EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

ŞİA-ŞİİLİK/Necip Fazıl Kısakürek

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Ağu 20, 2009 8:34 pm    Mesaj konusu: ŞİA-ŞİİLİK/Necip Fazıl Kısakürek Alıntıyla Cevap Gönder



ŞİA-ŞİİLİK(*)
Necip Fazıl Kısakürek

Haricilikle at başı giden, beraberce yürüyen, hangisinin önce olduğu ve tesir veya aks-i tesir aldığı belli olmayan, o da türlü kollara ayrılan ve nihayet devletleşmiş bulunan bu mezhep,itikadi bir dalalet mektebi olarak, «Doğru Yolun Sapık Kolları» arasında, belirttiği yaygınlık noktasından, bazı örnekleriyle başlıca uçurum koludur. Haricilik dış yüzler üzerinde akamet mantığı müessesesiyse , Şiilik, iç yüzlere dönük ve selim aklın her desteğinden mahrum, bir sınır bozuculuk ve insanı şeytani çapta yüceltme ve putlaştırma kuruluşudur.

Şiilik, «Beyt Ehli-Peygamber Evinin kadrosu»na üstünlük tanıma noktasından temayülünü Hazret-i Osman'ın Halife seçildiği zamana kadar gerilere götürse de gayet tabii olan bu sevginin itikat hududunu zorlayıcı, bazen de yıkıcı şekilde mübalağalara vardınlması, Hazret-i Ali devrinde başlar ve bu felaketin tohumları, Haricileri de geriden körükleyici İbni Sebe eliyle atılır.

Yahudiliğin özü ve Haricilikle beraber Şiiliğin mayalandırıcısı bu tarihi şeamet heykeli, Hazret-i Ali'ye:
- Sen Allah'sın!
Demeye kadar gitmiş ve korkunç küfrüne karşı ateşte yakılması emri verilince de:
- Demedim mi, insanlan yakmak yalnız Allah'a mahsus olduğuna göre, Allah olmasaydın bu emri vermezdin. Diye mukabele etmiştir.

Doğruluk derecesini bilmediğimiz bu rivayetin mutlak doğru tarafı İbn-i Sebe ekferinin Hazret-i Ali'ye ilah gözüyle baktığı ve bu görüşünü açıkladığı, Hazret-i Ali'nin ise hiçbir insanı şeriatte haram olan bir cezalandıma şekliyle ölüme sürmeyeceğidir.

İbn-i Sebe bu sert davranış üzerine Hazret-i Ali muhitinden kaçtı ve tohumlarını her tarafa serpmeye koyuldu. Ve yığınlara açıkça kabul ettiremeyeceğini bilmesine rağmen, İslamda ilk ciddi rahneyi açıcı, Hazret-i Ali'ye insan üstü bir hüviyet verme ve onu, hatta Kainatın Efendisine takdim etme dalaletini tohumlandırmış oldu

Öyle ki, Şii sınıf, Cebrail'in şaşınp da vahyi Hazret-i Ali yerine Resule götürdüğü hezeyanına kadar vardı.

Her karşılığın müstağni kaldığı ve hiçbir cinnet nevinin eşine rastlanmadığı bu gibi hezeyanlara rağmen, Şiiliğin, Hazret-i Ali'yi mübalağayla sevmek ve halifelik hakkını onda ve sülalesinde görmek, diğer üç büyük Sahabiyi de küfürle suçlamamak şeklinde sınırlı ve itidalli Şiiliğe küfür kondurulamaz ve böylesi bazı sapıklıkları olsa da «Kıble Ehli»sayılır.

Nitekim «Şii» adını Hazret-i Hüseyin'in misilsiz bir şenaat üslubu içinde şehit edildiği Kerbela vak'asından sonra alan ve nihayetlerine kadar Emevilere düşmanlıkta devam eden Hazret-i Ali taraflıları, o güne değin bir şahıs ve aile imtiyazı üzerinde sadece hissilik belirtirken, ileriye doğru itikadi manada mezhepleşmiş, binbir parçaya ayrılmış, bir kısmiyle de ismine «Gulataşırılar » denilen bölümlere ayrılmıştır.

Üç ana şube:
GALİYE: (Gulat-aşırılar)
Bu şube ayrıca 15 bölümlü.
RAFIZA: (İlk iki Halifeyi reddedenler)
Bu şube de 24 fırka.
ZEYDİYE: ( Rafızaya karşı çıkanlar)
Bunlar da 6 kısım.

Görülüyor ki, sayılabildiği kadarıyla 45 kollu bir «Şia-Şiilik» hareketi İslam'ın ilk asrında başını almış gidiyor.

Şiilerin her ölçüyü devirici ve çiğneyici azgınlar ve aşırılar sınıflarını kasdederek kaydedelim ki, aynı hal, babasız hak peygamber Hazret-i İsa'dan sonra da meydana gelmiş ve bir Yahudi eliyle bozulan İsevilik, yüce Resulü Allah'ın oğlu diye İlan etmişti.

Bu şeytani mübalağa belası, en küçük dereceden en üstününe ve nihayet erişilmez olanına kadar topyekun tarihe ve insanoğluna musallattır.

ŞİİLİK ETRAFINDA
İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri -ki bugün onun açtığı devre içinde ve o devrenin ortasındayız- Şiiliği ve kollarından «Rafıza»yı, Alevilik tabirini de ekleyerek sapıklıkların en korkunçlariyle vasfeder ve belli başlı şubelerini tek tek sayarak, Hazret-i Ali'ye uluhiyet konduran dallarına kadar belirtir

«Tutan; bir şahsı mübalağayla tutan» manasına Şiilik ve onun neticede aynı, fakat tespitte tersinden, «Bırakan» anlamında Rafızilik, biri Hazret-i Ali'yi sınırının üstüne çıkarmak, ikincisi de yüksek Sahabileri düşürmek hedefinde toplanır ve Aleviliği de kelime farkıyla içinde taşır. Bu şekilde hulasa edilebilecek olan Şiilik yolunun ayrıca kaydettiğimiz Rafızilikten başka kolları, dalları ve onların da kolları ve dalları, bir sürü... Hak nasıl bir, batıl da sayısızsa, Şiilik batılının da bölümleri öyle; ve sayısız batılını ilan etmekte. Sapıt sapıtabildiğin kadar!... Bu bölümleri
teker teker ele almaya lüzum görmüyor ve hangi inanışın hangi kola ait olduğunu belirtmeden, ifrattakilerin hepsini birden Şiilik ve Alevilik dairesine alarak gösteriyoruz.

En başta İbn-i Sebe kolu olarak Haricilerden başlayıp Hazret-i Ali'nin hilafeti boyunca süren ve Şillik mektebinin temelini kuran cereyan... Hazret-i Ali'yi ilah ve Cebrail'i yanılmış bilenler... (Bu rivayet İmam-ı Rabbani Hazretlerinin tasdikinde olduğuna göre, vaki...)

Büyük imameti, yani devlet reisliğini, Hazret-i Ali ve soyundan kabul edip, başkalarını o makama müstehak görmeyenler ve Peygamber soyu haklarının gaspedilmiş olduğunu iddia edenler.

«İsna Aşeriyye» adı altında Hazret-i Ali soyundan «12 İmam» nazariyesini güdenler ve hepsini birden insanüstü sayanlar... Bu imamlardan onikincisi, nazarlarında gaip ve son zamanlarda zuhuru bildirilen Mehdi'yi temsil etmekte...

«Tenasuh»a, ölümden sonra ruhun başka cesetlere hululüne inananlar; Allah'ı insan
şeklinde hayal edip zamanla yıprandığını, yalnız yüzünün kaldığını, ruhunun da Ali'ye geçtiğini
öne sürenler....

Herşeyi batına, içyüze bağlayanlar ve zahire, dış yüze ait bütün yasakları ve emirleri inkar edenler... Hazret-i Ali'nin öldürülmediğini, ölmediğini, yerine şeytanın öldürüldüğünü ve onun göğe kaldınldığını, bulutlarla sarılı olduğunu, «şimşek onun kamçısı ve gök gürültüsü sesidir!» iddiasında bulunanlar... Dünyanın en galiz teşbihiyle, Allah'ın Resulünü, iki karganın birbirine benzediği kadar Hazret-i Ali'ye benzetip Vahy meleğini bu yüzden şaşırmış ve Kur'anı Ali yerine Peygambere indirmiş sananlar...

Hazret-i Ali'yi ilah kabul ettikten sonra, onun, Peygamberi Resul olarak gönderdiğini fakat Resulün insanları Ali'ye bağlayacağı yerde kendisine bağladığını iddia etmeye dek gidenler... Daha neler ve neler!... Başıboş hayalin en süfli madde ve fiilden çizebileceği nispetleri en ulvi mana ve hakikate yakıştıranlar ve sakat hayal ile sıhhatli hakikat görüşü arasında hiçbir mizana sahip bulunmayanlar...

Geniş ve toplu teşhis dairesi içinde Şiilik budur; ve onlardan «mutedil» diye
sıfatlandırdığımız, Hazret-i Ali'yi «tafdil-üstün tutma» yolunda olsa da büyük Sahabileri tasdik; ve AIlahı, Resulünü, Kitabını ve şeriati doğrulayanlar müstesna, gerisi, «EI-küfrü milletün vahide - Küfür tek bir millettir!» hükmü altındadır.
Tefessüh ocağı Bizans'ın vecd kurutuculuğu, hayal puthanesi İran'ın ölçü bozuculuğu ve Hazret-i Musa'dan beri bütün bu nefsani ve şeytani fakültelerin başlıca işleticisi Yahudi dehasının tesiriyle İslamda ilk defa büyük sapık kol Şiilik, o gidişin ismidir ki, Haricilerin kurduğu sığ ve kaba küfre dayalı baş kaldırma zemini üzerinde yüzde yüz mecnun ve hiçbir tartışmaya değmez itikadi hastalıklar kapısını açmış, kendisinden sonra gelenler üzerinde daima aşısını göstermiş ve ileride, çok ileride -belki bugün- arınmasını bekleyen hak dinin hiçbir devrinde tam kapatılamayan yarası olmuştur.

DEVLETLEŞEN ŞİİLİK
Kol kol, isim isim üzerlerinde durmaksızın ve bağlı oldukları şahısları göstermeksizin, itikat şekilleri halinde kısaca çerçevelediğimiz Şiilik, bazı ellerde birtakım huruç hareketleri kaydettikten sonra, çoğunda olduğu gibi sahiplerinin ismini taşıyan bir şube olarak Hicri Üçüncü Asırda, Irak taraflarında ve «Kıramıta» ismi altında bir devletçik kurdu. Şiiliğin en mecnun kolu
İsmailiye’den bir dal olan Kıramıta topluluğu bir asır kadar kendi havzasında
hükümranlığını sürdürdü, Sünnet ve Cemaat ehline yapmadığı zulüm bırakmadı; Mekke'yi bastı, binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi ve «Hacer-i Esvet»i söküp Irak'a götürdü. Hicri 378 yılında ortadan kaldırıldı.

Ayrıca Mısır'da Fatımiler...
Şii kollarından asıl devletleşebilen ciddi örnek, (Hicri 473) Hasan Sabbah isimli bir mecnunun bayrağını açtığı doğrudan doğruya İsmailiye, bir ismiyle de Batınıye şubesidir.

- «Cevizin içiyle kabuğu gibi Kur'an'ın bir batını (içi), bir de zahiri (dışı) vardır. İş batındadır ve zahirdeki emirler ve yasaklar vardır. Batına bağlananlar murada zahmetsiz ve eziyetsiz erer. Haram diye bir şey yoktur ve her şey helaldir. Şeriat sahibi Peygamberler yedidir; bunlar Adem, Nuh, İbrahim, Nusa, İsa, (M...) ile altıya ermiştir; yedincisi ise Mehdi'dir ve gelecektir. Allah vardır, alimdir, kudretlidir!»

Ve tespitinin bile kaleme giran geleceği daha neler!.. Mesela:
«-Kadın, adetten sonra namazını kaza etmez de orucunu kaza eder, nasıl olur? İdrar meniden daha pisken guslü gerektirmez de öbürü gerektirir, niçin? Bazı namazlar ne yüzden 4 rekat da bazıları 3 veya 2?..»

Ruh emrine basit bir ölçü aleti olan aklın hangi sapıklığa kadar memur edilebileceğini göstermekte eşsiz bir (manyak) olan Hasan Sabbah, İran'ın meşhur nasipsiz şairlerinden Ömer Hayyam ve Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk ile mektep arkadaşlığı etmiş ve Alparslan'ın himayesine ermişken, Selçuklularla bozuşmuş, oradan Mısır'a kaçmış, Şii Fatımilerden himaye görmüş ve Fars illerinde, - nice büyük din adamına beşik olmakla maruf ve bu defa küfrün en şiddetlisine maruz- öz memleketi Rey şehrinde başına birtakım tımarhanelikleri toplayarak bazı zaptedilmez kaleleri basmış, düşürmüş, üzerine gelen Selçuklulara karşı durabilmiş ve devleti yedinci asrın ortasına kadar 181 yıl ayakta kalabilmiş bir adam...

«Kartal yuvası» manasına, dik kayalıklar üstünde «Alamut» kalesi... Bu kalede bağlılarının, bir işaretiyle kendilerini kale burçlarından aşağı attığı, kuduz fıkir ve gözü karalıkta ve cahil yığınları büyülemekte eşsiz bu adam, Şiiliğin Rahmanilikten Şeytaniliğe aktarma edilen, Bizans, Fars ve Yahudi kırması «İlhad-küfür»aksiyoncularının başında gelir.

İmam Cafer-i Sadık Hazretlerinin büyük oğlu İsmail'i son imam tanıdıkları için «İsmailiye» ismini alan, sadece 7 imam kabul ettiklerinden «Sebiyye- Yedicilik» diye adlandırılan ve zahir ölçülerini reddetmelerinden ötürü «Batınıyye» diye de yaftalanan bu fırka, Useyriler, Dürziler üzerinde dahi tesir sahibidir.

Gerisi, Hicri Onuncusu Asır başlarında, Şah İsmail Safevi'nin resmen Şiiliği ilan etmesiyle bu mezhebe yataklık eden ve başta Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Padişahlarım bir hayli uğraştıran ve Anadolu topraklarına Aleviliği sokan Farslar... Fars tipi, İslamı yüceltmekte ve batırmakta iki ters istikamet sahibi mücerret bir istidat ifadesidir.

* Doğru Yolun Sapık Kolları'ndan

ŞİA İNANCINDAKİ TAKİYYENİN FERT VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Alihaydar Can
09.11.2011


Emir Hasan Çeheltan

Takiyye, Şia (1) inanç ve ahlâkında önemli bir yer tutan ve kökleşmiş bir uygulamadır.

Takiyye, olduğun gibi görünmeme veya göründüğün gibi olmama, her duruma çabucak adapte olarak, her araziye kolaylıkla uyarak, gerçek inanç ve düşüncelerini ustalıkla gizlemek demektir.

İnsan hayatını bir yalanlar yumağı haline getiren takiyye'nin fert ve toplum üzerideki olumsuz etkilerini birinci elden öğrenmek isteyenler için İranlı sanatçı Emir Hasan Çeheltan'ın Guernica dergisine yazdığı yazıdaki konuyla ilgili bölümü çok öğretici unsurlara sahip.

konstantiniye.blogspot.com/ bu bölümü tercüme ederek konunun doğru anlaşılmasına büyük katkı sağlamış:

[İranlı sanatçı Emir Hasan Çeheltan, yüzyıllardır içselleştirilmiş İran yalan "kültürü" hakkında şöyle diyor:
"İran İslam kültüründe, 'Taqiye' diye adlandırılan bir şey var. Anlamı, durumlar düzelene kadar hayatta kalabilmek için itiraz etmemek, birşey söylememek. Bunun da ötesinde, ne düşündüğünü doğrudan söylememek. Tarihi nedenlerden dolayı Taqiye derin köklere sahip. Kime güvenebileceğinizi anlamak zor. Ne komşunuza, ne arkadaşınıza, ne okul arkadaşınıza, hatta kendi eşinize bile güvenemiyorsunuz. Biz çok konuşuyoruz, ama olayların büyük/asıl kısmını gizliyoruz. Bu, karakteristik sosyal bir özellik halini aldı."] (Yazının orijinali içintıklayınız: http://www.guernicamag.com/interviews/3213/rahbaran_cheheltan_11_1_11/ )


Emir Hasan Çeheltan'ın bu tespitleri konuyu bütün yönleriyle anlamamızı sağlayacak kadar net ve açık değil mi?

Asıl mesele şu...

Şia inanç ve ahlâkının ayrılmaz bir parçası olan takiyye, Ehl-i Sünnet inanç ve ahlâkında kesinlikle yasak (haram) olmasına rağmen; yüzde 95'ten fazlası Sünnî kökenli olan bu topluma nasıl sirayet edip bünyeleşti?


Şah İsmail

Bu sorunun cevabını doğru tespit edebilmek için, Hariciler (2)’den başlayarak Hasan Sabbah (3)’a, ondan Safevî sultanı Şah İsmail (4)'e kadar gidip, oradan bugüne, iz sürmek gerekiyor.

Dipnotlar:

1- Şia Şiilik: [Haricilikle at başı giden, beraberce yürüyen, hangisinin önce olduğu ve tesir veya aks-i tesir aldığı belli olmayan, o da türlü kollara ayrılan ve nihayet devletleşmiş bulunan bu mezhep,itikadi bir dalalet mektebi olarak, «Doğru Yolun Sapık Kolları» arasında, belirttiği yaygınlık noktasından, bazı örnekleriyle başlıca uçurum koludur. Haricilik dış yüzler üzerinde akamet mantığı müessesesiyse , Şiilik, iç yüzlere dönük ve selim aklın her desteğinden mahrum, bir sınır bozuculuk ve insanı şeytani çapta yüceltme ve putlaştırma kuruluşudur. (..)Her karşılığın müstağni kaldığı ve hiçbir cinnet nevinin eşine rastlanmadığı bu gibi hezeyanlara rağmen, Şiiliğin, Hazret-i Ali'yi mübalağayla sevmek ve halifelik hakkını onda ve sülalesinde görmek, diğer üç büyük Sahabiyi de küfürle suçlamamak şeklinde sınırlı ve itidalli Şiiliğe küfür kondurulamaz ve böylesi bazı sapıklıkları olsa da «Kıble Ehli»sayılır.
Nitekim «Şii» adını Hazret-i Hüseyin'in misilsiz bir şenaat üslubu içinde şehit edildiği Kerbela vak'asından sonra alan ve nihayetlerine kadar Emevilere düşmanlıkta devam eden Hazret-i Ali taraflıları, o güne değin bir şahıs ve aile imtiyazı üzerinde sadece hissilik belirtirken, ileriye doğru itikadi manada mezhepleşmiş, binbir parçaya ayrılmış, bir kısmiyle de ismine «Gulataşırılar » denilen bölümlere ayrılmıştır. (..)«Tutan; bir şahsı mübalağayla tutan» manasına Şiilik ve onun neticede aynı, fakat tespitte tersinden, «Bırakan» anlamında Rafızilik, biri Hazret-i Ali'yi sınırının üstüne çıkarmak, ikincisi de yüksek Sahabileri düşürmek hedefinde toplanır ve Aleviliği de kelime farkıyla içinde taşır. Bu şekilde hulasa edilebilecek olan Şiilik yolunun ayrıca kaydettiğimiz Rafızilikten başka kolları, dalları ve onların da kolları ve dalları, bir sürü... Hak nasıl bir, batıl da sayısızsa, Şiilik batılının da bölümleri öyle; ve sayısız batılını ilan etmekte. Sapıt sapıtabildiğin kadar!... Bu bölümleri
teker teker ele almaya lüzum görmüyor ve hangi inanışın hangi kola ait olduğunu belirtmeden, ifrattakilerin hepsini birden Şiilik ve Alevilik dairesine alarak gösteriyoruz..] Necip Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun sapık Kolları, Büyük Doğu yayınevi, İstanbul.

2- Haricilik: [Şiilik, «Beyt Ehli-Peygamber Evinin kadrosu»na üstünlük tanıma noktasından temayülünü Hazret-i Osman'ın Halife seçildiği zamana kadar gerilere götürse de gayet tabii olan bu sevginin itikat hududunu zorlayıcı, bazen de yıkıcı şekilde mübalağalara vardınlması, Hazret-i Ali devrinde başlar ve bu felaketin tohumları, Haricileri de geriden körükleyici İbni Sebe eliyle atılır. Yahudiliğin özü ve Haricilikle beraber Şiiliğin mayalandırıcısı bu tarihi şeamet heykeli, Hazret-i Ali'ye:
- Sen Allah'sın!
Demeye kadar gitmiş ve korkunç küfrüne karşı ateşte yakılması emri verilince de:
- Demedim mi, insanlan yakmak yalnız Allah'a mahsus olduğuna göre, Allah olmasaydın bu emri vermezdin. Diye mukabele etmiştir.

Doğruluk derecesini bilmediğimiz bu rivayetin mutlak doğru tarafı İbn-i Sebe ekferinin Hazret-i Ali'ye ilah gözüyle baktığı ve bu görüşünü açıkladığı, Hazret-i Ali'nin ise hiçbir insanı şeriatte haram olan bir cezalandıma şekliyle ölüme sürmeyeceğidir.
İbn-i Sebe bu sert davranış üzerine Hazret-i Ali muhitinden kaçtı ve tohumlarını her tarafa serpmeye koyuldu. Ve yığınlara açıkça kabul ettiremeyeceğini bilmesine rağmen, İslamda ilk ciddi rahneyi açıcı, Hazret-i Ali'ye insan üstü bir hüviyet verme ve onu, hatta Kainatın Efendisine takdim etme dalaletini tohumlandırmış oldu
Öyle ki, Şii sınıf, Cebrail'in şaşınp da vahyi Hazret-i Ali yerine Resule götürdüğü hezeyanına kadar vardı.] Necip Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun sapık Kolları, Büyük Doğu yayınevi, İstanbul.

3- Hasan Sabbah: [Şii kollarından asıl devletleşebilen ciddi örnek, (Hicri 473) Hasan Sabbah isimli bir mecnunun bayrağını açtığı doğrudan doğruya İsmailiye, bir ismiyle de Batınıye şubesidir. (..)Ruh emrine basit bir ölçü aleti olan aklın hangi sapıklığa kadar memur edilebileceğini göstermekte eşsiz bir (manyak) olan Hasan Sabbah, İran'ın meşhur nasipsiz şairlerinden Ömer Hayyam ve Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk ile mektep arkadaşlığı etmiş ve Alparslan'ın himayesine ermişken, Selçuklularla bozuşmuş, oradan Mısır'a kaçmış, Şii Fatımilerden himaye görmüş ve Fars illerinde, - nice büyük din adamına beşik olmakla maruf ve bu defa küfrün en şiddetlisine maruz- öz memleketi Rey şehrinde başına birtakım tımarhanelikleri toplayarak bazı zaptedilmez kaleleri basmış, düşürmüş, üzerine gelen Selçuklulara karşı durabilmiş ve devleti yedinci asrın ortasına kadar 181 yıl ayakta kalabilmiş bir adam...
«Kartal yuvası» manasına, dik kayalıklar üstünde «Alamut» kalesi... Bu kalede bağlılarının, bir işaretiyle kendilerini kale burçlarından aşağı attığı, kuduz fıkir ve gözü karalıkta ve cahil yığınları büyülemekte eşsiz bu adam, Şiiliğin Rahmanilikten Şeytaniliğe aktarma edilen, Bizans, Fars ve Yahudi kırması «İlhad-küfür»aksiyoncularının başında gelir.] Necip Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun sapık Kolları, Büyük Doğu yayınevi, İstanbul.

4- Şah İsmail: [Hicri Onuncusu Asır başlarında, Şah İsmail Safevi'nin resmen Şiiliği ilan etmesiyle bu mezhebe yataklık eden ve başta Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Padişahlarım bir hayli uğraştıran ve Anadolu topraklarına Aleviliği sokan Farslar... Fars tipi, İslamı yüceltmekte ve batırmakta iki ters istikamet sahibi mücerret bir istidat ifadesidir.] Necip Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun sapık Kolları, Büyük Doğu yayınevi, İstanbul. [[I. İsmail (Şah İsmail olarak da bilinir. Azerbaycanca: شاه اسماعیل, Şah İsmayıl Xətai, Farsça: شاه اسماعیل اول; d. 17 Temmuz, 1487; Erdebil, Akkoyunlular; ö. 24 Mayıs, 1524; Erdebil, Safevi Devleti) Safevi Tarikatı'nın lideri ve Safevi Devleti'nin kurucusu ve ilk hükûmdarı. (..) İsmail, 17 Temmuz 1487 tarihinde Erdebil şehrinde Safevi Tarikatı'nın şeyh ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Baba tarafı Şeyh Safiyüddin'in sülalesinden olup İsmail'in babası Şeyh Haydar, dedesi ise Şeyh Cüneyd'dir. İsmail'in annesi "Teodora (Alemşah Halime Begim)" Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'nın kızı, Pontus Rum İmparatoru IV. Yohannes Komnenos'un torunudur. (..) Babası Şeyh Haydar öldürüldükten sonra, İsmail annesi ve kardeşleri Sultan Ali ve İbrahim ile birlikte Şiraz'da mahkûm edilir. Mahkum edildiklerinde İsmail daha iki yaşında bile değildir. (..) Sonra onu Lahicana, Gilan hükümdarı Mirza Ali'nin sarayına getirirler. Gilan'a geldiğinde İsmail daha yedi yaşındaydı. Burada, Hasan Han'ın koruması altında Lala Hüseyin tarafından eğitilir. İsmail yaklaşık altı yıl burada kalarak, dönemin tanınmış emir ve alimlerinden dini, dünyevi ve askeri eğitim görür.İsmail 13 yaşında siyasi ve dini konularda faaliyete başladı. 1499 yılının Ağustos ayında Erdebil'e yollandı. 1500 yazında Erzincan'da Ustaclu, Şamlu, Rumlu, Tekelü, Zülkadir, Avşar, Kaçar ve Varsak kabilelerinden oluşan 7.000 Kızılbaş İsmail'in davetine icabet etmiştir. Kızılbaş orudusu Kasım 1500'de Kura Nehri'ni geçerek Şirvanşahlar Devleti üzerine yürümüştür. Gülistan Kalesi yakınında gerçekleşen Çabani Meydan Muharebesi'nde Şirvanşah Ferruh Yasar'ın ordusunu yenmiş ve Bakü'yü zapt etmiştir.1501 yılında Tebriz'de Azerbaycan Safevi Devleti'ni kurmuştur. 1502 yılından merkezi Tebriz olmakla tüm Güney Azerbaycan ve Kuzey Azerbaycan'ın akseriyet topraklarında Azerbaycan Safevi Devleti'nin Şahlığını yapmıştır. 24 Eylül 1503 tarihinde Şiraz'a girmiş ve aynı yılın sonlarına kadar Azerbaycan, Fars ve Irak-ı Acem'in çoğu üzerinde hakimiyet kurmuştur.
1510'da Merv yakınında Şeybani Hanlığı'nı yenerek Muhammed Şeybani Han'ı öldürmüştür. Ancak 1514'te Çaldıran Muharebesi'nde Osmanlı padişahı I. Selim'e yenilmiştir. Bu yenilgiden sonra ruhsal bir çöküntü yaşadı. İsmail 24 Mayıs 1524'te 37 yaşındayken iç kanamadan öldü, Erdebil'deki Safevi Türbesi'ne defnedildi.] tr.wikipedia.org/


Iraklı Şii müslümanların ruhani lideri Ayetullah Sistani, Peygamberin zevcesi Aişe annemize ve 3 halifeye hakaret edenleri mücrim ve münafık ilan etti.
2013-10-11



Ayetullah Sistani’den Net Açıklama

TAHA HABER - El Alem televizyonunun bildirdiği haberde, Iraklı Şii müslümanların lideri Ayetullah Sistani, Peygamberin zevcesi Aişe annemize ve 3 halifeye hakaret eden, Şii görünümlü siyonist kuklaların Azamiye semtinde yaptıkları bu çirkin eylemin, kabul edilemez bir eylem olduğunu ve ehlibeyt imamların yolunda gidenlerin, kesinlikle bu çirkin eylemden beri olduğunu bildirdi.

Ayetullah sistani ayrıca, Irak başbakanı Nuri Maliki’den, Bu çirkin ve ahlak dışı eylemi gerçekleştirenleri derhal adelete teslim ederek, bu eylemi gerçekleştirenleri, hak ettikleri cezaya çarpırtmalarını istedi. Ayetullah Sistani ayrıca, sünni müslümanların üstün gördüğü değerlere hakaret edenleri, bundan sonra mücrim ve Münafık guruhlar olarak, tanınacaklarını ilan etti.

Irak’ta Nasır el-Deraci adlı bir şahsın başını çektiği bir grubun Bağdat’ın Sünnilerin çoğunlukta olduğu Azamiye semtinde bazı sahabelere hakaret içeren sloganlar atması üzerine yöneltilen bir soruya cevap veren Ayetullah Sistani, mezhebi değerlere yönelik hakaretleri kınadı ve bu tür tutumların Ehlibeyt’in siretine aykırı olduğunu söyledi.

Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin de kınayarak tutuklanması yönünde emir verdiği Nasır el-Deraci ve grubuna diğer Iraklı Şii alim ve taklit mercileri de tepki gösterirken, Sadr Hareketi Lideri Mukteda Sadr da başkalarının maşası olarak nitelediği Deraci’yi fitnecilikle suçladı.

Daha önce de İran İslam Devrimi Lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamenei, Sünilerin kutsal değerlerine yönelik aşağılayıcı ifadelerin haram olduğu yönünde fetva vermiş, Amerika ve İngiltyere'den bu yönde yayınlar yapan bazı Şii uydu kanalalrını emperyalistlerin maşası olmakla suçlamıştı.
Taha haber


En son Ekim tarafından Prş Ekm 10, 2013 11:41 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ağu 29, 2012 12:07 am    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Hariciler (*)
Necip Fazıl Kısakürek

TOPLU HÜKÜM

Allah'ın yüzünü keremlendirdiği, Beyt Ehli büyüğü Hazreti Ali'den sonra «Haricilik» siyasi bir ihtilaf fırkası olmaktan çıkıp itikadı temellere musallat türlü hamakat, vahşet ve dalalet helezonları çizerken, büyük sebep ve üstün saiki şu nokta üzerinde göstermiş bulunuyordu:Artık vecd ve aşk uçmuş ve -kıyamete kadar tek taşı düşmez nur sütunu, arada bir fışkırmak üzere sığ cemiyet planından fert derinliklerine doğru çekile dursun - yerini, haşin nefsaniyet emrinde kaba akıl almaya başlamıştır.Bu hal, vücut ile adem, karanlıkla aydınlığın mücadele sahnesi olan bu dünyada, ilahı kanun icabı, kaçınılmaz bir neticedir. İman ile küfür arasında aynı mücadele, dini, idrak derecelerinin en üstünü olan vecd ve aşkı kaybettikleri için keyflerine göre anlamaya başlayanlara karşı gerçek ve derin müminlerin tavrına eşittir. Şu farkla ki, küfürde olan, imana gelince, yüreği kaynar sudan geçmişcesine tertemiz ve sapsağlam hale gelir de, bu anlayışsızlar, yerine perçinlenmez bir kemik haliyle ebediyen sakat kalırlar..Bu hal hemen her peygamberde tecelli etmiş; ve «siyasi»den itikadı yaraya doğru en zehirli ifadesini Hazret-i Ali devri ve ötesinde bulmuştur. «Sadaka Resulullah!» tabiriyle istikbali haber veren mucize, sapık kolların sayısına kadar gerçekleşme yoluna girmiştir.Daha evvel hafifçe dokunup geçtiğimiz şu levha, Haricilik zihniyetiyle gerçek iman, ruh ve anlayışını en acıklı şekilde gösterir:«Nehrevan Köprüsü» hadiseleri sırasında bir grup Harici, kırda, küçük bir kafilenin kendilerine doğru yol aldığını görüyor. Merkep üstünde bir kadın, etrafında birkaç kadın daha;ve boynunda bir torba asılı bir erkek... Bu erkek, üzerinden saadet devrinin kokusu gelen bir Sahabi oğludur ve adı Abdullah İbn-i Habbab... Merkepteki kadın da, doğurmasına pek az zaman kalmış, hamile zevcesi. Ve yakınları...HariciIer onları durduruyorlar ve Abdullah'a soruyorlar:- Boynundaki torbada ne var?- Kur'an...- Ebubekr ile Ömer hakkında fikrin?- İkisi de hayr ile anılmaya layık...- Ya Muaviye ile Ali arasındaki hakem meselesi?- Ali, Allah'ın kitabını ve emirlerini sizden daha iyi bilir!- Osman ile Ali'yi de nasıl gördüğünü söyle!- Onlar da hayr yolunda...- Sen işlere değil, şahıslara ve makamlara göre düşünüyorsun! Bir Sahabi oğlu olduğunu söylediğine göre bize babandan işittiğin bir hadis naklet!- Nakledeyim: Allah'ın Resulü buyurmuşlar:«Yakında öyle bir fitne kopacak ki, o fitnede insanların bedenleri ölürken kalpleri de ölecek...İnsan o fitneye mümin olarak girip sabaha kafir çıkacak... Aksine, kafir olarak girip mümin de çıkacak...»

Sen kitaba değil, kafana uyarak konuşuyorsun! Boynunda asılı kitap, bize, seni öldürmemizi emrediyor!... Ve dişleri kan pıhtılı sırtlanlar karşısında bile ruhi tamamlığından zerre feda etmeyen ceylan seciyeli Sahabi oğlunu bir dere kenarına çekip yere yatırıyor ve koyun boğazlarcasına kesiyorlar... Karısını da karnını yarıp çocuğuyla beraber ölüme bırakıyorlar...Öbür kadınlara da bıçak altında aynı akibet....Ne gariptir ki, kan sarhoşu sırtlandan gözü yaşlı bir ceylan süzen İslam inkılabından önceki çöl Arabının karakterini ilan eden ve Arabın necip hakikatine yol bulamamış olan bu tipler,alınları yara bere içinde kalacak kadar ibadetlerine düşkün ve bir Hıristiyanın tek hurmasına bile el uzatamaz derecede prensiplerine bağlıdır. Hazret-i Ali'ye kafır demedikleri için şehit ettikleri Müslümana karşılık, bedeli ödenmeyen ve sahibinin rızası alınmayan tek bir hurmayı yediği için kendi yakınına da kıyacak derecede kudurmuş ve zıt kutuplar arası muvazeneyi
yitirmiş Harici ruhu, belki ihlas içinde, fakat o kadar ters ve birbiriyle bağdaşmaz tecelliler arzeder ki, kuru akılcılar ve gizli fitneciler emrinde «batılın vecdi» diye vasıflandırabileceğimiz yeni ve şeytani bir cereyana mecra açılmış bulunduğunu ihtar eder.Evet; gölgelenmeye başlayan «Hakkın vecdi» yerine «batılın vecdi» ve korkunç çaptagözükara aksiyonu!...

DAĞILMA VE YAYILMA

Hazret-i Ali, İbn-i Habbab vak'asından sonra, Haricilerden bir güruhu karşısına alıp:- Abdullah'ı kimler öldürdü? Diye sorunca, tek ağızdan şu cevabı almıştı:- Hepimiz birden!.. Şunlar veya bunlar değil!..Ve hepsinin birden öldürülmesini emretmiş ve müthiş bir Harici kıyımı başlamıştı...

VEHHABİLİK

(Lenin) nasıl (Marks)ın tatbikçisi olduysa İbn-i Abdülvehhab da, asıl tatbikçi amelesini Suudiler kolunda bularak İbn-i Teymiyye kafasının maddeye nakşedicisi oldu.Ancak İkinci Abdülhamid devrinde biraz nefes alır ve etrafı görür gibi olan biricik İslam devletinin zaafından ve onun sahte inkılapçılar eliyle yediği darbelerden de faydalanarak geldiler. Gitgide sulandırılan ve usta bir siyaset adamı evvelki Melik devrinde pek dışa vurulmayan Vehhabilik, nihayet öğretim ve eğitim planına inhisar ettirilerek politika ve idare perdesinde göze çarptırılmaz oldu. En kısa ve özlü ifadeyle, nedir şu Vehhabilik; ve ölçüleri nelerden ibaret? Vehhabilik, İbn-i Teymiyye bahsinde kullandığımız tabirle, bir nevi İslam materyalizmasıdır ve materyalizmanın son durağı Allah'ı tanımamak olduğu halde bunlar tanıdıkları ve en doğru tanımanın kendi mezheplerinde olduğu iddiasındadır. Ruha, ruhaniyete, onun ölüm sonrası devam ve tasarrufuna inanmaksızın Allah'a nasıl inanılabilir, veya Allah'a inanıp da ruh nasıl inkar edilebilir? Hem göze inan, hem de onun gördüğüne inanma, olur mu? Sorarsanız «inanıyoruz!» diyeceklerdir. Fakat zoraki bir inanıştan sonra gizli bir inkar içinde o inanıştan kurtulmaya çabaladıklarını teslim etmeyeceklerdir. İnsanı, öldükten sonra sıfıra ulaşmış kabul edenler, bütün iz ve işaretlerini yeryüzünden silenler ve Allah Resulünü ziyareti bile günah sayıcı bir anlayıştan gelenler, hangi tevil yoluna saparlarsa sapsınlar, öteleri,ötelerin hikmetlerini kabul etmemek mevkiindedirler. Hendese davalarında olduğu gibi, onların zahirde bu derece mübalağalı görünmeyen ölçü çizgilerini uzatacak olursanız teslim edeceksiniz ki anlayışları, «semaların ve arzın nuru» olduğunu bildiren Allah'ı, nurundan ayırmaya kalkmaktan başka bir şey değildir.Ve bu ana nokta etrafında şu ölçüler:Hiçbir inceliğine nüfuz etmeksizin sadece kitap ve Sünnete bağlanmak iddiası ve «İcma» ve«kıyas» gibi iki hayatı vasıtanın kökünden iptali...Kendilerinin bir de «selefiye»cilik iddiasiyle Sahabiler yolunda gittikleri yalanı ve Vehhabilik dışındakilerin küfürle suçlandırılması... Birtakım hurafeler ve uydurmalarla bir arada Sünnet Ehli itikadınca makbul bazı esrar tecellilerinin, tesbih çekmeye kadar şirk sayılması...Tasavvufun topyekun inkarı ve iç aleme kapıların tamamen kapalı tutulması...Netice, uçurtmanın kafasını kesip kuyruğunu havada durdurmaya çalışmak derecesinde bir abes davranış ile dış dünya ve dış şekillere mıhlanıp kabukta pas tutma ve özde çürümenin, son iki asır boyunca -güya modern- dalalet mektebi...Bugün, biraz da kendilerinin hicap duymaya başladıkları bu mektep, ruhundan uzak bulundukları mukaddes şeriatı anlamadan tatbik etmekte bazı başarılar kaydediyorsa, bunu kendilerine ait bir başarı değil, sadece nadan ellerde bile şeriate bağlı bir kıymet bilmek gerekir. Buharî ve Müslim gibi iki emin ve temiz kaynağın bir arada rivayet ettikleri bir hadis,Vehhabiliği ve onun vatanını belirtmiş olmakta mucize çapındadır. Allah'ın Resulü mübarek parmaklarını Necid istikametine döndürüp buyuruyorlar.- «Fitne, münafıklık, fesat, dinsizlik, karışıklık, bozgunculuk, işte bu yönden gelecektir!»
Başka bir kıymet hükmüne ne hacet!.

* Doğru Yolun Sapık Kolları'ndan

KIZILBAŞLIK SÜNNİLİKTEN ŞİİLİĞE SAFEVİYYELİKTEN SAFEVİ DEVLETİ’NE ŞEYH SAFİYYÜDDÎN-İ ERDEBÎLÎ’DEN SOMUNCU BABAYA VE ŞAH İSMAİL’E...
FATMA TOKSOY



Yavuz Sultan Selim denince akla ilk gelen şeylerden biridir Kızılbaşlık ve Şah İsmail. Son günlerde medyada kulaklarımızı, gözlerimizi meşgul eden bir kavramdır: Kızılbaş ve Kızılbaşlık. Kızılbaş denince ilk akla gelen Alevilik ve Aleviler. Doğru veya yanlış veya kasıtlı olarak yapılan bilgi kirliliği, bir sürü efsane, safsata. Peki, gerçekten nedir Kızılbaşlık? Kızılbaş neye denir? Kızılbaşlar bir tarikat mensubu insanlar. Evet, yanlış duymadınız, Kızılbaşlık bir tarikat. Kızılbaş da o tarikata mensup insanlar. Safevîyye veya Erdebîliyye veya Erdebil Tarikatı veya Erdebîl Sûfîleri diye bilinen ve Zâhidiyye şeyhi Zâhid-i Geylânî’nin postnişini ve Sünni Şafiî Mezhebine bağlı bir Şeyh olan Safiyyüddîn-i Erdebîlî (ö. 735/ 1334)Hazretlerinin kurduğu bir tarikattır bu… Halvetiyye ve Kalenderiyye Tarikatını birleştirerek kurduğu yeni bir tarikat bu Safevîyye veya Erdebîliyye. Somuncu Baba (ö.815 /1412) Hazretleri de Safevîyye tarikatının kurucusunun oğlu Sadreddin Erdebîlî veya onun postnişini Hâce Ali’den hilafet alarak Anadolu’ya gelip yerleşmiştir. Somuncu Baba da Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin mürşididir. Bu zatlar da Erdebîlî tarikatı mensubudur. Daha sonraları Hacı Bayram-ı Velî , “Bayramiyye” tarikatını kuracaktır. Ancak onun mürşidi olan Somuncu Baba Hazretleri Erdebil Tekkesi’nin mensubudur. Yani anlayacağınız Sünni bir tarikat olarak başlamış Erdebil tekkesi veya Safevîyye tarikatı sonra da mecrasını değiştirmiş, yolunu şaşırmıştır. Şeyh İbrahim Zâhid-i Geylânî, Şeyh Safiyyüddîn’e hilafet verirken onun Seyyid olması sebebiyle ona yeşil taç giydirmiştir. Ancak Şeyh Safiyyüddîn daha sonra seyyidliğinden şüphelenip, yeşil taç yerine beyaz taç giymiştir. Tarikat, Hoca Ali veya Hâce Ali adıyla tanınan Alâeddîn-i Erdebîlî (ö. 832/1429)adındaki şeyhleri zamanında Moğol Hükümdarı Timur tarafından kendisine Erdebil şehri ve civarı verilerek özerk bir devlet gibi oldu. Çünkü Timur da etkilenmişti bu tarikatın şeyhi olan Hâce Ali’den. Üstüne üstlük Timur, Ankara Savaşı dönüşü bu savaşta aldığı Osmanlı esirleri, Hâce Ali’nin ricasıyla bıraktı. Yaklaşık olarak serbest bırakılan otuz bin esir. Serbest kalan esirler Hâce Ali’ye minnettar olup, bunun karşılığında çoğu ona intisap etti. Hâce Ali’nin, Timur tarafından önemsenip, desteklemesiyle de bu tarikatın nüfuzu daha da artı. Bir tarikat-devlet oluşmaya başladı. Hâce Ali zamanında Şiîlik temayülleri arttı denilse de Hâce Ali’nin Kudüs’teki halifesi olan İbnü’s-Sâiğ’in meşhur bir Hanefî fakihi olması ve Timur’un halefi ve aynı zamanda koyu bir Sünni olan Şâhruh Mirza’nın da Hâce Ali’yi ziyaret ederek ondan manevi destek himmet istemesi Hâce Ali zamanında tarikatın Sünni olduğunun işaretidir. Tarikatta, Şeyh İbrahim’in zamanında, Şeyh İbrahim’in Şiî olan Karakoyunlu Sultanları ile temas etmesiyle Şiîlik temayülleri başladı. Tarikatta onun oğlu Cüneyd ile Şeyh İbrahim’in kardeşi yani Cüneyd’in amcası olan Cafer arasında düşünce ayrılıkları başladı. Amca yeğen Sünni düşünce üzerine birbirine zıt düştüler. Şeyh Cafer yeğeninin Rafizîlik, Şiîlik fikirlerini ortaya atmasıyla onunla yollarını ayırdı. Böylece tarikat Şeyh Cafer tarafından Sünni, Şeyh Cüneyd tarafından da Şiî olmak üzere iki kola ayrıldı. Bizi ilgilendiren ise Şeyh Cüneyd ve ondan devam eden tarikatının Sünnilikten Şiiliğe temayülü. Şeyh Cüneyd Erdebil’den ayrılıp, önce Suriye’ye sonra Anadolu’ya geçti. Buralarda hem ünlü bir tarikatın şeyhi olarak hem de bir seyyid gibi dolaşmaya dolaşıp taraftar toplamaya başladı. Osmanlı kurulduğu günden beri tarikatları ve mensuplarını desteklemiştir din uğruna. Tarikatların İslâmiyet’in daha iyi öğretilip, yayılmasına öncülük ettiklerine inandıkları için. Hatta tarikatlara “Çerağ Akçesi” adıyla her yıl yüklü miktarda paralar da göndererek onları desteklemiştir. Desteklediği tarikatlardan biri de bu Erdebîliyye yani Safevîyye Tarikatıdır. Bu tarikatı da Şeyh Cüneyd Erdebil’den ayrılana kadar desteklemiştir. Bundan ümitlenip, Osmanlı’nın, kendisini destekleyeceğine inanan Şeyh Cüneyd, Anadolu’ya geçti. Anadolu’da kendisine inanmaya hazır birçok insan buldu. Çünkü daha önceleri buralarda İlhanlı Devleti hüküm sürmüş ve Olcaytu Muhammed Hüdâbende (1304–1317) döneminde on iki imam Şiiliğinin Anadolu’da bazı kesimlerinde kabul görmüş ve uygulanmıştı. İşte bu devirden kalan Şiâ’nın izleri üzerine yeniden bir Şiîlik inşa etmesi bu yüzden kolay olmuştu. Böyle elverişli bir ortamı değerlendiren Şeyh Cüneyd, beş- on bin kişilik bir ordu oluşturmakta da zorlanmadı. Daha sonra müridlerinden bir kaçını, bir takım hediyelerle beraber Osmanlı Hükümdarı Sultan II. Murad’a gönderdi. Ondan Kurtbeli’nde oturma müsaadesi istedi. Ancak Sultan II. Murad Anadolu’da zaten var olan Şiîlik inancının daha da yayılmasından endişe ederek ve Şeyh Cüneyd’in de hükümdarlık davasında olduğunu sezerek, buna müsaade etmedi.

Gelen Şeyh Cüneyd’in elçilerine 200 Duka altın ve 100 akçe verip, onların gönlünü alarak şeyhlerinin bu isteğine bir İran- Pers atasözüyle cevap verdi: “Yedi derviş bir posta sığar, ancak bir tahta iki padişah sığmaz.”

Bunun üzerine Şeyh Cüneyd, Karamanoğlu Beyliği’nin hâkimiyetinde olan Konya’ya geldi. Orada Zeyniyye tarikatının kurucusu olan Zeyneddin Hafi’nin halifesi Abdüllatif Makdisi ile müridleri vasıtasıyla görüşmüş ve orada kalarak müridlerine zâviye kütüphanesinde bulunan Muhyiddin Arabî ile Sadreddin Konevî’nin eserlerini istinsah ettirmiştir. İki şeyh arasındaki ikinci sohbette Şeyh Cüneyd kendi mezhep ve kanaatini savunmak zorunda kalmıştır. Mağlup olacağını düşünen Cüneyd bu defa Kuran’ı tezyif edecek bir tarzda konuşarak başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i beyt’in övüldüğünü içeren âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm’ den bilinçli bir şekilde çıkarıldığını, sahabeler hakkındaki âyetlerin ise Allah’ın kelamı olmayıp onların da uydurma olduğunu Kur’an’a sonradan eklendiğini ifade etmiştir. Böylece Şeyh Cüneyd’in maskesi düşmüş, ağzında gizlediği bakla ortaya çıkmıştı. Bunu niye anlattım sizlere, Şiîlik inancının nasıl bir inanç olduğunu, Şiîler’in nelere inandığını ortaya koymak içindi. Sünnilikten nasıl ve hangi fikirlerle ayrıldıklarını anlatabilmek içindi sizlere. Şeyh Cüneyd, hiçbir yerde barınamadı. Akkoyunlu Devleti hariç. O devlet de bir Türk devletiydi üstelik Sünnî’ydi. Hükümdarları Uzun Hasan’dı. Uzun Hasan kendisine sığınan Şeyh Cüneyd’i ağırladı. Siyasi çıkarları uğruna kendisine kız kardeşini verdi. Çünkü şeyh Cüneyd’in yirmi bin sûfi-askeri vardı. Şeyh Cüneyd, Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm’le evlendi. . Böylece Şeyh Cüneyd daha da güçlendi. Bu evlilikten Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar dünyaya geldi. Şeyh Haydar da dayısı olan Uzun Hasan’ın kızı Âlemşah Halime Begüm yani Prenses Marta ile evlendi. Prenses Marta dedik, , çünkü Uzun Hasan’ın bu eşi Trabzon Rum İmparatoru’nun kızı olan Katerina (Despina Hatun) idi, Hristiyan’dı ve dinini ölene kadar değiştirmedi. Kızını da Türk ismi ile değil, kendi verdiği isimle çağırıyordu. Şeyh Haydar’ın dayısı Uzun Hasan’la olan akrabalık bağları bu evlilikle daha da güçlendi. Bu evlilikten Şeyh Haydar’ın üç oğlu oldu. Bunlardan en küçüğü de Şah İsmail’di.

Şeyh Haydar’la birlikte tarikat değişmeye başladı, mecrasından iyice çıktı. Önceleri tarikat mensupları başlarına iki karış uzunluğunda beyaz taç takarlarken, sonraları Şeyh Haydar zamanında tarikatlarını Bayramiyye Tarikatından ayırt etmek için bu beyaz taç, kırmızıya, kızıla dönmüştür. Böyle bir başlığı Şeyh Haydar’ın rüyasında Hz. Ali (r.a.)’ı görmesi sonucu giydiğini iddia edenler de vardır. Bu başlık üzerine beyaz bir tülbent sarılan on iki dilimli, kırmızı ya da kızıl bir kavuktur. Bu on iki dilimin her biri bir imama delalet eder. On iki dilim, on iki imam. Bu on iki dilimli kızıl börk, kızıl başlık Şeyh Haydar zamanında giyilmeye başlandığı için adına Tâc-ı Haydarî veya kısaca Taç da denilmiştir. Bu başlığı giyenler, sakallarını kesip, bıyıklarını uzatıyorlardı. Traş sırasında başlarında da bir tutam tüy tutmaktaydılar. Kızılbaşlığı takanlar ya da bu tarikata mensup olanlar genelde Türkmenlerdi yani onlar da Türk’tü. Budizm, hatta Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Şamanizm gibi eski dini inanç ve geleneklerini İslâmî bir anlayışla birleştirip, sürdüren bazı Türkmenlerin bazı Bâtıni- Şiî anlayışları benimsemesiyle ortaya çıkan bir topluluktu bu Kızılbaşlar. Eski kamlar yani ozanlar mecralarını değiştirip, oldular derviş. Aslında Anadolu’daki Türkmenlerden bazıları Sünnî’ydi. Çünkü Türkmenler, Sünni bir tarikatla karşılaştıklarında Sünni oldular. Şeyh Cüneyd’in, Şah Haydar’ın veya Şah İsmail’in bu benimsedikleri Şiî inancı yaymak için gönderdikleri Dai’lerle karşılaşan Türkmenler de Şiî veya Kızılbaş oldular. Daî, insanları kendi din veya mezhebine çağıran kişi demektir. Bu daîleri Anadolu içlerine kadar yollayarak, insanları Kızılbaşlığa davet ettiler ve bu yolla çok sayıda mürid topladılar. Önceleri mürid idi topladıkları. Sonra bu da mecra değiştirdi, siyasileşerek taraftar oldu, asker oldu, ordu oldu. Öyle ki Osmanlı ordusunda bile Şah İsmail’in yani Kızılbaşların taraftarları vardı. Tarikat mecra değiştirdi Şeyh Haydar zamanında. Onun zamanında Şeyhlik Şahlığa dönüştü. O da mecra değiştirdi. Şeyhlikten şahlığa, Erdebil merkez olmak üzere tarikattan devlete geçiş yaptılar. Şeyh Haydar’ın oğlu olan Şah İsmail, küçük yaşta babasının yerine posta oturarak şeyh oldu. Tabii artık şeyh olarak değil, Şah olarak anılmaktaydı post nişinler, o da mecrasını değiştirmişti. Müridleri onu taparcasına seviyorlardı. Çünkü tarikatın Türkmen müridleri Şah Haydar’ı ve ailesini kutsallaştırmıştı. Şeyh Cüneyd’i Tanrı, Şeyh Haydar’ı Tanrı’nın oğlu olarak görmeye başlayan bu Türkmenler için onun oğlu şah İsmail de tabii olarak kutsaldı. Şeyh Haydar’ın Şirvanşahlar’la olan mücadelesinde babasına dost olan akraba olan Akkoyunlular’ın saf değiştirip, onu öldürmesinden sonra Şah İsmail’i müridler emin bir yere kaçırdılar. Çünkü Akkoyunlu hükümdarı Osmanlı hükümdarıyla Şiîliğe karşı birlik olmuştu. . Şah İsmail’in ağabeyi Sultan Ali de yapılan saldırılarda ölmüştü. Ölmeden önce on iki dilimli bu kızıl başlığı bu kızıl tacı yedi yaşındaki kardeşi İsmail’e giydirdi. Böylece İsmail, Safevî Devletinin hükümdarı oldu. Artık Şiî Türkmenler Şah İsmail’i Tanrı’nın cisimleşmiş hali olarak görüyorlar ve onu bu yüzden yenilmez ve çok güçlü olarak kabul ediyorlardı. Ancak Şah İsmail’in varlığı Akkoyunlu iktidarı için tehlike arz ediyordu. Bu yüzden onu bulup öldürmek istediler Ancak Şah İsmail’i müridleri annesinin bile bilmediği yerlere kaçırarak, sürekli yer değiştirterek sakladılar. Bu süre zarfında da ona hem ilmi hem de askeri eğitim verdiler. On üç yaşına gelen Şah İsmail, artık müridlerinin başına geçerek, müridlerini tekrar etrafına topladı. Sonra ona şahlık yolunda engel olacak beylikleri bir bir ortadan kaldırdı. Önce Şirvanşahlar’ı yendi. Şah İsmail’i yetiştirenler ona öyle bir kin aşılamışlardı ki bu kini yavaş yavaş kusmaya başladı Şeyh-şah İsmail. Şirvanşahlar’ı yenip, ülkelerine girince, büyük babası Şeyh Cüneyd’i öldüren Şirvanşah Halilullah’ın kabrini buldurup, açtırdı ve kininden ölmüş adamın kemiklerini mezarından çıkartıp yaktırdı. Sonra çeşitli oyun ve entrikalarla ve taht kavgasıyla birbirine düşmüş olan Akkoyunlu Devleti’nin üzerine yürüdü. Akkoyunlu Hükümdar’ı Elvend Bey ona Şirvan’a dönüp, oralarla yetinmeyi teklif etti. Buna karşılık Şah İsmail de ona birinci İmam Ali’nin yolunu tutup, Şiîliği kabul etmesini teklif etti. Eğer o Şiî olursa onu kardeş bilip, kılıç sallamayacaktı. Fakat bu teklifi Akkoyunlu Hükümdarı Elvend Bey kabul etmedi ve aralarında bu yüzden bir süre sonra savaş çıktı. Savaşı Şah İsmail kazanıp, İran- Tebriz’e girdi ve orada Hükümranlığını ilan etti. Böylece 907(m.1502 ) yılında resmen Safevî devleti kurulmuş oldu. Şah oldu bu devletin başına. Sonsuz salâhiyet sahibiydi. Hem dinin, hem de devletin başıydı şah. Şeyhlikten şahlığa geçildi, tarikattan de devlete. Safevîyye idi, oldu Safevî Devleti. Şehirde kendi adına Türkçe hutbe okuttu. Şiîliği kabul etmeyen Akkoyunlu ailesine ve diğer Sünnî halka çok işkenceler etti. On iki imam Şiîliğini resmen ilan etti. On iki imam adına da hutbe okutup, onların adına sikke (para) bastırdı. Hutbelerde Hz. Osman (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)’a lanet okunmasını emretti. Bu okunan laneti duyanların da “Daha ziyade olsun!” demelerini zorunlu kıldı. Artık dinlerinin de tarikatlarının de mecrası tamamen değişmişti. Bu değişiklikten ezan da nasibini aldı. Ezana “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah’tan sonra “Eşhedü enne Aliyyen Veliyullâh” ve “Hayy A’le’l-Felâh” tan sonra “Hayy A’l’e- Hayri’l- Amel” lafzı eklendi. Artık okuttukları ezan da mecrasını değiştirmişti. Yeni bastırttığı paraların üzerinde “Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın elçisi, Ali Allah’ın dostudur.” ibaresini yazdırttı. Bu paraların yani sikkelerin arka yüzünde Şia’nın On iki İmam’ının adı ve “Mukaddes Halife Ali” ismiyle beraber küçültülmüş şekilde kendi ismi olan “Şah İsmail” de yazmaktaydı. (Bu isimler sikkelere onun emriyle darbedilmişti.) Safevîler’den önce Şia usûl uleması tarafından kullanılan “Adil İmam” ve “Sultan” tabirlerinin kendisi için de kullanılması yolunda ferman hazırlayıp, hutbelerde adını bu ünvanlarla beraber okutmuştur. Kendisi “Hatayî veya Hataî” mahlasıyla yazdığı şiirlerinde kendisini şöyle tanımlar:

“Allah Allah deyin gaziler / Gaziler din-i şah menem./ Karşu gelün, secde kılun, / Gaziler din-i şah menem.” Burada askerlerin, müridlerin kendisine secde etmelerini istemektedir. Bu ve bunun gibi farklı yorumları olan şiirleri vardır Şah İsmail’in. Secde edin derken bana, Allah’ın hâşâ yeryüzündeki gölgesi olduğunu vurgulamaktadır. Bu da onun Şiîlik anlayışına İsmailîlik- Haşhaşîlik inançların da karıştığını gösterir bize. Ayrıca gaip olan On İki İmam’ın yedincisinin kendisi olduğunu veya o imamın temsilcisi olduğu fikrini de Kızılbaşlara aşılamıştır. Böylece etrafındaki Kızılbaşlar onun yenilmezliğine inanmış ve ona adeta tapar olmuşlardı.

Onun askerlerinin savaş naraları da mecrasını değiştirmiş, “Allah, Allah, Aliyyun Velîyullah” şeklini almıştır. Şah İsmail, değişen bu mecrada artık akmaya başladı. On iki İmam’ın türbelerini tamir ettirdi. Buna karşılık, Bağdadı aldığında Ebû Hanife ve Abdülkadir Geylani Hazretlerinin türbelerini yıktırttı. Halid b. Velid soyundan gelenleri de Kazvin’i alınca yok eti. Katliamların ardı arkası kesilmiyordu. Özbeklerin hükümdarı Şeybanî Han da Sünnî idi. Onu da savaşta yenerek başını gövdesinden ayırıp, kafasını altınla kaplatıp, bununla şarap içmiştir… Bir Müslümanın başını kesip, altınla kaplatıp sonra kadeh gibi kullanarak içinden şarap içen bir başka Müslüman! Vahşet bir o kadar da gaddarlık, zulüm. İşte Şah İsmail budur. Fuzulî’nin meşhur Beng-ü Bade kasidesinde de anlatılır bu olay ve bu kasideyi Fuzuli Şah İsmail’e ithaf ederek onu methetmiştir.

Henüz tam bir Şiî olmayan aralarında çok sayıda Sünnî Müslümanı da barındıran İran artık Şah İsmail’in zorbalığıyla tamamen Şiileşti. Ve bu tarihten sonra Osmanlı’ya düşman oldu. Mecrası değişmiş de olsa aynı dinin insanları olan bu iki halk böylece tarih sahnesinde çatışmaya başladı. . Osmanlı Avrupa’yı tam dize getireceği sırada kurulan Kızılbaş Türkmenlerin Osmanlı’dan kopup kurduğu bu Safevî devleti bütün bu fetihleri engelleyerek Osmanlı’yı arkadan hançerlemiştir. Osmanlı-Safevî mücadelesi belli aralıklarla yaklaşık 250 yıl sürmüştür. Osmanlıları bu savaşlarla meşgul eden Safevî Devleti Avrupalı Hristiyanların ekmeğine bal sürmüştür. Avrupalıların Osmanlı’dan kurtarıcısı olmuşlardı bir nevi Böylece Müslümanlar arası birlik kurulamamış ve Osmanlı istenilen hedefe bunlar ve bunlar gibi devletlerin yüzünden ulaşamamıştır. 250 yıl süren çekişme ve mecrasından çıkan İslâm Birliği. Gerek bu aşırı uçlara kaymaları gerekse vergi vermekten imtina etmeleri, devletin başına bela olmaları hatta zaman zaman Hristiyanların oyununa gelip, ayaklanarak, isyanlar, savaşlar çıkarmaları sebebiyle Osmanlı için potansiyel tehlike olmuşlardır.

Bu arada Şah İsmail’in ölümünden sonra İran’daki yerleşen bu Şiîlik ile Anadolu’daki Şiîlik bazı yönleriyle gitgide farklılık göstermeye başladı. . Başlangıçta aynı fikirleri paylaşırlarken zaman içinde farklılaştılar. İran’daki Kızılbaşlar zaman içinde önceleri Sünnî olup, zorla Şiîliği kabul edenlerin Kur’an’a dayalı bilgilerinden beslenerek, Caferiyye mezhebinin görüşlerini benimsemişlerdir. Anadolu’daki Kızılbaşlar ise gerek Osmanlı’nın yaptığı haklı baskıyla gerekse, daha önceki dinleri olan Şamanizm’in ve de Batınîler’in tesirinde kalarak dinle ilgili bir bilgi birikimi oluşturamamışlardır. Bu konuyu isterseniz erbabına bırakalım. Bu konuda Mustafa Ekinci, “Erdebil Tekkesinin Kuruluşu, Gelişmesi ve Anadolu’daki Dini ve Siyasi Faaliyetleri” isimli doktora tezinin 198. sayfasında şöyle diyor: “Anadolu’daki Kızılbaş gruplar arasında tam bir inanç birliğinden söz edilemez. Bu gruplar arasında Caferî Mezhebi’ne mensup olanlar olduğu gibi, kendilerini bu mezhebe bağlı sanmayanlar da vardır. Bazı konularda Caferî mezhebinin etkisinde kaldıkları gibi diğer bazı hususlarda da Batınîlik’ten etkilenmişlerdir. Diğer taraftan İslâm’dan önceki bazı örf ve adetleri de dinî bir kisve altında devam ettirmektedirler. Namazını kılıp, orucunu tutanlar olduğu gibi; ‘Namazımız niyazımızdır, orucumuz da Muharrem Orucudur’ diyenler de vardır. Diğer bir tabirle en mutedil grupların yanında en aşırı gruplara da rastlanmaktadır. Bu şekil bir inanç haritasına sahip olan Kızılbaşlar’ı tek bir mezhep mensubu göstermek mümkün görünmemektedir. Anadolu’daki Kızılbaşlar nev’i şahsına münhasır olarak mezhepler tarihindeki yerini almışlardır.” Sünnîlerle Kızılbaşlar arasında oluşan bu soğukluk da nesilden nesile geçerek, günümüze kadar ulaşarak; adeta insanların genlerine kazınmış gibi irsî bir hal almıştır. Bir zamanlar gurur ve ayrıcalık sembolü olan kızıl başlık ve Kızılbaşlık da anlamını yitirerek mecrasını değiştirmiş, farklı mecralara çekilerek, farklı anlamlar kazanmış, kazandırılmış ve hakaret içeren bir tabir haline gelmiştir.

Neredeeen nereye? Sünnîlikten Şiîliğe, Safevîyye’likten Safevî Devleti’ne, Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî’den Somuncu Baba’ya, Şah İsmail’e.

FATMA TOKSOY

KAYNAKLAR

v Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarih, çev. İsmet Parmaksızoğlu, c.IV, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1992.
v Solak-zâde Mehmed Hemdemi Çelebi, Solak-zâde Tarihi, çev: Vahid Çabuk, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1989. c.I, 439-471; c.II, s.s. 1-111.
v Mustafa Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu, Gelişmesi ve Anadolu’daki Dini ve Siyasi Faaliyetleri, [Tez, Doktora Tezi, Harran Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, 1997] .
v Giyas Şükürov, Safevî Devleti’nin kuruluşu ve I.Şah İsmail Devri, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, sosyal Bilimler Enstitüsü, İlahiyat Anabilim Dalı, 2006].
v Reşet Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf, İstanbul: İz Yayıncılık, 2000, s.s. 54-60, 247-250, 342-384.
v Mithat Sertoğlu, Osmanlı Hükümdarlarının Kıyafetleri, Resimli Tarih Mecmuası, sayı: 34, Ekim 1952, s.s.1774-1778.
v Fatma Aslışen, Şah İsmail’in Türk Siyaseti ve Kültürel Yeri, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2006].
v Tufan Gündüz, Şah İsmail, DİA, İstanbul 2010, c. XXXVIII, s.s.253-255.
v Mürüvet Karagöz, Safavî Devleti’nin Kuruluş Dönemi, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Harran Üniversitesi, Sosyal bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2010], s.s. 29-67.
v Adnan Er, Safevî Devleti’nin Yıkılış Sebepleri, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2008], s.s. 19-37.
v Ahmet Akgündüz- Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul: OSAV, 1999, s.s. 133-148.
v Erhan Afyoncu, Yavuz’un Küpesi, İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2010, s.s.11-13.

Bu Yazı Seyyide Dergisi’nde Yayınlanmıştır
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com