EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

ELVEDA DOST / Hakan Yaman

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Nis 21, 2015 10:32 pm    Mesaj konusu: ELVEDA DOST / Hakan Yaman Alıntıyla Cevap Gönder

ELVEDA DOST
Hakan Yaman
20 Nisan 2015



Onu iskeleye bitişik falezlerin hemen üstüne kurulmuş Tophane Parkı karşısı ile Ordu Evinin arasına sıkışmış, Arnavut kaldırımlarıyla döşeli dar bir yoldan çıkılan kitapçılar sokağında, meşhur bir Sahafta tanımıştım. İnsanın derisine yapışan tuzlu, aksi ve kızgın Antalya güneşinin, cebinden yola para düşse eğilip elini değdirmeye korkacak kadar yaktığı öğle saatlerinden hemen sonraydı. Yaprakları hafiften kıpırdatır gibi olan belli belirsiz ıslak ve rutubetli bir esintinin bile ölü bir gezegenin aydınlanması gibi ürperti verdiği saatler…

Bu şehir için yüzyılın en büyük icadı olan klimanın orta sınıf evlere girmesine daha vakit vardı ve yaz ortasında kar havası üfleyen bu muhteşem cihaz henüz PTT ve bankaların ayrıcalığı idi. Öğle güneşinin kertenkeleleri bile yapıştıkları duvarda sanki eritip pişirdiği demlerde sokağa adım atmak zorunda kaldıysanız, yolunuzun üstündeki bir PTT şubesine yahut bankaya girip işiniz varmış gibi serinleyene kadar kuyrukta beklemek bizim nesil için bir uyanıklık yöntemiydi. Klima yahut deniz yok ise Antalya’da bir yaz öğlesinin anlamı, pis pis terlemek ve durmaksızın yine terlemek, yapışkan bir tuz kuyusunda çırpınıp durmak demektir. Başka şehir ve iklimleri bilmem ama Antalya’yı Antalya yapan klimanın yaygınlaşması ve evlere girmesidir. Serinleme metotlarını ortadan kaldırın; kafasına silah dayasanız yaz ortasında kimseyi Antalya’ya getiremezsiniz.

Hiç unutmam, Mauriach’ın bir romanının peşindeydim. Mümkünse Peyami Safa tarafından yapılmış tercümenin… Fakat bahsettiğim dükkana ne zaman, hangi kitabı aramak için gitsem belki onu bulamaz ama hiç hesapta olmayan, daha evvel arayıp bir türlü ele geçiremediğim başka kitaplarla çıkardım. Elime geçenler daha önce bulamadıklarım olduğu gibi, şimdi bulamadığım da belki bir sonraki defa bulacağım idi. Hayat gibiydi bu dükkan… Ve kitaplar bizim yazgılarımız… Neyin peşinde olursan ol; karşına hangisinin ne zaman çıkacağını kestiremezsin. Aradığını bir gün bulabilir misin; hiç belli olmaz; ama ne kadar çok istiyorsan o kadar ısrarla aramalısın ki, kimisi çuvallara tıkıştırılmış, kimisi üst üste yığılmış, belki daha önce defalarca baktığın tozlu bir raftan gülümseyerek karşına çıkıversin. Hayat bize lazım olanı genellikle bir şekilde verir; ama bizim istediğimiz zamanda değil. Bazen gereğinden erken, bazen oldukça geciktirerek… Sen sana lazım olan konusunda samimiysen er veya geç onunla bir şekilde yüzleşirsin.

Bu saatlerde sıcağı esintiye dönüştürüp tükürür gibi üfleyen vantilatörün karşısında Sahafın sahibi ile sohbet ediyorlardı ve elinde birkaç kitap vardı. Beni gören kitapçı ağabey hemen hoş geldin diye yer göstermiş ve ona takdim etmişti. İri sayılabilecek, siyah ile kahverengi arasında gidip gelen hafif çekik gözleri vardı ve turkuaz renginde askılı bir tişört giymişti. Küt kesilmiş düz ve siyah saçlar omuzlarının hemen üstünde, ensesini örtecek uzunluktaydı. İri gözler konuşurken sanki uzağa bakar gibi hafifçe kısılıyor ve biraz öteden duyulan bir inlemeyi andırır tiz sesine eşlik ediyor, ama aynı gözler karşısındakini dinlemeye başladığında siyahı tam olmamış iki iri zeytin tanesi gibi parlıyordu. Belli ki yaz boyu buradaydı ve güneş derisini birkaç defa değiştirip bronza boyamış ve zaten esmer kıvamında olduğu belli teni güneşin mühürlediği bronzla birleşince olabildiğine kara bir kıza çevirmişti onu.

Benden kaç yaş büyük olduğunu hiçbir zaman sorup öğrenemedim. Ama benim gibi henüz yirmili yılların başında olan birisi için o dönemde beş yaş bile oldukça önemlidir ve muhatabınla arana ayrı bir nesil mesafesi yerleştirir. Yaş farkı insan yaşlandıkça azalır ve gittikçe ortadan kaybolur. İlk gençlikte mesela 17 yaş ile 20 yaş arasında veya 20 ile 25 arasında çıplak gözle bir çırpıda fark edilen üç beş senelik mesafe, zamanın görünmez çekici sûrete çentiklerini vurdukça bir süre sonra sezilmez olur ve bir dönem gelir ki, 40 yaşındaki birisi 50 yaşındakinden daha büyük görünebilir veya 12 yaşındayken yanağını sıkıp seni seven 17 yaşındaki komşunun havalı kızı “abla” ile 30’undan sonra pekala özel bir yakınlaşma gerçekleşebilir. O ise konuşurken 30’un üstündeydi; siyahı tam demini almamış iki iri zeytin tanesi gözlerini açıp muhatabını dinlerken 30’un birkaç sene altında görünüyordu. Kısacası o çağda benden çok, çok ama çok büyüktü.

O gün elindeki birkaç Russel kitabı etrafında bir şeyler anlatıyordu. Aklımda kalan en önemli şey makinenin bizim insanlığımızdan götürdüğü en büyük şeyin samimiyet olduğu konusundaki iddiasıydı. İddia sahibi Russel mıydı, yoksa kendisi mi; yüze vurduğu darbelerle yaş farklarını dümdüz eden zaman ne yazık ki, hafızada sadece kalın çizgileri bırakıp detayları ayıklıyor. Hayatı bambaşka biçimlere sokan makinenin değiştiremediği tek şeyin içgüdülerimiz olduğunu, sıkıntının da tam bu sebepten patlak verdiğini ileri sürüyordu. Vantilatörün üflediği tükürüğe benzer sıcak esinti küt kesilmiş saçlarını arkaya doğru havalandırdığında konuşurken kıstığı gözlerini biraz daha yumarak, içgüdülerin yasak, kural ve nefs terbiyesiyle yönetilemeyeceğini, böyle yaparak onları sadece kılık değiştirmeye zorladığımızı, yapılması gerekenin onların adını doğru koyup en az zararlı olacak şekilde doyurmaktan geçtiğine dair bir şeyler anlatmıştı.

“Yolculuk” diyordu; “makinenin sebep olduğu monotonluğu aşmanın ve hayatı renklendirmenin tek çaresi, makineyi ortadan kaldıramayacağımıza göre uzun ve tehlikeli yolculuklara çıkmak…” Bu fikrin Bertrand Russel’a ait olduğunu o gün kendisi söylemişti. Ara sıra dağ yolculukları, makineden kaçmak, tehlikeli sulara dalmak ama büsbütün de münzevileşmemek… Seneler sonra Baudelaire’i okurken, bütün insanlığı uzak iklimlere çağıran, seyahat davet eden bu cins şaire ait ÇOKLUK BANYOSU diye bir tabire rastlamıştım. Baudelaire‘in yalnızlığı dünyaya yeniden ve özgürce açılabilme, insanlık hallerini bulutların üstüne kurulup oradan kuş bakışı seyredebilme metoduydu. Ama büsbütün kaybolmaz, Paris kalabalığının arasına sıklıkla girip çıkar, topluluğa karışır ve kendi ifadesiyle bir “çokluk banyosu” yapardı.

Bu kadının anlattığı ise Baudelaire’in tersine çokluk değil, “teklik” banyosuydu. Yalnızlık ara sıra sığınılması gereken ve makinenin ezip yok ettiği samimiyeti yeniden arayacağımız geçici bir limandı. Ne zamana kadar? “Bilim insanın yaradılışını anlayacak seviyeye vardığı zamana kadar sık sık yalnız kalmaya muhtacız” demişti. Antalya’nın derimize yapışan tuzlu teri gibi makine medeniyetinin ruhumuzu boğan kir ve pasından bir nebze arınıp soluklanmak için yalnız maceraların serinletici nehirlerinde yıkanmak istiyordu. Evet, “bilim insanın yaradılışını anlayacak seviyeye varana kadar” ya seyahatlerle kendimizi avutacak ve güya hayatımıza renk kattığımızı sanacak; yahut ikinci alternatif olarak öne sürdüğü intiharı seçecektik. Delirmek irademize sunulan bir alternatif olmasa da, bu durumun dayattığı ihtimaller arasındaydı. “Peki, dağcılık, izcilik ve türlü avuntularla makineden kaçabiliyorsun ama kendinden kaçabiliyor musun” sorusuna “delirmekten kaçıyor ve intihar fikrini öteliyorum ya” demişti.

Bunu lafın gelişi söylemediğini birkaç hafta sonra anlamıştım. Antalya’nın yürüme mesafesindeki C harfini andırır uzun plajlarından birisinde deniz ufkunda beliren eflatun akşamı seyre daldığı şezlongunda gayet tabii bir şey gibi söylemişti birkaç intihar teşebbüsü olduğunu. Bundan bahsederken kısık gözlerini, yarısı denizin son çizgisine gömülmüş akşam güneşinin loşluğu ışıldatıyordu. Gittikçe yalnızlaşan sahilde martı sesleri akşamın gölgelerine karışırken ince dudaklarından şu mısralar dökülmüştü:

“Bu yaşamda ölüm yeni değildir hiç
Ama yaşamak da ne denli yeni ki…”


Adını ilk defa o gün duyduğum Yesenin adlı bir Rus şairinmiş. Şair bunları ölümünden hemen önce atardamarını açarak intihar ettiği otelin duvarına kanıyla yazmış ve ardından kendisini asmış. Bolşevik devriminin ilk yıllarıymış ve Şairin intihar haberiyle beraber gazetelerde yayınlanan kanla duvara yazılmış “Elveda Dost, Elveda” adlı, içinde yukarıdaki mısraların da yer aldığı şiir Rusya’da büyük bir yankı koparıp, bir intihar salgınına yol açmış.

Bundan birkaç sene evvel Mayakovski’yi incelerken de Yesenin adına rastlayacaktım. Meğer Yesenin onun yakın arkadaşıymış ve intiharından kısa bir süre önce de beraberlermiş. Yesenin’in bu şekilde ölümü üzerine çiçeği burnunda devrimin topraklarında intiharın bir veba salgını gibi yaygınlaşması SSCB yöneticilerini tedbir almaya zorluyor ve Mayakovski başta olmak üzere şairlere Yesenin’in şiirini eleştirme ve onu unutturacak, yaşamayı kutsallaştıracak şiirler yazma görevi veriyorlar. Hatta Mayakovski şiir görüşünü bu vesileyle Yesenin eleştirisi üstüne kuruyor. Ona cevap niteliğindeki en güçlü mısralar yine Mayakovski’nin kaleminden çıksa da, duvara kanla yazılan şiir kadar tesir edici olması mümkün değildir. İşte Mayakovski’nin cevabı:

“Bu yaşamda ölmek hiç de zor değil,
Yaşamayı becermek de hiç kolay değil.”


Eğer o gün Mayakovski’nin bu cevabından haberdar olsaydım, onu hakikatin bir başka yüzü olarak ifade eder, ama asıl meselenin ne yaşamak, ne de ölmek olduğunu; esas davayı olmak ve erişmek olarak işaretleyen Necip Fazıl’ın bu iki şiirdeki parça hakikati cem ederek asli kaynağına bağladığından bahisle şu mısra ile karşılık verirdim:

“Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor.”
(Necip Fazıl, Visal şiirinden.)

İşin en ironik tarafı, SSCB hükümeti tarafından Yesenin’in şiirini eleştirme ve yaşamayı kutsallaştırma görevi verilen Mayakovski’nin de arkadaşından tam beş sene sonra bir tabancayla intihar etmesidir. Sovyet devriminin bu iki kudretli şairi birisi ölümü, diğeri hayatı kutsayan iki kuvvetli şiir yazarak intiharı seçmişken, Mayakovski’nin Türkiye muadili Nazım Hikmet ise Stalin’in maaşlı şairi olmuştu. (Yesenin 1925’de, Mayakovski ise 1930’da intihar ediyor.)

Bir başka ironi ise intihar düşüncesini bir fikir meselesi olarak azizleştiren kızın hayranı olduğu Bertrand Russell’ın 98 yaşına kadar yaşaması ve uzun yaşamanın sırlarına dair fikirler serdetmesidir.

Mayakovski’yi incelerken dikkatimi çeken bir başka detay, onun da tıpkı intihar fikrini ertelemek için kendisini dağcılığa, izciliğe, dalgıçlığa ve cümle seyahatlere kaptırmış küt saçlı, ince dudaklı, gözleri siyah ile kahverengi arasında gidip gelen ve ip askılı turkuaz tişörtüyle hatırladığım esmer kız gibi yolculuğu kutsamasıydı. “Zamanın yavaş akışı mekân değişikliği ile telafi edilmeli” diyordu Mayakovski. “Hayalde bir yüzyılı geçirirken gerçekte sadece bir gün geçmeli” diye ekliyordu.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu Haliç Kongre Merkezindeki tarihi konferansında “yaşama hakkı” yerine “yaşama görevini” vurguladığında ve “biz yaşama hakkını da bu yaşama görevinden alıyoruz” meâlinde bir cümle söylediğinde, o an hafızamın üstüne örtülen ve adına “geçmiş seneler” denilen kurşuni sis bulutları arasından bu mısralar üç ayrı şimşek aydınlığında parıldadı. Ve sonra onun kendi mısraı, meselenin “niçin?” budunu çerçeveliyor, “ölmek için değil, olmak için doğduk” doğrusunu şiir diline nakşediyordu:

“Ölmek için mi doğduk asıl olmak doğrusu”
(Salih Mirzabeyoğlu, Kayan Yıldız Sırrı şiirinden.)

Kumandan konferansında “YA SONRA?” sorusuna cevap vermeyen düşünceleri hallaç pamuğu gibi dağıtmış ve İslâmi tefekkürün ayak altı paspası yapmıştı. “Ya sonra?” dediklerinde verecek bir cevabın yoksa ölsen ne, yaşasan ne, “uzak iklimlere” kaçıp saklansan ne? Üstad Necip Fazıl’ın da çeşitli vesilelerle altını çizdiği: Hiç’in izahı da bir hiç değil mi nihayetinde?

Baudelaire’in en sevdiğim mısralarından birisidir: “Onlar ölüme ağıt, sizler ölüme türkü…” Bunu ne zaman okusam, denizin ufuk çizgisine yarısı gömülmüş akşam güneşinin eflatun aydınlığında gittikçe tenhalaşan bir sahilde gölgeler ve martı sesleri birbirine karışır ve tiz bir kadın sesinden Yesenin’in “Elveda Dost, Elveda” şiiri yankılanır. Yesenin ve Sen, evet, “sizler ölüme türkü”; ama YA SONRA? Ağıt olsanız ne fark ederdi ki?

Artık Antalya’da hemen her evin kliması var ve Türkiye’nin nüfus artış oranı en yüksek (şehir demeye dilim varmıyor) kenti oldu. Vietnam savaşından kalma minibüslerin dolmuşluk yapması yasaklandı ve büyük otobüslerde her dem klimalar alnımıza serinlik üflüyor. Derimize yapışan tuzlu, aksi ve kızgın güneşin gazabını olabildiğince az tadıyoruz artık. İnşaat duvarlarına yapışıp kalmış kertenkeleler ise hâlâ pişip eriyecek gibi yanmaya devam ediyor. Değil akşam güneşinin loş aydınlığında, yıldız alacalarının göz kırpmaya başladığı demlerde bile sahiller tenhalaşmaz oldu. Buralarda çok şey değişti ama değişmeyen bir şey varsa ben hâlâ arada sırada Tanpınar okuyorum:

“Kim bilir şimdi nerdesin?
Senindir yine akşamlar.
Merdivende ayak sesin,

Rıhtım taşında gölgen var.”


Kaynak: ADIMLAR Dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com