EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Kapitalist ahlaksızlığın kökeni

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt May 29, 2010 10:31 pm    Mesaj konusu: Kapitalist ahlaksızlığın kökeni Alıntıyla Cevap Gönder

29.5.10
Kapitalist ahlaksızlığın kökeni
SELÇUK SALIH CAYDI

Size, yayımlanacak yeni kitabıma da aldığım
eski yazılarımdan birini sunuyorum...




Norveç parlamentosunun stenografı Hans Jaeger, kendi halinde, varlığıyla yokluğu belli olmayan ruh gibi bir memurdu –ta ki Kristiania-Boheme adlı otobiyografik romanını yazana kadar. 1885’de yayınlanan kitap müstehcen bulundu. Tanrıya hakaret ettiği gerekçesiyle, piyasaya çıktığının ertesi günü yasaklanıp toplatıldı. Yazarı, parlamentodaki işinden derhal kovuldu. Jaeger, yıllar yılı çeşitli işlerde sürttükten sonra 1902’de Paris’e düştü. Yazdıklarından pişman gibi bir hali vardı. Artık 48 yaşındaydı ve Tanrı ile ahlak hakkındaki fikirlerini onların lehine değiştirmiş görünüyordu. Jaeger önce devrimci-anarşist çevrelerde boy gösterdi ve nihayet 1906 yılında “Anarşinin İncili'ni yayımladı (1) Kitap, hiç kimsenin, ama hiç kimsenin dikkatini çekmedi.
Mammon (2), zafer kazanmışların edasıyla Tanrı'nın karşısına dikilmiş, onunla tartışmaktadır. İnsanoğlu’nun, kapitalin aptallaştırıcı ve ahlaksızlaştırıcı etkisine karşı ayaklanmayı akıl edemeyecek kadar akıl fukarası olduğunu anlatmaktadır Tanrı'ya. İnsanların çalışıp koşturmaktan, yaşamaya fırsat bulamadıkları hayatlarına öfkelenip kızmak gibi doğal reflekslerini bile kaybettiklerini anlatıp keyiflenmektedir. Hatta Tanrı’ya, yeni bir Tufan’la İnsanoğlu’nu yeryüzünden tamamen silmesini önerir. “Kartları yeniden kar ve yeniden dağıt” der. “Yeni bir oyuna, (…) bu kez senin daha donanımlı (akıllı) yarattığın yeni bir Adem ve Havva ile başlayalım. Yoksa bu oyun da çok can sıkıcı olacak.” (3)
İnsanoğlu, gerçekten bu kadar umutsuz bir vaka haline mi gelmiştir? Bütün tarihi boyunca sadık kaldığı ve ona, dünyadaki yaşam şartlarını ilelebet nasıl koruyabileceğini anlatan temel ilkeleri nasıl olmuştur da bukadar çabuk terketmiştir ve pupa yelken global ekonomik/sosyal/çevresel felaketlere yelken açabilecek kadar kendisini kaybetmiştir? “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek, Allah’a mahsustur” (4) diyen söylemler, “Eski Dünya Düzeni”nin temel ekonomik prensibini oluşturmaktaydı. Bu ilkeye göre, insanın Tanrı’dan gelen rızkı, tam bir belirsizlik içeriyordu. Tanrı kimseyi aç bırkmıyordu, herkesin rızkını veriyordu, ama önemli bir şartı vardı. O rızkı, nasıl ve ne zaman vereceğine bizzat Tanrı karar veriyordu. İnsanoğlunun rızkını aksatmadan alabilmesi için Tanrı’ya bağlı olması, Onun temel yasalarına uyması, iyi ahlaklı ve erdemli olması gerekiyordu. Eski Dünya Düzeni, binlerce (belki de onbinlerce) yıl sürdü –ta ki Aydınlanmacıların ve onların ekonomi “deha”ları kapitalistlerin ortaya çıkıp insanlara yeni bir alternatif sunmalarına kadar.
Kapitalistler kırlık alanlarda ve şehirlerdeki yerleşim birimlerinin arasına, adına 'fabrika' dedikleri büyük binalar inşa etmeye başladıklarında, kimse buna bir anlam veremedi. İnsanlara, kapitalistlerin fabrikalarda onlar için belirledikleri işleri yapmaları karşılığında para vermeyi önerdiler. Ne kadar çok çalışırlarsa o kadar çok para alabilir, sonra bu parayı istedikleri gibi harcayabilirlerdi. Tanrı’nın ne zaman ne vereceği belli değildi -ama kapitalistler işten sonra trink para ödüyorlardı. İnsanlar, Eski Dünya Düzeni'nin o belirsizliğini aşmak pahasına iradelerini ve üreteceği şeye bizzat karar verme özgürlüklerini, -üç kuruşa- kapitalistlere sattılar. Pis fabrikaları tıkış tıkış doldurdular. Oralarda bütün günlerini/hayatlarını geçirip, hiç tanımadıkları garip bir zenginler tayfası için yaşam enerjilerini tükettiler. Bunu yaparken, özgürleştiklerini sanıyorlardı. Çünkü bu çilenin karşılığında aldıkları para için dua etmek, iyi ahlaklı, dürüst ve erdemli olmak zorunda değillerdi. Bu şekilde kendi sosyal topluluklarından/cemaatlerinden de “özgür”leşiyorlardı. Dayanışarak yaşayan cemaatleri içinde başkalarına karşı görevlerini yerine getirip, başkalarının da onlara karşı görevlerini yerine getirmesini beklemek gibi temel ilkeler de önemini yitiriyordu. İş karşılığı aldıkları paranın cemaatleriyle alakası yoktu, öyleyse o parayı nereye ve nasıl harcayacakları konusunda da kimse onlara karışamazdı. Parayı harcamak için, eskisi gibi tutumlu ve alçakgönüllü olmaları da gerekmiyordu. Yeni düzenin prensibi farklıydı. Çok para almak için çok üretmeli, üretmeye devam edebilmek için de daha çok tüketmeliydiler. Birileri tüketecekti ki üretilebilsin, pis fabrikalarda çalışmaya devam edilebilsin. Böyle bir üretim/tüketim “bilinci” için, eski düzenin emrettiğinin tersine, önce nefsin sesini dinlemek gerekiyordu. Alçakgönüllülük, mütevazilik, tutumluluk geçer akçe olmaktan çıktı. Yeni düzenin işleyebilmesi için onları kaldırıp atmak gerekiyordu. Artık cemaatin bütününü ve karşılıklı dayanışmayı düşünmeden canları ne isterse satın alabilir, nefisleri ne isterse yapabilirlerdi. Kazandıkları para, onları “özgür“ kılmıştı.
Çin’de M.Ö 1500’lü yıllardan itibaren Şang hanedanlığı tarafından kullanılmaya başlanan ve Çin uygarlığının temel kitaplarından biri olan kehanet ve astroloji kitabı Ho-Lo-Li-Şu’da, 64 tane altı katmanlı işaret (heksagram) bulunur ve bunlardan yalnızca onbeşinci işaret hiç bir olumsuz katman (varyasyon) içermez: Kien. İşaret, kitabın Tanrı’yı karşılayan birinci işareti “Gök” ile aynı adı taşır ve “Alçakgönüllülük/Mütevazilik” anlamına gelir. Kien, İnsanı mükemmelleşme hedefine götüren ana yoldur. Kitapta, kehanette bulunulan Kien tipi insan hakkında şöyle bir temel yargıya varılır: “Böyle (alçakgönüllü) insanlar, Göğün yasalarını uygularlar. (…) Bütün dünyada alçakgönüllüler sevilir, kendini beğenmiş kibirlilerden kaçınılır. Bir insan bu (bilgi) silahıyla her zorluğu gönül rahatlığıyla aşar” (5). İnsanoğlu modernleşmeye başlayınca, alçakgönüllülüğü ve kanaatkarlığı zayıflık, kurum kurum kurulmayı güçlülük, müsrifliği de marifet saydı. 21'inci Yüzyılın başında eriştiği körlük ve kibrin zirvesinde, ilerlemeci mantığıyla “ileriye” doğru tek bir yolunun bulunduğunu, o yolun da dimdik aşağıya, kör bir uçurumun diplerine doğru indiğini artık anlamak zorundadır. Çinlilerin deyimiyle, “çok yüksekten uçan, en derinlere düşer.”
Binlerce yıl boyunca bütün inanç sistemleri, insan olabilmek için nefsi kontrol etmek, gem vurmak gerektiğini, alçakgönüllülüğü vaaz etmişlerdi. Kapitalizm, ücretli çalışma sistemini kurarak insanla Tanrı’nın arasına girdi ve insanlara paralarını gönüllerince (müsrifce) harcayabileceklerini anlattı. Ve İnsanlar, kapitalistlerin sunduğu bu yeni “özgürlük” karşılığında kapitalizmin insanlardan beklediği modern köleliği benimsediler. “Özgürlüklerini, zihinlerini, ahlaklarını, kapitalizmin para tutkusuna teslim ettiler.“ Paul Lafargue 1883’de şöyle yazıyordu:
“…Üretilen malların insanlar arasında paylaştırılmasını ve herkesin keyiflenmesini talep etmek varken, işçiler işyerlerine koşuşturuyor ve açlıktan başlarını, kapalı fabrika kapılarına çarpıyorlar. (…) Ve bu sefiller, dimdik durabilecek durumdayken, (…)12 ila 14 saat boyunca iş güçlerini satıyorlar. (…) Kolayca zenginleşebilmek için fakirlere ‘iş’ verenleri, insanlığın iyilikseverleri diye adlandırıyorlar. Veba tohumları saçmak, su kuyularını zehirlemek bile, kırlık alanlarda yaşayan ahalinin ortasına fabrika kurmaktan daha iyidir. ‘Fabrikada çalışma’yı yürürlüğe sok; elveda yaşam sevinci, elveda sağlık, elveda özgürlük - elveda hayatı güzel ve yaşamaya değer kılan her şey.” (6)
Para tutkusu ve inanç, çok eski zamanlardan beri iki zıt kutuptular. Hz. İsa İncil’de, “Hiç kimse (aynı anda) iki efendiye (birden) kulluk edemez” diyordu. “Çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever, yahut da birini tutar, ötekini hor görür. Siz (hem) Tanrı’ya ve (hem de) Mammon’a kulluk edemezsiniz. Bunun için size diyorum: Ne yiyeceksiniz, yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne giyeceksiniz diye bedeniniz için de kaygılanmayın. (…) Göğün kuşlarına bakın, onlar ne ekerler, ne de biçerler, ne de ambarlara toplarlar; ve semevi babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Ve sizden kim kaygılanarak boyunun ölçüsüne bir arşın (daha) ekleyebilir? Ve niçin giyecekten ötürü kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın; ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler; size derim ki: Süleyman bile bütün izzetinde bunlardan biri gibi (güzel) giyinmiş değildi” (7).
Kapitalizm, insanın yaşam enerjisinin sömürülüp biriktirilmesiyle “ölü çalışma/iş”e yani paraya dönüştürülmesi anlamına geliyor. Paranın günlük hayatın tamel direği haline getirilebilmesi için de, paranın asıl kaynağının yani “çalışma/iş”in, hayatın temel direği haline gelmesi gerekiyordu. Ücretli çalışma sonucu elde edilen paranın, ‘rızk’ın yerine geçebilmesi için insanların çalışmayı iyice benimsemesi gerekiyordu. Kapitalizmin doğuşunun yüz yıl sonrasında halklar, kapitalist yoldan zenginleştikçe daha da mutsuzlaştıklarını yeni yeni farkediyorlar. Oysa Destutt de Tracy yüzyirmi küsür yıl önce; “Halkın kendini iyi hissettiği ülkeler, fakir ülkelerdir. Normal olarak zengin ülkelerde zavallılar yaşar” demişti. (8) Bunun nedeni çok açıktır. İnsanların yaşam enerejisini paraya çevirerek zenginleşen Kapitalist azınlıktan aldıkları ücretin artmasıyla “zengin”leşen halklar, “fakir” halklardan daha fazla yaşam enerjisi harcamış oluyorlardı. Bunun nedeni giderek çok daha fazla çalışmaları değildi. Daha az çalışıyorlardı, maddi anlamda zenginleşiyorlardı ama ruhsal anlamda giderek fakirleşiyorlardı. Çünkü ruhen yücelmelerini sağlayan eski insani/kutsal kuralları önemsemeyen, hatta dışlayabilen “çalışmak” edimi, hayatlarının tam merkezine oturuyordu, bütün hayatlarını belirliyordu, onları eski özgürlüklerinden daha uzaklara taşıyordu.
İnsanlar kendilerini kaptırdıkları bu gönüllü köleliği iyice benimsedikten sonra, “Kendi karıları ve çocuklarını fabrika baronlarına teslim ettiler. Kendi elleriyle kendi ocaklarını söndürdüler, kendi elleriyle karılarının göğüslerini kuruttular; ve o zavallı hamile, emzikli kadınları madenlere ve fabrikalara çalışmaya gönderdiler. Onlar da orada mahvoldular, akıllarını yitirdiler.” (9) İnsanları, (buna artık kapitalistler de dahildir) asıl mutsuz eden şey, para uğruna, ruhlarını ve yaşam enerjilerini -bir ömür boyu- saçma sapan bir takım “işler” için heba etmektir. Kapitalizm insanoğluna özgür olduğu telkin ediliyor ama insan bedeni ve ruhu, bunun böyle olmadığını bas bas bağırıyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre günümüz dünyasında her üç kişiden biri, hayatının herhangi bir döneminde psikiyatrik rahatsızlık geçiriyor. Depresyon, dünyadaki her beş kadından ve her 9-10 erkekten birinde görülüyor (10).
Günümüz modern kapitalist sisteminin en iyi işlediği bölgelerde, insanın yaptığı her türlü günlük iş, para ile ölçüldüğünden, parasal karşılığı olmayan işler ya küçümsenip kısıtlanıyor ya da komersiyel hale getiriliyor. Örneğin ev işi yapmak, çocuğu okula götürmek, çamaşır yıkamak, yurt dışından gelen bir arkadaşı karşılamak gibi, insanı bizzat ilgilendiren gerçek kişisel işler, parasal karşılığı olmadığından küçümsenmekte ve savsaklanmaktadırlar. Hep beraber deniz kenarında oturup saatlerce denizi seyretmek, baharın kokusunu ciğerlerine çekip yaşadığının farkına ve bilincine varmak, uzun günleri sadece yaşamaya ve yaşamın anlamını düşünmeye, kenndi özgün hayat tecrübelerine ayırmak gibi uğraşılar “iş” sayılmıyorlar, çünkü karşılığında para alınmıyor. Öyleyse yapılmıyor ya da bir aylık tatillere erteleniyor.
“Modern birey”i, eski çağların (ve geleceğin) insanından ayıran tamel özellik; herşeyi, “iş” ve “iş sonucu elde edilmiş para” bağlamında değerlendirmesidir. Sonuç olarak en önemli değer para olunca insan; onu ahlaki kurallara, kendi doğasına ve toplumuna bağlayan bütün bağlarından teker teker soyunabilmekte, ama soyundukça da o “tek değer”e yani “para”ya daha da bağımlı hale gelmektedir. Güncel eğilimlerine bakarak, kapitalist toplumun son aşamasında toplum diye birşeyin kalmayacağını, toplumun tek tek bileşenlerine/atomlarına ayrılıp çözüleceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. (Tabii olay bu noktaya kadar gelmeyecektir, çünkü yeryüzünde bu saçmalığa kesinlikle son vermeye kararlı güçlü bir irade şekillenmektedir.)
Kendini paraya ve çalışmaya vererek özgürleştiğini sanan “modern birey”, herşeyi parasal değeriyle ölçme alışkanlığı nedeniyle, aşk, düşünce, insan sevgisi gibi doğal ve insani değerleri de mal haline dönüştürmüştür. Aşk mı? Al sana “zengin porno endüstrisi”, yaygın fahişelik. Duygu mu lazım? Al sana sulu sepken yapış yapış aşk dizileri ve bu mevzuları yazıp konuşan sayısız medya lalesi. Düşünce mi gerekti? Al sana; Orta Avrupa liselerinde öğretildiği kadarıyla “Modern değerler”i savunan boy boy entelektüel. Nurlarından sizi de “yararlandırmakta” kararlılar, çünkü “işler”i bu, paralarını oradan kazanıyorlar. Amerikan askeri, Bağdat’ta TV kameraları karşısında, işlediği cinayetlerin anlamı hakkında nasıl “this is my Job” (bu benim işim) diyor ve bunun için ayda üç bin dolar alıyorsa, “Aydınlar” da “iş”lerini yapıp biraz daha fazlasını alıyorlar.
Modern aile babası, televizyonda Afrikalı çocukların sopa gibi çırpı kollarını, armut sapı gibi ince boyunlarını görüp onlara acırsa, hemen bir yardım kuruluşuna/firmasına internet üzerinden bağlanıp bir tıkla bir kaç kuruş para gönderiyor ve o gece rahat uyuyabiliyor; ama çalıştığı fabrikanın ürettiği metal parçaların, Afrika’da soykırım uygulayan savaş beylerine satılan tüfeklerin mekanizmaları olup olmadığını sormayı asla akıl etmiyor. Kapitalist toplumun “ahlakı” işte böyle birşey.
Bu saçmalığa karşı çıkmak noktasında bugün asıl önemli olan, -eski anlamda- hayatın tadını çıkarabilmek ve sarsılmaz bir mutluluk kurmak için, yalnız inançlı ve erdemli olmanın yetmediğidir. Kapitalist çalışma sistemine yani yeni “rızk!” sistemine bağlı olunduğu sürece erdemliliğin ve ahlakın maddi temeli yoktur. Çünkü para ve çalışmaya bağlı sistemde ahlaklı olmak sadece bir tercih meselesidir -bir zorunluluk değildir. Kapitalist toplumda ahlaklı ve erdemli laklidi yaparak da pekala yaşanabilir, çünkü ‘herşeyi gören Tanrı’yla ve onun rızk sistemiyle ilgi kesilmiştir.
Jaeger’in kitabında Mammon’un küstah sözlerini dinleyen Tanrı, yenilgiyi kabullenmez. İnsanın içinde, bu modern köleliğe karşı isyan kıvılcımının henüz sönmediğini ve Tufan’ın, bu dünyayı temizleyecek tek şey olmadığını söyler. İnsanların nasıl uyanacaklarını ve uyananların sayısının çığ gibi artarak sistemi yok edeceklerini anlatır. Mammon şaşırır ve Tanrının sözlerinden korkar. ‘Ya Tanrı’nın dediği olursa’ diye kaygılanır. İşte o zaman Tanrı, Jaeger’i yanına çağırır ve insanların da duymaları için, onlardan umudunu kesmediğini anlattığı konuşmasını yazdırır.
Gökkubbenin altında gerçekten değerli olan hiç bir şeyin yitip gitmediğinin bir kanıtı olarak, yüz yıl sonra bu kitap yeniden keşfedildi ve yeniden yayımlandı. (11) İnsanlar, ahlaksızlığın kökeni global kapitalist sisteme kanmayacak kadar akıllı olduklarını yeniden kanıtlamaya hazırlanıyorlar. Tufan ve diğer muhtemel çevresel felaketlere, sosyal çözülmeye ve barbarlaşmaya mahal vermeden, dünya ve insanlık sevgisinin bir işareti olarak global sistemin ocağına, yakışıklı bir incir ağacı dikmeye hazırlanıyorlar.

Hans Jaeger “Die Bibel der Anarchie” Kopenhag 1906.
“Mammon”, Süryanice “Mamuno” (‘Para’ ya da ‘Servet’) sözcüğünden kaynaklanır ve İncil’de adı geçen parasal zenginlik tanrısının adıdır. Kestirmeden, şeytan ile özdeşleştirildiği de olur.
Hans Jaeger. S.37
Hud Suresi 11:6. Bkz.: Abdullah Aydın “Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali” İstanbul
“Ho-Lo-Li-Şu”. Wen Kuan Chu ve Wallace A. Sherill çevirisi. Londra 1976. 15 Numaralı işaret. S.189. Veya, “I-Ging” Richard Wilhelm çevirisi. Münih 1973. S.75-76
Paul Lafargue “Le droit a la paresse”(Tembellik Hakkı) 1883. İnternetteki orjinal metin için Bkz: http://sami.is.free.fr/Oeuvres/lafargue_droit_paresse.html
Bkz.: Kitabı Mukaddes. Yeni Ahit / İncil. İstanbul 2000. Matta Bap 6.24’den 6.30’a kadar olan bölüm. 6. Bap’ın son bölümünde de şöyle bir cümle var: “…Önce Tanrının melekûtunu ve salahını arayın; ve bütün bu şeyler sizler için artırılacaktır.” 6.33
Lafargue’nin yaptığı bir alıntı. Aynı makalesinden.
Aynı yerde.
22 Aralık 2002 tarihli Radikal gazetesinden.
Hans Jaeger’in kitabını yeniden keşfedip yayımlayan: Merlin Yayınavi Gifkendorf 1997

http://konstantiniye.blogspot.com/

Mehmetçik Sigorta'dan Şok Mektup

Oğulları Şırnak’ta asker olan aile, Mehmetçik Sigorta’dan “şehitlik poliçesi” teklifi olan mektubu alınca şoke oldu.
Mektupta 20 lira lık sigorta sonrası asker oğlu şehit olduğunda 22 bin lira alabilecekleri yazıyordu. Zaten tedirgin ailenin uykuları kaçtı

TSK Mehmetçik Vakfı, TSK Elele Vakfı ve TSK Eğitim Vakfı’nca bir yıl önce kurulan özel sigorta şirketi Mehmetçik Sigorta’dan vatani görevini Şırnak’ta yapan bir askerin Ankara’daki annesine “Oğlunuzu 20 TL karşılığı sigortalarsanız ve oğlunuz şehit olursa 22 bin 500 TL ödenecek” yazılı bir mektup geldi. Mektupta Mehmetçik Sigorta’nın vefat veya organ kaybı durumunda ne kadar ödeme yapacağı anlatıldı, oğullarına, ‘ferdi kaza’ sigortası yaptırmaları tavsiye edildi. Mektubu okuyunca şoka giren aile , “Oğlumuz Güneydoğu’da olduğu için çok korkuyorduk. Mektup bizi daha da tedirgin etti. Uykularımız kaçtı” dedi.

‘BANA GELSE BEN ÖLÜRÜM’

Şırnak’ta bulunan Mehmetçik Sigorta Doğu Güneydoğu Bölge Müdürlüğü yetkilileri mektubu doğrularken aileye askeri birlikler tarafından gönderildiği bilgisini verdi. Bölge yetkilisi Ş.K. zorunlu olmayan bu sigortanın askerlikte geçerli olduğunu belirterek “Aileye de bilgi veriliyor. Bilgiyi askeri birlik gönderiyor. Ölüm halinde sigorta 22 bin 500 TL, Mehmetçik Vakfı ise 18 bin 500 TL veriyor” açıklaması yaptı.

Mektuptan haberdar olmadığını belirten Mehmetçik Sigorta Genel Müdürü Esin Sarıyalçın ise “Oğlum askerdeyken, bana böyle bir mektup gelse ölürüm. İyi niyetle bir bilgilendirme yapılmaya çalışılmış olabilir. Ama bu kadar hassas bir dönemde insanları tedirgin edecek bir durum. Ailelerin korkması çok normal” dedi.

OYAKBANK BAŞLATMIŞTI

TSK Mehmetçik Vakfı Genel Sekreteri emekli Albay Cengiz Baştuhan da “Asker ailesi olarak, itici bir mektup” değerlendirmesi yaptı.

Er ve erbaşlara isteğe bağlı sigorta uygulamasını 2000 yılında Oyakbank başlatmıştı. Oyakbank, ING Bank’a satıldıktan sonra da “Mehmetçik sigortası” uygulaması Anadolu Sigorta şirketi tarafından devam ettirildi.

Kaynak: Habertürk

Adalet ve utançtan daha güçlü: Nefret!
Emre AKÖZ
30 Haziran 2010
Sabah

Bir ara ahlakın kökeni hakkında tartışmıştık. Antropologların çalışmaları bize şunu gösterdi: "İlkel" denilenler de dahil, dünyadaki tüm kültürlerde belirli bir ahlak anlayışı vardır.

Bu ahlak kuralları içinde hiç kuşkusuz en önemlisi adalet anlayışıdır. Hemen herkes belirgin bir adalet duygusuna sahiptir.

İnsanlığın bir başka ortak noktası da utanç hissidir. Olumlu değerlere aykırı davrananlar, yaptıkları ortaya çıktığında utanç duyarlar.

Peki, nasıl oluyor da bizim hukuk camiasının zirvelerinde insan doğasına aykırı rüzgârlar esiyor?

Görevi adaleti sağlamak olan bazı kişiler, adaletsiz bir sonuç almak için çabalamakla kalmıyor... Yakalandıklarında, utanıp istifa da etmiyorlar.

İnanılır gibi değil! Ve bunun bir açıklaması olsa gerek.

Acaba hem adalet, hem de utanç duygularına galebe çalan o duygu hangisi?

Nefret mi? Adil davranmayı ve utanç duymayı olsa olsa nefret engeller.

Sizin aklınıza başka bir şey geliyor mu?

Pagan Medeniyeti
İlhan AKKURT
ilhanakkurt@gmail.com
26 Temmuz 2010

Eski Roma ve onun kültür temeli olan eski Yunan, insanlık tarihinde aklın ve maddeci anlayışın üstün tutulduğu bir medeniyeti temsil eder. Temelde güçlünün üstün tutulduğu bu medeniyette hayatın gayesi, mermer saraylarda keyfince zevk ve sefa içinde bir hayat sürmeye dayanırdı. Zenginliği, generalleri, felsefecileri, arenalarda gladyatörleri ve festivalleriyle ünlüydü. Bir de bir sürü fitne ve fesat üreten yüzlerce tanrıları vardı. Tabi gücün doğurduğu hâkimiyet ve köleleştirilen insanlarda. Övündükleri senato, meclis ve güçlüyü üstün tutan hukuk kuralları da vardı. Üstün güçleriyle diledikleri ülkeyi işgal eder, sömürge haline getirirlerdi ve insanları köleleştirirlerdi. Bir dönem dünyanın tek hâkimi ve en büyük medeniyetiydiler. Hiçbir ilahi din etkisinin bulunmadığı insan aklının ve egoizmin önünü açan, hiçbir ahlak kuralı tanımayan tam bir Pagan medeniyetiydi. O da gün geldi, önce kendi kokuşmuşluğu içinde eridi gitti ve paganizme tepki olarak, yerini ilahi ahlak aldı.

İlahi dinlerin ahlak kuralları altında uzunca bir dönem bastırılan bu pagan anlayış, 18 yüzyıldan sonra yavaş yavaş, kendi bölgesi olan batı dünyasında Kapitalist sistem adı altında tekrar organize oldu. İlahi ahlak kurallarının maddi güç biriktirmeye karşı ifadesi olan “Tek lokma tek hırka” anlayışı terk edilerek yerini, egoizmin emrinde bütün dünyayı ele geçirme anlayışı aldı. Bunun sonucunda harekete geçen batı dünyası, dünyayı paylaşma hırsıyla birbirlerine girdi ve sebep oldukları dünya savaşlarıyla geçmişe rahmet okuttular. Kurdukları sistemi insanların mutluluğu için tek doğru olarak sundular ve insanın doymak bilmez hırslarının önünü açtılar. İlk bakışta insan aklının ürünü gibi görünen bu medeniyet, aslında insan egosunun bir ürünüdür. Çünkü bu medeniyette akıl, egonun emrinde olan bir akıldır.

Kime kul olduk

Hayatın gayesini bin bir çeşit zevkten yararlanmak üzerine kurmuş bir medeniyetin büyüsüne kapılan çağımız insanına, tüketimi körüklemek adına, içinde oturulan villalar, binilen arabalar, giyilen markalar ve yaşanılan eğlence ortamları adeta kutsallaştırılmış mabetler gibi sunuldu. Huzurun ve mutluluğun tek kaynağı olarak sunulan bu mabetlerde insan, adeta kendini eski Yunan- Pagan tanrılarına eş görür hale getirildi. Sanatçılar, sporcular, müzikçiler ve artistlerden insanlara pagan idoller yaratıldı. Önceleri ilahi dinlerin mabetlerinde Tanrısına taparak huzuru arayan insan, şimdi bu çağdaş pagan mabetlerinde yetişen pagan tanrılarına taparak huzuru ve mutluluğu aramaktadır. Vicdanlara hâkim olan dinlerin tek Tanrısı unutturuldu, yerine yüzlerce Pagan tanrısı kondu. Roma arenalarının yerini stadyumlar aldı, antik tiyatrolarda tekrar konserler başladı. Pagan tanrılar Olympos Dağında boş boş oturup vakit geçiremez, kendilerine eğlence ve macera arar. Ya en büyük olmak için bir birlerinin ayağını kaydırmaya çalışırlar, ya da gönül eğlendirmek için bir birlerinin sevgililerini ayartırlar. Bazıları da macera arar, zavallı insanlara yardım için ışığı çalıp verir. Günümüzde ayni hayat tarzları televole kültürü olarak ekranlarda boy göstermektedir.

İnsanı bağlayan her türlü vatan, millet, İman, aile ve ahlak bağları kırıldı. Tam bir hürriyet ve özgürlük ortamı sağlandı ve artık bir kuş gibi hürüz. Bir yuvaya bağlanmak, çocuk büyütmek vs. gibi bağlarla bağlanmakla hayattan zevk alınamaz. Bu bağlar varken bir o parti, bir bu festival gezilemez. Sosyal insan, entel insan yetişmiştir ama bu iki insan bir yuvada birlikteliği sürdüremez. Ne de olsa bir çiçekle bahar geçmez. Zaten gerçek sevgi öldürülmüş, bunun yerini mevki makam ve şöhrete bağlılık almıştır. Yuva kurmak fedakârlık, paylaşma; işbirliği ve tahammül gerektirir. Bunlarla vakit kaybedecek zaman değildir. Kadınlar cazibeleriyle Pagan Sokak Festivallerinde güzellik tanrıçası olmaya layıktır. Tıpkı Roma paganları gibi her güne bir festival icat edildi. İnsanlar mutluluğu yuvasında yakalamak yerine festival festival koşturuldu.

Bu tanrılaşmış Pagan Medeniyetinde, zevk sefa içinde, saraylarda yaşayanların en nefret ettikleri şey, bu saltanatlarını kaybetmeleridir. Yoksulluk, zayıflık, güçsüzlük en büyük korkularıdır ve birine muhtaç olmaktansa ölümü seçmek daha iyidir. Çünkü dost görünenler bu duruma düşenin elinden tutmaz. Böyleleriyle muhatap bile olunmaz, insanlara zayıfın elinden tutmamak öğretilmemiştir. Zayıf olan tıpkı hayvanlar âlemindeki gibi bir kenara çekilip ölümü beklemelidir. Kimseye ayak bağı olmaya hakkı yoktur. Zayıf insanlarla ancak işlerini gördürmek için muhatap olunur ve eski Roma’daki köle isyanları gibi daima bunların isyanından korkulur. Ancak insanlık tarihinde egoizmin zirve yaptığı her dönemde olduğu gibi, bu son dönem pagan medeniyeti de kendi kokuşmuşlu içinde antitezini doğuracak ve yoksuların elinden tutacak, paylaşmayı, dostluğu ve gücün yerini hakkın alacağı, insani yozlaşmanın önüne geçecek çalışmalar kabul görecektir. Doymak bilmez egosuna tapıp, ona tanrı gibi hizmet edenler olduğu gibi, aklını egosunun önüne geçirebilenlerde vardır. Mutluluk diye sunulan bir sürü şeyin peşinde boşa koşturulan insanların önüne geçip kollarını açarak “durun kalabalıllar bu yol çıkmaz sokak” diye haykıracak gönül erleri ve bu haykırışın sesine kulak veren vicdan sahipleri çıkacaktır.

habertaraf

RTÜK'e en çok şikayet edilen dizi, Aşk-ı Memnu

07 Ağustos 2010 Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'na (RTÜK), 2010 yılının ilk altı aylık döneminde izleyicilerden gelen şikayetler, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 19 artarak, 36 bin 177 adetten 43 bin 64'e yükseldi. Tüm program türlerinde gelen şikayetler geçen yıla göre azalırken, yerli diziler şikayet konusunda diğer programlara fark attı. Bir başka deyişle üst kurula gelen tüm şikayetlerin yarıya yakının sadece yerli diziler hakkında olduğu belirlendi.
Geçen yılın ilk altı aylık döneminde de en yüksek oranda şikayet edilen program türü olan yerli dizilerle ilgili en fazla öne çıkan şikayet gerekçesi, "Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık" oldu.

"Program Kaldırılsın" şeklinde gelen şikayetlerin yüzde 71'inin ve "Milli ve Manevi Değerlere Aykırılık" konulu kriterlere ilişkin şikayetlerin yüzde 70'inin dramatik dizilerde yoğunlaşması, yılın ilk altı ayında bu konulardaki hassasiyetin, yoğun olarak yerli diziler hakkında yaşandığını ortaya koydu.

En çok şikayet edilen dizi, bu program türündeki şikayetlerin yüzde 53'ünü tek başına alan "Aşk-ı Memnu" oldu. Aşk-ı Memnu'yu "Melekler Korusun" ve "Türk Malı" adlı diziler izledi. RTÜK'ün 444 1 178 İletişim Merkezine ve web sitesine, 2010 yılı nın ilk 6 ayında izleyicilerden gelen şikayetlerin yüzde 44'ünün diziler, yüzde 11'inin direnç yarışmaları, yüzde 8'nin reklam kuşakları, yüzde 5'inin dramatik ögeler içeren eğlence programları ve kuşak programları, yüzde 4'nün haber bültenleri hakkında olduğu belirlendi.

İzleyicilerin en çok "Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırı lık" ile "Çocukların ve Gençlerin Korunması" gerekçeleriyle şikayette bulundukları tespit edildi. "Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık" kriteri, 2009 yılının ilk altı aylık döneminde yüzde 9 oranında gerçekleşmişken 2010 yı lının ilk altı aylık döneminde ciddi bir yükselişle yüzde 19 oranında değer aldı.

Geçen yılın aynı dönemine göre direnç yarışmalar ıyla ilgili şikayetler toplam içinde yüzde 13'den yüzde 11'e, reklam kuşaklarıyla ilgili şikayetler yüzde 10'dan yüzde 8'e, kuşak programlarıyla ilgili şikayetler yüzde 7'den yüzde 5'e, haber bültenleriyle ilgili şikayetler ise yüzde 6'dan yüzde 4'e geriledi.

"Yemekteyiz" programı direnç yarışmaları içinde 3 bin 417 adet bildirimle (yüzde 73) en fazla şikayet edilen program oldu. Yemekteyiz programını, şikayetlerin yüzde 10'unu alan "Evcilik Oyunu" ve şikayetlerin yüzde 6'sını alan "Fear Factor Extreme" adlı programlar takip etti.

Dramatik ögeler içeren eğlence programlarına yönelik olarak kaydedilen bin 188 bildirimin yarısından fazlası (yüzde 59) "Çok Güzel Hareketler Bunlar" adlı programa yönelik olarak kaydedildi. Bunu "Olacak O Kadar" ve "Haneler" adlı programlar izledi. Bu programlar sırasıyla "Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık", "Çocuk ve Gençlerin Korunması" ile "Cinsellik ve Müstehcenlik" konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildi.

Ocak-Haziran 2010 döneminde kuşak programları hakkında kaydedilen 2 bin 51 adet bildirimin 433 adedi (yüzde 22) "Esra Erol'da Evlen Benimle", 257 adedi (yüzde 13) "Zuhal Topalla İzdivaç" ve 223 adedi (yüzde 12) "Müge Anlı ile Tatlı Sert" adlı programlar hakkında oldu. Bu programlar "Kişiye Yönelik Şikayet (Sunucu ya da Katılımcı)", "Kişilik Haklarına Aykırılık/Hakaret" ve "Ayrımcılık (Dil, Din, Irk)" konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildiler.

"Haber Bültenleri" konusunda en fazla şikayet edilen kanallar ise sırasıyla "Atv", "Kanal D" ve "Star TV" oldu. Yılın ilk 6 aylık dönemi itibariyle bu kanallardaki haber bültenlerinin yüzde 28 oranında "Kişilik Haklarına Aykırılık/Hakaret", yüzde 25 oranında "Taraflı Yayıncılık" ve yüzde 13 oranında "Toplumu Yanıltma" konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildiği belirlendi. netgazete


Gazetelerde kadın pazarlaması
Ali Atıf BİR
aabir@bugun.com.tr

Şerif Mardin Türkiye'deki sosyal olguların "Batı aklıyla" anlaşılamayacağını söyler.

Altına bin adet imza atabileceğim bir görüş. Bu görüşe Şerif Mardin okumalarından önce ulaşmıştım. Üstad bizden çok önce bu düşünceye sahip olduğu için ondan söz etmemek ayıp olur.

Yukarıdaki temel önermeden hareket edersek dünyadaki gelişmelere bakıp, kültürden bağımsız bir şekilde "Gazeteler yaşayacak mı yaşamayacak mı?" sorununa yanıt vermekle "Türkiye'de kahvaltı kültürü peynirden, zeytinden mısır gevreğine geçecek mi?" sorusuna yanıt vermek hemen hemen aynı şey.

Türkiye'de gazete okumanın genetik kodları farklı. Diğer iletişim olguları gibi kültürden besleniyor.

Örneğin çok satan ve tiraj yarışı yapan dört gazetenin haber toplantılarının en önemli konusu ön sayfaya ya da arka sayfaya konacak kadının orasını burasını ne kadar açacağı.

Tirajlarının en önemli sürükleyicisi de orasını burasını açan kadınlarla dolu magazin sayfaları.

Yani konu gazete ya da gazetecilik değil baldır bacak fabrikası işletmek.

Baldır bacak fabrikası işletiyorsanız da sizin için önemli olan haberin fotoğraftaki kadınlarla ilintili olması değil kadın fotoğrafının ağızları sulandıracak ya da şaşırtacak kadar farklı olması.

Baldır bacak fabrikası işletmenin amacı kadın vücudunun "teşhiri" yani.

Göz göre kadın vücudunun ciddi haberlerin yanına "side dish" olarak konup sömürülmesi.

Üzücü olan bu "teşhire" gazetelerde çalışan kadınların bile tepkisinin olmaması.

Zaten haber toplantılarına giren kadın sayısı bir iki tane de diğer çalışanlardan söz ediyorum.

Onların da iş kaybetme korkusuyla direnebildiği nokta yok.

Sonra da biz kalkmış "Gazete yaşayacak mı yaşamayacak mı?" tartışması yapıyoruz.

Sorun bu değil ki. Dönüşmeye çalışan gazetelerin internet sitelerine bakın. Porno sitesinden beterler. Sürekli çıplak kadın sergisi barındırıyor.

Kimse bana "Halk bunu istiyor!" demesin!

Halk bıraksan "çocuk pornosu" da ister!

Bu bir seçim. Yetişkin insanların seçimi. Ama çok sağlıksız bir seçim.

Özgür kadından yana olmakla da falan ilgisi yok, kadın vücudunu pazarlamakla ilgisi var.

En fecisi de kadın vücudunu gazetelerde dibine kadar pazarlayanların sonra kalkıp "türbana özgürlük" diyenlere "ama kadının özgürlüğüne aykırı" diye yanıt vermeleri?

Niye aykırı?

Pazarlayacak kadın bulamayacaksınız diye mi?

Batı'nın bizim için ütopik gündemini bırakıp doğru konuları tartışalım. Ancak o zaman gazeteleri bulundukları çukurdan çıkarır doğru yere konumlarız.

Bir de köşe yazarlarının geleceği tartışması vardı. Onu da sonra tartışayım artık...

Çekirgelik

"İşin içine çok aşçı girdi mi, çorbanın tadı tuzu kalmaz." İngiliz Atasözü
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com