EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

'ABD, Müslümanları köle sürüleri haline getirmeye çalışıyor'

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> RÖPORTAJLA R
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Ağu 18, 2015 11:25 pm    Mesaj konusu: 'ABD, Müslümanları köle sürüleri haline getirmeye çalışıyor' Alıntıyla Cevap Gönder

Av. Harun Yüksel: "ABD, Müslümanları haksız hukuksuz, haysiyetsiz şerefsiz ve vatansız köle sürüleri haline getirmeye çalışıyor" (*)



Şükrü Sak:- Şuradan başlamak istiyorum mevzuya müsadenizle; savaş çıkacak galiba? En son olarak, bu, BM silâh denetçilerinin raporu açıklandıktan sonra, kesinleşti gibi… Türkiye’nin “ikircikli” bir tavrı var savaş karşısında, iki ucu pislik değnek gibi… “Savaşa karşıyız” dese olmuyor. “Savaşa evet, taraftarız” dese, çok riskli bir durum… Türkiye’nin bu çelişkili, ikircikli tavrını neye bağlayabilir, nasıl değerlendirebilirsiniz?.. Çok şaşkın bir pozisyonda gerçekten…



Av. Harun Yüksel: - Olanı biteni sade, basit bir Müslüman gibi anlamaya çalışıyorum... Şimdi, şöyle bir gariplik var TC’nin durumunda; şu anda iki ayrı iktidar görünüyor; bir generallerin iktidarı var, bir de sivillerin . Bunların İkisi de savaşa girmeye mahkûm ve mecbur bir hâldeler… Ama, generaller her zamankinin aksine, sivilleri öne sürüyorlar; “Biz sivil idarenin emrindeyiz, ne derlerse yapacağız” diyorlar. Biliyorlar ki Biçare ve şaşkın sivil iktidar ne kadar kıvırtmaya çalışırsa çalışsın sonunda Büyük patron ABD’nin dediğini yapacak... Şimdi Amerika, aslında sivil iktidarı çok yönden sıkıştırıyor; en bilineni borç var, adamlar gırtlağına kadar borca batırmışlar. “Para vermeyeceğim” dese çöktünüz. “Meşruiyet” dertleri var, Ankara’daki kemalist laik oligarşi Yargı cihetinden ayrı, Çankaya cihetinden ayrı, generaller cihetinden ayrı, medya ve TÜSİAD cihetinden ayrı ama eş zamanlı olarak itip kakalanıyor, aşağılanıyor, çelmeleniyor... Onlar da bu laik- kemalist oligarşinin dişleri nasılsa ABD ve AB’ye geçmez diye onların kucağına daha sağlam yerleşiyor, filan... Aslında Amerika ne derse yapacaklar, fakat bunu dönüp de içeriye anlatmaları mümkün değil; yani oy aldıkları kitlelere anlatmaları mümkün değil. Onların gözünü boyamak için de bir şeyler yapıyormuş gibi davranıyorlar. Yani gösteri mahiyetinde “barış çağrıları-çabaları filân... Bu gün okudum gazetede, Mısır 117 milyar dolar almış Amerika’dan. Buna rağmen, “ben savaşa katılmayacağım” diyor. Üstelik, “BM karar verse de katılmayacağım” diyor. Her hâlükârda, “ben bu savaşa katılmayacağım” diyor. Arap Birliği ha keza... Almanya ve Fransa malum... Şimdi bunlar kendilerini peşinen bağladılar; “BM karar verirse, ne yapalım kardeşim, biz de onların üyesiyiz” filân diye Amerika’nın arkasına takılıp gidecekler. Ankara paramparça... Şimdi devletin içinde kaç tane odak var, kim kimin adamı bilmiyoruz. Ortalık toz duman.. Bir de, yani devletin içinde gerçekten Türkiye’nin çıkarlarını ve geleceğini düşünen kesim de herhalde var gibi görünüyor, bazı hâl ve tavırlarından… Şimdi o kesim, bu savaşa girilsin istemiyor.



Ş. Sak:- Bu mânâda bir takım sesler duyuluyor…

Av. Harun Yüksel:- Evet. Niye istemiyor? İşte, belli ki bu savaş burada bitmeyecek… Yani Amerika Irak’ı yense bile, orda durmayacak. Dönecek; Şu anda Kuzey Irakta Kurulmuş bulunan devletle, işte İran’daki Kürtleri, Suriye’deki Kürtleri, Türkiye’deki Kürtleri de birleştirip, ortada, kendi güdümünde ve İsrail himayesinde bir Kürdistan kuracak. Yani TC, bu savaşa girse de girmese de, Amerika bu savaşı kazanırsa; bu operasyonu eninde sonunda yapmaya çalışacak. Şimdi devletin içinde, “hiç olmazsa bu toprakları, bu sınırları koruyalım, bölünmesin devlet” filân diye düşünenler, “girersek bunlar bizi bölecekler, bu görünüyor... Yani göstere göstere de yapıyor artık; gizlisi saklısı da kalmadı bu işin … Talabani bir taraftan konuşuyor, Barzani bir taraftan konuşuyor… Neden? Amerika’dan taahhüt alıyorlar, ona göre konuşuyorlar neticede… Şimdi Ankara’da işler oldukça karışık gözüküyor. Sivil hükümet, kendine oy veren safoşları avlamak için, bir mazeret arıyor paçayı halktan kurtarmak için, “Güvenlik konseyi karar alsa da, biz bu işten yırtsak…”



Ş. Sak:- “Dünya ile birlikte hareket ettik, filân” gibi…

Av. Harun Yüksel: -Diye bekliyorlar dört gözle. Fakat Avrupa’nın tavrı da gösteriyor ki, Güvenlik Konseyi’nden bu karar kolay çıkmayacak!.. Amerika da diyor ki: “Kardeşim, ben gireceğim!” Türkiye’ye dönüyor, diyor ki; “Bak, ben oraya gireceğim. Sen benimle beraber gelirsen, Kürdistan meselesini şimdilik askıya alırız. Ama, gelmezsen benimle beraber… Valla artık Kürtler ne yapar bilemem. Ben onları tutmam, tutamam.”



Ş. Sak:- Aba altından sopa gösteriyor…

Av. Harun Yüksel: -Evet. Tabii, böyle bir şey olursa, Diyarbakır’dan ötesini yok say TC’de... Bölünecek Türkiye... Generallerin iktidarı da, AKP’nin iktidarı da bir çözüm üretemiyor… Şimdi Tayyip’in söylediği hoş bir şey var: “Siyaset, çözüm üretme sanatıdır!” diyor. Siyasetin bir tarafı öyledir. Hakikaten siyaset “iç”te çözüm üretme sanatıdır. Yani dahilî problemlerde siyaset, çözüm üretir, üretmek zorundadır, siyasi iktidarın asıl işi budur. Şimdi bunlar halkın hiçbir derdini çözemiyorlar. Siyasi İktisadî, sosyal, hukuki hiçbir şeyi çözemediler bugüne kadar… “Dış”ta ise siyaset her zaman çözüm üretme sanatı değil; tam aksine bazen çözümsüzlük üretme, bazen de problem üretme sanatıdır... Yani dış dünyada, dış dünyanın vahşî şartlarında ayakta kalabilmek için çok iyi çok çetrefilli problemler üretmek lâzım gelebilir... Buna misal olarak da Sayın Denktaş’ı gösterebiliriz… Otuz senedir adam problem üreterek ayakta kalıyor… Başka türlü de ayakta kalması mümkün değil, Kıbrıs çoktan gitmişti… Yani, sırf orada çözümsüzlük üreterek, Kıbrıs’ı elde tutabiliyor. Hem de O inanılmaz şartlarda elde tutuyor üstelik... TC’ye rağmen adam elde tutuyor Kıbrıs’ı. Son derece büyük bir politikacı. Yani burada, “bizim dış dünya ile problemimiz var, biz bunları çözelim.” dersen, o zaman vereceksin, yani Kıbrıs’ı vereceksin, işte Güneydoğu’yu vereceksin… Ancak böyle çözebilirsin… Şimdi, bu çözümler senin işine yaramıyorsa, sen burada çözüm üretmeyeceksin, sen burada problem üreteceksin. Problemlerin devamını sağlayacaksın.



Ş. Sak:- Çözülmemesini sağlayacaksın…

Av. Harun Yüksel: -Çözülmemesini sağlayacaksın, uzatacaksın, uyutacaksın, unuturacaksın... Yani, aciz bir ülkenin yapabileceği en iyi şey bu. “Ben” diyor, “çözeceğim Kıbrıs’ı”... Çünkü bastırıyorlar işte, “çöz, möz, ver, artık sonuna geldi işin” diye…
Anadolu’nun tarihî şartları, coğrafî şartları, siyasî şartları, kültürel şartları, geleceği, istikbali için Kıbrıs’ın verilmemesi gerekiyor. Kıbrıs’ın bizde kalması gerekiyor. Yani bugün Kıbrıs’ı verirsek, yarın burasını, yeniden büyük bedeller ödeyerek geri almak zorunda kalacağız …
Fakat bunlar, her ne pahasına olursa olsun, iktidara gelmek istediler. Bunun için de sözler verdiler, seçilmeden önce. Seçimlerden de öncedir, yani Tayyip’in lider olarak hazırlanışından başlayarak dış dünyayla, dünyayı yönetenlerle, bunlar, oturdular pazarlığa giriştiler; şunları, şunları, şunları yapacağız dediler, bizi iktidara getirirseniz. Sonra, seçimlerden önce, Abdulluh Gül’le beraber gittiler Davos toplantısına, Amerika’da yapıldı o toplantı. Orada yeniden teminatlar verdiler… O teminatları verdikleri için de iktidara geldiler. Şimdi bunları iktidara getirenler, sandıktan çıkaranlar, “Hadi bakalım!” diyorlar, “Verdiğiniz sözleri tutun!..” Şimdi onlara verdikleri sözleri tutabilmeleri için, Kıbrıs’ı vermeleri gerekiyor. Güneydoğuyu da vermeleri gerekiyor bir şekilde… Yani, özerklikten başlayarak, azınlık statüsünden başlayarak, özerkliğe giderek bunları vermeleri gerekiyor…
Bunlar da üst üste yığılınca, tabiî devletin içinden de dirençler oluyor, hem halk direniyor, hem devletin içinde bir takım odaklar haklı olarak direniyorlar… Bir şey var, bir patırtı gürültü oluyor yani, kapışma oluyor devletin içinde…
Ş. Sak:- Bir de hadiselerin bunları zorlaması var.
Av. Harun Yüksel: -Kendileri hadiselere hâkim değiller. Tabiî yani. Bir de işin generaller tarafı, yani ikinci ve asıl iktidar tarafı var. Generalleri de şöyle köşeye sıkıştırıyor Amerika, “Benim dediğimi yapmazsanız” -bu Tayyip’in demokratikleşme paketi, işte Kopenhag Kriterleri mıriterleri diye getirdiği şeyler içerisinde “iktidarın sivilleşmesi” de var. Yani generallerin politikadan çekilmesi, şartlardan bir tanesi.- Diyor ki Amerika: “Saltanatınızın devam etmesini istiyorsanız, benim dediklerimi yapacaksınız. Yapmazsanız, ben bu Kopenhag Kriterleri davasını serbest bırakırım, bunlar da yaparlar. Sizin protokoldeki yeriniz Savunma Bakanının arkasına düşer. Ondan sonra sesinizi çıkaramaz bir hâle gelirsiniz.” Şimdi, generalleri de böyle bağlamışlar anladığım kadarıyla. Generaller iktidarlarını kaybetmemek için bu savaşa girecekler. Ama, bu savaşın risklerini bildikleri için de bu acemiler mangasını öne sürüyorlar. Yani bunlara “iktidarmış,hükümetmiş gibi” filan davranıyorlar. Diyorlar ki; “Biz siyasî iradenin emrindeyiz, onlar ne derlerse biz onu yapacağız.” Yok ya? Hangi dağda Kurt öldü de?.. Fakat, bunlarda azıcık “ipe un serme” tavırları görünce, Genelkurmay Başkanı topluyor medyayı atıyor fıçasını sözde hükumete; “Yav bunlar daha karar veremediler, n’olacak bu iş” filan diye… Çünkü Amerika onları da sıkıştırıyor. (Pearson) tam bir sömürge valisi gibi, asker, sivil, sivil toplum kuruluşları kim varsa hepsiyle görüşüyor, ve onları ikili görüşmelerde, gizli görüşmelerde, bir şekilde “ikna” etmeye çalışıyor...



Ş. Sak:- Bu savaş ortamında, medyanın gerçekten korkunç, akıl almaz bir Amerikan propagandası yaptığını görüyoruz. Sinsice, bilerek ve isteyerek yapıyor bu zihinleri bulandırma işini. Fakat bunlar içinde, Genç Parti ve Uzan Grubu’nun tavrı gerçekten çok farklı, istisnaî bir örnek oldu. Televizyon ve gazetelerde yayınlattığı ilâna bakınca…



Av. Harun Yüksel: -Şimdi şunu söyleyeyim; söz tam oraya geldi: Müslümanların bu savaşı kaybetmemeleri gerekiyor. Yani Amerika Irak’la, Saddam’la filân savaşmıyor; Amerika İslâm’la savaşıyor. Ve Müslümanlar bir şekilde bu savaşı kaybederlerse, bir daha tutunmaları pek mümkün görünmüyor. Yani bugün Irak çiğnenirse, yarın İran çiğnenecek, öbür gün Suriye çiğnenecek, Türkiye çiğnenecek, Ürdün çiğnenecek… Dümdüz edecekler dünyayı.. İslâm’ın, dünyaya yeniden hâkim olmasını engellemeye çalışıyorlar. Müslümanları haksız hukuksuz, haysiyetsiz şerefsiz ve vatansız köle sürüleri haline getirmeye çalışıyorlar. Zaten bunlarda bunun, köleciliğin kültürü var, Batı’da; kölecilik kültürü var. Dünyaya bunlar hükmedecekler. Bizleri de pis işlerinde, ağır işlerinde filân çalıştıracaklar. Onun için de bütün dünya Müslümanlarının ABD eşkiyasına karşı direnmeleri gerekiyor. Bu savaşı kazanmaları gerekiyor...
Şimdi enteresan olan şu; Türkiye Müslümanlarının legal örgütlerinin yapmaları gereken en güzel şeylerden bir tanesini Genç Parti yapıyor…

Ş. Sak:- Evet…

Av. Harun Yüksel:- Çok orijinal, çok güzel bir kampanya yapıyor!..

Ş. Sak:- Tercüman oluyor halkın hislerine…

Av. Harun Yüksel: -Hem halkın hislerine tercüman oluyor, hem Amerikancı medyanın neye taptığını gösteriyor; bastırıyor parayı, şakır şakır tam sayfa ilânlar, dakikalarca televizyon ilânı… Bunun parasını da, tahmin ediyorum şöyle karşılıyor; hazine yardımı alıyor ya partiler,devletten. Peki Saadet Partisi, Büyük Birlik Partisi, MÜSİAD, HAK-İŞ, bunca para babası kişi, cemaat ne yapıyor? Şimdi orada, Saadet Partisi içinde de mesela gerçekten savaş karşıtı, anti-emperyalist insanlar var, yok değil… Bizim tenkidimiz onun liderliğine. Böyle bir orijinal buluş, mesela Genç Parti’nin yaptığı gibi orijinal bir buluşla bir kampanya yapabilirsin, klâsik usûlleri kullanabilirsin. Nedir işte, ölüm orucu yaparsın, miting yaparsın, panel yaparsın. Yani ortalığı fıkırdatacak bir takım şeyler yaparsın. Bildiri dağıtırsın, afiş yaparsın, pankart yaparsın. Bunlardan hiçbiri yok. Yani onlar da bir nevi böyle pusuya yatmış hâlde, “Tayyip’in ayağı sürtsün de sıra bize gelsin” gibi. “Bunlar mecburen bu savaşa girecekler, o zaman aziz milletimiz uyanacak, bunların ne kadar Amerikancı olduklarını görecek, ondan sonra gelecek bize oy verecek…” Yahu, bunun mevzuu kalmayacak!.. Yani, bu savaşı kaybederse Müslümanlar, bir daha böyle bir şey yok!.. Yeniden seçimler olacak da, yeniden Saadet Partisi iktidara gelecek de, Millî Görüşü şey yapacak da filân… Çünkü dünyada, İslâm coğrafyası diye bir coğrafya kalmayacak! İktidar, coğrafya ile kaim olan bir iştir. Sürgünde iktidar olmaz, sürgünde hükümet olur da, “Sürgünde iktidar” olmaz! Şimdi herhangi bir toprak parçasına hükmetmiyorsan, orda artık senin iktidar şansın kayboldu demektir, bitti, mevzu bitti demektir…



Ş. Sak:-Bir de genel olarak estirilen havaya baktığımızda, bu savaşta Amerika’nın kazanması bir bedahetmiş gibi görülüyor, gösteriliyor… Halbuki bu, güç nispetsizliği ne kadar olursa olsun, nihayetinde yine de bir savaş… Ve bir çok ihtimale açık, değil mi?

Av. Harun Yüksel: -Çantada keklik gibi görülüyor... Şimdi Amerika fil gibi, “ahmak fil” tabiri vardır ya… Sırf güce dayalı bir fil. Orada bakıyorsun, tozu dumana katarak, yeri göğü titreterek, lambur lumbur geliyor.. Sen de serçe gibisin, “çiğner geçer” diyorsun, ürküyorsun, korkuyorsun.... Bakın Gülay Göktürk ne diyor:
“Savaş kurmaylarının, sıradan insanlar savaşın dehşetini hissetmesin diye geliştirdikleri bir jargon var.
Özellikle haksız bir savaşın taammüden cinayetle aynı şey olduğunu kamufle etmeye yönelik bir jargon, bir terminoloji kullanıyorlar. Doktorların ölüme “X oldu” demesi gibi bir şey.
Gücün kendisini, meşruluğun temeli yapmaya çalışanların sık sık kullandıkları ön cümle şu: “Madem ki ABD saldıracak ve yenecek, o halde.”
“O halde”den sonrası çeşitli şekillerde devam ediyor. “O halde biz de kendi ulusal çıkarlarımızı kollamalıyız.” “ O halde kuzey seçeneğini zayıflatmalıyız.”
***
“Madem ki savaş kaçınılmaz, o halde biz de kendi ulusal çıkarlarımızı korumalıyız” mantığıyla hareket etmenin yanlışlığını birkaç gün önce yazdım. Şu kadarını tekrar edeyim ki, ulusal çıkarı savunmak, izlenen politikayı her zaman ve her koşulda haklı ve meşru kılmaz. Gözetilen ulusal çıkarlar, başka halkların yada genel olarak insanlığın çıkarlarıyla, evrensel ahlaki değerlerle çelişiyorsa, o ulusun çıkarına da olsa savunulamaz. Tarih, “kendi ulusal çıkarı doğrultusunda hareket ettiği için” fetihlere girişen, başka ülkeleri işgal eden, ya da işgalcilerle saldırganlık paktları imzalayıp barışçı dünyaya ihanet eden ülke örnekleri ile doludur.
Yani “ulusal çıkarlara uygunluk” haklılık ve meşruluk garantisi değildir.
“Madem ki” ile başlayan ikinci cümleye gelince.
“Madem ki savaş kaçınılmaz, o halde bir an önce bitmesi için yardımcı olunmalıdır; yani Irak’ın tüm gücünü güney cephesine yığmasını önlemek için Kuzey’de Türk sınırında dikkat çekecek büyüklükte kuvvet bulundurulmalıdır.”
Bu fikir kibarca “Kuzey seçeneğini zayıflatmamak” şeklinde ifade ediliyor. Ve tabii böyle ifade edildiğinde, içinde taşıdığı dehşet güzelce kamufle edilmiş oluyor.
Eğer herhangi bir savaş, haklı, meşru bir savaşsa, örneğin bir halkın saldırıya karşı kendini koruması söz konusuysa, saldırganın bir an önce pes etmesi için yeni bir cephe açmak; onu kuşatıp kıskıvrak yakalamak için yardım etmek de meşrudur. Söylemeye gerek var mı: Savaş meşru değilse, o savaşın çabuk bitirilmesi için yardım da meşru olmaz.
“Ama böyle olursa, o istemediğiniz savaş daha çabuk bitecek, daha az insan ölecek” diyorlar
Biraz ağır kaçacak belki ama, şuna benziyor:
Adamın biri gelip size “Bak ben şu kadına tecavüz edeceğim. Kararlıyım. Senin bunu engelleme şansın yok. Ama benimle birlikte gelir ve ben tecavüz ederken elini ayağını tutarsan işimi daha çabuk bitiririm, hem de kadının canı daha az yanar” diyor.
Böyle bir teklif karşısında, nasılsa tecavüz gerçekleşecek, bari gidip elini kolunu tutayım da kadıncağız daha fazla hasar görmesin, der misiniz?” diye devam ediyor…
Öteki yazısında da , çok doğru olarak şunu söylüyor: “Yanlış ata oynuyorsunuz. Sizin kazanacak taraf dediğiniz ABD, daha şimdiden mağlup… Üstelik Irak’a saldırsa da saldırmasa da, savaşta kazansa da kazanmasa da mağlup. Çünkü siyaseten mağlup…” Şimdi, Amerika burada haksız bir savaş yürütüyor… Bütün dünya da bu savaşın haksız olduğunu görüyor… Vicdan sahibi hiç kimse bu savaşta Amerika’nın yanında yer almaya kendini iknâ edemiyor, insan olarak. Şimdi sadece bizimkiler…
Ş. Sak:- “Stratejik ortağımız” işte filân diye…

Av. Harun Yüksel: -O, “Stratejik ortaklık” mevzunu sonra konuşalım. Şimdi sadece bizimkiler, “yağmadan pay alalım, yani iki petrol kuyusu da belki bize verecek Amerika.” Amerika, ha bire elini cebine atıyor ya, “para vereceğim size, kıyak yapacağım” filân diye… Şimdi orada “ya abi şimdi Amerika nasıl olsa bunları yenecek, orda petrol kuyularının hepsinin üzerine oturacak, en iyisi biz de bununla gidelim oraya, elini ayağını tutalım bunların, iki kuyu da bize verirse, o bizim kârımız olur, belki bu iktisadî sıkıntılarımıza bir merhem olur filân…” diye, çok ahlâksızca, kahpece bir bakışları var meseleye.

Ş. Sak: -Bu savaşın gerçekten hiçbir haklı, meşru bir temeli, bir sebebi yok dediniz. Gerçekten bu böyle… Şimdi 91’deki Körfez Krizi’ne baktığımızda, Saddam Hüseyin, uluslararası destek yönünden, tek başına kalmıştı. Bugünkü hadiseye bakınca, uluslararası destek yönünden, o zamanki Irak’ın durumunda bu gün Amerika var.

Av. Harun Yüksel:-Yani uluslar arası alanda tecrit oldu…

Ş. Sak: -Tecrit oldu, tek başına kaldı.

Av. Harun Yüksel:-Tabii tabii evet.

Ş. Sak: - O zaman Saddam tek başına kalmıştı, İbda’nın o zaman verdiği desteğin haricinde. Bu gün de Amerika tek başına kaldı. Özellikle Avrupa’dan destek çıkışları var. İslâm ülkelerinden, mesela Suudî Arabistan tavır koydu; Mısır, ben katılmayacağım diyor. Diğer bazı ülkelerin karşı çıkışları var… Bunlara nisbetle bir değerlendirme yapmak gerekirse, bu tavırlar savaşa farklı bir boyut kazandırabilir mi?

Av. Harun Yüksel:-Şüphesiz kazandırır. Zaten bu, Gülay Göktürk, “siyaseten kaybettiler” derken onu söylüyor. Yani Amerika şu anda, İngiltere -“Amerika’nın fino köpeği” diyor ya İngilizler Blair’e- İngiltere dışında, “Tamam abi, nereye gidersen can baş üstüne, senin yanındayım” diyebilecek, gönül rızasıyla gerçekten, “ya gidelim bak dünyayı kurtaralım bu beladan” diyecek ülke bulamıyor. Yani savaşın meşruluk temeli yok. Ayrıca Yavuz Sultan Selim Han’ın, o dünya haritasını önüne koyup, “Bir hükümdar için çok büyük, iki hükümdar için çok küçük!” dediği durum davar… Yani dünyayı hiç kimse tek başına bir hükümdara yedirmez! “Ben dünyanın tek başına sahibi olacağım!” derse herhangi bir ülke, diğer ülkeler ona, “hoop, n”oluyor, dur bakalım!” derler. Şimdi Avrupa’nın yaptığı o. “Ben bütün dünyanın tabiî kaynaklarına, petrolüne, stratejik noktalarına hâkim olacağım; dünyanın tek hâkimi ben olacağım! Siz de ben ne verirsem onunla iktifa edeceksiniz!” diyor Amerika. Bunu da çok açık yapıyor. Yani bütün nezaket kurallarının dışında, bütün diplomasi kurallarının dışında yapıyor. Amerika’nın yaptığı her harekette bu görülüyor; “Güç benim elimde; ben istediğimi yaparım arkadaş! Siz de büke büke buna katılacaksınız, başka şansınız yok!” diyor. O Almanya’nın, Fransa’nın politik olarak birleştiklerini, aynı tavrı aldıklarını deklare ettikten sonra, bu Amerikan Dışişleri Bakanı, “Bunlar bunak, yaşlı!” filân demeye getirdi. Yani, “bunlar zaten ölmüşler, bunlar muhatabımız değil, işte genç Avrupa bizimle beraber” filân dedi.

Ş. Sak: -Almanya buna çok öfkelenmiş olacak ki, “terbiyesiz” diye karşılık verdi…

Av. Harun Yüksel: -Şimdi, Avrupa’nın böyle bir zafiyeti var. Amerika onu görüyor. Avrupa yaşlanıyor, Avrupa ölüyor yani. Ölüm döşeğindeki yaşlı bir adam gibi adeta… Amerika da, onun gayrı meşru evladı gibi. Gayrı meşru evladı ama artık babasının bütün malına mülküne ölmeden konmaya çalışıyor. Babaya da hükmedecek... Hani, çingeneyi bey yapmışlar, önce babasını asmış … Avrupa coğrafyasını da kendine bağlayacak bir hegemonya peşinde koşuyor. O da herkesi rahatsız ediyor. Türkiye’de şu anda iktidarda olan, iktidara, diyet ödeyerek gelmiş, diyet ödemeyi vaat ederek gelmiş ve diyet ödemenin de vakti geldiği için, “hadi bakalım öde!” faturası burnuna dayanmış olanlar haricinde hiç kimsenin, böyle bir savaşa gönlü elvermiyor, vicdanı elvermiyor; “ne işimiz var bizim bu savaşta” diyor herkes. İngiltere ise bunların dışında. İngiltere her ne pahasına olursa olsun, girecek; işte Avustralya zaten İngiltere’nin vagonu halinde o da giriyor. Türkiye’nin burada eli mahkûm, Amerika çeke çeke götürecek yani…
Biraz önce bu “stratejik ortaklık” mevzuunu demiştiniz…

Ş. Sak: -Neyin nesidir, nasıl bir iştir bu “Stratejik ortaklık?” Okkalı bir laf gibi hep söyleniyor ama?

Av. Harun Yüksel: -Şimdi Amerika bir imparatorluk, burası küçük bir devlet, devletçik yani. Üstelik de bu imparatorluğa borçlu, gırtlağına kadar borçlu. O koruyup kollamasa yarın yok. O kadar borçlu. Roma Hukuku’nda olduğu gibi, alacaklılar paramparça edip, her biri bir parçasını alacak gidecek. Öyle bir konumu var. Şimdi burada tavlamak için, “Siz bizim stratejik ortağımızsınız!” diyor Amerika. Bu şuna benziyor; şimdi Sakıp Sabancı gelmiş bana;“Sen benim stratejik ortağımsın!” diye sırtımı sıvazlıyor… Burada bende biraz akıl varsa, diyeceğim ki; “ulan, Sakıp Sabancı para babası bir adam, benimse cep delik cepken delik, cebimde beş kuruş yok, bu herif geliyor bana niye habire “stratejik ortak, bir numaralı ortağımsın” filân diyor?.. Şimdi, ya ceketime göz dikti, ya ayakkabılarımı alacak ayağımdan, ya kolumdan saatimi yürütecek… Yani bunun başka hiçbir izâhı yok ki! Şimdi, “Amerika bizim stratejik ortağımız!”
Nereden ortağı oluyorsun sen Amerika’nın?. Nasıl ortağı oluyorsun? hangi gücünle ortaksın? İktisadî gücün mü var, siyasî gücün mü var, kültürel bir üstünlüğün mü var, bunun karşısında paylaşabileceğin bir zenginliğin mi var? Hiçbir şeyin yok ki!

Ş. Sak:-Yani ortaklığın metaı ne?

Av. Harun Yüksel:- Nerde ortaksın, hangi konuda ortaksın?..

Ş. Sak:- Şöyle bir şey olabilir mi: Amerika’nın bu savaşta, hiçbir gerekçesi yok, bahanesi yok, meşrû bir temeli yok. Savaş için ileri sürdüğü sebeplerin de “minarenin kılıfı” gibi havada duruyor olması? Bunları göz önüne aldığımızda bu savaşın “asıl bilinmeyen” arka plânı ne olabilir. İleri sürdüğü sebepler hem kendi kamuoyu, hem uluslararası kamuoyu tarafından, hem diğer ülkeler tarafından inandırıcı olmadığı için, “Orda kimyasal silâh var, işte onun için”, petrol bir yere kadar sebep olsa bile, Irak petrollerinin büyük bölümü (Dik Çeni)nin ortağı olduğu Amerikan şirketi, Ürdün üzerinden alıyormuş zaten. Bunları göz önüne alırsak, bu savaşın “bilinmeyen bir arka plânı” olabilir mi başka?

Av. Harun Yüksel:- Bilinmeyen bir arka plânı yok. Her şey zaten göz önünde oluyor; bu Davos toplantıları gibi toplantılar da… Prof.Oktay Sinanoğlu’nun çok güzel bir tabiri var, bunlar için “Küresel Kraliyetçiler” diyor. Yani dünyaya tek başına hâkim olmaya çalışan bir azınlık, gücü elinde tutan, iktisadî gücü elinde tutan, siyasî gücü elinde tutan, kaba gücü elinde tutan, yani ordu güçlerini, generalleri elinde tutan, bir klik var, ülkelerden de bağımsız bir organizasyon… Gizli de değil artık, eskiden olduğu gibi, komplo teorisi gibi filan da değil...…

Ş. Sak:- Böyle bir sis perdesi arkasında…

Av. Harun Yüksel:- Algılanabilecek bir şey değil, artık öyle değil yani. Bunlar bayağı, gücü tam olarak ellerine geçirdiklerine inandıkları için, kendilerini gizlemiyorlar… Şimdi bu Davos toplantısı niye yapılıyor? Değil mi?.. Bir sürü adamlar gidiyor… Şu gidiyor da, mesela bu niye gitmiyor, dev firmaların patronları vesaire. Mesela, Tayyip’le Abdullah gidiyor da diyelim Türkiye’den başka bir siyasetçi, Cem Uzan niye gitmiyor? Zenginse zengin, parti başkanıysa parti başkanı. Şimdi öyle seçerek çağırıyorlar… İşte oralarda neler konuşuluyor? Göstermelik, toplantının basına açık bölümlerinde bir şeyler konuşuyorlar da; bir de basına açık olmayan toplantılar var, oralarda neler konuşuluyor? Kimlerden hangi taahhütleri alıyorlar, kimlere hangi taahhütleri veriyorlar o belli değil… Şimdi Tayip bu işleri sevdi, çok sevdi, hani o kırmızı halılar seriyorlar ya… “Hoş geldiniz sayın Başkanım!” Bir de rüyasında görmediği bir itibar sözkonusu.

Ş. Sak;- “Sucukcu Tayyip, trilyoner Tayip olunca Amerika gözüne hoş görünmeye başladı…”

Av. Harun Yüksel: -“Kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş” diyor, bu Davos toplantıları için. Davos toplantılarında ulaşılamayacak kadar kıymetli olan şey nedir? Yani, n’oluyor orada?. Niye bazıları haset ediyorlar da, sen o haset edenlere “şizofren-mizofren” diyorsun? Yani na’pıyorsunuz siz orda?
Kimse ne yaptığını bilmiyor. Orada çok önemli şeyler dönüyor ki, bu kendini çok önemli adam sayıyor, o toplantılarda bulunduğu için, katıldığı için… Katılmayanları, katılmayıp da buna caz yapanlara diyor ki, “Oğlum, sizi adamdan saymıyorlar. Kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş!”
Peki senin önüne attıkları, tav olduğun “ciğer” ne?
Şimdi bu çerçevede, bir dünya hâkimiyeti peşinde Amerika’yı kullanarak, yani kol gücü olarak, askerî güç olarak, Amerika’yı kullanarak, bu klik, dünya hâkimiyeti kurmaya çalışıyor… Tek kutuplu bir dünya, globalleşen bir dünya… “Yuvarlak”(!) bir dünya… Dünya 16 köşeliymiş, geçen gün okudum bir yerde, küre değilmiş yani, 16 köşeliymiş; bunlar o köşeleri yuvarlayıp “küresel” yapacaklar, bir de “küresel” götürecekler yani, götürürken mevzuyu…
Şimdi işin şakası bir yana, burada çok dehşetli bir “Hak- Bâtıl mücadelesi” var. Ve şu ânda güç şeytanın elinde, hiçbir iyi ilkesi olmayanın elinde. “İpler puştun eline geçti” diye bir sözümüz var ya bizim, tam olarak dünyanın ipi puştun elinde. Kötülüğün bütün yollarını açan, iyinin bütün yollarını tıkayan bir gücün elinde… Bunun dinî literatürdeki karşılığı şeytan!.. Şeytanın tecessüm etmiş hâli gibi şu ânda Amerika, dünyada… Bunun karşılığında da İslâm! Yani, bunun karşısında durabilecek tek güç İslâm… Bunu yok etmeye çalışıyor, bunu dümdüz etmeye çalışıyor. Bunu dünyadan kovmaya çalışıyor.
Şimdi burada çok nisbetsiz bir savaş var. Güçler kötünün elinde, iyinin elinde de hiçbir şey yok. Burada, yani Saddam’ın duruşunda, Saddam Hüseyin’in duruşunda hayranlık uyandıracak şey şudur, tam bir Müslüman gibi duruyor Saddam Hüseyin! Yani, biz Müslüman olarak diyoruz ki, yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’tır! Şimdi Amerika’nın görünürde bir gücü var, yani Amerika’nın gücü üstünde bir güç yok şu ânda görünürde dünyada. Dehşetli bir silâh gücü var. Şimdi burada müslümanın göstermesi gereken tavır, tam da Saddam Hüseyin’in gösterdiği tavırdır… Yani, “neyin varsa var ulan!”, “Allah’dan başka güç ve kudret sahibi mi var ki, bu dünyada sen bana böyle bir takım oyuncaklarla, “höt, ezerim, çizerim; bilmem ne diyorsun?” demesi gerekiyor.
Fakat şimdi bir taraftan Ebrehe’nin fillerinin ayak seslerinin toprağı titretişini duyacaksın, lambur lumbur, lambur lumbur geliyor filler; bir taraftan da “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm!” diyeceksin. Yani bunu yürekten söylersen ancak o fillerin karşısında dik durabilirsin. “Acaba ulan? Bunlar çiğner geçer mi” filân diye şüpheler varsa, orada kıvırmalar başlıyor, “Abi, biz de n’apalım, Ebrehe’den tarafa olalım da, gidelim Kâbe’yi yıkalım” mesela… “Kâbe’yi yıktıktan sonra, orda bir villalık arsa da belki bize verir” diyecekler… Biz imân ediyoruz ki, yegâne güç ve kudret sahibi Allah’tır! Amerika mamerika, bilmem neyin fizikî gücü, var gibi görünen gücü diye Allah’ın gücünü kıyas etmek, ancak “haşa” ile başlayacak bir cümle ile mümkün olabilir, değil mi? Yani, şeytanın bütün gücü patırtısındadır. Şamata yapar, patırtı yapar, vesvese atar, hatarat sokar, bilmem n’apar, işte arkandan dolaşır, ağzından girer, burnundan çıkar, yoldan çıkarmaya çalışır… Bunlar da böyle şeytan gibi, “biz seni yok ederiz arkadaş!” diye, şeytan gibi patırtı yapıyorlar…

Ş. Sak:-Saddam’ın bu liderlik özelliği gerçekten, son yüzyılda belki, emperyalizm karşısında böyle meydan okuyan, “Bir canım var, o da Allah yolunda kurban olsun!” diyen tavrı… Diğer bölge ülkelerinin halklarına sirayet edici, moral aşılayıcı bir unsur olarak görünüyor. Bir de, uzun bir süreden beri gerçekten, Müslüman kimlikli ülkeler, böyle dik duran, böyle meydan okuyan bir lider görmedi. Saddam’ın bu haysiyetli ve şahsiyetli tavrı, başka ülkelere ve onların da liderlerine ilham verebilir mi, bu anlamda?

Av. Harun Yüksel:- Başka ülkelere de, insanlara da tabiî olarak ilham verir. İslâm dünyası, sun’î olarak birbirinden ayrılmış bir dünya. Aslında bizim birbirimizden ayrı olmamamız gerekiyor... Bu paramparça edilmiş dünya içinde de Arapların birbirinden ayrı olmamaları gerekiyor; hem dinî sebeplerden ayrı olmamaları gerekiyor, hem ırkî, hem kültürel sebeplerden dolayı ayrı olmamaları gerekiyor. Fakat bunlar, bir şekilde ayrılmışlar. Sunî sınırlarla. Emperyalizmin işine öyle geldiği için. Şimdi, burada bir liderlik mücadelesi var. Halklar bir, lider çok; pek çok… Herkes lider orada. Kaç tane devlet varsa o kadar lider. Tabiî olarak halkın gönlü, İslâm’ın istediği gibi durabilen liderlere kayıyor.Şimdi mesela Usame bin Ladin’in bu kadar sevilmesinin sebebi, ondaki şehitlik şuuru ve dik duruş, emperyalizme kafa tutuş değil midir? Ondaki, şehitliği şuura çıkaran eylemleridir. Şuurlara alternatif veren eylemleridir. Onun gibi Saddam’ın da bu tarzda duruşu, bütün Arap dünyasının, bütün Müslümanların hoşuna gidiyor; Böyle bir dik duruş, eğri duranların foyasını da meydana çıkarıyor.

Ş. Sak:- Bu da onlarda kaygı doğuruyor, iktidarlarının sarsılması korkusuna kapılıyorlar.

Av. Harun Yüksel:- Tabii tabii… Şimdi onlar istiyorlar ki, Saddam Hüseyin, süklüm püklüm teslim olsun, sürgünü kabul etsin, böylece bu “kötü örnek” de ortadan kalksın, onlar da dalgalarına baksın … Yani, hani, “Teslim ol Saddam! Biz sana güvenle yaşayabileceğin yer ve maaş vereceğiz…” filân çağrıları yapıyorlar ya, “barış” adı altında… Hep bu kötü örneği ortadan kaldırmaya dair. Ama bütün İslâm dünyasında bir eşik aşıldı; İslâm’ın cihad ve şehitlik kavramları yeniden hayatiyet kazandı. Öyle olunca, bu tür “dik duruş”lar, tabiî olarak halklar seviyesinde yeni alternatifler doğurdu. Şimdi Amerika bunu tersinden söylüyor, “Saddam’ı devirdik mi, ötekileri de domino taşı gibi deviririz. Bize daha iyi hizmet edecek “kravatlı adamları” filân getiririz, demeye getiriyor. Halbuki, Saddam ister devrilsin, ister devrilmesin bu domino etkisini doğurur ve ordaki “kafa tutuş”, Amerika’nın hiç istemediği, gerçekten Müslüman ve anti-emperyalist liderler ülkelerine hâkim olabilirler. Yani böyle bir sonuç da doğurabilir savaş…
Ş. Sak: Bu, Tilki Günlüğü’nde geçen bir “Sarhoşa tokat” hadisesi var. Orda işaretlenen bir psikoloji… Sarhoşun yaptığı pisliklere kimse sesini çıkaramıyor… Sonra muavin sarhoşa bir tokat atınca, bu defa hepsi sarhoştan taraf oluyor. Halbuki az önce onun yaptıklarına bir şey diyememişlerdi.

Av. Harun Yüksel:- Evet. Evet… Çok güzel… Bir arkadaşla konuşuyorduk bu meseleyi, eski İrancı, İran eğilimli filân, böyle bir arkadaş… Tabii, Saddam’dan nefret ediyor . Söz geldi bir yere de, “Bak Saddam tam bir Müslüman gibi davranıyor, mütecaviz Amerika karşısında” deyince, “Ya hu, bırak şu Saddam’ı filân” diyor. “Ya hu” dedim, “Saddam’ın geçmişini niye karıştırıyorsun” İslâm’da aslolan, insanın bu günüdür. Değil mi yani? İnsanların geçmişini karıştıracak olursak, çok azımız...

Ş. Sak:- Temiz çıkarız…

Av. Harun Yüksel:- Sabıkasız belgesi alırız…

Ş. Sak: - İlk taşı, suçsuz olan atsın!..

Av. Harun Yüksel:- Mesela...Saddam gerçekten Müslüman olduysa, mevzu kapandı zaten, geçmişine dair… Bu zalim“Zalim Saddam!” edebiyatı neyin nesidir?

Ş. Sak: -Kumandan’ın 91 krizi ile ilgili kendisi ile yapılan röportajda söylediği bir şey var, şöyle bir tesbiti vardı: “Mesele Saddam’ı sevmek bakımından değil de, Amerika ve Amerikan emperyalizmine karşı olmak noktasından ele alınmalı” diye… “İsrail’e ve Siyonizm’e karşı olmak bakımından ele alınmalıdır” diye. Bu gün Amerika Vietnam’a girse, biz Vietnam’ı destekleriz mealinde… Mesele, Vietnamcı, Saddamcı olmak değil, emperyalizme karşı olmaktır.
Geçen gün NTV’de bir belgesel program vardı, bu savaşla alakalı. Batı’nın böyle bütün olayları akılla tahlil etmesine örnek. Orda Körfez Savaşı’na katılmış bir general vardı, bir CIA ajanı vardı, görüşlerine başvurdukları. -Ki bu ajana da “Saddam’a suikast” görevini vermişler- Olmamış neticede. Bu kişinin ilginç tesbitleri oldu. Amerika’da da bugün çözülmeler başladığını, bunun da aslında 4 yıl önce Siyonist mahfillerce hazırlanmış bir rapora dayalı olarak, bu savaşın 4 yıl önceden kararlaştırıldığını, CIA’nın da bu işte Pentagon tarafından devre dışı bırakıldığını söylüyor. Ve işin başını çekenlerin, o Yahudi politikalarını, Amerikan yönetiminin üst kademelerinde resmîleştiren, yürürlüğe koyan bir kesimin provokasyonu olduğunu söylüyor. O İngiliz general de –Körfez Savaşı’nda binbaşıymış-, şimdi o da bu savaşa karşı duruyor. “Bu savaşa İsrail’in çaldığı savaş davulları ile gidiyoruz!” diyor, yani “ortada hiçbir şey yokken”… Bir nevi işi, “İsrail’in güvenliği” noktasına da getiriyor… Neticede de şöyle bir durum çıkıyor, ortada Siyonizm’in-Yahudi’nin provokasyonundan başka bir şey yok diyor yani. Siyonizm’in Amerika’yı “Ahmak fil” gibi gütmesi, böyle ifâde etmiyor ama, bunu söylüyor.

Av. Harun Yüksel:- Şimdi bu Nil’den Fırat’a büyük İsrail projesi var ya… Bu onların “farz”ı gibi, gerçekleştirecekler bunu. Rüyaları bu. Irak’ın ortadan kalkması, İsrail’in tabiî olarak güvenliğini sağlayacak, ikincisi de orda bir Kürt devletinin kurulması. Bu bölgede… Bu, ikinci bir İsrail gibi tasarlanıyor aslında…

Ş. Sak:- Bu kadar ısrarla üzerinde durmalarının asıl sebebi bu?..
Av. Harun Yüksel:- Hem de “Nil’den Fırat’a kadar” Coğrafyası içinde, dikkat edersen… “Büyük İsrail” sınırlarına dahil yani. Şimdi bu durumda, şüphesiz, “İsrail’in güvenliği”, İsrail’İn “vaat edilmiş topraklar”a yeniden hâkim olması gibi bir takım şeyler şüphesiz var, fakat, yani bu dünya üzeride yürütülen, “Küreselci hâkimiyet” çabasında, iş artık “Nil’den Fırat’a”yı geçti. Bütün dünya sözkonusu… Bütün dünyayı istiyor artık. “Her yer Nil, her yer Fırat” oldu yani…
Bu çerçevede çok büyük bir operasyon yapıyor Amerika. Yani, bunun doğrudan doğruya, İsrail’in Ortadoğu çıkarlarıyla irtibatı var, İsrail bunu çok istiyor. Ama sadece bu değil! “Dünya hâkimiyeti” sözkonusu burada. Bugün Amerika’ya hâkim olan Yahudi lobi, bu gücü, Amerika’nın kaba gücünü kullanarak, dünyaya artık hâkim olabileceklerini gözlerine kestirdiler diyeyim. “Ulan, biz bu güçle, bütün dünyayı ele geçiririz. Niye Nil’le Fırat arasında kalalım?” diye düşünüyor olabilirler. Çünkü hakikaten, bunlar çok gözü kara tipler. Vietnam Savaşı’na da bunlar soktu Amerika’yı… Yahudi lobisi soktu Vietnam’a Amerika’yı. İşte, prestijimiz kırılmasın, bilmem ne olmasın filân diye. Büyük bir bozgun yedi orda, Amerika’nın ilk bozgunu zaten o. Viyana kapısından Osmanlı’nın dönüşü gibi. Hiç hesapta olmayan bir şey. Gittin alamadın; yani bu olacak iş değil Osmanlı için ama, bir yer geliyor, oluyor. Viyana’ya giremiyorsun. Şimdi onun gibi, Amerika orda bir bozgun yedi. Bunu telafi etmek için çok uğraştı, hâlâ da uğraşıyor. Yani bunun izleri hâlâ Amerika’da var. Şimdi burada, 11 Eylül’de daha fena bir şey oldu…

Ş. Sak:- Karizma çizildi, yerle bir oldu yani…

Av. Harun Yüksel:- 11 Eylül’de alnından vuruldu Amerika… Üstelik de kendi mahallesinde vurdular, kafadan, alnının ortasından kurşunu yedi Amerika 11 Eylül’de

Ş. Sak;- Onun prestij savaşı gibi yorumlar da oldu…

Av. Harun Yüksel:- Evet. Yani, “Orda karizmayı çizdirdik, burada kurtaralım” filân gibi yapıyorlar. Fakat şöyle bir şey var, Amerika 11 Eylül’de fiilen çöktü. İmparatorluk olarak çöktü Amerika… Şimdi, imparatorlukların çöküşü, sandalın batışı gibi olmuyor, çok büyük oldukları için, batışları da uzun sürüyor. Bir Sovyetler çok çabuk battı, göz açıp kapayıncaya kadar. Buzdağına çarpan gemi vardı, “bu gemi batmaz abi” diyorlardı. Titanik. Titanik gibi battı… Osmanlı İmparatorluğu 300 senede battı, Roma İmparatorluğu’nun da uzun sürdü batışı…
“Amerika’yı da o kadar bekleyecek miyiz?” filân gibi birşey gelmesin akıllara. Yok; yani, Amerika’yı o kadar beklemeyeceğiz. Amerika bu imparatorluklara göre çok püften temellere istinat ediyor. Bu yüzden de çok çabuk olacak inşallah Amerika’nın dünyadan silinmesi…

Ş. Sak:- Bu sucukçu Tayyip’in olur olmaz söylediği bir lâf var… “Terörün dini olmaz!..”

Av. Harun Yüksel:- “Paranın dini olmaz, terörün dini olmaz…” Ulan, kimin dini var? Tayyip’in de dini yok!!! Partinin de dini yok!!!

Ş. Sak:- Şimdi, bu savaşın din temelinde, dinî temeller üzerinde yürüdüğü o kadar bedahet ki. Bu savaşın asıl temelinin “din” olduğu… Amerika’da ve Batı’da, son zamanlarda, Kitab-ı Mukaddes tercümelerinde, yeni yorumlarında, Hilâl “şeytan” olarak tercüme ediliyor, yorumlanıyor… Dipnotlar düşülüyor… Bu yeni bir tavır ve yorum yani… Yani İslâm’ı, İslâm dünyasını, Müslümanları, şeytan-deccal olarak… Yani bizde de var ya…

Av. Harun Yüksel:- Tabii tabii…

Ş.Sak:- Bir de yine buna paralel olarak (Holivud) filimleri –Amerika bu propaganda işini de çok iyi bildiği için- dört bir koldan yürütülüyor iş… Filimler çevriliyor, 12-13 yaşında Müslüman çocuklar “terörist” oluyor… Bu ÇOCUKLAR ÖLDÜRÜLEBİLİR…Mesaj bu! Müslümansa, büyük veya çocuk fark etmez mesajı yerleştiriliyor zihinlere…

Av. Harun Yüksel:- Şimdi o, bizde Mesih Deccal diye bir tabir var. Yani bu kötülüğün simgesi olarak var. Sanıyorum; “Kendini Mesih zanneden Deccal… Mesih gösteren Deccal” filân gibi bir şey galiba . Tercümelerden benim anlamaya çalıştığım kadarıyla. Şimdi orada, hem Hıristiyan dünyası, hem Yahudi dünyası, hem İslâm dünyası bir şey bekliyor… Yani, dünyada işler o kadar içinden çıkılmaz hâle geldi ki. Mesih’siz, Mehdî’siz içinden çıkılamaz. Çünkü Deccal dünyaya hâkim oldu, değil mi? Ancak, Deccal dünyaya hâkim olursa, insan Mesih isteyebilir, Mehdî isteyebilir. Şimdi buradan yola çıkarak, şöyle bakabiliriz meseleye; “dünyaya hâkim olan Deccal”…
Deccal dünyaya hâkim olduysa, kim olduğu da belli o zaman... Deccal kendini “Mesih” olarak da gösterse, öyle de tanıtsa, öyle de zannetse, “dünyaya hâkim güç” şu ânda o ise, ki insanlar Mesih ve Mehdî beklediklerine göre, hakikaten Deccal’den mağdur durumdalar… Hem Hıristiyan dünyası, Hem Yahudi dünyası, Hem İslâm dünyası birşey bekliyor. Yani, dünyaya hâkim olan güç karşısında aciz kalmış hissediyor kendisini.
Dünyaya hâkim olan güç hangisi? Amerika-İsrail ittifakının elinde değil mi?. O zaman da, hakikaten bunların zamanı ise… Deccal, Mesih, Mehdî zamanı ise… Deccal tamam…

Ş. Sak:- Sırada Mehdî var!..

Av. Harun Yüksel:- Ha, o zaman nedir? İslâm dünyası için Mehdî, Hıristiyan-Yahudi dünyası için Mesih gelecek… İnsanlar bunu da ümit ediyorlar yani. Ancak böyle olabilir diye. Şimdi Mesih ve Mehdî mevzuuna bakıldığı zaman, Hz. İsa, o zaten İncil’de de hep böyle “Gökyüzü Krallığı”, “Göğün Kralı” filân diye tarif ediliyor. Göğe ait tarafı, melekiyet tarafı çok öne çıkan, önde olan bir Peygamber…
İslâm’ın tarif ettiği Mehdî ise, “Yeryüzü Kralı”… Yeryüzünün işlerinden anlayan, yeryüzündeki problemleri çözmek üzere gelecek olan, onları çözebilecek bir insan, Yeryüzünü iyi bilen bilen bir insandır da aynı zamanda. Yani bilmeyen bir insan bunları nasıl çözecek. Kısaca“yeryüzü işleri”nden iyi anlayan bir insan… Mehdî Aleyhisselam... “Gök halkı”nı iyi tanıyan bir insan; Hz. İsa’nın yeniden nüzûlü, ve karşısında Deccal…
Şimdi bu, son hesaplaşma vakti ise… O zaman insanlar tercihlerini “kimin askeri” olacaklarına göre yapacaklar. Yani Deccal’ın askeri mi olacaksın, Mesih’in askeri mi olacaksın, Mehdî’nin askeri mi olacaksın?.. “Asker” olacaksın yani.

Ş. Sak:- Bu çerçevede işâretler de var İslâmî kaynaklarda; Ortadoğu, Bağdat, Basra… Mevzunun coğrafya olarak, bu çemberde tezahür edeceğine dair…

Av. Harun Yüksel:- Evet… Yani, oralarda dönüyor işler. Şimdi mesela Filistin’e bakarsan, Hz. İsa’nın doğduğu topraklar, gezdiği topraklar, tebliğini yaptığı topraklar. İşte göğe çekildiği topraklar. Filistin… Filistin, kan ve ateş deryası… İşte o hadislerde Fırat geçiyor, Nil geçiyor, Şattülarap geçiyor, Umman Denizi geçiyor. Değil mi? Bu bölgeler hep böyle, kan revan içinde… Rahmetli Üstad’ın konferanslarından bir tanesinin ismi, “Dünya Bir İnkılâp Bekliyor”du. Otuz sene filân önce verdiği konferans. İdeolacya Örgüsü’nde “Beklediğimiz İnkılabın vasıfları, yönleri” anlatılıyor... Şimdi aslında dünya bir inkılâp doğuruyor. Sancısız doğum olmaz. Dünya bir inkılâp doğuruyor…

Ş. Sak:- Üstad’ın yine o dönemlerde yazdığı bir “Çerçeve”de, “Birinci ve İkinci Dünya savaşını Yahudi çıkardı. Korkarım 3. Dünya Savaşı’nı da bunlar çıkaracaklar…” diye bir tesbiti var. Her iki dünya savaşında da dünya “ur”unu kusamadı…
Bu Mesih-Mehdi inanışlarında böyle yanlışa kaçan, tefrite varan…

Av. Harun Yüksel:- Şimdi, bizim Müslüman olmamızdan dolayı, mesûliyetlerimiz bakidir. Yani Mesih gelir gelmez, Mehdi gelir gelmez… Bunlar ayrı şeyler. Bizim mesûliyetlerimiz bakidir. Gelse de gelmese de yapmamız gerekenler bellidir. Uymamız gereken İslâm ahlâkı bellidir. Bunlar, bu beklentiler, pasifizm sebebi asla olmaz. Yani olmamalıdır da… Tabiî olarak olmamalı. Neticede gittik öbür dünyaya, “N’aptınız?” dediklerinde, “Biz Mehdî bekledik!” gibi tuhaf bir cevap verirsek… Sonra bizi n’aparlar, onu düşünmek lâzım yani…
(……)
Bu çerçevede, çok güzel bir sözü vardı, Irak’lı bakanlardan birinin, diyor ki “Amerika saldırırsa ırak’a, bütün İslâm dünyasından, bunun karşılığını çok ağır görecektir!” diyor, “bunu da organize bir hareket olarak söylemiyorum” diyor. Yani, “biz böyle Amerika’ya bütün dünyada tuzak kuruyoruz filân diye söylemiyorum” diyor. “Müslümanların refleksleri bunu yapacak, yani bütün dünya ülkelerinde Amerika çok ağır bedeller öder bize saldırırsa” diyor… Şimdi bu olur mu olmaz mı, orası ayrı dava. Fakat İslâmî hassasiyetler içinde bakıldığında, “olması gereken”, bakanın söylediğidir. Olursa, Müslümanlar görevlerini yapmış olurlar, olmazsa kendileri bilir…

Ş. Sak:- Çok enteresan… Bu Hüsnü Mahalli var, gerçek bir gazeteci.

Av. Harun Yüksel:- Hârikulâde bir gazeteci…

Ş.Sak:- Türkiye’de gazetecilere de gazetecilik haysiyetinin ne demek olduğunu gösterdi aynı zamanda. O, geçen gün bir şey söyledi, bir tv programında; bu bölge ülkelerinde bir anket yapmışlar; Amerika saldırırsa, size de başka seçenek kalmazsa ne yarsınız, intihar saldırısını düşünür müsünüz?” diye. En düşük oran Kuveyt’te çıkmış, o da % 33… Diğerlerinde % 80, % 90… Bunun demin bahsettiğiniz domino teorisi gibi, zincirleme etkileri olabilir. Bunu, savaşın doğabilecek “garip cilveleri” ve “beklenmedik mallar pazara geldi” hesabı ile birlikte düşünürsek, neyin ne olacağı hiç belli olmaz… Bu, Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin ordusunun, fillerin üzerine gökten taş yağması gibi…

Av. Harun Yüksel:- Orda hemen bir şey söyleyeyim, şimdi orda taş yağıyor gökten… Ebabil kuşlarını Allah gönderiyor Kâbe’yi kurtarmak için. Ve o zaman Kâbe’de, zaten Kabe’yi koruyacak Müslüman yok... Hz. İsa’dan sonra karanlık çökmüş dünyanın üstüne… İşte ancak “hanif” dedikleri, kenarda köşede kalmış insanlar tevhidi kalplerinde taşıyabiliyorlardı. Tevhid inancı yeryüzünde bugünkü gibi, kuvvet sahibi değil,bir Milyar müntesibi yok. Ve o yüzden de Kâbe’yi korumakla mükellef adam yok diyelim. Yani insanlar n’apabilirler Ebrehe’nin filleri karşısında, işte hanif iseler, dua edebilirler, “Ya Rabbi, n’olur defet” diye. Onun dışında işte fillerin önüne atılırlar, taş atarlar, bilmem n’aparlar… Ama, filleri durdurabilecek bir güç, bir organizasyon ortada yok!.. Allah, hangi şartlarda nasıl irade ederse, o öyle oluyor… Orada “kuş orduları”nı gönderiyor, onlar hâllediyorlar, Ebrehe ve ordusunu…
Şimdi o Ebabil kuşlarının güçteki nisbetsizliğinden insana gelen tedaîler bir yana, onlar ayrı şeyler;
Şimdi, dönem öyle değil, yani bizim gökten Ebabil filân bekleyecek mazeretimiz yok. Biz üzerimize düşeni, elimizden geleni bir yapalım hele... Bize Peygamber gelmiş, biz ona imân etmişiz. Değil mi? Kitap getirmiş, imân etmişiz. Her şey ortada bizim için; şeytanın yolumuzu saptıracak bir şeyi yok. Ana ölçüler ortada…
Şimdi buna rağmen biz “Ebabil” beklersek, bu, “hanif”lerde olduğu gibi bizi kurtarıcı olmaz. Biz, işimiz neyse, onu yapmalıyız. Zulme karşı çıkmalıyız… Elimizden ne geliyorsa onu yapmalıyız… Ha, Allah, artık kuş mu gönderir, kurt mu gönderir, solucan mı gönderir, yürekleri ve bilekleri kavi, “alınları fikir çizgili” civanlar mı gönderir orasını biz bilmeyiz; O bilir!.. Böyle bir lutf-u İlahi de gelirse, ayrı bir rahmet ve güzellik olur, o mücadele güzelliği içinde …
Şimdi, bunu bir kenara bırakıp, yani kendi üzerimize, Müslüman olarak İslâm ahlâkının bize yüklediği mükellefiyetleri bir kenara bırakıp, “Ebrehe geliyor. Öyleyse Ebabiller de gelse bari…” filân demek de züğürt tesellisi gibi oluyor... Burada “Ebabil” olunacaksa, Ebabil olacak olanlar biziz... Ahmak fil karşısında minicik durmuyor muyuz? Ebabil olunacaksa, tamam!.. Olması gerekenler bizleriz!.. Onun dışında, Allah yardım eder etmez, artık o neyi tercih eder, nasıl irade eder, nasıl hükmeder, orasını O bilir! Biz kendi fiillerimizden mes’ûlüz… Biz ne yaptıysak veya yapmadıysak onun hesabını soracak bizden…

Ş. Sak:- İbda Mimarı’nın, “İstikbâl İslâmındır”da, “Zamanın maksatlılığı” diye bir mevzu var. Zaman bir gayeye doğru akmaktadır. Buna nisbetle de içinde yaşadığımız “âhir zaman” dilimi gibi bir zaman kesitindeyiz. Bu dönemde, böyle “acaip” hadiselerin artacağı ifâde ediliyor.

Av. Harun Yüksel:- “Aman efendim aman / Galiba âhir zaman…” diyor ya Üstad…

Ş. Sak:- Geçenlerde mevzu olmuştu, bu “zaman dilimi”nin özelliklerine dair; “gök yarılacak…”, “kızgın ateş düşecek”, “semadan bir göktaşı başınıza düşecek-dünyaya çarpacak”; bir alev fışkıracak”, “İsrail yıkılacak, savaş çıkacak”, “bir duman yükselip ortalığı kaplayacak” gibi, İslâmî kaynaklarda işaretlenen garip hâdiselerin zuhura geleceği bir zaman dilimindeyiz sanki. Bunlar da İslâmî kaynaklardaki işaretlerin yorumlanması ile çıkarılan sonuçlar… O çerçevede söyledim, yani çok acaiplikler zuhur edebilir anlamında…

Av. Harun Yüksel:- Tabi tabii… Şüphesiz çok enteresan işler oluyor, her zaman olmamış, olağandışı, olağanüstü işler oluyor. Ancak böyle “dönüşüm zamanlarında”, büyük tarihî dönüşüm zamanlarında olan işler oluyor… “Harika” dediğimiz şeyler oluyor. Biz aslında çok büyük bir dönüşüme şahitlik ediyoruz … Şimdi bu tür şeyler, yani Mesih inancı, Mehdî inancı, beklentileri, Hadislerde belirtilenler, büyüklerin işaretleri, böyle hepsi tak tak tak üst üste oturuyormuş gibi geliyor bize. Oturuyor, oturmuyor, biz yanlış anlıyoruz, doğru anlıyoruz, orasını bilemem. Şimdi bu tür şeylere fazlaca abanılması diyeyim, yaslanılması, medet umulması, umut bağlanması, insanı hâdiseler karşısında pasif hâle getiriyor. Bekliyorsun o zaman … Yani, “nasıl olsa gelecek”, o gelir, işte Ebabil gelir, bir şeyler olur, biz de bu arada, kalabalıkta yırtarız, paçayı kurtarırız filân diye… Şimdi yani, bir tarafta Allah’ın istediği işler içinde olsak, bir Müslüman olarak üzerimize düşeni yapıyor olsak, bir taraftan da böyle bu şeyleri…

Ş. Sak:- Gözümüzün ucuyla…

Av. Harun Yüksel:- Ha, sırrın güzelliği hâlinde, öyle mi böyle mi filân diye meseleyi kurcalasak, bu olur… Yani bir güzelliği tatmak bakımından…

Ş. Sak: - Bir sapma olmaz yani o zaman.

Av. Harun Yüksel:- Evet… Ama kitlelerin hemen yanaştıkları şey, mesela şimdi o işte; “İsrail’in başına bir hâl gelecek…” diyor, o, Ömer Çelakıl mıydı? O zaman şimdi diyelim bunu Filistinli duydu, yatsın Filistinli… “Ya nasıl olsa abi iki üç ay sonra gidiyor, niye biz kendimizi sıkıntıya sokalım” diye değil mi? Halbuki, hayır, belki de İsrail’in başına ne gelecekse, o Filistinlinin yapacağı bir şey sebebiyle gelecek. O yüzden de Filistinlinin yatmaması gerekiyor… Filistinli zaten yatmıyor da! Yatan biziz...“İşte New York ortadan kalkacak…” Göktaşı düşecek New York’a… “Abi tamam, bekleyelim işte, kaç sene kaldı”… Bir sene filân kaldı Ömer kardeşin hesabına göre… Öyleyse biz şimdi Amerika ile burada işbirliği de yapalım, üç beş petrol kuyusu da kapalım. Orda New York gitti mi, Amerika zaten gider filân diye… Bunlar hep şeytanî teselliler. Bu tuzaktan da uzak durmak lâzım… Yani, şahsî ilgi olarak, o sır idrakinin getirdiği bir güzellik hâlinde böyle bunlara yanaşalabilir...Ve insan orada kendini motive de edebilir… Ama tezahürü öyle olmuyor. Öyle olmadığı için de zannediyorum sapma olarak karşımıza çıkıyor.

Ş.Sak:- Sahtelikler oluyor, sapmalar oluyor!..

Av. Harun Yüksel:- Öyle oluyor yani. Bir de böyle dandik şeyler çıkıyor, Mehdîler, Mesihler çıkıyor... Bütün bu olan bitenlerde şunu görebiliriz; İbda Fikriyatı’nın doğruluğunu görmek bakımından ; 91’deki savaş için yapılan tahlillerin haklılığına Türkiye’dekiler de dahil dünya daha yeni geliyor. Yani 91’de “Zalim Saddam” edebiyatıyla başlayan işler, bugün tam bir anti-emperyalist tavıra geldi. Ki, 91’de şayet öyle bir tavır olsaydı dünya, zaten Amerika’nın buna cesareti ve cüreti kalmazdı. Şimdi 91’de, o Amerikan saptırmaları içinde –tabi medyayı filân da çok iyi kullanıyorlar- işte “zalim Saddam aşağı, zalim Saddam yukarı, işte Kürtlere şöyle yaptı da, böyle yaptı da” filân diye Amerika’yı meşrulaştırdılar. Amerika’nın tecavüzünü meşrulaştırdılar. Şimdi her şey ortada... İşte, kitaplarda var. Tahlillere bakıldığında görülecektir ki, o zaman İbda Fikriyatı’nın tahlillerine itibar edilmiş olsaydı, bu gün hem Türkiye, hem dünya apayrı bir yerde olurdu. Amerika da bu kadar küstah bir mütecaviz tavır içinde asla olamazdı. Ama dünya yeni uyandı… Olsun. Geldi yani neticede. İşin bizim açımızdan güzel olan tarafı şudur, gerçekten çok büyük bir anti-emperyalist blok oluştu şu ân, hem Türkiye’de hem dünyada! Ve biraz da Amerika bunun telaşı içinde, belki milyarlarca dolar harcıyor dünyada propaganda için, bunu kırabilmek için ve kıramıyor.
Ve çok garip şeyler de oluyor… Yani şimdi Amerika diyelim milyarlarca dolar harcıyor. Ondan sonra Türkiye’de bir Cem Uzan çıkıyor, hiç umulmadık bir insan, kel alaka birisi; üç-beş trilyon harcıyor… Söylenebilecek ne varsa hepsini, bütün radyo kanallarından, bütün tv kanallarından, bütün gazetelerden söylüyor. Şimdi dünya da bunu kabule hazır, insanların vicdanları da, tek tek fertlerin vicdanları da bunu kabule hazır artık. 91’deki gibi işler böyle gizli kapaklı değil yani. “Vay ulan, bak gittiler Kuveyt’i işgal ettiler…” Yahu bunu söyleyen adam bir haritaya baksın… Kuveyt dediğin yer nerde haritada? Basra Körfezi’nde denizin çıkışını Irak’a kapatıyor. Yani, ırak’ın tabiî bir parçası olduğu o kadar belli ki haritada. Bu, sonradan bir dümenle Irak’dan koparılmış bir toprak. Senin kolun gibi bir şey bu. Adam da gidiyor kolunu almaya ordan. Şimdi dar bir koridor bırakmışlar Kuveyt ve İran arasına. Ancak o koridordan Basra Körfezi’ne açılabiliyor. Ne işi var orda Kuveyt diye bir ülkenin?.. Hiçbir hakikati yok, hiçbir tarihi yok, tarihi varlığı yok, Coğrafî gerekliliği yok… Sadece emperyalizmin çıban başı olarak, cetvelle çizilmiş, kurulmuş bir yer… “Kuveyt’i işgâl etti, Kuveyt’i işgâl etti”, adam tabi ki işgâl edecek… Sen Kıbrıs’a niye gittiysen işte o da oraya ondan gidiyor.
Ş. Sak: -Gerçekten de Amerika’ya karşı çok büyük bir anti-emperyalist bir blok oluştu. Vietnam’a girdiğinde Amerika, gösteriler üç yıl sonra başlamış. Şimdi daha savaş başlamadan gösteriler dalga dalga yayılıyor. Ben aslında bu savaşın sonuçları ne olabilir diye mevzuyu bağlamak noktasından bir soru soracaktım, fakat siz onu başta söylediniz, “Müslümanlar bu savaşı kazanmak zorunda” diye…

Av. Harun Yüksel:- En azından kaybetmemeliler… Daha doğrusu, bu savaşta Amerika kazanmamalı. Yani n’olur, orasını bilmiyorum… Ama bu savaşı Amerika kazanırsa, ondan sonra dünya Müslümanlar için yaşanması çok zor bir gezegen olur ki, onu bir örneğini, 11 Eylül’den sonra Amerika’da yaşayan Müslümanların halinden görüyoruz. 11 Eylül’e kadar Amerika’da yaşayan Müslümanlar refah içinde, işte özgürlükler ülkesi bilmem ne filân diye, şehitlik şuurundan uzak, cihad şuurundan uzak bir koloni hayatı yaşıyorlardı. Şimdi 11 Eylül bütün keyiflerini bozdu, Amerika’daki Müslümanların… Ve Amerika’yı Müslümanlar için cazip olmaktan çıkardı, yaşanılmaz bir hâle getirdi. Şimdi bir projeden bahsedildi geçen gün bir tv kanalında; kamera takacaklarmış, Amerika’da okuyan Müslüman öğrencilere, FBI, her gittiği yerde görecekmiş bunları tek tek… Şimdi böyle bir şey yani. Amerika’nın Sovyetler karşısındaki soğuk savaş döneminde en büyük farkı neydi, işte hürriyetler ülkesi, fırsatlar ülkesi değil mi?.. Şimdi, giden yabancıya kamera takılacakmış… KGB bile düşünemedi böyle bir şeyi. Kovboyların sığırları damgaladığı gibi damgalamadıkları kaldı yani…

Ş. Sak:- O bahsettiğim belgeselde, bir zenci lider, öfkelenmiş böyle, sinirle konuşuyor, “uçaklara binip, şehid olmayı isteyen milyonlarca insan çıkaracaksınız” diye bağırıyor. “Uçaklara atlayıp, gördükleri yere dalacaklar” diye…

Av. Harun Yüksel:- Tabi tabi…

Ş. Sak:- Bir de Amerika böyle veya benzer bir durumla karşılaştığında, toplum olarak çözülme ihtimali çok yüksek… Bir (keskin nişanıcı) çıkıyor, neredeyse hayat duruyor. Normal yaşam alt-üst oluyor, benzin satışları düşüyor, okullar kapanıyor filân. Bu çerçevede de böyle savaşçı vasfı olan bir millet de değil…
Av. Harun Yüksel:- Bunların böyle bir serseri, manyak, psikopat yanları var. Daha doğrusu eğitimleri, askerî eğitimleri öyle yapıyor onları… Cesaretlerinden değil de manyaklıklarından savaşıyorlar yani, haz aldıkları için, öldürmekten, yaralamaktan, ezmekten filân… Bu da aslında asker tanımından çok eşkıya tanımına uyuyor. Yani asker şimdi, vatanını kurtarmak için savaşır, başka ülkelerdeki insanları zulümden kurtarmak için savaşır da… Yani “lan, ben gideyim, şurdan üç tane adam öldüreyim.”

Ş. Sak:- Macera olsun diye…

Av. Harun Yüksel:- “Amerikalı orgazm oluyor” filân diye başlık atıyorlardı ya bizim pezevenkler… Onun gibi, hakikaten orgazm oluyor. Adam oraya bomba atınca böyle bir hallere filan giriyor. Yahut birisinin gırtlağını kesince ondan haz alıyor. Şimdi bu tam bir manyak eşkıya tavrıdır . Halbuki asker öyle değil, asker öldürür ama, öldürmekten de zevk almaz. Yoksa savaşlar bitmez zaten dünyada. Bütün ordular, Amerikan ordusu gibi manyaklardan oluşsa. Bunlar bir başkasını öldüremeyince, kendilerini öldürüyorlar zaten. Çıkıyorlar sokaklara, işte okulları tarıyor, süper marketi tarıyor… O çerçevede belki Moğol ordularına uyuyor olabilir bunların vaziyeti, ama onun dışında benim aklıma pek şey gelmiyor yani, bu kadar bireysel zevk haline getirmiş öldürmeyi, asker, ordu…
(…………)

Ş. Sak: -Çok büyük bir boğuşma olacak… Yahut da… Şu an öyle görünüyor ki, bu, “Körfez Krizi”ndeki gibi kalmayacak. Böyle yukardan attın bombaları uçaklarla kaçtın… Geçenlerde, yabancı bir tv kanalında bir “savaş plânından bahsediyorlar; Körfez Savaşı’nda 40 gün boyunca attığı kadar bombayı, bu savaşta bir günde atacaklarmış ki…

Av. Harun Yüksel:- Şimdi, “Allah zayıflardan yanadır” diyor birisi… Bir diğeri de diyor ki, “Ya Rabbi, bana zayıfların kuvvetini ver!” Yani, Allah, kibir içindekileri sevmiyor. Allah’ın en çok sevmediği fiillerden bir tanesi kibir. Hem mütekebbir, hem mütecaviz… Yani bütün şeytanî vasıfları, zemmedilmiş işleri bünyesinde toplamış Amerika… Orada, Allah, müminlerin dualarını kabul eder, inananların kalplerine kuvvet verir, yüreklerine, bileklerine güç verir, zihinlerini açar. Taktik ve stratejik olarak yeni buluşlar ilham eder… Bilemeyiz yani… Talep mevzudur da aynı zamanda bu… Müminler böyle bir şeyi gerçekten ve yürekten talep ediyorlar mı? Ediyorlarsa inşallah, Allah da dualarına karşılık verir…

Ş. Sak:- Hüsnü Mahalli, ilginç bir tahlilde bulundu. Bu bütün bölgeyi, Ortadoğu’yu avucunun içi gibi biliyor gerçekten. Mesela diyor, oraya girmedikten sonra ne yaparsan yap boş diyor…

Av. Harun Yüksel:- Bağdat’a gireceksin…

Ş. Sak.- Oraya giremedikçe ne yaparsan yap diyor… İş oraya girmeye geldiğinde ise diyor, Saddam’ın 200 bin kişilik aşiret ordusu, fedaisi var ve bunlar ya ölecekler, ya kazanacaklar; asla teslim olmazlar diyor.
Av. Harun Yüksel:- Amerika iki tane kara savaşı yaptı. Bir tanesini Kore’de yaptı. Bir tanesini Vietnam’da yaptı. Kore’de zaten İngilizler’in Anzakları kullanması gibi Türk’leri telef edilecek yerlere sürdüler. Kendilerini mümkün olduğu kadar daha emin yerlerde tuttular. Çok az bir zayiatla kurtardı orda paçayı. İlk darbeyi Vietnam’da aldı. Gerçekten de Vietnam’da yürüttüğü kara savaşı çok gözünü korkuttu Amerika’nın. Yani açıkladıkları zayiat sayısı 50 bin filân…Çok daha fazladır sanıyorum, rakam olarak kendileri 50 bin diyorlarsa… Oradan kalma bir şey var, yani ondan sonra Amerika karada bir daha şey yapamıyor… Yani o (Holivud) filimlerinden filân da görülebilir… Hep kahramandır amerikan askerleri, gidiyorlar başka ülkelere paraşütle atlıyorlar, bin bir türlü tehlikenin içine, feleğin kırk çemberinden geçip, mevzuyu halledip dönüyorlar filan… Yani bu, bir nevi işi beceremeyen adamın, bunun hayalini kurması gibi, böyle bir tarafı var işin… Kara savaşını gerçekten beceremeyebilir. Yani onun için de çok yoğun olarak bombardımana abanıyorlar yani, çöle milyonlarca ton bomba at, n’olacak yani, çölde kumları vuruyorsun…

Ş. Sak:- Bu bombardımanın Türkiye’de beklenen depremi tetikleme ihtimali varmış… Atıyorsun atıyorsun bombaları, bizim altımız, üstümüz fay hattı dolu yani…

Av. Harun Yüksel:- Çok güzel ya…

Ş. Sak:- Bir de böyle bir endişe çıktı şimdi… Al başına belayı…

Av. Harun Yüksel:- Hakikaten şimdi Bağdat’a girmek için, bu Amerikan filmlerindeki “Delta Timleri” filan var ya, öyle delikanlı şeyler lazım… Bu da Amerika’da yok. Yani Amerika’da böyle…

Ş. Sak:- Filmlerde var ama Amerika’da yok…

Av. Harun Yüksel:- (Holivud) da çok da… Amerikan ordusunda yok… Yok olduğunu da şurda gördük biz, mesela Lübnan’da… Lübnan’a gittiler, karargâh kurdular, Lübnan’daki iç savaş sırasında… Niyetleri orda kalmaktı da… Ama bir kamyon girdi karargâha patlayıcı dolu, 200-300 zayiat verdiler, anında çekildiler Lübnan’dan. Hemen gemilere atladılar, iki-üç tane top attılar gemilerden Lübnan’a, ondan sonra vın… Somalide iki helikopter düşürülünce aynı şey... Şimdi, böyle bir ölüm korkusu var diyeyim… Hap map veriyorlar filân, kendilerinden geçiriyorlar pilotları… Diyelim ki, “yav, Saddam’ın elindeki uçaksavarların menzili 5 kilometre, siz 8 kilometreden uçarsınız, sizi vuramaz..” diye gaza getiriyorlar… Ama şimdi kara savaşı öyle değil. Karada yüz yüze geleceksin… Yanlış hesap Bağdat’tan dönecek inşaallah...

Ş. Sak:- Şimdi, bu propagandayı çok iyi yapıyorlar dediniz ya abi… Adamlar şimdi bir yandan, “Savaşı 10-15 günde bitireceğiz” diyorlar, Türkiye’den de 5 yıllığına yer istiyorlar… Kimse de demiyor ki, “Yahu 15-20 günde bitireceğin iş için, bu 5 yıl da neyin nesi?” demiyor!..
(…………….)

Av. Harun Yüksel:- Ondan sonra sanki Türkiye 100 bine razı olmuyormuş da, 15 bine razı olabilirmişe filan getiriyor. Halbuki ona lazım olan demek ki 15 bin asker… Kapıyı 100 binden açıyor ki… “Ulan ne bu böyle? İşgâle mi geliyorsunuz?..” filân diyecekler… Ondan sonra 15 bine düşünce de, “Ya bak gördün mü Abdullah’la Tayyip’i, mevzuyu 15 bine kadar indirdiler elhamdülillah” filan deyip, kendilerine teselli bulacaklar. Kaç taraflı puştluğu birden yapıyorlar. 15 bin tane asker getireceksin, 15 bin tane asker orda 5 yıl kalacak. “Çekiç Güç”ü gördük, geldi, gitmiyor… Kaç tane uçak var? 2 filo uçak var. Şimdi sen 15 bin tane askeri oraya koydun, nereye konuşlanacaklarsa… Yahu 10 bin tane PKK’lı ile sen 15 sene başa çıkamamışsın. 15 bin tane “Rambo” ile sen ne yapacaksın orda ?.. Herife, “git” dediğinde, “gitmiyorum” derse ne yapacaksın?..
Nedir? Bunlar buraya 15 bin tane askeri koyacaklar. Türkiye’nin, orda kurulacak Kürt devletine müdahalesini önleyecekler. Bütün dertleri bu… Yani, “biz oradan cephe açalım” hikayeleri… boş… Bugün söyledi televizyonda; “Sakın savaşmayın Saddam’la” diyor Kürt’lere Amerika.

Ş. Sak:- Bulunduğunuz yerde durun…

Av. Harun Yüksel:- Durun… “Karışmayın bu işe” diyor. Kürt’lerin 200 bin tane peşmergesi var. Bunlar savaşmıyorlarsa, sen 15 bin tane askeri oraya koyacaksın da n’olacak?..

Ş. Sak:- 200 bin tane peşmerge, ver birer tane “Rambo” silâhı…

Av. Harun Yüksel:- Onlara diyor ki “savaşma”… Bize de dönüyor, diyor ki; “Gel, beraber savaşalım…” Belki de şunu tasarlıyor olabilirler. Türkiye’yi oraya sokacaklar. Şimdi 15 bin tane de “Rambo” burada var ya. “Vaay, bu Türkler, Musul Kerkük’ü işgâle geldiler. Ne duruyorsunuz? “ diye bunları Türkiye’nin üstüne sürecekler. Şimdi Kürtler yendi yendi. Yenemezlerse, bu 15 bin asker de; “Yahu durun, ayıp oluyor” filan diye herhalde araya girecek...

Ş. Sak:- Bu Barzani, tek başına posta koyuyor, adam resmen dikleniyor. “Ne işi var Kuzey Irak’ta? Kimseyi karıştırmayız içişlerimize, batağa saplanır..” bilmem ne filan…
Av. Harun Yüksel:- Sonra sen, “Ben orda Kürdistan’ı kurdurmam” diyorsun. Kürdistan zaten kurulmuş. Sen neyi kurdurmuyorsun? Adamların parlamentosu var, hükümeti var, ordusu var, polisi var, parası var, sınırları var…

Ş. Sak:- Bayrağı var…

Av. Harun Yüksel:- Bayrağı var, evet, radyosu var, televizyonu var… Sen ne kurdurmuyorsun orda yani, onu anlayamadım?

Ş. Sak:- Bir de “Savaş sebebi sayarım” diyor… “Casus belli”…

Av. Harun Yüksel:- Evet, evet öyle diyor bir de. Yani Türkiye’nin talihsizliği –belki de talihtir yani- … Bu kadar vasıfsız, hem asker hem sivil, bürokrasi açısından söylüyorum, hem de politikacılar açısından söylüyorum, bu kadar vasıfsız insanlar tarafından yönetiliyor hâlde iken, böyle bir badireye düşmesi Türkiye’nin… Yani, statükonun devamını isteyenler açısından son derece vahim bir durum. Statükonun devamını istemeyenler açısındansa, bu aynı zamanda şans da olabilir, alacakları tavra bağlı olarak… Böyle bir hengâmede, vatan elden giderken, “Seyirci mi duracağız?” diye düşünebilirler belki…
Ş. Sak:- Bu göz göre göre yapılan haksızlıklar ve dış dayatmalar, bazı resmî çevrelerde de gerçekten rahatsızlıklar doğuruyor… Bazı şeyleri böyle haysiyet meselesi yapan sesler çıkıyor. O kadar ipe sapa gelmez dayatmalar, tavırlar sergileniyor, o kadar ipe sapa gelmez şeyler oluyor ki, birisinin tepesi atacak, “Bu ne yahu” diyecek. Bu, Anadolu’nun işgâli sırasında, Osmanlı ordusu lağvedilirken, 2. ordu komutanının, “Ben dağıtmıyorum orduyu” dediği gibi, Kâzım Karabekir’in…

Av. Harun Yüksel:- Merkezî hükümetin mecali yok. N’apacak, gel… Başka bir ordusu da yok ki, göndersin üstüne dağıtsın…
Şimdi, Allah’ın hangi kalplere ne ilham vereceğini bilemeyiz… Anadolu Müslümanların elinde, İslâmî vasıflarını koruyarak kalacaksa, burada Müslümanlara çok büyük iş düşüyor… Bu ölüm kalım şartlarında, kendini vatansever, milliyetçi olarak tanımlayan, devlet içindeki gerçekten, yağmaya, talana bulaşmamış asker olsun, sivil olsun, kadrolar şapkalarını önüne koyup düşünmeleri gerekiyor… Ve bölünme tehlikesi ise, tam kapıda. Bölünme tehlikesi yani, çat diye Diyarbakır’dan ötesi, birdenbire Türkiye’nin elinden gidebilir…

Ş: Sak:- Bu savaşta Türkiye’nin tavrı, gerçekten çok büyük ölçüde savaşın sonucunu etkileyebilir, hatta değiştirebilir… Bugün bu birçok yerde dile getiriliyor. Mesela Türkiye, “Yok kardeşim, biz ağzımızın payını aldık, Körfez Krizi’nde dersimizi aldık… Gırtlağımıza kadar da battık… Bu işte biz yokuz, bizi unutun. Siz n’aparsanız yapın. Biz topraklarımızı da, limanlarımızı da, üslerimizi de, hava sahamızı da kullandırmayız. Hiçbir şekilde bu savaşa destek olmayız…” tarzında ortalama bir tavır gösterse, işler bir anda Amerika açısından fiyasko, içinden çıkılmaz bir duruma dönecek yani… O dayatmaların, baskıların, zorlamaların, şantajların hepsi tersine tepecek ve Amerika resmen şapa oturmuş olacak. Türkiye’nin böyle büyük bir rolü, savaşın sonucunu etkileyecek, hatta belki de “savaşı önleyebilecek” büyük bir rolü ve tarihî bir fırsatı varken, bunu böyle hiç dikkate almadan, tamamen gözardı ederek, böyle Amerika’nın “aba altından sopa” gösteren tavırlarına katlanması…

Av. Harun Yüksel:- Devlet içinde varolduğu işaretleri veren “millici” kesimler açısından katlanılabilir bir tavır değil... Şimdi burada, devlet içindeki millîci unsurların diyelim, asker ve sivil bürokrasinin, Amerika karşısındaki, Kıbrıs’ta ve Kuzey Irak’ta, Irak’ta duruşları hem Türkiye’de, hem Ortadoğu coğrafyasında çok şeyi değiştirebilir…
Ha, yani burada sadece böyle milliyetçi, millîci bir tavır içinde, “Abi, aldık madem, duralım orada...” diye bunca emperyalist baskıya rağmen bırakmadılar ya Kıbrıs’ı... Şimdi oradan söküp atmaya çalışıyorlar ve bu işe de Tayyip’i taşeron yaptılar … Tayyip’in eliyle Kıbrıs’ı vermeye çalışıyorlar… Onun gibi…

Ş. Sak:- Bir takım sesler duyuluyor ama…



_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Ağu 18, 2015 11:31 pm    Mesaj konusu: (devam) Alıntıyla Cevap Gönder

(devam)

Av. Harun Yüksel:- İşte onun ne olacağını bilemeyiz. Yani bunlar ne kadar millîci ve kuvvetleri ne kadarmış göreceğiz… Burada kendini “millîci” olarak vasfeden sivil ve askerî bürokrasi, Türkiye’nin bu savaşa girmesini durduramazsa… Demek ki “varolduğunu” zannetmişiz bunların, devlet içinde… Yani algı yanılması olmuş. Ya bunlar kendilerini olduklarından daha güçlü filan göstermişler… Kıbrıs’ta bunu yapıyorlar şu ânda… Kıbrıs’ta iyibir direniş sergiliyorlar… Şimdi, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın gidip Kıbrıs’ta Tayyip’e fırça atması, normal olarak devlet anlayışı içerisinde tasvip edilecek bir iş değildir. Ama, kıyamet şartlarında, yani adam kendi durumunu da riske atarak böyle bir şey yaparsa… Ve bu yaptığı şey emperyalizmin çıkarlarına da ters düşüyorsa?!. AB almak istiyor, Amerika da diyor, “Ver gitsin…” Buna reğmen diyor ki, “Vermeyeceğiz arkadaş burasını!”… Şimdi Kara Kuvvetleri Komutanı bunu söylüyor… Üstelik de bunu TSK adına söylüyor... Taşıdığı sıfat itibariyle, söylediklerinin ciddiye alınması lâzım… Yani ben bir vatandaş olarak şunu anlıyorum, Tayip burasını verse de ordu vermeyecek!..

Ş. Sak:- Gelin benden alın diyecek…

Av. Harun Yüksel:- En azından Kara Kuvvetleri vermeyecek… Şimdi Kara Kuvvetleri burasını vermezse, orasını Tayyip veremez… Ve burada, bu sözü söyleyenin sözünün arkasında durması gerekir. Kıbrıs’ta yaptığı bu doğru tahlili, Irak için de yapması gerekir. Yani bir komutanın çıkıp demesi lâzım ki, “Arkadaş, bizim alakamız olmayan bir savaşta, her hâlükârda bize zarar verecek bir savaşta yerimiz yok!.. Biz sınırlarımızı koruruz. Burada Amerikalı mamerikalı da istemeyiz. Kimse de buraya gelmesin! Bize de güvenmesin.

Ş. Sak:- Başınızın çaresine bakın…

Av. Harun Yüksel:- Herkes başının çaresine baksın! Ben burada, mehmetçikleri harcatmam. Şimdi, böyle bir duruş, sivil bürokrasiden, dışişlerinden olabilir, sivil savunma bürokrasisinden olabilir, askeri bürokrasiden olabilir… Böyle bir duruş gelirse ki, mesela 1. Körfez Savaşı’nda Genelkurmay Başkanı bunu yaptı... Genelkurmay bunu yaptı, yani girmedi, Özal’ın itmesine rağmen, “Siz ne biçim askersiniz, biz sizi bu günler için besledik” demesine rağmen, Musul-Kerkük macerasına girmedi.

Ş. Sak.- Şimdi bunlar da pek hevesli değil.

Av. Harun Yüksel:- Yani tam emin de değilim ama, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın tavrı ümit verici.

Ş. Sak:- Teşekkür ederim.

Av. Harun Yüksel:- Ben de teşekkür ederim. İnşallah hakkımızda hayırlı olur… Hayırlı işler yaparız. Allah mecal verir… Topyekün kurtuluşumuzun vesilesi kılar...

* Eski tarihli bir röportajı yeniden yayınlarken kısa bir izah: Gazeteci Şükrü Sak'ın Av. Harun Yüksel'le yaptığı bu ilginç röportajı yazı arşivimizi karıştırırken bulduk. Nerede ve hangi tarihte yayınlandığına dair bir not yok. Röportaj okunduğunda ABD'nin Irak'ı İşgale başlamak üzere olduğu tarihlerde yapıldığı anlaşılıyor. Nisan 2003 civarı... Hem hafıza tazelemek hemde o gün varolan iç ve dış problemlerin aradan geçen 12 yıla rağmen çözülmesi bir yana, o zaman çözülmediği için katlanarak arttığını göstermek için yayınlıyoruz. Fotoğraflar tarafımızdan eklendi.
(EF)
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> RÖPORTAJLA R Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com