EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Cumhuriyet çalışanlarının yargılandığı dava

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> HUKUKÎ HABERLER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Tem 26, 2017 11:53 pm    Mesaj konusu: Cumhuriyet çalışanlarının yargılandığı dava Alıntıyla Cevap Gönder

Çiğdem Toker: Cumhuriyet’in yargılandığı dava bir eğitim müfredatı niteliği taşıyor
26/07/2017



İlk günün ardından, gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu ile avukatımız Bülent Utku’nun bir güne yayılan dünkü savunmaları da net biçimde bir kez daha gösterdi.

Hem gazetecilik hem de hukuk eğitimi veren üniversiteler için: Cumhuriyet’in yargılandığı dava bir eğitim müfredatı niteliği taşıyor.

İddianamedeki delilsizlikten kaynaklanan bilgi kofluklarını tek tek sergileyen savunmalardaki olgusal derinlik, muhakeme sağlamlığı, duruşmanın fiziki koşulları ile psikolojik iklimine dek her aşaması ve dakikası ders gibiydi.

Delil olarak gösterilen ve normal koşullarda en sakin insanı dahi çıldırtabilecek saçmalıktaki mantıksızlıkların bu kadar sarih, bilgi yoğun ve üslubunca anlatılması, yolu mahkemelere düşeceklere kılavuz gibi.

Sözün özü, hukukçu ve/veya gazetecilik yapmayı düşünen gençlerin Cumhuriyet yargılamasını okuyup öğrenmediği bir eğitim, emin olun eksik kalacaktır.

Çiğdem Toker’in yazısının devamı için: http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/789399/Hukuk_ve_gazetecilik_dersleri.html

Mehmet Y. Yılmaz: Yargıç ve savcının görevlerinin gereklerini yerine getirmemelerinin sonucu dokuz ay hapis!
26/07/2017

Normal olarak, Kadri Gürsel hakkındaki bu “suçlayıcı” delilleri bulan savcının yapması gereken şey, önce bu delillerin ne kadar güvenilir olduğunu araştırmak sonra da Kadri Gürsel’in lehine olan delilleri aramak olmalıydı.

Bir ceza soruşturmasında, kanunun savcıya verdiği görev bu çünkü.

Ama yapmamış, yaptıysa da elde ettiği lehteki delilleri saklamış ki (bu da savcının hanesine yazılması gereken bir görev suçu) iddianameyi yazıp, gazeteci Gürsel’i tutuklatabilsin. Sonra da bu iddianameyi mahkemeye göndermiş.

İddianameyi kabul eden mahkemenin yargıcı da kanunun kendisine verdiği görevi yerine getirmemiş. Delilleri kontrol edilmemiş bir suçlama içeren iddianameyi geri çevirmiş olması gerekirdi.

Yargıç ve savcının görevlerinin gereklerini yerine getirmemelerinin sonucu dokuz ay hapis!

Yargılama ilerleyip, savunmalar yapıldıkça iddianamenin ne kadar kof olduğu, mesnetsiz varsayımlardan ibaret olduğu daha da ortaya çıkacak.

Mehmet Y. Yılmaz’ın yazısının devamı için: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/mehmet-y-yilmaz/uyduruk-iddianameyle-9-ay-hapis-40530994

Özgür Mumcu: Bu insanlar 9 aydır işte bu sebeplerle tutuklu
26/07/2017

Yüzlerce sayfa iddianame hazırlanmış, delil niyetine içine böyle şeyler sokuşturulmuş. Davanın savcısı kendi iddianamesinden bihaber, Kadri Gürsel’i Cumhuriyet Vakfı yönetiminde zannediyor.

Bu insanlar 9 aydır işte bu sebeplerle tutuklu.

Reklam

Soruşturma savcısı “FETÖ”den yargılanan, tanığı “FETÖ” itirafçı imamı olan, bilirkişisi adını gizleyen bu iddianamenin arkasında kim var?

Nasıl bir pervasızlık bu metni iddianame diye bir mahkeme heyetinin önüne getirebilecek kadar cüret gösterebilir? Nasıl bir düşmanlık bu insanları 9 aydır içeri tıkabilir?

Zannediyor musunuz ki ileride bu iddianame adil bir yargılamanın unsuru olarak anılacak?
Cemaatin siyasi davalarının iddianameleriyle beraber anılmayacak mı bu hukuki garabet?

Özgür Mumcu’nun yazısının devamı için: http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/789395/Tahliye_neden_sart_.html

Cumhuriyet davası | Kara, Günay, Şık ve Yener savunma yaptı
26/07/2017



Cumhuriyet gazetesinin 11’i tutuklu 17 çalışanının yargılandığı davanın bugün üçüncü duruşması görülüyor.

İçlerinde gazetenin eski genel yayın yönetmeni Can Dündar, halefi Murat Sabuncu, yayın danışmanı Kadri Gürsel ve muhabir Ahmet Şık’ın da olduğu, 17’si Cumhuriyet çalışanı 19 kişi, çeşitli suçlamalarla İstanbul 27’inci Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılanıyor.

Davanın ilk iki gününde Kadri Gürsel, Cumhuriyet Vakfı İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, karikatürist Musa Kart, okur temsilcisi Güray Öz, avukatlar Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör ile Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Önder Çelik savunma yapmıştı.

Yurtdışından basın ve uluslararası kuruluşların da yoğun ilgi gösterdiği davanın ikinci gününde Diken gelişmeleri dakika dakika aktarmaya devam ediyor:

21.30 Davaya yarın 12.00’de devam edilecek.

20.26 Tutuksuz olarak yargılanan CumhuriyetVakfı Yönetim Kurul eski üyesi Bülent Yener savunmasına başladı: “İddianamede sanık olarak gösteriliyorum, suçum terör örgütü üyesi olmamakla beraber yardım etmek. Emekli olduğumdan reklam bedelleri ve diğer para akışları için bilgi ve belgelere ulaşamadım ama Akın Atalay’ın beyanları doğrudur. Gazetedeki görevim muhasebe işlemlerine yöneliktir. Yayınlara ilişkin bir görevim yok. ByLock’un ne olduğunu bilmem, ByLock’çuları tanımam.”

18.26 “Faşizm susmak değil konuşmak mecburiyetidir. Bana niyet okuyan soru sormayın, sorunuzu sorun” diyen Şık, savcının “Katil devlet demişsiniz” sorusunu “Devletin tarihi kanlıdır. Ermeniler, Hrant, Suriye, Berkin… Az söylemişim seri katildir. Siyasal görüşüm, dünyadaki tüm devletlerin terör örgütü olduğudur. Terör dosyası diyorsunuz üç gündür gazetecilik faaliyetimizi soruyorsunuz. Tek örgüt sorusu soramadınız. Nokta” diye yanıtladı.

Follow
Cumhuriyet Savunması @CumhuriyetAv
Şık: Aradığınız örgüt siyasi parti kılığında ülkeyi yönetiyor
5:29 PM - Jul 26, 2017
1,901 1,901 Retweets 4,082 4,082 likes
Twitter Ads info and privacy
18.06 Şık, mahkeme başkanının Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz’ın öldürülmesine ilişkin haberle ilgili, “Ben ne yazdıysam arkasındayım.Çünkü iki kişinin neden bir savcının başına silah dayamak istediğini anlamazsak bu işler olmaya devam eder. Bu haberlerde suç varsa dört ayda dava açılmalıdır. Süresi de geçmiş, savcı iddianameye koymuş. Hukuk fakültesini yeniden okumalı. Buradan yola çıkarak bir suçlama yöneltilecekse hepsinin sorumluluğu bana ait ama anlamak için soruyorsanız cevabım budur. Bugünkü yargının cemaat yargısından zerre farkı yoktur. ayınlanmamış bir kitaptan örgüt propagandası çıkaran bir yargıdan bahsediyorum. Dolayısıyla bu sorularınıza şüpheyle yaklaşıyorum” ifadelerini kullandı.

17.57 Şık, mahkeme başkaının sorularını yanıtlıyor: “Savcılar hukuk okumuşlar ama düşünce ifade hürryeti ne demektir basın hürriyeti nedir bunla ilgli eksikliği gidermemekte ısrar ediyorlar. 27 yıllık gazeteciyim, gururla söylüyorum, bugüne kadar birtek yazım tekzip edilmedi. Yalanın bu kadar revaçta olduğu dönemde tek bir tekzip almamak gururdur.”

Şık, mahkeme başkanının “MİT, Reyhanlı Katliamını biliyordu’ haberini neden teyid etmediniz?” sorusuna “Nasıl edeyim, MİT’i mi arayayım mesela? MİT, yaptım der mi?” diye yanıt verdi.

Şık’ın “MİT TIR’ları haberi ile ilgili ne diyorsunuz?” sorusuna yanıtı “Gurur duyuyorum. Samimi olarak soruyorum siz haberi okudunuz mu? Resmi kayıtlarla yaptım haberi. O haberde yer alan telefonu bulabildiğim herkese sordum. Yanıt verenlerin cevaplarını gazeteye koydum” oldu.

View image on Twitter
View image on Twitter
Follow
Diren Gazeteci @pressout
"Cemil Bayık haberi" sorusu üzerine Ahmet Şık: yazının suçlanma nedenini anlatıyor: #CumhuriyetDavası
4:59 PM - Jul 26, 2017
51 51 Retweets 43 43 likes
Twitter Ads info and privacy
17.51 Şık, savunmasını tamamladı.

View image on Twitter
View image on Twitter
Follow
Cumhuriyet Savunması @CumhuriyetAv
Ahmet Şık son sözünde:
Zorbaları en çok korkutanın cesaret olduğunu biliyorum. Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet!
4:52 PM - Jul 26, 2017
2,364 2,364 Retweets 4,250 4,250 likes
Twitter Ads info and privacy
17.46 Şık: “Bizlere yönelik bu operasyon düşünce özgürlüğüne yönelik bir oprasyondan başka bir şey değildir. Hukuktan hak adalet vicdan ve liyakati çıkarttığınızda bir şey kalmıyor. En bilinen hakikat bir kez daha karşımızda duruyor suç dünyanın en büyük zamktır. Bu kirli düzen, suç hanedanlığı hep sürecek sananlar yanılıyorlar. Taşlarını kendi döşedikleri cehennemlerine vardıklarında, akılları kör eden kibirden eser kalmaz. Hukuku katledenlere inat hukukun üstünlüğünü savunmaya çalışanlar var. Her iktidarın kötüsü olmayı başardım, kızıma bırakacağım miras budur.”

Follow
Cumhuriyet Savunması @CumhuriyetAv
Şık: Savunma değildir bu yaptığım, söyleyeceklerim bu kadar. Gazetecilik faaliyetlerini suçlamak totaliter rejimlere aittir.
4:48 PM - Jul 26, 2017
197 197 Retweets 428 428 likes
Twitter Ads info and privacy
17.38 Şık: “Cemaat’in Polis teşkilatındaki örgütlenmesi 1980’li yılların başına kadar uzanıyor. Dolayısıyla bundan sadece AKP iktidarı sorumlu değil. Ancak AKP iktidarı döneminde ortaya çıkan, polis adaylarının girdiği sınavlarda kopya çekilmesi ya da soruların sınavdan önce Cemaat’in dershanelerine sızdırılması olaylarına yönelik etkin soruşturma yapmamaları, eleştirileri kulak arkası etmeleri kendilerini tek başına sorumlu kılıyor. Buzdağının görünen yüzünde olanların kısaca özeti böyle. AKP, Gülen’i geliştirmiştir.”

“Bir önceki tutukluğumda kitap çalışmam vardı. Herkesin cemaatten korktuğu zamanda kitabımın adı ‘İmamın Ordusu’ idi. Erdoğan, okuyan biri olsaydı şimdi burada olmazdık.”

17.34 Başbakan Binali Yıldırım’ın bile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la ilgili kuşkuları dile getirdiğini söyleyen Şık, “Şık: Şimdi biz bunları, kuşkularımızı söyleyip, yazdığımız için hapisteyiz. Ama böyle bir planı, bir darbe kalkışmasının parçası olduğunu anlayabilecek kapasitede olmadıklarını itiraf edenler, orduyu ve MİT’i yönetmeye devam ediyor” dedi.

17.28 Şık’ın savunmasından bir bölüm:

View image on TwitterView image on TwitterView image on Twitter
Follow
elif ılgaz @elifilgaz
#AhmetŞık'ın savunmasından...#CumhuriyetDavası
4:27 PM - Jul 26, 2017
245 245 Retweets 297 297 likes
Twitter Ads info and privacy
17.24 Şık, CHP’nin 15 Temmuz raporundan alıntı yaparak cemaatin AKP döneminde nasıl kadrolaştığını anlatıyor.

Follow
Cumhuriyet Savunması @CumhuriyetAv
Şık: Bozdağ 'ın 4 yılda atadığı hakim savcıların %34'ü atıldı. @bybekirbozdag yargıdaki Fetö yapılanmasının baş sorumlusudur.
4:24 PM - Jul 26, 2017
798 798 Retweets 1,156 1,156 likes
Twitter Ads info and privacy
17.18 Şık: “Cemaatin tehlikeli hale gelecek güce erişmesinin en büyük sorumlusu, ‘ne istedilerse veren’ Erdoğan ve AKP’dir. Gülen ile mücadele planlı MGK kararını hiç uygulamadıklarını Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç itiraf ettiler. Hayır kandırılmadınız, birlikte bizi kandırmaya çalıştınız. Şimdi de Cumhuriyetten FETÖ çıkartmaya çalışıyorsunuz.”

17.11 Şık, AKP ve Gülen Cemaati ortaklığını anlatıyor: “45 yıllık geçmişi bulunan Gülen Cemaati’nin, ilk 30 yılda tamamladığı devlet içindeki yatay örgütlenmesinin dikey bir gelişim seyri izlemesi ise son 15 yılda tamamlandı. İktidarına gayrı resmi ortak olduğu AKP hükümetinin sağladığı olanaklarla Gülen Cemaati’nin, adeta devleti kendisine paralel hale getirmek için önünde engel kalmadı.”

Follow
Cumhuriyet Savunması @CumhuriyetAv
Şık: Darbeci Mehmet Dişli ve Partigöç' ün hazırladığı teklifi AKP'liler olduğu gibi kabul ederek kanunlaştırdılar
4:11 PM - Jul 26, 2017
156 156 Retweets 172 172 likes
Twitter Ads info and privacy
17.09 Şık:

View image on TwitterView image on TwitterView image on TwitterView image on Twitter
Follow
elif ılgaz @elifilgaz
#AhmetŞık'ın savunmasından...#CumhuriyetDavası
4:08 PM - Jul 26, 2017
253 253 Retweets 263 263 likes
Twitter Ads info and privacy
17.05 Mahkeme başkanı Şık’ın savunmasına müdahale ediyor.

12h
Diren Gazeteci @pressout
Ahmet Şık: Gülen Cemaati’nin en büyük yenilgisi olan 15 Temmuz Kalkışması, aynı zamanda en büyük zaferidir... #CumhuriyetDavası
Follow
Diren Gazeteci @pressout
Çünkü, Fethullah Gülen’in idealize ettiği devlet, toplum ve fert modeli 15 Temmuz kalkışması sonrasında hayata geçirilmiş oldu...
4:05 PM - Jul 26, 2017
48 48 Retweets 53 53 likes
Twitter Ads info and privacy
16.57 Şık: “Yeni Türkiye denen garabeti inşa eden iki güç ayrıştı, adına iktidar denen kanalizasyon patladı. Medya köşelerinden yapılan tehditler yaşanacakların işaretiydi. Ortalığı pislik götürdü, götürüyor. Erdoğan, ‘Bu darbe allahın bize bir lütfudur’ dedi. Ağzından kaçırdı. Şimdi bu lütfu yaşıyoruz. Hakikati dile getirenlerin seslerinin kısılmaya çalışıldığı günlerden geçiyoruz. OHAL ile temel haklar askıya alındı. Nuriye ve Semih kardeşime dahi yanıt hapishane oldu. Yargı bağımsızlığı ortadan kaldırıldı. HDP genel başkanları esir edildi. 15 Temmuzda darbe engellendi ama cunta iktidar oldu.”

16.50 Ahmet Şık savunmasına başladı: “Söyleyecek fazla şeyim yok ama size aradığınız örgütün yol haritasını çıkartacağım.”

Şık, ‘Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda’ kitabının önsözünü okuyor.

16.37 Zeynep Özatalay’ın çizimiyle Hakan Kara ve Turhan Günay savunma yaparken:

View image on TwitterView image on Twitter
Follow
Diren Gazeteci @pressout
Hakan Kara ve Turhan Günay savunmalarını yaparken... (Çizer: Zeynep Özatalay) #CumhuriyetDavası
3:37 PM - Jul 26, 2017
21 21 Retweets 17 17 likes
Twitter Ads info and privacy
16.10 Cumhuriyet kitap eki yayın yönetmeni Turhan Günay savunmasına başladı: “Terör hepimizin sorunu. Terörü övücü yayın yapmadım. Benim için kitabın iyi yazılıp yazılmadığı önemlidir. ‘Dahi’ anlamındaki ‘de’yi ayıramayan yazarın kitabını hemen bırakırım.”

15.53 Hakan Kara’nın savunması tamamlandı. Turhan Günay savunma yapacak.

15.50 Mahkeme başkanı Kara’ya “Yayın politikası konusunda vakıfta ‘Ya keşke şu haber yapılmasaydı’ gibi konuştuğunuz olmuş mudur?” diye sordu.

Kara şöyle yanıtladı: “Hayır olmadı. Vakfın yaklaşımı böyle değildir. Senet çerçevesinde bakar. Yayın müdürü görevini yapamıyorsa görevden alır… Bir vakıf üyesi gelip bu haberi niye yaptınız, detayında ne var diye sormaz. Sorarsa istifa etmem gerek. Cumhuriyetin geleneklerine uymaz.”

Başkanın diğer sorusu şu: “FETÖ dışında DHKP-C ve PKK ile ilgili olarak bir savunma yapacak mısınız?”

Kara: “Tüm terör örgütlerine karşıyım. Hiç biriyle ilişkim olmadı. Ama ortada başka bir somut bir şey görmediğim için bununla yetindim.”

15.40 Hakan Kara, iddianamede ETS Turizm ile telefonda görüştüğünün de yazılı olduğunu hatırlattı.

13h
Diren Gazeteci @pressout
Hakan Kara kendisinin ETS turizmle ilişki kurmakla suçlandığın bu şirketin o dönemde gazetelere tam sayfa ilanlar...#CumhuriyetDavası
Follow
Diren Gazeteci @pressout
verdiğini, şirketin yılda 600 bin kişiyle bağlantı kurduğunu ve bu bağlantının delil olarak kabul edilmesinin mantık dışı olduğunu söylüyor.
2:32 PM - Jul 26, 2017
5 5 Retweets 2 2 likes
Twitter Ads info and privacy
Follow
Diren Gazeteci @pressout
Hakan Kara el koyulan ve içinde 3 milyonu aşkın haber-yazı bulunan, dijital kitap-müzik arşivinin bir kopyasını istiyor #CumhuriyetDavası
2:44 PM - Jul 26, 2017
9 9 Retweets 7 7 likes
Twitter Ads info and privacy
15.22 Hakan Kara savunmasında Cumhuriyet’teki yazılarında çevre ve bilişim konularına odaklandığını, şu zamana kadar 2 bini aşkın haber ve röportajının yayınlandığını belirtti.

Follow
Diren Gazeteci @pressout
Hakan Kara: Benim Cumhuriyet'teki temel görevim 93 yıllık bu köklü gazeteyi dijital çağa hazır hale getirmektir. #CumhuriyetDavası
2:18 PM - Jul 26, 2017
7 7 Retweets 3 3 likes
Twitter Ads info and privacy
Hakan Kara: “Daha Bylock programı yazılmadan 12.2.2013’te E. A. adlı kişiyle görüştüğüm söyleniyor ama E. A. da Bylock’çu değil. 2013 yılında Fethullah Gülen Cemaatinden olan bir kişiye mesaj geçmek suç mu? Fethullah Gülen o tarihte örgüt lideri olarak mı görülüyor? Onunla konuşmak, telefon etmek, bağlantı kurmak suç mu? 2013 yılı Eylül ayında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Fethullah Gülen’i Pensilvanya’da ziyaret etti. Görüşme iki saat sürdü. Neler konuşuldu tam olarak bilmiyoruz. Bu durumda FETÖ ile görüşen Ahmet Davutoğlu şimdi suç mu işlemiş oldu? Örgüt lideri ile görüşmekten dolayı suçlu mu? Bu iddianamede gerçekten niyet okumak diye bir şey var. ‘FETÖ’cülerle irtibat suçtur’ diyen mantığa ben niyet okursam, ‘Bu iddiayı öne sürenler Türk yargısını çökertmeye çalışıyor’ derim. TR’de 200 bin Bylockçu var. Her biri 2014’ten beri 60’ar telefon kaydı oluştursa şu anda 12 milyon suçlu eder.”

15.10 Tutuklu Cumhuriyet yazarı Hakan Kara savunma yapıyor.

Kara söze şöyle başladı: “Teröre, şiddete karşıyım. FETÖ’yü tanımam. Aynı sokakta yemek yemedim, fotoğrafım yok. Ne benim, ne ailemin boğazından FETÖ’nün tek kuruşu geçti. Buna rağmen ben örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmekle suçlanıyorum. Tescilli FETÖ’cü Hüseyin Gülerce tanık, bense sanık koltuğunda oturuyorum. Telefonumda Bylock yok. Hiçbir Cumhuriyet yazarı veya yöneticisinin de yok. İddianamede FETÖ ya da herhangi bir terör örgütüyle ilişkim olduğuna dair tek bir kanıt yok. Buna rağmen dokuz aydır hapisteyim.”

15.00 Duruşma gecikmeli olarak başladı. Mahkeme başkanı duruşmanın başında “Dün bir avukat burada anlamsız bir eylem yapmış. Yere 100 dolar atıp gitmiş. Ne demek bu şimdi?” diye sordu.

Follow
Burcu Karakaş @burcuas
Duruşma böyle başladı, mahkeme başkanı: "Dün bir avukat burada anlamsız bir eylem yapmış. Yere 100 dolar atıp gitmiş. Ne demek bu şimdi?"
2:00 PM - Jul 26, 2017
27 27 Retweets 93 93 likes
Twitter Ads info and privacy
İddianameden

İddianamede, eski genel yayın yönetmeni Can Dündar, halefi Murat Sabuncu, yayın danışmanı Kadri Gürsel, yazar Aydın Engin, mali işler müdürü Bülent Yener ve muhasebe müdürü Günseli Özaltay’ın ‘silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüte yardım etme’ suçundan ayrı ayrı 7.5 yıldan 15 yıla kadar; Cumhuriyet Vakfı İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Erinç ve yönetim kurulu üyesi Önder Çelik’in ‘silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüte yardım etme’ ve ‘hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma’ suçlarından ayrı ayrı 11.5 yıldan 43 yıla kadar; yönetim kurulu üyeleri Bülent Utku, Musa Kart, Hakan Karasinir, Mustafa Kemal Güngör ve Hikmet Çetinkaya’nın ‘silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüte yardım etme’ ve ‘hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma’ suçlarından ayrı ayrı 9.5 yıldan 29 yıla kadar, muhabir Ahmet Şık’ın ayrıca ‘PKK ve DHKP/C silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte yardım etme’ suçundan 7.5 yıldan 15 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması talep edilmişti.

Cumhuriyet, terör örgütlerini ‘sevimli gösterme’ye çalışmış

Gazetenin son üç yılda 90 yıllık geçmişinin ve kuruluş felsefesinin tam aksi yönde değişime uğradığı öne sürülen iddianamede yayın politikasının değişmesi suç unsuru gibi anlatılıyor.

Ayrıca gazetenin terör örgütlerini sevimli göstermeye çalıştığı ileri sürülürken ‘FETÖ’nün gazetenin yönetim kademesini ve Cumhuriyet Vakfı’nı ele geçirmeye çalıştığı savunuluyor.

Dahası gazeteci Kadri Gürsel’e darbe girişiminden yıllar önce gelen telefon aramaları bile irtibat olarak kabul edilerek, bu aramaların içinde ‘ByLock’ kullanıcıları olduğu aktarılarak, bu da örgütle temasın kanıtı diye gösteriliyor.
Diken

Tutuklu gazeteci Ahmet Şık'ın savunmasının tam metni
26.07.2017



Cumhuriyet davasının ilk duruşmasının 3. gününde savunma yapan Tutuklu Gazeteci Ahmet Şık'ın savunmasının tam metni:

Sözlerime 3 yıl önce, 2014’te yayımlanan ‘Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda’ isimli kitabımın önsözünden bir alıntıyla başlayacağım. AKP ve Gülen Cemaati arasındaki mafyatik iktidar ortaklığının nasıl dağıldığını anlatan bu inceleme-araştırma kitabımın önsözü şöyle başlıyor:

“Türkiye’yi siyasal ve toplumsal olarak beraber dönüştüren iki güç olan AKP ile Gülen Cemaati’nin birlikteliği ve yancı desteğiyle sürdürülen, adına iktidar denilen kanalizasyon patladı. ‘Yeni Türkiye’ denilen garabeti inşa eden, amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu Makyavelist bir anlayışın hakim olduğu iki güç; AKP ve Cemaat ayrıştı.

Her ikisi de sistemin ve toplumun demokratikleşmesini değil, kendi otoritesini hakim güç kılmak üzerinden, içinde örgütlenmeye çalıştıkları devleti ele geçirmek isteyen güç odakları.

Uzun vadede söz sahibi tek güç olacaklarını düşündükleri devletin otoritesine bağlılığı sarsılmaz kılmaya çalışan bir anlayışa sahip bu iki odak, gördük ki bir yandan ortak düşmanlarla mücadele ederlerken öte yandan birbirlerini yok etmeye dönük hamleler için malzeme biriktirmişler.

Bu malzemelerin kullanılacağı günün yaklaştığı, kanalizasyondaki pis kokunun uzun süredir dışarıya yayılmasından belliydi. Medya köşelerinden yapılan tehditler, el altından yapılan tasfiyeler, zaman zaman sızdırılan telefon konuşmaları, hukuksuzluk üzerine kurulu polis-yargı operasyonlarının, ortak düşmanlardan sonra iktidar bileşenlerini hedef alması yaşanacakların işaretiydi.

Ortalıkta yok edilecek düşman kalmadığına kanaat getirince, devletin sahibinin kim olacağı kavgasına tutuşarak birbirlerini hedef aldılar. Evet ortalığı pislik götürdü, götürüyor. Görünen o ki bir süre daha böyle olacak. Dinin, etik değerlerin alet edildiği bu savaşta tarafların ihtiyaçlarını karşılayan yalanlar, tarafları nezdinde gerçeklerden daha itibarlı. Bu yüzden yapılan savunmalara kimse aldanmasın. Bu savaş, ne demokrasi ve temiz toplum ne de birilerinin iddia ettiği gibi barış ya da sivilleşme için yaşanıyor. Sadece devletin sahibi kim olacak diye savaşılıyor.”

Bu satırlar yayımlandıktan sonra, AKP ve Gülen Cemaati arasındaki savaş daha da şiddetlendi. 2007’deki Ergenekon soruşturmalarıyla başlayan sahte bir tarih yazımı sürecinin iktidar ve suç ortaklarının devletin ve ülkenin yağmalanmasında kimin daha çok pay alacağıyla ilgili savaş bir darbe kalkışmasına kadar uzandı. 15 Temmuz 2016’da 250 insanın katledildiği kanlı bir kalkışma yaşandı.

Tek failinin Gülen Cemaati olduğuna inanmamız istenen bu kalkışmanın hükümet tarafından önceden bilindiğine yönelik ciddi kuşkular var. Üzerinden bir yıl geçtiği ve çok sayıda soruşturma açılmasına rağmen kuşkular azalmak yerine giderek arttı. İhtiyaç duyulan ‘Kontrollü Kaos’ için yol verildiği zannına kapılmamıza neden olan birçok emaresiyle karanlıkta kalması istenen 15 Temmuz Darbesi son 10 yıla yayılan sahte tarih yazımının da en önemli kilometre taşı oldu. İçinde sıklıkla geçen “demokratikleşme-sivilleşme” sözcükleriyle, yalanlarla kurgulanmış bu sahteliğin tek gerçeği ise darbecilerin katlettiği insanlar oldu.

Darbenin karanlıkta bırakılmak istenen yanlarına dair sorular sormamız, ‘Kontrollü Kaos’ dememiz boşa değil. Kalkışmanın hedefindeki kişi Recep Tayyip Erdoğan henüz ülke kan gölünün ortasındayken niyetini açık eden cümleyi ağzından kaçırmış, “Bu darbe bize Allah’ın bir lütfudur” demişti. Lütuf denilerek kastedilenin ne olduğunu hep birlikte gördük, yaşadık, yaşıyoruz. Hakikati dile getirenlerin, suç düzenine itiraz edenlerin, gasp edilen haklarını talep edenlerin seslerinin kısılıp boğulmaya çalışıldığı ve giderek koyulaşan karanlık günlerden geçiyoruz. Kısaca özetlemekte fayda var.

Darbe engellenmesine engellendi ama ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ile temel hak ve özgürlüklerin tümü askıya alındı.

Onbinlerce insan ‘Darbecilik-FETÖ’cülük’ suçlamasıyla gözaltına alındı, 50 binden fazlası tutuklandı. İşkencelerden geçirilenler oldu.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) devletin ve toplumun Türk-İslamcı bir biçimde dizaynına hız verildi. ‘Bizden olanlar - olmayanlar’ ayrımının tek ölçüt kabul edildiği kuşkularını haklı çıkaran uygulamalarla kamudan tasfiyeler başlatıldı. 110 binden fazla kamu görevlisi ihraç edildi. Güvenlik, yargı, eğitim gibi devletin temel organları başta olmak üzere kamuda doğan boşluk liyakatin değil biat etmenin temel alınmasıyla AKP kadrolarınca dolduruldu.

Yıllarca öğrenci yetiştirmiş bilim insanları, öğretmenler bir anda ‘terörist’ olduklarına hükmedilerek işsiz bırakıldılar. Hakkı olanı geri almak için mücadelesini açlık greviyle sürdürenlere dahi yanıt hapishane oldu.

Fiili olarak ortadan kalkmış olan güçler ayrılığı prensibini resmi olarak da ortadan kaldıracak düzenlemelerin yolu OHAL koşullarında, sandık güvenliği olmadan yapılan şaibeli bir referandumla açıldı.

Türkiye’de her zaman sorunlu olan, istisnai örneklerle varlığını kanıtlamaya çalışan yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, kendilerini iktidarın menfaatlerine memur tayin eden hakim-savcılar eliyle tamamen ortadan kalktı. Tutuklama terörüyle gasp edilen kişi özgürlüğünün ihlali, geçerli 6 milyon oy sahibinin iradesini temsil eden Meclis’in üçüncü büyük partisine de uzandı. HDP’nin eş genel başkanları, milletvekilleri ve yine seçilerek göreve gelmiş birçok belediye başkanı esir edildi. Ve hatta bu tutuklamaların yolunu açan düzenlenmeyi “teröristleri koruyorlar” tezviratı yapılacak korkusuyla onaylayan ana muhalefet partisi CHP’nin bir vekiline kadar vardı tutuklamalar.

Bir çok sivil toplum örgütü kapatıldı. Hak savunucuları tutuklandı. Onlarca şirkete el konuldu.

Darbenin engellenip demokrasinin taçlandırıldığı söylenen ülkede yazılı, görsel, işitsel yayın yapan onlarca medya organı kapatıldı. Soruşturma, dava, tutuklama tehditleri ve ekonomik baskılara rağmen hâlâ direnmeye çalışan birkaç gazete ve bir avuç gazeteciyi saymazsak hakikati perdelemeden yayın yapan tek bir medya organı ve gazeteci kalmadı. 150’den fazla gazeteci de hapislere tıkılınca Türkiye yeniden ‘dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi’ ünvanına kavuştu. Öyle ki; Türkiye tek başına, diğer bütün ülkelerin hapishanelerinde tutulan gazetecilerin toplamından daha fazla esire sahip konumunda.

Hapiste olmadığı halde tutuklu bulunan, yani sansür ve otosansür kıskacındaki gazetecileri de listeye eklediğimizde tablo daha da karamsar bir hal alıyor. Sansürün koyu gölgesi nedeniyle farklı sermaye gruplarının sahipliğinde yayın yapan çok sayıda medya organı bulunmasına rağmen tek sesli yayıncılık anlayışı tüm ülkeye hakim olmuş durumda.
Cumhurbaşkanı Erdoğan uykusunda konuşsa canlı yayın yapmak zorunda olan televizyon kanallarında, iktidar komiserleri olmadan siyasal program yapmak da yasak.

Medyanın durumu böyle olunca, siyasal eleştiri mecrası olarak sadece sosyal medya araçları kalmış oldu. Eğer erişim engellenmemişse, eğer internet devlet sansürüyle kesilmemişse, eğer AKP’nin kadrolu internet trolleri ve muhbir vatandaşlarının ve savcılarının hoşuna gitmeyecek şeyler yazmamışsanız eleştiri hakkınızı kullanmanın önünde bir engel yok. Ancak, bu hakkınızı kullandığınızı için tutuklanmayacağınızın garantisi de yok.

Engellenmiş bir darbe kalkışması sonrasında memleketin içerisinde bulunduğu karamsar tablonun kısa özeti böyle. Aslında bu kadar laf kalabalığını tek bir cümleye sığdırmak da mümkün:

15 Temmuz’da darbe engellendi ama cunta iktidar oldu.

Darbe kalkışmasından sonra hazırlanan iddianamelerde Gülen Cemaati’nin amacı şöyle anlatılıyor:

“Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm Anayasal kurumları olan Yasama, Yürütme ve Yargı erklerini ele geçirmek ve bu süreç tamamlandıktan sonra devleti, toplumu ve fertleri FETÖ’nün ideolojisi doğrultusunda yeniden dizayn ederek; oligarşik özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasi gücü yönetmek.”

Bir lütuf olarak görülen kanlı bir kalkışmadan bugüne uzanan süreçte ortaya çıkan, biraz önce özetlediğimiz tabloya baktığımızda, iddianamelerde anlatılan bu amacın gerçekleşmediğini kim söyleyebilir?

Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm Anayasal kurumları olan Yasama, Yürütme ve Yargı erkleri ele geçirilmedi mi?

OHAL ve KHK’ler aracılığıyla devleti, toplumu ve fertleri kendi ideolojileri ve menfaatleri doğrultusunda dizayn etmeye çalışmıyorlar mı?


Devleti ve ülkenin kaynaklarını talan etme niyet ve kararlılığında, oligarşik özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasi gücü yönetmeye çalışmıyorlar mı?

İşte bu nedenlerle Gülen Cemaati’nin en büyük yenilgisi olan 15 Temmuz Kalkışması, aynı zamanda en büyük zaferidir.

Çünkü, Fethullah Gülen’in idealize ettiği devlet, toplum ve fert modeli 15 Temmuz kalkışması sonrasında hayata geçirilmiş oldu. İnşa süreci hızla devam eden ve demokrasinin yanında yer alan herkesin karşı çıkması gereken sistem kimin elinde olursa olsun, patenti Fethullah Gülen’dedir.

Tam da bu nedenle Fethullah Gülen ve cemaati ne istediyse, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti vermiştir.

Şimdiyse, kanlı bir kalkışmanın ardındaki güçlerden birisi olduğu kuşku götürmez bir gerçek olan Gülen Cemaati’nin, FETÖ diye anılan bir canavara dönüşmesinde hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi davranıyorlar.

Suçlu olduklarını söylemeyelim, gerçekleri anlatmayalım istiyorlar.

Darbecilerce katledilenlerin kanlarını ucuz ve sığ bir siyasetin demagoji malzemesi yapıyorlar.

Çünkü gücü elinde tutanların tek bir amacı var: Totaliter iktidarlarını her ne olursa olsun sürdürmek.

Ve bunun için her türlü kötülüğü yapacak, herkesten vazgeçebilecek bir ruh halinde olacaklar. Uzun iktidar yolculukları, birlikte yola çıktıklarından birer birer vazgeçtiklerinin örnekleriyle dolu bir tarihi barındırıyor. İşlerinin bittiğini düşündüklerini, kullanım süresi dolanları, ihtiyaç kalmayanları geride bırakıp yollarına devam ettiler. Destekçilerinden, işbirlikçilerinden, suç ortaklarından ve hatta dava arkadaşlarından vazgeçtiler. Elbette kalanlara da, saflarına ekledikleri yeni kullanışlılara da sıra gelecek.

Medyanın neredeyse tamamını iktidarlarının borazanı haline getirenler, suçlarını ve kötü niyetlerini ortaya koymakta diretenleri ise hapsederek susturmaya çalışıyorlar.
Korkacağımızı, susacağımızı sanıyorlar. Bir kez daha yanıldıklarını göstermek için anlatmaya devam edelim…

45 yıllık geçmişi bulunan Gülen Cemaati’nin, ilk 30 yılda tamamladığı devlet içindeki yatay örgütlenmesinin dikey bir gelişim seyri izlemesi ise son 15 yılda tamamlandı. İktidarına gayrı resmi ortak olduğu AKP hükümetinin sağladığı olanaklarla Gülen Cemaati’nin, adeta devleti kendisine paralel hale getirmek için önünde engel kalmadı.

Cemaat, polis ve yargı teşkilatları ile ordudaki operasyonel birimlerde hayli güç biriktirmişti. AKP iktidarıyla birlikte stratejik mevki ve makamlara yerleşmek de zor olmadı. Sonrasında ise, ele geçirilmesi planlanan resmi ya da sivil tüm alanlardaki alternatif ve rakip olabilecek aktör, kişi ve kurumlar tasfiye edilerek, kendilerinin önceliklerini belirleyen bir nüfuz alanına kavuşmuş oldular.

Doğru ifadesiyle söylersek, Gülen Cemaati’nin devlet ve toplum için en tehlikeli hale gelecek güce erişmesinin en büyük sorumlusu, “Ne istedilerse veren” ve “yaptığı yardımlar için af dileyerek” suçunu da itiraf eden Recep Tayyip Erdoğan ve 15 yıldır tek başına iktidar olan AKP’dir. Dolayısıyla 15 Temmuz kalkışmasının da sorumluları arasındadırlar.

Birkaç somut örnekle açıklayacağım ancak öncesinde bir anımsatmada bulunmakta yarar var.

Ergenekon ile başlayıp Balyoz, Askeri Casusluk ve başka birkaç soruşturma ile sürdürülen bir dizi kumpas davasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisinden Gülen Cemaati mensubu olmayan çok sayıda subay tasfiye edildi. Tutuklanmaktan kurtulanların terfileri bile çeşitli haysiyet cellatlıklarıyla engellendi.
O dönemde başbakan olan Erdoğan, kendisini bu davaların savcısı olarak ilan etmişti.

AKP hükümeti de siyasal onay makamı olarak bir yandan hukuksuzluklara suç ortaklığı yaparken, öte yandan kumpasların faillerine yönelik eleştiri ve suçlamalara karşı da kendini siper etmişti.

Şimdiyse, o dönemin suç ve günahlarının tüm yükünü Gülen Cemaati’nin sırtına yükleyerek kendi rollerini ve suçlarını gizlemeye çalışıyorlar.
O dönemde cemaatin komplolarıyla hapsedilen, AKP-Cemaat ortaklığının medyadaki tetikçileri tarafından infaz edilmeye çalışılan çok sayıda kişi vardı. Bu kişilerden, aralarında gazetecilerin de olduğu bazılarının, AKP’nin suçlarının gizlenmesinin kolaylaştırıcısı/ortağı haline geldiğini, hatta bu dönemin haysiyet celladı olarak sahnede bulunduklarını da belirtmeden geçmeyelim.

Konumuza dönersek, Gülen Cemaati söz konusu kumpas davalarıyla TSK’deki terfi listesi ve sırasını menfaatleri ve amaçları doğrultusunda şekillendirerek kendi mensuplarının önünü açmış oldu.

TSK’de Cemaat mensubu olmayan subaylar elbette bu davalarla saf dışı bırakılanlardan ibaret değildi. Kalanların saf dışı edilmesi için Cemaat’in yardımına koşan yine AKP hükümeti oldu. Hem de aralarındaki savaş sürerken.
Bakalım neler olmuş…

2012 Mayıs’ında yapılan yasal değişiklikle, askeri personelin 15 yıllık mecburi hizmet süresi 10 yıla indirilmişti. Cemaat böylece, kendilerinden olmayan subaylardan bazılarının ordudan ayrılacağını hesaplıyordu. Öyle de oldu. Kumpas davalarıyla yaratılan korku iklimi ve TSK’nin yaşadığı itibar kaybı nedeniyle istifalar yaşandı.

Bu ilk yasal değişiklikten sonra gerçekleşen önemli bazı düzenlemeler ise ilginç bir şekilde AKP ve Cemaat arasındaki savaş başladıktan sonra yapılmıştı.

AKP ve Gülen Cemaati arasındaki savaşı bir meydan muharebesine çeviren ve aralarındaki ilişkiyi onarılamaz biçimde koparan 17/25 Aralık 2013’teki yolsuzluk soruşturmalarıydı. Suriye iç savaşında rejim karşıtı olarak çarpışan bazı selefi cihatçı gruplara silah ve mühimmat yardımı yapıldığını kanıtlayan MİT TIR’ları operasyonları da bu süreçte gerçekleştirilmişti.

İşte ilişkilerin böylesine kopuk olduğu bir dönemde bazı AKP milletvekillerinin talep, öneri ve oylarıyla gerçekleşen yasal değişiklerle TBMM’de askerlikle ilgili bazı düzenlemeler yapıldı.
İlkin 11 Şubat 2014’te Meclis’in çoğunluk gücü olan AKP’nin benimsemesiyle yapılan düzenleme ile TSK’de terfiler 1 yıl öne çekildi. Böylece aralarında çok sayıda Cemaat mensubu olan 4 yıllık albaylar ve 3 yıllık generaller de terfi kapsamında Yüksek Askeri Şura’ya (YAŞ) dâhil edilmiş oldu. Düzenlemeyle aynı zamanda, Cemaat mensubu olmayan ve YAŞ kararlarında terfi alamayan generaller de bu şekilde emekli edilerek TSK dışına çıkarılmış olacaktı.

İkinci değişiklik 2 ay sonra gerçekleşti. 12 Nisan 2014’te yürürlüğe giren TSK Yüksek Disiplin Kurulları Yönetmeliği’yle ordudan ihraçları değerlendirmek üzere yeni Yüksek Disiplin Kurulları oluşturuldu. Bu kurulların çalışma esaslarını belirleyen Subay Sicil Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik, irticai faaliyetler nedeniyle TSK’den ihraçların önünü kesiyordu.

Bir diğer değişiklik 37 AKP’li vekil tarafından 30 Aralık 2015’te Meclis Başkanlığı’na sunuldu. Bu kanun değişikliğiyle, albaylıktan generalliğe terfi için bekleme süresi 4 yıla indirilmiş oluyordu. Bu şekilde, Cemaat mensubu olan ancak terfi sırası gelmemiş albayların general olmasının da yolu açılmış oldu.
Son değişiklik 6722 sayılı TSK Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’du.

1988 ve daha önceki yıllarda Harp Okullarından mezun olmuş subaylar, Gülen Cemaati’nin örgütlüğünün en zayıf olduğu gruplardı.

Sözkonusu yasa değişikliği de, orduda hizmet süresini 28 yıla indiren düzenlemeler öngörüyordu.

Böylece Cemaat, kendisinden olmayan subayları en çok syıda bulunduğu üç devreyi birden topluca emekli ederek TSK dışına çıkarmış olacaktı.

15 Temmuz darbesi girişiminin en önemli aktörleri oldukları öne sürülen generaller Mehmet Dişli ve Mehmet Partigöç’ün hazırladığı bu tasarının, bir madde hariç tümünün, yasa kabul edilir edilmez yürürlüğe girmesi öngörülüyordu. 2016 Ağustos Şurası’ndan sonra yürürlüğe girmesi öngörülen ise, Cemaat’in en az örgütlü olduğu 1988 ve önceki yıllardaki mezunları kapsayan üç devrenin birden toplu olarak emekli edilmesiyle ilgili maddeydi. 23 Haziran 2016 gecesi, tasarının Meclis’teki görüşmeleri sırasında AKP Grubu’nun verdiği bir önergeyle, o maddenin de kanun çıktığı anda yürürlüğe girmesi sağlandı.
AKP hükümetinin sınırsız desteğiyle yürütülen kumpas davaları ve yine hükümet eliyle yapılan yasal düzenlemelerle Gülen Cemaati’nin TSK içinde hedeflediği tasfiyeler büyük oranda gerçekleşmiş oldu. Bunların ne anlama geldiğini de 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan tablo gösterdi.

CHP’nin hazırladığı, “Öngörülen, Önlenmeyen ve Sonuçları Kullanılan Kontrollü Darbe” başlığını taşıyan, TBMM 15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu’nun raporuna yönelik muhalefet şerhini içeren raporundan yapacağım alıntı söylemeye çalıştığımı daha anlamlı kılacak.

Raporda yer alan bilgilere göre, kumpas davalarından sonraya rastgelen 2011, 2012 ve 2013 yıllarındaki YAŞ kararlarıyla terfi eden generallerin neredeyse tamamı FETÖ üyesi olmakla suçlanıyorlar. Biraz önce anlattığım AKP hükümetinin yaptığı yasal düzenleme ve değişikliklerden sonraki döneme rastgelen 2014 ve 2015 yıllarındaki YAŞ kararlarıyla albaylıktan generalliğe terfi edenlerin de yüzde 80’ine aynı suçlama yöneltilmiş.

Bu arada 1985’ten AKP’nin iktidara geldiği 2003’e kadar Gülen Cemaati mensubu oldukları iddiasıyla toplamda 400 personelin TSK’den ihraç edildiğini, ancak 2003’ten darbe kalkışmasının yaşandığı tarihe kadar ise herhangi bir ihraç yaşanmadığını vurgulamakta yarar var.

Uygulanmayan 2004 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarından da bahsettikten sonra Gülen Cemaati’nin darbe kalkışmasına girişecek kadar TSK içinde böylesine etkili bir güce ulaşmasında AKP hükümetinin azımsanmayacak katkılarını anlatmaya çalıştığım bu bölümü bitireceğim.

25 Ağustos 2004’deki MGK toplantısı yapıldığında AKP iktidardaki ikinci yılını doldurmak üzereydi. Bildiğiniz gibi MGK, en üst düzeyde asker ve sivil yöneticilerin bir araya gelerek, kurula adını veren milli güvenlik konularının görüşüldüğü, tavsiye niteliğinde kararların alındığı bir toplantıdır. Kararları da mutlaka gizli tutulur.

Ancak 2004 MGK kararları birkaç yıldır biliniyor.

Bugünkü Türkiye’nin inşası sürecine yaptığı katkılarla maruf Taraf gazetesinde 28 Kasım 2013’de manşetten yayımlandı.
AKP-Cemaat savaşının ilk dönemlerinde yayımlanan ve çatışmaların daha da şiddetleneceğinin işaret fişeği olan bu haberle birlikte öğrendik MGK toplantısının kararlarını.
15 Temmuz darbe girişiminden 12 yıl önce yapılan bu MGK toplantısının konusu, Gülen Cemaati’nin gelecekte yaratacağı tehlikeye işaret ediyormuş. Bu nedenle toplantıda, “Fethullah Gülen Grubunun Faaliyetlerine Karşı Alınması Gereken Tedbirler” başlığıyla, Cemaat’e karşı bir eylem planı hazırlanması tavsiye kararı olarak dönemin TSK yönetimi tarafından AKP hükümetine bildirilmişti.

Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve 5 ayrı bakanın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve MGK’nin diğer asker üyeleri olan kuvvet komutanları Aytaç Yalman, Özden Örnek, İbrahim Fırtına ve Şener Eruygur tavsiye kararının altındaki imzaların sahipleriydi.
Önerinin sahibi olan TSK, karar uyarınca oluşturulacak eylem planı çerçevesinde Gülen Cemaati’nin yurt içi ve dışındaki faaliyetlerinin hassasiyetle takip edilerek, ileride yaratabileceği tehlikelere karşı radikal tedbirler alınmasını öneriyordu. Bu tavsiye kararlarında imzası bulunan komutanlardan üçünün kumpas davalarında tutuklandığını anımsatıp hükümetin neler yaptığını anlatarak devam edelim.

Haberin Taraf Gazetesi’nde yayımlanmasından sonra AKP’nin de seçmen tabanını oluşturan muhafazakar kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine hükümetten peş peşe açıklamalar yapıldı. Açıklamaların ortak noktası; kararların tavsiye niteliğinde olduğu ve hükümetçe yok sayılarak hiçbir zaman uygulanmadığıydı. Dönemin Başbakan Başdanışmanı olan Yalçın Akdoğan twitter hesabından, “2004’teki MGK kararı hükümet tarafınan yok hükmünde kabul edilmiş, hiçbir bakanlar kurulu kararı alınmamış, hiçbir işlem yapılmamıştır” açıklamasını yapmıştı. Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da “10 yılda MGK’de kabul edilen hiçbir şey hayata geçirilmediği gibi biz; dindarları, dini grupları mağdur edecek hiçbir şeyi hayata geçirmedik. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin işlevselliğini biz ortadan kaldırdık” demişti. Arınç’ın açıklamasında, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne vurgu yapılması da önemli. Zira, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, devletin iç ve dış tehdit olarak belirlediği grupları tanımlar. Gülen Cemaati de 2010 yılına dek bu belgede, devlet güvenliğine yönelik iç tehdit grupları arasında sayılıyordu. Ancak, Arınç’ın da vurguladığı üzere Gülen Cemaati, bizzat AKP hükümeti tarafından tehdit listesinden çıkarıldı.

Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, 2004 MGK kararlarının uygulanmaması üzerine bakın nasıl bir tespitte bulunmuş: “İfade edilen çeşitli saiklere rağmen 2004 MGK kararının, siyasi ve hukuki yönlerden zamanın iktidarınca tedbirler yönünden değerlendirilmeyişi, Gülen Cemaati’nin sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’ni değil, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve kurumlarını da işgal etme sürecine ivme kazandırmıştır.”

MİT’te üst düzey yöneticilik yapmış olan Öneş’in devletin dinci bir örgüt tarafından işgal edilmesi sürecinin önemli sorumlularından biri olarak AKP hükümetini işaret ettiği açıklaması böyle. AKP hükümetinin konuyla ilgili yaptığı ve bir suç itirafı olan açıklamaları da ortada.

Cemaat kendilerini hedef alana dek uyarı ve eleştirileri dinlemeyip, devleti tüm kurumlarıyla birlikte bu çeteye teslim eden, suçlarına ortaklık yapanlar şimdi “kandırıldıklarına” inanmamızı istiyorlar.

Hayır kandırılmadınız. Aksine, birlikte kandırmaya çalıştınız.

Yıllardır bunu söylememize rağmen,Cumhuriyet Gazetesi’nden örgüt, bizlerden FETÖ’cü çıkarmak için beyhude bir çabaya girişen Türkiye yargısının “kandırıldık” açıklamasını yeterli görerek şüpheliler hakkında herhangi bir soruşturma açmadığını da belirtelim.

Şimdi yargının AKP eliyle Cemaat’e nasıl teslim edildiğine bir göz atalım. CHP’nin 15 Temmuz kalkışmasıyla ilgili hazırladığı raporundan yine bir alıntı yapacağım.

Darbe girişimi sonrasında, Gülen Cemaati’nin hatırı sayılır bir ağırlığı olan yargı teşkilatından birkaç bin hakim-savcı “FETÖ’cü oldukları” gerekçesiyle ihraç edildi. Birçoğu tutuklandı.

CHP’nin raporu, ihraç edilen yargı mensuplarının kadrolaşmalarına dair çarpıcı tespitler içeriyor. Raporda darbe sonrasında KHK’lerle ihraç edilen yargı mensupları arasında kıdemi en eski olanın 1980’de mesleğe girdiği belirtiliyor. 1980’den AKP’nin iktidara geldiği 2002’ye kadar, farklı hükümetler tarafından toplamda 7 bin 672 hakim ve savcının ataması yapılmış. Bunlar arasından darbe kalkışması sonrasında ihraç edilenlerin sayısı bin 210 kişi. Oransal olarak ifade edersek, 23 yıllık bir süreç içinde göreve başlayan yargı mensupları arasında FETÖ bağlantısı olduğu iddiasıyla ihraç edilenlerin oranı yaklaşık yüzde 16.

Şimdi bir de AKP’nin iktidar olmasından sonraki dönemlere bakalım.

Raporda 2003-2010 yılları arası ilk AKP Dönemi olarak adlandırılmış. Bu dönemde ataması yapılan 3 bin 637 hakim-savcıdan ihraç edilenlerin sayısı bin 255 kişi. Oransal ifadeyle, toplam atamalar içinde ihraç edilenlerin payı yaklaşık yüzde 35 olan bu dönemin adalet bakanları ise Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin ve Sadullah Ergin.

Yargıdaki vesayete son verdiği demogojisi yapılan 2010 Anayasa Referandumu sonrası ile AKP’ye yönelik yolsuzluk soruşturmalarının yapıldığı 17/25 Aralık 2013 tarihleri arası ise raporda ikinci AKP Dönemi olarak incelenmiş. Bu dönemin adalet bakanları ise yine Sadullah Ergin ve Bekir Bozdağ. Bu iki bakanın döneminde ataması yapılan 2 bin 876 hakim/savcıdan bin 192 kişi ihraç listelerine girmiş. İhraçların toplam atamalar içindeki payı ise yaklaşık yüzde 42.

AKP’nin Cemaat’le ortaklığının sona ermesinden sonraki , 2014’den 15 Temmuz 2016 darbesine kadar geçen süre ise üçüncü AKP Dönemi başlığı ile ele alınmış. Adalet Bakanı ise yine Bekir Bozdağ. AKP – Cemaat savaşının şiddetlenmesi nedeniyle bu dönemdeki yargı atamalarında Cemaat payında belli bir düşüş göze çarpıyor. Atanan 2 bin 281 Hakim-savcıdan 582’si ihraç edilmiş. Yani yaklaşık yüzde 26’sı.
AKP’nin bu üç dönemine dair toplam sayıları kıyaslamalı olarak verirsek; 1980-2002 arasındaki 23 yılda yargıdaki Cemaat kadrolaşması yaklaşık yüzde 16’iken, AKP’nin kesintisiz olarak hükümet olduğu 2003-2016 arasındaki 14 yılda ise bu oran yüzde 35 olmuş. Bu 14 yılda ataması AKP tarafından yapılan 8 bin 794 hakim-savcıdan 3 bin 29’u ihraç edilmiş. Oransal ifadesiyle toplam atamalar içinde FETÖ bağlantısı nedeniyle ihraç edilen yargı mensubu yüzde 35 olmuş.

AKP hükümetinin kendisini suçtan muaf tutmak için sığ bir kurnazlık örneğiyle, FETÖ adına yürütülen soruşturmalarda milat olarak kabul ettiği 17/25 Aralık 2013 sonrasındaki döneme ilişkin ihraç oranları bile 1980-2002 arasındaki dönem ortalamasının üzerindedir. Geçen haftaya kadar Adalet Bakanı olan Bekir Bozdağ’a ayrıca bir parantez açarak bu konuya nokta koyalım.

Bekir Bozdağ, AKP hükümetinin 14 yıllık iktidarında Adalet Bakanı olarak görev yapan 4 isimden biri. 24 Mart 2011’de Meclis’te yaptığı konuşmada Fethullah Gülen’den “Bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymet, bilge bir insandır. Herşeyi açıktır” diye bahseden Bozdağ, 9 Haziran 2012’de de “Muhterem Hoca Efendiye Antalya’dan selamlarımı iletiyorum” mesajını kişisel twitter hesabından paylaşan kişidir. 15 Şubat 2012’de de CNNTURK televizyon kanalında katıldığı bir programda, “Yargıda cemaat örgütlenmesi var mı?” sorusunu “böyle bir şey mümkün olmaz” diyerek yanıtlayan da Bekir Bozdağ’dır. Cemaat ile aralarındaki savaşın başlangıç zamanlarında, 15 Ağustos 2013’te, “Cemaat’le AKP arasında bir fitne ateşi yakmayı başaramayacaklardır” şeklindeki twitter mesajının sahibi de Bekir Bozdağ’dır.

Yargıda Cemaat’in örgütlenmesi olduğuna yönelik iddialara “mümkün değil” yanıtını vermiş olan Bekir Bozdağ’ın 2013’ten günümüze kadar uzanan bir Adalet Bakanlığı serüveni var. Bu 4 yılda 15 Temmuz darbesine gelene kadar Bozdağ, toplam 3 bin 614 hakim-savcı ataması yapmış. Yani AKP’nin 14 yıllık iktidarında gerçekleştirilen toplam 8 bin 794 atamanın yüzde 41’ini Bakan Bozdağ 4 yılda yapmış. Yargıda Cemaat örgütlenmesini mümkün görmeyen Bozdağ’ın atamasını yaptığı hakim-savcılardan bin 228’i, yani yaklaşık yüzde 34’ü FETÖ’cü oldukları iddiasıyla ihraç edilmiş. Bu sayı ve oranların bize söylediği şudur:

Bekir Bozdağ, yargının Cemaat’e teslim edilmesinin baş sorumlularından birisidir.

Ancak bizler FETÖ’cü suçlamasıyla hapsedilmişken, Bekir Bozdağ görevinin değiştirilesine karar verildiği geçen haftaya kadar Adalet Bakanı sıfatıyla Hakim-Savcılar Kurulu’nun başındaki kişi olarak, kendisi tarafından ataması yapılan yargı mensuplarının teşkilattan ihraçlarını yönetiyordu.

15 Temmuz darbesini saatler önce haber aldığı halde kanlı kalkışmayı engelle(ye)meyen Hakan Fidan’ın müsteşarı olduğu Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) durum ne imiş ona da bakalım.

Meclis 15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu’na ifade veren isimlerden birisi de bir önceki MİT Müsteşarı olan Emre Taner’di.

İfadesinde, görev yaptığı 2005-2010 yılları arasındaki dönemi kast ederek şunları söyledi emekli Müsteşar Taner:

“Benim çalıştığım dönemde MİT’e FETÖ’nün sızması sıfıra yakındır. İstemezseniz almazsınız. İyi incelersiniz almazsınız. Ondan sonrasını bilemem. Daha sonraki yönetim cevaplayacaktır. Şimdi, ‘70-80 kişi MİT’ten FETÖ bağlantılı diye ayrıldı’ dendiği zaman dahi yadırgamamak mümkün değildir. Geçmiş döneme ait değildir. Belki 2,3,5 kişi olabilir. Ona bir itirazımız yok. Ama son dönemde bu girmelerin daha rahat ve net olduğuna dair bir izlenim vardır. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. MİT, devlet kurumları içerisinde FETÖ anlamında ve diğer yıkıcı örgütler anlamında en temiz kalmış örgüttür.”

Cemaat’in MİT’e sızmaları konusunda açık bir biçimde Hakan Fidan’ı suçlayan eski müsteşar Taner’in, MİT’in FETÖ bağlamında “en temiz kalmış örgüt” olduğu düşüncesi ne kadar doğruyu yansıtıyor bakalım.

Meclis 15 Temmuz Komisyonu’na ifade vermeye dahi gitmeyen ya da gitmesine izin verilmeyen MİT Müsteşarı Hakan Fidan, talep üzerine, MİT’teki FETÖ bağlantılı personelle ilgili bir rapor gönderdi. Cemaat kumpasıyla, Ergenekoncu olduğumuz yalanıyla tutuklanıp birlikte hapsedildiğim “eski örgüt arkadaşım” gazeteci Müyesser Yıldız, Oda TV isimli haber portalında bu raporun içeriğini anlatmış.

MİT’in raporuna göre; 17 Aralık 2013’ten 15 Temmuz 2016’ya kadar olan 2,5 yıllık dönemde 181, darbe kalkışmasından sonraysa 377 personel hakkında işlem yapılmış. Yani, “devletin temiz kaldığı” iddia edilen kurumunda toplam 558 personelin FETÖ bağlantısı tespit edilmiş. Bunlardan 167’si kamu görevinden çıkarılmış. Sözleşme feshi ya da istifa gibi nedenlerle de 70’inin teşkilatla ilişiği kesilmiş. TSK/Emniyet personeli olan 272’sinin geçici görevlendirilmesi de sonlandırılmış. Toplamda 509 MİT personelinin teşkilatla ilişiği kesilmiş, kalan 49 personelle ilgili çeşitli işlemler sürerken, 5 kişinin de göreve iade edildiği belirtilmiş. Bahsedilen 558 personelden kaçının, Hakan Fidan’ın müsteşar olarak atandığı 2010’dan sonra MİT’te göreve başlayıp başlamadığına ilişkin bir bilgi yok. Ancak, eski müsteşar Emre Taner’in, Cemaat’in MİT’e yönelik sızmalarıyla ilgili halefi, müsteşar Hakan Fidan’ı suçladığını bir kez daha anımsatalım.

Hakan Fidan’a yönelik suçlama ya da kuşkularını dile getiren sadece eski müsteşar da değil. Başbakan Binali Yıldırım da kuşkularını dile getirenlerden biri.

Anlatalım...

İhbarcı Binbaşı O.K.’nin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturmada verdiği ifadesinde, 15 Temmuz 2016 günü saat 14:00’de MİT’e giderek darbe yapılacağını söylediğini artık hepimiz biliyoruz. Ancak MİT Müsteşarı Hakan Fidan, yapılan ihbarın darbe kalkışması olmadığını ısrarla söylemeye devam ediyor. Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar da, Müsteşar’ın karargaha gelerek, MİT’e bir hava operasyonu yapılarak kendisinin kaçırılmasına yönelik bir plandan bahsettiğini söyleyerek Hakan Fidan’ı doğrulayan bir ifade vermişti. Orgeneral Akar, her ne kadar “Daha büyük bir planın parçası olduğunu değerlendirdik” dese de, MİT’e ihbar yapılmasından yaklaşık 7 saat sonra tanklar sokağa indi. Savaş jetleri Meclis’i bombaladı. Her ne kadar başarısız kılınmış olsa da 250 kişi darbecilerce katledildi. Çünkü, savaş helikopterleriyle MİT’e askeri operasyon düzenlenip Müsteşar Hakan Fidan’ın kaçırılmak istendiği planın, bir darbe kalkışmasının parçası olduğunu anlamamışlar.

Ya da bizi inandırmak istedikleri bu.

Şimdi biz bunları, kuşkularımızı söyleyip, yazdığımız için hapisteyiz. Ama böyle bir planı, bir darbe kalkışmasının parçası olduğunu anlayabilecek kapasitede olmadıklarını itiraf edenler, orduyu ve MİT’i yönetmeye devam ediyor.

Darbe kalkışması başladıktan sonra birkaç saat süreyle, Hakan Fidan’a kimsenin ulaşamadığını biliyoruz. Üstelik, Müsteşar Fidan’ın ne Başbakan Binali Yıldırım’ı ne de kendisine “Sır Küpüm” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı darbe ihtimaline karşı neden bilgilendirmediği de sırrını koruyor.

2 Ağustos 2016 gecesi, CNNTürk ve Kanal-D televizyon kanallarının ortak yayınına konuk olan Başbakan Binali Yıldırım, “MİT Müsteşarına bana neden haber vermediğini sordum. ‘Başbakanın, Cumhurbaşkanının haberi yok. Nasıl olur? dedim.’ Genelkurmay Başkanına söylemeniz doğal ama Başbakana da söylemeniz gerekirdi’ dedim. Cevap veremedi” demişti. Yani Başbakan da darbe kalkışmasında MİT’in sadece istihbarat zaafiyeti yaşamadığının altını çiziyordu.

Başbakan da Yıldırım, kalkışmadan 1 yıl sonra, kendisiyle yapılan söyleşide kuşkularımızı arttıran bir bilgiyi satır aralarına sıkıştırıyordu. Hürriyet gazetesinin “15 Temmuz Yıldönümü” ekinde Fikret Bila’nın Başbakan Yıldırım’la yapılmış bir söyleşisi yayımlandı. Söyleşide Yıldırım, Ankara ve İstanbul emniyetiyle yapmış olduğu görüşmeler sonunda 15 Temmuz’da bir darbe kalkışmasıyla karşı karşıya oldukları kanaatine ulaştığını anlatıyor. MİT Müsteşarı Fidan’la kalkışma başladıktan 2 saat sonra 22.30 – 23.00 arasında iletişim kurabildiğini belirten Yıldırım şöyle devam ediyor:
“Bilgiler bize intikal etmedi, ne bana ne de Cumhurbaşkanına. Müsteşar da (Hakan Fidan) o anda söylemedi. O anda darbeyle ilgili de bir şey söylemedi. Ben kendisine sordum, ‘Darbe oluyor, ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Yok’ dedi. ‘Bir şey yok, normal. Biz çalışıyoruz’ dedi bana. Oradaki iş farklı bir şey”

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Başbakan Yıldırım’a “Bir şey yok, Normal” dediği saatlerde neler olmuş ya da neler oluyormuş bir anımsayalım.

Saat 21:00: Darbeciler Genelkurmay Karargahını ele geçirerek komutanları esir almışlar. Kendilerine direnenlerle de çatışmaya başladıkları için silah sesleri duyulmaya başlamış.

Saat 22:00: Genelkurmay karargahında silah sesleri duyuldu ve helikopter dışarıda bulunanların üzerine ateş açtı.

Saat 22:05: Genelkurmay başkanının uçuş yasağı emrine rağmen, Ankara’da savaş jetleri ses duvarını aşarak uçuş yapmaya başlamışlar.

Saat 22:28: İstanbul’da tanklar, Boğaz Köprülerini kapatmış.

Saat 22:35: İstanbul Atatürk ve Sabiha Gökçen Havalimanları darbeciler tarafından işgal edilmiş.

Tüm bu gelişmeler ilk önce sosyal medyadan, kısa süre sonra da ulusal yayın yapan televizyon kanalları tarafından duyurulmaya başlanmış. Başbakan Yıldırım’ın, Müsteşar Fidan’la konuştuğunu söylediği saatlerden kısa bir süre sonra da, 23:00’de MİT’in Ankara Yenimahalle’de bulunan genel merkezine savaş helikopterleriyle saldırı düzenlendiğini de belirtelim. Ama Hakan Fidan’ın, Başbakana söylediğine göre ise “bir şey yok, normal”

Başbakanın da dediği gibi “Oradaki iş farklı bir şey” gerçekten de. Ve o farklı şeyin ne olduğu sorusunun yanıtını aramaya devam edeceğiz. Çünkü, canlarını ortaya koyarak bir darbeyi engellemeye çalışanların yaslı aileleri başta olmak üzere herkesin gerçekleri bilmeye hakkı var.

Gülen Cemaati’nin devlet içindeki kalelerinden biri de, kuşku yok ki polis teşkilatı. Cemaat mensubu polislerin Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargah, KCK, Şike, Oda TV ve benzer bir çok kumpas soruşturma ve davalarındaki ortaya çıkan rolleri bu iddiamızın tek başına kanıtı.

15 Temmuz sonrasında 13 binden fazla polis FETÖ bağlantısı iddiasıyla meslekten atıldı. Büyük çoğunluğu tutuklandı. Ancak, Emniyet Teşkilatı’ndaki cemaat mensubu polis sayısının, bu rakamın çok daha üzerinde olduğunu belirtmek gerek.

Cemaat’in Polis teşkilatındaki örgütlenmesi 1980’li yılların başına kadar uzanıyor. Dolayısıyla bundan sadece AKP iktidarı sorumlu değil. Ancak AKP iktidarı döneminde ortaya çıkan, polis adaylarının girdiği sınavlarda kopya çekilmesi ya da soruların sınavdan önce Cemaat’in dershanelerine sızdırılması olaylarına yönelik etkin soruşturma yapmamaları, eleştirileri kulak arkası etmeleri kendilerini tek başına sorumlu kılıyor.

Birkaç örnekle açıklayalım:

-26 Ağustos 2007’de yapılan ve Türkiye genelinde 71 binden fazla adayın katıldığı polislik sınavı sorularının önceden çalındığı ortaya çıktı. Konunun medyaya yansımasından sonra sınavda kopya çekildiği, Cemaat kast edilerek, soruların önceden belli gruplara verildiği iddiaları ortaya atıldı. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, sınav sorularının önceden bazı kişilerce bilinmesi veya sınava giren adaylara verilmesinin mümkün olmadığını iddia etti.

-Beşir Atalay’ın iddialı açıklaması 8 ay sonra çürüdü. 13 Eylül 2009’da yapılan Polis Meslek Yüksek Okulu sınavı soruları, sınavdan birkaç gün önce Cemaat’e ait FEM Dershaneleri’ne sızdırılmış ve bazı öğrencilere yanıtlarıyla birlikte dağıtılmıştı. Konu medyaya yansıyınca 60 binden fazla adayın girdiği sınav iptal edildi.

-Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ara kademe amir açığını kapatmak için 5 Mart 2012’de yaptığı ve 50 binden fazla polisin katıldığı sınavda kopya çekildiği belirlendi. Kazanan adayların 68’inin akraba olduğu belirlenen sınavda Cemaat’in teşkilat içinde en güçlü olduğu personel, istihbarat ve kaçakçılık birimleri ile Başbakanlık Koruma Müdürlüğü ve Bakanlık Özel Kalem Müdürlüklerinde çalışan 485 kişinin 85-90 aralığında puan aldıkları belirlendi. 2011’de yapılan aynı sınavda da kazanan adayların tümünün hatalı olduğu mahkeme kararıyla tescillenen 19 soruya doğru yanıt verdikleri ortaya çıktı.

1980’lerde polis okullarına girenler arasında örgütlerine eleman devşiren Cemaat, AKP iktidarı dönemindeyse önceden çaldıkları sınav sorularıyla kendi elemanlarını doğrudan Emniyet Teşkilatı’na sokuyordu. Sınavların yapıldığı dönemde şikayet konusu olan, medyada haberleştirilen bu olaylarla ilgili AKP hükümeti eleştirileri kulak arkası etmeyi tercih etti. Cemaat’in kendilerini hedaf aldığı 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarından sonraysa bu sınavlarla ilgili adli ve idari soruşturmalar açıldı.

Darbe kalkışmasına girişip kendi halkına silah sıkan ordu ile yargı, Polis Teşkilatı ve MİT’teki durum ve AKP hükümetlerinin sorumluluğuna dair buzdağının görünen yüzünde var olanların özeti böyle.

Şurası kesin ki, Gülen Cemaati AKP iktidarda bulunduğu 14 yıl boyunca herhangi bir engelle karşılaşmadan nihai hedefine doğru yol almaya devam etmiştir. Hatta AKP’ye dönük niyetlerini de açık eden 7 Şubat 2012’deki MİT soruşturması ve 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarına rağmen caydırıcı bir engelle karşılaşmak bir yana, sistem içindeki kazanımlarını koruyup, büyütmeye devam etmiştir. Büyüyen tehlikeyi görerek AKP’yi eleştiren ve uyaranlara hükümetin verdiği yanıtların toplamını tek bir alıntıyla özetlemek mümkün. Dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, 20 Şubat 2012’de NTV kanalındaki mülakatında, Cemaatin devlet içindeki örgütlü gücüne yönelik eleştirilere şöyle yanıt vermişti: “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış diyorlar. Bunlar kargaları güldürür. Bu paranoyaları bir yana bırakalım.”

Anımsatmadan geçmek istemediğim bir anekdot daha var. 2011 yılı Gülen Cemaati’nin gücünün doruğunda olduğu zamanlardı. AKP iktidarı mensuplarının, medyanın büyük çoğunluğunun, şimdilerde en cevval FETÖ düşmanı olduğunu kanıtlama çabasıyla herkesi tutuklayan yargı mensuplarının ezici çoğunluğu, ne Fethullah Gülen’den ne de Cemaat’inden adıyla dahi bahsedemiyorlardı. Korkuyorlardı. Şimdi Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’ye yaptıkları gibi o dönemde de devletin kudretli gücü Cemaat’e menfaatleri gereği biat ediyorlardı. O zaman da, Cemaat kumpasıyla tutuklananlar arasındaydım. Nedeni ise bugün olduğu gibi yine bir mesleki faaliyetti. Cemaat’in polis ve yargıdaki örgütlü çetesinin, Ergenekon sürecindeki soruşturma ve davalardaki rolünü irdelemek niyetinde olan bir kitap çalışması yapıyordum. Herkesin Cemaat’ten korktuğu, biat ettiği, adını bile anamadığı o dönemde kitabımın adı “İmamın Ordusu” idi.

Recep Tayyip Erdoğan ise dönemin başbakanıydı. Ve “Bazı kitaplar bombadan tehlikelidir” diyordu. Hapiste tutulan gazeteciler için, şimdi de sıkça yaptığı gibi o zaman da, “Gazeteci değil, Teröristler” diyordu. Elbette böyle bir beklentimiz yok ama Erdoğan kitaplarla, yazarlarıyla, gazetecilerle arasındaki ilişkiyi kriminal düzeyde tutmak yerine okuyup, dinleyip, anlamaya çalışsaydı, kuvvetle muhtemel bugün hiçbirimiz burada olmayacaktık. Dahası Erdoğan okuyan birisi olsaydı, Salvador Allende’nin Şili’nin Faşist cuntacılarına söylediği; “Tarih bizden yana ve tarihi haklılar yazar” sözünden de haberdar olacaktı.

Evet, tarih bir kez daha bizden yana. Dolayısıyla ne Cumhuriyet Gazetesi’nden bir illegal örgüt ne de bizlerden terörist çıkaramayacaksınız.

Buraya kadar anlattıklarımdan anlamışsınızdır. Söylediklerim savunma veya ifade değil. Aksine ithamdır. Çünkü;

Bu siyasi operasyonun kanuni kılıfını hazırlayan metnin başında “iddianame” yazması, çöp muamelesi yapılması gereken bu utanç vesikasını hukuki kılmıyor. Tıpkı, öncesi ve sonrasıyla bu siyasi operasyonda görev ve rol üstlenen kimi kişilerin adlarının önünde hâkim – savcı yazmasının kendilerini hukukçu kılmadığı gibi.

Bizlere yönelik bu operasyon; düşünce ve ifade hürriyetini, basın özgürlüğünü hedef alan bir pogromdan başka bir şey değildir. Ve kimi yargı mensupları da bu pogromun linççileri olma görevini üstlenmişlerdir.

Gelişmiş demokrasilerde yargı, hukukun evrensel normlarıyla hareket eder. Adaleti sağlamakla görevli denetleyici bir güçtür. Ancak Türkiye’de yargının kimi mensupları, bizatihi adaletin mezar kazıcıları olmuşlardır. Demokrasinin denetleyici bağlarından koparılmış bir sistem inşa etme peşindeki diktatörlük heveslilerinin iktidarda olduğu bir ülkede, siyasi ve entellektüel bir sefalet içinde kıvranan yargının bu hali elbette şaşırtıcı değil.

Hukuktan; hak, adalet, vicdan ve liyakati çıkardığınızda geriye kalan ne ise, Türkiye yargısı şu an odur. Yaşadığımız tecrübelerden yola çıkarak gayet iyi biliyoruz ki hak, adalet, hukuk, insanlık çağrıları size ulaşmıyor. Dolayısıyla, hiç bir talebim de olmayacak. Ancak, sizi bir zırh gibi kuşatan üzerlerinizdeki cüppelerin, insan hayatından ve özgürlüğünden yapılmış olduğunu söylemekle yetineceğim.

Cumhuriyet Gazetesi’nde aradığınız örgüt, siyasi parti kılığında ülkeyi yönetiyor. Sahibinin sesi olmuş medyası da bu organize kötülük örgütünün yalanlarını gerçekmiş gibi sunuyor. Suçlarını perdeleyip, kötülüğün yaygınlaşıp sıradanlaşması görevini yerine getiriyor. Yani örgüt propagandası yapıyor.

Çünkü en bilinen hakikat tüm çarpıklığıyla bir kez daha karşımızda duruyor: Suç dünyanın en güçlü zamkıdır.

Siyasi iktidar, bürokrasi, yargı, talancı sermaye ve sahibinin sesi olmuş medyayı birbirine yapıştıran da bu zamktır.

Bu kirli düzen, bu suç hanedanlığı hep sürecek zannedenler yanılıyorlar. Tarihin sayfalarını karartan tüm diktatörlüklerde olduğu gibi, kinlerinin ve hırslarının doymak bilmez açlığıyla yol almaya çalışanlar her zaman kendi sonunu hazırlar. Taşlarını kendi döşedikleri cehennemlerine vardıklarındaysa o görkemli küstahlıktan, akılları kör eden kibirden eser kalmaz.

Kimsenin kuşkusu olmasın, tüm kişi ve kurumlarıyla organize kötülük örgütünün bu ablukası da dağıtılacak.
Çünkü bu ülkede;
- Demokrasi düşmanlarına inat, kalıcı ve yaygın bir demokrasi için mücadele edenler var.
- Hukuku katledenlere inat, hukukun üstünlüğünü savunmaya devam edenler var.
- Menfaat düzenlerini sürdürmek için savaşı ve ölümü kutsayanlara inat, barışı ve yaşamı esas kılmaya çalışanlar var.
- Çocukları katledenlere, pedofilleri koruyanlara inat çocukların düşlerini gerçek kılmak için çabalayanlar var.
- Ve hakikati boğmak isteyenlere inat gazetecilik yapmaya devam edenler var.
Gazetecilik faaliyetlerimin suç olarak gösterilmeye çalışıldığı bir operasyona karşı söyleyeceklerim bundan ibarettir. Ve hiçbir şekilde savunma değildir. Ki bunu gazeteciliğe ve mesleğimin etik değerlerine hakaret sayarım.

Çünkü gazetecilik suç değildir.

Gazetecilik faaliyetlerini suçlama konusu yapmak, totaliter rejimlerin ortak özelliğidir. Tecrübemle biliyorum ki mesleki faaliyetlerim nedeniyle her siyasal iktidarın ve her dönemin yargısının “kötüsü – suçlusu” olmayı başardım. Kızıma bırakacağım bu mirastan gurur duyuyorum.

Biliyorum, bu iktidarın da, yargısının da benimle ilgili sorunları var. Çünkü gazetecilik yapmaya çalışıyorum. Bugün, Türkiye’de yaygın bir şekilde olduğu gibi siyasal iktidara, çeşitli güç odaklarına değil hakikatin gücüne sırtımı dayayarak gazetecilik yapıyorum.

Çünkü, Türkiye gibi demokrasiyle sıkı bağlar kuramamış ve giderek daha da totaliterleşen rejimlerde gazetecilik yapmak demenin çizgiyi aşmak demektir. Ve gazetecilik hizaya gelerek yapılmaz. Hizaya gelerek yapılanın adına da gazetecilik denmez. Eğer icazetle yazıp söylersen, onursuzluğun acizliğiyle ezilirsin.

Bu yüzden söyleyeceğim o ki, dün gazeteciydim. Bugün gazeteciyim. Yarın da gazetecilik yapmaya devam edeceğim. Yani hakikati boğmak isteyenlerle aramızdaki bu uzlaşmaz çelişki hiç bitmeyecek.

Bu karanlık günlerde ihtiyacımız olan daha fazla hakikat kaybı değil. Her şeyden çok ve daha fazla gerçeklere ihtiyacımız var. Bu yüzden hakikate kendimden daha fazla saygı duymaya da, inkarcı biat kadrolarına dahil olmayı reddetmeye de devam edeceğim.

Bunun için bir bedel ödemek gerektiği ortada. Ama sanmayın ki bu bizi korkutuyor. Ne ben, ne de dostları olmaktan onur duyduğum “Dışarıdaki Gazeteciler”, her kim olursanız olun hiç birinizden korkmuyoruz. Çünkü zorbaları en çok korkutanın cesaret olduğunu biliyoruz.

Ve zorbalar da şunu bilsin ki, hiçbir zalimlik, tarihin akışını engelleyemez.

Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet

AKP Cemaat MİT darbe FETÖ yargı ihraç TSK Türkiye hakim Hakan Fidan Başbakan polis MGK gazetecilik adalet Bekir Bozdağ Meclis gazeteci ifade
Kaynak: Birgün

"Salih Tuna ve Haşmet Babaoğlu'na, sorun; kaç bin kez arandılar Kadri Gürsel'i arayanlar tarafından?"
26 Temmuz 2017



Sevilay Yılman: Ben bile onlar tarafından aranmış ve irtibata geçilmişimdir beş on kez

Habertürk yazarı Sevilay Yılman, "Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek" iddiasıyla tutuklanan ve tutuksuz yargılanan Cumhuriyet gazetesinin yönetici, yazar, muhabir ve avukatları hakkındaki davayla ilgili olarak "Başta Kadri Gürselolmak üzere, bu insanların tutuklanma gerekçesi sırf FETÖ mensupları tarafından, ByLock kullanıcıları tarafından aranmaları ise bu davanın korkunç bir hukuki garabete örnek teşkil edecek dava olacağını söylemek zorundayım" dedi.

"Ben bile onlar tarafından aranmış ve irtibata geçilmişimdir beş on kez" ifadesini kullanan Yılman, sözlerine &
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Tem 27, 2017 3:03 am    Mesaj konusu: Salih Tuna ve Haşmet Babaoğlu'na, sorun; kaç bin kez arandıl Alıntıyla Cevap Gönder

Cumhuriyet davasında karar: 7 isim için tahliye, 4 kişi için tutuklama...
28 Temmuz 2017



Cumhuriyet Gazetesi yazar ve çizerlerine yönelik açılan davada ara karar açıklandı.

Cumhuriyet Gazetesi yazar ve çizerlerine yönelik açılan davada ara karar açıklandı. Mahkeme Kadri Gürsel, Akın Atalay, Ahmet Şık, Murat Sabuncu ve Ahmet Kemal Aydoğdu'nun tutukluluğunun devamına karar verdi. Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör, Musa Kart, Güray Tekinöz, Turhan Günay, Önder Çelik ve Hakan Karasinir'in ise tahliyesine karar verildi.
Cumhuriyet gazetesi yönetici ve yazarları hakkında, "PKK/KCK, FETÖ/PDY ve DHKP/C'ye müzahir oldukları" iddiasına ilişkin açılan davada mahkeme ara kararlarını açıkladı.
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi Cumhuriyet gazetesi çizeri Musa Kart, yazar Hakan Kara, gazete yöneticisi Önder Çelik, okur temsilcisi Güray Öz, gazete avukatları Bülent Utku ve Mustafa Kemal Güngör, Kitap eki Yayın Yönetmeni Turhan Günay'ın tahliyesine karar verdi.
Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, yayın danışmanı ve yazar Kadri Gürsel, gazeteci Ahmet Şık hakkında ise tutukluluğa devam kararı verildi.
Mahkeme ayrıca tahliye edilen 7 isim hakkında yurt dışına çıkış yasağı kararı verdi.
DURUŞMA 11 EYLÜL'E ERTELENDİ
Duruşma 11 Eylül 2017 tarihine ertelendi. Mahkeme Başkanı, "Bu davayı bu yıl içerisinde bitirmeyi düşünüyoruz" dedi.
Mahkeme diğer ara kararlarda ise Can Dündar ile İlhan Tanır hakkındaki yakalama kararının beklenmesine, ifade veren tutuksuz sanıkların duruşmalardan vareste tutulmasına karar verdi.
Tutuksuz yargılanan gazeteciler Aydın Engin ve Hikmet Çetinkaya hakkında yurt dışına çıkış yasağı konuldu. Mahkeme Cumhuriyet Vakfı ve Yenigün Holding'in Türk Ticaret Kanununun koşullarına uyup uymadığı, satılan gayrimenkullerden elde edilen bedellerin ne şekilde tasarruf edildiğine ilişkin bilirkişi raporunun alınmasına karar verdi. Mahkeme ayrıca Ahmet Şık'ın savunması için savunma sınırını aşıp suç unsuru taşıyabileceğini gerekçe göstererek suç duyurusunda bulunulmasını karara bağladı.
SAVCI MÜTAALASINI VERMİŞTİ
Cumhuriyet Gazetesi davasında alınan savunmalar ve taleplerin ardından duruşma savcısı taleplere ilişkin mütalaasını açıklamıştı. Başsavcıvekili Hacı Hasan Bölükbaşı, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör, Musa Kart, Güray Öz hakkında adli kontrol şartıyla tahliye kararı verilmesini, Turan Günay hakkında ise direkt tahliye kararı verilmesini talep etti. Savcı Akın Atalay, Murat Sabuncu, Önder Çelik, Kadri Gürsel, Ahmet Şık, Hakan Kara, Kemal Aydoğdu'nun tutukluluk hallerinin devamına karar verilmesini talep etti.
Savcı, mütalaasında gazeteci Ahmet Şık’ın tutukluluk halinin devamını talep ederken “İddianamede belirtilen ve bir bütün olarak değerlendirilen Twitter hesabındaki paylaşımları, Cumhuriyet.com.tr de yayınlanan ve firari sanık Can Dündar’ın MİT TIR’ları haberinde olduğu gibi PKK, DHKP-C ve FETÖ terör örgütlerinin nihai amacı doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ulusal ve uluslararası mecrada terör örgütlerine lojistik destek sağlayan, destek veren devlet olduğu yönünde algı ve izlenim yaratmaya yönelik paylaşım ve beyanları” ifadelerini kullandı.
AHMET ŞIK’IN SAVUNMASI İÇİN SUÇ DUYURUSU TALEBİ
Savcı ayrıca Ahmet Şık’ın 2 gün önce yaptığı savunma ile ilgili de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulmasını talep istedi.
AVUKATLAR TALEPLERİNİ SUNMUŞTU
Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarına yönelik açılan davanın 5. ve son oturumu bugün yapıldı. İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada avukatlar ve sanıklar tahliye taleplerine ilişkin söz aldı. Söz alan avukatlardan Ali Rıza Dizdar, sanıkların özgürlüklerinin kısıtlanmasını gerektiren delillerin dosyada olmadığını söyleyerek, “Derhal beraat kararı verilmelidir” dedi. Mahkeme Başkanı ise, derhal beraat kararı koşullarının oluşmadığını belirterek bu talebi reddetti.
Kadri Gürsel’in avukatı İlkan Koyuncu müvekkilinin 9 aydır tutuklu olduğunu hatırlatarak, “Cemaat örgüttür diyen Kadri Gürsel sanık, Fethullah Gülen'in kitaplarını okudum diyen tanık” ifadelerini kullandı.
BYLOCK’LU DENİLEN TELEFON KARAKOLA AİT ÇIKTI
Hikmet Çetinkaya’nın avukatı Burak Oder ise, müvekkilinin Bylock'lu telefondan aranmış olmasının delil olamayacağını söyleyerek, “Hikmet Çetinkaya iddianameye göre Bylock'cu bir polis memuru ile görüşmüş. Numarayı aradığımız da karşımıza karakol çıktı” dedi.
“AHMET ŞIK’IN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ TALEP EDİYORUM”
Ahmet Şık’ın avukatı Can Atalay ise, “Ahmet Şık’ın özgürlüğünü talep ediyorum” dedi. Duruşmanın devam ettiği sırada dışarıda ise “Cumhuriyet okuma eylemi” yapıldı. Ellerinde Cumhuriyet Gazetesi’nin bugünkü sayısı olan grup sesli bir şekilde gazeteyi okudu.

Etiketler:
Cumhuriyet davası
Patronlae Dünyası

"Salih Tuna ve Haşmet Babaoğlu'na, sorun; kaç bin kez arandılar Kadri Gürsel'i arayanlar tarafından?"
26 Temmuz 2017



Sevilay Yılman: Ben bile onlar tarafından aranmış ve irtibata geçilmişimdir beş on kez

Habertürk yazarı Sevilay Yılman, "Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek" iddiasıyla tutuklanan ve tutuksuz yargılanan Cumhuriyet gazetesinin yönetici, yazar, muhabir ve avukatları hakkındaki davayla ilgili olarak "Başta Kadri Gürselolmak üzere, bu insanların tutuklanma gerekçesi sırf FETÖ mensupları tarafından, ByLock kullanıcıları tarafından aranmaları ise bu davanın korkunç bir hukuki garabete örnek teşkil edecek dava olacağını söylemek zorundayım" dedi.

"Ben bile onlar tarafından aranmış ve irtibata geçilmişimdir beş on kez" ifadesini kullanan Yılman, sözlerine "Sorun Sabah Gazetesi’nde yazan Salih Tuna’ya ya da Haşmet Babaoğlu’na; acaba kaç bin kez aranmışlardır onlar da Kadri Gürsel’i arayanlar tarafından" diye devam etti.

Sevilay Yılman'ın "FETÖ’cüler kiminle irtibat kurmadı ki?" başlığıyla yayımlanan (26 Temmuz 2017) yazısının ilgili bölümü şöyle:

Cumhuriyet Gazetesi davası başladı. Ben başından beri bu tutuklamaları doğru bulmadığımı söylüyorum.

Çünkü iddialar ne olursa olsun, ne söylenirse söylensin görüntüde yargılanan gazeteciler, yani gazetecilik!

Ve dış dünyada itibarımız açısından bu görüntünün Türkiye’ye kaybettirdikleri çok fazla ve bunların telafisi de zor.

Bir de iddianame sorunlu bence. Bilmiyorum, aralarında gerçekten FETÖ mensubu olduğu kesinleşmiş olanlar var mı ama başta Kadri Gürselolmak üzere, bu insanların tutuklanma gerekçesi sırf FETÖ mensupları tarafından, ByLock kullanıcıları tarafından aranmaları ise bu davanın korkunç bir hukuki garabete örnek teşkil edecek dava olacağını söylemek zorundayım.

Çünkü salt bu gerekçeyle bu insanlar tutuklandıysa o zaman hepimizin tutuklanması gerekiyor.

Zira vakti zamanında her gazeteciyi arıyorlardı o insanlar. İddia ediyorum, herhalde en az irtibat kurmak istedikleri bendim.

Çünkü ben çok çok evvelinden başlamıştım Sabah Gazetesi’nde o alçaklar sürüsüyle mücadeleye, ama ben bile onlar tarafından aranmış ve irtibata geçilmişimdir beş on kez.

Sorun Sabah Gazetesi’nde yazan Salih Tuna’ya ya da Haşmet Babaoğlu’na...

Acaba kaç bin kez aranmışlardır onlar da Kadri Gürsel’i arayanlar tarafından. Mesela Mümtaz’er Türköne’nin ismi geçiyor iddianamede. Eski Zaman Gazetesi yazarı.

Şu anda tutuklu kendisi biliyorsunuz. Kimi aramamıştır ki Türköne? Ya da kim irtibata geçmemiştir kendisiyle?

Eski eşi Özlem Türköne, AK Parti’den milletvekiliydi. Ve Türk medyasında ikisiyle beraber tek röportaj yapan gazeteci de bendir.

Sırf o vakitler bile Türköne’yle kaç defa görüşme yaptığımı hatırlamıyorum.

Yani FETÖ’nün ağır toplarından olduğundan zerre-i miskal şüphe duymadığım Türköne, birilerini aradığı için o birileri tutuklanıyorsa vayy basınımızın başına gelenlere!

ETİKETLER
salih tuna haşmet babaoğlu sevilay yılman kadri gürsel
T24

'Hüseyin Gülerce neyin peşinde? Burnuma kötü kokular geliyor'
28 Temmuz 2017



Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz, Sözcü gazetesi tutuklamalarının ardından Cumhuriyet davasında da tanık olarak yer almasını köşesine taşıdı ve 'Burnuma kötü kokular geliyor' dedi. Yılmaz, Gülerce'nin bir dönem Cemaat'in en önemli isimlerinden biri olduğuna dikkat çekerek, "Gazetecilere yönelik davaların böyle uyduruk ihbarlar ve uyduruk kanıtlarla açılması, yurtdışında en çok kimin işine yarıyor?" diye sordu.

Yılmaz'ın bugün "Burnuma kötü kokular geliyor" başlığıyla yayımlanan yazısının ilgili bölümünde şu ifadeler yer aldı:

"CUMHURİYET çalışanı gazeteciler ile ilgili davanın tanığı Hüseyin Gülerce.

Sözcü muhabirlerinin tutuklanmasına ve sahibi hakkında yakalama kararı verilmesine neden olan “ihbarcı–tanık” da Hüseyin Gülerce.

Kendisi 17–25 Aralık günlerine kadar Fetullahçı çetenin önemli bir elemanıydı.

Çetenin resmi yayın organı Zaman gazetesinde genel yayın müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptı.

Aynı çetenin kamuoyundaki “resmi yüzü” sayılması gereken Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kuruluşunda mütevelli heyet başkanı oldu, yıllarca bu görevi yürüttü.

Fetullahçı çete ile AKP, iç içe, kucak kucağa iken “Cemaat bu konuda ne düşünüyor” sorusunun yanıtı için kulaklarınızı Hüseyin Gülerce’ye çevirmeniz gerekirdi.

17–25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk rezaleti ortaya dökülünce Gülerce, AKP’den yana tavır aldı, cemaatten uzaklaştı ve şimdi de kimin cemaatçi olup kimin olmadığı ile ilgili bilirkişi!

Önce şunu unutmayalım: Bu şahıs, Fetullahçı çete devlet içinde örgütlenmek üzere yasadışı işler çevirdiğinde, her şeyin merkezindeydi.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı kurulan kumpası bilmiyor olmasına olanak var mı?

Bu kumpas ile hangi Fetullahçı çete mensubunun terfi edeceğini, silahlı kuvvetlerin çete tarafından nasıl ele geçirileceğini bilmiyor olması mümkün mü?

Ergenekon, Balyoz, askeri casusluk, Odatv gibi davaların hangi amaçla açıldığını herhalde birinci elden biliyor olmalıydı.

Dahası, o vakit çetenin hangi amaca yürüdüğünü de herkesten iyi biliyor olmalıydı.

Ve bu suçları nedeniyle henüz yargılanmadı.

***

Peki bu adam Fetullahçı çetenin gerçek yüzünü bildiği halde neden onu açıklamadı da şimdi Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerini Fetullahçı çetenin üyesiymiş gibi göstermeye çalışan davaların ihbarcı tanığı?

Burnunuza kötü kokular gelmiyor mu?"
Yurt Gazetesi

Özgür Mumcu’dan Hüseyin Gülerce’ye: Babamın hatrı sana kadar düşmedi
29 Temmuz 2017



"Fethullah Gülen'in ibrikçibaşı, cemaatin itirafçı imamı. Sen ağzına şeref lafını alacak son kişisin"

Cumhuriyet davasının iddianamesinde tanık olarak yer alan Star gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce, Cumhuriyet yazarı Özgür Mumcu’nun sosyal medyada paylaştığı mesaja "Babanın hatrına sana bir şey demeyeceğim. Yalan konuşuyorsun" diyerek cevap verdi. Özgür Mumcu da yıllarca Fethullah Gülen'in en yakınındaki isimler arasında yer alan Gülerce’ye cevaben, "Hüseyin Gülerce "babanın hatrına cevap vermiyorum" demiş. Babamın hatrı sana kadar düşmedi" dedi.



Özgür Mumcu, dün attığı tweette, "Bana dava aç yiğidim. Hüseyin Gülerce. Gözlerinin içine baka baka seni ağlatmayan Ahmet Şık'ın arkadaşı, Uğur Mumcu'nun oğlu değildir" ifadelerini kullanmıştı.
T24

"Hüseyin Gülerce '17 Aralık'tan sonra gerçeği gördüm' diyor, 17 Aralık'ta Erdoğan'a 'iftiracı' diyordu"
29 Temmuz 2017



"Şu duygu sömürüsünü yapan kişi şimdi insanları FETÖ’cülükle suçluyor ve mahkeme bunu ciddiye alıyor…"

Gazeteci Mustafa Hoş, sosyal medya hesabından, Cumhuriyet iddianamesinde tanık olarak ifade veren Star gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce'nin 'FETÖ lideri' olduğu iddiasıyla Türkiye'nin ABD'den iadesini istediği Fethullah Gülen’i öven sözlerini paylaştı. Mustafa Hoş, 17 Aralık operasyonunun düzenlendiği günlerde katıldığı canlı yayında konuşan Hüseyin Gülerce'nin dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'a hakkında "İftira atıyor" dediği görüntüleri paylaşarak, "Hüseyin Gülerce 'Ben bu konuşmaları 17 Aralık'tan önce yaptım. Sonra gerçeği gördüm' diyor. 17 Aralık'tan sonra Erdoğan'a iftiracı diyordu" dedi.

Uzun yıllar Fethullah Gülen'in en yakınında yer alan isimlerden biri olan Hüseyin Gülerce, 17 - 25 Aralık operasyonunun ardından 'cemaatle yollarını ayırdığını' açıklamıştı. Gülerce, 18 Cumhuriyet çalışanının yargılandığı davanın iddianamesinde 'tanık' olarak yer almıştı.

Gazeteci Özgür Mumcu’nun sosyal mediya üzerinden Gülerce’ye ilişkin olarak paylaşımlarını hatırlatan Hoş, “Özgür Mumcu Hüseyin Gülerce müfterisinin yakasına yapıştı. İpliğini pazara çıkarıyor. Ben de katkı yapayım. NeoTürkiye’nin panzehiri hafızadır” dedi.
T24

Ruşen Çakır: 15 Temmuz başarılı olsaydı Ahmet ve Kadri yine sanık, Gülerce ve benzerleri yine tanık olurdu
29 Temmuz 2017



Gülerce, Cumhuriyet gazetesi davasının tanıklarından

Gazeteci Ruşen Çakır, bir dönem Gülen cemaatine yakınlığıyla bilinen Hüseyin Gülerce'nin Cumhuriyet gazetesi davasında tanık olmasıyla ilgili "15 Temmuz başarılı olsaydı Ahmet ve Kadri yine sanık, Gülerce ve benzerleri yine tanık olurdu" yorumunu yaptı.

Kişisel Twitter hesabından paylaşımda bulunana Çakır, "15 Temmuz başarılı olsaydı Ahmet ve Kadri yine sanık, Gülerce ve benzerleri yine tanık olurdu" diye yazdı.
T24

"Adalet Sarayı isim tamlamasını Saray'ın Adaleti olarak değiştirmek gerekir"
29 Temmuz 2017

"Cezaevinde yargılamayı beklerken geçen dokuz ay bir ömür demektir"

Cumhuriyet yazarı Ataol Behramoğlu, Cumhuriyet davasının 5 gün boyunca sürdüğü Çağlayan'daki "İstanbul Adalet Sarayı" hakkında bir yazı kaleme aldı. Behramoğlu, "Adalet sarayı sözü bize Batı’dan gelmiş olmalı" tespitinde bulundu. "Adaletin saray sözcüğüyle anılmayı hak etmesi için gerçekten adalet olması, herhangi bir saraydan buyruk almaması gerekir" diyen Behramoğlu "Öyle değilse, adalet sarayı isim tamlamasını sarayın adaleti olarak değiştirmek gerekir" ifadesini kullandı.

Cumhuriyet'te Ataol Behramoğlu'nun "Adalet ve Saray" başlığıyla (29 Temmuz 2017) yayımlanan yazısı şöyle:

Adalet sarayı sözü bize Batı’dan gelmiş olmalı. Ne zamandan beri kullanıldığını anımsamıyorum. Sanırım Çağlayan’daki binadan önce bizde adliyelere böyle denmiyordu. Resmi adıyla “İstanbul Anadolu Adalet Sarayı”nın dünyanın en büyük adalet sarayı olduğu söyleniyor. Doğru mu, bilmem. Doğruysa da övünülecek bir şey mi? Gerçekten adalet dağıtılıyorsa, evet. Dava sayısının saray gerektirecek kadar çokluğundansa, ayrı konu… Sonuçta, saray denilebilecek büyüklükte, hizmete Ocak 2013’te açılan bir adliye binamız var gerçekten de… Bir de, Ankara Söğütözü’nde bir başka sarayımız, Ak Saray var… Ona artık kısaca Saray ya da külliye deniyor. Yapımında bazı hukuk usulsüzlükleri bulunduğu iddia edildiğinden kaçak saray denildiği de oluyor.

***

İstanbul Anadolu Adalet Sarayı’na bir kez sanık, birkaç kez de izleyici olarak yolum düştü. Sanıklığımın konusu cumhurbaşkanı hakkında kötü söz söylediğim iddiasıydı. Yargıç, söz konusu köşe yazımdaki sözlerimin kötü niyet taşımadığını görmüş olmalı ki ilk celsede beraatıma karar verdi. Çıkarken kendisine “Kolay gelsin” diye seslendim. Duyup duymadığını bilmiyorum. Fakat sabahın erken sayılabilecek bir saatinde, belli yaşta, belli eğitimden geçmiş bir insanın böylesine ipe sapa gelmez konularla zaman ve enerji harcamak zorunda kalması beni gerçekten üzmüştü…

***

Birkaç gün önce, bu kez Cumhuriyet yazarı ve çalışanı arkadaşlarımızın sanık olduğu davanın ilk günkü duruşmasını izlerken benzer şeyleri çok daha kuvvetle hissettim… Kürsüde belli eğitimden geçmiş, bir meslek sahibi olmak için nice emek harcamış insanlar; sanık konumunda her biri ayrı ayrı değerli, gazeteci, yazar arkadaşlarım; avukat sıraları tıklım tıklım; salon ise aralarında davayı izlemeye gelmiş milletvekillerinin de bulunduğu tutuklu yakınları ve başka izleyicilerle dolup taşıyor. Neden buradayız? Konu ne? Bunca sıkıntı, telaş, kargaşa, öfke, üzüntü ve zaman kaybı neden? Şu anda bu salonda, benim de içinde bulunduğum bu olay gerçek mi, yoksa çok acemice kurgulanmış saçma sapan bir gösteri mi? Gerçek olduğu, yüzlerini dokuz aydır görmediğim, göremediğim arkadaşlarımın her biri salona tek tek alınırlarken, onlar ne kadar dimdik, pırıl pırıl olsalar da içimden yükselen ağlamak duygusu… Musa, Turhan, Güray, Hakan, tüm ötekiler, hepsi… 1982’de Barış Derneği tutuklamasındaki bizleri görüyorum… Aradaki fark, biz hepimiz aynı koğuştaydık… Bilek hakkıyla almış da olsak içeride yazıp çizme şansımız da olmuştu… Kitap gelmemesi diye bir sorunumuz yoktu… Havalandırmada gökyüzünü görüyor, koşuyor, basketbol da oynuyorduk… Bu bir askeri diktatörlüktü… O dönemde yaşanan acıları, yapılan kıyımları, zulümleri bilmez değilim… Ama o, kendisiyle savaşta olduğumuz bir askeri diktatörlüktü… Bugün ise, kimilerince emperyalizme karşı milletçe verdiğimiz savaşın başkomutanı olduğu iddia edilen biri var iktidarda, Ankara’daki sarayında… Yanlış anımsamıyorsam, biz üç ay sonra yargıç karşısındaydık ve bu üç ay yüzyıl kadar uzun gelmişti. Bugünkü davada tutuklu arkadaşlarımıza ilişkin iddianame ise 6 ayda hazırlandı ve ancak 9 ay sonra yargıç karşısındalar. Cezaevinde yargılamayı beklerken geçen dokuz ay bir ömür demektir. Kötülüğün her türlüsü, adı üstünde, kötülüktür. Ama ikiyüzlüsü, sinsi ve sinik olanı, sanki değilmiş gibi olanı, en kötüsü, en alçakçasıdır… Bugün yaşanmakta olan budur…

***

Adaletin saray sözcüğüyle anılmayı hak etmesi için gerçekten adalet olması, herhangi bir saraydan buyruk almaması gerekir.
Öyle değilse, adalet sarayı isim tamlamasını sarayın adaleti olarak değiştirmek gerekir.
Bu satırları, gözüm ve kulağım duruşma salonundan gelecek haberlerde, cuma günü saat 16.40’ta yazıyorum.
Ülkeme, adalete her şeye rağmen güvenle…
T24

Özgür Mumcu'dan Hüseyin Gülerce'ye: Gerçekten 'itirafçı' mı, yoksa taklit mi yapıyor belli değil, bukalemun!
30 Temmuz 2017



"Türk yargısına Hüseyin Gülerce lekesini sürenlerin amaçlarının tespiti sağlanmalı"

Cumhuriyet yazarı Özgür Mumcu ile bir dönem Gülen cemaatine yakınlığıyla bilinen Star yazarı Hüseyin Gülerce arasında başlayan tartışma devam ediyor. Mumcu, son olarak bugün (30 Temmuz 2017) yayımlanan yazısında "Hayatını Gülen’e yanaşarak kazanmış, kursağına geçen her akçe Gülen’den gelmiş, gerçekten itirafçı mı yoksa Gülen’in talimatıyla itirafçı taklidi mi yaptığı belli olmayan bu bukalemunu iddianameye tanık diye sokuşturan nasıl bir iradedir?" ifadesini kullandı.

"Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek" iddiasıyla tutuklanan ve tutuksuz yargılanan Cumhuriyet yönetici, yazar, muhabir ve avukatları hakkındaki davaya ilişkin iddianamede Gülerce, "tanık" sıfatıyla yer almıştı. Mahkemenin ara kararı sonrası sosyal medya hesabında duruma tepki gösteren Mumcu, Gülerce'ye yönelik olarak "Bana dava aç yiğidim. Hüseyin Gülerce. Gözlerinin içine baka baka seni ağlatmayan Ahmet Şık'ın arkadaşı, Uğur Mumcu'nun oğlu değildir" demişti.

Mumcu, Gülerce'nin "Babanın hatrına cevap vermiyorum" karşılığı üzerine de "Babamın hatrı sana kadar düşmedi" ifadesini kullanmıştı.

Özgür Mumcu'nun "Tarihin doğru yeri" başlığıyla yayımlanan (30 Temmuz 2017) yazısı şöyle:

Tarih göstermiştir ki siyasi davaların kazananları o davaların sanıklarıdır. Tarihte böyle bir davanın savcısı olup da sonradan hayırla yâd edilen kimse yoktur. Bu tarz davaların iddianameleri birer hukuki ucube olarak kayıtlara geçer. Ne delili delildir ne de akıl yürütmesi akıl yürütme.

Cumhuriyet davası da böyle bir dava. Bırakalım Akın Atalay, Murat Sabuncu,Kadri Gürsel ve Ahmet Şık’ın tahliye edilmemesini, bu iddianamenin mahkeme tarafından sanki hukuki bir metinmiş gibi kabul edilmiş olması bile anlaşılır değil.
Geçen hafta tarihi savunmalar izledik. Bir siyasi dava iddianamesinin nasıl delik deşik edildiğine, gücünü haklılığından alanların nasıl dimdik durduğuna şahit olduk.
Bu davaların bir özelliği daha vardır. Siyasi iradeyi sanık koltuğuna oturttukları savunmalarıyla aslında savcı konumuna gelir ve o iddianamenin sahiplerini yargılar. Cumhuriyet davası bu açıdan da müthiş önemliydi. “FETÖ”den müebbetle yargılanan savcının başlattığını, Gülen’e hakaret edemezsin diye Mine Kırıkkanat hakkında iddianame düzmüş savcı sürdürdü. Tarih, vicdan ve adalet önünde aslında kimin sanık kimin savcı olduğunu söylemeye herhalde gerek yoktur.
Sanıkların durumu bu. Peki, ya tanıklara ne demeli?
Fethullah Gülen’in ibrikçibaşı Hüseyin Gülerce’nin tanık, Kadri Gürsel’in sanık olduğu bir davayı kim, nasıl izah edebilir?
Hayatını Gülen’e yanaşarak kazanmış, kursağına geçen her akçe Gülen’den gelmiş, gerçekten itirafçı mı yoksa Gülen’in talimatıyla itirafçı taklidi mi yaptığı belli olmayan bu bukalemunu iddianameye tanık diye sokuşturan nasıl bir iradedir?
Zamanında Gülen’in kumpas davalarının sözcülüğünü yapmış, yazıp çizdikleriyle ordudaki subay tasfiyesine ve yerlerine darbecilerin gelmesine yardımcı olmuş bu şahsın lafıyla Cumhuriyet’e saldıranlar kime hizmet etmektedir?
Kimler, hangi amaçla parkeci, pideci, oto tamircisini delil diye yargıya yutturma azmindedir?
Cumhuriyet davasının Gülencilerle mücadeleyi sulandırmak haricinde nasıl bir faydası var?
Ne oldu? Korktuk mu? Eleştirilerimizi yazmaktan mı çekindik? İçeridekiler boyun mu eğdi?
Aksine mahkeme salonu ve adliyenin önü adalete susamış kararlı kalabalıklarla dolmadı mı?
Bu tuhaf davayı kim “dizayn” ettiyse bilmelidir ki ne amaçladıysa ters tepmiştir. İçeride kalanların derhal tahliye edilmesi ve Türk yargısına Hüseyin Gülerce lekesini sürenlerin amaçlarının tespiti sağlanmalı.
Tahliye olanlara gazetenize hoş geldiniz diyoruz. İçeridekilerle kucaklaşacağımız günü bekliyoruz. Hepsiyle gurur duyuyoruz. Savunmalarıyla tarihin doğru yerinde durduklarını ispat ettiler. Yanlış yerinde duranlar ise gülümseyebilirler, tarih fotoğraflarını çekiyor.

ETİKETLER
Özgür mumcu hüseyin gülerce
T24

Star'dan Cumhuriyet davasını karıştıran mesaj
25 Eylül 2017



Hükümete yakın Star gazetesi haberi Twitter hesabından "Cumhuriyet Gazetesi davasında, 6 sanığın tutukluluk halinin devamına karar verildi" başlığı ile paylaştı...

Cumhuriyet Gazetesi davasında duruşma savcısı, tutuklu sanıklar; Kadri Gürsel, Ahmet Şık, Akın Atalay, Murat Sabuncu, Emre İper ve Ahmet Kemal Aydoğdu'nun, "mevcut delil durumunu"gerekçe göstererek tutukluluk hallerinin devamına karar verilmesini talep etti.

Hükümete yakın Star gazetesi haberi Twitter hesabından "Cumhuriyet Gazetesi davasında, 6 sanığın tutukluluk halinin devamına karar verildi" başlığı ile paylaştı. Gelen tepkilerin ardından bu tweet silindi.

Cumhuriyet Davası Hakimi de olayın ardından, Star gazetesinin tweetini duruşma esnasında görmek istedi. Hakim, haberi okumasının ardından duruşmada tartışma çıktı. Mahkeme Başkanı tweetin atılmasıyla ilgili suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi.

FETÖ'nün Odatv'ye yönelik başlattığı soruşturma sırasında Samanyolu TV de Odatv davasında gazetecilerin tutukluluk hallerinin devamına karar verildiğini mahkeme kararını açıklamadan 21 dakika önce canlı yayında duyurmuştu. Yandaş gazetenin attığı tweet FETÖ'nün yayın organı STV'nin yaptığı uygulamayı hatırlattı.
Patronlar Dünyası

Cumhuriyet yazarı: Arkadaşlarımıza Silivri zindanlarını ev yaptılar, biz de mahkemeyi hayat yaptık kendimize...
27 Aralık 2017



"Ahmet Şık'ın konuşmasını kaldıramayıp, susturdular; sadece salon değil yeryüzü duydu, kıpırdadı"

Cumhuriyet yazarı Tayfun Atay, 25 Aralık'ta görülen duruşmada Cumhuriyet Vakfı İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, muhabir Ahmet Şık ile muhasebe çalışanı Emre İper hakkında verilen "tutukluluk halinin devamı" kararına tepki gösterdi. Şık'ın duruşma salonundan zorla çıkarılmasını eleştiren Atay, "Arkadaşlarımıza Silivri zindanlarını ev yaptılar. Biz de mahkemeyi ev yaptık kendimize!.. “Kültür” yaptık. Hayat yaptık. Ve bu hayat işte öyle kuru kuru, yave yave bir statikle geçmiyor. Elbette dinamiği var ve hep olacak" dedi.

Tayfun Atay'ın, "Statik ve dinamik" başlığıyla (27 Aralık 2017) yayımlanan yazısı şöyle:

Henri Saint-Simon’labirlikte sosyolojinin kurucu babalarından sayılan Auguste Comte nasıl toplumların hem bir statiği hem de dinamiği olduğunu söylemişse bizim mahkemenin de hem bir statiği hem de dinamiği var.

Sonuçta mahkeme ortamı da bir toplumsallık üretiyor. İlkin turnikede karşımıza çıkan, sarı basın kartımız olmadığı için salona girişimize önce hayır diyen, bir müddet sonra geçiş yaptıran güvenlik görevlileri... Onlarla sürtüşme-didişme eksik olmasa da sohbet eder, hal-hatır sorar da olduk.

Sonra salondaki muazzam avukat ordusuyla her yeni buluşmada (duruşmada yani!) tazelenen sohbet; o yazı şöyleydi, bu yazı böyleydi, vb. (En son azar da işittim, “Senin yüzünden dizi seyreder oldum” diye!)

Ve tabii basından, parlamentodan, sanat-edebiyat dünyasından dostlarımız, arkadaşlarımız. Ayrıca dava günleri salon önünde olmayı mutat hale getirmiş okurlarımız.

Elbette bunlara arkadaşlarımızı getiren- götüren jandarmaları, nihayet savcısıyla, başkanıyla, üyeleriyle mahkeme heyetini eklemek durumundayız.

Bu artık bir toplumsal grup, çünkü sürekliliği var; bununla bağlantılı olarak kendine has bir “kültür”ü de oluştu!..

Ve bunun, tüm insan toplumsallıkları gibi bir statiği, bir de dinamiği var.

Statik, adı üstünde düzen, durağanlık, kararlılık, tekrar ve değişmezlik durumlarına vurgu yapar. Dinamik de hareket, değişme ve haliyle çatışma, sorun demek…

Her toplumda birbiriyle ilişkili, geçişli şekilde hem süreklilik ve değişmezlik arayışı, hem de hareket, değişme, çatışmanın kaçınılmazlığı var. Her toplumda bu ikisinden birine yakın, yatkın, yönelimli olup diğerine uzak, ürkek, soğuk olanlar var. Siyasi-ideolojik karşılığı da olur bunun: Sol-sağ, ilerici-muhafazakâr, devrimci-statükocu ayrımları da özünde bu “statik ve dinamik” ikiliğine yakınlık-uzaklıkla bağlantılı denilebilir.

İşte bizim mahkemenin de bir statiği, bir de dinamiği var.
Mahkeme heyeti statiği temsil ediyor; alıştık, kanıksadık ve en önemlisi bıktık: Bir türlü tamamlanamamış bilirkişi raporları, tamamlanamamış deliller, dinlenememiş tanıklar!..

Öyle ki artık mahkeme başkanı “Bismillah” der demez söze bunlarla giriyor ve dakika bir-gol bir, maçın bittiğini anlıyoruz: Tahliye yok, ileri tarihe erteleme kesin ve tek bilinmeyen, acaba bir ay mı, iki ay mı, yoksa daha fazla mı ileri atılacak duruşma, ondan ibaret…

Elbette finali de savcı bey yapacaktır! Deliller toplanamadığından… Kuvvetli suç şüphesi ve delilleri karartma ihtimali bulunduğundan… Yakalamamüzekkeresinin dönmesi beklendiğinden… Tutukluluğun devamına ilişkin gerekçeler ortadan kalkmadığından… Dan den dan den…

E, olmaz ki ama, hayatın statiği kadar dinamiği de var kardeşim!.. Kuruduk, bittik. Bir hareket, bir canlılık, bir dinamik lâzım!..

İşte her zaman olduğu gibi Ahmet, gayet “şık” şekilde imdada yetişti!

Mahkemenin statiğini dağıttı attı. Ortama dinamizm saçtı.

Başkanın açılış, savcının da kapanış cümlelerinin hepimizce malûm statiğini işaret eden girizgâhınardından Ahmet, ortada ne olup bittiğine dair “damardan” bir konuşmaya başladıysa da sadece birkaç dakika konuşabildi. Ama bu bile yetti, kendimize geldik, içimiz açıldı, canlandık:

“Tamamen zalimliğe adanmış ve kötülüğü şiddetle besleyen bir dikta rejiminde doğal olarak, özgürlüğünün sınırlarını genişleten de sadece kötülük oluyor. Gücü elinde tutmanın kibri ve pervasızlığıyla hayata geçirilen sıradan ve organize bir kötülük... Bu karanlık iklimi yaratanlar, kendileriyle ve kötülükleriyle yüzleşmenin ağır sonuçlarını geciktirmek için de kendilerinden olmayanları, kendileri gibi olmayanları, suçlarını ifşa edenleri suçluyorlar.”

Birkaç satır başı böyle olan konuşmayı kaldıramayıp susturdular ama olan da oldu. Sadece salon değil, Yeryüzü duydu, kıpırdadı, kıpırdandı, kıpırdandık.

Ahmet “dinamik”ledi statiğe boğulmuş mahkeme ortamımızı!..
Elbette “statik” de tekrar hükmünü icra etme yolunda yapacağını yaptı, öğleden sonra biz salona hiç alınmadık.

Ama kantinde oturup Mine’yle (Söğüt) muhabbetin de dibini bulduk!

Yani şerden hayır çıkarmasını bildik.

Yaşasın dinamik!..

Arkadaşlarımıza Silivri zindanlarını ev yaptılar.

Biz de mahkemeyi ev yaptık kendimize!.. “Kültür” yaptık. Hayat yaptık.

Ve bu hayat işte öyle kuru kuru, yave yave bir statikle geçmiyor. Elbette dinamiği var ve hep olacak.

O yüzden iki buçuk ay sonra, 9 Mart’ta devam!..

T24
ETİKETLER
tepki cumhuriyet davası haber tayfun atay ahmet şık emre iper akın atalay emre iper murat sabuncu silivri zindan

"Ahmet çıkacak yine yazacak' da, biz ne yapacağız?"
27 Aralık 2017



"Kendi hapislerimizden, sindirilmiş hallerimizden ne zaman çıkacağız?"

Cumhuriyet yazarı Mine Söğüt, "Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek" iddiasıyla Cumhuriyet Vakfı İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, muhabir Ahmet Şık ve muhasebe çalışanı Emre İper'in tutuklu yargılandığı 25 Aralık'ta görülen Cumhuriyet davasına ilişkin değerlendirmede bulundu. Şık'ın duruşma salonundan çıkarılmasının ardından arkadaşlarının, "Ahmet çıkacak, yine yazacak" dediğini aktaran Söğüt, "Evet, Ahmet de, Emre de, Akın da, Murat da ve tüm diğer gazeteciler de bir gün hapisten çıkacaklar. Ve yeniden yazacaklar. Peki biz ne yapacağız? Kendi hapislerimizden, sindirilmiş hallerimizden ne zaman çıkacağız?" dedi.

Mine Söğüt'ün, "Ahmet çıkacak yine yazacak' da, biz ne yapacağız?" başlığıyla (27 Aralık 2017) yayımlanan yazısı şöyle:

Kendi kafasına göre terör diye tanımlayabileceği tüm hak ve özgürlük taleplerini bizzat terör yaratarak engelleyeceğini ilan eden iktidarın tehditkâr cüreti, son kararnamelerle burnumuzun dibine kadar geldi.

Evlerimizde saklansak, kendi işimize baksak, etliye sütlüye karışmasak bile cesaretinin boyutlarını kolayca tahmin edebileceğimiz paramiliter güçlerin saldırılardan kurtulamayacağımız zamanlar hızla yaklaşıyor.

Tam bu korkunç siyasi iklimle yüzleştiğimiz gün Çağlayan Adliyesi’nde adalet bir darbe daha yedi.

Cumhuriyet davası Ahmet’in savunmasının engellenmesiyle tam bir kaosa dönüştü ve iyice zorlu bir yola girdi.

Bunda iktidarın zorbalığı kadar, o zorbalık karşısında korkutulmayı ve sindirilmeyi sineye çeken... Sessizleştikçe sessizleşen... Her şeyi uzaktan seyreden... Evinden çıkmayan, çıkamayan... Mahkeme salonlarının kapısına bir türlü dayanamayan...

İktidarın dayattığı şiddete pasif ama kalabalık bir direnişle karşı durmanın ne kadar büyük bir güç olabileceğini hesaplayamayan binlerce insanın da payı var.

Olan biteni sosyal medyadan izlemekle ve oralardan meseleye iki laf etmekle yetinen gazeteciler ve siyasiler...

Sustukça sıranın kendilerine geleceğinden artık hiç şüphesi kalmadığı halde...

Hâlâ susan... Susan... Susan...

Ve başkalarına olduğu kadar kendisine de yapılan tüm adaletsizlikleri sindirilmiş bir öfkeyle uzaktan seyreden kalabalıklar;

Şimdiye kadar sokağa çıkmayanlar, itirazlarını yüksek sesle yapmayanlar;

Adaleti ayaklar altına alan mahkemelerin kapılarına hâlâ dayanmayanlar...

Faşizmin çıkarılan her yeni kararnameyle bir kat daha güçlendiğini ve üzerimize çöreklendiğini anlamayanlar;

Başımıza ve başlarına gelenleri, içine kaçtıkları ve her nasılsa güvenli sandıkları kabuklarından seyredenler için...

Son Cumhuriyet duruşmasından adaletsizlik manzaraları şöyleydi:

O gün...

İktidar her geçen günden daha çok hırçınlaşmıştı.

Saraydaki daha hırçındı.

Kürsüdeki daha hırçındı.

Tehlike en tepeden çağlaya çağlaya üzerimize akıyordu.

Ve herkesin aklından bundan sonra sokak ortasında yapılabilecek yargısız infazlar geçiyordu.

Tutuklu halleriyle özgür olanların ve iktidarın kanatları altında esir olanların gergin karşılaşmasında...

Arkadaşlarımız yine boşuna kürek çekiyordu.

Hâkim boş gözlerle ve kim bilir hangi düşüncelerle bir önündeki kâğıtlara baktı, bir sanıklara...

Kelimeler yüzünden korkak, cümlelerden tedirgin... Anladı.

Karşısında yenik gibi duran ama aslında her koşulda galip olan...

İktidardan korkmayan, aksine iktidarı korkutan insanlar vardı.

Kim ne derse desin, o salonda gözü dönmüş bir diktanın kötücül istekleri, mahkûm ettiği gazetecileri yargılarken yine kendini yargılayacaktı.

Ahmet duruşma salonunda “tamamen zalimliğe adanmış ve kötülüğünü şiddetle besleyen bir dikta rejiminden" bahsederken...

Gözlerinin bağı çözülmüş, saçlarından sürüklenerek yerlere düşürülmüş bir Themis taş kesilmiş, bina boşluğunda boşu boşuna duracaktı.

Ahmet’i susturdular ve zorla salondan çıkarttılar.

Arkadaşları çığlık attılar.

“Ahmet çıkacak, yine yazacak!”

O an sanki hâkim bile anladı.

O gün gerçekten gelecek ve gerçek suçlular gerçek bir mahkemede gerçek hukukla yargılanacak.

***

Bir dahaki duruşma 9 Mart’ta, Silivri’de...

Gidişata bakılırsa o zamana kadar bu ülkede çok daha korkunç şeyler olacak.

O gün evinden çıkıp da Silivri’ye gitmeyen, gidemeyen, gitmeyi akıl edemeyen...

Mahkeme kapısında hukuksuzluklara meydan okuyarak bir arada durmanın;

Birbiriyle dayanışmanın mutlak gücünü hatırlamayan kalabalıklar...

Her zamanki gibi davranırlarsa bir kez daha hayatlarının en büyük hatasını yapacaklar.

Evet, Ahmet de, Emre de, Akın da, Murat da ve tüm diğer gazeteciler de bir gün hapisten çıkacaklar... ve yeniden yazacaklar.

Peki biz ne yapacağız?

Kendi hapislerimizden, sindirilmiş hallerimizden ne zaman çıkacağız?

T24
ETİKETLER
ahmet şık duruşma cumhuriyet davası duruşmadan çıkarıldı haber murat sabuncu emre İper akın atalay
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> HUKUKÎ HABERLER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com