EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

50 büyük Avrupa yalanı deşifre oldu

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> BATI DÜNYASI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ağu 03, 2009 6:52 pm    Mesaj konusu: 50 büyük Avrupa yalanı deşifre oldu Alıntıyla Cevap Gönder

50 büyük Avrupa yalanı deşifre oldu
03 Ağustos 2009
Yunus Emre Tozal'ın haberi
Kendi tarihini merkeze alarak bir dünya tarihi oluşturan ve kendi dışındaki dünya tarihini kendisinin oynadığı role göre biçimlendiren Avrupa'nın 50 büyük yalanı deşifre edildi.

Mustafa Armağan, eserlerinde yanlış bilinen konuları herkesin kolayca anlayabileceği bir üslupla anlatarak, birinci elden kaynaklardan örnekler veriyor, okuyucunun okuma eylemini genişleterek birinci elden kaynakların da okunmasına zemin hazırlıyor. Tarihi bir ideoloji nesnesi ya da aygıtı olarak algılamayıp son derece samimi, dengeli, bilgi dolu ve ezber bozan kitaplar yazıyor. Kitap isimlerinden bile, okuyucuyu kitaplarına çeken müthiş bir tarafı var Armağan'ın.

Düşünce dünyamızda tarih ile düşünme eyleminin birlikte olması gerektiği hakkında ezber bozan çalışmalara imza atan, bir söyleşisinde "Kuru tarih bilgisini canlandıracak formül; tarih ile birlikte düşünmektir!" diyen Mustafa Armağan'ın son kitabı Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı, nihayet Timaş yayınlarından çıktı. Belgelere ve arşivlere dayalı araştırmalarıyla Osmanlı tarihi, yakın tarih, şehirlerin ruhuyla alakalı edebi metinler üzerine kitaplar ortaya koyan Mustafa Armağan, Batı denilince aklımıza gelen efsaneleşmiş olayları, inanışları, keşifleri, septik bir perspektifle sorguluyor, Avrupa hakkında ezberletilmiş bilgileri sorgulamakla da kalmıyor, Avrupa'nın imajını düzeltmek için ne hilelere başvurduğunu da ortaya koyuyor.

Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı, hayretlerden yola çıkarak başlanılan ve bu hayretlerin şaşırmayla birlikte daha da artarak tarihin kendimize bakan yüzünü, çarpıtmalardan uzak tutarak oluşturulan bir eser. Avrupa'nın kendi tarihini merkeze alarak bir dünya tarihi oluşturması ve kendi dışındaki dünya tarihini kendisinin rol oynayıp oynamadığına göre bir sıralamaya sokarak yazması, yazarın ifadesiyle Tanzimat'tan sonra put haline getirilmiş olan Avrupa/Batı büyüsünün bozulması için zihinlerimize salınan yalanları deşifre etmeyi amaçlayan bir fikir arkeoloji çalışması. Yazarın yıllar önce çalınmış bir tarihi geri getirmek için çıktığı yolda en büyük arzusuysa, kendi ifadesiyle Yavuz Sultan Selim gibi, Şimdi O'na kavuşmak vaktidir' diyen kişinin yüzüne anlamsız nazarlarla bakabilmek olduğunu açıklıyor.

Armağan'ın amacıysa okurlarını şaşırtmaktan öte, asıl tarihin yüzüne dokunurken ortaya çıkacak yeni görüntülerle okurları buluşturabilmek. Şaşırmayı düşünmeye başlamanın ilk şartı olarak gören yazar, düşündükçe Sezai Karakoç'un "Fecir Devleti" adlı anıtsal şiirindeki mısraların ruhumuzun kanallarına akmayacağını belirtiyor:

"Yırtılsın inkârın zırhı / Reddin Seddi yıkılsın / İnancın fecri doğsun / Ağsın sabah yıldızı gibi ufkumuza / Batı ve Doğu bütün anlamıyla / Açılsın önümüze bir kitap gibi."

Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı, beş bölümden oluşuyor. Avrupa Bilmecesi, Avrupa'nın Yalanları, Amerika'yı Kim Keşfetti?, İflas Eden Tanrıça ve Çağdaş Bilimsel Mitoloji. Avrupa'nın "Avrupalı" olup olmadığını tartışan yazar, Avrupa'yı Avrupa yapan unsurları sorguluyor. T. S. Eliot'ın Avrupa'yı Avrupa yapan unsurun Hıristiyanlık olduğu demecinden yola çıkan yazar, tarihte Avrupa'nın yerini tartışırken oryantalizmden Avrupa'nın beslendiği kaynaklara, Avrupalı olunmanın, Avrupa'nın dünyanın merkezi olduğu fikrinin alt yapısını sorguluyor. Endülüs İslam Medeniyetinin Avrupa üzerindeki etkilerini, keşiflerde 'meçhul diyarları keşif' gibi amacın sadece salt beşeri merakın ürünü olmadığını söyleyerek, kendi tarihimizi bilmememize rağmen Avrupa'nın tarihini kendi tarihimizmiş gibi özümseyerek okumamızın, 'onların' sözde başarılarının sanki kendi eserlerimiz gibi gurur duymamızın nedenini anlamakta güçlük çektiğini belirtiyor: "Öyle ya, bu ilgimiz sahici, yani 'meçhul diyarları keşif' gibi salt beşeri merakın ürünü olsaydı, dünyanın en uzun mesafe kat etmiş gezgini unvanına sahip İbn Batuta'yı, Hindistan'da akıl almaz maceralara atılan Seydi Ali Reis'i, haritalarını uzaydan bakan bir gözle yapmayı nasıl başardığına hâlâ akıl sır erdirilemeyen Piri Reis'i de merak eder, okur ve okul kitaplarımızda onlara da insanlığa katkı yapanlar arasında hak ettikleri yeri ayırırdık." (s. 53)

Kitabın ikinci bölümünde Yunan medeniyetinin Romalı romantikler tarafından icat edilen bir şey olduğunu, Rönesans'ın karanlık yanlarını, Bilimsel devrim efsanelerinin gerçeklik ilkesiyle bağını, özelikle Müslüman âlimlerden çalınan bilgilerle yapıldığını, Manga Carta Sözleşmesi'nin bilinenin aksine ilk demokrasi metini olmadığını, o sözleşmenin düpedüz demokrasi adına bir gericilik olduğunu, Sanayi devriminin görünmeyen yüzünü, Siyonizm'in asıl derdinin ne olduğunu, Shakespeare'den Don Kişot'a, Truva atından Hitler'e ezber bozacak bilgiler aktarıyor. Şu tarihi soruları soruyor Mustafa Armağan:

- Mesela Bilimsel Devrim, Sanayi Devrimi denilen Avrupa'nın modern çağdaki telaşlı hamlelerini, tam da onun uzun yüzyıllar süren geri kalmışlığını telafi etme adımları olarak değerlendirmek neden bize sağlıksız bir düşünme yolu gibi gözüküyor dersiniz?

- Neden Avrupa'nın ancak 1500-1800 döneminde Doğu'yu yakalayabilecek bir düzeye eriştiği bilgisini görmezden geliyoruz?

- Neden şu sözü söylemek için bir Andre Gunder Frank'ın gelmesi gerekiyor olsun: "Avrupa 'ekonomik geriliğin avantajlarını' kullanmak suretiyle erken değil, geç gelişen bir kıtadır."

Kitapta ismi sık sık geçen gerçek bir efsane-savar öncü, J. M. Blaut'un aşağıdaki sözünü bizim Avrupa hayranlarının vaktiyle söylemiş olması gerekmez miydi: "Amerikalılar keşfedilmediler, enfekte edildiler." Yazar, burada Amerikalı yerlilerin Avrupalılar tarafından kasıtlı olarak kendilerinin aşılı oldukları virüslere kurban edildiği gerçeğini anlatmaktaydı bu sözlerle.

- Peki, neden bir 17 yüzyıl Bilimsel Devrim'inden söz edilir de, 10. yüzyılda gerçekleşen ve birkaç yüzyıl süren İslam Bilim Devrimi'nden söz edilmez?

- Neden Avrupa Rönesans'ından söz edilir de, Müslümanların Rönesanslarını en az 5 yüzyıl önce gerçekleştirdiklerinden dem vurulmaz?

- Neden Kolomb'un Amerika'ya giderken kullandığı gemilerin Çin donanmasındakiler yanında maket gibi kaldığı itiraf edilmez?

- Ve neden Vatikan yazmalar kataloğundaki İbnu'ş-Şâtır'a ait eserde, kendisi dindar bir Katolik olan Kopernik'in, gezegen teorisini açıklarken kullandığına tıpatıp benzeyen bir çizimin bulunduğu gözlerden gizlenir?

- Yoksa 'Batı Mucizesi'ni büyüsünün bozulmasından mı endişe edilmektedir?

Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı'nda cevabını bulabileceğiniz şu başlıkları da paylaşalım:

Florence Nightingale'in İngiltere'de ölüm meleği olarak tanındığını; Galile'nin kiliseye karşı çıkmış bir bilim kahramanı olmadığını; Magna Carta'nın Avrupa tarihinde ileri değil, geri bir adım olduğunu; Hitler'in aslında Avrupa'yı işgal planı olmadığını; Einstein'ın son yıllarında beyninin yavaşladığını; İlk feministlerin fabrikalardaki kadınları evlerine kapatma için kampanyalar düzenlediklerini; Don Kişot'ta Endülüslü Müslümanlarla ilgili şifreler bulunduğunu; Kopernik ve Kepler'in güneşe tapanlar tarikatından olduklarını; Rönesans insanlarının Ortaçağ'daki atalarından daha pis yaşadıklarını; Haritaların emperyalizmin sözcülüğünü yaptığını...

Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı, diğer Mustafa Armağan kitapları gibi ele aldığı meselelere farklı perspektiflerle, tartıştığı meseleler gereği ironiye kaçan üslubuyla hepimizin okuması gereken, hatta çevremize de okutturmamız gereken sürekli el altında bulunacak önemli bir kitap.

Kitabın arkasında şöyle bir tanım var kitap için: "Zengin kaynakçası, okurunu daha ileri okumalar için kışkırtan cömert dipnotları ve her şeyden güzeli, her bölümünde bir bulmacayı adım adım çözdüğünüzü hissettiren ilginç üslubuyla elinizden bırakamayacağınız bir Mustafa Armağan kitabı." Yüzlerce yabancı kaynaktan süzülen bilgilerle önümüze bildiğimizden çok farklı bir Avrupa fotoğrafı koyuyor Armağan. Kendi medeniyetimizdeki değerleri tanımak, öğrenmek, bize dayatılan yalan yanlış bilgilerden uzaklaşarak bakış açımızı medeniyetimize yönlendirmek adına iç dünyamıza zenginlik, bakış açımıza irfan, katabilecek satırlarla dolu.

Milli Gazete

Avrupa Tarihinin 10 Büyük Yalanı
8/6/2007
Mustafa ARMAĞAN

Cemil Meriç, “Kartaca’nın tarihini Roma’dan dinledik” diye yazmıştı. Roma karşısında mağlup olan ve bütün izleri silinen bu Afrikalı devlet, tarihini anlatacak bir Kartacalı çıkıncaya kadar sessizliğini koruyacak muhtemelen. Avrupa’nın Kartaca’sı olan Osmanlı tarihini de Avrupa merkezli bir bakışla okuyup okutmuyor muyuz? Biz de Osmanlı’nın tarihini Avrupa’dan dinleyenler safında değil miyiz? Osmanlı tarihini ‘Viyana’ya gittik, Viyana’dan döndük’ şablonuna sıkıştırarak anlatma hastalığımızdan belli değil mi bu? Niye Tebriz’e, Aden’e, dünyanın bir ucundaki Hindistan’ın Goa limanına kadar gittik demiyoruz da, Viyana’ya gitmeyi bu kadar önemsiyoruz? Üstelik Viyana’nın İstanbul’dan mesafesinin sadece 956 kilometre olduğunu bile bile söylüyoruz bunları (oysa Osmanlıların fethettikleri Bağdat’ın İstanbul’a olan mesafesi 1,334, Kirmanşah’ınki ise 1,579 kilometredir). Daha Yemen’i dahil etmiyorum listeye, çünkü ölçüm aletlerimizi maazallah patlatabilir.

Tarihimizle ilgili bilgilerimizde Avrupa bu denli sabit, değişmez bir ölçü ise, bizzat Avrupa tarihiyle ilgili bilgilerimizde bu haydi haydi böyledir. Bu yazıda Avrupa’nın kendisi hakkında uydurduğu, sonra da beyinlerimize yerleştirdiği 10 yalana eğilecek ve onların gözlerimize serap serpen kuyu başlarında beliren saflığımıza beraberce güleceğiz. Buyurun.

1) Yunan mucizesi yalanı

Antik Yunanlıların insanlık tarihinde eşsiz bir mucize gerçekleştirdikleri tezi, kendi karanlık dünyasına fener tutmak için çırpınan Avrupalı aydınlar için afyon etkisi yapmış ve bu efsaneye can simidi gibi yapışmışlardır. Neden? Çünkü Rönesans yıllarında Avrupalılar ele gelir neleri varsa bunları Müslümanlardan aldıklarını biliyor ve Müslümanlar karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden kurtulabilmek için onların haricinde bir tutanak arıyorlardı.

İşte sözde Yunan mucizesi, bu iflah olmaz hastalığa bir tür sahte deva olarak sunulmuştu. Nitekim bu tez, hiçbir işe yaramadıysa bile Yunan halkının Osmanlı bünyesinden koparılması için Avrupa çapında bir heyecan dalgasına yol açtı ve bağımsız bir Yunan devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Oysa ne o gün Yunanistan’da yaşayanlar Eflatun ve Aristo’nun torunlarıydı, ne de ortada herhangi bir mucize vardı. Üstelik Martin Bernal’in “Black Athena” adlı 4 ciltlik çalışmasında yetkinlikle ortaya çıkarttığı gibi, “Yunan mucizesi” diye bilinen uygarlığı kuranlar Yunanlılar değil, siyah derili Afrikalılardı, yani Fenikeliler ve Mısırlılar! Velhasıl Yunan mucizesi tezi, Romantiklerin icad ettikleri bir yalanı pazarlama çabasından başka bir şey değildi.

2) Magna Carta yalanı

Hangi aklı evvelin kitabını açsanız, dünyada demokrasinin ve anayasa hukukunun başlangıcı olarak İngiltere Kralı I. John’un yetkilerini kısıtlayan Magna Carta adlı belgeyi önünüze sürerler. ‘Adamlar daha Selçuklular devrinde demokrasinin temellerini atmışlar kardeşim’ yollu konuşmalara siz de sık sık rastlamış olmalısınız. Oysa çok özel bir durumdan neşet eden bu belgenin o günkü İngiltere tarihi için dahi “gerici” bir belge olduğunu bilmek önemlidir. Bakın neden?

Bir kere 1215 yılında imzalandığı bilinen Magna Carta’nın kral tarafından imzalanan orijinali değil de, kopyaları elimizdedir. İkincisi, bu belge ilerici değil, düpedüz gerici bir belgedir, çünkü Kral, feodal beylere, baronlara yeni vergiler yüklemek istiyor ve merkezî hükümetin gelirlerini artırmaya uğraşıyordu; baronlar ise tam tersine, eski düzendeki vergilerin aynen devamı için bastırıyorlardı. İşte krala imzalatılan belge, feodal ayrıcalıkların yeniden tanınmasını getiriyordu, kaldırılmasını değil. Yani ileriye gidişi değil, eskiye dönüşü amaçlıyordu.

Ancak tarihte yapılan bazı hareketlerin amaçlanmamış sonuçlar doğurması nadir rastlanan bir durum değildir. İşte Magna Carta’yı imzalatanların başına gelen de bu oldu. Onlar feodal sisteme dönülmesi için uğraş verirken, sonraki kralların, çözümü feodal düzenin dışında aramalarına yol açmış, böylece tahkim edeyim derken feodal düzenin yıkılmasını kolaylaştırmışlardı. Bu sebepledir ki, Kral I. John üzerinde uzmanlaşan Johns Hopkins Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Sidney Painter, açıkça “Magna Carta’da demokrasi yoktur” diyebilmektedir. Çünkü bu belge, İngiliz feodalizminin resmi beyanlarından biridir sadece. Painter’ın altını çizdiği bir başka husus ise bu feodal geleneğin modern demokrasilerimizde yaşamaya devam ettiğidir! (1808 Sened-i İttifak’ını Magna Carta’nın geç bir yansıması olarak gösterenlerin ‘gözüne gözlük’ diyelim mi?) Yani aslında feodal düzen yıkılmadı, ruhu modern demokrasilere geçmiş oldu sadece.

3) Rönesans yalanı

“Rönesans” (Renaissance) kelime anlamı itibariyle ‘yeniden doğuş’ demek. 19. yüzyıl tarihçileri tarafından aydınlık kabul ettikleri kendi çağlarını karanlık Ortaçağ’dan ayırt etmek üzere icad edilen “Rönesans” terimi, nedense fazlasıyla ciddiye alınmış ve sanki tarihte böyle bağımsız bir dönem yaşanmış gibi gösterilmiştir. Oysa tarihte Rönesans’ı meydana getiren ustaların yaşadığı ve eserlerini ortaya koydukları bir zaman diliminden söz edebilmekle birlikte, öyle planlı programlı, tasarlanmış, başı ve sonu belli bir dönemi kesinlikle göremeyiz.

İnsanın otoriteleri sorgulamaya başladığı dönem olarak yüceltilen Rönesans’ın kendisi nedense sorgulanmaz, kutsal bir inek gibi çevremizde döner durur. Oysa Lynn Thorndike adlı uzman, daha 1943 yılında şunları söylüyordu: “Hiç kimse Rönesans’ın ayrı bir dönem olarak varlığını ispatlayamadı; hatta bunu yapmak için çaba da göstermedi.” Yani Rönesans’ın Orta Çağlardan nasıl ayırt edilebileceğini bilmediğimiz halde Rönesans’ın varlığı hakkında kesin bir dille konuşabiliyoruz.

İşte günümüzün en önde gelen Rönesans uzmanlarından Peter Burke, dikkatimizi Rönesans’ın Latin ve Yunan kaynaklarına, yani binlerce yıl öncesine bir ‘geri dönüş’ hareketi olduğu noktasına çeker. Yani Rönesans aydınları, aslında ilerici değil, gericidir. Nitekim genellikle Rönesans’ın hümanist yazarları arasında zikredilen Montaigne, bazı bakımlardan Rönesans aleyhtarı değil midir?

Avrupa tarihinin yalanlarını bir yazıya sığdırmak ne mümkün! Keşke imkânım olsa da hepsini geniş geniş anlatabilsem sizlere. Belki bir kitapta, kim bilir!
--------------------------------------------------------------------------------
Fransızların 1572’de birbirlerini fırında pişirdiklerinin resmidir!
Angouleme şehrinde Fransız Protestanlarının Katolikleri nasıl öldürdüklerini gösteren bu gravürün sol tarafında bir odaya kapatılan ve aç bilaç bekletilen insanlar görülüyor. Oradan teker teker çıkartılan Katolikler bir halatın üzerinden çırılçıplak vaziyette çekiliyor ve birazdan ağır ağır kızartılacakları yere doğru götürülüyordu.

4. Amerika’nın keşfi yalanı
Avrupa’nın aslında epeyce geç kalmış “keşifler çağı”, Kristof Kolomb’un Hindistan’a gitmek için yola çıkıp tesadüfen Amerika’yı keşfetmesiyle başlatılır ve amacı, dünyayı tanımak ve dışa açılmak gibi masum sebeplerle açıklanır. Oysa gemide tuttuğu seyir defterinden gerçek niyetini öğrenmek mümkündür Kolomb’un: Tutsak aldığı yerlileri çalıştırarak elde edeceği altın ve gümüşleri gemilerle Portekiz’e getirmek ve “kâfirler”in, yani Müslümanların elindeki kutsal toprakları ele geçirmek. Bunu bir Haçlı seferiyle gerçekleştirmeyi düşlüyordu masum kâşifimiz. Kolomb’un, Müslümanların bulunduğu ülkelerin doğusunda bulunan efsanevî Hıristiyan Kral Prester John’un yardımını sağlamak ve böylece bir sandviç harekâtıyla İslam tehdidini bertaraf etmek üzere Hindistan’a gittiğini de okuyunca mesele iyice çetrefilleşiyor.

Bu yalanın bir başka boyutu da şu: 1492, Amerika’nın keşif tarihi değil, sonradan “Amerika” adı verilen toprakların işgal tarihidir. Zira Amerika, Kolomb’dan yüzyıllar önce Vikingler tarafından keşfedilmiş, bazı Müslüman gemiciler Güney Amerika’ya gidip gelmiş, nihayet son ortaya atılan iddiaya göre ise Çinli bir Müslüman olan Zeng He, bu defa Çin’den yola çıkarak Amerika’ya ulaşmıştır. Velhasıl Kristof Kolomb, Amerika’nın ilk değil, son kâşifidir.

5. Bilimsel devrim yalanı

Bazı yalanlar tekrarlana tekrarlana apaçık doğrular katına çıkabiliyor. “Bilimsel devrim” terimi ilk kez 1939’da ortaya atılıyor. Yine de onu bir kitabın kapağında görmek için 15 yılın geçmesi gerekecektir. Hepi topu 50 yıllık bir ömrü bulunan bu terimin dimağımızı böylesine felç etmesi de gösteriyor ki, bir büyücülük olayıyla karşı karşıyayız. Tek farkı, büyünün bilimsel bir kılıkla yapılıyor olması.

California Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Steven Shapin, “Bilimsel Devrim” adlı kitabına bu yalanın tarihini yazmakla başlıyor. Shapin’e göre “bilim” ve “bilim adamı” terimleri ancak 19. yüzyılda kullanıma girmiş olup 20. yüzyıl başlarına kadar da yaygınlaşmamıştır. Yani bilimin kamuoyu nezdinde bugünkü değerini kazanması, dün denilecek kadar yeni olaydır. Dolayısıyla hem Avrupa, hem de Osmanlı tarihine, bilimin bugün kazanmış olduğu yeni çerçeveden bakarsak fena halde çuvallarız.

Bugün ‘bilimsel devrim’ denilince akan sular durur. Birisi Kopernik, Galile ve Newton’dan söz etti miydi, ayet duymuşçasına sessizliğe bürünür çehreler. Dudaklar bükülür, anlamlı anlamlı kafalar sallanır, ‘Elin adamı neler yapmış bizimkiler uyurken’ nutuklarına sığınılır. Oysa meselenin iç yüzü hiç de öyle değildir.

Mesela Newton’un yaşadığı devirde Cambridge Üniversitesi’nin hali niceydi, biliyor muyuz? Okuyacak öğrenci bulamayan üniversite, öğrenci çekebilmek için indirim üstüne indirim yapıyor, hocalar okulu cazip hale getirebilmek için bırakın sınıfta bırakmayı, talebeye sınıf atlatıyorlardı, sınıf! Üstelik aynı zamanda bir ilahiyatçı da olan Newton, buluşlarının bilimsel sonuçlarından çok, kafasındaki din kavramı açısından taşıdığı anlamla ilgileniyor, Hıristiyanlığın dünyaya nasıl yeniden hakim olacağını tahmine çalışıyordu. Bunun için ayrı bir kitap bile yazdığını biliyoruz. Üstelik zat-ı devletleri, büyücülükle de iştigal ederdi. Hatta bu yüzden adı, çağdaşları arasında “son büyücü”ye dahi çıkmıştır.

Daha ‘bilimsel devrim’in Müslümanlardan çalınan bilgilerle yapıldığı üzerinde durmadık. Galile’ye ‘süredurum ilkesi’ni ilham veren Nasirüddin Tusi’nin 13. yüzyıldaki buluşundan haberimiz yoksa saf saf Avrupa’daki bilimsel devrim yalanına inanmaya devam ederiz elbette.

6. Sanayi devrimi yalanı

Bir “sanayi devrimi” lafıdır gidiyor. Orta malı siyasetçisinden mahalle mektebi seviyesine inmiş bazı üniversitelerin hocalarına kadar yığınla insan, sorgu sual etmeden, ‘Eller aya, biz yaya’ teranesini tutturmuş, Avrupa’nın sanayi devrimini gerçekleştirdiğini, bizimse bu ‘evrensel gelişme’yi ıskalayıp çağdaşlık trenini kaçırdığımızı tekrarlıyorlar.

Nasıl “bilimsel devrim”, tarihçilerin, seçtikleri bir zaman dilimine yüzyıllar sonra yapıştırdıkları bir yafta ise, “sanayi devrimi” de 19. yüzyılın ortalarına doğru coşkuyla keşfedilmiş ve bu yüzden bazı özellikleri abartılmış jenerik bir terimdir. Filmin jeneriği, filmin kendisi olabilir mi?

Sanki Sanayi Devrimi bütün Avrupa’da aynı anda olmuş bitmiş bir olay gibi sunulur bize. Halbuki İngiltere’de giderek hızlanan ve istikrarlı bir tarzda gelişen sanayileşme, Fransa’da ağır aksak ilerlemiş ve büyük ölçüde İngilizleri taklit etmiştir. İngiltere’ye adamlar yollanmış ve hem makine, hem de işçi getirtilmiştir. Böylece Fransa için bir Sanayi Devrimi’nden değil, olsa olsa İngiliz makine sisteminin girişinden söz edebiliriz.

Bilimsel buluşların Sanayi Devrimi’ni hazırladığı iddia ediliyor. Hiç alakası yoktur. Mesela buhar gücüyle çalışan makineyi tasarlayan James Watt bilim adamı değil, amatör bir mucitti. Çelik sanayiinin babası kabul edilen John Wilkinson bir işadamıydı. Tekstil dokuma tekniğinde çığır açan iplik eğirme makinesi tasarımını başkasından araklayan Samuel Arkwright, inanmayacaksınız belki ama bir berberdi!

Başka kuşkular da var. Mesela “Sanayi Devrimi’nde geçtiği ileri sürülen sahneler, ancak 70 yıl sonra yaşanmış olabilir.” diyor Minnesota Üniversitesi’nden Herbert Heaton. Yani sonraki yıllarda cereyan etmiş olayları önce olmuş gibi gösterme numaraları da söz konusu. Düşünün bir, İngiltere’de 1830’larda bile pamuk işçilerinin sayısı, evlerde çalışan halayıkların sayısından azdı. 1850’de Yorkshire şehrinde yün eğirme işinin hâlâ elle yapıldığını gösteren kanıtlar mevcut. Hatta 1877’de, makinelerdeki kadar ucuza elle dokuma yapan bir imalatçı yaşıyordu İngiltere’de. Bu Fransa ve Almanya için haydi haydi böyleydi.

Sanayileşme sadece üretim artışıyla değerlendirilemez. Önemli olan hangi bedeller karşılığında başarıldığı değil midir? İngiltere’de uyuşturucu neden yaygındır bilir misiniz? Fabrikalarda geçen uzun gecelerde anneler bebeklerini uyutmak için afyon kullanıyorlardı da ondan. Tarih, ne yazık ki acımasızdır.

7. Galile’nin yargılanması yalanı

Bilim-din çatışması denilince ilk öne sürülen örnek, Galile’nin yargılanmasıdır. Kendilerinin “aydınlık” tarafta bulunduklarına adları gibi iman etmiş çevreler, “karanlık”ı temsil eden Ortaçağın ve Kilisenin baskı ve işkencelerine karşı direnen(!) bu soylu kahramana alkış tutarlar.

Oysa Galile’nin yargılanması diye bir olay cereyan etmemiştir. Afedersiniz, şöyle düzelteyim; yargılanmıştır ama bu, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir yargılamadır ve Galile’yi mahkûm etmek bir yana, onu muhtemel fanatik hücumlarından kurtarmak için düzenlenmiş bir mizansenden ibarettir. Kendisini yargılayan Kardinaller, Galile’nin okul arkadaşlarıydı. Unutmayalım ki Galile, kilisenin bünyesindeki bilim adamlarındandı. Nitekim Papa da eski bir arkadaşı oluyordu. Hatta iki kızını rahibe olmaları için manastıra kapatan da bilim güneşimiz Galile’den başkası değildi.

Üstelik Galile’nin yargılanış sebebi, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi gibi bilimsel düşünceleri değil, bağlı olduğu, bağlı olmak ne kelime, bizzat içinde bulunduğu Katolik Kilisesi’ne itaatsizliğidir; yani kilise içi bir meseleyle karşı karşıyayız. Papa’ya, teorisini bir varsayım olarak sunacağına söz verdiği halde, bu sözünü tutmayan ve kitabını bildiği gibi bastıran Galile’nin arkadaşları tarafından gerçekleştirilen bir kurtarma operasyonudur yargılama. Anlayacağınız, Galile bahane, onun üzerinden dinin mutlaka bilime karşı olması gerekiyormuş gibi bir sözde gerçeklik üreterek nasiplenenler şahane!

8. Siyonizm yalanı

Yahudi meselesi, bir Avrupa sorunuydu; ama İslam âlemine fatura edildi. Avrupa, yüzyıllar boyu uğraştı durdu Yahudilerle. Şehrin içine bile almadı onları; mahallelerini yaktı, kovdu, dövdü, öldürdü, mallarını müsadere etti. Aynı dönemde ise İslam âleminde Yahudilerin keyiflerine diyecek yoktu.

Öte yandan Siyonizm’in babası Theodor Herzl’in II. Abdülhamid’e Avrupa’yı şikayet etmesi gerçekten tuhaftı. Bir Ortadoğu kavmi olan Yahudiler, kendilerini Avrupa’ya sürgün edilmiş gösterip yerlerine dönmek isterken, Abdülhamid onları kullandığını Avrupa’nın biliyordu. Nitekim tekliflerini reddedince haklılığı gün gibi ortaya çıktı; onu devirmekten tutun da Çanakkale’de bize karşı savaşmaya kadar pek çok komplo ve girişimin başında Siyonistler yer alacak, İngilizlerin yedek güçleri, daha doğrusu “Asya’ya karşı Avrupa kalesinin suru”, “barbarlığa karşı uygarlığın uçbeyleri” olarak harekete geçeceklerdi. Hâlâ da öyle değil mi?

Daha da acı olanı, “topraksız bir halk” dedikleri Yahudilere, “halksız bir toprak” olarak sundukları Filistin’in durumuydu. Milyonlarca Müslüman ve Hıristiyan Filistinli yaşamasına rağmen (nüfusun yüzde 95’ini oluşturuyorlardı), Filistin toprağı boş bir arazi olarak sunuldu dünyaya. Ancak şimdi aynı trajedi, hem de kat be kat fazlasıyla Filistin halkı için geçerli, yani toprakları ellerinden alınmış durumda. Ne var ki, o hayırhah Avrupa’nın kılı kıpırdamıyor. Neden? Çünkü İsrail devleti, Ortadoğu üzerinden geçecek stratejik hammadenin, yani petrolün kontrolü için gerekliydi ve bunun, Yahudi halkına insanî yardımla herhangi bir alakası yoktu.

9. Doğu despotizmi yalanı

17. yüzyıla kadar Çin, Hint ve İslam âlemlerine oranla epeyce geride bulunan Avrupa, kendisi haricindeki medeniyetlere bilinçli bir çamur atma stratejisini izledi. Ağır bir aşağılık kompleksi içindeydi. İşte bu strateji doğrultusunda Doğu’nun despotik bir yönetimi olduğu tezi ortaya atıldı ve Marx’tan Weber’e, hatta bugünkü bazı akıldanelerimize kadar pek çok kafayı iğfal etmeyi başardı.

Oysa Lucette Valensi gibi araştırmacıların da ortaya koyduğu gibi, bu, Avrupa zihniyetinin, gerisinde bulunduğu Doğu’yu gözden düşürme ve onun üzerinden kendi kimliğini üretme mücadelesinin bir parçasıydı. Ancak Voltaire ve Althusser gibi iki büyük düşünür bu yalanı yutmamış ve asıl despotizmin Avrupa’da yaşandığını, Avrupalı düşünürlerin, kendi ülkelerindeki despotizmi, dışarıya yansıtarak, yani Doğu’yu istismar ederek okurlarına anlattıklarını, artık Osmanlı’nın yakasından düşme vaktinin geldiğini dile getirdiler. Ne ki, bu tatlı yalanın ısıttığı sıcak yataktan kalkmaya kimse razı değildi.

10. Batı’nın üstünlüğü yalanı

İktisat ilminin kurucularından Adam Smith, 1770’lerde Çin teknolojisinin Avrupa’dakinden ileri olduğunu itiraf ediyordu, biz ise 18. yüzyılda Avrupa’nın dünyanın en ileri uygarlığı olduğunu savunmaya devam ediyoruz. Neden acaba? Şundan sanırım: Beyinlerimiz keşifler, icatlar, Rönesans, Aydınlanma, Bilimsel Devrim gibi bir sürü Avrupa yalanıyla tıka basa doldurulmuş durumda. Böyle olunca, dünyanın diğer bölgelerinde neler olup bittiğiyle ilgilenmiyor ve daima skora takılıyor gözümüz: Ne olsa maçın kazanılıp kazanılmadığı önemli.

Öyleyse Hodgson ve Blaut gibi birinci sınıf tarihçilerle sesimizi gürleştirelim: Avrupa’nın “gelişmesi”, Afrika ve Asya karşısında uzun süren geri kalmışlığını telafi etmeye ancak 1800’lerde yetecekti. Avrupa, dünyanın diğer kısımlarındaki gelişmelerden o kadar uzak kalmıştı ki, şu meşhur keşiflerle bir parça nefes alabilmişti. Bu açılma da, Asya ekonomilerinin tarihinde pek çok defa vuku bulan bir gerileme anına denk gelmiş, Osmanlı ve Çin dahil Doğu’nun başlattığı bir küreselleşme dalgasının üzerine binmişti. İşte Avrupa bu sayede kıyıda köşede kalmaktan kurtulup küresel ekonominin motoru olabildi.

Son sözü Hodgson’a bırakmak en iyisi. Ona göre, modern dünya ile Batı, aynı şeyler değildir. Modernlik, Afrika, Asya ve Avrupa’nın beraberce inşa ettikleri bir oluşumdu. Yüzyıllar süren bu hazırlık döneminden kârlı çıkan bölge, fırsatları değerlendirmeyi bilen ve bir katalizör rolü oynayan Avrupa oldu. Şartlar orada birbirine kavuştu ama kavuşmayabilirdi de. Modernlik Çin’de veya İslam âleminde de ortaya çıkabilirdi (tabii oralara mahsus görünümleriyle). Asya ve Afrika’nın muazzam bilgi birikimi ve ticaret ağı olmasaydı, Avrupa’daki modern dönüşüm hayal dahi edilemezdi.

Düşünün ki, Vasco da Gama bin bir zahmetle Ümit Burnu’ndan dolaşıp Hindistan’ın Kalküta limanına indiğinde İspanyolca konuşan bir Tunuslu Müslüman tüccarla karşılaşmış ve pek şaşırmıştı. Haklıydı, çünkü buraları bilmeyen tek medenî kıta, Avrupa’ydı.

Zaman
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> BATI DÜNYASI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com