EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 2 'PEYGAMBER’İN MEZHEBİ'

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ağu 23, 2017 11:17 pm    Mesaj konusu: İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 2 'PEYGAMBER’İN MEZHEBİ' Alıntıyla Cevap Gönder

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 2 “PEYGAMBER’İN MEZHEBİ”
Selim Gürselgil
23 Ağustos 2017


“PEYGAMBER’İN MEZHEBİ”

Şimdi böyle Sünnet ve Cemaat Ehli mensubu sıradan insanları apıştırmaya yönelik bir çaba da bu. Mezhepsiz tip çıkıyor sıradan müslümanın karşısına diyor ki:

– Peygamberin mezhebi neydi acaba?

Müslüman buna cevap veremeyecek ve mezhepsiz tip de çıkıp, “ya demek ki mezhepsiz olmak gerekiyormuş” diyecek ya.

Bize pek denk gelmiyor bunlar. Gelse, bizim gibi tipler onların laf ebeliklerini nasıl karşılayacaklarını bilir:

– Sen Peygamber misin lan geri zekâlı? Vahiy mi alıyorsun? Vahyin mezhebi mi olurmuş? Mezhep senin için! Şüpheye düşen, müphem hatırlayan, kıyas eden, zan ve tahmin yürütmek durumunda kalan sensin!

Ama biliyorum, anlamayacak. Bunların fabrikasyon olarak hepsi böyle geri zekâlı oluyor. En basit anlattığın bir şeyi bile anlamıyor. Bir karambolde birisi ona bir şey ittiriyor, o artık ömrübillah onun türküsünü söylüyor. Başka bir şey almıyor.

29 Ağustos 2012



“HAK DİNİN MEZHEBİ OLMAZ”

Bulanık suda balık avlamaya yeltenen tiplerin, “benim mezebim yok” diye yeni mezheb yapanların (Selefîlerin ve Edip Yüksel takımından reformistlerin) avlandığı, gençleri tuzaklarına düşürdüğü ve kötü emellerine âlet ettiği bir alan burası.

Mezheb insanî bir şey; zamanla ortaya çıkan bazı tereddüdler ve tartışmalar karşısında “asıl kaynağa nisbetle rey izhar etme” ihtiyacından doğmuştur.

İnsanlar arasında tartışmaların, görüş ayrılıklarının, farklı yorumların olmasının tabiîliğini anlayanlar, mezhebin doğuş zaruretini de anlarlar. Zirâ bu tartışmalar ve görüş ayrılıkları, hak mezhebler itibariyle, farz ve sünnet olmayan teferruata ve sonradan ortaya çıkan yeni meselelere ilişkindir.

29 Ağustos 2012



“HAZRET-İ M…….’İN MEZHEBSİZ OLMASI – I”

Ben yeni farkediyorum ama, bayağı şamatalı tartışmalar dönüyor bu alanda. Ben bunları daha önce görmediğim için, bir eksiklik duymalı mıyım? Yalnız şöyle bir tesellim var: Realitesi olmayan fikirlere “oyun” deriz. Oyun ise her yaşa göre değildir. Belli bir yaştan sonra oyun oynamak, insana eski eğlencesini vermemeye başlar. Ben de aranızda galiba biraz bu durumdayım.

Mezhebsizlik propagandası, özünde Selefî propagandasıdır. Zaten Selefî kavramı da bu fikirden doğmuştur. “Bizler mezhebsiziz, tıpkı selefler (ilkler) gibi; işte Peygamber, Sahabî, onlardan sonra gelenler gibi” derler. İslâm tarihinde İbn-i Teymiyye ve ondan sonra -kendisi inançsız olmasına rağmen- İbn-i Haldun, mezhebsizlik (selefîlik) propagandası yapanların en ünlüleridir. Modern çağda ise bu bir İngiliz buluşu ve Hilâfetin İngiliz oyuncağı yapılması adına İngiliz işgâli altındaki Mısır’da üretilmiş bir akımdır. Netice itibariyle bu da ayrı bir mezheb oluşturmuştur; mezhebsizlik mezhebi…

Dinî hükümlerle oturup kalkanların bir müddet sonra kendilerini müçtehid zannetmelerini ve önceki müçtehidleri beğenmeyip kendileri mezheb kurmak istemelerini anlarım: Fakat din düşmanlarına ve onlarla aynı yolun yolcusu İslamoğlu müridlerine bu işin neden bu kadar sempatik geldiğini, Selefîlerden rol çalmaya neden bu kadar meraklı olduklarını hiç anlamam. Sanırım, mezhebsizliğin argümanlarının kolay olmasından ve düşük zekâ seviyelerinde avlayıcı özelliğinin çok olmasındandır.

Şimdi burada problem şu mu:

– Allah Resûlü’nün ve Sahabîlerin mezhebi olmadığı halde sonradan neden mezhebler doğdu?

Şu âna kadar hiç kimsenin düşünemediği, bir tek İslamoğlu müridlerinin ve -bu mevzular açılınca hemen onlar arasına karışan- Edip Yüksel şakirdlerinin akıl erdirebildiği girift bilmece bu mu? Ondan kolay ne var: Bunun neden böyle olduğunu anlamak için, biraz İslâm tarihine bakmak, mezheblerin nasıl ve neden ortaya çıktıkları ve neden bir değil de birçok oldukları üzerine göz gezdirmek yeter de artardı. Kusura bakmayın, bunu söylemek zorundayım: Hayatımda bu kadar salakça ileri sürülmüş bir mesele duymadım daha!..

Yahu ayrılık hayatın tabiî yapısında vardır. Bugüne kadar ortaya çıkmış hangi fikir, üzerinden bir müddet geçince fraksiyonlara bölünmemiştir, çeşitli meseleler karşısında çeşitli yönlere dönmemiştir? Böyle bir şey olabilir mi? 1400 sene önce ortaya koyulmuş bir hakikatin tek bir çizgi halinde günümüze ulaşacağını, ondan başka hiçbir dal ve budak ayrılmayacağını düşünmekten daha saçma bir şey olabilir mi? Şurada bir olayı iki kişi seyretsin, ikisi de farklı anlatır. Kafanızda bir fikir tutup yolunuzda yürüyün, hiç olmazsa bir saat sonra onun yanında veya karşısında başka bir fikir oluştuğunu göreceksiniz.

Mezheblerin varlığından ve onların en başta değil de sonradan ortaya çıkmalarından daha tabiî, daha insanî, hayatın ve insanın yapısına daha uygun ne olabilir? Şurada mezhebleri reddeden mezhebsizler bile bin ayrı fraksiyona (mezhebe) bölünmüşler ve her nesilde bu fraksiyonlar ikiye katlanıyor. Demek ki, mezhebsizlik de bir mezheb ve “mezheplere hayır” sözü de her adımda yeni mezheblere ayrılma istidadı taşıyor!

O hâlde, mesele zaman içinde mezheblerin ortaya çıkmasında değildir; mesele, mezheplerin “asl’a uygunluğu“nun olup olmamasındadır. “Asl’a uygunluk” ise zandır, fikirdir, görüştür, içtihaddır. Başka türlü asl’a uygunluk olmaz. Bu itibarla, İslâm tarihine bakıldığında tüm mezheblerin doğuşunun başlıca iki saik etrafında olduğu görülür:

Hak ve hakikat kaygısından doğan mezhebler (Sünnet ve Cemaat Ehli mezhepleri): Bunlar, Allah Resûlü‘nün hangi mevzuda ne dediğini ve ne yaptığını ince ince araştırmış, herbiri kendi usûllerine göre doğru ve yanlışı birbirinden ayırmış ve inanç ve ibadet esaslarını sistematik hale getirmişlerdir. Bugünün diliyle bunlara “ilmî mezhebler” denebilir.
Hamasetten doğan mezhepler (Ehl-i Sünnet dışında kalanlar): Bunlar çeşitli siyasî kavgalardan, iktidar mücadelesinden ve İslâm’dan önceki eski dinlerinin esaslarını da İslâm’la beraber veya onun kılıfı içinde koruma içgüdüsünden doğmuşlardır. Kronolojik olarak da bazıları Ehl-i Sünnetten öncedirler. İşte Haricîler, şiiler, şii markası altında çeşitli eski dinlerden gelen esaslarını korumaya çalışan batınî akımlar, İslâmı felsefî metodla temellendirme dâvâsında Mutezile, daha sonra İslâmın özüne dönelim diyen (sanki başkaları bunu demeyi bilmiyormuş gibi) Selefîler, Vehhabîler vesaire, vesaire… Bunlar da “ütopik mezhebler“dir.
Görüldüğü gibi mezheblerin doğmamış olması (mezhebsizlik) gibi bir tercih hakkı sözkonusu değildir; çünkü hayatın getirdiği yeni meseleler karşısında birtakım tartışmalar ortaya çıkmıştır. İkincisi, hak mezhebler, herhangi bir siyasî veya hamasî etkiden bağımsız olarak, tamamen hak ve hakikat kaygısından, asl’a uygunluk kaygısından doğmuşlardır. Onların iktidarla birleşmesi çok sonraları, ancak Samanîler ve Gazneliler zamanında olmuştur.

Gerekirse ayrıntısına da girerim.

20 Mayıs 2013



“HAZRET-İ M…….’İN MEZHEBSİZ OLMASI – II”

Herhalde ben kendimi ifade edemiyorum. Yoksa bu kadar geri zekâlı burada toplanmış olamaz.

“Hayatın tabiî yapısında var” dedim, davarın teki oradan çıkmış “insanın doğasında varmış, he he” diye dilini çıkarıyor. Evlâdım, aynı şey mi bunlar? Siz nasıl anlayabiliyorsunuz, öyle anlatayım.

Şöyle yapalım: Ortaya bir “anayasa” koyulur. “Hayatın tabiî yapısı” içinde, anayasada açıkça öngörülmemiş çeşitli meseleler ortaya çıkar; veya olgular her zaman kurallara uymaz, çeşitli “içtihadlar”a, “açılımlar”a, “yorumlar”a ihtiyaç doğar. Bu da kaçınılmaz olarak “çeşitli” mezhebleri ortaya çıkarır. Yasa koyucu mezhebli olur mu, salak mısın sen? Mezheb uygulamada ortaya çıkar.

İslâm (Kitab ve Sünnet), evet Mutlak Fikir’dir ve kuşatıcıdır; fakat Mutlak Fikir’e bakış, daimâ “zan”dır. Kur’ân’da namaz kılmak emredilir, sünnette namaz tarif edilir. Ama namazdaki bir incelik, misal “iftitah tekbiri” sünnette mübhem (karaltılı) kalmıştır. Bu mübhemliğin aydınlatılması da, içtihaddır, zandır, mezhebtir. Mezheb, Kur’an hükümünü veya sünnet beyânını geçersiz kılmak değil, “onun mübhem noktaları üzerine içtihadda bulunmak“tır.

Bunda anlaşılmayacak bir şey var mı? Zaten, al bir namazı, bellidir: “Bu farz”, “bu sünnet”, “bu müstehab”, “bu mubah”… Öyle değil mi? Mezhebte aslolan “asl’a uygunluk”tur; Kur’ân ve sünnete uygunluktur. Bu uygunluğu muhafaza eden mezhebler “Hak mezhepler”dir; bu uygunluğu kaybeden mezhepler, “Bâtıl mezhepler”dir.

Bunda anlaşılmayacak bir şey var mı? Abdestin hangi hallerde bozulduğu Kur’an’da yazmaz. Sünnette ise belirtilen yerleri vardır, belirtilmeyen yerleri vardır. Misâl, Allah Resulü bir durumda abdest almıştır; acabâ kendisine kadın eli değdiği için mi abdest almıştır, vücudundan kan çıktığı için mi abdest almıştır? Bu mevzu içtihaddır, mezhebdir. İçtihad, abdesti kaldırıp yeni bir abdest getirmek değildir.

Bunda anlaşılmayacak bir şey var mı? Hak mezhebler, Kur’an, sünnet ve içtihadların sistematize edilmiş şeklidir. Bâtıl mezhebler, Kur’an ve sünnet kaygısı dışında çeşitli nisbetsiz yorumlardan ve çıkış noktalarından doğmuştur. Misâl, Emevîler demiş, “Savaşı biz kazandık, demek ki İlâhî rızâya uygundur”. Mutezile karşısına geçmiş, “Kul fiilini yaratır, Allah onun hakkında bir şey dilemez” demiş. Ehl-i Sünnet de her ikisinin karşısına geçmiş:

-“Ne senin dediğin, ne senin dediğin… Allah’ın rızâsı ayrı şeydir, kazâsı ayrı şeydir! Fiilî yaratan Allah’tır, kul onun yarattıkları arasında seçme yapabilir!“

Demiş. Ve bunu Kur’an ve Sünnet ölçüsüyle delillendirmiş. İşte Hak mezheb! Bunda anlaşılmayacak bir şey var mı?

20 Mayıs 2013

Kaynak: Adımlar dergisi

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 9 – İmam-ı Mâlik
Selim Gürselgil
30 Ekim 2017

İmam-ı Mâlik

Bir imân ve ondan türeyen binbir ilim… Önce imân vardı. O varken hiçbir şey yoktu. Hani din düşmanları atıp tutarlar: “Allah Resûlü zamanında mezheb mi vardı, tasavvuf mu vardı”, vesaire… İyi de hadis ilmi de yoktu, tefsir de yoktu, kelâm da yoktu, fıkıh da yoktu; metodoloji ilimleri de (usûl-i hadis, usûl-i tefsir, usûl-i fıkıh) yoktu. Sizin yere göğe koyamadığınız “ilâhiyat” hiç yoktu; o “teoloji”den, Batı’dan geldi zaten… Bunları da mı kaldırıp atalım? Sonradan olan hiçbir şey yoktu; sadece imân vardı o zamanlar. Her şey bu imândan doğdu. Bunda anlaşılmayacak ne var, ben onu anlamıyorum!

Şimdi İmam-ı Mâlik dönemine bakalım. Kâinatın Efendisi‘nin irtihâlinden 80 sene sonra (712) doğuyor Medine’de. Ortam öyle bir müthiş ki… Kısa bir süre önce bir şey olmuş. Muazzam bir şey! “Bir Adam” gelmiş dünyaya, insanlara bir şeyler söylemiş ve sonra gitmiş. Ve herkes “O Adam“ın öğretisiyle uğraşıyor. Askerler savaşını veriyor, aydınlar ilimlerinde yetkinleşiyor, halk ibadetleriyle meşgûl oluyor. Muazzam bir şey olmuş dünyada; ve onun dâvâsı sürüyor.

İmam-ı Mâlik bu atmosfer içinde büyüyor. Muhtemelen önce dedesinin kahramanlıklarını öğreniyor; “O Adam“a imân etmiş, işini, gücünü, makamını, mevkiini, her şeyini geride bırakmış; Kanlı Bedr’i kaçırmış ama, ondan başka bütün savaşlara katılmış. Herhalde dedesi kahraman bir tabiattaymış! Ancak Mâlik öyle değil; o, mütefekkir tabiatında; ilim yolunda kahraman… Gecesini, gündüzünü, her şeyini vakfediyor; zamanın bütün tanınmış âlimlerinden ders alıyor. Hızla yükseliyor bu yolda; ve ders verecek duruma geliyor. Bir rivayete göre, 900 hocadan ders alıyor ve binlerce talebeye ders veriyor.

Ders aldığı ve görüştüğü kişiler arasında Sahabiler var. 12 İmam’ın altıncısı Cafer-i Sadık var; Ehl-i Beytten… Tasavvufun iki büyük kolu, Sıddıkî ve Alevî kol, ikisi de kendisinden geçer. Bu iki kol ondan sonra bir daha birleşmiş midir bilmiyorum. Zamanının bütün ilimleriyle ve edebleriyle doludur Cafer-i Sadık. Şiîler de çok kıymet verir ona. 18. yy’da kurdukları –Nâdir Şah‘ın kurdurduğu- yeni mezhebin adını, ona izafeten “Caferîlik” koyarlar ve bu mezheb bugünkü İran’ın resmî mezhebidir. İşte bu, hem Hazret-i Ebu Bekir‘in, hem Hazret-i Ali‘nin torunu ve manevî vârisi olan Cafer-i Sadık‘tan ders alır İmam-ı Mâlik.

Ama yalnız o değil. Muhitindeki bütün âlimlerden faydalanmış ve ilim uğrunda büyük fedakârlık göstermiştir. Bu hususta her türlü zorluğa katlanmış ve her şeyini harcamış, hattâ tahsil uğruna evini dahi satmıştır. Bir hadis öğrenmek, bir dinî inceliğe vâkıf olmak adına yapmadığı fedakârlık kalmamıştır. Bir zenci vardır Medine’de; Hazret-i Ömer‘in oğlu Abdullah‘ın azadlısı… Adı Nâfî. Bu zencide büyük ilimler vardır. Hazret-i Ömer‘in naklettiği hadisler, Hazret-i Ömer‘in kendi içtihadları ve onun oğlu Abdullah‘ın sahib olduğu bilgiler, kendisine miras kalmıştır. Koskoca İmam-ı Mâlik, bu zencinin kapısına gider. Ama hürmetinden kapıyı çalamaz; kızgın güneş atında saatlerce onun evinden çıkmasını bekler. O çıkınca onunla bir köşeye oturur. Ona sorular sorar ve ondan bilgiler alır.

Öyle kolay iş değildir hadis işi. Hani bugün “o zayıf, bu kuvvetli” atıp tutuyorlar. Binbir imbikten geçirilerek toplanmıştır hadisler. Sırasında Buhara’dan Hicaz’a kadar yol alınmış, kimsenin bilmediği bir hadisi bilen adamı bulmaya; o adam bulunmuş, bakılmış ki, atını aldatıp yürütmeye çalışıyor. “Ben atını da olsa aldatan adamdan hadis öğrenmem” diye geri dönülmüştür. Öyle rastgelelik yok! Sahtelikler, şarlatanlıklar hemen ayıklanıyor zaten. Hadisin zayıf veya kuvvetli olması, senedi bakımından; yoksa iki şahidle adamı ipe de götürürler, ipten de alırlar, bütün hukuklara göre… İmam-ı Mâlik de böyle toplamış hadisleri; binbir incelik ve titizlik içinde. Binlercesini toplamış, “Muvattaa” adlı eserine kaydetmiş. Ve onun rivayet ettiği hadislerin hepsi Kütüb-i Sitte’ye girmiş.

Ki zamanının en büyük âlimlerinden biridir. Kûfe’de Ebu Hanife, Medine’de İmam-ı Mâlik… Ehl-i Sünnet mezheblerinin iki büyük ekolünün kurucuları; biri rey ekolü, diğeri hadis… Ehl-i Sünnet’in esas iki kurucusu. Devir, önce Emevîlerin, sonra Abbasîlerin kargaşalık devri. Bazıları diyor ki, “İmam-ı Mâlik olmasaydı, fitneler arasında yolumuzu bulamazdık.” Öyle de ince bir feraset sahibi; bir pusula… İmam-ı Şafiî ile Ahmed bin Hanbel dahi ondan ders alıyor. İmam-ı Şafiî, İmam-ı Mâlik‘in Muvattaa’sı için, “Allah’ın kitabından sonra en temiz dinî kaynak” diyor.

Horasan’da Ehl-i Beyt Abbasîlere isyan edince, Ehl-i Beyt’in meşrûluğu, Emevîlerin gayrımeşrûluğu hakkında fetvâ veren ve bunun üzerine hapse atılıp ağır işkencelerden geçirilen İmam-ı Mâlik‘in mezhebi, başlangıçta Hicaz’da yayılırsa da sonra burada etkisi azalıyor. Bağdat ve Basra’da, hattâ Nişabur’da bir miktar tutunuyor. Ancak esas yaygınlığını, önce Mısır’da, sonra Sudan’da, sonra bütün Kuzey Afrika’da, Sicilya’da ve nihayet Endülüs’te sağlıyor. Abbasîler ve rakibleri Endülüs Emevîleri’nin yarışında, Hanefîlik doğunun, Mâlikîlik batının resmî mezhebi oluyor.

Yalnız Anadolu’daki etkisini bilmiyorum. Meselâ Erzurum’a nereden ve nasıl gelmiş? Öyle ya, en ünlü Erzurumlulardan biri olan şair Nef’î, ünlü hicvinde “Malikîdir mezhebim” demiyor mu?

20 Kasım 2012

İmam-ı Şafiî

Gazze doğumlu büyük İslâm âlimi, İmam-ı Şafiî… Hicretin 150’nci yılında (miladî 767), yani İmam-ı Âzam‘ın öldüğü sene doğdu. Asıl adı, Ebu Abdullah Muhammed bin İdris el Kureyşî‘dir. Aslı Kureyş’ten, Abd-i Menaf Oğullarından olup, soyu birkaç yüzyıl ötede Allah Resûlü‘nün soyu ile birleşir. Nitekim 2 yaşında babası ölünce, annesi tarafından Mekke’ye götürülmüş, çocukluğunu orada geçirmiş, Kur’ân’a dair ilk bilgilerini orada almıştır. Daha sonra çöllerdeki Huzeyl kabilesinin yanına verilerek onlardan “derin Arapça – edebiyat” ve “sözlü tarih – efsane” bilgilerini öğrenmiştir.

Gençlik çağında Mekke’de fıkıh ve hadis tahsiline başlayan İmam-ı Şafiî, 20 yaşında Medine’ye, mezheb kurucusu İmam-ı Mâlik‘e gelerek ders almaya başlamıştır. 9 yıl onun yanında ders alan Şafiî, Hadisçi ekolün bütün inceliklerini öğrenmiştir. Sonra bu ekolün bir diğer temsilcisi olan İmam-ı Ahmed bin Hanbel ile de güzel bir dostluğu olacaktır. Bunun yanında, İmam-ı Âzam‘ın en büyük iki öğrencisinden biri sayılan İmam-ı Muhammed, kendisinin üvey babası ve hocası oldu. Böylece İmam-ı Şafiî “Medine ekolü / Hadisçi ekol”ün yanında “Irak ekolü / Rey ekolü”nün de bütün özelliklerini öğrendi. Kuracağı mezheb, Ehl-i sünnet mezheblerinin en sonuncusu ve bu iki ana ekolün uzlaştırılması niteliğindeydi.

Aslında Ehl-i Sünnet mezhebleri dört değildi. Daha başkaları da vardı. Ancak onların takibçileri olmadı veya zamanla kalmadı; böylece Ehl-i Sünnet mezhebleri dörde indi. Sonradan bunlara itikatta iki mezheb daha ilâve oldu. Böylece amelde Hanefî, Malikî, Hanbelî ve Şafiî; itikatta Maturidî ve Eşarî olmak üzere hak mezhebler 6 olarak çerçevelendi. Zamanla yeni mezhebler de zuhur ettiyse de, bunlar artık “dinin temel özelliklerini kaybetmeyen bir yenilik” getiremediler; yenilik getirmeye kalktıklarında da dinin temel özelliklerini kaybettiler. Bu yüzden Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dairesinde görülmediler. Selefîlik, Vehhabîlik, Caferîlik bunların en meşhurlarıdır.

İmam-ı Şafiî, Emevîlerden sonra Abbasîlerin de Ehl-i Beyt’e baskıyı devam ettirmeleri üzerine, tıpkı kendisinden önceki Ehl-i Sünnet büyükleri olan İmam-ı Âzam ve İmam-ı Mâlik gibi, Ehl-i Beyt’in tarafını tutmuştur. Bu gerçeğin açığa çıkmasıyla birlikte Abbasîlere biatini bozmuş ve onların verdiği din adamlığı görevlerinden istifâ etmiştir. “Hazret-i Ali’yi ve Ehl-i Beyt’i sevmek Rafızîlik’se ben de Rafızîyim” sözü meşhurdur. Tabiî ki o, zındıklıktan bir şube olan Rafızîlikten beriydi. Ehl-i Sünnet’in en büyüklerindendi.

İmam-ı Şafiî‘nin kurduğu Şafiîlik mezhebi, O ömrünün son dönemini Mısır’da geçirdiğinden, başlangıçta orada yaygınlık gösterdi. Bununla birlikte Irak ve İran’da taraftarları vardı. Selçuklular gelince bu mezhebi itikatta Eşarîlik ile bir bütün hâlinde resmî mezheb olarak takdim ettiler ve bütün İslâm âlemine yaydılar. İmam-ı Gazalî gibi bir İslâm büyüğü ve çok sayıda tasavvuf büyüğü Şafiî idi. Salahaddin-i Eyyubî gelince, onun da Şafiî olmasından dolayı bu mezheb büsbütün güçlendi. Mısır, Filistin, Kürdistan, Kafkasya ve Azerbaycan’da büyük kitleler halinde benimsendi. Uzak Doğu’da Hindistan, Seylan, Malezya ve Endonezya müslümanları bütünüyle Şafiî mezhebini kabul ettiler ve hâlen de öyledirler.

İmam-ı Şafiî, hadisler hakkında derin bilgi sahibiydi. Onun için, onun “sahih” kabul ettiği hadisler hiç tereddütsüz Kütüb-i Sitte’ye girmişler ve orada yerlerini almışlardır. İmam-ı Şafiî, bunun yanında büyük lisaniyatçı (filolog) ve şairdi. Şiirleri, benim bildiğim 90’larda Türkçe’de yayınlandı ve müthiş bir ilgi gördü. Salih Mirzabeyoğlu‘nun Münşeat isimli eserinde de bu şiirlerden bazıları zemin teşkil etmiştir ve sık sık İmam-ı Şafiî‘ye atıf yapılmıştır.

20 Kasım 2012

Ahmed bin Hanbel

Ehl-i Sünnet mezheblerinden dördüncüsü olan Hanbelî mezhebinin kuran İmam-ı Hanbel, 780’de Bağdat’ta doğmuştur. Asker bir aileden gelir. Ancak kendisi ilim yolunu seçmiştir. Genç yaşta, İmam-ı Âzam‘ın en büyük öğrencilerinden Ebu Yusuf‘tan ders almıştır. Ders aldığı birçok din büyüğü arasında İmam-ı Mâlik ve İmam-ı Şafiî gibi diğer mezheb kurucuları da vardır.

Bütün Ehl-i Sünnet mezheblerinin özellikleri, “itikad” ve “amel” diye, yani diyebiliriz ki “teori” ve “pratik” diye bir fark gözetmeleri olmuştur. Ehl-i Sünnet’e göre, ameli terk eden dinden çıkmaz, sadece günahkâr olur. Ama itikadı, yani inanç esasları dini temellere uymayan kimseler dinden çıkarlar. Ahmed bin Hanbel ise, ameller arasından “namaz”ı istisnâ tutarak, onun dindeki öneminin altını çizerek, namazı terk edenin de dinden çıkacağına dair içtihadda bulunmuştur.

İslâm tarihinde itikad ile ameli aynı şey sayanlar, önce Haricîler, sonra Mutezile olmuştur. Haricîler, hattâ namaz kılarken aşırıya varan hareketler yaparlar, secdede alınlarını sertçe yere vururlar, alınları yara bere içinde kalır ve nasır bağlardı. Fakat inanç esaslarında yoldan sapmışlardı. Hazret-i Ali, onların üstüne vardığı zaman, ameldeki gösterişlerine aldırmadan boyunlarını vurdu. İnanç esasları dinde asıldır. Bir ateist sabah akşam namaz kılsa bunun ona bir faydası olmaz. İçki içmekten sakınsa, bundan dolayı sevap kazanmaz. Çünkü aslolan inanç esaslarına uygunluktur, imândır.

İşte, günümüzde Vehhabîler bu noktayı istismar ederler. Ehl-i Sünnet’i, itikad ve amelin arasını ayırmakla itham ederler. Ehl-i Sünnet mezheblerinden bir tek Ahmed bin Hanbel‘in mezhebini ilgiye değer bulurlar. Ehl-i Sünnet arasında kendilerini saklamaları icab ettiğinde “Hanbelî” olduklarını söylerler. Oysa tuttukları yol, Haricîlerin ve onların halefleri olan Mutezile’nin yoludur. Ahmed bin Hanbel, en çok bu anlayışla savaşmıştır. Hayatı Mutezile ile mücadele içinde geçmiştir. Mutezile Abbasî devletinin resmî mezhebi olduğunda, Ahmed bin Hanbel‘i de kendilerine uyması konusunda zorlamışlardır. O bunu reddedince de, işkenceler eşliğinde hapse atılmış ve 28 ay zindanda tutulmuştur.

Buna rağmen Ehl-i Sünnet’i bir “itaat mezhebi” gibi göstermek yine bu sapıkların kârıdır. Ehl-i Sünnet mezheblerinin kurucuları, içinde yaşadıkları devlet İslamî gereği yerine getirmediğinde ona isyan etmiş, işkence görmüş, hapis yatmışlardır. Bunlar arasında Hanbelî mezhebinin zühd yönü, zahidlik yönü baskındır. Bütün Ehl-i Sünnet mezhebleri tasavvuf ile içiçe ise de, şekil olarak tasavvufa en yakın olanı Hanbelîliktir. Oysa Vehhabîler, tasavvufu reddederler. Misâl: Evliyânın en büyük önderlerinden olan Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri, Hanbelîdir ve onu kâfirlikle suçlarlar.

Tasavvuf bahsinde konuşurken bu mevzuda Barak Baba‘dan örnek vermiştim: Hanbelî fıkhıyla amel eden bu “enteresan tasavvuf adamı”, adamlarıyla birlikte Şam’ı basarak İbn-i Teymiyye‘nin “Mücessime” adlı sapkın fikirlerine karşı halkı uyaran bir çalışma yapmıştır. Gerçekten de “Mücessime“nin Ahmed bin Hanbel Hazretleri‘ne nisbet iddialarında iler tutar bir yan yoktur. Çünkü itikad olarak taban tabana zıddırlar. Amelde onu taklid etmeleri, bir sahteliktir. Şimdi bunlar prensip olarak mezhebleri reddederler; ama mezhebi reddedince, namaz bile kılamayacağını bildikleri için, Hanbelî içtihadınca namaz kılarlar. Bir tür “fala inanma falsız kalma” durumu. Prensipte inanmadığı şeyi alıyor ve kendi özünden başka bir prensibe bağlıyor.

İmam-ı Ahmed bin Hanbel‘in bu çizgiyle hiçbir alâkası yoktur. O, diğer mezheblerden farklı içtihadlarına karşılık -ki bu çok tabiîdir, çünkü o bir müçtehid!- Ehl-i Sünnet çizgisinden hiçbir zaman ayrılmamış, ayrılanlarla savaşmış ve kendinden önceki mezheb kurucularını daima saygı ile anmıştır. Hâlbuki ondan sonra onun yolunu istismar edenler, Ehl-i Sünnet dairesinde değil, sapık mezheb çizgisindedirler.

22 Kasım 2012

Adımlar dergisi
Etiketler:
İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 9 - İmam-ı Mâlik
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com