EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

'Simyacı'yı Okurken / Av. Harun Yüksel

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Hzr 26, 2015 8:33 pm    Mesaj konusu: 'Simyacı'yı Okurken / Av. Harun Yüksel Alıntıyla Cevap Gönder

Tedailer Boyunca: 'Simyacı'yı Okurken "Tîlki Günlüğü'nü Düşünüp Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım'
Av. Harun Yüksel



Başlık şairane ama çalıntı...

Sizler ne dersiniz bilmem ama ben bu başlığı çok sev¬dim: "Simyacı"yı Okurken "Tilki Günlüğü"nü Dü¬şünüp, "Piedra Ir¬mağının Kıyısında Oturdum Ağla¬dım"... Şairane bir başlık... Şairane ama bir kusuru var: Çalıntı... Nereden mi çaldım?
"Damlaya Damlaya"nın"', 250. sahifesinden: "Na¬sıl beğendiniz mi kurgu şiirimi?"
Madem suçumu itiraf ettim, mazeretimi de söyle¬yeyim:
Şeyhülislâm Yahya'yı çekemeyenler, sağda solda ardından "Mısralarını Mesnevi'den tırtıklıyor" diye atıp tutuyorlarnuş. Bunu duyan Şeyhülislâm Yahya, "Çaldıksa da miri malı çaldık" demiş...
Şeyhülislâm Yahya gibi dev bir şairin, hem "dev"liğini ve hem de "şair"liğini arsız bir el çabuklu¬ğu ile görmezlikten gelerek, mazeretimi de merhum¬dan çalayım da olsun bitsin: "Çaldımsa da MİRÎ malı çaldım efendim"...
Mir: "Pir... Tilki... Necib..."12' Mevlâna: "Sahib... Rabb... Rabbani... Efendi... (...) Vavî, tilki..."11'
Mir: "Amir: Büyük memur. Emreden. İş göste¬ren."1"
Mîr: "Emir. Bey. Baş. Kumandan. Mir: "Mirza, bey, kaptan, kumandan. (...) Kus-to..."1"'
Tilki: ".. Cem etmek, toplamak... (...) Yüce, yüksek, faik... Aynı isimde olmak... Adaş, hemnâm, namı bir... (...) Ufuk... (...) Perde, örtü... İstikbâl...'"71 Perde: ".. Kust... (...) Fazl...""" Fazl: Fazıl...
Necîb: "Soyu ve nesli temiz, ash kerim olan. Cö¬mert. Asilzade. Güzel huylu ve ahlâklı... Necib: Cö¬mert, kerim kişi."'"1
Fâzıl: "Fazilet sahibi. Üstün kimse... Fazl: Artmak, ziyâde artmak. Artık, bir şeyden bakiye kalmak. İmân. Cömertlik, ihsan, kerem. İtim, marifet, hüner. Üstün¬lük, inayet, yardım.""'"
İstikbâl: "Atî, gelecek zaman. Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılama... İstikfâl: Kefil olma, kefilliği kabul erme... Atî: Gelecek zaman. Vâki olan. Sonra. Aşağıda. Önde... Âtî-Atîye: İnatçı. İsyan eden, kafa tutan. Âsî, sert başlı, serkeş..."'"1
Ata: "Önceden gelen. Aynı soyun büyüğü. Baba veya ecdaddan olan büyük... (...) Ata: Verme. Bağışla¬ma. Bahşiş. Lütuf. İhsan... Hedâya: Hediyeler... Hedî: Mürşid."'"
Mehdiyye: "Mehdiye ait ve mensup olan. Mehdi¬ye dâir ve müteâllik. Hediye. Armağan."""
Pir. ".. Yaşlı, ihtiyar. Reis. Bir tarikatın kurucusu. Herhangi bir meslek ve san'atın başlatıcısı, tesis edici¬si... -Pîrâ: Süsleyici, düzenleyici, donana.""*
Hafiye: ".. Halife... (...) Faruk... Davalara hüküm ve kaza eden... (...) "Ben", nokta... (...) Topluluk, cemaat... Ufuk... Tilki... (...) Vârî, benzer...""1
Hafâya: Sırlar. Gizli şeyler."""
Hafakan: ".. Ufkun nihayeti... Şark veya garb tara¬fı... (...) Gizlenme yeri, siper... Gizli, gizlilik... Saklı olmak... Sahil.
Sahil: Salih...
Ufkun nihayeti sahil... Ufkun nihayeti salih...
Tilki Günlüğü'nün labirentlerine böyle paldır kül¬dür girildi mi, o labirentlerden çıkmak kişinin bahtına kalmıştır. Baht kadar bahtsızlık da insanoğlunun başı¬na gelecek hallerden olduğundan, bu labirentlerde yo¬lumuzu temelli kaybetmeden geri dönsek iyi olur...

Paulo Coelho kimdir?..
"Paulo Coelho, Rio de Janeiro'da doğdu. Roman yazarlığına başlamadan önce, oyun yazan, tiyatro yö¬netmem ve sevilen bir şarkı sözü yazarıydı. Coelho, gençliğinde bir hippiydi. 1986 yılında Hıristiyanların, Batı Avrupa'da başlayıp İspanya'da Santiago de Com-postela kentinde sona eren geleneksel hac yolculuğu¬nu yaptı; bu deneyimini 1987 yılında yayınladığı the Pilgrimage (Hac) adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayınlanan ikinci kitabı Simyacı, Coelho'yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. Öteki kitapları: Brida, Valkürler ve son yazdığı Piedra Irmağının Kıyı¬sında Oturdum Ağladım'dır. Simyacı, 42 ülkede ya¬yınlandı, 26 dile çevrildi. Bu kitap, Coelho'yu Gabriel Garcia Marquez'in arkasından en çok okunan Latin Amerikalı yazarlardan biri konumuna getirdi."""'Yayı¬nevi yazan böyle tanıtıyor.
Eski bir hippi... Şarkı sözü yazarı... Oyun yazarı, ti¬yatro yönetmeni... Brezilyalı...
Coelho'yu tam Simyacı'yı bitirdiğim sırada misa¬firliğe gelen, Avrupa'da yaşayan "asabi" bir dostuma sordum. Hemen celallendi bu "kitap kurdu" dostum:
-"Bırak şu üçkağıtçıyı ya... Bizimkilerden tırtıkla¬dığı üç-beş tasavvuf! hikmeti romanlaştırıp köşeyi döndü. Eski marksist, eski hippi, popçu... Yaramaz; geç geç-"
Öyle kolay kolay "geç"ip girmeye niyetim yoktu, inadına dürttüm:
-"Sen öyle diyorsun ama 42 ülkede 26 dile çevril mis ve 7 milyondan fazla satmış. Avrupalının bu kita¬ba rağbetinin sebebi ne?" İyice köpürdü:
-"Avrupa çökmüş kardeşim... Avrupalı diye bir şey yok... Kalmamış... Fal, büyü, Uzakdoğu mistiği... Her türlü fikrî ve fiilî sapıklık gırla gidiyor... Avrupalı yeni birşeyler arıyor ve kendine "yeni" gelen herşeye saldırıyor..."
İşte iki ayrı gözlükten Coelho böyle görünüyordu. Bana göre Coelho ise çok tanıdık çok bildik şeyle¬ri, o bildik şeylerin aslî formlarında değil de Batılı bir form olan "roman" formunda anlatan enteresan bir adamdı...
Coelho enteresan bir adamdı... Çünkü "bildik şey¬ler" anlatıyordu ama kendisi "biz"den bir adam değil¬di... "Biz"den biri olmadığı halde "biz"e "bildik" gelen "şeyler"! farkedebilmişti; üstelik de "bb,"e çok uzak bir diyardan, tâ Brezilya'dan yapıyordu bunu... Bu ül¬kede yaşayan; yani bize ait hazinelerin tam da üstün¬de oturan TC entelektüellerinin (liberal, marksist, İs¬lamcı, ıvır zıvır) fikir kelliklerini gördükten sonra, tâ Brezilya'dan buralara uzanıp bizim hazinelerimizden tırtıkladıklarını roınanlaştırabilen bir adam, ne çaldığı¬nı ve çaldığının kıymetini bilen çok usta bir hırsız de¬ğil midir? Bir şeyin kıymetini anlayabilmesi bile bir in¬sanın kıymetini ele vermez mi? Hz. Mevlâna "Çocuk incinin kıymetini ne bilir? Gider onu üç-beş parça şe¬kerle değiştirir" demiyor mu? TC "entelektüel"leri de böyle hazinelerin üstünde "cep delik, cepken delik" kevgir gibi sürünüp durmuyor mu?
Coelho enteresan bir adamdı... Bizden "götürdük¬lerini", bir Batılının anlayabileceği en uygun "form"a sokarak sunuyordu: Roman...
"Suretler olmasaydı, mânâlar ebediyyen dile gel¬mezdi" ya; mânâları suretleştirebilmek ayrı bir ustalık işiyken, suretlerin muhatap idraklere en uygununu bularak bu işi yapmak da ayrı bir sanat...
Söz buraya gelince hemen söylemek gerekir ki; bu topraklarda Tanzimat'tan bu yana "yerli roman" ola¬rak piyasaya sürülen ne kadar kitap varsa üç-beş istis¬na dışında her biri ayrı bir edebiyat faciasıdır... Hele ki "İslâmî roman" yaftalıları facia içinde facia: Mânâ ol¬madan suret hiçbir şeydir... "Yerli roman" etiketiyle piyasaya sürülen edebiyat facialarına bir bakın; bu müptezelliklerden hangisi hangi derin, girift, değerli bir mânâya kalıp olma vasfındadır? Ağzımızı bozma¬mak için "İslâmî roman" faciasına hiç girmiyoruz... Bir Yaşar Kemal, bir Orhan Pamuk, bir Ahmet Altan han¬gi derin ve girift bir mânâya vukufiyet kesbetmiştir de, bu mânânın gafili ve cahili Anadolu halkına bu mânâ¬yı roman formuyla suretleştirerek iletmeye çalışmak¬tadır? Laiki, İslâmîsi, liberali ve marksistiyle topu için söylenebilecek tek şey; ciltler dolusu "kelâm fuhşu" ve taklid... Bu mukallidler sürüsü içinde, Muhiddin-i Arabî gibi mânâ zirvesinin Endülüs'te doğup, Anado¬lu topraklarını şereflendirdiğini hangisi biliyor? Yaz¬dıkları "roman"ların hangisinde Muhiddin-i Ara¬bi'den bir iz, bir işaret, bir nişan, bir alâmet var? Hal¬buki bütün bu "roman'lar bu topraklarda geçiyor: Anadolu'da... Muhiddin-i Arabî gibi yüzlerce mânâ zirvesi ve mânâ zenginini tanıma şerefine nail olmuş bu topraklarda!..
Bir de Coelho'ya bakın... Adam Brezilyalı, Simyacı’nin kahramanı İspanyol bir çoban ve romandan bir cümle: "Herşey bir tek ve aynı şeydir" demişti yaşlı adam."'"...
"Herşey bir tek ve aynı şeydir"... Bu söz buram m Muhiddin-i Arabî kokmuyor mu? Muhiddin-i Arâbî Hazretleri Endülüslü değil mi? Adam Brezilya’dan Endülüs'e bakıp O'nu görüyor da, bizim "romancı"larımız bu topraklara mânâsını veren gerçek ı kahramanlarından herhangi birinin ne ismini, ne cismini, ne de mânâsını bilmiyor; ama yine de "yer¬li roman" yazabiliyor!.

Roman nedir?..
"Roman, icatçı bir hayat taklididir... Olurların, ola¬bilirlerin, olamazların, olması özlenenlerin, hattâ ol¬muş olanların, mutlaka (dinamik) vakıalar zinciri için¬de demeti, dizisi, sergisi roman.../ Böyle olunca, ro¬man, aslî mahiyeti bakımından bir oldurma, oluştur¬ma, biçimleme, yakıştırma, tasarlama işi hâlinde mey¬dana çıkıyor ve insandaki eşya ve hadiseleri muraka¬be ve öteleri kovalayıcı hayal gücüne dayanıyor."0'
"Bütün nakiller ve anlatış şekillerinde romandan bir pay bulunsa da, bu payın en çok bulunabileceği, hatıra, menkıbe gibi neviler roman olmaktan çıkar, böyle olduğu nev'in adını alır, fakat zamanın "dina¬mik" hayata bağlı kuşatıcı mânâsı daima yerinde kalır. /Ve aslî manâsıyla roman, hadiseleri fikirleştirme ve¬ya fikirleri hadiseleştirme sanatı üzerinde -biri fotoğ¬rafçılık, öteki ressamlık işi- bayrağını dalgalandırır."1'"

İştikaklar içinde roman...
"Roman: Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak... Hikâye, kıssa, efsâne... Başdan geçen bir olayı tekrarlama... Hesap defteri.-. Utanarak geri geri çekilme... Sanma, zan, tasavvur... Şüphelenme... Üzüm... Gözbebeği... Şaka, lâtife... İki parça... Yarım... Kesmek... Perde... Nehirler, ırmaklar, çaylar..."^
"Emsal: Romanlar, des¬tanlar, masallar, hikâyeler, kıssalar, meseller... Emsal: Denk, benzer. Yaşları birbi¬riyle aynı olanlar. Katsayı... Emsel: Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan. İmtisale şayan olan... Emsile: Misâl¬ler. Örnekler. Arapça'da fiil tasrifini gösteren kitap.""'

Yerli roman...
"Meselâ roman... Roma¬nın kökü var bizde; halk ma¬sallarında vesairede... Ama roman millî bir kisve giye¬miyor... Rus romanı gibi me¬selâ... Rus romanı garb ro¬manını ezmiştir!"™
Romanın kıymetine mihenk...
"Romanda ana dayanak olan 'idealizasyon' feda edil¬dikçe kıymetten düşer, ka¬bak çekirdeğine kadar iner. Bu iş vakıalarla karışık ola¬rak ulvîlik şartını korudukça da pahası 'radyum' mi¬sâli değerlenir.'"2''

Roman nedir? -II-
"Roman toprağa bağlı keyfiyetiyle ihtimâller âle¬mi boyunca ya tasavvurî bir icat, yahut muhaller dün¬yasında maveraî bir hayal veya olmuş ve olabilirlerin nakline mahsus, fakat hepsinde harekiyet ve seyyali-yet ve teessüriyet değerlerini şart koşucu bir vasıtadır. Romanın roman olabilmesi için bu üç kıymetin mutla¬ka posa vaka tasavvurlarından arındırılması ve mad¬deyi geride bırakıcı bir ruh seviyesine yükseltilmesi gerekir./ Toprağa bağlı süflî romanın ulvî tarafı budur
"Roman, yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvi ve münezzeh mânâya kadar ulaştırılabilir. Ve artık top¬rak üstü sefil mânânın yerde bırakılması şartiyle mef¬hum ve mahiyetini değiştirerek Frenklerin (Ekritür-Destine), Müslümanların da (Alınyazısı-Kader) dediği takdir kalemindeki hikmete yol arayabilir. O zaman karşımıza süflî manâsıyla roman değil, ulvî keyfiyetiy¬le İlâhî sanat çıkar ve roman dize gelir.""27

İktibaslar boyunca görünen».
Tilki Günlüğü çok yönlü ve çok fonksiyonlu bir eser, bu eser müessirinden ayrı ve müstakil olarak in¬celenirse eserin mânâsını doğru anlamak pek müm¬kün görünmüyor. Esere yaklaşanlar için bu birinci zor¬luk, ikinci zorluk ise Müessifin kimliği eserde gizli: Esefi anlamadan Müessir'i anlamak da pek mümkün görünmüyor...
Bu iki zorluğu aşmanın bir yolu, eseri okurken eserden müessire-müessirden esere doğru sürekli gi¬dip gelmekten geçiyor. Esefi anladıkça Müessir'i tanı¬yor, Müessir'i tanıdıkça eseri anlamaya başlıyorsu¬nuz...
Bu sonsuz gidiş gelişlere katlanabilecek bir sabrı¬nız varsa ve bu sabrınızı ısrarla muhafaza edebilirse¬niz Esefle Müessir arasında seyahatlerinizde önce "Tilki Günlüğü nedir ve Salih Mirzabeyoğlu kimdir?" sorularının cevabları idrak aynanızda belirmeye başlı¬yor. Elde ettiğiniz ilk flu görüntülerle yerinmez ve se¬yahatte ısrarlı olursanız Esefin zenginliği ve Mües¬sifin kimliğinin enginliği bütün ihtişamıyla belirmeye başlıyor... “Birşeyin güzelliği teferruatında gizlidir” hikmetinin aydınlığıyla bu seyahatlerinizi sürdürürseniz "teferruat'taki güzellikleri keşfetmeye başlıyorsu¬nuz: Eseri ilk elinize aldığınızda birbiriyle alâkasız ve birbirinden kopuk gibi görünen sayısız "teferruat"ın içinden asla çıkamayacağınız düşüncesi, yerini bunca "teferruat"in az bile olduğu fikrine bırakıyor. Yine işin içinden asla tam olarak çıkamayacağınızı anlıyorsu¬nuz ama bu anlayış işin başındaki "kötümsef' anlayış¬la aynı değil; bu daha ziyade içine ufku yakalamak ateşi düşmüş bir hafiyenin çılgın ama heyecanlı, delice ama zevkli, zor ama asla vazgeçilemez bir arama ipti-lâsı, bir bulma ihtirası halinde bir anlayışa dönüşüyor.
Tilki Günlüğü'ndeki Hafiye'nin, Ufuk'a doğru be¬lâlı, çileli, meşakkatli bir yolculuğu sabır, ısrar ve inat¬la sürdürmesi sonucunda, Ufuk'a kavuştuğunu eseri okuyanlar herhalde biliyordur... Bunu bilmek kolay... Peki Hafiye'nin Ufuk'u bulduktan sonra niye derin bir hayrete düştüğünü bilen var mı? Doğru mu anladım bilemem ama bana öyle geldi ki Hafiye, Ufuk'u buldu¬ğunda aynadaki aksi gibi tanıdık bir görüntüyle karşı¬laştığı için derin bir hayrete düştü: Ufuk kendisiydi!..
Ufuk kendisi ise Hafiye kimdi?
Özetinin özetinin özetinin özetinin (...) özeti halin¬de ancak 6 cilde sığdırılabilmiş bu çileli arayış macera¬sı neyin nesiydi?
Ufuk Hafiye'nin, Hafiye Ufuk'un kimliğinde birle¬şip her ikisi de "gaib" olduklarına göre, her ikisini "gaib" eden "sıf' ne idi? Bu "gaybubet'in menbaı ve mansabı (çıkış ve varış yeri) olan bir üçüncü kişi veya kim¬lik, daha doğrusu bir üstkişi veya kimlik miydi bu "sır’rın sahibi? "Manzur-u nazar-ı piran-ı kiram-Keremli pirlerin nazarına görünen" üstkişi, "keremli pir¬lerin nazarına" Ufuk veya Hafiye kimliği'yle mi gö¬rünmeyi tercih ermişti? O zaman Ufuk ile Hafiye birer arızî kimlik miydi? "Aslın görünmesi için gerekli olan şey: Araz"... "Suretler olmasaydı mânâlar ebediyyen dile gelmezdi" hikmeti penceresinden bu mevzuya ba¬karsak Ufuk ve Hafiye aynı mânânın iki ayrı sureti mi oluyordu? Ancak keremli pirlerin nazarına görünen üstkişi Ufuk suretine girip Hafiye'yi kendi peşinden koşturarak bu çileli koşu sürecinde O'nun pişmesini sağlayarak “keremli pir” haline gelmesini mi sağla¬mıştı? Bu sorular zinciri gide gide "Hakikat-i Ferdiyye" bahsine çıkmıyor mu? Tek ferdin hakikati? Ve bü¬tün bu olup bitenlerden tasavvuftaki "fenâfillâh" mer¬tebesine ulaşmanın sözle ifadesi imkânsız çilesinden iz, eser, alâmet ve nişanı sezilmiyor mu? Mürşid kim¬dir? Mürid nasıl olunur anlaşılmıyor mu? Bir insanın macerası aslında bütün insanların macerası mıydı? Bir açıdan öyle ama o "bir insan"m böyle bir macera yaşa¬yabilmek için "pir insan" olması gerekiyordu galiba... insan "pir insan" oldu mu, bütün insanların "bir insan" olduğunu anlıyor olmalıydı... Ufuk ile Hafiye'nin ayrılığı "suret hikmeti"nde tecelli ediyor olmalıydı, yoksa Hafiye, Ufuk için "Biz bir ayniyetin iki ayrı ka¬nadıyız" niye desindi? "Bir şey aynı olduğu şeyin gay¬rıdır" hikmeti Ufuk ile Hafiye'nin hem "aynı" ve hem de "gayrı"lığını çerçevelemiyor mu? Niçin aynı, ne¬den gayrı, nerede aynı nerede gayrı?.. "O değildir on¬dandır; o yüzdendir ki odur" hikmeti ise Ufuk ile Ha¬fiye'nin ayniyet ve gayriyetine ayrı bir pencere açar¬ken, her ikisini birden hasrı içine alan "Keremli pirle¬rin nazarına görünen" sıfatlı üstkimlikle ayniyet ve gayriyetlerinin ince çizgisini de çizmiyor mu?
Söz çığırından çıktı; gitti gider... Aslında biz yuka¬rıdaki bölümdeki iktibaslarda topladığımız "roman" bahsini değerlendirecek ve Tilki Günlüğü'nün "roma¬nı öğreten roman" oluşundan yola çıkarak "kurucu roman"dan bir bahis açacaktık. Bu hususu unutmadan, sözün geldiği noktadan Simyacı'ya geçelim...

Herkes kendi menkıbesini yaşamalıdır; korkmadan, yılmadan, sonuna kadar...
Salem Kralı, romanın kahramanı İspanyol Çoban'a böyle diyor "Kendi şahsî menkıbesini gerçek¬leştirmek insanların biricik gerçek yükümlülüğü¬dür.'"21'
Salem Kralı, sırlarla dolu bir insan-varlık... Görevi şahsî menkıbesini gerçekleştirmek isteyenlere yardım etmek. İspanyol Çoban'a da bunun için görünüyor ve niçin tam o anda ortaya çıktığını şöyle izah ediyor:
-"Çünkü sen, kendi şahsî menkıbeni yaşamaya ça¬lışıyorsun. Ve bundan vazgeçmek üzeresin."17'
Her zaman bu surette mi ortaya çıkarmış Salem Kralı?
"Her zaman böyle değil" diyor, "Bazen, iyi bir fi¬kir, bir çözüm yolu olarak göründüm. Kimi zaman, çok nazik bir anda, işleri kolaylaştıracak şekilde dav¬randım. Böyle şeyler işte, ama çoğu insan hiçbir şeyin farkına varmadı."""1
Meselâ?
-"Bir hafta önce, bir maden arayıcısına bir taş biçi¬minde görünmek zorunda kaldığını anlattı. Zümrüt aramak için herşeyini terketmişti bu adam. Beş yıl bo¬yunca bir ırmağın kıyısında çalışmış, dokuz yüz dok¬san dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz taş kırmıştı, bir zümrüt parçası ararken, işte o anda vazgeçmeyi düşünmüş, oysa zümrüdünü bulması için bir taş, bir tek taş kalmıştı. Kişisel menkıbesi üzerine bahse girmiş bir insan olduğu için madenci, yaşlı adam işe karışma¬ya karar vermiş. Bir taşa dönüşüp madencinin ayakla¬rına yuvarlanmış. Başarısız geçen beş yıl yüzünden eziklik duyan madenci, taşı öfkeyle alıp uzaklara fırlat¬mış. Taşı öylesine hızlı fırlatmış ki, başka bir taşa çar¬pan taş parçalanmış ve ortaya dünyanın en güzel zümrüdü çıkmış."1"
Tam burada Tilki Günlüğü'ne dönelim:
-"Bana, 1982 yılının Kasım ayından başlayarak binbir defa "benim bir takdim yazım olacak, bütün hü¬viyetin görünecek!" diyen o adam, perdenin ardına çe¬kilirken beni bir malûmla başbasa bıraktı: Hüviyetimi çerçeveleyen takdim yazısı... Ve bir meçhulle: Ne, nerede, hangisi?.."1'"
Hazine avcısının içine zümrüd bulma ateşi nere¬den düşmüş veya düşürülmüşse, Hafiye'nin içine de "takdim yazısı" oradan düşmüş veya düşürülmüştür. "Nerede bu zümrüt?" sorusuyla, Hafiye'nin takdim yazısı için kendisine sorduğu "Ne, nerede, hangisi?" sorusu aslında bir ve aynı sorudur. Zümrüt arayıcısı¬nın beş yıl boyunca herşeyi terkedip bir ırmağın kıyı¬sında dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz taşı kırarak hayalindeki zümrüdü aramasıyla, Hafiye'nin 10 yıl boyunca hadiseler, hayâller, hatıralar, rüyalar ve lügâtlar boyunca "takdim yazısını" arama¬sı da bir ve aynı şey değil mi?
-"İnsan, aradığının ne olduğunu bilmeden, buldu¬ğunun da ne olduğunu bilmez; bulunan aranır sırrı… Aramadan bulamazsın; aranan bulunur sırrı... Bu iki sırrı, İmam-ı Rabbani Hazretlerine ait büyük bir ölçü-lendirmenin ışığında görmek gerek: "Gitmekle bul¬mak ve bulmakla gitmek aynı zamanda olmalıdır. Bi¬rinin öbüründen ayn bulunması caiz değildir!""1
Zümrüt peşindeki hazine avcısı, zümrüdün ne ol¬duğunu bilmek zorundadır ki bulduğunun zümrüt olup olmadığını arılayabilsin. Zümrüdün ne olduğunu bilmek onu bulmak demek değildir. Bulmak için ayn-ca aramak da gerekli.
Bulmak için aramak da yermiyor Aramaktan bı¬kıp usanmamak, pes etmemek de lâzım..
-"İnsanlar yaşama nedenlerini (varlık sebeplerini) pek çabuk öğreniyorlar, dedi yaşlı adam, gözlerinde beliren acıyla. Belki de gene aynı sebeple hemen pes ediyorlar."1""
Zümrüt peşindeki hazine avcısı 5 yıl boyunca hiç pes etmeden tam dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz taş kırdı ve tam da bulmaya bir tek taş kalmışken bu işten vazgeçiyordu ki, Salem Kralı imdada yetişti... Hafiye'nın işi ise çok daha zordu; o zümrüt gibi kolay tanınabilecek bir maddeyi aramı¬yordu... Ufuk'a ait bir söz, bir yazı, bir kelâm; bir meç¬hul... Bu "meçhul"ü "malûm" kılabilmek için bütün lügatleri elden geçirmesi gerekiyordu... Kimbilir kaç kere pes etmenin eşiğine geldi? Bilmiyoruz... Ve belki de tam bulmak üzere olduğu anda, vazgeçmenin eşi¬ğine gelmişken, hep gözünün önünde duranı buluver¬di: "Dünya Çapında Bir Hadise-Kaptan Kusto Müslü¬man!.."
Simyacı'daki Salem Kralı, bizim "himmet" dediği¬miz şeyin surete bürünmüş şekli olabilir mi?

"Kişinin kendini bilmesi kadar büyük irfan olmaz"...
Görme fiili bize içeriden dışarıya doğru gerçekle¬şen bir fiil gibi gelir: Bir şey içimizden gözlerimiz vasıtasiyle dışarıya doğru bakar ve gördüklerini bize söy¬ler...
Halbuki, bizim diğerlerinden en farklı parçamız çehremizdir ve çehremizi doğrudan görmemizse mümkün değil... Bunun için aynanın yardımı gerektir. Biz çehremizi ancak ayna vasıtasıyla görebiliriz... Peki daha önce çehremizi hiç görmediğimize göre aynada gördüğümüz çehrenin "biz"e ait olduğunu nasıl bili¬riz? Bu ancak "ayna"ya inanmakla mümkün... Halbu¬ki aynalar farklı farklı... Düz aynada farklı bir çehre, iç¬bükey aynada farklı bir çehre, dışbükey aynada farklı bir çehre, hem içbükey hem dışbükey aynanın birlikte olduğu aynada daha farklı... Lunnparklardaki aynala¬rı hatırlayın; aynaların yüzey yapısı boyunca kaç tane "biz" çıkıyor ortaya... Peki hangi ayna doğru söylü¬yor?
Ayna meselesini bir an unutsak bile, bir de çehre¬mi/in her an değişmesi gerçeği var... Çehremizde de¬ğişmeler boyunca değişmeyen şey nedir ki, çocuklu¬ğunuzu hiç görmemiş evladınız sizi ilkokul arkadaşla¬rınızla birlikte çektirdiğiniz fotoğrafın içinde tanıyabi¬liyor...
Bu spekülasyon uzar gider; sözü şuraya getirece¬ğiz: Kişinin kendisini bilmesi, "Ben kimim?" sorusu¬nun cevabını bulmasına bağlıdır...
Aynaların çoğu yalan söyler...
Mesele "Aynadaki yalan"ı aşabilmekte...
" 'Ben kimim?' diye sormak, 'ölüm nedir?' diye sormakla birdir... 'Ben'... Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımı/ hadiseler dizisinden iba¬ret!../'Ben kimim?' ve "Ölüm nedir?' sorusunun biti¬şikliği üzerinde, nevî şahsıma mahsus bir nefs mura¬kabesi... Hayat ve ölüm... Alındığı yere nisbetle, meç¬hul bir malûm veya malûm bir meçhul... Bütün dava, hayatın gayesi, malûmu meçhullükten kurtarmak ve meçhulü malûm kılmak!.."'"
Hafiye, Tilki Günlüğü'nü ortaya çıkaran sebepler¬den birini böyle ifade ediyor... Ve bi/ buradan hemen Simyacı'ya geçiyoruz. Eser Yunan Mitolojisi'ndeki Narkissos efsanesiyle başlıyor...
Yakışıldı Narkissos gölde kendi görüntüsünü gö¬rür ve bu görüntüye vurulur. Ondan sonra hergün o gölün kenarına gidip kendini seyretmeye başlar. Or¬man tanrıçaları Oreas'lar da Narkissos'a vurgundur ama o kendi güzelliğinin sarhoşluğu içinde onların farkında bile değildir. Ve günün birinde yine kendi gö¬rüntüsünü hayran hayran seyrederken göle düşüp bo¬ğulur... Onun göle düşüp boğulduğu yerde bir çiçek açar ve bu çiçeğe nergis adı verilir.

Nergis için küçük bir not...
Nergis, Divan Edebiyatı'nda "sevgilinin mahmur gözleri"nin simgesi olarak kullanılır. Bu tedai de nere¬den çıktı? Aşağıdaki paragrafta göreceğiz.

"Sevgilinin gözü"ndeki cazibenin sırrı nedir?..
Herkesin bir çift gözü vardır; âmâlar hariç...
Herkeste olan birşey sevgili'de niçin bu kadar gü¬zel görünür, neden bu kadar caziptir ve neden insanı hayran bırakıp sarhoş eder?
Simyacı'da Narkissos'un hikâyesinin sonunu, Oscar Wilde'ın biraz değiştirerek bir kitabına aldığından bahsediliyor. VVilde'ın bu zarif değişikliği şöyle:
"Tatiı su gölünün kıyısına gelen orman tanrıçaları Oreas'larm onu acı bir gözyaşı kavanozuna dönüşmüş olarak bulduklarını yazıyordu Oscar Wilde.
-Neden ağlıyorsun? diye sormuş Oreas'lar.
-Narkissos için ağlıyorum, diye cevap vermiş göl.
-Ne var bunda şaşılacak, demiş bunun üzerine or¬man tanrıçaları. Bizler ormanlarda boşu boşuna onun peşinden dolanır dururduk, ama onun güzelliğini yal¬nızca sen görebilirdin yakından.
-Narkissos yakışıklı bir genç miydi? diye sormuş göl.
-Bunu senden daha iyi kim bilebilir ki? diye karşı¬lık vermiş iyice şaşıran Oreas'lar. O her gün senin kıyı¬larına gelip sularına bakıyordu!
Göl bir süre sessiz kalmış. Sonra şöyle konuşmuş:
-Narkissos için ağlıyorum, ama onun yakışıklı ol¬duğunu hiç farketmemiştim ben. Narkissos için ağlı¬yorum, çünkü sularıma eğildiği zaman, GÖZLERݬNİN DERİNLİKLERİNDE KENDi GÜZELLİĞİMİN YANSIMASINI GÖREBİLİYORDUM."""1
Evet herkeste bir çift göz vardır ama sevgilinin gözleri bir başka gelir bize... Onları bir başka sever, bir başka hayran oluruz... Niçin? Onlarda kendimizi gör¬düğümüz için mi?
Peki "biz" kimiz?
Ne diyordu Sayın Mirzabeyoğlu: "Ben kimim?" diye sormak, "Ölüm nedir?" diye sormakla birdir...
O zaman soruyu "Ölüm nedir?" diye sormak da mümkün...
Cevabı da Hz. Mevlâna'da var "Şeb-i aruz-Düğün günü"... Visal zamanı...
"Mü'min mü'minin aynasıdır"dan, "Kendini bi¬len Rabbini bildi"ye uzanan çok zengin, çok derin te¬dailer zinciri kurulabilir bu babda...
Ama biz Simyacı'nın İspanyol çobanına dönelim...
Canım Endülüs... Zarif Endülüs... Derin Endülüs...
Muhiddin-i Arabî gibi bir güneşi doğuran ve o gü¬neşin aydınlığıyla fikir bahçeleri sayısız çiçeklerle do¬lan Endülüs...
".. X. yy'da İspanyolların büyük bir çoğunluğu müslümanken, 1600’de, İspanya'nın nüfusunun sekiz milyon olduğu tarihte, hıristiyanlaştırmaya karşı dire¬nen müslümanlann yalnızca sekiz yüz bin dolayında olduğu sanılmaktadır. Bunlardan yaklaşık altı yüz bi¬ni Kuzey Afrika'ya gönderilmek üzere yurtlarından kovulacak, dört yüz elli bin kadarı kötü yolculuk koşullarında hayatını kaybedecekti. Gastilla'nın, musevi yurttaşlardan sonra, müslüman yurttaşlardan da kurtulurken kazandığı, onların geride bıraktıkları zengin¬likler olacaktır. Bunlara el konulmasını meşrulaştır¬mak için de, geleneksel ayırımcı mantıkla, müslümanların "doğruluğu tartışılamayacak hrristiyan ilkelere aykırı!" sefih bir hayat sürdükleri iddia edilecektir./ Ama o dönem İspanya'sının ekonomik ve askeri üs¬tünlük yanında, göz kamaştırıcı bir fikri üstünlük de sergilemesini sağlayan en önemli etkenlerden biri, acı¬masızca kovulan eski yurttaşların bıraktığı kültürel mirastı. X. yüzyılda dünyanın en ayrıcalıklı bölgesi olan Endülüs, örneği pek az görülmüş bir dinî ve fikri hoşgörüyle, özgürlüğün merkezi olmuştu. Ramon Menendez Pidal'e göre, IX. ve XII. yy’lar arasında, dünya¬nın en büyük uygarlığı olan Arap uygarlığının ve La¬tin kültürüne açıkça üstün olan Arap kültürünün ağır¬lıklı bir etkisi vardı. İspanya'nın güneyi ya da Endülüs, gelenekleri, sanatı ve ideolojisi açısından İspanyollaşmış bir İslâm dünyası olarak, Avrupa'dan kopuk bir Asya-Afrika kültürel alanının parçasıydı. Avrupa'ya daha yakın hrristiyan kuzey İspanya'ysa, güneyin kül¬türel etkisini taşıyor ve Batı'yla Doğu arasında bağlan¬tıyı sağlayan önemli bir tarihî rol oynuyordu. İspanya durağan bir Avrupa'ya fikrî, edebî, ilmî ve teknik can¬lılık kazandıran ülkeydi. Bir iddiaya göre, X. y.y’da yal¬nızca Cordoba'da yarım milyon insan yaşıyordu ve kentte iki vüz bin ev, altmış bin konak, altı yüz cami, yedi yüz hamam ve yetmiş kütüphane bulunuyordu. Müslümanlar, İspanya'ya her şeyden önce, yeni bir ta¬rım tekniği kazandırarak, bu ülkeyi Avrupa'nın diğer ülkelerinin önüne geçirmişlerdi. Hayvancılık ve özel¬likle at yetiştiriciliği çok gelişmişti. Geleceğin şövalyelerinin binecekleri yarım kan arap atlârını, müslümanlar yetiştirmeye başlamışlardı. Cordoba'nın kalkanları, Toledo'nun kılıçları tüm dünyada ün salmıştı. Murcia, bakırcılık ve demircilikte en gözde kentti. Malağa, yakutlarıyla dillerdeydi. Yine Cordoba, dünyanın derici¬lik, halıcılık ve kumaşçılık alanındaki en üretken böl¬gelerinden biriydi. Ve Hollandalı bir bilginin aktardığı kadarıyla, o dönemde, Avrupa, kilise tekelinde, bilgi kırıntılarıyla gün geçirirken, Endülüs'te hemen herkes okuma ve yazma biliyordu. Bu dünyada, Kenan'ın sözcükleriyle, 'aynı dili konuşan, aynı şiirleri okuyan, aynı edebî ve bilimsel etkinliklere katılan müslümanlar, museviler ve hıristiyanlar, insanlar arasında varo¬labilecek tüm engelleri kaldırmışlar, ortak bir uygarlık adına, hep birlikte, gönülden çaba göstermişlerdi; bin¬lerce öğrenciyi toplayan Cordoba camileri, etkin felse¬fî ve bilimsel çalışma merkezlerine dönüşmüşlerdi'. Değil yalnızca Avrupa'da, Arap dünyasında bile, Bağdad ve Kahire üniversitelerini aşarak, birinci sıraya ge¬çen Cordoba üniversitesinde, felsefe, matematik, ast¬ronomi, simya ve tıp dallarında büyük bir etkinlik gö¬rülüyordu.'""

İşte Batı kaynaklarından derlenmiş kısa bir Endü¬lüs tarihi...
Akademya'nın sinema etkinliklerinde gösterdiği Güvercin Gerdanlığı filmini seyredenler, Endülüs'ün ne kadar zengin, hummalı, derin ve zarif bir kültür ik¬limi kurduğunu daha rahat hayâl edebilirler...

Kimler geldi kimler geçti Endülüs'ten...
Sayın Cemal Bâli Akal'ın "Modern Düşüncenin Doğuşu-İspanyol Altın Çağı" isimli nitelikli eserinden özetleyelim; ve hemen belirtelim ki burada isimleri zikredilenler Hıristiyanların baştanbaşa yakıp yıktığı ve yağma ve talan ettiği, büyük insan ve kültür kıyımı¬na rağmen isimleri ve eserleri bugünlere gelmiş olan¬lardır. Daha kimbilir hangi kıymetli insanlar o vahşî kıyım içinde hem isimleri, hem cisimleri, hem de eser¬leriyle kaybolup gittiler... Endülüs'ün derin ve zarif müslümanlarını burada rahmetle anıyoruz:
El tasrif li-men acize an el telif isimli tıp ansiklo¬pedisinin yazarı Ebülkasım el Zehravî (Albucasis) ki, atardamarları bağlamak gibi çarpıcı cerrahi yenilikle¬rin mucidiydi ve tüm Avrupa ameliyat olmak için onun çalıştığı üniversiteye akıyordu.
Toledolu İbn Vâfid...
Kitab ül-havâss ve Kitâb ul edviye'nin yazarı Sevillalı İbn Zühr (Abulelizor), onun oğlu olan ve peri-kardit iltihabıyla, mide kanserini ilk tanımlayan Kitâb üt-teysîr fi'l müdâvâti ve't tedbir'in yazarı İbn Zühr (Avenzoar)...
Kitab ül-câmi'li müfredatül edviye ve'l-agziye'nin yazan ve döneminin en büyük botanisti sayılan Malagah İbn'ül Baytar...
Sevillalı İbn'ül Avvam tarım konusunda Ortaçağın önemli eserlerinden Kitab'ül-Filaha'yı yazmış¬tı..'.
Seçkin gökbilimciler, tarihçiler, dilbilimciler, şair¬ler... Bu erken İspanyol Altın Çağlında belirmişti...
Felsefe alanındaysa, bir çok büyük mütefekkir ye¬tişmişti: Cordobalı İbn Meserre (883-931) felsefeyle ta¬savvufu bağdaştıran bir öğretiyi Batı düşüncesine taşı¬yan Endülüslü olmuştu... Cordobalı bir şair, tarihçi ve din bilgini İbn Hazm (994-1064)'rn dört yüzden fazla eseri olduğu rivayet ediliyor. İbn Hazm'ın Hıristiyan¬ların "Kutsal Kitabı"nda ortaya çıkardığı çelişkilerin farkına Batı O’ndan beşyüzyıl sonra varacaktı.
Platon ve Farabî'den yola çıkarak yetkin yönetim ve erdemli davranışlar üstüne yazan Zaragozalı İbn Bacce (Avempace), İbn Tufeyl ve İbn Rüşd'ü etkile¬mişti...
Cadizli İbn Tufeyl (Abubacer) (1106-1185), Hayy bin Yekzan isimli kitabının 1671'de Latinceye çevrilmesiyle, Daniel Defoe'nun Robinson Crusoe'suna il¬ham kaynağı olmuştu. Aynı kitap Baltasar Gracian gi¬bi birçok Altın Çağ düşünürünü de yönlendirmiş ola¬bilir.
Cordobalı İbn Rüşd (1126-1198) felsefeci olarak Batı düşüncesini derinden etkilemiş ve Batı düşüncesi¬nin skolastik yapısının kırılarak rasyonalizme geçişini sağlamıştı.
Sevillalı İbn'ül Arabî de eserleriyle bugün bile dünyayı aydınlatmaya devam ediyor...
Budd-ül-ârif kitabıyla meşhur Murcialı İbn Sebin...
Ortaçağ’ını en büyük mütefekkirlerinden ve tarih¬çilerinden biri olan Granadalı İbn'ül Hatip (1313-1375), tıptan tarihe, şiirden felsefeye altmışı aşkın eser vermiş...""

Etkileriyle Endülüs...
Coelho'nun sözkonusu iki eseri de İspanya'da ge¬çiyor ve bu eserlerden özellikle Simyacı'da İslâm ta¬savvuf ve tefekkürünün izleri açıkça görünüyor. En¬dülüs'ü tanımadan ne İspanya'yı ne Simyacı'yı ve ne de Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım'daki derinliklerin kaynağını anlayabiliriz. O sebeple son defa yine Endülüs'e dönüyoruz:
"Bu (Endülüslü) müslüman ve musevi düşünür¬ler, bilim adamları, sanatçılar Batı'yı Antik Çağ düşün¬cesiyle karşılaştırarak oluşturan öncülerdi. Onların saygınlığı, Cordoba (Kurtuba), Sevilla (İşbiliye), Toledo (Tuleytule), Zaragoza (Sarakusti), Granada (Gırna¬ta), Cadiz (Kadis), Murcia (Münşiye)... gibi kentlerin görkemli eğitim kurumlarına, tüm hrristiyan Avru¬pa'nın laik ya da din adamı aydınlan çekmişti. Ama aynı kurumlar, hıristiyan egemenliğine geçildikten sonra da, güçlü miraslarıyla, büyük düşünsel etkinlik odaklan olarak varlıklarını sürdürmüş, Altın Çağ'a damgalarını vurmuşlardı... Bu gerçeğin somut kanıtı, "mozarap" diye adlandırılan katolik din adamlarının bıraktığı arapça yazılmış metinlerdir: MÜSLÜMAN İSPANYA'NIN HIRİSTİYAN AYDINLARI, YOĞUN BİR DÜŞÜNSEL VE KÜLTÜREL HAYATIN CAZİBE¬SİNE KAPILMIŞLARDI. DİNÎ İŞLEVLERİNDE LATİNCEYİ KULLANMAK ZORUNDA OLSALAR DA, KÜLTÜR DİLLERİ ARAPÇAYDI. HENÜZ DİNÎ KİN¬LERİN YEŞERMEDİĞİ YARIMADA, ÇOK KÜLTÜR¬LÜ YAPISINI KUZEYDEKİ HIRİSTİYAN TOPRAK LARA TAŞIYOR, MOZARAPLAR BURADAKİ MA¬NASTIRLARDA GÖREV ALIYORLARDI... BUNA KARŞILIK, HIRİSTİYAN KRALLAR DA, GELECE¬ĞİN EGEMENLERİ OLACAK VELİAHTLARI, EĞݬTİM YAPMAYA, MÜSLÜMAN ÜNİVERSİTELERݬNE GÖNDERİYORLARDI... İŞTE KATOLİK EGE¬MENLİĞİNİ HER TÜRLÜ KAYGININ ÖNÜNE ÇI¬KARAN EMPERYALİST DÜŞÜNÜRLERİN GÖR¬MEZDEN GELMEYE ÇALIŞACAĞI ŞEY BU GELE¬NEKTİR: Avrupa Ortaçağ'ının, müslüman ve musevî uygarlıklardan soyutlanamayacak bir dönem olma-
Böylesine derin, böylesine zarif, böylesine güçlü, böylesine cazip, böylesine engin bir kültürel iklim kur¬muş Endülüs müslümanları... Hem de nerede? Avru¬pa'nın güneybatı ucunda... Avrupa'nın içinde yani... Avrupa Ortaçağ karanlıkları içinde yaşarken üstelik...
İspanyolca, Arapça, Latince... Üç lisan da Endü¬lüslüler tarafından bilinen ve kullanılan lisanlar... Arapça'dan İspanyolca'ya, Arapça’dan Latince'ye, La¬tince'den Arapça'ya, Latince'den İspanyolca ve Arap¬ça'ya kolay ve doğru tercümelerin mümkün olduğu bir kültürel iklim... Bu iklim sayesinde hem İslâm kül¬türünün temel eserleri ve hem de eski Yunan kültü¬rüyle yeniden tanışıyor Avrupa... Eski Yunan eserle¬riyle köklerini yeniden bulurken, İslâm kültürünün te¬mel eserlerinden çoğu zaman referans göstermeden yaptığı iktibaslarla Rönesans ve Rönesans sonrası Batı düşüncesini inşa ediyor...
Etkileriyle Endülüs'ü tek cümleyle ifade etmek is¬tersek, İbda Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu'nun şu cümlesi "efradını cami ve ağyarına mâni" bir şekilde meramımızı ifadeye kâfidir: “Şayet Batı'nın İslâm bü¬yüklerinden çaldıklarını geri alırsak, Avrupalılara kupkuru bir mağara hayatı kalır.”
Coelho'nun iki romanı da bu münbit topraklarda geçiyor... Bu romanlardaki derinlik, incelik ve hikmet adına rastladığımız her ne varsa keramet Coelho'dan ziyade bu toprakların özünde aranmak. Coelho'nun tâ Brezilya'dan gelerek bunun farkına varması ise başlı-başma bir takdir ve hayret mevzuu: Hele dünyanın en büyük imparatorluklarından birini doğurmuş Anado¬lu topraklan üzerinde yaşayıp da bundan bihaber olan romancı müsveddelerinin bolluğunu görünce, bu tak¬dir ve hayretimiz daha da artıyor...

Simyacı'daki "ince ve derin İslâm"ın izleri...
BD-İBDA Külliyatı'na âşinâ olanlar, tasavvufun İslâmın derinlik buudu olduğunu bilirler
İslâmın dışı Şeriat, içi Tasavvuf... O'nu, kâinatın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Allah Sevgilisini, üze¬rinde bütün hilkat mimarisinin ışıldadığı bir saray farzedecek olursanız, Şeriat o sarayın dışı, Tasavvuf da içidir. Bütün ölçüler ve geçitler dışarıda, varış ve eriş¬ler de içeride... / İslâmın topyekûn ruhu, hikmeti, ahlâ¬kı, edebi, eşya ve hâdiselere bakışı, bu dünya ve ötele¬rin dış ve iç nizam sun, var oluş sebebi, ölümsüzlük yolu, bütün illiyetler ve gâiyetler, her şey, her şey ta¬savvufta..."""
BD-İBDA Fikriyatı'nın bağlıları bunu bildikleri için İslâmı bir materyalist, bir rasyonalist, bir pozitivist gibi yorumlayan 'sapık ekollerin tarihî köklerine de; o köklerin bugünkü uzantıları olan Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan kökenli tilmizleriyle, bu cücele¬rin TC'deki mukallidlerine karşı oldukları kadar, Ta¬savvufu şeklî bir taklid olarak yaşatmaya çalışan ve gerçeğinin yanında "mürid" bile olamayacak sahte şeyhlerle, bunlara körü körüne "bağlı" mürid taslakla¬rına da karşıdır. Büyük Doğu-İbda fikriyatının temeli olduğu kadar temel muharriki (dinamiği) de olan ger¬çek islâm Tasavvufu ile onun herbiri birer yıldız gibi parlayan önderleri karşısında ise "Sonsuzluk kervanı peşinizde ben, üç ayakla seken topal köpeğim/ Bastı¬ğınız yerleri tek tek öpeyim" düsturuyla hareket eder¬ler.
Tasavvuf konusunda müslümanlık iddiasında ol¬dukları halde onu inkâr ve iptale çalışan mankafalarla, onu kendi düşünce kalıpları içinde fevkalade yanlış anlayan Batılıların aynı noktada nasıl birleştiklerini Merhum Üstadımızdan okuyalım:
"İslâm tasavvufu karşısında apışan ve gözleri ka¬maşan, Batılı, daima olduğu gibi, onu, dış ve aldatıcı çizgileri içinde heceleyip (Neo-Plâtonizm-Nev Eflâtuniye-Yeni Eflâtun'culuk) mektebine bağlamış, sonra¬dan kurulma bu mektepten aparılma bir müessise di¬ye göstermeye yeltenmiş ve İslâmı yalnız zahir planın¬daki dış mimarîsinden ibaret bırakmak istemiş; tasav¬vufun mutlak olarak Allah Resulünden gelici ve O'nun kâinat özü mukaddes bâtınından fışkına ebedî hayat mâdeni olduğunu anlayamamıştır./ İslâmdan sekiz asır sonra türeyen bazı maddeci mankafalar da, tasavvufu topyekûn inkâra varmışlar, böylece üç bu-udlu din hacmini derinlik buudundan ayırıp satıh ha¬line getirmişler ve yine böylece, ister istemez batılı gö¬rüşle birleştiklerinin ve ona destek olduklarının farkına varamamışlardır."14'

Bu çerçevede Simyacı'ya bakalım:
-"Bir rüyayı gerçekleş¬tirme ihtimali hayatı ilginçleştiriyor..."
-"Rüyalar Tanrının di¬liyle konuşurlar. Tanrı dün¬yanın diliyle konuşursa bu¬nun yorumunu yapabilirim. Ama ruhun diliyle konuşur¬sa bunu yalnızca sen anlayabilirsin."'42'
-"Basit şeyler en olağa¬nüstü şeylerdir ve yalnızca bilginler anlayabilirler bunları""*
-"Ben yalnızca rüyaları yorumluyorum. Bunları ger¬çeğe dönüştürme gücüm yok benim."
-"Papaz okulunda oldu¬ğu gibi, insan her zaman ay¬nı nişanlan görürse, bunları hayatının bir parçası sayma¬ya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu sebeple, hayatımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, can¬lan sıkılır. Çünkü efendim, herkes bizim nasıl yaşamamamız gerektiğini elifi elifi¬ne bildiğine inanır./ Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilmez. Tıpkı şu, rüyaları gerçeğe dönüştürmeyi bece¬remediği halde rüya yorumlayan cadı gibi."*
-"Kim olursan ol, ne yaparsan yap, bütün yüreğin¬le gerçekten bir şey istediğin zaman, Evrenin Ruhu'nda bu istek oluşur. Bu senin yeryüzündeki özel görevindir./ (...) Dünyanın Ruhu insanların mutlulu¬ğuyla beslenir. Veya mutsuzluklarıyla, arzuyla, kıs¬kançlıkla... Kendi Kişisel Menkıbesi'ni gerçekleştir¬mek insanların biricik gerçek yükümlülüğüdür. Her şey bir ve tek şeydir. Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar.""*
-"İnsan hayal ettiği şeyi gerçekleştirmesi için^her zaman imkân bulunduğunu bir türlü anlamadı.'""
-"Hazineleri, seller toprağın altından çıkartırlar, gene seller toprağa gömerler..."'*1
-"Ama ne olursa olsun, hayatta her şeyin bir bede¬li olduğunu öğrenmek senin için iyi bir şey. Işığın Sa¬vaşçılarının öğretmeye çalıştıkları da budur zaten."
-" 'Koyunlarımla hazine arasında kaldım' diye dü¬şündü. Karar vermek, alıştığı şey ile sahip olmayı çok istediği şey arasında bir seçim yapmak zorundaydı."50
-"Rüzgârın özgürlüğünü kıs¬kandı delikanlı ve onun gibi olabileceğini anladı. Kendi¬sinden başka hiç bir şey engel değildi buna.../ Koyunlar, tüccarın kızı, Endülüs kırları onun Kişisel Menkıbesi'nin menzillerinden başka bir şey değillerdi."''
-"Hazineye ulaşmak için işa¬retlere dikkat etmen gereki¬yor. Tanrı, herkesin izlemesi gereken yolu yeryüzüne çiz¬miştir, yazmıştır. Senin yap¬man gereken, senin için yaz¬dıklarını okumak yalnızca.""" -"Her şeyin bir ve tek şey ol¬duğunu asla unutma. Simge¬lerin dilini unutma. Ve özel¬likle, kimsi.'! Menkıbe'nin so¬nuna kadar gitmeyi unut¬ma.""1
-"Yaşlı kral ona simgelerden sözetmişti. Boğazı geçerken simgeleri düşünmüştü. Evet, onur, nelerden söz ettiğini çok iyi biliyordu: Endülüs kırla¬rında geçirdiği zaman içinde, izlemesi gerekli yolla ilgili işaretleri yeryüzünde ve gökyüzünde okumaya alışmıştı. Fa¬lanca kuşun varlığı yakınlar¬da bir yılan bulunduğunun işaretiydi; filanca çalı ise çev¬rede su bulunduğunun belirtisiydi. Bunları öğrenmişti. Bunları koyunlar öğretmişti ona./ Tanrı koyunları böyle¬sine iyi güdüyorsa, bir insanı da güdecektir' dive düşündü ve içinin rahatladığını hissetti."01
-"Ben de herkes gibiyim: Dünya gerçeklerine ol¬duğu gibi değil de olmalarını istediğim gibi bakıyo-rum."1"
-"Biraz u/aklaşmıştı ki, barakayı iki kişinin kurdu¬ğu aklına geldi, bunlardan biri Arapça, öteki İspanyol¬ca konuşuyordu. Yine de pek güzel anlaşmışa ikisi./ 'Kelimelerin ötesinde bir dil var* diye düşündü. (...) 'Kelimelere ihtiyaç duymayan bu dili öğrenmeyi başa-nrsam, dünyayı kavramayı başaracağım.' "*
-" 'insanlar durmadan işaretlerden söz ediyorlar' diye düşündü çoban. 'Ama tam olarak neden söz ettik¬lerini bilmiyorlar. Tıpkı, yıllardır benim koyunlarımla kelimesiz bir dille konuşmuş olduğumu fark etmemiş olmam gibi.' ""''
-"Sadece Piramitleri görmek için çölü geçmek iste¬yen birini tanımıyorum buralarda, dedi Tüccar. Bir taş yığınından başka bir şey değiller. Kendi bahçene ken¬di piramitini dikebilirsin."1*
-"Herkes kendi düşlerini aynı şekilde görmez; kendince görür."""
-"Hayallerinden asla vazgeçme, demişti yaşlı kral. Simgelere dikkat et."""
-"Yeryüzünde herkesin anladığı bir dil vardır ve kendisi, dükkânı geliştirirken bu dilden yararlanmış¬tır. Bu, coşkunun dilidir, arzu edilen veya inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan gi¬rişimlerin dilidir."'"'
-"Hayatta, her şey işarettir, dedi İngiliz, okumakta olduğu dergiyi kapatarak. Evren, herkesin anlayacağı bir dilde varolmuştur, ama insanlar unutmuştur bu di¬li. Bir çok şeyle birlikte bu Evrensel Dil'i bilen birini bulmam gerekiyor. Bir Simyacı.""'2
-" 'Rastlantı yoktur1, dedi İngiliz, (...) Delikanlı ne¬yin söz konusu olduğunu çok iyi biliyordu: Bir şeyi bir başka şeye bağlayan, kendisini çoban olmaya yönlen¬diren, aynı rüyayı bir kaç kez görmesine, Afrika'ya ya¬kın bir kente gelmesine, bir alanda bir krala rastlama¬sına, bir hırsız tarafından soyulmasına ve bunun sonu¬cu olarak da bir billûriye tiiccanyla tanışmasına, vb... yol açan gizemli bir zincir, sırrt bir bağ."
-"Kendisi de, kimbilir bütün insanların geçmişine ve şimdisine tanıklık eden şu ünlü Evrensel Dil'i öğ¬renmekteydi belki? 'Önseziler" derdi annesi sık sık. Önsezilerin, içinde bütün insan hayatlarının bir bütün oluşturacak şekilde birbirine bağlandığı hayat ırmağı¬nın evrensel akışına ruhun yaptığı ani dalışlar olduğu¬nu anlamaya başlamıştı: Öyle ki, her şey yazılı olduğu için, her şeyi bilebilirdik."''
-"Kimse bilinmezden korkmamalı, çünkü herkes istediği ve ihtiyaç duyduğu şeyi ele geçirebilir./ İster hayatımız, ister ekin tarlalarımız olsun, sahip olduğu¬muz şeyleri yitirmekten korkarız. Ama hayat hikâye¬miz ile dünya tarihinin eynı EL tarafından yazılmış ol¬duğunu anladığımız zaman, bunu anlar anlamaz, bu korku uçup gider."""
Sözün burasında Hz. Ömer'in "Ben iki şeyden korkmam: Bir, olmuş olandan, iki, olacak olandan. Zi¬ra olmuş olan olmuştur, olacak olan da olacaktır." de¬diğini hatırlayıp, Simyacı'nın kader sun, simgelerin dili, insanın sim, kainatın sim hakkında İslâm Tasav¬vufu merdivenlerini kullanarak oldukça derinlere in¬diğini görüyoruz. Özellikle ibda Fikriyatı'na âşinâ olanlar için çok zengin tedailerle yüklü bu eseri okur¬ken Hakikat-i Ferdiyye, "Geist-malûm", "Ruhun birli¬ği", "Üst dil, üst mânâ", "Lisan sırrı", "Sır idraki" gibi bir çok önemli kavram ve bahisleri hatırlamamaları mümkün değil. Sadece hatırlamak değil, onları yerli yerine oturtmaya da çok yardıma olabilecek bir eser. Böyle olduğu için de bir makale çerçevesi içinde bütün herşeyi ifade etmemiz mümkün değil. Sözü uzatma¬mak için "Simgelerin dili" ve "Evrensel dil" bahsi çer¬çevesinde Ericn Fromm'a kısaca bir gözattıktan sonra Tilki Günlüğü'ne yeniden geleceği/.
"Rüyalar, Masallar, Mitoslar": Üzerimizden Rasyonalizm ve Pozitivizm silindiri geçtiği için unuttuğumuz Evrensel dil...
"Bu eser, sembol dilini anlayabilmek için yazılmış bir 'giriş'tir. Bu sebepten dolayı, sembol dili alanında¬ki bir çok karmaşık meseleleri irdelemedim. (...) Şunu bir kez daha vurgulamak isterim. Bu kitap, unutulmuş bir dili yeniden anlamamıza yardımcı olabilmek için yazılmıştır. (...) Eğer sembol dili, iddia edildiği gibi başlı başına bir dil ise ve gerçekten de insanlığın geliş-tirilebildiği tek evrensel dil olma özelliğini taşıyorsa, amacımız onu yorumlamak değil, onu bütünüyle an¬lamak olmalıdır. Çünkü ortada suni olarak üretilmiş gizli bir kod yoktur. Öyleyse yorum yapmaya da ge¬rek kalmamaktadır. (...) Bence"bu yüzden yüksekokul ve üniversitelerimizde 'yabana dil' derslerinin yanın¬da 'sembol dili' dersleri de verilmelidir."'"'
"Çevremizin bize zorla giydirdiği kıyafeti uyku¬muzda üstümüzden çekip atanz. Böylece (ve ancak o zaman) bize belki de ürkütücü gibi gelebilecek bir öz¬gürlüğün farkına vannz. Rüyâsal gerçeklik içinde ar¬tık her arzumuz gerçek olabilir. Usta bir insan, kendi¬sini anlayabilmek için, rüyalarını anlamaya çakşır./ Ama bu, ayrıntılara takılmış bir çaba olmaktan çok, ki¬şiliğin genel kalitesini anlamaya yöneliktir."""
"Hepimiz rüya görürüz. Onları anlamayız, ama yine de uyurken sanki böyle birşey olmuyormuş gibi davranırız. (...) Uyumadığımız zaman ne yapıyoruz, onu bir düşünelim. Aktif, akıla, istediği şeyi elde et¬mek için yılmadan uğraşan ve kendini saldırılara kar¬şı koruyan varlıklar gibi davranıyoruz. Uyanık ve göz¬lemci bir biçimde çevremizi algılıyoruz, belki de, aslın¬da göründüklerinden çok farklı olan bazı görüntüleri 'gerçek' diye kabul ediyoruz. (...) Biz insanların çalış¬kan oldukları söylenebilir, ama ne yazık ki, hayâl gücümüz eksiktir. Günboyu gördüklerimize 'gerçek' di¬yoruz ve sahip olduğumuz bu gerçekliği, 'tek gerçek biçimi' olarak algılıyoruz."'"''
"Rüyalarımızın çoğu, ortak bir özelliğe sahiptir¬ler; uyanık halimizin en büyük özelliği olan mantık kurallarına uymazlar. Orada mekân ve zaman kate¬gorileri de artık geçersizdir. (...) Uykumuzda zamana olduğu kadar, mekânın kurallarına da uymayız. Uzak bir yere bir anda gitmek, iki farklı yerde aynı anda bu¬lunmak, iki değişik insanı bir tek insan olarak görmek veya bir inşam ansızın başka bir insana dönüştürmek, bizim için hiç de zor değildir. Kısaca; bedenimizin fa¬aliyetine sınırlar koyan zaman ve mekânın kayboldu¬ğu bir dünyayı, rüyalarımızda yaratmak pek kolay¬dır. (...) Rüya görürken, uyanık' durumda hiç fark etmediğimiz bir kaynağı kullanırız. Bu kaynak, adına bilinçaltı (veya bilinç dışı) dediğimiz, geçmiş hatıra ve tecrübelerden oluşan bir depodur."""
"Rüyaların tüm bu ilginç özelliklerine rağmen, şunu belirtmemiz de gereklidir. Eğer rüya görüyor¬sak, bu rüya yüzde yüz 'gerçek'tir ve uyanık halimi¬zin gerçekleri gibi tam olarak geçerlidir. Rüyada 'san¬ki, imiş' gibi durumlar' yoktur. Rüya, gerçek bir yaşa¬yıştır. Bir adım daha ileri giderek şunu da sorabiliriz: 'Gerçek nedir?' Rüyada gördüklerimizin değil de, uyanık iken gördüklerimizin gerçek olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Bu sorunu bir Çin şairi şöyle açıkla¬mıştır: 'Geçen gece rüyamda kelebek olduğumu gör¬düm. Ama şimdi, bir kelebek olduğunu düşünen bir insan mı yoksa insan olduğunu düşünen bir kelebek mi olduğumu kestiremiyorum.' "m
"Şimdi gelelim en şaşırtıcı noktaya: Uyku anında¬ki yaratıcılığımız ile ortaya çıkan rüyalar, insanlığın en eski eserlerinden olan mitoslara çok benzemekte¬dirler. (...) Tüm farklılıklarına rağmen, bütün mitos ve rüyaların ortak bir yanı vardır. Hepsinin anlatımı ay¬nıdır, sembolik bir dil ile yazılmışlardır./ Babil, Hint, Mısır, İbranî ve Grek mitosları gibi Ashanti ve Irokes mitosları da ortak bir dile sahiptirler. Bir New Yorklunun veya bir Parislinin bugün gördüğü bir rüya ile bir kaç bin yıl önce Atina'da veya Kudüs'te yaşamış olan bir insanın gördüğü rüya, birbirine çok benzer. Buna ek olarak, antik ve modern insanların rüyâlarındaki anlatım tarzı ile insanlık tarihi başlarında yaratılmış olan mitosların anlatım tarzı aynıdır."''
"(...) Sembol dili, gün boyu kullandığımız konuş¬ma dilinden çok farklı bir mantığa sahiptir. Bu dilin mantığında önemli olan zaman ve mekân değil, yo¬ğunluk, anlam ve çağrışımdır. Sembol dili, insanlığın geliştirdiği tek evrensel dildir ve tarihin akışı içinde oluşan bütün kültürler için aynıdır. Kendine has bir dilbilgisi ve cümle yapısı olan mitosların, masalların dilini anlayabilmek için, ilk önce bu sembol dilinin özelliklerini çözmemiz gerekecektir./ Çağımızın insa¬nı, uyumadığı zamanlarda sembol dilini unutmuş gi¬bi görünmektedir. Ayrıca, uyanık halimizdeyken bu dili anlamamız pek de öyle gerekli değilmiş gibi ge¬lir./ Geçmişte Doğu'nun ve Batı'nın büyük kültürle¬rinde yaşamış olan insanlar için mitoslar ve rüyalar, ruhun kendisini ortaya koyduğu en anlamlı ve en gü¬zel anlatım biçimi idi. O çağda, mitos ve rüyaları an¬lamamak, okuma-yazma bilmemek gibi olurdu her¬halde. Son birkaç yüzyılda ise Batı kültüründe bir de¬ğişim yasandı ve artık rüyalar ve mitoslara verilen önem giderek azalmaya başladı. Sözgelimi, mitoslara, bilim öncesi aklın basit ürünleri olarak bakılır oldu. (...)/ Modern aydınlanma çağının rüyalar hakkındaki görüşü ise daha olumsuzdu. O zamanlarda rüyaların saçma olduğuna ve yetişkin insanların bunlara önem vermemesi gerektiğine inanılıyordu. Bu insanlar ken¬dilerine 'realist' diyorlardı, çünkü onlar sahip oluna¬cak ve kullanılacak eşyaların realitesinden başka hiç bir realiteyi bilmiyor veya bilmek istemiyorlardı. Bu insanlar öylesine realistlerdi ki, her otomobil için öz¬gün bir isim bulmakta zorluk çekmezler, ama çok de¬ğişik his ve duygulara sebep olan 'sevgi'yi ancak bir tek kelime ile açıklayabilirlerdi. Çünkü duygusal ko¬nulardaki yaratıcılıkları, yalnızca o tek kelime ile sı¬nırlı idi/72
"... Sembol dilinin, herkes tarafından öğrenilmesi gereken tek yabancı dil olduğu inanandayım. Eğer bu dili anlayabilirsek, mitosları da anlayabiliriz. Ben¬ce mitoslar, bilgeliğin en önemli kaynaklarından biri¬dir. Ayrıca benliğimizin derinliğine inmemize ve giz¬li yönlerimizi anlamamıza yardıma olduğu da bir gerçektir./ Talmud (Berachot 55a) Şöyle der: 'Yorum¬lanmamış bir rüya, okunmamış bir mektuba benzer.' Gerçekten de mitos ve rüyalar, kendi kendimize gön¬derdiğimiz mesajlar gibidirler. Eğer bu dili anlayamazsak, insanlığın daha doğaya hükmedemediği çağ¬lardan bize aktarılan önemli bilgileri kavrayamaz ve kendi öz benliğimize giden o sırlarla dolu yolu keşfe¬denleyiz."'71
"... Tekniğin en son harikası olan karmaşık bir makinayı tarif etmek, çoğumuz için zor değildir. An¬cak çok basit bir tad alma duygusunu anlatmak için, gerekli kelimeleri bulmakta epey güçlük çekeriz./ Genelde bütün duygular için aynı problem geçerlidir. (...) Bir arkadaşımıza bu ruh halimizi anlatmak ister¬sek, herhalde kelimelerimiz çabucak tükenecektir. Belki ona birtakım şeyler anlata¬cağız. Ama sonunda, söyle¬diklerimizin, ruhumuzun o farklı renklerini tam olarak yansıtmadığını göreceğiz. (...) Oysa gördüğümüz bu rüya, ruh halimizi çok güzel bir şekilde tanımlamıştır. (...) Bu kısacık rüya yardımı ile sözlerle yaptığımızdan çok daha başarılı bir anla¬tımda bulunmuş olduk. Rü¬yamızda gördüğümüz bu sahne, bir duygumuzun sembolü idi. İşte rüyalarda çok yalın bir sembolle, çok karmaşık bir ruh halini, böylece anlatabilme imkânı buluyoruz./ (...) Bir sembo¬lü 'başka bir şeyin yerine ge¬çen, onun yerini alan, onu temsil eden' olarak tanımlarsak, önemli bir soruyu da hemen bunun peşinden sormamız doğru olur. 'Acaba sembolün kendisi ile sembolize ettiği şey arasında ne gibi bir ilişki vardır?' Bu soruyu cevaplayabilmek için, sembollerin üç türe ayrıldıklarını bilmemiz gerek¬mektedir. Bunlar sırasıyla; geleneksel, tesadüfi ve ev¬rensel sembollerdir. Son iki tür, iç dünyamızı ve hisle¬rimizi sanki algılarımızmış gibi açıklayabilen sembol¬lerdir. Ve yine bu iki sembol türü, sembol dilinin tipik özelliklerine sahiptirler."171
İnsan... Lisan... Sembol dili... Üst dil-üst mânâ... Hayat... Rüya... Hayâl... Hakikat... Tefsir... Tabir... "Ben kimim?"... "Gerçek ne?"... Ve Tilki Günlüğü...

Tilki Günlüğü'nü düşünürken...
Simyacı'yı okurken ister istemez Tilki Günlü¬ğü'nü düşünüyorsunuz...
Simyacı zatiyle önemli bir eser değil, Tilki Günlü¬ğü ile kıyaslanması da mümkün değil... Tilki Günlüğü'nde ancak bir "varidat" olabilecek bir eser.
Simyacı'nın önemi, Tilki Günlüğü bilmecesini çözmeye çalışanlar için zengin bir tedailer zinciri oluşturarak, bu bilmeceyi çözmede yardıma olmasın¬da...
Tek başına "simya ilmi" ve "simyacı" kavranılan bile bu bilmecenin çözümünde ne zengin tedailer oluşturuyor...
Bu makalenin bu kadar uza¬masının ve o mevzudan bu mevzuya insicamsız olarak sıçramalarının sebebi de bu tedai zenginliğinden... Tilki Günlüğü gerçekten "benzersiz" ve "muhteşem" bir eser... Çok yönlü, çok fonksiyonlu, çok zengin bir eser... Mânâsı kavrandıkça hakkında kütüphaneleri dol¬duracak kadar çok inceleme, araştırma, tabir ve tefsir yazı¬lacak bir eser... Sayın Gürsel Avcı'nın Akademya'da ya¬yınlanan "Ulysses ve Tilki Günlüğü" isimli konferansını dikkatle okursanızl73', bu tezimizdeki haklılığı hemen farkedebilirsiniz...
Tilki Günlüğü'nün çok önem¬li bir özelliği ve fonksiyonu da, Fromm'un tabiriyle "Tek Evrensel Dil Olan" ve modern zamanların rasyonalist ve pozitivist saldırılarıyla pestile dönmüş "realist" in¬sanının unuttuğu, unuttuğu için de "kim"liğini kay¬bettiği bu"üst din yeniden ihya ve bütün insanlığa iade edici oluşudur...
Gerek Simyacı'da ve gerekse Fromm'un yukarıda iktibaslar yaptığımız eserinde bahsolunan ama doğru olarak tarif edilmeyen bu evrensel dil, bizim kültürü¬müzde "havas lisânı-seçkinlerin lisânı" olarak bilinen ve ancak "velî"ler ile velîlerin dilinden anlayabilecek irfan erginliğine ermiş, büyük fikir ve ilim adamların¬ca, çok dar ve çok seçkin bir çerçevede konuşulup an¬laşılan ve oradan "avam-sıradan insanlara" doğru, derece derece ve "akıl ve anlayışları" nisbetince per¬delenerek, şifrelenerek indirilen ama, ruh taşıdığı için her insanın da ilham ve rüyalar yoluyla nasibince his¬sedar olduğu çok özel bir dildir. Bu dil Hazret-i Adem'den bu yana bütün insanî verimleri (Bilgi-hikmet-tecrübe) kuşaktan kuşağa, halklardan halklara ta¬şıma fonksiyonunu da haizdir. "Aydınlanma Çağı" insanı bu lisanı unuttuğu için sudan çıkmış balığa dönmüştür.
"İnsanlık" kavramının omurgası mahiyetinde olan bu "unutulmuş-unutturulmuş" evrensel tek lisân şimdi Tilki Günlüğü eliyle yeniden "ihya" edilmekte¬dir. Tilki Günlüğü'nün başkaca hiçbir fonksiyonu na¬zara alınmasa bile, sadece bu özelliği bütün insanlık için kurtarıcı bir nimettir ve herhalde "küfran-ı ni¬met" in vebalini bilen bütün irfan ehlince anlaşıldıkça, gerekli alâka ve saygıyı görmesi tabiîdir...
Bu kadar kıymetli ve mühim bir eserin müsved¬deleri TC'de "siyasî polis" tarafından "örgütsel dokü¬man" olarak nitelenmiş, televizyonda suç aleti olarak teşhir edilmiş ve DGM savcılarının iddianamesine suç delili olarak girmiştir... TC'nin hiçbir ayıp ve günahı olmasa bile sadece bu ayıp O'nun kıyamete kadar yu¬halanmasına kâfidir. Dünya tarihi; yasaklanan, yakı¬lan kitaplarla, cezalandırılan pek çok yazar görmüş¬tür. Ama bir "roman"ın "örgütsel doküman" olarak takdim ve kabul edilmesi vahşet ve kazmalığını ilk defa yaşamaktadır. Halen de bu vahşet, kazmalık sür¬mektedir: TEM'nin "İslâmla Mücadele" timlerinde "görevli" olan ve hayatlarında "kitab"ı ancak "suç aleti" olarak tanımış ve bu sebeple de asla yanına yak¬laşmamış "polis" memurları, ellerinde Tilki Günlüğü; oraya getirilen TC vatandaşlarına Tilki Günlüğü ve O'nun müellifi hakkında kendi akıllarınca "kara pro¬paganda" yapmaya çalışmaktadır: Ellerindeki kitabın hem kendileri, hem de bütün insanlık için paha biçilemeyecek kıymette bir hazine olduğunu asla anlamadan..
"Dünya dönüyor" dediği için yargılanan bilim adamı için asırlardır yas tutan ve günah çıkaran insa¬noğlu, Tilki Günlüğü ve müellifinin maruz kaldığı bu vahşet karşısında bakalım neler diyecek? Ömrü olan görür, ama bu denilecek olanların, bu eser ve müelli¬fine böyle bir vahşeti reva görenlerin yedi sülalesinin yüzünü utançtan kızartacak şeyler olacağını bilmek için, herhalde arifler zümresinden olma gereği yok...
Bu yüzden de "Piedra Irmağının Kıyısında" otu¬rup ne kadar ağlasak az gelir...

"Piedra Irmağının Kıyısında
Oturdum, Ağladım"...
"Piedra Irmağının kıyısında… …Oturdum ve ağla¬dım. Efsaneye göre, bu ırmağın sularına düşen herşey, yapraklar, böcekler, kuş tüyleri, bunların hepsi ır¬mağın yatağında taşa dönüşürmüş. Ah! Yüreğimi bağrımdan söküp, akıp giden sulara atabilmek için neler vermezdim... Hiç aam kalmazdı o zaman, hiç pişmanlık kalmazdı içimde, anılarım olmazdı hiç./Piedra Irmağının kıyısında oturdum ve ağladım. Kı¬şın soğuğu, yüzümdeki yaşlan hissettirdi bana ve bu
yaşlar, önümden akıp giden donmuş sulara karıştı. Bu ırmak bir yerlerde bir başka ırmağa kavuşuyor, sonra bir başkasına ve bütün bu sular, gözlerimden ve gön¬lümden çok uzaklarda, sonunda denize kavuşuncaya kadar böylece akıp gidiyor./ Gözyaşlarım böylece çok uzaklara akıp gitsin ve aşkım, bir gün onun için ağladığımı hiç bilmesin. Çok uzaklara aksın gözyaşlarım ve ben, ırmağı, manastın, Pirenelerdeki kiliseyi, birlikte yürüdüğümüz yolları unutayım./ Yolları unutacağım, dağları ve düşlerimin tarlalarını, o düşler ki benim düşlerimdi ve ben bunun bilincinde değil¬dim."17"
Coelho, kadın kahramanın ağzından böyle başla¬tıyor romanını.
Statükocu, konformist, sıradan bir genç kadın, kendisi gibi biriyle sıradan bir evlilik hayâlleri kurar¬ken, bir gün çocukluğunun hatıraları içinden çıkıp ge¬len bir hıristiyan vaiz herşeyi altüst ediyor ve kadın o güne kadar kendisine çılgınca gelebilecek bir macera¬nın kucağında buluveriyor kendini: Âşık oluyor...
Bu adama âşık olmakla bütün hayatının altüst olacağını, büyük acılar çekeceğini hissediyor ama ça¬resiz teslim oluyor aşka...
Romanın erkek kahramanı ise "ilahî aşkı" arayan ve kendini hıristiyanlığa adamış bir vaiz... "Tanrı" ile bu kadın arısına sıkışıp kalıyor: Şimdi ne yapmak?..
Bu yönüylü basit, sıradan ama zarif bir aşk hikâ¬yesi...
Zaman zaman derinliklere iner gibi oluyorsa da Coelho, Simyacı'daki gibi kalemini serbest bırakmı¬yor Çünkü o derinliklere bir indi mi karşısına İslâm tasavvufunun çıktığını Simyacı'da gördü...
Piedra Irmağı'nda Coelho sanki Simyaa için tüm hıristiyan ve yahudilerden özür diliyor. "Derinliklerin sırrı"nı muharref-tahrif olunmuş Tevrat ve İncil'e bağlamayı deniyor... Romanın erkek kahramanı za¬man zaman kilise doktrinine çok aykırı gelecek şeyler söylüyor olsa da, bunu inanmış bir hıristiyan olarak yapmaya devam ediyor. Bir nevi Mesih rolü yüklüyor Coelho bu erkek kahramana ama, bu çok beceriksiz bir teşebbüs olarak kalıyor... Keşke Coelho bu romanı yazmadan önce Nietzsche'nin "Antichrist-Deccal"177 isimli eserini okumuş olsaydı diye düşünüyor insan... O zaman böyle bir zorlamaya girmeye asla teşebbüs etmezdi...
Neticede ortaya zevkle okunan ama çok sat'uî bir aşk romanı çıkıyor. Ve okuyana "yahu Simyacı'dan sonra böyle bir roman yazılır mı Coelho" dedirtiyor: Yer yer şiir tadı veren satırlara rağmen bu hüküm de¬ğişmiyor...
Bize de Piedra Irmağı'nın kıyısına oturup Coelho için ağlamak kalıyor.


(1) Damlaya Damlaya. Salih Mirzabeyoğlu. ibda Yayınlan. 2. Basım. 1 997. istanbul.
(2) Tilki Günlüğü, Salih Mirzabeyoğlu, 5. Cilt. ibda Yayınlan. 1995. istanbul, s. 157.
(3) A.g.e.. s. 350.
(4) A.g.e.. s. 327-328.
(5)A.g.e.,s.221.
(6) A.g.e., s. 217.
(7) A.g.e.. s. 26.
(9) A.g.e.. s. 358. (W) A.g.e.. s. 358.
(11) A.g.e.. s. 357.
(12) A.g.e., s. 357.
(13) A.g.e.. s. 355.
(14) (14) A.g.e.. s. 266.
(15) (15) A.g.e., s. 200.
(16) (16) A.g.e., s. 193.
(17) (17) A.g.e.. s. 156.
(18) (18) Simyacı. Paulo Coelho, (Tercüme: Özdemir ince). Can Yayınları.15, Basım, s. 4. 1996, istanbul.
(19) A.g.e.. 5. Cilt. s. 569.
(20) A.g.e., 3. Cilt. s. 287.
(21) A.g.e., s. 220.
(22) A.g.e., 4. Cilt, s. 103.
(23) A.g.e., 5. Cilt. s. 568-569.


(28; Simyacı, s. 34.
(29) A.g.e..s. 35.
(30) Ag.e., s. 35.
(31) (30 Ag.e.. s. 36.
(32) mi Günlüğü, l Cilt. s. 19.
(33) A.g.e.. s. 19.
(34) Simyacı, s. 36.
(35) TM Günlüğü,I. Cilt, s. 18-19.
(36) Simyacı, s. 11-12.
(37) Modern Düşüncenin Doğuşu -ispanyol Altın Çağı-, Ce¬mal Böli Ata/, Kesit Yayıncılık. 1995, istanbul, s. 43-46

(39) A.g.e., s. 47.
(40) Ideolocya Örgüsü.Necip faal Kısakürek,Büyült Doğu Yayınları,4. Basım, 1976, istanbul,s. 126-127.
(4!) A.g.e.. s. 127.
(42) Simyacı, s. 24/26.
(43) A.g.e.. s. 27.
(44) A.g.e.. s. 28.
(45) A.g.e.. s. 29.
(46) A.g.e.. s. 34.
(47) A.g.e., s. 35.
(48) A.g.e., s. 36.
(49) A.g.e.. s. 36.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com