EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Lütfi Bergen: İslâm-Sol İlişkilerinde İlkeler

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Hzr 14, 2015 10:54 pm    Mesaj konusu: Lütfi Bergen: İslâm-Sol İlişkilerinde İlkeler Alıntıyla Cevap Gönder

İslâm-Sol İlişkilerinde İlkeler
Lütfi Bergen



Sosyalistler, İslâm-Sol ilişkisinde Tanrı’nın vahyini devreden çıkaran yaklaşımlardan kendilerini arındıracak bir mecra yakalamaya çalışıyorlar. Ezen-ezilen ilişkilerini “ilahiyat” perspektifinde yeniden adlandırma çabası içinde bulunmaktadırlar. “Sol ve İlahiyat” başlıklı yazısında Ömer Laçiner, sol/sosyalist yaklaşımın vardığı sonucun ağır bir çöküntü olduğunu kabul ederek yeniden düşünmeyi teklif ediyor. Tanrı-insan ilişkisinde radikal bir dönüşümü temsil eden zihniyetin Tanrı’yı “sahneden çekmesi” (Descartes) ya da “Tanrı’yı öldürmesi” (Nietzsche) faaliyetinin, insanın varoluş sorularına cevap veremediğini teslim ediyor. Böylece “yeniden düşünme ihtiyacı”nın ciddi bir özeleştiri içereceği umudundan bahsediyor. Ama hangi mecrada?
Laçiner, “Bu yeniden düşünme ihtiyacı, modern ve postmodern çağların asla görmezden gelinemez, olağanüstü zenginlikteki deneyim ve olguları, özellikle de harekete geçirdiği, başatlaştırdığı (bilimsel teknolojik devrimleri) dinamikler nedeniyle de zorunludur (…) gerek sol-sosyalist akım/hareketin, gerekse ‘sol ilahiyat’ perspektifinin, kendini ezilme, sömürülme, yoksulluk ve aşağılanma hallerinin öznesi olarak adlandırılmasının sorunlaştırılması gereğidir (…) ama öte yandan bu isyan enerjisinin çıkış koşullarını, o halleri dönüştürmeye yetmediği (…) tarihin defalarca kanıtladığı bir gerçektir (…) Eylemli varoluşu geçim araçlarının, organik, ihtiyaçlarının temini faaliyetlerin ile sınırlı, etkinliğinin çapı ve derinliği de bu sınırda dönüp duran ‘insan’ın yerine; etkinlik alanını da derinleştirip genişleten, bu bahiste ‘doğaya tabi’ olmaktan ‘doğaya meydan okur’ konuma geçen bir ‘insan’ ve insanlık durumunun zuhurudur” (Laçiner, 2010: 22-25) diyor. Bu noktada “Sol’un İslam ile ilintisinde de ‘dini inançla lâdini sol arasında bir sentez olacaksa, tasavvufun aşk, insan-ı kâmil ve nihayet ‘En el Hak’ ifadeleri ile sol-sosyalist yaklaşımın amacı olan ‘tarihi yapan insan’ı arasındaki diyalektik münasebet gözetilsin” diyor. Laçiner’e göre, gelişme ve sınırsız evrim fikrine katkı yapacak şekilde “düşünmek” şartıyla İslâm ve Sol arasında bu (sentez) mümkündür.

Sol’un, kendi paradigmal aidiyetlerine yönelik eleştirilere başlaması ve Descartes ile Nietzsche’yi bu uğurda gözden çıkarmasını önemli sayabiliriz ama yine de sol, Batı felsefesinin hatalı öncüllerini kullanıyor. Solun bu yorumu, ne yazık ki modern kapitalizmin (Batı’nın) dünyayı ve tarihi belirlemesine boyun eğmektedir. Bir kere bu yaklaşım, Marksist tarih felsefesini eleştirel olarak ele alarak İslâm’ın nasıl bir tarih felsefesi getirdiğini ya da ezilenler-garipler-madunlar hakkında ne teklif ettiğini konu edinmiyor. Dünyayı esaretine almış kapitalist sistemin süreç içinde sanayi ötesi dönüşümüne uğrayarak Batılı proleterleri küçük burjuvalaştırması ama dünya köylülüğünü kentlere sürerek ırgatlaştırması karşısında ulaştığı “yeni sömürü” durumunda “nasıl bir tarih” perspektifi geliştirmek gerektiği hakkında da çalışmıyor. Daha da kötüsü, insanı “doğaya meydan okur” şeklinde ifade ettiği bir kimlikle tarif ederek En’el Hak isyancılığını (kimbilir belki Şeyh Bedrettin ya da Pir Sultan, belki Nesimî’yi) Marksist solun yol arkadaşı kılmak istiyor.

Ancak bu noktada bir sıkıntı başlıyor. Evet, belki “ezilenlerin stratejisi” olarak egemenlere başkaldırmada “En’el Hak” isyancılığı işlevsel kılınabilir ama isyandan sonra inşa edeceği toplumun iktisadî biçimlenmesi hakkında da bir tasavvur geliştirmesi gerekir.

Sosyalistlerin “isyan stratejisi” ile İslâm’ın “sosyal umdeleri” arasındaki fark; İslâm’ın “hürriyet” doktrininin “insanın insana kulluğunu”, “insan emeğinin sömürülmesini”, “akıl ve vicdan hürriyetinin kısıtlanmasını” ortadan kaldıracak mekanizmaları çalıştırma cehdine ilişkindir. İslâm bunları yaparken zorba da olsa muhatabının can-mal-akıl-nesil-din emniyetini ihlal etmeyeceği gibi, kamusal alanda sivil halkın istifade ettiği ilişkiler ağının (geçim yollarının, adalet mekanizmasının, sağlık/eğitim/gıda ihtiyaçlarının karşılanmasına ilişkin sistemin) bozulmasına meşruiyet vermez.

Dolayısıyla bizim endüstriyel sosyalizmle başat kavgamız Batı temelli sosyalizmin 1) Tarımsal üretim biçimini proletaryalaşmaya uğratarak kendini kapitalist sömürü içinde “hürriyet”e kavuşturmaya yöneltmesinden doğan paradoksuna, 2) “Batı Tarihi”ni dünya tarihinin (“kaderinin”) izdüşümü ve senkronize varlığı saymasına, 3) “Batı Sınıfları”nı insanlığın aşama kaydetmiş, evrim geçirmiş “ileri” zümreleri olarak belirlemesine ilişkindir.

Türkiye’de Sol, İslâm toplumlarının önce proletaryalaşması ve sonra “öncü sınıf” ya da “öncü parti” vasıtasıyla kapitalist üretim biçiminin (KÜT) “devrimci bir şiddetle” yıkılmasını teorize ederken Müslüman halkın İslâm üzere kaldıkça ilkesel anlamda proletaryalaştırılamayacağını göz ardı etti.

Bütün Osmanlı asırları boyunca seküler/heterodoks/gayrımüslim öbeklerin ekonomik ilişkileri İslâmîleştirilmişti. Yani Anadolu’da kapitalizmin yokluğu İslâm vesilesiyledir. Bu nedenle günümüz Alevîliğinin “şeriat’a karşı” “duruş”larını Osmanlı Alevîliği için söz konusu bile etmek mümkün değildir. Çünkü gerek tımar ve gerek Ahîlik ve gerek ise mahalle sistemi, kaçınılmaz olarak Alevilerin de bizzat hak-hukuk-kanun aramak için kadıya müracaatını gerektiriyordu. Hatta giderek Osmanlı gayrımüslimlerinin dahi “ekonomik İslâmîleşme süreci” içinde olduklarına işaret edilmiştir. Timur Kuran, Müslüman Ortadoğu’ya Avrupa denetimi çabalarının geçmişinin Haçlı Seferleri’ne kadar geri götürülebileceğini yazmaktadır. Bunun sadece bir toprak kazanımı meselesi olmadığı, Ortadoğu halkları ile iktisadî ilişkileri, üretim yapısını, ticaret yollarını ilgilendiren çok boyutlu dayanakları bulunduğu açıktır.

Timur Kuran, Osmanlı’da Müslümanların taraf olduğu bütün ticari ve finansal ilişkilerde Hıristiyan ve Yahudilerin İslâm hukukuna tabi olduğunu, diğer gayrımüslimlerle ilişkiye girdiklerinde ise “hukuk tercihi”nde bulunduklarına işaret ediyor (Kuran, 2012: 220). Timur Kuran’ın işaret ettiği bu ayrıntı, Batı’da niçin “Yahudi Sorunu” çıktığını da göstermektedir. İşin aslı, “Yahudi Sorunu” son tahlilde bir “kapitalizm sorunu”dur. Hıristiyanların kendilerini koruyabilecekleri bir hukuk sistemi bulunmuyordu. Bu nedenle Sennett, Avrupa’da gettoların “para satarak kirlenen” insanlardan arınmış bir mekân arayışından doğduğu fikrindedir. Hıristiyanlık, “Bir devenin iğne deliğinden geçmesinin bir zenginin cennetin krallığına girmesinden daha kolay olduğu”nu söyler: (Markus 10: 25; Lukas 18: 25; Matta 19: 25). Bu nedenle para işi kaçınılmaz olarak Hıristiyanların elinden çıkmış, Yahudilere kalmıştır. Nitekim Sombart, “bir kente Yahudiler yerleştiği andan itibaren, o kentin ticaret ve para merkezi haline, hem de kısa sürede geldiği görülüyor” demektedir (Sombart, 2005: 9). Sombart, modern kapitalizmin oluşumundaki ikinci etken olarak sömürgeciliği de incelemeye alır ve Amerika kıtasına kalkan gemilerin finansörünün ve sömürgecilerin çoğunluğunun Yahudi olduğunu yazar (Sombart, 2005: 10).

Türkiye’de Sosyalizm’in Ortadoğu’nun iktisadî-içtimaî tecrübelerinin Batı’nın tecrübelerinden farklılaştığını görmeyerek Doğu halklarının proletaryalaştırılmasına rıza üretmesi, Doğu halklarının kentlileştirilmesine boyun eğmesi Sol-İslâm ilişkileri açısından kendisini “oryantalist” bir alana sürüklemektedir. Turner, Avineri’nin Marks’ı yorumlayışını şöyle (özetle) anlatır: “Avrupa bağlamında, burjuva kapitalizmi ‘bütün feodal, ataerkil, saf ve sevimli ilişkilere son vermiştir. O [kapitalizm], bireyi ‘doğal üstlerine’ tabi kılan her çeşitten feodal bağları amansızca parçalamış ve insan ile insan arasında yalın bireysel çıkardan, katı, duygusuz, ‘nakit para ödemeden’ başkaca bir bağ bırakmamıştır. Kapitalizmin yayılması bu evrenselcilik üzerine temellenen toplumsal ilişkilerin dışarı aktarılması ile sonuçlanmakta ve böylece yöresel kabilelerin, küçük ulusların özelciliği ve ‘kırsal yaşamın saçmalığı’ kapitalist üretim ilişkilerinin ve kapitalist metaların etkisi ile tasfiye olmaktadır (…) ATÜT’te devlet gerçek toprak sahibidir. Toprakta özel mülkiyet ve mülk sahibi sınıf yoktur (…) Oryantal devletlerin tarihi ‘çoğunlukla gerçekten tarih dışıdır (unhistorical) (…) Bu yüzden kapitalist üretim ilişkilerinin ithali, ATÜT’e dayalı toplumsal oluşumların kökten değişime uğrayabilmelerinin ve dünya tarihine katılabilmelerinin tek koşuludur (…) Bu bakış açısı Arap geri kalmışlığının ve İsrail kapitalizminin ilerici niteliğinin tarihsel koşullarına ilişkin görüşün temelidir” (Turner, 1984: 47-48).
Avineri, Yahudilerin Filistin’e göçünün çifte devrim etkisi oluşturduğuna da değinir. Buna göre Yahudi göçü, Yahudiliğin küçük burjuva özelliklerini ortadan kaldırarak Yahudi küçük burjuvazisini İsrail işçi sınıfına dönüştürmüştür. Diğer taraftan Siyonizm, ucuz Arap emeğini sömürmeyi reddederek kendi gücüne dayanmak ve kendi çalışma değerlerini vazetmek istemektedir. Avineri ATÜT’ü İsrail’in Filistin’i doğrudan sömürgeleştirmesi ve Gazze Şeridi ile Batı Yakası’nda modernleşme sürecini başlatan bir kuramsal yaklaşım olarak ele almıştır. Bu yaklaşımla sömürgeleştirme, İsrail’deki ve işgal edilen topraklardaki Arapların yavaş da olsa, geri dönülemez biçimde geri kalmış bir köylülükten kentsel işçi sınıfına dönüşmesine yol açmaktadır. Teori, “Tarih dışı” olan Arap topluluklarının “işçileşerek ilerlemesi”yle ilintilendirilir.

Turner, Hegel’in masa başı oryantalizmi ile Avineri’nin yoğun sömürgeleştirmeyi en yüksek modernleşme olanakları ile eşitleyişini yeterli bir kuramsal çözümleme sunmadığı için eleştirir. ATÜT’ün kuramsal geçerliliği, İsrail’deki Arapların azgelişmişlik ve bağımlılık hallerinin ortadan kaldırılamaması nedeniyle tartışmalıdır. Arap ekonomisinin elde ettiği kapitalist gelişme fırsatları İsrail ekonomisini koruyan özel ayrıcalıklarla engellenmiştir. Nitekim Altı Gün Savaşı sonrası İsrail liderleri Batı Yakası ve Gazze’nin gelecekte İsrail’in ekonomisiyle ilgili olarak oynayacakları ekonomik role ilişkin iki karar aldılar. Birinci karar, işgal bölgelerinden gelen Arap emeğinin sınırlı kullanımına izin verilecekti. 1966-67 sonrasında %10 olan işsizlik oranı, 1973’te %3’ün altına düştü. Ekonomik yükselme emek pazarında bir kıtlığa neden oldu. İşgal bölgelerinden gelip İsrail’de çalışan Arapların sayısı 1969’da 9.000’den 1974’te 70.000’e sıçradı. İkinci karar ise işgal bölgelerindeki Arap pazarının İsrail metalarına açılması ve bu bölgelerden gıda ürünleri ithaline izin verilmesiydi. Bunun sonucu şu oldu: İsrail, yüksek ücretli, sermaye yoğun ve ihracata dayalı ekonomiyle nitelenen ileri kapitalist bir toplumdur. İşgal bölgeleriyse emek fazlasına sahip azgelişmiş bölgeler durumundadır. Dolayısıyla İsrail’in yürüttüğü işgalin başat sonucu, Arapların tarımda ve inşaat endüstrisindeki becerisiz işlerde yoğunlaşan göçmen işgücüne dönüştürülmesi olmuştur. Köylülüğün proleterleştirilmesi ve Bedevilerin yerleşikleştirilmesi süreçleri, İsrail’in işgal bölgelerini sömürgeleştirmesi, Arapların göç etmesi ve topraklarından kovulması bağlamında ele alınmalıdır. “Avineri’nin savı izlenirse, geri kalmış Arap köylülüğünün işçi sınıfına dönüşümü, İsrail kapitalizminin evrenselci dürtüleriyle gündeme gelen bir modernleşme örneği”dir (Turner, 1984: 50-54). Oysa Arap köylüsünün işçi sınıfına dönüşümü sonrasında Arap işgücü artık İsrail’in endüstri yedek ordusunun bir parçasıdır. Arap işçisi mevsimlik ve geçici işlerde istihdam yoluyla artık-değer katkısında bulunmaya zorlanan kırsal bir mültecidir. İsrail ekonomisi yeni bir pazarın ve ucuz emeğin nimetlerinden faydalanırken, işgal bölgeleri bağımlı ve çarpık bir gelişme patikasına oturmuştur (Turner, 1984: 54).

Dolayısıyla Müslüman toplumlarda köylülüğün proleterleştirilmesi, Batı köylüsünün toprak köleliğinden kurtularak proleterleşmesi ile aynı sürece eklemlenemez. Türkiye Sosyalizmi (ve Türkiye’de sanayileşmeci-kalkınmacı muhafazakâr-İslâmcılık) kırsal alandaki nüfusu kente doğru iten politikanın kapitalist sınıfsal yapıyı büyütürken aynı zamanda kentsel nüfusun kapitalizmin meta arzına bağımlı/muhtaç ve müşteri kılmasına da fırsat veriyor. Oysa Anadolu köylüsü (çiftlik-dirlik sahibi) kırsal alanda pazar hâkimiyeti kendi elinde iken yine kendi toprağında işletme (tımar) sahibi (kiracı) olarak kapitalist üretim ilişkilerine (KÜT) maruz kalmadan yaşamaktaydı. Tımar dediğimiz bu sistemin İslâmî temelleri sosyalizm tarafından bir türlü içselleştirilmek istenmemiştir. Çünkü Türkiye’de sol ve muhafazakâr-İslâmcılık ahî-tımar sistemini tarihin geride bırakılmış bir merhalesi saymakla Batı paradigması içinden Batı-dışını değerlendirmektedir.
Diğer taraftan İslâm’ı hem “devrimci” bir din olarak konumlayıp hem de onun umdelerinin “doğaya meydan okuyarak” Batı kültürü içinde geliştirilmiş bilimsel teknolojik devrimleri gerçekleştirmeye eklemleneceği de düşünülemeyecektir.

Sol, İslâm ile yeni bir senteze girecekse, önce Batı toplumunun paradigmalarının tükendiğini artık kabul etmelidir. İslâm düşüncesi kozmosun refah toplumunun ihtiyaçlarına göre “sömürülmesi”ne en az insan emeğinin sömürülmesi gibi menfi nazarla bakmaktadır. Bu nedenle Sol-İslâm düşünce kalkınma amaçları için tabiatın boyunduruk altına alınmasına rıza göstermeyecektir.

Sanayi toplumu paradigması da, sanayi sonrası ütopyalar da, “devrimci din” tasavvurları da İslâm dininin sol vurgularını Batı felsefi-içtimaî birikiminin alt kümesi haline getirememelidir. Sombart, Yahudiliğin “Doğu”ya ait olduğuna temas etmişti. Türkiye Solu ve muhafazakâr-İslamcılık düşüncesi ilerleme miti nedeniyle düşünsel çabasında “Batı”ya aidiyetten vazgeçemediği için Doğu’nun ortak aklını ortaya çıkaramamaktadır.

-Kuran Timur, Yollar Ayrılırken- Ortadoğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslâm Hukukunun Rolü, Yapı Kredi Yayınları, 2012.
-Laçiner Ömer, Sol ve İlahiyat, Birikim Dergisi, Sayı: 250, Şubat, 2010.
-Sombart Werner, Kapitalizm ve Yahudiler, İleri Yayınları, 2005.
-Turner Bryan S., Marks ve Oryantalizmin Sonu, Kaynak Yayınları, 1984.


Kaynak: İştirakî
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com