EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Important Notice: We regret to inform you that our free phpBB forum hosting service will be discontinued by the end of June 30, 2024. If you wish to migrate to our paid hosting service, please contact billing@hostonnet.com.
BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni-

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Mar 19, 2017 11:14 pm    Mesaj konusu: BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni- Alıntıyla Cevap Gönder

BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni-
Selim GÜRSELGİ
18 Mart 2017



Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 7

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – I

Başyücelik Devleti, Üstad Necip Fazıl’ın temelini attığı ve Salih Mirzabeyoğlu‘nun örgüleştirdiği bir ideal yönetim modelidir. Üstad Necip Fazıl bu mevzuyu Büyük Doğu İdeolocyası’nda ele alır ve İBDA Mimarı müstakil bir eser hâlinde ortaya koyar.

Mirzabeyoğlu’nun eseri 1995 yılında yayınlandı. Ancak bu dönemde, içinde yer alan bazı ifadelerin TCK’ya göre suç teşkil etmesi gerekçesiyle yasaklandı ve toplatıldı. Bundan sonra ikinci baskısı, toplatma gerekçesi olan ibareler çıkarılarak, 2004 yılında yapılabildi. Bu tarihten sonra kitabın İngilizce tercümesi ve Arapça tercümesi yayınlandı.

“Başyücelik Devleti” kavramı, dikkat edilirse, eski literatürdeki `Devlet-i Âliyye` (Yücelik Devleti, Yüce Devlet) ve `Devlet-i Ebedmüddet` (Sonsuz Devlet) kavramlarıyla akrabadır. Zaten İslâm devleti sözkonusu olduğunda onda ulus devletlerde olduğu gibi bir kavmin ismi öne çıkmaz; tüm ideolojik devletlerde olduğu gibi dâvânın ve temel varoluş biçiminin isimlendirmesi ön plândadır.

41394_1437549627Salih Mirzabeyoğlu‘nun ele aldığı biçimiyle Başyücelik Devleti’ni bir “İslâm birliği projesi” olarak görmek mümkün… Çünkü bu klâsik “üniter devlet” anlayışı içinde görülmemiştir. Onun için, alt başlığı -eserin ikinci ismi- `Yeni Dünya Düzeni`dir. Bu, Amerikan emperyalizminin ortaya attığı `yeni dünya düzeni`nin tam karşısında, onunla tam bir çatışma ve hesaplaşma durumundadır. Özellikle eser boyunca işlenen BM, AB ve emperyalizm eleştirilerinden de bu anlaşılır.

Başyücelik Devleti, bir giriş ve beş ayrı levhadan (ana bölüm) oluşur. Bu levhalar şunlardır:

– Devlet şekilleri

– Dünya kamu düzeni

– Batı dünyası ve demokrasi

– Başyücelik Devleti

– Peygamber’in kitabından

Eser, kamu hukuku, uluslararası ilişkiler, siyaset sosyolojisi gibi alanlarda bir ders kitabı niteliğini de taşımaktadır. Şüphesiz tarih ve din alanında da… Kitabın ilk sayfalarında, İbda ressamlarından Aydın Alkan‘ın bir çizimi tam sayfa olarak yer almaktadır: Bu, “dünya yuvarlağını pençelerine almış olan çift başlı Selçuk kartalı“dır. Önemli bir figürdür… Eserin son bölümünde ise devlet ve mücadele ölçülerini ihtivâ eden “kırk hadis” yer alır… Birkaç seçme yapalım:

– “Ümmetimin zâlime ‘sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, onlardan ayrılabilirsin.”

– “Kıyamet gününde en şiddetli azabı görecek olanlar, kendilerinde hayır olmadığı halde halkın hayırlı sandığı kimselerdir.”

– “Kıyamet gününde en şiddetli azabı görecek olanlar, zâlim hükümdarlardır.”

– “Âlimi sultan ile çok sıkı ihtilâtta (haşır neşir) görürsen, bil ki o hırsızdır.”

– “Hıyanetin en büyüğü, bir valinin kendi riyasetinde (mesuliyet bölgesinde) ticaret yapmasıdır.” (Mevkiini kazanç vesilesi yapması)

– “Eğer üzerinize, Allah’ın kitabıyla idare eden, siyah bir köle de emir olsa, onu dinleyin ve ona itaat edin.”

– “Yakında bazı emirler gelecek. Siz onların bazı işlerini beğenecek, bazılarından ise hoşlanmayacaksınız. Kim onlarla mücadele ederse kurtuluşa erer. Kim onlardan ayrılırsa huzur bulur. Kim de onlara karışırsa helâk olur.”

– “Allah’a isyanı emretmedikçe, emire itaat etmek müslüman kişiye haktır. Allah’a isyan edene ise itaat yoktur.”

– “Hiç şüphe yok ki, iman küfür üzerine galip gelecek ve küfrü inine sokacaktır.”

1 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – II

Başyücelik Devleti, Üstad Necip Fazıl‘ın teklifi hâlinde şöyle özetlenebilir:

Başyücelik Devleti’nin en tepesinde, ulu bir kişi, `Başyüce` bulunur. Onun yanındaki kurumlar, `Yüceler Kurultayı` ve `Yüce Din Dairesi`dir. Her ikisi de `Başyüce`ye bağlı olmakla beraber, onun emrinde değildirler. Hele `Yüce Din Dairesi`, tam özerk bir kurumdur ve gerektiğinde `Başyüce`ye karşı `Yüceler Kurultayı`nı hakem olarak göreve çağırabilir.

Bir başka denetleyici kurum da, `Halk Divanı`dır. `Halk Divanı`, Başyücelik halkına, hükümete ve devlete karşı hakkını arama ve hesap sorma hakkını verir. İlk İslâm devletinde `Vefd` adı verilen bu tür halk divanları vardı. Her şehirde toplanır, halkın şikâyetlerini Halife’ye iletmek ve gerektiğinde yakasına yapışmak üzere birer heyet çıkarırlardı. Hazret-i Ömer, halkın `vefd` hakkını elinden bırakmaması için sıkı sıkı tenbihlerde bulunurdu. Fakat zaman içinde halk, sultanlar ve yöneticilere karşı denetim hakkını kaybetti. İşte `Halk Divanı`, halka bu hakkını iade ediyor.

Demokrasilerde denetim, 5 yılda bir sandıkta olur. Bunun dışında, halkın protesto ve gösteri hakkı prensipte vardır. Ama tüm bu haklar, `Halk Divanı`nın belirttiği hak ölçüsü yanında zayıf kalır. Çünkü asıl sorun, gösteri ve protesto yapabilenler değil, yapamayanlardır. Devlete karşı yürüyüşe geçemeyen zayıflar, sorunlarını nasıl dile getirecek? Ve devlet, bir protesto ve şikâyeti kaâle almadığında ne yapılacak? Oysa `Halk Divanı`na şikâyeti olan herkes katılabilir. Bütün devlet erkânı, her sene belli bir dönemde, halkın karşısına çıkıp, yargılanırcasına hesap vermek durumundadır.

Bir başka tam özerk kurum, `Başyücelik Akademyası`dır. Bu kurum `aydınlar aritokrasisi`nin temel direğidir. Hiç kimse bir aydına emir veremez, baskı uygulayamaz. Üstad Necip Fazıl, `Başyücelik Akademyası`nın bir tür “kültür genelkurmaylığı” olduğunu söyler.

(Hemen belirtelim ki, Büyük Doğu – İBDA’nın dünya çapında orijinal bir tez hâlinde ileri sürdüğü Başyücelik Devleti’nin, günümüzdeki Cumhurbaşkanlığı Sistemi düzenlemesi ve referandumuyla bir ilgisi yoktur. Başyücelik Devleti bir “otokrasi – tek elde toplanmış yönetim” değil, check and balance -denetim ve denge- mekanizmaları tam oturmuş bir ideal yönetim modelidir.)

10 Haziran 2011

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – III
AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ

Üstad, totalitarizme olduğu gibi, demokrasiye de inanmaz. Ona göre, bir Sokrat ile bir kahvehane müdaviminin oyu birbirine eşit olamaz. Yakın dönemde kemalistler tarafından benzer biçimiyle çok kullanılan bu tespit, temel olarak Üstad‘a aittir ve doğrudur. Necip Fazıl demokrasiyi bir “Amerikan dayatması” olarak görür; hattâ ona “zorla gelen hürriyet”, “San Fransisco diktesi ile gelen hürriyet” gibi ironik boyutunu gösteren adlar verir. Üstad Necip Fazıl, demokrasinin, Batı emperyalizminin bir dejenerasyon aracı olduğunu düşünür. Tabiri caizse, “ayakların baş olması” diye niteler.

Marx‘ın şu sözünü ele alır:

-“Kapitalist düzenlerde edilen hata ve biriken yanlış, emeği ödenmemiş işçinin gaspedilmiş haklarından yığılmadır.”

Onu şöyle düzeltir:

-“Başıboş düzenlerde edilen hatâ ve biriken yanlış, hakkı verilmemiş aydının yol açılmamış faaliyetlerinden yığılmadır.”

Üstad için, ileri sınıf, aydınlar sınıfıdır. O, proleteryaya da, burjuvaziye de, faşizme de inanmaz. Ancak aydınlardan oluşmuş bir aristokrasinin, halkın mutluluğunu sağlayabileceğine ve halka ideal olanı gösterebileceğine inanır. Bunun, İslâmın özüne ve ilk İslâm devletine en uygun rejim biçimi olduğunu savunur. Bu rejim içinde aydınlara, sadece eser vermek şartıyla, sınırsız haklar tanır.

Demokratik parlamentarizme karşı aydınlar arsistokrasisi, postmodern epistemolojinin yanında fenomenolojinin belirttiği farkı belirtir. Çünkü bu düzende halkın seçtikleri değil, Hakk’ın seçtikleri egemendir. Aydınlar, insanlar arasında Hakk’ın seçtiği asiller sınıfı olarak kabul edilir. Bunun dışında hiçbir zümre ve kişiye maddî ve manevî bir imtiyaz tanınmaz. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” kutsal ölçüsü, bu anlayışın temel esprisini yansıtır.

11 Mayıs 2011

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – IV
AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ

Demokrasi ve saltanat idaresini üçgenin alt köşeleri kabul edersek, ikisine de aynı açı ve aynı uzaklıkta, üçgenin tepe noktası olarak, aydınlar arsitokrasisini elde ederiz… Saltanat idaresinin, babadan oğula geçen yönetim biçiminin taban tabana zıddıdır; çünkü bu tarz bir yönetim anlayışının tarihte yeri olmakla birlikte, ne günümüzde, ne de ideal alanda bir geçerliliği yoktur.

Aynı sebepten klâsik aristokrasinin de zıddıdır. Çünkü babadan oğula geçen bir ayrıcalığa ve yönetim ve mülkiyet hakkına inanmamaktan doğar. Zaten kan aristokrasisi, doğuda çok geçerli olmamış, Batı’da da tarihe gömülmüş bir yönetim biçimidir. Bununla karşılık, aydınlar aristokrasisi, yine de bir çeşit soyluluktur; fikir ve idrak soyluluğu… Yine de bir çeşit ayrıcalıktır; fikir ve idrak ayrıcalığı…

Bu ayrıcalık, demokratik ayrıcalığın da taban tabana zıddıdır. Demokratik ayrıcalık nedir? Bir tür gizli plütokrasi (zenginler idaresi) ayrıcalığıdır. Demokraside bütün amaç zengin olmaktır, parayı bulmaktır. Zenginler ayrıcalıklıdır, zenginler soyludur, zenginler belirleyicidir. Geri kalanının kuru bir oy hakkı varsa da o da kuru bir palavradan ibarettir. Çünkü oy hakkı “yapmak ve yönetmek” değil, yapma ve yönetmenin istismarıdır. Tıpkı kendi yapan adamın mutluluğuyla, başkasının yaptığını seyrederek keyiflenen adamın mutluluğu arasındaki fark…

Demokrasi, kapitalizmin yardakçısı, emperyalizmin ayakçısıdır. Kapitalizmin yardakçısıdır, çünkü demokrasi özünde bir yozlaşma ve soysuzlaşma rejimidir, kapitalizm bu soysuzlaşmadan beslenir. Soysuzlaşma ne kadar ileri boyuta varırsa, demokrasi o kadar ileri seviyede uygulanır. Burada soysuzlaşmadan kasıt, insanî görevlerden istifâdır. Topluma ilişkin duyguların terkidir. İnsanı insan yapan ve insan topluluklarını yükselten ahlâk dugusunun terkidir.

Demokraside iki şeyin değeri yoktur: Fikir ve emek… Demokraside sadece yozlaşmanın ve eğlendirmenin değeri vardır. Gerçek fikir ve sanat adamları, demokratik idarede değer görmezler. Zirâ en adî bir katille, bir ayyaşla, bir sapıkla eşitlenirler. Hakikat bu eşitlenmeyi kabul etmez. Hakikat ile hakikat olmayanın eşitliği yoktur. İyi ile kötü arasında eşitlik olursa, iyi daima kaybeder. Demokrasi işte bu prensibe dayanır. Ve, “eğlence kitlelerin afyonudur.”

Demokraside değerleri tayin eden burjuvazi olduğuna göre, bir pavyon şarkcısının, bir mankenin, bir futbolcunun 1 günde, 1 gecede kazandığının (aldığı değer), bir kol işçisinin 10 yılda kazandığına eşit olması mubahtır. Aydınlar aristokrasisi, işte bu yozlaşmayı yıkar. Orada öncelikle fikirciler ve sanatçılar, onların ardından da emekçiler değer görür. Dansözlerin, fahişelerin, pezevenklerin orada değeri yoktur. İnsan türünü alçaltan, fikir ve hakikat kavgasından, kardeşlik ve hürriyet yolundan koparan bağımlılıkların orada değeri yoktur.

Emperyalizmin, çağımızda öncelikle “kültür emperyalizmi” olması, demokratik yozlaşmanın onun en önemli ayakçısı olmasındandır. Çünkü kültür emperyalizminin girdiği, zevkleri ve ilişkileri onun tayin ettiği ülkeleri, ancak demokratik yozlaşma bu çizgide tutabilir. Orada cinayetler, tecavüzler, vurgunlar, haksızlıklar sonu gelmez bir biçimde devam eder. Bunlarla mücadele yalandan yapılır; bunlar üretilir… Travestileri üreten sebep, onların çizgi dışı (vesikasız) eylemleriyle göstermelik mücadeleyi de yanına kor. Ve bunların insanın doğasının parçası olduğuna inandırır.

Aydınlar aristokrasisi, gerçek fikir hürriyetidir. Orada insanlar, fikirlerinde ve kanaatlerinde, bunları ifade etmede, bunlarla muhalefet etmede hürdür. Ama orada yozlaşma ve soysuzlaşma hürriyeti yoktur. Orada kavga hakikat içindir.

22 Nisan 2012

BAŞYÜCELİK DEVLETİ – VI

1990’ların ortasında emperyalizmin “demokrasi dayatması“nı ve onun yukarıdan aşağıya manzarasını anlatıyor. Tıpkı bugün. Ne tesadüf, bir maden ocağı örneği de var. Diyor ki, sen evinde vatandaşına aslan kesilirsen, mahallede sana aslan kesildiklerinde de ağlamaya hakkın olmaz. Şöyle;

-“Netice şudur: Batı’nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell‘ın ünlü eseri ‘Domuzlar Diktatoryası’nda geçtiği gibi, ‘hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit’ anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır. İşi biraz daha açmak istersek, bizdeki anayasa ve kanunların herkes için geçerli hükümleri önünde, sayısız ‘adamına göre muamele’ örneklerini hatırlatmak yeter. Düşününüz ki, Genelkurmay -eski- Başkanı Doğan Güreş‘in oğlu asker kaçağı, savunma bakanı Mehmet Gölhan‘ın oğlu asker kaçağı; ama ‘boğazına kıl kaçtı’ hesabı uyduruk bir raporla askerlik mükellefiyetinden kaytaran bu çocuklar, bunu dünya âlem bilirken, hukuku da kendilerine uyduran babaları sayesinde halk çocukları ile ‘kanun önünde eşit’ oluyorlar. Başbakan Tansu Çiller‘in oğlu, annesinin yalısının karşısında asker; yani biraz daha asker!.. Şu ân Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel‘in, kardeşi, yeğeni, kayınbiraderi, velhasıl sülâlesi, 30 yıl binbir türlü para yolsuzluğuna bulaştı, Demirel‘in kendi adı yolsuzluk olaylarına karıştı, ama alayı tertemiz!.. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal‘ın oğulları, kızı, karısı ve sayısız maiyeti sayısız dalaverelere karışarak menfaat temin ettiler; küçük oğlunun arabasını kullanan ve şantaj yoluyla para sızdırmak için giden ekipte bulunan bir polis, aldıkları ihbarı değerlendiren ve kimin önünü kestiklerini bilmeyen bir polis ekibini taradı, bir komiser öldü, üç polis yaralandı… Ama herhangi bir olayda alâkalı alâkasız herkesin anasını ağlatan polis, ortada üstelik bir polis cesedi varken, arabanın sahibi Küçük Özal‘a soru dahi sormadı: O zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, şimdi Emniyet g-Genel Müdürü olarak ‘şerefle’ kanunsuzluğa karşı mücadele etmektedir!..

Sanırız anlaşıldı: Balkondakiler, kendi koydukları kurallara kendileri uymasalar bile, altta kalanların hukukî vecibelere uygun davranmalarını ve `kanun ve nizâm hâkimiyetinin sağlanması`nı isterler, çünkü bu türlü bir `kanun ve nizâm hâkimiyeti`nde kendi çıkarları sözkonusudur. Bu tıpkı, bir maden ocağında patronun ve muhafızların, orada çalışan kölelerin ‘huzur ve güvenlerini’ bozucu davranışlarına müsamaha ile bakamayacakları bir durumdur. Demek oluyor ki, yurt içindeki kendi uygulamasını dışarıda kendine karşı yapılan bir uygulama olarak gören hain zümrenin, dış uygulamalar karşısında ‘çifte standart uyguluyorlar’ diye ağlamaya bir hakkı olmadığı gibi, kendileri de o anlayışın ülkemizdeki temsilcileridir!..”

Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-, 2. basım, İbda Yayınları, İstanbul 2004, s. 101-102.

16 Mayıs 2014

Adımlar Dergisi

Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 9 BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – XI Selim Gürselgil
20 Nisan 2017

Eserin üçüncü ana bölümü (levha) “Batı Dünyası ve Demokrasi” başlığını taşıyor. Bu bölümde yer alan makaleler: Batı’nın Batı’ya Bakışı, Batı’nın Doğu’ya Bakışı, Batı’yı Anlayalım, Batı’nın Buhranı, Batı’nın Üstünlükleri, Günümüz Dünyasında Buhranın Kaynağı, Demokrasinin Tarifi ve Mahiyeti, Demokrasinin Prensipleri, Ön Eleştiri, Kamu Hürriyetlerinin Düzenlenmesi Ayrımı ve Korunması, Hürriyet Meselesi, İdeal ve Gaye, Noktalamalar…

Öncelikle Batı dünyasına ilişkin tablolardan parçalar verelim… Bunlar, ele alacağımız bölümler itibariyle, Üstad Necip Fazıl tarafından Büyük Doğu İdeolocyası’nda yayınlanmış tablolardır…

* Batı’nın Batı’ya Bakışı:

“Batı’nın Batı’ya bakışı, “mayonez”in içindeki zeytinyağı, limon ve yumurta unsurları gibi, kendi kendisini üç esasa ircâ etmekle başlar: Eski Yunan, Roma ve Hristiyanlık… Bu bakımdan Garp, kendi tahlil raporunu imzâ etmekte son derece katî ve riyazîdir… Batı, kendisini en ileri mütefekkirlerinden birinin ağzıyla şöyle hülasâ eder:

– Romalılaşmış, Hristiyanlaşmış ve Eski Yunan zihnî nizamına teslim olmuş her örnek Avrupalıdır…“

* Batı’nın Doğu’ya Bakışı:

-“Şarklı daima mazide yaşar, hali tutmaya savaşmaz ve istikbale sarkmaktan korkar. Ne ilmi vardır, ne tenkidi… Dindar olabilir; fakat hiçbir mevzuu tarif, ihata ve isbat hummasına düşmez. Demek ki ne inanılacak şeyi bilir, ne de inanılmayacak şeyi… O sadece inanır, bilmez. Tabiata hâkimiyet adına bütün cehdi, şiir ve tılsım oyunlarını aşmaz. Aklın madde üzerindeki nüfuz hakkı yolundan, hiçbir âlet ve usûl buluşuna çıkmaz. Şarklı kafasında parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, karışla ölçülebilir, akılla isbat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız. Böylece o, isbatedimeyen her şeye inanmak ve vücutsuz varlıkların gerçeksiz davetine takılmak yüzünden, gerçek vakıalar âlemini kaybettikçe kaybetmiştir…”

* Batı’yı Anlayalım:

“Batı, ne kadar hayatî olursa olsun veya olmasın, tek şeyden, o şeyin kemâli halinde tek unsurdan ibarettir:

– Maddeyi, aklî ve ruhî her bakımdan ihata (kuşatma) ihtirası ve bu ihtirasın eseri müsbet (pozitif, ispatlanabilir) bilgiler manzumesi…

Heyhat ki, Batı’da da, mâlik olduğu muhteşem kalıp dehasına rağmen bir şey eksik kaldı: O kalıbın içindeki hayat usaresi, yani derinliğine ve sonsuz ruh kökü…”

* Batı’nın Buhranı:

“Batı adamı, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başlarında maddeye o türlü tahakküm istidadına geçti ki, bu tahakkümü ona denk bir ruh köküne bağlayamamak, üstelik eski ruh köklerinden de yavaş yavaş çözülmek yüzünden, maddenin tahakkümü altına girmeğe başladı; böylece onun ruhu, belirsiz bir yırtıktan döküle döküle tükenmeğe yüz tuttu… Ve Batı dünyası, aşağı kısmı dolarken yukarı kısmı boşalan kum saati gibi, madde ilimlerinin terakkisiyle makusen mütenasip (ters orantılı) olarak, yontucu âhengin kaynağı olan ruhî muvazenesinin (denge, ölçü) elden gitmekte olduğunu hafakanlarla sezmeye başladı.”

* Batı’nın Üstünlükleri

“Doğu, başka başka zaman ve mekânlarda, başka başkatecellî çerçevelerinde, fakat umumî ve esasî seciye bakımından aynı ruh köküne bağlı dağınık bir manzara arzederken, Batı, bütün Garp milletlerince taksim ve kendi kadrolarında temsil edilmiş yekpare bir oluş belirtir… Bu oluşun, bütün sebepleri ve neticeleri ile, sabit ve muayyen birkaç kaynağı ve birkaç dönüm noktası var: Yunan aklı, Roma nizamı, Hristiyan ahlâkı!..”

* Günümüz Dünyasında Buhranın Kaynağı

“Batı’nın hâkim olduğu ve Batı fikir ve yaşayışının ulaştığı her yer Batı’dır’doğrusunu, ‘asıl’ın soyluluğu ve ‘taklid’inadîliğini de değerlendirerek kabul edersek, bütün bu çelişmeler ve bütünleyememeler ortasında, fertten devlete uzanan çizgide dünya buhranının sebebini de işaretlemiş oluruz; yani Batı… İnsanlık dolap beygiri gibi bir çıkmaz etrafında döner, canhıraş feryatlar gökkubbeyi doldurur ve sistemler karşılarındakinin hatâsını göstermekten başka bir tek doğruyu ortaya koyamazlarken, bu görüntü, temelde “Yunan aklı, Roma nizamı, Hristiyan ahlâkı” olarak formüle edilen Batı fikir ve yaşayışının, sosyolojik, psikolojik ve politik yapısının kaba çizgilerle çağdaş ifadesidir; yanlışın, kendi öz tekâmülü neticesinde görünüşü… Müslüman olmuş bir Amerikalı hanım bilgin, bunu fevkalâde bir biçimde ifade eder:

-“Batı medeniyetinin kötülüğü tesadüfî değildir; yahut asıl prensiplere göre yaşamakta kusur eden, sırf beşer zaafından da ileri gelmiş değildir… Eksik olan, bizzat asıl prensiplerdir; Batı medeniyeti, teoride de pratikte de kötüdür.“

7 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – XII

Üçüncü levhada uzun uzadıya “demokrasi” bahsi irdeleniyor. Başlıklardan kısa kısa seçmeler halinde aktaralım:

* Demokrasinin Tarifi ve Mahiyeti

“Daha önce de belirttiğimiz gibi, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un yayınladığı beyannamenin, ‘milletlerin encâmlarını tayin etmeye hakları vardır’ şeklindeki maddesi, demokrasiyi bir iç rejim -ve hukuk- meselesi olmaktan daha da ileri götürerek, onu milletlerarası ilişkilerin temeli olarak bütün dünyaya ilan etmiştir.”

* Demokrasinin Prensipleri

“Demokratik rejimlerde… İktidar, devri mümkün olmayan bir hak olmasına rağmen, iktidarı kullananlar, zorunlu olarak gerçek sahibinin (vatandaşın) mümessilidir.”

* Ön Eleştiri

“Siyasî lûgatımızda pek az kelime insanların mantık ve zekâsına bu derece meydan okumuş ve her kalıba giren bu kadar kışkırtıcı veçhe göstermiştir. Çağdaş edebiyatta formüle edilen çeşitli doktrinlere rastgele bir bakış dahi, siyasî düşünürlerin adedince demokrasi tarifi bulunduğunu ve görüş çokluğunun yalnız demokrasinin ne olabileceği veya ne olması lâzım geldiği noktasına değil, aynı zamanda demokrasinin ne olmadığı hususuna da taalluk ettiğini göstermeğe yeter. Gerçekten, demokrasinin ne olmadığı üzerinde duran nazariyecilerin bazıları o kadar ileri gitmişlerdir ki, insan bazen demokrasi ile diktatörlük arasında zarurî bir tenakuz bulunmadığı yolunda garip bir çelişki içinde bocalamakta ve demokrasinin ‘diktatörlüğe karşı olmak’ şöyle dursun, bir nevî diktatörlük olduğu ve ‘demokratik diktatörlük’ olabileceği gibi ‘totaliter bir demokrasi’den de bahsedilebileceğine inanmak zorunda kalabilir.”

* Kamu Hürriyetlerinin Düzenlenmesi, Ayrımı ve Korunması

“Rejimin adı ister liberal demokrasi, ister halk demokrasisi olsun, bir oligarşiyi nasıl kapsamaz?.. Bütün mesele bu oligarşinin nasıl oluştuğu ve iktidarı nasıl kullandığı, hüküm sürerken tâbi olduğu kuralların ne olduğudur… Ve ahaliye neye mâlolmakta ve ona ne yarar sağlamaktadır?.. Bunların ötesindeki meseleler de;

Önce, oligarşiye kimler mensuptur? Hâkim azınlığa kimler mensuptur ve buna girmek ne dereceye kadar kolaydır? Yönetici azınlık az çok herkese açık mıdır, kapalı mıdır?
Her türlü rejimde, politik personel sırasına geçmede ne çeşit kimselerin şansı vardır?
Yönetici azınlığın elde ettiği imtiyazlar nelerdir?
Bu tür bir rejimin yönetilenlere verdiği garantiler nelerdir?
İktidar gerçekte kimdedir ve genellikle kullanılan ‘iktidara sahip olma’ kavramı ne anlama gelir?”
* Hürriyet Meselesi

“Hürriyet bir gaye değil, vasıtadır ve gaye bir tarafa bırakılıp vasıta gayeleştirilemez.

Demek ki, Allah’ın ‘dinde zorlama yoktur!’ fermanıyla doğruladığı ve hakkını bahşettiği hürriyet, hakikate ermek için, canlıların havaya muhtaç olması gibi, vicdanlara vasıta kıymetinden ibarettir ve hakikate erilince, hürriyetin en büyük tecellisi, hakka esaretten başka bir şey değildir.”

* İdeal ve Gaye

“İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen bir fikrin belirttiği hasret, iştiyak, hayal ve plandır; ve eğer ideolocya bir beyin ise, ideal de bir kalpdir.

Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet planında ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lazımdır.

Her ideal bir gayedir; fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir; idealler düşemez.”

* Noktalamalar

“Esaretlerin en korkuncu başıboş Batı hürriyetçiliğidir. Bu mezhep, başıboş rey hastalığında, çürümüş ve kokmuş bir cemiyet bünyesnin örneklik arazlarından birini gösterir. Hürriyet, kendisini vasıta olmaktan çıkarıp gaye haline getirince dejenere olur ve iş eşek hürriyetine dek dayanır. Hürriyetin gayesi, sadece hak ve hakikat olmalıdır.

… İkinci Dünya Savaşı sonunda San Fransisco diktesi ile gelen ve İnönü’nün ‘dış yardım’ aşkına mecburen katlandığı ‘cebrî’ (zora dayalı) hürriyet… Amerika Birleşik Devletleri ‘demokrasi yoksa yardım da yok!’ diyor; o tür ekonomik ve askerî yardımlarla bizim gibi ülkelerin nasıl burnundan halkalı köle haline getirildiği, bizzat Amerikan belgelerinin kitaplandırılışında mevcut… Zaten aksi mümkün mü?.. Adam kendi aleyhine(!) olan senin “cici”liğini isteyecek, hem de bu uğurda ‘sırf yardım olsun’ diye sana güç verecek!…

… Meselâ çiftçi kesiminden alacağı oyu hesabederek, malını değerinden fazlaya almak… Oy gelmeyeceği hesabıyla o tarafa bakmamak… Yatırımları memleket çıkarına uygun şekil ve yerlere yapmak yerine, oy kapacak noktaları hedeflemek… Seçilme kaygısıyla, istikrar tedbirini bir yana bırakıp, her üç veya 2.5 seneden sonra (4 yılda bir seçim hesabıyla) seçim ekonomisine gitmek… İşe, ona lâyık adamı tayin etme yerine, kendi parti çevresini yerleştirmek… Büyük sermaye çevrelerinin temin ettiği imkânlarla seçime girmek ve kazanınca devlet kesesinden diyet borcu ödemek…”

8 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – XIII

Salih Mirzabeyoğlu’nun kaleme aldığı eserin dördüncü levhası, tıpkı kitabın ismi olduğu gibi “Başyücelik Devleti” (Yeni Dünya Düzeni) başlığını taşıyor. Bu levhada yer alan bazı kısımları, başlıklarıyla özetleyecek olursak;

* Doğu’nun Doğu’ya Bakışı

“Şark, izafî kıta bölümüyle, İslâm, Brehmen, Budist ve Mecusî vahitlerine ayrıldığında, bir bütün halinde Garb’ın din ve irfan vahidine sahip olmadığına, kendisini kıta manzarası bakımından topyekünircâ edebileceği teknik esaslardan mahrum bulunduğuna göre, aynı kıta topluluğu noktasından öz nefsi üzerinde hususî bir nazar sahibi değildir… Bütün başka ve ayrı kutuplarıyla Şark’ın, İslâm kadrosundaki zaaftan sonra Garb’a bakışındaki beraberlik, öz nefsini bilmek, anlamak ve ölçülendirmekten gelen aslî bir vahdetten değil, tek ve yekpâre bir düşman karşısında düşülen yılgınlık ve mahkûmluk duygusu birliğinden doğmakta…”

NOT: Yani Doğu’nun Doğu’ya bakışı: Boş küme… Sadece herbirininBatı’ya bakışı birbirine benziyor.

* Doğu’nun Batı’ya Bakışı

“Şark’ın Garb’a üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmlığın kuvveti içindeki bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış…(Not: İslâmlıktan önceki bakış, ilk defa Doğu – Batı kavgasının başladığı Fars – Yunan savaşları sırasındaki bakıştır; kaba iştah dışında hiçbir özellik belirtmez… İkinci aşamadaki bakış: İnsanın hayvana bakışı… Üçüncü aşamada ise, müslümanıyla, budisti, hindusu ve mecusisiyle aynı:)Batı’nın su götürmez madde hâkimiyeti; Doğu’nun da bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vahitleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp apaçık bir mahkûmiyet belirtmesi…”

* Doğu’nun Üstünlükleri

“Her şey Doğu’dan geldi; her şey, yani ruhumuz… Doğu, insanın yağmur suyu kadar saf ve aydınlık olduğu çağlarda, yürekleri ve kafaları dört köşe madde hendesesi körletmezden evvel, ruhumuzun ilk ve büyük marifetlerine sahne…”

* Millet Millet Doğu

“Doğu’nun mayasını, ayrı zaman ve mekânlarda, ayrı mânâlarda ve baş örnekler halinde Çin, Hint, Fars, Arap ve Türk kavimleri yoğurdu… (…) Çin, Doğu’yu, çağların en eskisinde, yalnız müstesnâ bir ruh inceliği ve madde nakışı kadrosunda temsil etti. Hint, bu ruhu, en karanlık ve dolambaçlı iç dehlizlere ulaştırdı. Fars, başlangıçta ve sonra derinlikleri genişletti; hususiyle başlangıçta (eski Persler çağında) şahsiyetini işe ve maddeye aksettirdi ve Batı’ya karşı Doğu imparatorluğunu kurdu. Arap, ezelle ebed arası bir zeminde, kendisinden evvelki ve sonraki Doğu’nun sistemleşmesine, mihraklaşmasına sahne oldu. Türk de, evvelâ, bozkırların dışyüzüne benzeyen kapanık ruhuyla, hiçbir kap içinde şekil bulamayan kızgın ve hırçın bir mâyi gibi, Doğu’nun akıcılığını ve hareket hakkını heykelleştirdi; sonra da aynı hareket hakkını, gerçek Doğu’nun gerçek ruhuna bağlamak nasibine erdi.”

……….

Evet… Başyücelik Devleti; bütün bir Doğu’nun kurtuluşu ve doğruluşu dâvâsıdır da: Büyük Doğu!

9 Mayıs 2013

İSLÂM DEVLETİ ÜSTÜNE

İslâm devletinden ne anlaşılması gerektiği “Başyücelik Devleti” başlığı altında tartışmalara yer bırakmayacak şekilde ortaya koyulmuştur. Bundan sonrası bu başlığın tafsilatıdır.

İslâm devleti denince birtakım ilkel adamların birtakım madenî sesler çıkararak “Allaaah”, “şeriaaat” diye bağırmasından başka bir şeye aklı ermeyen ruhça garibanlar, hal ve tavır itibariyle, tıpkı açık İslam düşmanları gibi gerçek İslam devletini engellemeye uğraşıyorlar.

Ama nafile! En derin mikyasıyla şerait bağlılığı, en ileri ölçüsüyle medeniyet doğurucu bir hamleden başka bir şey değildir.

Ne diyordu 75’te Gölge:

“Artık feryad etmeyin kurtarın diye bizi

Geminiz şöyle dursun fethe çıktık denizi!”

16 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ – VI

1990’ların ortasında emperyalizmin “demokrasi dayatması“nı ve onun yukarıdan aşağıya manzarasını anlatıyor. Tıpkı bugün. Ne tesadüf, bir maden ocağı örneği de var. Diyor ki, sen evinde vatandaşına aslan kesilirsen, mahallede sana aslan kesildiklerinde de ağlamaya hakkın olmaz. Şöyle;

-“Netice şudur: Batı’nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell‘ın ünlü eseri ‘Domuzlar Diktatoryası’nda geçtiği gibi, ‘hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit’ anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır. İşi biraz daha açmak istersek, bizdeki anayasa ve kanunların herkes için geçerli hükümleri önünde, sayısız ‘adamına göre muamele’ örneklerini hatırlatmak yeter. Düşününüz ki, Genelkurmay -eski- Başkanı Doğan Güreş‘in oğlu asker kaçağı, savunma bakanı Mehmet Gölhan‘ın oğlu asker kaçağı; ama ‘boğazına kıl kaçtı’ hesabı uyduruk bir raporla askerlik mükellefiyetinden kaytaran bu çocuklar, bunu dünya âlem bilirken, hukuku da kendilerine uyduran babaları sayesinde halk çocukları ile ‘kanun önünde eşit’ oluyorlar. Başbakan Tansu Çiller‘in oğlu, annesinin yalısının karşısında asker; yani biraz daha asker!.. Şu ân Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel‘in, kardeşi, yeğeni, kayınbiraderi, velhasıl sülâlesi, 30 yıl binbir türlü para yolsuzluğuna bulaştı, Demirel‘in kendi adı yolsuzluk olaylarına karıştı, ama alayı tertemiz!.. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal‘ın oğulları, kızı, karısı ve sayısız maiyeti sayısız dalaverelere karışarak menfaat temin ettiler; küçük oğlunun arabasını kullanan ve şantaj yoluyla para sızdırmak için giden ekipte bulunan bir polis, aldıkları ihbarı değerlendiren ve kimin önünü kestiklerini bilmeyen bir polis ekibini taradı, bir komiser öldü, üç polis yaralandı… Ama herhangi bir olayda alâkalı alâkasız herkesin anasını ağlatan polis, ortada üstelik bir polis cesedi varken, arabanın sahibi Küçük Özal‘a soru dahi sormadı: O zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, şimdi Emniyet g-Genel Müdürü olarak ‘şerefle’ kanunsuzluğa karşı mücadele etmektedir!..

Sanırız anlaşıldı: Balkondakiler, kendi koydukları kurallara kendileri uymasalar bile, altta kalanların hukukî vecibelere uygun davranmalarını ve `kanun ve nizâm hâkimiyetinin sağlanması`nı isterler, çünkü bu türlü bir `kanun ve nizâmhâkimiyeti`nde kendi çıkarları sözkonusudur. Bu tıpkı, bir maden ocağında patronun ve muhafızların, orada çalışan kölelerin ‘huzur ve güvenlerini’ bozucu davranışlarına müsamaha ile bakamayacakları bir durumdur. Demek oluyor ki, yurt içindeki kendi uygulamasını dışarıda kendine karşı yapılan bir uygulama olarak gören hain zümrenin, dış uygulamalar karşısında ‘çifte standart uyguluyorlar’ diye ağlamaya bir hakkı olmadığı gibi, kendileri de o anlayışın ülkemizdeki temsilcileridir!..”

Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-, 2. basım, İbda Yayınları, İstanbul 2004, s. 101-102.

16 Mayıs 2014

Kaynak. Adımlar dergisi

Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 10 – BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – XIV
Selim Gürselgil
10 Mayıs 2017

Salih Mirzabeyoğlu’nun kaleme aldığı eserin dördüncü levhası şöyle devam ediyor:

* İslâm ve Devlet

İslâm, devlete, ruhun uzviyete yapışık olması gibi sımsıkı bağlıdır; asla ayrılmaz ve onsuz uzviyet düşünülemez.

* Teşkilat ve İdare

İslâm inkılâbı, başlı başına ve müstakil ideal kıymetinde, bütün bir teşkilat ve devlet şekli gayesine sahiptir. Bu gayenin ismi “Başyücelik Devleti” ve teşkilatıdır.

…Başyücelik devleti, eski Yunan’dan bugüne kadar gelen örnekler arasında misilsiz bir ilerilik ve yenilik temsil ettiği gibi, tarih boyunca gelmiş, ya ferdî, ya içtimaî, yahut da zümrevî irade hâkimiyetlerine bağlı şekillerden teker teker herbirinin faziletlerini toplayıcı son ve üstün buluştur. Öyle bir buluş ki, İslâm’ın “şûrâ” ölçüsüne de sımsık bağlı…

…Teşkilat cephesi Büyük Doğu ideolocyasında gergef gibi nakışlandırılmış olan bu dâvânın fikir ve özü, bir topluluğu, o topluluk içindeki en üstün ruh ve idrak kahramanlarının emir ve iradesine teslim etmekten ibarettir. Açıkçası, her sahadaki idrak soylularının, bir hastahanede ilmî doktorluk hâkimiyeti gibi mutlak hegemonyasını kurmak…

* Devlet

Bütün zıtlarından ve sahte benzerlerinden ayırarak, şeriat, tasavvuf ve onlara tâbi akıl anlayışı ile derin ve gerçek mümine bağladığımız İslâm inkılâbı içinde devlet ve hükümet şekli, serbest ve ileri akıla bırakılmış, bütün bir icat ve ibda mevzuudur. Bu dâvâda serbest ve ileri akıl, ana ölçüye daima bağlı kalarak, insan cemiyetlerinin ve idare nizamlarının tarih boyunca macerasını takip ederek, en doğru, en iyi ve en güzel şekli seçmekte veya bulmakta yüzdeyüz hürdür.

* Aydınlar Aristokrasisi

Bir İmam-ı Gazalî ile bir keleş çoban arasındaki farkı daima aziz tutan ve tutacak olan ölçümüz, keleş çobanla uyuz keçinin de hakkını kendilerinden daha emniyetle tekeffül edecek nizamın nihaî hak ve adl tecellisi içinde fenâya ermiş ve nefslerini aşmış `entellektüeller hâkimiyeti` olduğunda asla tereddüt sahibi değildir.

* Yüceler Kurultayı

“Büyük Doğu” mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir “Yüceler Kurultayı” vardır. (…) “Yüceler Kurultayı”nınmânâsı, milleti, en ileri düşünenlerin ve en iyi yapanların kadrosunda özleştirmektir.

* Başyüce ve Kurultay

“Başyüce”den itibaren “Yüceler Kurultayı” âzâsına ve topyekün hükümet kadrosuna kadar hiçbir ferdin, kanun muvacehesinde mesuliyetsizlik ve şahsî masuniyet (dokunulmazlık) gibi bir imtiyazı yoktur; meselâ, sokağa tükürmek, “Yüceler Kurultayı”ndan çıkacak bir zevk ve terbiye yasasına göre suçsa, zabıta, bunu yapacak bir “Başyüce” ile, bir “Yüce”yi, bir hükümet reisi ve bir çöpçüyü bir tutar.

* Başyüce

Anlaşılıyor ki, “Başyüce”, İslâmın “ulülemr” diye isimlendirdiği büyük içtimaî irade ve icrâ makamını, bu makama en küçük nefs ve hırsı karıştırmamak ve kendi öz nefsaniyeti bakımından mâdun (altta) kalmak borcu altında, şahsıyla dolduran ideal ferddir. “Başyüce”, temsil ettiği iman ve hakikat kutbunun, en ileri hüriyet içinde her şeyi ve herkesi köleleştiren mânâsına karşı mukaddes mizan önünde, bizzat, her şeyden ve herkesten fazla köleleşecektir.

* Başyücelik Hükümeti

Hükümetin umumî siyasetini, Başvekilin reisliğindeki vekillerden mürekkep Vekiller Heyeti (Bakanlar Kurulu); hükümetin iç sistemini de, topluca vekiller heyetine ve ayrı ayrı kendi vekâletlerine bağlı olarak, başvekâlet müsteşarının reisliğindeki müsteşarlardan mürekkep Müsteşarlar Heyeti temsil eder. Müsteşarlar Heyeti, daima Vekiller Heyetinin emriyle toplanır.

* Vekâletler (Bakanlıklar)

Maarif Vekâleti: İlim ve Güzel Sanatlar, Halk Terbiyesi ve Evleri, Umumî Öğretim müsteşarlıkları.

Savaş Vekâleti: Kara, Deniz, Hava müsteşarlıkları.

İktisat Vekâleti: Sanayi, Ticaret, Ziraat müsteşarlıkları.

Mâliye Vekâleti: Bütçe ve Umumî Muvazene, Vergiler ve Resimler, Bankalar ve İnhisarlar (tekeller) müsteşarlıkları.

Sağlık ve Bakım Vekâleti: İyileştirme, Güzelleştirme, Çoğaltma müsteşarlıkları.

Adliye Vekâleti: Mahkemeler, Islahhaneler, Kanunlar müsteşarlıkları.

Matbuat ve Propaganda Vekâleti: Matbuat, Propaganda, Turizm müsteşarlıkları.

Hâriciye Vekâleti: Şark, Garp, Haber Alma müsteşarlıkları.

Dâhiliye Vekâleti: Mülkî Teşkilat, Belediyeler, Umumî İnzibat müsteşarlıkları.

Düzenleme Vekâleti: Teşkilat Düzeni, İş düzeni, Sigorta ve Tekaüt Sandığı müsteşarlıkları.

Nafia (Bayındırlık) Vekâleti: Tesisler, Yollar, Ulaşım Vasıtaları müsteşarlıkları.

10 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİÜSTÜNE – XV

Eserin dördüncü levhasında “İktidarın Kaynağı” isimli uzun bir makalenin yer alıyor… Oradan bir seçme:

-“İslâm’da insan, Allah’ın eşya ve hadiseleri teshir etmesi (ele geçirmesi) için kendine “halife” olarak yarattığı mahlûk; ve topyekün insanlık, istese de istemese de, Allah’ın kulu ve Allah Sevgilisi’nin kadrosu… Teklifi kabul edip tâbi olanlar müslüman (…) Allah Resulü’nün emirlerine tâbi olanlar, yani müslümanlar, Allah’ın halifeleridir; Allah’ın hâkimiyetini temsil eden hâkimiyetin sahibi halifeler; müslüman olmayanlar ise Allah’ın hâkimiyetine ve tabiî ki müslümanların hâkimiyetini tâbi olanlardır… Sözkonusu bahisler içinde devşirilecek neticeler;

a) İslâmî bir devlet biçimi içinde “hâkimiyet”in kaynağı ve kullanılması, müslüman olmayanların vehmettiği gibi havada ve mücerret bir dâvâ değildir; bu hususa nazaran “Hâkimiyet Hakkındır!” düsturu, hem hâkimiyetin kaynağını, hem hâkimiyetin – Allah ve Resulü’nünrızâsına uygun davranan ümmet tarafından- kullanılmasını, hem de iktidar olarak tecellisini apaçık çerçevelemektedir.
b) Hâkimiyetin ümmet olarak kullanılmasının, kâfirlerin “halk hâkimiyeti” veya “millet hâkimiyeti” diye belirlediği hususla hiçbir alâkası yoktur; hâkimiyetin kaynağı “ahali” değil, Allah ve Resulü’nün belirttiği emirler manzumesidir… Bu anlamda, İslâm’ın devlet şekli ne olursa olsun, idare eden ve idare edilen arasındaki ayrımın mahiyeti, hiçbir şekilde klâsik Batı tasniflerine uymaz; (…) adı ister sultan, isterse Başyüce olsun, milletin manevî şahsiyetini temsil durumunda olan insan, “Allah’ın halifesi” ve “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi“dir.
c) … herideolocyanın kendisine mahsus bir diyalektiği vardır; meseleleri tüfek kurşununa benzetecek olursak, fikir barutsa, diyalektik de vurucu çekirdektir… Ve bir dâvânın haysiyeti, onun diyalektiğinden belli olur. Bir dâvâda “esas” daima yerinde ve sabit, diyalektik ise zaman ve mekâna göre değişici ve hareketlidir… İdealler ideali İslâm’ın muhteşem ve muazzam diyalektiği de, dünyada tek örnek, bizim mensup olduğumuz “İslâma Muhatap Anlayış“tır… Genel olarak bir anlayış ve sistem manzumesi bâbında belirttiğimiz hususu, bu manzumenin içinde yer alan -yer alması gereken- devlet şekli ve idare biçimi dâvâsına doğru daraltarak altını çizersek:
-“Bir dâvâda `esas` daima yerinde ve sabit, diyalektik ise zaman ve mekâna göre değiştirici ve hareketlidir!”

d) … Devlet ve idare şekli ne olursa olsun, “Hâkimiyet Hakkındır!” düsturu ve hâkimiyetin kaynağı ile iktidarın kullanılmasına meşruiyet veren şey değişmez… Bu anlamda da, hâkimiyeti Allah ve Resulü’nün emirlerine bağlayan İslâm karşısında, adı ister demokrasi, isterse monarşi olsun, bütün şekiller, hâkimiyetin kaynağı ve iktidarın kullanılmasına meşruiyet veren husus kaşısında, topyekün bâtıldır… (…) Müslüman olmayanlarla bir arada yaşama, ancak İslâm şemsiyesinin altında ona yer göstermekle mümkündür; herhangi bir laik – demokratik şemsiyeyi kabul ederek, onun altında bir arada yaşama değil… Zaten bu şekil, küfrün hâkimiyeti ve müslümanların mahkûmiyetinin görüntüsüdür…
e) “İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır“… Bunun yanında şu husus: Bugün bütün İslâm dünyasında, bir ideolocya manzumesi halinde bütün hatlarıyla çerçevelenmiş bizim “Başyücelik Devleti” şeklimizin dışında bir model yoktur… Bunun yanında şu husus: İslâm’da sadece devlet idaresi değil, her sahada geçerli liyakat ölçüsü olarak, “iş ehline verilir“… Bunun yanında şu husus: Millet emrinde meclis, meclis emrinde hükümet, hükümet emrinde icrâ… Herbiri birbirinin içinde olan bu hususlar gözönünde tutulursa, bizim devlet modelimizdeki “Yüceler Kurultayı“nın, yani millet iradesini teşekkül ettireceği meclisimizin, halkın aldatılmasına, halka yaltaklanmaya, halkın başıboş ve nefsanî temayüllerini yönlendirip sömürmeye dayanan bilinir seçim sistemlerine göre teşekkül etmiş bir yanı yoktur… Her iş ve aksiyon sahasında, temayüz etmiş insanlar, zaten bu nitelikleriyle seçkinleşerek, bulundukları iş ve aksiyon sahasını hayat biçimi olarak kabul edenlerin iradesini temsil durumundadırlar… Dünyayı âhıretin tarlası bilen ve Allah’ın rızâsını kazanmaya bakan millet iradesinin bu soydan tecellisi ile, vasıfsız insan soyunu ve millet hurdalığını temsil eden bugünkü meclisin hâlini karşılaştırın!..”

11 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE- XVI

Yanlış anlaşılmaması için bir ikaz: Bu eser; Müslümanların İslâmdışı yönetimlerde mutlu olamayacağını, ancak İslâmî yönetimlerde mutlu olabileceklerini ve müslüman olmayanların da -tarihî pratikte görüldüğü üzere- aradıkları mutluluğu orada bulacakları tezini işliyor.

Hani devlet demek mutluluk demektir ya, o yüzden öyle tarif ettim. Yarı sömürge statüsünde, Allah’ın emirleri ayaklar altındayken ve insanlar cinnet üstündeyken, biz nasıl mutlu olalım? İbadetimiz bile kabul olmuyordur Allah bilir; rubai okuyup cimnastik yapıyoruzdur belki de…

İslam inkılabında siyaset, temel anlayış çerçevesi içinde itikattan ayrılmaz. Bugün emperyalistler “siyasal İslam” diye, sanki İslam’da olmayan siyaseti İslam ile sentezleyen kimseler varmış, bunlar kötü kimselermiş ve “geleneksel İslam” denilen siyaset dışı yığınlardan ayrıymışlar gibi anlatıyor. Ondan alan kakavanlar da bilir bilmez Amerikan tabiriyle “siyasal İslam”, “piyasal İslam” diye saçmalıyorlar.

Halbuki İslam bir ve bütündür ve siyaset o birlik ve bütünlüğün tabii gereğidir. Asr-ı Saadet’te ortaya konulan en temel örnek budur. İslam bir felsefe olarak, bir mağara (izbe) mistisizmi olarak, hakim sınıflarla ve anlayışlarla (putlarla) kavgası olmayan bir biçimde ortaya çıkmamıştır. İslam ilk andan itibaren siyasidir ve putlara ve onların gölgesindeki kula kulluğa yol açan sistemlere meydan okur.

Peygamberler tarihi de baştanbaşa budur. Bütün Peygamberler kendi çağlarında geçerli sosyal, kültürel, ekonomik ve politik düzeni ayakta tutan putlara savaş açtılar ve onların yerine İlahi nizam’ı teklif ettiler. İslam baştanbaşa bununla ilgilidir. Putlara savaş açmayan ve onların yerine İlahi nizam’ı getirmeye çalışmayan bir İslam mücadelesi yoktur.

Din deyince bazıları insani yardım hareketi anlıyorlar. Din her şeydir. Her şeyle ilgilidir. Her şeyin Allah için olmasının temel inanç sistemidir. Yoksa putların gölgesinde namaz kılan ve dua eden adamlar düzeni değildir. Küfür düzeni içinde yılda 30 gün oruç tutmak, Cumalara gitmek ve bir iki kere de Hacca gitmekle İslamın gereği yerine getirilmiş olmaz. Küfür ve zulmün olduğu yerde İslam yoktur.

Orada faiz dönerken, burada fuhuş, cinayet, cinnet tabloları birbirine karışmışken, toplum baştan aşağıya İslam dışı modeller arasında insanlıktan uzaklaştırılırken, tepedeki iki kişi cumaya gitmiş, iftara gitmiş, bunun bir önemi yoktur. Aslolan bütün bir içtimai düzenin İslami olmasıdır, İslam esaslarına dayanmasıdır. Tepedeki adamın ihlası sonraki iş. Önce İslam inkılabı! Önce İslam devleti!

Bu anlamıyla İslamın itikat esaslarıyla temel siyaset anlayışı bir bütündür. Sünnet ve Cemaat Ehli tabiri bu bütünlüğün bir işareti olarak anlaşılmalıdır. “Sünnet”in mukadder oluşu Ehl-i Sünnet büyüklerinin ortaya koyduğu itikat esasları iken, “Cemaat” tabirinin mukadder oluşu “İslam için siyaset – İslam inkılabı” anlayışıdır.

İslâm devleti varsa İslâm vardır; insanlık da ancak onunla mümkündür. Başyücelik Devleti davası kısaca böyle özetlenebilir.

11 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE- XVII

Eserin dördüncü levhası “Noktalamalar” başlıklı bir makaleyle son buluyor… Bu makaleden seçmeler:

* Gerek Kur’an’da ve gerekse hadislerde, müslümanların belirli bir hükümet şekline uymaları istenmemiştir: Lider, ehliyet, şûrâ, adalet ve topyekün dünya meselelerini kucaklayıcı ölçülerin belirttiği hükümet zorunluluğu çerçevesinde, toplumun maslahatına ve zamanın şartlarına uygun, “esas”ta sabit, şekilde icada kalmış bir iş… Kısacası “İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır”… Lafın gelişinden gidişinden sahte mânâlar türetmeye alışık ahmak ve hainleri gözününde tutarak bildirelim ki, “idare şekli yok” demek, “İslâm’da idare yok – devlet yok” demek değildir; ölçülerle belirli bir idare şekli tayin edilmemiştir” muradı kestirebilmektir.

* Hazret-i Ebu Bekir, müslümanlar tarafından “Resûlullah’ın Halifesi” diye adlandırıldı. Bu isim, sözkonusu ortamın ve şartların, gerek Hazret-i Ebu Bekir‘in Allah Resulü‘nün işaretine mazhar olması, gerekse doğrudan doğruya en başta Allah Resulü‘nün sevilmesi ve O’nu hatırlatıcı bir isim olarak yorumlanabilir… Hazret-i Ebu Bekir‘den sonra Hazret-i Ömer hilâfet makamına gelince, sahabiler ona “Allah Resulü’nün Halifesinin Halifesi” lâkabını taktılar. (…) Hazret-i Ömer, “Bu uzun lâkaptır; bana sadece Emîr-ül-Müminîn deyin” buyurdu; müminlerin emîri… Müminlerin emîri ve “Ulülemr” diye isimlendirilen büyük içtimaî irade ve icrâ makamı, aynı şey; demek ki iş klişede değil, mânâda… Başyücelik Devleti‘nde sözkonusumânâları kapsayan isim, “Başyüce“dir… Şu halde “hilâfet” kelimesini kullanmak, İslâmî bir vecîbe değildir ve İslâm hükümet şeklinin gereklerinden biri değildir.

* Galiba açık oldu: İslâm devletinde, devletin başı, tabiî olarak halifedir de… Hilâfet müessesesinin ayrı bir yapılanma gibi zannedilmesinin sebebi, müslüman toplulukların ayrı ayrı devletler halinde görünmesi ve bunlardan hangisinin başının kapsayıcı olduğunun belirtilmesi zaruretinden doğmuştur… Gerek coğrafya ve gerekse temsil liyakati ve güç unsurunun kendinde görünmesi bakımından doğan ayrılık, neticede hilâfet çekişmesine sebep olmuş; ve hilâfet şurada, hilafetsiz iktidar burada ikiliği doğmuştur… Yani aslolan, dünyadaki müslüman toplulukların tek devlet ve lider etrafında birleşmeleridir; coğrafya uzaklığı, güçsüzlük vesaire gibi arızî sebepler bir yana, ayrı ayrı İslâm devletleri olmaz… (…) “Tek İslâm devleti” meselesini işaretlememizden dolayı, birtakım uyduruk kafalar, ortada bir teki bile yokken, içinde bulunduğumuz mücadele şartlarını saptırmak için “İslâm birliğini kurmalıyız” zekâiliğini ortaya atmasınlar… İslâm birliği, İslâm devletinden sonraki iştir; uyduruk İslâm konferansı cinsinden teşkilatların fonkisyonu ne ise, görünür şartlardaki her türlü İslâm birliği de odur… Neticenin neticesi de şu: Dünya İslâm birliğini sağlayacak olan husus, hemen içinde bulunduğumuz şartlarda, var gücümüzle İslâm devletini kurma zorunluluğunu ve mesuliyetini ihtar etmektedir.

* Başyücelik Devleti: Devletimizin şekli ve ismi bu… Evvelâ şu incelik: Geçmişteki müslümanların devletlerine baktığımız zaman, bunların hiçbirinde, “ümmet” anlayışından dolayı kavmi öne çıkarıcı bir isim yoktur. Emevîler, Abbasîler, Selçukîler, Osmanlılar vesaire… Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, isim, kavim değil de, iktidarı elinde bulunduran ulülemr’in -içtimaî irade ve icrâ makamını temsil eden şahsiyetin- adı ile anılmıştır; bu durumda sözkonusu isim, belirli ve fâni bir şahıs sultasının değil, içtimaî irade ve icrâ makamının ismidir ve ismin tanımaya mahsus rolünden başka bir mânâ ifade etmez… Ve aynı nesep zinciri içinde elden ele geçen bayrak tutan sürecinde, sürecin toplamı bir remz olarak devam eder gider… Büyük Doğu İdeali`nin çizdiği devlet modelinin monarşiye dair bir yönü -yani saltanat- olmamasına nazaran, büyük içtimaî irade ve icrâ makamının ismi, en layık şahıs tarafından doldurulacak bir mücerret makam olarak, `Başyücelik`’tir. “Başyücelik”in bir isim ifade etmesinin yanında, sıfat belirten bir rolü de vardır; devlet’in hükmî şahsiyeti olması ve “sıfat”ın da “bir şahıs veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti, nişan ve alâmeti” mânâlarına gelmesi, durumu izaha yeter…

* Batı hâkimiyetini çelici ve “Yeni Dünya Düzeni”neİslâmı teklif edici, yani bizim “Yeni Dünya Düzenimiz”i belirtici `Başyücelik Devleti` modelimiz, her unsuru yerli yerinde bir ideolocya manzumesi olarak Büyük Doğu – İbda sistemi`nde mevcuttur… Bu çekirdek, bulunduğu toprakta köklerini perçinledikten sonra, dünyanın her tarafından fışkıracak kökleri ve hava tabakasına yayılacak dallarıyla dünya nizamı olmaya taliptir… Çepeçevre gösterilen “anayasamız”, her coğrafî bölge ve kavim özelliklerine nisbetle, bir iç teşkilâtlanma mevzuu olarak ikinci, üçüncü, beşinci derecede kalan “esas”ızedelemez teferruat halindeki bütün ayrımları toplayarak, birbirine eklenen halkalar halinde pratiğe nakşolunmayı ister!..

16 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ – VI

1990’ların ortasında emperyalizmin “demokrasi dayatması“nı ve onun yukarıdan aşağıya manzarasını anlatıyor. Tıpkı bugün. Ne tesadüf, bir maden ocağı örneği de var. Diyor ki, sen evinde vatandaşına aslan kesilirsen, mahallede sana aslan kesildiklerinde de ağlamaya hakkın olmaz. Şöyle;

-“Netice şudur: Batı’nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell‘ın ünlü eseri ‘Domuzlar Diktatoryası’nda geçtiği gibi, ‘hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit’ anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır. İşi biraz daha açmak istersek, bizdeki anayasa ve kanunların herkes için geçerli hükümleri önünde, sayısız ‘adamına göre muamele’ örneklerini hatırlatmak yeter. Düşününüz ki, Genelkurmay -eski- Başkanı Doğan Güreş‘in oğlu asker kaçağı, savunma bakanı Mehmet Gölhan‘ın oğlu asker kaçağı; ama ‘boğazına kıl kaçtı’ hesabı uyduruk bir raporla askerlik mükellefiyetinden kaytaran bu çocuklar, bunu dünya âlem bilirken, hukuku da kendilerine uyduran babaları sayesinde halk çocukları ile ‘kanun önünde eşit’ oluyorlar. Başbakan Tansu Çiller‘in oğlu, annesinin yalısının karşısında asker; yani biraz daha asker!.. Şu ân Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel‘in, kardeşi, yeğeni, kayınbiraderi, velhasıl sülâlesi, 30 yıl binbir türlü para yolsuzluğuna bulaştı, Demirel‘in kendi adı yolsuzluk olaylarına karıştı, ama alayı tertemiz!.. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal‘ın oğulları, kızı, karısı ve sayısız maiyeti sayısız dalaverelere karışarak menfaat temin ettiler; küçük oğlunun arabasını kullanan ve şantaj yoluyla para sızdırmak için giden ekipte bulunan bir polis, aldıkları ihbarı değerlendiren ve kimin önünü kestiklerini bilmeyen bir polis ekibini taradı, bir komiser öldü, üç polis yaralandı… Ama herhangi bir olayda alâkalı alâkasız herkesin anasını ağlatan polis, ortada üstelik bir polis cesedi varken, arabanın sahibi Küçük Özal‘a soru dahi sormadı: O zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, şimdi Emniyet g-Genel Müdürü olarak ‘şerefle’ kanunsuzluğa karşı mücadele etmektedir!..

Sanırız anlaşıldı: Balkondakiler, kendi koydukları kurallara kendileri uymasalar bile, altta kalanların hukukî vecibelere uygun davranmalarını ve `kanun ve nizâm hâkimiyetinin sağlanması`nı isterler, çünkü bu türlü bir `kanun ve nizâmhâkimiyeti`nde kendi çıkarları sözkonusudur. Bu tıpkı, bir maden ocağında patronun ve muhafızların, orada çalışan kölelerin ‘huzur ve güvenlerini’ bozucu davranışlarına müsamaha ile bakamayacakları bir durumdur. Demek oluyor ki, yurt içindeki kendi uygulamasını dışarıda kendine karşı yapılan bir uygulama olarak gören hain zümrenin, dış uygulamalar karşısında ‘çifte standart uyguluyorlar’ diye ağlamaya bir hakkı olmadığı gibi, kendileri de o anlayışın ülkemizdeki temsilcileridir!..”

Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-, 2. basım, İbda Yayınları, İstanbul 2004, s. 101-102.

16 Mayıs 2014


Etiketler:
ADIMLAR akıl aydınlar aristokrasisi Başyüce ve Kurultay başyücelik devleti BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE Başyücelik Hükümeti Deniz Devlet din fikir Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 10 Güç Hava müsteşarlıkları İmam-ı Gazalî İSLAM DEVLETİ İslâm ve Devlet Kara kısakürek konferans kültür mirzabeyoğlu Necip Fazıl Sanayi Selim Gürselgi siyaset Teşkilat ve İdare ticaret Türk türkiye Vekâletler (Bakanlıklar) yüceler kurultayı Ziraat
Kaynak: Adımlar dergisi

Burhan Halit KOŞAN: YENİ DÜNYA DÜZENİ ve NAZİLER
24 Mart 2017

Âb-ı hayat arıyorsan, karanlığa gitmelisin !
böyle buyurdu, Nakşi’nin gül çehreli çocuğu Halid’i Bağdadi.
Bize miras kaldı, yürüdüğü yolları takip etmesi.
İrinin kana, kanın süte dönmesi için aydınlığın ve karanlığın tarifine, bilinmesine ve anlaşılmasına, katkımız olur temennisiyle, gayri kalem yazsın ben okuyayım.

Karanlığın temsilcilerinden olan Nazi öncüllerinin, Alman şovenliğinin kültürel ve inanç kodlarını oluştururken: Kuranı kerimden İncil’e, Tevrat’tan Upanişadlar’a, Zebur’dan vedialara, kısaca, tüm insanlığın inanç dünyasına ait yazılı kaynaklarını, didik didik ettiklerini unutmayalım.
Nazilerin mutfak kısmında çalışan akil adamlarının Maya medeniyetinden İnkalara, Atlantis’ten Mu medeniyetine, Bilge Kağanın liderliğinde ki Göktürklerden Osmanlı İmparatorluğuna kadar yüzlerce devlet yapılanmalarını incelediklerini de bir kenara not edelim.

Tüm bunların yanında Nazi öncüllerinin: Hint dünyasının Brahmanlarından Tibet keşişlerine, Türkistan bilgelerinden Horasan erenlerine, Ortadoğu’nun dingin ruhlu ariflerinden Anadolu evliyalarına kadar tüm uluları ve aksakallıları detaylı araştırdıklarını söyleyebiliriz.
Nazilerin, geçmişe ve gelecek zamana yolculuk, tılsım, sihir, eşyanın nakli, gibi bugünün insanlarına dahi bilim kurgu gelebilecek çalışmalar yaptıkları onlar hakkında bilinenler arasında.
Bilim alanında ise insan genetiğinin değiştirilmesi ve dönüştürülmesi, neslin ıslahı, deniz altında tarım, mimari alanda çağları aşacak çizimler ve uzay çalışmaları gibi onlarca alanda yaptıkları çalışmaların bir kısmı bugün dahi tam anlaşılamamaktadır.

Dün ve bugün, Cermen anlayışına uygun bulduklarını, kendilerine benzeten-benzeştiren ve küresel hükümranlık peşinde koşan bu insanları hafife almak en hafif tarifle aptallık ve ahmaktır.
Derviş kelimesinin bir mânâsının da , “kapı kapı dolaşan yoksul” olduğu malumunuzdur.
Bu minvalde, Alman halkının mutluluğu için doğudan batıya, kuzeyden güneye araştırılmadık bir zerre toprak parçası bırakmayan ve kapı kapı dolaşarak kendi halkına bilgi devşiren kadrolarını küçümsemenin adına ahmaklık zirvesi dense yeridir.

Şu yaşadığımız çağda papazın kızı Merkel hanımın, kararları tek başına alıp meclisin onayıyla uygulamaya koyduğunu düşünmek, sadece ve sadece Türkiyeli hödük politikacıların işi olabilir.
Bizler, hödük olanlar gibi düşmanı hafife almayacağız.

Bizler, kişilik kırılması yaşayan ezikler gibi düşmanı abartanlardan da olmayacağız.
Bu yazının amacı üstüne basarak ifade etmeye çalışmalıyım ki , Hızır ile sohbet eden Nakşi silsilesinin gül çehreli çocuğu Halidi Bağdadi’ nin: Âb-ı hayat arıyorsan, karanlığa gitmelisin, buyruğuna uygun hareket edebilme azmidir.

Biz, mevzumuza dönelim ve fragmana devam edelim.
Alman devlet şuurunun hinterlandı-etki alanı zannedildiğinin ötesindedir. Yaşadığımız coğrafyanın ve Türkiye ikliminin zannedilenin ötesinde Alman etkisinde olduğunu söylemek, gerçeği ifade, hakikati dillendirmek olur.

ZİG ZAG gurubu vesilesi ile Türk ve İslam unsurlarıyla bugün dahi iletişimini ve rabıtasını sürdüren Alman derin yapısı, aynı zamanda Thule tarikatı vesilesiyle de batıyı kendi çatısı altında toplamaya çalışmaktadır.

Tarihi günleri yaşadığımız bu karanlık çağda, “Yeni Dünya Düzeni”ni inşa edecek unsurların, acımasız bir savaş ve merhameti olmayan bir kıyıma gittiğini görüyor ve birlikte izliyoruz.
Alman derin devleti, planlı programlı çalışmalar ile DÖRDÜNCÜ REİCH –Büyük Alman İmparatorluğunu inşa etmeye çalışmaktadır.

DÖRDÜNCÜ REİCH programı ile yeryüzünün ihtiyacı olan YENİDÜNYA DÜZENİNE şekil verip hükümran olmak istediğini görmek ve söylemek, Alman hayranlığı değil, aksine Alman anlayışını küçümseyerek gizleyen işbirlikçileri sobelemek olur.

DÖRDÜNCÜ REİCH dönemini başlatmak için ölümüne bir mücadelenin içine giren NAZİZMİN yeni jenerasyonunun hedeflerini doğru tespit etmeliyiz.

Bu yazıda Nazizm’in ilk hedeflerinden birinin Avrupa ülkelerine yerleşen Türkleri söküp atmak üzerine olduğunu söylemeliyim.

Bu noktada BAŞYÜCENİN verdiği isimle MÜRTED’ in , ayağı toprağa basmayan ve avam tabakasını avlayan hamasi nutukları, küresel siyasete aykırı ve gerçeklere uzak olduğunu söylemeye mecburum.

Burda şöyle bir suali sorulsa;

Beştepe’de “tedirgin” oturan şahsın meydanlarda attığı hamaset içerikli nutukların organizatörü

Derin Alman devleti olamaz mı ?

Bu şekilde düşünen ve dillendirenleri suçlamak yerine anlamaya çalışsak daha doğru bir yöntem olur diye düşünüyorum.

İmdi, sonuç olarak yarının dünyasını şekillendirmek için açılan savaşta ,bize düşen asli vazife daha önemli ve daha hassastır.

BAŞYÜCELİK fedaileri olarak Yeni Dünya Düzenini ,biz gerçekleştirmeliyiz diyorsak: Türk milletinin bir ferdi olarak dünya üzerinde ki acınası durumumuzu çok iyi bilmeli, bu acı gerçekler karşısında: tarihi sorumluluk ve şuurla dostlarımızı ve düşmanlarımızı çok iyi tanımalıyız.

Bu da ancak hadiseleri satıhtan değil de, “derinliğine” değerlendirmekle mümkün olabilir.

Burhan Halit KOŞAN

Adımlar Dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com