EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

KROYÇER SONAT VESİLESİYLE: 'NOTALARI İNSAN BİR BESTE'

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Eyl 20, 2014 7:17 pm    Mesaj konusu: KROYÇER SONAT VESİLESİYLE: 'NOTALARI İNSAN BİR BESTE' Alıntıyla Cevap Gönder

KROYÇER SONAT VESİLESİYLE: “NOTALARI İNSAN BİR BESTE”1
Gülçin Şenel



İYİNİN VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE AİLE İLİŞKİLERİ

İnsanız ya, sorarız, bu kadar kaba-saba insiyaklarla, bu kadar zarif-latif gayeler nasıl bir arada “bizi” teşkil eder? Nasıl nefsi hazlarımız ve ruhî gayemiz arasında bağ kurarız? Bu zıdlık içinde nasıl muvazene sağlarız? Öyle ya, nefsimiz bizi bu dünyaya, bu kainata, bu zamana hapseder, sonlu-izafi-geçici gayeler-hedefler arasında bir kapana sıkıştırırken, ruhumuz, zamanın üstüne, ötelere, sonsuza, ideallere, bütüne-külliye iştiyak duyarken, bu benle öteki benin arasındaki bu zıdlıkla ne edeceğimizi bilmezken-bilemezken? Bir yanımızla sımsıkı bağlandığımız bu hayat, bu dünya, “bugün”, diğer yanımızla aşmaya çalıştığımız bu zaman, bu dünya, “bugün”? Muvazene-denge nerede? Bizim için cevab hazırdır: İslâm’da, İslâm ahlâkında… “İslâm önce bulmanın, sonra aramanın dinidir” der İBDA Mimarı, buna nazaran da hazır-cevabımızın ucuna “kendimizi” tanıyacağımız-açıklayacağımız bir dipnot-eser-varoluş kaydı düşmemiz gerekir ki, şahsiyetimizin teşekkülüdür sözkonusu olan… Nefs ve ruh arasındaki bu gerilim, bu çatışma bir ömür boyu sürer ki, her “muvazene-denge” yeni bir dipnottur, eserdir, hayata verdiğimiz şekildir, varoluş kaydımızdır en ideal seviyede… “İslâm zıd kutublar arası muvazenenin üstün nizamıdır” ya, o nizamı belki de her ân içimizde böyle bir “gerilim-çatışma-muvazene” kademeleriyle tekrar tekrar kurarız. Çatışma-gerilim olmasa, nizam derdi, muvazene derdi de olmaz ki, “herşey zıddiyle kaimdir” ölçüsünü hatırlamanın yeri… Ancak muvazene, terazinin bir kefesinin ağır basmasıyla sağlanmayacaktır. Kefenin biri ağır basarsa diğeri yükselecektir, hiç istemediğimiz halde. Oysa biz, ya kefenin birine ya diğerine abanır dururuz. Gerilim ve çatışmadan kaçarız. Ya körü körüne kefenin birine abanır ruhumuzu teskin ettiğimizi düşünürken, nefsimizi parlatırız -ki en tehlikeli nefs hilesi budur-; ya keyif ehli bir cahil olur, nefsimize abandıkça ruhumuzun duyduğu ıstırabla savrulur dururuz. Aslında bu muvazenesizliğimiz, nefsî isteklerimizin mahiyetini bilmediğimiz halde, ona mutlak olarak karşı koyma, yahut ona mutlak olarak teslim olma şeklindeki kolaycılığımızdan kaynaklanır. Yukarıda söylediğimiz gibi belki de, yaşamamız gereken gerilim-çatışmadan kaçtığımız içindir. Bu sahte, "dünyadan el-etek çekme" hilemizi, Fuzulî, "Rind ve Zahid" isimli eserinde harikulade bir ifadeyle izah eder:

"Ey zahid! Dünya lezzetini görmeyenin ondan elini-eteğini çekmesi kolaydır. Mecburi yokluğun adını hikmet koymak iş midir? Asıl hüner, dünyayı ele geçirip terketmektir! Yoksa kemalden değil, onun yokluğundandır! İrfan sahiblerinden birinin dediği gibi: Dünyayı ele geçirmek kime zor geldiyse, sonunda çaresiz yüzünü yokolmak ve fakirlik yoluna koyuyor! Hikmetler divanında onun vasfı şöyle yazılıyor: “O dünyayı terketmiştir, yahut dünya onu terketmiş." (1)

Genelde böyle bir nefs hilesine imkan veririz. Kendi işimize-gücümüze bakar, bizi zorlayan birşeyle karşılaşınca, etrafından dolanır geçeriz, “aman bulaşmasın” der, “elimizi taşın altına sokmayız”. “Bizim ruhçuluğumuzda ruhu alâkadar etmeyen iş yoktur” der İBDA Mimarı… Demek ki nefsimizi alâkadar eden herşey ruhumuzun nezareti altındadır.

Bunca kelâm şunun için: Belki de en başta kaleme almamız gereken bir meseleyi, ancak şimdi yazmak imkanı bulmamız; cinsi ihtiyaçlar-ihtiraslar ve şehvet… Pascal: "Şehvet ve kuvvet bütün eylemlerimizin kaynağıdır. Gönüllü olarak yaptığımız eylemlerin sebebi şehvettir, gönülsüzce yaptıklarımızın sebebi ise kuvvet.” diyor, “Düşünceler”inde... Bu sözü okuduğumuz zaman açık söylemek gerekirse büyük bir şaşkınlık yaşadık ve hemen hatırımıza, ilk okuduğumuzda bizi dehşete düşüren bir roman geldi: Tolstoy’un “Kroyçer Sonat” isimli eseri. Tekrar gözden geçirince gördük ki, “şehvet” hakkında düşüncemiz, düşük bir cümle kuracak kadar bile sarih değil… Üzerine gidince anladık ki, bu cahilliğimizde yalnız da değiliz. Etrafımız ya şehveti hıristiyan vecdiyle lanetleyen, yahut şeytana pabucunu ters giydirecek kadar gayeleştirenlerle çevrili. Günümüzde insanımızın her türlü ve her vesileyle, propaganda ve teşhirle kışkırtılan cinsî hisleri bir yanda, insanın fıtratını tarumar eden bu dezenformasyona karşı, onun fıtri meyilleri, ahlakî kaygıları diğer yanda bir savaştır sürüyor. Bu savaşta ençok kayıp vererek nasibini alan ise aile müessesesi… Türlü sapkın temayüller, türlü tahrikler de cabası… Bunun gerçeklik payı bir yana, daha feci bir durumla daha karşı karşıyayız. Hiçbir tahrikin, dezenformasyonun, saldırının olmadığı bir durum olsa bile, cinsî hislerin tabiatı, hakikati, insana tesiri, sınırları, taşkınlıkları, muvazenesi, tahriki, tatmini ve bunların ne mânâya geldiği-gelemediği gibi bir sürü cevabsız suale karşı, söyleyebilecek neyimiz var? Üstelik, çok tenkid edilen, çokça atıf yapılan Freud’un “libido” nazariyesine mukabil, bu hususta ondan başka “psikanalitik” bir izah tarzı ortaya konulamaması da ayrıca bir eksiklik ve problem olarak karşımızda. Yani hala, psikoloji kitablarını açtığınızda karşınızda Freud’un, Erich Fromm’un tabiriyle “modası geçmiş” izahlarının allanmış pullanmış versiyonları ile karşılaşıyorsunuz. Halbuki Freud’un nazariyesi, miadını doldurmuş, tenkid edilmiş, yanlışlığı tecrübelerle isbatlanmıştır. Ancak, onun kadar sistemli bir teori geliştirilemediğinden olsa gerek, hala onun fikirleri ile problem çözülmeye çalışılmaktadır. Halbuki ilmi tetkikler libido nazariyesinin her faaliyetin temelinde gördüğü maddi sebebin-cinsi arzuların en tabiîsinden en tefritine, hatta sapkınına kadar ruhî bir saikle ortaya çıktığını göstermektedir. Meşru ilişkilerden tutun da, gayri meşru ilişkilere hatta eşcinsel sapkınlıklara kadar, hazzı hedeflemiş bir suret altında ya bir buhrana, kendi kendini tahrib etme ve yok etmeye, ya bir varoluş sevincine, iştiyakına, mutluluğuna, birleşme, bütünleşme arzusuna tekabül etmektedir. “Ruh fiziğin hakimidir” diyor İBDA Mimarı; cinsi hislerde de bu böyledir.

Fizyolojik ve psikolojik hadiselerin birbirini etkilediği bilinen bir gerçektir. Nitekim bu hususta birçok ilmi buluş-keşif yapılmış, psikolojik hadiselerin fizyolojik bozukluklara sebeb olduğu gibi, fizyolojik bozuklukların da ruhî buhranlara sebebiyet verdiği ispatlanmıştır. Meselâ, kadın-erkek fıtratının birbirinden farklı olmasını, farklı dünyaları yaşıyor olmalarını, daha doğrusu dünyaya bakışlarının farklı olmasını izah ederken, genellikle bunun psikolojik bir keyfiyet olduğunu işaretleriz. Ancak tıb ilminde cinsiyet-beyin arasında bir bağ olduğu keşfedilmiş, yani fiziki vücudun yanısıra, insan beyninin de kadında ve erkekte farklılaştığı tesbit edilmiştir. Prof. Dr. Baria Öztaş’ın bu hususta verdiği bir sempozyum bildirisini okumuştuk; muhtevası daha çok literatür dili ile yazıldığından sadece vardığı neticeyi iktibaslayalım: "Sonuç olarak, hem fizyolojik, hem yapısal, hem de biyokimyasal yönden kadın ve erkek beyinleri arasında çok önemli farklılıklar vardır. Yapılan son araştırmalarla da bu farklılıklar daha da büyük önem kazanmaktadır. Hem fizyolojik davranışlarda, hem psikiyatrik ve nörolojik bozukluklarda bu farkı göz önüne almak son derece önemli görünmektedir."(2) Dahası da var; İngiltere’de yayınlanan New Scientist dergisindeki bir araştırmada şöyle deniyor: “Erkeklik hormonu testosteron azaldığında, erkekler, üzgün, bezgin ve mızmız oluyor. Uzmanlar, kendilerini hep üzgün, bezgin yorgun hisseden erkeklerin testosteronlarını ölçtürmelerini tavsiye ediyorlar.” Başka bir misal: “Hippokrates’in ampirik-tecrübi bilgiye dayanarak M.Ö. 350 yıllarında öne sürdüğü bir varsayım, yalnızca birkaç yıl önce ispatlandı. Hipokrates hamile kalmak istemeyen kadınların döl öldürücü bir salgı ürettiklerini ileri sürmüştü. Bugün bilim, hiçbir fiziki eksikliği olmamasına karşın hamile kalamayan kadınların, bilinçaltında çocuk istemedikleri için spermatazoidleri yok edici nitelikte kimyevî bir ortam hazırladıklarını saptadı. Ve söz konusu salgıya karşı, erkeğin kan örneğini taşıyan bir aşı geliştirildi. Bilinçüstü çocuk isteyip de hamile kalamayan kadınlara sunî döllenmeden önce bu aşı yapılıyor artık.”

Hz. Adem’den bu yana "kadın”, erkeğin her gördüğünde şaşkınlığa uğradığı aynı “Havva”dır. O ilk insan-ilk peygamberden bu yana, her “Adem”, “Havva”sını, hevasını, nefsini, kendini kısaca, aramak-bulmak-tanımak gayesiyle, insiyakî olarak kadının peşindedir sanki. Cinsî hislerin, şehvetin, aşkın, ihtirasın erkeği insiyakî olarak kadına meylettirmesinin altında bu mânâları görebiliriz. İBDA Mimarı şöyle diyor: “Kadında kainat muhasebesini hülasalandıran erkek ki, kadın gözünde mefkureleştirilmesi gereken!.. Birbirinin şahsiyet aynasında kendisini seyreden sahici insan cemiyetindeki şu nizam şiirine bakın!.. Ve günün yırtık-pırtık ve erkekten dönme kadınlarıyla, pestile dönmüş güdük ve kavruk kafalı erkeklerine!.. Bütün dava, o cemiyetle bu cemiyet arasında bir tercih meselesi!.." (4) Bu gözle bakınca aile müessesesi “notaları insan bir beste”dir sanki, her ailede farklı bir tonda aynı beste terennüm edilir gibidir.

Pascal der ki: "Sebebler ve sonuçlar açısından bakıldığında, kendi şehvetinden böylesine mükemmel bir düzen husule getirmesi, insanın ulvîliğini gösterir." Estetikçi Charles Lalo da benzer bir düşünceyi ifadelendirir: "Cinsî hisleri "cemiyetleştirmek” vazifesi, ailenin disiplinine aittir. Ahlâkî ve vicdanî bakımdan vücut hikmeti budur. Cinsî hislerin hangi lüks ve oyun faaliyetleri, ihtiyaçları taşıdığını, psikoloji ve fizyoloji uzmanları bilirler. Çünkü esas itibariyle ıttırazsızdır, devrî surette arzu duymaya veya tatmin edilmeye mahkumdur. O hemen her zaman ifrat veya tefrit arasında bocalar, bir türlü muvazene halinde olamaz.” (4)

Ancak yaygın bir anlayış olarak, şehvetin mutlak olarak kötü olduğu düşünülür. Şehvetin, cinsi hislerin, bu tabiî insiyakların mahiyetini bilmeden, onları “günah” vasfıyla damgalamak, “kötü” ve “fena” diye, iffet ve “safiyet” taslamak genel olarak düşülen yanlış bir tavırdır. Öyle ya, kadını ve erkeği birbirine meylettiren hisler cinsîdir; “suretler olmasa, mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez” hikmetince düşünürsek, şehvetin binbir mânâ ve tecellisinden bahsedebilmek için, onun fiziki tabiatını, meyillerini, hazlarını, gayelerini tanımak ve sevmek gerekir. Ancak, şehvet, zina, fuhuş gibi insanı günaha meylettirecek bir his olduğundan, onun ifrat ve tefrit hallerini, tabiî ve olması gereken halleri ile aynı kefeye koyar ve hükmü basarız: “Şehvet hayvani bir içgüdüdür, insanı günaha meylettirir, bu yüzden de kötüdür.” Şuuraltına yerleşen bu düşünce tarzı ile, aile müessesesinin zorunlu aksiyonu olan cinsi ilişkinin, “çocuk yetiştirme” gayesiyle mazur görüldüğünü kabul etmek gibi bir cinayet de yaygın bir görüştür.

Halbuki şehvet ve şehvet hazları mutlak mânâda kötü değildir. Aile gibi mukaddes bir müessese bu hislerin üzerine inşa edilmiştir, çocuk şehvetin bir neticesidir, bunlar gibi belki bizim şuur seviyemize görünmeyen pek çok mânâ ve hikmeti de mevcuttur. Şehevî hazzın ne mânâya geldiğini uzunca bir iktibasla İbnü’l Kayyim El Cevziyye’nin "Aşıklar Kitabı” isimli eserinden takib edelim öyleyse:

"Hazz, sevinç, mutluluk, göz aydınlığı, nefis hoşluğu nimet gibi sözcükler anlamca yakın sözüklerdir. Ve anlamının tüm kapsamıyla beraber amaçlanan birşeydir. Hatta tüm canlıların ortak ereğidir. Varlığı zorunlu bir duygudur. Amaçlanan hedefler açısından hazzın konumu, bilginin temel prensibleri ve öncülleri açısından bedihî bilgilerin konumuna eşdeğerdir. (…) Öyleyse bizzat istenilen ve sevilen bir amaca ihtiyaç vardır. Bu elde edildiğinde haz, nimet, huzur, göz aydınlığı durumlarının bir aradalığı, aşkının iradesi ve rağbetinin niceliğiyle olacaktır. Bu zevke ve vecde dayalı bir olgudur. Bu sebeble zevk ve vecd isimleri, irade ve eylem saliklerince, sevinç, sürur ve nimet doğurucu zevk ve coşku ile arzulanan şeylerin tümüne yaygınlaştırılmıştır. Burada anlamca birbirine yakın isimlerin üç ayrı kategorik kullanımı vardır:

a- Şehvet, irade, eğilim, istek, muhabbet, rağbet v.b.

b- Zevk, vecd, vusul, zafer, idrak, husul ve neyl v.b.

c- Lezzet, ferah, naim, surur, nefsin hoşluğu, göz aydınlığı, vb.

Bu üç kategori birbilerini gerektirirler. Hazz, bizzat istenen bir şey olup, ondan daha büyük bir eleme sebeb olur veya daha önemli bir zevki engellerse, kınanabilir. Ancak sonsuz ve istikrarlı bir lezzete –ki bu ahiret yurdunun lezeetidir- temel oluşturduğunda da övülür. Çünkü oranın nimetleri en üstün ve değerli nimetlerdir. (…) Rasulullah’ın (s.a): “Dünya yararlanılacak bir yerdir. Dünyadaki en hayırlı şey ise saliha kadındır.” Buyurduğu gibi, dünya nimetleri ve hazlarının, Ahiret yurdunun hazları için birer vesile olduğu ve bu amaçla yaratıldığı anlaşılınca, ahiret yurdunda elde edilecek lezzetlere götürücü, sevimli ve rabbi razı kılıcı birer hazza dönüşür. Çünkü bu fiilleri işleyenler iki türlü haz alır: Bu nimetleri kullanma ve esriklik, bir de o nimetlerin aynı zamanda Rabbi hoşnut kılıcı ve daha kamil hazlara ulaştırıcı olması. Akıllı kişilerin elde etmek için uğraşmasına layık hazlar bu hazlardır. İşte inananların kendisi ile ahiret lezzetlerine ve nimetlerine ulaşmayı amaçladıkları tüm helal hazlardan sevab kazanmalarının nedeni budur. (…) Bizzat Resulullah (s.a) bunu açıkça ifade etmiştir: “Sizin cinsel beraberliğinizde sevab vardır.” Ey Allah’ın elçisi, kişinin şehvetini gidermek için yaptığı şeye sevab mı verilir?” diye hayretle soruldu. Resulullah (s.a): “Peki, bu arzusunu haramda giderdiğini düşünün. Bunun için ona günah yazılır mı?” dedi. “Evet yazılır” dediler. “Öyleyse helalde gidermesi için de sevab yazılır.” buyurdu. Bil ki, söz konusu haz, kulun Allah’a yönelişi, ihlası ve ahirette rağbeti ölçüsünde artış ve güç kazanır. Çünkü farklı yüz ve görüntülere bölünmüş şehvet ve irade, onun için bir tek yüz ve görüntüde birleşir.” (5)

Lugatte şehvet şöyle tarif edilir: “Cinsi arzu, mahbube için duyulan istek, iştiha. Yeme-içme-uyuma da şehvetin şubelerindendir.” Lugat mânâsına nazaran şehvetin, insanın tabiî ihtiyaçlarını karşılaması için duyduğu arzuyu ifade etmesi, yeme-içmenin de şehvetin şubeleri arasında sayılması bize bir ipucu veriyor. Şöyle ki, şehvet zatı itibariyle, “iyi-kötü” değerlerinin dışında gözükmektedir ve pekçok faydaya tekabül etmekte, pek çok gayeyi hedeflemektedir. Hemen söyleyebileceğimiz gayesi, fizyolojik ihtiyacın tatminidir. Meselâ insan acıktığı zaman yemek yer ve fiziki gayeyi tatmin eder. Yediği yemekten aldığı zevk-lezzet hissi de buna eşlik eder. Şehvet de insanın bedeninin bir gerilimidir, tatmin edilmek ister. Bundan alınan haz da, aynı lezzet gibidir, “unsurüstü” dediğimiz bir mânâya tekabül eder belki, ama kesinlikle “çirkin-kötü” değildir. Fizikî ihtiyaçlar kendi gayelerine doğru akarken ve bunların tatmini için fizyolojik ıstırablarla bedeni rahatsız ederken, insan bu ıstırabların içinde hapsolmamak için gerekli-zorunlu tatmini sağlamak durumundadır; yoksa buna rağmen insanî gayesini, varoluş gayesini yerine getirmesi, zorunlulukları sevmesi, ruhunun hürriyetine kavuşması nasıl mümkün olabilir? Ruhun yükselişi, nefsin ölümü ile değil, nefse rağmen gerçekleşir. İnsanların ruhunun latifleşmesini, hakiki gayelere yönelmesini istiyorsak, öncelikle kendisini daimi suretle meşgul eden şehvetini, ahlakî bir çerçevede teskin etmesi gerektiğini de söylemeliyiz. Bu ahlaki çerçeve de aile müessesesidir. Nitekim İmam-ı Gazali Hazretleri, Kimya-i Saadet isimli eserinde cinsi hislerde ölçüyü “teskin olma” şeklinde koyar. Üstad Necip Fazıl da “itidal sırrı”nın altını çizer:

"Papaza baktığımız zaman, onun nefsini öldürmek bahanesi altında –çünkü nefs ölmez- ruhbaniyet dediğimiz yoldan tekrar nefsine can verdiğini görüyoruz. Evlenmemek, herşeyden elini çekmek, zillete düşmek… Bu da büyük bir nefs hilesi… Bu sırrın çözümü için günler, geceler lazım… Nefs yenildikçe hak suretine dönüyor ve yine nefs olarak tecelli ediyor. Nefse hakkını verip, onu tiril tiril titreyen bir köpek gibi kırbaç altında tutmak… Yol bu… Ama gıdasını kesmek değil… Ve doğru yol “sırat-ı müstakim” yolu… Onun içindir ki, İslâm’da itidal sırrı bu noktaya dayanır.” (6)

Cinsi hazların, “günah” vasfı altında değerlendirilmesinin bilhassa aile müessesesinde tahrib edici, ahengi baltalayıcı neticelere varacağı-vardığı açıktır. Neticede aile müessesesinin en mühim aksiyonlarından biridir cinsellik. Bir taraftan “çocuk” gayesine yöneliktir, diğer taraftan cinsi arzuların tatmini gayesine; yani haz duymaya… Ve belki daha neye ve neye… Çünkü şehvet, insan olmanın bir gereği olarak, “iyi-kötü”değerlerinin dışındadır bu haliyle. Ancak “iyi” ve “kötü” olarak değerlendirilebilecek halleri vardır; ahlâkî - “meşru” olarak tatmin edilip edilmediği noktasıdır bu. Nitekim, İbda Mimarı, Marifetname’sinde der ki: “Şehvet olmasa insan olmazdık, canavar olurduk”… Halbuki yaygın olan anlayış tam tersidir sanki: İçimizde bir şehvet canavarı vardır ve bizi insan olmaktan alıkoyar. Bir yandan, bilhassa müslümanlar tarafından “günah” vasfı içinde değerlendirilen, diğer yandan günlük hayatın her anında, çeşitli sebebler ve vesilelerle tahrik edilen, daha da ötesi, evlilik hayatında dahi çevrenin, yetiştirilme tarzının, cahilliğin etkisiyle sınırlara hapsedilen şehvet hissi, insanı gereksiz yere meşgul eder, gereksiz ıstırablarla oyalar. Halbuki İslâm ahlâkında, şehvet, işte tam da böylesi durumlarda yerilmektedir. Yani insanın günaha açık bir pozisyona düşmesi ve nefsini bundan koruyamaması durumunda. Ve bunun tedbirini “evlilik”le alıyor İslâm ahlâkı… Gençlerin evlenmelerini teşvik etmek, onlara bu hususta maddi ve manevi yardım etmek Peygamber hadisleriyle övülüyor. Yani bekarlık, insanın “toparlanmasına” engel, günaha açık bir mahiyet arzediyor. Ancak, evlilikte dahi menfi sınırlama ve tabular, muhatabını-eşini umursamazlıklar (öyle ya, taleb edilen pek “derunî” birşey değil, öyle büyütmeye ve dayatmaya ne gerek olsun ki?!) mevzu bahis olunca, türlü ıstırablar, muvazenesizlikler, dağılmalar meydana geliyor. Kadının ve erkeğin birbirlerini hiçbir zaman anlamayacağını, anlasa bile “yanlış anlayacağını” söyleyen Niçe’ye hak vermek yerine, kadının ve erkeğin birbirlerinin tabiatlerini tanımalarını sağlayıcı bir eğitime ve yetiştirme kültürüne, bir cinsî ahlak eğitimine ihtiyaç olduğunu söylemek daha doğru olacaktır sanırız. Alev Alatlı’nın “Kadere Karşı Koy A.Ş” isimli kitabında, traji-komik bir üslupla, erkeğin kadınını aldatmasının üstesinden gelme-engelleme yolları, roman kahramanı tarafından şöyle ifadelendiriliyor:

"Mutlaka anlıyorsunuz! Yanlış iş yapılmayacak! Erkeğiniz, cinselliğinin doruğundayken, siz, işinizle meşgul olursanız, no! no! Mutlaka kaybedersiniz. Biliyor musunuz, pekçok kadın bu yanlışı yapıyor malesef. Erkeği onu yatakta istemektedir ama o işini düşünüyordur. Buna inanmayacaksınız ama erkeği onun aşkıyla yanarken temizlik yapanlar bile çıkıyor. Dehşet verici birşey.” (7)

Şehvetin kötü olduğunu biz ilkin Batılı’dan öğrendik; utanç duyulası bir his olduğunu, kadının şehvete vesile olmasından dolayı ne kadar “iğrenç”, “aşağılık” bir yaratık olduğunu hep batılı öğretmiştir bize. Şehvet hissi kuvvetli olan bir erkek yerin dibine geçmelidir, evli bir erkek, bu zaafından dolayı suçluluk duymalıdır, kadınlar şeytanla işbirliği yapan büyücülerdir, yakılmalıdır; Ortaçağ boyunca bir toplum İlahi güç adına böyle baskı altına alınmıştır. Ahlakı ve hayatı arasında bir türlü bağ kuramayan hıristiyan batı, Hazret-i Meryem’de tecelli eden mucizeyi bütün kadınlar için idealleştirmiş, “cinsiyetsiz insan tipi”ni gaye edinmiş, neticede insan olduğu için de bu sahte safiyet gösterilerine isyan etmiş, dinin yerine aklı koyarak, her türlü ahlaki kaygıyı bir kenara atıp, “cinsî serbestlik”te, eşcinsellikte, türlü sapıklıklarda “huzur” arar olmuştur.

Bizim toplumumuz da, yüzünü zorla batıya döndürmüş, “aletler ihtiyaçları doğurur” ölçüsü gereği, batı hayatının çerden çöpten alışkanlıklarına kadar taklidçisi olmuş, bunun getirdiği ızdırabları dahi muhasebe edememiştir. Hatta batının bütün arayışlarının mihengi olan “fikir hürriyetinden” evvel ülkemizde “cinsi hürriyet” empoze edilmiştir. Müslümanların bu taarruz karşısında tavrı ise “batıdan ne gelirse düşmanlık edelim” şeklinde bir yobazlık halini almıştır; sanki hıristiyan katoliğiymiş gibi bir tavırla, cinsî özgürlük dayatmasına karşı “şehvet günahtır” şeklinde tepki vermiş ve kadını “şehvet”ten korunma-korumak gayesiyle çuvallara geçirip, toplumdan tecrit etmiştir. Sakatlık şurdadır ki, İslâm ahlakında meşruluğu ölçüsünde hiçbir suretle yerilmeyen şehvet, bu akl-ı evveller tarafından “mutlak kötü” vasfıyla yaftalanmış, Allah Resulü’nün çok evlilik yapmasını “şöyle bir siyaset gereği” şeklinde izahlarla örtmüş, sahabinin tavrını “es” geçmiş, kendi mantığınca –şehvet kötü ya- verecek cevab bulamadığından, dininden utanır, özür diler bir tavra bürünmüştür. Geçmiş zaman kullandığımıza bakmayın, bunlar hala aramızda… Alev Alatlı, Schrodinger’in Kedisi isimli romanında bu madde ve mânâda iktidarsız tavrı şöyle ifadelendirir:

"1990'ların ortasında eski Türkiye'nin nüfus artışı binde ikilerin altına indiydi, nitekim," diye onayladı General Demiroğlu, "Ülke tarihinde rastlanmamış düşüklükte bir orandı bu. Doğum kontrol çalışmalarıyla açıklanamayacak bir oran. Revolucion!'un intikamını aldığı anlaşılıyor! Müslüman erkekler kadınları hadım etmişlerdi, Modernist kadınlar da erkekleri hadım ettiler. Ülke çapında cinsel iktidarsızlık ortaya çıktı. Dr. Maria Evangelista'nın bahsettiği Psikolojik Savaş Ünitesinin eski Türkiyelilerin bilinçaltına hakim olduğunu söylediği iki şeyden, seks ve hükümranlıktan, birincisinin aslı budur."

John C. Condon, "Kelimelerin Büyülü Dünyası” isimli eserinde, bütün dillerde “tabulu” kelimeler olduğunu söyler. Cinsî hislerle alâkalı kelimeler de bunlar arasında. Bu kelimeler genellikle kullanılmazlar ve onların yerine “hüsnütabir”ler kullanılır. Ancak tabulu kelimenin yerine kullanılan hüsnütabir bir süre sonra ilk halindeki tabulu tedaiyi uyandırınca, başka kelimeler bulunmaya çalışılır. Halbuki dil, bu nafile çabayı boşa çıkaracak kadar “organik” olduğundan her kelime bir süre sonra aynı “erotik muhtevayı” tedaî edecektir. Bu tavır daha çok ahlâkî-bediî bir gaye ile mi gelişmektedir, yoksa “erotik muhteva”ya bakış açımızla, bu duygularımızın “çirkin” olduğunu düşünmemizle mi alâkalıdır? Birinci durum, dilin “organik” yapısı dolayısıyla zaten mümkün olmadığına göre, ikinci seçenek doğrudur diyebiliriz. Ancak yine de kesin bir yargıya varmak mümkün değildir. Neticede haya mevzuu olan bir meseledir ve uluorta, kaba-saba, cahilce üzerinde konuşulmasından, bu şekilde hüsnütabirlerle ifade edilmesi daha iyidir belki de…

Her ne olursa olsun cinsi hislerle ilgili duygular, zevkler, mutluluklar veya problemler ancak bir sanatkarın eserinde, bir fizyoloğun ilmi dilinde, bir ahlakçının-fikircinin doktor neşterinin ucunda iken gereksiz bir utanç duygusu doğurmazlar. Öyleyse, ne haddinden fazla kabalaşmak, ne de gereğinden fazla hüsnütabirler kullanmak yerine, hem meselenin ahlakçı-fikirci neşterindeki manevî-ruhî yönünü işaretlemek, hem fizyoloğun ilmi bilgisine başvurmak, hem de sanatkarın eserinde takibetmek daha yerinde olacaktır. Bu çerçevede, bu makalenin yazılmasına vesile olan Tolstoy’dan ve onun Kroyçer Sonat isimli eserinden “şehvet” hissini ve onun tabiatını, hayatî rolünü, menfî yönünü, ruhî saikini, kısaca insanın yaşadığıyla, idealleri arasındaki çekişmesini, muvazene arayışını takib ederek başlayabiliriz.

André Maourois, insanın vicdanı ve hisleri arasındaki gerginliğin “cemiyetleşmesi” ile aşılmasından bahseder ve bunda sanatkârın rolünü şöyle işaretler:

«Diyorduk ki bâzı acıları ve bâzı hatıraları sindirmek için onları söylemek, "sosyal hayata sokmak" gerektir. Birçok erkek ve kadınlarda şehvetleriyle vicdanları arasında çekişme vardır. Bilirler ki filân arzuyu "sosyal nizama göre" duymamaları gerekmektedir; fakat buna rağmen duyarlar. İnsanlar medeniyet ve cemiyet yoliyle, korkunç tabiî duygu ve kuvvetleri alt etmişlerdir; fakat böylece zincire vurulmuş olan bu canavarlar kafesleri içinde yine homurdanır ve hareketleriyle bizi mahvederler. Bizler âdeta Doktor Moreau'nun talebesi gibiyiz: Kanunu dilimizden düşürmeyiz, fakat ona uymamak arzusiyle yanarız. (...)

Romancı da, bâzı okurlar için, onları benliklerinden dışarı çıkararak iyi eden meçhul bir dost olur. Bir erkek veya kadın kendisinin bir canavar olduğuna inanmıştır. Mücrim ve insanlara yakışmıyan hisler duymanın verdiği acı düşünceler içinde hüküm sürmektedir. Bir gün, ansızın, güzel bir kitabı okurken kendine benzer varlıklar keşfeder. Bu onu hem temin, hem teskin eder; artık yalnız değildir. Duyguları "cemiyetleşmiş", çünkü bir başkası da aynı hisleri duymuştur. Tolstoy ve Stendhal'in kahramanlarının birçok gençlere güç engelleri aşmakta faydaları dokunmuştur.» (8)

Bir-kaç bölüm olarak hazırlamayı düşündüğümüz dizi-yazımızın bu giriş bölümünde, “şehvet” hissinin ne tür yanlış anlayışlarla yaftalandığını ve bu tavrın hem insanın ruhî mücadelesindeki menfi rolünü, hem de aile müessesesindeki tahrib edici tesirini işaretlemeye ve genel bir çerçeve çizmeye çalıştık.



(Sürecek)

İkinci Bölüm: “Kroyçer Sonat: Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi”



Dipnotlar

1. Fuzuli, Rind ile Zahid, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., Ankara, s. 42

2. "Klinik Psikofarmakolojide Yenilikler-IV" / Uluslararası Katılımlı Sempozyum

3. Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazılla Başbaşa-İntiba ve İlham-, İBDA Yay., s. 334

4. Charles Lalo, Cinsiyet ve Güzellik, Remzi Yay., s. 66

5. İbnü’l Kayyim El Cevziyye, Aşıklar Kitabı, Şule Yay., s. 165-168

6. Necip Fazıl Kısakürek, Hesaplaşma, Büyük Doğu Yay., s.110

7. Alev Alatlı, Kadere Karşı Koy A.Ş., Boyut Yay., s. 208

8. André Maurois, Duygular ve Adetler, Remzi Yay., s. 102-103

KROYÇER SONAT VESİLESİYLE: “NOTALARI İNSAN BİR BESTE” -2-
Gülçin Şenel

"Kroyçer Sonat": Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi

Kroyçer Sonat, hacminin küçüklüğüne nazaran mühim bir roman bizce. Çünkü yine bizce, mühim bir hususiyeti var onun: Yalansız-dolansız, hıristiyan ahlâkının kuralları ile yaşanan hayatın tezadı arasında kıvranan insanın, “idealim” dediği ahlâkla, yaşadığı hayat arasındaki kopukluktan ve hepten alâkasızlıktan kaynaklanan ıstırabını dile getirmesi. Tolstoy, Batı hayatı ve ahlâkı üzerine “gerçekçi” bir tenkidle yaklaşıyor ve bu ahlaka rağmen bu hayatın her türlü “ikiyüzlülüğü”nü ifşa ediyor. Kadın ve erkeğin onca süslü-püslü aşk, evlilik, aile gibi tantanasının altındaki “hayvanî” yüzünü görüyor. Maskeyi çıkarıyor, cilayı kazıyor ve manzara hayvanlar âlemine dönüyor. Stefan Zweig’in tabiri ile "gözünü uçurumun derinliklerine diken adam"ın “gerçekçi” bakışı altında batı hayatının pestili çıkıyor; evlilik düzmeceye, annelik masala, aile sahte bir mukaddesata, kadın bir şehvet aracına dönüyor. Bu öyle bir ifşaat ki, tantanalı cümleler, derin tahlillere gerek kalmadan, herkesin kendi kendine konuştuğu kısık ses, mikrofona bağlanıyor o kadar. Ses hakikaten kulak tırmalıyor, can sıkıyor, rahatsızlık veriyor. Öyle ki, Fransız edebiyatçılarından Romain Rolland, "Kroyçer Sonat" üzerine şöyle bir tesbitte bulunmaktan kendini alamıyor: “...yaralı bir hayvan gibi toplumun üzerine salınan, çektiklerinin öcünü alan vahşi bir eser.” Aslında, eseri bitirdikten sonra Tolstoy’un yaşadığı da bir tür şaşkınlıktır: “Bu eseri yazarken, sıkı bir mantığın beni bu geldiğim noktaya getireceğini hiç mi hiç bilmiyordum. Kendi sonuçlarım beni dehşete düşürdü ilkin, bunlara inanmak istemiyordum, ama elimde değildi. Benimsemek zorunda kaldım.” 100 küsür sayfada insanı dehşete düşürecek ne bulursunuz? Şunu: Hıristiyan ahlâkı önünde, evlilik ve aile müessesesinin meşruluğunun-gayr-i meşruluğunun hesaba çekilmesi, annelik, eşlik ve sevgililik rolleri içindeki kadının, erkek tarafından belirlenen mevkiinin tenkidi; tüm bunların temelinde yatan “şehvet” ve onun “günah” vasfı içinde ele alınması ile topyekûn bir aile müessesesinin “yalancı” maskesinin düşürülmesi... Bu ne mânâya mı geliyor? Hıristiyan ahlâkının vazettiği “aile anlayışının” ve buna rağmen yaşanan hayatın harikulâde bir tenkidi... Tolstoy romanında insanın şehvet hissini ve bu hissin menfî neticelerini işleyerek, hıristiyan ahlâkının “sâfiyet ideali”ni destekliyor. Aslında inceden bir hıristiyan ahlâkına başkaldırıyı da sezebiliyoruz bu romanda. Öyle ya, insanı bir şehvet duygusu ile yaratan Yaratıcı, onun bu ıstırabla bir ömür mücadele etmesini ve acı çekmesini neden istemektedir? Romanın bir yerinde bu sual dile gelse de, cevabı verilemiyor. Hıristiyan ahlakının dayanak noktaları kısaca şöyledir:

"Esasen hıristiyanlık, lanetlediği cinselliği insanlığa verilmiş bir ceza olarak görüyordu. İlk hıristiyan filozoflardan Augustinus’un, irade dışı oluşu dolayısıyla insanı ister istemez utandırdığını söylediği cinsî arzu, hemen her zaman imânın karşısına konulmuş ve şeytanın kışkırtma araçlarından biri olarak kabul edilmiştir. Augustinus’a göre, Adem peygamber eğer memnu meyveyi yemeseydi, cinsî alâka şehevî duygulara ihtiyaç hissedilmeksizin devam edecekti. Bu bakımdan, Hıristiyanlıkta evlilik bile “aşağı” bir kurum olarak görülür ve kadın “Kutsal Bakire”lik açısından yüceltilir. Bir başka deyişle, Hıristiyanlıkta kadınlığın modeli “Kutsal Bakire Meryem”dir.” (1)

Tolstoy, belki de bütün hemcinslerinin ızdırabını Kroyçer Sonat’ta “korkunç” bir açıklıkla dile getirdiği için şaşırtıyor okuru. Hıristiyan ahlâkı önünde muhasebeye çektiği topyekûn bir cemiyet hayatıdır; kadın-erkek ilişkisinin en mahrem hisleri üzerinde kalemini oynatırken, “şehvet” hissini ve bunun aile hayatındaki “yıkıcı-yokedici-nefret uyandırıcı” tesirini gözönünde tutarak lanetliyor tüm “aşkları, yalancı evlilikleri, çocukları, o mutlu, sıcak yuva hayallerini”… Aslında en yüce ahlâk, en ideal gerçek diye öne sürdüğü ahlâk, onun insanî hislerini canavarlaştırıp, bir düşman olarak tasvir ediyor. Roman kahramanı Pordnişev, herkesin içinden geçirdiği, kendi kendine sormaya çekindiği sualleri, adeta eline bir mikrofon alıp haykırıyor okuyucunun yüzüne:

"Cinsî ihtiraslar, uygarlık maskesiyle örtülmeye çalışılan müthiş bir hastalıktır. Bu ihtirasları frenleyeceğimiz yerde kışkırtmaktayız. İncilde: “Bir kadına şehvetle bakan bir kimse, kalbinde onunla zina etmiş sayılır” der. Bu sözün hükmü yalnız başka kadınlar için değil, kendi karılarımız için de geçerlidir.” (2)

Roman kahramanı, geçmişinde türlü ilişkiler yaşamış, sefih bir hayatın her türlüsüne girip çıkmış, sonra da “emniyet subabı”nı kapatarak evlenmeye karar vermiştir. Evleneceği kızın temiz bir aile kızı olmasını istemiş, böyle bir kız bulunca da hemen aşık oluvermiştir. Ancak evliliğin ilk günlerinden itibaren kavgalar başlamış; cinsî hislerini tatmin ettikten hemen sonra patlak veren bu kavgalar, her ilişkilerinden sonra daha da şiddetlenerek artmıştır. Bu kavgalara başta bir anlam veremeyen Pordnişev, zamanla bunun her cinsî tatminden sonra patlak vermesinden yola çıkarak, şehveti, birbirlerine nefret duymalarına sebeb olarak görmüştür. Yeni tanıştığı genç ve yakışıklı bir müzisyeni evine davet etmesi ve karısı ile bu müzisyen arasında gelişen “aşk”ı farketmesi ile birlikte, kendini yiyip bitirdiği bir gün, uzun yolculuğundan dönerek evde ikisini basmış ve karısını öldürerek adalete teslim olmuştur. Pordnişev’in aile hayatı işte böyle ikiyüzlüce başlayıp, cinayetle son bulmuştur. Pornişev’in “affedin beni!” nidası ile biten romanda, kısaca ailevî ilişkilerin tabiatı ve ahlâkiliği sorgulanmış, kadın ve erkeğin birbirlerine duydukları şehvet hissinin ailenin “mukaddesatına” uygun düşmediği neticesine varılarak, “sadece çocuk için cinsi ilişki nerde, her daim doyurulmak için bekleyen şehvet nerde” suali ile yüzleşilmiştir.

Burada şehvetin sadece kirli yüzü görünüyor, zina ve fuhuş ile geçmişi kirlenmiş her erkeğin, evlenerek, kirli geçmişini “temiz bir kadın”la örtmeye çalışması lanetleniyor. “Uygarlık maskesinin” cinsî ihtirasları nasıl “her yol mübah” seviyesine getirdiğini; kadınlı-erkekli baloların, eğlencelerin, türlü toplantıların, iki cinsin nasıl birbirine peşkeş çekilmek için alet edildiğini gören bu keskin gözler; aşktan yola çıkarak başlayan, evlilikle sonuçlanan bütün ilişkileri, işte şehvetin kirli yüzü olan zina ve fuhuşa bağlıyor. Müthiş bir umutsuzluk ve çaresizlikle, “kendi karısına” bile şehvetle bakan bir adamı günahkârlıkla suçluyor. Ona göre şehvet tabiatı itibari ile insanın hayvani yüzü ve tatmin olmayan, hep isteyen, daima isteyen, doyumsuz bir his. Bunun için her erkek, aile içi ilişkilerinde bile bir zina yükü taşıyor omuzlarında…

Bir parantez açarak, Batılı gözünde, “Arap erotik edebiyatının en önemli eserlerinden biri” olarak değerlendirilen “Bahname-Itırlı Bahçe” vesileyle müslümanların cinsi hayatları-şehvet anlayışlarının, kitabı tercüme eden Alan Hull Walton’da nasıl hayranlık uyandırdığını takib edelim –ki bu kitab ilk olarak 1886 yılında Fransa’da kaçak olarak tercüme edilmiş ve basılmıştır-:

"Çok iyi bilindiği gibi, Aziz Paulus, şehvetle yanıp kıvranmak yerine evlenmenin “daha iyi” olacağını söylemiştir. Bu, onun insanın temelinde olduğuna inandığı günahkârlığa kerhen verdiği bir ödünden başka bir şey değildir. Çünkü, evlilikte bile cinsel ilişki mümkün olduğunca az olmalı ve bu da ancak bir çocuk dünyaya getirme amacıyla yapılmalıdır. Yaklaşım budur. (…) Ellis şöyle der: “Batı, uygarlığımıza, garip ahlaki güçleri ve yaşamımızın her yönüne işlemiş ve kökleşmiş ikiyüzlülükleri, acımasızlığı ve sahtekârlığı getirmiştir.” (…) Müslümanlar cinsi ilişkinin İlahî bir eylem olduğunu kabul ederler. Bu nedenlerle, Müslümanlığın, bekarlığı bizdeki gibi ideal bir konum değil, bir talihsizlik saydığı söylenmiştir. (…) Aşkın batılılarca büyük çapta ihmal edilmiş bu çok önemli –eylemsel- yönünü, Doğululardan daha iyi öğreten hiçbir kaynak yoktur Batıda. Ve Nefzavi, Arap erotik edebiyatındaki en güzel örnektir buna. Bahname, ana amacının yanında, Arap halk kültürünün kısa da olsa bir özetidir. Bu eser çapkınlığa, zamparalığa, ayartıcılığa bir rehber değildir. Nefzavi’nin yaklaşımı da bu değildir. Okurlar kitabı irdeledikçe, bunun doğruluğu açıkça ortaya çıkacaktır. (…) Çok açık olmasına karşın, batılıların bir türlü anlamak istemedikleri bir gerçek de, Doğuluların cinselliğe bizim kadar çekingen yaklaşmadıklarıdır. Üstelik doğulular, bizden çok daha dindardır. Onlar aşk ve cinsî etkinliği, sadece hayatın tabiî, sağlıklı ve gerekli bir eylemi olarak düşünmezler, bunu bir sanat olarak kabul ederler. (…) İslâm dininde cinsellik tabiîdir, yasaksızdır (evlilikte). Çok eşlilik de belli bir ölçüde insan tabiatına uygun olduğu nedeniyle kabul görür. Cinsi öğretiler ise, insanları mutlu bir evliliğe ve sağlıklı aile ilişkilerine götüren etkin bir öğedir. (…) Fazilet (!) fanatikleri ne derlerse desin, Bahname, hem kendi değerini hem de bu değerleri koruyacaktır. Bu eserin, Arapların şehvet düşkünlüğüne bir araç olmaktan öteye gitmediğini sananlar, yanlış değerlendirmelerin en büyüğünü yapmış olacaklar. Bu eserde cinsellik bir çok yönüyle ve oldukça açık bir biçimde ele alınmış olsa bile, günümüzün bazı romanlarında görülen edeb dışı kelimeler kullanma yozluğundan ve çiğliğinden kesinlikle kaçınılmıştır. Kitabı okudukça, Müslümanların, o mukaddes kozmik güce duydukları tabiî ve derin saygıyı anlayabilirsiniz. Ve bu güç, gökteki ve yerdeki her şeye, her zaman hakim olan o sınırsız ilahî güçtür.” (3)

Batılıların hayranlıkla bahsettikleri ve gıpta ile baktıkları, müslümanların şehvet anlayışı, cinsi hislere yaklaşımı, dünden bugüne elbette çok değişti; bütün dünya üzerinde hakimiyet kuran Batının yoz kültürü ve hayatı tüm dünyaya bir salgın gibi yayılırken, bizde de olanlar oldu. Hayat ve ahlâk arasındaki ahengi yitirdik ilkin, sonra aile müessesemizi tahrib ettik, erkeklerimizi fikirden yana, kadınlarımızı hayattan yana hadım ettik. Adeta bir katolik ahlakı ile kadınlarımızı yetiştirdik, onları kadınlıklarından nefret eder hale getirdik; erkekleri ise “ahlâk-dışı bir tabiîlikle-hayvanlıkla” yaftaladığımız hislerle başbaşa bıraktık. Onların bu hislerini tatmin etme çabalarını-zinayı hoşgördük, “erkek oldu evladım” şeklinde bir ahlaksızlıkla pohpohladık. Genelevler zinayı meşrulaştırdı. Şimdi de birbirinden bu kadar kopmuş ve birbirlerine karşı cazibelerini yitirmeye başlamış olan iki cins arası ilişkinin yeniden nasıl hayat ve ahlâk arası bir ahenge bürünebileceğinin yollarını aramaya başladık. İşin traji-komik tarafı, aşkı cinsellikten, cinselliği aşktan ayırırken, hayatı dinden-ahlâktan ayırmak gibi bir abese düşerek, kadını ve erkeği de birbirinden böylece hem ruhen, hem bedenen kopardığımızın farkına varamadık. “Notaları insan bir beste” olan aile müessesemizden yükselen o musikiyi yeniden terennüm edebilmek için ne yapmalı? Bu kakafoniyi nasıl senfoni yapmalı?

Kroyçer Sonat, her ne kadar hıristiyan ahlâkı önünde cemiyet hayatının tenkidi olsa da, dinin-ahlâkın ölçülerinin hiçe sayıldığı her toplumda (bizim toplumumuzda da) ortaya çıkan manzaranın, bu roman tecrübesiyle çizilen manzarayla hemen hemen aynı olduğunu gördük. Tolstoy’un bu “gerçekçi” yaklaşımı, bir türlü ağzı açılmamış, bu yüzden de türlü ıstırablara sebeb olmuş hislerin ifade edilmesi hususunda bize yol gösterdi. İşte bu gözle aşk:

"-Evet biliyorum. Siz (aşkın) nasıl olması gerektiğinden bahsediyorsunuz. Ben ise gerçeği, varolanı söylemek istiyorum. Sizin aşk dediğiniz ihtirası bütün erkekler, her güzel kadına karşı duyar. Fakat kendi karısı için pek duymaz.

-Evet ama siz hep maddi aşktan bahsediyorsunuz. Düşüncelerin birleştiği ruh yakınlığının sözkonusu olduğu karşılıklı bir sevgi olamaz mı diyorsunuz?

-Ortak düşünceler… Ruh yakınlığı… Böyle olmasını isterdim. Peki ama o zaman –kabalığımı hoş görün- neden yatıyorlar öyleyse? Yoksa insanlar düşüncelerinin ortaklığından mı yatarlar dersiniz?” (4)

Çağımızın hepimize bulaşan bir hastalığı olan “aşk”, herkes için, her mizaç için farklı mânâlara gelse de, tabiatı icabı, herşeyden önce karşı cinse duyduğumuz “cinsi” sevginin adı olsa gerek. Şehvet duygusu burada, ruhî olarak sevme ihtiyacımıza, kendi varlığımızı bir başkasının varlığı ile bütünleştirme çabamıza, bedenimizin bir sözcüsü olarak eşlik ediyor. Aşk ve şehvet çeşitli kılıklara girerek iki insanın birbirine tutkuyla bağlanmasına sebeb oluyor. Birdenbire alevlenen ve muhatabını dünyadaki tek gerçek haline getiren bu his, sonsuza kadar böyle sürecekmiş gibi insanı etkisi altına alıyor. Kısa bir süre sonra, bilhassa evlenildikten sonra, yavaş yavaş etkisini kaybediyor. Herşeyin üstüne çıkarılan sevgili, evlendikten kısa bir süre sonra birden farklı görünmeye başlıyor. Evlilikle birlikte, dünyada başka hiçkimse ile olamayacak kadar yakınlaşan iki sevgili, birden kendi tabiî alışkanlıkları, türlü huyları, davranış biçimleri v.s ile, aşık olma durumunda görülmeyen özelliklerini göstermeye başlıyor. Sevgili gökten yere iniyor. Evlilikle birlikte bedenen ve ruhen daha da yakınlaşmış olması gereken iki insan, birdenbire iki yabancı kadar uzaklaşmaya başlıyor birbirlerinden. “Beş Sevgi Dili” isimli kitabın yazarı psikolog Gary Chapman, bu hususta yabana atılmayacak şeyler söylüyor:

"Aşık olma yaşantımız bir kez tabiî akışını tamamladı mı (unutmayın, aşık olma süreci, ortalama iki yıl sürer), dünyanın gerçeklerine döner ve kendimizi öne sürmeye başlarız. Erkek, arzularını ifade edecek, fakat bu arzular, kadınınkinden farklı olacaktır. Erkek seks arzular, fakat kadın yorgundur. Erkek yeni bir araba almak ister, fakat kadın “çok saçma!” der. Kadın annesini ve babasını ziyaret etmek ister, fakat erkek “senin ailenle çok fazla zaman harcamak istemiyorum” der. Erkek beysbol turnuvasında oynamak ister ve kadın “Beysbolu benden çok seviyorsun” der. Ufak, ufak, aradaki teklifsizlik illüzyonu kaybolur ve ferdî arzular, duygular, düşünceler ve davranış kalıpları öne çıkmak için çabalarlar. Onlar iki bireydir. Zihinleri kaynaşmamıştır ve duyguları, aşk okyanusunda kısa bir süre için birbirine katılmıştır. Şimdi gerçeklik dalgaları onları ayırmaya başlar. Aşk biter. Bu noktada ya onlar kendilerini geri çeker, ayrılır, boşanır ya da aşık olma tutkusunun canlılığı olmaksızın birbirlerini sevmek için zor bir çabaya girişirler. (…) Aşık olma durumunda her ne yaparsak yapalım, pek az disiplin veya tarafımızdan bilinçli bir çaba gerektirir. (…) Aşık olan kişi diğer kişinin gelişimine yardımcı olmakla gerçekten ilgili değildir. “Aşık olduğumuzda aklımızda herhangi bir amaç varsa, o da kendi yalnızlığımıza son vermek ve belki bu sonucu evlilikle garantilemektir.” (…) Eğer aşık olmak gerçek sevgi değilse nedir? Dr. Peck, onun çiftleşme davranışının “genetik olarak belirlenmiş, içgüdüsel bir öğesi olduğu sonucuna varır. Başka bir deyişle, aşık olmayı oluşturan, ego sınırlarının geçici yıkılışı, türlerin devamını sağlamak üzere cinsî çiftleşme ve ilişki ihtimalini artırmaya hizmet eden, iç cinsi dürtüler ile dış cinsî uyarıcıların bir konfigürasyonuna insanın kalıpsal yanıtıdır.” (6)

Schopenhauer de benzer bir düşünceyle, insanların birbirlerine duydukları aşkı, insanın tabiatında ve insiyaklarında buluyor ve bu bakışla da harika bir tesbitte bulunuyor:

"Her aşıkane temayül, -ne kadar rakik, ne kadar şairane ve ruhani gözükürse gözüksün- hakikatta bütün köklerini erkeğin ve dişinin insiyakından almıştır. Bu hakikat böylece tesbit edilip ortaya konulduktan sonra aşkın bütün dereceleri ve bütün şekilleri ile, oynadığı mühim rol göz önüne getirilir ve beşeriyetin en genç kısmının kuvvetini mütemadiyen işgal ettiği, her cehd ve gayretin hemen son gayesi olduğu; en ehemmiyetli işler üzerinde bozucu bir tesiri olduğu; en ciddi meşguliyetleri her saat durdurduğu; bazan en büyük zekaları bile allak-bullak ettiği; tatlı mektublarını ve küçük saç kümelerini nazırların cüzdanları ve feylosofların yazı kağıtları arasına sokmaya muvaffak olduğu, namusluyu namussuz, sadıkı hain yaptığı, hülasa herşeyi altüst etmeye, herşeyi bozuk karıştırmaya ve yıkmaya çalışan şerir bir ifrite benzediği düşünülürse, insanın şöyle bağıracağı gelir: Neden bu kadar gürültü? Hakikatte mevzu bahis olan şey basit bir şey değil midir? Ahmetin Fatmasını istemesi değil midir? (…) Fakat ciddi mütefekkir için hakikat düşüncesi yavaş yavaş şu cevabı ifşa eder: Mevzubahis olan şey aslâ mânâsız ve ehemmiyetsiz bir şey değildir. Bilakis, işin ehemmiyeti onu takibte gösterilen şiddet ve ciddiyete müsavidir. Her aşk hareketinin son ve kat’i gayesi, hakikatta insan hayatının muhtelif gayeleri içinde en ciddisi ve ehemmiyetlisidir ve herkesin onu takibte gösterdiği derin ciddiyete değer. Çünkü mevzubahis olan “gelecek neslin terkib ve teşkili” meselesidir. (…) Yaşayanlar için olduğu gibi bu gelecek mahlukların da var olabilmelerinin mutlak ve yegane şartı umumiyetle aşk insiyakıdır. (…) Aşkın muhtelif şekil ve mahiyette olması her ferdin seciye ve mizacına göre değişmesinden ve ferdin bu husustaki derece ve seviye farkından ileri gelmektedir.(…) Mevzubahis olan şey, diğer beşerî ihtiraslarda olduğu gibi ferdî bir felaket veya menfaat değil, fakat müstakbel beşeriyetin varlığı ve teşekkülüdür. Bu işte ferdin iradesi, Nevin yahut tabiatın iradesine tahavvül etmektedir. Ferd yaprak ise Nevi ağaçtır ve Nevin ferd üzerindeki hâkimiyeti ağacın yaprak üzerindeki hakimiyeti gibidir. (…) Vaktaki cinsi insiyak ferdin şuurunda müphem ve umumi bir şekilde daha henüz vazıh bir karar ve istikamet almaksızın her ne şekilde ve her ne pahasına olursa olsun kendini göstermek yani bir vücut şeklinde tezahür etmek isteyen yaşamak iradesidir.”

Şimdiye kadar yazdıklarımızda ortaya çıkan aşk-şehvet birlikteliğini bilmem farkettiniz mi? Gerek psikolog Gary Chapman’ın tesbit ettiği, gerek filozofun altını çizdiği hususu; aşkın bizi diğer cinse çekerek, neslin devamı gayesine yönlendiren tabiî-cinsî bir his olduğunu. Aşkın, kadın ve erkeği kendi dar kalıplarından kurtararak, başkası ile birleşmeye bütünleşmeye, kendi varlığını başkasının varlığında teyide ve gerçekleştirmeye, karşılıklı “ruhî” hürriyetin tanınmasına, kendi dışına çıkarak bütünleşmeye, tamlığa sevkeden ruhî yolculuğu, fizikî hayatta da ayniyle cereyan ediyor; fizikî vücutlar da birleşerek, kendi varlıklarını aşan daha geniş bir bütünlüğe ulaşmaya çalışıyor; kendilerinin dışına çıkarak başka bir varlıkta mânâlarını-insanlıklarını-varlıklarını yaşatıyorlar. Kadın ve erkeğin birbirlerine olan meyillerinin bu garib macerası aşk-şehvet birlikteliğinin o birbirine geçmiş yollarında, bir yönüyle kendi varlıklarını aşarak ruhî tamlığı ve bütünlüğü ararken, diğer yönüyle bedenî olarak kendi fizikî varlıklarını-mânâlarını kaskatı bir vakıa olarak “çocuk”ta yaşatıyorlar. Bütün yollar Roma’ya çıkar hesabı, bütün aşk hikayelerinin gerçek ve hakiki, elle tutulur, gözle görülür mânâsı işte buraya çıkıyor. Yoksa Tolstoy’un sorduğunu biz de sormak durumunda kalırız: “Niçin yatıyorlar öyleyse?” “Ruh fiziğin hakimidir”; işte bu yüzden aşık olduğumuzda, ruhî bir bütünleşme arzusu duyduğumuz gibi, fizikî birleşme arzusu da duyarız; bu bir ânlık kıvılcımla da, hayatın hamlesi, bizim fiziki varlığımızı aşan daha büyük bir gayeyi gerçekleştirir. Kadın ve erkeğin bu harikulade birlikteliğini, şehvetin bu harikulade gayesini, “aşk için aşk” şeklinde bir romantizme feda etmek oldukça garibtir.

Kadın ve erkeğin birbirlerinin tabiatlarını tanımak istemeyişleri, fizikî ve ruhî ihtiyaçlarını görmezden gelmeleri, aile ilişkilerinde yaşanan tatsız-tuzsuz bir hayatı “mecburen” çekmeleri, böyle bakınca hiç de tabiî gelmiyor. Birbirinin fıtrî hususiyetlerini, fizikî ihtiyaçlarını bile tanımaktan kaçan çiftlerin “ruhî birlikten” bahis açamayacakları da açıktır halbuki… Meselâ, kadın ve erkeğin cinsî hisleri hem psikolojik, hem de fizyolojik olarak birbirlerinden farklıdır. Bir erkeğin vücudu milyonlarca sperm üretir. Bu spermlerin sonsuza kadar birikmesi mümkün değildir. Fizyologlar, erkek vücudunun, ürettiği spermlerden -normalde en az 4 günde bir- kurtulmak için fizikî bir baskı yaptığını, bu baskının cinsî hisleri tahrik ettiğini ve eğer “boşalma” olmazsa, istem dışı bir boşalmanın yaşandığı, bunun da hem fizikî hem de psikolojik zararları olduğunu-olabileceğini söylüyorlar. Bu tıbbî gerçek, kadınların fizyolojisinde tamamen farklıdır. Kadının cinsî olarak tahrik olması, duyguya, hisse daha çok bağlıdır. Fizikî baskı çok daha uzun bir zamana yayılır ki, Allah Resulü’nün, Hz Fatıma’ya bu hususu sorduğunda aldığı cevab, “6 aydır”. Erkeğin duygusuz olduğu mânâsına gelmiyor bu tesbit, sadece bir hakikati dile getiriyor; erkeklerin cinsî hisleriyle bu kadar başlarının dertte olmasının fizikî bir dayanak noktasını olduğunu da işaretliyor. Aile içi ilişkilerin en mühim vazifelerinden birinin cinsî ilişkiler çevresinde şekillendiğini kabul etmek gerekiyor. Çünkü, bu açıdan bakıldığında, aile, cinsî ilişkilerin düzene girmesini sağlayan, insan tabiatına uygun yegane müessesedir. Ancak genelde sanki cinsî hisler aile müessesesinin en tabiî aksiyonu değilmiş gibi gözardı edilmektedir. Düşünsenize, erkeğin, hiç bir tahrikin olmadığı bir durumda bile, en az 4 günde bir yeniden uyanan cinsi arzularının, eğer karşılık bulmazsa, onu, günaha açık bir pozisyona düşürdüğünü... Ruhları imâr etmek ve hürriyetlerine kavuşturmak, her daim fizikî bir ıstırabla yüzyüze kalma ve günaha açık bir pozisyona düşme tehlikesi ile karşı karşıya olan erkek için bir hayâl olmaktan öteye geçmeyecektir. Allah Resulü bir hadis-i şerifinde, mealen, “şehvet hisleri uyanan kişinin aklının yarısı gider” buyurur. Belki de bu sebeblerle, eşi onu yatağa davet ettiği halde karşılık vermekten kaçınan kadın, İslâm ahlâkında hoş görülmüyor. Ve belki de yine bu sebeblerle, evlilik, genç yaştaki bekarlar için teşvik ediliyor. Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde “Üreme ve Türeme” davamızı çerçevelerken, meseleyi keyfiyet ve kemmiyet bakımından mezceder:

"Evet; Olmak, hep olmak ve her sahada olduktan sonra bu oluş etrafında çoğalmak, hep çoğalmak ve nihayet her sahada hâkim mikyasları taşırmak, Müslümanların varlık borcudur.

Üreme ve türemenin iki cenahı vardır; Birincisi içeriden ve iç tedbirlerle çoğalmak, hep çoğaltmak ve nihayet en titiz yetiştiricilik tasarrufunun rejimini yaşamak… İkincisi de, bu çığın kitlesine, ruhî ve kavmî dış benzerlerini cezbetmenin iç ve dış şartlarını tamamlamak... Hem kemmiyet ve hem keyfiyette bir arada telâkki şuuru...

Birinci usul, en şanlı sünnetlerden biri olan izdivaç müessesesini, hemen hemen aksi düşünülemez bir nimet haline getirici bütün yolları plânlaştırmakla yerine gelir. Bu plânda, gençleri en taze yaşta evlenmeye sevk etmekten, verdikleri evlât yemişi nisbetinde şereflendirmeye ve refahlandırmaya kadar bütün tedbirler, devlet cemiyet ve aile arasında tam bir işbirliği ifadesiyle perçinleşmiştir.

(…)

Elbette ki, bu seviye ve mükellefiyete ulaşabilmenin ilk şartı, insan gücünü evvelden kıymetlendirmiş, verimli kılmış olmak... Yoksa netice, iyi yerine kötüyü çoğaltmak olur.”

Tolstoy’dan devam edelim:

"Yalnız biz erkeklerin bilemediğimiz, daha doğrusu bilmek istemediğimiz fakat kadınlarınsa çok iyi bildikleri bir nokta var: Bizim en şairane aşk dediğimiz şeyin, ahlâkçı niteliklere değil de maddi yakınlığa, saç tuvaletiyle, giyinişine, boyanışına bağlı olduğunu pek bilmeyiz. (…) İşte bu yüzden bütün bu jarseler, dar ipekli elbiseler, çıplak omuzlar, kollar, yarı çıplak göğüslerdir önemli olan. Özellikle erkekleri iyi bilen kadınlar, bir erkeğin kendisinden istediği tek şeyin onun vücudu olduğunu bilir; herşeyin bu vücudu ortaya koymaya, onu aldatıcı, çekici bir ışıkta, cazibeli göstermeye yaradığını anlar ve böyle bir davranış tutturur. Geleneksel önyargılarımızı bırakıp, yüksek tabaka arasındaki bu durumu gerçek yönüyle görür ve rezalet alışkanlığımızdan sıyrılıp onların utanmazlığına şöyle bir bakmaya çalışsak, kocaman bir genelevden başka ne görürüz!” (7)

"Kızlar evlenme çağına geldiler mi, anne babaları onları evlendirirdi. Dünyanın her tarafında bu böyledir: Çinlilerde, Kızılderililerde, Hindistan’da, Müslümanlarda, bizim köylerimizde, insanların yüzde doksandokuzunda böyleydi. Yalnız bizim gibi zevk düşkünlerinden oluşan çok az bir topluluk, bu yöntemi beğenmedi; ortaya yeni buluşlar çıktı. Bu nasıl bir şey olmalıydı? Kızlar panayırda satlığa çıkarılır gibi teşhir edilir, erkekler de mal seçer gibi seçme yapıp aralarından bir kaçını beğenirlerdi. Kızlar, talihin kendilerine gülmesini beklerken içlerinden: “Ne olur beni al, onu alma” diye geçirirlerdi. Ama bunu söylemeye cesaret edemezlerdi.” (8)

"İşte onların bütün güçlerinin sırrı burada. Kadınlar, kendilerini öyle güzel bir silah haline getirmişler ki, değil bir genç, bir ihtiyar bile onların yanında soğukkanlılığını koruyamaz. Erkekler, bir kadına, amaçsız, temiz düşüncelerle yaklaşamaz oldu. Kadına sokulur sokulmaz, sersemletici bir etkiye kapılıp şaşkına dönüyorlar. Bayram eğlencelerine ya da gece eğlencelerimize, balolarımıza bir bakın. Kadının keyfi hep yerindedir, hep gurur dolu ve alaycı bir gülümseme vardır dudaklarında. Ben de eskiden baloya gitmek üzere süslenmiş bir kadın görünce heyecanlanır, tedirgin olurdum. Şimdi neredeyse, korku duyuyorum; insanlar için bir tehlike, yasaya aykırı bir durum görüyorum. Polis çağırtıp beni onlardan korumasını, bu felaketten kurtarmasını isteyeceğim neredeyse. İnsanıbaştan çıkaran bu tehlikeli varlığın ortadan kaldırılmasını biryere kapatılmasını isteyeceğim. (…) Gün gelecek, belki de umduğumdan daha da önce insanlar bunu anlayacaklar eminim. Kadınların şehvet uyandıran kıyafetlere bürünerek erkekleri baştan çıkarmalarına insanların rahat ve huzurunu kaçırmalarına nasıl izin verildiğini hayretle karşılayacaklar. Tıpkı bir gezi yerini her çeşit tuzakla, kapanla donatmak gibi bir şey bu. Daha da kötü! Kumar niçin yasak oluyor da, ondan bin kere daha tehlikeli olan birşeye, kadınların yarı çıplak ortaya çıkmalarına ses çıkarılmıyor?” (9)

Öncelikle kadının fıtrî özelliklerinin, onun bu şekilde bir şehvet aracına kolaylıkla dönüşüvermesinde etkisi olduğunu belirtelim. Öyle ya, batılının bugün sınırsız bir özgürlük verdiği kadın, yıllarca, asırlarca, ezdikleri, hor gördükleri, sırf yaradılış özellikleri yüzünden şeytanla bir tutup lanetledikleri kadınla aynı kadındır. Ancak kadının özgürlüğü ile ne genelevler kapanmış, ne de kadın, fizikî vücudunu sergileyerek kendini erkeklere beğendirme çabasından vazgeçmiştir. Kadın yaradılış itibari ile erkekten farklıdır. Ateş ve su kadar birbirlerine zıttırlar. Kadın aktif değil, pasiftir; etken değil, edilgendir, fail değil münfaildir. Fizikî vücudları ile olduğu kadar, akli melekeleri, düşünme tarzları, ahlakî kaygıları da farklıdır. Alatlı’nın tabiri ile, kadın "biz"i temsil eder, erkek ise "ben"dir. Kadın bu çerçevede, ahlakî olarak da, yaşayış olarak da "biz" tavrını sergileyecektir. Bu yüzden kadın ve erkek arasında ezelî ve ebedî bir çekişme olacaktır. Aynı fikirler ve hayat, bugün ve istikbal, hürriyet ve esaret, madde ve ruh arasındaki çekişme gibi. Ki bu fitrî farkların hayatın devamı için gerekli olduğunu hemen belirtelim. Çünkü hayat da, fikir de, bu zıtlararası çekişmenin tezahürüdür. Goethe, "Doğarken getirdiğin yasaya uyacaksın!” der. Gerisi kendini tahrib etme noktasına varır çünkü…

Schopenhauer, "Aşkın Metafiziği"nde kadının ve erkeğin fıtrî farklarını Tolstoy kadar "gerçekçi" bir gözle anlatır:

"(Kadınlar) gözlerinin önünde bulunan şeyden mâdâsını görmezler ve zahirî görünüşü hakikat diye kabul ederek ve saçma şeyleri en mühim şeylere tercih ederek yalnız halihazıra ehemmiyet verirler. Erkek halin içinde maziyi ve istikbali düşünür. Mütemadi ihtiyatkarlığı endişe ve korkuları bundandır. Kadının cılız aklı ise ne bu istifadelere, ne de mahzurlara iştirak etmez. O bir bakıma dimağî miyoplukla malüldür ki, bu sayede kendine mahsus bir sezişle yakın şeyleri keskin bir surette görmeye muktedirdir. Lakin ufku mahduddur-sınırlıdır. Bu sebebtendir ki derhal vaki olmayacak şey, mazi ve istikbal, kadın üzerinde erkekten daha hafif bir tesir icra eder. İsrafa olan temayülleri ki, erkekten çok fazladır ve bazen çılgınlık derecesine varır, bundan dolayıdır… Kadınlar erkeklerin para kazanmak ve kendilerinin de onu sarfetmek için yaratıldıklarına kanidirler. (...) Mamafih, kadında bu kadar kusurlu olan cihetler, bir faikiyetle telafi edilmiştir. Zihni daima halihazır ile meşgul ve dolu olan kadın, halihazır ne kadar müsadesiz olsa da, ondan bizden ziyade istifade etmenin ve zevk çıkarmanın yolunu bilir. Düşünce ve meşakkat altında bitab kalan erkeği fikren dinlendirmeğe ve bazen avutmağa kadını muktedir kılan o daimî, mutad ve kendilerine has neşe işte bundandır.

Vaktiyle Cermenlerin yaptığı gibi müşkül vaziyetlerde kadın meclislerine müracaat etmek usulünü istihfaf etmemelidir. Zira kadınların hadiseleri telakki şekli bizimkinden bambaşkadır. Onlar gayeye en kısa yoldan giderler, çünkü bakışları umumiyetle ellerinin altında denecek kadar yakın şeylere bağlanır. Biz erkeklerin bakışı ise, gözlerimizin önünde bulunan şeyleri aşarak uzakta çok uzakta bulunanları arar. Biz daha basit ve daha seri görmeğe muhtacız. Buna bir de şunu ilave ediniz ki, kadınlar herhalde daha ciddi bir fikre maliktirler ve hadisat içinde ancak gerçek bir surette mevcud olanı görürler. Biz erkekler ise coşkun ihtiraslarımızın tesiri altında eşyayı büyütür ve kendi kendimize boş ve esassız hayaller tersim ederiz. Ayni hilki istidatlar kadınların bedbahtlara karşı gösterdiği merhamet, insaniyet ve yakınlığın sebebini izah eder. (...)

Ferdden ziyade Nevi-tür için yaşarlar ve Nevin menfaatlerini ferdin menfaatlerinden ziyade mühimserler. Bütün hayat ve hareketlerine bir nevi hafiflik ve erkeğin görüşüne aykırı bir görüş veren şey bundan ileri gelir. İzdivaçlarda o kadar çok görülen ve artık normal hale gelmiş imtizacsızlıkların menşei işte budur." (10)

Kadınların fıtrî olarak tüm mesailerini, çocuğa, anneliğe vermelerinde, bugünün problemleriyle meşgul olmalarında, aile çevresindeki menfaatleri koruyup kollamalarında, erkeklerde rastlanmayacak bir fedakarlık ve fazilet vardır. Kendi ferdî düşüncelerini, tasalarını, kendilerine dair menfaatlerini, her daim, aileleri için feda etmeye hazırdırlar. Ancak çağdaş medeniyet, kadını varoluş sahasından, yani ailesinden koparmakta geç kalmamıştır. Erkeklerle eşit bir fikri-ahlakî kabiliyetleri olmamasına rağmen, onları erkeklerle aynı kulvarda koşabileceklerine inandıranlar, kadınlığın ve kadınsılığın her türlü keyfiyetini lanetleyerek, onu cinsî bir obje-nesne durumuna sokmuştur. Kadına zorla verilen bu hürriyetten erkek de nasibini almıştır. Kadını aslî vazifesi, hakiki kabiliyeti olan “annelik” çevresinde teşekkül edecek bir hürriyeti solumaktan “kurtarmışlardır.” Bilindiği üzere İslâm ahlâkı, kadını “kadın keyfiyetine” uygun davranışına göre değerlendirir. Allah Resulü bir hadisinde, mealen şöyle buyurur: “Bir kadın gözünü haramdan sakınır, namusunu korur, erkeğine itaat ederse, cennete girer.” “Cennet anaların ayakları altındadır” hadis meali de bu hususun altını çizer. Bizim ahlâkımız kadını olanca tabiati ve safiyeti ile aile müessesesi içinde görmek ister; buna uygun huzuru sağlamakla mükellef olan erkeği, kadına bakmakla, onu geçindirmekle yükümlü tutar. Biz, ne batı medeniyetinin vardığı “teknik küfür”e hayranız, ne de insanı bir makine gibi eğip bükebileceğini zanneden bu zihniyetin, kadını asliyetinden kopararak yabancısı olduğu bir ülkeye zorla sokmasını alkışlarız. Kadın bu erkek dünyasında, dilini bilmediği bir hayatla yüzleşme tecrübesini yaşamıştır. Bu halinden memnun mudur? Hiç şüphesiz değildir. O, fıtratına ters bir tempoyla, asırlardır erkekle arasına girmiş fikri açığı kapatmak için canla başla çalışır ve kendini erkek dünyasına kabul ettirmek için çırpınırken, ayakları altında çiğnediği, kendi varoluş sahasıdır, ailesidir, ezcümle topyekûn kadınlığıdır. Ahmet Haşim, bu hali "erkekleşme” olarak adlandırır ve latife yoluyla, bu abesi şöyle ifadelendirir:

"İntiharlar tekrar çoğaldı. İhtiyarları açlık, gençleri aşk ölüme sevkediyor. Gençler içinde, kendini öldürenlerin büyük çoğunluğunu erkekler teşkil ediyor. Şu halde: Erkeği, seve seve ölüme yollayacak derecede cinsî bir üstünlük ve kudrete sahip olan kadının erkeğe, yani kendi esirine, eşit olmak ve benzemek için dişini tırnağını takarak yaptığı gayretlerin sebebi delilikten başka ne olabilir?

Altın gözlerin tılsımını ve mercan dudakların ateşini bir kağıt çantasına, bir mürekkepli kaleme ve bir muşambalı pardösüye değişen modern kadınla beş on dakika, biraz yakından konuşmak, erkekleşme merakının kendisine ne pahalıya oturduğunu anlamağa kâfidir: İş kadını -erken yazıhanesine gitmeğe ve geç evine dönmeğe mecbur olduğu için, yıkanmağa ve temizlenmeğe hiç vakti olmayan iş adamı gibi- acı acı ter, kepek, yağ ve toprak kokuyor. Lâvanta ve pudra, deriden ve saçtan dağılan o karışık kokuyu daha iğrenç yapmaktan başka bir işe yaramıyor.

Binlerce asırlık erkek medeniyetini anlamak ve benimsemek için işe pek geç koyulan kadın, şimdi müthiş bir hızla çalışmağa mahkûmdur. Er geç, zihin yorgunluğu, dünya yüzünü, saçı vaktinden evvel dökülmüş, cascavlak fikir kadını başları ile de dolduracaktır. İşte o gün, fecî intiharın, dünya yüzünden tamamen kalkacağı gündür."

Bu hayatı çekilir hale getiren, güzelleştiren, varlıkları ile hem bu hayatın ve hem de hakiki hayatın cennet hayalini yaşatan kadınlarımızın bu halinde sanki bir şiir havası vardır, ancak bu şiiri kadınlar yaşar ve yaşatırken, o şiiri yazma vazifesi erkeklere verilmiştir.

(…)

İBDA Mimarı, Necip Fazıl'la Başbaşa isimli eserinde şöyle der:

"Her insan dünya hakkında ferdî bir tasavvura sahibtir ve onun bu tasavvuru şu faktörlerle ilgilidir: Ruhî unsur, ferdin fiziki ve sosyal çevresi, istek hedef ve gayeleri, FİZYOLOJİK yapısı, geçmişteki tecrübeleri…” (11) İnsanın dünya hakkındaki tasavvurunun kadın ve erkek bakış açılarına göre farklılaştığını söylemiştik. Aslında kadın ve erkek ayrı dünyaları yaşarlar ve genellikle birbirlerine yabancı bir dili konuşurlar. Aile müessesesinde yaşanan problemlerin başını da işte bu tür bir iletişimsizlik çeker. Simone De Bouveoir kadının ve erkeğin yetişme koşullarının ve fizyolojik farklılıklarının aile müessesesinde buluşması ile birlikte yaşananları “kadın gözünden” şöyle anlatır:

"Yaş ayrımı fazla olmasa da, genç kızla genç erkek apayrı biçimde yetiştirilmiştir. Genç kız, kendisine kadın bilgeliğinin, kadınsal değerlere saygının öğretildiği bir kadın dünyasından çıkıp gelmektedir, erkekse tepeden tırnağa erkek ahlakının etkisindedir. Anlaşmaları genellikle son derece güçtür ve kısa zamanda çatışma başlar. Evlilik kadını erkeğin boyunduruğuna soktuğundan, karı-koca ilişkilerinin doğuracağı sorunları bütün keskinliğiyle kadın yaşayacaktır." (12)

Böyle bir kadın dünyasında, safiyet idealiyle yetişen ve erkek keyfiyetinden hiç haberdar olmayan kızların evliliğin ilk zamanlarında yaşadıkları buhranı da şöyle dile getirir:

"Kocası, erkek etkililiğine sahib, babasının yerini tutmaya aday bir yarıtanrıdır; koruyucudur, eksik-gediği tamamlayucıdır. Vasidir, kılavuzdur, kadının yaşamı onun gölgesinde çiçeklenecektir. Bütün değerlerin anahtarı, doğrunun güvencesi, karı-koca ahlakının doğrulayıcısı odur. Ama aynı zamanda, çoğu kez utandırıcı garip, tiksinç, ya da allak-bullak edici, kısacası olumsal bir yaşantıyı (cinsi deneyi) paylaşması gereken erkektir. O bir yandan kadını elinden tutup düşünsele doğru götürmekte, öte yandan da, kendisiyle birlikte hayvansılığın çamurunda yuvarlanmasını istemektedir." (13) Dahası da var: “Bir kere genç kızın düşünsel aşkı, onu her zaman cinsi aşka hazırlamamaktadır. Hayali hayranlıkları, düşleri, çocukluk ya da genç kızlığında kafasına saplanan fikirlerle doldurduğu tutkuları günlük yaşamın sınavına dayanamayacağı gibi, uzun da süremez.” (14)

Kadın üzerinde “yetiştirilme tarzı” o kadar etkilidir ki, hayata bakışını bir kere şekillendirdikten sonra, onu yeniden inşa etmek epey güçtür, hatta Bouveoir’e göre imkansız:

"Karısını kolayca isteklerine uyduracağını, ona dilediği “biçimi verebileceğini” sanan erkek dünyanın en saf insanıdır. “Kocası hangi kalıba dökerse, kadın onun biçimini alır” der Balzac, ama birkaç sayfa sonra bunun tersini söyler. Kadın soyutlama ve mantık konusunda çoğunlukla erkek yetkesinde boyun eğer; ama yürekten bağlı olduğu fikir ve alışkanlıklar konusunda da çata çat direnir. Bireysel yaşam öyküsüne çok daha fazla bağlı kaldığından, çocukluk ve genç kızlık dönemi, onun üzerinde erkekten daha etkilidir. Bu dönemde elde ettiklerinden bir daha kolay kolay sıyrılamaz. Koca karısına bir siyasi görüşü benimsetebilir, ama boş inançlarını, dini inançlarını değiştiremez. (…) Kadın, sağdan soldan öğrendiği görüşlere, papağan gibi tekrarladığı değerlere rağmen, kendi dünya görüşünü sürdürür. Bu direniş, onu, kendisinden daha zeki bir kocayı anlamasına engel olabilir. (…) Kimi zaman –ya cinsi açıdan kendini hayal kırıklığına uğrattığı ya da boyunduruk altında tuttuğu için kızdığı, öç almak istediği- erkeğe inad olsun diye, inanmadığı değerlere sarılır sıkı sıkı. Onu matetmek için anasının, babasının, erkek kardeşinin, günah çıkardığı rahibin, “üstün” gördüğü herhangi bir erkeğin yetkesine sığınır. Ya da olumlu bir şey önermeksizin durmadan karşı çıkar. Kocasını yaralamaya çalışır, saldırır, bir aşağılık duygusu uyandırmaya çalışır. Kocanın zihni üstünlüğünü yadsımak imkansızsa, öcünü cinsi anlamda almaya çalışacaktır. (Soğuklukla)” (15)

Eşler arasında birbirlerini tanımamaları sebebiyle meydana gelen iletişimsizlik, birbirleriyle dostça sohbet bile edememe halinin sebebi, Tolstoy’a göre, şehvetin hayvansılığının, iki insanı bu şekilde birbirine yabancılaştırmasıdır. Halbuki, kadın ve erkeğin birbirine yabancılaşmasının sebebi aile içinde herşeyin sıradanlaşmaya başladığı ve samimi havanın doğurduğu umursamaz haldir. Kadın, çoluk çocuğu ve eviyle o kadar meşguldür ki, kocasının ne alemde olduğunu düşünmek aklına bile gelmez. Erkek de kendi işleri ile öyle meşguldür ki, kadının hayatına dair en ufak bir ilgisi-bilgisi yoktur. Bu hal bir kere başladı mı, gerisi gelir ve iki-üç kelimelik diyaloglar dışında, yahut zorunlu diyaloglar dışında eşler konuşamaz olurlar. Aslında bütün kalbleri ile konuşmak için, birşeyler paylaşmak için can atarlar belki lakin, birbirlerinin dilinden anlamadıklarından, her konuşma teşebbüsü bir kavga ile neticelenince hepten boşverirler. Ancak bu hal öyle bir gerginlik doğurur ki, Bouveoir, bu hali tasvir eden bir romandan şöyle aktarır:

"…Kadın başkalarıyla cakır cakır konuşurdu… Ernest de epey gevezeydi başkalarının yanında… Kadın evlenmezden önce, nişanlılık döneminde ne konuştuklarını hatırlamaya çalıştı. Öteden beri birbirlerine söyleyecek şeyleri olmamıştı pek. Ama kadın buna aldırmamıştı… Öpüşme falan gibi insanın zihnini uğraştıran bir sürü şey olmuştu.. Ama yedi yıldan sonra geceleri doldurmak için öpüşmelere ve benzeri şeyleri güvenilmez elbet.

İnsan, ilk bakışta, yedi yılda kişilerin birbirlerine alıştığını, ne yapalım böyle bu iş diyerek boyun eğdiğini sanır. Ama hayır. Sonunda sinirleriniz bozulur. Kimi zaman insanlar arasında belir
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com