EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Important Notice: We regret to inform you that our free phpBB forum hosting service will be discontinued by the end of June 30, 2024. If you wish to migrate to our paid hosting service, please contact billing@hostonnet.com.
BATI MEDENİYETİ VE DEMOKRASİ

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş May 25, 2017 9:34 pm    Mesaj konusu: BATI MEDENİYETİ VE DEMOKRASİ Alıntıyla Cevap Gönder

Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 11 BATI MEDENİYETİ VE DEMOKRASİ
Selim Gürselgil
25 Mayıs 2017

Demokrasi günümüzde gittikçe daha çok tartışılıyor ve en iyi yönetimşekli olup olmadığı sorgulanıyor. Oysa ben 90’ları hatırlıyorum da, demokrasi kadar kutsal ve onun kadar dokunulmaz hiçbir şey yoktu. Belki de ülke olarak âcilen ihtiyaç duyduğumuz şey oydu. Ama ne zaman o demokrasi içinden AKP sıyrılıp çıktı ve bu sefer ona Batı dünyası karşı çıkmadığı için “yerel hükümdarlar” da engel olamadı, o zaman demokrasi bir ânda yerden yere vurulmaya başladı. Demokrasi oldu şöyle bir şey:

– Bizimkiler seçilirken iyi, ötekiler seçilince kötü!

Zaten Türkiye’de demokrasi deyince tek anlaşılan şey buydu da, demokrasi böyle olmaya Türkiye’de başlamadı: Ta en başından beri böyleydi: Demokrasiden istenen şey, belli bir kesimin yönetimini sağlaması ve sürdürmesiydi.

Bu yönetim şekli bir çekirdek, bir nüve halinde eski Yunan’da, Atina sitesinde doğdu. Drakhon zamanından başlayarak, Atinalı hükümdarlar boyunca, bir teamül düzeni içinde ortaya çıktı. Drakhon‘dan sonra gelen Solon, ondan sonra gelen Peisistratos, hep ona yeni şeyler ekledi. Klistenes döneminde demokrasi adı billurlaştı. Bu bizde hemen basitleştirilir: “Demos halk demektir, kratos yönetim demektir, cart demokrasi“…

Tam olarak o değil: Demos, aslında içinde yaşayanlarla birlikte, aşağı yukarı “mahalle” veya “semt” demek… Klistenes, Atina’yı bu tür mahallelere ayırdı ve yönetim birimi olarak onları kabul etti. Yani, bir yerde kan ve ırk bağına dayalı aristokrasi anlayışını reddederek, mahallî idareyi vücuda getirdi.

Bundan sonra Atina demokrasisi, en olgunlaşmış halini Perikles çağında yaşadı. Perikles, Ekklesia adı verilen meclisi oluşturdu. Bu meclis bünyesinde, demos‘lardan gelen 40.000 Atina vatandaşı yönetime doğrudan katıldı. Bir tür senato olan Bule Meclisi‘ni, bir tür anayasa mahkemesi olan Arkhonlar Meclisi‘ni ve bir tür yüksek askerî şûrâ olan Strategoslar Meclisi‘ni, onun yanına ve gerektiğinde üstüne koydu.

Böylece ne olmuş oldu? 40.000 Atinalı’nınEkklesia Meclisi‘nde alacağı kararlar, yönetime doğrudan doğruya değil, üç ayrı prizmadan geçerek ulaşmaya başladı. Demoslar idaresi, en parlak çağında, kavramla realite arasına bu üç duvarı ördü.

Ama bu bir şey değil. Asıl anlatılmayan şey kötü. O da demokrasi yönetimini vücuda getiren Atina halkının, o dönemde 40.000 kişiden ibaret olmadığı… Bu 40.000’i sadece “vatandaş” sayılanlar… Bir de, ne vatandaşı, insan bile sayılmayan 100.000 kişilik bir köleler sınıfı mevcut ki, bir öküzden ucuza alınıp satılabilir, her işte tepe tepe kullanılabilirlerdi. Toplam nüfus 300.000 kadar olduğuna göre, bu rakama, “vatandaşlık hakkı olmayan halk” statüsünde bulunan bir 50-60.000 daha ilave edin… Yani, Atina demokrasisi, kan aristokrasisini yok etmiyor, onu belli bir sınıfa mâlediyordu.

Bir de emperyalizmi katmak lazım. Mesela Ege adalarında doğan bir çocuk, bir Atinalı “vatandaş” akranına öyle bir borç yüküyle dünyaya geliyordu ki, ömür boyu ona hizmet ediyor, yine de borcunu azaltmış olmuyordu. Yunanistan yarımadasında, Ege denizinde ve Batı Anadolu’da, hatta Kırım ve Sicilya taraflarında böyle bir dünya müstemlekesi vardı Atina’nın. Atina demokrasisi‘ni onlar besliyor, onların sömürülmesi ayakta tutuyordu. Hani o cici, eşitliğe dayalı, halktan yana demokrasi?

ABD’ye bakın bugün mesela: Tepede Yahudi büyük zenginler, onların altında “olumlu vatandaş” statüsünde Avrupa göçmenleri, en altta Asya, Afrika, Latin Amerika göçmeni vasıfsız, eğitimsiz, köle bir kalabalık. Ve dünyanın her yerinde biteviye dönen ve görevi “Amerikan olumlu vatandaşları“nın karnını doyurmak olan sömürü çarkları…

– Niye eşit değiliz John?

– Ne biliym Muharrem, benim peder seninkini çarpmış galiba!..

Tabii işin içinde “çarpma çırpma” olduğu zaman, çarpanla çarpılan arasında eşitlikten söz edilemez. Rockefeller ile ben nasıl eşit olabiliriz ki?

Buna dair daha “çarpıcı” bir misal… Manken kızımız çıkıp diyor ki:

– Benim oyumla dağdaki çobanın oyu niye eşit?

Aslında dağdaki çobanın ona sorması lazım:

– Benim hayat standardımla, senin hayat standardın niye eşit değil?

Veya daha can yakıcı:

– Benim alın terimle senin bacak fotoğrafların arasındaki sittin sene kapanmaz değer farkı, hangi değerlendirme ölçüsüne göre belirleniyor?

Öyle ya, oyların eşitliğinden önce, oy verenlerin eşitsizliği dert edilmeli değil mi? Masada çoban nasırlı elini kaldıracak, manken “bakımlı” bacağını kaldıracak, masadakilerin bareminde bu ikisi arasındaki değer farkı dağlar kadar olacak, ondan sonra bu iki oy eşit mi olacak?

Öbür taraftan bakınca; söz aslında öz ve temel olarak, Üstad Necip Fazıl‘ın demokrasiye sorusudur:

– Bir Sokrat’ın oyuyla dağdaki çobanın oyu nasıl eşit olabilir? Bu hangi hakkaniyet ölçüsüne sığar?

Onu alıp oradan, manken kız kendine uyarlıyor, bu arada hakkaniyet ölçüsü, değerlendirme ölçüsü her şey güme gidiyor. Olur mu hiç?

Oysa bütün hakikat şudur:

1) Bir toplumda en değerli ve yönetmeye en layık sınıf, aydınlar sınıfıdır.

2) Bir toplumda kafa kalitesinden sonra en değerli şey, kol emeği ve alınteri olmalıdır.

3) Bir toplumda en değersiz şey, fikir ve emek hakkı dışında bir hakkaniyet rütbesi aramak olmalıdır.

Bu hakikati ne muhafazakâr demokratlar anlıyor bugün, ne de onlara iktidarını kaptıran oligarklar…

Bu hakikatin biricik adı var:Aydınlar aristokrasisi!..

18 Ekim 2011

MAKYAVELİZM

NiccoloMachiavelli, Avrupa’da, ondan yüzlerce yıl sonra birbiri ardına zuhur etmeye başlayacak olan dehaların ilk örneği sayılabilir. Çünkü Avrupa’ya, hayvanî itiş kakışlar devresi olan Haçlı Seferlerinin ardından, ilk defa Avrupalılık hamasetini akıl ölçüsüyle birleştirerek anlamayı o öğretmiştir.

Bizde ezbere bilinir genellikle Makyavel… “Gayeler vasıtaları meşru kılarlar” veya “siyaset ve ahlâk ayrı şeylerdir, birbirlerine ihtiyaçları yoktur” gibi mektep kaçkınlarının ağzına kadar düşmüş dövizler halinde… Halbuki en ünlü eseri “Hükümdar”ı okuyanlar, onda her şeyden önce büyük bir zekâ, neyi niçin söylediğini iyi bilen, iyi tahlil eden, ileriyi gören bir olgunluk göreceklerdir.

Şunu belirtmek gerekir ki, Makyavel‘in, sonradan “makyavelizm” adını almış olan dövizlerinin, İslâmî siyaset ölçüsüyle bağdaşır bir tarafı yoktur. İslâm’da gaye vasıtaları meşrû kılar diye bir şey yoktur; “meşrû gayelere meşrû vasıtalarla gitmek” anlayışı vardır. Ahlâksız, hattâ dinsiz bir siyaset de olamaz; siyaset dinin ve ahlakın dışa karşı umumî tavrı, savunma ve hücum edasıdır. Bundan dolayı bizde “Din-ü-Devlet” prensibi geçerli ve esastır.

Bu şekilde alındığı zaman, ortaya “emperyalizm” olan ile olmayan farkı çıkar. İslamî fetih hareketi, bu anlam itibariyle bir emperyalizm değildir; çünkü onda ahlâksız ve dinsiz bir biçimde sömürmek, köleleştirmek, “menfaat” duygusuyla işgâllere girişmek, zorla din ve dil değiştirtmek, yaygın katliâmlara ve soykırımlara girişmek türü davranışlar hiç gözlenmemiştir. Halbuki bunlar, Makyavelizmin doğal bir gereği olarak doğdu; Makyavelizmden doğdu.

İslâmî fetih, “ilâ-yıkelimetullah / nizam-ı âlem” dâvâsıdır. Yani, Allah’ın ismini yaymak ve dünyaya düzen ve adalet vermek… İslâm orduları, İslâm olmayan bir ülkeye geldiklerinde ona üç şey teklif ederler: Müslüman olun, müslümanlara cizye ödemeye râzı olun veya kılıçlarınızı çekin… Zorla girilen bir ülke, askerin kılıç hakkı olarak üç gün cana ve namusa dokunmamak kaydıyla yağma edilir, üç gün sonunda düzene kavuşturulur. Orası artık, tüm can ve mal güvenliği İslâma ait bir toprak olarak, İslâma boyun eğmiş sayılır. Çoğu zaman o ülkenin kralı da İslâma tabi olarak başta bırakılır.

İslâma girmiş toplumlar, hangi soydan olurlarsa olsunlar, İslâm devletine bir tür “ortak” olurlar. Balkanlar’da Osmanlılar zamanında müslüman olmuş milletlere ve kimselere bakın… Onların mensupları artık, sadece belli bir soydan gelen padişahlık hakkı dışında, en yüksek İslâm rütbelerine kadar yükselebilmeye hak kazanırlar. İslâma girmeyen toplumlara ise “eman” verilir; bu, din ve inançlarında serbest bırakılması, vicdan hürriyetlerinin İslâmın koruması altında olması demektir. Burada “ehl-i kitap” ölçüsü vardır tabii; büyük ahlâksızlıkların ve Allahsızlıkların yaşadığı toplumlar, prensipte üç İlahî dinden birini kabul etmeye zorlanır; pratikte her zaman mümkün olmasa da…

Bu, dine ve ahlâka dayalı siyasettir. Tarih içinde bunun istismarları sözkonusu olsa bile, genel çerçevesi ve özellikleri yüzyıllar boyunca aynı kalmıştır.Makyavelizmin taban tabana zıttıdır. Esası “menfaat değil, inanç”tır. Sömürü değil, nizamdır. Onun için, tarih boyunca İslâm egemenliğine giren hiçbir topluluk, kavmî kimliğini kaybetmemiştir.

Oysa Makyavel, sadece bir ülkeyi yönetmenin değil, dünyaya hâkim olmanın ve onu emperyalist tahakküm altına almanın programını da çizer. Mesela Osmanlı devleti üzerine bir teorisi vardır, yüzlerce yıl boyunca Batılıların ve Batı emperyalizminin Osmanlı’ya bakışında temel motif olmuştur. Der ki:

– Osmanlı devleti farklı bir ülkedir. Onları dışarıdan yapılacak saldırıların en şiddetlisi bile yıkamaz. Çünkü halk da savaşçı bir unsurdur ve dışarıdan bir saldırı geldiğinde hemen padişah etrafında kenetlenir. Ama içeriden sağlanacak destekçilerle Osmanlı çökertilebilir. Tek çare, Osmanlı içinden, halkın bir bölümünü çeşitli vaatlerle kendi yanımıza çekecek tertipler geliştirmektir.

Bu plân üzerinde yoğunlaştıklarında başarılı olduklarını gördüler. Özellikle Birinci Dünya Savaşı, Makyavel‘in gördüğü rüyanın kendisinden 500 yıl sonra bir gerçekleşmesi oldu.

9 Haziran 2012



MICHEL DE MONTAIGNE

Bir derya… Büyük adamdır; birkaç defa okuduğum ender yazarlardandır… İnançsızdır Montaigne, Allah ve ahıret inancıyla, dünya zevklerinden mahrum kalmak düşüncesiyle acımasızca alay eder… Bunun üzerinde durmayacağım, bir görüştür; nefs dünyanın verdiğiyle yetinmeyi ister; ruh ise dünyaya hâkim olmayı ve kendisi için alma hakkını öteye ertelemeyi…

Aslında şöyle diyeyim bu konuda: Nefs de ruh da genellikle birbirini inkâr etmezler; fakat birbirlerine sınır tayin etmek isterler. “Benim hükmüme girdikten sonra sana hürriyetini iade edebilirim.” İkisi de birbirine bunu der. Müslüman da nefsinin hakkını veriyor sonuçta, onu büsbütün mahrum bırakmıyor; ama müslüman olarak yapıyor bunu… Nefs de, eğer ruh kendi hükmüne girmişse, onu çok seviyor. En güzel de Fransızlar yapıyor bunu. Mesela varoluşçu felsefenin ürettiği edebiyata bakın: Burada felsefe ve sanat bilgisi (ruhun zevkleri), kadını yatağa atmak için araçtır genellikle; meze yerine geçer.

Sadede gelelim… Benim Montaigne‘de gördüğüm, hayran olduğum, altını çizdiğim, hattâ sayfalarca not aldığım başka faziletler var. O, dünyayı değiştiren adamların en ünlülerinden biridir. Avrupalılara “ben” demeyi öğretmekle kalmaz, hristiyanlık öncesi, Grekoromen fazilet anlayışına dayalı yeni bir dünya kurmayı da telkin eder. Modern Fransızca’nın temellerini o atar. Fransız İhtilâli’ni doğuran en önemli saiklerden biridir.

Bu arada Türkler ve Müslümanlar üzerine de bir çok şeyler yazmıştır. Bunların bir kısmı dedikodu niteliğindedir, bir kısmı ise ciddî tahliller… Bir örnek;

-“Askerlerin düşmandan çok kumandanlarından korkmasını öğütleyen o eski ahlâka ne oldu? Şu güzelim misalin benzeri nerede: Bir elma ağacı, Roma ordusunun kamp kurduğu yerin ortasında kalmış da ertesigünü ordu çekilip giderken olgun, nefis elmalardan bir teki eksilmeden sahibine bırakılmış. İsterdim ki, gençlerimiz vakitlerini pek yararlı olmayan seyahatler ve pek şerefli olmayan işlerle geçirecek yerde, gidip biraz, yaman bir Rodoslu kaptanın bir deniz muharebesini nasıl idare ettiğini, biraz da Türk ordusundaki disiplini görsünler. Zirâ bizimkilerden çok farklı ve çok üstün onlardaki disiplin. Bizim askerlerimiz, seferde eskisinden daha savruk, sorumsuz, Türk askerleri ise bilâkis daha ölçülü ve ihtiyatlı davranıyorlar. Çünkü onlarda barış zamanında bir fakiri rahatsız etmek birkaç kötek cezasıyla geçiştirildiği halde, savaşta en ağır cezâyı görüyor. Parasını vermeden bir tek yumurta almanın cezası tam 50 değnek. Onun haricinde, karın doyurmayan, az veya çok herhangi değerli bir şeyi çalanlar, hemen kazığa geçiriliyor yahut kafaları kesiliveriyor. `Tarihlerin en zalimi olan Selim` üzerine yazılanları okurken hayret ettim: Mısır’ı zaptettiğinde Şam şehrini bolluk ve güzellikle saran eşsiz bahçelere askerlerinden bir tekinin eli değmemiş; hem de kapalı değil, açık oldukları halde…“

Fatih Sultan Mehmed’den de söz ediyor Montaigne… Şu papaya yazdığı mektup ve ona “Bizler Truvalı’yız, Yunan’a karşı birlik olmalıyız” demesi hikayesi… Şimdilik oraya girmeyelim. Neden mi? Şu mânâ göründüğü için:

Eskiden Türkler düşmanında bile saygı uyandıran varlıklarmış…Günümüzde dostunun bile midesini bulandırmadan geri kalmıyorlar. Nereden nereye gelmişiz?..

9 Haziran 2012

JEAN-JACQUES ROUSSEAU

Batı medeniyetinin büyük adamlarının en büyüklerinden biri de Rosseau’dur.

Bir çok kitabını okudum. Birkaç tanesi kaldı, onları da bulursam mutlaka okurum. Yüksek fikirlere çıkıyor bu adam ve bunları çok kolay, bir edebiyat hoşluğu içinde ifade ediyor. Birkaç maddede önemini özetlemeye çalışayım:

Fransız İhtilâlini bu adam ateşlemiştir. Kimse bu ihtilâlde, onun kiliseye ve kraliyete vurduğu darbeler ölçüsünde pay sahibi değildir. Voltaire falan -belki daha fazla yüceltilir- ama Rousseau‘nun topuğuna gelemez.
Sosyalizmin kökeninde o vardır. Mülkiyet hakkında ilk tereddütler (mesela Pascal) ondan biraz daha öncesine dayanırsa da, asıl bu konuyu irdeleyen, medenîleşmenin eşitsizliği doğurduğunu etraflıca inceleyen odur. Nitekim Fransız İhtilâli sırasında ortaya çıkan ilk sosyalistler, hep onun müritleridir.
Darwinizmin fikir babası odur. Kitaplarında ortaya koyduğu “natüralizm” felsefesinde, biraz dolambaçlı bir üslûpla da olsa, insanın maymundan geldiğini Avrupa’da ilk o ileri sürmüştür. (Yukarıdaki madde ile birlikte bu mevzuda İbn-i Haldun’un iyi bir mürididir diyelim!) Nitekim, çağdaşlarının, onun ne demek istediğini anladığına dair belirtiler de var. Onların suçlamalarına cevaplar veriyor kitaplarında…
Dinin ve ahlâkın olmadığı bir dünyayı ilk defa açıktan savunan odur. Hatta birlikte yaşadığı ve çocuklar sahibi olduğu kadınla hiçbir zaman nikâh kıymayarak bu konuda da bir öncü olmuştur. Kilisenin bütün doktrinlerini reddettiği için, Avrupa’da kaçacak delik aramakla geçmiştir ömrü.
Temelde dinsiz ve ateist olmasına rağmen, Osmanlılara tuhaf bir hayranlığı vardır. Polonyalılara yazdığı anayasaya ilişkin tavsiyelerinde, “Osmanlı’dan başka dost edinebileceğiniz bir ülke yoktur. Çünkü onlar sözlerine daima sadık ve dürüst insanlardır. Diğer Avrupalılar gibi hötöröt değildirler” der.
“Kraliyete karşı Cumhuriyet” düşüncesini o ortaya atmıştır. Her ülkenin bir anayasası olması gerektiğini (Montesquieu’yu izleyerek diyelim!) o dile getirmiştir. Hatta bir çok ülkeye bizzat anayasa yazmıştır.
Modern çağda bir tek “demokrasi” ona rağmen oldu. Çünkü incelemelerinde bu rejimi hiç beğenmediği görülür. Hatta toplum sözleşmesinde şöyle der:
“Halkın halk tarafında yönetilmesinden bahsetmek boş bir gevezeliktir. Çok sayıdakilerin az sayıdakileri yönetmesi, tabii düzene aykırıdır; tabiata aykırıdır.“

30 Haziran 2011
Adımlar dergisi

Etiketler:
ABD akıl AKP Amerika BATI MEDENİYETİ VE DEMOKRASİ demokrasi din Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler haber ibda İBDA İslam JEAN-JACQUES ROUSSEAU Necip Fazıl Klistenes kültür MAKYAVELİZM MICHEL DE MONTAIGNE SALİH MİRZABEYOĞLU selim gürselgil türkiye
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com