EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Nasıl bir İttihad-ı İslam?

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İSLÂM DÜNYAS!
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Nis 10, 2009 10:02 pm    Mesaj konusu: Nasıl bir İttihad-ı İslam? Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Özcan
Milli Tanzimat, Bölgesel Birlik ve Dar'us Selam

Yaşadığımız coğrafyanın bize ait tam ve kuşatıcı bir jeopolitik adı yoktur. Tarihte Roma ve Osmanlı, birer jeopolitik adlandırma olarakta kullanılmıştır. Antik dönemde ise Mezopotamya, Anadolu ve Akdeniz havzasının tümünü birden ifade eden bir isim yoktur. Yunan kaynaklar, Ege'nin karşı kıyısından itibaren tüm coğrafyayı Asya olarak tanımlamıştır. İran kaynaklarında ise kuzeydoğusuna Turan, güneybatısına Babil denmiş, ama batısına şamil bir ifade kullanılmamıştır. Ancak Roma dönemiyle birlikte İran kaynakları da Rum ve Roma adlarını kullanmaya başlamıştır.


İslam çağlarında 'Rum' ve 'Roma' isimlerini kullanmak yaygındır. Selçuklu ve Osmanlı kaynakları da klasik döneme kadar bu isimleri kullanır. Osmanlı Padişahlarının bir ünvanı da 'Sultan-ı İklim-i Rum'dur. Osmanlının son dönemlerinden itibaren artık tüm Osmanlı mülkü olan topraklar için 'Memaliki Osmani', yani Osmanlı toprakları ifadesi kullanılmıştır.


18. Yüzyıldan itibaren sömürgeciliğin yönünü doğuya kaydıran batılı güçler, önce helenik Asya ifadesini, sonra ise artık günümüze kadar yerleşen Doğu (Orient, Şark) adını takmışlardır. İngilizlerin Doğu Hind Kumpanyası şirketi, bölgenin bütün haritalarını güncellemiş ve Britanya açısından tanımlamalar ve bölümlemeler yapmıştır. Dünya, halen işte bu Britiş diliyle konuşmaktadır.


İngiliz emperyalizmi, Londra merkezine göre, Türkiye coğrafyasını Önasya, güneyini Orta doğu ve doğusunu da Orta Asya, Güney Asya ve Uzak Doğu olarak tanımlamıştır. Evet, bu bölgeler Londra'ya göre, ön, orta, güney ve uzak'tır. İngilizlerin bu harita dili, ilginç bir şekilde Osmanlı'yı yıkmayı kafaya koydukları 20. yüzyılın başlarından itibaren, bu coğrafyaya Osmanlı demeyi terk etmiştir. Hatta, o tarihlerde, Osmanlı toprakları, önce Hindistan valiliği ve ardından Basra'daki İngiliz konsolosluğunun görev alanı olarak Orta şark ve ön asya olarak tanımlanmıştır.


Fransa ve Almanya için de aynı tanımlamalar geçerlidir. Fransa, Napolyon sonrası bir dönem Doğu ifadesiyle en çok Mısır'ı, Almanya ise Hindistan'ı kastetmiştir. 20. yüzyıl başlarından itibaren, bu ülkelerin sömürge hedeflerine göre Doğu'nın sınırları ve tanımı da değişmiştir. Almanya'nın Ostpolitik-Doğu'ya doğru siyaseti, II.Wilhelm'le birlikte Ortadoğu'dan başlayarak Rusya'yı da içine alan bugünkü Avrasya coğrafyasını ifade etmek kullanılmıştır.


Avrasya coğrafyasını bir bütün olarak 'okuyan' perspektifin ilk örnekleri Alman jeopolitikçileridir. Ruslar, daha sonraları Alman bakış açısını aynen alarak Avrasya ifadesini geliştirmişlerdir.


Tüm bu sömürgeci haritalandırma süreci boyunca, doğu'dan, özellikle kendi coğrafyamızdan bir tanımlama çabası görülmez. İran ve Osmanlı devletleri, adeta istiladan önce teslim olmuş gibi, 18. yüzyıldan itibaren batıdan yapılan bütün tanımları kabullenmiş ve devlet evraklarında da kullanmaya başlamıştır. Resmi metinlerdeki tanımlamalar ve isimlendirmeler, bu devletlerin müttefik ilişkilerine göre ufak tefek değişiklikler geçirmiştir. Ama, dünyayı ve kendini jeodezik okuma biçimi, sömürgeci saldırılara muhatap olmadan çok önce istilaya maruz kalmıştır.


I.ve II. Dünya savaşları, esas itibariyle işte bu şark meselesi yani doğu'nun zenginliklerini paylaşma temelinden çıkmıştı. Çatışan taraflardan Almanya saf dışı edilince, Alman jeopolitik bakışı da muhalefete düştü. Halende Alman jeopolitikçilerin literatürü, anglo-sakson jeopolitik okuma biçimine muhalif olanların tek dili durumundadır. Avrasya kavramı bunlardan biridir. Ancak, Brzezinski'nin 1980'lerinden sonunda çıkan kitabıyla beraber artık bir Anglofil Avrasya kavramı olduğunu da biliyoruz.


Soğuk savaş dönemiyle birlikte gücünü ve misyonunu ABD'ye 'ödünç veren' İngiltere'nin jeopolitik haritasının içinde yaşamaya devam ediyoruz. ABD, Soğuk Savaşla beraber bu haritaya her hangi bir şey eklemiş sayılmaz. Dil, hala o iki yüz yıl önceki Britiş dili. Ve son dönem gündeme getirilen ABD merkezli tüm jeopolitik projelerde aynı dilin bir tekrarından ibaret. 'Büyük Ortadoğu' ya da 'Genişletilmiş Ortadoğu' ifadeleri, İngilizlerin Orta Şark'ının güncellenmiş hali. Medeniyetler söylemi ise, A. Toynbee ile başlayan ve Bernard Lewis'le devam ettirilen, batı'yı uygarlık olarak tanımlama çabasının devamından ibaret. Batı uygarlığı, bir İngiliz-Alman ortak yapımı kavramdır. 18. yüzyılda Gottingen Üniversitesinde icat edilmiştir. Tıpkı bu uygarlığa kök bulmak için uydurulan Hind-Avrupa dil grubu ve Yunan-Roma geleneği gibi. Böylece tablo tamamlanmıştır. Bu batılı masalın özeti şudur: 'İnsanlığın en eski toplumları olan Avrupalılar sadece şimdi değil tarihin eski devirlerinde de uygarlıklar kurmuş ve dünyaya yaymışlardır. Geri kalan uygarlıklar, ya Asyadaki ve Amerikadaki gibi birer kült'tür, ya da İslam gibi artık Ortaçağ'da kalmış ve aslında kökü de yine batıya -Yahudi, Hind veya yunana-ait geçici bir barbar halklar uyanışından ibarettir. Bu barbarlık, modern çağlarla birlikte tarihe gömülmüş ve artık tek uygarlık olan batıya adapte oldukları ölçüde yaşama şansları olan bu halklar, her hangi bir iddiaya ve alternatife sahip değildir.'

Evet, Bütün hikayeleri işte budur. Bu hikayede tek bir doğru cümle yoktur.

Yani eski şark meselesi de, yeni BOP-GOP'ta, işte bu jeokültürel sömürgeci bakışın ürünüdür. Bu bakış, 1839 Tanzimat'ından sonra başlayan batıya bağımlılık süreci boyunca sürekli olarak bölgemizi parçalayıp yeni siyasal birimler icat etmeyi temel ilke edinmiştir. Hiçbir büyük bütün'e göz yummayan bu ilke ile, I. Dünya savaşında Osmanlı parçalanmış, II. Dünya savaşından sonra ise bazı bölgelerde daha küçük birimler oluşturulurken, parçalanmış devletçiklerin bir çoğunda da batı yanlısı iktidarlar iş başına getirilmiştir.

Şimdi kimilerine göre III. dünya savaşı sayılan Soğuk Savaş sonrası yaşanmaktadır. Ve galip taraf, 'ganimet' üzerinde paylaşım amaçlı tadilatlar yapmaktadır. Genişletilmiş Ortadoğu olarak tarif edilen ve Fas'tan Orta Asya'ya kadar uzatılan 'ganimet' bölgesinde yürütülen operasyon, yine bildik böl-parçala-yönet ilkesine dayalıdır. Etnik ve mezhebi bölünmelerin teşvik edildiği bu süreç, 'medeniyetler savaşı' diyerek batı kamuoyuna, 'İslamcı terör'le savaş diyerek bölgedeki batıcı oligarşik elitlere, demokrasi ihracı diyerek rakip empreyal güçlere karşı meşrulaştırıcı dillerle savunulmaktadır.

Batı olarak kodladığımız emperyalist geleneğin tarihi, aslında yeni değildir. Yeni olan tek şey, batılıların etnopolitik kimlikleridir. Elen, Frank ya da Anglo Sakson maskeyle dolaşırlar. Hedefleri ise İskender'den beri hiç değişmemiştir: Doğu'nun zenginlikleri.

M.Ö. 300'lerde İskender seferleri, Doğu'nun zenginliklerine el koymak için yapılmıştır ve Sonuçta Hindistan'a kadar istila eden İskender orduları bütün bölge devletlerini yıkarak her bir komutana bir egemenlik bölgesi düşecek şekilde yeni siyasal birimler kurmuştur. Bu dönem boyunca Yunanca, Mısır, Anadolu, İran ve hatta Hindistana kadar en yaygın dil haline gelmiştir.

11.-12. yüzyıllardaki haçlı seferleri Kudüs'ün işgaliyle sonuçlanmış ama İskender kadar başarılı olamayarak batılıların yüzlerce yıl sürecek doğu ve İslam komleksiyle sonuçlanan bir yenilgi ile bitmiştir.

Son haçlı seferi olan 1204 yılında ise, haçlılar istanbul'u işgal ederek Doğu Roma'nın zenginliklerini yağmalamakla yetinmiş, 1270'lerde çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu işgal sırasında ise doğu Roma'daki işbirlikçi hizipler Rumca yerine latinceyi resmi dil yapmış ve Ortodoks mezhebi terk ederek Katolik kilisesinin öğretilerini dayatmıştır. 70 yıllık bu işgal döneminden sonra, yeniden iktidarı alan Doğu Roma, Osmanlı devletinin bayrağı devralmasına kadar anti Latin bir çizgiye kaymış ve bölgenin işgalcilere karşı yeniden toparlanması misyonu görmüştür. Bu misyon, Osmanlı devletiyle tahkim edilmiş ve 18. yüzyılda Navarin'de Osmanlı donanması yakılana kadar, batılılılar bölgeye sokulmamıştır.

19. yüzyılda Tanzimatla başlayan batıya teslimiyet süreci Osmanlının dağılmasıyla sonuçlanmış ve ardından İskender sonrası dönem gibi, batıya bağımlı ve batıyla işbirliği içindeki elitlerin yönettiği bir çok siyasal birim kurulmuştur.
Bu dönem boyunca da işgalcilerin dili ve kültürü egemen kılınmış ve bölgedeki tüm halklar arasına mayınlar döşenerek bir araya gelmeleri engellenmiştir.

İşte şimdi, bu sürecin en son sahnesi sergilenmektedir ve var olan parçalanmış durum dahi daha küçük parçalara ayrıştırılmak istenmektedir. Bu amaçla, bölgedeki en büyük iki güç olan Türkiye ve İran'a sıra gelmeden önce geri kalan ülkeler parçalanmakta ve bu sırada bu iki ülkeye bölgesel güç misyonları veriliyormuş gibi yapılarak Şii ve Sünni dünyanın ağalıkları adı altında daha kalıcı bölünmelerin taşları döşenmektedir. Şimdilik kürt kökenli toplulukları siyasal sahneye çekerek yürütülen ve hem Türkiye'ye hem de İran'a bölünme korkusu ile şantaj yapılan bu operasyonun nihai hedefi, her iki ülkeyi gerek bir biriyle vuruşturarak, gerekse ters yönlere koşullayıp tüketici bir rekabete sokarak parçalamaktır. Hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır ki, batılı hiçbir güç bu bölgede bir toparlayıcı potansiyel güce kalıcı olarak tahammül etmeyecektir. Bu manada, gerek İran'a el altından sunulan NeoPers misyonu gerekse Türkiye'ye aynı şekilde teklif edilen Neo Osmanlı misyonu gibi, bölgesel sosyolojinin yönelimine uygun ballı tekliflerin, geçici ve sahte rol teklifleri olduğu unutulmamalıdır. Bu teklifi kabul edecek bir İran en fazla bir Safevi karikatürü olur. Yine bu teklife boyun eğen bir Türkiye ise en fazla yeni ve büyük bir İsrail haline dönüşür. Gavurun projelerinden kimseye hayır gelmez.

Bölgedeki asli güçlere düşen, İskender'i ve haçlıları bu coğrafyada tutunamaz hale getiren dinamiklere, yani sosyolojiye, yani millete ve değerlerine yaslanarak sahici birlik projelerini uygulamaya sokmaktır. Bu amaçla, emperyalizmin temel ilkesi olan böl-parçala-yut'a karşı, biteviye ve inatla, birleş, bütünleş ve diren ilkesini temel almak gerekir. Devletlerin bütün siyasetlerinin en derindeki asli ivmesini bu ilke oluşturmalıdır. Güncel siyasi alt üst oluşlar içinde her koşulda bu ilke gözetilmeli ve yürütülen operasyonun nihai maksadı gözetilerek, tam zıddı yönde bir nihai maksat belirlenmelidir.

Bunun için, öncelikle Dünyaya, bölgeye ve kendi ülkesine Britiş gözüyle bakma alışkanlığı terk edilmeli ve yüzyıllar sonra ilk kez Doğu Roma- selçuklu-Osmanlı-Türkiye gözüyle yeni bir jeodezik perspektif geliştirilmelidir. Bu bakışaçısı, coğrafyaya kendi eski ve tabii büyük sınırlar dahilinde bakmayı öğretecektir. Sahte sınırlar daha sahtelerini çizmek için yıkılırken, gerçek ve tek sınır olan batıyla savaş sınırı bir kez daha çizilmeli, geri kalan bütün sınırlar kaldırılmalıdır.

Batıyla savaş sınırı, tıpkı Misak-ı Milli gibi, bir gümrük çizgisini değil, bir ilkeyi, topraklarımızın ve halklarımızın ve tüm mazlum ve mahrum dünyanın haysiyet ve istiklalini koruma ilkesini ifade eder. Ne zaman ve nerede bu ilke çiğnenirse, düşman oradadır.

Cebeli Tarık'tan Afrikaya, Kızıl denizden Altaylar'a, Tanrı dağlarından Hind körfezine kadar olan bölge, bizim coğrafyamızdır, geniş vatanımızdır ve tek bir siyasal birim tarafından yönetilmelidir. Bu coğrafyaya ister Avrasya, ister Asya, ister Doğu, ister Osmanlı-Selçuklu sentezi densin, isterse yeni bir isim verilsin, sonuç değişmez. Burası bizim, bu coğrafyada yaşayan tüm halkların, tüm dinlerden, mezhep ve meşreplerden insanların özgürlük ve barış yurdudur. Dünyaya işte burada durarak bakmaya başlamak, her işin başıdır. Bura'nın herhangi bir noktası fark etmez. Hepsi bize aittir ve her hangi bir noktasına dönük tecavüzden bu coğrafyada yaşayan herkes sorumludur. Bu manada Afganistan ve Irak işgali, Türkiye'nin işgalinden farksız bir tecavüzdür.

Bu tek ortak coğrafyayı vatan bilen bir idrakin siyasal kavrayışı da tek devlet ilkesidir. Bütün bu coğrafyanın tek bir siyasal çatı altında yönetilmesi, siyasal düzeyde savunulacak en önemli ortak hedef olmalıdır. Zaten bu coğrafya ne zaman tek bir siyasal irade tarafından yönetilmişse o zaman barış ve huzur gelmiş, ne zaman birden çok siyasi birim ortaya çıkmışsa işgallere ve iç savaşlara kapı açılmıştır. Tarihimizde 400 yıl barış dönemi tek ortak devlet sayesinde yaşanmış, ama son iki yüz yıldır bu devlet adım adım çürüdükçe fitne dönemi başlamıştır. Bu nedenle, özellikle son yüzyılı parçalanmalarla geçiren bütün bölge halklarına birlik ve bütünleşme projeleri teklif edilmelidir. Ortak siyasal iradenin olgunlaşmasına dönük ekonomik ve kültürel altyapı oluşturacak her tür çaba desteklenmelidir.

Bu irade üç aşamalı bir süreçle olgunlaştırılabilir.

1. Aşama; Milli Tanzimat olarak ifade edeceğimiz, ulusal bağımsızlık ve kalkınma aşamasıdır. Batıya bağımlılığa son verme amacıyla, İngiliz tanzimatının tam tersi bir vektör harekete geçirilerek, bölgedeki tüm ülkelerin milli modernleşme süreci tamamlanmalı, kalkınma sorunları işbirliği içinde çözülmeli, ortak Pazar ve ortak eğitim havuzları oluşturulmalı, gümrük birliği gibi kaynaşma ve dayanışma projeleri gündeme getirilmelidir. Küresel ölçekte tüm bölge sorunlarında dayanışmacı siyasetler uygulamak dış politikanın temeli yapılmalıdır. İKÖ, ECO, KEİB gibi kurumlar daha etkin kılınmalı, yenileri eklenmeli, Filistin, Irak, Kıbrıs, Kafkasya, Bosna, Kosova, Keşmir gibi sorunlarda paralel siyasetlerin savunulacağı bir zemin oluşturmanın yolları aranmalıdır. Milli Tanzimat, ulusal iradelerin anti emperyalist tahkimi ve bölgesel dayanışma içinde modernleşme yöntemlerinin millileştirilmesi demektir. Batıcılık türleri ebediyen tasfiye edilmeli ve üretim, tüketim, paylaşım sorunları yerli dinamiklerin önü açılarak giderilmeye çalışılmalıdır.

2. Aşama, Bölgesel üst birlikler kurmaktır. Yaşadığımız süreç göz önüne alınırsa, acilen Türkiye, Irak ve Suriye arasında bir birlik projesi gündeme alınabilir. Bu proje İran'a da teklif edilebilir. Aynı şekilde bu birlik çabası Balkanlar ve kafkaslar'da da farklı formülasyonlarla gündeme getirilebilir. Böyle bir bölgesel üst birlik, hem bu ülkelerin bölünme riskini bertaraf edecek hem de diğer komşu ülke halklarının bu birliğe katılımını teşvik edecek bir ters bütünleşme sürecini harekete geçirecektir. Bölünme tehdidi, iç konsolidasyon yanında dış bütünleşmeler yoluyla da bertaraf edilebilir.

3. Aşama ise, Milli Tanzimat ve Bölgesel birliklerin sonuçlarının tek bir havuzda toparlanmasını içerecektir. Bu aşama, bir ortak ideanın yeniden hayata geçirilmesini, yani Daru's Selam'ın, Barış Yurdunun tekrar tesisini ifade etmektedir.

Ülkemiz ve bölgemiz, bu birlik ve ideaya muhtaçtır. Evrensellik ve modernleşme, ancak böyle bir çerçeve içerisinde gerçekleşebilir. Batıcı Tanzimatçılıkla buraya kadar gelinmiştir. Bundan sonrası bu yoldan parçalanmaya, iç savaşlara, etnikçi ve mezhepçi fitnelerle boğuşmaya ve adı Türk içi gavur bir yönetici ekonomi-politiğin kulları olmaya gider.

Kim ki hala bu yolu bize yol diye sunmakta, hala bu yoldan fareli köy kavalcılığı yapmakta, hala bize gavurun çobanlığını sunmaktadır, o haindir.
Kim ki, her şeye rağmen birlikten, dayanışmadan, direnmeden, tarihten, dinden, ulusal bütünleşmeden, millilikten, vatandan, barıştan ve adaletten bahsetmektedir, o bizdendir. Ayrıntılar önemli değildir. Herkes işte bu iki yoldan birini seçip, kendi üslubu ve usuluyle safını gösterecektir. Bizim safımızı seçenler, bizim büyük tarihsel dirilişimizi Kuran'dan, Marks'tan, Hacı Bektaş'tan, Paflikyan'dan, Mevlana'dan, Yunus'tan, Mehmet Akif'ten ya da Mustafa kemal'den delillendirebilir. Türkçe'nin yanında, Kürtçe, Çerkezce, Arnavutça, Arapça, Farsça, Ermenice, Süryanice,lazca, Boşnakça, Gürcüce, Bulgarca, Yunanca, Slavca, Peştunca, Hinduca vb. ifade edebilir. Hepsi bizimdir, hepsi bizim dilimizin lehçeleridir..Bizim dilimiz, insanın, Ademin, vicdanın ve merhametin dilidir.
Tahammül edemeyeceğimiz tek dil, Britiş kafasıyla her dilden konuşabilen gavurcadır.

Endüstri devrimi, bir grup bilim adamının, Aydınlanma bir grup entelektüelin, Amerika Birleşik Devletleri, bir grup Püriten beyaz adamın, Britanya imparatorluğu bir grup İngiliz aristokratın, Avrupa Birliği bir grup Avrupalı elitin hayallerinin ve ihtiraslarının ürünüydü.

Biz çok uzun bir zamandır hayalleri ve ihtiraslarını büyük tarihsel doğumlara yol açacak bir tarzda yönetebilen bir grup insan çıkartamaz olduk.
Şimdi işte bu eşikteyiz. Bir grup insana, bölgemizdeki her ülkede, ülkemizdeki her ilimizde, her camiada, bir grup hayalpereste, maceracıya, ütopik ve romantik kesin inançlıya, bir grup 'Mümin'e ihtiyacımız var. Herkesin maceracı, hayalci olması toplumları felakete götürür, biliyoruz. Ama herkesin hesapçı, rasyonel, gerçekçi, çok akıllı, temkinli ve tedbirli olmasından da son derece rasyonel ve iyi hesap edilmiş ama bize ait olmayan bir dünya kurulur.

Başımızda yeteri kadar bize ait olmayan dünyaların adamı olmaya teşne kifayetsiz muhteris var. Olmayan, dava adamıdır. Derinlerden gelen kolektif bilinçaltının sesidir. Büyük dirilişin nefesidir. Hepimizin o insan yanıdır. O inanmış ve inandığından emin olan saf Adem yanımız. Mümin, işte bu yanıyla yaşayan ve konuşandır. Büyük ayağa kalkışlar, hesap kitap bilenlerle değil, imanla gerçekleşir. Hesap kitap bilenler, bu imanın sonuçlarını düzenler.

Bazı vakitler vardır ki, akıl, matematiği değil, aşkı ifade eder. Aşk, ademin Adem olma ateşi demektir.. İnsanlık, bu idrakle, bu ateşle ayakta durur. Kötü zamanlardan ve kötü ruhlardan koruyan dua, işte bu idrakin eylemi ve söyleminden ibarettir. Allah, Ademe ruhundan üflemeyi sürdürmektedir. O ruh, işte bu ateş ve idraktir.

Artık bu idraki ve ateşi taşıyan bir grup mümin'in çıkma ve konuşma vaktidir.
Tarih, büyük bir rövanşın, insanlığın barbarlıktan soracağı büyük hesabın ayak sesleriyle ilerlemektedir.

Biz, bunun bize ve çocuklarımıza nasip olmasını diliyoruz.

YARIN Dergisi, Mart-2005
ahmetozcan1@yahoo.com

Peren Birsaygılı
Nasıl bir İttihad-ı İslam?

Geçen sene, İttihad-ı İslam düşüncesinden her söz açışta, bir şeylerin eksik ve görece hatalı olduğunu fark etmemenin mümkün olmadığını söylemiştim. Ve her ne kadar samimi olursak olalım, bunun sahip olduğumuz onlarca romantik düşünceden biri olduğundan bahsetmiştim. Zira Müslüman ülkelerde yaşayan halkların yaşam koşullarına dair hiçbir bilgimiz yoktu.

Örneğin Mısır’lı Müslüman tekstil işçilerinin 2 sene önce gerçekleştirdiği grevler gündemimizde hiç yer almamıştı bile. Açlık sınırında yaşayan 30bin Müslüman’ın, içlerinde bulundukları zorlu yaşam koşullarını protesto etmek için Nil deltasındaki dokuma fabrikalarını dört gün boyunca işgal etmesine dair, bırakın ciddi bir analize, detaylı bir habere bile rastlamak mümkün olmamıştı maalesef.

Oysa Mısır’da yaşanan Müslüman vicdanını ayağa kaldırması gereken büyük bir trajediydi zira son 30 senenin en kitlesel grevlerinde, Mısır polisi hele de Müslüman bir ülkede böylesine acımasızca açlığa terk edilmiş binlerce insanın üzerine kurşun yağdırmış ve içlerinde 9 yaşında Muhammed isminde bir çocuğun da yer aldığı 7 kişi oracıkta hayatını kaybetmişti.

Muhammed’i öldüren kurşun yarası değil sırtındaki bıçak yarasıydı aslında.

Çünkü o “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz” diyerek İslam dininin insan emeğine gösterdiği muazzam değeri gösteren Hz Muhammed’in dinine mensup bir krallığın, açlığa mahkum ettiği küçük bir çocuk olarak yummuştu gözlerini hayata.

Öte yandan, Pakistan hükümeti Telekom’un satılacağı duyurduğu zaman %100 katılım ile greve giden Müslüman Telekom işçilerin hali, tıpkı Mısır’da olup bitenlerden habersiz yaşantılarımıza devam edişimiz gibi, gündemimizde doğru dürüst yer işgal etmedi bile. Sanırım Ramazan’dı ve bizler her zaman olduğu gibi yeni sınıf muhafazakarların iftar-sahur dedikoduları ile meşguldük. İşte bu yüzden, Pakistan İçişleri Bakanı Aftab Ahmed Han, işçilerin greve gitmesi halinde “anti-terör yasaları”nın devreye sokulacağını yani hakkını arayanların düpedüz terörist ilan edileceklerini açıklamasına rağmen kılımız dahi kıpırdamadı.

Büyük bir mücadele sonucunda bağımsızlığına kavuşmuş olan Allame İkbal’in, Mevdudi’nin Pakistan’ında kızılca kıyamet koptu bundan kaç kişi haberdar oldu Allah aşkına?

İşçilerin üzerine ordu yürüdü, yüzlercesi makineli tüfekler monte edilmiş panzerler eşliğinde gözaltına alındı. Yine yüzlerce eve, günler boyunca ani gece yarısı baskınları düzenlendi ve kimi zaman Mısırlı Muhammed yaşında çocuklar dahi babaları ile birlikte nezarete götürülerek sorgulandı.

Pakistan’da durum böyleyken, Ürdünlü işçiler cumartesi dahil günde 13 saat mesaiye zorlanıyor, kabul etmeyenler ise sorgusuz sualsiz kapının önüne konuluvermeye devam ediliyordu. Böylesine işten çıkarılan Ürdünlü bir baba, insanların korkulu bakışları arasında canına kıydı ve ardından günlerce susmayan ağıtlarla toprağa verildi.

Henüz geçtiğimiz günlerde ise İsrail'deki bir milyon 300 bin Arap vatandaşı için genel grev çağrısı yapıldı. Ve bir günlük iş durdurma eyleminin yapılacağı 1 Ekim, 13 Arap göstericinin İsrail polisi tarafından vurularak öldürüldüğü, 2000'de ikinci İntifada'nın başlangıcını simgelemesi açısından sembolik olarak da çok önemli bir gündü.

Peki kaçımızın bu günden haberi oldu acaba?

***


Bugün Türkiye’de de durum çok farklı değil. Her sermayedar gibi devletten nemalanan kesimler, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği artık iyiden iyiye belirsiz hale gelmiş olan muhafazakarlık kavramından güç alarak, sırtını iktidara yasladıkça palazlanmaya devam ediyor. Hızlı liberal abilerinden öğrendikleri "Anadolu burjuvazisinin yükselişi” gibi laflarla kılıf uydurmaya çalışıyorlar yapıp ettiklerine. Kendilerine “Anadolu kaplanları” ismini takan bu insanlar gerçek burjuvaziyi temsil ettikleri iddiası ile “Bir lokma-bir hırka felsefesine” inanmadıkları türünden açıklamalar yapıyorlar peş peşe. “Kapitalizm Müslüman’ın yitik malıdır” naraları atılıyor sağda solda. Oysa tıpkı Müsiad kurucusunun iddia ettiği bir devrim yapmışlıkları yok. Sözlerini mide bulandırmaktan öte bir tesir bırakmıyor. Zira zaten sınıfsal olarak ticaret sermayesine dayanan cumhuriyetten bu yana durmadan derinleşen, derinleştikçe deri değiştiren yani zaman zaman kendini yenileyen bir kapitalist gelişme sürecinin alelade figüranlarından başka bir şeyi temsil etmiyorlar.

Sadece, kapitalizm bu kez muhafazakarlık maskesi ile gizlemeye çalışıyor çirkin yüzünü.

Ve bu muhafazakarlığın neyin muhafaza edilmesi esasına dayandığını görmemek için kör olmak lazım… Zira muhafazakarlık kavramı, tıpkı başka bazı İslam ülkelerinde olduğu gibi, yine tarihsel olarak sermayeden yana düşüyor.

İşte bu yüzden, her ne kadar samimi olursak olalım, İttihad-ı İslam düşüncesinin sahip olduğumuz onlarca romantik düşünceden biri olduğundan bu yüzden bahsetmiştim geçen sene. Zira yazının başında da söylediğim gibi Müslüman ülkelerde yaşayan halkların yaşam koşullarına dair bilgilerimiz daima çok sınırlı olmuştu.

Üstelik Anadolu’nun bilmem neresinden yola çıkarak bugünlere gelen insanların “başarı” öykülerini sorgulamak yerine alkışlamayı tercih etmiştik.

Oysa İttihad-ı İslam düşüncesi anti-kapitalist bir zihin yapısının meyvesidir.

İttihad-ı İslam düşüncesi romantik değil, isyankardır.

Ancak bizler, İttihad-ı İslam düşüncesinden feyz alarak Mısır’da, Pakistan’da, Ürdün’de ya da Türkiye’de pervasızca açlığa mahkum edilmiş milyonlarca insan uğruna yeni bir muhalefet geleneğinin temellerini atmak yerine, hiçbir sarsıcı etkisi olmayan romantik bir İslam edebiyatının sularında oyalanır olmakta beis görmedik her nasılsa…

perenbirsaygili@gmail.com
haber10

M. Şevket Eygi - Milli Gazete
30.03.2009
Başsız Müslümanlar

Bir okul düşünün, öğretmenleri var, öğrencileri var, müdürü yok...

Doğru dürüst çalışabilir mi o okul?

Bir fabrika müdürsüz yaşar mı?

Bir askerî birlik kumandansız olur mu?

Bir gemi kaptansız, uçak pilotsuz yürür mü, uçar mı?

Arı beyi olmadan bir kovan düşünülebilir mi?

Hayvanlar aleminde bile, sürü halinde yaşayan canlıların bir başı var.

Topluluk hayatında reissiz bir şey olmaz.

Reissizlik ölümden de beterdir. Reissizlik esaret demektir, anarşi ve kaos demektir, zillet ve sürünmek demektir, geri kalmak demektir.

Bu dünyada devletlerin reisleri var. Kral veya cumhurbaşkanı veya başkan.

Dinlerin reisleri var.

Roma katoliklerinin Papası, Ortodoks kiliselerinin Patrikleri, Yahudilerin Hahambaşıları, Anglikanların Başpiskoposları... Tibetlilerin Dalay Lama'ları...

Mason localarının üstad-ı azamları...

Derneklerin başkanları...

Partilerin liderleri... Yabancı bir şehri gezmeye gelmiş turistlerin başlarında bir rehber olur. O da geçici bir başkandır.

Hakemler olmasa doğru dürüst futbol maçı oynanabilir mi?..

Oyuncuların kaptanı var...

Büyük lokantalarda şef garson... Şef Frenkçe'de başkan demektir.

Velhasıl bir toplulukta mutlaka bir reis, bir başkan bulunması şarttır.

Sadece başkanla da bitmez iş. Topluluk içinde bir hiyerarşi (silsile-i merâtib) olması gerekir. Bir ordudaki rütbeler, emir ve kumanda zinciri gibi.

Yine bitmez, bir de nizamname, talimat, iç tüzük olması gerekir.

Dünyada her kurumun, her dinin, her cemiyetin başkanı vardır. Bunun tek istisnası İslâm dünyasıdır, Muhammed Ümmetidir, Müslümanlardır.

Nüfusları 1,5 milyardır ama onların 1924'ten beri fiilen başkanları yoktur. O tarihte son Halife Abdülmecid bin Abdülaziz Han makamından alınmış ve yurt dışına sürülmüştür.

1926'ya kadar sürgünde iki Halife vardı. Biri, Sultan Vahidüddin Han, diğeri Abdülmecid Efendi.

Vahidüddin Han, 1926'da İtalya'nın San Remo şehrinde vefat etti. Abdülmecid Efendi 1944'te Paris'te rahmet-i Rahman'a intikal etti. Fiilen Halifelik 1924'te, sûrî olarak 1944'te son buldu.

İslâm ne güçlü bir dinmiş ki, Halifesiz de yaşadı, gelişti, güçlendi. Lakin başkansızlık ümmete büyük zarar verdi.

Müslümanlar irili ufaklı bir sürü devlete, prensliğe ayrılmış vaziyette. Devletler birleşmese bile, Avrupa Birliği gibi bir birlik oluşturabilirlerdi, o yok.

İslâm dünyasında bir ülkeden başkasına pasaportla vizeyle gidiliyor, ne ayıp.

Müslümanlar arasında dinî, siyasî, iktisadî, kültürel işbirliği yeterli seviyede değil.

Kur'ân birlik emrediyor. Allah'a, Resulüne, sizden olan emir sahiplerine itaat edin diyor.

Peygamber birlik emr ediyor, başınızdaki emîr ve imam, rengi kuru üzüm gibi olan biri de olsa ona itaat edin diyor. Peygamber-i Zişan "Zamanındaki Emîre biat etmeden ölen kişi sanki cahiliye ölümüyle ölmüş gibi olur" diyor.

Din kitaplarımız, Müslümanların başlarına bir İmam-ı Kebir, bir Emîrü'l-mü'minîn seçmeleri vaciptir diyor. Bir hadîs-i şerifte "Aynı anda iki İmam olursa birini idam edin" buyuruluyor.

Din, akıl, hikmet, firaset İslâm Ümmetinin başında bir başkan olmasını zarurî görüyor.

Biz Müslümanlar ise bırakın bir imama, bir Emîre sahip olmak, çoğumuz onun bilincinden bile mahrumuz.

Ümmet paramparça olmuş.

İslâm dünyası çapında on binlerce cemaat, hizip, fırka kendi başına buyruk, keyfe mâ yeşa bildiğini okuyor.

Ümmet içinde hiyerarşi yok. Başlar ayak, ayaklar baş olmuş.

Din konusunda tartışmalar almış yürümüş.

Müslümanların acınacak hallerini son Gazze savaşında açıkça gördük. Zalim İsrail'e arka çıkan, el altından onu destekleyen hain Arap rejimleri bile var.

Müslümanlar her yerde zillet, esaret altında. Irak'ta bir milyon Müslüman öldürüldü, bir şey yapabildik mi? Yirmi küsur milyonluk o ülkede üç milyon yetim var.

Afganistan işgal altında. Müslümanlar her yerde eziliyor, süründürülüyor, öldürülüyor...

İslâm dünyasının petrol gelirleri Ümmet'in menfaati, izzeti, maddî ve manevî kalkınması için kullanılsaydı Müslümanlar bu durumda mı olurdu?

Türkiye'deki sayıları bir iki bin olan Ortodoks Rumların Fener'de bir Ökümenik patrikleri var da Müslümanların niçin dinî-İslâmî bir lideri yok?

Gizli Yahudiler ve onların kendilerine benzettikleri sözde Müslümanlar böyle istiyormuş... Onların bu istekleri biz mü'minleri bağlar mı? Onların bu istekleri bizim evrensel haklarımızı ve hürriyetlerimizi yok eder mi?

Müslümanlar Müslümanlar!.. Halimiz ne olacak?..

Başsız, kaptansız, reissiz, dümensiz, pusulasız, haritasız nereye gidiyoruz?

Halimizin fecaatini biliyor muyuz?

M. Şevket Eygi - Milli Gazete 30.03.2009
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İSLÂM DÜNYAS! Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com