EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

'İnsanoğlu nasıl bu kadar gaddar olabiliyor?'

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Nis 26, 2013 10:44 pm    Mesaj konusu: 'İnsanoğlu nasıl bu kadar gaddar olabiliyor?' Alıntıyla Cevap Gönder

CİNLER...
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
26/04/2013



27 Mayıs tutuklamaları ve Yassıada duruşmalarına ilişkin bazı belgesel dökümanları incelerken, ızdırap verici insan öykülerinin yanı sıra, ibretlik benzerlikler ile güç ve iktidarı tek merkez olarak alıp şekil değiştiren karakterler dikkatimi çekti.

Örneğin, devrin 'matbuatı' 1960 Ocak ayı nüshalarında Başbakan Adnan Menderes'e ölçüsüz övgüler düzüyor. Menderes'in, İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün'ün kızının nikahına katılması günün manşetidir. Bu nikahta Menderes ve Refik Koraltan, genç çiftin nikâh yüzüklerini takarken görüntülenmiş. Etraflarında yüzlerce gazeteci birbirini eziyor, "Sayın Başvekil Adnan Menderes Beyefendi hazretleri o gün pek şıktılar" şeklinde devrin 'haber üslûbuna" uyduğu anlaşılan yayınlar yapılmış.

1960 Şubat'ının gündem maddelerinden birisi de Londra'da yapılan Kıbrıs konferansıdır. Malûm matbuat, aynı şekilde bu kez de Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun etrafında pervanedir. En 'objektif' haber dilinde bile kendisinden "Dış İşleri Nazırımız" diye bahsedilmekte ve Londra'da dünya basınının "âlâkasına" nasıl "mazhar oldukları" anlatılmaktadır.

Mart ayının ortalarında gazete sayfalarını süsleyen 'havadis' ise İstanbul Operası'nın açılışıdır. Açılış, "Reis-i Cumhur Hazretleri Celal Bayar" tarafından yapılmış, sanatkârlar ve bilhassa seçkin davetliler, kendisini yakından görmek için izdiham yaratmışlardır...

Bu tarz dalkavukluk örneklerinden tam iki ay sonra, yani 27 Mayıs darbesi gerçekleşince, basın birden bire ağız değiştirir. Artık manşetlerde "Demokrasinin nasıl kurtarıldığı" anlatılmaktadır.

Duruşmaların başlamasıyla birlikte basının yalakalığı da iğrenç bir hâl alır.

Size, Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol'u kamuoyuna tanıtmayı amaçlayan bir 'haber'den bir paragraf aktarayım:

"Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol, meslektaşları arasında çok sevilmiş, dürüstlüğü ile şöhret yapmış kıymetli bir adliyecidir. Çöp atlamayan bir dikkati vardır. Kendisi nazik olduğu kadar karşısındakinden de nezaket bekler. Bunu bulamazsa hatırlatmayı ihmal etmez. Daha ilk duruşmada adalete karşı büyük bir itimat havası uyandırdı..."

Nihayet karar tesis edilir, idam cezaları tatbik edilir. Menderes ve bakanları 1961 yılının 16 Eylül'ü 17 Eylüle bağlayan gecesinin sabahında darağacına çıkarılır. Daha 1,5 yıl önce 'başvekil hazretleri' ve 'reis-i cumhur hazretlerine' övgüler düzen basın, bu kez idamları ballandıra ballandıra anlatır. İnsan halinin en rahatsız edici detaylarına girilir,ölüme giderken kimlerin korkuyla titrediği, kimlerin metin durmaya çalıştığı detaylı haberlere konu olur.

Seçimlerden sonra basının yeni mâbedi, doğal olarak yeni iktidar sahipleridir. Cemal Gürsel'in sıradan bir ev kadını olan eşi Melahat Gürsel'den "Çankaya'nın yeni hanımı, ideal Türk kadınının bütün meziyetlerini şahsında toplamaktadır" şeklinde bahseden yazı dizileri yayımlanır. Gürsel çiftinin "şeref, haysiyet ve vatan sevgisi ile dolu" hayatları tefrika edilirken, "Cemal Aga"nın gençliğinde ne de "yakışıklı" bir subay olduğundan dem vurulur. Oysa hiç de yakışıklı değildir Paşa hazretleri...

Yassıada mahkemesi de tıpkı Silivri'deki Ergenekon mahkemesi gibi geride büyük bir hukuk katliamı bırakarak tarihteki yerini almış görünüyor. Tıpkı Balyoz davasında olduğu gibi mahkûmiyetlerin pek çoğu hukuki olmayan gerekçelere dayandırılmıştır. Sanıklar lehine tanık beyanları ve savunmalar dikkate alınmamış, özel hayatlar hunharca ihlâl edilmiş, ailelere zulüm çektirilmiştir.

Gaddar uygulamaların ise sadece basına yansımış olanlarını biliyoruz. Örneğin, tutuklu kadın milletvekili Necla Tekinel'in nezaret altına alındığı sırada hamile olduğu anlaşılmış, doğuma yakın Kasımpaşa Deniz Hastanesi'ne kaldırılmıştır. 9 Şubat 1960'ta bir erkek çocuk dünyaya getiren Tekinel'in bebeği, anne sütü içmesine dahi izin verilmeyerek babasına emanet edilmiş, Tekinel tekrar cezaevine gönderilmiştir. Yassıada belgeleri arasında daha sonra Necla Tekinel'i bir başka erkek hükümlüye kelepçeyle bağlanmış halde, yaka paça Kayseri cezaevine sevkedilirken görüyoruz.

İnsan portesi, şekil ve mekân bakımından da Yassıada ve Silivri arasında büyük benzerlikler göze çarpıyor. Misal, Refik Koraltan'ın aynı zamanda avukatı olan kızı Ayhan Timurtaş, ne kadar da Zeynep Küçük'ü hatırlatmaktadır.. Dolmabahçe rıhtımında Yassiada'dan haber bekleyen ailelerin üzgün ve endişeli yüzleri, Silivri cezaevi önünde çadır kuran tutuklu yakınlarının yüzüne ne kadar benzemektedir.

Karar duruşmasında mahkeme salonunu gösteren fotoğraflar ile Balyoz davasının karar duruşmasından yansıyan salon fotoğrafı neredeyse bire bir aynıdır!

Peki Yassıada ile Balyoz kararlarının hemen hemen aynı tarihte çıkmasına ne demeli? Eylül 1961'de Yassıasa Mahkemesi hükmü tesis ederken, Eylül 2012'de Balyoz davasının kararı açıklandı. Sanırım bu ayrıntıyı hepimiz atladık ama delillerin değerlendirilmesi gibi usûl açısından zorunlu safhaların büyük bir aceleyle es geçilmesinde, kararı Eylül ayına yetiştirmek ve böylece Yassıada ile sembolik bir benzerlik kurmak amacı güdülmüş olabilir mi?

Sonuç olarak bunlar siyasi davalardır ve bir siyasi hesaplaşmalar cenneti (daha doğrusu cehennemi) olan güzel ülkemizde, bu tür davalardan "adalet" beklemek safdillik olur.

Dolayısıyla, bu kadar tecrübeli bir ülkenin siyasi tutukluları, günler süren hukuki savunmalar yapmak lüksüne sahip değillerdir. Hüküm baştan verilmiştir çünkü. Bizden sonraki nesillerin siyasi hesaplaşma kurbanlarına, naçizâne olarak gerek Emniyet'te, gerek Savcılık'ta, gerekse hakim ve mahkeme karşısında on cümleyi geçmeyen konuşmalar yapmalarını tavsiye ederim. Verilmiş olan karara hiç bir etkiniz olmayacaktır çünkü..Kendimizi aptal yerine koydurmanın âlemi yok.

Bu gerçeği, 2008 yılında ilk duruşmalar yapılırken hissetmeye başladım. 2009 yılında davaya dahil edildiğimde ise siyasi davalardan 'hukuk' ve 'adalet' çıkmayacağına artık emindim.

O yüzden avukat tutmadım. Bırakın avukat tutmayı, iddianamede hakkımda ne yazıldığını bile doğru düzgün okumadım. Savunma sıram geldiğinde el yazımla tek sayfalık bir dilekçe verdim, mahkeme heyeti önünde de toplam 6 dakika süren bir savunma yaptım.

Tabii, diğer sanıkların ve avukatların iddianameyi bir paçavraya çeviren hukuki savunmalarını da saygıyla karşılıyorum. Bu rezalet gelecek nesillere gösterilmeliydi ve gösterildi de.

Geçen süreç içerisinde bir sanık olarak Ergenekon davasının hem hukuki, hem de siyasi yönüne olan ilgi ve âlakamı neredeyse tamamen kaybetmiş bulunuyorum.

Bu tarihsel olayın başka 'saikleri' ilgimi çekmeye başladı...

Bütün televizyon kanallarında sabahtan akşama kadar boy gösterip sanıkların gıyabında linç yapan yandaş tiplemelerini izliyorum. Ne kadar da benziyorlar, Melahat Gürsel'e övgü düzüp, Adnan Menderes'in zina dedikodusunu yapanlara. Demek ki her hesaplaşmada güçlü taraf, kendisine böyle soysuzlar bulmakta sıkıntı çekmiyor...

Peki insanoğlu nasıl bu kadar gaddar olabiliyor? Vicdan nasıl bu derece devreden çıkabiliyor ve bu tipler, hiç tanımadıkları insanlara karşı nasıl böyle bir kin duyabiliyorlar?

Çifte standart nasıl bu kadar utanmazca savunulabiliyor? Nasıl böyle şımarılabiliyor?.. Haksızlığın ve zalimliğin uşağı olmaktan nasıl hicap duyulmuyor?

Örneğin, daha bir yıl önce ekranlarda PKK'nın "Ergenekon'un bir uzantısı" olduğunu, "Ergenekon" adlı çatı örgütün PKK, DHKPC, Hizbullah gibi birbirinden farklı örgütleri yönetip yönlendirdiğini, kanlı eylemler yaptırdığını savunanlar; bugün PKK'nın Kürt halkının siyasi temsilcisi olduğunu söyleyip, Öcalan katilini Mustafa Kemal ile mukayese ediyorlar...

Böyle bir kişilik bölünmesi, insan bünyesi için fazla ağır değil mi?

Bu histeriyi sadece ideoloji, inanç, iktidar kavgası, korku, menfaat, ikbal beklentisi vs. gibi kavramlarla izah edebilmek mümkün mü?

Dostoyevski'nin Cinler romanı, gelmiş geçmiş en büyük siyasi roman olarak değerlendirilir. Cinler'e "siyasi roman" payesi verilmesindeki en önemli etken, dönemin Rusya'sında batılılaşma yanlıları ile Rus milliyetçileri arasında yaşanan rekabettir. Romanındaki Stefan Trofimoviç karakterinin batılılaşmacıların önde gelen kalemi İvan Turgenyev'i temsil ettiği, olgunluk döneminde katı bir Rus milliyetçisine dönüşen Dostoyevski'nin, canice eylemler yapan nihilist hücreyi tasvir ederken, nihilizm ve sosyalizm gibi batı kaynaklı siyasi akımların Rus toplumuna nasıl zararlar vereceğini işlediği savunulur.
Cinler'i gençlik dönemini geride bırakmaya başlamış biri olarak yeniden okuduğumda, bu argümanın romana "yeryüzünde yazılmış en büyük siyasi roman" derken doğru fakat yetersiz bir argüman olduğunu düşündüm. Bu genel değerlendirme, en basitinden romanın adının neden "Cinler" olduğunu açıklamıyordu çünkü...

Romanın sırrı, karakterlerin karanlık ve tehlikeli kişiliklerinde saklıydı aslında. İnsanlığa ve topluma daha iyi bir yaşam düzeni önermek adına yola çıkan idealler nasıl kanlı bir cinayetler ortamına, acımasızlığın, adaletsizliğin, yok etmenin kol gezdiği vahşi siyasi savaşlara dönüşebiliyordu? İnsan bir noktadan sonra cinayeti de, komployu da, iftirayı ve zalimliği de nasıl mübah saymaya başlıyordu?

Dostoyevski'nin verdiği mesajdan, iktidar savaşı veren insanın bir noktadan sonra, kötü güçlerin etkisi altına girdiğini ve şeytana hizmet etmeye başladığını; ancak bunu yaparken de kendisini hâlâ "yüce değerlere" bağlı zannettiğini anlıyoruz.

Tanrı ile şeytan arasındaki en büyük rekabet alanı "iktidar" olduğuna göre şeytanın, bu savaşın aciz birer piyonu olan insanı en çok "inandığı şeylerle" etkilemeye çalışacağı muhakkaktı. Kendinizi "müslüman" zannederken hırsızlık yapabilir, cinayet işleyebilir, korkunç komplolor organize edebilir, masum insanların hayatını zindana çevirebilir, ülkenizin varlıkların peşkeş çekebilir, şehit mezarı çiğneyebilirsiniz...

Rehmetli Hugo Chavez, sapkın bir Evangelist olan George Bush Irak savaşı sırasında her sabah 6'da uyanıp "Tanrı ile konuştuğunu" söylediğinde,

"Sen Tanrı ile değil şeytanla konuşuyorsun, haberin yok" demişti.

Şeytan, Tanrı kılığına da girebilir, "demokrat" kılığına da.

Yeter ki sizin yaradılışınızın alt yapısında kin, komleks, kibir ve öfke olsun...

Küçük bir Rus kasabasında geçen Cinler romanı, aslında dünyadaki bütün tutkulu iktidar arzularının bir modelidir. "İnanç" ve "ideal" olduğuna inanılan şey, iktidar bağımlılığından başka bir şey değildir .Ve bu uğurda her şey yapılır...

Romanın baş kahramanı, örgüt üyelerinin kendisine hayran olduğu, aynı zamanda korkutucu bir hücre lideridir. İradesi, herkesin iradesinden üstündür. Bir inanca bağlanma ihtiyacı içinde olanlar için "Tanrıyı" temsil eder. Kararları tartışılmazdır, insanları en sapkın düşüncelere inandırabilir, en sapkın eylemleri yaptırabilir

Baskıcılık, belagat ve rüşvet başlıca silahıdır. Ve öyle bir ruh ikiliminin içine girerler ki 'amaç' için artık her yol mübahtır. Çelişki ve çifte standarta karşı gözlere mil çekilmiştir. En inançlı dindar cinayet işleyebilmekte, en ateşli sosyalist toplumun malını çalabilmektedir. Bu çelişkiden rahatsızlık duymazlar, çünkü beyinleri kara bir perde tarafından örtülmüştür.

Taha Akyol'un bahsettiği "kara büyü" bu olsa gerektir...

O bakımdan, yüksek kürsülerde haşmetli cüppeleri ile otururken insanlığın gözünün içine baka baka hukuk katliamı yapan "adalet" adamlarını veya televizyonlarda kan dökücü terör örgütlerine övgüler düzüp, şehitlere olmadık hakaretler eden saçı başı ağarmış kadın ve adamları gördüğümüzde onların hepsinin sadece menfaat peşinde koştuklarını düşünmeyelim.

İçine düştükleri sapkınlığı idealleri zannetmektedirler, "Kara büyünün" etkisindedirler...

Ve uyanış an'ı felakettir...

Geride bırakılan yıkım ve günahlar, vicdanı cehennem ateşi gibi kavurur.

Bu dünyada uyanma fırsatı bulamayıp da günahlarını diğer tarafa taşıyanların durumu ise daha fecidir; ruhları sonsuz bir ateşte yanacak demektir.

Kutsal inançlar, onun için acı ve ızdırap çekmeyi yüceltirken; zenginlik, sefahat, iktidar ve azgınlığı şeytanın kozları olarak kötü görmektedir.

Herkes, günahlarından hiç değilse bu dünyada uyanmak için dua etse iyi olur...

Ne kadarını telaffi etsek kârdır çünkü...

twitter.com/fasibel

fasibel@gmail.com
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com