EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

ÖMER TUĞRUL İNANÇER'DEN...

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> TASAVVUF
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Eyl 30, 2009 11:21 pm    Mesaj konusu: ÖMER TUĞRUL İNANÇER'DEN... Alıntıyla Cevap Gönder

ÖMER TUĞRUL İNANÇER: “Resûlullah’sız Mevlânâ düşünülemez”



MALÛMU ilâm nev’înden olacak ama, sizi tanıyabilir miyiz?
1946 Bursa doğumluyum. İstanbul hukuk mezunu, müzik ve tasavvuf meraklısıyım. 1971’den beri 1974 hariç, her Aralık ayında Konya’dayım. 1980’den beri resmî olarak görev aldım. 1991’de de Kültür Bakanlığı bünyesinde çalıştım. Bazen çaldım, bazen söyledim, bazen konuştum. Bu sene 28. olacak inşallah. Ayrıca 1980 yılından itibaren dünyanın pek çok yerinde Mevlevî âyininde bulundum. Bu sene Mevlânâ Yılı olması hasebiyle daha çok yerlere gidip geldim. Hz. Mevlânâ ve tasavvuf hakkında kendimce incelemeler yaptım. Allah izin verirse kitap haline getireceğim. Bunların bir kısmı ansiklopedi maddeleri olarak yayınlandı, bazıları kitap haline getirildi. Şu anda 4 kitap var. Ve bunların ana konuları tasavvuf ve hemen yanı başında müzik. Çünkü beni tasavvufa iten sebep müzik oldu. Evvelâ Batı müziği dersleri aldım. Bu derslerin sonunda hocama, “Bu müzik bana beni anlatmıyor, beni de başkalarına anlatamıyor” dedim ve Türk müziğine yöneldim. Türk müziğine yöneldikten sonra, “Bu müziğin altında başka bir şey var, bu sadece müzik değil” deyince, o şey öncelikle tasavvuf müziği olarak çıktı karşıma. “Bu müziğiyse eğer, bunun bir de kendi olmalı!” diye düşündüm ve tasavvufla tanıştıktan sonra da büyüklerimden sual sorarak bir şeyler öğrenmeye çalıştım.
Hz. Mevlânâ’nın düşüncesinin temellerinden bahseder misiniz?
Din olgusu, İslâm olgusu anlaşılmadan, Hz. Peygamber bilinmeden, tasavvuf ekolleri bilinmeden Hz. Mevlânâ’nın bunların hepsinden soyutlanarak tek başına anlatılması mümkün değildir. Tasavvufsuz ve Resulullahsız bir Mevlânâ ortaya koyulmaya çalışılıyor. Kendine ait olmayan birtakım lâflar üretiliyor. Hz. Mevlânâ’yı bunlardan soyutlayarak ortaya koymak son zamanlardaki bir modadır.
Mesnevî-i Şerif’in ve diğer Divan-ı Kebir’in Mektubat, Mecalis-i Seb’a, Rubaiyat gibi Hz. Pîr’in eserlerini okuyup, üstelik de-dikkat buyurun-tercümelerini okuyup, “Hz. Mevlânâ’yı anladım!” diye ortaya çıkanlar, Hz. Mevlânâ’yı anlayamamışlardır. Anlamadıkları için de anlatamamışlardır. Bu iş çok basit zannedildiği için de anlatanların kısm-ı küllîsi de yanlış anlatmışlardır. Çok aykırı şeyler söylüyor olabilirim, ama yanlış ve yalan değil. Hz. Mevlânâ bir modadır. Bizim tasavvufumuz, Anadolu erenlerimiz Hz. Mevlânâ, Hz. Hacı Bektaş-ı Veli, Hz. Yunus Emre’den ibaret değildir. Kars’tan Muğla’ya, Hakkâri’den Edirne’ye kadar bugünkü siyasî coğrafyamızda ve eğer Türklük ise, Bosna’dan Orta Asya’ya kadar bizim pek çok büyük tasavvuf sîmalarımız vardır. Maalesef, anma törenleri Hz. Mevlânâ’ya ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye yoğunlaştırıldığı (ama ona çok siyaset bulaştırıldığı) için ikisi tanınıyor. Bir de Yunus Emre.
Türkçe ve Farsça meselesine gelince, bunu da yanlış biliyorlar. Hz. Mevlânâ Belh doğumludur. Belh bugün siyasî sınır olarak Afganistan sınırlarında kalmış olsa dahi, orası bir Türk beldesidir. Bugün Merv, Mezar-ı Şerif gibi Türk beldeleri de Afganistan sınırları içindedir, ama Afganlıkla alâkaları yoktur. Siyaseten öyle paylaştırılmıştır. Belh şehrinde konuşulan Türklerin ana lisanı, oranın Farsçasıdır. Bugün İran’da konuşulan Pehlevî şivesiyle olan Farsça değildir. Yani Hz. Mevlânâ yabancı dilde değil, ana dilinde o eserleri yazmıştır. Ve eğer Anadolu’da, onun ailesinin geldiği zamanlarda, herkes Türkçe konuşuyor olsaydı, Karamanoğlu Mehmet Beyin, “Bundan sonra Türkçe konuşulsun” fermanı ne işe yarardı? Demek ki artık Türkçe konuşulmuyor ki, Karamanoğlu Mehmet Bey “Türkçe konuşulsun!” deme ihtiyacı duydu. Hz. Mevlânâ da ana dili olan Orta Asya Farsçasıyla yazmıştır. Maalesef, eski Türkçede (Osmanlıca) birçok eserimiz olmasına rağmen, bunlar Latinceye çevrilmediği, çevrilse de lisanı eskilerde ve yükseklerde kaldığından bugün anlayamıyoruz.
Hz. Mevlânâ’nın fikirleri tercümeler üzerinden yürüyor. Bunun doğrusunu anlamak için, mutlaka özel çalışma yapmak lâzımdır.
Ayrıca burada bir fıkranın yeri geldi. Baba erenlere, “Neden namaz kılmıyorsun?” diye sormuşlar. “Hakkında âyet var,” demiş. “Hangi âyet ki bu?” demişler. “Namaza yaklaşamayın” âyeti demiş. “İyi de o âyetin devamı var” demişler. “Ben hafız değilim, o kadarını bilmem” demiş. Dolayısıyla herhangi bir konuda bir küllden cımbızla bir şey çekip almak ve onun üzerine fikir bina etmek fevkalâde yanlıştır. Hz. Mevlânâ hakkında da bugün bu fazlasıyla yapılıyor. Hz. Şems’le olan ilişkisi hiç anlaşılmamış vaziyettedir. Bir kısım aklı başka yerde olan insanlar, bu münasebeti kendi akıllarınca süflîleştirmektedirler.



Bakü’de herkes petrol kuyularını biliyor, ama Seyyid Yahya Şirvanî’yi biliyor mu? Erzincan’da bugün türbesi zelzelelerle yer değiştiren, Fırat Nehrinin kenarındaki Ulu Cami, eski Ulu Cami olan, ama bugün yeri belli olmayan Pîr Muhammed Molla-yı Erzincanî’yi tanıyor muyuz? Sivas’ta Şemseddin-i Sivasî’yi tanıyor muyuz? Onun Hz. Ebubekir hakkındaki, dört halife hakkındaki kitabını biliyor muyuz? Bu. kötü bir fotoğraftır.



Çok fazla tarikat varken, insanların Mevlevîliğe ilgileri neden daha fazla?
Diğer tarikatlar tanınıyor mu? Bosna’dan Orta Asya’ya kadar birçok büyüğümüz var. Bu büyüklerimizin, bir kısmının büyüklükleri, tasavvufta içtihat sahibi, yani ‘pîr’ olmalarından kaynaklanır. Bunların bir kısmı ‘pîr-i sanî’dir. Meselâ Bakü’de herkes petrol kuyularını biliyor, ama Seyyid Yahya Şirvanî’yi biliyor mu? Erzincan’da bugün türbesi zelzelelerle yer değiştiren, Fırat Nehrinin kenarındaki Ulu Cami, eski Ulu Cami olan, ama bugün yeri belli olmayan Pîr Muhammed Molla-yı Erzincanî’yi tanıyor muyuz? Sivas’ta Şemseddin-i Sivasî’yi tanıyor muyuz? Onun Hz. Ebubekir hakkındaki, dört halife hakkındaki kitabını biliyor muyuz?
Bu kötü bir fotoğraftır. Çünkü devlet Hz. Mevlânâ’nın tarikatının âyininin yapılmasına müsaade etmiştir. Diğer tarikatlerin âyinleri yasaktır. Onun için başka tarikat yok zannediliyor. Ama Aralık ayında, siyasetçisiyle, gazetecisiyle, popüler sîmalarla herkes Konya’ya gittiği için Hz. Mevlânâ diğer turuk-u âliyeden daha önde zannediliyor. Ancak Batının üç Müslüman sîmaya ayrı bir teveccühü var: Rabiatü’l-Adeviyye, Muhyiddin İbni Arabî, Mevlânâ Muhammed Celâleddini Rumî.
Neden bu isimler?
Feminizm rüzgârlarının tesiriyle Rabiatü’l-Adeviyye’ye bakıyorlar. Kendi kafalarındaki Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle—dikkat buyurun—Hıristiyanlık demedim, Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle, kendi ‘panteist’ anlayışlarıyla paralel zannettikleri Vahdet-i Vücudu en iyi anlatan, en geniş eserlerinde yer veren zât-ı şerif olduğu için, İbni Arabî’ye yöneliyorlar. Doğru dürüst tetkik eden, Vahdet-i Vücudun panteizm olmadığını anlıyor, Müslüman oluyor, o ayrı mesele. Çünkü asla panteizm değildir. Parçaların birleşmesiyle bütün oluşmaz. Vahdet-i Vücud bu değildir. Vahdet-i Mevcud da başka bir şeydir. Vahdet-i Şuhud da başka bir şeydir. Biraz doktora konusu değil mi, ama mevzu bu. Bu konu gazete makalesi olacak bir mevzu değildir. Bir gazetenin orta sayfasındaki baldır bacağın yanında yayınlanacak bir haber de değildir.

Devlet Hz. Mevlânâ’nın tarikatının âyininin yapılmasına müsaade etmiştir. Diğer tarikatlerin âyinleri yasaktır. Onun için başka tarikat yok zannediliyor. Ama Aralık ayında, siyasetçisiyle, gazetecisiyle, popüler sîmalarla herkes Konya’ya gittiği için Hz. Mevlânâ diğer turuk-u âliyeden daha önde zannediliyor.

Batıdaki insanın en muhtaç olduğu şey sevgidir. O kadar sevgisiz bir toplum ki... Bir takım düzenler görüyorsunuz Batıda, hepsi kanun zoruyla. Çok sevgiye muhtaçlar. Hepimiz sevgiye muhtacız, o ayrı. Hollanda’da laboratuara sokulmuş ve neticeleri rakamsal olarak ortaya konulmuş bir araştırma var. İki inek üzerinde yapılmış. Biri okşanıyor ve müzik dinletiliyor. Sütünün kalitesi ve miktarı, okşanılmayan ve müzik dinletilmeyenden fazla. Bak, sevgi böyle bir şey. Ama Batı bu sevgiye çok aç. Ve onun için sevgiyi en yüksek derecede ifade ve ifa eden Hz. Mevlânâ’ya yöneliyor. Hz. Mevlânâ’nın diğer turuk-u âliye arasında herkes tarafından kabul edilen bir başka özelliği vardır. Tasavvufta bir takım olmazsa olmaz unsurlar bulunur. Bu unsurların doruk şahsiyetleri vardır. Bu aynen Hulefa-i Raşidin’e benzer. Sıddıkıyet deyince akla Hz. Ebubekir gelir, diğerleri sadık değil mi? Adalet deyince akla Hz. Ömer gelir, diğerleri değil mi? Hayâ, iman deyince Hz. Osman; ilim deyince akla Hz. Ali gelir. Peki, diğerleri değil mi? Hâşâ! İşte bunun gibi, tasavvufta zühd, irfan, terk, aşk gibi unsurlar vardır. Hepsi ehl-i terktir, ama İbrahim Ethem başkadır. Hepsi irfanlıdır, ama Bayezıd-ı Bestamî başkadır. Hepsi zühd-ü takva sahibidir, ama Cüneyd-i Bağdadî başkadır, hepsi yardım eder, ama Hz. Abdülkadir başkadır. Hepsi âşıktır, ama Hz. Mevlânâ başkadır. Onun için eski kitaplarda vardır; bu terk-i Ethem, zühd-ü Cüneyd, irfan-ı Bayezıd, aşk-ı Mevlânâ olmadan olmaz, yazarlar. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ’nın böyle bir genel kabulü vardır.
Mevlânâ’nın Kur’ân-ı Kerim’e bakışından biraz bahsedelim.
“Bizim Mesnevîmiz birlik dükkânıdır. Kur’ân’ın anlattığı birlikten gayrı, ne görüyorsan, o puttur” diyor.
Bir başka beytinde, “Ben onun (Kur’ân) ayağının tozuyum, eğer bir şeref sahibiysem onun ayağının tozu olduğum içindir ve benim hakkımda bundan başka bir söz olursa, o sözden de, o sözü söyleyenden de şikâyetçiyim” diyor.

Doğru dürüst tetkik eden, Vahdet-i Vücudun panteizm olmadığını anlıyor, Müslüman oluyor, o ayrı mesele. Çünkü asla panteizm değildir. Parçaların birleşmesiyle bütün oluşmaz. Vahdet-i Vücud bu değildir. Vahdet-i Mevcud da başka bir şeydir. Vahdet-i Şuhud da başka bir şeydir.

Bu yılın Mevlânâ yılı olmasının sebebi nedir?
1973 Hz. Mevlânâ’nın ahirete teşrifinin 700. yıldönümü münasebetiyle, yine UNESCO tarafından Dünya Mevlânâ Yılı ilân edilmişti. 2007’de doğumunun 800 yılı olduğu için, 2005 yılının sonunda devletimizce, bu işi sevenlerce birtakım dosyalar hazırlandı, UNESCO’ya teklif götürüldü ve UNESCO böylesine büyük şahsiyetin dünyaca tanınması gerektiğini ve genel kültür mirası olarak, bunu kabul etti. Tabiî 2007 yılı geçecek bitecek. Ama ayrıca, UNESCO’nun yeni bir kararı daha var. Bu yeterince bilinmiyor. Biliyorsunuz, UNESCO devlet tarafından veya paralı kuruluşlarca desteklenmeyip, dünya halkının kendi kültürüne asırlardır sahip çıktığı bazı değerleri tesbit edip, bunların yok olmasına mani olmakta. Mevlevî semaı dünya kültür mirası olarak tespit edildi. UNESCO tarafından koruma altına alındı.
“Gel, gel ne olursan ol, yine gel. İster kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol, yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.” Bu sözden bahsedelim biraz.
Bu söz Mevlânâ’ya ait bir söz değildir. Kazvinî isimli bir şaire aittir. Ancak çok güzel sözlerdir, Hz. Mevlânâ’nın fikirlerine uygundur. Hiçbir eski eserinde yoktur. Sadece 1925’ten sonra Mevlânâ Kütüphanesi elden geçerken kendisine ait bir kitabın, yani kendisinin yazdığı değil, bir Divan-ı Kebir nüshasının kabında, bir başka yazıyla yazılmış çok güzel bir rubaidir. En son icazetli mesnevîhanı Şefik Can, Mevlânâ’ya ait olmadığını ispat etti. Ayrıca ‘baza’ kelimesiyle başlıyor bu rubai, yani Farsça “Dön!” demek. Sen aslına dön, diyor. Çünkü insanlar sıfat-ı İslâmiye ile yaratılırlar. Sonra nefislerinin tesiriyle yanlış yola giderler. “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” âyetinin bizim anlayacağımız şekilde bir açıklamasıdır. “Benim dergâhım ümitsizlik dergâhı değil” diyor. Burada kastedilen, “Gel, sen aslına dön. Ben seni küfre düşürmem” diyor. Yoksa şimdiki bazı insanların anlamak istediği gibi, “Pisliğinle gel, bizi de pislet!” demiyor.

Batıdaki insanın en muhtaç olduğu şey sevgidir. O kadar sevgisiz bir toplum ki... Birtakım düzenler görüyorsunuz Batıda, hepsi kanun zoruyla. Çok sevgiye muhtaçlar. Hepimiz sevgiye muhtacız, o ayrı. Ama Batı bu sevgiye çok aç. Ve onun için sevgiyi en yüksek derecede ifade ve ifa eden Hz. Mevlânâ’ya yöneliyor.

Mevlânâ Hazretleri, “Biz ölünce bizim kabrimizi toprakta aramayınız. Zira biz âriflerin gönüllerindeyiz” derken hangi âlimleri kastediyor?
Niyazî-i Mısrî Efendimiz diyor ki;
Savm-ı salât-ı hacc ile sanma zahid biter işin
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.
İşte o irfan sahiplerinin gönlündeyim, diyor. Onun ne olduğunu da bu mısradan anlayabiliriz.
Ârifler irfan sahipleridir. İlim, irfanı geliştirmeye yardımcı olan yollardan biridir. Ama her âlim, ârif değildir. Elinden tutan ve yol gösteren olmazsa, ilmine mağrur olur. O ilim, onu tepe takla düşürür.
29/12/2007
Bizim Aile dergisi Aralık 2007




Ömer Tuğrul İnançer:Her Eski Güzel Değildir, Her yeni Çirkin Değildir
2007 - Eylül
Ercan Alkan



Sekiz nesildir İstanbul’da yaşayan bir ailenin mensubu olan Ömer Tuğrul İnançer İstanbul’daki sosyal yaşam, kadim kültürümüz ve musikimiz hakkında derin bilgiye sahip ender insanlardan birisi. İşi ehline danışınız ilkesinden hareketle eski teravih usulü ve musikimiz ve de oruç ibadetinin manevi yönlerine ilişkin İnançer’le sizler için bir sohbet gerçekleştirdik. İstifade etmemiz temennisiyle…

Oruç ibadetinin özü nedir?

Ne yazık ki oruç ibadetini yemekten içmekten el çekmek ve iftarı yemek başlangıcı olarak algılamak orucu anlamamaktır. Bu anlamamak sadece günümüze mahsus değildir. Mesela Üsküdar Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmet Remzi Dede’nin kendisine hitap ederek söylediği bir güfte de “Mâsivâdan sâim ol” yani mâsivâ seni Allah’tan ayıran şeyler, bunlara oruç tutarsan bayramı hak edersin. Yoksa sadece yemek içmekten kesilmek oruç tutmak değildir. O orucun zâhiridir, ancak zâhiri olmayan kurumun bâtını da olmaz. Yemek içmekten kesilmeden mâsivâdan kesilemezsin. Gaye yemek içmekten kesilmek değildir. O vasıtadır. Gaye mâsivâdan kesilmektir. Ama Allahu Zü’l-Celâl kullarına -özellikle Muhammedîlik ihsan ettiği kullarına- olan rağbetinden ve şefkatinden dolayı mâsivâ orucunun yolunun en kolayının madde orucu tutmaya başlamakla olduğu için onu ihsan olarak vermiştir. Elbetteki Allah’ın ihsanı reddedilme küstahlığına uğratılacak bir şey değildir. Ama oruç tutmak gaye değildir, aslolan oruç tutmak vasıtası ile Allah’a kul olmaktır. “Ben cinleri ve insanları bana kul olsunlar diye yarattım.” “Bana kul olsunlar” diye anlamamız gereken âyet-i kerime ne yazık kı ibadet ritüellerinde bulunsunlar diye yarattım şeklinde anlatılıyor. Hâlbuki ibadet ritüelinde bulunması için yaratmadığı Cenâb-ı Hakk’ın şundan belli ki daha evvel kendisine sırf ibadet ritüelinde bulunan melekleri vardı. Süleyman Çelebi anlatıyor ya mevlidin mirac bahsinde, gök ehlini kimini rükuda gördüm kimini kıyamda gördüm kimini secde de, hep ibadetteler… Demek ki “Ben cinleri ve insanları yaratmazdım ancak bana ibadet etsinler, diye yarattım.” şeklinde tercüme edilen âyeti kerimeyi “oruç tutsunlar, namaz kılsınlar, abdest alsınlar diye yarattım” şeklinde anlamamak lazım. Bu ihsanlar yerine getirilmek suretiyle en kolay, en kısa yoldan, Habibullah’ın tatbik ettiği yoldan Allah’a kul olma şerefine yükselsinler, diye yaratıldı mahlukat.

Oruç ibadetini diğer ibadetlerden farklı kılan yanlar nelerdir?

Oruç daimî ve toplu bir ibadettir. Mesela namaz böyle değil gün boyu daimi bir ibadet değil. İşte orucun yüceliği ordadır. Toplu ibadettir. Aynı anda birçok insan gün boyu aynı ibadeti yerine getirmektedir. Ramazanın ehemmiyeti budur. İmsak vakti ile iftar vakti arasında uyusan da abdest de bozsan günlük işinle de meşgul olsan yola da gitsen ibadet halindesin. Niyetlendin ibadettesin. O daimi ibadetin getirdiği feyzi, Ramazanda -şimdilerde biraz, ara sıra- burnumuza gelen o kokuyu, o yüceliği hissederiz. Bu şuurla düşünüldüğünde insan çok yükselir. Bu şuuru yakalayamanlara da “Ama canım seninki eşek orucu, eşeğin de önüne saman koysan şeklinde” dememek lazım. Bu da çok kaba. Ne olursa olsun. Bu kadar kaba bir şekilde Müslüman’a hitap edilmemek lazım. Güzelliği teşvik etmeliyiz. Rasûlulllah Efendimiz hiç böyle yapmış mı? Eşek orucu demiş mi? Düşünülebilir mi Efendimizin nezaketinden böyle bir sözün sâdır olması. Dolayısıyla bir Müslüman’ın da böyle söylememesi lazım.

Türkiye’de, İstanbul’da geçmişteki Ramazanlarda bunlar öğretiliyordu. Şimdi yine öğretiliyor. Nasıl sosyal hayat bir takım değişikliklere uğradıysa Ramazan da sosyal hayatın bir parçası olarak elbette bir takım değişikliklere uğramıştır. Bu değişikliklere uğramayı gerileme olarak algılamak da pek doğru değil. Gerinin ilerinin her zaman kendine mahsus yeri vardır. Eskiden de vardı şimdi de var. Ancak şimdilerde “ferdî hürriyet”e saygı namı altında topluma saygısızlık yapma gibi bir hal var. Bu güzel bir şey değil. Siz bir dünya vatandaşı olarak Roma’ya gittiğiniz zaman orasının protokolüne uymanız gerekiyor. “Ferdî hürriyet” diyerek orda saygısızlıkta bulunamazsınız. Ama ne yazık ki rastladığımız hâdiseler… Misal iftar davetine çağrılıyoruz 10 dakika var ezana “Ben bir sigara yakayım” diyor. Bu dinsizlik değildir, bu terbiyesizliktir, bu saygısızlıktır. İşte eskiden bu terbiyesizliğe müsaade edilmiyordu. Sokakta aşikâr sigara içilmezdi. Benim çocukluğumda da öyleydi. Mesela benim 25 sene evvel sekreterim bir Yahudi idi. Kahve tiryakisi bir hanımdı. 5 ramazan beraber geçirdik, bir gün benim yanımda kahve içmedi ramazanda. Bu terbiyesi onun. Terbiyeli olmak mecburiyetindeydi. İnsanlar oruca saygısızlığı “laiklik” ve “şahsî hürriyet” namı altında empoze edemezler. Terbiyesizliğin ayrı bir isimle kullanılması da ayrı bir terbiyesizliktir.

Geçmişle günümüzü kıyas edersek başka ne tür farklılıklar vardı?

Sözünü ettiklerimin dışında pek bir fark yok. Musıkî daha az da olsa devam ediyor. Güzel mukabeleler azalsa da devam ediyor. Bu farklılıklarda etkin olan hiç şüphesiz başka faktörlerde vardı. Mesela birçok büyüğümüz, Bayezid Camiinde ki mukabelelerde gençliklerinde, çocuklarında yer bulunmadığını söylerlerdi. Beyazıt Camii o zamanın ikamet merkezlerinden birinin ortasında idi. Şimdi artık her yer iş yeri. İftara bir saat kala herkes ancak evine gitmeye çalışıyor. Camiye gidecek zamanı yok, evine yetişemez çünkü. Eskiden dükkânla ev arası yürüyüş mesafesinde idi. Şimdi öyle değil. Dolayısıyla hayatın getirdiği bu nevi mecburiyetler dine daha az bağlılık olarak algılanmamalı. Bunun yanısıra eskiden bizim çocukluğumuzda babalarımız, dedelerimiz sahur zamanında “mine’l-Kahire” diye, boyuna lambalı radyolarda biraz Kur’an dinleyelim diye Kahire Radyosu aranırdı. Şimdi öyle değil, maşallah. Bilmem kaç tane tv istasyonunda –doğru-yanlış, eğri-büğrü o ayrı bir mesele- sahur, iftar programı yapılıyor. Bir de bu tarafına da bakmak lazım. Onun için iyilik hep azalıyor, kötülük onun yerine geliyor filan. Yer değişmeler oluyor. Şimdi Kahire’den dinleyeceğimize kendi hafızımızı, kendi hocamızı dinliyoruz. Her eski güzel değildir, her yeni çirkin değildir. Bunu da böyle anlamak lazımdır. Eskinin güzelliklerini söylemek nostalji değildir. Güzelden numune almak çirkinden ibret almak insana yakışandır. Böyle olması lazımdır. Vesselam.

http://www.yenidunyadergisi.com/index.php?sf=arsiv_oku&id1=1744&id2=14&id3=Ercan%20Alkan



"Allah Cemil ve Cemâl'dir, güzeli sever"
Ömer Tuğrul İnançer

"Allah Cemil ve Cemâl'dir, güzeli sever. Beyânları da bu istikâmettedir. Hâşâ, “Allah korkunçtur!” şeklinde bir sonuç çıkaracağımız bir beyânı yoktur. Tamam, Allah'ın rızâsını kaybetmekten doğan bir korkudan bahsedilebilir, ama bu O'ndan korkmanın değil O'nu sevmenin ifâdesidir. Rabb'in hatırını rencîde etme korkusu..."
MUHABBET PEYGAMBERİ HZ. MUHAMMED (SAV)'DEN

"Resûlullah Efendimizi sevmeyenler O'nu tanımayanlardır"
ÖMER TUĞRUL İNANÇER

Muhabbet gelişmez, bir dâd-ı Hakk (Allah Vergisidir)'tır. Cenâb-ı Hakk'ın insana olan ihsânıdır, ancak muhabbete gönül açmak için tanımak lâzımdır. Tanımak akılla olur, tanıdığın zaman zaten sevmeye mecbur ve mahkûm olursun. Resûlullah Efendimizi sevmeyenler O'nu tanımayanlardır. Tanıyıp da sevmeyene rastlamadım. Ne tarihte ne de günümüzde...
GÖNÜL SOHBETLERİ -



“Âşıkların yüzü sarı olur.”
ÖMER TUĞRUL İNANÇER

"Hazret-i Sultan Veled.. “Babacığım sizin yüzünüz, betiniz, benziniz niçin bu kadar sarı?” diye sorduğunda: “Âşıkların yüzü sarı olur.” cevâbını alan ve kendi yüzünün daha pembe renkli olmasına üzülen Hz. Sultan Veled... Ama Hz. Pîrin sözü daha bitmemiştir: “Ben Allah'ı sevenlerdenim, onun için yüzüm sarı, ama sen Allah'ın sevdiklerindensin, mâşukluk makâmındasın. Onun için yüzün daha pembe.” İşte böyle bir yüce, Sultan Veled Hazretleri... "
DİNLE NEYDEN'den



“Sevda pınarından gelen bir su ol”
ÖMER TUĞRUL İNANÇER / AHMET ÖZHAN

“Sevda pınarından gelen bir su ol” Sevdanın pınarı bizâtihî Hakk'tır. Çünkü bir Hadîs-i Kudsî'de “Bilinmeyi istedim/sevdim ve bunun için mahlûkâtı yarattım.” yani “Ben severek yarattım ve Ben'i sevin diye...” buyruluyor. İşte sevdanın pınarı orası. Oradan akan bu su gönülden gönüle akacak.
ŞARKILAR SENİ SÖYLER'den

"Niçin mutasavvıflardan hiç asık suratlı kimse yok?"
ÖMER TUĞRUL İNANÇER / KENAN GÜRSOY

“Efendim gülmek kalbi karartır” diye bir hâdis var. “İki gözüm”, demiş, “başkasıyla alay ederek onun herhangi bir noksanını dile getirip onu mahcup etmek suretiyle eğlenerek gülmek kalbi karartır.” Yoksa, Hazret-i Mevlânâ gibi “Her bir âhenkli seste, cennet kapılarının açıldığı gıcırtısını duyuyorum” diyen bir zâtın, asık suratlı olması mümkün müdür. Resûlullah ile âdetâ birebir sözsüz, sessiz, sohbet edebilecek hal gelmiş zevâtın, bir zâtın asık suratlı olması mümkün mü? Niçin mutasavvıflardan hiç asık suratlı kimse yok? Niçin mutasavvıfların şiirlerinde hep müjdeler var? Ve niçin mutasavvıflara özellikle Sudan ve civarında, Beşir ismi veriliyor? Çünkü müjdeleyici.
GÖNÜL GÖZÜ'nden

Dervişlik nedir?

"Dervişlik ruhsattan istifade etmek değildir, Dervişlik sonuna kadar azmetmek yoludur..."
Ömer Tuğrul İNANÇER

"Dinin mükellefiyet ve muhabbet yönü...."

“…Mü’minlerin Allâh’a olan muhabbetleri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165)

"İnsan iki ayakla yürür.. Kuş iki kanatla uçar.. İnsanın bir ayağı olmaz veya normal çalışmazsa, kuşun bir kanadı olmaz veya çalışmazsa yürümek ve uçmak fonksiyonu en hafifinden evvela arızalanır ve sonra biter. Kanatsız kuş uçmaz, tek kanatlı kuş uçmaz. İşte dinin mükellefiyet ve muhabbet yönü insanın 2 bacağı, kuşun 2 kanadı gibidir, birinden biri eksik olursa olmaz.."
Ömer Tuğrul İnançer

"Bizi yakınlaştıran tek şey..."

"Bizi yakınlaştıran tek şey Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesidir."
Ömer Tuğrul İnançer
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> TASAVVUF Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com