EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Cem TÜRKBİNER: MAKSADIN POLİTİK ANLAMI

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Arl 19, 2015 1:25 am    Mesaj konusu: Cem TÜRKBİNER: MAKSADIN POLİTİK ANLAMI Alıntıyla Cevap Gönder

Cem TÜRKBİNER: MAKSADIN POLİTİK ANLAMI
15 Aralık 2015



Alâka Ne Değildir

Bir şey ile başka bir şey arasında bir nisbet kurmak istenildiği zaman, ilk olarak o şeylerin ne olduğu bilinmeli, ondan sonra ise ikisi arasında bir alâka olup olmadığı belirlenmelidir. Bu aşamalar hâlledilip bir alâka olduğu tesbit edildiğinde de bu alâkanın mâhiyyeti mevzubahistir. Şeyler, birbirlerinin hangi hususiyetleri göz önüne alınarak bir nisbete sokulmaktadır?

IQ testlerinde genelde, şıklarda yer alan şeylerden farklı olanı bulmak hedeflenir. Bu testlerin değerlendirme ölçüleri her ne kadar tartışma konusu ise de, bahsettiğimiz tür sorular en temel zihin faaliyetine yöneliktir. Misâl olarak; bir ağaç, bir elma ve bir armut resmi olan bir dizi düşünelim. Burada farklı olan ağaçtır, elma ile armut ise birer meyve olma müştereğinde birleşmiştir. Bu sefer; bir ağaç, bir elma ve bir uçak olsun… Bu dizide farklı olan ise uçaktır, ilk zeminde müştereği olmayan ağaç ile elma burada bir müştereğe kavuşmuştur. Bu tür alâkaları kuramayan bir zihin, yine kendi içinde muhtelif tasniflere muhatab olmakla birlikte doğru çalışmayan bir zihindir.

Şeyler birbirine mâhiyyet itibariyle olduğu gibi, aynı şekilde lüzumiyyet itibariyle de yakınlaşıp uzaklaşırlar. Şöyle ki; bir insan her şeyden önce kendi içinde bir ruh-nefs çekişmesindedir. Kardeşiyle beraber kuzenine karşı iken, kuzenini de katarak muhtara karşıdır. Mücadele, muhtarın da dâhil olmasıyla diğer köye yönelirken, köyler bir araya gelerek saraya, devletler birbirine ve nihâyet -şimdilik sadece hayâl mertebesinde de olsa- tüm dünya bir olup gezegeni tehdit edene karşı olacaktır. Açıktır ki; insan ile âlem arasındaki münasebet, değerin büyüyüp küçülmesine göre farklılık arzetmekte, bir değer seviyesinde düşman olan iki şey, daha üst bir değeri korumada müttefik olabilmektedir. Hayattaki bütün nizamlar, bu müştereklerin ve ihtilâfların neticesinde doğarlar.

İki şey arasındaki alâka, İslâm hikemiyyâtında pek çok tasnife mevzu olmuştur. Her bir şey, her şeyden önce kendisine delâlet eder, ki bu alâkaya “ayniyyet” denir. Bir şey, kendisi dışındaki başka bir şeye ise iltizâmiyyet yoluyla delâlet eder. Bir nisbet; zâtiyyet, hüviyyet, tahakkukiyyet, müsâvat, mübâyenet, hususiyyet, illiyyet, rükniyyet, tâbiiyyet, sebebiyyet vs gibi birbirinden farklı alâka çeşitlerine muhatabtır. İnsan, zihninde bu alâkaları kurarak nazar eder, tefekkür eder, idrâk eder… Bir misâlle; “2+3, 5’e eşittir” demek, bir müsâvat alâkası kurmaktır. 2+3 ile 5 arasında bir ayniyyet yoktur. 5, 5’in; 2+3 ise 2+3’ün aynısıdır.

Matematik ilmi öğretilirken, tâlibin zihnine önce sayı kavramı ve mantığı inşâ edildikten hemen sonra kümeler nazariyyesinin oturtulması rastgele ve beyhûde bir usûl değildir. Çünkü eğitilmemiş bir insan zihni, şeyler karşısında hemen genellemeler kurmaya meyyâldir. Böyle bir zihin, şeyler arasında derhal olur-olmaz bir benzerlik kurmayı, konforuna da uygun bulur. Bu “kontrolsüz teşbih” hastalığının, kendisini bir kümede ifâde eden kişinin yapıp ettiği her şeyi doğrudan kümeye ve kümenin diğer elemanlarına fatura etmek gibi bir kabiliyeti de vardır. Çarpık zihin, çarçabuk kuruverdiği benzetmeyi berhava edecek her bir veriyi de, ya görmezden gelir veya gizemli güçlerin işi olarak yaftalar. Bu hastalık, kulun ilâh ile olan alâkasında da tezâhür eder. Misâlen; “yedullah-Allah’ın eli” tâbirine bakıp, meçhûle ve mücerrede mutlak bir hürmetsizlik ile “bizim gibi ama bizden hâllice” gibi tuhaf bir ilâh tasavvuru oturtmakta ve bu tasavvura uymayan herkesi de düşman bellemekte gecikmez. İmâm-ı Gazâlî Rahmetullah-ı Aleyh’in, “O hâlde insanın göğsünü yarıp kalbinin etrafında iki parmak olup olmadığına bakalım” şeklindeki mantık dâveti ise elbette konfor bozan büyük bir kâfirliktir! Misâllerden de süzülebileceği gibi, insanı kaba ve indirgeyici tavra sürükleyen, mantığa ve matematiğe uygun davranması değil, bilâkis davranmamasıdır.

Tasavvuf Var Mıdır?

Din, ilâha âittir. Kula düşen, din ile bir alâka kurmaktır, ki bu nisbete “fıkıh” denir. İlmin kurucusu İmâm-ı Âzam Hazretleri fıkhı; itikad, amel ve ahlâk olmak üzere üç temel şûbeye ayırmıştır. Bu şûbelerden itikad; kelâm ile devam etmiş, amel; muamelat, ukûbat ve ibâdat diye tasnif edilmiş, ahlâk ise ifâdesini ve nizâmını tasavvufta bulmuştur.

Tasavvuf kelimesine dâir yapılagelmiş târifler, başlı başına ve etraflıca bir araştırma mevzuudur. Kuşeyrî’nin Er-Risâle’sinde, Feridüddîn Attâr’ın Tezkîretü’l Evliyâ’sında ve Abdurrahmân-ı Câmî’nin Nefahâtü’l Üns’ünde sıralanan tanımların sayısı yetmiş sekize kadar ulaşmıştır. Elbette mânevî bir alan olduğundan, târifi yapan sûfinin o ânki hâl ve mertebesiyle de doğrudan ilgili olmakta ve dolayısıyla ne kadar sûfi varsa o kadar da târif doğmaktadır.

Tasavvuf kelimesinin kökenine dâir muhtelif tezler vardır. “Safâ” ve “vefâ” kelimelerinin birleşiminden, çöl bitkisi “sufâne”den, kendilerini Kâbe hizmetine adayan kabilenin ismi olan “Sûfe”den, ucuz bir giyecek sayıldığı için gurura yol açmayan “sûf”tan (yün elbise) türetilmiş olabileceği söylenmiştir. Bunun yanında Kuşeyrî, tasavvuf kelimesinin Arapça bir kökten geldiğini gösteren bir delile rastlanmadığını, câmid (türetilmemiş) bir lakab olmasının daha uygun olduğunu belirtir.

Kelimeyi lisan kuralları çerçevesinde incelediğimizde, safâ kelimesinden türemiş olması pek mümkün gözükmüyor. Tasavvuf, tafaaul bâbından bir kelimedir. Eğer safâ kelimesinden türetilseydi tasaffî olması gerekirdi. Batıda ise tasavvuf, klasik metinlerde “theosophy” ve “mystisisme” kelimeleri ile ifâde edilmiştir. Theosophy, kâinatın sırlarını bilmek ve onlar üzerinde tasarruf etmek demektir. Tasavvuf, bir usûle muhatab ise veya bir usûle mevzu olduğu ândan itibaren mistisizmden tamamen ayrılır. Çünkü bir rehber (şeyh, mürşid) önderliğinde yaşanır, rehberlerin Hz. Peygamber’e varan silsileleri ve her tasavvuf ekolünün kendine mahsus âdab ve erkânı mevcuttur. Batı literatüründe artık “sufizm” kelimesi tercih edilmeye başlamıştır. Sûf (yün) kelimesinden türemesi ise en azından dilbilimsel olarak doğrudur. Ayrıca eski devirlerde insanlar hâllerine göre giyinir ve kıyâfetlerine göre isimlendirilirdi. Meselâ, “havâriyyun”, beyaz giyenler demektir. Sûfi tâifesi de nefsine ezâ ile yün giyme yolunu tuttuğu için bu isimle anılmıştır. Ekserin kabul ettiği de budur.

İslâm hikemiyyâtında tasavvuf, “insanı sınırlılıktan kurtarıp sonsuzluğa ulaştıran aşk” şeklinde anlaşılmıştır. Aşk, birbirinden uzak kalmış şeylerin birbirine hasret duymasıdır. Tasavvuf da, yaratılmış olanın yaratmış olana duyduğu hasretin, hâl ve ifâde usûlüdür. Tasavvufun tarihteki seyri, ferdî olandan içtimâî olana doğru müesseseleşme gösterirken, her hâlükârda “zühd” ve “takva” kavramları etrafında Allah’a gönülden boyun eğmeyi hedefler. Lâkin dikkat edilmesi gereken husus, Allah’a yöneltilmiş olan bu âcizlik tavrının tüm eşyâ ve hâdise karşısında da insanı pasifize etmemesi gerektiğidir. Derviş kendi nefsini ilâh karşısında hiçe düşürürken, bir haksızlık karşısında ise yine Allah adına tüm yeryüzünü ateşe verebilir. Bugün Mevlânâ Hazretleri’nin zannedilen “ne olursan ol yine gel” sözü, Mevlânâ’dan beş asır sonra yaşamış bir Arab şâire âit olmakla birlikte büyük bir anlayış hatasına da kurban edilmektedir. Beyitte geçen “bâzâ” fiili, bugün “gel” diye çevriliyor lâkin kadîm Farsça’da bu kelime “bir şeyden sıyrılıp gelmek” mânâsındadır. Kime âit olursa olsun sözden maksad, “getir putunu beraber tapalım” değil “tövbe edip öyle gel” dâvetidir. Tasavvuf, insanı hangi hâlde bulursa o hâli kutsama rejimi değil, bilâkis insanın yediğine içtiğine bile karışan sert bir disiplindir.

Biz tarihten Peygamberler tarihini anlarız; bu tarihe bakan bir kişi, bu âlemde “tevhid-ilâhı birlemek”ten daha devrimci bir tavır görülemeyeceğini hemen farkedecektir. Oxford Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan Andrew Hammond İstanbul’a geldiğinde, araştırması kapsamında Fatih’teki dergi büromuza da bir ziyarette bulunmuştu. Tasavvuf tarihi okuduğunda gördüğü şeyin tek kelime ile devrimci tavır olduğunu, bugünkü pasif tavrın ne ile izâh edileceğini sormuştu. Kendisine, okuduğu şeylere inanmasını, bugünkü hâlin tâbiri câiz ise süregelen bir fetret devri olduğunu söylemek durumunda kalmıştık. Araştırmacının tasavvuf tarihinde gördüğü tavır, hayret edilecek bir şey değildir. Bugünkü tasavvuf müessesi olduğu iddiasındaki yapılanmalara âşina olan biri için zamâne sûfisi, Allah’a havale etmesi gereken keyfiyyetler hakkında atıp tutarken, kendine düşen her şeyi de Allah’a havale etmeye kalkan ve bu hâlini de teslimiyet olarak pazarlayan câhil ve korkak bir tip olabilir. Lâkin tasavvufun hakikati elbette bu soyda aranmasa gerektir. Emevî Devleti’ne karşı İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin ve Ekber Şâh’a karşı İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin tavırları ne ile açıklanacaktır? Felsefe ve tıp alanlarına bin senedir hükmeden eş-Şifâ ve El-Kânun sahibini, ömrünün zirvesinde yüzlerce kilometre yol yürütüp, âilesi ve çevresinin gözünde hiçbir itibârı olmayan Ebu’l Hasen Harkânî’nin kapısına götüren nedir? İmâm-ı Gazâlî Hazretleri ve Üstad Necib Fâzıl gibi dev şahsiyyetlerin altında yürüdüğü sancağın hikmeti, kahve köşelerinde menkıbe satan sahtekârlara değil, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun hayatına ve eserine bakılarak anlaşılabilir. (Ki Hammond, Salih Mirzabeyoğlu’nun Oxford çevresinde sûfi ve devrimci bir karakter olarak tanındığını, bu yönüyle çok merak edildiğini lâkin bundan fazla bir şey bilmediklerini, çalışmasının bu boşluğu dolduramasa da dikkatleri biraz daha çekmesini umduğunu söylemişti.)

Tasavvufun müesseseleşmesi kendisini tarîkat yapılanmaları çerçevesinde göstermiştir. Tarîkat için, tasavvufun bir usûlü denilebilirse de, bu usûlün gerekliliği zamanın şartlarından ayrı düşünülemez. Allah Resûlü ve Sahabelerinden sonra müesseseleşmiş her şeye, o devirlerde yok diye veya bu zanla karşı çıkanların ıskaladığı bir hakikat vardır. Her şeyden önce, bir şey müessesleşmemiş diye yok demek değildir ve ayrıca müesseseleşme bir ihtiyacın karşılığı olarak doğmuştur. Sahabe, Hazreti Peygamber’e kurduğu maddî ve mânevî nisbet ile, olunması gereken insan tipinin imajını çizmektedir. Tasavvuftan gâye de insanı, sahabe tavrına mümkün mertebe yaklaştırabilmektir. Çok basit bir misâlle; insanın uçak yapmak zorunda kalması, kuş gibi uçamamasının getirdiği bir mecburiyettir. Açıktır ki; bu mecburiyet, kuşu bir töhmet altına sokmadığı gibi ayrıca kuşun uçak yapmamış olması da, uçak yapan insanın faaliyetine bir halel getirmez.

Tasavvuf yolunda gerçekten mutlak bir mecburiyet içeren usûl ise bir mürşide olan ihtiyaçtır, çünkü tasavvuf da ilme muhtaçtır. Mürşid kendi usûlünü oluştururken, zikir yolunu tercih edebilir, bunun usûlünü ve miktarını ihtiyaç gördüğü üzere belirleyebilir. Lâkin râbıta zikir gibi değildir; zaman ve mekân şartı olmaksızın, bir organizma eğer düşünebiliyorsa, zaten her şeye karşı bir râbıta hâlindedir. Çocuk, anne-babasına veya bir kahramana sürekli râbıta hâlindeyken, yaş büyüyüp anatomi şekillendikçe râbıta da hedef değiştirir ve birkaç dakika içinde de eserini gösterebilir. Allah, kendisi dışındaki bazı şeylere teveccüh izni vermiş; Kâbe’ye, Hazreti Peygamber’e, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Ârif-i Billah kulların yüzlerine bakmayı sevap saymıştır. Eğer bu izin verilmemiş olsaydı, Kâbe’ye secdenin neden şirk olmadığı izâh edilemezdi. Bununla birlikte İslâm büyükleri, ilâhla olan nisbetin bir ânlık kopuşuna küfür demişlerdir. İşte râbıta, insanın zaten yapageldiği şeyi bir nizâma sokarak, halk içinde hak ile olabilme sanatıdır.

Tavır Üzerine

Ölçüleri böylece yerli yerine koyduktan sonra güncele dâir bir mevzu, IŞİD… Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, bölgedeki savaşın sebebi ve tarafları, din ve inanç usûlü çerçevesinde izâh edilemez. Çünkü işgâlcinin bölgedeki varlığı, bölge insanının ve direnen güçlerin ilâh-âlem-insan tasavvuruna yönelik değildir. Alâka başlığı altında izâh etmeye çalıştığımız gibi; bir kişi veya kurumun, şu veya bu üst değer kapsamında bölgede direnen güçlerden yana tavır koyması, destek vereni, destek verilenin aynı yapmaz. Bizans-Pers savaşında, Bizans’ın kazanmasını isteyen Sahabeler nasıl ki Rum-Ortodoks olmakla ithâm edilemezse, burada da işgâlcinin kaybetmesini isteyen, IŞİD’çi olmuş olmamaktadır. Ayrıca böyle bir konuda destek verebilmek için, istikbâlin değişen şartları içerisinde ne olursa olsun destek verilen ile can ciğer kuzu sarması olmak gerektiği gibi bir mecburiyet de yoktur. Değerin değiştiği şartlar altında safların da değişecek olması tabiîdir. İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin din-fıkıh târifi, “insanın lehine olan şeyleri alıp, aleyhine olan şeylerden uzak durması” şeklindedir. Bu ölçü etrafında, bölgedeki savaşta tavır koymak aynı zamanda dinî-fıkhî bir faaliyet yapmak demektir. Elbette tavır koymaktan bahsederken, oyuncu ile seyirci arasındaki devâsa uçurumu belirtmek zorundayız. Zaten seyirci olan, gâyesi inanç anlayışı olmayan bir savaşta tarafları inanç usûlleri üzerinden târif etmeye kalkacaktır, çünkü bu savaş esasında onun umurunda değildir. Hâdise yakın ve sıcak olduğu için, o da kendisini bir şeyler deme ihtiyacında hissetmekte ve bu minvâlde de saçmalamaktadır.

Denilmiştir ki; “Avam çok şeye, havas her şeye inanır; hassü’l havas ise inandığını yaşayandır”. Ölü durağanlığının, canlı faaliyetine ölçü kılındığı anlayışı reddediyoruz vesselâm…

* ADIMLAR Fikir, Kültür, Siyaset Plâtformu Sözcüsü

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com