EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Komplo(cu)nuz paranoyak mI?

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cum Ağu 08, 2008 1:03 am    Mesaj konusu: Komplo(cu)nuz paranoyak mI? Alıntıyla Cevap Gönder

Erol Göka
Komplo(cu)nuz paranoyak mı?

Toplum, biz ruh hekimlerini, gerçekten müthiş bir güçle donatıyor bazen. Elimizde, bir tamircinin çekici gibi, bazı tanı kategorileri var ya, bunlar sayesinde, “sağlıklı” ve “hastalıklı” düşünce arasındaki ayrımları hemen yapıvereceğimiz varsayılıyor. Komplo teorileri de, bu teorileri uyduranlar da, inananlar da bize soruluyor: “Doğru olabilir mi tüm bunlar?”, “Hasta değil mi bu adamlar?” Sizlerden aldığımız güçle (!) her zaman olmasa da birçok kez, “paranoya”, “sanrı” vs. gibi şablonlarımızı karşımıza oturan her insanın zihninde denemeye kalkıyoruz biz de; elimizde bu çekiçlerle havalı havalı (!) dolanırken önümüze çıkan kafaları, çakılacak birer çivi olarak görüyoruz doğallıkla.

İşini bilen, usta bir ruh hekimi için karşısında oturan, muayene ettiği bir insanın düşünce sistemindeki aksaklıkları görmek zor bir durum değildir. Bir zorluk varsa bile bu tıpta arada bir rastlanan türden tanı güçlüğüdür; tıpta tanı koymanın en azından şimdilik olanaksız olduğu durumların olduğu bilinen bir olgudur. Ruhsal muayene ve değerlendirmeler sonrasında, bir insanın zihinsel işleyişinin nasıl olduğu sorusuna cevap vermek, ruh hekiminin bilimsel bilgisinin yönettiği, muayene ortamında sergilediği teknik bir becerisidir. Bu beceriye sahip olması ruh hekimine, her türlü fikri, fikir akımını, her politik eylemi, politikacıyı uzaktan değerlendirebilme olanağı sağlamaz. Sağladığını sanmak, iyi bir beyin cerrahının beyinle ilgili tüm bilimsel bilgiye, beynin ürünü olan düşünceyle ilgili derin bir felsefi kavrayışa sahip olduğunu sanmakla aynı şeydir ki, komik-ötesidir.

Komplo teorilerinin, bunların alıcı ve taşıyıcılarının ruh sağlığıyla ilgili bir boyutu olduğu kesin ama ruh hekimi olarak böyle bir değerlendirme yapmamız, ancak o insan teki muayene için karşımıza oturduğunda, hekimlik becerimizi sergileme fırsatı bulduğumuzda mümkündür. Üstüne basa basa “insan teki” diyorum çünkü henüz ruh sağlığının işleyişi “birey” odaklıdır; ruh hekimlerinin uzmanlıkları bireysel-ruhsal sorunlar üzerinedir. Toplumsal zihniyetin işleyişindeki sağlıklı ve hastalıklı yanlar, psikiyatri alanına girememiştir henüz, belki de hiç girmemelidir. Elbette toplumsal zihniyetin hastalıklı biçimleriyle ilgili sözler sarf eden psikanalistler, sosyologlar, sosyal psikologlar, psikiyatri uzmanları, bunların verdikleri düşünce ürünleri vardır ortada ama bunların bilimsel değerlerinin olmadığı ya da çok düşük olduğu kabul edilmeli, ihtiyatla karşılanmalıdırlar.

Mesleki kaygılarımızın yükünden bu şekilde kurtulduktan veya onları paranteze aldıktan sonra, özellikle “neocon” denilen Amerikan Yeni Muhafazakarlığı’nın sahne almasının ardından, filmleri, dizileri yapılan, mezata düşecek kadar yaygınlaşan komplo teorileri hakkında, (daha doğrusu komplo teorileri karşısında ne yapmamız hakkında) konuşmaya başlayabiliriz. Konuşmamız gerekiyor, zira bu teoriler yayıldıkça, dünyayı yönetmekte olan bir “cani-dahi ve şeytani üst-insan şebekesi”nin elinde oyuncak olduğumuz ve elimizden bir şey gelmediği hissi giderek ruhlarımızda kök salıyor. Hele bir de yavaş yavaş ilerletilen “zihin denetimi” (mind control) teorileri var ki, akıllara seza! Bunlar yaygınlık kazanırlarsa eğer, bırakın “mücadele” hissiyatımızın ortadan kalkmasını, kendi kendimizi android sanıp insani varoluşumuzu iptal edeceğiz.

Komplo teorilerinin niye bu kadar kolay alıcı bulduğunu anlayabilmek için öncelikle insanın zihninin bir özelliğine yakından bakmalıyız.

Zihnimiz dalgalanır

İnsan zihninin bir özelliği var ki, bu özellik hem komplo teorilerinin neden ortaya çıktıklarını ve hem de neden bu kadar yaygınlık kazandıklarını açıklıyor. Zihnimiz, varlıklarımızı şu hayat gailesinde ayakta tutabilmek için, en doğruyu bildiğini ve en doğruyu yaptığını sanarak, gerçekliğe ayarlanmak zorunda. Bu yüzden de tıpkı duygularımız gibi zihnimiz de, gerçekliğin biteviye değişimine ayak uydurabilmek için bir o yana bir bu yana durmaksızın dalgalanıyor. Bu dalgalanmayı tek bir insanın zihninde de, tüm düşünce tarihinde de gözlemek mümkün. Zihinlerimizdeki dalgalanmanın bileşenleri, üç kola ayrılarak incelenebilir:

Zihinlerimizin birinci dalgalanma hattı, rasyonel, makul, bilinçli olan ile irrasyonel, mantıksız ve bilinçdışı olan arasındaki salınımdır. Rasyonel olanı tanımlayan en uygun kavramı, Umberto Eco’dan ödünç alıp ona modus diyebiliriz. Modus, ılımlı, ölçülü ve makul olma (moderateness) ile bağlantılıdır. Ilımlı, ölçülü ve makul olmak ancak bir modus içinde, yani belirli sınırların ve ölçünün içinde olma anlamına gelir. Bir modus içerisinde hareket eden yanıyla insan zihninin rasyonelliği, mantık ilkelerine göre temellenmekte; her zaman dünyanın fiziksel bir düzeni bulunduğuna bizi tam olarak ikna edemese bile, bir toplum sözleşmesine zemin hazırlamaktadır.

Ne ki modus'un bir de karşıtı, apeiron (sonsuzluk) vardır ki, insanlar aynı ölçüde ve hatta çoğu zaman onun cazibesine kapılırlar. Sonsuzluk, modus'u olmayan, bir norma sığmayan, sürekli değişen demektir. Yunan mitolojisinde sürekli başkalaşım Hermes tarafından simgelenir. Hermes, uçucu ve iki anlamlıdır; hem tüm sanatların hem de hırsızların tanrısıdır; aynı zamanda hem genç, hem de yaşlıdır. Hermes mitinde mantık ilkeleri yadsınmakta; sonra öncenin önünde gelebilmekte; uzamsal sınırlar ortadan kalkmakta, aynı anda farklı kılıklarda, farklı yerlerde bulunmak mümkün olmaktadır.

Rasyonel olan zihin etkinliğinin Yunan ve Latin uygarlıklarındaki kökleri kolayca gösterilebilir ve buna dayanarak "Batı aklı" nitelemesi yapılabilir, yapılmaktadır. Yine aynı şekilde hermetik düşünce de tarihsel ve yapısal olarak insanlığın Doğulu mirasına gönderilebilir. Ama böyle yapmakla, gerçeklik örtülmüş, klasik rasyonalizmin Yunan ve Latin mirasının hakikati aramada tek başına yeterli olmadığı; Hermes'in M.S. ikinci yüzyılda, üstelik belirgin bir siyasal, kültürel ve dilsel birliğin sağlandığı, her alanda bilgili ve eksiksiz bir insan üretimi için çabalayan enkyleios paideia'nın, yani genel eğitim kavramının egemen olduğu bir sırada ilgi odağı haline geldiği unutulmuş olur.

Ortaçağ skolastik-Hırıstiyan rasyonalizminin boğucu bir biçimde modus ponens (önermeler mantığında doğrulama yöntemi)'in esinlediği akıl yürütme örüntüleri aracılığıyla Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya giriştiği yüzyıllar boyunca hermetik düşünce ölmemiş, simyacıların, Yahudi Kabalacıların ve Yeni-Platoncuların çabalarında marjinal bir biçimde varlığını sürdürmüş ve nihayet modern zamanlarda modern bankacılık ekonomisinin icat edildiği Floransa'da yeniden keşfedilerek modern kültürün büyüden bilime uzanan tüm bilgi katmanları arasına sağlam biçimde yerleşmiştir.

Ortada, belli coğrafyalara ve kültürlere mal edilerek açıklanacak özgün bilinç halleri değil, bir insanlık durumu vardır. İnsan bilgisi, hakikat yolunda, modus ile apeiron; rasyonalizm ile irrasyonalizm arasında salınmaktadır. Üstelik bunları gerek tarihin, gerekse bir insan tekinin düşünce dünyasında birbirlerinden kesin hatlarla ayırmanın imkanı yoktur. Bugün tarih yazıcılığı bize hermetik çizgiyi, bilimsel çizgiden ayırmanın imkansız olduğunu; hermetik bilginin Bacon'u, Kopernik'i, Kepler'i ve Newton'u derinden etkilediğini ve modern nicelik biliminin ortaya çıkışında hermetizmin niteliksel bilgisiyle diyaloğun büyük rolü bulunduğunu göstermektedir. Sanki rasyonel olan zihinsel etkinlik uzun zamanlara yayılan bir düzen sağlama çabasına girişmekte ama tam zafer sancağını burçlara dikmek üzereyken donmakta ve dipten gelen hermetik bir yaratıcı dalganın esinini beklemektedir.

İnsan zihninin bir başka dalgalanma hattını, bazı düşünürler, Helenizm-Hebraizm kutupsallığı olarak anarlar. Burada Helenizm, insan doğasının entelektüel yanına (teoriye) değer verir ve doğru düşünceyi, hakikati vurgularken Hebraizm ise, moral tarafa (pratiğe) değer verir ve doğru davranışı vurgular. Aslında her ikisi de insanlığı mükemmele ulaştırmayı amaçlarlar ama izledikleri yol, çok farklıdır; üstelik asla biri diğerinin yerine geçemez. Oldukça tarihsel ve dinselmiş gibi görünen bu tartışma, gerçekte, insan bilgisinin pratikle ve "öteki"yle olan ilişkisiyle kopmaz bağından kaynaklanmakta ve teori-pratik karşıtlığına uzanmaktadır. Ayrıca bu tartışmayı her birimiz kendi düşünce dünyamızda yapar dururuz; "neyi biliyorum?"la "ne yapmalıyım?" arasındaki gerilimi hep hissederiz.

Son tahlilde Helenizm-Hebraizm kutuplaşması, yapma ile bilme, bağlanma ile bağımsız olma, evrensel olanla tikel olan arasındaki karşıtlıkları, yani "İnsan nedir?" sorusuyla ve "Ben kimim ve ne yapmalıyım?" soruları arasındaki diyalektiği temsil etmektedir. Modernlik, bir anlamda Helenik kutbun lehine bir gelişmedir ve tek başına böyle bir gelişme, birçok eleştiri almaktadır. Bu eleştirilerin en önde geleni, Hebraik kutbun yani doğru davranışın ne olduğunun ihmal edilmesi yüzünden "siyasi iyi" ile "ahlaki iyi" arasında kapatılması imkansız bir boşluğun ortaya çıktığının ve insanlığın ahlaki bir krizle karşı karşıya kaldığının ileri sürülmesidir.

İnsanın zihinsel etkinliğinin sonuncu salınım hattı ise, şüphe ile inanç arasındadır. Şüphe ile inanç arasındaki gerilimi, insanlık tarihinin, düşünce tarihinin, gündelik hayatımızın her yerinde görürüz. Hayatımızı kimi zaman kimi konularda dogmatik kimi zaman kimi konularda şüpheci olarak yaşar gideriz. Ömrümüzün hoşgörü ve bağnazlık arasında geçip gitmesi bundandır. Her birimiz için düzey ve süreleri farklı olsa da, hoşgörü ve bağnazlık arasında salınıp durmamız beşeri yapımızın özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü yaşantımızı var edebilmemiz için zaman zaman pozitivist bir filozof gibi davranmak, yani doğruyla gerçeği birbirine eşitlemek zorundayız. Bu eşitleme anı, inançlarımızın, bizim hayat karşısındaki bağnaz kör noktalarımızın temelini oluşturmaktadır. Sanki hakikat orada, dışarıda, gerçekliğin yanı başına uzanmış durmaktadır ve onu apaçık haliyle görüp ifade edebilmek bize nasip olmuştur. Hepimiz böyle bir inanca sahip olmak zorundayız, düşündüklerimizin, yaptıklarımızın doğru olduğuna inanmasaydık, tek bir adım bile atmazdık.

Oysa doğru ile gerçek, birbirleriyle çok yakından bağlantılı olsalar da asla aynı değiller. Bir kere köken olarak farklılar; “doğru”, bilgiyle, felsefe diliyle söyleyecek olursak epistemolojik alanla, “gerçek” ise, varlıkla yani ontolojik alanla ilgili. “Doğru” bireyin zihninin bir ürünü, “gerçek” ise bireyden de, onun zihninden de bağımsız bir biçimde mevcut. Bizim fani varoluşumuzdan, gerçekliğe baktığımızda ürettiğimiz gerçeklik tasarımına “doğru” diyoruz. Bu anlamda kaçınılmaz biçimde hepimizin “doğru” ları, daha doğrusu önyargıları var.

İşte bağnazlığımızın temelinde de bu her birimizin gerçeklikle ilişkisi sırasında üretmiş olduğumuz doğrular yer alıyor. Kendi gerçeklik tasarımımıza (“benim doğrum” dememiz gerekirken), “doğru” diyoruz. Tikel ve bireysel olanı, genel ve kamusal bir hale dönüştürüyoruz. Ontolojik olanı, epistemolojik olana dönüştürdükçe aslında gerçekliğe yalnızca kendi algılarımızın temellük edebileceğini iddia etmiş yani kendi bağnazlığımızın sınırlarını koymuş oluyoruz. Hepimiz için önyargılarımız, bağnazlık alanımıza gelindiğinin kırmızı hattıdır; oraya girmek, orasını değiştirmek çok zordur.

İnancımızın en önemli kaynağı gelenektir; gelenek ise kendisini dilde gösterir; bir dili öğrenirken aynı zamanda dünyaya anlam vermeyi de otomatik olarak öğreniriz. Bir konuda önyargımız (kanımız) yani inancımız ne kadar güçlüyse, duyusal algılarımız da ona göre şekillenir; dünyayı sanki gözlerimizle değil de bilişlerimizle görürüz; tarafsız gözlem yoktur; üstelik önyargılarımızdan kurtulmak da öyle kolayca (ve hatta kimilerine göre hiç) mümkün değildir.

Peki inancın zihnimizdeki yeri ve kaynağı ile ilgili bunları söyleyebiliyoruz ama aynı şekilde şüphe hakkında da bazı şeyler söyleme şansına sahip miyiz? Bu o kadar kolay değil. Ama hepimiz, insanın yalnızca önyargılarının mahkumu, dilinin tutsağı, geleneğin bir tekrarlayıcısı olmadığını; varolan ve genel geçer bilgiden şüphe eden ve zaman zaman başka doğruların da peşine düşen yenilikçi, devrimci bir potansiyel taşıdığını biliyoruz. En önemli tanığımız da tarihin bizzat kendisi. Hep içimizde sezdiğimiz, felsefeye "özgürlük" sorunu olarak geçen, Habermas'a insanın temel istemlerinden birisi olarak kendisini duyuran özgürleşme arzumuzdur; önyargıların ve geleneğin karşısına dikilen...

Bilgi güçtür

Gördüğümüz gibi zihnimiz, her yerde ve her zaman, gerçekliğe ayak uydurabilmek için modus ile apeiron, Helenizm ve Hebraizm, inanç ve şüphe arasında salınmaktadır. İnsan olarak, bu zihinsel dalgalanmalar içerisinde yaşar gideriz ama belli bir anı fotoğraflamaya kalktığımızda sanki yalnızca salınımın tek bir noktasını gerçekmiş gibi yaşarız, tıpkı bir fotoğrafı, gerçeğin tamamı sandığımız gibi... Bu deveranda değişmeyen tek şey, bizim psikolojik metanetimiz, değişen gerçekliğe zihinsel ve duygusal olarak ayak uydurabilme çabası gösterebilme, kendimizi hep haklı olarak görebilme kuvvetimizdir. Haklılıktan kastımız, bir narsistin kuruntusu değil; insan olarak var kalma mücadelemizin bir gerekliliğidir; sağlıklı insan özür dilerken de, öz eleştiri yaparken de, günah çıkartırken de haklı hisseder kendini. Yıkılmamış, ayaktadır; var kalmasının gereği neyse yapmaya hazırdır, varoluşunu, yaratılışını meşru görür, kaderini yaşamayı arzular.

İşte bu “arzu” denen şeydir, zihinlerimizi “en doğruya” ayarlı biçimde durmaksızın salındıran… Arzu, ayakta kalabilmeyi ister; ayakta kalabilmek, gücü gerektirir; güç için gerçeklik hakkındaki en doğru (sandığımız) bilgiye, doğru bilgi için de gerçeklik kadar değişken olan bir zihinsel işleyişe gereksinmemiz vardır.

Zihnimizin dalgalı, salınan yapısı, her türden iyi düzenlenmiş düşünce kurgusunun alımlanması veya yeşermesi için uygun bir ortam sağlıyor; arzumuza yani ruhsal gereksinimlerimize göre, yaşadığımız karmaşık dünyayı açıklayacak modelleri ya aynen benimsiyor ya da kendimiz yeni baştan inşa ediyoruz. İtiraf etmeliyiz ki, komplo teorileri de ruhsal gereksinimlerimizi doyurmak için oldukça doyurucu ve üstelik hazırlop bir menü sunuyorlar. McDonaldlaşan dünyada pek de güzel gidiyorlar doğrusu, ucuza gelmelerinin yanı sıra, birçok hemcinsimiz tarafından paylaşılan bir inanca sahip olmanın hazzını da yaşatıyorlar.

Böyleyse, bu söylediklerimizin bir gerçek payı varsa, komplo teorileri karşısında ne yapmamız gerektiği de ortaya çıkmaktadır. Sorun, bizatihi zihnin gerçekliğe ayak uydurabilme çabasının bir ürünü olan komplo teorisinin kendisinde ya da zaman zaman üretici veya alıcı olarak bizi etkilemesinde değil, ruhsal gereksinimlerimizin, arzumuzun zihnimiz tarafından karşılanamaması halindedir. Arzumuzla, zihnimiz arasındaki bağlantı kopukluğudur, komploları paranoya haline getiren. Öyle zor ayakta duruyoruzdur ki, gerçekliğe tamamen temellük etme iddiamızdan başka şansımız yoktur; zihnimizin akışını bir yerde dondururuz. “Aha gerçek bu, hepsi bu kadar!” diyebilecek kadardır ancak gücümüz, bir adım bile atacak mecalimiz kalmamıştır. Zihnimizin gerçekliğe ayak uydurmaya çalışan dalgalı yapısı bozulmuştur. Zihnimiz gerçekliğe ayak uyduracakken artık gerçekliğin kendi bilgisine uygun hareket etmesini beklemeye başlamıştır.

O sırada neye inanırsa inansın salınımını sürdüren, yeri geldiğinde ve olgular karşısına çıkardığında, diğer olasılıklara kulak kesilebilen bir zihin, sağlıklı işleyişini sürdürüyor demektir. Ancak böyle bir zihnin sahibi, kendine güvenini koruyabilir, mücadele azmini devam ettirebilir. Bazen doğruyu bilme ve yapma gereksinimimiz öyle şiddetli bir düzeye gelmiştir ki, hayatın gerçekliği, bizim düşüncelerimizi tamamen yalanlasa da, biz teorilerimizde inatla ısrar etmeyi sürdürürüz. O zaman vay halimize! Zira böyle bir zihin için hayat dansı bitmiştir; tek amacı kendi doğruluğunun kanıtlanmasıdır artık. Bakmayın bu uğurda ettiği kan kokulu, ateşli sözlere, teslim bayrağını çekmiştir çoktan…

O yüzden siz siz olun, hayat dansından vazgeçmeyin. Kişilerin ve grupların var kalabilmek için sürekli bir güç mücadelesi içinde oldukları dünyada, düşmanların kimler olduğunu belirleyebilmek için iddialı düşünceler üretmenin de, dinlemenin de ne zararı olabilir, gerçekliğe uyum sağlamadıklarında vazgeçilmeleri koşuluyla! Komplo teorilerine, asıl sonuçları açısından bakın, sizi kafanızı çalıştırmaya, dansın ritmini artırmaya mı davet ediyorlar yoksa güçsüz, androidler haline getirip yaşam mücadelesinden alıkoymaya mı yarıyorlar? Dansa davet varsa korkmayın, direnen insan eninde sonunda kazanacaktır!

* Yazarın “Türkiye Vardır” kitabından
Haber10

CIA NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?
Bülent ESİNOĞLU
11.08.2011



Bulanık suda balık avlamak, ya da suyu bulandırmak.
Basit bir hatırlatma yapalım.
Saddam'ın silahları ve radyasyon tehlikesine karşı halk uyarılıyordu.
Hatta bazı anneler çocuklarını radyasyon tehlikesine kaşı okula göndermedi.
Ortalıkta naylon sıkıntısı baş göstermişti.
Radyasyondan korunmak için naylona hücum vardı.
CIA halk arasında bir yönde hassasiyet oluşturmak, ya da oluşmuş bir
hassasiyet varsa, onu dağıtmak için yalan haber yapar.
Fıkralar sızdırır.
Köşe yazıları yazdırır.
Karikatürler yaptırır.
Silah şemaları ve resimleri gazetelerde boy gösterir.
Amerikan ekonomisinin çöktüğü haberler hızla yayılıyor, Amerika'nın
gücü konusunda dünya kamuoyunda şüpheler oluşmaya başladı ya...
Şimdi CIA'nın görevi; Amerika'yı kurşundan hızlı, ışıktan parlak,
attığını vurur güçlü bir devlet olarak yeniden takim etmektedir.
Milliyet Gazetesinin haberine göre; "Amerika sesten tam 20 kat hızlı
giden ve haydut devletler diye tabir ettiği ülkeleri bir saatten az
zamanda vurabilecek silahları test ediyor"
Afganistan'da yenilmiş, Irak'ta on yıldır bir sonuç alamamış Amerika
bir saatte haydut devlet temizleyecekmiş!
Aynı Irak işgalinden önce yaşadığımız senaryonun işaretleri gelmeye
başladı bile...
Gazeteler böyle CIA Haberlerini niye koyarlar?
Böyle bir haber ne işe ve kimin işine yarar?
Kimleri korkutmak ve teslim almak içindir?
Gazeteler şöyle bir haberi neden görmez?
Çin, Çin'in hava sahasında, haber toplamak için uçan Amerikan
uydularının üzerine "sakız yapıştırır gibi" küçük uydu yapıştırıp,
Amerikan uydularını kör ettiğini... Neden haber yapmazlar?
Şimdiye kadar neden böyle bir haber okumadık?
Hiçbir yayın organı artık Amerika'yı melek veya göze hoş gelecek bir
matah gibi gösteremez. Aman şöyle güçlü, böyle güçlü diye anlatamaz.
Her şey artık ortadadır.
Amerika "seri bir katildir". İşbirlikçiler vardır. Kullandığı dini
örgütleri vardır. V.s.
Ama artık oda bitmektedir. Amerika'yı güçlü göstermek ve teslim
olunması gereken bir güç gibi anlatmak sadece Amerika'nın işine gelen
bir şeydir.
http://www.ordumillet.com/
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com