EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

HANEFÎ SİYÂSET AHLÂKINA DÂİR -Makâle 1- İBN SÎNÂ’NIN MEZHEBİ

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Eyl 01, 2016 12:53 am    Mesaj konusu: HANEFÎ SİYÂSET AHLÂKINA DÂİR -Makâle 1- İBN SÎNÂ’NIN MEZHEBİ Alıntıyla Cevap Gönder

HANEFÎ SİYÂSET AHLÂKINA DÂİR -Makâle 1- İBN SÎNÂ’NIN MEZHEBİ
Cem TÜRKBİNER
31 Ağustos 2016


Mukaddime

Hicrî 980’de dünyaya gelen İbn Sînâ’dan çok daha az öneme sahip Müslüman âlimler sözkonusu olduğunda uzun süre önce çözüme kavuşturulmuş hususlar, vefâtının üzerinden yine 980 sene geçmiş bulunduğu şu zaman dilimine kadar kendisi hakkında nâdiren ciddi bir seviyede ele alınmıştır. Mevzuya, gerek Müslümanlar gerekse gayrimüslimler tarafından büyük oranda yanlış istidlallere dayanan desteksiz ifâde ve iddialar, hatta kimi zaman da gerçeklerin kasıtlı olarak çarpıtılması ile yaklaşılmıştır. Elbette bu indî ve tarafgir tarzda ele alınışın sebeplerinin başında, dünya ilim ve felsefe tarihindeki tartışılmaz yerinin geldiği söylenebilir. Bu makam, ister istemez ya hayranlıktan doğan çarpıtmayı ya da hased sebebiyle düşmanlaştırmayı cezbedici olmuştur. Serüven, kendilerinden olmadığı kesin olan anlayış sahiplerinin taarruzu, kendilerinden olmasını binde bir de olsa bir ihtimâl olarak görenlerin ise sahiplenmesi şeklinde ilerlemiştir.

Bununla birlikte, bu makalenin gâyesi, İbn Sînâ’nın doğuda-batıda hâlen tartışılagelmesinde, hakkında yapılan çarpıtmalarda ve İslâm geleneğinde O’nu şiddetle tenkit edenlerin gözünde, mensub olduğu mezhebin ne derece rol oynadığını araştırmaktır. Esasında bu makale, “Cihet-i Vahdet – İslâm’a Muhatab Anlayış Sürekliliği Çerçevesinde İmâm-ı Âzam’dan Salih Mirzabeyoğlu’na Hanefî Siyâset Ahlâkı” isimli bir başka makalenin içinde bir bölüm olarak düşünülmüştü. Lâkin mevzunun hassasiyeti ve davet ettiği hacim ile beraber, İmâm Gazâlî’nin tenkitlerini diğerlerinden ayırma gerekliliği böyle bir sıralamayı mecbur bıraktı. Nasib olursa İmâm Gazâlî meselesi bu bölümü, ana makale de İmâm Gazâlî’yi takip edecektir. Hatadan, ayak kaymasından, illet ve sebeblere dayanmasından dolayı bulanması mümkün fikirlerden Allah’a sığınırım. Fikrim beni yorarsa âcizlik benim şânımdır, doğru yolda yürütmeyi lütfederse inâyet ve kerem O’nun şânıdır.

 

İlk Makale

Mukaddimede bahsi geçen tahrifat, en belirgin ve etkili biçimde İbn Sînâ’nın hangi mezhebe mensub olduğu meselesinde kendisini göstermiştir. Bu noktada ifade etmek gerekir ki, bizâtihî fıkhî mezheb meselesi eğer muamelat ve ibâdat çerçevesinde değerlendiriliyorsa, aslında İbn Sînâ’nın hayatı ve eserlerini doğru bir şekilde anlamak açısından herhangi bir önemi hâiz değildir; çünkü O’nun felsefî ve ilmî faaliyetleri, bu mânâdaki mezheb farklılıklarının ciddi bir rol oynayabileceğinden çok daha üst bir seviyededir. Yine de bu mesele şu sebebten dolayı ele alınmak durumundadır: İbn Sînâ’nın mensub olduğu mezheb, ibâdat ve muamelatın şekillerine dair hükümler ihtiva etmekle birlikte esasında bir ilah, âlem ve insan tasavvuru vazetmektedir. Dolayısıyla, ilim adamlarının İbn Sînâ’nın mezhebi konusunda aşağıda örneklendireceğimiz türden ifadelere dayanmak sûretiyle sahip oldukları izlenim, hakikatmiş gibi ileri sürülmekte ve bu, nâdiren farkına varılan ve/veya bilinçli bir şekilde kabul edilen ve O’nun hayatı ve eserlerini anlayıp yorumlama yolunu çarpıtan bir filtre meydana getirmektedir.

İbn Sînâ hakkında yapılan tahrifatın en eski misâllerinden birisi Beyhakî1 tarafından gerçekleştirilmiş ve sözkonusu çarpıtma sonraki nesillerde büyük bir takipçi kitlesine kavuşmuştur. Babası ve erkek kardeşinin bir İsmâilî Dâî’nin2 görüşlerini kabul ettiklerine dair meşhur hâdiseyle ilgili olarak İbn Sînâ şunları söylemektedir:

Babam, Mısırlıların propagandasını yapan kimseye kulak verenlerdendi ve İsmâilî olduğu kabul edilirdi. Bu kimselerden, onların söylediği ve ortaya koyduğu şekliyle, nefs ve akıl hakkında bazı şeyler dinlemişti. Erkek kardeşimin de durumu bu şekildeydi. Onlar bazen kendi aralarında bu konuları görüşürken, ben de onları dinler ve onların söylediklerini anlardım, ancak nefsim bunları kabul etmezdi. Felsefe, geometri ve Hint aritmetiğini dillerinden hiç düşürmemek sûretiyle beni İsmâilî öğretiye çağırmaya başladılar.3

Tetimmetü Sıvânü’l-Hikme isimli eserinde mezkûr otobiyografiyi üçüncü tekil ağzıyla yeni bir şekle sokan ve o metni nisbeten sadâkatle takip eden Beyhakî, bütün bu paragrafı yazdıktan sonra altına şu eklemeyi yapmıştır:

Babası Resâilu İhvâni’s-Safâ’yı4 mütâlaa edip üzerinde düşünmeyi âdet hâline getirmişti ve İbn Sînâ da bazen bu eser üzerinde düşünürdü.

Beyhakî bu ayrıntıyı bir başka kaynağa bağlıyor değildir, çünkü böyle bir kaynak yoktur. İbn Sînâ hayatının hiçbir döneminde ve hiçbir yerde “Resâil” üzerine düşündüğünü söylememiştir. Ayrıca otobiyografi dışında bu ayrıntıyı Beyhakî’ye verebilecek başka bir kaynak da bulunmamaktadır, elbette rüyâ ise başka… Dolayısıyla Beyhakî’nin bu ifâdesi, İbn Sînâ’nın sözlerinden yapılan keyfî bir istidlal olarak karşımıza çıkmaktadır ve nihâyetinde Şeyhu’r Reîs’in düşüncesinin kaynaklarını anlamada ciddi problemleri beraberinde getirmiştir. Yine aynı konuda Beyhakî’nin ifâdesinin daha yeni ve üstelik daha geniş bir okur kitlesine hitâb eden bir eserde yer alması sebebiyle daha zararlı bir versiyonu Mâcid Fahri’nin İslâm Felsefe Tarihi’ndedir:

Görünen o ki, Aristoteles ve Yunanlı şârihlerin eserleri dışında İbn Sînâ’nın düşüncesini şekillendiren iki temel tesir, İhvân-ı Safâ Risâleleri ile Fârâbî’nin eserlerine âittir. (…) On ikinci yüzyıl tarihçisi Beyhakî’nin, babası gibi İbn Sînâ’nın da İhvân-ı Safâ Risâleleri’ni okuma alışkanlığına sahip olduğu gerçeğine işaret etmesi anlamlıdır.

İbn Sînâ’nın Büveyhî ve Kâkûyîlerin, yani İsnâaşerî prenslerin hizmetinde bulunması sebebiyle bir İsnâaşerî Şiî’si5 olduğu iddiasını ise ileri süren ilk kişi, Şiîlerin “şehîd-i sâlis”i Şüşterî’dir. Büveyhîlerin din konusunda, tâbiri câizse liberal politikalar izledikleri harc-ı âlem bir bilgi olduğundan, bu iddianın sadece bu açıdan bile geçersiz olduğuna hükmedilmelidir. Diğer taraftan bu iddia, İbn Sînâ’nın bir Şiî hükümdarının hizmetine ilk defa kırk yaşından sonra Rey’de, Mecdüddevle’nin sarayında girdiği gerçeğini tamamen gözardı etmesi sebebiyle de hükümsüzdür. Mamafih sözkonusu iddia, daha büyük bir yaygınlığa sahip bir başka İslâmî felsefe tarihi çalışmasında, müsteşrik Henry Corbin’in eserinde çok daha büyük bir tahrifata yol açacak şekilde ve dikkat edilirse “ne koparsam kâr!” yaklaşımıyla tekrar ortaya çıkmıştır:

İbn Sînâ İsmâilî Şiîliği reddetmiş olsa da, Şiî olan Hemedan ve İsfahan hükümdarları katında gördüğü iyi kabulün derecesi, hiç değilse onun İsnâaşerî Şiîliği’ne mensub olduğu sonucuna varmamıza imkân vermektedir.

İbn Sînâ otobiyografide, henüz çocuk yaşlarda iken İsmail ez-Zâhid isimli bir âlimden fıkıh ilmi tahsil ettiğini söylemektedir. Bu âlimin bir mezhebe mensub olduğu ve İbn Sînâ’ya da bu mezhebin anlayışını aktardığı açıktır. Ayrıca İbn Sînâ, on beş yaşlarında iken fakihlerin tartışmalarına katılmayı âdet hâline getirdiğini belirtmiştir. Şüphesiz İbn Sînâ’nın katıldığı bu tartışmalar, belirli bir görüş ve usûl etrafında gerçekleşmiştir ve kendisi de bu görüş ve usûller konusunda mâhirdir. Eğer bu âlimlerin farklı bir mezhebe mensub olabileceği varsayılırsa -ki bu varsayım, makalenin devamında devre dışı kalacaktır- bu durumda da İbn Sînâ’nın o meclise hocasının ve kendisinin mensub olduğu mezhebi temsilen oturmuş olduğu söylenmelidir. En önemli husus ise, İbn Sînâ’nın, Samânîlerin yıkılışından sonra Gürgenç’te Harezmşah Ali bin Me’mun’un sarayına sığınmış, orada kadılık yapmış, sadece ileri gelen fakihlerin giyebileceği taylasan denen bir elbise giymiş ve saraydan da yalnızca bu hizmet karşılığında maaş almış olduğudur. Bu görevi de belli bir mezhebe göre uygulamış olması ve bu mezhebin de sarayda tercih edilen mezheb olması gerekmektedir. Herhâlde uyguladığı fıkhın, eğitimini aldığı ve çok yetenekli bir kadı olarak ün kazandığı mezhebin dışında bir başka anlayışa âit olduğunu söylemek oldukça zordur. Herhangi bir kaynakta, İbn Sînâ’nın Gürgenç’ten ayrıldıktan sonra bir daha kadılık yaptığına dâir bir bilgi de bulunmamaktadır. Bütün kaynaklar O’nun, Büveyhî hükümdarlarına bir hekim ve -belki- vezir olarak hizmet ettiğinde ittifak hâlindedir. Claude Cahen, vezirlik görevi ile ilgili itirazlarda bulunmuş, İbn Sînâ’nın karizmasını kaldırabilecek bir hükümdarın en azından o zaman ve mekânda bulunmadığını belirtmiştir. Şeyhu’r-Reîs’in6 bu yöndeki bazı şikâyet içeren şiirleri de bu iddiayı destekler vaziyettedir, ancak bu başka bir meseledir.

Öyleyse sorulması gereken soru şudur: İbn Sînâ’nın eğitimini aldığı, tartışmalara katıldığı ve meslekî olarak uygulayacak kadar uzman olduğu mezheb hangisidir? Buna verilecek tek cevap ise, gerek doğrudan gerekse dolaylı delillerin bu mezhebin Hanefîlik olduğunu göstermekte olduğudur.

Bu konudaki doğrudan delil gâyet açıktır. İbn Sînâ’nın fıkıh eğitimi aldığı İsmail ez-Zâhid, Buhara’nın önde gelen ve meşhur Hanefî âlimlerindendir. Hanefî âlimlerin biyografilerini yazan İbn Ebi’l Vefâ el-Kureşî, İsmail ez-Zâhid’in 1012 yılında vefat ettiğini, tam isminin Ebû Muhammed İsmail b. el-Hüseyn b. Ali b. el-Hasen b. Hârûn el-Fakîh ez-Zâhid el-Buhârî olduğunu, Hac için Mekke’ye gidiş ve gelişlerinde Bağdat’ta çok sayıda âlimden Hadis ilmi okuduğunu, furû ve usûl konusunda büyük bir Hanefî fakihi olduğunu ifâde etmiştir. Aslına bakılırsa bunda şaşılacak bir durum yoktur; zira İsmail ez-Zâhid fıkıh ilmini, Samânî sarayının en önde gelen Hanefî fakihi olduğunda şüphe bulunmayan Ebû Bekr Muhammed b. el-Fadl el-Kemârî’den tahsil etmiştir.

Gerçek şu ki, İbn Sînâ’nın Hanefî mezhebine mensub bir âlim olduğu ve bu anlayış üzerine yetiştiği, Hanefî ilim geleneğinde tartışmasız bir kabuldür. Bütün Hanefî tabakât7 kitaplarındaki silsilelerde O’nun ismi kaydedilmiştir. Mühim olan bir diğer husus ise, İbn Sînâ’nın otobiyografide İsmail ez-Zâhid hakkındaki rivâyetinin, Hanefî geleneğinde bu rivâyetten bağımsız olarak, Ebû Bekr Ahmed el-Barakî’ye giden farklı bir Hanefî silsilesi merkezinde teyit edildiği gerçeğidir. Ebû Bekr, 10. ve 11. yüzyıllarda (Hicrî 4 ve 5) Buhâra’daki ilmî faaliyetlere ve Hanefî fıkıh çevresine hâkim olan meşhur Barakî ailesinin bir üyesiydi. Babası, oğlu ve torunu da Buhâra’da kadılık, vezirlik ve valilik görevlerinde bulunmuşlardır. Torun Ebû Abdillah’tan Tirmizî’nin Câmi’ini okuyan ünlü hadis âlimi İbn Mâkûlâ şunları söylemektedir:

Ebû Bekr Ahmed’e âit şiirleri ihtiva eden bir divân gördüm. Şiirlerin çoğu hakîm İbn Sînâ’nın el yazısıylaydı.

Öyle görünüyor ki, İbn Mâkûlâ’ya bu kitabı Ebû Abdillah b. Ebî Bekr göstermiştir. İbn Sînâ’nın Ebû Bekr Ahmed ile olan ilişkisi bizzat kendisi tarafından otobiyografisinde doğrulanmaktadır:

Muhitimde Hârezm doğumlu Ebû Bekr el-Barakî isimli birisi de vardı. Basiret sahibi bir kimseydi. Fıkıh, tefsir ve zühd konularında yegâne isimdi. Bunun yanında hikemî ilimlere de meyli vardı. Benden hikmete dâir kitapları şerh etmemi istedi ve ben de O’nun için yaklaşık yirmi ciltlik el-Hâsıl ve’l-Mahsûl isimli eseri kaleme aldım. Bunun dışında yine O’nun için ahlâka dâir el-Birr ve’l-İsm isimli bir kitap yazdım.

İbn Sînâ’nın on beş yaşlarında kendileriyle fıkhî tartışmalara girdiği âlimler, bu Hanefî âlimlerdir. Bu şahıslar arasında yakın kişisel ve sosyal bağlar olduğunu farketmek çok zor olmasa gerektir. Misâl olarak, İbn Sînâ’nın bahsettiği Ebû Bekr el-Barakî’nin cenaze namazını İsmail ez-Zâhid’in hocası olan el-Kemârî kıldırmıştır. Bu isimlerin hepsinin Samânî hânedanına bağlı ulemâdan oldukları ve hizmetlerini bu hânedanın etkin Hanefî politikalarını uygulama yönünde ortaya koydukları tartışmasızdır. Bu noktada kısaca, Samânî hükümdarı Mansûr b. Nuh’un bir grup fakihten, Taberî’nin Tefsîr’inin Farsçaya tercüme edilmesinin meşrûluğuna dâir bir fetva istemesi hatırlanabilir. Ayrıca bizzat İbn Sînâ tarafından tedavi edilen, Mansûr’un oğlu II. Nuh, Ebu’l-Kâsım İshak es-Semerkandî’nin Hanefî fıkhına dâir kitabının Farsçaya tercüme edilmesini emretmiştir.

İbn Sînâ, Samânîlerin yıkılışının ardından Buhâra’yı terk etmek zorunda kalmış ve Gürgenç’e, Hârezmşah Ali b. Me’mûn’un sarayına gitmiştir. İyi bir üne sahip olan İbn Sînâ, Gürgenç’te kadılık yapmıştır. Me’mûnî Hârezmşahların Sünnî oldukları hakikatine İbn Sînâ’nın Hanefî fıkhına mensubiyeti ve vukûfiyeti eklendiğinde, kadılığı hangi mezhebe göre yapmış olduğu kolayca belirir. Aynı iddia, hayli zorlu yolculuklardan sonra Cürcan’a, Sünnî politikalarını Şiî ve Mu’tezilîleri derdest etmeye kadar götürmekle tanınan Kâbûs b. Veşmgîr’in sarayına gidişi için de geçerlidir. O’nun Sünnî-Hanefî kimliği bu kadar belirgin olmasaydı, Kâbûs’un sarayına gitmeyi aklından geçirmesi bile mümkün olmazdı.

İbn Sînâ’nın mensub olduğu mezheble ilgili dolaylı delil de -yani diğer ihtimâllerin elenmesi neticesinde ortaya çıkan ve O’nun ancak Hanefî olabileceğini gösteren işaretler- aynı oranda açıktır. Öncelikle, İbn Sînâ’nın diğer üç Sünnî mezhebden birine mensub olmadığı son derece âşikârdır. Bu konudaki kesin delil, O’nun ve çevresindekilerin “eş-şarâb”8 içiyor olmaları değil bunu açıkça ifâde etmekten çekinmemeleridir. Gerek şarap içme fiili gerekse bundan rahatlıkla bahsedilebilmesi, buna karşı resmî veya gayriresmî herhangi bir kınamanın bulunmadığı bir çevrede mümkün olabilir ki, bu da ancak bir Hanefî çevresi için sözkonusudur. Şarap içme fiilinden açıkça bahsedilmesiyle ilgili olarak, İbn Sînâ’nın çağdaşı ve aşağı yukarı aynı bölgede yazılmış bir kaynağa, Sıvânü’l-Hikme’ye atıfta bulunmak bu noktada oldukça mühimdir. Mezkur kitabda Ebû Süleyman es-Sicistânî’den bahsedilirken, ihtilâflı bir konu olmasına rağmen O’nun, Hanefî mezhebine mensub olduğu için şarap içtiğinden dem vurulmaktadır.

Diğer taraftan İbn Sînâ’ya Hanbelî de denilemez. Kitâbü’l-Meşrıkiyyîn isimli eserinin girişinde, câhilce tepkiler veren kimselere teşbih için bulduğu en mahkûm edici ifâde, onların “Hadis âlimleri arasındaki Hanbelîler gibi” olduklarıdır. İbn Sînâ Şâfiî de değildi. Şâfiî mezhebine mensub ilmî çevreler açıktır ki, büyük oranda İmâm Gazâlî etkisi altındadır ve İbn Sînâ’ya dâir görüşlerinde O’nu takip etmektedirler. Misâl olarak, “el-Fırâku’l-İslâmiyye” isimli eserinde Şâfiî fakihi İbn Ebi’d-Dâm, İbn Sînâ’ya alışılagelmiş ithamların hepsini sıralamıştır. Bizim buradaki tartışmamızla ilgili önemli olan nokta ise, kendisi de bir Hanefî olan Safedî’nin, İbn Ebi’d-Dâm’ın İbn Sînâ aleyhindeki sözlerini aktardıktan sonra İbn Sînâ’yı savunmak maksadıyla “Bana göre, İbn Sînâ’nın furû’ konusundaki görüşleri İmâm Ebû Hanife’nin görüşleriyle aynıdır” demesidir. Bağdat’taki Şâfiî otoriteler, fikrî tartışmanın ötesine geçerek, İbn Sînâ’nın mirasını fizikî anlamda da yıkma yoluna gitmişler ve vefâtından yaklaşık bir asır sonra Halife el-Müstencid’e, O’nun gerek özel gerekse genel kütüphanelerdeki tüm eserlerini yaktırmışlardır. İbn Sînâ bir Şâfiî olsaydı, Şâfiî çevreler tarafından böyle muamelelere mâruz bırakıldığını düşünmek zor olurdu. Bu hususu, yukarıda ele alındığı üzere, Hanefî geleneğinde İbn Sînâ’ya verilen yerle karşılaştırmak, meselenin anlaşılması noktasında yeterli olacaktır. Son olarak, İbn Sînâ’nın yaşadığı bölgelerde Mâlikî mezhebinin hiç yayılmamış olduğu gerçeği de gözönüne alınmalıdır. Dolayısıyla O’nun bir Mâlikî olduğunu varsaymayı gerektirecek herhangi bir sebeb de bulunmamaktadır.

İbn Sînâ’nın fıkhî olarak İsmâiliyye’ye bağlı olduğu iddiası da kesin bir şekilde reddedilebilir. Bu noktadaki ilk delil, daha önce yer verildiği gibi otobiyografisindeki, akıl ve nefs konularında İsmâilî öğretileri kabul etmediği yönündeki ifâdesidir. Şayet İbn Sînâ bir İsmâilî veya gizli bir İsmâiliyye sempatizanı olsaydı, otobiyografide önce bu meseleyi gündeme getirip sonra da onu reddetme yolunu seçmiş olmasının hiçbir makûl gerekçesi olmazdı. Buna ilâve etmek zorunda olduğumuz bir diğer nokta ise, bizzat kendisi “gizli bir İsmâilî sempatizanı” olan Şehristânî’nin, İsmâilî bakış açısıyla İbn Sînâ metafiziğinin bazı yönlerine bir reddiye yazmış olması gerçeğidir. Daha sonra Nasîruddîn et-Tûsî, Şehristânî’nin -tâbiri câizse- foyasını meydana çıkarmış ve O’nu tezyîf etmiştir.

Son olarak İbn Sînâ’nın aşırı bir şekilde İsnâaşeriyye’ye nisbet edilmesi ise daha geç döneme âit bir gelişmedir. İbn Sînâ’nın bir İsnâaşerî olduğuna dâir iddianın ilk defa açık olarak ifâde edilmesi 16. yüzyıldadır. Ki bu tarihin, Safevî hânedânının yükselişi zamanına denk geldiği gözden kaçırılmamalıdır. Şüşterî’nin “Mecâlisü’l-Mü’minîn” kitabındaki iddiasına yer vermiştik. Bundan daha heveskâr bir teşebbüs ise, Şüşterî’nin genç çağdaşı Ali el-Cîlânî’ye âittir. İbn Sînâ’nın görüşleri ile İsnâaşeriyye’nin öğretileri arasındaki sözde benzerliklere dayanan Cîlânî’nin kitabı, tarihî olarak geriye bakıldığında arzulananın tam tersi bir sonuca sebeb olmuştur. Sözkonusu eserin çarpıtmaları bugün ayan-beyan ortaya çıkmış ve İbn Sînâ’nın İsnâaşerîliğe mensub olduğuna değil olmadığına delil hâline gelmiştir. Diğer yandan İbn Sînâ’nın bir İsnâaşerî olmadığı gerçeğiyle ilgili daha doğrudan bir delil de bulunmaktadır. İbn Sînâ “el-Hikmetü’l-Arûziyye” kitabında Şiîler için “Ravâfız”9 kelimesini kullanmaktadır. Hâlbuki bu, aşağılayıcı bir isimdir ve İsnâaşerîler tarafından asla kendilerine atıfta bulunmak için kullanılmamaktadır.

Sonuç olarak, İbn Sînâ’nın Hanefî olduğu tam olarak ortaya çıkmıştır. İbn Sînâ hayatının son dönemlerinde gerçekten de ismen İsnâaşerî olan hükümdarların bölgelerinde yaşamıştır. Ancak gittiği bu yerlerin hiçbirinde fakih olarak görev yapmamıştır. Dolayısıyla O’nun mezheb değiştirdiğini varsaymayı gerektirecek bir sebeb mevcut değildir. Tüm işaretler, asla başka bir görüşü benimsemeye zorlanmadığını da göstermektedir. Hatta öyle ki, İbn Sînâ’nın, “Büveyhî yüzyılının esnek eklektisizmi”nden faydalandığını gösterecek bir sebeb de bulunmamaktadır. Açıkçası O’nun bir Hanefî olmadığı, bilgi ve veriyi çoktan aşmış ve artık inâdî bir iman konusu hâline gelmiştir.

Cem TÜRKBİNER

 

Dipnotlar

1 Ebü’l-Hasen Zahîrüddîn Alî b. Zeyd b. Muhammed el-Beyhakī (ö. 565/1169). Âlim, tarihçi ve edibdir.

2 İsmâilîyye, İsmâil b. Ca‘fer es-Sâdık’a nisbet edilerek varlığını günümüze kadar sürdüren aşırı Şiî mezhebidir. Dâî ise, bazı fırkalarda mezhebi yayma yetkisi verilen kimsenin görev unvanıdır.

3 İbn Sînâ hayattayken talebesi Cüzcânî’ye bir otobiyografi dikte ettirmiştir. Makalede İbn Sînâ’ya âit sözler bu otobiyografiden alınmıştır.

4 İhvân-ı Safâ, ansiklopedik risâleleriyle tanınan felsefe topluluğudur. 10. yüzyılda Basra’da ortaya çıkmış, dinî, felsefî, siyasî ve ilmî amaçları olan, faaliyetlerini gizli olarak sürdürmüş organize bir topluluğun adıdır. İhvân-ı Safâ Risâleleri’nde, dönemlerinde mevcut her tür bilgiyi derleyip değerlendirmiş ve bilgilerini başlıca dört kaynaktan aldıklarını ifade etmişlerdir. a) Bilge ve filozoflar tarafından yazılmış matematik ve fiziğe dâir kitaplar; b) Tevrat, İncil ve Kur’an gibi kutsal kitaplar ve peygamberlere melekler aracılığıyla indirilen sahîfeler; c) Yıldızların hareketleri, burçların kısımları ve mevcut varlıkların şekilleriyle maden, bitki ve hayvanlardan bahseden astronomi, jeoloji ve botaniğe dair eserler; d) Temiz ve saf insanlara Allah’ın ilham yoluyla bildirdiği ilâhî kitaplar.

5 İsnâaşeriyye, on iki imam sistemini benimseyen bir Şiî fırkasıdır.

6 eş-Şeyhu’r-Reîs, ilim ve hikmet alanındaki eşsiz konumunu ifade etmek amacıyla İslâm âlim ve mütefekkirleri tarafından İbn Sînâ’ya verilen unvandır. Ayrıca “hüccetü’l-hak, şerefü’l-mülk, ed-düstûr” gibi vasıflarla da anılmıştır.

7 Tabakât, İslâm telif geleneğinde, sahasında tanınmış şahsiyetlerin biyografilerini konu edinen telif türüdür.

8 Buradaki şarâb kelimesi, bugünkü şarap ile aynı mânâya gelmediği gibi Kur’ân-ı Kerîm’in haram olduğunu muhkem bir nasla belirlediği “hamr” da değildir. Hanefîler, üzümden yapılan hamr dışında kalan ve kuru üzüm, kuru hurma, arpa, darı, bal vb maddelerden üretilen içeceklerin suda bekleme süresine, pişirilip pişirilmediğine, kaynama miktarına, köpürme ve keskinleşme safhalarına, sade veya karışık olmasına göre farklı hükümler vermişler ve özellikle Ebû Hanife ve Ebû Yusuf, bu gruptaki bazı içeceklerin sarhoşluk vermeyen miktarının içilmesini haram saymamış ve/veya had ile cezalandırılmaması yönünde görüş beyan etmişlerdir. Diğer mezheblerde böyle bir ayrım yoktur ve İbn Sînâ ve diğerlerinin hamr değil de şarâb içiyor olmaları, bu açıdan onların Hanefî olduğuna dâir dolaylı bir delil olarak yorumlanabilir.

9 Ravâfız, Râfizîler demektir ve başlangıçta Zeyd b. Ali’den ayrılan ilk İmâmîler’e, daha sonra bütün Şiî fırkaları ile Şiî unsurları taşıyan bazı bâtınî gruplarına, Sünnîler tarafından verilen aşağılayıcı bir isimdir

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com