EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

İstanbul'da 'fakirler dünya pazarı' ve 'mikro kapitalizm'

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Mar 26, 2010 11:49 pm    Mesaj konusu: İstanbul'da 'fakirler dünya pazarı' ve 'mikro kapitalizm' Alıntıyla Cevap Gönder

Salih Selçuk
İstanbul'da 'fakirler dünya pazarı' ve 'mikro kapitalizm'

Farklı bakış açılarına şimdi daha büyük ihtiyaç var. Türkiye'deki hakim sosyolojik dil, oldukça tek yanlı. Hem dili ve yaklaşım tarzlarını tazelemek, hem de kendimize karşı sağlıklı eleştirel bir bakış geliştirebilmek için, -konuştuğumuz aynı konular hakkında- samimi yabancı dostların neler söylediklerine bakmak gerek. Buraya, Michael Péraldi'nin Lettre International dergisinin son sayısında İstanbul'daki “moleküler kapitalizm”i anlattığı “Boğaziçi'ndeki Dünya pazarı” başlıklı yazısından uzunca bir bölümü almak istiyoruz.

(...)

Bir 'Global city' olarak İstanbul en azından bir esaslı kriterin gereğini yerine getiriyor: Bir 'toplanma havuzu' -bu terim çok zayıf kalsa da. Tarih fırtınasının hareketine kapılan komşu halklar, kuru yapraklar gibi dikkat çekmeden, o tarihin o merkezine ve periferisine düşüp yerlerini buluyorlar. İstanbul'un nüfusu 12 milyon ise (belki 15 milyon. -Megaşehir, bir belirsizlik faktörüne, demografik bir gerilime dayanıyor ve nüfus sayımı birşeylerin kontrolünün birinci perdesi ise; iktidar gücü de herkesin sayılmamasına dayanan oynak/dalgalanan bir belirsiz siyasi alandan güç alıyor) ayrıca orada şehire gelip gidenler de sayılınca, nüfus 14 milyona yaklaşıyor. Bunlara kafadan “Turist” demeye iznimiz yok; geçici İstanbul ziyaretlerinin türlü çeşitli amacı var: Dini hac vazifesi de bunlara dahil, çünkü İstanbul, Peygamber'den kalma kutsal emanetler nedeniyle kutsal bir şehir aynı zamanda. Aklıma, yüzlerinde 'hicab' değil de deri maskeler taşıyan, ve 80'li yıllarda Topkapı Sarayı'nı onlu gruplar halinde gezen Katarlı kadınlar geliyor. Siyah limuzinlerden inerler ve araçlarının isli gibi karartılmış camlarının ve maskelerinin ardına saklanırlardı, Commedia dell'arte'dakilere benzerlerdi. Onların üzerine -gerçekten sahici- “turistler” gelirdi. Bu turistler, giyimleri üzerinden globalleşmişlerdi, hepsi aynı spor eşyaları satan mağzadan satın aldıkları giysileriyle “Harika sportif takarım, herşeyi kendim için yaparım” sloganıyla, koltuklarının altında aynı seyahat kitaplarıyla, çoğunluğu Avrupalı, şaşkınlıkla hayal kırıklığı arasında gidip gelerek, bu şehrin yıkıntılar üzerinde kurulu sadece bir pazar değil, aynı zamanda kozmopolit bir Metropol olduğunu da anlarlardı. Nihayet, başka yerlerde “Alışveriş çantası” denen 'çelnoki' (bavul tüccarları), çünkü hepsi damalı aynı büyük çin naylon torbalarını taşırlar. Adları “Karıncalar” veya 'trabendos' (kaçak satıcılar) -Cezayirden gelmişlerse. Bunlar, çeşitli formatlardaki sokak satıcılarıdır. Ayrıca (küçük) transit-tüccarlar ve Avrupa istikametinde yolculuğuna devam etmenin yolu arayan sığınmacı kaçaklar, Eminönü sahilinde buluşurlar.

Aşağı yukarı yüz farklı millet, tüm bu nedenlerden dolayi İstanbul'da temsil edilir, çoğu 'komşu'dandır -tabii bu sözcüğe şöyle bir yer açacaksak, Ural'daki 'Kabile'den, Çin sahillerine kadar uzanır -Sovyet imparatorluğunun çözülüşünden doğmuş sayısız devlet de buna dahildir. İstanbul'da Cezayirlilerin ticaretinin yolunu yapmak için şehirde bulunan biri bana, ailede konuştukları Türkçe'nin hatırasının onların (özünü) koruduğunu, Cezayir'in “osmanlılaşmış” az sayıdaki şehirlerinden Constantine'deki orta halli şehirlilerin, onların güven veren yüzü dedesine benzer pala bıyıklı hayali kuzenlerini Laleli sokaklarında yeniden keşfetmenin, ona İstanbul'a dönmek cesaretini verdiğini anlattı. İstanbul'da, birzamanların imparatorluğun parça-kıymıklarını birarada bulmak mümkündür, o bakımdan Londra'yla kıyaslanabilir -tabii Commonwealth'a dahil olmanın getirdiği resmi vatandaşlık bağını saymazsak.

İstanbul'un şehre (kısa süreliğine) gidip gelenleri, resmi vatandaş falan değildirler. Bu kozmopolitizmin yüksek bir kültürün kanıtı olduğuyla övünebilecek olanlar -söylemek lazım ki- çoğu, aman bir polis timine denk gelebiliriz korkusuyla saklanıp korkudan tirtir titriyorlar. Şehre, baskın yapar gibi kısa aralıklı ziyaretler yapıyorlar. Dökük otellerin, dönüşümlü olarak uyudukları kirli odalarında yaşıyorlar. Görünürde modern ve lafta düzenli bu otellerin düzinelercesine gittim, hepsinin de pis bahçeleri ve pek temiz olmayan odalarını gördüm. Bunlardan, Ordu Caddesi'ndeki birini hatırlıyorum, otelin tamamı, İstanbul'a gelip kendi konfeksiyon atölyelerinin mallarını satan Taciklere ayrılmıştı. Bir iç avludan, geleneksel 'funduk'ları andıran küçücük odalara geçiliyordu. Düzinelerce elbise tavanda ve duvarlarda asılı duruyordu. Aileler odada yaşarken, küçük gaz tüplerinde yiyeceklerini pişirirken, giyecek öbekleri de yatakların üzerinde duruyordu. Tacikler sucuğa bayılır. Elbiselerinin kokusunu, Laleli'deki pazar tezgahlarına kadar takip etmek mümkündü, kokuları parmak izinden daha kesindi.

“Öncü”ler, Sovyet imparatorluğunun savaş açtığı Afganlar idi, İranlı Mollalar tarafından sürülen İranlılarla aşağı yukarı aynı dönemde geldiler; seksenli yıllardan itibaren Lehler ve Romenler ortalığı kolaçan ettiler. Onların gelmesine rağmen İstanbul, 80'li yılların başında, henüz Pamuk presnses gibi derin bir uykudaydı. Avrupalı turistler kendilerini haala bu egzotik dünyada Pierre Loti gibi “kültür getiren” yazarlar sanabiliyorlardı, kendilerini Pompei'yi keşfetmişlerin ham hayaline kaptırabiliyorlardı. Büyük kitlesel hareket 90'lı yılların başında başladı. İnsanlardan oluşan büyük dalgalar, ateş dalgaları gibi içeri daldılar. Önce Rusya ve Ukrayna'dan, gemilerle Odessa'dan, Moldova yolundaki soyguncuları takmadan otobüsle geldiler, ve Charter seferleriyle o kadar çok kişi geldi ki, onlar için yeni bir havaalanı inşa etmek gerekti. Sonra Lehler, Romenler, Moldovalılar geldi. Özellikle Romen ve Moldovalı kadınlar, hayatlarında düşünmedikleri bir şekilde, müşterileriyle konuşmak için Rusça öğrendiler, hiç düşünmedikleri bir şekilde pazar ticareti ahlakını öğrendiler. Bavul üstüne bavulla, ilkel para biriktirme metoduyla, el arabaları dolusu Lira topladıkları zaman, -bir kibrit için bir deste banknot ödenen zamanlardı- ancak o zaman (ülkelerine) dönebiliyorlardı.

Sıfırlı (2000'li) yılların ortalarında Tacikler, Türkmenler, Kazaklar ve Özbekler geldiler. Otobüsleri yüksek el işçiliği ürünü el işleriyle, halılarla, kumaşlarla doldurmuşlardı, sanki gelip satmadan önce üretmek ve ürettiklerini biraraya toplamak için kendilerine zaman tanımış gibiydiler. Ama eski akrabaları tarafından rahatsız edildiler, ilk gelenler tarafından, pazarların köşelerinde sessiz sedasız yerlerini tutmuş olanlar tarafından, turistlerin çok sevdiği Hint ve Pakistan el işlerini satanlar tarafından. Kozmopolit şehrin kurallarından biri de şu: Buraya gele-gide birşeyler satanların yola çıktığı bir ilk yer yok. Onun yerine, yüzyıllar içinde oluşmuş çok uzun bir zincir ve değişen ilişkiler var. Özbekler Kapalı Çarşı'ya ne zaman yerleşti? İran Irak savaşı başlayınca, sonradan Iraklılar geldi, onları İranlılar izledi ve diğer Afganlar, ama bu kez Talibanlardan kaçanlar, sonra Libyalılar, Tunuslular, Mısırlılar, Ürdünlüler ve Suriyeliler, ama garip bir çekilde çok az Faslı geldi (orada rastladıklarımın çoğu, tüccardan ziyade, İstanbul hacılarıydı), sanki -hayali olsa da- Osmanlı İmparatorluğu'na bir yolculuk yapıyor gibiydiler, İstanbul yolculuklarını böyle gerekçelendirebilirlerdi. (...) Son olarak Uygurlu Çinliler geldi. Müslümanlar. Ve bazıları, Türkçeye yakın bir dil konuşuyorlar. Xinjian olmadan önceki adıyla Doğu Türkistan denen eski bir hükümdarlığın uç eyaletlerinden geliyorlar.

(...)

selcuksalihcaydi@gmail.com
konstantiniye.blogspot.com

H. Bülent Kahraman
Fakirlerle alay etmek

Olacak iş değil. Uzun bir yolculuktan yorgun argın dönmüşüm. Vakit gece yarısı. Bir kanepenin üstüne yığılıp televizyonu açıyorum. Bir kanalda SABAH'ın Pazar ekinde iki hafta önce yazdığım yazı okunuyor. Nereden çıktı derken kadim dostum Haşmet'in (Babaoğlu) yazısı yayınlanıyor. Haşmet, benim o yazıda dile getirdiğim ve Rutkay Aziz'in oynadığı reklamı konu ediniyor.

Reklamın içerdiği ahlak anlayışını, Aziz'in solcu geçmişine, 1990'larda ortaya çıkan ve markalara dönük o saçma sapan tutkuyla beliren parıltı (bling bling) kültürüne göndermeler yaparak eleştirmiştim. Ama aynı yazıda, her şeye rağmen, diyordum, bu film ve son dönemde eski arabesk müzik ve kültüre dönük ironiler, bizi Yeşilçam'ın daha cemaatçi ahlak anlayışından, daha içe dönük ve dünyadan kopuk gerçeklik duygusundan uzaklaştırmaktadır da.

Haşmet bunu kabul ediyor ama asıl alay edilen "fakir ama onurlu gençlere" lafı getirip onlara gülüp geçmenin ahlaksızlık olduğunu vurguluyor. Yüzde yüz katılıyorum ve yazısının altına imzamı atıyorum.

Reklamın ideolojisine hiçbir biçimde katılmıyorum. Haşmet'in iğrenç dediği Rutkay Aziz kahkahasını irkiltici ve ahlak dışı buluyorum.

Buna rağmen ilk yazımda dile getirdiğim noktayı başka bir açıdan ele almak istiyorum.

Benim için soru şudur. Eski Yeşilçam "aile sineması"nın cemaatçi ahlak anlayışından, gerçekten kopuk masalsı dünya görüşünden bugünkü pespayeliğe nasıl geldik?

Türkiye'de ilkel sermaye birikimine dayalı, kapitalist sömürü düzenini her düzeyde kullanmak isteyen bir anlayış var. Marx bu tutuma "küçük burjuva radikalizmi" diyordu. Mal biriktirmeye, her şeye, haklı haksız, ahlaki, gayrı ahlaki yollardan sahip olmaya, her şeyi kendi mülkiyetinde tutmaya çalışan bir insan tipi ve onun tavrıdır bu. Tam da böyle bir insan tipolojisinin topluma gitgide hâkim olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Gene Marx'ın deyişiyle "mal fetişizmi"nin her şeyin önüne geçtiği bir anlayıştan söz ediyoruz.

Burada ilginç bir nokta var. Bu tutum içinde bulunan insanlar aslında toplumun en çok sömürülenleri. Yani "fakir ama onurlu" insanlar. Haşmet onların hâlâ var olduğunu söylüyor. Öyle. Kuşkusuz.

Ama bu daha ziyade küçük yerleşim çevreleriyle ilgili bir saptama. Büyük kente, metropolitan alana çıkınca sosyolojik olarak bu duygunun kaybolduğunu kabul etmek gerekiyor. İşin daha da beteri, bu insanların kendilerini sömüren ahlak anlayışıyla özdeşleşmeleri. Doğal, çünkü burada Hegel'in "köleefendi diyalektiği" dediği mekanizma işliyor. İnsanın işkencecisine âşık olması gibi bu insanlar da kendilerini sömüren düzenin kurallarıyla hareket ediyor, hatta bir yüceltme (süblimasyon) duygusuyla onu epey uç bir noktaya taşıyor.

O eski filmlerde bu yoksul ama onurlu olma durumunu yaratan, kim ne derse desin, arka planda gelişen, işleyen yarı mistik bir dünyaydı. Bu doğaldı. Çünkü o filmler netice itibariyle taşra burjuvazisiyle, bir anlamda Müslüman sermayesiyle ilgiliydi. Ticaret yapan ama dinsel bir tutumla kendisine sınır getiren bir muhakemenin insanları. Şimdi kentsel alandaki göçerlerin bu mistifikasyona sahip olmasını beklemek safdillik olur. Yani, Protestan/Müslüman etiği veya onları dengeleyecek çok yaptırımcı bir sivil ahlak anlayışı yoksa ortada burjuvazinin ahlaki tutumu da çok sorunlu bir hal alır.

Kapitalizm gelir rasyonel tavra dayanır. Dolayısıyla sinema hem küçük burjuva radikalizmini hem onunla bütünleşmiş ahlaki tutumu kaba bir gerçeklikle yansıtıyor. Kabul etmiyoruz ama anlıyoruz. Ne yazık ki böyle diyoruz.

Rahatsızlık duymamız sevindiricidir, çünkü bu kaba kapitalizmden rahatsızlık duyuyoruz demektir.

Sabah
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com