EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Milli tarım siyaseti kaçınılmaz bir zaruret

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Sal May 27, 2008 10:40 pm    Mesaj konusu: Milli tarım siyaseti kaçınılmaz bir zaruret Alıntıyla Cevap Gönder

Milli tarım siyaseti kaçınılmaz bir zaruret
Prof. Dr. Nurullah Çetin
31 Ekim 2014



Bugün Türkiye’de AB uyum yasaları kapsamında çıkarılan kanunlar ve IMF talepleri sonucu tarım ve hayvancılık, neredeyse yok edilmiştir. Halbuki Türkiye, tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yeten bir ülkeydi. Türk tarımı, Avrupa, Amerika ve İsrail’e bağımlılıktan kurtarılmalı, neyin ekilip neyin ekilmeyeceğine tarım, hayvancılık, gıda, çevre, orman ve köy politikalarına sadece Türk milletinin bağımsız siyasi iradesi karar vermelidir. Vatanımıza özgü yerli tarımsal, bitkisel ve hayvansal zenginliklerimiz ve özgünlüklerimiz titizlikle korunmalı, tohum dahil bütün tarımsal alanlarda yabancılara bağımlılık yok edilmelidir.
Türk tarımını geliştirmek için en modern bilim ve teknoloji yöntemleri kullanılmalı, geleneksel tarımla modern tarım, en akılcı şekilde birleştirilerek, Türk toprağı en üst düzeyde verim alınabilecek şekilde işlenip yeniden yapılandırılmalıdır.
Doğal ve organik tarıma bir an önce geçilmelidir. Türk köylüsünün, toprağının sahibi olarak kalması, toprağını yabancılara satmaması için bütün önlemler alınmalıdır. Türk köylüsünün köyünü ve toprağını boşaltıp büyük şehirlerde toplaşmasının önüne geçilmelidir. Millî Türk kültür ve geleneklerinin yaşatıldığı Türk köyü, sağlanacak olan her türlü imkânla canlı tutulmalı ve geliştirilmelidir.
43 bin olan köy sayımız bugün 25 bine inmiştir. 1986’dan bu yana keçi, koyun, manda, sığır sayısında yarı yarıya bir azalma vardır. 1935’te toplam nüfusumuzun yüzde 76.5’i köylerde ve kırsal bölgelerde yaşarken bu oran, 2012 yılında ise yüzde 22.7’ye düştü. 2002 yılında iş başına gelen AKP hükûmeti, Avrupa Birliği’ne (AB) tarım nüfusunu 15 milyona indirme sözü vermişti. Bu doğrultuda süren politikalar sonucu köyle boşaltılmakta ve şehirlere yığılmaktadır. Türkiye 30 yıl önce tarım ürünlerinde kendi kendine yeten dünyanın 7 ülkesinden birisiydi. Bugün ise âdeta dünyaya avuç açan tarım fukarası bir ülke haline geldi. Bunun sonu felakettir, bir an önce tedbir alınmalıdır.
Şu ya da bu yolla yabancıların eline geçmiş olan en verimli tarım arazileri, en uygun yöntemlerle Türk milletine iade edilmelidir.
- Türk çiftçisi, iç ve dış bütün engel ve dikenli tellerden kurtarılıp özgürleştirilmelidir.
- Yabancı kaynaklı ve yabancı sermaye endeksli bütün politikalar yok edilmelidir.
- Çiftçilere verilen destekler arttırılarak, ürün girdileri çok uluslu şirketlerin insafına bırakılmamalıdır.
- Çiftçilerin ürünleri, hakça, tatminkâr bir karşılıkla ücretlendirilmelidir.
- Ülkemizde üretilen tarım ürünlerini dışarıdan ithal etmemeli, yerli üretimi teşvik etmeliyiz.
- Üretici ve tüketici arasındaki aracıların aşırı kâr etmeleri engellenmeli, hem üretici hem tüketicinin menfaatini gözeten bir sistem getirilmelidir.
- Tarım ve hayvancılık ürünlerinin ihracatı için her türlü imkân sağlanmalıdır.
- Ziraat mühendislerimizin ve veteriner hekimlerimizin en yeni ve modern tarım ve hayvancılık tekniklerini uygulamaya dönüştürmeleri için her türlü kolaylık ve imkân sağlanmalıdır.
- Miras yoluyla veya başka yollarla bölünmüş ve kendi başına kullanılamaz hale gelen tarım arazileri birleştirilerek daha verimli bir üretim alanına dönüştürülmelidir.
- Gübre, ilaç, tohum, tarımsal alet edevat ve makinelerin tamamı yerli, millî üretimle sağlanmalı, bu alanlarda yabancılara bağımlılıktan kurtulmalıdır.
Yedi Türk devleti arasında, mümkünse diğer Türk topluluklarının da katılımıyla “Türk Tarım Havzası” kurulmalıdır. Bu yapı içinde tarım üretim, şekil ve ürünleri işbirliğine ve karşılıklı ihtiyaç paylaşımına dayalı olarak en verimli ve en ucuz şekilde teşkilatlandırılmalıdır.

(..)

İlkemiz: İthal eden değil, üreten millet.

Yazının tamamını okumak için: : http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12011454/milli-tarim-siyaseti-kacinilmaz-bir-zaruret/prof-dr-nurullah-cetin

Domates ve enginarı bile ithal eder olduk
8 May, 2017



Yakın döneme kadar tarımda kendi kendine yeten Türkiye, artık en temel ürünlerin bile ithalatçısı durumuna düştü. CHP’nin hazırladığı tarım raporuna göre, AKP iktidarında Türkiye’nin tarım ithalatı 126.5 milyar dolara ulaştı. Domates ihraç edecek pazar arayan Türkiye’nin domates ithalatçısı olduğu ortaya çıktı.

CHP’nin “Türkiye’nin tarım ithalatı” raporunda “Türkiye’de 5.5 milyona yakın kişinin çalıştığı tarım sektörünün toplam üretimi 60 milyar dolar civarında kalırken, ABD’de 2.3 milyon kişinin çalıştığı tarım sektörünün toplam üretimi Türkiye’nin üç katını aşarak 175 milyar dolara ulaşıyor. Avusturalya’da tarımda kişi başına yıllık ortalama 93 bin dolarlık üretim yapılırken, bu rakam Türkiye’de 10 bin dolarda kalıyor. Tarım sektörünün bu verimsiz yapısı Türkiye’deki yoksulluğun en önemli nedenlerinden birini oluşturmaktadır” denildi.

Türkiye domatesi, KKTC, Romanya, Ukrayna’dan, elmayı Şili, İtalya, Fransa, Bosna-Hersek, Ukrayna, İran ve ABD’den ihtal etmek durumunda kaldı. Raporda enginarı bile ithal ettiğimiz ortaya çıktı. Türkiye, Mısır, KKTC ve Irak’tan enginar ithal ediyor. Rapora göre, AKP’nin iktidarda olduğu 2003-2016 dönemini kapsayan 14 yıllık dönemde Türkiye dünyadan toplam 126.5 milyar dolarlık tarım ürünü (işlenmiş tarım ürünleri de dahil) ithal etti.
2002’de yıllık 2.5 milyar dolar tarım ürünü ithalatı yapan Türkiye, 2014’te 14.2 milyar dolar, 2015 ve 2016’da sırasıyla 14.5 ve 14.3 milyar dolarlık ithalat yaptı.

NEREDEN, NE İTHAL EDİYORUZ

ARMUT: Şili, Arjantin, Çin, Güney Afrika
ARPA: Ukrayna, Fransa, Rusya, Almanya
AYÇİÇEĞİ: Moldova, Bulgaristan, Romanya
ANTEP FISTIĞI: İtalya, Almanya, Mısır, İran
BUĞDAY: Rusya, Kazakistan, ABD, Meksika
ÇAY: Sri Lanka, Kenya, Endonezya, Çin, İran
DOMATES: Rusya, KKTC, Romanya, Ukrayna
ELMA: Şili, İtalya, Fransa, Bosna-Hersek, ABD ENGİNAR: Mısır, KKTC, Irak
KURU FASULYE: Çin, Mısır, Arjantin, Peru
SALATALIK: Rusya, Belarus, Gürcistan,
KABAK: Ukrayna, Rusya, Çin, G. Afrika
PATATES: Hollanda, Almanya, Fransa, KKTC, KURU SOĞAN: Hollanda, İran, Rusya
YULAF: Ukrayna, Macaristan, Fransa, İspanya
NAR: Rusya, Peru, Şili, İtalya, Kolombiya NOHUT: Meksika, Hindistan, Arjantin

Kaynak: İlk Kurşun

'Tahıl Ambarı' Olan Türkiye’nin acınacak durumu
25 Mayıs 2017



Bir zamanlar dünyanı önemli baklagiller üreticisi ülkelerinin başında gelen Türkiye, hatalı tarım politikaları yüzünden bugün baklagillerde dışa bağımlı hale geldi.

Türkiye; Rusya, Almanya, Fransa, Ukrayna’dan buğday, İngiltere ve Hırvatistan’dan arpa, Gürcistan’dan saman, ABD, Yunanistan, Türkmenistan ve Hindistan’dan pamuk, Arjantin’den soya, ABD, Arjantin ve Brezilya’dan mısır, ABD Vietnam, İtalya ve Tayland’dan çeltik ve pirinç, Etiyopya, Bangladeş, Mısır ve Çin’den kuru fasulye, Kanada’dan nohut ve yeşil mercimek, ABD, Ukrayna ve Kanada’dan bezelye ithal eder hale geldi.

Türkiye'deki baklagil üreticisinin son yıllarda üretimden neden çekildiği sorusuna yanıt aranan ZMO değerlendirmesinde, bunun sebepleri ise şöyle sıralandı: "Türkiye‘de üretim maliyetlerinin yüksekliği genel bir sorun. Üretimde kullanılan girdilerdeki fiyat yüksekliği bezginliği artırıyor. Bu sadece baklagiller için değil tüm tarım ürünleri için geçerli. Akaryakıt, gübre, ilaç, tohum gibi temel üretim araçlarında dışa bağımlı olan Türkiye‘de girdi fiyatları sürekli artarken çiftçinin ürettiği ürünün fiyatı aynı oranda artmıyor. Üretici para kazanamadığı için de üretimden kaçıyor. Türkiye‘de tarım dışı kalan 4 milyon hektar alan bunun kanıtı niteliğinde.

1980'LERDE BAKLAGİLLERE VERİLEN DESTEK, 1994'TE ÇEKİLDİ

Türkiye'de 1980'li yılların ikinci yarısında uygulanan destekleyici politikalar, baklagillerin üretimine önemli bir ivme kazandırdı. 1990'lı yıllarda uygulanan tam tersi politikalar ise baklagillerin üretimini olumsuz etkiledi. Baklagiller, 1994 yılında destekleme kapsamı dışında bırakılınca üretimin azalması yönünde sonuçlar ortaya çıktı. Alımının tamamen durdurulması ve yerine bir pazarlama politikası oluşturulamaması ile birlikte üretici, pazarlama sorunu yaşadı. Ürettiği ürün elinde kalanlar ekim alanlarını, fiyat garantisi olan ve üretimi daha kolay olan diğer ürünlere kaydırarak baklagillerin üretiminden kaçtı."

TARIMDA UYGULANAN POLİTİKALAR BÜYÜK TEHLİKEYE İŞARET

Baklagillerin üretiminde işçilik maliyetinin diğer alternatif ürünlere göre daha yüksek olduğunun altı çizilen değerlendirmede, bu durumun üreticiyi zorladığına dikkat çekilerek, şöyle denildi: "Hasat, çoğunlukla işçiler tarafından elle toplanarak yapılıyor. Alternatif ürünlerde bu maliyet kısmen daha düşük. Üretim maliyetinin artması, verim düşüklüğü nedeniyle Türkiye‘deki üreticiler dünya fiyatları ile yarışamıyor. Üretici tercihini makinalı hasat yapılan ürünlerden yana kullanıyor. Tarımda uygulanan yanlış politika ve yüksek maliyetler nedeniyle daha az zahmetli, maliyeti düşük, insan işgücüne daha az gereksinim duyulan ürünlere yöneliş var. Bu durum baklagillerin üretimi açısından gelecekte de büyük bir tehlikeye işaret.

DEVLET VE TOHUMCULAR BAKLAGİLE İLGİSİZ

Kaliteli ve verimli tohum kullanımı yok denecek kadar düşük. Devlet ve tohumculuk firmaları baklagillerin üretimine ilgisiz. Bu yüzden kaliteli ve verimli tohum bulmak zor. Çok düşük miktarlar karşısında da üretici kendi yetiştirdiği üründen tohumluk ayırıyor. Bu da verim düşüklüğüne neden oluyor. Baklagil üretiminin iklim koşullarına büyük ölçüde bağlı olması sorun oluşturuyor. Son yıllarda çok tekrarlanan kuraklık en çok baklagillerin üretimini olumsuz yönde etkiliyor. Türkiye'de iklimsel verilere ilişkin öngörüler kısa süreleri kapsadığından, üreticilere gelecekte yapılacak yönlendirmeler söz konusu olmuyor."

TÜRKİYE SORUNLARLA BOĞUŞURKEN KANADA VE ABD UÇTU

Türkiye'nin, baklagillerin üretiminde sorunlar ve darboğazlarla uğraşırken; Kanada, ABD ve Avustralya'nın, 1990'lı yıllardan sonra baklagillerin üretimine büyük önem verdiği vurgulanan ZMO değerlendirmesinde, "Bu ürünlerde araştırma çalışmalarına büyük kaynaklar aktararak altyapı oluşturdu. Elde edilen bulguları üretime aktarıp üretim ve ihracatlarını arttırdı. Türkiye‘de kuru tarım alanlarında daha çok eski toprak işleme teknikleri uygulanmakta, sulu koşullarda ise bölgeden bölgeye, hatta çiftçiden çiftçiye değişen uygulamalar yapılmakta. Böylece, toprak işleme, ekim zamanı ve sıklığı, sulama, gübreleme, hastalıklarla savaşım ve hasat–harman gibi yetiştirme tekniği uygulamalarında yetersiz kalıyor. Bu nedenle birim alan verimi düşerken, üretim maliyeti artıyor" görüşüne yer verildi.

BAKLİYAT ÜRETİMİNİN ARTMASI İÇİN NELER YAPILMALI

Bakliyat üretiminin arttırılması için yapılması gerekenlere de yer verilen ZMO değerlendirmesinde, şu öneriler dile getirildi:

"Öncelikle mazot, gübre, ilaç, tohum gibi girdilerin fiyatları kontrol altında bulundurulmalıdır. Hastalık ve zararlılara dayanıklı, makineli hasada uygun, kaliteli, yüksek verimli, yerli tüketicilerin ve dış pazarın isteğine uygun yeni çeşitlerin geliştirilmesi için çalışmalar yapılmalıdır. Yerel çeşitlerin sürdürülmesi ve geliştirilmesi sağlanmalıdır. Bakliyat ekim alanlarının genişletilmesi için 'Nadas Alanlarının Daraltılması Projesi' yeniden başlatılmalıdır.
Habererk

Yusuf Yavuz: İthal palmiye yağına bakın ne kadar para ödedik
22.01.2017



Kanserojen olduğu iddialarıyla gündeme gelen palmiye yağını en önemli ithalatçılarından biri olan Türkiye, 2015’te 418 milyon dolar ödedi...

Kanserojen olduğu iddialarıyla gündeme gelen palmiye yağını en önemli ithalatçılarından biri olan Türkiye, 2015’te 418 milyon dolar ödedi.

Yağ açığını kapatmak için yerli üretimi artırmak yerine ithalat yönelen Türkiye’nin en önemli bitkisel yağ deposu olan Trakya’da ise ayçiçeği üreticisi adeta üretime küstü. Trakya Platformu Yürütme Kurulu Üyesi Göksal Çidem, sanayi tesisleri ve vahşi madencilik ile suları ve toprakları kirletilen bölgede ayçiçeği üreticisinin desteklenmediğini belirterek, Sanayiciye sağlanan destek üreticiye verilmiyor. Bilgi var. Modern tarım aletleri var. Bereketli topraklar var. Üretim yok. Çünkü ithal ettiğimiz ülkelere göre mazot pahalı, tohum ithal ve üstelik de çok pahalı. Rekabet şansı yok. Çiftçimiz kredi ekip, haciz biçiyor. Bunun sonucunda da topraklar el değiştiriyor. Büyük şirketler borç ve kredi sarmalında kalan üreticinin elindeki toprakları yok pahasına alıyor” diye konuştu.

TÜRKİYE 2015’DE PALMİYE YAĞINA 418 MİLYON DOLAR ÖDEDİ

Günlerdir Türkiye’nin gündeminden düşmeyen palmiye yağı tartışmalarıyla bir ilgili açıklama yapan Greenpeace Akdeniz, insan sağlığını tehdit eden palmiye yağının üretimi için Almanya büyüklüğünde yağmur ormanının yok edildiğini belirterek, “Türkiye’nin 2015 yılında 418 milyon dolar değerinde ithal ettiği palmiye yağı, gıda, kozmetik ve temizlik sektörü ürünlerinde yaygın şekilde kullanılıyor. 2013’te Türkiye 592 bin ton palmiye yağı ithal etti; başka bir deyişle bugün bir süpermarkete girdiğinizde reyonlarda gördüğünüz ürünlerin yaklaşık yarısı palmiye yağı ya da palmiye yağından üretilen kimyasalları içeriyor” açıklamasında bulundu.

ALMANYA BÜYÜKLÜĞÜNDE YAĞMUR ORMANI YOK EDİLDİ

418 milyon dolar değerindeki palmiye yağının neredeyse tamamı Malezya ve Endonezya’dan ithal eden Türkiye’nin bu konuda dünyada yalnız olmadığına dikkat çekilen Greenpeace Akdeniz’in açıklamasında, “Geçen 25 yılda palmiye yağı üretimi yaklaşık 6 kat artan Endonezya dünyanın da en büyük palmiye üreticisi konumuna geldi. Bu artış elbette bir anda ve kendiliğinden yaşanmadı. Üretimi arttırabilmek için palmiye yağı şirketleri yağmur ormanlarında ciddi kıyımlar yaparak, araziye palmiye yağı üretmeye yönelik ekimler yaptılar. Kısaca milyonlarca hektarlık alan palmiye yağı üretimi için yok edildi. Yaptığımız çalışmalar, 1990’dan bu yana Endonezya’da 31 milyon hektarlık yağmur ormanı alanının yok edildiğini öngörüyor. Bir başka deyişle Almanya’nın yüzölçümü kadar yağmur ormanı yok edildi. Endonezya ve Malezya’dan yılda yarım milyar dolarlık palmiye yağı ithalatı yapan Türkiye gıda endüstrisi de, bu kabul edilemez çevre suçuna ne yazık ki ortak oluyor” ifadelerine yer verildi.

TRAKYA’DA İSYAN VAR: ‘KENDİ YAĞIMIZLA KAVRULAMIYORUZ’

Palmiye yağıyla ilgili tartışmalar sürerken Türkiye’nin en önemli bitkisel yağ kaynağı olan ayçiçeği üretimi merkezi Trakya’da ise isyan var. Türkiye’nin bitkisel yağ açığını kapatmak için yerli üretimi desteklemek yerine ithalata yönelmesi Trakyalı ayçiçeği üreticisinin üretime küsmesine neden olmuş. Konuyla ilgili sorularımızı yanıtlayan Trakya Platformu Yürütme Kurulu Üyesi Göksal Çidem, Türkiye’nin yüzde 3’ünü oluşturan bölgede ülke nüfusunun yüzde 20’sinin yaşadığına dikkat çekerek, şu değerlendirmelerde bulundu:

‘BUĞDAY EKİYORUZ AVM, AYÇİÇEĞİ EKİYORUZ CEZAEVİ ÇIKIYOR’

“Ergene Ovası, yaklaşık 1,07 milyon hektardır. Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ İllerinin toplam arazi varlığı 1,4 milyon ha kadar olup, bunun yüzde 65’i ise tarım alanı olarak kullanılmaktadır. TÜİK verilerine bu üç ilimizde Türkiye buğday üretiminin yüzde 10’u, çeltik üretiminin yüzde 47’si ve ayçiçeği üretiminin yüzde 65’i gerçekleştirilmektedir. Bu kadar verimli topraklarda her geçen gün tarım alanları, üretici sayısı ve üretim miktarları azalıyor. Bunun sonucunda da ithalat artıyor. Topraklar o kadar bereketli ki. Ayçiçeği ekiyorsunuz cezaevi çıkıyor. Çeltik ekiyorsunuz duble yol çıkıyor. Buğday ekiyorsunuz AVM çıkıyor. Ormanlardan ise dinamitler patladıkça madencilerin kamyonları çıkıyor. RES çıkıyor. Termik Santral çıkıyor. Ne ekersen onu biçersin denir ya, bu atasözü Trakya için geçerli değil. Ne ekersen onu ithal edersin daha doğru bir söz oluyor buralarda. İthal edilenler arasında canlı hayvandan sonra, üretimine ve işlenmesine bu topraklarda ki en uygun ürünler Pirinç ve ayçiçeği geliyor.”

AYÇİÇEĞİ ÜRETİMİ BULGARİSTAN’DAN GELEN GÖÇMENLERLE BAŞLADI

Trakyalı ayçiçeği üreticisinin çok zor günler yaşadığına değinen Çidem, “Ayçiçeğinin olmadığı yerde de adını bile telaffuzda zorlandığımız ‘palm yağı’, midemize kadar geldi” ifadelerini kullandığı değerlendirmesinde, bölgedeki ayçiçeği üretimi konusunda şu bilgileri verdi: “Geçmişte Trakya'nın temel besin yağı tereyağıydı. 1940-45'li yıllarda Bulgaristan'dan gelen Türk göçmenler beraberinde bölgeye ayçiçeğini getirmiştir. Ayçiçeğine ilk zamanlar ‘şırlan yağı’ denilmekteydi. Günümüzde ise sıvı yağ olarak anılmaktadır. Ayçiçeğine Trakya’da gündöndü denir. Bitkileri gibi insanlarının da yüzünü güneşe, aydınlığa döndüğü yerdir Trakya. Ekimi ve verimi ise maalesef son yıllarda azaldı. Bunun başlıca nedeni iklim değişikliğine bağlı olarak yağışların azalması, Mutlak tarım alanları arasında birer zehirli mantar gibi türeyen madencilik faaliyetleri var. 2.100 civarında fabrika, yer altı sularını fütursuzca çekip kirleterek yüzey sularına deşarj edilmesi, girdilerin yüksek olması ve gerçekçi maliyet hesabı yapılmadan uygulanan yanlış tarım politikaları nedeniyle ot, saman, canlı hayvandan sonra ayçiçeği de ithal eder konuma geldik.”

‘YAĞ AÇIĞINI ÜRETİM YERİNE İTHALATLA ÇÖZMEYE ÇALIŞIYORUZ’

Türkiye’nin dünyada ayçiçeği yağını en çok kullanan ülkelerden biri olduğuna değinen Çidem, TÜİK verilerine göre Türkiye’de ayçiçeği yağı tüketiminin yıllık yaklaşık 650 bin ton olduğunu ancak yerli üretimden elde edilen ayçiçeği yağının yıllık yaklaşık olarak 400-450 bin ton olduğuna dikkat çekerek, açığın, üretimi arttırmakla değil, ithalatla çözülmeye çalışıldığını söyledi.

‘İTHALAT ARTTIKÇA ÜRETİCİNİN BORCU DA ARTIYOR’

Son 10 yılda gübre fiyatlarının ayçiçeği fiyatından 2 kat, mazotun ise yaklaşık 3 kat arttığına değinen Çidem, şunları dile getirdi: “Uygulanan bu politika sonucunda da üretim değil, ithalat her yıl katlanarak artıyor. İthalat arttıkça üreticinin borcu da artıyor. Üretici sayısı da azalıyor. Bu arada ‘yağ ihracatımız arttı’ deniliyor, yüksek gösteriliyor. Burada bir aldatmaca var. Ham yağ ithal eden sanayici bunu işleyerek ihracat yapıyor. Ayçiçeği ekimi desteklense, ülkemizde işlense hem istihdam yaratılacak, hem de elde edilecek küspe ile hayvancılık sektörünün de yem ihtiyacı karşılanmış olacak.

‘GEREKLİ HER ŞEY VAR, ÜRETİM YOK’

Biz neden üretemiyoruz? Çünkü sanayiciye sağlanan destek, üreticiye verilmiyor.

Her şey var. Bilgi var. Modern tarım aletleri var. Bereketli topraklar var. Üretim yok. Çünkü İthal ettiğimiz ülkelere göre mazot pahalı, tohum ithal ve üstelik de çok pahalı. Rekabet şansı yok. Çiftçimiz kredi ekip, haciz biçiyor. Bunun sonucunda da topraklar el değiştiriyor. Büyük şirketler borç ve kredi sarmalında kalan üreticinin elindeki toprakları yok pahasına alıyor.

ÜRETİCİ BİRLİĞİ ÜYELERİNİN SAYISI 100 BİNDEN 50 BİNE DÜŞTÜ

Ayçiçeği maliyeti, ziraat odalarının yaptığı hesaplara göre 2016 yılında yaklaşık 2,00 tl/kg. Verilen fiyat ise 1,6 tl/kg. Sonuç Trakya Yağlı Tohumlar Tarım Satış Kooperatifleri Birliği üye sayısı 100 binlerden, bugün yarı yarıya azalmış, 50 binlere kadar düşmüştür. Ortakları üreticilerden oluşan, çiftçi kuruluşu olan Trakya Birlik maliyet hesaplarının altında bir fiyatla ayçiçeği alım sezonuna girmektedir. Zamanında ödenmeyen ve yetersiz destekler. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı 5 Mayıs 2016 da yaptığı duyuruda ayçiçeği 30 kuruştan 40 kuruşa çıkarıyor. Bir ton ancak 5 dekardan alınır. O da iklim şartları normal seyrederse. 2016 kurak gitmesi nedeniyle 1 dekardan 80-100 kg arası alındı. 1 dekara 40 lira destek demek. 8-9 lt mazot parası. Ya da 1,5 kg ayçiçeği tohumu parası. Bu kadar mazotla tarlaya ancak gider gelirsin. Sürüp ekeceğim dersen tarlada kalırsın.”

Odatv.com

Türkiye 4 milyon hektar tarım alanını kaybetti
04.01.2017



Ziraat Mühendisleri Odası Genel Başkanı Güngör, son 27 yılda 4 milyon hektarlık tarım alanının yok olduğunu söyledi

Türkiye'de 1990'da 27 milyon 856 bin hektarlık tarım alanı bulunduğunu belirten Özden Güngör, yıllar içinde bu arazilerin yüzde 14'nün üretim dışına çıkarılarak 2017'de 23.9 milyon hektara düştüğünü açıkladı. Aynı süreçte ülke nüfusunun 56.4 milyondan 78.6 milyona yükseldiğini aktaran ZMO Genel Başkanı Özden Güngör, "Kurak ve yarı kurak bölgelerimizde halen 4.1 milyon hektar tarım arazisi nadasa bırakılıyor. Oysa artan nüfusun beslenmesi için tek kaynağımız tarım topraklarımızdır" dedi.

'Üretimden vazgeçildi'

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nca Türkiye'nin tarım alanlarını korumak için 184 ovanın sit alanı ilan edildiğini bildiren ZMO Başkanı Özden Güngör, şunları söyledi:
"İlgili Bakanlıkça tarım arazilerimizin mevzuat çerçevesinde korunmaya başladığı 1989'dan 2015 yılı sonuna kadar tarım alanlarımızın amaç dışı kullanılmasını talep eden yaklaşık 115 bin başvuru var. Bunlardan 1.7 milyon hektar alan için izin verilmezken, 2.6 milyon hektar tarım arazisinin amaç dışı kullanımına izin verilmiştir. Tarım arazilerimizin tek sorunu amaç dışı kullanımlar değildir. Bunun yanı sıra uygulanan tarım politikaları çiftçiyi göç etmeye zorlamıştır. Bakanlığın verilerine göre son 15 yılda çiftçinin üretmekten vazgeçtiği tarım arazisi miktarı 2.6 milyon hektara ulaşmıştır. Mutlaka tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı önlenmelidir.
BirGün

İlginç bir girişim: "Temiz ve yerel gıda, kollektif üretim: Güneşköy"
02.07.2016



Sevil Aslan'ın haberi:

Türkiye'nin ilk ekoköy girişimi olan Güneşköy Kooperatifi, Ankara-Sivas Hızlı Tren Projesi'yle ortadan bölündü. Güneşköy kurucuları, "Kimyasal kullanmadan kollektif anlayışla temiz tarım yapmaya devam edeceğiz. Ankara'ya en yakın yerden gıda götüreceğiz" diyor.

‘Biz Kimiz. İnci, Ali, Claire, Fikret.’ Güneşköy Kooperatifi’nin web sitesinde kurucuları bu sadelikle anlatıyorlar kim olduklarını. Merak edip yola düşüyoruz. Kırıkkale ile Ankara arasında Hisarköyü yakınında Türkiye’nin ilk ekoköy girişimi Güneşköy.

Bir grup kentli, akademisyen, peyzaj mimarı 2000 yılında bugünleri görerek temiz, sağlıklı gıdaya erişimi kolaylaştırmak için harekete geçiyor. Ankara’ya bir buçuk saat uzaklıkta Kırıkkale'nin Hisarköyü yakınında Balaban Vadisi’nin yamacında hazineye ait 75 dönümlük alanı satın alıp işe koyuluyorlar. Kooperatif çalışmaları bir yandan, arazinin tarım yapılabilir güçlü toprağa kavuşması için yapılan çalışmalar bir yandan… Ve 2006’da başlıyor tarım faaliyetleri. Yüzlerce destekçi, Güneşköy’e yurtiçi ve yurtdışından gelip gidenler, ilkokul öğrencileri, üniversite öğrencileri… Birçok kentli insan bu vesileyle tarımla tanışıyor, Güneşköy’de kollektif iş/üretim yapmanın keyfini yaşıyor buraya gelenler.

Yüksek hızlı trene rağmen alternatif üretim

Geçen yıl Güneşköy Kooperatifi’ni kuran ekip, Ankara-Sivas Yüksek Hızlı Tren hattının ekoköyün içinden geçecek projeyi öğrenmesiyle sarsılıyor. İtirazlar, görüşmeler sonuç vermiyor. Ve inşaat başlıyor. Geçen haftasonu biz Güneşköy’ü ziyaret ettiğimizde iş makineleri çalışıyordu. ODTÜ’de akademisyen olan İnci Hoca, “Hız tren Güneşköy’ün arazisini ikiye böldü. Bu nedenle bizi destekleyen bir grup arkadaşımız Güneşköy’den vazgeçti. Ancak biz kararlıyız. Burada, birlikte temiz tarım yapmaya devam edeceğiz” diyor.
Sosyal sürdürülebilirlik politikasını temel alan Güneşköy Kooperatifi üreticileri, beraber çalışmanın ve sorumluluk taşımanın da öneminden bahsediyor. Adnan, kırmızı California solucanlarını besliyor, İnci sebzeleri topluyor, Ali toprağı hazır hale getiriyor, bu şekilde Güneşköy’e gelen her bir kişinin de yapacağı günlük işler oluyor.

Bayram sonrası ürün dağıtımı

Güneşköy Kooperatifi aynı zamanda yakında bulunan köylerin dönüşümüne katkıda bulunmuş. Birçok köylü/çiftçi örnek alarak temiz tarım yapmaya başlamış. Sabahın erken saatleri, bir taraftan organik ürünlerden kahvaltı hazırlanıyor. Seradan salatalık, domates vs. toplanıyor. Tarla ürünleri henüz olgunlaşmış değil. Güneşköy’de bulunan, dayanışmaya gelen her bir birey işin bir ucundan tutuyor. Peyzaj mimarı olan Fikret, “Kerpiç bina, saman balyası ile yapılan ev, taş ev ile organik tarım yapılan cam seramız var. Daha yolun başındayız. Hayallerimiz çok. Ama emek yoğun bir faaliyet gerektiriyor” diyerek anlatıyor yaptıklarını ve yapacaklarını.

Fosil yakıt yerine biyoyakıt ile çalışan traktör

Üretmek kadar başka boyutları da olan Güneşköy’de üretilen bitkisel yağ ile çalışan traktör de bulunmakta. Doğrudan ham yağı ile sistemin dayattığı ve çiftçinin büyük gider kaynağı olan yakıtın yerine çiftçi kendi yakıtını üretti. Bu da tarımsal üretime büyük bir katkı sağladı. Köydeki insanlar için maliyetsiz bir proje olan bitkisel yağ ile çalışan traktör, çiftçinin ürettiği yağı gene çiftçinin üretimine yardımcı olacak şekilde fosil yakıt yerine kullanabilmesini sağlıyor.

Güneşköy Kooperatifi'nin amaçlarından bir tanesi de üreticinin şehirdeki türeticiye ürünü rahatlıkla ulaştırması. Ve buradaki asıl olay, kentli ile kırsal arasındaki dayanışmayı kurabilmek. Topluluk destekli tarım önemli hedeflerinden. Ali hoca, “Bu içinde bulunduğumuz vadide doğru tarım yöntemleriyle harekete geçirilse Ankara’nın ihtiyaç duyduğu gıdanın önemli bir bölümü temin edilebilir. Antalya, Mersin gibi uzak yerlerden, taşıma maliyetleri de eklenerek Ankaralılara gıda vermek yerine yerelde, mümkün olan en yakın noktada gıda üretilmesi gerektiğini düşünüyoruz” diyor.

Yüksek hızlı trenin Güneşköy arazisini ikiye bölmesine rağmen hala geniş bir yer kaplayan arazide salatalık, domates, fasülye, biber, kabak, şeker hastalığına iyi gelen stevia, patlıcan, dolmalık biber, kaypa biber, patates ve kuru soğanın ekimi yapılmış bu mevsim. Bayramdan sonra tarladaki ürünlerin hasadıyla dağıtım başlıyor. Yetiştirilen ürünler Ankara’nın dört noktasında kentliye teslim edilecek. Dağıtım noktaları Güneşköy’ün web adresinde yer alacak.
Kaynak: BirGün

Umut Oran Hayvancılıktaki çöküşü rakam rakam açıkladı
23.09.2015



Sosyalist Enternasyonel Başkan Yardımcısı CHP’li Umut Oran, 2002-2015 arasında, 13 yılda, canlı hayvan-kurbanlık fiyatlarının ortalama yüzde 600 artış kaydettiğini açıkladı.

Sosyalist Enternasyonel Başkan Yardımcısı CHP’li Umut Oran, 2002-2015 arasında, 13 yılda, canlı hayvan-kurbanlık fiyatlarının ortalama yüzde 600 artış kaydederken, resmi verilere göre asgari ücretin yüzde 442, ortalama memur maaşının yüzde 305, ortalama SSK emekli aylığının ise yüzde 312 arttığına dikkat çekti.

Oran yazılı açıklamasında, AKP’nin uyguladığı yanlış politikalar yüzünden kurbanlık canlı hayvan fiyatları 13 yılda 7’ye katlandığını belirterek, dar gelirli vatandaşın Kurban Bayramı’nda dini vecibesini yerine getirmesini de zorlaştırdığını ifade etti. AKP döneminde hayvancılıkta net ithalatçı konumuna düşürülen Türkiye’nin, Angus ve Limuzin’den sonra Uruguay’dan Hereford tosunu da ithal etmek zorunda kaldığını kaydeden Oran, şunları kaydetti:

“AKP’nin hayvancılıktaki yanlış politikaları sonucu 13 yılda kurbanlık canlı hayvan fiyatlarındaki artış, enflasyonu açık ara solladı. Tüketici fiyatları genel endeksine göre yüzde 200 dolayında birikimli enflasyonun yaşandığı 2002 sonundan bu yana kurbanlık fiyatlarındaki artış ise yüzde 600’e (6 kat) ulaştı. Yani kurbanlık fiyatları 13 yılda 7’ye katlandı. Canlı ağırlığına göre kurbanlık hayvanın 2002 yılında 2,5 TL dolayında bulunan kilo başına ortalama fiyatı, bu yıl itibariyle 17-18 liraya çıkmış bulunuyor. 2002’de küçükbaş kategorisindeki 60 kiloluk bir kurbanlık koç 150 bin liraya, dini kurallara göre 7’yi aşmayacak sayıdaki kişinin birleşip ortaklaşa kesebileceği 500 kiloluk bir tosun ise bin 250 liraya alınabiliyordu. Bu Kurban Bayramı’nda aynı ağırlıktaki bir koçun satış fiyatı ortalama bin 50 TL, yine aynı ağırlıktaki tosunun fiyatı ise 8 bin 750 TL’ye ulaşmış bulunuyor.”

“ARTIŞLARDA ANA FAKTÖR BESİ YEMİNDEKİ REKOR PAHALANMA”

Canlı hayvanda ve buna bağlı olarak et fiyatlarında son 13 yılda yaşanan fahiş artışlarda ana faktörün ise besi yemindeki rekor pahalanma olduğunu ifade eden Oran, 2002’de 194 TL olan besi yeminin ton fiyatının bin liraya yaklaştığını belirtti. Diğer girdilerde de paralel bir seyir yaşandığını dolayısıyla vatandaşın elini yakan kurbanlık fiyatlarının hayvan yetiştiricisini de güldürmediğini kaydeden Oran şunları dedi:

“ET VE SÜT KURUMU İTHALAT ORGANİZATÖRÜ HALİNE GELDİ”

“Et ve Süt Kurumu (ESK) yerli hayvan yetiştiricilerini teşvik edip, halkın ucuz ve sağlıklı et tüketimini sağlayacağına ithalat organizatörü konumuna geldi. Tarım, Hayvancılık ve Gıda Bakanlığı canlı hayvan ithalatında sınırsız et ithali iznini ESK’ya verdi. Normal bir ithalatçı canlı hayvan ithalatı üzerinden yüzde 135, karkas et ithalatı üzerinden yüzde 225 gümrük vergisi veriyor. Fakat ESK sadece yüzde 0 ila yüzde 30 arasında vergiye tabi. Dolayısıyla ESK ithalat yapıyor ama ucuza alıp pahalıya satıyor, vatandaş yine ucuz et yiyemiyor. Çünkü ucuza ithal eden ESK bunu normal piyasa fiyatından hiç indirim yapılmadan perakende olarak satıyor. Getirdiği et de sadece büyük firmaların işine yarıyor. Son olarak ESK 16 bin baş kurbanlık ithalatı için 1 Ağustos’ta ihale yaptı ve Ürdün merkezli Hicazi firması ihaleyi kazanınca 12 bin baş hayvan ithal edilmiş durumda.”

SATIN ALINABİLEN KURBANLIK MİKTARINDA KİLO DÜŞTÜKÇE DÜŞÜYOR

Oran, 2002-2015 arasında, 13 yılda, canlı hayvan-kurbanlık fiyatlarının ortalama yüzde 600 artış kaydederken, resmi verilere göre asgari ücretin yüzde 442, ortalama memur maaşının yüzde 305, ortalama SSK emekli aylığının ise yüzde 312 arttığına dikkat çekti. Kurbanlık canlı ağırlık fiyatlarına göre 2002’de yaklaşık 74 kilo olan bir asgari ücretle alınabilecek kurbanlık miktarının 2015’te 57 kiloya, memur maaşı ile alınabilen miktarın 231 kilodan 134 kiloya, ortalama SSK aylığı ile alınabilen miktarın da 110 kilodan 65 kiloya düştüğünü kaydeden Oran, şöyle devam etti:

“2002 yılında ortalama asgari ücretin yüzde 80 ile 60 kilo civarındaki bir küçükbaş kurbanlı alınabilirken, şimdi tamamı yetmiyor. 2002’de 500 kiloluk bir büyük baş kurbanlığın yüzde 14,7’sine yani 7’de birine yeten asgari ücretle şimdi ancak yüzde 11’i alınabiliyor. Ortalama memur maaşı 2002 yılında yaklaşık 4 küçükbaş kurbanlık fiyatına denkti. Yani maaşın yaklaşık dörtte biri ile küçükbaş bir kurbanlık alınabiliyordu. Şimdi ise maaşın yaklaşık yarısını vermek gerekiyor. 2002’de büyük baş bir kurbanlığın yaklaşık yarısına yeten ortalama memur maaşı, şimdi ancak dörtte birine yetiyor. Ortalama SSK emekli aylığı ile alınabilen küçükbaş kurbanlık sayısı aynı dönemde yaklaşık 2 adetten 1’e indi. 2002’de büyükbaş kurbanlık fiyatının yüzde 22’sine yeten ortalama SSK emekliği aylığı, bugün ancak yüzde 13’üne denk geliyor.”

“SEKTÖRE YÖNELİK DESTEKLER ARTIRILMALI VE İŞLEVSEL HALE GETİRİLMELİ”

Oran, bu aşırı yüksek canlı hayvan ve et fiyatlarının, öncelikle girdi maliyetlerini düşürecek akılcı politikalarla makul seviyelere çekilmesi gerektiği belirtti. Besicilik sektörünün maliyetlerinin aşağı çekilmesi için kullandıkları girdilerde KDV ve ÖTV düşürülmesi ya da hiç alınmaması önerisinde bulunan Umut Oran, “Sektöre yönelik destekler artırılmalı ve işlevsel hale getirilmelidir. Hayvan ithalatı yoluna kesinlikle gidilmemeli, hayvan ıslahı çalışmalarına ağırlık verilmelidir. Küçük ve orta ölçekli tarım işletmelerinin, yani aile çiftçiliğinin ölmesine izin verilmemeli, bunlara destek olunmalıdır. Et ve Süt Kurumu etkin hale getirilmeli, kurumun küçük ölçekli tarım işletmelerine yönelik faaliyet göstermesi sağlanmalıdır. Son yıllarda gerileyen koyunculuğun hayvansal üretim içindeki payı artırılmalıdır” dedi.
Odatv.com

AKP bunu da yaptı: Üreticiye tarlasına 'hayvan gübresi' döktüğü için 46.5 bin lira ceza kesildi
16 Temmuz 2015



Hayvan gübresini tarlasına döktüğü için 46.5 bin lira ceza kesildi. Evet yanlış okumadınız. Elazığ'da bir üreticiye hayvancılık işletmesinden çıkan gübreyi kendi tarlasına döktüğü için çevreyi kirlettiği gerekçesiyle Elazığ Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından tam 46 bin 501 lira 'çevreyi kirletme' cezası kesildi.

Türkiye, bu skandal olayı Dünya gazetesi tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım'dan öğrendi. Yıldırım, dünkü köşesinde öyle bir olay paylaştı ki, Türkiye'nin tarım ve hayvancılıkta neden bir adım ilerleyemediğini canlı örneği ile ortaya koydu.

“Tarımda dünyanın 7. büyük ekonomisi ve Avrupa'nın lideri olmakla övünen Türkiye'de çiftçilik yapmak her geçen gün olanaksız hale getiriliyor" diyen Yıldırım, bu ülkede üretenlerin cezalandırıldığını, üretmeyerek ithalat yapanların ise ödüllendirildiğini bildirdi. Yıldırım, buna en güzel örnek olarak ta Elazığ'dan bir okurundan gelen 'skandal olayı' gösterdi.

Ali Ekber Yıldırım'ın kaleminden işte o 'skandal olay'

Elazığ'dan okurumuz Levent Yiğit aradı. Hayvancılık işletmesinden çıkan gübreyi kendi tarlasına döktüğü için çevreyi kirletmekten 46 bin 501 lira idari para cezası kesildiğini söyledi.

Nasıl olur? diye sormaya fırsat vermeden canı yanmış biri olarak başladı anlatmaya;

“Elazığ'ın Sarıçubuk Köyü'nde 5 yıldan bu yana hayvancılık yapıyoruz. İnsanlarımızın sıfır yaşından ölene kadar tüketmesi gereken süt ve süt ürünleri, et ve et ürünleri üreterek ülkemizi yönetecek sağlıklı nesillerin yetişmesine destek oluyoruz.

İşletmemiz Elazığ Belediyesi'nin Çöp Transfer İstasyonu'nun yanında. Çiftlikten çıkan hayvan gübrelerini etrafımızdaki kendi tarlalarımıza döküyoruz. Mevsimi gelince tarlaları sürüp havalandırıyor ve ekim yaparak ekolojik dengeyi koruyarak, doğal yollardan arpa, buğday ve hayvan yemi üretiyoruz. Dünyanın her yerinde insanlar bu yöntemle gübreleri değerlendiriyor, ülke tarım ve hayvancılığına katkı sağlıyor.

Bizim yaptığımız da farklı bir şey değil. Fakat geçen ay Elazığ Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü, hayvan gübresini tarlamıza döküyoruz diye bize 46 bin 501 lira “çevreyi kirletme" cezası kesti.

HAYVAN GÜBRESİ NE ZAMAN ZARARLI MADDE OLDU?

Hayvan gübresi zararlı bir madde değildir. Zararlı olsaydı evlerimizin altında ahırlar olmaz, hayvanlar beslenmezdi. Hayvan gübresi yıllarca oturduğumuz kerpiç evlerde tuğla yerine kullanıldı. Evde yakacak olarak kullanılır. Sebze-meyve yetiştiriciliğinde doğal gübre olarak kullanılıyor.

BÜTÜN PROSEDÜRLERİ YERİNE GETİRDİK

Biz bu işletmeyi kurmadan önce yer seçim raporu aldık. Yaklaşık 15 kurumdan olumlu görüş aldık. Tarımsal Yapı Projeksiyonu ile gerekli yapı ruhsatı,yapı kullanım izin belgesi aldık. Yasal prosedürlerin tamamını yerine getirdik. Bize izin verildi. Hayvanlarımızı aldık, yatırımımızı tamamladık. Tam 5 yıldır biz hayvancılık yapıyoruz. Bize husumeti olan birinin şikayeti üzerine, şimdi deniliyor ki hayvanlarınızdan gübre çıkıyor ve çevreyi kirletiyorsunuz. İşletmemiz kentin çöp transfer istasyonunun yanında.

BU KAFAYLA HAYVANCILIK YAPMAK MÜMKÜN MÜ?

Bize bu ceza kesiliyorsa Elazığ'da,Türkiye'de hayvancılık yapan her işletmeye aynı cezanın kesilmesi gerekir. Bu şekilde ülkede hayvancılık yapmak mümkün değil.

BU CEZA İLE BİZE ÜRETME DİYORLAR!

Ayrıca,bu cezayı ödeyecek bir durumumuz söz konusu değil. Böyle bir cezanın anlamı sen bu işletmeyi kapat git ve bu işi yapma demektir. Ben her gün sabahın 5'inde kalkıp gece yarılarına kadar hayvan bakıcılığı yapıyorum. Cezayı ödeyecek kadar para kazanamıyorum. Nasıl öderim? Hayvancılık bu kadar karlı bir iş değil."

İŞTE O SKANDAL TEBLİGAT!

Elazığ Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'nden 67989362.115 Sayılı ve 18.06. 2015 tarihli İdari Para Cezası Tebligatı şöyle:
******
T.C.
Elazığ Valiliği
Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü
2872 Sayılı Çevre Kanununun “Kirletme Yasağı" başlıklı 8. maddesinde “Her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek,depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır." hükmü bulunmaktadır.
Bu çerçevede süt inekçiliği tesisinden kaynaklanan hayvan gübrelerinin ilgili kanun ve yönetmeliklere aykırı biçimde alıcı ortama vererek çevre kirliliğine sebep olan Yiğit-Al Teks.Tur.Tar,Hayv,İnş.San.Tic.Ltd.Şti'ye 2872 Sayılı Çevre Kanunun 8. Maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 5491 Sayılı yasa ile değişik 20.maddesi(j) bendi gereğince 46.501 TL (Kırkaltıbinbeşyüzbirtürklirası) idari para cezası uygulanmıştır.
İdari Para Cezasının yaımızın tebliğ tarihinden itibaren 30(otuz) gün içerişsinde Elazığ Defterdarlık Muhasebe Müdürlüğüne ödenmesi,ödemenin belirlenen süre içerisinde yapılması haline ceza tutarının 3/4'ün tahsil edileceği,ödemenin yapılması halinde ödeme dekontunun bir nüshasının Müdürlüğümüze gönderilmesi gerekmektedir.
Kararın tebliğinden itibaren 30 gün içerisinde İdare Mahkemesine itirazda bulunabilir.İtiraz başvurusu,uygulanan İdari Para Cezasının yerine getirilmesini durdurmaz.
Gereğini rica ederim.
Abdülkadir Kandemir
Çevre ve Şehircilik İl Müdürü
*****
HAYVANCILIK YAPANLARIN BU CEZAYA MARUZ KALMASI AN MESELESİ

Elazığ'da 150 baş hayvanı olan bir işletmeye kesilen 46 bin 501 liralık ceza hayvancılık yapanların kabusu olacak nitelikte. Ülkenin herhangi bir yerinde ister 2 ineği olsun, isterse 10 bin baş hayvanı olsun hayvancılık yapan herkesin böyle bir cezaya maruz kalması an meselesi. Yıllarca büyük kentte yaşamış ve emekliliğinde köyüne dönen birisinin “çevreyi kirletiyor, koku oluyor" diye şikayet etmesi böyle bir cezanın kesilmesi için yeterli sebep olarak kabul edilebilir.
Özetle, gerekli önlemler alınmaz ve yasal düzenlemeler yapılmazsa bu ülkede hayvancılık yapılamaz.

Okuyucu yorumları:

16 Temmuz 2015, 21:08ahmettam teslimiyet
Eeee buda tam kolelik duzenini n bir parçası Yakında bokuda ithal ederiz birileri bu işten para kazanır sindirme politikası aynen devam Bokta artık altınla yarışır hale gelir
16 Temmuz 2015, 21:02ONUR SOYLU cok çektik memurdan
Bu ülke işini bilmeyen memur ve burokrattan cok çektik. Geri kalmisligimiz tek sebebi memur zihniyetleri. ..
16 Temmuz 2015, 20:30Beytul PapaphaEmperyaluzm
Bu yasalar ve yonetmelikler cok uluslu sirketlerin ve yerli is birlikcilerinin talimatlari ile cikarilir.Geri kalmis Ortadogu ulkeleri sonsuz bir pazardir. Ciftcimiz, hayvan ureticimiz yok edilmekte, kalanlarida emperyalistlerin urunlerine mahkum edilmektedir. Bu bir sistem sorunudur.
16 Temmuz 2015, 18:09Hasan arahayvansal gubre
Vur deyince öldüren devlet yeter artık bırak bu çiftçinin yakasını ses çıkarmadan üretiyor. para yapsada yapmasa da üretiyor. düş yakasindan arkadas
16 Temmuz 2015, 17:08memetköleleşme budur
Emperyalizm, tarımda her alanda kimyasal kullanın ki, biz zenginleşelim, sizde gierek verimsizleşen toğrağınızla yoksullaşıp köleleşin. Ve akp 13 yıla bunu başardı. Köylü üretemiyerek, ürün para etmemesiyle tarımı bıraktı, ülke samana varıncaya kadar her türlü tarım ürünü ithal eder oldu. Köylü ise ucuz emek pazarında kendini satar oldu. Bunada kader dedi.
16 Temmuz 2015, 16:47İbrahim noyanAltın değerinde
Ege de o hayvan gübresi altın değerinde yerine göre yok Satıyor ceza işlemine sadece gülümsenir
16 Temmuz 2015, 16:10kadir erayekoloji düşmani
Bence şiksyeti yapan adami köylü tarafindan kovulmasi gerekir bu adam kendi bencil duygulsrinin tatmini icin kırsal insanina patazit bir yaradilisa sahiptir kahveye daho gelse bu adama ilgi gosterilmemeli
16 Temmuz 2015, 15:49
doğada yaşayan hayvanların tuvaleti yok hayvan lar için her taraf tuvalet bu yasayı çıkartan AKP hükümeti köylü de oyunu AKP DEN YAN KULLANIYOR bu ceza köylüye helalinden az bile.hiç şikayet etme kuzu kuzu ödeyin.yasalara uyun.anarşist olmayın.
16 Temmuz 2015, 15:48önder bu gibi şeyler bu ülkede hep vardı
Neden acaba ben bu haberi okur okumaz Elazığ Sarıçubuk köyü\'nün hangi mezhepten olduğunu merak ettim ve sonuçta yanılmadım http://www.ozgurdersim.com/mobi/haber/esbaskan-cemevi-temel-atma-torenine-katildi-8051.htm Daha önce böyle cezaların yaşanmışlığından olabilir mi?
16 Temmuz 2015, 15:46
Hayvanlar anlar ama insan oğlu anlamaz biraz hayvan olmak lazim veya İsrail li olmak lazım hepsinin amk.
16 Temmuz 2015, 14:06
yanlış okumuyorsunuz dogrudur kuş gribi diye başlayan hayvancılığı bitirme projesinden sonra hayvancılık işletmelerine tebliğat yapıldı gübreyi işleme tesislerinde işlenmeden tarlaya dökmek gübre olarak kullanmak yasaklandı ama korkudanmıdır bilemem ama uygulanmıyordu ama bu gerçek
16 Temmuz 2015, 13:52Hasan tekinO şahız tarlasına dökmüş ne den dökmüş diye sorun iki sebebi vardır bir güpresi ahırın ònünde cogalmışdır ne yapcek meçbur biryerlere çekecek yada dökecek ikinciside gübreden ker edem diye düşünmüşdür bir toba güpre 80milyon birde üstüne adıyon o çezayı y
16 Temmuz 2015, 13:50orhan burhan uzungubre
Isguzar çevre müdürü başka diyecek bişey yok gitsin fabrikaları denetlesin
16 Temmuz 2015, 13:28DüzceBana 6 ayda hapis cezası veriler
Üniversite mezunu çiftçiler istiyoruz sözüne kapılıp binbir zahmetle ruhsat işlerimizi halledip güzel bir çiftlik kurduk. Bu işi yapanlar bilirler hayvan refahı için beton alanların yanına toprak zemin alanlarda bıraktık ki hayvanlar hep betona basmasın diye. Bi gün bir denetleme afedersiniz hayvan bu toprağa nasıl yaparmış küt 26 bin tl ceza. Parayı geçtik bide kamu davası açılmazmı hakkımızda çevreyi kirletmekten 6 ay ağırlaştırılmış hapis cezasını patlattı hakim bey. Ertelendi ama beş sene boyunca benzer bi suça karışırsam cezam açıklanıcak . Yani üretim yapalım derken sabıkalı olduk.
16 Temmuz 2015, 12:20H.DÜretim varsa ceza var.
Bu ülkede üreten, ülkesi için faydalı işler yapanlar cezalandırılır zaten. Ama çalıyor, dansçılık, kara borsacılık yapıyorsanız hele de bir dayınız varsa paranızı da konuşturursanız siz kralsınız. Aynı bakanlık yönetmeliklerde yer almasına rağmen büyükşehirlerde neden sokak ortasında gürültülü şekilde gece yarılarına kadar sokak düğünü yapanlara bisey yapmıyor, kolluk güçleri ortalarda görünmüyor. Nerede gariban varsa onun tepesine çöküyorlar. Bu halk olmadan bu devlet olmaz, bunu kimse unutmasını.
16 Temmuz 2015, 11:33Bu haber herhalde yanlıştır böle bir durumda ceza kesen arkadaş acaba kendinde miydi
16 Temmuz 2015, 10:15Shb.k
b.ktan işlerle uğrasan devlet kurumları
16 Temmuz 2015, 08:45Kurt aliAvrupada bunlara teşvik var
Ben gördüm Fransada Almanyada gübreyi daha iyi dağıtan römork ları makinaları var. Ve bu tür kimyasal olmayan organik biyolojik ve natürel ne olursa olsun destekleniyor. Bu kirletmek degildir. Öyle kabul edersek doğadaki tüm yabani hayvanlarına cezalandırmamız gerekir. Bu gübre tamamen doğaldır, bir ay sürmeden toprağa dönüşür, bünyesinde bir çok mikroorganizmalar barındırıyor böcekler ve besin zincirini destekliyor, yani kimyasal gübrelere göre çok yararlı, biz dunyaya gelmeden onlar vardı, burada ceza uygulayan personeli bilgilendirmek gerekiyor sanıyorum.
16 Temmuz 2015, 06:49deli cobanciftci dusmani cok
Adam gidip te belediye çöp kontynirinami dokseydi napcak tabiki tarlasına dökecek serfsiz cok
Kaynak: http://www.tarimdanhaber.com/haber/hayvancilik/ureticiye-hayvan-gubresi-cezasi

Fikret Başkaya-Cengiz Başkaya Söyleşisi:Topluma Karşı Tekellerden Yana Gıda Politikaları
01 Nisan 2015

"Paranın imparatorluğu tarihteki tüm imparatorluklardan daha büyük..."

Fikret Başkaya: Dün öğleden sonra bir şeyler almak için çıktım. Küçük bir yeşil soğan demeti yedi liraydı ve almaktan vazgeçtim. Ortalama ücretin asgari ücret düzeyinde olduğu ve emekli maaşları da ortadayken o küçük soğan demetini kim alacak? Türkiye'de tarım ve gıda konusuna geçmeden önce dünyadaki durumla ilgili genel bir değerlendirmeyle başlayabilir miyiz?

Cengiz Başkaya: Gıda fiyatlarında artış enflasyon oranlarından daha yüksek. Bu durum bazen iklim koşullarına bağlı olsa da başka etkenler de var. Üretici ile tüketici arasındaki aracı kurumlar ve kişiler fiyatların artmasına neden olurken birçok ürünün maliyet artışları nedeniyle çiftçiler tarafından üretilemez duruma gelmesi giderek büyüyen bir sorun.

Dünya ölçeğinde gıda üretiminin biçimi ve amaçları büyük ölçüde farklılaştı. Bu değişiklikler sözde insanlığın artan gıda ihtiyacını karşılamak, açlığı önlemek adına uygulanıyor. Ne var ki açlık ve yetersiz beslenme halen milyarlarca insanın temel sorunu durumunda. Endüstriyel tarım ve hayvancılık yöntemleri giderek gıda üretim ve kontrolünü halkların elinden alıp şirketlere devredilmesi sonucunu doğuruyor. Şirket mantığı maksimum kârı, kazancı esas aldığından tüm insanların hak ve söz sahibi olması gereken en yaşamsal konuların başında gelen gıda üretimi ve dağıtımı az sayıda küresel şirketin kontrolüne ve egemenliğine terk ediliyor. Sözde verim artırmak için geliştirilen teknoloji ve yöntemler küçük üreticileri borç batağına sürükleyip sistem dışına itiyor. Çitçiler şirketlerden her yıl satın almak zorunda bırakıldıkları tek tip tohuma, yapay gübreye, kullanılması zorunlu hale getirilen kimyasallara mahkum edildi. Aşırı sulama ve enerji kullanımı gerektiren ürün ve yöntemler maliyetleri her yıl arttırırken üreticiye sağlanan destekler, üretici birlikleri ve tüm düzenleyici kurumlar küreselleşmenin acımasız araçları olan Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF'nin yaptırımlarıyla yok ediliyor. Kendi yarattığı yapay krizlerin bedelini tüm insanlığa ödeten finans sermayesi, trilyonlarca dolar kamu kaynağını kendine aktarmayı ekonominin gereği olarak savunurken, küçük üreticiye verilecek en küçük desteği serbest rekabete, pazar ekonomisinin kurallarına aykırı görerek engelliyor.

Patent altına alınan genetiği değiştirilmiş türlerin ve hibrid tohumların kullanımını yasalar çıkartarak zorunlu hale getirip, binlerce türün sonsuza dek yok olmasına neden olmak da kutsal pazar ekonomisinin gereği. Serbest ticaret kılıfıyla yaygınlaştıran küreselleşme aslında küçük üreticiyi ve küçük ölçekli yerel ticaret alanlarını yok ediyor. Bir çiftçinin kendi toprak yapısına ve iklimine uygun tohumunu kendi ürününden ayırıp kullanmasını yasaklayıp, her yıl küresel ölçekli şirketlerden satın almasını yasayla zorunlu hale getirmek aslında rekabeti yok edip tekelleşmeye götüren bir uygulama. Serbest piyasa söyleminin sahte yüzünü açığa çıkarıyor.

Gıdanın üretimi yanında dağıtım mekanizmaları da çok az sayıda tekelin kontrolüne giriyor. Halkın temel gıda gereksinimlerini ülke topraklarında sağlamak mümkünken, yoksul ülkeler ihracata dönük fakat ithalata bağımlı ürünleri yetiştirmeye zorlanıyorlar. Bu ürünler de şirketlerin belirlediği düşük fiyatlarla satılıyor. Tekeller stokladıkları fazla ürünü dünya piyasasında fiyat kırmak için kullanıyorlar. Gıda en temel insan hakkı olmaktan çıkıp, acımasızca kazanç sağlama alanına dönüştürülünce bu çelişkiler olağandır.

Yoksul ülkelere deniyor ki, "Siz buğdayı pahalıya mal ediyorsunuz. Üretmeyi bırakın, daha ucuza bizden satın alın." Cezayir bu oyuna gelmişti. Buğday üretimi durdurulunca iş gücünü oluşturan gençler şehirlere göç etti. Üç yıl sonra ithal buğdayın fiyatı birden yükselince hata anlaşıldı. Tekrar ekim yapılmak istendiğinde artık kırsal alanda aktif iş gücü yok olmuş, toprak vasfını yitirmişti. Bizde de bir dönem buğdayı kendimiz üreterek akılsızca davrandığımız, ithal etmekle kilo başına üçte bir oranında tasarruf edeceğimiz düşüncesi rağbet gördü ve bazı iktisatçılarımız tarafından ısrarla savunulmuştu...

Küresel yağma tüm şiddetiyle sürüyor, Afrika'nın, Güney Amerika'nın verimli toprakları şirketlere ve büyük servet sahiplerine satılıyor veya kiralanıyor. Yerli halklar bulundukları topraklardan sürülüyor. Ormanlar zenginlerin aşırı et ihtiyacını karşılamak için fabrika hayvancılığına yer açmak amacıyla yok ediliyor. Toprağını henüz kaybetmeyen çiftçiler de tek ürün tarımına mecbur bırakıldıkları için, verimli toprakların üstünde yaşadıkları halde açlığa mahkum olabiliyorlar. Hindistan'da yüzbinlerce çiftçi borç batağına düştüğü için intihar etti ve intiharlar durmuyor. Su kaynakları şirket ve şahıs malına dönüştürülüyor. Üreticinin tüketiciye doğrudan ulaşmasını engelleyecek her türlü tedbir alınıyor.

Tekellerin çıkarlarına uygun olarak biçimlendirilen üretim yöntemleriyle doğallıktan zaten çıkarılan ürünler maksimum kazanca yönelik pazarlama yöntemlerine uygun hale getirilmek üzere yoğun işlemlerden geçiriliyor. Şirketler açısından gıdanın sağlıklı oluşunun tek ölçüsü haftalarca, hatta aylarca bozulmaması. Aslında bu amaçla yaptıkları işlemler zaten o yiyeceği bozmuş oluyor. Sütü süt, eti et olmaktan çıkarıyor. Yüksek verim için besi hayvanları doğal olmayan yollarla adeta şişiriliyor. Hormonlar, antibiyotikler özel yemler ve mutlak hareket kısıtlamalarıyla en kısa sürede en fazla ağırlığa eriştirip en uygun zamanda kesiliyor. Az sayıda hayvan yetiştiren ailelere şirketlerin lehine olmak üzere yasaklar getiriliyor. Çoklu üretim yöntemleriyle kendi yiyeceğinin büyük bölümünü kendisi üretebilecek milyonlarca aile yiyeceğini pazardan almaya mahkum ediliyor. İnsanlar toprak ananın kucağında otururken bile aç kalabiliyor.

Halk sağlığı gerekçe gösterilerek açıkta gıda satışına yasaklar getiriliyor. Üretici pazarları engellenip kapatılıyor. Ambalajsız gıda satışını engellemek gerekçesiyle semt pazarları perakende devleri yararına yok edilmek isteniyor. Artık halkların gıda egemenliği büyük ölçüde ellerinden alındı. Gıda güvenliğinden bahsetmek de zor. Günümüzde gıda bir insan hakkı olmaktan çıkarıldı. Su da özelleştiriliyor. Irmaklar hidroelektrik santralları kurma bahanesiyle şahıslara veriliyor.

Halktan alınan vergilerle kurulan barajlar, sulama sistemleri şirketlere bırakılıyor. İçme suyu kaynakları paylaşıldı. Temel bir insan hakkı olan gıdaya ulaşma hakkı ancak halkların toprağa, suya ve tohuma serbestçe ulaşabilesiyle ve gıda egemenliklerini ellerinde tutmalarıyla sağlanabilir.

Halen uygulanan yöntemler her şeyden önce akıl dışıdır. Gıda sistemi çok çürük temeller üzerine oturtuldu. Günümüzün tarım ve hayvancılık teknikleri doğal ve geleneksel yöntemler bir kenara bırakıldığı için gezegendeki su kirliliğinin, kıymetli toprak kaybının ve küresel ısınmanın en büyük sebebi haline geldi. Orta Amerika'da şirketlerin plantasyonlarında insanlık dışı koşullarda işçi çalıştırarak ürettikleri muz Avrupa ve Asya'ya taşınıyor. ABD de üretilen ve gemilerle taşınan yemle Suudi Arabistan'da dev tesislerde on binlerce sığır adeta şişirilerek besleniyor. Etleri Avrupa'da işleniyor, oradan tekrar ABD ye getirilip fast food zincirlerinde satılıyor. Büyük ölçüde enerji kullanılıyor, deniz taşımacılığı canlanıyor, ekonomik büyüme sağlanıyor. Yani saptırılmış ekonomik akla uygun ama, tam da bu yüzden insan aklına aykırı yöntemler.

F.B. ; Türkiye 1980'den beri neoliberal politikalara teslim olmuş durumda. Dev küresel tekellerin egemenliğine "serbest piyasa ekonomisi" diyorlar ve durum malûm. Genel olarak ekonomiyi özel olarak da tarımı "dış belirleyiciliklere" teslim etmek demek, iflası daha baştan kabullenmek demeye geliyor. Oysa yapılması gereken, "içeriyi dışarıya uyumlandırmak değil, dışarıyı içerinin ihtiyaçlarına tâbi kılmaktır". Aksi halde toplumun kaderi dışarıya, dışardaki dev tekellere ihale edilmiş oluyor. Şimdilerde dünya gıda üretimi bir elin beş parmağı kadar çokuluslu şirkete havale edilmiş durumda. Mesela, Nestlé'nin 2000 markası, 10 000 ürünü, 86 ülkede 447 fabrikası var, ürettikleri 136 ülkede pazarlanıyor, 330 000 kişiyi istihdam ediyor, 5000 araştırmacının çalıştığı 29 araştırma merkezi var, 76,66 milyar euro işlem hacmi var, yılda 10,34 milyar kâr ediyor... Böyle bir şirketin faaliyet gösterdiği bir sektörde nasıl rekabet edip ayakta kalınabilir? Sana görehesap baştan yanlış yapılmış değil mi?

C.B. Neoliberal politikaların amacı zaten insanlığa ait ne varsa yağmalamak üzerine kurulu. Bu aynı zamanda doğal varlıkların acımasızca tüketilmesini ve yok edilmesini de gerektiren bir program. Ulusötesi tekeller ve finans devleri ülkelere sözde ekonomik gelişme sağlama, yeni istihdam alanları yaratma, ticaret hacimlerini arttırma amacıyla geliyorlar. Aslında yatırım denilince eskiden üretime dönük, uzun vadeli maddi yatırımlar, fabrika, alt yapı gibi alanlar akla gelirdi. Artık elektronik ortamda borsa oyunları oynayan ve bu yolla ülkelerin kaynaklarını dışarı akıtanlara yatırımcı deniyor. Adeta emme basma tulumba gibi çalışan sistem düzenli olarak tatlı kazançlar sağlarken, oluşturulan yapay dalgalanmalarla belli aralıklarla büyük vurgunlar yapılıyor ve krizler yaşanıyor. Tabii ki, söz konusu kriz soyulan halklar içindir. Büyük sermaye için her kriz kolayca kazanılmış devasa kazançlara vesile oluyor. Sabit yatırım için gelenlerin asıl amacı da ucuz iş gücünden yararlanmak.

Gıda tekelleri tohumdan sofraya kadar tüm gıda üretim ve dağıtımını kontrol etmek üzere yola çıktılar. Çünkü gıda en vazgeçilmez ve süreklilik gösteren bir tüketim alanı. Amaç gıda egemenliğini tümüyle halkların elinden almak.

Gıda yaşamı sürdürmek için en temel unsur. Gıdaya ulaşamayan insanın yaşama hakkından bahsedilemez. Açlık söz konusu olduğunda her şey önemini yitirir ve anlamsızlaşır ve artık

herhangi bir düzenden ve sistemden, insanî değerden bahsetmek mümkün olmaz. Açlık yoksulluk değil sefalettir fakat sefaletin en derin biçimidir. Bu nedenlerle eğer bir toplumda tek bir insanın değil açlıktan ölmesi, aç kalması bile ortada gerçek bir toplumdan bahsetmeyi abes hale getirir. Akılcı önlemler ve uygulamalarla bir halkın gıda egemenliği ve gıda güvenliği pekala garanti altına alınabilir. Fakat tercih ve öncelikler bu kaygılarla belirlenmiyor.

Bugün pazarlama teknikleri ve reklamlarla bireyler için yapay ihtiyaçlar üretiliyor. İnsanların öncelikleri değiştiriliyor. Aynı şekilde ülkeler için de egemen ekonomik aktörlerin çıkarlarına uygun yapay ihtiyaçlar üretiliyor. Ekonomik sistem büyük ölçüde silah ve petrol şirketlerince şekillendiriliyor. Gittikçe yaygınlaştırılan bölgesel savaşlar bu amaçla çıkarılıyor. Ülkelerin kaynakları en temel gereksinmeler yerine silahlanma için harcanabiliyor. Örneğin Suudi Arabistan en büyük silah alıcısı ülkelerden biri durumunda. Petrol gelirlerini silah ithalatı yoluyla zengin ülkelere geri veriyor. Fakat aldığı silahları ancak yoksul komşusu Yemen'in halkını kırmak için kullanabilir. Dünya egemen sistemine aykırı en ufak adımı atamaz. Ama en azından kendi halkını baskı altında tutabilir.

Birbirleriyle iyi komşuluk ve işbirliği içinde birçok sorunu kolayca çözecek olan ülkeler arasında sürekli olarak yapay bir gerginlik ve düşmanlık yaratılıyor. Tank ve uçak filoları, savaş gemileri sürekli yenileniyor. Aynı askeri paktın içinde oldukları için birbirleriyle savaşmaları asla söz konusu olmayacak iki komşu ülke hep sıcak tutulan bir gerilimle dev silah üreticisi tekellere sürekli kaynak aktarırlar. Öncelikli ihtiyaçlar sürekli ötelenir.

Konuya gıda açısından baktığımızda akla uygun olan, tekellerin doymak bilmez açgözlülüğüne teslim olmak değil, halkın gıda güvenliğini sağlamaktır. Bu da gıda egemenliğini elde tutmakla mümkündür.

Temel gıdalar mutlaka ülke topraklarında üretilmelidir. Ülke nüfusunun çoğunun birkaç mega kente yığılması yerine ülke yüzeyine düzenli bir şekilde dağılması için gerekli önlemler alınmalıdır. 20 milyonluk bir kente her gün devasa miktarlarda gıda taşınması yaratılmış bir sorundur ve akıl dışıdır. Fakat bu tuhaflık sorgulanmaz. En ufak bir kriz durumunda zaten olağan şartlarda sıkıntıyla yürütülen taşımacılık imkansız hale gelebilir ve bu kaos ve felaket demektir.

Ülke yüzeyine yayılmış, mega kentlerin insan silolarında değil, doğayla iç içe ve onu tahrip etmeden kurulmuş kent, kasaba ve köylerde huzur içinde yaşamak pekala mümkündür. Akılcı bir planlamayla kırsal alanın boşalması önlenebilir. İnsanlar büyük iç göçlere mecbur olmazlar.

Bölge coğrafyasına uygun ve öncelikle o bölgede tüketilmek üzere gıda üretimi esas olmalıdır. Taze gıdayı en kısa sürede ve doğal haliyle ve ticari kaygılarla zararlı birçok işlemden geçirmeden tüketiciye ulaştırmak amaçlanmalıdır. Kentlerin temel gıda ihtiyacını birkaç yüz kilometrelik yarıçapındaki bir dairenin içinde üretmek gerekir. Bu sayede kriz durumlarında gıdaya ulaşım mümkün olur. Taşıma maliyetleri azalır.

Çözüm odaklı bir yaklaşım benimsendiğinde, örneğin yüzlerce buğday türünü bir kenara bırakıp, dünyanın öteki ucunda geliştirilmiş ve değişik koşullarda nasıl ürün vereceği belli olmayan tek bir tohuma mahkum olmazsınız. Bu tohumdan verim almak için arazinin şeklini değiştirmek, yapay gübre, yabani ot öldürücü, böcek öldürücü zehirleri ithal etmek, toprağı, suyu, havayı, tüm hayvanları ve insanları zehirlemek durumunda kalmazsınız. Kendi topraklarınızda yetişen kaliteli muzu ürettiğiniz alanları turizm tesisleri ve binalarla kaplayıp orta Amerika'dan muz ithal etmezsiniz. Ülkenin dağlarını ve yaylalarını insanlara ve hayvanlara yasaklamaz, eti Arjantin'den, Avustralya'dan, peyniri ve tereyağını Hollanda,dan ithal etmek, zorunda kalmaz, doğal ortamda özgürce dolaşan sığırların, koyun ve keçilerin sağlıklı sütünü içmekten mahrum olmazsınız. Çocuklarınız fabrikalarda üretilmiş, şeker, yağ ve tuz yüklü, kalorisi yüksek, besin değeri düşük hazır yiyeceklere alıştırılıp bunlara mecbur kalmazlar. Binlerce yıllık insanlık birikiminin ürünü tarım teknikleri ve gıda hazırlama, saklama yöntemleri neredeyse tümüyle unutulup gitmez. Yerel tatlar kaybolmaz, gıda egemenliğinizi ve güvenliğinizi elinizde tutar, sürekli aç bırakılma tehdidi altında kalmazsınız. Doğayı alt edilmesi gereken bir düşman değil, parçası olduğumuz, saygı gösterilip uyum sağlanacak bir varlık olarak görürsünüz. Küresel rekabet adına, tüketmeyeceğiniz birkaç türü sadece döviz kazanmak adına üretmez, kendi gereksiniminiz için zengin bir çeşitlilikle üretirsiniz. Kısaca sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen dev gıda tekellerinin planlarına ve çıkarlarına göre değil, kendi yurttaşlarınız için ve onların tercihlerini esas alarak üretirsiniz. Aksi halde edilgen, kaderini büyük sermayenin ellerine ve insafına terk etmiş bir ülke olursunuz.

F.B: Türkiye'deki durumun akılla, mantıkla sağ duyuyla, hâlâ bir ilgisi kalmış mıdır? Son 20-30 yıldan beri uygulanan tarım politikaları ortadayken, insanın aklına "acaba daha kötüsü olabilir mi?" diyesi geliyor. Bu konuda neler söylemek istersin?

C.B. Mevcut gidişatın varacağı son evre küçük çiftçiliğin tümüyle yok olması gibi görünüyor.

Bir kilo gübre bir kilo buğdaydan, bir litre mazot, bir kilo yem bir litre sütten pahalıysa, tohumlar, fide ve fidanlar ve yem her yıl artan fiyatlarla satın alınıyorsa ne çiftçilik, ne de hayvancılık sürdürülebilir... ABD ve Avrupa ülkeleri kendi tarım sektörüne büyük destekler sağlarken Türkiye ve benzer ülkelerde destek uygulamaları engellendi. Tarımda düzenleyici kurumlar kaldırıldı veya özelleştirildi. Bu uygulamaların amacı sonunda tarım üretimini tümüyle şirketlere teslim etmekti. Devlet üretme çiftlikleri şirketlere devredildi. Şimdi Trakya'daki otlakların özelleştirilmesi gündemde. Otlak ve meraların çevresi çitlerle çevrilecek, bu alanlarda yapılaşma mümkün olacak. Geçimini bu alanlarda hayvan otlatarak sağlayan küçük sürü sahipleri sistem dışına itilecek. Milyonlarca dekar değerli tarım arazisi konut, sanayi kuruluşları, turizm yatırımları, ticari alanlar ve otoyollar için geri dönülmez biçimde feda edildi.

Bugün Anadolu' da köyler büyük oranda boşalmış, topraklar kendi haline bırakılmış durumda. Sanayi, madencilik, turizm gibi sektörlere döviz getirdikleri, iş olanakları yarattıkları gerekçesiyle büyük imkanlar ve kolaylıklar sağlanırken çiftçilik ve hayvancılık kasıtlı olarak kendi haline bırakılıyor. Halbuki yeterli gıda üretimi ve halkın gıda güvenliğinin sağlanması öncelikli olmalıdır. Tarım ve hayvancılık için çok yüksek bir potansiyele sahip bir ülkenin buğday, saman et ithal edip döviz harcaması akıl ve mantık dışıdır.

Bu gidişin acilen durdurulması gerekirken yıkım bütün hızıyla sürüyor. Toprağın değerli, gıda üretiminin çok önemli olduğu, temel gıdaların mutlaka ülke içinde üretilmesinin hayati önem taşıdığı üretim ve dağıtım tümüyle ulusötesi tekellerin ve onların yerli ortaklarının eline geçince anlaşılacak. Fakat artık çok geç olacak. Bugün mazotun litresi 4 lirayı aşmışken buğdaya 70-80 kuruş fiyat biçen yetkili kurumlar, şirketler gıda sistemine tümüyle hakim olduğunda onların istediği fiyatları makul bulacaklardır. Çünkü gıda üretiminin çok değerli bir faaliyet olduğu aniden fark edilecektir. O zaman bugün küçük üreticiden esirgenen her türlü kolaylık ve destek sağlanacaktır. Ne var ki halkın gıda egemenliği ve gıda güvenliği tümüyle ortadan kalkacaktır.

Tekeller dünya piyasalarında satış değeri olan ürünleri üretecekler, ülke insanının ihtiyaçları nazara almayacaklardır. Şirket aklı bunu gerektirir zira. Gerçi bizde devletin de şirket gibi yönetileceği en yetkili ağızdan dile getirildi. Tekellerin hissedarları için yıl sonu kazanç grafikleri tek ölçüdür. O grafik sütunlarının altında kaç milyon insanın ezildiği, işini ve toprağını kaybettiği, aç kaldığı, intihara sürüklendiğiyle ilgilenmezler. Küreselleşme iyi sonuçlar getirmiştir. Ekonomiler büyümüş, tekellerin marka değeri artmıştır. Yoksulluk yoksulların suçudur. Gıda tekellerinin elinde genetiği değiştirilmiş mısırdan elde edilen milyonlarca ton mısır şurubu, ve bolca genetiğiyle oynanmış soya yağı var. Bu stokların eritilmesi ve insanlığın şirketlerin ürettikleriyle yetinmesi gerek. Bunları satın almak için de bol dövize ihtiyaç var. İhracatla bu dövizi kazanabilmek için rekabetçi olmak şarttır. Maliyetler ucuzlatılmalıdır. Bunun en pratik yolu da iş gücünün üretim maliyetindeki payını en aza indirmektir. Milyonlarca aile kendi iş alanlarını kaybedip mülksüzleşerek işsizler ordusuna katıldığından ucuz iş gücü temini de sorun olmayacaktır. Taşeronluk sistemi, iş güvencelerinin kaldırılması, esnek çalışma uygulamaları, sendikaların işlevsizleştirilmesi hep bu sorunu çözmek için değil midir? Yani hükümetler sanıldığı gibi sistemin tıkandığı durumlarda çözüm getirmiyor değiller. Küreselleşen egemen ekonomik sisteminin önündeki engelleri kaldırma yolunda gerekenleri en hızlı biçimde yapıyorlar.

Tohuma serbestçe ulaşma hakkı tohum yasasıyla engellendi. Toprak betonlaşmayla ya da tarımın ekonomik nedenlerle yapılamaz hale gelmesiyle kullanılamaz duruma geliyor. Su kaynakları büyük ölçüde özelleştirildi. Yani gıda egemenliği ve gıda güvenliğinin üç temel bileşeni toplum için her geçen gün daha da ulaşılmaz hale geliyor. İşlerin daha kötüye gidip gidemeyeceği konusuna gelince, Fırat ve Dicle'nin özelleştirilme, daha doğrusu şirket malı haline getirilme projesi bu konuda bir fikir verebilir. İnsanlığın gelişiminde kilit rol oynayan bu iki nehir yerleşik topluma öncülük eden Sümer medeniyetine kaynaklık etmişti. Sümerler bu nehirleri tanrıların bir armağanı olarak görüyorlardı. Beş bin yıl sonra dolar tanrısına teslim edilmeleri gündemde. Yani artık her şey mümkün demektir... Dünya zenginlerinin elinde tüm nehirleri, tüm gölleri, su kaynaklarını, tüm verimli arazileri satın alabilecek kadar para birikmiş durumda. Satın alarak tek seferde toplu ödeme yapmak yerine ülke borsalarını manipüle ederek tatlı kârlar sağlamayı tercih ederlerse yine sorun yok. Gerekli kolaylık sağlanabilir. Kırk dokuz yıllığına kiralama seçeneği de var. Paranın imparatorluğu tarihteki bütün imparatorluklardan daha büyük ve artık sınırları da yok...

F.B. Doğrusu çok teşekkür ediyorum. Durumu gayet net ve çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğun için...

Kaynak: Özgür Üniversite

Nesilden nesle tohum
18.05.2015



Antalya’nın Korkuteli ilçesi İmrahor Mahallesi’nde yaşayan Büyükkeskin ailesinden kalan domates, biber, patlıcan, karpuz, bamya tohumlarını torunlarına aktarıyor

Antalya'nın Korkuteli ilçesi İmrahor Mahallesi'nde yaşayan Ramazan Büyükkeskin (88), annesinden ve babasından kalan domates, biber, fasulye, kabak, patlıcan, karpuz, kavun, bamya ve bakla tohumlarını torunlarına aktarıyor. İlerlemiş yaşına rağmen damlama sistemiyle evla
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt May 09, 2009 10:33 pm    Mesaj konusu: Biyo-Güvenlik, genetik çılgınlık ve gıda savaşı Alıntıyla Cevap Gönder

TOHUMDA ve TARIM KİMYASALLARINDA SÖMÜRGECİ-KAPİTALİST KUŞATMANIN BOYUTLARI
Ahmet Tevfik
14 Ekim 2016





Neolitikçağ veya “tarım devrimi” olarak adlandırılan ve modern tarih deontolojisinde uygarlığın başlangıcı sayılan “İnsanlığın tarımı keşfi”nde tohum her zaman ilk faktör olarak kabul edilir.

Bir misâl;

“On bin yıl önce bereketli hilâl denilen ve Türkiye’nin de güneyini kapsayan bölgede, muhtemelen bir kadın, barınağına dönerken sendeledi ve elindeki tohumlardan bir kısmı yere döküldü. Daha sonra buğdayın atası olan bu bitkiler çimlendi ve tarım denilen ve iyisiyle kötüsüyle uygarlık denilen süreci başlatan büyük buluş başlamış oldu.’(1) v.b şekillerde “tarifler” yapılır.

Bizim için ise, bu sürecin ölçüsü Mutlak olarak bellidir: ”Allah Adem’e eşyanın isimlerini öğretti” (Bakara 31)

Ve bu Mutlak ölçüye nisbetle:

“İlk dil ilk insanla vardı ve ilk insan ilk peygamberdi.”(2) ve “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı.”(3) ölçülendirme ölçüleri…

Tohum o günden bugüne, önemini ve ehemmiyetini hiç kaybetmedi. Edebiyata, mitolojiye, âlimlerin ilmi çalışmalarına, hukuka, politikaya değin, birçok alana mevzuu oldu.
19. yüzyılda tohum ticari bir değer kazanmaya başlarken 20. yüzyılda kapitalizmin gelişme göstermesiyle birlikte “tohumculuk” endüstriyelleşmenin tam olarak bir parçası hâline getirildi.

Sanayileşmenin bilgi teknolojilerine kadar gelişmesi sürecinde dijital çağın hayatımıza girdiği dönemde ar-ge, ür-ge ve biyoteknolojik yatırımların artmasıyla birlikte tohum endüstrisi hızlı bir şekilde büyüdü.

1970’li yıllarda dünya tohum piyasasının değeri 10 milyar dolar iken, 2006 yılında dünya tohum pazarı 22.8 milyar dolar, 2012 yılında dünya tohum endüstrisinin piyasa değeri 45 milyar dolar düzeyinde oldu. Katlanarak büyüyen endüstriyel tohumculuk, insan hayatını çepeçevre kuşatan bir sarmal döngünün etkin bir parçası olma hüviyetini ifâ ediyor aynı zamanda. Şöyle ki;

Çizelge-1‘de görülen 2006 yılı dünya tohum pazarındaki lider firmalarla, aşağıda, Çizelge-2‘de görülen dünya tarım kimyasalları pazarındaki lider firmalar arasında, insan sağlığının aleyhine gelişen bir işbirliği ve birbirine kazandırma stratejisi net bir şekilde görülmekte.[4]

İki tabloyu birlikte incelediğinizde, hem tarım ilaçları ve kimyasalları sektöründe, hem de tohum sektöründeki firmaların aynı firmalar olduğunu, bu çerçevede de bir tekelleşmenin bariz olarak ortaya çıktığını göreceksiniz.

Meselâ ABD firması Dupont iki listede de 2004-2006 yılları arası toplam 5 milyar dolarlık bir pazar büyüklüğüyle bulunuyor. İsviçre firması Syngenta yaklaşık 8 milyar dolarlık bir pazar büyüklüğüyle iki listede de bulunmakta.

Ama asıl dikkat edilmesi gereken iki listenin de lider firmaları…

Tohumda dünya pazarının %20’sini elinde bulunduran Monsanto ve Tarım kimyasallarında dünya pazarının %17’sini elinde bulunduran Bayer…

Geçen ay içerisinde Alman ilaç devi BAYER, dünyanın bir numaralı Tohum firması Monsanto’yu 66 milyar dolara satın aldı.

Peki bu ne demek?

Hâlihazırda Monsanto, tohumda dünya pazarının bir numarasıyken, tarım kimyasallarında da %10’luk pazar payı ile beşinci sıradaydı. Bayer ise, dünya tarım kimyasalları piyasasında %17-20 dolaylarında lider firma iken, tohum sektöründe %2 dolaylarındaki pazar payı ile yedinci sıradaydı. Diğer firmalardan zaten bahsettik.

Burada dikkat çekilmesi gereken temel mantalite şudur:

Tohumu benden alıyorsan -ki almama şansın çok düşük-, hastalığını, verimliliğini, gelişmesini de düzenlemek için benim ya da benimle açık ya da gizli ortaklığı olan birinin sattığı kimyasalları kullanmak zorunda kalacaksın! Çünkü ar-ge çalışmalarıyla ve biyoteknolojik yatırımlarla ürettiğim tohumun genleriyle oynarım ve bunun sonucunda bitkideki hastalıkların iyileştirilmesi için, bitki gelişmesinin ve verimliliğinin düzenlenmesi için gerekli kimyasalları da sadece ben üretirim. Ya da anlaştığım, birlikte kazandığımız bir başka büyük firmaya ürettiririm.

Bunun tam tersi tahmin edeceğiniz gibi tarım kimyasalları üreticileri için de geçerli:

Madem bir kimyasalı üretiyorum ve satmam lâzım, öyleyse en büyük tohum firmalarıyla bir tekel oluştururum, tohum genlerine, sadece benim ürettiğim kimyasalların yok edebileceği hastalıklar ve genetik problemler yerleştirmelerini sağlamaya çalışırım.

En olmadı, tekelimize aldığımız sektörde daha da rahat hareket etmek istersem, gücüm nisbetince bana partnerlik eden-edebilecek en büyük firmayı da satın alırım.

Tohum ve tarım kimyasallarındaki bu tekelleşmenin tek zararı tarımla uğraşan insanların ve ülkelerin ekonomisine mi?

Elbette hayır!

Tarımdaki bu tekelleşmenin insan sağlığına ve tabiata-doğaya bir zararı var mı?

Kesinlikle evet!

Bu tekelleşme sadece Tohum ve kimyasallar dolayısıyla tarımda mı?

Tabiî ki hayır!

Bayer AG, 1888’den beri sağlık ürünleri üzerine çalışma yapan bir şirket. Fakat 1972’den beri uluslararası sağlık hizmetleri ve kimyasallar grubu olarak faaliyet gösteriyor. Sadece tarımda ve tarım kimyasalları üzerine değil, tıbbî ilaç üretimi ve satışı da yapıyor. Monsanto şirketi de dünyada GDO’lu tohumlarıyla tanınıyor.

Dünyadaki Biyoteknolojik çalışmalar denetlenmediği ve “Uluslarası anlaşmalar ve sözleşmeler” palavrası altında korunan patent hakları dolayısıyla faaliyetlerini açıklamama hakkı verildiği için, Bayer ve Monsanto gibi firmaların bitkilerde yaptıkları gibi insan sağlığında doğrudan hastalığa sebebiyet verici biyoteknolojik çalışmalar yapmadıklarına, GDO adı altında birtakım gen çalışmaları yaparak, insanların hastalanmalarına ve ölmelerine sebep olmadıklarına dair şüphe giderici hiçbir delil olmadığı gibi, aksine şüpheleri kesin yargıya dönüştürecek yüzlerce delil ve bulgu ortaya çıkıyor..

Kamuoyuna söylenen yalanlardan en büyüğü de “GDO’lu Tohum ve Tarım Kimyasallarının daha ekonomik olduğu, verimliliği arttırdığı ve kontrolü sağladığı” yönündedir. Buna gereklilik olarak da artan dünya nüfusunu doyurabilmek için bir mecburiyet olduğu vehmini ileri sürmekteler.

Nakledeceğim üç ayrı hadise, bu dünya çapındaki yalanı ifşâ etmeye yetecektir:

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’nden Sayın Tayfun Özkaya‘nın konuyla ilgili bir makalesinden:

”1995’de Dünya Ticaret Örgütü “Tarım Anlaşması” imzalanırken çiftçilerin daha yüksek fiyat elde edecekleri söylenmişti. Sonuç tersi oldu. 1996 öncesi ABD tarım yasaları arz ve talebi dengeleyerek, pazardan çiftçilerin göreli olarak adil bir fiyat almalarını sağlamakta idi. ABD’de milyonlarca üretici karşısında bir avuç tarım ürünleri alıcısı ve işleyicisi şirketler büyük bir pazar gücüne sahip bulunmaktaydılar. 1996’da ABD devleti “serbest ticaret” ekonomistleri tarafından desteklenmiş tarım şirketleri lobicilerinin etkisiyle bu kısmen dengeleyici mekanizmaları kaldırdı. Sonuçta ABD’de tarımsal fiyatları serbest düşüşe geçti. Ürün alıcısı büyük firmalar fiyatları üretim maliyetlerinin altına kadar düşürdüler ve orada bıraktılar. ABD tarımının düşüşünü önlemek için ödeme sistemleri oluşturuldu. Bu desteklerden daha çok büyük şirketler yararlandılar. Böylelikle bu şirketler bütün dünyaya önemli tarım ürünlerinin çoğunu dampingli olarak ihraç etmeye başladılar. Damping tanım olarak malları üretim maliyetinin altında bir fiyatla yurt dışına satmak demektir. Bir Amerikan araştırma enstitüsünün yaptığı bir araştırmaya göre 2003 yılında ABD’nin ihraç ettiği en önemli beş üründe damping oranları şöyledir: Buğdayda %28, Soyada %10, mısırda %10, pamukta %47, pirinçte %26. (Murphy ve ark., 2005) Damping karşısında bir ülke derhal bunu giderecek bir gümrük vergisi koyabilmeliydi. Ancak DTÖ’de büyük ülkelerce bu reddedilmiştir. Damping büyük tarım şirketlerine olağanüstü kârlar sağlamaktadır. DTÖ’nün dampingi kısıtlayan kuralları vardır. Ancak bunlar gelişmekte olan ülkeler için karmaşık ve pratik olarak imkânsızdır. Damping ABD’deki bir çiftçiye de çok zarar vermektedir. Ancak asıl yıkıcı etkileri gelişmekte olan ülke çiftçilerine yöneliktir. Bu ülkelerdeki çiftçiler yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar.”[5]

İşin politik boyutuna dair, bizim ülkemizde de 5553 SAYILI TOHUMCULUK KANUNUn bazı maddelerini, ne anlama geldiklerini izah ederek verelim;

”Tohumluk üretimi

MADDE 5 – Bakanlık tarafından, bitkisel ve tarımsal özellikleri belirlenerek sadece kayıt altına alınan çeşitlere ait tohumlukların üretimine izin verilir.

Tohumlukların yetiştirileceği özel üretim alanlarının özellikleri ile sınırları içerisinde tohumluk üretimi yapan ve bitkisel ürün yetiştiren gerçek veya tüzel kişilerin uyması gereken hususlar yönetmelikle belirlenir.

Özel üretim alanlarının sınırları içerisinde, Bakanlıkça izin verilmeyen tohumluk veya bitkisel ürün yetiştirilemez.”

Şerh edelim: Türkiye’deki binlerce tohum çeşidinden yalnızca birkaçını çoğaltabilir, kontrollü bir şekilde yaşatabilir ve üzerinde ıslah çalışmaları yapabilirsiniz. Çünkü birileri ülkemizdeki genetik-biyolojik çeşitliliğin kısırlaştırılmasını ve kontrol altına alınmasını istiyor.

Söz konusu kanunun bir diğer maddesi:

”Tohumluk ticareti

MADDE 7 – Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir.

Bu tohumluklar, Bakanlık tarafından belirlenmiş nitelik ve standartlara uygun, sertifikalı veya kütüğe kaydedilmek üzere kabul edilmiş veya standart tohumluk olarak ambalajlı ve etiketli olarak ticarete arz edilir.

Tohumlukların ithal edilmesi ve ihracı Bakanlığın iznine tâbidir. İthal edilecek tohumluklarda yurt içi standartlara uygun olma şartı aranır. Tohumluk ithalatı ve ihracatına ilişkin usul ve esaslar, ilgili kurum ve kuruluşların görüşleri alınarak Bakanlıkça belirlenir.”

Şerh edelim: Türkiye’deki binlerce tohum çeşidinden belirlenmiş ve kontrol altına alınmış, bazılarının ticaretini yapabilirsiniz! Ülkemizin genetik ve biyolojik çeşitliliğini diğer ülkelere ihraç ederek, dünya tohum endüstrisine alternatif olamazsınız! Bizim belirlediğimiz belli başlı çeşitler üzerinde üretim yapıp güya rekabet edebilirsiniz. Çünkü tüm genetik-biyolojik tohum çeşitliliğinizi, siz halkımızın kullanım tasarrufuna teslim etmemize birileri müsaade etmiyor biz de buna uygun yasa çıkartıyoruz! Bizim size devlet olarak izin verdiğimiz çeşitlerde de küresel bir tekelleşme mevcut olduğundan, dünya pazarında pek de ciddi bir şansınız kalmıyor. Bu sayede tohum endüstrisindeki tekelleşmeye ülkemizi ve milletimizi bölünmez bütünlüğü de içinde olmak üzere teslim etmiş oluyoruz!

Terra Madre yaklaşık 150 ülkede örgütlü olan “Gıda Toplulukları toplantısı”nda konuşan dikkat çekici bir isim İngiliz Prens Charles: “Tarım sanayicileri” tarafından ileri sürülen argümanlardan biri de artan dünya nüfusunun yalnızca tarımda güçlendirme ve yoğunlaştırmayla beslenebileceği şeklindedir. Fakat kayda değer bir yatırım olmadan bile ve çoğu kez resmi kurumlardan onay gelmemesine rağmen, gelişen organik tarım uygulamaları mahsul ve ürün miktarını belirgin ölçüde arttırmaktadır. Son zamanlarda yapılan UN-FAO çalışmaları bunu açıkça göstermektedir.”[6] diyerek, Organik tarımda verimliliğin endüstriyel tarımdan daha verimli sonuçlar verdiğini açıkça ifâde etmişti.

Diğer bir ses de Japonya’dan Masanobu Fukuoka. Kendisi Doğal Tarım Yönteminin kurucusu. Gümrük bürosundan ayrılarak, çiftçiliğe başlar. 1947 yılında en son çalıştığı yerden ayrılır ve doğal tarım yapmak için Şikoku’daki köyüne döner. 55 dönümlük arazideki modern tarımın yok edici etkilerini tersine çevirmeyi başarır.

“Eğer herhangi bir teknoloji, hiçbir insan bilgisi kullanmadan tahıl, sebze, meyve ağaçları yetiştirebilirsek, herkes bu gerçeği kendi gözleri ile görebilecektir” diyordu. Fukuoka, yaklaşık 15 yıl sonra ortaya çıkan kültürü “doğal tarım” olarak adlandırdı.

“Toprağı işlememek, suni gübre ya da hazırlanmış kompost kullanmamak, toprağı sürme ya da herbisist kullanma yoluyla yabani otları temizlememek, kimyasallara bağlı kalmamak doğal tarımın dört ilkesi olarak sayılıyor. (Daha sonra “meyve ağaçları söz konusu ise budamak da yok” denilerek doğal tarımın beş ilkesi olduğu belirtilmiştir.)”[7]

Kısacası, yapılan, doğaya en az müdahale ile tarım yaparak en iyi sonucu elde etmek. Ve sonuçlar o kadar şaşırtıcıdır ki, endüstriyel tarımdan çok daha fazla verimler elde edilir.

Tarımda alternatif paradigmalar adlı bir başka yazıda bu konulara daha detaylı değinmeyi düşünüyoruz. Şimdilik endüstriyel tarımın artık inandırıcılığını kaybettiğini, insanların daha yüksek verimlilik ifâde eden sonuçları endüstriyel tarımdan tamamen koparak, hiçbir kimyasal kullanmadan elde edebiliyor olduklarını ve topyekûn insanlığın, tohum, ilaç, gıda, tıp sektörlerini ele geçirmiş küresel bir çete tarafından can alan saldırılar altında olduğunu bilmemiz yeterli.

Ahmet Tevfik DAYAN
14 Ekim 2016

KAYNAKÇA:
1: http://www.zmo.org.tr/resimler/ekler/a4d5952d4c018a1_ek.pdf?dergi=139
2: Salih Mirzabeyoğlu, İstikbâl İslâmındır, İbda Yay., 3.Basım, syf:105
3: A.g.e., syf: 106
4: http://www.zmo.org.tr/resimler/ekler/a4d5952d4c018a1_ek.pdf?dergi=139
5: http://www.zmo.org.tr/resimler/ekler/a4d5952d4c018a1_ek.pdf?dergi=139
6: Tohum ve Gıdanın Geleceği Üzerine Manifestolar, Sürdürülebilir
Yaşam Kitapları, Sinek Sekiz Yay. Syf:27
7: https://gaiadergi.com/dogal-tarimin-babasi-masanobu-fukuoka/

Kaynak:Adımlar dergisi

CHP Kayseri Milletvekili Çetin Arık: hükümetin tarım politikalarını eleştirirken "Milli Tarım adı altında hayvancılığın ve tarımın bitiriliyor"
5 Kasım 2016



CHP Kayseri Milletvekili Çetin Arık, hükümetin tarım politikalarını eleştirdi. Arık, Milli Tarım adı altında Cumhurbaşkanlığı’nda yapılan toplantının esasında iktidarının 15. yılına yaklaşan AKP hükümetlerinin tarım ve hayvancılığı bitirdiğinin işareti olduğun söyledi.

CHP'li Arık, AKP iktidarının tarım politikalarını eleştirdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan Bütçe Komisyonu’nda Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın bütçesinin görüşülmesi sırasında söz alan Arık, 15 Kasım 2016 tarihinde yapılan Milli Tarım toplantısını eleştirerek, “Çiftçilerimiz üretimin nasıl artırılacağını, ürünlerin nasıl değer kazanacağının, mazotun nasıl ucuz alınacağının, boşalan ahırların nasıl doldurulacağının, yem fiyatlarının nasıl düşürüleceğinin müjdesini bekledi. Ama ortada bir proje olmadığını çiftçiler ve cümle alem gördü. Esasında iktidarının 15. yılına yaklaşan AKP hükümetlerinin tarım ve hayvancılığı bitirdiğinin işaretidir bu. Ne istedilerse verdikleri, birlikte büyüdükleri, övgüler yağdırdıkları cemaat ve Fetö’ye önce sahip çıkıp bugün karşı çıktıkları gibi Milli Tarım projesi ile ithalat da artık savunulmuyor herhalde.”

"10 MİLYON DOLARI SANKİ BİZ ÖDEMEDİK"

Dönemin Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in 2012 yılında Fransa’da tarım alanında üretimi desteklemek amacıyla verilen Şövalye Liyakat Ödülü’nü aldığını hatırlatan Arık, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “AKP’nin tarım bakanları Türkiye’de üretim pahalı, ithal etmeliyiz demiyorlardı sanki. 2010-2014 yıllarında 1.5 milyon Büyükbaş, 2 milyon küçükbaş hayvan ithal edilerek yaklaşık 10 milyon doları biz ödemedik sanki. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarım ve hayvancılık stratejisini ithalat ağırlıklı olarak öngörmektedir.

Bunu gören ihracatçı ülkelerde Türkiye’deki Bakanlar için övgüler yağdırmaktadır.

Fransa’da tarım alanında üretimi desteklemek amacıyla çalışma yapanlara verilen “Şövalye Liyakat Ödülü” 2012 yılında  Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’e verilmedi sanki. Bu madalya yerli üretimi desteklendiği için mi, yoksa Fransız üreticiler desteklendiği için mi verildi soran yok. Gelinen noktada damızlık hayvan, besilik hayvan, kesimlik hayvan ithalatı hız kesmeden sürmekte ve hatta et ithalatı gündemdedir. Böyle devam ettiği sürece birçok ihracatçı ülke kendi üretiminin sürekliliğine katkı sağladığı için Türkiye’ye ve Gıda, tarım ve Hayvancılık Bakanı’na madalya vermeye devam edecektir.”

"YEM VE HAMMADDELER İTHALATA DAYALI VE ÇOK PAHALI"

Türkiye’nin kendi yetiştirdiği ürünleri dahi ithal eder duruma geldiğini belirten Arık, şöyle konuştu: “Sebze tohumlarını İsrail, Hollanda ve Şili’den alıyorsunuz, Nohut, kuru fasulye, mercimek gibi bakliyatlar Kanada’dan, Arpa Fransa’dan, Buğday Rusya’dan, ayçiçeği Japonya’dan… Nar, Karpuz, Kavun İran’dan, Pamuk Yunanistan’dan…  Ceviz Şili, Özbekistan, Ukrayna’dan alınıyor. İspanya’dan yeşillikler geliyor. Besilik dana Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti’nden…  Anguslar Uruguay, Brezilya, Arjantin’den… Düveler Avrupa ve Amerika’dan… Kurbanlık koyunlar Avusturalya-Yeni Zelenda’dan… Yumurtacı ve etçi tavuk damızlık yumurtaları tamamen yurt dışından getiriliyor… Görevi tohumluk ve damızlık materyal üretip çiftçiye dağıtmak olan Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) artık damızlık hayvan ithalatı yapıyor. Et ve Süt Kurumu (ESK) besilik ve kesimlik hayvan ithalatı yapıyor. Yem hammaddeleri ithalata dayalı ve çok pahalı…Süt ürünleri ihracatı yok seviyesinde…”

CHP Bünyan İlçe Başkanı İbrahim Marzıoğlu’nun kendisini aradığını belirten Arık, Marzıoğlu’nun 40 kuruşa mal ettiği patatesi 20 kuruşa satamadığını ifade ettiğini ve ürettiği ürünleri Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı’na göndermek istediğini söyledi.
Kaynak: Çağdases

Üzüm ve üzüm üreticileri nasıl bitiriliyor?-1
ADNAN ÇOBANOĞLU
Üzüm Sen Genel Başkanı
26.09.2016



Üzümde hasat dönemini yaşıyoruz. Bahar aylarında yaşanan ayaz ve don olayları doğuşun yüzde 30-35 zayıf olmasına yol açtı. Bir üretim sezonu boyunca yaşadıklarımızdan biliyoruz ki, istediğimiz ürünü elde edemeyeceğiz.

Yetkililer çözüm sunmuyor

Doğanın ve atmosferin kirletilmesinin sonucu olarak Dünyamız 'imdat' diyor. Dünya’nın 'imdat' çağrısına cevap vermesi gereken yetkililer ise kılını kıpırdatmadıkları gibi, gıda, enerji, sanayi ve savaş politikalarıyla Dünya’nın yok edilişine katkı sunuyorlar.

Kürsel ısınma

Küresel ısınmanın ortaya çıkardığı iklim değişiklikleri mevsimleri bile mevsiminde yaşamamamıza sebep olmakta. Bunun zararlarını da en çok çiftçiler çekmekte. Üreticiler bağ küllemesi hastalığı, bağ uyuzu ve unlu bit zararı, sürgün ve yapraklarda külleme, ölükol, kav hastalığı, bağların salkımlarında uç kuruması, güneş yanığı gibi problemlerle uğraşmakta.

Jeotermaller

Bu yıl Salihli-Alaşehir ovalarında çalışmaya başlayan jeotermal elektrik santrallarının olumsuz etkileri de görülmeye başlandı. Üreticiler hastalıklara karşı daha fazla ilaç kullanmak zorunda kaldılar. İzmir Ticaret Borsası’nın raporlarında bile bu durum şu şekilde tespit edilmiştir: "Özellikle Alaşehir İlçesinin Piyadeler, Örnekköy ve Alkan bölgelerinde yer alan jeotermal tesislerin artmasından kaynaklı bağ alanlarında verim ve kalitenin olumsuz etkilendiği ve yapraklarda bor fazlalığı zararı olduğu gözlenmiştir.” (bknz. http://itb.org.tr/ 2016/2017 Sezonu Ege Bölgesi Rekolte Tahmin Raporu) Üzüm hasadının başlamasıyla endişe ve korkularımız daha da büyüdü; meydana gelen şiddetli yağmur ve dolu yağışı bağlarda büyük zararlar meydana getirdi. Son iklim olaylarının meydana getirdiği zararlar sadece bu yılın üretimini etkilemeyecek önümüzdeki 2 yılın üretimini de doğrudan etkileyecek. Üzüm bağlarının gelecek yıllarda üzüm verecek olan filizlerinin de kırılmış olması nedeniyle üreticiler önümüzdeki 2 yıl daha bu zararın sonuçlarıyla karşı karşıya kalacaklar. Aşırı sıcak ve mevsimsiz şiddetli yağışlar üreticilerin daha fazla ilaç kullanmasına neden oldu. Yağmur ve dolu yağışı üzüm kalitesini olumsuz etkiledi.

Dış politikadaki hatalar

AKP hükümetinin uygulamış olduğu yanlış dış politikalar da yaş üzüm ihracatını olumsuz etkiledi. Suriye’de ve Irak’ta yaşanan savaş nedeniyle farklı rotalardan Orta Doğu’ya ihracat yapmanın nakliye maliyetini arttırdığından dolayı Suudi Arabistan ve Orta Doğu ülkelerine üzüm ihracatı yapılamaz hale geldi. Rusya ile yaşanan “Uçak krizi” nedeniyle Rusya'ya yaş üzüm ihracatı da yapılamadı. Geçmiş yıllarda Alaşehir ve Sarıgöl’den yurtdışına gönderilen yaş üzümün büyük bir çoğunluğu Rusya’ya gönderiliyordu. Bu yıl Rusya kapısı da kapanınca üreticiler üzümlerini sergiye yatırmak zorunda kaldılar.

Tüccarların manipülasyonu

Bütün bu olumsuzluklara rağmen 2016 yılı kuru üzüm rekoltesi en iyimser bir rakamla 210.000-220.000 ton civarında olacağını tahmin ediyoruz. Ticaret Odaları, Ticaret Borsaları ve Ege İhracatcı Birlikleri ise her zamanki taktikleriyle manipülasyona devam ediyorlar, üretici örgütlerini dışlayarak yaptıkları rekolte açıklamalarında 323.000 ton civarında rekolte tahmini yapmışlardır. Ülkemize ve Dünya’ya baktığımızda yaşanan küresel iklim değişikliğinin yarattığı doğa olayları sonucu Dünya çekirdeksiz kuru üzüm stokları ve üretimi devamlı düşmektedir. Bu örgütler geçmiş yıllarda da benzeri yüksek rekolte tahmininde bulunmuşlardı ama gerçekleşen rekolteler ise üretici örgütlerinin tahminlerinin doğruluğunu kanıtlamıştır. Yarın tartışmaya devam edeceğiz.
Kaynak: BirGün

Türkiye’de ve dünyada küçük aile çiftçiliği ve yeniden köylülük
Cengiz Aktar
17/07/2015



Önce doğru bilinen yanlışlar, birkaç rakam ve birkaç tespit: “Tarım geri, iptidaî bir faaliyettir. İllâki yapılacaksa yoğun bir biçimde ve insansız yapılmalıdır.” “Hava, su ve toprak sonsuzdur. Tepe tepe kullanılabilir.”

Bunlar iki temel galat-ı meşhur, yani doğru bilinen yanlışlar. Türkiye’ye de özgü değil, küresel! Türkiye onyıllardır gelişmiş dünyanın ve ona benzemeye çabalayanların yaptığını yapıyor.

Topraktan başlayalım…

Türkiye tarımını ve hayvancılığını canla başla lağvediyor ve bunu modernlik zannediyor. Süreç bu iktidar döneminde çok hızlandı. AKP zaten yıllardır var olan baskın zihniyeti doruğa taşıdı.

Rakamlar kendiliğinden konuşuyor. 1990’da Türkiye’de istihdam edilenlerin yüzde 46’sı tarım sektöründe çalışırken, bugün yüzde 24,7. Yani her dört çalışandan biri. İstihdamda tarım sektörünün payı son 20 yılda yaklaşık yüzde 50 azaldı.

TEPAV’ın araştırmasına göre, kayıtlı çiftçi sayısı 2013’te 2012’ye oranla yüzde 12 azalarak, bir milyonun altına düşmüş durumda. Ziraat Odaları Birliği rakamlarına göre, 1995-2013 arasında toplam tarım alanları yüzde 11,3 azalarak, 23,81 milyon hektara gerilemiş. Sadece Türkiye’de değil, dünya üzerinde de çiftçiliği ortadan kaldıran, tarımı da şirketleştiren bir eğilim var. Avrupa’da iki dakikada bir çiftçi iflas ediyor. Türkiye’de elli saniyede bir.

Bu gidişat her yerde: Akademideki yansılamalarına bakacak olursak, bu memlekette en az ilgi gören ve o ölçüde de eğitim seviyesi düşük bölümler ziraat mühendisliği, veterinerlik ve tarım iktisadıdır.

Bakanlığın adına bakacak olursak, artık köyü hatırlatacak bir ibareye rastlayamazsınız. Önce Köy Hizmetleri’ni kapattılar, sonra bakanlığın adından Köyişleri silindi. Başbakan köyler şehirleşmeli diyor ya. Böylece köylü ülke olmaktan kurtuluyoruz, sözüm ona! Kendi tarım arazilerini imara açan Türkiye Sudan’da 99 yıllığına 780 bin hektar tarım arazisi kiralıyor.

Doğa ile devam edelim…

Birileri iktidara “su akar Türk bakar” lafını ezberletmiş zahir. Onlar da memlekette akan su, çay, dere, ırmak bırakmamak üzere kolları sıvamış. Doğa Derneği’nin ulaştığı Devlet Su İşleri’nin 2023’teki Türkiye hidroelektrik santral ağında akmaya devam eden akarsu yok. Hepsi tutulmuş durumda.

Bunun sonu çölleşmedir, insansızlaşmadır, çevresel mülteci hareketleridir, bugünden dışa bağımlı olmuş tarımsal ve hayvansal üretimin tamamen yok olmasıdır. Çünkü su boşa akmıyor, geçtiği yere hayat veriyor! Toprakların yüzde 60’ı çölleşme ve erozyon riskiyle karşı karşıya; iki milyon hektarlık sulak alan kurudu; son 50 yılda kuruyan 36 göl buna dâhil, 14’ü can çekişiyor. 2004-2010 arasında Fırat Dicle havzalarında su kaybı 144 milyar metreküp. Bu musibet ve lüzumsuz barajlar yokken, dünyanın tarımda kendisine yeten yedi ülkesinden biriydi Türkiye. Bugün bütün böbürlenmelere rağmen yüzden fazla ülkeden toprak mahsulü ve hayvan ithal ediyor.

Doğal sit alanlarına bakalım

Bugün 1234 doğal sit alanında gerçekleştirilen ve doğaya zarar veren müdahale, koruma kurulları ve mahkemelerce hâlâ engellenebiliyor. Eğer sözümona Tabiatı Koruma Kanunu tasarısı kanunlaşırsa hâlihazırda bağımsız olan Koruma Kurulları’nın doğal sitlerle ilgili herhangi bir yetkisi kalmayacak. Bu yasayla 3500’den fazla yerel bitki türüyle dünyanın eşsiz doğa zengini topraklarından birisi olan Türkiye’nin bu varlığı geri dönüşsüz kaybedilecek. Tarımın, doğanın ve kırsalın yok edilmesi aynı zamanda muazzam bir nüfusun kentleşmesi, işçileşmesi ve kültürel anlamda yabancılaşması demek.

Köylerin şehirleşmesi

Köylerin şehirleşmesi, iktidar için ilerlemenin, kalkınmanın göstergesi. Oysa, Türkiye şehirleşmeden tıknefes olmuş durumda. Kentleşme yüzde 80’e dayandı. İdarî olarak bakarsak: 783.000 kilometrekare toprağı olan, 75 milyon civarında insanın yaşadığı Türkiye’de merkez dışındaki nisbeten yetkili, tüzel kişilik sahibi tek yönetim birimi olan belediye sayısı, bütün belediye düzeyleri dâhil olmak üzere hepi topu 1.389’dur.

Bu sayı 2006’da 3.225, 2013’te 2.950 idi. Boyutları Türkiye’nin yarısı kadar olan Almanya’da 13.854 ve Polonya’da 2.489 belediye var. Boyutları Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar küçük olan Avusturya’da 2.359, Çek Cumhuriyeti’nde 6.254, Yunanistan’da 900 belediye mevcut. (Belediye sayısının azalması, yerelde karar alınamıyor artık demek.)

İşçileşme, lümpenleşme, yabancılaşma

Yakın zamanda yaşanan Soma katliamını hatırlatmak kâfi. Ne diyor avukat Berrin Demir: “Bu ülkenin en verimli topraklarında yaşıyoruz. Ailem tütün ekerdi, ben küçükken herkesin ekili buğdayı, zeytini olurdu. Onların hasadı imece usulüyle yapılırdı. Tütün Yasası ve Tekel’in özelleştirilmesiyle tütün para etmemeye başladı. Alan olmayınca tütün terk edildi. Pamuk vardı o da bitti, pancar vardı o da bitti. Hiç kimse bir şey satamaz oldu. Biz ovada bile duramayız, neresi esiyorsa oraya gideriz, yeraltına soktular”.

İşçileşme, ama lümpenleşme. Tarımdan onyıllardır kopan vasıfsız işgücü ne yapıyor? Şehirlerde, iş olmayan işlerde karın tokluğuna, çoğu zaman kayıt dışı çalışmaya çalışıyor. Sakalık, otopark değnekçiliği, bar diskotek zabıtası, pizza dağıtıcılığı…

Kültürsüzleşme ve yabancılaşma… Bu yeni kentlilerin yeni ihtiyaçları var. Bu anlamda tarımın, doğanın, kırsalın lağvedilmesiyle kalkınmacılık birbirini besliyor! Tüketim toplumuyla tanışıyorlar, seviyorlar tabii, alışıyorlar, borç harç daha fazlasını elde etmeye çalışıyorlar.

Yabancılaşma sade şehre göçle sınırlı değil. Kırsalın bütün bilgi birikimi yok oluyor. Kendine yeterli, doğaya zarar vermeyen haliyle sürdürülebilir bir hayat tarzı yok oluyor. Kutupta, çölde yaşam kurabilmiş olan insanın kabiliyeti yok oluyor.

Sonra da köyden yeni gelmiş kadın AVM’de kışın ortasında domatesin fiyatını yüksek bulmaya başlıyor!

Peki, ne yapmalı?

Köylü tarımı antisistemdir! Zira ticaret öncelik değildir. Bir defa tarım üretimi, kırsaldan bir-iki nesil önce kopup şehre gelmek zorunda kalanların zannettiği gibi “iptidaî” bir uğraş değil. Aksine, eğer lâyıkıyla yapılırsa “bacası tüten fabrika”dan çok daha fazla getirisi olabilecek bir faaliyet.

Organik ve doğa dostu tarım biçimleri bu yanlışlardan kurtuluşun en değerli çarelerinden birkaçı. İnsan emeği dâhil ölçüyle kullanılan girdiyi temel alıyor bu tarımsal faaliyet. Zira azamî üretim ve azami tüketim üzerine kurulu; rekabetçi piyasaya tabi; toprak, su ve havayı tepe tepe kullanan, muazzam enerji harcayan, her türlü sunî gübre, kimyasal ve GDO’yu kullanma konusunda pervasız, olabildiğince insansız tarım… Ne sürdürülebilir, ne küçük üretici ne doğa ne de tüketici için hayırlı. Sürdürülemez olduğu gibi tehlike arz ediyor.

İkincisi, doğa tahribatını önlemenin çaresi doğaya geri dönmek. AB’nin yeni politikası artık tamamen bu yönde…

Avrupa ülkeleri sanayi devrimi sonrasında kaybettikleri kırsal yaşam sanatını yeniden keşfetmek için epeydir arayış içerisinde. Zaten bizim buralar da dâhil, o değişimi daha tam anlamıyla geçirmemiş olan memleketlere duydukları ilginin nedeni biraz da bu arayış değil mi? Arayış, iklim değişikliğinin getirdiği kaygılarla son zamanlarda ayyuka çıkmış durumda.

AB’nin tarım politikası

İşte bu çerçevede Avrupa hızla üretim ve tüketim modellerini gözden geçiriyor. Organik tarım, biyoçeşitlilik, kırsal yaşam bu arayışların temel taşları. Çevre bilinci, tarıma ve kırsala verilen malî desteklerin artık neredeyse tek kıstası olma yolunda. Yüzyıllardır birikmiş kirlilikten ve tarımı her anlamda dümdüz etmiş üretim metodları ile tarım lobilerinden kurtulmak elbette kolay değil, ama yön belli.

AB’nin Ortak Tarım Politikası bu yönde gözden geçirildi. Doğa ve çiftçilik sistemleri arasındaki bağın içiçeliği konunun doğa koruma açısından irdelenmesini de beraberinde getirdi. Yaygın (extensive) biçimde yapılan tarımın geniş bir “tür çeşitliliğine” evsahipliği yapmasının ve desteklenmesinin gözardı edilemeyecek bir değer olduğuna kanaat getirildi.

Bu veriler, ortak tarım politikası çerçevesinde çevrenin bozulma riskinin azaltılması hedeflenerek çiftçilerin doğanın ve kırsalın korunmasında olumlu bir rol üstlenmelerinin desteklenmesini sağladı. Yani çiftçi, hayvancı sadece tarım, hayvancılık yapmaz çevreyi, doğayı da korur! AB’nin Ortak Tarım Politikası altında geliştirilen Doğa Dostu Tarım Programı (Agri Environment Programmes) stratejisi doğaya katkı sağlayan tarımsal ekosistemlerin sürdürülebilirliğini hedefler.

Buna karşılık, AB’ye üye olma yolunda olan ülkelerden istenen uyum çalışmaları tarımda tamamen AB’nin şu sırada kurtulmak istediği paradigmadan esinleniyor. AB bir yanda savaş sonrasında kurduğu ve o zamanların koşullarına binaen düşünülen aşırı prodüktivist “yeşil devrim” yaklaşımını terketmeye ve sonuçlarından kurtulmaya çalışıyor. Diğer yanda, Polonya ve Romanya örneklerinde açıkça görüldüğü gibi, üye olacak ülkelere o yaklaşımın sonuçlarından olan kırsal nüfusun azaltılmasını ve salt rekabetçi mantığı dayatıyor.

Burada yapılacak iş belli

Türkiye biyoçeşitlilik ve tarımsal hafıza anlamında eşsiz bir hazinenin üstünde oturuyor. Çin, Hindistan, tekstilde veya başka sanayilerde belini bükebilir ama tarımda değil. Ancak, Türkiye’nin kırsal nüfusunun azalmasına hiçbir durumda tahammülü yok. Temel ilke, herşeyden önce o nüfusu kırsalda yaşatacak bir politika benimsemek olmalı. Organik tarım, doğa dostu ve çevre bilinciyle yapılan aile üretimi ve kırsal kalkınma bu politikanın kilit taşları. O halde AB’yi de, Türkiye tarımına olan yaklaşımını bu politika doğrultusunda yeniden değerlendirmeye ikna etmek gerekiyor.

Uluslararası camia da boş durmuyor tabii. Uluslararası Tarım Üreticileri Federasyonu’nun kuruluş günü olan 14 Mayıs, 1984’te alınan bir kararla artık Dünya Çiftçiler Günü olarak kutlanıyor. 80 ülkeden 120 çiftçi kuruluşunun üye olduğu Federasyon, dünyada 600 milyon çiftçi ailesini temsil ediyor.

BM de, kırsal bölgelerde hem çevre koruma hem de daha sağlıklı üretim, gıda güvenliği, yoksulluk konularına çözüm olarak aile çiftçilerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyor. Bu doğrultuda, bu yılı “Aile Çiftçiliği Yılı” ilan etti. Ne de olsa dünyada tüketilen gıdanın yüzde 70’ini onlar üretiyor. Arda kalan yüzde 30’u üreten büyük konvansiyonel tarım ise asgarî insan emeği, ama yoğun girdi kullanıyor.

La Via Campesina’yı unutmayalım! “Globalizamos La Lucha, Globalizamos La Esperanza”: “Mücadeleyi Küreselleştirelim, Umudu Küreselleştirelim”, Çiftçi-Sen’in de üyesi olduğu küçük çiftçilerin küresel çatı örgütü olan 73 ülkeden 164 üyesi bulunan 200 milyon çiftçiyi temsil eden La Via Campesina’nın kullandığı slogan. Sürdürülebilir tarım ve gıda güvenliği için hayatî önemdeki tohum La Via Campesina’nın temel meselelerinden biri. Mâlum, yerli tohumlar alarm veriyor. Tohumların şirketlerin tekeline alınması, monokültür, laboratuarda geliştirilen tohumlar gübre ve kimyasal ilaçla destekleniyor, su ve toprağı olumsuz etkiliyor, kendi kendine üreyemediği için de çiftçiler her yıl yeni tohum almak zorunda kalıyor.

Peki, AKP’den umut var mı?

Köhne, denenmiş kalkınma modelini körü körüne takip etmekten vazgeçip ülkenin muazzam imkânlarını değerlendirmeye başlaması ve ülkedeki tecrübeyi kaile alması mümkün mü? Tarımı, hayvancılığı tasfiye etmemesi, organik tarıma önem vermesi, temiz enerjiye yönelmesi, kentleşmenin önünü alması, Anadolu’daki tarihî mirası değerlendirmesi mümkün mü?

Bu alternatiflerle hiçbir zaman ilgilenilmiyor, çünkü bunlar AKP tabanının sosyolojik yapısı ile çelişen alternatifler. Partinin genelde kırsal kökenli tabanı için kırsalı çağrıştıran bir hayat muteber değil. İlginç olan bir diğer nokta şu: Aile, adet, internet gibi pek çok konuda muhafazakâr, yani korumacı olan AKP, kalkınmanın önünde engel saydığı doğal, kültürel ve kentsel değerleri korumada tamamen gayrı-muhafazakâr.

AKP’nin en zayıf ve en çağdışı olduğu noktanın çevre ve kültür değerlerini muhafaza etme olması tesadüf değil. Kalkınmakta olan ülkelerin ezici çoğunluğunda olduğu gibi, Türkiye’de de toplumun “koruma” konusundaki bilinç düzeyi siyasetçilerinkiyle aynı. Türkiye kalkınmak, zenginleşmek, tüketmek, tüketmek, yine tüketmek istiyor. Bu şuur halinin önünü almak ilk bakışta zor, kapitalist sistemin taşıdığı imkân, rant ve iktidar çok çekici ve sonsuz. İşimiz kolay değil, ama iğneyle kuyu kazmaya devam etmeliyiz.

Cengiz Aktar – Perspectives (http://tr.boell.org/tr/2015/07/14/perspectives-sayi-13 )
Kaynak Yeşil Gazete

Biyo-Güvenlik, genetik çılgınlık ve gıda savaşı
İbrahim Karagül
ibrahimkaragul@gmail.com
03 Haziran 2009

Biyo Güvenlik konusunda hangimiz ne kadar bilgiye sahibiz? Ulusal Biyo Güvenlik Kanunu ne demek ve Türkiye; bu kanunla düzenlenen, dünya genelinde şiddetli tartışmalara neden olan, gıda krizinden tarım politikalarına kadar, askeri-siyasi meselelerden belki daha kalıcı etkiler bırakacak gerçekler hakkında ne biliyor? Sadece "İsrail tohumları" olarak bilinenin, Türkiye'de tohumculuğu öldürdüğü söylenenin dışında hiçbir şey bilmeyen insanların bu konuda biraz aydınlatılması gerekmez miydi?

Birleşmiş Milletler Dünya Tarım Fonu, Norveç ve Global Crop Diversity Trust, Kuzey Kutbu'nda "Nuh'un Gemisi"ni hatırlatan bir hazırlığı girişti. Kıyamet Sığınağı adı verilen projeye göre, Kuzey Kutbu'nun tam ortasında Norveç'e ait Svalbard takımadasında küresel bir felaket durumunda insan ırkını kurtaracak, yeryüzünü yeniden yaşanılır hale getirecek bitki tohumlarını depolamak için sığınak inşa edildi. 19 Haziran 2006'da temeli atılan ve o yıl tamamlanan sığınakta, dünyanın her yerinden toplanacak iki milyon bitki tohumu, binlerce yıl kalacak şekilde depolanıyor. Buzla kaplı toprak tabakasının altında, dağın içinde inşa edilecek sığınak, zırhlı kapılar ve bir metre kalınlığındaki beton duvarlarla kuşatılacak. Bu haber hepimizin ilgisini çekti. Çünkü "Nuh'un Gemisi" ve "Kıyamet Sığınağı" gibi son derece sansasyonel ifadelerle sunuldu. Hepsi bu..

Küresel ekonomik kriz çerçevesinde en önemli tartışma konularından biri gıda kriziydi. Önce enerji kaynakları üzerinde spekülasyon yapıldı. Petrol fiyatları hızla tırmandı. Yüzde 60'ı spekülasyon olarak kasalarına girdi. "Paper oil" sistemini tanıdık. Ardından altın, gümüş, metal ve diğer madenler tartışma konusu oldu. Dünya genelinde kaynaklara yönelik müthiş bir saldırı başladı. Finans baronları daha sonra gıdayı keşfetti. Buğday, mısır ve pirinç üzerinde spekülasyon başladı. Fiyatlar arttı, yoksullar sokaklara döküldü. Wall Street bankaları Afrika'da, Latin Amerika'da, eski Sovyet cumhuriyetlerinde binlerce dönüm arazi kapatma yarışına girdi. Haiti'den Mısır'a yükselen gıda fiyatlarına karşı insanlar sokaklara döküldü. Dünya Bankası, IMF yetkilileri yoksulluğun artmasından, iç insanların isyanından, gıda krizinin derinleşmesinden söz etti. Ve bu durum, küresel istikrarı bozacak muhtemel tehditler olarak görüldü.

Ve biz, "Paper Food" sistemini öğrendik. Çokuluslu şirketlerin, insanlığın üç temel besin kaynağı olan buğday, mısır ve pirinç üzerindeki fiyat oyunları gerçekten ürkütücüydü. Bazı gıda şirketlerinin, milyonları açlığa mahkum etme pahasına, sadece üç ayda, kârları olağanüstü arttı. Mc Donald's, Pizza Hut, Burger King gibi bir çok şirketi besleyen Cargill'in net kârı 553 milyon dolardan 1.030 milyar dolara yükselirken, dünyanın en büyüklerinden Archer Daniels Midland'ın kârı yüzde 42 arttı. Bir başka büyük şirket olan Mosaic Company'nin kârı ise 12 kat artarak, 42.2 milyon dolardan 620.8 milyon dolara yükseldi. 66 ülkede 158 bin çalışanı olan dünyanın en büyük gıda şirketi Cargill bu soygunda başrolü oynuyordu. Son birkaç yıl içinde yeryüzünün tarım bölgelerini kimlerin kiraladığına, hangi şirketin ya da devletin ne kadar büyük arazi kiraladığına dikkatle bakalım. Tarım ve gıda şirketleri hızla tekelleşirken, birkaç şirket küresel sistemi kontrol altına alırken, yerel tarımı yok ederken, ülkelerin tarım politikaları da bu şirketlere göre şekilleniyor.

Tarıma elverişli arazilerin sadece yüzde dokuzuna sahip olan Çin, Afrika ve Güney Amerika'da tarım arazilerine yöneldi. Bu eğilim hem gıda sıkıntısını gidermeyi hem de kârlı bir yatırımı amaçlıyor. Ancak bunun ötesinde, devletler için; tarım üzerinden güvenlik yatırımı anlamına geliyor, stratejik önem kazanıyor. Çünkü insanoğlunun üç besin kaynağı olan buğday, mısır ve pirinç, gelecekte barışın ve savaşın habercisi olacağı varsayılıyor. Artık tarım ve gıda silaha dönüşüyor, ülkeler önlemler almaya çalışıyor, gelişmekte olan ülkeler üzerine büyük oylunlar tezgahlanıyor, tohumculuk stratejik güvenlik çerçevesinde değerlendiriliyor.

Bu aşamada genetiği ile oynanmış tohumlar en önemli konu haline geliyor. Hazırlanan Ulusal Biyo Güvenlik Yasası, işte bu genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimini düzenliyor. Türkiye'nin, bu kritik dönemde köklü bir tarım stratejisi geliştirmesinin ne kadar hayati bir konu olduğunda ısrar ettim hep. Ancak genetiği değiştirilmiş tohum ve tarım konusunun küresel düzeyde şiddetli tartışmalara konu olduğunu bilmeli ve bu tartışmaları kamuoyuyla paylaşmalıyız. Gerçekten endişe verici gelişmeler söz konusu.

Kısa süre önce ABD'deki mesleki kuruluşlar, genetiği değiştirilmiş gıdalarla ilgili moratoryum çağrısı yaptı. Çevreye ciddi zarar verdiği, daha önemlisi insan sağlığı üzerinde telafisi mümkün olmayan hasarlara yol açtığı, insanın genetik yapısını bozduğu, genetik manipulasyonun kamuoyundan gizlenen gündemi olduğu, 1990'lardan bu yana konunun tartışıldığı, yeterli araştırmaların yapılmamış olduğu duyuruldu. Birleşmiş Milletler de, genetiği değiştirilmiş tohum ve gıdaların ticareti konusunu tartışmaya açtı.

Bugün, söz konusu alanı kontrol eden birkaç şirket, devletlerin politikalarını da yönlendiriyor. Asya'nın pirincini ele geçirirken Afrika'nın biyolojik zenginliği özelleştiriliyor. Her yerde, her ülkede, gıda ile ilgili her alanda aynı şirketleri görüyoruz. Archer Daniels Midland, Cargill, Bunge, Monsanto, Dupont Agriculture and Nutrition, Potash, Mosaic gibi şirketler, milyarlarca dolar kazanmanın ötesinde, gıda ticareti, tohum ve gübre konusunda dünyayı yönetiyor, ülkeleri bölüyor. Bu şirketler şimdi de başta ABD olmak üzere bir çok ülkede kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla ülkelerin biyolojik zenginliklerini özelleştirip ele geçiriyor. Monsanto ile ABD yönetimi arasındaki pazarlıklara, genetiği değiştirilmiş tohum sektörüyle Rockefeller arasındaki bağlara, bu şirketleri Afrika'da neler yaptıklarına kısaca bakmak yeterli. Genetiği bozulmuş tohum konusu, biyo güvenlik konusu hep bunların kontrolünde.

Önümüzdeki birkaç yıl içinde Asya'nın, Ukrayna'nın, Afrika'nın tarım arazileri çokuluslu şirketler tarafından kapatılacak, gıda üzerinde korkunç bir mücadele başlayacak, ülkelerin tarım politikaları bunlar tarafından belirlenecek. Büyük şirketler, onlarca ülkenin bitki çeşitliliğini özelleştirme adı altında kontrol edecek.

Bu konu detaylı, derinlikli bir tartışma istiyor.

Yeni Şafak

Serdar Akinan
Genetiği bozuk tohumlar

Genetiği bozulan tohumlardan bahsedeceğim ama sandıklarınızdan değil... Lafa, farklı siyasal köken, yaş ve cinsiyetten bir grup sosyalistin 2008 başında 'Siyasal ortaklaşma eğitim/tartışma seminerleri'nde şekillenen 'Sosyalist Cumhuriyet için tezler' adlı el kitapçığının başlangıç paragrafı ile başlayayım:
'Dünya nüfusunun en zengin yüzde 2'si tüm dünya servetinin yarısına, en zengin yüzde 1'i yüzde 40'ına, dünya nüfusunun yarısını oluşturan yoksul kesim ise dünya zenginliklerinin yüzde 1'ine sahip...'
Şimdi gelelim besin meselesine... Dünyanın yarısı buğdayla, az gelişmiş ülkeler ise pirinçle besleniyor.
Bugün dünyada 124 milyon ton buğday stoku var. Yani, Türkiye gibi 7 ülkeyi doyuracak buğday var...
77 milyon ton pirinç stoku var. Yani, Türkiye gibi 140 ülke doyar...
Yani?
Yanisi şu arkadaşlar... Yeryüzünde üretim yetersizliği diye bir sıkıntı yok... Ama her ne hikmetse her gün 25 bin kişi açlıktan ölüyor...
Aşağıdaki saptama ise 'Yıkım Tohumları' adlı kitabın yazarı William Engdhal'a ait:
'Yaşanan küresel gıda kriziyle Genetiği Değiştirilen Organizma-GDO- patentli pirinç, mısır ve soya tohumlarının yaygınlaşması arasında nedensel bir bağlantı var. Bu bağlantı da gıda üretiminin Monsanto, DuPont, Syngenta, Dow, Archer Daniels Midland and Cargill önderliğindeki birkaç dev şirket tarafından küreselleştirilmesi. Bu güçlü lobi küresel bir tarım politikası oluşturdu ve hem ABD Tarım Bakanlığı hem de Avrupa Komisyonu Tarım Direktörlüğü'nde etkin. Bu güçlü tarım şirketleri perde arkasından Dünya Ticaret Örgütü'nün tarımla ilgili kararları üzerinde hakim. Uzun vadeli politikalarından biri kasıtlı olarak dünyanın acil tahıl stoklarını azaltmak. Aynı zamanda bitkilerin ulaşımda yakıt olarak kullanılması için yetiştirilmesini öngören suç politikasının önde gelenleri de onlar. Yani biyoyakıt dolandırıcılığı. Küresel kıtlık koşullarında Monsanto ve tarım lobisi kendi patentledikleri GD tohumlarının dünyadaki açlığa 'çare' olduğunu iddia ediyor. Henry Kissinger'in 1970'lerde ilan ettiği strateji 'Petrolü kontrol ederseniz ulusları ya da bölgeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları kontrol edersiniz' stratejisi bu. 2005'ten beri ABD yönetiminin biyoyakıt sübvansiyonları ve promosyonu, bu tür yakıtların küresel ısınma sorununa çözüm olduğu yalanı, gıda fiyatlarını da etkiledi. Bence bu tamamen bilinçli ve dünya üzerinde beyaz olmayanların nüfusunun azaltılmasını isteyen bir grup elit tarafından yönlendiriliyor. Ve biyoyakıt çılgınlığını desteklemeye devam eden bütün hükümetler, uluslararası adalet kurallarına göre soykırım suçu işliyor.'
Dünyada gıdayı yöneten çok uluslu şirket sayısı 10'u bulmuyor. Ve bu dev şirketler, dünyada herkese yetecek gıda olmasına karşın, günde 25 bin insanın açlıktan ölmesine yol açan politikaları etkiliyor veya belirliyor... Dünyada kim aç kalacak ya da kim obez olacak bu şirketler karar veriyor.
Gelelim Türkiye'ye...
Çiftçimiz genetiği değiştirilmiş tohumları pek sevdi... Güzel memleketimizin tarlalarında çeşit çeşit GD tohumları ekili... Bu tohumlar nedir? Biyoçeşitliliğe, doğaya, insan sağlığına etkisi nedir? Araştırır, bilir mi? Hayır... Bilse de umursar mı? Daha vahim bir soru ya, neyse, geçelim...
Toplumdaki 'genetiği bozuk tohumları' yazmak sakıncalı... Hazır köyümüze de geri dönmüşüz, bari sahiden genetiği bozuk tohum meselesini araştırıp yazayım diyorum...
Fotoğraf bildiğiniz gibi değil... Buzdağının sadece üstünü anlattım size... Yediklerinizi içtiklerinizi yazsam bu yazı yayınlanamaz... Öyle diyeyim...
Yani ben gene 'sakıncalı' oluyorum...
Hayır bu ülkenin siyasetçisi sevmez, bu ülkenin aydını sevmez, bu ülkenin köylüsü de bizi sevmeyecek...
Söyleyin bana, bir başka dünya mümkün mü?
Efendim?

Akşam

13 Mayıs 2009 Çarşamba
TOHUMCULUKTA KORKUÇ BOYUTLAR

Nereye gidiyoruz yazı serisi nlaleli@mynet.com

Bundan bir müddet önce “Tohumculuk yok edildi” başlığında bir yazı yazmıştım. Bu yazımı devletin tohumculuk kuruluşlarının birinde çalışan ve yurt dışında çalışmalarının tecrübesine de sahip bir memur arkadaşın tebrik ve teşekkürleri yanı sıra şimdi de (4.Mayıs.2009) Internet’ten gelen şok eden bir haber üzerine olayın üzerinde birkaç yazı daha yazmam gerektiğine inandım.

Meğer yok edilen sadece tohumculuğumuz değilmiş, bir millet olarak topyekun yok edilmekle karşı karşıya bulunuyormuşuz (!)

Tohumculuk konusunda AKP iktidarı döneminde TBMM’den çıkan yasalar; “8.Ocak 2004 - 5042 sayılı kanun ve 31.Ekim.2006 tarihli 5553 sayılı Tohumculuk Kanunudur” Bu kanunların uygulamada getirecekleri sıkıntı ve badireleri söz konusu “Tohumculuk yok edildi” başlıklı yazımda bulabilirsiniz.

O yazımda da belirttiğim gibi, Türkiye'de tohum ıslahı yapan şirketlerin yaklaşık yüzde 90'ı uluslararası şirketler olup bunlar; Dünya tohumculuğunu elinde bulunduran 6 büyük tekeldir ve Novartis, Monsanto, Cargill, Dupont, ADN ve Bayer isimli şirketleridir. Bu firmaların Türkiye'deki tohumculuk firmalarıyla hisse bazında ya da bayilik yoluyla kurdukları ortaklıkları bulunmaktadır, demiştim.

AMERİKALI GAZETECİNİN İDDİALARI

Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl’ın istenmeyen ırkları kısırlaştırma planına ait ürpertici iddiaları(!) aşağıda bulacaksınız. Buna göre F. William Engdahl, tarım sektörünü elinde tutan GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) devlerinin planlarına göre insanlık için bir kıyamet yaratacağını söylemektedir.

Son derece ürkütücü bu iddialara göre; “Norveç'teki küresel tohum deposuyla amaçlanan arî üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı?” sorusuna cevap aranırken "Kıyamet tohum deposu" olarak da bilinen Svalbard hariç, önce dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen akıbeti, "kıyameti kim koparacak” sorusuyla karşılaşılmıştır” demiştir.

Özetle yapılamak istenen; GDO tohumlarını, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayarak, tarlalardaki orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adaya saklamak istemektedirler.

“Yeni Aktüel Dergisini 29.Kasım-5.Aralık.2007 tarihli 125. sayısında "Kıyamet Kapısı" başlığıyla kapak konusu olarak işlenince konu resmi zevata (bürokrasiye) ulaşmıştır ama kamu oyunun bundan henüz yeteri kadar bilgisi yoktur diye ben de köşemde konuyu işlemeye karar verdim.

Bu konu için önce iyi niyetli yaklaşımlar sergileniyor ve; Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın amacı, gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, meteor düşmesi veya iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını sağlamak olarak belirtiliyor.

Ancak aynı gazeteci bu iyi niyetin arkasındaki korkunç amacın da bulunduğunu açıklıyor ve bu proje ile ilgili dehşet verici şüpheleri olduğunu söylüyordu. Gazeteciye göre “GDO devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini düşünüyordu.

Spitsbergen'in buzlaşmış kayalıklarının altında "dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme" planlarının yattığını iddia eden Engdahl, teorisini ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişleri hakkında ayrıntılı hatırlatmalar yaparak ispatlamaya çalışıyor.

KIYAMET MUHAFIZLARI

Svalbard Küresel Tohum Deposu'nun finansörleri;

Bu ambar, Global Crop Diversity Trust (GCDT- Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü) aracılığıyla işletilmekte olup Nisan 2009 rakamlarına göre 123 milyon dolarlık bir finansmanları bulunmaktadır. Buna ilave olarak ABD, İngiltere, Norveç, Almanya, İsviçre ve Kanada'nın devlet fonları da bu proje emrine aktarılmaktadır.

Roma'da kurulan bu örgütün başında Kanadalı Margaret Catley-Carlson bulunuyor. Bu zat 1998'e dek New York merkezli Nüfus Konseyi'nin de (Population Council) başkanıydı. Ve bu konsey John D. Rockefeller'ın nüfus popülasyonunu düşürmek amacıyla 1952'de kurduğu, aile planlaması adı altında gelişmekte olan ülkelerde kısırlaştırma çalışmaları yürüten bir konsey idi.

Diğer GCDT üyeleri arasında Hollywood Dream Works Animation'a başkanlık eden Lewis Coleman da vardır. Coleman, bir ara ABD'nin en büyük Pentagon anlaşmalı askeri endüstri şirketi olan Northrup Grumman Corporation'ın da kurul başkanıydı.

Geçen yıl şirketin aktif yönetiminden çekilerek kurduğu Bill-Melinda Gates Vakfı aracılığıyla kendini Asya ve Afrika'daki çiftçilere yardıma adayacağını beyan eden Microsoft'un kurucusu Bill Gates, bu heyet arasındadır.

Dünyanın en büyük patentli GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) tohum ve tarım kimyasalları devi ABD'li DuPont / Pioneer Hi-Bred yine bunlarla birliktedir.

Yine bir ABD'li GDO devi Monsanto bu projenin kurucularındandır.

İsviçre menşeli GDO tohum ve tarım kimyasalları şirketi Syngenta bunlarla birliktedir.

1970'lerde 100 milyon dolarlık bir kaynakla "Yeşil Devrim" diye bilinen tohumda gen devrimini başlatan ve tarımsal değişim ile ideal genetik saflığı sağlama çalışmalarını yürütmek üzere dünyanın en büyük vakıflarından birini kuran petrol devi Rockefeller bu işin kurucuları arasındadır.

Şimdi bir önemli soru da, Dünyanın pek çok ülkesinde "zaten var olan" tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard'a muhtaç kalınacaktır?

Gelecek yazı: ARİ IRK YARATMA PROJESİ

http://anadoluhaber.blogspot.com/2009/05/tohumculukta-korkuc-boyutlar.html

Yerli meyve-sebze tohumları, yok olma tehlikesinde

29 Mayıs 2009 Ticari olarak daha yüksek verime sahip olan ancak tohum vermeyen bitkilerin yaygınlaşması nedeniyle Anadolu'ya özgü bazı sebze ve meyve çeşitleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarla Bitkileri Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ahmet Tamkoç, özellikle son 10-15 yıldır, yüzyıllardır bu topraklarda üretilegelen domates, salatalık, patlıcan gibi çoğu sonradan ülkemize gelen ürünlerin yerini, bu bitkilerden daha fazla verime sahip, görünümleri daha düzgün çeşitlerin almaya başladığı nı belirtti.
Ülkenin her yerinde ticari olarak adeta bir zorunluluk halinde üretilmeye başlayan sebze ve meyvelerin, bu toprağın artık yerli ürünleri olmuş çeş itlere ihtiyaç bırakmadığını dile getiren Tamkoç, "Eski tohumlardan üretilen ürü nler aranan standart görünümde olmadığı için satılamıyor. Bu nedenle eski geleneksel sebze ve meyvelerimizin tohumları üreticiler tarafından saklanmaz oldu. Bu tohumları belli bir sıcaklıkta korumaz ya da belli bir zaman içinde ekmezseniz yok olur. Bu da, her biri çok önemli birer gen kaynağımız olan çeşitlerin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına neden oldu" dedi.
Bu eski bitkilerin, küresel ısınma nedeniyle sıcaklıkların aşırı artması ya da ortaya çıkabilecek beklenmeyen bitkisel hastalıklara karşı adeta bir güvence konumunda olduğunu vurgulayan Tamkoç, şunları kaydetti:
"Böyle bir durum ortaya çıkarsa, bu eski geleneksel bitkilerimizden alacağımız genleri yüksek verime sahip bitkilere taşıyarak, sorunu çözebiliriz. Kendi bitkilerimiz kaybolursa, gelişmiş ülkelerin gen bankalarından gen almak zorunda kalabiliriz. O zaman ihtiyaç duyduğumuz genleri bu ülkeler bize verirler mi, nasıl bir bedel ödeyerek alırız, şimdiden bilemeyiz. Bu nedenle bu geleneksel bitkilerimizin tohumlarını en azından tedbir olarak koruma altına almak zorundayız. Bu tür sebze ve meyve tohumlarıyla, doğal olarak bir bölgede yetişen endemik türler, milli bir projeyle koruma altına alınmalıdır. Türkiye'de devlet kurumlarının belli bölgelerde gen bankası çalışmaları var ancak kesinlikle yeterli değil."
Tamkoç, hayvanlar da dahil Türkiye'deki tüm genetik malzemenin kayıt altına alınmasının bir zorunluluk olduğunu, bu konuda geç kalındığını, çalışmaların bir an önce başlaması gerektiğini söyledi.
Anadolu'da, sadece küçük çaplı alanlarda yetişen, dünyada bir baş ka örneği olmayan endemik yabani bitkilerin de korunmasının büyük önem taşığını anlatan Tamkoç, "Bu bitkilerin de genlerine her zaman ihtiyaç duyabiliriz. Ancak bu bitkiler zaman zaman, yerleşim alanları kurulması ya da baraj yapımı gibi nedenlerle tümüyle yok edilebiliyor. Bir ülke için adeta genetik bir silah anlamına gelen bu bitkileri yok etmemek için, yapılaşan ya da tarıma açılacak alanlarda endemik tür incelemesi mutlaka yapılmalı, böyle bir tehlike varsa yapılaşmaya ya da tarıma izin verilmemelidir" diye konuştu.
Çumra Belediye Başkanı Yusuf Erdem ise, genetiği değiştirilmiş tohumlardan elde edilen ürünlerle mücadele ettiklerini, bu değişime karşı Çumra'ya has ürünleri koruma altına almak için gen bankası çalışması başlattıklarını söyledi.
Kendisinin bizzat köylülerden, bölgede geleneksel olarak yetiştirilen kavun ve karpuz tohumlarını toplamaya çalıştığını vurgulayan Erdem, "Bu tohumları Ziraat Mühendisi Mustafa Eser ile birlikte muhafaza ediyoruz. 2-3 yıl bu tohumları ekerek tam ırkı oluşturacağız. Daha sonra tohumları gen bankamızda korumaya alacağız" dedi.
Genetiği hiç bir şekilde bozulmamış organik tohumların toplanması, korunması ve çoğaltılmasının, tüketiciler ve tüm insanlığın menfaatine olacağını dile getiren Erdem, "Meyve ve sebzede insanımız artık, 'Nerede o eski meyve ve sebzelerin tatları' yerine 'nerede o eski tohumlar' demeye başladı. Amacımız Anadolu'ya özel bu eski doğal lezzetlerimizi korumak, yok olmalarını engellemektir. Bu tohumlarla tarımın yaygın olduğu bölgemizde organik tarımı yaygınlaştırmayı hedefliyoruz" diye konuştu.
Artık, yüksek verim alınsa da çiftçinin satın alarak ektiğ i tohumları her yıl yeniden satın almak zorunda kaldığını, bu bitkilerin tohum vermediğini anlatan Erdem, gen bankası çalışmasıyla, çiftçiyi ve Türk halkını , "insan sağlığını hiçe sayan" uluslararası şirketlere her geçen gün daha da bağımlı hale gelmekten kurtarmayı amaçladıklarını sözlerine ekledi. netgazete

“Türkiye halkı bilerek kısırlaştırılıyor”
30 Mayıs 2009
Türkiye erkeklerinin spermleri tümüyle yok olmakla yüzyüze kalabileceğini belirten Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Genel Başkanı Kemal Özer çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Genetiği değiştirilmiş tohum üreticilerinin Ankara’da lobicilik yaptığını iddia eden Özer, birçok genetiği değiştirilmiş tohum üreticilerinin dünya çapında adlarının ‘şeytani şirketlere’ çıktığını belirtti.

Türkiye’yi ve Türk tohumunu kurtarmanın Abd’li Monsanto’nun yanısırı yine ABD’li Pioneer, İsrailli Hazera, Şilili SQM, Alman KWS, Güney Kıbrıs’tan AMC/AGRIMATCO, Cheetos, Lay’s, Ruffles, Doritos, Rocco, Al a Turca gibi cips markaları ile tanıdığımız Abd’li PepciCola’ya ait Fritolay, Fransalı Limagrain, Yunanlı Golden Westseeds, İsviçreli Syngenta gibi şirketlere kalmadığını belirten Özer; “Gerçeği toplumun anlayacağı bir dille özetlersek amaç; Türk florasını ve tohumunu genetiğini değiştirerek kendi adlarına tescil etmektir” dedi.
Genetiği değiştirilmiş tohum üreticilerinin gerçek amaçlarının mısır, soya, kanola, ayçiçeği, buğday, pamuk, domates, hıyar, biber, fasulye, bezelye, patlıcan, kabak, kavun, karpuz, ıspanak gibi insan ve insanlık için vazgeçilmez ortak mirası, mülkiyetlerine geçirmek olduğunu ileri sürerek “Küresel kuraklık masalıyla zihinleri kirletilen insanlık şimdi “susuz tohum” masalıyla pazarlanan iğdiş edilmiş, kısırlaştırılmış ebter tohumlarla kıyamet öncesi “gıda kıyameti” ile karşı karşıyadır.

Susuz bir yaşam mümkünmüş gibi susuz toprakta yetiştiği iddiasıyla çiftçisiyle, akademisyeniyle, siyasetçisiyle, satıcısıyla, teknik elemanıyla ve tüketicisiyle bir ülke topyekûn aldatılmakta ve geri dönüşü imkânsız bir musibete sürüklenmekte.

Geliyorum diyen belânın tacirleri, “Dünyada birçok ülke GDO’lardan yüksek gelir elde ediyor. Türkiye’de ise düşünmeden, insan sağlığını olumsuz etkiliyor diye karşı çıkılıyor. Biz, bir zamanlar matbaaya da karşı çıkmıştık. Türkiye’de bir an önce bu konuda altyapı hazırlanmalı” şeklindeki gerçek dışı beyanlarla halen her 100 kişiden 25’nin kısırlaştırıldığı ülkemizin çok yakın gelecekte hemen herkesin kısırlaştırıldığı bir toplum olması için çalıştığının farkındalar mı acaba?

GDO savunucuları GDO’lu ürünlerin “kanıtlanmış bir olumsuz etkisi yok” iddiasındalar. Hâlbuki farelerde yapılan deneylerde her nesilde artan ve 4. nesilde yüzde yüz kısırlaşma etkisi yaptığı ispatlanmıştır. Tohum mirasına konmaya çalışan GDO’lu hibrit tohumu üreticisi firmalar ve dernekleri mâdemki bu kadar iddialılar, o halde patron ve yöneticileri gönüllü denek olsunlar ve laboratuarlarda kendilerinde deneyler yapılsın. Şayet zararsızsa bizde kendilerini destekleyelim. Ya da ebediyete kadar sussunlar.

Çok iyi bilinmelidir ki Türkiye önlem almazsa 2030’larda Türkiye’de kadının doğurganlığı sıfırlarlara kadar inecek Türkiye’de erkeklerinin spermleri tümüyle yok olmakla yüzyüze kalabilecektir. Bunun sorumlusu ebter horum üreticileri kadar buna izin veren siyasetçiler ile gerçeği toplumdan gizleyen bilim çevreleri olacaktır” dedi
time türk

12 Haziran 2009
'Terminatör' tohumlara karşı uyarı: Yasayı geri çekin!

Tüketici Örgütleri Federasyonu (TÖF), genetiği değiştirilmiş tohumların Türkiye'ye girişini serbest bırakarak, tarım yapılmasını sağlayacak yasa tasarısına karşı harekete geçti.
Kadıköy'deki Tarım İl Müdürlüğü önünde, ellerinde "GDO'ya Hayır" ve "Yaşam Patentlenemez" yazılı pankartlarla bir basın açıklaması yapan Tüketici Örgütleri Federasyonu başkanı Fuat Engin, hükümetten genetiği değiştirilmiş ürünlerin ekimine izin veren yasa tasarısını acilen geri çekmesini istedi.

Bağdat Caddesi üzerindeki Tarım İl Müdürlüğü önünde, genetiği değiştirilmiş 'kare karpuzlar' ve 'canavar domates' resimleri ile doğal yollarla yetiştirilmiş meyve ve sebzeler yanyana yer aldı.

Bakanlığın yasa tasarısını savunurken, "bebek mamalarında kullanılmayacak" ifadesini kullanan hükümet sözcüsü Cemil Çiçek'i eleştiren Fuat Engin, "GDO'lu besinleri tüketen anneler gördüğünde, emzirdiği bebek zarar görmeyecek mi? Bu nasıl bir çelişkidir?" ifadelerini kullandı.

Avrupa Birliği'nin reddettiği, sadece Amerika'nın bazı bölgeleri ile birkaç Latin Amerika ülkesinde ve üçüncü dünya ülkelerinde ekimine izin verilen bu tohumların insanlarda alerjik reaksiyonların ve toksinlerin artması gibi etkileri olduğunu hatırlatan Engin, GDO'lu tohumların ekildiği toprakların daha sonraki 15 yıl boyunca normal tarımda kullanılamadığını da hatırlattı.

Basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi:

"GDOlu tohumlar kısırdır. Bu terminatör (kısır) tohumların ekiminin tarımda ilaç kullanımını azalttığı, verimi artırdığı yaklaşımı ise sadece masaldır.
GDOlu tarım, kendi dışındaki tüm tarım şekillerini ve özellikle biyolojik tarımı yok eden totaliter bir tekniktir. Bu nedenle de GDOlu tohumların ülkemize girişini serbest bırakacak yasa çıkarılmamalıdır. GDOlu tarımın önü açılmamalıdır.

Gelecekte ekolojik yaşama ve insanlığa ne kadar bedel ödeteceği belli olmayan, sistemi tümüyle değiştirebilecek, çıkaracağı sağlık problemleriyle dünyanın düzenini bozacak GDOlu ürünlerin üretilmesini kesinlikle istemiyoruz. Bu tohumların/ürünlerin Türkiye'ye sokulması önlenmelidir. Sosyal devletin birinci önceliği tüketicinin sağlık ve güvenliğini korumak olmalıdır. Konuyla ilgili yasa çalışmalarına derhal son verilmelidir.

BASIN AÇIKLAMASI ÖNCESİ GERGİNLİK

Öte yandan, TÖF tarafından İstanbul Tarım İl Müdürlüğü önündeki kaldırımda yapılmak istenen GDO karşıtı eylem, müdürlükteki bazı görevlileri rahatsız etti. "Tabelamızın önünde açıklama yapamazsınız" diyerek konuşmayı engellemeye çalışan İl Müdürlüğü yetkilisi, kameraların devreye girmesi ile uzaklaşmayı tercih etti.

Basın açıklamasını meraklı gözlerle izleyen vatandaşların ise konu hakkında neredeyse hiç bilgi sahibi olmaması dikkat çekiciydi.
dünya bülteni

BETERİN BETERİ VAR
Prof.Dr. Tayfun Özkaya

Gündemin domuz gribi ve açılım ile bu kadar yüklü olduğu bu günlerde 26 Ekim pazartesi günü Resmi Gazetede Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan bir yönetmeliğin zamanlaması doğrusu GDO severler için çok uygun idi. Yönetmelik Türkiye’yi GDO’ların ithaline ve kullanımına açtı. Artık GDO’lu ürünlerle zehirlenme özgürlüğü başlamıştır. GDO’lu ürünleri topluma yedirmek için önce haberi farkına varmadan yedirmek gerekir diye bazıları düşünmüş olabilir mi? Pazartesi medya bu olayla hiç ilgilenmedi. Salı günü ise birçok gazete ve web sayfasında haber ters verilmişti. Kimisi mamalarda artık GDO kullanılamayacağını, kimisi de Türkiye’ye GDO’ların giremeyeceğini yazıyordu. Yüzeysel izleyiciler için nerede ise çok güzel bir haber vardı.

GDO’lu ürünlerin sağlığa etkileri hayvanlar üzerinde yapılan epeyce araştırmaya konu oldu. Sadece bir tanesini verelim. İskoçya Rowett Enstitüsü’nden Dr. Arpad Pusztai’nin GD patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışıklık sistemlerinde çökme, kan yapılarında bozulma ve mide çeperlerinde kalınlaşma görüldü.

Okuduğunu anlayacak herkesi yönetmeliği kendi gözleri ile okumaya çağırıyorum. Merak etmeyin beş sayfadan fazla değil. Bundan sonra sizin ve çocuklarınızın ne yiyeceği sizin elinizde. İnternette adres yerine rega.basbakanlik.gov.tr yazıp tıklayın ve 26 Ekim 2009 tarihli Resmi Gazeteyi açıp kendiniz okuyun.

Madde 5/2’de yazanlar şöyle:

“İthal edilen, üretilen veya dağıtımı yapılan GDO’lu gıda veya yemin çevre, insan veya hayvan sağlığı açısından olumsuzluğu tespit edildiğinde, gıda veya yem işletmecisi sağlığı ve çevreyi korumak amacıyla gerekli tedbirleri almak, Bakanlığı, diğer ilgili mercileri ve tüketicileri acilen bilgilendirmek ve söz konusu gıda veya yemi, piyasadan geri çekmek zorundadır.”

Emriniz olur. Az sayıda istisnası ile dünyanın neresinde görülmüş, bir şirketin “yoğurdum ekşidir” dediği. Hindistan’da GDO’lu pamuğun verimsiz ve zararlı olduğunu 19 araştırma söylediği halde, bu araştırmaları hangi şirket dikkate almıştır.

Madde 5/3’de şunlar yazıyor:

“GDO lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır.”

Yani “aslında GDO’lar zararlıdır, bu yüzden bebekleri şimdilik affediyoruz. Büyüyünce onlar da başlarlar yemeğe” demekteler. Daha başka söze gerek var mı?

Madde 5/7’de şunları okuyoruz:

“Gıda veya yemin % 0,5 ten fazla izin verilmeyen GDO içermesi halinde ithalatına, işlenmesine, nakline, dağıtımına ve satışına izin verilmez.”

İnsan veya çevre sağlığına zararlı bir ürünün azıcık karışmasının bir sakıncası olmadığı söylenmek isteniyor. Birazcık mikrop zarar vermez gibi bir ifade. Zararlı bir organizmanın şakaya gelmeyeceğini bilmiyorlar mı?

Madde 5/8’de şunları okuyoruz:

“GDO’suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO’suz olduğuna dair ifadeler bulunamaz.”

Eee, pes yani. GDO’lu gıdaları üretenler o kadar ürünlerine güvenmiyorlar ki her hangi bir gıda üreten bir şirket paketin üzerine ürününde GDO kullanılmadığını yazamıyor. Tarım Bakanlığına öneriyoruz: “trans yağ kullanılmamıştır”, “katkı maddesi kullanılmamıştır”, “domuz eti kullanılmamıştır” yazılmasını da yasaklasınlar. Ne farkı var? Çok mu masum bu madde. Bu isteğin ABD’de GDO’lu ürün üreten şirketlerin talebi olduğunu biliyorlardı şüphesiz.

GDO’ya Hayır Platformunun da açıkladığı gibi “GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların ve ürünlerinin de GDO’lu sayılması ve dolayısıyla etiketlenmesine ilişkin hiçbir maddenin yönetmelikte yer almaması da insan sağlığının hiçe sayıldığının en büyük göstergelerinden biridir.” İçtiğiniz süt artık çok daha tehlikeli olacak.

Yönetmeliği çiğneyenlere verilecek para cezaları büyük şirketleri ürkütecek düzeyde değildir.

Bütün bunlar insanlarımıza, çevreye yapılan bir zulüm değilse nedir? Artık GDO ile zehirlenme özgürlüğünüz var.

Ya şimdi ayağa kalk ve itiraz et,

Ya da sistemin mezbahasında uslu koyun olduğunu itiraf et.
Odatv.com

Biliminsanları duyurdu: Tohum üreticilerinin verimlilik sevdası domateste ‘tat bırakmadı’
28/01/2017



Biliminsanları son yıllarda tüketiciler arasında m


En son Ekim tarafından Pzr Oca 03, 2010 1:39 am tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Hzr 19, 2009 12:12 am    Mesaj konusu: AYM Mahkeme GDO'yu mahkum etti Alıntıyla Cevap Gönder

18 Haziran 2009 Perşembe
AYM GDO'yu mahkum etti

GDO'lu ürünlerin kanser, hipertansiyon, osteoporoz, dolaşım ve sindirim bozuklukları hastalığına neden olduğunu belirten yüksek mahkeme, GDO'yu yasalaştıran, Ulusal Gıda Biyo Güvenlik Yasa Tasarı'nında önünü kapattı.

Anayasa Mahkemesi Gıda Kanunun bazı maddelerini iptal gerekçesinde; "Günümüzde gıdaların doğallığını yitirmiş olduğu bir gerçektir. Gıda üretiminde yaklaşık 6000 çeşit kimyasal ve diğer maddeler kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca genetik modifiye gıdalardan söz edilmektedir. Bunlar sağlık açısından insanlarda kanser, hipertansiyon, osteoporoz, dolaşım ve sindirim bozuklukları hastalığı anlamına gelmektedir. Ayrıca zoonoz ve diğer birçok hastalık, gıdalar vasıtasıyla sindirim yoluyla insanlara bulaşmaktadır.

Ülkemizde yapılan bir bilimsel araştırma, ölümlerin % 11’inin kanserden ileri geldiğini ortaya koymuştur. Bu % 11’in önemli diliminin ise, gıda kaynaklı olduğu düşünülmektedir (Pekcan ve Karaağaoğlu, DPT yayınları, 2670, s.45, Mart 2003).

Görüldüğü gibi, halkın sağlığının korunması ve bu maksatla gıda maddeleri ile bu maddeleri üreten işyerlerinin denetiminin yapılmasına ilişkin böylesine önemli bir yasada; Avrupa Birliği tarafından uygulanması zorunlu hale getirilen HACCP (Tehlike Analizi ve Kritik Kontrol Noktaları) Sisteminin temel ilkelerine ilişkin düzenlemelerin -hem de eksik olarak- Anayasaya aykırı bir şekilde asli düzenleme yetkisi devredilerek yönetmeliğe bırakılması ve de “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesinin yok sayılması; giderilmesi güç veya imkansız durum ve zararlar doğuracağından; iptal davası sonuçlanıncaya kadar iptali istenen hükümlerin yürürlüğünün durdurulması da istenmiştir" dedi.

Bu tarihi karardan sonra Genetiği Değiştirilmiş ürünleri üretim ve tüketimine izin veren Ulusal Biyo Güvenlik Yasa çalışması önünde büyük bir engel teşkil etmesi bekleniyor.


ANAYASA MAHKEMESİ KARARI

Anayasa Mahkemesi Başkanlığından:

Esas Sayısı : 2004/69

Karar Sayısı : 2009/6

Karar Günü : 8.1.2009

İPTAL DAVASINI AÇAN : Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Haluk KOÇ, Oya ARASLI ile birlikte 116 milletvekili.

İPTAL DAVASININ KONUSU : 27.5.2004 günlü, 5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun’un;

1- 5. maddesinin ikinci fıkrasının,

2- 9. maddesinin dördüncü fıkrasının,

3- 10. maddesinin ikinci fıkrasının,

4- 14. maddesinin ikinci fıkrasının,

5- 23. maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci tümcesinin,

6- 25. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “…ilgili mercilere…” ibaresi ile ikinci fıkrasının,

7- 29. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin,

a) Birinci paragrafında yer alan “…üretimden men edilir…” ve “…el konulur…” ibarelerinin,

b) İkinci paragrafında yer alan “…ürünlere el konulur…” ibaresinin,

c) Üçüncü paragrafında yer alan “…faaliyetten men edilir…”, “…el konulur…” ve “izinleri iptal edilir” ibarelerinin,

d) (b) bendinde yer alan “…faaliyetten men edilir…” ibaresinin,

e) (c) bendinin birinci paragrafında yer alan “…faaliyetten men edilir…” ibaresi ile ikinci paragrafındaki “…yöneticilikten men cezası…” ibarelerinin,

f) (d) bendindeki “…el konulur…” ibaresinin,

g) (e) bendindeki “…faaliyetten men edilir…” ibaresinin,

h) (f) bendinde yer alan “…toplattırılır…” sözcüğünün,

Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 11., 38., 40. ve 128. maddelerine aykırılığı savıyla iptalleri ve yürürlüklerinin durdurulması istemidir.

I- İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ

Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir:

“a) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Gıda Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 5 inci maddesinin ikinci fıkrasının Anayasaya Aykırılığı

İptali istenen bu hükümde; gıda maddelerinin ve gıda ile temas eden madde ve malzemelerin gıda güvenliği, hijyen ve kalite analizlerini yapmak üzere, Bakanlıkça yetkilendirilecek kamu ve özel laboratuvarların kuruluş, çalışma izin ve denetimi ile ilgili usul ve esasların yönetmelikle belirlenmesi öngörülmektedir.

Kanunda herhangi bir asli düzenleme yapılmaksızın kamu ve özel laboratuvarların kuruluş, çalışma izin ve denetimi ile ilgili usul ve esasları belirleme konusunda yürütmeye verilmiş olan yetki, bir yasama yetkisi devri niteliğini taşımaktadır. Çünkü Anayasanın 8 inci maddesine göre yürütme, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılan ve yerine getirilen bir yetki ve görevdir. Yürütmenin Anayasada gösterilen ayrık haller dışında asli düzenleme yetkisi yoktur. Bu yetki, Anayasanın 7 nci maddesine göre TBMM’nindir ve devredilemez.

Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının, Anayasanın 7 nci maddesine uygun olabilmesi için, temel ilkeyi koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Temel kuralları koymadan, ölçüsünü belirlemeden ve sınırlarını çizmeden, yürütmeye düzenleme yetkisi veren kural, Anayasanın 7 nci maddesine aykırı düşer (Anym. 06.07.1993, E. 1993/5, K. 1993/25).

Bu nedenle, söz konusu yetki, Anayasanın 7 nci ve 8 inci maddelerine aykırı olduğu gibi; Anayasadan kökenlenmediği için, Anayasanın 6 ncı maddesi ile de çelişmektedir.

Diğer taraftan Anayasanın 38 inci maddesindeki “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesi gereğince hangi eylemin suç sayılacağının kanunla belirlenmesi zorunludur. 5179 sayılı Kanunun 29 uncu maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde, 5 inci maddede belirtilen kuruluş ve/veya faaliyet izni almadan faaliyete geçen özel gıda laboratuvarının faaliyetten men edileceği ve 10 milyar lira idari para cezası verileceği öngörülmüştür. Kuruluş ve çalışma izninin usul ve esaslarını belirleme yetkisine sahip olan İdare, bu yolla fiilin suç sayılıp sayılmayacağını belirlemiş olmaktadır. İptali istenilen hüküm, bu açıdan da Anayasaya aykırıdır.

Ayrıca nesnel yasa kuralları ile sınırları gösterilmemiş bir yetkinin, keyfi uygulamalara yol açabileceği ve bu nedenle Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesi ile de uyumlu olamayacağı da açıktır. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ve Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşması da beklenemez.

Bu nedenlerle 5179 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin ikinci fıkrası, Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci, 11 inci ve 38 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekmektedir.

b) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Gıda Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 9 uncu maddesinin dördüncü fıkrasının Anayasaya Aykırılığı

İptali istenilen bu hüküm ile, gıda mevzuatı uygulamalarında esas alınacak olan “risk analizi” ile ilgili usul ve esasların yönetmelikle belirlenmesi öngörülmüştür. 5179 sayılı Kanunun “Tanımlar” başlığını taşıyan 3 üncü maddesinde, yalnızca risk analizinin; risk değerlendirmesi, risk yönetimi ve risk iletişimi ile bağlantılı üç ayrı süreçten oluşan sistemi ifade ettiği belirtilerek bu süreçlerin soyut tanımı yapılmakla yetinilmiştir.

Görüldüğü gibi gıda mevzuatı uygulamalarında esas alınacak olan ve üç ayrı süreçten oluşan risk analizi konusunda temel ilke konulup çerçevesi çizilmemiş; sınırsız, belirsiz, geniş bir alan yürütmenin düzenlemesine bırakılmıştır. Böyle bir düzenleme, asli bir düzenleme niteliği taşır. Yürütmenin ise Anayasanın 8 inci maddesine göre, Anayasada gösterilen ayrık haller dışında asli düzenleme yetkisi yoktur. Yürütme, Anayasa ve kanunlara göre yerine getirilen bir yetki ve görevdir. Asli düzenleme yapma yetkisi yasamanındır ve Anayasanın 7 nci maddesine göre, devredilemez. Söz konusu dördüncü fıkrada yürütmeye asli düzenleme yetkisi verilmesi, Anayasanın 7 ve 8 inci maddelerine aykırı bir yetki devri niteliği taşımaktadır ve kökenini Anayasadan almadığı için, Anayasanın 6 ncı maddesi ile de çelişmektedir. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen “hukuk devleti” ve 11 inci maddesinde yer alan “Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkeleriyle bağdaşması da beklenemez.

Açıklanan nedenlerle 5179 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin dördüncü fıkrasının, Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekmektedir.

c) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Gıda Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 10 uncu maddesinin ikinci fıkrasının Anayasaya Aykırılığı

İptali istenilen bu hüküm ile, insan sağlığı üzerinde zararlı bir etkinin olması ihtimalinin belirmesi ve bilimsel belirsizliklerin sürmesi gibi özel durumlarda uygulanacağı belirtilen “ihtiyati tedbirler” ile ilgili usul ve esasların yönetmelik ile belirlenmesi öngörülmüştür. 5179 sayılı Kanunda, yönetmelikle düzenlenecek tedbirlerin konu, amaç ve koşulları açısından herhangi bir hükme yer verilmemiş olduğu dikkate alındığında, burada da asli düzenleme yetkisinin devredilmiş olduğu görülmektedir.

Yürütmenin Anayasanın gösterdiği ayrık haller dışında asli düzenleme yetkisi yoktur. Anayasanın 8 inci maddesine göre yürütme Anayasa ve kanunlara uygun olarak yerine getirilen bir yetki ve görevdir. Asli düzenleme yetkisi ise yasamanındır ve Anayasanın 7 nci maddesine göre, devredilemez. Bu nedenle söz konusu ikinci fıkrada yürütmeye verilen düzenleme yetkisi Anayasanın 7 ve 8 inci maddelerine aykırıdır ve kökenini Anayasadan almadığı için Anayasanın 6 ncı maddesiyle de çelişmektedir.

Ayrıca nesnel yasa kuralları ile sınırları gösterilmemiş bir yetkinin, keyfi uygulamalara yol açabileceği ve bu nedenle Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesi ile de uyumlu olamayacağı da kuşkusuzdur. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ve Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle bağdaşması da beklenemez.

5179 sayılı Kanunun 10 uncu maddesinin ikinci fıkrasının Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 inci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekmektedir.

d) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Gıda Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 14 üncü maddesinin ikinci fıkrasının Anayasaya Aykırılığı

İptali istenilen bu hükümde “Acil durumlarla ilgili usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.” denilmiş ancak 5179 sayılı Kanunda, hangi durumların acil durum sayılacağına ve bu durumlarda alınacağı açıklanan “gerekli tedbirlerin” neler olduğuna ilişkin hiçbir düzenleme yapılmamıştır. Bu nedenle söz konusu hususlarda yapılacak düzenleme bir asli düzenleme niteliğini taşıyacaktır. Halbuki yürütmenin Anayasada gösterilen ayrık haller dışında asli düzenleme yetkisi yoktur. Anayasanın 8 inci maddesine göre yürütme, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak yerine getirilecek bir yetki ve görevdir. Asli düzenleme yetkisi yasamanındır ve Anayasanın 7 nci maddesine göre devredilemez. 14 üncü maddenin ikinci fıkrasında yürütmeye verilen düzenleme yetkisi Anayasanın 7 ve 8 inci maddelerine aykırı bir yetki devridir ve kökenini Anayasadan almadığı için, Anayasanın 6 ncı maddesi ile de çelişmektedir. Görüldüğü gibi yasama organına ait devredilemeyecek bir yetki olan “asli düzenleme yetkisi” burada da yürütmeye devredilmiştir.

Diğer taraftan 5179 sayılı Kanunun “Ceza hükümleri” başlığını 29 uncu maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde, 14 üncü maddede belirtilen acil durumlarda alınacak tedbirlere gerçek ve tüzelkişilere beş miyar lira idari para cezası verilmesi, eylemin tekrarı halinde idari para cezasının iki kat artırılarak uygulanması öngörülmektedir. Acil durumla ilgili usul ve esasları belirleme yetkisine sahip olan İdare, bu yolla fiilin suç sayılıp sayılmayacağını da belirlemiş olmaktadır. O halde iptali istenilen hüküm, Anayasanın 38 inci maddesindeki “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesine de aykırılık teşkil etmektedir.

Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 2 nci maddesindeki “hukuk devleti” ve 11 inci maddesinde yer alan “Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkeleriyle bağdaşması da beklenemez.

Açıklanan nedenlerle 14 üncü maddenin ikinci fıkrası, Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci, 11 inci ve 38 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir.

e) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Gıda Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 23 üncü maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci cümlesinin Anayasaya Aykırılığı

İptali istenilen 23 üncü maddenin dördüncü fıkrasının ikinci cümlesinde; Bu Kanun kapsamındaki gıda kontrol ve denetim hizmetlerini yapacak olanların seçimi ve yetiştirilmesine ilişkin usul ve esasların yönetmelikle belirleneceği öngörülmüştür.

Anayasanın 128 inci maddesinin ikinci fıkrasında “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir” denilmiştir.

Gıda kontrol ve denetim hizmetlerini yapacak olanların seçiminde dikkate alınacak en önemli kıstasın “nitelikleri” olacağı kuşkusuzdur. Nitelik’ten soyutlanamayacak bir seçime ilişkin usul ve esasların kanunla düzenlenmeyerek yönetmeliğe bırakılması da Anayasanın 128 inci maddesine aykırı düşmektedir. Seçim, yetiştirmenin ön şartı olup, seçme olmadan yetiştirme de olamayacağından cümlenin tamamı için iptal istenilmiştir.

Diğer yandan 128 inci maddeye göre kanunla yapılması gereken bir asli düzenlemenin yürütmeye bırakılması, Anayasanın 7 ve 8 inci maddelerine aykırı bir yetki devridir. Kökenini Anayasadan almayan bu yetkinin Anayasanın 6 ncı maddesi ile de çelişeceği açıktır.

Anayasanın herhangi bir maddesine aykırı olan bir hükmün Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen “hukuk devleti” ve 11 inci maddesinde yer verilen “Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkeleri ile uyumlu olması da düşünülemez. Bu nedenle 5179 sayılı Kanunun 23 üncü maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci cümlesi Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci, 11 inci ve 128 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir.

f) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Gıda Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 25 inci Maddesinin birinci fıkrasındaki “ilgili mercilere” ibaresi ile ikinci fıkrasının Anayasaya Aykırılığı

5179 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin birinci fıkrasında; Gıda maddeleri ve gıda ile temas eden madde ve malzemeleri üreten, ithal ve ihraç eden ve satan işyeri yetkililerinin, kontrol ve denetim sonuçları hakkında, ilgili mercilere itiraz edebileceği açıklanmakta ve ikinci fıkrasında da, itiraz hakkına ilişkin usul ve esasların yönetmelikle belirleneceği öngörülmektedir.

25 inci maddenin birinci fıkrasındaki “ilgili mercilere” ibaresi, kontrol ve denetim sonuçlarına karşı hangi mercilere ve hangi sürelerde itiraz edileceğini göstermediği için Anayasanın 40 ıncı maddesine aykırıdır

Anayasanın 40 ıncı maddesinin ikinci fıkrası “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvurulacağını ve sürelerini belirtmek zorundadır” hükmüne amirdir. Bu maddenin gerekçesinde de “Bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlanması amaçlanmaktadır. Son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercii ve sürelerin belirtilmesi hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk haline gelmiştir”

Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen “kanun yolları” hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancak Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen nedenlerle ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilir.

Öte yandan böyle bir ibare, Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin en önemli ögelerinden olan “belirlilik” ilkesine de aykırı düşer. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan “Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkeleriyle bağdaşması da beklenemez. Bu nedenle 5129 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin birinci fıkrasındaki söz konusu ibare; Anayasanın 2 nci, 11 inci ve 40 ıncı maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir.

5179 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin ikinci fıkrasında; itirazın yapılacağı merciler de dahil itiraz hakkına ilişkin tüm düzenlemelerin yönetmelik ile yapılması öngörülmüştür. Böyle bir düzenleme; 5179 sayılı Kanunun genelinde görülen yasama organına ait ve devredilemeyecek bir yetki olan “asli düzenleme yetkisi” nin devrinden başka bir şey değildir.

Asli düzenleme yetkisi, Anayasanın 7 nci maddesine göre, yasamanındır ve devredilemez.

Anayasanın 8 inci maddesi ise yürütmenin Anayasada gösterilen ayrık haller dışında asli düzenleme yetkisi olmadığını; yürütmenin Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılan ve yerine getirilen bir yetki ve görev niteliğini taşıdığını ifade etmektedir.

Bu nedenle 25 inci maddenin ikinci fıkrası Anayasanın 7 ve 8 inci maddelerine aykırıdır. Devredilen yetki kökenini Anayasadan almadığı için Anayasanın 6 ncı maddesi ile de çelişmektedir. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ve 11 inci maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle de bağdaşmaz. Bu nedenle söz konusu 25 inci maddenin ikinci fıkrası; Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan iptal edilmesi gerekmektedir.

g) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Kanunun 29 uncu maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin birinci paragrafındaki “üretimden men edilir” ve “el konulur”, ikinci paragrafındaki “ürünlere el konulur”, üçüncü paragrafındaki “faaliyetten men edilir”, “el konulur” ve “izinleri iptal edilir”, (b) bendindeki “faaliyetten men edilir”, (c) bendinin birinci paragrafındaki “faaliyetten men edilir” ibaresi ile ikinci paragrafındaki “yöneticilikten men cezası”, (d) bendindeki “el konulur” ibaresinin, (e) bendindeki “faaliyetten men edilir”, (f) bendindeki “toplattırılır” ibarelerinin Anayasaya Aykırılığı

Yukarıda belirtilen ve iptali istenilen ibareler; 5129 sayılı Kanunun 29 uncu maddesiyle idareye tanınan ceza ve önlem mahiyetindeki müeyyide ve işlemlerdir. 29 uncu maddede öngörülen para cezalarına karşı başvurulacak kanun yolu “idari yargı” olarak 30 uncu maddede gösterilmiş ancak idarenin söz konusu müeyyide ve işlemlerine karşı başvurulacak kanun yolu ve süresi açıklanmamıştır. Bu tür düzenleme yukarıda da açıklandığı üzere, Anayasanın 40 ıncı maddesinin ikinci fıkrasının “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvurulacağını ve sürelerini belirtmek zorundadır” hükmüne açıkça aykırılık teşkil eder.

İdarenin işlemlerine karşı kanun yolu, mercii ve sürelerin belirtilmesi; Anayasakoyucu tarafından hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından bir zorunluluk olarak görülüp Devlete bir görev olarak verilmiş olması karşısında, bu Anayasal görevi yerine getirmeyen Devletin, hiçbir şekilde kanun yolunu ve süresini göstermediği işlemleri tesis etmesi de düşünülemez.

Öte yandan bu tür ibareler, Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin en önemli ögelerinden olan “belirlilik” ilkesine de aykırı düşer. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan “Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkeleriyle bağdaşması da beklenemez. Bu nedenle 5129 sayılı Kanunun 29 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki söz konusu ibareler; Anayasanın 2 nci, 11 inci ve 40 ıncı maddelerine aykırı olup iptal edilmeleri gerekir.

IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA GEREKÇESİ
Günümüzde gıdaların doğallığını yitirmiş olduğu bir gerçektir. Gıda üretiminde yaklaşık 6000 çeşit kimyasal ve diğer maddeler kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca genetik modifiye gıdalardan söz edilmektedir. Bunlar sağlık açısından insanlarda kanser, hipertansiyon, osteoporoz, dolaşım ve sindirim bozuklukları hastalığı anlamına gelmektedir. Ayrıca zoonoz ve diğer bir çok hastalık, gıdalar vasıtasıyla sindirim yoluyla insanlara bulaşmaktadır.

Ülkemizde yapılan bir bilimsel araştırma, ölümlerin % 11’inin kanserden ileri geldiğini ortaya koymuştur. Bu % 11’in önemli diliminin ise, gıda kaynaklı olduğu düşünülmektedir (Pekcan ve Karaağaoğlu, DPT yayınları, 2670, s.45, Mart 2003).

Görüldüğü gibi, halkın sağlığının korunması ve bu maksatla gıda maddeleri ile bu maddeleri üreten işyerlerinin denetiminin yapılmasına ilişkin böylesine önemli bir yasada; Avrupa Birliği tarafından uygulanması zorunlu hale getirilen HACCP (Tehlike Analizi ve Kritik Kontrol Noktaları) Sisteminin temel ilkelerine ilişkin düzenlemelerin -hem de eksik olarak- Anayasaya aykırı bir şekilde asli düzenleme yetkisi devredilerek yönetmeliğe bırakılması ve de “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesinin yok sayılması; giderilmesi güç veya imkansız durum ve zararlar doğuracağından; iptal davası sonuçlanıncaya kadar iptali istenen hükümlerin yürürlüğünün durdurulması da istenmiştir.

V. SONUÇ
Yukarıda açıklanan gerekçelerle;

a) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin ikinci fıkrasının, Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci, 11 inci ve 38 inci maddelerine aykırı olduğundan iptaline,

b) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin dördüncü fıkrasının 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan iptaline,

c) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Kanunun 10 uncu maddesinin ikinci fıkrasının, Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan iptaline,

d) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Kanunun 14 üncü maddesinin ikinci fıkrasının, Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci, 11 inci ve 38 inci maddelerine aykırı olduğundan iptaline,

e) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Kanunun 23 üncü maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci cümlesinin, Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci, 11 inci ve 128 inci maddelerine aykırı olduğundan iptaline,

f) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin birici fıkrasındaki “ilgili mercilere” ibaresinin Anayasanın 2 nci, 11 inci ve 40 ıncı maddelerine aykırı olduğundan, ikinci fıkrasının 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan iptaline,

g) 27.05.2004 tarih ve 5179 sayılı Kanunun 29 uncu maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin birinci paragrafındaki “üretimden men edilir” ve “el konulur”, ikinci paragrafındaki “ürünlere el konulur”, üçüncü paragrafındaki “faaliyetten men edilir”, “el konulur” ve” izinleri iptal edilir”, (b) bendindeki “faaliyetten men edilir”, (c) bendinin birinci paragrafındaki “faaliyetten men edilir” ve ikinci paragrafındaki “yöneticilikten men cezası”, (d) bendindeki “el konulur”, (e) bendindeki “faaliyetten men edilir”, (f) bendindeki “toplattırılır” ibarelerinin, Anayasanın 2 nci, 11 inci ve 40 ıncı maddelerine aykırı olduğundan iptaline,

ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.”

II- YASA METİNLERİ

A- İptali İstenilen Yasa Kuralları

27.5.2004 günlü, 5179 sayılı Yasa’nın iptali istenilen fıkra, tümce ve ibareleri içeren maddeleri şöyledir:

“MADDE 5.- Gıda maddelerinin ve gıda ile temas eden madde ve malzemelerin gıda güvenliği, hijyen ve kalite analizlerini yapmak üzere, Bakanlıkça yetkilendirilecek kamu ve özel laboratuvarlar kurulabilir.

Bu laboratuvarların kuruluş, çalışma izin ve denetimi ile ilgili usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.

Sağlık Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri yetkileri çerçevesinde bulunan laboratuvarlar için bu madde hükmü uygulanmaz.

MADDE 9.- İnsan sağlığının korunması ve gıda güvenliğinin sağlanabilmesi için gıda mevzuatı uygulamalarında risk analizi esas alınır. Ancak koşulların ve/veya alınan tedbirlerin, doğası gereği uygun olmaması durumunda risk analizi hariç tutulur.

Risk değerlendirmesi bilimsel kanıtlara dayandırılır; bağımsız, tarafsız ve şeffaf bir şekilde yapılır.

Risk yönetiminde, risk değerlendirmesi sonuçları dikkate alınır ve bu Kanunun 10 uncu maddesindeki şartların oluşması durumunda ihtiyati tedbirler uygulanır.

Risk analizi ile ilgili usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.

MADDE 10.- İnsan sağlığı üzerinde zararlı bir etkinin olması ihtimalinin belirmesi ve bilimsel belirsizliklerin sürmesi gibi özel durumlarda, kapsamlı bir risk değerlendirmesine imkan sağlayacak ileri düzeyde bilimsel veriler elde edilinceye kadar, geçici risk yönetimi tedbirlerine başvurulabilir.

İhtiyati tedbirler ile ilgili usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.

MADDE 14.- Üretilen veya ithal edilen gıda maddesinin, sağlığa zararlı olabileceği ihtimalinin belirmesi durumunda, söz konusu gıda maddesinin pazara sunumu, kullanımı ve ithalatına ilişkin gerekli tedbirler alınır.

Acil durumlarla ilgili usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.

MADDE 23.- Bu Kanun ve bu Kanuna istinaden çıkarılan mevzuatın uygulanmasına ilişkin olarak tüm gıda maddeleri ve gıda ile temas eden madde ve malzemeleri üreten, satan işyerleri ile bu yerlerde üretilen, satılan tüm gıda maddelerinin ve gıda ile temasta bulunan madde ve malzemelerin piyasa gözetimi ve denetimi, ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği içinde yapılır. Ancak, halk sağlığını ilgilendiren acil durumlarda gerektiğinde, Sağlık Bakanlığının müdahale hakkı saklıdır.

Gıda maddeleri satış ve toplu tüketim yerlerinin denetimi, Sağlık Bakanlığının görüşü alınarak Bakanlığın belirleyeceği usul ve esaslar çerçevesinde ilgili mercilerce yapılır.

Bu Kanunun amaç ve kapsamına uygun olarak; gıda ve gıda ile temas eden madde ve malzemelerin birincil üretim aşaması dahil olmak üzere üretim ve tüketim zincirinin tüm aşamalarında, gıda kontrol ve denetim hizmeti, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi en az lisans düzeyinde eğitim almış personel tarafından yapılır.

657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi olup lise düzeyinde eğitimi olduğu halde, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce denetim görevi yapanların hakları saklıdır. Bu Kanun kapsamındaki gıda kontrol ve denetim hizmetlerini yapacak olanların seçimi ve yetiştirilmesine ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.

MADDE 25.- Gıda maddeleri ve gıda ile temas eden madde ve malzemeleri üreten, ithal ve ihraç eden ve satan işyeri yetkilileri, kontrol ve denetim sonuçları hakkında, ilgili mercilere itiraz edebilir.

İtiraz hakkına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.

MADDE 29.- (Değişik madde ve başlığı: 5728 - 23.1.2008 / m.542) Bu Kanuna uymayanlara uygulanacak cezai hükümler aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:

a) 4 üncü maddede belirtilen izin ve tescil işlemlerini yaptırmadan üretime geçen veya bu ürünleri mübadele konusu yapan gerçek veya tüzel kişilere bin Türk Lirası idari para cezası verilir ve işletme üretimden men edilir. Ayrıca, ürünlere elkonularak mülkiyetinin kamuya geçirilmesine karar verilir. Bu işletmelerin, tescil ve izin işlemleri yapıldıktan sonra üretim yapmalarına izin verilir.

Üretim izni alınmamış gıdaları, bunlarla temasta bulunan madde ve malzemeleri veya süresi dolmuş gıda maddeleri satan veya satışa arzeden gerçek veya tüzel kişilere bin Türk Lirası idari para cezası verilir. Ayrıca, bu ürünlere elkonularak mülkiyetinin kamuya geçirilmesine karar verilir.

4 üncü maddede belirtilen izin ve tescil işlemlerini yaptıran; ancak, asgari teknik ve hijyenik şartlarını muhafaza etmeden üretim yapan işyerleri, durumlarını düzeltinceye kadar faaliyetten men edilir, üretilen ürünlere el konulur ve sahipleri gerçek veya tüzelkişilere bin Türk Lirası idari para cezası verilir. Ayrıca, elkonulan ürünlerin mülkiyetinin kamuya geçirilmesine karar verilir. Bu işletmelere, mevcut durumlarını düzelttikten sonra üretim yapma izni verilir. İlgili mercilerce verilen otuz günlük süre içerisinde, eksikliklerini gidermeyen işyerlerinin çalışmaya esas olan izinleri iptal edilir.

b) 5 inci maddede belirtilen, kuruluş veya faaliyet izni almadan faaliyete geçen özel gıda kontrol laboratuvarı faaliyetten men edilir ve sahibi gerçek veya tüzel kişiye onbin Türk Lirası idari para cezası verilir.

c) 6 ncı maddeye göre sorumlu yöneticileri istihdam etmeyen işyerlerinin sahibi gerçek veya tüzel kişiye, bin Türk Lirası idari para cezası verilir. Otuz gün içinde, sorumlu yönetici görevlendirilmediği takdirde, bu işyerleri faaliyetten men edilir.

Yöneticilik görevini gereği gibi yerine getirmeyen sorumlu yöneticiye, üçyüz Türk Lirası idari para cezası verilir. Eylemin tekrarı halinde idari para cezası iki kat artırılarak uygulanır. İkinci defa tekrarı halinde ise, kişi altı ay süreyle sorumlu yöneticilikten men edilir.

d) 18 inci maddede belirtilen sağlığın korunması ile ilgili hükümler dışında, 7 nci maddede belirtilen gıda kodeksine uygun faaliyet göstermeyen gerçek ve tüzel kişilere beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir. Aykırılık, gıda maddelerinin etiket bilgilerinden kaynaklanıyorsa, etiket bilgileri düzeltilinceye kadar bu gıda maddelerinin satışına izin verilmez.

e) 10 uncu maddede belirtilen tedbirlere uymayan gerçek ve tüzel kişilere beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir ve faaliyetten men edilir.

f) 14 üncü maddede belirtilen acil durumlarda alınacak tedbirlere uymayan gerçek ve tüzel kişilere beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir. Bu kişilerce ürün piyasadan toplattırılır, eylemin tekrarı halinde idari para cezası iki kat olarak uygulanır.

g) 16 ncı maddede belirtilen izlenebilirlikle ilgili hükümlere uymayan gerçek ve tüzel kişilere beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir, eylemin tekrarı halinde idari para cezası iki kat artırılarak uygulanır.

h) 17 nci maddede belirtilen işyeri sorumluluğu ile ilgili hükümlere uymayan gerçek ve tüzel kişilere beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir, eylemin tekrarı halinde idari para cezası iki kat olarak uygulanır.

ı) Bu Kanun’un 18 inci maddesinde belirtilen sağlığın korunması ile ilgili yasakları ihlal eden kişiler, Türk Ceza Kanunu‘nun “Kamunun Sağlığına Karşı Suçlar” başlıklı Bölümünde yer alan hükümlere göre cezalandırılır.

i) 19 uncu maddesinde belirtilen ithalat ve ihracatla ilgili yükümlülükleri yerine getirmeyen gerçek ve tüzel kişilere beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir; ürün, ihracatçısı veya ithalatçısı tarafından piyasadan toplattırılır, eylemin tekrarı halinde idari para cezası iki kat olarak uygulanır.

j) 21 inci maddedeki reklam ve tanıtımlarla ilgili hükümlere aykırı hareket eden gerçek ve tüzel kişilere, beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir, eylemin tekrarı halinde idari para cezası iki kat olarak uygulanır.

k) 22 nci maddede belirtilen tüketici haklarının korunması ile ilgili hükümlere uymayan gerçek ve tüzel kişilere beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir, eylemin tekrarı halinde idari para cezası iki kat olarak uygulanır.

l) Bu Kanun’un 26 ve 27 nci maddelerinde belirtilen sularla ilgili hükümler ve takviye edici gıdalar, bebek mamaları, özel tıbbi amaçlı diyet gıdalar ve tıbbi amaçlı bebek mamaları ile ilgili hükümlere aykırı hareket eden işyeri, bu şartları yerine getirinceye kadar faaliyetten men edilir ve sahiplerine beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir, eylemin tekrarı halinde, idari para cezası iki kat olarak uygulanır.

m) Bu Kanuna göre yapılacak denetimleri engelleyenlere, beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir.

n) Üreticisi tarafından piyasadan toplattırılmasına karar verilen ürünler, bir hafta içinde toplanmak zorundadır. Ürünleri toplamayan üreticilere ayrıca beşbin Türk Lirası idari para cezası verilir, ürünler ilgili mercilerce toplattırılır ve masraflar yasal faizi ile birlikte üreticisinden tahsil edilir ve bu suretle toplattırılan ürünlerin mülkiyetinin kamuya geçirilmesine karar verilir.

Bu maddenin uygulamasında, eylemin tekrarından maksat, aksine hüküm bulunmayan hallerde eylemin tespit edildiği tarihten itibaren bir yıl içinde, ilk cezaya konu eylemin tekrar işlenmesidir.” şeklindedir.

B- Dayanılan Anayasa Kuralları

Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 11., 38., 40. ve 128. maddelerine dayanılmıştır.

III- İLK İNCELEME

Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 8. maddesi uyarınca Mustafa BUMİN, Haşim KILIÇ, Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU, Ertuğrul GÜRSOY, Tülay TUĞCU, Ahmet AKYALÇIN, Mehmet ERTEN, Fazıl SAĞLAM, A.Necmi ÖZLER ve Serdar ÖZGÜLDÜR’ün katılımlarıyla 8.9.2004 günü yapılan ilk inceleme toplantısında dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının incelenmesine, yürürlüğü durdurma isteminin bu konudaki raporun hazırlanmasından sonra karara bağlanmasına oybirliğiyle karar verilmiştir.

IV- ESASIN İNCELENMESİ

Dava dilekçesi ve ekleri, işin esasına ilişkin rapor, iptali istenilen Yasa kuralları, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:

A- Yasa’nın 5. Maddesinin İkinci Fıkrasının İncelenmesi

Dava dilekçesinde, Yasa’da her hangi bir asli düzenleme yapılmaksızın kamu ve özel laboratuvarların kuruluş, çalışma izin ve denetimi ile ilgili usul ve esasları belirleme konusunda yürütmeye verilmiş olan yetkinin, bir yasama yetkisi devri niteliği taşıdığı, yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının, temel ilkeyi koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerektiği, temel kuralları koymadan, ölçüsünü belirlemeden ve sınırlarını çizmeden, yürütmeye düzenleme yetkisi veren kuralın, Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 11. ve 38. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

İptali istenilen kuralla Bakanlıkça yetkilendirilecek kamu ve özel laboratuvarların kuruluş, çalışma izin ve denetimi ile ilgili usul ve esasların yönetmelikle belirleneceği öngörülmektedir.

Yasa’nın 5. maddesinin birinci fıkrasında ise, gıda maddelerinin ve gıda ile temas eden madde ve malzemelerin gıda güvenliği, hijyen ve kalite analizlerini yapmak üzere, Bakanlıkça yetkilendirilecek kamu ve özel laboratuvarların kurulabileceği belirtilmektedir.

Anayasa’nın 7. maddesinde yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8. maddesinde ise yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa’ya ve yasalara uygun olarak kullanılacağı ve yerine getirileceği öngörülmüştür. Buna göre, Anayasa’da yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasa’da öngörülen ayrık durumlar dışında, yasalarla düzenlenmemiş bir alanda, yasa ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemez.

Kuralda, kamu ve özel laboratuvarların kuruluş, çalışma izin ve denetimleri konusunda yasa ile esasları belirlenmeden, çerçevesi çizilmeden Bakanlığa çok geniş yetkiler verilmektedir. Yasa’da açıkça düzenleme yoluna gidilmeden, laboratuvarların kuruluşlarının ve çalışmalarının gerekli kıldığı koşulları belirleme yetkisinin idareye verilmesi, yasama yetkisinin devri niteliğini taşımaktadır.

Bu nedenle kural Anayasa’nın 7. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.

Kural, Anayasa’nın 7. maddesine aykırı görülerek iptal edildiğinden ayrıca 2., 6., 8. ve 11. maddeleri yönünden inceleme yapılmamış, 38. maddesi ile ilgisi görülmemiştir.

B- Yasa’nın 9. Maddesinin Dördüncü Fıkrasının İncelenmesi

Dava dilekçesinde, yalnızca risk analizinin; risk değerlendirilmesi, risk yönetimi ve risk iletişimi ile bağlantılı üç ayrı süreçten oluşan sistemi ifade ettiği belirtilerek bu süreçlerin soyut tanımının yapıldığı, risk analizi konusunda temel ilke konulup çerçevesinin çizilmediği, sınırsız, belirsiz ve geniş bir alanın yürütmenin düzenlemesine bırakıldığı belirtilerek, kuralın Anayasa’nın 2., 6., 7., 8. ve 11. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

İptali istenilen kuralla, risk analizi ile ilgili usul ve esasların yönetmelikle belirleneceği öngörülmektedir.

Yasa’nın “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinde, risk analizinin tanımı; risk değerlendirilmesi, risk yönetimi ve risk iletişimi olarak birbirleriyle bağlantılı üç ayrı süreçten oluşan sistem olarak verilmiştir. Aynı madde gereğince risk değerlendirilmesi, olabilecek her türlü tehlikenin, nitelik ve etkilerinin bilimsel olarak belirlendiği süreci; risk yönetimi, risk değerlendirmesini, diğer yasal zorunlulukları ve gerektiğinde uygun önlem ve seçenekleri dikkate alan süreci; risk iletişimi, risk değerlendiricileri, risk yöneticileri ve diğer ilgili tarafların risk ve riske ilişkin faktörlere ait bilgi ve düşünceleri paylaşmasını anlatmaktadır.

Yasa’nın 9. maddesinde risk analizinin, insan sağlığının korunması ve gıda güvenliğinin sağlanabilmesi için gıda mevzuatı uygulamalarında esas alınacağı; risk değerlendirilmesinin de bilimsel kanıtlara dayanması, bağımsız, tarafsız ve şeffaf bir şekilde yapılması gerektiği; risk yönetiminde ise, risk değerlendirilmesinin sonuçlarının dikkate alınacağı belirtilmektedir.

Yasa koyucu gerektiğinde sınırlarını belirlemek koşuluyla özel bir uzmanlık ve teknik bilgi gerektiren konuların düzenlenmesini idareye bırakabilir. Risk analizinin gıda teknolojisine ve bilimsel esaslara dayanılarak yapılacağı şüphesizdir. Özel bir uzmanlık ve teknik bilgi isteyen risk analiziyle ilgili usul ve esasların yasayla ayrıntılı şekilde düzenlenmesi, hızlı teknolojik ve bilimsel gelişmeler karşısında, değişen şartların ve esasların zamanında yerine getirilmesini önleyebilir. Bu bağlamda bilimsel ve teknik alanlarda temel kurallar saptandıktan sonra ayrıntıları düzenleme yetkisinin idareye verilmesi, yasama yetkisinin devri olarak nitelendirilemez. Bu nedenle kural Anayasa’nın 7. ve 8. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.

Kuralın Anayasa’nın 2., 6. ve 11. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

C- Yasa’nın 10. ve 14. Maddelerinin İkinci Fıkralarının İncelenmesi

Dava dilekçesinde 10. madde ile insan sağlığı üzerinde zararlı bir etkinin olması ihtimalinin belirmesi ve bilimsel belirsizliklerin sürmesi gibi özel durumlarda uygulanacağı belirtilen ihtiyati tedbirlerle ilgili usul ve esasların yönetmeliğe bırakıldığı, 14. madde ile de hangi hâllerin acil durum sayılacağı ve bu durumlarda alınacağı açıklanan gerekli tedbirlerin neler olduğuna ilişkin hiçbir düzenlemenin yapılmadığı gerekçesiyle Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 11. ve 38. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

5179 sayılı Yasa’nın “İhtiyati tedbirler” başlıklı 10. maddesinin ilk fıkrasında, insan sağlığı üzerinde zararlı bir etkinin olması ihtimalinin belirmesi ve bilimsel belirsizliklerin sürmesi gibi özel durumlarda, kapsamlı bir risk değerlendirmesine imkân sağlayacak ileri düzeyde bilimsel veriler elde edilinceye kadar, geçici risk yönetimi tedbirlerine başvurulabileceği hüküm altına alınmış, dava konusu ikinci fıkrasında ise, ihtiyati tedbirlerle ilgili usul ve esasların yönetmelikle belirleneceği öngörülmüştür.

Yasa’nın “Acil durumlar” başlıklı 14. maddesinin birinci fıkrasında, üretilen veya ithal edilen gıda maddesinin, zararlı olabileceği ihtimalinin belirmesi durumunda, söz konusu gıda maddesinin pazara sunumu, kullanımı ve ithalatına ilişkin gerekli tedbirlerin alınacağı kuralı yer almakta, iptali istenilen ikinci fıkrada ise, acil durumlarla ilgili usul ve esasların yönetmelikle belirleneceği hükme bağlanmıştır.

Yasa’nın 9. maddesinin dördüncü fıkrasına ilişkin gerekçeler bu kurallar için de geçerlidir. Bu nedenle iptal isteminin reddi gerekir.

Fulya KANTARCIOĞLU, Şevket APALAK ve Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe katılmamışlardır.

Kuralların Anayasa’nın 2., 6., 11. ve 38. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

D- Yasa’nın 23. Maddesinin Dördüncü Fıkrasının İkinci Tümcesinin İncelenmesi

Dava dilekçesinde, gıda kontrol ve denetim hizmetlerini yapacak olanların seçiminde dikkate alınacak en önemli kıstasın “nitelikleri” olacağı, nitelikten soyutlanamayacak bir seçime ilişkin usul ve esasların kanunla düzenlenmeyerek yönetmeliğe bırakılması nedeniyle kuralın Anayasa’nın 2., 6., 7., 8.,11. ve 128. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Maddenin son fıkrasının iptali istenilen ikinci tümcesi, “Bu Kanun kapsamındaki gıda kontrol ve denetim hizmetlerini yapacak olanların seçimi ve yetiştirilmesine ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir” şeklinde düzenlenmiştir.

Anayasa’nın 128. maddesinde, “Devletin, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür.

Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir.

Üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esasları, kanunla özel olarak düzenlenir.” denilmektedir.

İptali istenen tümcede yer alan gıda kontrol ve denetim hizmetlerini yapacak personelin 5179 sayılı Yasa gereğince yapacakları denetimlerin, Devletin, genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerden olması nedeniyle ancak memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yerine getirileceği ve denetim elemanlarının da bu kapsamda bulunduğu açıktır. Kaldı ki maddenin üçüncü fıkrasında gıda kontrol ve denetim hizmetinin, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi en az lisans düzeyinde eğitim almış personel tarafından yapılacağı belirtilmektedir.

Bu durumda, 5179 sayılı Yasa’nın 23. maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci tümcesinde yer alan kontrol ve denetim hizmetini yapacak personelin, hangi alanlardaki lisans mezunlarından olacakları, nitelikleri, seçilme usulleri, tabi olacakları sınavlar, yeterliliklerinin belirlenmesini içeren seçim ve yetiştirilmelerine ilişkin usul ve esasların yasayla düzenlenmesi gerekirken yönetmelikle belirlenmesi, Anayasa’nın 128. maddesinin ikinci fıkrasına aykırıdır. Kuralın iptali gerekir.

Kural Anayasa’nın 128. maddesine dayanılarak iptal edilmiş olduğundan ayrıca 2., 6., 7., 8. ve 11. maddeleri yönünden incelenmesine gerek görülmemiştir.

E- Yasa’nın 25. Maddesinin Birinci Fıkrasında Yer Alan “…ilgili mercilere…” İbaresi ile İkinci Fıkrasının İncelenmesi

Dava dilekçesinde, 25. maddenin birinci fıkrasındaki “ilgili mercilere” ibaresinin, kontrol ve denetim sonuçlarına karşı hangi mercilere ve hangi sürelerde itiraz edileceğini göstermediğinden ve hukuk devletinin en önemli öğelerinden olan “belirlilik ilkesine” aykırı düştüğü; maddenin ikinci fıkrasında, itirazın yapılacağı merciler de dâhil itiraz hakkına ilişkin tüm düzenlemelerin yönetmelikle yapılması, yasama organına ait ve devredilemeyecek bir yetki olan “asli düzenleme yetkisi” nin devri niteliğinde bulunması nedeniyle Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 11. ve 40. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

İptali istenilen ibarenin de yer aldığı birinci fıkrada “Gıda maddeleri ve gıda ile temas eden madde ve malzemeleri üreten, ithal ve ihraç eden ve satan işyeri yetkilileri, kontrol ve denetim sonuçları hakkında, ilgili mercilere itiraz edebilir” denilmekte, ikinci fıkrada ise, “İtiraz hakkına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir” hükmü yer almaktadır.

Anayasa’nın 40. maddesinin ikinci fıkrası; “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır” şeklindedir. Buna göre Devletin işlemlerine karşı hangi mercilere, hangi süreler içinde başvuracağının belirtilmesi yasayla olabileceği gibi, yasanın verdiği yetkiye dayanarak tüzük, yönetmelik gibi bir düzenleyici işlemle de yapılabilir. Anayasa’nın bu hükmü ile, Devlete verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğuna ilişkin olup, bu hususlara yönelik olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğünü içermemektedir. Dolayısıyla burada devletin işlemlerinde, hangi mercilere ve hangi süreler içinde başvurulacağını açıkça göstermesiyle ilgililerin yetkili makamlara süresini geçirmeden başvurarak hak arama özgürlüklerinin korunması amaçlanmaktadır.

Anayasa’nın 125. maddesinde idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu belirtilmektedir. Buna göre, ilgili mercilere itiraz edilebileceğine dair bir kural bulunmasa bile Anayasa ve yasalar gereğince ilgililerin kontrol ve denetim sonuçları hakkında yargı yoluna başvurma olanakları vardır. Bu durum karşısında, işyeri yetkililerine tanınan ilgili mercilere itiraz hakkının, yasayla düzenlenmesi ve hatta itiraz hakkı için özel bir düzenleme yapılması da gerekmez. Bu hakka ilişkin esas ve usullerin yönetmelikle belirlenmesi, asli düzenleme yetkisinin devredilmezliği ilkesini ihlâl etmediğinden Anayasa’nın 2. ve 40. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.

Kuralın Anayasa’nın 6., 7., 8. ve 11. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

Fulya KANTARCIOĞLU, Şevket APALAK ve Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe katılmamışlardır.

F- Yasa’nın 29. Maddesinin Birinci Fıkrasının (a) Bendinin Birinci Paragrafında Yer Alan “…üretimden men edilir,…” ve “…el konulur…”, İkinci Paragrafında Yer Alan “…ürünlere el konulur,…” ve Üçüncü Paragrafında Yer Alan “…faaliyetten men edilir,…”, “…el konulur…” ve “…izinleri iptal edilir.”, (b) Bendinde “…faaliyetten men edilir…” (c) Bendinin Birinci Paragrafında Yer Alan “…faaliyetten men edilir…” ve İkinci Paragrafında Yer Alan “…yöneticilikten men cezası…”, (d) Bendinde Yer Alan “…el konulur.”, (e) Bendinde Yer Alan “…faaliyetten men edilir.” İbarelerinin ve (f) Bendinde Yer Alan “…toplattırılır,…” Sözcüğünün İncelenmesi

İptal başvurusundan sonra Yasa’nın 29. maddesi, 23.1.2008 günlü, 5728 sayılı “Temel Ceza Kanunlarına Uyum Amacıyla Çeşitli Kanunlarda ve Diğer Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile değiştirilmiş olduğundan, bu maddeye ilişkin iptal istemi hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.

V- YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ

27.5.2004 günlü, 5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun’un;

A- 1- 5. maddesinin ikinci fıkrasına,

2- 23. maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci tümcesine,

İlişkin iptal hükümlerinin yürürlüğe girmesinin ertelenmesi nedeniyle bu fıkra ve tümcenin YÜRÜRLÜĞÜNÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN REDDİNE,

B- 1- 9. maddesinin dördüncü fıkrasına,

2- 10. maddesinin ikinci fıkrasına,

3- 14. maddesinin ikinci fıkrasına,

4- 25. maddesinin,

a- Birinci fıkrasında yer alan “…ilgili mercilere…” ibaresine,

b- ikinci fıkrasına

Yönelik iptal istemleri, 8.1.2009 günlü, E.2004/69, K.2009/6 sayılı kararla reddedildiğinden, bu fıkra ve ibarelere ilişkin YÜRÜRLÜĞÜNÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN REDDİNE,

C- 29. maddesinin birinci fıkrasının;

1- (a) bendinin,

a) Birinci paragrafında yer alan “…üretimden men edilir, …” ve “…el konulur…” ibareleri,

b) İkinci paragrafında yer alan “…ürünlere el konulur…” ibaresi,

c) Üçüncü paragrafında yer alan “…faaliyetten men edilir, …”, “…el konulur…” ve “izinleri iptal edilir.” ibarelerinin,

2- (b) bendinde yer alan “…faaliyetten men edilir…” ibaresi,

3- (c) bendinin,

a) Birinci paragrafında yer alan “…faaliyetten men edilir.” ibaresi,

b) İkinci paragrafındaki “…yöneticilikten men cezası verilir.” ibaresi,

4- (d) bendinde yer alan “…el konulur.” ibaresi,

5- (e) bendinde yer alan “…faaliyetten men edilir.” ibaresi,

6- (f) bendinde yer alan “…toplattırılır, …” sözcüğü,

Hakkında, 8.1.2009 günlü, E.2004/69, K.2009/6 sayılı kararla karar verilmesine yer olmadığına karar verildiğinden, bu ibare ve sözcüklere ilişkin YÜRÜRLÜĞÜNÜN DURDURULMASI İSTEMİ HAKKINDA KARAR VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA,

8.1.2009 gününde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

VI- İPTAL HÜKMÜNÜN YÜRÜRLÜĞE GİRECEĞİ GÜN SORUNU

Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasında, “Kanun, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmî Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmî Gazetede yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemez” denilmektedir. 2949 sayılı Yasa’nın 53. maddesinin dördüncü fıkrasında da bu kural tekrarlanmakta, maddenin beşinci fıkrasında ise, Anayasa Mahkemesi’nin, iptal sonucunda meydana gelecek hukuksal boşluğu, kamu düzenini tehdit veya kamu yararını ihlal edici mahiyette görmesi halinde, dördüncü fıkradaki hükmü uygulayacağı belirtilmektedir.

5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun’un iptal edilen, 5. maddesinin ikinci fıkrasındaki “Bu laboratuvarların kuruluş, çalışma izin ve denetimi ile ilgili usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir” hükmü ile 23. maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci tümcesindeki “Bu Kanun kapsamındaki gıda kontrol ve denetim hizmetlerini yapacak olanların seçimi ve yetiştirilmesine ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir” hükmünün doğuracağı hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edici nitelikte görüldüğünden İPTAL HÜKÜMLERİNİN, KARARIN RESMî GAZETE’DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK BİR YIL SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, OYBİRLİĞİYLE 8.1.2009 gününde karar verilmiştir.

VII- SONUÇ

27.5.2004 günlü, 5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun’un:

A- 5. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, OYBİRLİĞİYLE,

B- 9. maddesinin dördüncü fıkrasının Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,

C- 10. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Fulya KANTARCIOĞLU, Şevket APALAK ile Zehra Ayla PERKTAŞ’ın karşoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,

D- 14. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Fulya KANTARCIOĞLU, Şevket APALAK ile Zehra Ayla PERKTAŞ’ın karşoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,

E- 23. maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci tümcesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, OYBİRLİĞİYLE,

F- 25. maddesinin;

1- Birinci fıkrasında yer alan “… ilgili mercilere …” ibaresinin,

2- İkinci fıkrasının,

Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Fulya KANTARCIOĞLU, Şevket APALAK ile Zehra Ayla PERKTAŞ’ın karşoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,

G- 29. maddesi, 23.1.2008 günlü, 5728 sayılı Yasa’nın 542. maddesiyle değiştirildiğinden, maddenin birinci fıkrasının;

1- (a) bendinin,

a- Birinci paragrafında yer alan “… üretimden men edilir, …” ve “… el konulur …” ibarelerine,

b- İkinci paragrafında yer alan “… ürünlere el konulur …” ibaresine,

c- Üçüncü paragrafında yer alan “… faaliyetten men edilir ,…”, “… el konulur …” ve “… izinleri iptal edilir.” ibarelerine,

2- (b) bendinde yer alan “… faaliyetten men edilir …” ibaresine,

3- (c) bendinin,

a- Birinci paragrafında yer alan “…faaliyetten men edilir …” ibaresine,

b- İkinci paragrafında yer alan “… yöneticilikten men cezası …” ibaresine,

4- (d) bendinde yer alan “… el konulur.” ibaresine,

5- (e) bendinde yer alan “… faaliyetten men edilir.” ibaresine,

6- (f) bendinde yer alan “… toplattırılır, …” sözcüğüne,

ilişkin KONUSU KALMAYAN İSTEM HAKKINDA KARAR VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA, OYBİRLİĞİYLE,

H- İptal edilen fıkra ve tümcenin doğuracağı hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edici nitelikte görüldüğünden, Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 2949 sayılı Yasa’nın 53. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkraları gereğince İPTAL HÜKÜMLERİNİN, KARARIN RESMÎ GAZETE’DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK BİR YIL SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, OYBİRLİĞİYLE,

8.1.2009 gününde karar verildi.


Başkan
Haşim KILIÇ

Başkanvekili
Osman Alifeyyaz PAKSÜT

Üye
Sacit ADALI

Üye
Fulya KANTARCIOĞLU

Üye
Ahmet AKYALÇIN

Üye
Mehmet ERTEN

Üye
A. Necmi ÖZLER

Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR

Üye
Şevket APALAK

Üye
Serruh KALELİ

Üye
Zehra Ayla PERKTAŞ

KARŞIOY GEREKÇESİ

27.05.2004 günlü, 5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun’un:

1- 10. maddesinin ikinci fıkrası;

İptali istenilen fıkranın yer aldığı “ihtiyati tedbirler” başlıklı madde hükmünde;

“İnsan sağlığı üzerinde zararlı bir etkinin olması ihtimalinin belirmesi ve bilimsel belirsizliklerin sürmesi gibi özel durumlarda, kapsamlı bir risk değerlendirmesine imkan sağlayacak ileri düzeyde bilimsel veriler elde edilinceye kadar, geçici risk yönetimi tedbirlerine başvurulabilir.

İhtiyati tedbirler ile ilgili usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.” denilmektedir.

Anayasa’nın 7. maddesinde; “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez “ hükmü yer almıştır.

Buna göre, Yasakoyucunun temel ilkeleri koymadan çerçeveyi çizmeden yürütmeye sınırsız yetki vermemesi belirsiz bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Nitekim, Anayasa Mahkemesinin muhtelif kararlarında; “idarenin görevleri genel olarak yasaların uygulanmasını göstermek ve sağlamaktır. Yasakoyucu özel bir ihtisas ve teknik bilgi gerektiren konularda hükümete yetki verebilir. Ancak bu yetkinin yasa ile belirlenmesi gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasa’nın öngördüğü biçimde Yasa ile düzenleme anlamına gelmez. İdareye keyfi uygulamalara yol açabilecek geniş takdir yetkisi verilmesi Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur” denilmektedir.

Bu durumda iptali istenilen madde hükmü ile usul ve esasları yönetmelikle düzenleneceği belirtilen ihtiyati tedbirlerin konu, amaç ve koşulları açısından herhangi bir çerçeve çizilmeden ve ölçü getirilmeden yasamaya ait asli düzenleme yetkisi yürütmeye devredildiğinden, Anayasa’nın 7. maddesine aykırıdır.

2- 14. maddesinin ikinci fıkrası;

İptali istenilen fıkranın yer aldığı “acil durumlar” başlıklı maddede;

“Üretilen veya ithal edilen gıda maddesinin, sağlığa zararlı olabileceği ihtimalinin belirmesi durumunda, söz konusu gıda maddesinin pazara sunumu, kullanımı ve ithalatına ilişkin gerekli tedbirler alınır.

Acil durumlarla ilgili usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir” denilmektedir.

Madde hükmünde, hangi durumların “acil durum” sayılacağı ve bu durumlarda alınacağı belirtilen “gerekli tedbirlerin” neler olduğu konusunda herhangi bir belirlilik bulunmadığı, böylece çerçevesi ve şartları çizilmeden ve ölçü getirilmeden belirsiz bir alanda idarenin yetkilendirildiği anlaşılmaktadır.

Bu durumda 10. maddenin ikinci fıkrasına ilişkin Anayasa’ya aykırılık gerekçesi 14. maddenin ikinci fıkrası için de geçerlidir.

Açıklanan nedenlerle yasamaya ait asli düzenleme yetkisinin yürütmeye devri niteliğindeki düzenleme Anayasa’nın 7. maddesine aykırıdır.

3- 25.maddesinin birinci fıkrasındaki “ilgili mercilere” ibaresi ile ikinci fıkrası;

İptali istenilen birinci fıkradaki ibare ile ikinci fıkranın yer aldığı maddede;

“Gıda maddeleri ve gıda ile temas eden madde ve malzemeleri üreten, ithal ve ihraç eden ve satan işyeri yetkilileri, kontrol ve denetim sonuçları hakkında, ilgili mercilere itiraz edebilir.

İtiraz hakkına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.” denilmektedir.

Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40. maddesinin ikinci fıkrasında (ek: 3. 10. 2001 - 4709 /16 md.)

“Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” hükmü yer almıştır.

Bu maddenin gerekçesinde de; bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlanmasının amaçlandığı, son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, merci ve sürelerin belirtilmesinin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk haline geldiği belirtilmektedir.

Bu durumda; iptali istenilen madde hükmünde yer alan “ilgili mercilere” ibaresi kontrol ve denetim sonuçlarına karşı hangi mercilere ve hangi sürelerde itiraz edileceği konusunda açık olmadığından Anayasa’nın 40. maddesine aykırıdır.

Diğer taraftan; itiraz hakkına ilişkin usul ve esasların yönetmelikle düzenleneceği yolundaki düzenleme ise Yasama organına ait ve devredilemeyecek bir yetki olan asli düzenleme yetkisinin yürütmeye devri niteliğinde olup Anayasa’nın 7. maddesine aykırıdır.

Açıklanan nedenlerle Yasa’nın yukarıda belirtilen dava konusu kural ve ibarelerinin iptali gerektiği düşüncesiyle çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.



Üye

Fulya KANTARCIOĞLU
Üye

Zehra Ayla PERKTAŞ



Azlık Oyu
5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilecek Kabulü Hakkında Kanun’un,

1- 10., 14. ve 25. Maddelerinin ikinci fıkraları yönünden:

Anayasa’nın 7. maddesinde “Yasama yetkisi Türk Milleti Adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez .” kuralı öngörülmüştür. Bu yetki ancak, yasa koyucunun belirli konularda gerekli kurallar koyup, ölçütler geliştirip ve sınırlar gösterip idareye düzenleme yapması için devredilebilir. Devredilmenin sınırlı oluşu yasamanın sahip olduğu bu yetkinin ilk elden kullanılacak genel ve asıl yetki olma özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Davaya konu kurallarda ise, Yasa’nın gıda güvenliği temel amacı doğrultusunda; insan sağlığının zararlı etkilerinden korunmasını amaçlayan ve sonuçta işyeri uğraşlarını önleme niteliği taşıyan ihtiyati tedbir, acil durum ve itiraz hakkı konularında çerçeve çizilmeden, ölçüt ve ilkeler konmadan yürütmeye düzenleme yapma yetkisi verilmesi Anayasa’nın 7. maddesine açıkça aykırıdır. Başka bir deyişle, ihtiyati tedbir gibi yargısal çağrışımlar yapan ve itiraz hakkı gibi yargısal evrenin başlangıcı niteliği taşıyan konular yönetsel niteliğe döndürüldüğünde boyutlarının ve kapsamının somutlaştırılması gerektiği, ayrıca ihtiyati tedbir ve acil durum olgularının çalışma özgürlüğüyle yakın ilintileri ve benzer özellikleri yönünden yasal çerçevenin çizilmesinin zorunlu hale geldiği kuşkusuzdur.

Öte yandan risk analizi yönünden 2. maddedeki tanımlarla birlikte genel ölçütleri içeren 9. maddedeki yaklaşım, bu kuralların anayasal çelişkisini gösteren ayrı bir olgudur.

2- 25. Maddesinin birinci fıkrasında yer alan “ilgili mercilere” ibaresiyle, ikinci fıkrası yönünden:

Yasama yetkisinin devredilmezliğiyle ilgili yukarıda değinilen ilkeler ikinci fıkra yönünden de geçerlidir. Bunlar yanında:

Anayasa’nın 40. maddesinin ikinci fıkrasında “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” kuralı yer almaktadır. B
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Hzr 19, 2009 12:15 am    Mesaj konusu: AYM KARARININ DEVAMI Alıntıyla Cevap Gönder

AYM KARARININ DEVAMI

Azlık Oyu

5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilecek Kabulü Hakkında Kanun’un,

1- 10., 14. ve 25. Maddelerinin ikinci fıkraları yönünden:

Anayasa’nın 7. maddesinde “Yasama yetkisi Türk Milleti Adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez .” kuralı öngörülmüştür. Bu yetki ancak, yasa koyucunun belirli konularda gerekli kurallar koyup, ölçütler geliştirip ve sınırlar gösterip idareye düzenleme yapması için devredilebilir. Devredilmenin sınırlı oluşu yasamanın sahip olduğu bu yetkinin ilk elden kullanılacak genel ve asıl yetki olma özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Davaya konu kurallarda ise, Yasa’nın gıda güvenliği temel amacı doğrultusunda; insan sağlığının zararlı etkilerinden korunmasını amaçlayan ve sonuçta işyeri uğraşlarını önleme niteliği taşıyan ihtiyati tedbir, acil durum ve itiraz hakkı konularında çerçeve çizilmeden, ölçüt ve ilkeler konmadan yürütmeye düzenleme yapma yetkisi verilmesi Anayasa’nın 7. maddesine açıkça aykırıdır. Başka bir deyişle, ihtiyati tedbir gibi yargısal çağrışımlar yapan ve itiraz hakkı gibi yargısal evrenin başlangıcı niteliği taşıyan konular yönetsel niteliğe döndürüldüğünde boyutlarının ve kapsamının somutlaştırılması gerektiği, ayrıca ihtiyati tedbir ve acil durum olgularının çalışma özgürlüğüyle yakın ilintileri ve benzer özellikleri yönünden yasal çerçevenin çizilmesinin zorunlu hale geldiği kuşkusuzdur.

Öte yandan risk analizi yönünden 2. maddedeki tanımlarla birlikte genel ölçütleri içeren 9. maddedeki yaklaşım, bu kuralların anayasal çelişkisini gösteren ayrı bir olgudur.

2- 25. Maddesinin birinci fıkrasında yer alan “ilgili mercilere” ibaresiyle, ikinci fıkrası yönünden:

Yasama yetkisinin devredilmezliğiyle ilgili yukarıda değinilen ilkeler ikinci fıkra yönünden de geçerlidir. Bunlar yanında:

Anayasa’nın 40. maddesinin ikinci fıkrasında “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” kuralı yer almaktadır. Bu kural İdari işlemlerde bulunacak öğelere vurgu yapmaktadır. İtiraza konu kuralın ise kontrol ve denetim sonuçları hakkında itiraz edilecek “merci”ye değindiği görülmektedir. Yasalar düzenledikleri diğer konularda olduğu gibi itiraz yolu öngördüklerinde de belirsizliğe gidecek, farklı yorumlar oluşturacak sözlerden kaçınmalıdır. Bu bakımdan “ ilgili merciler” şeklindeki anlatım amaçlananın yargı yerleri mi, yoksa idari makamlar mı olduğu konusunda duraksama oluştururken, itiraz edilecek yargı yeri veya idarenin hangi makam ya da mahkemeyi öngördüğü konusunda da kuşkuyu yaşatmaktadır. İtiraz edilecek yargı veya idari makamlar yönünden itiraz sürelerinin farklılık gösterecek olması da, belirsizliği ve kuraldaki eksikliği gösteren diğer olgudur.

Belirtilen nedenlerle 5179 sayılı Yasa’nın 10., 14. ve 25. maddesinin ikinci fıkralarıyla, 25. maddenin birinci fıkrasında yer alan “ ilgili mercilere” ibaresinin Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerine aykırılığından ötürü iptali gerekeceği oyuyla karara karşıyım.

Üye
Şevket APALAK

İşte Küresel Yiyeceği Ele Geçirme Planı

William Engdahl - "Ölüm Tohumları"

www.acikistihbarat.com 06.07.2009

Gazeteci F. William Engdahl, 'Ölüm Tohumları' eserinde GDO adı verilen "şeytan planının" tüm ayrıntılarını açıklıyor. Amerika üzerinden insanlığı kontrol altına almak, bazı milletleri kısırlaştırarak yok etmek gibi çok kirli planları olan şirketlerin içyüzünü deşifre edilen eserin 'giriş' bölümünü istifadenize sunuyoruz. 'Ölüm Tohumları' herkesin üzerinde çokça düşünerek okuması gereken bir şaheser.

“Biz dünya nüfusunun %6.3'ünü oluşturuyoruz ama zenginliğinin yarısına sahibiz. Bu farklılık özellikle bizler ve Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilme gibi bir durumda olamayız. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedakaarlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok."

Seorge Kennan, 1948

Bu kitap küçük bir sosyo-politik elit zümre tarafından 2.Dünya Savaşı sonrasında Vaşington'da ele alınmış bir proje ile ilgilidir.

Bu, Kennan'in "farklılık durumunu sürdürebilmek" tümcesinin nasıl hayata geçirildiğinin anlatılmamış hikâyesidir. Aynı zamanda bir avuç insanın savaş sonrası tüm kaynaklara ve güce sahip oluşunun da hikâyesidir.

Bu, güç devrimi tarihinin de ötesindedir, hattâ bilim dâhi bu azınlığın hizmetine sokulmuştur. 1948'de Kennan'in da kendi notlarında tavsiye ettiği gibi, herhangi bir fedakârlık veya dünyanın iyiliği düşünülmeden acımasız politikalar uygulandı.

Seleflerinin aksine İngiliz imparatorluğu içindeki hâkim guruplar, yeni beliren 'Amerikan eliti, kendilerini savaştan sonra, "Amerikan Yüzyıh"nın şafağında ilan ettiler ve hitap yeteneklerini, dünyanın iyiliği için düşüncesini kendi amaçlarına uygun şekilde kullandılar.

Onların Amerikan Yüzyılı daha yumuşak ve kibar bir imparatorluk olarak sömürgecilikten kurtuluş, demokrasi, ekonomik gelişme ve özgürlük kisvesi altında diğer ulusların kaderlerine hükmedebilen, Büyük İskender'den sonraki en büyük küresel imparatorluktu.

Bu kitap "Bir Savaş Yüzyılı: Anglo-Amerikan Petrol Politikaları ve Yeni Dünya Düzeni" adlı kitabın bir devamı niteliğindedir.

Petrolden sonra ikinci bir "kırmızı hattı" takip eder. İnsanın yaşamını sürdürebilmesinde en temel ihtiyacı olan günlük ekmeğinin karşılanmasını konu alır. 70'ler boyunca bu Amerikan elitin menfaatine hizmet eden kişi, hayatı boyunca 'güç dengesi' politikalarının bir uygulayıcısı olan Henry Kissinger'di. Ve dünya hâkimiyeti konusundaki şu fikrini açıklamıştır;

"Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin."

"Küresel yiyeceği kontrol etme plânı" 1930'ların başlarına, savaşın patlak vermesinden önceye dayanır.

Bu organizasyon belli başlı bazı ailelerin servetlerini korumak amacıyla seçilmiş özel kuruluşların yardımlarıyla maddi olarak destek görmüştür.

Bu aileler güç ve zenginliklerini doğu sahili boyunca Boston, Vaşington, New York ve Philedelphia'ya yerleştirmişti. Bu sebeple egemen medya kuruluşları sıkça onlara atıfta bulunmuş, zaman zaman alay konusu etmişlerse de genellikle övmüşlerdir.

Savaşla birlikte Amerikan gücünün ağırlık merkezi doğu sahilinden Seattle, Houston, Las Vegas, Atlanta ve Miami gibi bölgelere dağıldı. Sonradan da Asya, Japonya ve Latin Amerika'ya.

2.Dünya savaşından bir süre önce bir aile diğerlerine göre daha fazla öne çıkmıştır.

Bu ailenin serveti, uğruna kan dökülen ve savaşılan 'kara altın' petrole dayanıyordu. Bu aileyle ilgili olağandışı olan ise ailenin sadece petrole değil, diğer başka alanlarda da yatırım yapmaya karar vermesi olmuştur. Psikoloji, tıp, gençlerin eğitimi, tarım, biyoloji ve biyolojinin tarımsal uygulamalarına yatırım yapmışlardır. Çoğu kişinin fark etmediği devasa bir büyüme ve gelişme göstermişler, servetlerini de o ölçüde büyütmüşlerdir.

Bu kitapta ele alınan ana konu olan 'genetiği değiştirilmiş organizmalar' ya da GDO'nun tarihi, dönemin güçlü ailelerinden olan Rockefeller ailesinin (ve 4 kardeşin - David, Nelson, John ve Laurance) tarihiyle paralellik göstermektedir -ki savaşın Amerikan zaferiyle bitmesinden sonraki 30 yıl süresince güç evrimine bu insanlar yön vermiştir. Gücün tamamı ellerindedir ancak işin maliyeti tüm dünyayı etkilemiştir.

Bundan 30 yıl önce, erk Rockefeller ailesinin etrafında toplanmıştı.

Bugün ise 4 kardeşin 3'ü çeşitli nedenlerle vefat etmiştir. Tüm amaçları, daha sonraları Pentagon'un 'tam spektrum egemenlik' adı vereceği, gerektiğinde askeri gücün de devreye sokulabileceği küresel hâkimiyetti.

Projeleri o günlerdeki küçük bir güç gurubundan bugün hayal bile edemeyecekleri, tüm gezegenin geleceği hakkında inisiyatif sahibi oldukları bir noktaya evirildi.

Kalıtım mühendisliği ile bitki ve diğer canlı organizmaların patentlenmesi tarihinin anlaşılabilmesi için 2.Dünya savaşını takip eden yıllardaki Amerikan gücünün dünyada nasıl yayıldığına bakmak gerekir.

George Kennan, Henry Luce, Averell Harriman ve hepsinden önce Rockefeller kardeşlerin tarım sektöründe başlattığı 'yeşil devrim' sayesinde Petro-kimyasal gübre, petrol ve enerji ürünlerine bağımlılık arttı. Onların o günlerde yaptıkları bugünün genetiğini değiştirme tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Yüzyılın başında gerçekleşen 4 çokuluslu dev şirket birleşerek dünya üzerindeki çoğu insanın temel besinlerinin (pirinç, soya fasulyesi, buğday, mısır ve hatta bazı sebze ve meyveler ile pamuk) kontrolünü ellerine geçirdiler. Hastalığa dayanıklı kümes ürünleri, genetiği değiştirilmiş, güya kuş gribine dayanıklı ürünler ve geni değiştirilmiş domuz ve sığır üretimi için çaba sarf etmişlerdir.

Dört özel şirketin üçünün Pentagonla kimyasal savaş araştırmaları konusunda sıkı bağları vardı. Dördüncü şirket aslen İsviçre kökenli olmasına rağmen İngiliz kontrolü altındaydı. Petrolde olduğu gibi GDO tarım projesi de bir Anglo-Amerikan küresel plânıdır.

Mayıs 2003'te Bağdat'taki acımasız Amerikan bombardımanının dumanı dağıldığında ABD başkanı GDO projesini stratejik bir konu haline getirdi ve ABD'nin savaş sonrası öncelikli dış politika gündemini oluşturdu. Dünyanın ikinci en büyük tarım üreticisi konumunda bulunan AB, bu küresel plânın önünde zorlu bir engel teşkil etmekteydi.

Her ne kadar Almanya, Yunanistan, Fransa ve Avusturya gibi AB ülkeleri diğer dünya uluslarına benzer şekilde GDO ekimine sağlık ve bilimsel nedenlerle karşı çıksalar da, 2006 yılı başlarında Dünya Ticaret Örgütü (WTO), AB'ni toplu GDO üretimi için kapılarını açmaya zorladı.

ABD ve İngiliz ordularının Irak'ı işgaliyle birlikte Vaşington, bu ülkeye genetiği değiştirilmiş tohumları ABD Tarım Bakanlığının bir cömertliği olarak göndermeye karar verdi.

İlk büyük çaplı deney 90'ların başında çok uzun zamandır Rockefeller ailesinin bozduğu ve yolsuzlukla başı dertte olan Arjantin'de zaten yapılmıştı.

İlerleyen sayfalarda da göreceğiniz gibi GDO'nun yaygınlaşması ve çoğalması uğruna politik tehdit, hükümet baskısı, yalan, rüşvet yöntemleri kullanılmış ve hatta cinayetler bile işlenmiştir. Okurken bir suç romanı hissine kapılmanız sürpriz olmayacak. Tarımsal verimlilik ve dünyanın yiyecek sorunlarını çözme adı altında işlenen bu suçlar, bu küçük zümrenin amaçları doğrultusunda önemsizdir. Yapılan bunca şeyin hedefinde sadece para ve kâr yoktur. Nihayetinde bu güçlü aileler kimlerin merkez bankalarının başlarında duracağına karar verirler. Para onların yaratmaları ya da yok etmeleri için emirlerindedir.

Amaçları daha önceki despot ve diktatörlerin hayal ettikleri gibi mutlak dünya hâkimiyetidir. Kontrol edilmezlerse 10-20 yıl içerisinde bu hedeflerine ulaşmaları işten bile değil. Bu sebeple bu gerçeğin duyurulması ve herkes tarafından bilinmesi büyük önem arz etmektedir.

(Bu metin Gazeteci F. William Engdahl’ın 'Ölüm Tohumları' adlı eserinin giriş bölümüdür.)
Kaynak: William Engdahl - "Ölüm Tohumları" - Gıda Hareketi

70 bin tohum, gen bankasında korumaya alındı
13:35 - Tuz Gölü havzasında araştırma yapan tohum gen bankası uzmanları, Anadolu'daki endemik türleri, nesli yok olma tehlikesi altında olan bitkilerin tohumlarını arayıp topladıklarını ve gen bankasında korumaya aldıklarını söyledi. Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsü Yem Bitkileri ve Çayır Mera Şube Şefi Dr. Hüseyin Özpınar, "Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsünde 60 bin, Tarla Bitki Merkez Araştırma Enstitüsünde 10 bin, toplam 70 bin çeşit tohum gen bankasında korumaya alındı." dedi. 06.08.2009 AKSARAY
netgazete

Türkler, 22. yüzyılı göremeyebilir
Kemal Özer
eposta@kemalozer.com
12.08.2009

Dünya nüfusu azalıyor. Yanlış okumadınız hakikaten dünya nüfusu azal(tıl)ıyor. Bununla beraber Türkiye’nin nüfusu da...

Dünya nüfusu ile ilgili yaşanan karmaşayı anlayabilmek için Henry Kissenger, Rockefeller Ailesi başta olmak üzere Unesco, Ford Vakfı, Carnegie Vakfı, Cloerance Gamble (Proctor & Gamble), Jonn Harvey Kellogg, Cleveland Dodge, Winston Chuechill, Maynard Keynes, Lour Arthur Balfour, Julian Huxley gibi kişi ve kurumları yakından tanımak gerekiyor.

Dünyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerinin tümünde gözü olan ABD ve son yüzyılda bütünüyle ABD’nin kuklası rolüne bürünen İngiltere’nin dünya nüfusunu kontrol etme planını iyi analiz etmeliyiz.

Dünya nüfusunun istenen seviyenin üstünde olması durumunda ülkeler, kaynaklarını kendi halklarına pay etmek zorunda kalırlar. Yöneticiler buna yanaşmasa bile halk yöneticilere bunu yapmaya mecbur edebilir.

Sorun tam buradadır. Ülkelerin kaynaklarını daha rahat elde edebilmelerinin yolu nüfusu kontrol altında tutmak ve azaltmaktan geçtiğini çok iyi bilmekteler.

Torun John David Rockefeller, “BM Tarım ve Gıda Organizasyonu 2. McDougall Konferansında “Bana göre nüfus kontrolü günümüzde atom silahlarının kontrolünden sonra ikinci en büyük önceliğimizdir” diyerek özetliyordu, kimin doğum yapacağını kimin yapmayacağını.

En isabetli anlatımla kimin hayatta kalıp kimin öleceğine, kimin doğup kimin doğmayacağına, kimin doğurup kimin doğurmayacağına, kimin hangi hastalığa yakalanması gerektiğine , kimin ölüp kimin tedavi edilmesi gerektiğine, hangi ırkların yaşamlarına devam edip hangilerinin tarih sahnesinden çekilmesi gerektiğine onlar karar verecekti.

Çünkü onlara göre kendilerine hizmet edenler istisna diğerleri itlaf edilmesi gereken birer sürüden ibaretti…

Bu adı konulmamış ilahlık iddiasının tepki çekmemesi için, yol ve yöntemler gerekecektir. Bunun için 1923’de doğum kontrol teknikleri için çok kapsamlı çalışmalar başlatılır. Doğum kontrolü birçok ülkede yerli taşeronlarla hayata geçirilir. Projenin finansı tüm vergilerden muaf olarak faaliyet gösteren Rockefeller Vakfı’nca sağlanır. Hafızalarımızı yoklarsak hangi büyük koçun, ülkemizde bu faaliyetleri yürüttüğünü görebiliriz.

İlk denemeler, ideal bir deney istasyonuna çevrilen Porto Riko halkı üzerinde yapılır. 1965 yılında Porto Riko’da yapılan bir araştırmada doğum yapma yaşına gelmiş kadınların yüzde 35’inin başarıyla kısırlaştırıldığı görülür.

İkincil hedef Brezilya’dır. 1970’lere gelindiğinde Brezilya hükümetince yapılan araştırmaya göre 14-55 yaş aralığındaki kadınların yüzde 44’ü doğurganlığını kaybetmiştir. Hindistan başta olmak üzere birçok ülkede hiçbir engelleme ile karşılaşılmadan kısırlaştırma faaliyeti halk sağlığı, aşı, yardım vs gibi adlar altında sürdürülür.

ABD’nin gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere yaptığı yardımlarını(!) dağıtırken artık, nüfusu kontrol edenler ve edemeyenler olmak diyerek üzere iki ana tasnife tabi tutacaktır.

Henry Kissenger’in NSSM200 projesi devreye sokulduğunda gelişmekte olan ve büyük kaynak zenginliğine sahip; Hindistan, Nijerya, Meksika, Bangladeş, Brezilya, Pakistan, Endonezya, Filipinler, Kolombia, Tayland, Mısır, Etiyopya ve Türkiye gibi 13 ülke hedef tahtasının tam ortasına oturtulurlar.

Projenin hayata geçirilebilmesi için bu ülkelerde sürekli istikrarsızlık politikaları devreye sokulur. Darbeler, suikastlar, terör olayları, ayrılıkçı hareketler birbirini izler. Bu sürede hem kısırlaştırma faaliyeti devreye alınır hem de zengin kaynaklar bir bir sömürülür. Bu durumun adını da “aile planlaması”, “sürdürülebilir kalkınma” ve “seçim özgürlüğü” koyarlar.

Bu faaliyetlerin yürütülmesinde kürtaj teşvik edilir, korunma aletleri dağıtılır, bazı hastalıkları önleme adı altında aşı kampanyaları düzenlenir, sezaryen doğumu teşvik edilir, bazı ülkelerde kadınlar sezaryenle doğuma mecbur edilir ve bu operasyon sırasında kadınlar istekleri dışında tüpleri bağlanır, gıdalara kısırlaştırıcı katkı maddeleri eklenir, genetiği değiştirilmiş ürünler gizliden ve aşikâren tükettirilir, tedavi olmak için satın alınan ilaçlara kısırlaştırıcı içerikler eklenir, teşhis ve güvenlik adı altında geliştirilen aletlerle radyasyona tabi tutulurlar.

Bir soykırım suçlaması ile karşı karşıya kalmamak için her türlü kılıfları da hazırlamışlardır. Bu hedefe ulaşmak için ülke yönetimlerini, siyasetçilerini, bürokrasisini, akademik çevrelerini hatta halklarını da ikna edecek gerekçeleri de boldur.

“Artan nüfus, fakirleştirir. Halk sağlığı tehlikeye düşer. Gelir paylaşımında sorunlar yaşanır. Tarım alanları yetersiz kalacağından gıda krizi çıkar” türü propagandalar… Gerçekte olmadığı halde adına “küresel ısınma” dedikleri yalanlarına, doğadan kendi elleriyle tahrip ettikleri yeterli malzemeleri de vardır.

Netice itibari ile cin şişeden çıkarılmıştır. Şeytani plan gözlerimizin önünde cereyan etmekte adına da “aile planlaması” denilmekte... En ürkütücü sonuçlardan biri de Brezilya ve ABD’deki Afrika kökenli kadınların yüzde 90’ının kısırlaştırılması… Türkiye’de ise 1970’lerde yüzde 2 seviyelerindeki kısırlık oranı, 2009’a gelindiğinde yüzde 25’lere çıkmış…

Şimdi ise tüm dünyada uygulanacak olan “domuz gribi aşısı” ile benzer bir projenin hayata geçirilmesi mukadderdir. Daha henüz aşısının bulunduğu resmen ilan edilmese bile insan üzerinde bazı deneylere başlandığı haberleri geliyor. Hacca gidecek olanlara bu aşı zorunlu hale getirilmeye çalışılıyor. İkna içinde Haccı yasaklamak gibi haberler yayarak bilinçaltı yönetimi yapılmakta. Bu oyuna ilk gelen ülke ise İran’dır.

Virüsü üretenlerin ellerinde tuttukları anti-virüs, insanlar iyice tedirgin edildikten sonra piyasaya sürülecek ve operasyon bütünüyle hayata geçirilmiş olacaktır.

Aslında yapılan şundan ibaret: Virüsü geliştir, bulaştır, yaygınlaştır, ilacını pazarla, kısırlaştır ve kurtul!

Bütün bunlar size komplo teorisi gibi mi geldi? Merak etmeyin bu bir komplo teorisi değil bütünüyle insanlığa yapılan komplodur. Ölüm uykusundan uyanmazsak gençlerimiz çocuk sahibi olamayacak, orta yaşlılarımız ise torun özlemiyle terki dünya edecekler.

Sahte Mehdilerimiz, ‘kıyamet 21. yy’da kopacak’ kehanetinde bulunsalar da, akledemeyen feraset yoksunlarımız 22. yüzyılda mensubu oldukları ırkın tarih olacağını göremeden terk edecekler dünyayı.

TIMETURK


Kemal Özer
Deccal*?den Türkiye Başbakanı?na mektup
eposta@kemalozer.com
Cuma, 12.06.2009 - 12:35

?O şeytan ki; Allah ona lanet etti. O (şeytan) da şöyle dedi: 'Elbette senin kullarından intikam alacağım. Onları elbette saptıracağım, mutlaka boş umut ve arzulara düşüreceğim. Onlara mutlaka emredeceğim, onlar da hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine Allah'ın yarattığı tabi'i yapıları bozmalarını emredeceğim ve onlar da Allah'ın mahlûkatını ifsat edecekler.' İyi bilin ki kim de Allah'ı bırakıp şeytanı ve benzerlerini dost edinir onun hoşlandığı şeyleri yaparsa, gerçekten o apaçık bir ziyana uğramıştır. Şeytan, o kendisine dost olanlara söz verir ve onları boş umutlara düşürür. Şeytanın onlara söz verdiği hususlar, bir aldatmacadan başka bir şey değildir.? (Nisa Suresi 118-120 ?Kim, Allah'ın nimetini, değiştirirse, şüphesiz Allah'ın cezası pek şiddetlidir.? (Bakara 211)

İnsanoğlu istediği her şeyi yapma yetkisine sahip değil. İnsanoğlu bilim ve teknolojinin kölesi değil, efendisi olmalı. Bir kimse herhangi bir fiili yapmadan önce onun ahlaki, dini ve sosyal açıdan meşruiyetini düşünmeli. Yapılacak fiilin insanlığı, diğer canlıları, çevreyi ve gelecek nesilleri nasıl etkileyeceğini düşünmek ve adımlarını buna göre atmalı.

Fakat herkes bu görüşte değil. Özellikle de ABD ve İsrail. Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger'in 'Yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin' cümlesi her şeyi özetlemeye yetiyor. ABD ve İsrail tüm adımlarını bu bilinçle atıyor. Ancak Türkiye'nin adımlarını buna göre attığını ve bu düşünceye karşı önlem aldığını söylemek şimdilik mümkün gözükmüyor.

Bugünlerde Türkiye'de en çok konuşulan konuların başında GDO'lu ürünler geliyor. Türkiye GDO'lu ürünlere hukuki zemin hazırlayacak ?Ulusal Bio Güvenlik Yasa Tasarısı?nı yasalaştırmak üzere. Siyasi irade, söz konusu yasa tasarısını tıpkı ?kırmızı kitap? gibi saklayarak erişimi engelliyor. Muhtemel nedeni; tasarının ayrıntılı bir şekilde tartışılması, yükselecek çığlık ve olumsuzlukların bir bir ortaya serilmesi nedeniyle TBMM'nin etki altında da kalması ve IMF'nin dayattığı tasarının yasalaşmasının engellenmesi korkusu.

Söz konusu yasa tasarısının hazırlıklarına 2004'lerde başlansa da siyasetçilerin ve bürokratların kulaklarına kar suyu kaçırma süreci 1996'lara kadar uzanıyor. Tasarının hazırlık süreci ile ilgili toplantılara GDO'lu ürünleri istemeyen tüketici temsilcileri davet bile edilmezken, genetiği değiştirilmiş ve insanlığın ortak malı tohumları patenti altında geçirmede bir dünya devi olan ABD'li Monsanto'nun yetkilileri, toplantılara resmi davetli olarak katılmış. Hatta Tarım Bakanlığı'nın test çalışmalarında Monsanto, Pioneer ve Deltapine isimli yabancı tohum firmaları da yer almış.

Özetle 'GDO yasası' demekte hiçbir beis olmayan ?Ulusal Bio Güvenlik Yasa Tasarısı?, çok yakında TBMM'ye gelecek. Ülkesi ve insanlık bir tarafa, nefsini ve çoluk çocuğunu seven bir milletvekilinin bu tasarıya oy vermesi asla düşünülemez.

Bu tasarı muhalefet partileri içinde çok önemli bir sınav. Özellikle muhalefetin Meclis kürsüsünden hakkı haykırıp haykıramayacaklarını göreceğiz. Halkçı olduğu iddiasındaki CHP'yi, milliyetçi olduğu iddiasındaki MHP'yi, büyük çoğunluğu tarım ve hayvancılıkla ilgili kitlelerden oy alan DTP'yi büyük bir sorumluluk bekliyor. Özellikle sadece Güneydoğu sorunları konusunda konuşan DTP için ülkenin diğer sorunları ile ilgili olup olmadığını şimdi gösterme vakti.

Toprağımız yabancılara 'peşkeş' çekiliyor diyenlerin, 'ülkemi seviyorum' diyenlerin, 'Montasanto'mu halk mı sorusuna ne münasebet elbette halk' diyenlerin samimiyetleri, bu tasarının yasalaşma(ma) sürecinde test edilecek.

Bekleyip göreceğiz. Ancak bu tasarının yasalaşması durumunda ?elveda Türkiye tarımı, merhaba açlık ve hoş geldin Monsanto köleliği? (dünya çapında halen tohumculara kredi borcunu ödeyemediği için köleleştirilen 1 milyon çiftçi var) demekte hiçbir sakınca olmadığını buradan haykırarak, bir kıyamet vakıası Deccal, bir ülkenin Başbakanı'na mektup yazar mı bilmiyoruz. Ancak farz edelim ki yazdı. O halde acaba hangi acı gerçekleri itiraf ederdi?

İşte o mektup:

"Sayın Başbakan!

Mektubuma öncelikle bir teşekkürle başlamak istiyorum. 1996 yılından bu yana yasalaşması için her türlü alavere ve dalavereyi çevirmemize rağmen bir türlü başaramadığımız ?sözde? 'Ulusal Bio Güvenlik Yasa Tasarısı'nın Bakanlar Kurulu'nda görüşerek imzaya açmanızdan nasıl mutlu olduk anlatamam. Çok ama çok teşekkür ederim.

Bizim çocuklar tasarının çalışmalarında Tarım Bakanlığınız görevlilerine büyük katkılar sundular.

Bize kimileri 'şeytan' diyor kimileri 'deccal'. Bunların hiç önemi yok. Herkes istediğini söyler, biz işimize bakarız.

Dedelerinizin 1071'de Malazgirt'i ele geçirmesinden beri huzursuzuz. O gün bugündür, geri alma hayallerini yaşıyorduk. Siz de takdir edersiniz ki 150 yıldır ve özellikle 31 Mart 1909'dan bu yana doğru buna gerek de kalmadı.

Ülkenizde bizden çok kimse var. Bizim elimizde olsa bu kadar rahat edemeyebilirdik. Ancak bu yeni yöntem daha iyi ve daha maliyetsiz.

Sayın Başbakan!

Dünyada olduğu gibi, ülkenizde de bizim gerçek niyetimizi çözen bazı haşarılar var. Lütfen onların kulağını çekin ya da bize teslim edin biz icabına bakarız. Onlar o kadar ileri gittiler ki; bizim dünyanın en zengin ve insanlığın ortak mirası olan tohumları ele geçirip, adımıza tescil ettireceğimizi biliyorlar.

Açlığa çözüm olduğu palavrasıyla sunduğumuzu ancak gerçek niyetimizin bu olmadığını, bu transgenik tohumları çiftçilere fahiş fiyata satacağımızı, bununla da kalmayıp bu ebter tohumlarla floranızın tümünü ele geçirip sizi sömüreceğimizi, kısır tohumlarla çocuklarınızı kısırlaştırıp kökünüze hibrit dökeceğimizi de biliyorlar.

Onlar, bizim Siyonizm ve Evangalizm'in taşeronu olduğumuzu, ne yapıyorsak onların menfaatleri ve benliğimiz haline gelen sömürgeciliğimizden olduğunu da biliyorlar.

İsimlerimizi Rockefeller, Monsanto, Cargill, Bill Gates, Hazera, Pioneer, SQM, KWS, AMC/AGRIMATCO, Fritolay, Limagrain, Golden Westseeds, Syngenta olarak adlandırsak da aynı amacın parçaları olduğumuzu da biliyorlar. Elbette tek şirket olacak halimiz yok. Yoksa bu feryat hiç dinmez ve açık veririz.

Bu kölelik yasasını çıkarıncaya kadar ve ipleri tümüyle elimize alıncaya kadar şirin gözüktüğümüzü, sonrasında sahibinin kölesine nasıl davranıyorsa tıpkı öyle, hatta daha fazlasını yapacağımızın da farkındalar.

Amacımızın insanlığı köleleştirme olduğunu bildikleri gibi ilaç endüstrisine, tatlandırıcı endüstrisine, petrol endüstrisine, sağlık endüstrisine, veterinerlik endüstrisine, gübre ve tarım ilaçları endüstrisine sahip olduğumuzu, hatta sözde bilim adamlarını satın alarak sahibi olduğumuz sözde bilim yayınlarında her türlü sözde araştırmayı yayınladığımızın da öğrenmişler.

Kendimizin organik tohumlardan; gübre ve ilaç kullanılmadan üretilen gıdaları yediğimizi de çözmüşler.

Laboratuarlarımızda ürettiğimiz virüsle tüm doğal tavuklarınızı nasıl itlaf ettirdiğimizi, tarım ilaçları ile keneleri öldürüyoruz diye güçlendirici ilaçlarla keneleri bile zıvanadan çıkararak birer cinayet aracına dönüştürdüğümüzü, ot obur havyaları et obur yaparak deli dana diye bir hastalık ürettiğimizi, domuz gribi adlı virüsün de benzer amaçlarla piyasaya sürdüğümüzü de biliyorlar.

Önce şeker hastası yaptığımızı sonra da şekerden kurtulmak için tatlandırıcı telkin ettiğimizi, bu sayede kanser yapıp öldürdüğümüzü de öğrenmişler.

Ebter (soyu kesik) tohum ek, ebter bitki ye, ebter ol. Sonra çocuğum olmuyor diye bizim ilaçları kullan. Kanser ol, bizim tezgâha buyur. Kemoterapi ol. MR çektir. İlaç kullan. Beynini ölmüş gibi gösterip organlarını alalım. Organlarını alırken ilaç satalım. Organını verdiğini yaşatmak için, ilaca mahkûm edelim gibi akla hayale gelmedik planlarımızın da farkındalar.

Hatta her türlü riske karşı -ne olur ne olmaz kendimizi yiyecek gıda bulamayız da halimiz sizinkine benzer diye- önlem olsun diye milyonlarca tohumu Norveç'teki 'Svalbard Küresel Tohum Deposu'nda saklama gayesini bile biliyorlar.

Sayın Başbakan!

Ne olur başına bir kaza bela gelmeden şu yasayı çıkaralım. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Geçen gönderdiğiniz Milletvekillerinizi ağırladık. Yedirdik içirdik. Memnun kalmış olmalılar. Gazetelere verdikleri demeçlerden anladık gerçi ama ne olur ne olmaz, sizin bu haşarılar etkiler falan. Lütfen taviz vermeyin.

Sözcünüz Cemil beyin konuşmasından nasıl memnun olduk anlatamam. O cümleleri biz kursak kimse inanmazdı. Tebrikler vallahi! Ne güzel bir sözcü! Lütfen alnından bizim için öpünüz. Cemil beyin sözünü ettiği laboratuarları da biz satarız size.

Birde Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın adını 'Tarım ve Gıda Bakanlığı' olarak değiştiriyormuşsunuz. Ulusal Bio Güvenlik Yasa Tasarısı ile birlikte sunarak tartışmaların önüne geçmeniz çok isabetli olmuş. Yoksa maazallah şu GDO yasasına yüklenirlerse ünlü geri adımlardan birini daha atarsınız diye endişeleniyorduk.

Bakanlığın adını değiştirmeniz de çok isabetli. Hani sizde bir tabir vardır ya ?adı büyük kozanoğlu.? Öyle olmalı. Adı büyük ama icraatı mümkünse hiç olmamalı.

Sayın Başbakan!

Birileri one minute demeden bu yasa çıkmalı. Yoksa IMF, DB, BM, DTÖ, AB'de önünüze taş koyarız. Bizim emeklerimiz boşa giderse biz yapacağımızı biliriz, biliyoruz. Ama yinede lütfen siz IMF'e ?posta koyma?ya devam edin! Birileri Başbakanlığa yasa tasarısını edinmek için müracaat etmiş ama sizinkiler vermemiş. Tarım Bakanlığı bürokratlarınızı da sıkıştırıyorlar. Onlarda sıkı duruyor. Çok iyi çok? Aman ha vermeyin. Maazallah öğrenirler de one minute, one minute demeye kalkarlar. Gerçi biri yasa tasarısını edindi. Gece onu çarpıp gereğini biz yaparız.

Bu konuda geri adım yok Sayın Başbakan, geri adım yok!?

Deccal, Şeytan yahut cellâdınız.

(Artık size hangisi daha afilli gelirse. Gerçi biz tohum şirketi de denilmesini tercih ediyoruz)

* Kıyametin büyük alametlerinden olan ve tanrılık iddiasında bulunacak olan Deccal'ın kıyamete yakın zuhur edeceği konusunda ihtilaf yok. Bir Hadis-i Şerifte Peygamber Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur: ?Âdem'in yaratıldığı zamandan itibaren kıyamete kadar Deccal'ın şerrinden daha büyük bir fitne olmamıştır.? Bir başka Hadis-i Şerif'te ise ?Deccal'ın ayak basmadığı bir belde yoktur. Mekke ve Medine bunun dışındadır?? Allah c.c. bütün insanlığı Deccal'ın ve Deccallaşmışların şerrinden muhafaza buyursun. (Âmin)

TIMETURK

Mısır şurubu tatlandırıcıları katılan diyet ürünleri, karaciğer yağlanmasının sebebi

25 Eylül 2010 İstanbul Üniversitesi (İÜ) Onkoloji Enstitüsü Öğretim Üyesi Uzman Doktor Yavuz Dizdar, karaciğer yağlanmasının en büyük sebebinin mısır şurubu tatlandırıcıları olduğunu belirterek, tatlandırıcıların yaygın olarak kullanıldığı diyet ürünlerinden uzak durmak gerektiğini söyledi.
Sakarya Sivil Toplum Platformunca (SASTOP) Şeker İş Sendikası'nda düzenlenen "Nişasta Bazlı ve Kimyasal Tatlandırıcılar" konulu konferansta konuşan Dizdar, tatlandırıcıların zararlarına değindi.
Tatlandırıcıların kanser vakalarındaki artışı tetiklediğini savunan Dizdar, "Beslenmede bir ürün çıkartılıyor, buna 'tatlandırıcı' deniyor. Bir bakıyorsunuz, yaşam tarzı olarak, 'işte zayıflayın, kilo almayın' diye bu tatlandırıcıların kullanımı doruklara çıkıyor. 'Bunun güvenlik verisi nedir?' dediğimizde, 'Güvenlik alanı biz değiliz, biz sadece üretiriz. Güvenlik Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) işi' cevabı alıyorsunuz" dedi.
Tatlandırıcıların verdiği tadın doğal şekerin verdiği tatla aynı olmadığını ifade eden Dizdar, ucuzluğu nedeniyle tatlandırıcıların yaygın olarak kullanıldığını söyledi.
Toplumda birçok insanın karaciğerinde yağlanma sorunlarının ortaya çıktığına dikkati çeken Dizdar, şöyle konuştu:
"Ne zaman ki Türkiye'de tatlandırıcılar ve diyet ürünleri arttı, bu tür sağlık sorunları da arttı. Karaciğer yağlanmasının en büyük sebebi mısır şurubu tatlandırıcılarıdır. Örneğin, sakarin fazla alındığında idrar yolu kanseri yapar. Tatlandırıcı kullananlar muhakkak önemli sağlık sorunları yaşar. Bugün yediğimiz tüm diyet ürünlerinin içinde tatlandırıcılar var. Bu yüzden diyet ü rünlerinden uzak duralım. Diyet tatlı ve yiyecekler yerine, doğal olanlardan az miktarda tüketelim. Tüketim ne kadar azalırsa, bu ürünlerin ülkemize girişi de o kadar azalır. Bu konuda örgütlü hareket etmek ve toplum olarak bilinçlenmemiz gerek. Herkes bu ürünlerin girmesine karşı çıkarsa, bu ürünleri ülkemize sokan yasaların çıkmasını da engellemiş olur. Karşımızda bu işten kazançlı olan çok etkin bir lobi var. Bu lobi karşısında organize olmak dışında çare yok." netgazete

Rusya'yı vurdu sıra Çin'de!
12 Şubat 2011

Geçen yıl Eylül ayında Rusya'nın tahıl ürünleri ihracat yasağını uzatmasının ardından bu kez de Çin'in tahıl ambarı Şandong eyaletindeki kuraklık, buğday üretimini tehdit ediyor.

Geçen yıl haziran ayının ortalarından ağustos ayının ortasına kadar devam eden sıcak hava dalgası yüzünden çıkan yangın ve meydana gelen kuraklık sonucu buğday üretiminde ciddi düşüş yaşayan Rusya, tahıl ürünleri ihracatına yönelik getirdiği yasağı 2011'e uzatma kararı almış, ve bu karar dünya buğday üretimini ve fiyatlarını olumsuz etkilemişti.

Rusya'dan sonra bu kez de Çin'in doğusunda bulunan, ülkenin en büyük tahıl üreticilerinden Şandong eyaletinde etkili olan son 200 yılın en sert kuraklığı buğdayda sıkıntıları yeniden artırdı.

Çin'de kuraklığın etkisini en aza indirgemek için sıkı önlemler getirilirken, Çin Tarım Bakanlığı, ülkede özellikle sekiz bölge ve eyalette etkili olan kuraklığın bahar aylarında da sürebileceği uyarısında bulundu.

Konya Ticaret Borsası (KTB) Başkanı Uğur Kaleli, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Çin'in yüzde 17'lik payla dünyanın en çok buğday tüketen ülkesi olduğunu söyledi.

''DÜNYA ŞİMDİYE KADAR BÖYLE BİR DURUMLA KARŞILAŞMADI''

Çin'de yaşanan kuraklığın dünya buğday üretimini ve fiyatlarını doğrudan etkileyeceğini ifade eden Kaleli, kuraklığın devam etmesi ihtimali ve Çin'in buğday ithalatını artırma kararı alma olasılığının bile buğday fiyatlarını yükselttiğini belirtti.

Buğday fiyatlarının son 6 ayda küresel ısınmanın yol açtığı kuraklık ve aşırı yağış gibi nedenlerle neredeyse iki kat arttığına dikkati çeken Kaleli, ''Dünya şimdiye kadar böyle bir durumla hiç karşılaşmadı. Nitekim Çin'de yaşanan kuraklıkla birlikte bu ülkede buğdayın tonu 463 doları buldu.

Dünya piyasalarında ise 400 dolar civarında. Çin'in ithalatını artırma kararı alması durumunda bu fiyatların daha da artacağı beklenmektedir. Bu ilerisi için ciddi bir alarmdır'' dedi.

TÜRKİYE'DE DURUM

TMO'nun verilerine göre Türkiye'nin 2010/11 buğday üretiminin 19,5 milyon ton olarak öngörüldüğünü anlatan Kaleli, 2 milyon ton stokla birlikte toplam 21,5 milyon ton buğdayın 18 milyon ton olan tüketimimizi rahatlıkla karşılayacak düzeyde olduğunu vurguladı.

Kaleli, TMO'nun yerinde müdahaleleri ile de dünyadaki buğday fiyatlarında yaşanan sert yükselişlerden Türkiye'nin çok etkilenmediğini ancak fiyatlar üzerinde global krizin baskısını arttırdığını bildirdi.

Türkiye'nin üretim ve stok olarak zor durumda olmadığını dile getiren KTB Başkanı Kaleli, şunları kaydetti:

''Ancak bu durum fiyat yükselişini bir noktaya kadar tutabilir. Kriz bizi etkilemez iyimserliği yerine üreticilerimizin ve tüketicilerimizin zarar görmemesi için acil olarak harekete geçilmesi gerekmektedir.

Bu çerçevede TMO'nun spekülatif hareketleri önleyecek tedbirlerine devam ederek, piyasayı regüle edebilecek düzeyde elinde kaliteli buğday bulundurması büyük önem taşımaktadır.

Tarım alanlarının amaç dışı kullanılmasının önüne geçilmeli, arazi toplulaştırmasına hız verilmelidir. Mevcut kaynaklarımızın en etkin şekilde kullanılarak, buğday verimliliği ve kalitesinin arttırılması, sulama ve Ar-Ge yatırımlarının hızla tamamlanması gerekmektedir.'' ekotrent

"Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’la Türklere biyo-soykırım uyguluyorlar”

17 ubat 2011
Anadolu Haber

Başbakan, CHP Lideri Kılıçdaroğlu ve Tarım Bakanı Eker’e mektup gönderen Panko Birlik’in Danışmanı, eski İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Özfatura, “Nişasta Bazlı Şekerler ve Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’la Türklere biyo-soykırım uyguluyorlar” dedi.

Son 10 yıldır Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ve şeker bazlı nişastalar konularında araştırmaları derleyen, Pancar Üreticileri Kooperatifi’ne (PANKO Birlik) danışmanlık yapan eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Burhan Özfatura, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve Tarım Bakanı Mehdi Eker’e “Bize biyolojik savaş açtılar. Türklere soykırım yapılıyor” diye mektup gönderdi. GDO’lu ürünler, kısır tohumlar ve Nişasta Bazlı Şekerlerle (NBŞ) Türkiye’ye yönelik tam bir soykırım uygulandığını ileri süren Özfatura 1975’te yüzde 2 olan kısırlık oranının 2009’da yüzde 25’e yükseldiğine dikkat çekerek “Türkiye bir biyolojik savaşla, bir biyo-soykırımla karşı karşıya.

Türkiye’nin bir numaralı gündemi ne Ergenekon ne başka bir şey. İktidar muhalefet demeden bu konuda el ele verilmeli” dedi. Türkiye’nin gelecek nesillerinin tehdit altında olduğunu ifade eden Özfatura gönderdiği mektupta, Başbakan Erdoğan’ın mektubunda yer verdiği bazı gıdaları tetkik ettirmesini istedi. Türkiye’nin bir numaralı gündem maddesinin bu olması gerektiğini kaydeden Özfatura, şunları söyledi: “35 yıl önce yüzde 2 olan kısırlık oranı bugün yüzde 25’e çıktı.

Bu gıdaları tüketenlerin DNA’ları bozuluyor. Cinsi sapıklar türüyor. Türkiye biyolojik bir savaşla, bir soykırımla karşı karşıya. Geceleri uykularım kaçıyor. Hepimizin geleceği tehlike altında. Neticede Sayın Başbakan’ın da çocukları, torunları tehlike altında. Çünkü yediğimiz hemen her gıdada bunlar var.”

TERMİNATÖR TOHUM

Dünyanın en zengin isimlerinin oluşturduğu “Dünya Nüfus Konseyi” adlı örgütün dünya nüfusunun 8.3 milyarı aşmaması için çaba gösterdiğini, bu amaçla bir soykırımı uyguladıklarını da iddia eden Özfatura, “Bill Gates, David Rockefeller, Ted Turner, George Soros gibi zenginler dünyaya hükmediyor. Dünya Nüfus Konseyi adıyla örgütlüler. Hitler’e de destek veren bu gruptu” sözleriyle dikkat çekti. Özfatura GDO’lu ürünleri terminatör tohumlara benzetti.

HOMOSEKSÜEL DOMUZ!

Bu gıdalar aracılığıyla Türkiye’ye uygulanan soykırımın Asya ve Afrika ülkelerine de uygulandığını savunan Özfatura “GDO’lu ürünlere ithalat yasağı getirilmeli” diye konuştu.

En çok soya, mısır, nişasta bazlı şekerler ve suni tatlandırıcıların tehlikeli olduğunu kaydeden Özfatura, “Bunlar insan DNA’sında tahribe yol açıyor, genetik bozukluklar ve cinsi sapıklıklar meydana getiriyor. İsviçre’de yapılan araştırmada GDO’lu soya ve mısırı yiyen domuzlar homoseksüel oldu” dedi.
Ajans5

Güzel soru: Neden "bu sayfa artık yok"?
25.06.2014




Berlin Teknik Üniversitesi GDO'lu ürünler devi MONSANTO ürünlerini kullanan Alman şirketleri, ürünleri ve Alman pazarında sunulan ürünleri gösteren sayfayı sildi: "Bu sayfa artık yok..."
Kaynak: https://www.facebook.com/Infoseite.zu.Christoph.Hoerstel/photos/pcb.772862672756338/772860966089842/?type=1&theater
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Ağu 12, 2009 11:03 pm    Mesaj konusu: Bir 'silah' olarak gıda Alıntıyla Cevap Gönder

Kemal Özer
Bir ‘silah’ olarak gıda (1)
eposta@kemalozer.com
Perşembe, 23.07.2009

Gıda, yaşamın vazgeçilemez unsurlarından biri. Obaman’ın beyin takımından olan özelliklede eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” cümlesiyle özetlediği 1974 tarihli raporu ABD için yeni yol haritası niteliğinde.

Dünya üzerinde tam egemenliğin enerji ve gıdadan geçtiğini ilk gören ülke, ABD olmuştur. Tüm stratejilerini bunun üzerine kurgulayan ABD, gücünü ve hâkimiyetini de buna borçlu.

George Kenan 1948’de bu durumu “Biz dünya nüfusunun yüzde 6,3’ünü oluşturuyoruz fakat zenginliğin yarısına sahibiz. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok” cümlesiyle özetler.

ABD’nin enerji kaynaklarına hâkimiyeti konusunda yaptığı çalışmalar ve savaşlardan herkes haberdar. Bu konuda sayısız eser yayınlandı. Ancak gıda alanında aynı bilgi ve bilincin olduğundan söz etmek zor. Hâlbuki gıda, ABD için enerjiden daha stratejik. Özellikle petrolle ilgili yapılacaklar kısmen ve ya tamamen ele geçirmek, gerektiği kadar pahalı satmak ve sınırlamaktan ibaret. Vazgeçilemez gibi gözükse de tüm insanlık petrolden vazgeçebilir, yokluğuna alışmak zor gelse de tahammül edebilir hatta alternatifler geliştirebilir. Ancak gıda için aynı durum geçerli değil. Başta insan olmak üzere tüm canlıların vazgeçemeyeceği hava, su ve gıda yaşamsal öneme sahiptir.

Bu nedenle artık savaşları egemenlik ve enerji savaşları olarak görmemek, gerçeği görmemek olur. 20. yüzyılda başlayan ve 21. yüzyılda şiddetlenen gıda savaşlarını anlamaya çalışmak gerekiyor. Çünkü uluslara egemen olmanın yolu petrolden geçse de, artık uluslara egemen olmak da yetmiyor. Çünkü her biri bir ulusa bedel olabilecek hatta çok daha fazlası güçte insanlar ve şirketler var.

Ateşli silahlarla yapılan savaşların etkileri de bir noktada bitmekte hatta savaş milletleri kamçılayıp güçlendirebilmekte. Buna karşın gıda savaşlarının etkisi, silahlı savaşlardan çok daha etkin hale geldi. Özellikle gıda savaşlarının en önemli adımı; tohumların kısırlaştırılarak insanların elinden alınmasıdır ki; bunun için modern köleleştirme demekte hiçbir sakınca olmasa gerek.

Özellikle Rockefeller’in 1900’lerin başına kadar uzanan gıda üzerinden yürüttüğü savaş; 1950’lerde “yeşil devrim” adlı bağımlılık modeliyle yeni bir boyut kazanır. ABD’nin Vietnam savaşıyla sarsılan hegemonyasının yeniden sağlamasında gıda en büyük araç olur. Bunun içinde devrede yine Rockefeller vardır. Rockefeller’in hamiliğiyle Zbigniew Brzezinski, Samuel Huntington ve Henry Kissenger’in geliştirdiği model, ABD’nin küresel imparatorluğunu güçlendirmekte.

William Enghal’ın “mahşerin dört atlısı” olarak adlandırdığı, Monsanto, DuPont (Pionerr), Dow AgroSciences ve Syngenta şirketleri; tohum, zirai ilaç, gübre, hormon, yem, hayvansal ilaç, gıda katkı maddeleri, temel gıda üretimi, insani ilaç, finans, petrol, tarım makineleri, tıp endüstrisi gibi birçok alanda faaliyet göstermekteler. Dünya tarımı büyük oranda bu firmaların kontrol altına girmiş durumda. Bu durumsa bütünüyle dünya çapında bir bağımlılığın habercisi!

ABD’yi dolayısıyla dünyayı yönetip, yönlendiren bu firmalar; ilk insandan bugüne, hayatımızın devamlılığını sağlayan temel unsurun gıda olduğunu çok iyi bilmekte ve bütün stratejilerini bunun üzerine bina etmekteler.

Küresel kapitalizmin yapmak istediği şey; insanlığın ihtiyaç duyduğu temel ihtiyaçları tekelinde tutarak, ulusları egemenliği altına almak. Bu hedefi hayata geçirmek yalnızca tohumların kısırlaştırılmasından ibaret bir durum da değil. En az yüzyıllık bir mazisi olan bu projenin çok boyutlu bir yapılanma olduğunu görmek gerekiyor. ABD’nin sembol giyecek, içecek ve yiyecekleri, toplumlara basın yayın araçları ile empoze edilerek model oluşturulmakta. Bu durum toplumları dönüştürmüş ve hiçbir şeyi sorgulamadan tüketen hazzın esiri, moda mankenleri haline getirmiştir.

Kimileri bütün bunları diğer insanlara uyguluyorlar peki, ‘neden ABD vatandaşlarına da uyguluyorlar’ diyerek tepki gösteriyor. Bu tepkiyi ABD’nin derin yapılanmasını yeterince tanımadığımıza bağlamakta yarar var. Kendi ülkelerine kabul ettiremedikleri bir modeli başka ülkelere kabul ettirmeleri mümkün olabilir mi? Kuşkusuz en büyük potansiyel, kendi ülkelerinde yaşayanlar ve özellikle de Afro Amerikalılardır. Zaten proje uygulamaya bunlar üzerinde başlatılır.
TIMETURK

Bir ‘silah’ olarak gıda (2)
eposta@kemalozer.com
Pazartesi, 27.07.2009 - 14:07
Lütfen konu bütünlüğü açısından birinci bölümü okuyunuz

Bu güç odakları, ABD ve Kanada gibi ülkelerde başlattıkları değişim ve yozlaşma modelini diğer ülkelerin iknası için bir model olarak sunmaktalar. Bunun içinde seçtikleri yöntemin boyutları ürkütücü olmanın yanı sıra kısa vadeli bir proje de değil.

Rol modelin başarısı için öncelikle yapılanmanın içeride olması ve ABD kurumlarının da ele geçirilerek, buradaki uygulamaların bilimsel çalışmalarda temel veri olarak alınmasını sağlamak gerekmektedir. Bunun içinde ABD’nin Gıda ve İlaç Dairesi (FDA)’nın kontrol altında tutulması ve referans kurum haline getirilmesi gerekmiştir.

Birleşmiş Milletleri ve ona bağlık kuruluşların yönetimi de, ABD kurum ve kuruluşlarından farklı değil. BM ve örgütlerinin yanı sıra, başta FDA olmak üzere bakanlıkları dâhil, ABD’nin ilgili kuruluşlarının da bu firmalarca yönetilip yönlendirildiğini ortaya çıkması üzerine Cargill tarafından Dünya Ticaret Örgütü (WTO-DTÖ) gibi yeni bir silah geliştirilir.

1 Ocak 995’de DTÖ kurulur. Bu derin yapılanma, Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT)’ın devamı gibi gösterilmek istense de aralarında önemli farklılar vardır. 1948’de kurulan GATT, sadece mal ticaretini kapsarken, WTO mal, hizmetler ve fikri mülkiyet hakları olarak da bilinen ‘fikir ticareti’ni de kapsar. Bütünüyle Evangalist, Şeytan ve Siyonizm ortaklığı olan örgütün ana amacı da budur.

Rusya ve bağımlısı ülkeler, 133 üyeli DTÖ’ya girmeyi halen de reddetmekteler. Çünkü DTÖ, dört ülkenin kontrolündedir ve kararları üye ülke hükümetlerce tartışılmaksızın kabulü zorunlu bir dayatmayı içeriyor.

Ülkeleri ABD’nin ticari köleleri haline getirmeye çalışan sözde örgütün tarımdan tekstile, hizmetlerden fikri mülkiyet haklarına kadar, çok farklı alanda 29 ayrı bağlayıcı metninin yanı sıra üyelere büyük sorumluluklar ve taahhütler yükleyen 25 karar, deklarasyon ve anlaşması bulunuyor.

DTÖ’nün hassas olduğu sektörlerin başında hiç kuşkusuz tarım ve dolayısıyla GDO gelmekte. Zaten kurulmasının ana gayesi de DTÖ’nün bağlayıcı kararları üzerinde üye ülkelerde GDO’nun serbest bırakılması ve desteklenmesi. Bütün bunları yaparken, tarım ve ihracatın teşviki, gıda güvenliği, bitki ve hayvan sağlığı gibi herkese şirin gelen, süslü kavramları da kendisine kalkan yapmakta.

Fikri mülkiyet haklarının ticaretle ilgili yönünü ‘TRIPS anlaşması’ ile düzenler. Bu anlaşma, telif ve patent hakları gibi yeni fikri mülkiyet haklarını dile getirmekle kalmayıp; coğrafi işaretler, endüstriyel tasarım, ticaret markaları ve ticaret sırları ve geliştirme süreç bilgi haklarını gibi verilerin korumasını sağlayarak; varlık nedeni olan firmaların mülkiyet ve haklarını koruyarak yerel gelişimlerin ve küçük öçlükle çabaların önünü de kesiyor.

Özetle merkezi Cenevre’de olan DTÖ’nün; karar, anlaşma ve taahhütleri; tüm üye devlet için ulusal yasalarının üzerinde bir bağlayıcılığa sahip. Diğer bir sorun ise “teknik yardım” adı altında ülkelerin sistemlerini değiştirdiği ve bağımlılık modelleri oluşturmak için çalışıyor olması.

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO)’ın neden bu denli yayınlaştırıldığını ve bunun nasıl başarıldığının anlamanın yolu, Dünya Ticaret Örgütü’nün yapısı, faaliyetleri ve yönetimini tanımaktan geçmekte. Çünkü DTÖ, kelimenin tam anlamıyla mahşerin dört atlısının dünyayı yönetmek için geliştirdiği uluslararası bir kılıf ve kurucularının hedefleri doğrultusunda ilerlemesini sürdürüyor.

Birçok ülkede çıkarılan ve ülkemizde de Bakanlar Kurulu’nun masasında bekleyen “Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı” gibi yasa çalışmaları, tartışmasız bir şekilde Cargill, Monsanto ve Rockefeller gibi yapılanmaların, DTÖ başta olmak üzere Dünya Bankası ve İMF üzerinden dayattıkları yasa çalışmalarıdır. Adındaki “güvenlik” kelimesi de tıpkı bu tür örgütlerin sık sık kullandıkları “insan, bitki ve hayvan güvenlik ve sağlığı” gibi karanlığın kılıfı kavramlardan biri olarak durmakta.

TIMETURK

Bomba ve Tohum Birlikte : Irak ve Afganistan'da ABD
Tayfun Özkaya - Ekolojistler Birliği


ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinde tarım alanında yaptığı tahribatlar ve şirket tohumlarını hâkim kılmak için yaptığı çabalar bugünlerde daha iyi anlaşılıyor.

Stratejik ortağımız olduğu ileri sürülen ABD’nin Irak’tan çekilecekmiş gibi yaptığında (aslında gerçekten çekilmeyecek) tarım veya tohum da önemli rol oynayacak. (..)

Afganistan ve Irak olayına geri dönelim. ABD’nin savaş ve tarımı birbirini destekler tarzda kullandığını görüyoruz. Bomba ve tohum ABD için etkili iki silah. ABD kendini vazgeçilmez yapmak için Irak ve Afganistan’da köylüleri tohum alanında kendine bağladı. ABD’nin işgal ettiği ülkelerde tarım alanındaki tahribatlarına daha yakından bakalım.

Afganistan

2002’de Afganistan’da eski bir Sovyet havaalanı olan Shindand’a ABD kuvvetleri yerleşti.

ABD kuvvetleri 2008 yılında bu havaalanının hemen yanına laboratuarlar, dershaneler, balık havuzları da içeren bir tarımsal eğitim merkezi kurdular. Amaç bağımlılık yaratmaktı. Güneydoğu’da Helmand eyaletinde amerikan yardım kuruluşu USAID başka bir tarımsal merkez oluşturdu.

Tarımsal merkezin yer seçimi de daha çok askeri amaçlarla yapılmış idi. Diğer yandan kırsal alanda çalışan tarımsal kalkınma takımları adı verilen gruplar oluşturuldu. Bunlar aslında askerlerden oluşuyordu. Tarımsal etkinlikler askeri operasyonlara destek sağlıyordu.

Askeri güçler de çoğu ABD’li yabancı şirketlerin isteklerini Afgan hükümetine kabul ettirmek için çalışıyordu. Temel amaç neo-liberal tarım politikalarının benimsenmesi idi. Otuz yıl önce Afganistan net gıda ihracatçısı iken, bugün gıda ithaline ve yabancı yardımına muhtaç oldu.

Uluslararası kuruluşların desteği ile Afganistan’da tarımın yeniden yapılanması konsorsiyumu adlı bir kuruluş oluşturdular. Bu kuruluş Afgan çiftçilerinin zengin yerel çeşitlerini görmezden geldi.

Bunun yerine dışardan gelen tohumları dağıtmaya başladı. Daha sonra birkaç yerel tohum firması kurdurdular. Sonra bunları ABD firmaları satın alabilirdi. Daha sonra yerel bir tohum yasası çıkarttılar. Bu yasa köylü tohumlarının yaşamasını güçleştirecek özellikler taşıyordu.

2008’de Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım örgütünün (FAO) yardımıyla Ulusal Tohum Birliği kuruldu. (Seedling Dergisi, Nisan 2009,The soils of War, Grain, www.grain.org)

(..) Amaç bağımlılık yaratmak. Tohum silah olarak kullanılıyor.

Irak

Türkiye gibi uygarlığın beşiği sayılan bu ülkede tarım onbin yıl önce gelişmiş idi. Bugün ise amerikan sert kırmızı buğdayı ile amerikan pirinci için bir numaralı ithal ülkesidir. (Seedling dergisi, aynı sayı)

Amerikan şirketleri işgalden önce bu ülkeye kolay giremiyorlardı, şimdi ise ABD tarım şirketleri için 1,5 milyar dolarlık bir pazar oluşturuyor. ABD için bu ülkenin tarımını kontrol etmek o kadar önemli idi ki Cargill’in eski yöneticisi ve uluslararası ticaret görüşmelerinde ABD hükümetinin yetkili temsilcisi Dan Amstutz’u bu ülke de tarım için görevlendirdi.

İşgal sonrası tarımsal destekler kaldırılarak tarımsal pazarlar ithalata açıldı. Yerel tarım sistemi çöktü. Amerika Birleşik Devletleri Koalisyon Geçici Otoritesinin görev süresinin sonlarına doğru 81 numaralı kararname ile çiftçilerin tohumları saklama hakları ellerinden alındı. Kararname tohum yasasını da kapsayacak şekilde fikri mülkiyetler yasası olmuştu. Amerikalı uzmanlar İngilizce olarak hazırladılar. Amerikalı komutan imzayı bastı. Arapça’ya çevrildi ve yasa oldu. Bu kadar kolay. Hatırlayacaksınız ülkemizde benzer bir yasayı meclis kabul etti.

Dan Amstutz Amerikan yardım kuruluşu USAID’in tarımsal yeniden yapılanma ve Kalkınma programının sorumlusu yapıldı. Ele alınan en önemli ürün buğdaydı. Sertifikalı buğday tohumunun ithali, çoğaltılması ve dağıtımı, Irak’ın buğday sektörünün özellikle kamusal sisteminin liberalleşmesi kolaylaştırıldı. Bütün bunlar Amerikan hububat şirketlerine milyarlarca dolar kazandırdı.

Obama döneminde Amerikan askerlerinin bazılarının görevleri yeniden adlandırılarak asker olarak değil de, tarım alanında eğitmen ve yardımcı olarak belirlendi.

Bu oyun sayesinde Pentagon 2011’den sonra 70 000 askerini Irak’ta tutma imkânına kavuşacak. Bildiğiniz gibi 2011 ABD-Irak Silahlı Kuvvetler Durum Anlaşmasının başladığı tarihtir. (İngilizce kısaca SOFA deniyor)

Böylelikle Obama 16 ay içinde Irak’tan askerlerini geri çekme seçim vaadinden pratik olarak vazgeçmiş olmaktadır.

(..)

'DERVİŞ GELMİŞ TARIMI BİTİRMİŞ, GİTMİŞ'
19 Ağustos 2009 09:12

Kemal Derviş'in tarıma desteği yüzde 50 oranında azaltarak ülkeye en büyük kötülüğü yaptığını vurgulayan Hayrettin Karaca, Derviş'in misyonunu, 'Kemal Derviş gelmiş, etmiş, gitmiş' diye özetledi
Türkiye Erezyonla Mücadele Vakfı (TEMA) Onursal Başkanı Hayrettin Karaca, ABD ve AB'de de tarıma verilen sübvansiyonlar sürekli arttırılıyorken Kemal Deşviş'in bakanlığı döneminde destekleri yüzde 50 oranında azaltmasının yıkıcı sonuçlarının bugün ortaya çıktığını söyledi. TEMA'nın İş Bankası ile birlikte yayınladığı 'Dünyanın Durumu 2009' kitabının gerçekleri bir kez daha gözler önüne serdiğini vurgulayan Hayrettin Karaca, Kemal Derviş'in tarıma desteği azaltarak ülkeye en büyük kötülüğü yaptığını vurguladı ve Derviş'in misyonunu , “Kemal Derviş gelmiş, etmiş, gitmiş' diye özetledi.

AÇLIK HIZLA GELİYOR

Tarihteki bütün güçlerin topraktan alınan verimin düşmesiyle yok olduğunu hatırlatan Karaca, “Açlık hızla geliyor. Sebebi, kuraklık ve verim düşüşü' diyerek tarıma ve toprağa sahip çıkılması gerektiğini söyledi. Toplumsal barışın topraktan geçtiğini anlatan Karaca, “Bizim Avrupa ve ABD'ye kati surette ihtiyacımız yok, Türkiye güclüdür. Benim köylüm cin gibi. Yeter ki bunun farkında olsun ve gereğini yapsın” diye konuştu.

2 MİLYAR İNSAN TEHLİKEDE

'Dünyanın Durumu 2009' adlı kitap, Hayrettin Karaca'nın dikkat çektiği tehlikeleri doğrular nitelikte. Worldwatch Enstitüsü tarafından 40'ı aşkın uzmanın katkısıyla hazırlanan rapora göre küresel kuraklık nedeniyle Ganj nehrinin sularının azalmasıyla Hindistan'daki sulanan arazilerin yüzde 40'ı susuz kalacak. Böylelikle sadece Hindistan'da 400 milyon insan açlık tehlikesine girecek. Öte yandan kuraklığın artmasıyla geçimlerini kısmen hayvancılık ve tarımdan sağlayacak 2 milyar insanın büyük bir sıkıntıya gireceğini kaydeden rapora göre çözüm için tarımı iklim değişimlerine göre yeniden kullanma kültürünün geliştirilmesi gerekiyor.

Derviş gidince destekler değişti

Kemal Derviş, bakan olduğu dönemde tarıma ayrılan desteği 5,6 milyar dolardan 3,2 milyar dolara kadar geriletmişti. Son yıllarda destek miktarı tekrar artışa geçti ve yıllık 5,5 milyar dolar seviyesine çıkarıldı. AB bütçesinin yüzde 45'i tarım ürünlerini desteklemek için ayrılıyor. AB'nin 2007-2013 dönemini kapsayan yedi yıllık bütçesinin toplamı 862,3 milyar avro olarak belirlendi. Bu tutarın 388 milyar avroluk kısmı tarım ürünlerinin desteklenmesi için kullanılıyor. Avrupa her yıl tarıma destek için ortalama 55,4 milyar avro bütçe yardımı yapıyor.

2013 tarımsal üretim hedefi 60 milyar dolar

Kemal Derviş'in tarıma desteği yüzde 50 azaltmasıyla 2002'de 21,8 milyar dolara gerileyen Türkiye'nin toplam tarımsal üretimi, yeni teşviklerle geçen yıl 50 milyar dolar seviyesine çıkmıştı. Aynı dönemde ihracat da 4 milyar dolardan 10 milyar dolara yaklaştı. Tarımda 2013 yılı perspektifini açıklayan Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, önümüzdeki 4-5 yılda sektörün üretim değerini 60 milyar dolara, ihracatını ise 35 milyar dolara yükseltmeyi hedeflediklerini kaydetti.

Havza Modeli'yle tarımsal desteklemeye yeni bir yaklaşım getirdiklerini vurgulayan Bakan Eker, iklim ve toprak şartlarına göre belirlenen 30 havzada 16 ürünün destekleneceğini kaydetti.

Yenişafak

Sağlıkta Küresel Oyunlar
Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen
Dengeli Haber


Eskiden hipertansiyon bu kadar yaygın değildi. Koroner arter hastalığı, kalp yetmezliği, diyabet ve metabolik sendrom bu kadar yaygın değildi.
Kanserden depresyona günümüzde sık görülen daha bir sürü hastalıkta bu kadar yaygın değildi. Tedavide ise bugün kullandığımız modern ilaçların çoğu yoktu. Hasta sayısı az olmasına rağmen doktora, hastaneye ve ilaca ulaşmakta kolay değildi.

Geçen 30-40 yılda sağlık ve ilaç sektörü çok büyük gelişmeler kaydetti. Bugün artık mükemmel diyebileceğimiz yüzlerce ilaca sahibiz. Her çeşit inceleme ve tedavinin yapıldığı dev hastanelerimiz mahalle aralarına kadar yayılmış durumda. Herkes canı istediğinde istediği hastane ve doktora gidebiliyor. 2008 yılında muayene olan hasta sayısı 6 yıl öncesine göre % 500 artarak 500 milyon hastaya ulaşmış. Sağlığa harcadığımız para ise son 15 yılda % 500 artmış.

Sağlığa harcadığımız para son 15 yılda % 500 artmış olsa da bu artış % 500 sağlık anlamına gelmiyor. Bunca bilimsel ve teknolojik ilerlemeye ve sağlığa harcadığımız milyarlarca dolara rağmen, hem hasta sayısı hızla artıyor, hem de yaygın sağlık sorunlarının tedavisinde başarılı olamıyoruz. Burada bir çelişki yok mu? Örneğin hipertansiyonda başarı oranımız bunca hastane, bunca doktora ve bunca ilaca rağmen oldukça düşük. Hastaların %70-80’inde hedeflenen tedavide başarılı değiliz.

Hipertansiyon, koroner arter hastalığı, kalp yetmezliği, diyabet ve şişman hasta sayısı rekor düzeyde artmış, adeta bir salgına dönüşmüş. 17 milyon kişi hipertansiyon hastası, çoğunun bundan haberi bile yok. Şeker hastası sayısı hızla artıyor, şimdiden 6 milyona ulaşmış. Hepatit B- C taşıyıcısı 6 milyona ulaşmış. Karaciğer nakline aday binlerce hasta çaresiz kötü kaderini beklerken, tam sayfa alkol reklamları çocukları bile özendiriyor. Daha sigara olayını bile çözemedik. Hastane acil kapılarında ve restoranlarda insanlar fosur fosur sigara içerken biz neyi tartışıyoruz?

Kalp yetmezliği oranı ülkemizde yapılan HAPPY isimli araştırmanın erken sonuçlarına göre, dünya ortalamasının 3 katına çıkmış, yani dünya ve olimpiyat şampiyonu olmuşuz haberimiz yok. Bu hastalara ne kadar yoğun bakım yatağı lazım bilen yok. Kıt kaynaklarımızı hastalıkları önlemek ve sağlığı korumak yerine organ nakillerine harcıyoruz. Binde 1-2 hastayı kurtaralım da diğerleri ne olacak?

Türk Nefroloji Derneği tarafından Sağlık Bakanlığı ve TÜBİTAK desteğiyle yapılan CREDİT isimli araştırma ise, sekiz milyon" kişinin böbrek hastası olduğunu gösterdi. Yani her yetişkin 6 kişiden birisinde kronik böbrek hastalığı bulunuyor. Diyaliz ve böbrek nakline aday olan bu hastaların tedavisi için harcanacak emek, organizasyon ve kaynakları, hastalıkları önlemek için kullansak daha mantıklı olmaz mı?

Hasta eden ve süründüren kaderimiz ne zaman değişecek?

Sağlık Bakanlığı - Başkent üniversitesi işbirliği ile yapılan araştırma, hastalık ve kayıpların % 86’sına hastalıklı yaşam tarzının sebep olduğunu söylüyor. Yani ‘hastalık ve ölüm üreten bataklığı kurutun’ diyor.

Dereler akıtılan zehirler, içme suyuna karışan kanalizasyon suları, yemyeşil çevreye atılan, toprağa gömülen kimyasal atıklar, kirli sanayinin zehirli dumanları her çeşit hastalık , kanser ve ölümlere yol açarken, bizler hastane doktor şifa arıyoruz. Yediğimiz içtiğimizi zehir eden kanserojen maddeler ve kirletilen hava her çeşit kanser, kalp, damar ve akciğer hastalığına davetiye çıkarırken bizler seyrediyoruz.

Bunca bilimsel ve teknolojik ilerlemeye rağmen hasta sayısı azalacağına artıyor. Ne bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, ne mahalle aralarına kadar yayılan dev hastaneler ve ne de giydiğimiz kırmızılar kötü kaderimizi değiştiremiyor. Neden acaba? Nerede hata yapıyoruz? Eksik olan nedir?

Küresel sağlık anlayışının göz boyaması yüzünden bu çok önemli paradoksu göremiyor ve çözemiyoruz. Sağlık ve hayatımızı kilitleyen bu çelişki hala devam ediyor. Başarısızlığın nedenlerinden ve çarelerinden habersiz, hasta olmaya ve tedavi olmaya devam ediyoruz. Önce kirlenmiş akvaryumda yaşamaya çalışan ve sonra da tedavi için çırpınan kadersiz bir toplumun acı hikayesinin perde arkasını gelin birlikte inceleyelim.

Küresel sağlık anlayışı
Küresel sağlık anlayışının gelişimini bilmeden, sağlık ve hayatımızı kilitleyen kara kutunun şifrelerini çözemeyiz. Hastalık üreten yaşam tarzında, tedavi etmeye yönelik bu anlayış nasıl gelişti? Küresel sağlık anlayışına yön verenler, modern toplumları bu kalıbın içine nasıl koydular?

Emme basma tulumba gibi çalışan bu sistemi anlamaya çalışalım.

Bu uzun bir hikaye: Her derdin dermanı vardı… İnsanların kolayca hasta olması için hastalık üreten akvaryum, size her türlü kolaylığı sağlıyordu…

Sadece hasta ederken değil, tedavi ederken de şefkatli kollarını açmış bekliyordu. Çağrı çok açıktı: Hasta olmaktan ve hatta kanser olmaktan bile korkma! Geç kalmaktan kork, çünkü geciken hapı yutar.

Sonuçta, fast-fooddan sigaraya, sağlığa zararlı katkı maddeleri ve genetiği bozuk gıdalara, alkole, çevre kirlenmesine ve küresel ısınmaya kadar küresel şirketler özgürce rol alırken, küresel sağlık sektörü de tedavi etmek için fedakarca(!) çalışıyor. Hasta eden ve sonra da tedavi eden bu sistem, emme basma tulumba gibi çalışırken, biriken servetin çok az bir kısmıyla da yaşam tarzımızı istediği şekilde planlıyor. Pahalı ilaç ve teknolojiye dayalı bu cendereye girenlerde ise zaman içinde teşhis ve tedavi olmaya yönelik ‘sağlık bilinci’ gelişmiş oluyor. Bilincin temeli akıllı hasta olmaya dayanıyor. Çekap madenlerinin bitmek bilmeyen rezervi olan bu akıllı hastalar ile akıllı olamayan hastalar, yaratılan trilyon dolarlık sektörün can damarı ve hayat kaynağı.

Bu dev sektör iki kaynaktan besleniyor:
Birinci kaynak; 'Akıllı olamayan hastalar',

'Bana bir şey olmaz' yargısıyla, çekap denilen kontrollerle önlem almadığı için gün gelir, hastalık üreten trafikte ansızın çarpılır. Bu umursamaz hastalar, takla atan taşıtların kaportacı veya hurdacıya gitmesine benzer şekilde hastane kuyruklarında ömür tüketir, hayatlarının kalan kısmında bu sektörün en sadık müşterisi olur. Kalp krizi ve felç geçirenler, şeker hastaları, aşırı şişmanlar, organ nakli bekleyen hastalar, kanser hastaları, kalp, böbrek, karaciğer yetmezliği ve daha niceleri…

İkinci kaynak; 'akıllı hastalar'

Akıllı hasta nasıl olunur?
Hastane kapılarında süründüren sürekli abonelikten korkanlar yıllık aboneliği tercih eder. Bu akıllı hastalar, taşıtların yolda kalmamak için servisten geçtiği gibi yıllık sağlık kontrollerinden geçerek erken teşhis ve tedavi için işlenmeye hazır bekliyor.

Korku ve panik sektörünün körüklediği bu milyonlar, en pahalı cihazlar yardımıyla yapılan sayısız incelemelerin konu mankeni. Medyada gündeme gelen ani ölümler ve hastalıklar defileyi başlatmak için yeterli.

Eğer her şey temiz çıkarsa bunun da ödülü var: bir şeyim yok diyerek derin bir oh çeker, cebleri hafiflerken rahatlar.

Petrolden altına kadar tüm rezervler tükenirken, dünyanın bitmeyen tek kaynağı olan çekap madenleri sürekli işlenmeye hazır. Pahalı yöntemler ve sayısız kontrollerle, ileri de çıkacak hastalıklara bu günden önlem almak akıl ve bilime uygun değil mi? Tabii ki uygun. Ancak bunun için gerekli olan yüzbinlerce doktoru ve milyarlarca dolarlık harcamayı kim karşılayacak?

Okinawa’da olduğu gibi sağlığı koruma ve hastalık üreten akvaryumu temizleyerek 120 yaşına kadar sağlıklı ve mutlu yaşamak mümkün değil mi? Hasta olmak zorunda mıyız? Sanki hasta olmak hak ve özgürlük, tedavi olmak ise lütuf ve ayrıcalık. Kirlenmiş akvaryumda başka çıkış yok. Eğitim sistemi ve küresel medya bu sorulara karşı beynimizi kilitlemiş bulunuyor. Varsa yoksa sihirli gıdalar. Genetiği değiştirilen ve sağlığa zararlı katkı maddeleri içeren gıdalara karşı halkı kim uyaracak ve bunları kim yasaklayacak? Bunlardan bahseden yok. Çünkü bunlar reklamla yaşayan medyanın ve küresel yapının yaşam kaynağı. Kimse bindiği dalı kesmek istemiyor.

Hasta olmaktan korkma Geç kalmaktan kork !
Reklâmlarla bilinçaltı kurgulama sonucu, sürekli ye-iç şişmanla, sonra aşağıda belirtildiği şekilde zayıfla. İster liposakşınla yağlarını aldır, ister radyofrekans dalgasıyla erit. İster ameliyatla mideni küçült, midene kelepçe taktır veya mideyi daraltan balonla fazla yeme isteğini frenle.

İster 2 milyara koşu bandı al, ister 5 bin dolara tenis kulübüne üye ol. Paran varsa dert etme, her şey kolay! İster akupunktur, ister ayrıntılı binbir diyet. Günde 50 gram beyaz peynir, ince bir dilim kepek ekmeği...

Bunun, ‘Yüzde 6.5 faiz dışı fazla vereceksin!’ dayatmasından farkı ne?

Bizim kendi irademizle yapamadığımız her konu hakkındaki yetki, yaşamak adına ve güya kısa bir süre, bize yaptırması için bir başkasına devredilir. Fakat bu kısa süreler hiçbir zaman bitmez ve bir de bakmışız ki yaşam tarzımız olmuş. Böylece özgürlük ve bağımsızlığımız kendi gönlümüzle, kendi elimizle başkalarına devredilmiş oluyor. Sonuçta yaşam tarzını değiştirmemiz, beynimize kaydedilen girdileri kontrol edemediğimiz takdirde mümkün değildir.

Ancak bu programı yapanların arzu ettiği şekilde değiştirme şansımız olabilir, ama bedavaya değil. Her şey parayla!

Sivrisinek üreten bataklığı kurutmak, hastalık üreten akvaryumu temizlemek yerine kuyruktaki hastalara cibinlik, şaplak, tablet, krem ve sprey. Ne kârlı iş değil mi? Sistem bu! Küresel sağlık anlayışı, sağlıksız yaşam tarzıyla hasta ederken de sağlıklı olma ayrıcalığını sunarken de çok geniş bir sektör yaratıyor. Trilyonlarca dolarlık bu sektör, insanların hayır dualarını almayı da ihmal etmiyor. Zaten bu sektörü diğer sektörlerden ayıran kutsanmış özellik de bu!

Kirlenmiş akvaryumu temizlemek gerekirken, içinde yaşayan balıkları önce temizlemek ve sonra tekrar kirli akvaryuma atmak ve tekrar detokslamak… Detoks ve pozitif enerji masallarıyla ve sihirli gıdalarla uyutmak, sağlıklı yaşama hakkını paraya çevirmenin en kestirme yolu. Küresel sağlık anlayışının yeni yöntemi.

Soluduğumuz hava zehir, yediğimiz içtiğimiz gıdalar sağlığa zararlı katkı maddesi içeriyor. Her taraftan zehir akarken, detoks yaptırmanın yararı kime? Zehirlenmeden yaşamak mümkün değil mi? Balıkları tek tek detokslamak yerine, sağlık ve hayatımızı kirleten bu akvaryumu detokslamak ve akıllı filtreler takmak aklın ve bilimin gereği değil mi? Bu soruları sormak negatif enerji yüklemek oluyormuş. Pozitif enerji yüklemenin yolu ise basit: Hastalık üreten akvaryumu görmezlikten gelecek ve bu kirlenmiş akvaryumda yaşamaya devam edeceksiniz. Her balık kendini detoks ettirecek, tabii parası varsa. Küresel köyün kavalcıları böyle söylüyor.

Küresel sağlık anlayışının şifreleri
Küresel sağlık anlayışı, hastalık üreten yaşam tarzının daima sonuçlarıyla ilgilenir. Sonuçları düzeltmek için araştırmalar ve keşifler yapar, çözümler üretir. Çünkü sonuçlarla uğraşmak karlı bir iştir; altın yumurtlayan trilyon dolarlık dev bir sektördür. Hastalık üreten yaşam tarzının sebeplerini ortadan kaldırmak ise, altın yumurtlayan tavuğu kesmektir.

Hastalık üreten yaşam tarzının doğal sonucu olan hasta sayısındaki patlama, trilyon dolarlık sağlık sektörünün can damarıdır. Sektörün sadece 2007 yılı ABD cirosu bile 2.3 trilyon dolar. Dünya cirosu ise akıl almaz boyutta. Bu verimli kaynağın değerlendirilmesi için ne gerekiyorsa yapılır, hiçbir fedakarlıktan kaçınılmaz.

Onbinlerce doktor ithal etmekten, milyar dolarlık bilimsel araştırmalara, onbinlerce bilim adamı ve doktorun dünyanın bir ucundan öbür ucundaki kongrelere taşınmasına kadar her çeşit harcama finanse edilir. Ancak, hastalık üreten bataklığın kurutulmasına gelince, gerçek anlamda hiçbir mücadeleye izin verilemez. Sonucu etkilemeyen göstermelik çabalar, ‘dostlar alış verişte görsün’ türünden reklama yönelik çalışmalar vaziyeti kurtarmak için zorunludur.

Bunların hepsi gerçektir. Hastalıklar ve sağlık harcamalarının birlikte artması yüzünden, bu sektör giderek dev bir pazara dönüşüyor. Bu trilyon dolarlık sektörün başarısı için, herkes senaryoda verilen rolleri çok iyi oynuyor, kimse bindiği dalı kesmek istemiyor.

Sağlığa ticari meta olarak bakıldığında, bundan doğal bir şey olamaz. Neden acaba? Müşterilerini azaltan bir şirket yaşayabilir mi? Sağlığın korunması ve hastalıkların önlenmesi için gerekli harcamaları kim finanse edecektir? Ölmesini veya hastalanmasını engellediğiniz ve sağlıklı yaşamasını sağladığınız insanlardan hangi gerekçeyle para alacaksınız?

Sağlığın korunması ve hastalıkların önlenmesinin finansmanı ayrı bir sorun, azalttığınız müşteriler nedeniyle dev bir sektörün çöküşü başka bir sorun. Trilyon dolarlık masrafları ve kayıpları kim karşılayacak?

Örneğin, hipertansiyona yol açan risk faktörlerini doğuran yaşam tarzını değiştirdiğiniz zaman, ilaçları kime satacaksınız? Bu anlayış, bilimsel araştırmaların yönünü de belirlemiş oluyor: Altın yumurtlayan tavuğu kesmeyen ve bu tavukların sayısını artıran araştırmalar.

Araştırmaların finansmanı, getirisi olan sonuçlara dayandığı için geri dönüşü olmayan bilimsel araştırmalar bilimin çıkmaz sokağı. Risk faktörleri ve hastalıkların önlenmesi geri dönüşü yok ediyor. Bu yüzden hastalık üreten bataklığı kurutma görevini şimdilik üstlenen yok. Bu görevi üstlenmesi gereken sosyal güvenlik ve kamu kurumlarının ise ayırabileceği kaynağı yok.

Sektörün büyümesi ise bilimi teşvik ederken, gelişeceği yönü de belirliyor: Getirisi olan sonuçlar! Götürüsü olan sebepler ne olacak? Bu sorular bilim dünyasını aşıyor olmalı.

İşte bu hastalık üreten bataklığı göz ardı ederek para getiren sonuçlarla uğraşan ‘bırakınız hasta olsunlar’ anlayışı, küresel sağlık sisteminin temel şifresidir.

‘Erken teşhis hayat kurtarır’ kampanyalarına destek veren küresel şirketler, hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunması savaşına her nedense destek vermezler. Çünkü erken teşhis kampanyaları sonrası, tedavisi gereken dev bir hasta potansiyeli keşfedilir. Bu zengin maden yatağı ilaç, teknoloji ve hizmet sektörü için piyangodan çıkan büyük ikramiyedir. Satışlarda patlama yaşanır. Böylece sektör yeni bir kampanya için gerekli enerjiyi fazlasıyla toplamış olur.

Bir taraftan hastalık üreten yaşam tarzının pompalanması, diğer taraftan hasta edilen bu verimli madenlerin işletilmesi küresel sistemin yaşam kaynağıdır.

Hastalıkların önlenmesine yönelik kampanyalar bu sektör için çok zararlıdır. Çünkü hastalıkların önlenmesine harcanan her kuruş hasta sayısını azalttığı için, hastalık madenlerinin işlenmesiyle büyüyen bu dev sektör çökecektir.

Bu yüzden perde arkasından küresel şirketlerin desteklediği sağlık kampanyalarında şu gerçeği görürsünüz: Bu kampanyalar hastalardan oluşan pastayı küçültmeye değil, büyütmeye yöneliktir. Bu nedenle hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunması savaşını yönetmek, bu çeşit küresel desteğin ne anlama geldiğini idrak eden sivil toplum kuruluşlarına ve bağımsız ulus devletlere düşer. Öğrenmek isteyen Atatürk’ün başardığı sağlık savaşını incelesin yeter.

Aslında bu satranç oyununda yadırganacak bir durum yoktur. Yaşam tarzı dediğimiz bu hayat oyununun bir tarafında insan, toplum ve toplumun organize gücü olan ulus devletler vardır. Oyunun diğer tarafında ise insanın özgür iradesini yok ederek toplumun yaşam tarzını kendi istediği şekilde kurgulamaya çalışan küresel sistem vardır.

Bu mücadelede gelişmiş ülkeler dahil tüm dünya ülkeleri, kendilerini mat edecek kadar zekice hazırlanmış bir oyunla karşı karşıyadır. Bu oyunun ilk hamlesinde, toplumun beyni olan aydınlar, küresel sistemin ödül ve cukkalarıyla memnun edilir. Her çeşit yayından bilimsel çalışma ve kongrelere kadar, toplum ve devletten destek alamayan aydınlar ve bilim adamları mecburen bu desteği, ilgi ve şefkati gördüğü küresel safa geçmek zorunda kalır.

Bu satrancın kalan hamlelerinde beyin gücünden yoksun kalan ve körebeye dönen toplum ve devletler için, küresel oyunlar karşısında mat olmaktan başka bir seçenek yoktur. Çünkü bu oyunu, beyin gücünü kendi safına çeken kazanacaktır. Ve ilk saf değiştirmeye zorlanan da toplumun organize güçleri, aydınlar ve bilim adamları olacaktır. Bu saftan sökülen her çivi, toplum ve devlet binasının çöküşü demektir.

Özellikle en büyük değerin para olduğu, ahlak ve hukuk gibi değerlerin ise para etmediği toplumlarda, bu oyunun galibi daima küresel sistem olacaktır. Beyin gücünü kaptıran devlet ve toplumlar ise, savaş meydanında başsız kalan cengaver gibi kelle koltukta haybeye kılıç sallayacak ve oyununun son sahnesi de acıklı olacaktır. Bundan daha doğal bir sonuç olamaz

Ulusal Biyogüvenlik Yasasına Doğru
Ilgın Özkaya Özlüer

Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin uygulanabilmesi amacıyla hazırlanan Cartegena Biyogüvenlik Protokolü, Türkiye’de 24.1.2004 tarihinden beri yürürlükte bulunuyor.

Son günlerde yoğun biçimde tartışılan “Ulusal Biyogüvenlik Yasa Taslağı” (UBYT) da bu protokol ve biyolojik çeşitlilik sözleşmesinin uygulanmasına yönelik bir çalışmanın ürünü. Bu taslak, Türkiye’nin de resmi düzeyde katıldığı Rio Kalkınma zirvesinin çocuklarından sayılabilir. Şu aralar bakanlık görüşlerine açılan taslağın bu konuda hazırlanan ilk taslak olmadığı söylenmelidir. Ancak geçmiş yıllarda daha bürokratların önündeyken tartışılan ve kamuoyuyla paylaşılan taslak, bu kez kamuoyundan sır gibi gizleniyor. Biyogüvenlik konusunda basına yansıyan tartışmalar, daha önceki taslaklara referansla yapılıyor. Kamuoyu ‘fil’i tarif etmeye çalışıyor.

UBYT’nin ne getirip ne götüreceği tartışmasını ise yasa yapıcılar yakından takip etmiş olmalı ki beş yıldır dillendirilen kimi eleştirileri bu son taslağa kısmen işlemişler. Ancak, nihayetinde UBYT, adı ile müsemma bir şekilde, genetiği değiştirilmiş organizmalar ile ilgili ticari faaliyette bulunan şirketlerin el kitabı görünümünden çıkarılması ve Cartegena Protokolü ile daha uyumlu ve öncekilerden farklı olarak Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla (GDO) ile ilgili yürütülecek faaliyetlerde daha ayrıntılı bir usul öngörür hale getirilmesi için üzerindeki sır perdesinin kalkması gerekiyor.
Bu noktada altı çizilmesi gereken bir husus var, kamuoyundan gizlenen son taslakta da GDO’ların ülkeye girişini, ekilmesini ve tüketilmesini engelleyecek irade gösterilemedi.

Taslağın amaç ve kapsam başlıklı maddesinde söz konusu tasarı taslağının amacı

“GDO ve ürünleri ile ilgili faaliyetleri düzenlemek, denetlemek, izlemek, biyogüvenlik sistemi kurmak, geliştirmek ve uygulanması ile ilgili usul ve esasları belirlemek”

olarak gösterilmişken; kapsamı ise,

“GDO ve ürünlerinin ile araştırma, geliştirme, üretim, her türlü çevreye serbest bırakma, piyasaya sürme, kullanma, ithalat, ihracat, nakil, taşıma, saklama, paketleme, etiketleme ve depolama faaliyetlere ve bu faaliyetlerle ilgili gerçek kişiler ile kamu ve özel hukuk tüzel kişilerine dair hükümler”

olarak belirtilmiş. Diğer bir deyişle 4 kısım ve 29 maddeden oluşan UBYT, yasaklar ve denetim mekanizmaları üzerine değil, GDO ve ürünleri ile ilgili izin, başvuru, değerlendirme ve karar aşamalarını içeren bir süreç, bu süreci yürütecek aktörler ve bu alanda faaliyet gösteren kişilerin hukuki ve cezai sorumlulukları üzerine kurulmuş.

Taslak,

“GDO ve ürünlerinin ithalatı, deneysel çevreye bırakılması, çevreye serbest bırakılma amacıyla piyasaya sürülmesi, kapalı alanda kullanımı veya yem olarak veya işleme ve tüketim amacıyla piyasaya sürülmesi, kapalı alanda kullanımı ve transiti”

için alınması gereken izinlerin tesisinde, Cartegena Protokolü’nde de kabul edilen ve çevre hukukunun temel ilkelerinden biri olan ihtiyat ilkesinin etkili olacağını belirtmiş.

Buna göre izin, başvuru, değerlendirme ve karar aşamalarında görevli ve yetkili olan Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Taslağın yürürlüğe girmesi ile vücut bulacak olan Ulusal Biyogüvenlik Kurulu ve nihai kararı verecek olan Bakanlar Kurulu’nun bu alanda yapacakları işlemleri ve verecekleri raporları açısından etkin olması beklenen ihtiyat ilkesine Taslağın geneline bakıldığında yeterince yer verilmediği de söylenmelidir.

Öncelikle ihtiyat ilkesi kapsamında GDOların yasaklanması ihtimal dâhilinde iken, taslak genel bir yasaklama bir yana, yasak faaliyetleri sınırlı sayıda, dar ve tespit edilmesi oldukça güç alanlarla çerçevelemiş; yine ihtiyat ilkesi kapsamında çeşitli teknoloji ve yöntemlerin zorunlu kılınması mümkün iken taslak, kullanılacak yöntemleri gizli bilgi kapsamına alarak GDO ve ürünleri ile ilgili faaliyette bulunan kişilerin gen transferi esnasında kullanacakları yöntemi belirlemelerinde sınırsız ve denetlenemez bir serbesti tanımıştır.

Nihayet taslağın ihtiyat ilkesinin usule ilişkin görünümlerinden biri olarak ispat yükünün tersine çevrilmesi yerine, zararın ispatında geleneksel hukukun ispat kuralları ile sınırlanmış düzenlemeler getirmesi de, ilkenin ismen yer aldığı ve fakat içerik olarak yerleştirilmemiş olduğunu göstermektedir. Buna göre iyimser bir değerlendirme ile bile ancak taslağın izin sürecinde öngördüğü prosedür ve izinlerin on yıldan daha uzun süreli olamayacağına dair düzenleme göz önüne alınarak ihtiyat ilkesine kısmen yer verildiği söylenebilir.

UBYT’daki izin süreci, GDOlar ve bunlarla ilgili faaliyette bulunabilmek için Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na yapılan başvurunun Bakanlık tarafından kabulü ile başlamakta; (laboratuar, sera ve tarla testlerini içeren alan denemeleri ile gıda analizleri, toksitite ve alerji testlerini içeren) risk değerlendirme raporu ve (GDO ile ürünlerinin biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkisini belirleyen) sosyo-ekonomik değerlendirme raporu hazırlanması ile devam etmektedir.

Söz konusu raporların hazırlanmasında Bilimsel Danışma Kurulu adı altında bir kurul ve ihtiyaç görülmesi halinde oluşturulacak başkaca kurullar görev alır. Bu raporlar, önceki taslaklarda bağımsız idari otorite görünümünde öngörülen ancak son taslakta ise görüş bildirme ve raporlama faaliyetleri yürütme görevi verilen Ulusal Biyogüvenlik Kurulu tarafından nihai bir rapora bağlanarak karar taslağı biçimine getirilir.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Çevre ve Orman Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın teklif ettiği ve Bakanlar Kurulu’nun kararı ile atanacak üyelerden oluşan Ulusal Biyogüvenlik Kurulu, karar taslağını ve raporunu Tarım ve Köyişleri Bakanlığına iletir. UBYT’ya göre Bakanlığın bu raporu ve görüşünü nihai kararı vermek üzere sunduğu Bakanlar Kurulu, bu konudaki kararını yayımlayarak geçerlilik kazandıracaktır.

Türk hukuk mevzuatı açısından pek da aşina olunmayan başkaca süreler öngören Taslağın, söz konusu kararın başvurunun Bakanlığa verilmesinden itibaren iki yüz yetmiş beş günü geçemeyeceğini düzenlediği de belirtilmelidir. Diğer yandan en fazla üyeyi atayacak olan Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın, aynı zamanda Kurul’un başkan ve başkan yardımcısını da belirleyecek olması da Ulusal Biyogüvenlik Kurulu’nun Bakanlık karşısındaki bağımsızlığını etkileyebilecek gibi görünüyor.

Taslağın belki de en büyük önemi haiz olması gereken hukuki ve cezai sorumluluğa ilişkin düzenlemelerindeki yetersizliklerin ve eksikliklerin hemen dikkati çektiğini söylemeliyiz.

Hukuki sorumluluğa ilişkin maddede, izinsiz gerçekleştirilen faaliyetler neticesinde meydana gelen zararlar dışında ‘hatalı GDOlar’ adıyla belirtilen bir kategorinin de hukuki sorumluluğa neden olduğu ifade edilmiştir.

Taslağın hatalı GDO kavramına getirdiği tanım göz önüne alındığında kusur sorumluluğuna yaklaştırılmaya çalışılan bir sorumluluk ilişkisine rastlanılması mümkündür. Bu tanıma göre hatalı GDO, ‘bütün koşullar göz önüne alındığında haklı olarak beklenen güvenliği garanti edemeyen GDOlardır.’

Diğer bir deyişle, GDO’lardan kaynaklanan her tür zararın değil, izinsiz faaliyetlerin ve beklenen güvenliğin sağlanamamasından kaynaklanan zararlar hukuki sorumluluk kapsamına alınmıştır. Ayrıca GDOların etki ve sonuçları konusunda henüz bilimsel belirsizliğin giderilmemiş olması ve uzun vadede doğacak sonuçların neler olacağı konusunda henüz kesinlemiş bir veri bulunamayacak kadar yeni olan bu teknolojilerin riskleri ile karşı karşıya olunmasına karşın, taslakta zarar görenin GDOların ve ürünlerinden kaynaklanan zararlarının tazmin edilmesini talep hakkı, zarardan ve zarar vereni öğrenmesinden itibaren 2 yıl ve her halde zararı doğuran olayın meydana gelmesinden itibaren otuz yıl ile sınırlanarak hak düşürücü sürelere bağlanmış.

Bu noktada Çevre Kanunu’nun zamanaşımına ilişkin düzenlemede

“Çevreye verilen zararların tazminine ilişkin talepler zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren beş yıl sonra zamanaşımına uğradığının düzenlendiği"

de hatırlatılmalıdır. Taslak ile ilgili olarak üzerinde ısrarla üzerinde durulması gereken husus, Genetiği değiştirilmiş organizmalardan ve ürünlerinden kaynaklanan bir zararı olduğu iddia eden kimsenin, GDO ile ilgili olarak çevre hukukunun kabul ettiği tüm ilke ve esaslara aykırılık içerecek şekilde bu zararın nedenini ispatlama yükümlülüğü altında bırakıldığı düzenlemedir. Çevre hukukunun geleneksel zarar kavramını genişleten yaklaşımı da göz önüne alınarak riskli faaliyeti yürüterek faaliyet hakkındaki teknik ve ayrıntılı bilgilere sahip gerçek/ tüzel kişinin bu faaliyet nedeniyle yararlandığı kâra karşılık bu faaliyetin zararsızlığını ispatlama yükümlülüğü altında kalması gerekir.

Diğer bir deyişle, zarara uğrayanın bu zararının GDO ve ürünlerinden kaynaklandığını ispatlaması ve zararın nedenini belirleyebilmesi bilimsel bilgiden ve teknolojik verilerden olduğundan çoğu zaman imkânsız olduğundan bu alanda faaliyet gösterecek kişilerin ya izin aşamasında faaliyetlerinin tehlike taşımadığını kanıtlaması yahut tehlikenin varlığına dair karinelerin önceden tanımlanmış olması yerinde olacaktır.

Örneğin organik tarım yapmakta olan çiftçi, GDO’lu tarım yapılan komşu tarladan gen kaçışı yaşandığını ve bu nedenle de zararı doğduğunu ispatlama güçlüğü çekeceği gibi bebek formüllerinde yahut başkaca bir gıda ürününde kullanılan GDO’nun insan sağlığında yarattığı etkinin bu üründen kaynaklandığının tespit edilmesi oldukça güçtür.

Zarar göreninin zararını ispat etmesi gerektiğini belirten Taslaktaki 15. maddenin devamında GDO’ların sebep olduğu zararlardan kaynaklanan davalarda re’sen araştırma ilkesi uygulanır denilmek suretiyle bir hukuki karmaşa, belirsizlik ve çelişki yaratılmıştır.

İlgili düzenlemelerin yeniden ve bu çelişkileri giderecek biçimde yeniden ele alınmaya muhtaç olduğu açıktır. Cezai hükümlerde ise hapis cezası yanı sıra adli para cezasına yer veren Taslak idari para cezası ve faaliyetten men yaptırımları ve güvenlik tedbirleri ile desteklenmiş yaptırımlar sistematiği sunmuştur. Taslaktaki cezaların Ceza Kanunu’nun ilgili maddeleri ile uyum gösterdiği de belirtilmelidir.

Ulusal Biyogüvenlik Yasa Taslağı ile ilgili olarak belirtilmesi gereken bir diğer husus ise, son yıllarda ulusal kamu yönetimindeki hâkimiyetini geliştiren neo-liberal politikaların kamu gücünün piyasa lehine daraltılmasına ilişkin gidişatının bir başka örneğini oluşturacak düzenlemeler içermesidir.

Biyogüvenliğin sağlanması ile ilgili etkinliğini bu Tasarının kanunlaşması ile arttırması beklenen Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın Taslak kapsamındaki görevlerinden önemli bir kısmını ‘piyasaya yaptırabilme’ yetkisi ile donatılmış olması bu kanımızı güçlendirir niteliktedir.

Bakanlığın Biyogüvenliğin sağlanması için ülke içinde gerekli denetleme, kontrol, izleme ve raporlama işlemlerini yapmak dışında yaptırmak yetkisi ve risk değerlendirme ve sosyo-ekonomik değerlendirme dâhil her tür değerlendirmeyi her başvuru için yapmak ve yaptırmak yetkisine sahip olması da bu kapmamda ele alınabilir örneklerdendir. Biyogüvenliğin sağlanmasında Tasarı’nın en yetkili kıldığı Bakanlığın böylesi bir alanda yetkilerini paylaşmasının pek çok olumsuz sonuca neden olacağı açıktır

Kaynak: Güncel Hukuk Dergisi

Genetiği değiştirilmiş gıdalar kısırlaştırıyor

13 Ekim 2009 İstanbul Üniversitesi (İÜ) Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kenan Demirkol, genetiği değiştirilmiş ürünlerin (GDO) kısırlığa neden olduğunu savundu.
Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odaları Birliği (TMMOB) Denizli Şubesi Toplantı Salonu'nda, ''Küresel şirketlerin yeni silahı: Gıda ve beslenmenin demokratikleştirilmesi'' konulu konferans veren Demirkol, Almanya ve Fransa'da GDO'lu ürünlere yasaklama getirildiğini belirterek, Türkiye'nin bu konuda çok dikkatli olması gerektiğini bildirdi.

Dünyada şu anda 80 çeşit bitkinin genetiğinin değiştirilerek üretim yapıldığına dikkatİ çeken Demirkol, yoğurt sanayisinde de bu tür üretim yapıldığını savundu.

Sanayi türü yoğurtların enzimlerinde değişiklik yapılarak üretiminin gerçekleştirildiğini ileri süren Demirkol, bunun ''çeşitli rahatsızlıklara ve anormalliklere'' neden olabileceğini belirterek, ''Benim eşim de hekim. 1,5 yaşındaki bir hastasının kasığında tüylenme meydana gelince nedenini araştırmaya başlamışlar. Sonunda, çocuğun yediği yoğurdu kestiklerinde kasıklarındaki tüylenmenin ortadan kalktığını tespit ettiler'' iddiasını dile getirdi.

Prof. Demirkol, GDO'lu ürünlerin kısırlığa da neden olduğunu ileri sürerek, şöyle konuştu:

''Viyana Üniversitesinde fareler üzerinde yapılan araştırmalarda GDO'lu domatesleri yiyen farelerin üç nesil sonra kısırlaştığı görülmüş. İnsan ömrü fareden uzun. İnsanların 30 yaşında evleneceğini düşünürsek, bizim de bunu anlamamız için 90-100 yıl geçmesini mi bekleyeceğiz?''

Genetiği değiştirilmiş ürünlerin ticaretinin yaygınlaşması için Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyaya baskı uyguladığını savunan Demirkol, ''Amerika, dünyadaki ürün çeşitliliğini yok edip, GDO'lu ürünlere mahkum ederek, bu sayede dünyaya hükmetmek istiyor. GDO, aslında bir egemenlik sorunudur'' dedi.

Demirkol, tarım üretiminde kullanılan GDO'lu tohumların, rüzgarın da etkisiyle yerel tohumları bozduğunu belirterek, Tarım ve Köyişleri Bakanlığından beklentilerinin GDO ticaretini düzenlemek değil, bunun üretimini ve ticaretini yasaklayan Biyogüvenlik Yasası çıkarmak olduğunu ifade etti.

haber7

GDO yönetmeliği Danıştay'lık oluyor

28 Ekim 2009, 16:55 Anadolu Haber

GDO ile ilgili yürürleğe giren yönetmeliğin iptali için Danıştay'a dava açacaklarını belirten Gıda Hareketi Genel Başkanı Kemal Özer, yönetmelikle ilgili çarpıcı iddialarda bulundu

AA muhabirine açıklamalarda bulunan Gıda Güvenliği Hareketi Derneği Genel Başkanı ve Timetürk Genel Yayın Yönetmeni Kemal Özer, gıda ve yem amaçlı genetik yapısı değiştirilmiş organizmalarla (GDO) ilgili yürürlüğe giren yönetmeliğe tümüyle karşı olduklarını, salı günü Danıştay'a iptal davası açacaklarını söyledi.

Özer, yaptığı açıklamada, 'Türkiye'nin biyolojik çeşitliliğinin zarar görmemesi için tohum ve buna bağlı ürünlerin üretiminin, gıda ve yem amaçlı GDO'lar ve ürünlerinin ithalatı, işlenmesi, ihracatı, kontrol ve denetimine dair yönetmeliğin' 26 Ekim 2009 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdiğini anımsattı.

BASKILARLA ÇIKARILDI

Bu yönetmeliğin, dev sermaye şirketlerinin güdümündeki uluslar arası kuruluşların baskısıyla çıkarıldığını iddia eden Özer, 'Yönetmeliğe tümüyle karşıyız. Salı günü Danıştay'a, yönetmeliğin yürütmesinin durdurulması için iptal davası açacağız. Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda aldığı net bir karar var. Bu karar doğrultusunda Danıştay'ın bu yönetmeliğin yürütmesini durdurmama yönünde bir karar alması ihtimali yok denecek kadar az' dedi.

ANAYASA MAHKEMESİ KARARIYLA ÇELİŞİYOR

'Her şeyden önce bu yönetmelikte kanundan alınmayan bir kurul ihdası var, bu durum Anayasa Mahkemesi'nin ilgili kararıyla çelişiyor' diyerek görüşlerini aktaran Özer, şunları kaydetti:

'GDO'nun zararları, dün yürürlüğe giren yönetmelikte açık açık kabul ediliyor. Bu yönetmeliğin 5. maddesi, bir ürünün yüzde 0.9'dan az GDO'lu ürün olması durumda, o ürünü GDO'lu saymıyor. Ayrıca, GDO'suz bir ürün üretiyorsanız paketin üzerine (GDO'suzdur) diye yazamıyorsunuz. GDO'lu ürünlerden doğan zararlar için öngörülen ceza da Gıda Kanunu'ndaki komik cezalardan biri. Bir insanın hayatına mal olması halinde bir kişi için GDO'lu ürün üreten firmaya verilecek ceza bin lira. Bunun yanı sıra, GDO'lu ürünlerin çocuk mamalarında kullanımına bu yönetmelik yasak getiriyor. Bu kararın, çocukları GDO'nun zararlarından korumak için alındığı söyleniyor. GDO'lu bir ürünü tüketen anne, sütünü emzireceği bebeğini GDO'nun zararından nasıl koruyacak?'

DÜNYA GIDA ÖRGÜTÜ'NE GÜVENMİYORUZ

Özer, Dünya Gıda Örgütü'ne de güvenmediklerini belirterek, 'Çünkü GDO'lu ürünlerin tescil sahipleri ve ilgili dev firmalar, Dünya Gıda Örgütü'nün yöneticilerini atayanlardır. Biz bu kuruma nasıl güvenelim?' diye konuştu.


03 Kasım 2009,
Hükümet alelacele GDO yönetmeliği çıkararak halk sağlığı açısından skandal bir karara imza attı!

Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Başkanı Gökhan Günaydın Günaydın, oda binasında düzenlediği basın toplantısında, biyogüvenlik yasası çıkarılmadan GDO yönetmeliği çıkarılmasını eleştirdi.

Bakanlar Kurulu'na sunulan Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı Taslağı'nın yeni yasama döneminde Meclis'e geleceğinin Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek tarafından daha önce açıkladığını anlatan Günaydın, "Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı geri çekildi. Yasa Meclis'e gelseydi, konu kamuoyu önünde tartışılacaktı ve halkın tepkisini çekecekti" dedi.

"10 GÜNDE 300 BİN İMZA TOPLADIK"

Halkın yüzde 90'nın bu ürünlerin ülkeye girişine karşı olduğu, demokratik bir ülkede yasa ve düzenlemelerin halkın istekleri dikkate alınarak çıkarılması gerektiğini ifade eden Günaydın, GDO?lar konusunda 10 yıla ulaşan bir zaman dilimi boyunca kamuoyunu aydınlatma çabası içinde olduklarını anlattı. Günaydın, ZMO olarak 10 gün gibi kısa sürede GDO'lu ürünlerin yasaklanmasına ilişkin olarak 300 bin imza topladıklarına işaret etti.

Yönetmelikle GDO'ların ülkeye girişine meşruluk kazandırıldığını vurgulayan Günaydın, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın söz konusu düzenlemeyle sanki bu ürünlerin ticareti yasaklanmış gibi bir algı oluşturup kamuoyunu yanılttığını iddia etti.

"TÜRKİYE'NİN BU ÜRÜNLERE İHTİYACI YOK, HALK SAĞLIĞIYLA OYNANIYOR"

Günaydın, "GDO'ların ticaretinin birkaç küçük istisnayla serbest bırakılması, bu alandaki kararların devlet memuru ağırlıklı bir Komite'ye bırakılması, yine Bakanlık tarafından seçilecek uzmanlar listesinden görüş alınması gibi hükümler, halk sağlığı alanındaki tehlikenin açık görünümleridir. Siyasilerin ve şirketlerin baskısına direnebilecek bağımsız bilim otoriteleri yerine güdümlü organizasyonlar yeğleyen Yönetmelik, bundan da öte, bir Bakan talimatı ile her an değiştirilebilecek konumdadır" dedi.

Gen bankası niteliğindeki ülkemizin biyolojik çeşitliliği, tarım potansiyeli, halkın satın alma gücü ve tüketim alışkanlıkları değerlendirildiğinde, GDO'lu ürünlere Türkiye'nin ihtiyacının olmadığını ifade eden Günaydın, bu ürünlerin kullanımının halk sağlığı yanında halkımızın dinsel, kültürel inanç ve alışkanlıklarına da aykırı olduğunu savundu.

GDO'YA HAYIR PLATFORMU: BEBEĞE ZARARLI DA ANNESİNE DEĞİL Mİ?

GDO'ya Hayır Platformu, "Bu ürünlerin yalnızca bebeklere yasak olması yeterli değil, toplum sağlığı tehlikeye atılıyor" diyor.

GDO'ya Hayır Platformu üyesi kuruluşlar yaptıkları yazılı açıklamada yönetmeliğin, GDO'nun olumsuzluklarını gideremeyeceğini söyledi ve "Türkiye'nin hiçbir GDO'ya ve ürününe gereksinimi yoktur. Bu ürünler açlığa çare değil" dedi.

Yönetmeliğe göre GDO'lu ürünlerin bebek mamalarında kullanılması yasak. Platform "GDO'lar bebeklere zararlıysa, neden bebeği emziren ya da karnında taşıyan anne için yasak değil?", diye soruyor. GDO'ların insan sağlığına etkileri konusunda yeterli araştırma yapılmadığı, hayvanlar üzerindeki olumsuz etkileri, ve biyoçeşitliliği yok edici yönü vurgulanıyor.

Getirilen düzenlemeyle "GDO'suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO'suz olduğuna dair ifadelerin bulunmayacağının" belirtilmesi de platforma göre taraflı ve yönetmeliğin kapsamı dışında olan bir uygulama. Platform, bunun biyoteknoloji şirketlerinin çıkarlarının kollandığı anlamına geldiğini belirtiyor. Platform, GDO'lu yemlerle beslenen hayvanların ve ürünlerinin de GDO'lu sayılması ve dolayısıyla etiketlenmesi gerektiğini savunuyor.

GDO NEDİR?

Genetiği değiştirilmiş gıdalara "hayır" diyenler, bunun nedenlerini şöyle anlatıyor:

Önce tanımını ortaya koyalım. Kendi türünden ya da kendi türü dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara "Genetiği değiştirilmiş organizma" (GDO) deniyor. Ticari kaygılar yüzünden tarım ürünlerinde ilk olarak domates genleriyle oynandı. Bioteknoloji şirketleri tarım ilacı azalacak, üretim maliyeti düşecek yüksek verim küçük çiftçiyi zengin edecek söylemleriyle, genleriyle oynadıkları tohumları 1990'lı yılların ortasında ülkelere soktular.

1996'da 6 ülkede 1.7 milyon hektarlık bir alanda başlayan GDO'lu ekim, günümüzde 25 ülkede 125 milyon hektarlık alanda yapılıyor. En son Mısır bu ülkelere katılırken, Tazmanya GDO'lu üretim projesini erteledi, Yunanistan ise GDO'lu mısır ithalatı yasağını 2 yıl uzattı.

GDO'LAR NEDEN ZARARLI?

1. İnsan sağlığı
Alerjik reaksiyona neden oluyor. Antibiyotik direncini zayıflatıyor. Toksik etki yaratıyor.

2. Ekosistem
Normal ve organik tarımı tehdit ediyor. Ne kadar uzak alanda olursa olsun rüzgar ve arılar yoluyla organik ürünlere de bulaşıyor. GDO'lu tarım yapılan alanlardaki haşereleri yiyen kuşların türü tükeniyor. Canlı türleri açısından tehdit. Bioçeşitliliği yok ediyor. GDO'lu ekinler, tozlaşma yoluyla aynı türden akrabalarının da genlerini değiştirebiliyor.

Prof. Özkaya: GDO'larla ilgili karar skandal
03 Kasım 2009

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya, GDO'ların ticaretinin bir yönetmelikle düzenlenmesinin hukuk, egemenlik ve halk sağlığı açısından skandal olduğunu iddia etti.
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi'nde, GDO'ya Hayır Platformu Bileşenleri tarafından basın toplantısında düzenlendi. Platform Bileşenleri adına basın açıklaması yapan Özkaya, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın yeni yönetmeliğiyle GDO'ların Türkiye'ye girişine meşruluk kazandırıldığını vurguladı.

Türkiye'nin yıllardır bir ulusal biyogüvenlik yasası olmadan, GDO'ların ticaretinin bir yönetmelikle düzenlenmesini, hukuk, egemenlik ve halk sağlığı açısından bir skandal olarak değerlendiren Özkaya, yönetmeliklerin yasa ve tüzüklerin uygulanmasını göstermek üzere çıkarıldığını belirtti.

''Ortada bir biyogüvenlik yasası yokken sözü edilen yönetmeliğin GDO'larla ilgili hiçbir düzenleme içermeyen tarım, gıda ve yem yasaları, 4703 sayılı yasa, 441 sayılı karar hükmündeki kararnameye dayandırılmaya çalışılması, sürecin hukuksuzluğunu olanca açıklığıyla ortaya koymaktadır'' diyen Özkaya, şöyle devam etti:

''Türkiye'de yaşayan tüm yurttaşların sağlığını ve haklarını ilgilendiren bir konunun, TBMM'de, milletin vekilleri tarafından görüşülmesi ve bir yasa niteliğinde düzenlemeye konu edilmesi gerekirken, Bakanlar Kurulunda imzaya açılan tasarının TBMM'ye indirilmeyerek konunun yönetmelik ile düzenlenmesi, millet iradesi ve egemenliğinin ihlalidir. Bebekler için risk sayılan gıdaların yetişkinler için serbest tüketime konu edilmesi, GDO'suz gıda maddesi üreten işletmelerin bu yönde etiket kullanmalarının yasaklanması gibi hükümler ve asıl olarak GDO'lu ürünlerin her türlü ticaretinin meşru zemine çekilmesi, yönetmeliği kabul edilemez konuma taşımaktadır.''

Gen bankası niteliğindeki Türkiye'nin biyolojik çeşitliliği, tarım potansiyeli ve halkın satın alma gücü ve tüketim alışkanlıkları değerlendirildiğinde, GDO'lu ürünlere Türkiye'nin ihtiyacının olmadığını savunan Özkaya, ''Üstelik bu ürünlerin kullanımının halk sağlığı yanında halkımızın dinsel, kültürel inanç ve alışkanlıklarına da aykırı olduğu ortadadır. Ülkemiz yurttaşlarının büyük çoğunluğunun istemediği genetiği değiştirilmiş ürünlerin, ülkemizi bir genetik yıkıma sürüklememesi için, her türlü meşru mücadelemizi sürdüreceğiz'' dedi.

Platform Bileşenleri Sözcüsü Vezan Karabulut ise, GDO'ların coğrafyaların ve insanların ekolojik dengesini bozduğuna işaret etti.
haber7

Erdoğan ve Baykal'ın GDO polemiği

03 Kasım 2009, 21:08 Anadolu Haber

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalı (GDO) ürünlerle ilgili yönetmeliğin tartışmaları Meclis'e taşındı. Erdoğan ve Baykal GDO yönetmeliği için bakın neler söyledi...

Başbakan Erdoğan, "Yönetmelik teşvik etmiyor" derken CHP lideri Baykal, "Bu açılım da tuzaklarla dolu" dedi.

Başbakan Erdoğan, yönetmeliğin GDO'lu ürünleri teşvik etmediğini, tersine engellediğini vurgularken, CHP lideri Deniz Baykal, "Bu açılım da diğerleri gibi tuzaklarla dolu" dedi.

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalı ürünlerin ithaline izin veren yönetmelik 1 hafta önce çıkarıldı.

Erdoğan: "Teşvik Eden Değil, Engelleyen Bir Yönetmelik"

GDO'lu ürünlerin insan sağlığına zararlı olduğu yönündeki haberler ve kamuoyundan gelen eleştiriler Meclis'e de yansıdı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, GDO'larla ilgili yönetmeliğin, basında tam tersi şekilde yer aldığını söyledi.

Erdoğan, "Bu yönetmelik bunu teşvik eden değil, engelleyen durduran bir yönetmelik... Biz GDO'lar konusunda hassasız. Bu konuda AB standartlarının dışında, ABD öyle istiyor falan diye, AB standartları dışında bir standartı kabul etmedik. Yönetmelik de buna amirdir" dedi.

Baykal: "Bu Açılım da Tuzaklarla Dolu"

CHP lideri Deniz Baykal ise yönetmeliğin, "sessizce, vur-kaç operasyonuyla çıkarıldığını" savundu.

Baykal şunları söyledi:
"Bu açılım da diğerleri gibi tuzaklarla doludur. Milletin sağlığına yönelik tuzaktır. Onlar yürürlükten kaldırmazsa, CHP olarak, millet olarak biz yönetmeliğin iptali için gerekeni yapacağız".

Eker: "Yönetmeliğe Dayalı Olarak Hiçbir GDO'lu Ürün İthal Edilmedi"

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker ise eleştirilere TRT'ye yaptığı açıklama ile cevap verdi.

Eker, "Kesinlikle bu yönetmeliğe dayalı olarak söylüyorum, bu yönetmeliğe dayalı olarak hiçbir GDO'lu ürün ithal edilmedi, asla. Bu yönetmelik buna esasen pratik olarak imkan vermiyor. Gelen şu andaki her ürün yani riskli olabilecek her üründe GDO testi yapılıyor" diye konuştu.

Nihat Sırdar
Tarım Bakanı GDO aşısı olacak mı?

Geçen hafta perşembe gününden beri konuşuyoruz "Genetiği Değiştirilmiş Organizma"ları...
Öğreniyoruz ki uzmanlardan, meğer çoktan hayatımıza girmiş bu Frankeştaynlar...
Şeker şurubu kullanılan her üründe varmış mesela...
Pasta, şekerleme, reçel vs...
"Niye bunları bilmiyorduk?" diye sordu muhabir kadın profesöre...
Yanıt o kadar acı ki;
"Biz yıllardır kendimizi yırtıyoruz halka anlatmak için ama kimse bizi dinlemedi."
Bir haftadır konuşuyoruz GDO'yu.
Tarım Bakanlığı'nın yayınladığı yönetmelik, kullanımını serbest bırakıyor ve adeta kendi çocuğuymuş gibi koruyor bu ürünleri ve onu üretenleri.
Köşe yazarları yazıyor, uzmanlar konuşuyor, televizyonlar özel yayınlar yapıyorlar, siyasi parti liderleri eleştiriyor, milletvekilleri soru önergeleri veriyor.
Her caddede bir kamera.
Muhabir elinde mikrofon vatandaşa soruyor.
Vatandaş şaka zannediyor, sonra anlayınca "Almam ben o ürünleri" diyor.
Nasıl almayacağını, o ürünleri nasıl ayıracağını bilmiyor.
Halbuki yapılmış bilimsel araştırmalar var.
Diyor ki uzmanlar "Bu ürünleri tüketenlerde kanser dahil birçok hastalık çıkabilir. Hücrelerde yaratacağı tahribatlarla üreme konusunda ciddi sıkıntı olabilir"
Bir yandan 3 çocuk diyorlar, bir yandan koca bir nesli tehlikeye atıyorlar.
Birinin "Aşı olmayın diyeni mahkemeye veririm" deyip diğerinin "Ben aşı olmam" demesi gibi...

Akşam

Ali Ulusoy
ali.ulusoy@aksam.com.tr
GDO Yönetmeliği hukuka uygun mu?

Tarım Bakanlığı geçtiğimiz günlerde genetik yapısı yapay biçimde değiştirilmiş ürün ve gıdalar (GDO) hakkında bir yönetmelik çıkardı. Günlerdir kamuoyunda GDO'lara ilişkin tartışmanın nedeni bu yönetmelik.
Konuyla ilgili bazı sivil toplum örgütleri, bu yönetmeliğin GDO'lu ürün ve gıdaları 'legalleştirdiğini' ileri sürüyor. İnsan ve çevre sağlığına zararlı olduğunu iddia ettikleri GDO'lu ürünleri bütünüyle yasaklamayan yönetmeliğin hukuka aykırı olduğunu savunuyor.
Bazıları ise şimdiye kadar bu konuda hiçbir düzenleme bulunmaması nedeniyle GDO'lu gıdaların yıllardır ülkeye sokulduğu ve halkın tükettiği gıdalarda bilinçsizce kullanıldığını, bu yönetmeliğin hiç değilse bu konuda belli sınırlamalar getirmesinin her şeye rağmen olumlu bir gelişme olduğunu söylüyor.
Tarım Bakanı ise yaptığı açıklamada, GDO getirecek firmalardan 90 ayrı kurumdan 15 ayrı belge isteyecekleri için GDO'lu ürünleri 'bürokratik bezdirme' yoluyla fiilen yasaklamayı amaçladıklarını ima etmiş. Ayrıca, henüz kanununu çıkaramadıklarından, kanunun boşluğunu doldurması için bu yönetmeliği çıkardıklarını belirtmiş!
İlkin, 'kanunu çıkarıncaya kadar yönetmelikle idare edelim' anlayışı ancak 'hukuk parodisi' olur. Biz derslerde 'önce kanun çıkarılır, sonra buna uygun yönetmelik yapılır' diye öğretiyoruz. Yanlış mı öğretiyoruz acaba!
İkinci 'gaf', 'bürokratik bezdirme' yoluyla GDO'ları yasaklamak amacı taşındığının ima edilmesi. Madem GDO'lar bütünüyle yasaklanmak isteniyordu. O zaman niçin doğrudan yasaklanmadı? Buna ne engel vardı? Böyle bir tercih için hukuki engel yok. Acaba bilmediğimiz siyasi bir engel mi var?
Yönetmeliğin temel anlayışı, sadece Bakanlıkça izin verilen GDO'ların serbest olması. Yani GDO'lar ne bütünüyle serbest bırakılmış, ne de bütünüyle yasaklanmış. Sadece 'sınırlı serbestlik' tanınmış. Artık GDO'lu ürün satmak isteyen Bakanlığa izin için başvuracak. Bakanlık gerekli tetkikler sonucunda o ürünü sağlığa zararlı bulmazsa izin belgesi verecek.
Öte yandan hukuki açıdan en temel tartışma, bu konunun yönetmelikle düzenlenebilecek bir konu olup olmadığı. Esasında bu konu pek de Tarım Kanunu'nda Bakanlığa bu konularda verilen düzenleme yetkisiyle kurtarılabilecek bir konu gibi görünmüyor. Hukukumuzda kanunla çizilen genel çerçeve içinde kural olarak idarenin genel düzenleme yetkisi bulunuyor. Ama hem temel hak ve özgürlükleri doğrudan etkileyecek hususlarda, hem de hukuki bir yaptırım öngörülen hususlarda açık yasal hüküm bulunmadan yönetmelikle kural koyulamaz.
Bu nedenle yönetmelikteki ürünün GDO'suz olduğuna ilişkin ibare koymayı yasaklayan hüküm, her şeyden önce özel teşebbüs hürriyetine ve tüketici haklarına yönetmelikle sınırlama getirdiğinden hukuka aykırı. Yine yönetmelikle getirilen kurallara ve sınırlamalara uymayanlara idari para cezası ve izin iptali öngören hükümler de yönetmelikle koyulabilecek kurallardan olmadığından hukuka uygun değil.
İşin daha da esasına girildiğinde yönetmelikteki en büyük sorun, GDO konusunda teknik ve bilimsel boyutta asıl işi yapacak olan ve işin uzmanlarından oluşacak komitelerin ba
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ksm 16, 2009 12:43 am    Mesaj konusu: Tarlalarımızda ki İşgal Alıntıyla Cevap Gönder

'Gıda sömürgeciliği' açlık krizini tetikliyor

18 Kasım 2009, 00:24 Anadolu Haber

Çokuluslu şirketler ve gıda kaynağı peşindeki zengin devletler, fakir ülkelerdeki tarım topraklarını satın alıyor

60 ülkeden devlet ve hükümet başkanları, Roma'da küresel açlığı konuşurken, zengin ülkelerin az gelişmiş ve fakir olan ülkelerden sulanabilir tarım arazilerini satın alması, gittikçe yaygınlaşan bir eğilim olmasına karşın gözlerden kaçıyor.
Küresel mali krizle birlikte gündemdeki yerini kaybeden buna rağmen etkileri artarak devam gıda krizine önlem olarak zengin ülkeler ve büyük şirketler gıdaya erişim haklarını güvence altına almanın yeni yollarını geliştirdiler. Bu yollardan biri, yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde milyonlarca hektarlık tarım alanının kullanım hakkını satın almak. Birleşmiş Milletler tarım örgütü bu trendi yeni sömürgecilik olarak nitelendiriyor.

Arazi alanlar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Çin, Güney Kore, ABD, İngiltere, Hindistan, Mısır, Bahreyn gibi su ve sulanabilir arazi fakiri, zengin ülkeler.. Hedefte ise fakir ama toprak ve su zengini olan Sudan, Etiyopya, Pakistan, Endonezya, Angola, Uganda, Madagaskar, Vietnam ve Kazakistan gibi ülkeler var.

BM TARIM ÖRGÜTÜ: GIDA SÖMÜRGECİLİĞİ

Gıda krizine önlem olarak zengin ülkelerin ve büyük şirketlerin yoksul ülkelerin büyük tarım alanlarının kullanım hakkını satın almalarına ve bu çabaların hızlanmasına Birleşmiş Milletler'den "Bu yeni sömürgeciliktir" eleştirisi geldi.

Birleşmiş Milletle Tarım Örgütü (FAO) Başkanı Jacques Diof, "Son dönemde zengin ülkeler ve şirketler, gelişmekte olan ülkelerden milyonlarca hektar tarım arazisi satın aldı. Bu gidişatın dizginlenmemesi durumunda, yoksul ülkelerin kendi nüfuslarını aç bırakmak pahasına zengin ülkeler için gıda ürettiği yeni bir sistem oluşacak" diyor. Diof, bu sistemi neo-kolonyalizm (yeni sömürgecilik) olarak adlandırıyor ve "Kabul edilemez koşullarda çalıştırılacak tarım işçileri ve işlenmemiş tarım ürünlerine erişim hakkı sağlayan yeni bir sömürgecilik anlaşması yaratılması riski var" ifadesini kullanıyor.

40 MİLYON DÖNÜM ARAZİ ZENGİN ÜLKELER İÇİN EKİLİYOR

BM Dünya Gıda Fonu rakamlarına göre şimdiye kadar ülkeler arasında el değiştiren bu tür toprakların boyutu 40 milyon hektar. Büyüklüğü Fransa'nın toplam tarım alanının iki katı, ya da AB'nin toplam tarım alanlarının yaklaşık yarısına eşit.

Güney Kore şirketi Daewoo Lojistiks, Madagaskar'da Belçika`nın yarısı büyüklüğünde, bir milyon hektar tarım arazisini 99 yıllığına kiralamayı planlandığını duyurdu. Hedef 2023 yilina kadar 5 milyon tonluk mısır üretimi kapasitesine ulaşmak. Şirket, ayrıca yine Güney Kore pazarı için palmiye yağı üretmek üzere, yine Güney Afrika'da 120 bin hektarlıik bir arazi daha bakıyor.

Çok geniş topraklara sahip olmasına rağmen, Çin su zengini güneydoğu Asya'da toprak anlaşmaları yapmaya başladı. Laos tarım alanlarının yüzde 15'ine karşılık gelen 2 buçuk milyon hektarlık bir alanın kullanım hakkını bu ülkeye sattı. Çin Kongo'da da 6 milyon dönümlük arazi satın alarak ekime başladı.

Tarıma elverişli toprakları yüzde birle sınırlı olan Katar da, ay başında Kenya'dan 40 bin hektar toprağın kullanım hakkini istedi. Anlaşma, petrol ve doğal gaz zengini bu körfez ülkesinin Kenya'nın turistik Lamu Adası'nda inşa edeceği 5 milyar dolarlık limanın parçası olarak sunuldu.

Katar daha önce pirinç yetiştirmek üzere Kamboçya'dan, mısır ve buğday yetiştirmek için Sudan'dan, sebze üretimi için de Vietnam'dan toprak almıştı.

5 milyon kişinin gıda yardımına muhtaç olduğu Sudan'da hükümet, 900 bin hektar arazinin kullanım hakkını satılığa çıkarmış durumda. Katar dışında Kuveyt'in de bu arazilerle ilgilendiği biliniyor.

Daha önce, CIA bağlantılı Yahudi bir işadamının Sudan'ın güneyinde Dubai büyüklüğünde bir tarım arazisinin kullanım hakkını satın aldığı gündeme yansımıştı.

Suudi bin Ladin grubu basmati pirinci yetiştirmek için 15 Suudi şirketiyle birlikte Endonezya`daki pirinç tarlalarına 4.3 milyar dolarlık bir yatırım yaptı..



Suudi yönetimi halen Kazakistan, Sudan, Etiyopya, Ukrayna ve Tayland`da arazisi satın alma ya da kiralama konusunda araştırma ve girişimlerde bulunuyor. Suudi yetkililere göre her bir projenin en az 100 bin hektar olması gerekiyor. Buralarda ekilecek mısır, buğday ve pirinç gibi tahıl maddeleri Suudi Arabistan`a gönderilecek.

Birleşik Arap Emirlikleri merkezli Abraj şirketi de Pakistan`da 5 milyar dolarlık tarım arazisi satın almak için bu ülke ile anlaşma imzalamıştı.BAE`yi oluşturan emirliklerden Abu Dabi merkezli El Kudra şirketi de Asya ve Afrika`da 400 bin hektar arazi aradığını açıklamıştı. BAE şirketlerinin hedefindeki diğer ülkeler ise tüm Körfez ülkelerinin tarım arazilerini paylaşmaya başladığı Sudan ile Kazakistan geliyor.

Libya Ukrayna'da 250 bin hektarlık bir alanın sahibi.

Mısır, Nil`in kaynağında yer alan Uganda ile 800 bin hektarlık tarım arazisini kiralama konusunda anlaştığını duyurmuş, bu haber dünyada büyük bir yankı uyandırmıştı. Ancak Uganda muhalefetinin ayağa kalkmasıyla anlaşma şimdilik dondurulmuş durumda.

"İÇ ÇATIŞMA ÇIKABİLİR"

İngiliz Financial Times gazetesine konuşan Washington merkezli Uluslar arası Gıda Politikası Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Joachim von Braun`a göre dünyada artık hakim güç, gıda teminini sağlamak. Braun, bazı ülkelerin kendi ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak gıda maddeleri ihracını durdurduğunu, bunun da gıda güvenliği için bir risk teşkil ettiğini ifade ediyor.

Uzmanlar, Afrika gibi fakir ülkelerin topraklarını zengin ülkeleri satması durumunda, aç bir ülkenin gıda ihraç eder duruma gelerek, tuhaf bir çelişki oluşturacağını, bunun da iç çatışmaları körükleyeceğini ifade ediyor.

Dünya Bülteni

Tarlalarımızda ki İşgal
NUSRET KEBAPÇI

16 Kasım 2009, 00:16 Anadolu Haber

ABD, ülkeleri sadece ordular göndererek işgal etmiyor.Bunu kültürleriyle yaptıkları gibi ürünleriyle de yapmaktadırlar.

ABD, ülkeleri sadece ordular göndererek işgal etmiyor.Bunu kültürleriyle yaptıkları gibi ürünleriyle de yapmaktadırlar. 26 ekim günü Resmi Gazete’de kısa adıyla GDO denilen Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla ilgili bir yönetmelik yayınlandı. Bu yönetmeliğe göre, daha önce ithali serbest olan bu maddelerin üretilmesine de izin verilmektedir.

Aslında bizim GDO’lu ürünlerle tanışmamız çok yeni değil. Neredeyse on yıldır GDO’lu ürünler ülkemize girmekte, özellikle gıda sektöründe kullanılmaktadır.

Bu gün hazır olarak tüketilen bir çok üründe…Bisküvide… Çikolatada… meyve ve sebzede GDO kullanılmaktadır.

ABD’de birkaç şirketin tekelinde olan sisteme göre, tüm besinlere kendi türünden genler aktarılabildiği gibi…Başka canlı türünden de genler enjekte edilebilmektedir.Yani bir meyveye bir başka meyvenin geni asılanabildiğine gibi…Bir sebzeye de bir hayvanın genleri asılanabilmektedir.

Böyle olunca yediğimiz herhangi bir sebze ya da meyve aslında o meyve yada sebze olmayıp çeşitli hayvanların geniyle üretilen Frankeştayn denilen sebzeler,yada meyveler de olabilmektedir.

Aslında ne kadar garip…

Bir zamanların tarım ülkesi olan …
Ve yine bir zamanların kendi kendini besleyebilen yedi ülkesinden biri olan Türkiye’nin, bu gün içinde bulunduğu duruma bakın…
Ne kadar acı.
Bu sonuca elbette kolay gelmedik.
Son 30 yıldır uygulanan neo liberal politikaların sonucunda ülkemiz tarımı da sanayimiz gibi yavaş yavaş çökertildi.
Bu gün esas olarak GDO’lu ürünleri üç ülke üretmektedir.
Bunlar:
ABD,Kanada ve Arjantin’dir
Ürettikleri ürünler de esas olarak soya,kanola,pamuk ve mısır olup, bu ürünlerin yaklaşık olarak yüzde sekseni de GDO’lu ürünlerden oluşmaktadır.
Ve araştırmacılara göre GDO’lu ürünler baskın bir gen yapısına sahip olup,ekildiği yerin çevresindeki ürünleri de olumsuz etkilemekte ve onların yapısını da bozmaktadır.

Bu gün ülkemiz çok geniş bir bio çeşitliliğe sahiptir,ülkemizde bulunan yaklaşık 13bin bitkinin de yaklaşık 3bini endemik’tir yani sadece Türkiye’de bulunmaktadır.Böyle olunca GDO’lu ürünlerin üretilmesinin, insanlarımızın sağlığını bozmaları yanında… Ülkemizde çok önemli olan bio çeşitliliğimizi de etkileyeceği ortadadır. Bu durumda GDO’lu ürünlerin üretilmesi öncelikle doğal dengemizi bozucu bir rol oynayacaktır. Baskın bir gen yapısına sahip olan bu ürünler bir süre sonra diğer ürünlerinde bozulmasına neden olacaktır.

Sonrasında olabilecek şey zaten bellidir.

Bu ürünler tohum da vermediğine göre…
Bir zaman sonra tohumda da birkaç ABD şirketine mahkum olacağız demektir.
Bu durumda tarlalarımız bahçelerimiz ABD malı GDO’lu ürünlerle kaplanacağına göre

Bu durumun adı nedir…

GDO ile işgal değil mi?

Bakana inat itiraflar sürüyor
30 Kasım 2009, 14:02 Anadolu Haber

Edirne Ziraat odası Başkanı'ndan sonra şimdi de isminin açıklanmasını istemeyn bir çiftçi GDO'lu ekim yaptığını itiraf etti. "GDO'lu ekim yapıldığı ispatlansın istifa ederim" diyen Tarım Bakanı'na düşense sözünde durum istifa etmesi.

Zira onu zaten yedik. Yeni yönetmelikle alevlenen GDO tartışmalarında kafanız karıştıysa, buyurun.
Hayatımızı nasıl değiştirecek?

"Geçen sene tarlama ekilen mısırlar GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) idi" diyor Çanakkaleli çiftçi. İsminin açıklanmasını istemiyor, çünkü tohum aldığı firmayla önümüzdeki senelerde de çalışmak zorunda: "Başka alternatif yok. Tohumu veriyorlar. Sözleşmeye göre her şeyi onların belirlediği kurallara göre yapmak zorundasın. Ekimin nasıl yapılacağını, hangi firmaya ilaçlama yaptıracağını hep onlar belirtiyor. Sonra kendi adamlarını getirip, dişi tohumların tüm püsküllerini kopartıyorlar, ardından erkek tohumlar toplanıyor. En sonunda dişiler olgunlaşınca, yine gelip kendileri mahsulü kaldırıyor. Ürünü de onlar satın alıyor. Biz kendi mahsulümüzü eksek, satamıyoruz."

Tarlasına ekilen mısırlar alıştığından daha az ilaçlandığı için ve bir sonraki seneye tohum vermediğinden, Çanakkaleli çiftçi tohumlarının GDO'lu olduğunu iddia ediyor: "Önceden mısırın, ayçiçeğinin tohumunu bir sonraki sene de ekerdin. Artık tohumlar kısır, tarlaya dökülen ayçiçeği tohumlarından yeniden filizlenenler oluyor. Bir bakıyoruz, tek gövde olması gereken filizden üç beş kafa çıkıyor. Hepsi cılız, büyüyemeden kuruyor."

(Newsweek Türkiye)

Cargill İçin Başbakana Tazminat

DoğaDer

Mahkemelerce yargılanmış, hakkında kapatma ve yürütmeyi durdurma kararları bulunan Cargill için gerekli işlemi yapmayan ve hatta yasal sorunlardan kurtarmak için muz cumhuriyetlerine yaraşır bir uygulamayla kanun çıkartarak yasallığa kavuşturan Başbakan Tayyip Erdoğan'a tazminat kararı.

Bilindiği gibi ulus ötesi ABD'li tarım tekellerinden biri olan Cargill, 1997 yılında Bursa'nın Orhangazi İlçesi, Gemiç ve Gürle Köyleri yakınlarında 1. Sınıf Tarım Alanı üzerine kurulmuştu. Yasalar çiğnenerek izin verilen Cargill mısır işleme fabrikası için o yıllardan bu yana çeşitli davalar açıldı.

Günde 6.000 litre su tüketen Cargill, Bursa Organize Sanayi bölgesinde önerilen yeri yeterli suyu sağlayamayacağı için red etmişti. Cargill bugün, kurulu bulunduğu Orhangazi ilçesinde yaşayan 75.000 kişinin tükettiği suyun çok daha fazlasını tek başına tüketmektedir.

Cargill çevresindeki köylülerin Cargill'e mısır taşıyan kamyonlardan yola düzen başparmak büyüklüğünde mısır taneleri bulduklarını söyledikleri halde Cargill yetkilikleri bu güne kadar Genetiği Değiştirilmiş (GDO) mısır kullanmadıklarını savunmuşlardır.

Ulus ötesi tarım tekellerinin etkisiyle Ekim 2009'da çıkartılan GDO yönetmeliğiyle Genetiği Değiştirilmiş ürünlerin kullanımının serbest bırakılması, Cargill'in ne kadar gerçekçi olduğu bilinmeyen "GDO'lu ürün kullanmadığı" söyleminde daha ne kadar ısrar edeceği merak edilmektedir.

Başbakan Tayyip Erdoğan, ABD'ye yaptığı çeşitli ziyaretlerde, ülkemizde mahkeme kararlarıyla mahkum edilmiş Cargill'i kurtarmak için zamanın ABD Başkanı George W. Bush'a söz vermişti. Başbakan Erdoğan, ülkemizde kapatma kararı bulunan Cargill hakkında ABD'de ki yetkilileriyle yasalarımızı gözardı ederek görüşmüş ve gerekeni yapacağını belirmişti.

Bunun için öncelikle AKP Hükümeti Bakanlar Kurulu tarafından, Cargill'in kurulu bulunduğu fabrika alanı Temmuz 2005'te Özel Endüstri Bölgesi ilan edilerek yasal bir kılıf oluşturulmaya çalışıldı.

Danıştay'ın Mart 2006 "Yürütmeyi Durdurma" kararı üzerine AKP Hükümeti Cargill'i kurtarmak için başka arayışlara girdi.

Ocak 2008'de AKP Hükümeti tarafından hazırlanan ve AKP'li Milletvekillerinin oylarıyla yasalaşan, kamuoyunda Cargill Yasası diye bilinen kanun değişikliği ile Cargill'e af getirdi.

Böylelikle Cargill yasallığa kavuşturuldu.

Bunun üzerine 10 Haziran 2008'de Cargill hakkında açılan onlarca davada suçlu bulunduğu halde kapatılması ve yürütmeyi durdurulması kararlarını uygulamayarak yasalar önünde suç işleyen Başbakan Erdoğan, eski Bayındırlık ve İskan Bakanı Zeki Ergezen, Bursa Valisi Oğuz Kağan Köksal, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin ve Gemlik Belediye Başkanı Mehmet Turgut hakkında Bursa 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde tazminat davası açıldı.

Mahkemesinin davayı reddetmesi üzerine gidilen temyizde 25 Kasım 2009 günü Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Bursa 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin kararını bozdu.

DOĞADER, Yargıtay'ın kararını sevinçle karşılamaktadır.

DOĞADER kurulduğu 2005'ten bu yana Bursa Barosu öncülüğünde Cargill'e karşı açılan tüm davalara müdahil olmuş bir dernek olarak onurlu mücadelenin haklı onurunu taşımaktadır. Devletin temel erklerinden biri olan yargı kararlarını, devletin diğer erki olan yürütme tarafından uygulanmamasını ve hatta yasama erki ile af getirilmesinin cezasız kalmaması gerektiğine inanmaktadır.

Günümüzde yasama ve yürütme erklerini elinde bulunduran AKP Hükümetinin, bu yasa tanımaz uygulamalarının, toplumun diğer kesimleri tarafından da talep edilmesi hakkı bulunduğu düşünülürse yaratacağı etkinin çok daha yıkıcı duruma geleceği fark edilecektir.

Biz DOĞADER olarak, bu güne kadar doğanın ve çevrenin gelecek kuşaklara korunarak aktarılması için giriştiğimiz mücadelemizi bundan sonra da sürdüreceğiz.

acikistihbarat

14 Aralık 2009
Günden Güne Zehirleniyoruz

Vücudumuz artık çevremiz gibi kirlenmiştir ve artarak devam eden bu kirlenmeden korunmak gerekir.

Kimyasallar, yaşadığımız dünyada sürekli ve hızlı bir şekilde artıyor. Buna bağlı olarak her gün yeni sağlık sorunları ortaya çıkıyor, günün telaşı içinde farkına bile varamıyoruz. Sağlık ve çevre kirlenmesinin yarattığı tehlikeler konusunda yazılmış ‘acil ve önemli’ başlıklı yüzlerce rapor, sadece ilgili bilim adamları, sağlık kuruluşları ve devlet kademelerindeki önemli kişilerce okunuyor. Diğer yandan toplumun çoğunluğu, magazin, ekonomi ve politik haberler keşmekeşi arasında, binlerce kimyasal maddeyle kucak kucağa yaşıyor.

Aşırı derecede toksik (zehirli) yüzlerce ve binlerce sentetik kimyasal çevremizi tümüyle sarmış durumda. Üstelik her gün buna endüstri artığı toksik metal artıklar ekleniyor. Sadece Birleşik Amerika’da milyarlarca kilogram sentetik kimyasal üretiliyor. Her 10 yılda bir üretim miktarı ikiye katlanıyor. Bu rakamlar, kontrolün elden kaçtığını açıkça gösteriyor. Kimyasal tarım ilaçları, koruyucular, katkı maddeleri vs... Bütün bunları yiyoruz, ciğerlerimize çekiyoruz, bu toksik maddelerle kirlenmiş topraklardan gelen suları içiyoruz. Kozmetikler, temizlik malzemeleri, döşemeler, halılar, yüzme havuzları ve parklar yoluyla toksik maddeleri vücudumuza alıyoruz. Şimdi bir gerçeği hatırlayalım: İnsan vücudu, bütün bu kimyasallara direnç gösterecek şekilde dizayn edilmemiştir ve yaratılmamıştır.

Vücudumuz, kendisine yabancı olan bu toksik maddelerin çoğunu dışarı atar. Ancak kimyasalların bir kısmı içeride kalır ve birikerek çoğalır.

Kısacası, vücudumuz artık çevremiz gibi kirlenmiştir ve bu kirlenme artarak devam edecektir. Bu birikim sonucu, ileri yaşlarda karşılaşılması gereken diyabet ve kalp hastalığı gibi dejeneratif rahatsızlıklar çok daha genç yaşlarda ortaya çıkıyor. Hatta çocuklarda dahi kronik yorgunluk sendromu, otizm, alerji ve kimyasallara hassasiyet gibi yeni hastalıkların belirmesine sebep oluyor.

Bu yazı dizisiyle, okuyucularımızı bir nebze olsun aydınlatmaya ve nelerden nasıl korunmak gerektiğini anlatmaya çalışacağım.

ZEHiRLi KiMYASALLAR

Halojen maddeler
Bu gruptaki kimyasallar, flor, klor, iyot ve brom ile bunlardan üreyen çok kompleks yapıya sahip bileşiklerdir. Örneğin klorin bileşikleri, böcek ilaçları ve öldürücü savaş gazı olabileceği gibi sulardaki bakterileri öldürmek amacıyla suya konulan bir dezenfektan olarak kullanılabilirler. Son derece zehirli gaz olan flor, 2’inci Dünya Savaşı sırasında nükleer bomba ve nükleer enerji projelerinde kullanıldı.

Halojenler, bazı sentetik maddelerle birleşince hücre yeteneksizliğine sebep olan çok tehlikeli bileşikler haline gelir. Kansızlık, kemik hasarı, yüksek kolesterol, hormonal dengesizlik, kanser, beyin hasarı, depresyon, cilt incelmesi, çocuklarda hiperaktivite, şişmanlama veya zayıflama, kalp aritmisi, bağışıklık sistemi zayıflığı, böbrek hasarı, kısırlık ve halsizliğe neden olur.

Benzin, diş macunu, boyalar, dezenfektan ve temizlik ürünleri, böcek ilaçları, ilaçlar (ilaçların büyük çoğunluğunda klor vardır), fotoğrafçı malzemeleri, yapıştırıcılar, mürekkepler, vinil zemin döşemeleri, kurşun ilave edilen yanıcı maddeler, karbonsuz kopyalama kağıtları ve yüzey kaplama malzemelerinde kullanılırlar.

ORGANİK FOSFAT BİLEŞİKLERİ
Sentetik olarak üretilen bu kimyasallardan bir kısmı 2’inci Dünya Savaşı sırasında ‘sinir gazı’ olarak kullanıldı. Halen birçok sanayi dalında, hatta ilaç ve yiyecek maddeleri üretiminde kullanılıyor.

Laboratuvar analizlerinde üzerine böcek ilacı sıkılmış birçok gıda maddesinde organik fosfora rastlanıyor. Bu bileşiklerin neden olduğu rahatsızlıklar arasında, depresyon, konsantrasyon bozukluğu, kaygı bozukluğu, dikkatsizlik, ilgisizlik, alınganlık, paralize, hafıza kaybı, konuşma bozuklukları ve aşırı yorgunluk yer alıyor.

Lastik ve benzin katkı maddeleri, sentetik yapıştırıcılar, hayvan büyütme destekleyicileri, yağlama yağları, bit-pire ve alzheimer’da kullanılan ilaçlar, böcek ilaçları, büyükbaş hayvan çiftliklerinde bulunurlar.

KARBAMAT İÇEREN MADDELER
Metabolizmayı etkileyerek enerji seviyesini düşürdüğü için hayvan çiftliklerinde büyümeyi teşvik edici madde olarak tüketilir. İlaç sanayinde, anti-tiroid etkisi nedeniyle tiroid fonksiyonlarını yavaşlatmak amacıyla kullanılır. Organik olarak yetiştirilmeyen ürünlerin depolama yerlerinde, hasattan sonra mantar oluşumuna mani olmak amacıyla, patates, domates, fıstık, turunçgillere bol miktarda atılan karbamatlar önemli bir risk teşkil ederler.

Böcek ilaçları, mantar ilaçları, sigara ve puro, suni lastik ve hayvan büyümesini teşvik eden maddelerde bulunurlar.

ÇÖZÜCÜLER (SOLVENTLER)
Sanayide çok yoğun miktarda kullanılırlar. Yağların çözünmesi ve akıcılığının azaltılması, petrol mamüllerine katkı maddesi, birçok tuvalet temizlik malzemesi, gıda maddesi paketleri veya yer cilası gibi yüzlerce maddenin üretiminde solventlerden yararlanılır.

Hafıza kaybı ve alzheimer, solventlerin sebep olduğu hastalıklardandır. Deterjanlar, yer cilaları, lateks, parfümler, reçine, sentetik lastik, tuvalet eşyası, traş losyonu, kuru temizleme likitleri, ev haşere ilaçları, gıda ambalajında kullanılan metal folyolar (yoğurt vs.), polistrenden mamul kaplar, tabaklar ve paketler, cilt bakım ürünleri, krem ve rujlarda kullanılır.

EV BOYALARINDAKİ KURŞUN
Eski boya ve sıvalarda bulunan kurşun, ciddi sağlık problemlerine sebep olabilir. Evde yapılacak olan yenileme işleri sırasında, eski boyalar kazınırken çok dikkatli olmak gerekir. Eski boyalarda bulunabilecek kurşun, özellikle çocuklarda kurşun zehirlenmesine neden olabilir. Bu nedenle çok dikkatli olunmalı ve gerekli önlemler alınmalıdır.

Kurşun zehirlenmesi belirtileri çocuklarda, hiperaktivite, davranış bozukluğu, kavrama güçlüğü şeklinde görülebilir. Kurşun zehirlenmesi, ileri yaşlarda kansere sebep olabilir. Zamanla vücutta toplanan kurşun kelasyon tedavisiyle elimine olunabilmektedir.

PLASTiK VE PLASTiK YAPICI MADDELER
Plastik maddelerin kullanım alanları, her geçen gün biraz daha genişliyor. Günümüzde plastikler, en fazla çevre kirliliği yaratan maddelerin başında geliyor.

Plastiği yumuşak hale getiren katkı maddesi ‘Fitalat’ adlı kimyasal, oda sıcaklığında buharlaşır ve belirgin bir koku yayar. Plastik katkı maddelerinin bir kısmı, vücutta metabolize olabilmesine karşın, vücutta birikmesi halinde hormonal sorunlar yaratırlar.

Plastiklerin arasında en zararlı olan PVC’dir. Çevreye ömür boyunca dioksin yayılmasına neden olur. Dioksin, göğüs, prostat ve bağışıklık sistemi kanserleri, hormonal dengesizlikler (tiroid ve kısırlık), yüksek kan basıncı, kalp hastalıkları, obezite ve kronik yorgunluk sendromu gibi hastalıkların sebeplerinden kabul edilmektedir.

Plastikler, su boruları, mürekkepler, plastik şişeler, sentetik lastik ve plastikten mamulü ürünler, suni deri, su geçirmez kaplamalar, deterjanlar, petrolden üretilen temizlik maddeleri, su ve yağ esaslı boyalar, karton kaplamalar, metal ve alüminyum kutu kaplamaları, temizlik maddeleri, ev haşere ilaçları, kozmetik, parfüm, şampuan, saç ürünleri ve tırnak cilaları, makine halısı sırtı, yapıştırıcılar, plastik kap içinde veya plastik örtü ile örtülmüş gıda maddelerine kadar geniş bir yelpazede kullanılmaktadır.

HER YIL 250 BİN ÖLÜM
Bir ürün satın alırken, neyin ‘güvenli’ neyin ‘riskli’ olduğuna karar vermek tüketiciye düşüyor. Hazır yiyeceklerdeki kimyasal katkı maddelerinin, böcek ilaçları kadar toksik olduğunu iddia ederler. Bu abartılı düşünce tarzlarına rağbet etmeden, toksititenin dereceleri hakkında fikir ve bilgi edinmek önemlidir.

Toksik maddeleri vücudumuza genelde, cilt, solunum ve ağız yoluyla alırız. Cildimize değen her kimyasalın vücudumuza alındığını, kanımıza ulaştığını aklımızdan çıkarmayalım.

Şayet cildimizde daha önceden oluşmuş yanık, kesik veya iltihap gibi oluşumlar varsa, kimyasalların kana geçişi çok daha süratli ve kolay olur. İçecekler ve yiyecekler yoluyla, o kadar çok çeşitli toksik maddeyi vücudumuza alırız ki, ölüme varan zehirlenmeler oluşabilir. İstatistik rakamları, her yıl dünyada 3.5 milyon kişinin zehirlendiğini ve bunların 250 binden fazlasının ölümle sonuçlandığını gösteriyor.

Ağız yoluyla alınan toksik maddeler dil, mide, bağırsaklar ve tüm sindirim sisteminin öğelerince emilir. Bu organlarda daha önceden oluşmuş ülser, iltihaplanma gibi sorunlar varsa kimyasalların vücudumuz tarafından emilimi daha kolay olur. Ağız ve burun yoluyla akciğerlerimize çektiğimiz kimyasallar ve katı tanecikler ağız yoluyla alınanlara oranla daha zararlı olabilir. Toz parçacıkları akciğerleri tıkarken, gaz halindeki toksik kimyasallar kolayca emilip kana geçerek beyin, kalp, karaciğer ve böbrek gibi hayati önem taşıyan organları zarara uğratır. Bronşit, astım vs gibi akciğerlerinde sorun olan kişilerde bu durum daha kötü sonuçlar doğurabilir. İçlerinde kimyasal madde olan (temizlik maddeleri gibi) ürünlerin kapakları sıkıca kapatılmalıdır. Kapakları kapalı olanların bile ne kadar koku çıkarttığını evinizde veya markette test edebilirsiniz.

ALTERNATİF DOĞAL ÜRÜNLER
Kimyasal ürünlerin yarattığı risklerden korunmak için doğal ürünlerden yararlanabilirsiniz:
Beyaz sirke; iyi bir temizleyicidir, marketten alabilirsiniz.
Hidrojen peroksit; ağartıcı alternatifidir, eczanede bulabilirsiniz.
Limon suyu; iyi bir temizleyicidir, taze limondan sıkabilirsiniz.
Pişirme sodası; sodyum bikarbonat, iyi bir temizleyici ve koku gidericidir, marketten alabilirsiniz.

Sıvı sabun; deterjan ve temizleme malzemelerine alternatif olup marketlerde satılmaktadır.

Sünger taşı; kir çıkartıcı olup, marketten veya pazardan temin edebilirsiniz.

Boraks; iyi bir dezenfektandır eczanelerde veya markette bulabilirsiniz.
Trisodyumfosfat; iyi bir temizleyicidir, kimya malzemesi satan dükkanlarda bulunmaktadır.

Sodyum perborat; alternatif ağartıcı maddedir, kimya malzemesi satan dükkanlardan sorabilirsiniz.

Çamaşır sodası; sodyum karbonat, iyi bir temizleyicidir, markette bulmanız mümkün.

Doğal esans yağları; bitkilerden elde edilir, sentetik koku maddelerinine alternatiftir. Doğal ürün satan mağazalarda, aktarlarda bulunur.

Uluslararası Çevre Çalışma Grubu’nun (Enviromental Working Group of Commenwealt) araştırmasında, insan vücudunda 167 farklı kimyasal maddeye rastlandı. Bunlardan 76’sı kanserojen, 94’ü beyin ve sinir sistemi için toksik, 79’u da doğum sakatlığı ve anormal gelişime sebep olacak kimyasallardı. Bu kötümser manzaraya rağmen, kullandığımız, yediğimiz ve içtiğimiz ürünleri bilinçli şekilde seçerek, bunu tehlikeyi aşabiliriz.

TESTLER YETERSİZ
Dünyada her yıl, 85 bin farklı sentetik madde üretiliyor. Ve her yıl bin adedin üstünde yeni sentetik madde bunlara ekleniyor. Üretilen bu kimyasal ürünlerin bir kısmı güvenli olmakla beraber, büyük bölümü güvenlik testleri yapılmadan pazara veriliyor.

İstatistiklere göre, sadece Amerika’da 2001 yılında 400 milyon ton kimyasal üretildi. Amerika Çevre Koruma Ajansı (EPA), bu kimyasalların yüzde 82’sinin insan sağlığı için toksik (zehirli) olduğunu açıkladı.
Amerika Ulusal Araştırma Birliği, ülkede kullanılan böcek ilaçlarının (pestisid) sadece yüzde 10’unun, medikal ilaçların ise sadece yüzde 18’inin insan sağlığı için zararlı olup olmadığının test edildiğini bildirdi.

aktifhaber

GDO'lu ürün analizinde şaşırtan sonuç

21 Aralık 2009, 00:17 Anadolu Haber

Tarım Bakanlığı nın yaptığı GDO içeren ürün denetimlerinde belirlenen limitin üstünde GDO içeren ürünlere de rastlandı.

Genetiği Değiştirilmiş Ürünlerin (GDO) ithalat, kontrol ve denetimiyle ilgili yönetmeliğin 26 Ekim'de yürürlüğe girmesinin hemen ardından gümrüklerde denetimlere de başlandı.

Limanlar ve karayolu gümrüklerinde beyan edilen ürünlerden ilk etapta alınan 100'ün üstündeki numune, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın Adana, Ankara ve Bursa'daki laboratuarlarında incelemeye alındı.

Mevzuat gereği iki ile 5 gün arasında süren analizler devam ederken, gemi ve TIR’lar gümrüklerde bekletiliyor.

İlk numunelerden 20'ye yakınının sonuçları da alındı. 13 ürünün numunesinden negatif sonuç çıktı.

Bu ürünlerin, yönetmelikle izin verilen binde dokuz oranından daha az genetiği değiştirilmiş organizma içerdiği belirlendi. Bu ürünlerin Türkiye'ye girişine izin verildi.

Diğer numuneler ise pozitif sonuçlandı ve giriş izni alamadı. GDO denetimi, ilan edilen listedeki 27 ürünün tamamına uygulanıyor.

PİRİNÇ, MERCİMEK VE MUZ TESTTEN TEMİZ ÇIKTI

Analiz sonuçları, ürün bazında açıklanmıyor. Ancak GDO miktarı, limitin altında çıkan numunelerin pirinç ve kırmızı mercimek ağırlıklı olduğu belirtiliyor. Tüm Gıda Dış Ticaret Derneği'nden edinilen bilgiye göre, muz da testten temiz çıktı.

Denetime alınacak 27 ürünlük liste üstünde değerlendirmenin de sürdüğü vurgulanıyor. Listeyi daraltmak, bazı ürünleri denetimden çıkarmak gibi bir karar henüz yok.

YARGIDAN GDO YÖNETMELİĞİNE VİZE

24 Aralık 2009 22:59
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, GDO'lu ürünlerle ilgili yönetmeliğin bazı maddelerinin yürütmesinin durdurulmasına yapılan itirazı kabul etti.
Bazı sendikalar, dernekler ve vatandaşlar, 26 Ekim 2009 tarihli ''Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik''in iptali ve öncelikle 11. ve 20. maddelerinin yürütmesinin durdurulması istemiyle Danıştay'da ayrı ayrı dava açmıştı.

Danıştay 10. ve 13. Daireleri Müşterek Heyeti, yönetmeliğin GDO'lu ürünlerin ithalatının düzenlendiği 11 ve yönetmeliğin yayımı tarihinde yürürlüğe gireceğini öngören 20. maddelerinin yürütmesini oy çokluğuyla durdurmuştu.

Gerekçede, gıda ve yem amaçlı genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerin ithalatı, işlenmesi, ihracatı, kontrol ve denetimi konularının çıkarılacak bir yasayla düzenlenmesi gerektiğine işaret edilmişti.

Davalı Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, karara itiraz ederek kaldırılmasını istedi.

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, itirazı kabul etti. Kurulun oy çokluğuyla aldığı kararın gerekçesinde, ''Anayasa ve ilgili yasalara göre Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın gıdalarla ilgili düzenleme yapma yetkisi bulunduğu'' belirtildi. Kurul, ''Yönetmeliğin ilgili yasalara aykırı olup olmadığının madde madde incelenmesi gerektiğine'' karar verdi.

Danıştay 10. ve 13. Daireleri Müşterek Heyeti, yönetmeliğin bazı maddelerinin iptal istemini daha sonra esastan karara bağlayacak.

YAPILAN DEĞİŞİKLİĞE GÖRE...

Ayrıca, durdurma kararınının kaldırılmasından sonra, uygulamada hukuken, yönetmeliğin, 20 Kasım'da yapılan değişikliğe göre uygulanması gerektiği belirtiliyor.

Bakanlık yetkilileri, Danıştay'ın kararına ilişkin herhangi bir belgenin henüz kendilerine ulaşmadığını belirtirken, bu kararı incelemeleri gerektiğini belirttiler. Hukuken bu durumda, ''yönetmeliğin, 20 Kasım'da yapılan değişiklikleri ile birlikte yürürlükte olduğu'' şeklinde yorum yapmanın mümkün olduğunun düşünüldüğünü söyledi.

Yönetmeliğin yürürlüğünün durdurulmasından sonra, bakanlık ve ZMO ''artık GDO'lu ürünlerin hiç bir denetime tabi tutulmadan ithal edileceği'' yorumunda bulunmuşlardı.

Yürürlüğü durdurma kararının kaldırılmasından sonra, bu durumda, yönetmelikte 20 Kasım'da yapılan değişiklik uyarınca, 26 Ekim 2009 tarihinden önce kontrol belgesi alınmış ürünlerin ithalatında, bu ürünlerin AB kriterlerine uygun olması koşuluyla ithalatına 1 Mart 2010 tarihine kadar izin verilecek.

Böylece, yönetmeliğin çıkarılmasından önce kontrol belgesi almış ithalatçılara 1 Mart 2010 tarihine kadar süre tanınmış oldu.
haber10

24 Nisan 2010
GDO Kısırlığa Sebep Oluyor
GDO'lu ürünlerin zararları hakkında fareler üzerinde yapılan deneyler sonucunda farelerin bir süre sonra üreme yeteneklerini kaybettikleri belirlendi.

Bursa’da konuşan Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şube Başkanı Bilgi Ölmez, Rusya’da fareler üzerine yapılan GDO’lu gıda deneylerinde, farelerin bir süre sonra üreme yeteneklerini kaybettiklerinin belirlendiğini söyleyerek, “GDO’lu ürünler üremeyi durduruyor” dedi.

Bu yıl 9’uncusu düzenlenen Gıda ve Gıda Ürünleri Fuarı’nda, Gıda Mühendisleri Odası Bursa Şubesi’nin düzenlediği seminere konuşmacı olarak katılan Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şube Başkanı Bilge Ölmez, Türkiye’nin 1998 yılından itibaren ciddi bir GDO tehdidi altında olduğunu söyledi. Geçen aylarda TBMM’den geçen Biyogüvenlik Yasası’nın eksik ve hatalı bazı maddelerinin olduğunu belirten Ölmez, bu maddelerinin bir an evvel gözden geçirilerek düzeltilmesi gerektiğini kaydetti.

Dünya üzerinde GDO’nun zararlarını kanıtlayan çok sayıda deney yapıldığını ifade eden Bilge Ölmez, en son Rusya’da yapılan ve sonuçları raporlar ile kayıt altına alınan deneye göre farelerin 3- 4 nesil sonra üreme yeteneklerini kaybettiklerini vurguladı. GDO’lu mısır yedirilen farelerin biyolojik olarak bir değişim yaşamadıklarını ancak yavrularının cinsel isteksizlik ve ürememe sorunu ile karşılaştığı belirten Ölmez, “GDO’lu mısır ile beslenen ve kontrol altında takip edilen farelerde 3 nesil sonra sindirim sistemlerinde bozulma, bağışıklık sistemlerinde çökme, kan yapılarında bozulma, tüm iç organlarında küçülme belirlenmiştir. Doğan yavruların normal ağırlıklarından daha az olduğu, doğumdan sonraki ölümlerde çok ciddi artış olduğu ve üreme yeteneklerinin durduğu tespit edilmiş” diye konuştu.

Tüm tıbbi deneylerin insanın genetik yapısına en çok benzeyen hayvan olan fareler üzerinde yapıldığını kaydeden Bilgi Ölmez, “O yüzden GDO’lu ürünler ile beslenen bir insanın hangi etkilere maruz kaldığı kanıtlanamamış olsa da farelerle yapılan bu deneyler ne gibi sonuçlarla karşı karşıya kalacağımızı gayet iyi özetliyor. GDO’lu ürünler üremeyi durduruyor” diye konuştu
aktifhaber

Paramızla Ölüm Satın Almışız
Kadir Durak
Edebiyat Defteri

Biraz gerilere yolculuk edelim...

4 Ağustos 2003 Limanlarımızdan birine bir gemi yanaşıyor...

Tonlarca mısır gümrükten muaf olarak yurda geliyor... Menşe-i İsrail...

Mısırgeldikten 13 gün sonra gümrük yasası onaylanıyor...

İthalatı yapan sevgili mahdumun cebellezi minel becer cüzdanına tamamı tamamına 366
milyar lira girmiş oluyor...

Sami Ofer’e Telekom veriliyor.. Limanlar veriliyor... Sami Ofer İsrailli...

Tavukların bir kaç ay içinde canlı canlı yakılarak imha edildiği dönemdeyiz...

Tavuk imha planlarının yapılacağı sinyalleri alınınca ölmüş eşşeğin nalları çekilircesine ölü fiyatına yumurta toplanıyor...

Likit yumurta imalat yetkisi yine mahdumda...

Tavuklar imha ediliyor...

Civciv İsrail’den geliyor...

Yem İsrail menşeili...

Getiren yine mahdum....

Tohumlar İsrail’den... İlaçlar İsrail’den...

Tohum sadece bir kere kullanılıyor... Bu tohumdan elde edilen üründen tohum elde edilemiyor...

Sebebi gayet basit...Bağımlı hale gelerek İsrail’den sürekli olarak ilaç ve tohum almaya
mahkum olmak...

Sofraya salata yaparak getirdiğimiz ürünlere bakınız yüzde doksanı İsrail menşeili...

Sonra Davos ve "Van Münit..."

Sonra ticari anlaşmalar tam gaz devam...

Sacede tohum ve tavuk konusunda bir avuç İsrail’e avuç açar bir hale gelinirse...

İsrail’e gösterilecek olan tepkilerin ne denli etkili olacağını siz hesaplayın...

Biz paramızla İsrail’den ölüm satın almışız....

İsrail ile yapılan ticari anlaşmalarla onların hazinesini dolduran biz değil miyiz?

O dolan hazinedeki para ile ölüm makinesi silahlara yatırım yapmadılar mı?

Bizden kazandıkları ile bize ölüm kusmuş olmuyorlar mı?

Buyrun şimdi İsrail’in hangi malını protesto edeceksiniz?

Telefonda her alo deyişinizle onlara para aktarılmıyor mu?

Ötesini siz hesaplayın...

Şimdi ne mi olacak?

Bunu bilmek için müneccime rüşvet vermeye gerek var mı?

O bildik meşhur açıklamalar...

"Bu saldırı kabul edilemez.",

"Bu saldırı insanlık ayıbıdır.",

"Hünharca saldırı yapılmıştır, dünya kamu oyu gözleri önünde olan bu
saldırının kabul edilir yanı yoktur. (Sanki dünyadan gizli yapılsaydı
kabul edilir yanı olacaktı.)",

İsrail mazlahatgüzarı çağrılacak, sonra ABD’nin şımarık çocuğuna bir de kendi imalatları ecnebi kahvesi yudumlattırılacak, "Böyle şeyler yapmayın, bunlar ayıp şeyler."

Denecek...

Sonra başka bir vahşet olacak ve bu vahşet unutulacak, bildiğiniz gibi devam edecek...

Yani hiç bişey olmayacak...

Tersi olur diyen var mı?

Buyrun bekliyoruz.

BM Güvenlik Konseyi olağanüstü toplantı... Sonuç ne oldu...

SERT AÇIKLAMA YAPILMIŞMIŞ... SERTLİĞE BAKIN SERTLİĞE...

"Bu saldırı vahşettir, kabul edilir yanı yoktur."

Onu bizim köylü Henig Ana’da yapar...

Ne mi yapılmalı?

İsrailden alınan tohum, gübre, tarım ilacı, silah - mühimmat, gıda maddeleri, tarım
araç ve gereçleri, giyim sanayinde kullanılan boya vs. Sanayi ürünleri
hemen liste olarak açıklanmalı....

İsrail ile yapılan bütün anlaşmalar iptal edilmeli (askıya alınma değil, iptal edilmeli), israillilere satılan ne kadar işletme varsa tamamının anlaşması tek taraflı olarak iptal edilerek dünya kamuoyuna
açıklanmalı...

Ve; israilin yaptığı vahşete kısasa kısas ile cevap verilmeli, fakat bir farkla yapılmalı...

O fark da; onlar ekmek taşıyanları vahşice katletti...

Bunun cevabı ise; üç stratejik hedefe gereği yapılmalarak verilmeli...

Kuşadası kaymakamı ne yapmıştı cumhuriyetin ilk yıllarında...

Dönüp biraz tarihe bakın beyler...

Biz biz olur isek; "gık." diyemez kimse...

Peki; size göre bunlar yapılır mı?

Hasılı kelam: biz israil’den paramızla ölüm satın almışız...

Allah afiyetler versin...


En son Ekim tarafından Cmt Nis 24, 2010 7:32 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Mar 14, 2010 1:49 am    Mesaj konusu: İthal Bereketli Tohum Alıntıyla Cevap Gönder

İthal Bereketli Tohum
Muzaffer İzgü
www.acikistihbarat.com
12.03.2010

Otobüste yan yana gidiyoruz. Giysisinden köylü olduğu belli. Uyudu, uyandı, pofladı, sigara üstüne sigara yaktı. Bana sundu, konuşmaya başladık.

- Eh, dedim, ekim dikim nasıl bakalım?

- Sorma, dedi, heç sorma gardaşım, gırtlağa kadar borç içindeyiz.

- Ne ekiyorsunuz? diye sordum.

- N'olacak, buğday, dedi.

- Buğday ürünü bu yıl iyiymiş, dedim.

- Ah gardaşım, ah, eyi olsa n'olacak, kötü olsa n'olacak, borç anacık surda. Bilmezsiniz başımıza gelenleri, belli ki şehir yerindensin.

Anlayabilmen için dur sana baştan anlatayım.

Güzel gardaşım, civan gardaşım, derler ki köylü milleti heç bi yeniliği istemez, hep dutucudur, hep geri gafalıdır derler.

Şimdi sen dinle de bak, dutucu olmayacan da ne yapacan?

Ne bi yenilik geliyorsa, köylünün başına da bin türlü haltlar geliyor. Söylemesi sevap, getirdiler gardaşım buğdayı, dediler ki, ha bakın, bu yeni buğdaydır ha, bir ek kırk al ha, harmanı yığ, evi, depoyu doldur ha, goynuna binleri kat ha... Köyde bi ben direnirim, bi istemiyen benim, amma evlatlar ah o evlatlar yok mu, iki güne bir gelirler:

"Babaa, Garabacakları n Mısdolar da ekecekl ermiş."

"Babaa, heç ummadığın Gâvır Osman'ın Helmi'ler de ekecekl ermiş."

"Lan babaaa, fırsatı kaçırmıyak, sona başımızı daşdan daşa vururuz, amma bir feyda etmez."

E gardaşım, gel de sen bu gadar lafa dayan. Govarım hepsini başımdan, bu kez evdeki körolası avrat başlar:

"Herif eyiden eyiye bonadm ha," demi-ye.

"Bi ekiyormuşsun, kırk alıyomuşsun. Sen zatime bi lokmaynan bi hırkaya alışmışsın. Amma oğlanlar büyüdüler, geldiler, ev isterler, avrat isterler, bark isterler, aklını başına topla, he de şu işe."

Ben bağırırım:

"Lan get avrat başımdan vallaha elimden bi gaza çıkacak."

Biz böyle köy yerinde direnirkene, bi duymayayım mı köyde benden başka kimse galmamış, herkesler bu buğdaydan savurmuş tarlasına. Köy yerinde geziyorum, laf atan atana:

"Aha bakın eşşek geçiyor ha!" diyorlar. "Eşşeğin önüne hoşafı goysan ne yapar, suyunu içer denesini bırakır. Bunun önüne de te nerdeki yerden tene getirmişler gomuşlar, amma bu illakim su içecem deyi tutturmuş... Lan oğlum bu herifde heç akıl yok."

Sonunda bir öğle üzeri oğlanlar geldiler ki hışımlı,

"Baabaaa, dediler, babalığını bil. Biz milletten aşağı mı galacağız? Biz de ekeceğiz. Madem gâvır göndermiş bu buğdayı bize, kötü olsa heç gönderir miydi? Eyi ki göndermiş. Son kez diyoruz ki bize izin ver."

Napacan ki gardaşım, verdim izini gitti. Oğlanlar sevinçle tarlayı ektiler.

"İçiniz sincik rahat mı lan?"

"Rahat buba..."

Onların içi rahat amma benim içim rahat değil. Biliyorum sonunda bi cılklığın çıkacağını amma hangi cılklığın çıkacağını bilmiyorum. Aradan şöyle "biraz zaman geçti, gardaşıma deyim köyde bir haber:

"Lan bu buğdaya n'oldu ki çıkmıyor?"

Köylü deli dana olmuş tarla bayır geziyor, dikiyor topunu, yerden çıkmış buğday arıyor. Bi dene bulsalar şöyle çıkmış, bayram edecekler. Yok gardaşım, ilaç olsun yok.

Toplanıyor köylü:

"Lan eski buğday ne gadar zamanda çıkardı."

"Şu gadar zamanda çıkardı."

"E, bu niye çıkmaz?"...

Sonunda duttuk gasabaya adam saldık. Adam geldi, alı al, moru mor... Toplandık başına:

"De söyle lan Ziya, niye çıkmazmış bu bizim buğday?"

Ziya:

"Var ya," dedi, "on sene de beklesek bu buydağ çıkmazmış."

"Vaş babam, ne yapacakmışız ki lan?"

"Bundan atacakmışık... Nah bundan... Bundan atmadıktan kelli, dünyada çıkmazmış."

"Lan o da beleş mi?"

"Ne beleşi, kilosu nah şu gadar..."

Ne diyelim gardaşım, tohumunu beleş aldık, hadi verelim gübresine para dedik. Borç harç, kimimiz fayiz, aldık gübreleri, döktük tarlalara.

Millet gene dömelip durur tarlalarda, çıktı mı, çıkmadı mı?

Lan ne inatçı buğdaymış lan, çıkmaz ki çıkmaz. Eşiyoruz toprağı, çıkarıyoruz tohumu, tohum olmuş ühüü gocagan. Lan amman deli olmak işten değil. Haydi gene saldık gasabaya bi adam ki, adam akıllı. Muhtar getdi... Geldi ki yüzü gırk gat!

"Amanın muhtar yüzün niye gırk gat?"

"Ah ah komşular sormayın, biz yanlış gübre dökmüşüz, yanlış anlamış Ziya eşşeği, hah şu elimdeki gübreden dökecekmişik. Bunu dökmezsek var ya, elli yıl da beklesek buğday çıkmazmış."

Ne deyim ben size oğlanlar, Allah oğlanlar gibi boyunuz poşunuz devrilmeye, beni mafettiniz. Yok elde avuçda ki gardaşım, alasın, dökesin. Amma ne yapacanki, gine köycek borç harç aldık o gübreden de tarlalara döktük. Aradan bigaç gün geçdi, amanın nazlı gelinin pencereden gafa çıkarışı gibi bizim buğdaylar galalarını çıkardılar. Oh aman, köyde bi sevinç, bi çığrış bağrış, dersin hepimiz milyoner olmuşuz.

Bu sevincimiz bi hafta sürse ya, nerde gardaşım nerde. Biz buğday değil başımıza belayı berzak almışız. Bi hafta sona bi baktık, tarlalarda ekinlerin yanı sıra bi ot çıkıp gelir ki, sanki dersin biz oraya buğday ekmemişiz, ayrık ekmişiz.

"Lan aman köylüler bu ne hal ki?"

Amanın bir de deli ot ki, bir de iştahlı ot ki, nah buğday kaldı otların dibinde kibrit çöpü gadar, otlar oldu deynek gadar... Amanın mafolduk, amanın fücceten geldik...

Saldık birinci üyeyi kasabaya... Amanın... Adamın bi gelişi var, amanın tam pozgun, dersin dört yerinden yağlı gurşun yemiş, köye zor atmış gendini...

"Lan söyle hele Halil, ne otuymuş bu?"

"Su otu?"

"Çarası?"

"Nah bu ilaçdan atmazsak, tarlalarımız hafdaya galmaz mera olurmuş. At, eşşek, sığır, geçi, goyun, dana, heç bi hayvanat bu otu yemediği gibi, heç bi işe de yara-rnazmış. Yani sizin annıyacağınız mafolduk."

"E gardaşım demedin mi onlara, biz tarlalara ot tohumu atmadık deyi?"

"Atmadık amma o son atılan gübre, işte bu su otunu yaparmış."

Amanın ne halt edelim, nerelere gidelim, dövünek dizden olak, ağlıyak gözden olak, boşıyak garıdan mı olak?

Zor gardaşım zor, Allah kimsenin başına vermesin, köylü akıllıydı deli oldu. Herkes herkesnen gavga ediyor, midesi azanlar, bağırsağı düğümlenenler, gafası bozulanlar, evde dana boğazlar gibi çoluk çocuğu cığırdanak dövenler...

Amma ne yaparsan yap boşuna, alacan o ilacı dökecen tarlaya. Aldık gardaşım. Borç harç aldık o ilaçdan attık tarlaya..Otlar bigaç gün içinde sarardı soldu,boyun büktü toprak oldu..

Amanın ekinimiz, cici bici ekinimiz, sen bilin gayrı, galmadı bu yoksulların dayanacak gücü... Büyüyor, bin maşallah büyüyor.

Amanın bi böyüse de, biz vazgeçdik kârından, susundan busundan, sermayemizi gurtarsak. Çok geçmedi gardaşım, ya iki hafta ya üç hafta, Allah seni inandırsın tarlayı bi sinek bastı, köyü bi sinek bastı, amanın ağalar bu sinek de ne ki?

Lan ekinden mekinden vazgeçtik, bu sinek bizleri kör edecek lan... Ufacık gardaşım, beyaz desen değil, sarı desen değil, hatta ki sinek değil, acayip bi yaratık... Öldürüyon, elinin altında bini, bakıyon elinin üstünde iki bini, diri. Ekini bi sarmışlar, yürekler dayanmaz, nah en babayiğit adam ekinin o halını görse şakkadak düşer bayılır.

Salın ulan ikinci üyeyi gasabaya...

Saldık gardaşım. Adam getdi; geldi ki, yüzü dönmüş erik hoşafına. Pıh desen ölecek, dersin ince hastalığın dördüncü devresi, yüzü olmuş yumurta sarısı, bi dokun, bin ah dinle.

"Lan Murat, ne ki lan bu sinek, ha?"

Murat elinde bir torba sallar.

"Oğlum ne ki bu sinek afatı?"

Murat ha babam torbayı sallıyor.

"Lan ne var o torbanın içinde deyiverse-ne, dürzü!"

Ağzını kiraya vermiş sanki, dürzü... Icık ıcık konuştu:

"Sinek afatının devası aha bu torbadaki ilaç."

Amanın bi ilaç daha... Ne bilelim biz gardaşım, sincik biz o su otu mudur ne halttır, onu yok edelim diyerekten bi ilaç döktük ya, meğerkim bu ilaç su otuynan garışınca, bu sineği vaparmış.

"Eee?"

"Eee'si Allah!"

Ah gardaşım, millet düşdü fayize. aldık paraları, aldık ilaçları, dökdük tarlalara. Of aman, gurtulduk sinekten...

Ekinler büyüyor... Biz her sabah umutnan tarlalarımızın yolunu tutuyoruz, vazgeçdik sermayesinden, heç olmazsa yarısını gurtarsak. Eh gurtaracağız galiba. Ekinler baş dutmaya başladı. Başladı amma. niye bu başlar böyle ki. bir acayip, niye ki zayıf?

Bu böyle verirse değil bire gırk, bire bir almak bilem güç. Zaman da geçiyor mu bi yandan, çarasızız ki çarasız.

"Lan ne durur ki üçüncü üye, getsin gelsin hele bi gasabaya."

Saldık getti üçüncü üyeyi gasabaya. Nasıl gözlüyoruz Recep'in yolunu. Daha doğrusu Recep'in gendini değil de elini gözlüyoruz. Sürmeli Gaya'nm ardından çıktığında acep elinde bir torba olacak mı, yoksa olmayacak mı?

Akşama dek bekledik. A gâvırın dölü, a vicdansız, ulan biraz daha bekle, garanlıkda gelsene. Ne deyim gardaşım, bi çıkmasın mı Recep, Sürmeli Gaya'nm ardından, hem de elinde torbaynan. Bekleyenlerden üçü bayıldı, onlar ayıldı, üçü daha bayıldı, yedisi "Anaaa" diye bağırdı.

Belli, sinek için dökdüğümüz ilaç, kelle için zararlıymış. Kelleyi büyütmek için bu ilaçtan dökecekmişik. Off off, onu da döküyorsun, bu kez döktüğün başka bişi yapıyor.

"Lan Recep, sordun mu lan, bu torbadaki ilaç başka bişi yapmıyor muymuş lan?"

"Yapıyormuş... "

Hay gözün çıka, hay gara toprağa giresin, hay cinler şeytanlar çarpa, eğri ağaç gibi gidesin, insan şunu alıştıra alıştıra söyler, hayvan!

"Söyle lan ne yapıyormuş?"

"Bu ilacı tarla fareleri çok sevdiğinden, onları semirtiyormuş . Sona ver ediyorlarmış ekine..."

"Desene ki lan onun da ilacı varmış?"

Heç olmaz olur mu babam?

"He varmış, onu da alacakmışız..."

Nah alırız. Amanın gardaşım, biz bu ilacı da borç harç tarlalara dökdükden sonra ne gece uykumuz var, ne gündüz.

Bi çıktık ki fare avına, tarlalar dersin savaş alanı. Deyneği gapan tarlada... Eh millet çok sinirli, bazan da elindeki deynekle fareye değil, biribirine girişiyordu.

- Pekiyi, buğdayı alabildiniz mi? diye sordum.

- Yok, dedi, alamadık, arpa aldık.

- Anlamadım? diye sordum.

- Ah gardaşım ah, biz zatime baştan şüpelenmiştik, bakıp, bakıp, "Lan vallaha bu pek buğdaya benzemiyor" demiştik. Amma ne bilelim ki, "Belki ilk baştan böyle olur" dedik.

Meğer bize buğday tohumu yerine, arpa tohumu göndermişler, yaa... İşte bey.. Sorma bu yıl bizim köyün başına geleni...

Deccal’ Ankara’yı karıştırdı
Kemal Özer
kemalozer@timeturk.com
18.03.2010

Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihi günler yaşıyor.

Öyle günler vardır ki, o günlerin geri dönüşü ve affı mümkün değil.

Müsebbiplerini siz affetseniz, tarih affetmez…

Tarih affetse, insanlık affetmez…

İnsanlık affetse, hayvanat affetmez...

Hayvanat affetse, nebatat affetmez…

Nebatat affetse, gelecekte doğacak masumlar affetmez…

Hepsi affetse Allah affetmez.

Çünkü gerekçesi ne olursa olsun, Allah’ın tabiî düzenin bozulmasına Allah rıza göstermez.

Onun vaadi gerçektir ve O c.c.“Nimeti ve nesli mahvetmeye çalışmayın. Allah fesadı ve bozgunculuğu sevmez…” buyurur.

Bununla da yetinmeyerek “…şeytan ve benzerlerinin adımlarını izlemeyin…” diye uyarır.

Fakat insan çoğu kez hem nimeti, hem nesli mahveder, hem de şeytan ve benzerlerinin adımını izleyerek isyan eder.

Bunu yaparken de gerçeği örter,

Doğruları ters yüz eder,

Kafaları karıştırır,

Yalancı çevrelerin delillerini, gerçek diye millete anlatmaya kalkar.

Ne uğruna? Makam, mevki, gelecek vs vs.

Değer mi? Değmez ama gel de anlat.

***

Akıl hastanesinde kendisini darı zannedip, tavukların yiyeceğini düşünen hastasını tedavi ettiğini düşünen Doktor: “Artık sen darı değil insansın.”

Hasta ikna olmuş gibi: “Evet darı değilim.”

Doktor: “Tamam işte budur. Sen insansın ve artık hasta değilsin. Seni taburcu edeceğim.”

Hasta: “Tamam ben darı değil insanım fakat tavuklara bunu nasıl anlatacağız.”

Bizde anlatamıyoruz Ankara’ya…

Çünkü anlamak istemiyor.

O, kimseyi dinlemek niyetinde falan değil. Bildiğini okumaya devam ediyor. Onun da aklı darıda.

* * *

Bugün TBMM’de, “Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı” adlı bir kanunun görüşmesi başladı.

Görüşmelerin önemli bir kısmını takip ettim. MHP ve Ak Partililerin ‘GDO aşkı’ onur kırıcıydı, utanç vericiydi.

CHP’yi ise alkışlıyorum.

Bakan, ağzındaki baklayı bir kez daha çıkardı. GDO’yu yasaklamadıklarını, güle güle yine itiraf etti. Ne dedi?

Bir: “GDO daha sıkı kontrol edilerek denetim getirmek için yönetmelik düzenlemesi yaptık”

İki: “GDO’lu ürünlerin kararında halkta katılacak”

Üç: “GDO’lu ürünlerin yem olarak kullanılması durumunda GDO, et, süt ve yumurtaya geçmez”

Yazık, çok yazık... Çok acı… Üzüntü verici... Kaygı verici... Utanç verici.

Hadi herkes bu palavralara inandı fakat bizim gibi gerçeği bilenleri nasıl aldatacaksınız.

Görüşme sırasında soruları cevaplayan Bakan, CHP’lilerin sorularını cevaplarken, Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı olarak bendenizin “GDO rüşveti iddiası” hakkında suç duyurumla ilgili savcılığın takipsizlik kararı verdiğini söyledi. Bu doğru ama eksik. Karar tarafımca temyiz edildi. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava devam ediyor. Bu kısmı söylemek istemedi.

2007 yılında ortaya çıkmış iddia hakkında, bugüne kadar neden idari soruşturma açmadı acaba?

Yine tarafımızca açılan bir dava nedeniyle yürürlüğü durdurulan ve bir üst mahkeme tarafından iptal edilen kararının da temyiz davası hâlâ devam ediyor. Bakan bunu da yok sayarak, gerçeği söylemedi.

* * *

Türkiye tarihinin en önemli yasa çalışmalarından biri olan; üretimi, kullanımı ve izin verilmesi insanlık suçu sayılması gereken GDO’nun yasallaştırılması sürecinde TBMM’de bulunan milletvekili sayısı iki elin parmakları kadardı. Yasa çalışması sırasında, Genel Kurul salonunda oylama için yeterli milletvekilinin olmaması nedeniyle Genel Kurul çalışmalarına ara verilmek zorunda kalındı.

İşte TBMM üye milletvekillerinin konu hakkında hassasiyetleri ve konunun önemi hakkındaki duyarlılıkları…

Bu yetmezmiş gibi iktidar milletvekillerinin ellerine tutuşturulmuş boş konuşmaları bir yana, ABD’nin ikna turuna katılan ve komisyon toplantılarında STK temsilcilerinin üstüne yürüyen MHP’li milletvekilinin GDO aşkı ise pes dedirtti.

“Domatesler GDO’lu diyorlar hâlbuki henüz GDO’lu domates üretilmedi” diyerek komikleşen MHP’linin sözlerini, gerçek sananlara cevabı ODTÜ’ye ve Tarım Bakanlığı’na verdirelim. -Üstelik bu cevap ta 2004 yılına ait-

Ayrıntıları “Deccal Tabakta” adlı kitabımızda yer alan bilgilerden bir kesit: ODTÜ Gıda Mühendisliği Bölümünden Doç. Dr. Candan Gürakan; “Araştırmaya parasal destek istemek için devlet kurumlarına başvurduk. Ancak, `Türkiye`de GDO yok, boşuna para harcamayın` yanıtını aldık. Biz de ODTÜ kaynakları ile bir araştırma yaptık. Ankara`dan 9, Eskişehir, Isparta, Antalya, Ayaş, Çanakkale, Afyon`dan 1`er, Antalya`dan 4, Mersin, İspanya, Belçika, ABD`den 2`şer, Çin`den 1 olmak üzere 28 domates numunesini inceledik. 28 domates numunesinden 22’sinde GDO tespit ettik.”

Bu gelişme için “şoke olduk” diyen Tarım Bakanlığı, Ankara marketlerinden rastgele 100 domates alır ve bu domateslerin GDO’lu olup olmadığını araştırır. Dönemin Bakanlık Müsteşar Yardımcısı Hasan Ekiz, sonucu şöyle açıklıyor: “Ankara'dan çeşitli marketlerden alınan 100 domates numunesini laboratuarlarında inceledik ve 5'inde GDO tespit ettik. Mısır ve soyada da GDO tespit ettik” MHP’lilere ve GDO yok diyen ‘palavra’ sıkanlara duyurulur.

Evet, Türkiye tarihi bir süreçten geçiyor.

5. maddesine kadar kabul edilen Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı tümüyle yasalaşırsa, tabaktaki deccal artık tümüyle midelerde ve damarlarda dolaşacak.

Sonrası mı?

Bu işin sonrası yok.

Sonrası sadece felaket…

Üstelik bu felaketin müsebbibi ve sorumlusu Ak Parti olacak.

Hesabını Ak Parti yöneticileri ile buna sessiz kalanlar verecek.

Kurunun yanında yaşları da yakarak!

Görünen o ki yetersiz tepkiler yüzünden TBMM, bu tasarıyı yasalaştıracak.

Çankaya ise kuvvetle muhtemelen onaylayacak.

Bu durumda CHP’ye büyük görev düşüyor.

Buradan CHP’ye diyorum ki: Bu konuyu mutlaka Anayasa Mahkemesi’ne götürmelisiniz.

Şayet bunu yaparsanız millet sizi alkışlar ve tarihe geçersiniz. Yapmazsanız da suç ortağı olarak…

Anayasa Mahkemesi bu tasarıyı mutlaka iptal edecektir. Yüksek Mahkemenin GDO konusundaki geçmiş kararları bizi ümitlendiriyor.

Bekleyip göreceğiz. Hak ve hakikat mi kazanacak yoksa deccal mı?
timeturk

Biyogüvenliğimiz ve gıda terörizmi
21 Mart 2010
Dr. Burhan Özfatura

Herkesin bildiği gibi; 3. Dünya Harbi, su ve gıda gerekçelerine dayanacaktır. Bu açıdan sömürgeci ülkelere ait üç beş kartel; Afrika/ Güney Amerika/ Asya/ Ukrayna/ Türkiye vb. ülkelerdeki tarım topraklarına hakim olabilmek için ne tür dalavereler çevirmekte; rüşvet/ şantaj/ ihtilal/ cinayet vb. hangi pis yolları kullanmaktadırlar?

Kimleri, nasıl satın almaktadırlar?

Medyayı nasıl kullanmaktadırlar?

Kimdir, bu Soros denen, münafık?

Evvelki haftaki yazımda; Mayıs 2009'da New York'ta Rockefeller'e ait tesislerde, dünya nüfusunu sabit tutmak amacı ile yapılan toplantıyı yazmıştım. Bill Gates denen mikrobun, insanlık düşmanı projelerini aktarmıştım. Ebola/ Domuz Gribi/ Kırım Kongo Kanamalı Hastalığı'nın vb. salgınların, tesadüfi olmadığını belirtmiştim. Bu hain zihniyetin; Hindistan'da, Avustralya'da ve ABD'de yerli halkı, Çiçek Virüsü yayarak, nasıl yok ettiklerini hatırlatmıştım.

Rockefeller Ailesinin, Bill Gates ve kurduğu vakıfların, Archer Daniels Midland-Cargill-Bunge-Monsante-Dupont Agriculture And Nutrition-Potash- Mosaic vb. dünyanın en büyük, patentli, GDO tohumu ve kimyasalları kartellerinin, ne tür melanetler icra ettiğini takip ediyor muyuz?
********
Zira;
a) Başta, pirinç/ buğday/ mısır ve soya olmak üzere, bu karteller, dünyadaki tüm temel gıda maddelerini monopolleri altına almaktadırlar.

b) Bütün dünyada (Türkiye dahil) toprağı ve tarımı kirletmektedirler.

c) Son 20 yıldır, "Yeşil Devrim" kisvesi altında, 3. dünya ülkelerinde tarımı perişan etmişlerdir. GDO'lu ürünleri hakim kılmışlar, halkları
-bol gübre ve ilaç alımına mahkum ederek- tefecilerin eline düşürmüşlerdir. Tam anlamıyla bir "kimyasal darbe" gerçekleştirmişlerdir.

d) Niçin, ABD uçakları, Irak-Abu Garib'de bulunan, yüzlerce yılda geliştirilmiş, buğday çeşitlerinin yer aldığı, buğday tohumları bankasını imha etmiştir? (Ama bu arada "Genetik Kıyamet Projesi" adı altında; Norveç'in Spitabergen adasında donmuş bir dağın, 130 metre altında inşa edilen ambarda, muhafaza altına alınan 3 milyonu aşkın tohumun amacı nedir? GDO kartelleri sağlıklı tüm tohumlara, göz mü dikmişlerdir?

e) En önemli hedef, Asya ve Afrika nüfuslarını yok etmek ve bir "Ari- ırk" gerçekleştirmektir. (Herkesin bildiği gibi, Rockefeller Hitler'in de finansörü idi. Üstün ırk yaratma projesinin (Ojenik biliminin) en büyük destekçisi idi. (Daha sonra bu bilim adamları ABD'ye götürüldü. Başta zenciler olmak üzere, " İstenmeyen ırkların, sistemli bir şekilde yok edilmesi projesinde" görevlendirildiler.)

f) FAO, BM İlerleme programı, Dünya Bankası da suç ortaklarıdır.

g) Genetiği değiştirilmiş sperm öldürücü mısır üretilmiş ve üçüncü dünya halklarına yedirilmiştir. Halk kısırlaştırılmıştır.

h) Nikaragua, Filipinler, Meksika gibi ülkelerde, tetanoz aşısı uygulaması başlatıldı. Ama sadece kadınlara! Sonra tespit edildi ki, bu aşı kadınları kısırlaştırmaktadır.
(Lütfen, F. William Engdahl'ın "Ölüm Tohumları" kitabını okuyunuz)
********
Yazılabilecek çok şey var. Zira, bu insanlık düşmanlarının yaptıkları ciltlere sığmıyor.

Peki biz ne yapıyoruz?

(..)

Biyogüvenlik Yasası'nın ve Tohumculuk Kanunu'nun önemini idrak etmiyoruz. Mayınlı arazilerdeki ihanete önem vermiyoruz. İsrail-Vatikan-ABD-AB "Nifak Ortaklığı"nın icraatlarına karşı çıkmıyoruz. Bizi hiçbir zaman içine almayacak AB'ye her türlü tavizi veriyoruz. (Ecevit/ Yılmaz/ Bahçeli Koalisyonu; Kemal Derviş eliyle, Türk tarımına ve hayvancılığına, müthiş bir darbe vurmuştur. AKP'de aynı yolu izlemektedir. GDO'lu ürünlere geçit verilmektedir. Tohumculuk Kanunu ile Türk çiftçisi, kartellerin eline teslim edilmektedir. Tarımsal Araştırma Enstitüleri kapatılmaktadır. Kendi faunamız ve tohumlarımız korunmamaktadır.)

Lütfen, bu ihanet senaryolarına karşı dikkatli olalım.

Tüm halka, hepimize önemli görevler düştüğünü idrak edelim..

Aktifhaber

24/03/2010 - 20:36:48
GDO rüşveti dağıtıldı savcılık ilgilenmedi!

CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, ABD Sermaye Piyasası Kurulu’nun GDO’lu ürünler konusunda Türkiye’de rüşvet dağıtıldığını belirlediğini, buna rağmen savcılığın ‘takipsizlik’ kararı verdiğini söyledi. Karara itiraz ettiklerini belirten Kılıçdaroğlu,
karar örneklerini dağıttı.
GDO’lu ürünler için rüşvet iddiası
CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, ABD Sermaye Piyasası Kurulu’nun GDO’lu ürünler konusunda Türkiye’de rüşvet dağıtıldığını tespit ettiğini ileri sürerek, buna rağmen savcılığın “takipsizlik” kararı verdiğini söyledi. Kılıçdaroğlu, düzenlediği basın toplantısında, söz konusu şirketin, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı memurlarına 43 bin dolar rüşvet dağıttığının saptadığını kaydetti. Olayın Türkiye’de gazetelere yansıması üzerine bir sivil toplum kuruluşunun suç duyurusunda bulunduğunu anlatan Kıçıldaroğlu, konuyu soruşturan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının “kovuşturmaya yer olmadığı” kararı verdiğini bildirdi. Savcılığın kararına gerekli itirazın yapıldığını kaydeden
Kılıçdaroğlu şöyle devam etti:
Türkiye açısından dramatik
“Gelinen aşama gerçekten de gerek Savcılık gerek Bakanlık açısından ve dolayısıyla Türkiye açısından son derece dramatiktir. Türkiye’de rüşvet dağıtacaksınız, rüşvet dağıttığınız Amerika’da saptanacak. Rüşvet dağıtanlar, Türkiye’de rüşvet dağıttıklarını kabul edip tüm cezaları itirazsız ödeyecekler, ancak Türkiye’de rüşvet dağıtıcılar ile rüşvet alanlar aklanacak... Bir üçüncü dünya ülkesinde bile bu tablo yaşanmaz.” Savcılık, Tarım ve Köyişleri ile Dışişleri bakanlıklarının tutumunu eleştiren Kılıçdaroğlu, rüşvet alanların sorgulanması ve mahkum olmasını, rüşvetin kader olarak algılanmamasını istediklerini kaydetti. Kılıçdaroğlu, “Niçin AKP yargıyı kuşatmak istiyor? Temelinde bu tür olayları sürekli kılmak, sıradan kılmak yatıyor” görüşünü dile getirdi. Büyükelçiliğin konuyu takip etmemesini de eleştiren Kılıçdaoğlu, “Dışişleri Bakanlığı kendi kabuğuna çekilip oturacak mı?” diye sordu. Kılıçdağroğlu, rüşvetin ortaklarının ABD’de de mutlaka yargılanmasını, doğrunun ortaya çıkmasını istediklerini belirtti. CHP’li Kılıçdaroğlu, ABD Sermaye Piyasası Kurulu ile Ankara Cumhuriyet Savcılığının karar örneklerini basın mensuplarına dağıttı.
Yeni Çağ

08 Mayıs 2008 Perşembe
GDO ile kitlesel insan deneyleri

Gıda fiyatlarındaki yükselmenin perde arkasındakiler… Açlığa çare bulduk diyerek yapılan kitlesel deneyler… Çiftçileri işsiz bırakan soya tarlaları. Ülkeleri ticari oyunlarla transgenik ürün ekmeye zorlayanlar. İşte hepimizi ilgilendiren GDO dosyası…

Yeni Aktüel dergisi, GDO gıdalarla ilgili haberinde çarpıcı gerçekleri ortaya koydu. Yeni Aktüel’in haberi şöyle:


“Gıda Fiyatlarındaki Yükselmeyle Başlayan Ayaklanmaların Görmezden Gelinen Nedeni: Gdo'lar!

Gıda fiyatlarının artması ve dünyanın bazı bölgelerinin açlık tehdidiyle karşı karşıya kalması bir süredir hararetli tartışmalara neden oluyor. Durumun nedenleri arasında küresel ısınma kaynaklı kuraklık ve beslenme yerine biyoyakıt üretimi için ekim yapılması üzerinde durulurken, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar'ın (GDO) bu süreçteki etkinliğinden fazla bahsedilmiyor. Oysa "dünyada açlığı sona erdirme" iddiasıyla yola çıkan dev şirketlerin genetik mühendislik ürünlerinin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri araştırılmaya devam ederken, tarımdaki sonuçları son günlerde yaşanan ayaklanmalarla kendini göstermeye başladı bile.

Irak'ı bombalamaya başladıktan üç ay sonra, Mayıs 2003'te Başkan Bush GDO'ların stratejik bir konu olarak ABD'nin savaş sonrası dış politikasının önceliği olduğunu vurgularken belki de nadir doğrularından birini söylüyordu. 1970'lerin sonunda başlayan bitkilerin genetik olarak değiştirilmesiyle ilgili çalışmalar 80'lerde düzenleyici hiçbir yasa olmadan hızlandı. Ana aktörse Başkan Yardımcısı "Baba Bush"tu; 1988'de başkan olduğunda da, ABD'de GDO üreten şirketlere serbestlik tanıdı.

Pandora'nın kutusu açılırken, bilim adamları uyarıyordu. Bunlara kulak tıkayan Başkan Bush 1992'de noktayı koydu: "Genetiği değiştirilmiş (GD) mısır, soya fasulyesi, pirinç ya da pamuk gibi bitki ve yiyecekler 'büyük ölçüde' doğal olanlara denktir!"

Süt sağlıktır! Yoksa değil midir?

ABD yönetimiyle sıkı bağlantıları olan Monsanto şirketinin piyasaya giren ilk patentli GDO ürünü "rBGH" yani büyüme hormonu içeren süt oldu. Monsanto'nun iddiasına göre rBGH enjekte edilen inekler yüzde 30 daha fazla süt üretecekti. Geçimini bundan kazanan çiftçiler için azımsanmayacak miktardı bu. Üstelik Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) bu sütün sağlıklı olduğunu açıklamıştı. Fakat çiftçi ve tüketicilerin bilmediği, bu hormonun inekte IGF-1 adı verilen başka bir hormonu da arttığıydı. Bilim adamları hayvanlarda insülin benzeri bu büyüme faktörünün artmasının kansere yol açabileceği söylüyordu. Zamanla ineklerin sağlığı bozulmaya başladı. Yürümekte bile zorlanan bu hayvanları iyileştirmek içinse daha fazla antibiyotik verildi. 1990'ların sonunda antibiyotik kullanıcılarının yüzde 70'i artık hayvanlardı! Ve tabii et ve süt tüketen insanlar da antibiyotiğe dirençliydi artık.1991'de FDA'da GDO'larla ilgili politikaları belirlemek üzere yeni bir birim kuruldu. Kurumun başındaki Michael R. Taylor'a göre GDO'lu ürünlerin etiketlenmesine gerek yoktu. Taylor daha sonra Monsanto'nun başkan yardımcısı oldu. 1994'te FDA, bu sütün "etiketlenmeden" satışını onayladı. rBGH'nin insan üzerindeki etkileriyle ilgili hiçbir test yapılmamıştı. Bilim en az iki yıl süren testler öngörürken, farelerde bile sadece 90 gün test edilmişti. Tüketici, farelerde lösemi ve tümörlere yol açan madde içeren kanserojen bir besin tükettiğini bilmiyordu! Ve FDA, Monsanto'ya "tamiri mümkün olmayan zarar" vereceği gerekçesiyle hükümet dışında kimsenin bu testin sonuçlarını görmesine izin vermedi. Oysa Kanadalı bilim adamları yaptıkları araştırmayla bu sütün insanlarda göğüs ve prostat kanserine yol açacağını açıkladı. Süt, 1999'da Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yasaklandı. Kanada CBC televizyonunun iddiasına göre Monsanto yetkilisi rBGH'nin araştırılmadan satışı için Kanada sağlık yetkililerinden birine 1–2 milyon dolar rüşvet teklif etmişti. 1998'de FOX TV, rBGH skandalıyla ilgili bir dosya hazırladı fakat Monsanto'nun baskısı nedeniyle hiç yayımlayamadı. Hazırlayanlarsa kovuldu.

Peki bilim adamlarının uyarılarına rağmen, ABD yönetiminin başta kendi halkı olmak üzere, tüm dünyayı riske atmasının nedeni neydi?

Yeşil Devrim

Öte yandan, 1947'de Nelson Rockefeller'in kurduğu Uluslararası Temel Ekonomi Ortaklığı (IBEC) ve dev tarım şirketlerinden Cargill melez mısır tohum çeşitlerini üretmeye başladı. Melez tohumların kendine has kimyasallara, gübrelere ve makinelere ihtiyacı vardı. Bunların satışı da ABD'li tarım şirketlerinin kontrolündeydi. O sıralar amacı modern tarım yöntemlerini uygulayarak ürünü arttırmak ve açlığı azaltmak olan "Yeşil Devrim" Meksika'dan başlayarak, tüm Latin Amerika'ya, ardından da Hindistan ve Asya'ya yayılıyordu.

Yeşil Devrim'in en önemli sonuçlarıysa; zirai zararlılara karşı bağışıklık için kullanılan yeni tür pestisitlerin insan sağlığına olumsuz etkileri, melez türlerin toprağı bozması ve ürünün azalması idi! Ürünü azalan çiftçiler, üreme kapasitesi düşük olan melez tohumları her yıl yeniden almak zorunda kaldı. 'Devrim'e büyük sulama projeleri eşlik etti. Dünya Bankası yeni barajlar için borçlar verdi; ülkeler borç batağına sürüklendi. İşlerini kaybeden çiftçilerse ABD şirketleri için ucuz işgücüne dönüştü.

1990'lara gelindiğinde "açlıkla mücadeleye kararlı" ABD eliti bu kez de dünyada 2,5 milyar insanın ana besin kaynağı olan pirince göz dikmişti. Filipinler merkezli Rockefeller kuruluşu Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü (IRRI) Asya'daki bütün önemli pirinç türlerini depoluyordu. İşte o tohumların dörtte üçü Monsanto ve diğer dev şirketlerin laboratuvarlarında genetik olarak değiştirildi ve patentlendi!

Bu çalışmalardan birinin mahsulü "Altın Pirinç" olarak anılıyor. Vücutta A vitamini üreten beta-karoten, pirince turuncu rengini veriyordu. A vitaminli pirinç Asya'da kötü beslenen çocuklara sözde ilaç olacaktı. Hatta Bill Clinton, 1999'da "Altın Pirinç, günde 4 bin kişinin hayatını kurtarabilir" diyordu. Söylenmeyense A vitamininin "hipervitaminosis" yani A vitamini zehirlenmesine yol açabileceğiydi. Bu da beyin dâhil pek çok organa zarar veriyordu. İsviçreli Syngenta ve ABD'li Monsanto bu pirinci patentledi. Eski bir Syngenta çalışanı Steven Smith, Haziran 2003'teki ölümünden önce şunları söylüyordu: "Size GDO'nun dünyayı besleyeceğini söyleyenlere öyle olmadığını söyleyin. Dünyayı beslemek siyasi ve ekonomik niyet ister, sadece üretim ve dağıtım değil."

Soya cumhuriyetleri

Artık sıra genetik olarak değiştirilmiş tohumların test edilmesine gelmişti. Bunun için de "arka bahçe" kullanıldı. Önce Arjantin, ardından Meksika, Brezilya, Paraguay.

Arjantin'de 1989'da devlet başkanı olan ABD destekli Carlos Menem'in ekonomik programı Rockefeller ailesi tarafından ABD'de yazıldı ve böylece korumacı piyasanın yerini ithalat rejimi aldı. Arjantin'in borçlarını kapatması için tek çare ise GD soya fasulyesi yetiştirmekti. 1991'de 569 tarla GD mısır, ayçiçeği, pamuk, buğday ve özellikle soya ekimine ayrıldı. 1996'da Monsanto Arjantin'de Roundup Ready (RR) soya fasulyesi tohumlarının dağıtım lisansını aldı. Ve her şey böyle başladı.

GD soya daha az insan gücü gerektiriyordu. Çoğu çiftçi topraklarını terk etmek zorunda kaldı. 2004'e gelindiğinde artık 14 milyon hektar GD soya ekiliydi. Arjantin'in tarımsal çeşitliliği de yok olmuş; 10 yıldan kısa bir sürede mısır, buğday ekili alanlar soya tarlalarına dönüşmüştü. Arjantinli bilim adamı Walter Pengue "Bu yolda gidersek 50 yıl sonra hiçbir şey yetiştiremeyeceğiz" diyordu. Tohum saklama geleneği sona erdirilen çiftçiler, her yıl Monsanto'dan yeni tohum alırken satıştan da kâr payı ya da vergi ödüyorlardı.

Soya dışında kendi gıdasını yetiştiremez durumda kalan Arjantin 2002'deki ekonomik krize de savunmasız yakalandı. Açlık başladı. Ayaklanmalarından korkan hükümet, Monsanto ve soya kullanan ünlü markalar bedava yiyecek dağıtmaya başladı. Arjantinliler artık taze meyve, et, süt, yumurtadan oluşan beslenme biçimlerini soyaya teslim etmişti. Hükümet, soyadan alınan proteinin etin yerine geçebileceği yönünde propagandaya başladı. Fakat araştırmalar soya sütüyle beslenen bebeklerin daha alerjik olduğunu saptadı. Hatta Rus Bilimler Akdemisi'nden Dr. Irina Ermakova GD soyayla beslenen dişi ve erkeklerden doğan bebek farelerin üç hafta içinde öldüğünü söylüyordu. Arjantinliler'e söylenmeyen başka bir gerçek de tek yönlü beslenme biçimi olduğunda soyanın kansere varan zararları olduğuydu. Bölgedeki hayvanlar ölüyor, insanlarda da tiroit, solunum sistemi bozuklukları, akciğer ödemleri, deri hastalıkları gelişiyordu. Hatta hormon bozuklukları yüzünden bazı kız çocukları üç yaşında regl olmaya başladı. Soya tarlalarının yakınında yaşayanlar her gübrelemeden sonra şiddetli migren, göz yaşarması, mide bulantısı, eklem ağrıları yaşıyordu. Havadan yapılan ilaçlama yüzünden Arjantin'de Monsanto soyası dışında başka bir şey yetişmez oldu.

"Le Monde Selon Monsanto" (Monsanto'ya Göre Dünya) isimli belgeseli ve kitabı şu sıralar Fransa'da en çok okunanlar listesinde birinci sırada olan Marie-Monique Robin'in Arjantin'in Pampa bölgesiyle ilgili gözlemleri de tabloyu netleştiriyor. Mısır, buğday, hintdarısı, yağlı tohumlar, ayçiçeği, yer fıstığı, soya, sebze ve meyve yetiştirilen bu bölge, nüfusunun 10 katına yetecek kadar üretim yapıyor ve ihraç ediyordu. Taa ki GD soyayla tanışana kadar...

Arjantin'de GD soya ekili alanlar 2000'de 8,3 milyon hektardan 2001'de 9,8’e, 2002'de 11,6’ya, 2007'de 16 milyon hektara ulaştı. Ekili alanlar artarken çiftçilerin sayısı da yüzde 30 azaldı. 1991–2001 arası kapısına kilit vuran çiftçi sayısı 150 bin iken, bunun 103 bini GD soyadan sonra tarlalarını terk etti.

Kaliteli et ve sütleriyle ünlü Arjantin'de süt üretimi 1996'dan 2002'ye kadar yüzde 27 düşünce ilk kez Uruguay'dan süt ithal edildi. Pirinç üretimi yüzde 44, mısır yüzde 26, ayçiçeği yüzde 34, domuz eti üretimi yüzde 36 düşmüş, fiyatlar artmıştı. 2003'te unun fiyatı yüzde 162, mercimeğin yüzde 272, pirincinki yüzde 130 arttı.

GD soya yasadışı yollardan Brezilya, Paraguay, Bolivya ve Uruguay'a da yayıldı. 1997'de Monsanto Brezilya'nın en önemli tohum üreticisi şirket olan Agroceres'i aldı. Eylül 2003'te AB, ithal ettiği GD ürünlerin etiketlenmesi zorunluluğunu getirdi. Fakat Brezilya'da yasadışı olarak yetiştirilen soyanın GD olup olmadığını kimse bilmiyordu. Sonunda Devlet Başkanı Lula da Silva bir kararname imzalayarak GD soyanın satışını, 2005'te de ekimini yasallaştırdı. 2003'te Brezilya'da yetişen soyanın yüzde 30'u GD idi. Monsanto'ya ton başına 10 dolar kâr payı ödemek zorunda olan çiftçiler 16 milyon tonla ilk yılda Monsanto'ya 160 milyon dolar kazandırdı. GDO bariyeri her geçen gün eriyordu...

7000 yıllık mısırda GDO kirliliği

Meksika'nın mısır ithal edilmeyen Oaxaca Eyaleti'nde 150 çeşit mısır tamamen organik yetişiyordu. Fakat güçlü komşularının "serbest" ticaret anlaşmalarına direnemeyen Meksika, ABD'den mısır ithal etmeye başladı. 1994–2002 arasında Meksika mısırının fiyatı yüzde 44 düştü; küçük çiftçiler de topraklarını terk etti.

2001'de Meksika Çevre Bakanlığı'nın yaptığı araştırmaya göre 22 bölgenin 13'ünde yetişen yerel mısır çeşitlerinde yüzde 3-10 oranında GDO bulaşması saptandı. 29 Kasım 2001'de Nature Dergisi'nde yayımlanan, David Quist ve Ignacio Chapela imzalı bir makaleye göre yerel "Crillo" mısırı artık saf değildi. Oysa Meksika'da, M.Ö. 5000 yılından beri ekilen, Maya ve Aztek kültürünün temeli olan mısır çeşitliliğini korumak için 1998'de GD mısırlar üzerine bir moratoryum verilmişti.

Topraklarının yarısı GDO'ya teslim olan Paraguay'da da tohumların satışı ve ekimi tıpkı Brezilya'da olduğu gibi yasallaştırıldı. Mısır, tatlı patates, her türlü fasulye, şeker kamışı, meyvenin yetiştiği ve ailelerin kendi kendine yettiği ülkede şimdi her şey sojeros'un (soyacıların) elinde. Taktikse hep aynı: Soyacılar ailelerle kontrat yapıyor, çocuklarına gıda ve oyuncak veriyor. Sonra arsaları üç yıllığına kiralıyor. Ardından küçük bir yaşam alanı kalan ve ilaçlamadan etkilenen ailelere arsalarını yok pahasına satmalarını öneriyor, sonra da 'soya' ekiyorlar. Paraguay'da resmi verilere göre her yıl 100 bin çiftçi şehre göçüyor. 2 Ocak 2003'te Paraguaylı 11 yaşındaki Silvino evine giderken ilaçlama yapılan soya tarlalarının yanından geçti. Şiddetli mide bulantısı ve baş ağrısı nedeniyle üç gün hastanede kaldı. Eve geldikten sonra başka bir ilaçlamaya dayanamadı ve öldü. Annesiyse soyacıların hükümetten bile güçlü olduğunu söylüyordu.

Yani Monsanto gittiği yerlerde, ürünleriyle sadece zararlı böcekleri öldürmüyorduHindistan'da ekilmek üzere tasarlanan Monsanto'nun "Bollgard" pamuğu böceklere direnecek ve daha fazla kâr sağlayacaktı. Çiftçilere tohum, gübre ve ilaç satıldı. Ve burada da çiftçiler bir süre sonra ya işlerinden oldu ya da borçlarını ödeyemez duruma geldi. Temmuz 2005'te GD pamukla tanıştıktan sonra Maharashtra Eyaleti'nde 2006'ya kadar 1280, 2007'de de 1168 intihar oldu. Ve her sekiz dakikada bir hayatlarına son veren çiftçilerin ölüm şekli de manidardı: Pestisit içerek!

Afrika'ya zorla "acil açlık yardımı"

Monsanto'nun GD "teknolojisini" yaymak için başvurduğu yöntemlerin arasında baskı ve rüşvet de vardı. Örneğin; Endonezya Hükümeti'nden üst düzey bir yetkiliye GDO'lu ürünlerin taranmadan satışa sunulması için 50 bin dolar rüşvet ödemişlerdi. 6 Ocak 2005'te Monsanto'ya iki dava daha açıldı. Yine Endonezya'daki 140 yöneticiye 1997-2002 arasında GD pamuğun ekimi için 700 bin dolar verilmişti. Ayrıca tarım bakanlığından üst düzey bir yöneticiye de 374 bin dolarla lüks bir ev önerilmişti. Bu ödemeler sahte pestisit faturalarıyla belgelenmişti.

2001'de IMF ve Dünya Bankası Malawi hükümetinden dış borçlarını ödemesi için acil durum gıda rezervini elden çıkarmasını istedi. Oysa ülkenin insanlarını besleyecek gıdası dahi yoktu. Böylece ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) 250 bin ton fazla GD mısırını Malawi'ye hibe etti. İngiltere Başbakanı'nın bilim danışmanı Prof. David King ABD hükümetinin GDO teknolojisini Afrika'ya yayma çabasını "kitlesel insan deneyi" şeklinde tanımlayarak kınadı. Ekim 2002'de Guardian'da çıkan bir makalede, ABD'nin acil açlık yardımı adı altında, Güney Afrika'nın altı ülkesine stok fazlası GD mısır göndereceğini açıkladı. Mısır, Zambiya, Malawi ve Zimbabwe'nin ana gıdasıydı. Riski göze almayıp reddettiler. Ama reddedemeyenler de vardı.

Bush'un "katil" tohumları Irak'ta

Başkan Bush "Irak'ta yeşerdiğinde bütün bölgeye yayılacak demokrasi tohumlarını ekmek için bulunuyoruz" derken mecazi bir ifade kullanmıyordu. Nasıl mı?

İşgalin ardından oluşturulan Geçici Koalisyon Otoritesi'nin (CPA) başına atanan Paul Bremer'in ilk eylemi ülke sınırlarını gümrük, tarife, kontrol ve vergi olmadan ithalata açmak oldu. 81 no'lu kanunsa çiftçilere tohum saklamayı yasaklarken; genetik müdahaleye uğramış, kısırlaştırılmış tohumların her yıl alınması mecburi kılındı.

Iraklılar yıllardır doğal tohumlarını Bağdat'taki ulusal tohum bankasında saklıyordu, fakat burası ABD bombalarıyla yok edildi. Eski tarım bakanı yedek bir bankayı Suriye'ye taşımıştı, tohumlar oradan sağlanabilirdi ama Bremer'in başka planları vardı.

USAID, Irak Tarım Bakanlığı aracılığıyla binlerce ton ABD merkezli "yüksek kaliteli, sertifikalı buğday tohumu"nu çok ucuza dağıtırken, bağımsız bilim adamlarının bunların GD olup olmadığını araştırmasına izin verilmedi.

ABD Tarım Bakanlığı ve Texas A&M Üniversitesi Tarım Birimi'nin ortak programıyla Iraklı çiftçilere "yüksek verimli" buğday, nohut, mercimek gibi tohum çeşitlerinin nasıl yetiştirileceği öğretildi. Ne tesadüftür ki aynı üniversite kendini dünyanın "biyoteknolojik lideri" olarak tanımlıyordu.

Monsanto'ya Göre Dünya

Ünlü Fransız çevreci Nicolas Hulot, Marie-Monique Robin'in kitabına yazdığı önsözde şöyle diyor: "Marie-Monique Robin sayesinde biz de artık Monsanto'nun bildiklerini biliyoruz! Evet şirket, ürünlerinin zehirli sonuçlarından haberdardı!"

Monsanto 20. yüzyılın en önemli kimya şirketlerinden biri. 1901'de sakarin üretimiyle başlayan ticari hayatına 1. Dünya Savaşı'nda patlayıcı gazı üretmek için kimyasal ürünler satarak devam etti. 1942'de 2 milyar dolar bütçeli "Manhattan Projesi" başladığında, atom bombası üretmeyi hedefleyen bilim adamları arasında Monsanto'nun da kimyagerleri vardı. Ürettikleri kimyasallarla büyük çevre kirliliği yaratan şirket, Vietnam ormanlarına serpilen herbisitin bileşenlerini de üretti. Bundan 1 milyonun üzerinde Vietnamlı, 100 bin de ABD askeri etkilendi. Daha sonra tarım birimi kurularak biyoteknolojik çalışmalara hız verildi. 2007'de 17 bin 500 çalışanı, 7,5 milyar dolarlık cirosuyla GDO'lu ürünlerin hemen hepsinde patent hakkına sahip olan şirketin ürettiği GD tohumlar 100 milyon hektara yayıldı. Yarısından fazlası ABD'de olmak üzere, Arjantin'de 18, Brezilya'da 11,5, Kanada'da 6,1, Hindistan'da 3,8, Çin'de 3,5, Paraguay'da 2, Güney Afrika'da 1,4 milyon hektar GDO ekili. Tabii bunlar bilinenler.

"Hükümetler Soykırım Suçu İşliyor"

Seeds of Destruction (Yıkım Tohumları) isimli kitabın yazarı F. William Engdahl’ın bu konu hakkındaki sözleri şöyle:
“Yaşanan küresel gıda kriziyle GDO patentli pirinç, mısır ve soya tohumlarının yaygınlaşması arasında nedensel bir bağlantı var. Bu bağlantı da gıda üretiminin Monsanto, DuPont, Syngenta, Dow, Archer Daniels Midland and Cargill önderliğindeki birkaç dev şirket tarafından küreselleştirilmesi. Bu güçlü lobi küresel bir tarım politikası oluşturdu ve hem ABD Tarım Bakanlığı hem de Avrupa Komisyonu Tarım Direktörlüğü'nde etkin. Bu güçlü tarım şirketleri perde arkasından Dünya Ticaret Örgütü'nün tarımla ilgili kararları üzerinde hâkim. Uzun vadeli politikalarından biri kasıtlı olarak dünyanın acil tahıl stoklarını azaltmak. Aynı zamanda bitkilerin ulaşımda yakıt olarak kullanılması için yetiştirilmesini öngören suç politikasının önde gelenleri de onlar. Yani biyoyakıt dolandırıcılığı. Küresel kıtlık koşullarında Monsanto ve tarım lobisi kendi patentledikleri GD tohumlarının dünyadaki açlığa "çare" olduğunu iddia ediyor. Henry Kissinger'in 1970'lerde ilan ettiği strateji "Petrolü kontrol ederseniz ulusları ya da bölgeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları kontrol edersiniz" stratejisi bu. 2005'ten beri ABD yönetiminin biyoyakıt sübvansiyonları ve promosyonu, bu tür yakıtların küresel ısınma sorununa çözüm olduğu yalanı, gıda fiyatlarını da etkiledi. Bence bu tamamen bilinçli ve dünya üzerinde beyaz olmayanların nüfusunun azaltılmasını isteyen bir grup elit tarafından yönlendiriliyor. Ve biyoyakıt çılgınlığını desteklemeye devam eden bütün hükümetler, uluslararası adalet kurallarına göre soykırım suçu işliyor!”
Yeni Aktüel

BU KANUN HERKESİ İLGİLENDİRİYOR
Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
30.03.2010 15:59

Tarımsal politikalar, salt tarımcıları ve çiftçileri ilgilendirmiyor. Beslenme, giyim, enerji, barındırma, işgücü gibi hayatımızın temel gereksinimlerini tarım sektörü karşılıyor. Bundan dolayı her yurttaşımızın tarım sorunlarına uzak kalmaması gerekli.

Bugün tarım sektörümüz önemli sorunlar yaşıyor. Nedeni şu; Özellikle 1980’li yıllardan beri uygulana gelen dışa bağımlı yeni-liberal politikalarla; Türkiye kendini besleyemeyen bir ülke oldu, köylülerimiz ve kentlilerimizin büyük bir çoğunluğu fakirleşti, gelir dağılımımız aşırı bir şekilde bozuldu. Toplumsal çöküntü her kesimde yaşanır hale geldi.

Yeni-liberal politikalarla dışa bağımlılığı pekiştirecek yasa taslaklarından birisi daha, yakın zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulacak. Adı “Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu Tasarısı”. Bu tasarı yasalaşırsa “Hayvan Islahı Kanunu” yürürlükten kaldırılacak.

HAYVAN ISLAHI KANUNU NEYE YARIYORDU?

Kimse çiftçi ve tarımcı dışında, bizim Hayvan Islahı Kanunu ile ne işimiz var demesin. Bu yasa, kapsamında üniversiteler, araştırma kurumları, yetiştirici birlikleri ve Tarım Bakanlığı, aksak ve yetersiz de olsa hayvan ıslahı etkinliklerini yapıyorlar. Hayvan Islahı kısaca şu; Hayvanlarımızın bize verdiği süt, et, yumurta, yapağı, kıl ve deri gibi verimleri artırmak isteriz. Bu amaca yönelik olarak iyi nitelikteki hayvanları seçeriz. Seçtiğimiz hayvanlara damızlık deriz. Daha sonra bunları çiftleştirerek her kuşakta daha verimli hayvanlar elde ederiz. İşte Hayvan Islahı Kanunu bu işleri düzenliyor.

Bu bağlamda Cumhuriyeti kuranların ilk çıkardığı yasalardan biri, Islah-ı Hayvanat Kanunu’dur. Daha sonra bu yasa, 4631 sayılı Hayvan Islahı Kanunu’na dönüştürüldü. Anılan yasa kapsamında geçmişte iyi niyetli çalışmalar yapıldı. Koyun, keçi ve sığır yetiştiriciliğinde Türkiye’nin koşullarına uygun yeni soylar üretilmeye çalışıldı. Kanatlı hayvan yetiştiriciliğinde yumurtacı ve etçi soylar oluşturuldu. Ancak bu çalışmalar, özellikle 1980’li yıllardan sonra ihmal edildi, kimileri kaybolma aşamasına getirildi.

HAYVAN ISLAHI KANUNU NEDEN YÜRÜRLÜKTEN KALDIRILIYOR?
Ben duymadım. Haber ağı güçlü bir gazeteci olan Ali Ekber Yıldırım’a göre Hayvan Islahı Kanunu’nun yürürlükten kaldırılmasını “Avrupa Birliği” istiyormuş. Anılan yazıda Yıldırım şunları söylüyor ”…Tarım ve Köyişleri Bakanlığı yetkilileri böyle bir iddiada bulunsa da, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin belgelerinin hiçbirinde bu yönde bir talep yok” diyor ve soruyor “ Kaldı ki, Avrupa Birliği istedi diye Türkiye hayvan ıslahından vazgeçebilir mi?” (Bakınız: Ali Ekber Yıldırım, Hayvan Islahı Tehlikede, Dünya Gazetesi, 18 Mart 2010).

Gelin de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 6 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmayı anımsamayınız; “ARTIK ISLAH-I HAL ETMEK (DURUMU DÜZELTMEK/İYİLEŞTİRME) İÇİN MUTLAKA AVRUPA’DAN NASİHAT ALMAK, BÜTÜN İŞLERİ AVRUPA’NIN AMALİNE (EMELLERİNE) GÖRE TEDVİR ETMEK (YÜRÜTMEK/YAPMAK), BÜTÜN DERSLERİ AVRUPA’DAN ALMAK GİBİ BİRTAKIM ZİHNİYETLER KÜŞAYİŞ BULDU (BELİRDİ). HÂLBUKİ HANGİ İSTİKLAL VARDIR Kİ ECNEBİLERİN NESAYİHİYLE (NASİHATLARI/ÖĞÜTLERİ) ECNEBİLERİN PLANLARIYLA YÜKSELEBİLSİN. TARİH, BÖYLE BİR HADİSE KAYDETMEMİŞTİR”.

Şimdi, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı yetkililerine bir iletim var. Birincisi şu; Ali Ekber Yıldırım’ın bu iddialarını lütfen cevaplandırınız. Aksi durumda Türkiye’de her şey Avrupa Birliği’nin buyrukları doğrultusunda şekillenecek anlamı ortaya çıkacaktır. İkincisi de; Hayvan Islahı Kanunu, “ Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu Tasarısı’nın üçüncü bölümünde yer alan 10. maddeye sığdırılamayacak geniş bir kanun’dur. Bunun dar alana hapsedilmesi, hayvan ıslahı etkinliklerini en azından küçümsemek anlamındadır.

Sonuç olarak; Hayvan Islahı Kanunu’nun yürürlükten kaldırılması durdurulmalıdır. Öncelikle bu konu; Yetiştirici Birliklerini ilgilendiriyor. Ancak en az onlar kadar Ziraat ve Veteriner Fakülteleri’ndeki akademisyenleri de ilgilendiriyor. Bu nedenlerle akademisyenleri, birlik yöneticilerini ve ilgili meslek odalarının bu amaca yönelik olarak ortak bir toplantıya çağırıyorum.

Odatv.com

"Türkiye’yi bu hale getirdiler ya. Yazıklar olsun"
TimeTürk'ten Kemal Özer'in Haberi
20 Temmuz 2010

Anasol-M Hükümeti’nin Tarım ve Köy İşleri Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, bir demecinde

“Tohum önemli bir konu. Sebze tohumlarının çoğunu maalesef hâlâ ithal ediyoruz. Bizim dönemimizde tohumla ilgili çalışma yapınca Devlet Bahçeli’den bile destek alamadık.

Destek alsaydık, o kanunları Bakanlar Kurulu’na getirirdik. O dönem yaptığımız çalışmalar nedeniyle, dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson,

’Nasıl kendi tohum çalışmanızı yaparsınız? ABD’den buğday neden almıyorsunuz?’

gibi ifadeler içeren mektuplar yazdı. Ben o mektupları yırtıp attım. Ama hepsi bakanlık kayıtlarında mevcuttur”

diyordu.

Bizde önce Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na müracaat edip söz konusu demeçteki mektup iddialarının doğru olup olmadığı sorduk ve bir suretini istedik.

Bakanlık, 15 Temmuz 2010 tarihli cevabî yazısında

“ABD Ankara Büyükelçisinin zamanın Tarım ve Köyişleri Bakanına yazmış olduğu ifade edilen özel bir mektubun Bakanlığımız Genel Evrak ve Arşiv Şube Müdürlüğü kayıtlarında rastlanılmamıştır. Sayın Bakanın bu gibi çok özel konularla ilgili özel bir kayıt tutturmaları da ihtimal dâhilinde düşünülebilir”

şeklinde cevap verdi.

Bunun üzerine Eski Tarım ve Köy İşleri Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp’ı arayıp görüşlerini sorduk. Fakat bir dokunup bin ah işittik. Zaman zaman heyecanına hâkim olmayan Eski Tarım Bakanı Gökalp, ilginç iddialarda bulundu.

Timeturk.com/Kemal Özer: Sayın Bakan, son bir açıklamanızda döneminizde 'Deli Dana Hastalığı İzleme Komisyonu’ kurduğunuzu ancak daha sonra fesih edildiğini söylüyorsunuz. İsterseniz buradan başlayalım. Nedir bu mesele?


Hüsnü Yusuf Gökalp: Biz göreve geldiğimizde kimyacılar, gıdacılar, ziraatçılar ve tıpçılardan oluşan ‘Deli Dana Hastalığı İzleme Komisyonu’ kurmuştuk. Bunlar göreve geldiler 2007 yılında bize hiçbir yük olmayan, dünyayı takip eden Deli Dana Hastalığı İzleme Komisyonunu feshettiler. O zaman sordum niye feshettiniz diye…

- Ne cevap verdiler?

- Hiçbir izahatları yok.

- Ne iş yapıyordu bu komisyon?

- Dünyada deli dana hastalığı var. Kurduğumuz komisyon, ‘deli dana hastalığı’ ile ilgili gelişmeleri izliyordu. Bize durmadan rapor veriyorlar, üstelik devletten 5 kuruş da almıyorlardı.

- Bu kadar yararlı bir faaliyet yapıyorsa sizce niçin feshetmiş olabilirler?

- Doğrusu anlamakta zorlanıyorum. Hem merak ediyorum, kime ne zararı vardı bu komisyonun. Aslında şimdi daha iyi anlıyorum ki, et krizinin bir hazırlığıymış. Fakat feshedilen tek komisyon bu değil.

- Başka komisyonlarda mı vardı?

Evet. Zirai Mücadele, Hayvan Sağlığı, Et ve Süt Komisyonları gibi komisyonlar kurmuştuk. Hepsini feshettiler.

- Yeri gelmişken soralım. Nedir bu ‘deli dana hastalığı’ ne tür zararları var?

Deli dana hastalığı böyle bir şey ki, kuluçka dönemi 10-20 yıl arasında sürer. Eğer bugün bir insan deli dana hastalığı olan bir eti tüketirse hastalık bundan 20 sene sonra ortaya çıkar. Son derece sinsi ve tehlikeli bir hastalık.

Ette var olup olmadığını analiz ederek bilemezsiniz. O ette hastalık olduğunu ancak beyin dokusundan tespit edebilirsiniz. Bunun içinde kesilen her hayvanın beyni incelenip analiz edilmesi gerekiyor. Deli dana hastalığına neden olan protein, yiyen insanların beyin dokusuna yerleşir ve beyni zamanla süngerimsi bir dokuya dönüştürür.

- Peki nasıl bulaşır?

Deli dana hastalığı olan et ve sütten geçer. Hayvansal ürün içeren endüstriyel gıdalarla geçer. Hayvanlara ise yemler aracılığıyla geçiyor. Bu nedenle de ben, dönemimde ‘hayvansal kolejen’i bile sokmadım. Bu yüzden beni çok eleştirmişlerdi.

- Nedir bu hayvansal kolejen, ne işe yarar?

- Hayvansal kolejen, botoks yapımında kullanılır. Hatırlarsanız o dönemde botoks yaptıran ünlü bir siyasetçi bu yüzden yine gündeme gelmişti.

- Sizin döneminizde hiç et ve hayvansal ürün ithal edilmedi mi?

- Benim dönemimde kesinlikle bir kg bile et ithal edilmedi. Sadece damızlık dana ithal ettik. Bunlarda çok sıkı kontrollerden geçirildi.

- Et konusuna girmişken et ithalatı konusunda ne düşünüyorsunuz?

- Türkiye’yi bu hale getirdiler ya. Yazıklar olsun.

Bunların hazırlıklarına ta 2004-2005 yıllarında başlandı. 2006 yılında süt fiyatları aniden düştü. Peki Türkiye'de süt miktarında birden bire artış mı oldu? Biz 10 milyon ton süt üretiriz. Hâlâ 10 milyon ton süt üretmekteyiz.

Dışarıdan gemi gemi tereyağı, yoğurt getirildi. Dışarıdan süt tozu getiriliyor. Buza yemi adıyla yurda sokuluyor, ancak bunlar süt tozu. Bunların hepsi sanayiye girmeye başlayınca doğal olarak sütün fiyatı düştü. Süt fiyatları düşünce, bütün düveler kesime gitti.

Karınlarından danalar çıktı. Sığırlar, koyunlar kesime gitti. Bu süreci böyle hazırladılar. Dünyada bir kural vardır.

‘Süt işini halletmeden, et işini halledemezsiniz.’

El insaf! Merhamet. Şimdi soruyorum SSCB’den kopmuş yeni yetme ülkelerden et ithal etmeye utanmıyor musunuz?

Ramazan’da et fiyatları daha da artacak, bu artışlar lokal çözümlerle kontrol edilemez. Sistem bozulmuş sistem…

- İspanya’nın giderayak tarım faslını açmasını nasıl değerlendiriyorsunuz. Türkiye’nin tarımına ne gibi katkısı olur?

Hiçbir katkısı olmaz. Olsa da ne olur ki?

Siz kendi insanınıza layık görmediğiniz şeyleri Avrupa istedi diye mi yapacaksınız?

Sormazlar adama madem bunlar gerekliydi neden AB istemeden yapmadın diye?

Bunlar oyalamadır. Önemsemeye değmez. Biz bu ülkenin insanları olarak kendimiz için yapamadığımız şeyi, Avrupa uğruna yapacaksak, yazıklar olsun.

Bakan diyor ki; “Hayvan kaçakçılığı hâlâ devam ediyor” kaçakçılık devam ediyorsa bunu nasıl edeceksiniz?

- Malumunuz tohum ve biyo-güvenlik kanunları çıkarıldı. Bu kanunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu kanunlar gerekliydi. Ama önce biyogüvenlik kanunu çıkarılır. Önce önlem alınır. Sonra tohum kanunu çıkarılır. Çıkarılan kanunlar son derece sorunlu.

Tohum kanunun 3. ve 15. maddelerinin mutlaka veto edilmesi için Cumhurbaşkanına çağrıda bulunduk, ama veto edilmedi. Tohumun ıslahının bu ülkede devlet denetimin yapılması ve tescilin de Türkiye tarafından yapılması lazımdı. Büyük hata yapıldı.

- Hibrit tohum konusunda ne düşünüyorsunuz. Destekliyor musunuz hibrit tohumu?

- Hibrit tohumlardan elde edilen tohumların yeniden ekildiğinde çimlenmesi engelleniyor. Adam sizi bağımlı kılıp, sürekli tohum satacak. Devlet olarak bunun önlemini alacaksınız. Tohum ithal ediyorsanız, ne olduğunu neden elde edildiğini, hangi genlerinde ne tür işlemler yapıldığını bilmeniz gerekiyor.

- Türkiye bunları bilmiyor mu?

Türkiye ithal ettiği tohumların içeriğini maalesef bilmiyor. Beyan esasıyla çalışıyor. Biz tohum ithalatında değil, bilimde yarışmamız lazım.

- GDO’lu tohumlar…

- Bu gerekiyorsa bunu biz yapabilmeliyiz. Filli duruma göre Türkiye yılda 1 milyon ton soya kullanıyor. Bunların çoğu yemlerde kullanılır. Türkiye bu soyaları Arjantin, Brezilya ve ABD’den ithal eder.

Bu ülkelerde ekilen soyların en az yüzde 95’i GDO’lu ekimdir. Siz şimdi GDO’lu ürün ithal etmiyor mu diyeceksiniz? Kimi kandırıyorsunuz?

-Biyo güvenlik yasasının TBMM’deki görüşmeleri sırasında Tarım Bakanı Mehdi Eker, GDO’lu yem yiyen hayvanlardan ete, süte ve yumurtaya GDO geçişinin olmadığını söyledi. Siz de bu görüşe katılıyor musunuz?

Bu mantığa göre annenin sütünden de bebeklere GDO geçmez. Peki, neden bebek ürünlerinde GDO’yu yasakladınız. Kimi kandırıyorsunuz kardeşim? Böyle bir şey mümkün olabilir mi?

Yemdeki küf -asla toksin- bile süte ve yumurtaya geçer. Bakanlığım döneminde bir doğu ilimizde yemlerin küf içerip içermediğini kontrol ederken ‘Bakan yem yiyor’ diye yazdılar.

- Bu sorunu nasıl aşarız?

Bundan önce aşmamız gereken birçok sorun var.

- Ne onlar?

1995 yılında Avrupa Birliği ile imzalan bir Gümrük Birliği anlaşması var. Bu anlaşmada yok yok.

Mesela

‘1995-2004 yılları arasında Türkiye şu şu ürünleri üretse dahi ithal etmek zorunda şu şu ürünleri ise ihraç edemez’

diyor. Bunlar o kadar çok ki. Buğdaydan su ürünlerine kadar yok yok. Bunu onlar yazmış bizim siyasetçiler de imzalamış. Ben bakan olduğumda,

‘burada yazanları ben üretiyorum, ihtiyacım yok. O halde niye ithal edeyim. Bunları da üretiyorum. O halde niye satmayayım’

dedim. Sorun çıktı. Ama yine dinlemedim yaptım.

- Bir açıklamanızda ‘Devlet Bahçeli’den bile destek alamadık’ demişsiniz. Bu destek bu konuyla mı ilgiliydi?

- Ben heyecanlı biriyim. Bakanlar kurulanda bunlara itiraz ediyorum. Devlet bey ise serinkanlı bir devlet adamı. Bana sakin ol diyordu. Destek olmaması söz konusu değil. Kastım bu idi.

- Siz artık MHP’li değilsiniz değil mi? Çünkü istifa etmiştiniz?

Hayır ben 50 yıldır MHP’liyim. 2007 seçimlerinde iki ay aktif çalışmadan izin aldım ve Demokrat Parti’den aday oldum. Ama halen MHP’liyim. Hangi kademede görev verilirse de çalışırım.

- Gümrük Birliği’nin dışında Dünya Ticaret Örgütü ile de 1995 yılında anlaşma imzalanmıştı. DTÖ ile yapılan anlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Aynı sorun DTÖ ile de yaşandı mı?

Dünya Ticaret Örgütü de aynı Gümrük Birliği gibi.

Benzerleri orada da çıktı. Ben onlarla da pazarlık yaptım.

Yalçın Doğan benim çalışmalarımdan dolayı ‘Demek ki Dünya Bankası ile pazarlık yapılıyormuş’ diye yazdı.

Çünkü ben bu anlaşmalarla yapılan dayatmaları reddettim. Pazarlık yaptım. ‘Almıyorum’ dedim.

- ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, ‘Nasıl kendi tohum çalışmanızı yaparsınız? ABD’den buğday neden almıyorsunuz?’ diye mektup gönderdi demişsiniz doğru mu bu?

Evet doğru.

- Ne zaman geldi bu mektup?

Benim bu anlaşmalarla ilgili girişimlerinden sonra geldi. Galiba 2000 yılındaydı.

- Ne yazıyordu mektupta?

- ‘Bizden nende buğday almıyorsunuz? Sizin buğdayınız kalitesiz bizim buğdayı alın ki Türk halkı kaliteli etmek yesin’ gibi ifadelerdi?

- Siz ne yaptınız. Açıklamanızda diyorsunuz ki mektubu yırttım attım. Gerçekten yırttınız mı?

- Hayır hayır, ne yırtması. O ‘mecazi’ idi. Yırttım atımdan kasıt, ciddiye almadım, önemsemedimdi. Resmi belge yırtılır mı?

- Peki ne yaptınız?

- Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’e gittim. Konuyu aktardım. Mektubun bir nüshasını verdim. Bir değerlendirme yaptık. İsmail Cem’e dedim ki:

“Büyükelçi, benim muhatabım değil. Bu yazı bir devlet talebi ise doğru prosedür izlenmeli”

dedim.

- Bu mektubu o tarihte kamuoyu ile paylaştınız mı?

- Hayır.

- Neden?

- Ben ağlayan cinsinden biri değilim. Bu mektubu ciddiye almadım. İşime devam ettim.

- Şimdi açıklamanız ne kadar doğru? Keşke o zaman açıklasaydınız…

- İktidar makamı ağlama yeri değil.

- Bu mektubun sizde bir sureti var mı?

- Hayır yok. Ben devletin belgelerinden suret almam.

- Biz bu mektubu Tarım Bakanlığı’na sorduk. “Bakanlığımız Genel Evrak ve Arşiv Şube Müdürlüğü kayıtlarında mektuba rastlanılmamıştır” dediler. Siz yırtmadım dediğinize göre nerede bu mektup?

Tarım Bakanlığı, Dış İlişkiler Daire Başkanlığı’nın arşivine baksınlar. Mektup orada…

- Kuş gribi ve domuz gribi konusunda ne düşünüyorsunuz?

- Her ikisi de küresel ekonomik bir soygun.

Tavukçuluk ve yem sektörü CP Piliç’in eline geçti. Köyde 20-30 tavuğu olan insanın elinden bu tavuklar niçin alındı?

Biri bunu izah etmek zorunda. Kuş gribi döneminde ‘astronot’ kıyafetleri giymiş insanlarla herkes korkutuldu.

Hâlbuki çocuklar oralarda korunaksız geziyor, bir şey olmuyor, ama ekibe astronot kıyafeti giydirip korkutuyorlar. Yem ve anaçta bile dışarı bağımlı hale geldik. Beni daha fazla konuşturmayın…

- Çözüm?

- Sorunları çözmek için paraya bile gerek yok. Aşk, beyin ve yürekle çözülür. Size bir örnek vereyim.

Neden Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, İran gibi komşu ülkelerde kene vak’ası yok. Neden kene yüzünden bu ülkelerde kimse ölmüyor da bizde ölüyor?

- Neden?

- Siz basın mensubusunuz lütfen araştırın. Neden bu ülkelerde kene ölümü yok da sadece bizde var. Bu tesadüfî midir?

- Delta&Pine Lant şirketinin ürettiği GDO'lu tohumların Türkiye'ye de Türk Deltapine Ltd. Şti aracılığı ektirildiği bu ekimin GDO’lu olduğunun gizlenmesi içinde 2001-2007 yıllın arasında Türkiye Tarım Bakanlığı çalışanlarına rüşvet verdiği gerekçesi ile 1,5 milyon dolar cezaya çarptırıldığı ortaya çıktı. Bu gelişme sizin bakanlık döneminizi de kapsıyor. Konudan haberdar mıydınız?

- Hayır kesinlikle haberdar değildim ve ilk kez sizden duyuyorum.

Bizim dönemimizde de olmuş olabilir. Konudan haberdar olsaydım gereğini hemen yapardım. Ancak konuyu mutlaka araştıracağım. Benim dönemimde TMO’da 160 dolarlık ürünü ihraç kaydıyla 100 dolara alıp ihraç etmemişler. Bundan haberdar olur olmaz 240 dosyayı savcılığa gönderdim.

- Sayın Bakan bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

- Bende size teşekkür ederim.

TimeTürk

25 GDO'lu daha soframıza girecek
31 Temmuz 2010

Daha önce sadece GDO’lu mısır ve soyaya izin veren Bilimsel Komite, aldığı son kararla GDO’lu şekerpancarı, maya, patates, pamuk, bakteri biyokütlesi ve kolzanın da Türkiye'ye ithalatının yapılmasına izin çıkardı.

Böylece bugüne kadar Türkiye’ye genetiği değiştirilmiş 9 çeşit mısır, 3 çeşit soya, 3 çeşit kanola, 6 çeşit pamuk, 1 çeşit şekerpancarı, 1 çeşit maya, 1 çeşit patates, 1 çeşit bakteri biyokütlesi olmak üzere toplam 25 çeşit genetiği değiştirilmiş ürün ithalatına izin verildi. Genetiği değiştirilmiş (GDO) 25 çeşit tarımsal ürünün ithalatına izin verildi. GDO Bilimsel Komite kararlarına göre bugüne kadar genetiği değiştirilmiş mısır, soya şekerpancarı, maya, patates, pamuk, bakteri biyokütlesi ve kolza(kanola)’nın toplam 25 çeşidine ithalat izni verildi.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, 26 Ekim 2009’da Resmi Gazete’de yayınlanan “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” ile GDO’ lu ürünlerin Türkiye’ye girişinin yasaklanacağı iddia edilmişti. Bakanlık önce 27 ürünü GDO analizine tabi tutulacağını açıklamış ancak tepkiler üzerine ve yeterli laboratuar altyapısı olmadığı için analize tabi tutulan ürün sayısı 9’a indirilmişti. Bu 9 üründen domates, papaya ve çeltik hariç diğer 6 ürünün ithalatına izin verildi. Analize tabi tutulacak listede yer almayan maya ve bakteri biyokütlesinin de ithal edilmesi dikkat çekiyor.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın internet sayfasında yayınlanan Bilimsel Komite kararlarına göre bugüne kadar Türkiye’ye genetiği değiştirilmiş 9 çeşit mısır, 3 çeşit soya, 3 çeşit kolza (kanola), 6 çeşit pamuk, 1 çeşit şekerpancarı, 1 çeşit maya, 1 çeşit patates, 1 çeşit bakteri biyokütlesi olmak üzere toplam 25 çeşit ürünün girişine izin verildi.

GDO'LU PAMUĞA İZİN

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın internet sayfasında yayınlanan Bilimsel Komite’nin 3. ve 4. toplantısında alınan kararlara göre, Türkiye’ye ithalatına izin verilen “genetiği değiştirilmiş MON1445-2 pamuk, MON15985-7 pamuk, MON1445-2 x MON15985-7 melez pamuk çeşitlerinin yem, gıda (rafine yağ) ve pamuk lifi olarak kullanıldığında, mevcut bilgiler ışığında insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağı beklenmektedir” görüşüne yer verildi.

Aynı kararda MON531-6 kodlu pamuk, MON531-6XMON1445-2 kodlu pamuk, LLCotton 25 pamuk çeşidi için ise “Yem, gıda(rafine yağ) ve pamuk lifi olarak kullanıldığında herhangi bir risk oluşturmayacağı kanısına varılmıştır” denildi. Bu üç çeşit pamuk için “insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen etki oluşturmayacağı “ ibaresinin yer almaması dikkat çekiyor.

GEN KAÇIŞINA ÖNLEM TALEBİ

Bilimsel Komite kararlarında genetiği değiştirilmiş kolza (kanola) için gen kaçışı uyarısı yapıldı. Kararda GT 73 kolza,T45 kolza ve MS8 X RF hibrid kolza çeşidi için “yem, gıda (rafine yağ) olarak kullanıldığında mevcut bilgiler ışığında insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağı beklenmektedir. Ancak, ülkemizde bu türün yabanileri bulunduğundan gen kaçışının önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınması önerilmektedir” görüşüne yer verildi.

Uzmanlara göre, genetiği değiştirilmiş organizmaların(GDO) çevre açısından en önemli riski gen kaçışıdır. Bugüne kadar yapılan araştırmalar özellikle kolzadan, şeker pancarından, mısırdan yabani akrabalarına gen geçişi olduğu tespit edildiği biliniyor. Genetiği değiştirilmiş bir ürün üretildiğinde bundan yabani akrabalarına gen geçişi olacağı için genetik kirliliğin olma olasılığı yükseliyor. Bilimsel komitenin kolza için gen kaçışı uyarısı yapması Türkiye’ye ithal edilen kolza çeşitlerinin ekiminin de yapılacağı kuşkusunu doğuruyor.

GDO'LU ŞEKER PANCARI

Bilimsel Komite kararı ile ilk kez genetiği değiştirilmiş şekerpancarı ithalatına da izin verildi. Kararda, “H7-1 şeker pancarı çeşidinin yem, gıda olarak kullanıldığında mevcut bilgiler ışığında insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağı beklenmektedir” denildi.

Şekerpancarı üretimini kota ile sınırlayan ve üreticileri alternatif ürünlerin üretilmesi için destek veren Türkiye’nin GDO’lu şekerpancarı ithal etmesi dikkat çekiyor.

FAST-FOOD PATATESİ DE GDO'LU

İlk kez resmi olarak ithalatına izin verilen genetiği değiştirilmiş amilopektin patates çeşidi fast-food zincirlerinde kızartmalık patates olarak kullanılıyor. Bilimsel Komite, EH92-527-1 patates çeşidinin doğrudan gıda ve yem olarak kullanılmasının uygun olmayacağına karar verirken bu patates çeşidine ait ürünlerin yalnızca endüstri amaçlı (kağıt ve kimya) kullanılabileceği görüşüne vardı.

LİSTEDEN ÇIKARILAN MAYA VE BAKTERİYE İZİN

Bilimsel Komite kararları arasında en çarpısı olanı ise Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın geçen yıl Kasım ayında analize tabi tuttuğu 27 ürün arasında yer alan ancak daha sonra listeden çıkardığı genetiği değiştirilmiş maya ve bakterinin de ithalatına izin verilmesi oldu. Bilimsel Komite, “genetik olarak değiştirilmiş ve kurutularak öldürülmüş bakteri biyokütlesi PL73’ün yem katkısı olarak kullanıldığında, eldeki bilgiler ışığında insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağı beklenmektedir” görüşü ile bu bakterinin ithalatına izin verdi.

“Genetik olarak değiştirilmiş, kontrollü ısı kullanılarak öldürülmüş MT 663/Pmt742 veya Pak729 maya biyokütlesi canlı GDO içermediğinden, yem katkısı olarak kullanıldığında, eldeki bilgiler ışığında insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağı beklenmektedir” görüşünün yer aldığı Bilimsel komite kararı ile genetiği değiştirilmiş mayaya da ithalat izni verildi.

Daha önceki kararlarda genetiği değiştirilmiş 3 çeşit soya ve 9 çeşit mısır ithalatına izin verilmişti. Böylece Türkiye’ye bugüne kadar toplamda 25 çeşit GDO’lu ürünün girişine resmen izin verilmiş oldu.

KARARLARIN DİLİ TEREDDÜTLÜ

GDO Bilimsel Komite kararlarında “mevcut bilgiler ışığında”, “
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Ağu 03, 2010 8:49 pm    Mesaj konusu: GDO'da Somut Rapor Alıntıyla Cevap Gönder

GDO'da Somut Rapor
Çapar Kanat
Bilgi Ağı

Hukuk’ ta kuşku sanık lehine yorumlanır. Bu Roma hukukunun temelidir. İnsan vicdanında da kuşku sanık lehine yorumlanması gerekir. Bu yorum insanlar içindir.

Hepimiz hukukçu olmasak, hukuk fakültelerinde okumasak bile hemen hemen sosyal bilim lisansı veren fakülteleri bitirenlerimiz azıcık da olsa almış oldukları yarım veya bir dönemlik hukuk dersinin verdiği mantığı GDO’ ya yanlış olarak uyguluyor ve soruyorlar :

(Sanık sandalyesine oturttuğunuz) GDO’ da somut rapor var mı ? diye sorgular iken bizi savcı veya mağdurların avukatı yerine, kendilerini de Hakim yerine koyuyorlar.

Bilgi edinmek maksadı ile soranları hariç tutalım.

Bereket elimizde veya bilgi dağarcığımızda delil (rapor) var hemen anlatıyoruz: Tarım zararlılarına karşı genetiğine bakteri eklenen Mısır tohumunun ekiminde aynı bakterinin toprağa geçtiği konusunda tesbit ve rapor var.

Toprağa geçen o bakterinin insana geçtiği konusunda kuşkuluyum ve GDO’ ya hayır diyorum.

Hakim soruyor:

Toprağa geçen bakterini insana geçtiğine dair bir rapor var mı elinde?

Efendim yok çünkü GDO üreten firmalar artık kendi ürünleri konusunda herhangi bir araştırma yapılmasına müsaade etmiyorlar.

Hakim soruyor, başka deliliniz var mı?

Efendim bir de gdo’ lu ürünlerden yedirilen fare deneyi var. Farelerde anormallikler görülmüş.

Sanığın avukatı hemen söz alıp:

Efendim bu araştırma küçük bir araştırma, çapraz ve daha başka bilimsel bir aleyhte araştırma yoktur.

Mağdurların avukatı söz alıyor:

Hindistanda dekara 50 kğ pamuk verimsizliği elde eden hintli çiftçiler intihar etmişti.. vs.

Eldeki delil durumunda yeterli kanıt olmadığından beratine karar veriliyor. Bu berat kararını verenler arasında ülkemizin Tarım Bakanlığı’ da var!

Hukuktaki ‘’ şüphenin sanık lehine yorumlanması’’ mantığı maalesef gdo’ da demagoji yapılarak uygulanıyor. Şüphenin üzerine gitmekle şüphe ortadan kaldırılabilir, hukuktaki gibi şüphenin şüpheli lehine kendi fikir dağarcığımızda gdo için yorumlanması ile değil.

Buzdolabına koymayı azıcık bir zaman için unuttuğumuzda yemeği yemeden önce bir tadına bakarız.

İşte o tadına bakmadan önceki tatma isteğimiz şüphedir. Şüpheyi ortadan kaldırmanın yolu araştırmadır. Biz tüketici olarak o şüpheli gıdayı test edemiyor isek veya o gıdanın tohumuna,ürününe insan sağlığına aykırılığının araştırılmasına izin verilmiyor ise şüphemiz daha da büyüyor.

Biz de diyoruz ki gıda da şüphe ondan uzaklaşmamızı gerektirir.

Sevgide de şüphe bizi sevdiğimizden uzaklaştırmıyor mu?

Haydi insani ilişkileri bir yana bırakalım. İlimde şüphe, şüphe edilen şey üzerinde ilim adamlarını araştırmaya sevk ettiğinden dolayı bilim ilerliyor.

Ülkemizde GDO konusnda kamu bürokratlarının ortaya koyduğu mantık şu;

Gıda da gdo zaralı olsa hiç Avrupalılar, Amerikalılar kullanılmasına izin verirler mi?

Verirler verirler bal gibi verirler; Efsa’ nın başındakiler ile GDO üreten firmalar irtibat kurduklarından , FDA’ nın (Amerikan Gıda Ve İlaç Kurumu) başına getirilen insan o GDO’ lu sektörden atanırsa GDO’ nun zararlı olmadığına dair ‘’ilimsel’’ fetvayı kolaylıkla verirler.

İlimleri yetmiyor ise ellerine tutuşturulan bildiriyi kolaylıkla okuyarak insan sağlığını hiçe sayıyorlar.

Toz DDT yi, sulu Endrini tarımda yıllarca kullandık. Kullanma fetvasını veren sevgili batı ülkeleri idi.

DDT’ yi Endirini kurtçuklara karşı kullandık. Hem kurtçukları hem kuşları öldürdük hem de ddt ile toprağı zehirledik. O kutçuklar kuşların yemleri idiler.

Şimdi kene mücadelesi için tabiata kuş bırakıyorlar. Şimdi de o batı ülkeleri gdo’ nun azıcığı, ABD ise tamamı zararsız diyen ‘’ilimsel’’fetvalarını dünya’ ya yayıyorlar.

Gıdada kuşku ondan uzaklaşmayı gerektirir.

Gdo’ üreten firmaların GDO ürünleri hakkında araştırma yapılmasını yasaklamaları bu kuşkuyu daha da artırıyor.

Geçtiğimiz yıllarda fikir ve telif, patent, sınai mülkiyet hakları yasasının ülkemizde çıkarılması için ABD’ nin baskısının ABD’ li yazar çizer takımının edebiyat eserlerinin telifsiz basımı, sanayi mallarının taklidinin yapılmasında ziyade gdolu ürünlerde araştırma yapılmasının da önünü tıkamış oldu!

Ülkemizde telif hakları yasası patentli gdo’ lu veya patentli gdo’ suz tohumların kopyalanmasını (ertesi sene tekrar çiftçilerce kullanılması) yasaklıyor.

Ama aynı yasamızın insan sağlığına aykırılığı konusunda araştırma yapılmasını yasakladığı yok. Yani ülkemizde bu gdo’lu ürünler ile ilgili araştırma yapılmasının önünde ülkemiz kanunlarınca bir yasaklama yok.

Amerika’ da var olması, ilgili firmanın Amerikan mahkemelerinde ülkemizde yapılan bir araştırmaya mahkeme açmasının ise önünde bir engel olmamakla beraber mahkeme sonuçlarını ülkemizde uygulama imkanları yok.

Uygulama imkanlarının olabilmesi için ABD ve Türkiye arasında bu doğrultuda karşılıklı bir anlaşma olması gerekir.

Hoş, ülkemizde bu yönde yapılacak araştırmaya Tarım Bakanlığı’ nın veya Tubitak’ ın bütçe ayıracağına inanmıyorum. Çünkü GDO ‘ lu ürünlere iktidarımızın maalesef tüketicilerin kuşkularına aldırış ettiği yoktur.

GDO’ nun ortaya çıkış amacı 15-20 yıl sonra şimdiki üretilen gıda’nın yetmeyeceği verim artırıcılık sağlama, tarım toprakları miktarı sabit kalırken insan nüfüsunun artmakta olduğu, bu sebebten üretilecek gıda miktarının ancak GDO ile mümkün olabileceği.

Yaşadığımız şu günlerde ve geçmişte Afrika’ da veya çok geri kalmış bölgelerde bir deri bir kemik insan ve çocuk fotoğrafları hepimizin hem bilgisayarlarımızın hem de kendi hafızamızda var iken GDO gladyatörlerinin açlığı umursadıkları konusunda bu tür açıklamaları gözlerimi yaşartmıyor iğrendiriyor!

Hayvansal gübre veya bitkisel artıkla toprak islahının % 100 lük verim artışı bilinmekte iken bu husus göz ardı edilmektedir.

GDO’ lu tohum üreten firmaların toprak islahında çıkarları yoktur. Kendi ürünleri hayvan tezekleri değil GDO’ lu tohumlardır. Hayvan tezekleriyle verim artışından bir kazançları olamayacağından insanları timsahın sahte göz yaşlarıyla ‘’ İnsanlık 20 yıl sonra aç kalacak’’ sloganıyla ürünlerini her ülkede yerleştirmeye çalışmaktadırlar.

Hangisinde var hangisinde yok ayrımına gitmeksizin Mısır, mısır nişastası, mısır unu, mısır glikozu, mısır glikozundan yapılan baklava, tatlılar (pastahaneler de), çikolata, kolalı ve asitli içecekler, hazır mantı (kıyma yerine soya koymaktalar), şekerlemeler( mısır glikozu koymaktalar ucuz olduğundan) Cipsler (cipsler de kullanılan gdo’ lu pateteslere yeni izin verildi) ‘ den uzak duruyorum.

İşte gdo’ lu ürün yememeye ‘’ GDO ‘’ orucu denilmektedir. FSD (Fikir sahibi damaklar) ve Slow Food Grubu bu ‘’ GDO Orucu’’ nu başlattı, devam ediyor, devam da edecek. GDO’ lu ürünlerin üretimi ülkemizde yasaklanana kadar!

Genetiği Değiştirilmiş ürünler yemememiz, ‘’Gdo Orucu’’ tutmanız dileklerimizle. FSD (Fikir sahibi damaklar) ve Slow Food Grubu bu ‘’ GDO Orucu’’ nu başlattı, devam ediyor, devam da edecek. GDO’ lu ürünlerin üretimi ülkemizde yasaklanana kadar!

Vatan Topraklarımız Hangi Yollarla Yabancıların Eline Geçiyor
Prof. Dr. Cihan Duru
www.acikistihbarat.com
06.09.2010



Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Mehmet Akif Ersoy.


Gerçeklerle değil, daha çok hayallerle yaşıyoruz, bizi bunlarla avutuyorlar. Halkı uyutmakta yönetenlerin eline kimse su dökemez. İsrail, Gazze, şu açılım, bu açılım derken Türkiye’nin gerçek sorunları güme gidiyor. Oysa bunlar o kadar çok ve önemli ki… Ben gerçek sorunlarımızdan başta gelen birine bir kez daha değineceğim bu yazımda: Yabancılara toprak satışı…

Bir kez daha değineceğim, çünkü siz şu satırları okuduğunuz anda bile, Türkiye’nin tapusundan bir parsel daha yabancı bir devletin millî servetine katılmış bulunuyor.

Yabancıya toprak satışı Türkiye’nin kanayan yaralarından biridir, üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Ne yazık ki bu büyük sorun yeterince takip edilmiyor; temel politikası, millete ait ne varsa satmak olan AKP iktidarı ise bildiğini okumaya devam ediyor.

Yabancıya toprak satışı emperyalizmin çevre ülkelerine yönelttiği altı silahtan biridir. Bu silah Osmanlı’ya karşı da kullanılmıştır.

O zamanın büyük devletleri serbest ticaret antlaşmalarının, dış borçlandırmaların ardından, maliyesi bozuk Osmanlı’dan, bazen borç verme karşılığında, bazen tehdit ederek birçok ödün almıştır.

Bunlardan biri de yabancıya toprak satışının, 1867’de serbest bırakılmasıdır.

Bir ihanet olan bu uygulamaya Atatürk döneminde son verilmiş, ne yazık ki AKP ile birlikte Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde 2003 yılında yeniden başlatılmıştır. AKP hükümeti döneminde 8.3 milyon metrekare toprağımız yabancıların eline geçmiştir.

Acaba Türkiye’nin toprakları hangi yollardan yabancıların eline geçiyor? Yazımın konusu budur[i].

Benim belirlediğim kadarıyla yöntemler çok çeşitli... Bunları 4 başlık altında toplayabilirim:

-Doğrudan satışlar
-Dolaylı satışlar
-Tarım arazileriyle ilgili olanlar
-Diğerleri.

I) DOĞRUDAN SATIŞLAR

Türkiye’de topraklarımızın yabancıların tapulu mülkü olmasını, yabancı devletlerin millî servetlerine katılmasını sağlayan birinci yol, doğrudan doğruya satışlardır.

A) Doğrudan satışların yolu, AKP iktidarının 19 Temmuz 2003’de çıkardığı yasa ile açılmıştır.

Daha doğrusu, topraklarımızın yabancılara -dünyada görülmemiş bir şekilde- sınırsızca satılması bu yasa ile başlamıştır. Ancak şikâyet üzerine uygulama Yargı tarafından engellenince, AKP Hükümeti 7 Ocak 2006’da ikinci bir yasa çıkararak satışlara bazı kısıtlamalar getirmek zorunda kalmıştır. Ne var ki değişen fazla bir şey yoktur, şu anda bile ülke topraklarının el değiştirmesi büyük bir hızla devam etmektedir.

Yabancılar 19 Temmuz 2003 tarihine kadar taşınmazları, daha ziyade yerli aracı kullanarak alabiliyorlardı. Bu tarihten sonra doğrudan doğruya satın almaya başladılar.

Yasa ile, ülkemizin en verimli, en değerli toprakları yıllardır parsel parsel yabancı mülkü oluyor.

Satışlar tek tek, ufak ufak, geniş bir mekânda gerçekleştiği, medyaca da görmezden gelindiği, gizlendiği için farkına varmıyoruz.

Oysa ünlü deyiştir: Taşı delen, suyun şiddeti değil, damlaların devamlılığıdır.

Doğrudan toprak satışları bazen bir defada çok büyük miktarlarda da yapılmaktadır. Buna, Rusya’nın en zenginleri arasında yer alan Roman Abramoviç’in İzmir Çeşme’de Çiftlikköy’de satın aldığı Kum Beach’i örnek olarak verebilirim.

Yaklaşık 160 000 metrekarelik olan bu alan yalnız bir yabancı özel kişinin tapulu malı olmakla kalmamış -vurgulamakta yarar görüyorum- aynı zamanda yabancı bir ülkenin (Rusya’nın) millî servetine katılmıştır.

B) Yabancıya doğrudan taşınmaz satışının bir de “ticari” nitelikli yönü, yani “ticari satışlar” şekli vardır.
Buna göre bizzat yabancılar emlakçılığa soyunmuş oluyor:

Yabancılar, İngiliz, Fransız, Alman,… Türk topraklarını satın alıp yine yabancılara pazarlıyor.

Bundan başka, örneğin İngilizler Kalkan’da satın aldıkları lüks villalarda pansiyon hizmeti bile veriyorlar. Ticarî gayrimenkul için dünyanın her yerinden yatırımcı geliyor Türkiye’ye. İngilizler, İrlandalı ve Hollandalılar yazlık konut alanına ilgi gösteriyor. Özellikle İngiltere ve İrlanda'dan bazı fonlar bir apartman ya da sitenin tümünü satın alıyor, sonra satıyorlar.

C) İngiliz bankaları Türkiye’den toprak almaları için müşterilerini teşvik ediyor ve onlara kredi kolaylıkları sağlıyor. İsrail ve ABD benzer bir planı Irak’ın kuzeyinde de yürütüyor.

Irak'ta faaliyet gösteren Kürdistan Kredi Bankası Irak’ın kuzeyindeki Türklerin ev ve topraklarını satın almaları için Kürtlere beş yıl vadeyle faizsiz kredi veriyor.

'Türkmen Eli' teşkilatının Kafkasya temsilcisi Metin Arslanlı’ya göre Türklerin taşınmazlarını satın almak için kredi açan bu banka, İsrail'de faaliyette bulunan dört şirket tarafından desteklenmektedir. Musul, Kerkük, Erbil, Dohuk, Bakuba, Felluce, Selahattin ve Süleymaniye'deki toprakları, Kürtler aracılığıyla, ABD'liler ve Yahudiler satın almaktadır.

II) DOLAYLI SATIŞLAR

Doğrudan satışlar “açık kimlik”le yapılan alımları kapsar. Buna karşılık, dolaylı satışlarda gerçek kimlik gizlidir. Dolaylı (gizli) satışların büyük bir kısmı, Türk şirketlerinin veya Türk vatandaşlarının (paravan şirket veya kişilerin) adları kullanılarak yapılmaktadır.

Dolayısıyla toprakların yabancıların eline geçtiği, gerçek sahiplerinin onlar olduğu tapu kayıtlarında görülmemekte, istatistiklere de yansımamaktadır.Dolaylı satışlar; “yabancıların, sınırlı aynî hak tesisi”, ölüme bağlı tasarruflar, güvenilir Türkiye yurttaşları, paravan şirketler aracılığıyla gayrimenkul edinmesi” şeklinde tanımlanabilir.

Bazı aynî haklar şunlardır: İntifa (yararlanma) hakkı, oturma hakkı, üst hakkı, kaynak hakkı, irtifak hakları.

Görünürde bir Türk yurttaş adına tapuya kayıtlı bir taşınmazı yabancı bir şirket, intifa hakkı yoluyla 100 yıla kadar kullanabilir. Kaynak hakkı bir gayrimenkulün içinden çıkan sudan yararlanma hakkıdır. Bunda ve diğerlerinde de aynı durum yaratılabilir.

Kamuoyunu uyandırmamak, tepki çekmemek isteyen yabancı şahıs ve şirketler bu yollara başvuruyor.

Ülkemizin değişik yerlerinde rastlanıyor uygulamaya:

Örneğin, Güneydoğu Anadolu’da paravan kişi ve şirketler üzerinden yabancılar gayrimenkul sahibi olabiliyor. Bu açıdan İsrail’in faaliyetleri zikredilmeye değer: İsrail tarım teknolojisinde büyük atılımlar yapan bir ülke. Bu üstünlüğü onu GAP’a çekiyor. Gözleri hep oraya dikili…

Sürekli olarak, çok önemli miktarlarda toprak kapatıyorlar Güneydoğumuzda. Ancak İsrail başka bölgelerde de ciddi miktarlarda toprak satın alıyor.

Nasıl? Doğrudan doğruya değil, birtakım aracıları kullanarak!

Dediğim gibi sızma GAP’la sınırlı değil, Batı Anadolu’da da durum aynı. Hepsi de bitek, tarıma elverişli topraklar...

III) TARIM ARAZİLERİYLE İLGİLİ OLANLAR

Tarım arazilerimiz birkaç farklı yolan yabancıların eline geçiyor. Daha önce, kitaplarımda bunlardan çok söz ettim. Belirleyebildiğim kadarıyla, kullanılan yöntemler şunlar: Çiftçiyi yoksullaştırma, hukuk hileleri, banka hacizleri.

A) Birinci olarak çiftçi yoksullaştırılıyor. Yoksullaşan çiftçi, son aşamada toprağını satışa çıkarıyor. Orta Anadolu’da, Batı bölgelerimizde çok yolculuk yaptım. Geçmişte hiç görmediğim şeyler görüyorum artık yol kenarlarında: Tabelalar…, üzerlerinde “satılık arazi”, “satılık tarla” yazan tabelalar!...

Yabancıya toprak satışı tarım sektörümüzdeki küçülmeyle koşut olarak gerçekleşiyor. AKP hükümeti IMF ve Dünya Bankası’nın talimatları ile yönetti ekonomimizi.

Benim “Korkunç İkizler” adını verdiğim bu kuruluşlar şöyle diyor: Ey

Türkiye, tarım senin sırtında yüktür, tarımı desteklemeyi bırak. Ben sana para vereceğim. Köylüne dağıtırsın. Ama dekar başına, ürüne göre değil.

Şimdi bakın, Emperyalizmin bu taşeronlarının dediği yapılınca neler oluyor:

-Köylü gelir elde ediyor, ancak üretim yapmadan! Havadan elde edilen bir gelir bu...

-Ancak madalyonun bir de öbür yüzü var: Korkunç İkizler AKP hükümetine Neoliberal politikalar dayattı. Çiftçi, bir geçiş aşaması bile tanınmadan serbest piyasanın vahşetine terk edildi. Taban fiyatları sürekli düşük tutuldu. Sübvansiyonlar azaltıldı, bazı hallerde tamamen kaldırıldı. Tohum ve gübre desteği yok, destekleme fiyatları çok düşük. Buna karşılık tarımsal girdi fiyatları yükseltildi.

Sonuç: Üretim maliyetleri arttı. Ürün bedelleri zamanında ödenmedi. Köylü mahkemelere, icra kapılarına düşürüldü. Hayvanlarını traktörünü satmak zorunda bırakıldı. Yeni yatırım yapması engellendi, iflasa zorlandı.

-Çiftçi üretimden soğumaya başladı, toprakla olan bağı zayıfladı, hattâ hiç kalmadı. Küçük üreticiler tasfiye edildi. Türkiye boş tarlalar ülkesine döndü. Çiftçi toprağını satmaya başladı.

-Kimlere satılıyor tarlalar? Tabii parası olana, özellikle çok para verenlere, örneğin bavul bavul Dolarla, çuval çuval Avro ile, Sterlinle gelen yabancılara!

-Sonra ne olacak? Yabancılar toprak sahibi oldukça şirketler kuracak, arazi toplulaştırmasına yönelecekler. Büyük tarım işletmeleri kurmaya başlayacaklar. Bir zamanlar kendi toprağının sahibi olan Türk köylüsü ise, yabancı şirketlerde ücretli işçi konumuna düşecek. Türk çiftçisi kendi öz vatanında yabancıların “maraba”sı olacak.

Bir taraftan da Avrupa Birliği’nde işsizlik gittikçe artıyor, peki çözüm?

Anadolu toprakları ne güne duruyor?

Türkiye Ziraatçılar Derneği Genel Başkanı İbrahim Yetkin’e göre “çok planlı, programlı bir senaryo” bu:

Türk çiftçisi üretmeyecek; Türkiye tarım ürünlerini dışardan alacak. Kendi kaynaklarını kullanmayacak. Kapılarını yabancı sermayeye açacak. Türkiye tam bir açık pazar haline gelecek. Çiftçi yoksullaştıkça -toprağı elinden alınmış olarak- kentlere sürülecek, proleterleşecek.

Bir zamanlar imparatorluk Almanyası da Osmanlı toprakları için bu mahiyette projeler hazırlamamış mıydı?

B) İkinci yöntemi hukuk hileleri başlığı altında ele alabiliriz.

1) Yabancılar tarım alanlarımızı köylüye yüksek paralar teklif ederek satın alıyor. Tapulu ve tapusuz alanların zilyetliklerini alıyor, muhtar senedi, el senedi gibi yerel araçlar kullanıyorlar. Zilyetlik yöntemi taşınmazın sahibi olmadan, kullanım hakkı sağlıyor.

Somut bir örnek Kars (Digor)’dan verilebilir.

Bölgenin sınır köylerine gelen Amerikalı ya da İsrailli oldukları söylenen yabancılar; tarla sahibi köylülere sadece bir imza karşılığında bol para dağıtıp gidiyorlar. Böyle havadan verilen para miktarı -yaklaşık 5 yıl önceki verilere göre- 3-7 milyar TL!...

Bir yandan da köylülere şu uyarıda bulunuyorlar:

"Tarlanızı her yıl mutlaka ekip biçeceksiniz. Ekip biçmeyenlere para vermeyeceğiz. Siz bunları yapın, paranızı bizden isteyin."

Bu şekilde para alan köylülerin sayısı on yıl kadar önce 3 bin civarında idi, bugün kaça yükselmiştir değerli okur, artık siz tahmin edin onu.

Şimdi şu soru yanıt bekliyor:

Acaba adı geçen yabancılar hazır bir maddî karşılık istemeden, neden böyle yüklü ödemeler yapıyorlardı çiftçilerimize?

Açıklama korkunç: Altına imza atılan sözleşmede yazılı hususlar, ileride toprağın köylünün elinden alınmasına sebep olacak nitelikte. Çünkü söz konusu köylerde bazı evlerin ne tapuları, ne de ruhsatları var. Tarlaların ise, ikisi de yok.

Şimdi sıkı durun: yabancıların imzalattığı sözleşmede, toprakların kendilerine ait olduğu yazılıydı, para alan köylüler ise o tarlalarda işçi olarak çalıştırılıyordu! Yabancılar uzun vadede, uygun zamanda ortaya çıkacaklar ve "Bu topraklar bizimdi zaten. Bakın, onları biz işliyorduk. İşçi çalıştırıyor, onlara ücret vererek kendi toprağımızı ekip biçiyorduk" deyip tarım alanlarını ele geçirecekler. Plan bu!

2) Buna oldukça benzeyen bir diğer uygulama da şöyle: Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da büyük toprak sahipleri Yahudi kuruluşlar tarafından ABD’ye davet ediliyor. Toprak hangi genişlikte olursa olsun, yüksek fiyatlar teklif ediyorlar. Toprağın ekilip biçilmesini yine sahibine bırakıyorlar.

Akıl sahibi biri boşuna söylememiş: Yarın için planı olmayan, başkalarının planının parçası olur!

C) BANKA HACİZLERİ

Tarım arazilerinin “banka hacizleri yoluyla ele geçirilmesi” iki yoldan gerçekleşiyor.

1) Birinci mekanizma şöyle işliyor: Çiftçinin bankalardan aldığı krediye karşılık toprağı ipotek ediliyor. Çiftçi temerrüde düşünce, yani borcunu ödeyemez duruma düşünce haciz geliyor, toprağı elinden alınıyor.

AKP iktidarı, bilindiği gibi IMF’nin talimatına boyun eğerek tarıma devlet desteğini kesti.

Girdi maliyetleri artan, ürünü de para etmeyen çiftçi; bu durum karşısında yabancı bankaların cazip imkânlarla sunduğu kredilere başvurdu, başvuruyor, tabii tarlasının ipotek altına alınması karşılığında.

Ziraat Bankası’nın özelleştirilmesi sürecinde kredilerin yetersiz kalması nedeniyle devreye yabancı sermayeli bankalar girmektedir. Uygulamada çiftçinin ödeme gücüne bakılmaksızın ve kasıtlı olarak üretime değil, tüketime yönelik krediler de veriliyor. Bu yöntemle, çiftçiler ödeme güçlüğüne düşürülmekte ve haciz yoluyla topraklarına el konulmaktadır

AKP’nin iktidara geldiği tarihten bu yana geçen 8 yıl içinde - yerli sermayeli bankaların kullandırdığı tarımsal krediler ancak 2 kat artarken- yabancı sermayeli bankaların kullandırdığı tarımsal kredi miktarı 250 kat artmıştır.

Bu durumda toprak hacizlerinden hangileri çok daha fazla yararlanacak?

Elbette yabancı bankalar!

Gerçekten, bazı yabancı bankaların tarımsal kredi kullandırma yoluyla batağa çektiği çiftçiler, bu bankaların haciz işlemleri karşısında çaresiz duruma düştüler.

Ege bölgesinde binlerce hektar arazi özel bankaların verdikleri krediler karşılığında ipotek altında.

Yine Ege ve Trakya bölgesinde birçok çiftçi, hatta bazı köylerin tamamı yabancı bankaların haciz tehdidi ile karşı karşıya bulunuyor.

Özellikle Ege köylü ve çiftçileri aldıkları şartlı kredileri ödeyemeyince, arazileri, tarlaları, evleri icra yoluyla ellerinden alınarak bankaların eline geçmektedir.

Bu arada vurgulayalım ki Türkiye’de ticarî şirketler kuran, yerli bankaları satın alan Yunanlıların bu bankalarından biri çok sayıda tarım arazisine ipotek koymuş bulunuyor.

Sorun Ege ve Trakya ile de sınırlı değil;

Kayseri'nin Kocasinan İlçesi Ziraat Odası Başkanı Emin Yılmaz anlatıyor[iv]: '

'Sattığı mahsulün, giderlerini karşılamaya yetmediğini gören çiftçi kendini kurtarmak için bankalara yöneldi. Bankalar ucuz ve sıfır faizle çiftçiye kucak açtı. O kadar iyi niyetli ve o kadar hoşgörülü davrandılar ki, çiftçiler bankaları koruyucu melek sandı. Bankalar çiftçinin durumunun kötüye gittiğini anlayınca, tutumlarını birden değiştirdiler. Bazıları 'azrail’ kesildi. Çiftçiyi icraya verdiler, kefilleri icraya verdiler. Köylülerin tarlalarına haciz koydurdular. Borçlu, kefil demeden herkesi kıskıvrak bağlayıp perişan ettiler.''

2) İşin bir de kredi kartı yönü var. Bu mekanizmayı da Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın’ın bir uyarısından öğreniyoruz:

“Tarım üreticisi özel bankaların önünde kuyrukta. Hayatını döndürebilmek için kredi kartına yükleniyor. Çünkü ürünü para etmiyor, gübre iki katına çıkmış, açık kredi kartı almaktan başka bir çaresi kalmamış. Bu durum da, üretim araçlarının, tarlasının, traktörünün yakın gelecekte elinden çıkacağı sürecin başladığına işaret ediyor.

IV) DİĞER YÖNTEMLER

Yabancıların topraklarımıza sahip olmak için uyguladıkları başka yöntemler de var. Bunları aşağıda kısa kısa açıklıyorum.

-Özelleştirme ve yabancı sermaye: Kamuya ait tesislerin özelleştirilmesi sırasında, tesisi satın alanın yabancı olması durumunda, bu tesislerle birlikte arsa ve araziler de yabancının eline geçmekte, yabancı bir ülkenin millî servetine katılmış olmaktadır. Doğrudan doğruya, yabancı sermaye girişi de aynı sonucu veriyor.

-Madencilik ruhsatları: AKP iktidarında, Türkiye’de 100 000 kilometrekareden fazla bir Vatan parçası; maden arama ruhsatı verilerek, 20 kadar Amerikan, Anglo-Amerikan ve Kanadalı şirketin kullanımına terk edilmiş bulunuyor.

Bu uygulamanın asıl trajik ve bizi şu anda ilgilendiren yönü yasal düzenlemelerle, bu toprakların mülkiyetinin de yabancı şirketlere geçme riskinin bulunmasıdır.

Son veriler şöyle: 1923’ten 2004 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri toplam 1500 maden işletme ruhsatı vermişken, AKP iktidarı Anayasa Mahkemesi’nce iptal kararı verilene kadar, çıkardığı yasa ile 2004-2009 arasında toplam 43 bin 500 maden işletme ruhsatı vermişti.

Türkiye’nin yüzölçümünün üçte biri, 282.898 kilometrekarelik alan, maden işletmelerine açılmıştı.

-Azınlıklar: Rockefeller Vakfı Türkiye'nin bazı pilot bölgelerinde Türk gençlerine Osmanlı dönemi azınlık tapularının araştırmasını yaptırdı.

Araştırma sırasında, gençlerin elde ettiği belge ve kayıtlara el konulması bir istihbarat çalışmasını andırmaktadır. Bu çerçevede, Amerika'daki eski Osmanlı azınlıklarının torunlarının, ABD mahkemelerinde davalarını açmaya başlamış olduğu ifade ediliyor. Amerikan sigorta şirketleri bu davaları şimdiden sigorta etmiş. Hedefleri, Türkiye'den topluca toprak veya tazminat talep etmek.

-Kurtarılmış bölgeler: Dünya Kiliseler Birliği bir proje geliştirmiş. Proje İstanbul'da ve Anadolu'nun her köşesinde, azınlıklar tarafından “kurtarılmış bölgeler” oluşturulmasını öngörüyor.

-Vakıflar: AKP iktidarı vakıf arazileriyle ilgili kanunlarda değişiklik yaptı. Bu yoldan, ülkemizdeki yerli yabancı dinî cemaat vakıflarının arazi edinmelerini büyük ölçüde kolaylaştırdı. Bu arazilerde gerçekleştirilen ticarî yapılaşmalar, söz konusu vakıfların ekonomik yönden büyük olanaklara kavuşmasının yolunu da açmış bulunuyor.

-Dava Yolu: Yunanlılar Ulusal Kurtuluş Savaşımızdan sonra terk edip gittikleri yerleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dâvâ açarak geri almaya çalışmaktadır. İngilizler Uzunada’yı 1871 tarihli bir tapuya dayanarak ele geçirmeye çalışıyordu. Dava bugün hangi aşamadadır, bilemiyorum.

-İsrail’in faaliyetleri: GAP’da İsrail şirketleri yerli holdinglerle işbirliği yapıyor. Başka ülkelerle ortak projeler yürütüyorlar.

14 Mart 1996 tarihli Türkiye-İsrail Serbest Bölge Antlaşması, İsrail’e GAP bölgesinde olağanüstü kolaylıklar sağlıyor.

İsrail’in bölgede izlediği bir yöntem şudur: Kimi çiftçiler ve kamu personeli MASHAV adlı kuruluş aracılığı ile devşiriliyor. MASHAV, MOSSAD’ın yan kuruluşudur.

Çalışma ilkesi şudur:

“İsrail yönetimi hissedilmeli, ancak görülmemeli.”

Bölgede “İsrail gelse daha iyi olur” propagandası yapılıyor.

Bundan başka GAP personeli, üniversite rektörleri, öğretim üyeleri, ziraat odaları başkanları, bölgenin büyük çiftçileri arasından özel olarak seçilenler İsrail’e götürülüp “eğitim”e tabi tutuluyor.

İsrailli kadınlar Şanlıurfa’daki İtalyan Hastanesi’nde doğum yapıyor; doğurdukları çocukları Türk yurttaşı olarak nüfusa kaydettirebilmek için!

Bu ilimizin nüfusuna kayıtlı yurttaşlar adına alınan topraklar İsrail şirketleri tarafından uzun süreli olarak kiralanmaktadır. Bazı Yahudi asıllı kişiler köy köy dolaşarak, toprak alma yönünde girişimlerde bulunmaktadır.

SONUÇ

Büyük devletlerin öyle sorunları vardır ki bunlar siyasi partilere, parti program ve uygulamalarına emanet edilemez. Bunlar Devlet sorunudur ve siyasi partiler ancak onları uygulamakla yükümlüdür ya da ancak uygulama yöntemlerini farklılaştırabilirler.

İşte bu temel sorunlardan biri -bence- yabancıların ülkede toprak sahibi olmasıdır.

Devletimizin yargı organlarından, Anayasa mahkemesi 1985’de

“Toprak devletin kurucu unsurudur, yabancıya satılamaz”

prensibini oluşturmuştu.

Ne var ki AKP diye bir parti iktidara gelince 2003’den itibaren harıl harıl satılmaya başladı topraklarımız. Devlette süreklilik bırakılmadı çünkü!

Yabancıların ülkemizde toprak edinmesi kesinlikle esaslı ölçüde kısıtlanmalı, yeniden AKP iktidarından önceki ölçülere indirilmeli, hele tarım arazileri için sözü bile edilmemelidir. Tarım topraklarının yabancılarca ya da yabancı denetimli bankalar tarafından alınmasını engelleyici yasalar derhal çıkartılmalıdır.

Bismark ve Atatürk’ün şu sözleri yasa yapıcıların ve uygulayıcıların kulaklarına küpe olmalıdır:

Büyük bir devlet parti görüşlerine göre idare olunamaz.
Bismarck

Bir partinin programı tek bir şahsın kafasından değil, ülkenin gerçeklerinden çıkmalıdır. Bu da ancak bilim adamlarının, uzmanların ortak katkısıyla sağlanabilir.
Atatürk

Kaynak: Prof. Dr. Cihan Duru - Açık İstihbarat Türkiye Yahoo Posta Grubu


ARTIK ONLARI DA DIŞARIDAN ALACAĞIZ
Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
13.09.2010
[img]http://www.odatv.com/images/2010_09/2010_09_13/artik-onlari-da-disaridan-alacagiz-1309101200_l.jpg [/img]
Geldiğimiz noktaya bakın. Türkiye Cumhuriyeti’nde tarihinde ilk kez, kurbanlık hayvan ithal ediliyor. Üstelik bir zamanlar koyun varlığı ile övündüğümüz, “Buğday ile Koyun, Gerisi Oyun” dediğimiz ülkemize. İthal konusunda ilk açıklamayı, 31 Ağustos 2010 tarihinde Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Müsteşarı Yardımcısı Nihat Paktil yaptı. Daha sonra Bakan Mehdi Eker “Kurbanlık fiyatlarında bir problem yaşanmasın diye bazı tedbirler alıyoruz. Bir miktar kurbanlık hayvan ithalatına imkan tanıyacak bir düzenleme yapılıyor” diye açıklamayı doğruladı.

NEREDEN VE NEDEN KURBANLIK İTHAL EDİLİYOR?

İthalat, Trakya Bölgesi ve İstanbul’un Avrupa Yakası’nın kurbanlık gereksinmesini karşılamak için Balkan ülkelerinden yapılacak. İthalat hacminin 80 bin büyükbaş ve 10-15 bin küçükbaş olduğu bildiriliyor. Ancak kimi uzmanlar, özellikle koyun ithalatının çok daha fazla olabileceğini bildiriyorlar.

Bilindiği gibi Anadolu’dan Trakya’ya hayvan girişi yasak. Nedeni şu; Anadolu’da şap hastalığı yaygın. Avrupa Birliği(AB) kendini şap hastalığından korumak için Trakya Bölgesi’nin hastalıktan ari bir bölge olmasını istedi.2008–2010 dönemi için AB destekli Şap Hastalığı Projesi devreye sokuldu. Anadolu’da ise anılan hastalıkla sonuç alıcı bir mücadele gerçekleştirilemedi. Dolaysıyla Anadolu’dan hayvan gelemeyeceği ve Trakya’da da hayvan azaldığı için günü kurtarmak amacıyla Balkanlar’dan hayvan ithal ediliyor.

ANADOLU ŞAP HASTALIĞINA TESLİM OLDU

Yetkililer nasıl cevap verirler bilemem; Trakya’daki yurttaşlarımız şapsız, Anadolu’daki yurttaşlarımız şaplı hayvan mı kurban kesecekler? Şimdi bir durum tespiti yapalım. Anadolu’da şap hastalığı yaygın. Kimse şapla mücadelenin başarılı olduğunu söyleyemez. Bu gerekçeyle, Erzurum’dan Edirne’ye kadar birçok hayvan pazarı kapatıldı ve kapatılıyor. Hayvan alım ve satımının yapıldığı pazarların kapatılması, Türkiye’de hayvancılığın durması anlamına geliyor.

Türkiye’de hayvan hastalıklarının yaygın olmasının bir nedeni de kaçakçılık. Kaçak hayvan girişi bir türlü engellenemiyor. Salt Doğu ve Güney komşularımızdan değil, Uzakdoğu’dan bile kaçak hayvan geliyor. Kaçak hayvanlar, ya kayıt dışı olarak kesiliyor, ya da kimileri numaralanarak yerli hayvan muamelesi görüyor.

TÜRKİYE’DE HAYVANCILIK İFLAS ETTİ

Türkiye’de hayvancılık iflas etti. Doğru bir tespit, ancak eksik. Türkiye’nin tarımı iflas etti. Neredeyse tarımsal ürünleri, sebze ve meyve dışında hepsini dışarıdan alıyoruz.Bu durumu ,Türkiye’de uygulanan politikalarla,bir başka deyişle yalnız iç dinamiklerle açıklamak mümkün değil.Günümüzde dış dinamiklerin,Batı’nın rolü daha ağırlıklı bir şekilde ortaya çıkmış bulunuyor.Batı (ABD/AB ülkeleri),doğayı,iç ve dış emeği aşırı bir şekilde sömürerek gereksinmesinden daha çok tarımsal ürün ve girdi stokları oluşturdu.Bunlara pazar bulmak için çevre ülkelerinin tarımlarını çökertiyor,çökertmeye devam ediyor.Bu şekilde onların gıdalarını denetliyor ve tam bağımlılık yaratıyor.Amacına erişmek için dampingler yapıyor ve ekonomik tetikçiler kullanıyor. Batı, gerektiği zaman da işgal ediyor ve savaşlar çıkartıyor.

Türkiye’de de hayvancılık, bu uygulamanın sonucu olarak iflas etti, daha doğrusu ettirildi. Bunun için çiftçilerin büyük bir çoğunluğunu oluşturan küçük ve orta ölçekli işletmeler para kazanamaz duruma getirildi. Hayvan sayısı hızla düştü. Otuz yıl önce 40 milyon olan koyun sayısı neredeyse 20 milyona, keçi sayısı 16 milyondan 5 milyona düştü. Eskiden yetmez olan meralarımız hayvansız kaldı.

Hayvan kalmayınca ithalatçılara gün doğdu. İthalat kapısı ardına kadar açıldı. Hayvancılık böyle kalkınır fikri, herkese aşılanmaya çalışıldı. Bu bağlamda hayvancılığın kalkındırılması için sığırcılık öne çıkarıldı. Dünya Bankası aracılıyla sığırlar ithal edildi. İthal edilen sığırların bir kesimi hastalıktan, bir kesimi de çiftçilerin para kazanmaması nedeniyle kesime gitti. Örneğin son dönemde çiğ süt fiyatları, Avrupa’dan ucuza getirilen yağsız süt tozu nedeniyle 35 kuruşa düşürüldü. Bu nedenle çiftçiler, 1 milyona yakın hayvanını kasaba göndermek zorunda kaldılar. Kırmızı et ve süt üretimi azalınca referandum öncesi ani bir kararla, 1 Ağustos 2010 günlü bir kararnameyle ise sıfır faizli krediler devreye sokuldu. Ancak bu kredilerden de gerçek çiftçilerin yararlanamadığı bildiriliyor. İç piyasada hayvan bulamayan yeni çiftçiler ise dış piyasadan hayvan toplamaya yönelmişler. Kısaca, hayvan ithalatı sürekli bir duruma gelmiş bulunuyor.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın uyguladığı tarım politikaları, hayvancılık dahil iflas etmiştir. Ancak bu sorumluluk, salt Bakan’a ve bürokratlara yüklenemez. Onlar sadece sistemin uygulayıcısı olmuşlardır. Sistemi sorgulayamadığımız sürece çıkış yolu bulunamaz. Çıkış yolu, sisteme, bir başka deyişle dışa bağımlı politikalara tavır göstermek ve ulusal tarım politikalarını uygulamaktan geçiyor.

Çıkış yolu, küçük ve orta ölçekli tarım işletmelerinin dirliğini artıracak önlemlerden geçiyor. Bunlar neler? Biraz açalım;

· Sıfır faizli krediler, tarım dışı sektöre ve büyük çiftçilere değil, küçük ve orta ölçekli işletmelere verilmeli.

· Girdilerden KDV ve ÖTV alınmamalı.

· Kooperatif örgütlenmeyi teşvik edecek ve güçlendirecek önlemler alınmalı, ürettikleri malların KDV’leri düşürülmeli.

· Desteklemelerde sığır kadar, koyun ve keçi öne çıkarılmalı.

· Çiftçilerin kooperatifler aracılığıyla mallarını pazarlamaları için satış yerleri sağlanmalı.

· Özelleştirilen Tarımsal Kit’ler yeniden kamulaştırılmalı.

· Güneydoğu’da kooperatifleşmeyle birlikte toprak reformu yapılamalı,burada özellikle koyunculuğa ayrı bir önem verilmeli.

· Kayıt dışı ekonomiyle etkin mücadele yapılmalı.

· Her türlü tarımsal ürünlerin ithalatı engellenmeli.

Değerli okurlar...

Dünyanın en çok koyununa sahip ülkelerinden biriydik. Koyun ürünleri kötülendi. Koyun eti yağlı ve kokuyor denildi. Koyun sütünden yapılmış yoğurdumuzu çocuklarımız bilemez duruma geldi. Kentlerde oturanlar koyuna yabancılaştırıldı. Bu şekilde kültürümüz değiştirilmeye çalışıldı. Kovboy kültürü neredeyse egemenliğini ilan etti.

Sahi, kültür bağlamında üzerinde durduğum bir konu da var. O konu da törenlerimizde yapılan saygı duruşunda dinlediğimiz ti müziği hakkında. Bu ti müziği Amerikalılara ait. Çoğumuz bilmiyor olabilir. İkinci Paylaşım Savaşı’nda ölen savaşçılar için bestelenmiş. Bununla ilgili bir öyküde de var. Bir önceki ABD başkanı, Irak Fatihi(!) Buş’a, Türkiye’ye geldiğinde yine bu ti müziği eşliğinde bir tören yapılmış. Başkan, bunu dinlediğinde müziklerinin ne kadar evrensel olduğunu görmüş ve sevinmiş. Bu yazımı okuma lütfunda bulunan yetkililere bir önerim var. İvedilikle bir Türk bestecisini görevlendirsinler. İstiklal Marşı’ndan önce yapılan saygı duruşunu, kendi bestecimizin bize ait konulardan yaptığı ezgilerin eşliğinde yapalım. Bu arada yazımı okuyanlardan da bir ricam var. Bu konudaki duyarlılıklarını başkalarına da aktarsınlar.

Odatv.com


Küresel sermaye artık silahtan gıdaya kayıyor
20 Eylül 2010
Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, küresel sermayenin artık silahtan gıdaya kaymaya başladığını söyledi.

Dünyada sektörel durum takip edildiğinde gıdanın önemli ve öncelikli bir sektör olduğunu belirten TZOB Genel Başkanı Bayraktar, küresel sermayenin yatırımı gıdaya yaptığını ve spekülasyonların fazlalaştığını bildirdi.

Dünyada buğday fiyatları yüksek ve üretim yeterli olmayınca küresel sermayenin buğdaya oynadığını belirten Bayraktar, "Küresel sermaye buğdayı stokluyor ve piyasayı yükseltiyor. Gıda güvencesini sağlayamayan birçok ülkede bundan sonra iktidarların işi çok zor olacak. Anlamayanlar bunu yaşayacak. Geçenlerde buğday birçok ülkeyi karıştırdı. Sosyal hadiselere sebebiyet veriyor. O zaman dünyada gıda sektörü önemli olduğuna göre Türkiye bunu ya ıskalayacak ya da fırsata çevirecek." dedi.

Afyonkarahisar Ziraat Odalarının İkbal Termal Otel'de düzenlenen 9. İl Koordinasyon Kurulu toplantısının basına açık olan bölümünde konuşan Bayraktar, dünyanın tarım sektörü açısından farklı bir notaya doğru gitmeye başladığını söyledi.

Türkiye'nin bunu çok iyi izlemesi gerektiğinin altını çizen Bayraktar, "Türkiye bu gidişata kayıtsız kalamaz veya bu gidişatı es geçmesi mümkün değil. Dünyada tarım önemle sektör haline geldi ama şimdi dünyadaki gelişmelerin ve uluslararası kuruluşların aldığı birçok karar bizi çok yakından ilgilendiriyor. Bunlar, Dünya Ticaret Örgütü'nün kararları ve Avrupa Birliği (AB) süreci. 15 sene sonra bu ülkede gümrükler kalkacak. Türkiye'de şimdi kimse bunları konuşmuyor. 10 sene sonrası hesap edilmeli. 10 sene sonra bu çiftçinin hali ne olacak? Verimliği yakalamayan ülkelerin et üretmesi, süt üretmesi, buğday üretmesi, mısır üretmesi mümkün olmayacaktır." diye konuştu.

Ziraat Odası olarak Tarım Bakanlığı'nın yaptığı bir çok şeyi almak zorunda olduklarına değinen Bayraktar, "Çiftçi eğitimi, yayıncılık, enformasyon hatta çiftçi kayıt sistemine talibiz. Bunları almamız lazım. Bunları biz yapacağız. Gelişen ülkelerde meslek kuruluşları fevkalade güçlü ve meslek kuruluşları bu hizmeti veriyor. Ama biz meslek kuruluşlarını Türkiye'de güçlü hala getirmediğimiz için her şeyi tarım teşkilatına bırakmışız, tarım teşkilatının da tek başına bu işlerin altından kalkması mümkün değil. Biz bunlara da talibiz. Ama çiftçinin burada anahtar kelimesi 'verimlilik' olduğuna göre çiftçinin verimliliği yakalaması konusunda ziraat odaları artık çiftçinin önüne projelerle çıkacak." dedi.

Laboratuarların bunun bir ayağı olduğunu dile getiren Bayraktar, "Türkiye'de laboratuar kuruyoruz, 'Ya arkadaş, benim buğdayım para etmiyor, gitmiş ziraat odası laboratuar kuruyor' diyor. Anlamıyor. Anlamaması gayet normaldir. Siz izah edeceksiniz. Türkiye'de yetersiz ve yanlış gübre kullanmaktan 10 milyar dolar ekonomik kaybımız var. Biz bunu ekonomiye kazandırmaya çalışıyoruz. Bu çiftçinin cebine para girmesi demektir. Şimdi bakın bunları yapacağız. Çiftçi eğitimine önem vereceğiz. Halen çiftçimizin eğitim noktasında problemi var. Ziraat odaları olarak bizim görevimiz bu. Başkasından beklemeyelim bunu. Tarım Bakanlığı ile araştırma enstitülerini çiftçi eğitim merkezi haline getirdik. Çiftçilerimizi oraya taşıyoruz. Uzmanlar eğitim veriyorlar. Sertifikaları da gidiyoruz Tarım Bakanlığı ile beraber veriyoruz. Bunu Türkiye'nin her tarafında yaygınlaştırmaya başladk." şeklinde konuştu.
habertaraf


YÖK Başkanı: "ABD ve İsrail, milleti 20 yıl içinde yok edebilir!"
30 Eylül 2010
YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Nevşehir Üniversitesi Akademik Yıl Açılış Töreni'nde Türkiye'deki üniversiteleri eleştirdi.

http://www.aktifhaber.com/yok-baskanindan-urperten-senaryo-136105h.jpg

Üniversitelerden çok şey beklediklerini vurgulayan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Türkiye'nin kalkınması için üniversitelerden destek istedi.

Eleştirilerinde İsrail ve ABD'den domates ve buğday tohumu alınması konusunu gündeme getiren Prof. Dr. Özcan, "Bir örnekte tarımdan verecek olursak; ülkemizde yetiştirilen domates ve buğday tohumlarının büyük kısmı, elimizde yeterli yerli tohum olmadığı için yurt dışından geliyor. ABD ve İsrail'den geliyor. Bazen bir Türk aydını olarak bazen kendimi çok küçük hissediyorum. Yani biz ihtiyacımız olan domates tohumunu ülkemizde üretemezmiyiz. Evvelden atalarımız kendi ihtiyacı olan domatesitohumunu kendileri üretip yıllarda domates üretmişler. Acaba şimdi niye yapamıyoruz? Bir araştırma enstitümüz olsa, tohumculuk ile ilgili ve buna birkaç üniversitemiz öncülük etse fenamı olur.? Sonunun ne olacağı belli de değil, bu domates tohumunu alıyorsunuz, genetik proglamlama denen bir şey var, içine genetik bir mekanizma yerleştirirler hiç fark etmeyiz ve yeriz. Hiç bilmediğimiz hastalıklara da kapılabiliriz. Bir milleti de toptan yok edebilirsiz zaman içinde. Öyle şeyler yerleştirirler ki o tohumdan yiyen insanlar zaman içinde ölür. Böyle şeyler de var, çok tehlikeli bir şey. O yüzden üniversitelerimizin bu tür konularda bize yardım etmesi gerek" şeklinde konuştu.

"İKİ ÜNİVERSİTE ÇIKMADI"
Üniversitelerin bulundukları bölgenin ve ülkenin sorunlarına çözümler getirmesi gerektiğini belirterek buna geçtiğimiz yıllarda yaşanan grip salgınını örnek veren Prof. Dr. Özcan; "Yurt dışından grip aşıları alırken ben isterdim ki bir, iki üniversitemiz çıksın başbakanımıza gitsin, 'Biz çalıştık, bu aşıları üretebiliriz. 25 Milyon Dolar'lık bir yatırıma ihtiyacımız var.' desinler. Ben bunu isterdim ama hiçbir üniversitemizden ses çıkmadı" dedi.

Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu ve YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Nevşehir Üniversitesi Akademik Yıl Açılış Töreni'ne katıldı. Tören öncesinde Nevşehir Üniversitesi yerleşkesini gezerek burada üniversite rektörü Prof. Dr. Filiz Kılıç'ıu makamında ziyaret etti.

Törende konuşan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, konuşmasında Türkiye'de bulunan üniversitelere eleştirilerde bulundu. Üniversitelerin kendilerinin bulundukları bölgenin ve ülkenin sorunlarından somutlayamayacağını belirten Prof. Dr. Özcan, üniversitelerin başarılarını değerlendirirken sadece fiziksel olanakları değerlendirmediklerini kaydetti.

Prof. Dr. Özcan, "Ben sadece fiziksel bir gelişmenin bir üniversitenin başarısını ölçmek için yeterli olmayacağını düşünüyorum. Bu gerçekten doğru, fiziksel olanakları yaratmakta biraz daha olanaklarımız var ama esas olan fiziksel olanaklar yaratıldıktan sonra beklediğimiz çok daha fazla yayın, çok daha fazla patent, yenilik ve çevre ile, bölge ile ve ülkenin ekonomik sorunları ile ilgili çözümler getirmeleri. Bir üniversiteyi içinde bulunduğu toplumun ihtiyaçlarından soyutlayamazsınız. Onun için bundan böyle biz YÖK'te üniversiteleri değerlendirirken bakacağımız şeylerden bir tanesi; etrafına ne kadar faydalı olduğu" dedi.

Bu eleştirisine örnekte veren Yök Başkanı Prof. Dr. Yusuf Özcan, grip salgınının yaşandığı dönemde hiç bir üniversitenin grip aşısı üretebilmek için grişimde bulunmamasına sitem etti

Prof. Dr. Özcan, "Zaman zaman ülkemiz çeşitli grip salgınlarına uğruyor ve her seferinde ülkemiz yurt dışına büyük paralar transfer ederek bu aşıları ithal ediyor. Son olayda da görüldü aşıların büyük kısmı kullanılmadı, geri gitti ama biz o büyük paraları transfer ettik. Bu arada hiçbir üniversiteden şöyle bir talep gelmedi; 'madem bu kadar acil bir sorun var, insanlarımız ölüyor. Acaba bu aşıları biz ülkemizde üretemezmiyiz?' Mesela ben isterdim ki bir, iki üniversitemiz çıksın başbakanımıza gitsin; 'Biz çalıştık, bu aşıları üretebiliriz. 25 Milyon Dolar'lık bir yatırıma ihtiyacımız var' desinler.

TIBBİ CİHAZLARIN HEPSİ DIŞARIDAN ALINIYOR
Ben bunu isterdim ama hiçbir üniversitemizden ses çıkmadı. Orda sesi çıkmıyor yurt dışından büyük miktarda ilaç alıyoruz orda da sesi çıkmıyor. Yurt dışından büyük miktarda serum alıyoruz orda da sesi çıkmıyor. Tıbbi cihazların hemen hepsi dışardan alınıyor, 'Bunlar acaba burada üretilemez mi? Küçükte olsa bir tarafından başlasak' diyen bir üniversitemiz yok. Yani sağlık sektöründe çok büyük ilerlemeler oldu, hizmet her yere indi ama o bağımlılıkta bir azalma yok. Sağlıkta ve diğer sektörde bağımlılığı azaltacak olan üniversitelerdir. Üniversitelerin bu ekonomiye, bu insanlara kesinlikle yardım etmesi lazım. Yaşam kalitesini arttıracak olan üniversitelerdir" diye konuştu. aktifhaber

GDO'lu Ürünler Nerede?
Ali Ekber Yıldırım
Tarım Dünyası
13.12.2010

Biyogüvenlik Yasası ve GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) Yönetmeliği 26 Eylül 2010’da yürürlüğe girdi.

Yasa ve yönetmeliğe göre, içeriğinde binde 9’un üzerinde GDO içeren gıda ürünlerinin etiketinde “genetik yapısı değiştirilmiştir” veya “genetik yapısı değiştirilmiş üründen üretilmiştir” ibaresinin yazılması gerekiyor.

Türkiye’ye 32 çeşit GDO’lu ürünün girişine izin verildi. Bugüne kadar gıda üreticilerinden hiç biri GDO ibaresini etiketine yazmadı.

Yem amaçlı ithalatına izin verilen soyadan yem üreten bir iki firma, ürettikleri yemin ambalajına “soya küspesi genetik olarak değiştirilmiş soyadan üretilmiştir” ibaresini yazıyor.

İthalatına izin verilen GDO’lu ürünler arasında soya, mısır, kanola, şekerpancarı, patates, maya gibi gıda sektöründe yaygın kullanılan ürünler var.

Bu ürünleri kimler hangi ürünlerde kullanıldı bilinmiyor. Tüketiciler farkında olmadan ithal edilen GDO’ lu ürünleri afiyetle tüketiyor.

Daha önce hem bu sütunda hem de haber olarak DÜNYA Gazetesi’nde GDO’lu ürünlerin neden etiketlenmediğini sorduk. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’ndan hiçbir ses seda çıkmadı.

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker ve bakanlığın tüm yetkilileri her fırsatta tarım konusunda yıllarca çıkarılmayan yasaları çıkarmakla övünür.

Doğrudur. Bu dönemde pek çok yasa çıktı.

Fakat, yasa çıkarmak kadar, uygulamak ta çok önemli. Uygulanmayan yasayı çıkarsanız ne olur?

Bakanlık, 26 Eylül itibariyle yürürlüğe giren Biyogüvenlik Yasası ve ilgili yönetmeliğin uygulanmasını neden takip etmiyor?

İthalatına izin verilen GDO’lu ürünlerin nerelerde kullanıldığı biliniyor mu?

Bakanlık, GDO’lu ürünlerle ilgili herhangi bir denetim yapıyor mu? Yapılıyorsa sonuçları açıklanabilir mi?

Söz konusu yönetmelik ile ürünlerinde GDO kullanmayan imalatçılara GDO kullanmadığını etiketine yazma hakkı tanınıyor. Bu konuda da bir çekingenlik, ürkeklik var. Ürünlerinde GDO kullanmayan firmalar da bunu etiketine yazmıyor.

GDO’lu ürünleri imalatta kullananlar tüketiciyi aldatarak bunu etiketlerine yazmıyor. GDO’lu ürünleri kullanmayan firmalarda bunu etiketine yazmıyorsa ortada bir sorun var.

Daha önce yazdığımız gibi, Konya Şeker Fabrikası ürettiği şekerin ambalajına “ % 100 pancar şekeri- GDO içermez” diye yazdığı için Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Reklam Kurulu tarafından reklam durdurma cezası verildi.

Konya Şeker, buna itiraz etti ve konu yargıya taşındı.

Reklam Kurulu bu cezayı yönetmeliğin yürürlüğe girmesinden bir hafta önce vermişti. Yönetmelik yürürlüğe girince, Konya Şeker, yasal hakkını kullanarak yeniden “GDO içermez” ibaresini ambalajlarına yazmaya başladı.

DÜNYA Gazetesi olarak konuyu gündeme taşımamız üzerine, Fikir Sahibi Damaklar bir kampanya başlattı.

Defne Koryürek’in sözcülüğünü yaptığı Fikir Sahibi Damaklar, etiketine “GDO içermez” yazan ilk üç firmayı kamuoyuna duyuracaklarını ve tüketicileri bu ürünleri almaya teşvik edeceklerini duyurdu.

Defne Koryürek’in bu girişimi üzerine İstanbul’da faaliyet gösteren Orvital Organik Gıda Ürünleri’nin de ürettiği tavuk etine ve yumurtaya “Orvital tavukları, GDO içermeyen tamamen doğal, organik yemlerle beslenir” ve “Orvital tavuklar GDO içermeyen yemlerle beslenir” ibaresi yazdığı belirlendi.

Orvital’in kurucularından Muharrem Doğan, organik ürünlerde GDO’lu ürünün zaten kullanılamayacağını belirterek şunları anlattı:

“Biz daha önce, “GDO içermez” diye yazmak istedik. Fakat sertifikasyon kuruluşu bunun haksız rekabete neden olacağını belirterek izin vermedi. GDO Yönetmeliği yürürlüğe girince kimseye sormadan yazmaya başladık. Tüketicinin dikkatini çekti ve ürünlerimize ilgi daha da arttı.”

Türkiye’ye ithal edilen soyanın yüzde 90-95’inin GDO’lu olduğunu hatırlatan Muharrem Doğan, daha önce organik soya ithal ettiklerini, ancak şimdi Samsun Alaçam’da 400- 450 dönüm alanda organik soya üretimine başladıklarını ve kendi ihtiyaçlarını buradan karşıladıklarını söyledi.

Muharrem Doğan, Çanakkale Ayvacık’ta et üreticileri birliği ile anlaşmaya vardıklarını, yakında organik kırmızı et üretimine başlayacaklarını ve bu etin etiketine de “GDO içermez” ibaresini koyacaklarını sözlerine ekledi.

Özetle, GDO’lu ürünleri gıda ürünlerinde kullanan firmalar yasaya aykırı bir biçimde etiketlerine GDO’lu olduğunu yazmıyor. Tarım Bakanlığı da buna göz yumuyor.

Ürünlerinde GDO’lu ürün kullanmayan firmalar neden bunu etiketlerine yazmıyor?

Bizim bilmediğimiz bir baskı mı var?

Yoksa GDO’suz ürün üreten firma kalmadı mı?

Tüketici yediği üründe GDO olup olmadığını nasıl öğrenecek?

İthal edilen 32 çeşit GDO’lu ürünler nerede?

Ey tüketiciler merak etmiyor musunuz?

Açık İstihbarat

İsrail'in Tehlikeli Tohum Avı


Canlıların genleriyle oynayan şirketlerden biri ziraat mühendisliği öğrencilerimizi yarıştırarak yerli tohumlarımızı ele geçirmek istiyor. Tarım Bakanlığı ve yarışma için işbirliği yaptığı Akdeniz Üniversitesi'ne sorularımız var.

18 Aralk 2010
Anadolu Haber

Getir tohumu götür bilgisayarı!

Kaybolmakta olan yerel sebze tohumlarını tekrar canlandırmak, doğal olarak yetiştirilen bazı yerel sebzeleri, üreticinin gelir kaynağı yapmak, tamamen doğal olarak üretilen tohumları gelecek nesillere aktarmak için kamucu bir tohum politikası geliştirmeyen hükümet ve üniversiteler tohum tekellerine Anadolu`nun tohum zenginliğini mi bağışlıyor?

Hazera Tohumculuk Şirketi ile Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi`nin ortaklaşa düzenleyecekleri Anadolu`nun yerel tohumlarını getir, bilgisayarı götür şeklinde özetlenebilecek “Hazera Trophy” projesi Türkiye gen varlıkları için tehlikeli yeni bir gelişmenin ipucunu sunuyor.

Proje sitesinde[1] projenin amacı “yerel tohumları her dönem toplamak ve yeniden kullanmak, yerel çeşitliliğin sürekliliği için bir tür garanti oluşturmak” şeklinde belirtiliyor.

Birçok sebze türünün gen Merkezi olan Türkiye `de 1980 sonrasında çökertilen tohumculuk faaliyetlerine yön vermek, kontrol etmek ve tohum varlıklarına el koymak isteyen şirketler, üniversitelerle işbirliği içinde, tohum geleceğimizi ellerimizden almaya hazırlanıyor. Çökertilen kamu politikasının sonucunda, kendini besleyecek tohumlukları korumak için adım atmayan idareler, bu yerel çeşitleri çok uluslu tohum şirketlerinin “denetimine” sunmaya hazırlanıyor.

Tohumun, gıda geleceğimizin temeli olduğunu ise bu şirketler çok iyi biliyor. Tohumu kontrol edenin, gıda geleceğimizi de kontrol edeceğini görüyorlar. Hazera Genetics Başkanı Robert Sevil “Milyarlarca dolarlık dünya tohum pazarı, 5 milyarı aşan dünya nüfusunun en temel gereksinimi gıda - beslenme açısından Türkiye `nin ekonomik, stratejik konumunu güçlendirici, hatta tohum ve gıda `silahı` ile gerektiğinde `bölge ve dünya siyasetine yön verme` gücünü de elinde tutmanın temel araçlarından birisi. Gıda savaşlarına yönelik senaryoların `baş aktörlerinden biri` olmanın yolu tarımı, tarımsal üretimi, `ihmal edilmişlikten` kurtarmaktan geçiyor.” [2] Diyor. Hazera, Tohum sektörünü elinde tutarak ülkeyi ve toplumu midesinden bağlayacaklarını biliyor. Buna rağmen, Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi , Hazera Tohumculuk Şirketi ile tohum kaynaklarının toplanması için bir proje geliştiriyor.

Proje ile ilgili genel bilgi ise şu, Proje konusu olan sebzenin Latince ve yöresel ismi, yetiştirildiği bölge ve yayılma alanı, eğer varsa farklı kullanım amaçları, yörede ne kadar zamandır bilindiği ve yetiştirildiği, yok olma tehlikesinin bulunup bulunmadığı, tohum çimlenme süresi, tohum çimlenme yüzdesi, tohum ekiminden fide aşaması ve çiçeklenmeye kadar geçen süre, meyve bağlama tarihi, meyve üzerinde yapılan C vitamini, kuru madde değeri, meyve eti sertliği, raf ömrü, depolama süresi gibi veriler saptanacak bir rapor halinde proje koordinatörlüğüne ve poster halinde de proje değerlendirme komitesine sunulacaktır. Juri tarafından değerlendirilen projelerde birinci olana diz üstü, iki ve üçüncüye masa bilgisayarı hediye edilecek, fakültelerinde 1. olan tüm yarışmacılar danışmanları ile birlikte Antalya`da 5 yıldızlı otelde 1 hafta misafir edileceklerdir.

Şimdi Kamuoyu huzurunda soruyoruz:

Bu toplanan genetik materyal ve tohumluklar üzerinde toplumun fikri hakları nasıl korunacak?

Bu tohumlar nasıl, ne için ve nerede kullanılacak?

Bu tohumlukları bugüne kadar geliştiren çitçilerin hakları nasıl korunacak?

Bu tohumlukların genetik özelliklerini değiştirmeye çalışan uygulamalara karşı Fakülte, şirketten ne tür garantiler alacak?

Bu tohumlukların ticari mal olarak haklarını Hazera isimli şirket mi alacak?

AÇIKÇA SÖYLEYELİM, TOHUM ŞİRKETLERİNE GÜVENMİYORUZ

Hazera (İbranice de Tohum demektir) Tohumculuk Şirketi, 1938 lerde İsrailde Kurulan “Hazera Tohum Üretme ve Tedarik Kooperatif Birliği” nin daha sonra Hazera Genetics adını alan şirketin Türkiye `deki iştirakidir.

2004 de kurulan Hazera Tohumculuk şirketinin sahibi olan Hazera Genetics ise Fransız Vilmorin şirketine aittir.Sebze tohumunda Monsanto `nun Seminis şirketi 464 milyon Euroluk satış cirosu (2007) ile dünya birincisi, Vilmorin ise 345 milyon Euro ile ikinci durumdadır.% 80 Vilmorin iştiraki olan Limagrain Verneuil Holding (LVH) ise bugün Avrupanın tahılda birinci, mısır tohumunda ise ikinci büyük tohum şirketidir.

Fransız Vilmorin şirketi %100 Türk şirketi olduğu ile övünen Anadolu Tohumculuğun %50 ye varan hisselerini geçtiğimiz yıl içinde almış, Türkiye `de Sebze Tohumunda söz sahibi olan bir konuma gelmiştir. Keza Türkiye `de sebze tohumunda iddialı bir şirket olan Seminis`in Monsanto tarafından alınması ile sebze tohumu pazarı ağırlıklı olarak uluslararası Biyoteknoloji şirketlerinin eline geçmiştir.

Bu bilgilerin ışığında yukarıdaki proje tekrar irdelendiğinde, insanın kafasında bir takım soru işaretleri belirmektedir.

Zengin yerli gen kaynaklarıyla, tarımsal biyolojik çeşitliliğimizle övündüğümüz Anadolu, silahsız bir işgale mi maruz kalmaktadır?

Taşları yerlerine oturttuğumuzda, 1980`lerde başlayan tarımdaki neo liberal politikalar ile tarımın şirketleştirilmesi hedeflerine ulaşılmakta olduğu, 5553 sayılı Tohumculuk Yasasıyla bunun her türlü alt yapısının hazırlandığı görülmektedir. Yıllardır ABD ile AB arasındaki GDO savaşlarında hangi tarafı tutacağına karar veremeyen TC hükümetleri, bu konudaki politika(sızlık)larını ülke gerçekleri ve yararına değil, AB , ABD ve özellikle ABD hükümetlerinin desteklediği ulusötesi tohum şirketleri lehine geliştirmişlerdir.

Bu şirketlerin, dünya ülkelerinde neler yaptıkları, gen kaynaklarını nasıl sömürdükleri, genleri patentleyerek sadece kendilerine ait bitkileri nasıl yarattıkları biliniyorken, Anadolu topraklarını ve biyolojik çeşitliliğini bu talana açmanın anlamı nedir ?

Hazera, “yok olmaya yüz tutmuş meyve ve sebze tohumları”mızı niye toplamaktadır, Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi , Hazera Trophy projesinde ulusötesi şirketler grubundaki Hazera`nın tohum toplama, daha doğrusu gen kaynağı toplama işine niye yardımcı olmaktadır?

Projenin, “son yıllarda büyük miktarlarda sebze tohumu ithal edilmeye başlanmış olması”na bir alternatif olarak gösterilmesi ise gülünçtür. Zira sonuçta Hazera İsrail menşeli bir Fransız şirketidir. Yani Türkiye `nin liberal tarım politikaları sayesinde ithaline mecbur kılınan sebze tohumlarının dünya ticaretini yapan şirketlerden biridir.

Acaba kendi gen kaynaklarıyla hibritleştirdiği tohumlar yerine Anadolu gen kaynaklarını kullanarak yerli F1 ( Hibrit tohum) tohumlar mı geliştirecek ve tekrar bize satacaktır?

Bu soruların Tarım Bakanlığı ve Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi tarafından acilen yanıtlamasını istiyoruz.

Hazera`dan beklediğimiz herhangi bir yanıt yoktur, zira neyi amaçladıkları projeden anlaşılmakta, nasıl çalıştıklarını da kendileri şöyle anlatmaktadırlar;

“İsrail`in en büyük akademik kuruluşlarıyla ve araştırma merkezleriyle olan yakın ilişkimiz, çalışmalarımız için oldukça önemlidir. Meslektaşlarıyla ve dünya çapında tecrübeye katılan yetiştiricilerle sıkı bir şekilde irtibata geçen bilim adamlarımız aracılığıyla, geniş bir yetiştirme ağı yelpazesi için üretim yapmaktayız. Bunun yanında, içeride de araştırmalara, kendi üretimimizle yetiştirme denemelerine ve çeşitli iklim bölgelerinde yer alan araştırma olanaklarına yön vermekteyiz.

Hazera Genetics, bulunan en iyi bitki genetiğini almakta, bunu geleneksel üretim yollarını kullanarak yenilikçi ticari türlerle birleştirmektedir. Tüm dünyadaki üreticilere en üstün tohumları sağlamak, birinci sınıf taze ürün elde etmek amacıyla, en iyi ıslah uzmanlarını ve bilim adamlarını işe almakta ve de modern teknolojiye dayalı araştırmalarla çalışmaktayız.” [3]

Bu genetik varlıkların korsanlaştırılmaması için Üniversite ile Hazera arasında yapılan protokolün ya da sözleşmenin bir an önce açıklanmasını bekliyoruz. Bu proje sonucunda, tohum varlıkları, bunların sahibi çiftçilere kazandırılması, tohum varlıklarımızın şirketlerin denetimine geçmemesi için bir an önce Fakülteden bir taahhüt bekliyoruz. Bu tohumlukların kamu kaynakları ile korunması ve geliştirilmesini sağlayacak, ilgili odaların, çiftçi sendikalarının, ekoloji , tüketici örgütlerinin içinde bulunduğu bir komisyon tarafından toplanacak tohumlukların yönetiminin izlenmesine yönelik bir komisyonun oluşturulmasını Üniversite`den bekliyoruz. Şeffaf, katılımcı, demokratik bir kamu yönetimini ilke edinmiş olan Üniversite`nin de bu doğrultuda, tohum varlıklarını Üniversite bünyesinde koruma ve geliştirme sorumluluğunu taşıyacağını düşünüyoruz. Bu konuda kamuoyunun bilgilendirilmemesi, tohum varlığımızın, gıda geleceğimizin tehlike altında olacağını işaret edeceğinden yasal, demokratik, meşru mücadele yollarına başvuracağımızı bildiriyoruz.

Kaynak: Ekoloji Kolektifi

Not:bu yazı 2009 senesine ait bir yazıdır.Konun önemne binaen sizlerle paylaşmayı uygun gördük.

M.Emin Koç
ÇİFTÇİYİ BİTİR GDO’LU ÜRÜNÜ GETİR

AKP hükümeti, AB’ye verdiği taahhütler çerçevesinde bir taraftan Türk tarımını bitiriyor, Türk çiftçisinin anasını ağlatıyor. AB, 30-35 milyonluk tarım köylüsünün 10 milyona düşürülmesini istiyor çünkü… Bu arada hükümet, tarım tohumculuğunu da aradan çıkartıyor.
İş orada kalmıyor elbette…
Yahudi tarım ve tohum firmaları devreye giriyor.
Türk tarımını ve tohumculuğunu bitiren AKP hükümeti, ülkeyi, (Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar) GDO’lu tohuma ve GDO’lu tarım ürünlerine teslim ediyor.
GDO’lu ürün ve tohumun küresel kontrolu, DuPont, Monsanto, Calgene Inc., Aventis CropScience, Florigene Pty Ltd, Asgrow-Seminis Inc.gibi çoğu uluslararası Yahudi şirketlerinin elinde bulunuyor. Bu şirketler dünyanın çeşitli yörelerindeki hizmetkârları vasıtası ile o yörenin doğal tohumlarını kullanımdan kaldırabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Hem gıda güvenliği, hem neslin korunması ve genetik yapının güvenliği bakımından hayati ve stratejik bir konu GDO!
Hükümet, Biyogüvenlik Yasası çıkarmadan GDO’lu ürünlerin önünü açan yönetmelikler çıkartıyor.
3 Aralık 2009’da Danıştay 10. ve 13. Daireleri Müşterek Heyeti, GDO’lu ürünlerle ilgili yönetmeliğin bazı maddelerinin yürütmesini durduruyor; yönetmelik yerine yasa çıkartılmasını istiyor.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, yönetmeliğin uygulamasını durduruyor.
Danıştay 1. GDO yönetmeliği ile uğraşırken, Tarım Bakanlığı 2. Bir GDO yönetmeliği çıkartarak önden yol açıyor. Danıştay 1. GDO ile uğraşırken Tarım Bakanlığının 2. Yönetmeliği ile malı götüren götürüyor, Türkiye GDO’lu ürünler pazarı haline geliyor.
26 Ekim 2009 tarihli yönetmelikte GDO’lu ürün ithalatı için getirilen izin alma ve Bakanlığa başvuru ile diğer tüm koşullar kalkınca GDO’lu ürün ithalatında patlama yaşanıyor.
Bu dönemde gıda ve yemlik mısır ithalatı yaklaşık 18 bin tondan, 80 bin tonlara, yemlik soya da 10 bin tondan 294 bin tona fırlıyor. Ayrıca 104.473 ton pirinç ithal ediliyor.
İthal ürünlerin ne kadarı GDO’luydu?
Bilen yok…
Zira Bakanlıkça 11 Aralık 2009 tarihine kadar laboratuarlarda incelenen 1478 üründen 124 adedinin (yüzde 8.3) GDO’lu olduğu tespit edilmiş ve bunların ithaline izin verilmemişti.
Zira Bakanlıkça 11 Aralık 2009 tarihine kadar laboratuarlarda incelenen 1478 üründen 124 adedinin (yüzde 8.3) GDO’lu olduğu tespit edilmiş ve bunların ithaline izin verilmemişti.
Birkaç ay önce 5977 sayılı Biyogüvenlik Yasası çıktı, 27 Mart 2010’da resmi gazetede yayınlanıp yürürlüğe girdi; ancak hala bu yeni yasaya ait bir yönetmelik yok, geçmiş yönetmeliğe ilişkin birkaç rötuş ile uygulamaya devam…
Avrupa ülkeleri, GDO’lu ürünleri bir bir yasaklıyor; Türkiye ise Yahudi şirketlerin GDO’lu ürünler pazarı olmasına devam ediyor.
AKP’nin bu vahim gidişatına, Danıştay “dur” diyor. Hükümet de bu Danıştay’ı referandum paketine sarıyor, milletin önüne koyuyor. Aslında burada oynanan oyun, Danıştay’a filan değil, bizzat milletimize, neslimize oynanıyor. O halde bu oyunu bozmak gerekiyor. Dolayısıyla referandumda “hayır” demek ve hayırda yarışmaktan başka yol kalmıyor.
Önümüzdeki yıllar, GDO’dan Türk milletinin başı çok ağrıyacak.
GDO’lu ürünler ve gıdalar, GDO’lu bir nesil türetiyor çünkü.
Neslimiz adeta sinsi sinsi GDO mutasyonuna uğratılıyor.
Hatırlayın, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” cümlesiyle özetlediği 1974 tarihli raporunu!
Marketten aldığınız gofretin içinde yahut evinizde kullandığınız mısır özü yağında bu ürünlerden olduğunu biliyor musunuz?
GDO’lu ürünlerin insan sağlığına birçok zararı olduğu artık bilimsel gerçekler… İstanbul Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kenan Demirkol “Kesinlikle hazır gıda maddesi tüketmeyin. Çünkü bu hazır gıda maddeleri içinde GDO bulunmaktadır” diyor. Prof. Dr. Demirkol, “Bugüne kadar kanıtlanmış olan sağlık sorunlarından biri hızlı yanıt verdiği için alerjilerdir. Normal soya fasulyesine alerjisi olmayan bir insanda rahatlıkla genetiği değişmiş soyaya karşı alerji görülebilmektedir. Diğer taraftan üretim tekniği nedeniyle genetiği değiştirilmiş bu ürünlere, bu tohumlara antibiyotik direnç geni de yerleştirilir. Dolayısıyla biz bu bitkileri yediğimizde antibiyotiğe direnç oluşacak ve bazı enfeksiyon hastalıklarını tedavi etmek için elimizde antibiyotik kalmayacak. Bu insan üzerinde bulunan etkilerdir. Fakat yan etki 1 ayda ya da 1 yılda çıkmak zorunda değil. 10 yılda da ortaya çıkabilir, gelecek nesillerde de ortaya çıkabilir. Ne yazık ki bu tohumların geç etkileri ve gelecek nesillere etkileri hiçbir şekilde araştırılmadan piyasaya sürülmüştür. Bu nedenle çok büyük risk potansiyeli taşır” diyor. Prof. Dr. Demirkol, “Yapılan hayvan deneylerinde genetiği değiştirilmiş organizmalarla, bitkilerle beslenen farelerde böbrek yetmezliği, karaciğer yetersizliği, ölü doğum sayısında artma, düşük tartılı doğumlar, en geç üçüncü nesilden itibaren kısırlığın ortaya çıktığını gördük. Ayrıca genetiği değiştirilmiş olan bir virüs DNA’sı da vardır. Bu genellikle karnabahar mozaik virüsüdür. Bilimsel çalışmalar bu virüsün bağışıklık sistemini baskılayarak kanserlerin oluşumunu kolaylaştırdığını göstermektedir. Bu nedenle bu tür besinlerle beslendiğimizde çok daha fazla kanser hastalarıyla karşı karşıya geleceğimizin kaygılarını yaşıyoruz. Bu gıdalar organ yetersizliğine de neden olur” şeklinde bilimsel verileri ortaya koyuyor.
(..)
http://www.haberortadogu.com/

HEPAR: Türkiye'de tarım ve hayvancılık bitti
3 Mart 2011
HEPAR Genel Başkanı Osman Pamukoğlu, Türkiye'de tarım ve hayvancılığın bittiğini savunarak, Türkiye'nin son iki ayda ABD ve Kazakistan'dan 1 milyon 250 bin ton buğday aldığını söyledi.

Pamukoğlu, Giresun Gazeteciler Derneği'nde (GGD) düzenlediği basın toplantısında, Türkiye'de ekonominin iyi olmadığını ileri sürdü.

Pamukoğlu, ülkenin tarım ve hayvancılıkta dışa bağımlı hale getirildiğini ifade ederek, ''Türkiye'de tarım ve hayvancılık bitti. Ülkemiz, son 2 ayda ABD ve Kazakistan'dan 1 milyon 250 bin ton buğday aldı. AB kendi çiftçi ve besicilerini yılda 52 milyar Avro ile desteklerken, Türkiye'ye de 'aman destekleme verme' diyor ve üretimlere de sınır koyuyor. Ülkede topraklar bomboş, maliyetler yüksek. Türkiye kendisi üretecek, tüketecek ve kendisi kazanacak. Madenlerimizin yüzde 54'ü, bankalarımızın yüzde 56'sı, limanlarımızın tamamı yabancılarda. En stratejik kurumlar satıldı. Yetmiyor şimdi İstanbul köprüleri de satılıyor. Para kazanıldı ama hiçbir şey artmadı. Yoksulluk arttı bir grup adam zenginleşti. Bu bir çıkmaz'' şeklinde konuştu. haber10

'Artan gıda fiyatları, Asya ekonomilerini vuracak'

26 NİSAN 2011
Asya Kalkınma Bankası ADB, yüksek gıda ve petrol fiyatlarının Asya ekonomilerinde büyümeyi tehdit ettiğini bildirdi.

Banka, gıda ve petrol fiyatlarının bu hızla artmaya devam etmesinin, Asya ekonomilerindeki büyüme oranlarını yüzde 1,5'a varan oranlarda düşürebileceğinin altını çizdi.
Bankadan yapılan açıklamaya göre bu yıl birçok Asya ülkesinde gıda fiyatları, ortalama yüzde 10 oranında arttı.
Petrol fiyatları da Orta Doğu'da yaşanan kriz nedeniyle yükseldi.
Asya Kalkınma Bankası, bu iki faktörün birleşiminin, Asya ekonomilerinin büyümesi önünde ciddi bir engel oluşturduğunu ifade etti.
Asya ülkeleri, küresel mali krizden sağlam çıkmış olsalar da, bölgede geçim masraflarının giderek artması büyük kaygı yaratıyor.
İhracat yasakları
ADB, giderek yükselen gıda fiyatlarının Asya'da yaklaşık 64 milyon insanı aşırı yoksulluğa itebileceğine dikkat çekti.
Dünyadaki yoksul nüfusu
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Nis 26, 2011 5:12 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Arl 28, 2010 8:49 pm    Mesaj konusu: WikiLeaks'de, ABD'nin AB'yi tehdidi, GDO ve Nixon'un Türkiye Alıntıyla Cevap Gönder

28.12.10
Selçuk Salih Caydi
WikiLeaks'de, ABD'nin AB'yi tehdidi, GDO ve Nixon'un Türkiye nüfus politikası!

Genetiği değiştirilmiş "GDO'lu" ürünler, büyük bir "pazar". Türkiye'de Hükümetin bu konuda GDO'lu ürünlerden yana tavrı da malum. ABD merkezli birçok tarım firması, bu zararlı ürünleri dünyaya satıyor.

Ama dünyada bir de biyolojik ürün tüketmek trendi var ve gelişiyor...

Bu çok da doğal, çünkü genetiği değiştirilmiş ürünler, kanserden tutun da bir çok hastalığa neden oluyor.

Avrupa'da geçen yıl da, biyolojik ürünler övülüp, GDO'lu ürünler yerildi ve Avrupa basını, genetiği bozuk ürünlere karşı geniş kampanyalar yürütü.

WikiLeaks'in ortaya çıkardığı belgeler arasında, bu konuda çok önemli bit detay göze çarpıyor.

Amerikalı diplomatlar, GDO'lu ürünlerin Avrupa'dan dışlanmaya başlaması üzerine oldukça ciddi bir kampanya yürütüyorlar. Mesela ABD'nin Fransa Büyükelçisi Craig Stapleton, Fransa'ya ve AB'ye karşı açıkça "Cezalandırıcı önlemler"den bahsediyor. Fransızlara "hissettirilen" muhtemel cezaların nasıl birşey olacağı belli değil. Ama askeri manevralarla ilgili olabilir. (Mesela manevralarda kaza olsa, bir Amiral vurulsa...)

Amerikan diplomatlarının GDO'lu ürünlerin yaygınlaşması konusunu bu kadar önemsemesi de ilginç. Bu proje, Amerikalıların dünyadaki yiyecek/içecek üretiminin büyük ölçüde kontrolü konusunda detaylı bir çalışma yürüttüklerini gösteriyor. Bu konuda kuşkular vardı ama kanıt yoktu...

GDO'lu ürünlere karşı kararlı bir mücadele yürüten Natural News (tıklayınız) çevresinden Jeffrey Smith, geçtiğimiz günlerde verdiği bir mülakatta, ABD Hükümeti'nin GDO firmalarıyla çok yakın işbirliği içinde çalıştığını iddia etmişti.

Bu söylentilerin ardında angaje bir Amerikan planının bulunduğunu WikiLeaks ortaya çıkardı. Böylece, Amerikan diplomasisinin GDO firmaları için çalıştıkları kanıtlandı. İspanyol Hükümeti de GDO'lu ürünleri serbest bırakıp desteklemesi için baskı altına alınmış. Türk Hükümeti de baskı altına alınmış olabilir mi? Böyle konularda hiçbir hassasiyeti olmayan AKP Hükümeti'ne baskı yapmaya bile gerek kalmamış olabilir.

GDO firmalarının, GDO'lu ürünleri protesto edenlere karşı Blackwater adlı özel orduyu ve onun ajanlarını da kullanmış olabileceği konusunda ciddi şüpheler var. AB'nin GDO'lu ürünlere karşı duruşu gereğinde gizli operasyonlarla cezalandırılabilir. Tam da böyle bir zamanda WikiLeaks'in ABD'nin (ve işbirlikçilerinin) ipliğini pazara çıkarması, bu planı da vurmuş görünüyor.

Belgelerde, Bush'dan bu yana ABD Hükümetlerinin, dünyada çok üst düzeyde GDO'lu ürün anlaşmaları yaptıkları ve bu konuda çalıştıkları anlaşılıyor. Bu ürünlerin 1992'de ilk kez resmileştirilmelerinden bu güne, sayısız zararı ortaya çıkarıldı.

ABD'nin bu konuyu çok ciddiye aldığına bakarak, bir diğer konuya daha dikkat çekmemiz gerekiyor. -Çünkü yukarıda anlattığımız, WikiLeaks'in ortaya çıkardığı konuyla birlikte değerlendirildiğinde özel bir anlam ifade ediyor.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, dünya nüfus kontrolü ve dünya nüfusunun azaltılması konusunda harcanacak bütçeyi açıkladı. buna göre Amerikan hükümeti, "Aile nüfus planlaması" konusunda 48 milyar Dolar harcayacak.

Clinton'ın sözleriyle, bu konu, "Amerikan dış politikasının merkezini/çekirdeğini oluşturacak" ABD, kadın ve çocuk ölümlerine karşı savaşacak -elbette harika! Ama bu konular üzerinden dünyada bir tür kontrol kurmaya çalışması kabul edilemez. Ayrıca bugünün dünyasını ABD'nin nasıl kontrol edebileceği de ayrı bir mizahi soru olsa gerek. En ilginç olanı da şu: Komplo teorileri malum.

Amerikalıların o teorilere özenmeleri de anlaşılabilir bir durum. Ama kapitalist sistemde tam kontroller kurmak -hele şimdi- imkansız. Böyle bir kontrolü gıda üzerinden kurmaya çalışmak ise, en hafif deyimiyle iğrenç.

ABD'nin "Nüfus araştırmaları", daha Birinci Dünya Savaşı'ndan önce başlıyor. 1974'de Nixon'ın hazırlattığı gizli nüfus raporunda (tıklayınız), nüfus politikasının güvenlik politikasıyla nasıl ilişkilendirildiği de görülüyor. Raporda, Türkiye, Endonezya ve Brezilya'nın nüfusunun düşük tutulması gerektiği savunuluyor.

Bu ülkelerin Hükümetleri, nüfuslarının artmasıyla birlikte baskı altında kalarak, ülke kaynaklarını kendi halklarına harcamak zorunda kalabilirlermiş! Bunun bir de politikasını yapmışlar. 1990'da yayımlanmasına izin verilen belgelerden biri olan bu raporu hazırlayan kişi de Kissinger. Soğuk Savaş döneminde Amerikan sömürüsünün iğrenç bir kanıtı. Demirel'in kulakları çınlasın!

İşin berbat yanı, bu tür politikaların bugün de sürdürüldüğüne dair işaretler var.

http://konstantiniye.blogspot.com/2010/12/wikileaksde-abdnin-abyi-tehdidi-gdo-ve.html

"Tarımını koruyamayan ülkeler, başka ülkelerin denetimi altına gireceklerdir."
12 Ocak 2011

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı, Türkiye'nin tarımsal üretim ve hayvancılıkta; yanlış politikaların yanı sıra süs gibi duran üretici örgütlerinden dolayı 'ithalat cenneti' olduğunu söyledi.

Türkiye'de tarımsal öğretimin başlamasının 165. yılı, Uludağ Üniversitesi Ziraat Fakültesi, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi ve TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Bursa Şubesi tarafından düzenlenen törenle kutlandı. Uludağ Üniversitesi Rektörlük A Salonu'nda yapılan törene çok sayıda öğretim üyesi, üretici temsilcileri katıldı.

Tarımın en eski uğraş alanlarından biri olduğunu belirten Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Cengiz Elmacı, Türkiye'de bu alanda yapılan eğitim öğretimin 10 Ocak 1846 yılında İstanbul Yeşilköy Ayamama çiftliğinde kurulan Mektebi Zirai Aliye'sinde (Ziraat Yüksek Okulu) başladığını söyledi. 1933 yılında ise Ankara'da Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulduğunu anlatan Elmacı, bu güne kadar 26 ziraat fakültesinin eğitim - öğretim yaptığını söyledi.

165 yılını dolduran tarım öğretiminin, araştırma ve yayım hizmetleriyle ülke tarımına önemli katkılar sağladığını belirten Cengiz Elmacı, "Ancak, günümüzde halen tarımsal üretimin oldukça önemli sorunları bulunuyor. 2010 yılına damgasını vuran en önemli konu kuşkusuz kırmızı et fiyatındaki artışlar ve hayvancılıkta başlayan ithalat süreci. Böylece ilk kez kurban bayramında ithal kurbanlık getirilerek, hayvancılık sektörü neredeyse dışa bağımlı hale gelmiştir." dedi.

Bu durumun özellikle yerli besicileri sıkıntıya düşürdüğünü anlatan Elmacı, şunları söyledi: "Kırmızı et fiyatlarındaki bu durumun gerçek ve temel nedeni Türkiye'de koyun, keçi ve sığır sayısının hızla azalmasına bağlı üretim düşüklüğü. Eğer hayvan varlığındaki bu erozyon önlenemez ise sorunun artarak devam edeceği kaçınılmaz."

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Doç. Dr. Ertuğrul Aksoy, tarımın düştüğü durumu rakamlarla ele aldı. 2011 yılı bütçesinden tarıma yapılacak desteklerin faize ödenecek miktarın 8'de biri olduğuna dikkat çeken Aksoy, "Bu sürecin durdurulması için ülke tarımı ve çiftçisi doğru politikalar ile yönlendirilip, desteklenmeli." önerisinde bulundu.

TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Serkan Durmuş, et ithalatının hayvancılığın sorunlarını çözmeyip, daha da çıkmaza sürüklediğini söyledi.

"ÜRETİCİ ÖRGÜTLERİ SÜS GİBİ"

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı, Türkiye hayvancılığı üzerine güncel çözümlemelerde bulundu.

Tarımsal üretim ve hayvancılığın yanlış politikalar sonucunda bugünkü duruma düşürüldüğünü anlatan Prof. Dr. Kaymakçı, "Türkiye ithalat cenneti bir ülke olarak tarihinde ilk kez Kurban Bayramı'nda hayvan ithal etmek zorunda kaldı. Bunda iktidarların yanlış politikaları kadar, üretici örgütlerinin çıkar çatışmaları yüzünden bir araya gelememeleri de önemli rol oynamıştır. Üretici örgütleri süs gibi durdukları için Türkiye ithalat cenneti olmuştur." şeklinde konuştu.

Avrupa Birliği'nde üretici örgütlerinin büyük bir güç olduğunu aktaran Prof. Dr. Kaymakçı, şunları dile getirdi: "Türk çiftçisinin üretimi pahalıya mal ettiği söylemi bir şehir efsanesinden ibarettir. Çünkü Türk çiftçisi tarımsal üretimde girdiyi en pahalı kullanan çiftçidir. Süt, yem ve mazot gibi girdilerde Avrupa ve dünya çiftçisiyle karşılaştırılması mümkün değil. Türk tarımı ve hayvancılığı, AB ve ABD'nin yönlendirdiği tekelci kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda şekillendiriliyor. Kendi ülkelerinde üreticilerine her türlü desteği verip, Türkiye'yi ithal cenneti haline getiriyorlar. Unutmayalım ki, tarımını koruyamayan ülkeler, başka ülkelerin denetimi altına gireceklerdir." habertaraf

Dünya sınırlıyor, Türkiye'de yayılıyor!
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi uzmanı Prof. Dr. Kenan Demirkol, HABERTÜRK TV'de Duygu Candaş'ın sorularını yanıtladı
31 Ocak 2011
HABERTURK.COM SAĞLIK HABERLERİ SERVİSİ

Üç tehlikeli beyaz olarak bilinen ‘un, şeker ve tuz’un insan sağlığına etkisi tartışılırken, daha az maliyetle elde edilen ve gazozdan çikolataya pek çok üründe kullanılan nişasta bazlı şeker (NBŞ), bazı AB ülkelerinde yasaklandı. Sebebi nişasta bazlı şekerin pek çok hastalığa neden olması.

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi uzmanı Prof. Dr. Kenan Demirkol, HABERTÜRK TV'de Duygu Candaş'ın sorularını yanıtladı.

Prof. Dr. Demirkol, nişasta bazlı şekerin karın tipi şişmanlığa neden olduğunu ifade ederken, bu şişmanlığın kansere kadar pek çok rahatsızlığa sebebiyet verdiğini söyledi.

Gofretten, dondurmaya, bisküviden, meşrubatlara kadar hemen hemen her üründe nişasta bazlı şekerin kullanıldığına değinen Prof. Dr. Kenan Demirkol, "Kemik erimesinden, kansızlığa, gut hastalığı, karın tipi şişmanlık, karaciğer yağlanması, kanserlere neden oluyor. Kanserlerde yüzde 40 artışa neden olabiliyor. Şişmanlık üzerinden bu hastalıklara yol açıyor. Dondurmalar, tatlı şerbetleri bile bu maddeden yapılıyor. Çikolataya kadar her alanda bu var. Meşrubat en tehlikelisi. Çok çabuk vücudu terk edebildiği için etkisi daha hızlı yayılıyor" dedi.

"ETİKET ZORUNLULUĞU YOK"
"Tüketiciye iş düşmeden önce hangi tip şekerin kullanıldığı ürünlerin etiketlerinde yazması gerekir" diyen Prof. Dr. Demirkol şunları söyledi: "Yüzde 90 mısır fruktozu içeren bir madde bir üründe kullanılırsa vay çocuklarımızın haline. Etiket zorunluluğu yok. Hangi tip bir mısır şurubunun kullanıldığı belirtilmiyor. Siz alırken neye istinaden alacaksınız?
GDO'lu mısırın bu sanayide kullanılıp kullanılmadığını bilmiyoruz. Mısır nişasta içerir. Nişasta glukoze dönüşür. Kimyasal olarak fruktoza çevirilir. Biz GDO'lu ürün de almış oluyoruz. Bu sayede GDO'lu ürünlerin zararlarını da almış oluyoruz."

"BU GİDİŞE MÜDAHALE EDİLMELİ"

Türkiye Ziraatçiler Derneği Başkanı İbrahim Yetkin ise HABERTÜRK TV'de Pelin Çift'in sorularını yanıtladı. Yetkin nişasta bazlı şekerin ucuz olması nedeniyle tercih edildiğini söylerken, pek çok ülkenin nişasta bazlı şekerin yasaklandığını belirtti.

Yetkin şunları da söyledi: "Her yıl NBŞ kotasının artırılması gündeme geliyor. Türkiye bu kota konusunda oranı en yüksek ülke. Türkiye'de bu gidişe müdahale etmek lâzım."

"ÇOCUKLARIN SEVDİĞİ GIDALARDA BOLCA VAR"
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Pediatri Onkolog Prof. Dr. Nurdan Taçyıldız da "Nişasta bazlı şekerli ürünler kalorisi yüksekliği nedeniyle kilo yapıyor" derken şöyle devam etti: "Çocuklarımızın çok sevdiği gıdada var. Daha tatlı, şekeri daha yüksek hissettiriyor. Meyve sularında, gazlı içeceklerde var. Çocuklarımızın tüketmesi risk taşıyor. Obezite düşmanımız halinde. Son çalışmalarda obezite artık ülkemizde sorun. Kiloya katkısı olan her şeye dikkat etmemiz gerekiyor. Mısır şurubu içeren maddeleri tüketmekte dikkatli olmalıyız. Bizler de hekimler olarak, ebeveynler olarak çocuklarımıza eğitim verebiliriz. Öğünlerin yerine yerleştirmemeleri konusunda eğitim verebiliriz."

Prof. Taçyıldız şunları da ekledi: "Çocukların sevdiği keklerde, çikolatalarda, şekerli içeceklerin yüzde 40'ından fazlasında bulunuyor. Pasta, şeker, şekerlemeleri tüketmemelerini tembihlememiz gerekir. Evimizde ürettiğimiz kek ya da poğaçaları tüketmelerini sağlamalıyız."

habertürk

Zenginlerin gözü yoksulun toprağında
11 Şubat 2011
Kalkınmakta olan ülkelerin gözü, büyük tarım arazilerinde.

Mali açıdan güçlü, kalabalık nüfusa sahip, ancak su kaynakları açısından yoksul olan ülkeler, gelişmenin eşiğindeki ülkelerde hızla toprağa yatırım yapıyor.
Çin, Güney Kore, Körfez ülkeleri ya da Hindistan gibi ülkelerden kamu ya da özel yatırımcılar, kalkınmakta olan ülkelerde satın alma ya da kira anlaşmalarıyla dev tarım arazilerini kendine bağlıyor. Buralarda üretilen gıda maddeleri, sadece yatırımı yapan ülkeye ihraç ediliyor. Dev arazilerde yerli halk yerlerinden sürülüyor, en büyük zararı kalkınmakta olan ülkelerdeki halk görüyor.

Madagaskar hükümeti, ülkenin tarım arazilerinin dörtte birini, 2008 yılında Güney Koreli Daewoo firmasına satmak istedi. Ancak bu plan çiftçiler hesaba katılmadan yapılmıştı. Planların kamuoyuna yansımasının ardından şiddetli protesto gösterileri düzenlendi. 2009 yılının ilkbaharında, öfkeli çiftçiler, Madagaskar hükümetini devirdi.

Nüfusu kalabalık ya da su kaynakları kısıtlı olan Çin, Hindistan, Güney Kore ve Körfez ülkeleri, kendi gıda ihtiyaçlarını temin edebilmek için kalkınmakta olan ülkelerde çok geniş araziler satın alıyorlar. Araziler için ödenen milyarlar, bu ülkelerin hükümetlerinin cebine giriyor. Katolik yardım örgütü Misereor’dan Martin Bröckelmann-Simon, söz konusu arazileri nesiller boyu işlemiş yerli çiftçilerin elinin ise boş kaldığına dikkat çekiyor.

Bröckelmann-Simon, “Geleneksel ekim sistemleri, toprağın kullanılmıyor gibi kabul edilmesine ve üzerinde binlerce çiftçi ailesi yaşamasına rağmen, görevdeki hükümetler tarafından satılmasına yol açıyor. Bu insanların kısa bir süre içinde topraklarını terk etmek zorunda kaldığına sıkça tanık oluyoruz" diyor.

Bildunterschrift:

Katar liman yapıp arazileri ekiyor

Kalkınmakta olan ülkeler yurtdışından gelen sermayeye bağımlılar. Bu nedenle hükümetler, toprağa meraklı devlet ve işletmeleri cezp etmek için her tür taviz ve kolaylığı gösteriyor. Bu milyarlık yatırımlardan çiftçilerin cebine tek kuruş bile girmiyor. Bu paralar prestijli projelere aktarılıyor. Kenya buna bir örnek. Katar Emirliği, Kenya’da 40 bin hektarlık arazide sebze-meyve ekimi yapıyor. Bunun karşılığında 2 milyar 300 milyon dolarlık bir yatırımla Kenya'da bir limanın modernizasyonunu üstleniyor.

Öte yandan, sanayi ülkeleriyle kalkınmanın eşiğindeki ülkelerin giderek artan enerji ihtiyacı nedeniyle dev araziler biyo-dizel üretimi için ayrılıyor. Örneğin Çin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde dünyanın en büyük hurma yağı plantasyonunu kurmayı planlıyor. Bu iş için kiralanan arazinin 2 milyon 800 bin hektar büyüklüğünde olduğu belirtiliyor. Bröckelmann-Simon, yerli tarıma zarar verilmesinin kalkınmakta olan ülkeler için ciddi sonuçları olacağını belirtiyor.

Bröckelmann-Simon, “Bu yatırımlara hedef olan ülkelerin gıda bağımsızlığı, büyük ölçüde tehlikeye giriyor ve böylece açlık, kentleşme ve yoksulluk gibi konularda sorunlar artıyor" ifadelerini kullanıyor.

Bildunterschrift: Großansicht des Bildes mit der Bildunterschrift: Oxfam uzmanı Marita Wiggerthale

33 milyon hektarlık arazi satışı

Bu arazilerin satışı çoğunlukla gizli yapıldığından boyutu ile ilgili kesin rakamlar verilemiyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün tahminlerine göre, 2006-2009 yılları arasında sanayileşmiş ve kalkınmanın eşiğindeki ülkeler, kalkınmakta olan ülkelerde yaklaşık 33 milyon hektarlık arazi satın aldı. Bu neredeyse Almanya büyüklüğünde bir alana denk geliyor. Washington’daki Uluslararası Gıda Politikası Enstitüsü, bu yatırımların tutarının 30 milyar doları bulduğunu tahmin ediyor. Yardım örgütü Oxfam’ın Almanya kolundan Marita Wiggerthale, üç yıl önce finans krizinin ortaya çıkmasından bu yana toprak satın alımlarının hızla arttığına dikkat çekiyor ve ekliyor: “2008 yılından bu yana gıda fiyatları çok güçlü bir şekilde arttı ve o dönemde bu toprak satın alma eğilimi de güçlendi. Doğal olarak araziler, çekici bir yatırım aracı haline geldi. Bu nedenle, spekülatif arazi satışları yaşandı.“

BM Gıda ve Tarım Örgütü, hükümetler ve sivil toplum örgütleriyle birlikte bu sorunu çözmek için uluslararası bir düzenleme üzerinde çalışıyor. Düzenlemenin yıl sonuna kadar yürürlüğe sokulması hedefleniyor. Oxfam'dan Marita Wiggerthale, böyle bir düzenlemeyle, ülke hükümetlerine, halkları karşısında hesap verme yükümlülüğü getirilmesi gerektiğini vurguluyor.

Deutsche Welle Türkçe

Dünya Bankası: Gıda fiyatları ürkütüyor
15 Şubat 2011
Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, küresel gıda fiyatlarının tehlikeli bir düzeye yükseldiğini söyledi

Banka tarafından yayımlanan bir açıklamaya göre Zoellick, fiyatlardaki bu artışın milyonlarca kişiyi yoksulluğa itebileceğini, siyasal istikrarsızlıkları körükleyebileceğini belirtti.

Zoellick, özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki halkların, gelirlerinin yarıya kadarını gıdaya harcamalarından ötürü, bu yükselişten en çok etkilenecek kesim olduğunu belirtti. Zoellick, gıda fiyatlarındaki artışın sürmesinin beklendiğini, ihracat yasakları ve iklim koşulları gibi nedenlerin kısmen bunun nedenleri olduğunu kaydetti.

Dünya Bankası raporlarına göre küresel gıda fiyatları geçen yıl yüzde 29 artarak, hemen hemen 2008'deki rekor düzeyine ulaştı. Dünya Bankası hesaplamalarına göre mısır, buğday gibi gıda fiyatlarındaki artış, Haziran ayından beri 44 milyon kişinin daha en yoksullar arasına eklenmesine yol açtı.
haber10

Tohumcular GDO tartışmalarına nokta koydu!
17 Şubat 2011
Tohum üreticilerinden 'GDO'lu tohum ithal ediliyor' iddialarına cevap...

Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) tarafından düzenlenen ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker'in de katıldığı “Tohum ve Doğal Hayat” konulu panelde tohum üreticileri Türk kamuoyunda tartışılan “Türkiye'ye GDO'lu tohum ithal ediliyor” iddialarına cevap verdi.

TÜRKTOB Yönetim Kurulu Başkanı Hakkı Şafak Ses, Türkiye'de GDO'lu tohum üretimi ve ithalatının yasak olduğunu vurgulayarak, “Konunun uzmanı olmayanlar tarafından dillendirilen ve bir takım panik ve korkunun reytingine bakarak haber niteliğinde çıkan her şey tamamen gerçek dışıdır. Türkiye topraklarına GDO'lu tohum ekilmemiştir” diye konuştu.

Panelde bir konuşma yapan Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker de GDO tartışmalarına dikkat çekerek, “Enformatik kirlilik giderek artıyor ve insanların zihinleri bulandırılıyor. Konuyla ilgili olmayan öyle bilgiler sunuluyor ki insanları yedikleri ve içtikleri ile sorunlu hale getiriyorlar” ifadelerini kullandı.

TÜRKTOB'un Ankara Crowne Plaza'da düzenlediği “Tohum ve Doğal Hayat” konulu panelde kamuoyunu meşgul eden ve tartışmalara neden olan “GDO ve ithal tohum” konuları tartışıldı. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker'in de katıldığı panele Doğal Tedavi Uzmanı Dr. Suat Arusan, Bitki Islahçıları Alt Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Vehbi Eser, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Daire Başkanı Metin Kaycıoğlu, Tohum Sanayicileri ve Üreticileri Alt Birliği Başkanı İlhami Özcan Aygun konuşmacı olarak katıldı.

“Türkiye Toprakları Temiz”

TÜRKTOB Yönetim Kurulu Başkanı Hakkı Şafak Ses, yaptığı açılış konuşmasında; Türkiye kamuoyunda tohumculuk hakkında birçok yanlış bilginin yer aldığını belirterek, “Çok sade ve yalın gerçekleri ifade etmekte bazen zorlanıyoruz. Çok net bir bilgiyi 350 firmasıyla Türkiye'de tohum üreten bir STK'nın başkanı olarak tekrar söylüyorum; Türkiye'de GDO'lu tohum ithalatı yasaktır. Bu topraklarda GDO'lu tohum ekilmemektedir. Bu Biyogüvenlik yasasıyla teminat altına alınmıştır. Bu güne kadar konunun uzmanı olmayan, GDO konusunda sadece bir takım panik ve korkunun reytingine bakarak haber niteliğinde çıkan her şey tamamen gerçek dışıdır. GDO denilince akla Türkiye'de üretilen tohum gelmesin. Türkiye toprakları temizdir, kimse endişe etmesin” şeklinde konuştu.

Şafak Ses, tohumculuk konusunda son yıllarda yapılan kanuni düzenlemelere de dikkat çekerek, “biz bundan 5-6 yıl önce tarım sektörü olarak yarı çıplaktık. 3 önemli kanun bu dönemde çıkmıştır; bunlardan biri, Tohumculuk kanunu, diğeri Biyogüvenlik Kanunu bir diğeri de Islahçı Hakları Kanunudur. Bu kanunlar sayesinde Türk tohum endüstrisi elbisesini giymiştir” dedi.

“Türkiye Tohumculukta Lider Olacak”

Bilgisizce yapılan tartışmaların Türk tohum sektörüne büyük zarar verdiğinin altını çizen Ses, “Tohum endüstrimiz hızla büyümektedir. Dünyada rekabet noktasında önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde lider olabilecek noktadayız. Farkında olmadan tohum üzerinden GDO tartışmalarını yürüterek halkın zihninde yedikleri içtikleri hakkında şaibeler oluşturuluyor. Bu durum tüketimi azaltarak, tüketimi azalan sektörün sanayisi sınırlanmakta yeni sermaye aktarımını kısıtlamaktadır ve Türkiye dünyada öncü olabileceği bir konuda geri kalmaktadır” diye konuştu. Ses, Türkiye'de tohumculuk konusunda yazılacak bilgilerin en doğru kaynağının TÜRKTOB olduğunun da altını çizdi.

Bakan Eker: Türkiye'ye muhalefet ediyorlar

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker de Türkiye'nin yerli tohum üretiminde büyük başarı sağladığını fakat yapılan tartışmalarla tohumculuk sektörüne zarar verildiğini belirterek şunları söyledi; “Birilerinin bize muhalefet edeceğim derken aslında Türkiye'ye muhalefet ederek, Türk çiftçisine, Türk bilim adamına, Türk sanayicisine Türk tarım sektörüne muhalefet ettiğini, Türkiye'nin gelişmesine ve kalkınmasına muhalefet ettiğini söylemek istiyorum” şeklinde konuştu.

Panelistler de Türkiye'nin tarım alanındaki zenginliklerine ve bu zenginliğin korunması için alınması gereken önlemlerin üzerinde durdu.

Doğal Tedavi Uzmanı Dr. Suat Arusan şöyle konuştu: “Bitkileri, hayvanları, toprağı, havası ve suyu ile tüm doğayı özellikle kendi doğamızı, psiko biyolojik varlığımızı koruyabilmenin biricik yolu, tohum-mikrop-kimyasal madde ve elektro manyetik radyasyon gerçeği ile yani mahşerin dört atlısı ile yüzleşmekten geçiyor. Yoksa ruhsal sağlığımız, zihinsel sağlığımız ve bedensel sağlığımız, tahrip olan fıtratımız nedeniyle ağır bir tehdit altında bulunuyor. Felsefe, tarih, tıp ve din bağlamında insanlığın evrensel doğrularının hikayesi…”

“Kara Propaganda yürütülüyor”

Bitki Islahçıları Alt Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Vehbi Eser de, “Tarımsal üretimde kullanılacak tohumun temel kaynağı, genetik kaynak olarak ifade ettiğimiz halihazırda var olan popülasyon yada çeşitlerdir. Bu kaynaklar ne kadar zenginse, bu kaynakları kullanacak bilgi birikimi ve tecrübe ne kadar yüksekse başarı şansı da o kadar yüksektir. Ülkemizin zengin genetik kaynaklarını gelmiştir. Ancak dünya ile rekabet edilebilirlik bakımından biraz daha zamana ihtiyaç vardır. Ülkemiz tohumculuğunun rekabet üstünlüğü sağlaması, dünyada yaşanmakta olan ‘daha doğal olana özlem' algısını ne derecede iyi değerlendirebileceğine bağlıdır. Ülkemiz tohumculuk sektörünün kendisi için belirlediği ‘Milli Tohumculuk Sektörünü' oluşturma hedefi bu bakımdan ele alınması gereken bir değerdir” diye konuştu.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Daire Başkanı Metin Kaycıoğlu, ise ithal tohum konusunun yanlış bilindiğini söyleyerek, Türkiye'nin tohum konusunda dışarıya bağımlı olmadığını kedi kendine yeten bir ülke konumunda olduğunu vurguladı. Kaycıoğlu, “Türkiye'nin tohum konusunda dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olduğu gerçeği kamuoyundan gizlenmeye Çalışılmakta, kara propaganda yürütülmektedir” dedi.

Tohum Sanayicileri ve Üreticileri Alt Birliği Başkanı İlhami Özcan Aygun da, Türkiye'de tohumculuk sektöründe özel tohumculuk kuruluşlarının önemine dikkat çekerek, şunları söyledi; “Çoğu bitki türlerinde ulusal tohumluk ihtiyacının çok büyük bir kısmını özel tohumculuk kuruluşları tarafından sağlanmaktadır. Özel tohumculuk kuruluşları tohumluk üretiminde olduğu kadar çeşit geliştirme konusunda da aktif durumdadır. Türkiye'den yapılan tohumluk ihracatı -her ne kadar tohumluk ithalatı kadar olmasa da- yıldan yıla önemli artış eğilimi göstermektedir.”

Öğle yemeğinde Osmanlı yemeklerinden oluşan menünün servis edildiği panelin sonunda panelistlere teşekkür plaketi sunuldu. Panelin yapıldığı salonun Türkiye tarımı ve tohumculuktaki gelişimi gösteren istatistikî bilgilerin yer aldığı dövizlerle süslenmesi dikkat çekti.
Bugün

G20'ye 'gıda fiyatlarında spekülasyonu durdur' çağrısı
18 ŞUBAT 2011

Dünyanın en büyük ekonomilerinin oluşturduğu G20 grubunun maliye bakanları ve merkez bankası başkanları bugün Paris'te bir araya geliyor.
Uluslararası Para Fonu IMF, toplantı öncesinde, gıda fiyatlarındaki yükselişin ekonomik dengesizlikleri de artırdığına dikkat çekerek, bu soruna öncelik verilmesini istedi.

Hafta başında Dünya Bankası da, gıda fiyatlarının "tehlikeli seviyelere" ulaştığını belirtmişti.
Dünya Bankası'na göre, Haziran ayından bu yana 44 milyon kişi daha yoksulluk sınırının altına düştü.
IMF Başkan Yardımcısı John Lipsky, BBC'ye yaptığı açıklamada, G20 ülkelerinin istikrarsızlığı önlemek için çare üretmesi gerektiğini belirterek, "Temel tüketim maddeleri, özellikle de gıda fiyatlarındaki dalgalanma nedeniyle, büyük bir endişe hakim" dedi.
Sosyal patlama tehlikesi
G20 dönem başkanı Fransa'nın Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy de, gıda fiyatlarındaki ani yükselişleri ve dalgalanmayı durdurmak için emtia piyasasındaki spekülatörlerin engellenmesi gerektiğini söyledi.
Dünya Kalkınma Hareketi (WDM) öncülüğündeki 100 kadar örgüt de, spekülasyonun tehlikelerine dikkat çeken bir bildiriye imza attı.
WDM'den Julian Oram, "G20 gıda fiyatlarındaki spekülasyonla mücadele ederek, hayat kurtarabilir, kronik açlığı azaltabilir ve iç savaşlarla sosyal patlamaları önleyebilir" dedi.
Dünya Bankası'nın çağrısında da gıda fiyatlarındaki artışın Orta Doğu'daki isyan dalgasının başlıca nedenlerinden biri olduğu vurgulandı. BBC

Dünya GDO ürün pazarı büyüyor
27 Şubat 2011
http://www.haber10.com/images/news/300x225/233928.jpg
ISAAA 2010 raporuna göre, genetik yapısı değiştirilmiş organizmaların (GDO/transgenik) üretildiği alanlar 2010 yılında bir önceki yıla göre yüzde 10 oranında artarak 148 milyon hektara yükseldi.


Tarımsal Biyoteknoloji Uygulamaları İçin Uluslararası Hizmetler Enstitüsü (ISAAA) 2010 raporuna göre, genetik yapısı değiştirilmiş organizmaların (GDO/transgenik) üretildiği alanlar 2010 yılında bir önceki yıla göre yüzde 10 oranında artarak 148 milyon hektara yükseldi.

En hızlı adapte olunan ürün teknolojisi unvanını alan transgenik ürünler ilk kez 1996'da ticarileştirildi ve oldukça yeni bir pazar olmasına karşın önemli büyüme kaydetti.

Dünyada toplam GDO ekim alanı 1996'da 1,7 milyon hektarken, bu rakam 2010'da bir önceki yıla göre yüzde 10 (14 milyon hektar) artarak 148 milyon hektara yükseldi.

Transgenik ürünleri üreten ülke sayı 1996'da 4 iken, bu rakam 2010'da 29'a çıktı. ABD, Brezilya, Arjantin, Hindistan ve Kanada GDO üretimi yapan ilk beş ülke olarak sıralanıyor.

ISAAA'nın 5 yıllık tahminlerine göre, 11 ülke daha 2015 yılına kadar GDO'lu ürün üretimine başlayacak. Böylece, toplam sayı 40'a ulaşacak.

Dünyada GDO'lu ürünlerin toplam Ekim alanına bakıldığında gelişmiş ülkelerde daha fazla olmasına rağmen son yıllardaki artış hızı, gelişmekte olan ülkelerde gelişmiş ülkelere göre daha yüksek.

Son 10 yıllık süreçte GDO'lu bitkilerden en fazla üretilen ve üretimi devamlı artış gösteren ürün ise soya oldu.

-KÜRESEL BAZDA 15,43 MİLYON KİŞİ GDO'LU ÜRÜN ÜRETİMİNDE ÇALIŞIYOR-

ISAAA'nın raporuna göre, 2010 yılında transgenik (GDO) ürünleri üreten büyük, orta ve desteğe muhtaç küçük üretici sayısı 29 ülkede 15,43 milyona ulaştı. Bunların içerisinde 14,4 milyon üretici, küçük ve yardıma muhtaç üretici olup gelişmekte olan ülkelerde bulunuyor.

Örneğin Çin'de 6,5 milyon kişi yalnızca 600 bin hektar alanda pamuk üretimi yaparken, Hindistan'da 6,3 milyon kişi, Pakistan'da 600 bin kişi, Myanmar'da 400 bin kişi, Burkina Faso'da 100 bin kişi, diğer 13 gelişmekte olan ülkelerde ise 200 bin kişi transgenik ürün üretiyor.

2010 verilerine göre dünya nüfusunun yüzde 59'unu oluşturan yaklaşık 4 milyar insan, 148 milyon hektar alanda transgenik üretimi gerçekleştiren 29 ülkede yaşıyor.

Şeker Pancarı, GDO pazarına ilk defa 2008 yılında ABD ve Kanada'da girdi.

-GDO'LU ÜRÜNLERİ ÜRETEN 29 ÜLKEDEN 19'U GELİŞMEKTE OLAN ÜLKE-

Transgenik ürünleri üreten 29 ülkeden 19'u gelişmekte olan ülke, 10'u ise gelişmiş ülke.

2010'da transgenik ürünlerin yüzde 48'ini gelişmekte olan ülkeler yaparken, 2009-2010 döneminde söz konusu ülkelerdeki üretim alanları yüzde 17 oranında (10,2 milyon hektar) artış kaydetti. Gelişmiş ülkelerde ise yalnızca yüzde 5 (3,8 milyon hektar) artış gösterdi.

Çin, Hindistan, Arjantin, Brezilya ve Güney Afrika gibi 5 temel gelişmekte olan ülkede yaklaşık 2,7 milyon kişi transgenik ürünlerin üretiminde çalışıyor. Söz konusu ülkelerde 2010'da yaklaşık 63 milyon hektar alanda üretim gerçekleştiriliyor. Bu rakam toplam küresel üretimin yüzde 43'ünü oluşturuyor.

Brezilya, 2010'da GDO'lu ürün üretim alanını yaklaşık 4 milyon hektarla en fazla artıran ülke oldu.

Avrupa Birliği'nde ise 8 ülke transgenik ürün üretimi gerçekleştirirken, başta İspanya olmak üzere 6 AB ülkesi 91 bin 193 hektar alanda transgenik ürün üretiyor. GDO'lu patates üreten Almanya'nın ise üretimini 2010'da azaltması dikkat çekti.

2010 yılında transgenik ürünler üreten ülkeler arasına üç yeni ülke daha katıldı. Pakistan pamuk, Myanmar ve İsveç ise patates üretimine başladı.

Afrika kıtasında, 2007 yılında yalnızca Güney Afrika Cumhuriyeti'nde GDO'lu ürün üretilirken, 2008 yılında ülke sayısı 3'e çıkarak Burkina Faso transgenik pamuk ve Mısır ise transgenik mısır üreterek bu gruba dahil oldu.

-TRANSGENİK ÜRÜN PAZARININ LİDERİ SOYA-

Geçen yıl da transgenik ürün pazarında soya 73,3 milyon hektar alanla ilk sırada yer almaya devam etti. Soya, küresel transgenik ürün ekim alanının yaklaşık yüzde 50'sini oluşturuyor. İkinci sırada 46,8 milyon hektar alanla mısır yer alıyor. Mısır ekimi, toplam alanın yüzde 31'ini teşkil ediyor. Pamuk 21 milyon hektar alanda (yüzde 14), kanola 7 milyon hektar alanda (yüzde 5) üretiliyor.

Transgenik ürün üretimi, hektar başına verimliliği önemli oranda artırırken, maliyeti de azaltıyor. 1996-2009 döneminde transgenik ürün pazarında üretim maliyetleri yüzde 44 oranında azaltılarak yaklaşık 65 milyar dolar kazanç sağlandı. Söz konusu dönemde 83,5 milyon ton soya, 130,5 milyon ton mısır, 10,5 milyon ton pamuk, 4,8 milyon ton kanola olmak üzere toplam 229 milyon ton GDO'lu ürün üretildi.

-TÜRKİYE'DE GDO ÜRETİMİ, GDO'LU TOHUM İTHALATI, KULLANIMI VE TİCARETİ YASAK-

Türkiye'de Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın 2009 yılı Ekim ayında yayımladığı Gıda ve Yem Amaçlı Genetik yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik, GDO'lu ürünler ve ticareti konusunda yoğun tartışmalara neden olurken, 2010 yılında GDO konusunda ''Biyogüvenlik Kanunu'' çıkarılarak düzenleme yapıldı.

Yasa, genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünleri ile ilgili olarak araştırma, geliştirme, işleme, piyasaya sürme, izleme, kullanma, ithalat, ihracat, nakil, taşıma, saklama, paketleme, etiketleme, depolama ve benzeri faaliyetlere dair hükümleri düzenliyor.

Yasa ile GDO üretimi, GDO'lu tohum ithalatı, kullanımı ve ticareti yasaklanıyor. Türkiye'de, Biyogüvenlik kurulu, soyada 3 GDO geninin hayvan yemi olarak kullanımına izin verdi. AB'nin izin verdiği 28 gene daha izin verilmesi söz konusu.

Biyogüvenlik Kurulu, bir ürünün GDO'lu sayılabilmesi için AB'ye uygun olarak binde 9 eşik düzeyini belirledi. Türkiye, GDO'larla ilgili etiketlemede de AB sistemini benimsedi. Binde 9'un üzerinde GDO içeren ürünün GDO'lu olarak etiketlenmesi gerekiyor. haber10

'Artan gıda fiyatları, Asya ekonomilerini vuracak'

26 NİSAN 2011
Asya Kalkınma Bankası ADB, yüksek gıda ve petrol fiyatlarının Asya ekonomilerinde büyümeyi tehdit ettiğini bildirdi.

Banka, gıda ve petrol fiyatlarının bu hızla artmaya devam etmesinin, Asya ekonomilerindeki büyüme oranlarını yüzde 1,5'a varan oranlarda düşürebileceğinin altını çizdi.
Bankadan yapılan açıklamaya göre bu yıl birçok Asya ülkesinde gıda fiyatları, ortalama yüzde 10 oranında arttı.
Petrol fiyatları da Orta Doğu'da yaşanan kriz nedeniyle yükseldi.
Asya Kalkınma Bankası, bu iki faktörün birleşiminin, Asya ekonomilerinin büyümesi önünde ciddi bir engel oluşturduğunu ifade etti.
Asya ülkeleri, küresel mali krizden sağlam çıkmış olsalar da, bölgede geçim masraflarının giderek artması büyük kaygı yaratıyor.
İhracat yasakları
ADB, giderek yükselen gıda fiyatlarının Asya'da yaklaşık 64 milyon insanı aşırı yoksulluğa itebileceğine dikkat çekti.
Dünyadaki yoksul nüfusun üçte ikisi Asya'daki gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor.
Bankanın baş ekonomisti Changyong Rhee, "Asya'daki kalkınmakta olan ülkelerdeki yoksul ailelerin halihazırda gelirlerinin yüzde 60'ından fazlasını gıdaya harcadıklarını, fiyatların daha da artmasının sağlık ve çocuklarının eğitim masraflarını karşılama kabiliyetlerini azaltacağını" vurguladı.
Changyong Rhee ayrıca gıda ihracat yasaklarından ve kısa vadeli tedbirlerden kaçınılması gerektiği uyarısında bulundu.
Asya Kalkınma Bankası ayrıca gıda fiyatlarının kısa vadede kırılgan bir yapıda olmaya devam edeceğini belirtti. BBC

Patlayan karpuzların sırrı
17 MAYIS 2011

Çin'in doğusunda Jiangsu eyaletindeki çiftliklerde yetiştirilen karpuzlar belirli bir boya geldikten sonra patlıyor.

Çin devlet televizyonunun yaptığı araştırma bölgedeki mahsulün büyük bölümünün kullanılamaz hale geldiğini ortaya koydu.
Patlamaya, karpuzun hızlı büyümesine yardımcı olan bir kimyasalın aşırı kullanımının neden olabileceği belirtildi.
Ancak kimyasal madde kullanılmadan üretilen karpuzlarda da aynı sorunun görülmesi kafaları karıştırdı.
Ziraatçiler hava koşullarının da sorun yaratıyor olabileceği görüşünde.
Jiangsu bölgesindeki üreticilerin bir süredir büyüme hızlandırıcı spreyleri bolca kullandığı belirtiliyor.
Üreticiler böylelikle ürünlerini pazara daha erken çıkarmayı ve karlarını artırmayı hedefliyor.
Devlet televizyonunun haberine göre karpuzlar patlamaya, Japonya'dan getirilen yeni tohumların kullanılmaya başladığı geçen ay başladı.
Çoğu üretici mahsulün dörtte üçünü kaybetti.
Sağlık bakanlığı yetkilileri ise büyüme hızlandırıcı kimyasalların gerekli onayları aldığını, sağlık açısından bir zararı olmadığını belirtiyor.
Bazı uzmanlar ise kamuoyunda bazı tarım ürünlerinin sağlığa zararlı olup olmadığıyla ilgili haklı kaygılar oluştuğunu, özellikle karpuzda üretim sürecinin daha dikkatli denetlenmesi gerektiğini vurguluyor.
BBC

'Batı bulutları engelliyor'
19 Mayıs 2011
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Batı ülkelerin İran'ın da aralarında bulunduğu dünyadaki belirli ülkelerde kuraklık yaratmayı hedeflediğini ileri sürdü

İran'ın orta kesiminde yer alan Merkezi eyaletinde, bir baraj açılışı töreninde konuşan Ahmedinejad, aralarında İran'ın da bulunduğu bazı ülkelere doğru gelen bulutların geçen yıl Avrupa'da engellendiğini iddia etti.

Ahmedinejad, "Geçen yıl Avrupalılar sahip oldukları özel teknoloji ile yağışlı bulutları boşaltarak aralarında İran'ın da bulunduğu bölge ülkelerine ulaşmasını engelledi. Bulutlar, batıdan doğuya doğru hareket ettiğinden bu işlem sonucu İran'da yağış yağmadı" dedi. İran'ın bazı bölgelerinde geçen yıl ağır kuraklık yaşanmıştı.

IRNA haber ajansına göre, Türkiye ve İran'dan başlayarak Doğu Asya'ya kadar uzanan bölgede önümüzdeki 30 yıl içinde kuraklık olacağını bildiren adını vermediği "Batılı bir politikacı"nın sözlerini hatırlatan İran Cumhurbaşkanı, "Bu makaleyi yazan Batılı politikacı, su konusunda uzman biri değildi. Bu da makalenin bilimsel çalışma olmadığını ve tasarlanmış bir öngörü ve plan olduğunu gösteriyor" diye konuştu.

Avrupalı ülkelerin bu yöntemle bölge ülkeleri içinde çatışma yaratmayı hedeflediğini ifade eden Ahmedinejad, konuyu yasal yollarla takip edeceklerini söyledi. haber10

E-Coli'nin nedeni GDO mu?

Avrupanın uzun yıllardır gördüğü en büyük salgında Mayıs başından beri en az 22 kişi hayatını kaybetti. 2 bin kişiye yakın kişi de hastanelik oldu.

06 Haziran 2011
Anadolu Haber

Almanya’da başlayan E-Coli salgınında ölü sayısı 22’ye ulaştı. CTV News’ün haberine göre, salgının kaynağının soya filizleri olabileceği bildirildi. Alman Tarım Bakanı Gert Hahne, “Salgının muhtemel nedenin soya filizleri olduğu belirlendi” dedi.

Alman yetkililer daha önce açıklamalarında, domatesleri, yeşillikleri ve salatalıkları salgının nedeni olarak göstermişti.

Avrupa’nın modern tarihindeki en ölümcül E-Coli salgını, Mayıs ayının başından beri 22 kişinin ölümüne neden oldu. Almanya’da 2 bine yakın kişinin salgından etkilendiği bildirildi. Bunların en az 520’sinin böbrek yetmezliği ile hayati tehlikede olduğu açıklandı.

E-Coli, insan bağırsaklarında yaşayan genel olarak faydalı bir bakteri türü. Ancak genetiği mutasyon geçirmiş bakteriye maruz kalmak hastalıklara yol açabiliyor. Gıdalarının genetiği değiştirilmesi işlevi sırasında E-Coli bakterisi, değiştirilmiş DNA’nın klonlanması için kullanılıyor. Daha sonra bu üretilmiş DNA’lar bitki hücrelerine naklediliyor. E-Coli bakterisi doğal süreçte istenilen DNA’yı üretebildiği için tercih ediliyor.

Genetiği değiştirilmiş gıdalar yenmesi durumunda buradaki DNA, sindirim yollarındaki E-Coli bakterilerini mutasyona uğratarak hastalığa neden olabilir. GDO Teknolojisi devlerinden DuPont’un ABD Tarım Bakanlığı ile yaptığı son anlaşma E-Coli’nin bu “bulunması zor ve zararlı DNA’ları tespit” amacını taşıyor.

Conservative Critics bloguna göre, benzer bir olay 2 yıl önce Merkez California’da meydana geldi. Genetiği değiştirilmiş gıdalar yiyen yüzlerce kişi aynı şekilde E-Coli’den rahatsızlandı. Ancak GDO endüstrisini koruma amacıyla Salinas Vadi’si olayı örtbas edildi. Salgının bulunduğu yerden uzak bir bölgedeki hayvan dışkılarının günah keçisi ilan edildi.

timetürk

DÜNYANIN GIDA VE AÇLIK SORUNU...
SALIH SELÇUK
15 HAZIRAN 2011

İki kişilik hayaller...

İki kişilik dünyalar...

Yeni dünyanın tek "değeri" aşk. Ve aşk iki kişilik haliyle, dünyanın gerisini kapsamayan, "özel" bir şey sayılıyor...

Bu yeni çarpık anlayışın bir sonucu olarak, bütüne karşı sorumluluk duymayan isriridyeci kaypak vatandaş, kendi istiridyesi için ilkelerini ve değerlerini anında satabiliyor. Çağdaş ve de modern vatandaşın iliklerine kadar sinmiş bir durum!..

Televizyonda boynu bükük aç Afrikalıların "görüntüyü bozduğu" için hemen zaplandığı bir dünyada yaşıyoruz...

İşte bu ahval ve şerait dahilinde dünyanın gıda ve açlık sorunu, istiridye severlerin devam ettiği "lüks" lokantaların lafazan garsonları dahil herkesi ilgilendiriyor!..

Çünkü aç sayısı bir milyar...

Yani bu dünyada yaşayan her beş-altı kişiden biri...

Günde 25.000 kişi, açlık ve yetersiz beslenmeye has nedenlerle ölüyor.

Tabii konu bu kadar soyut değil...

Geçen yıl çok sıcak olmuştu ya hani?!..
(Bu yıl daha da sıcak olacak!..)

İşte o sıcaktan ve çıkan yangınlardan, ekinler duman oldu...

Bu yıl Kanada'dan Almanya'ya, oradan Karadeniz'e kadar ekmek sorun olabilir... Türkiye bu işten muaf değil. Geçen yıl Rusya'daki devasa orman yangınlarının ilk önemli etkileri bu yıl görülecek. Ekmek fiyatları artmış durumda. Avrupa'da henüz bir değişiklik yok ama olabilir.

Zapladığınız açlık kapınızda...
(Bak seçimlerden daha önemli bir konu...)

http://konstantiniye.blogspot.com/

"Bitki Casusları" Türkiye'ye Dadandı
10.07.2011
Uzmanlar uyarıyor: "Sadece Türkiye'de bulunan binlerce endemik bitki yurtdışına kaçırılıyor. Türkiye milyarlarca dolar zarara uğratılıyor"



Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Botanik Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Atabay Düzenli, bitki kaçakçılığıyla Türkiye’nin milyarlarca dolar zarara uğratıldığını belirterek, "Yıllardır süregelen bu kaçakçılığa karşı önlem alınmaması bitki casuslarının adeta iştahını kabartıyor. İzinsiz bitki toplamanın önüne geçmek için yeni kurallar ve yaptırımlar olmalı" dedi.
Prof. Dr. Düzenli, yaptığı açıklamada, Türkiye’de dünyanın hiçbir yerinde olmayan 3 bin 500 endemik bitki bulunduğunu, bu bitkilerin yıllardır çeşitli yöntemlerle kaçırıldığını, ardından yurt dışındaki laboratuvarlarda, gen bankalarında değerlendirildiğini ve genetik haritalarının çıkarıldığını dile getirdi.

Dünyada sadece bir bölgede yetişen bir bitkiden örnek alınıp genlerinin çözülebildiğini ifade eden Düzenli, kaçırılarak gen haritası çıkarılan bir bitki ile ilgili ilaçlar üretmenin, o bitkiyi ortadan kaldıracak virusler geliştirmenin ve yine o bitkinin genlerine başka genler de monte ederek o bölgedeki başka bitki türlerini ortadan kaldırmanın da mümkün olduğunu anlattı.

"Bir Bitki ’Canavar Bitki’ye Dönüştürülebilir"
Düzenli, "Bir bitkiyi ’canavar bitki’ haline getirmek şu anki teknoloji ile çok kolay. Genleri çözülmüş bitkiler tekrar bir tarlaya ekildiğinde içeriğindeki genetik değişim yüzünden o bölgedeki bitki örtüsünü yok etmekte ve o bölgedeki diğer bitki örtüsünü belirli böcek türlerine veya mantar türlerine zayıf hale getirebilmektedir" diye konuştu.

Kaçakçıların akla hayale gelmedik yöntemlere başvurduğunu ve çoğunlukla turist kimliğini kullandıklarını belirten Prof. Düzenli, izinsiz bitki toplamanın önüne geçmek için yeni kurallar ve yaptırımlar olması gerektiğini vurguladı.
TRT

GDO'lu mısır Meclis gündemine taşındı
11 Temmuz 2011
CHP Balıkesir Milletvekili Namık Havutça, GDO'lu mısır operasyonunu, vereceği soru önergesiyle TBMM gündemine taşıyacağını açıkladı.

Bandırma Limanı'nda 16 Mayıs 2011'de Ukrayna'dan Türkiye'ye gelen ''Osama'' ve ''Volgabolt'' isimli gemilere gümrük ekiplerince düzenlenen operasyonda 6 bin 600 ton GDO'lu mısır ele geçirildiğini anımsatan Havutça, mısırların, biri Bursa diğeri Balıkesir'de yerleşik 2 firma tarafından ithal edilmek istendiğinin belirlendiğini söyledi.

Mısırların ithalatı için alınması gereken kontrol belgesinde 'GDO yoktur' şeklinde rapor verildiğini kaydeden Havutça, şöyle konuştu:

''Balıkesir Tarım Müdürlüğünde görevli 2 kişi ile ithalatçı firmaların yöneticilerinin de aralarında bulunduğu toplam 14 kişi hakkında soruşturma başlatıldı. Tarım Bakanlığı, GDO'lu mısır operasyonu ve soruşturmanın sonuçlarının kamuoyuyla paylaşmalıdır.''

Havutça, hayvan yemi olarak yurda girişine izin verilen üç soya geni için belirlenen kuralların Tarım Bakanlığı tarafından uygulandığını belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Buna göre bakanlık Biyogüvenlik Kanununun yürürlüğe girdiği günden bugüne ithal edilen soya miktarı, bu soyaların hangi yem fabrikalarına, son tüketim ve dağıtım yerleri de dahil olmak üzere nerelere ulaştırıldığı, kayıt ve izleme altında olan ithalatın gıda veya başka bir amaçlı olarak ya da tohum olarak kullanılıp kullanılmadığı kamuoyuna açıklanmalıdır.''

2010 yılı Mart ayı içinde kabul edilen Biyogüvenlik Kanunu ile GDO üretimi, GDO'lu tohum ithalatı, kullanımı ve ticaretinin yasaklandığını ifade eden Havutça, ''Ancak, kanun 3 ay sonra yürürlüğe girdi. Bu süre içinde Türkiye'ye giren GDO'lu ürünlerin bakanlık tarafından tespit edilip edilmediği bilinmemektedir. Tohum ithali yapılan gümrük kapılarında, ürünlerin, GDO ile ilişiği bulunup bulunmadığı hangi bilimsel çalışmalarla gerçekleştirildiği, bakanlığın bu bilimsel ve teknik çalışmaları yapacak olanaklarının bulunup bulunmadığı kamuoyuyla paylaşılmalıdır'' dedi. haber10

Macaristan'da genetiği değiştirilmiş mısır
23 TEMMUZ 2011
Tarık Demirkan
Budapeşte

Genetiği değiştirilmiş bitkilerin ekiminin ve tohumunun hazırlanmasının kesinlikle yasak olduğu Macaristan, geçtiğimiz günlerde bu alanda bir darbe yedi.
Her yıl yapılan sıkı denetimler, bu kez Macaristan’da binlerce dönümlük mısır tarlasında karışık bir şekilde ve yer yer, kısa adı GDO olan, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar içeren tohumlar kullanıldığını tespit etti.

Bunun üzerine de ayırım yapılmadan binlerce hektarlık mısır ekini tarlada toptan imha edildi.
Kontroller ülke çapında devam ediyor.
GDO'lu tohumların hangi mekanizmalarla gizli bir şekilde diğer tohumlukların arasına karıştırıldığı ortaya çıkarılmaya çalışılıyor.
Binlerce dönümlük arazideki ekinin imhasının maddi anlamda büyük zarara neden olduğu açık, ama uzmanlara göre bu gelişmeyle Macaristan’ın karşı karşıya kalabileceği prestij kaybı daha büyük bir tehlike oluşturuyor.
Macaristan GDO'yu kesinlikle yasaklayan bir ülke ve bu anlamda Genetiği Değiştirilmiş Organizma (bitki) tohumluğu anlamında "temiz" ülke olarak biliniyor ve bu nedenle de bitki ve tohumluk satışında dünya çapında çok iyi bir üne ve pazara sahip.
GDO'lu mısır tohumlarının kullanıldığının ortaya çıkarılması ise, Macaristan'da tarımın "kirlendiği" yani GDO'lu tohumların tarıma "bulaştığı" anlamına gelebilir ve bu da Macaristan'a bu piyasayı kaybettirebilir.
Uzmanlar Genetiği Değiştirilmiş Bitki tohumu hazırlayan dev şirketlerin, buna benzer uygulamaları geçtiğimiz yıllarda Latin Amerika ülkelerinde de gündeme getirdiklerini hatırlatıyorlar.
Bu ülkelerde de nasıl olduğu bilinmeden GDO’lu bitkiler tarım alanına sızdırılmış birkaç yıl içinde ülke tarımını istila etmişti.
Genetiği değiştirilmiş bitkiler, bitki ilaçlarına dayanıklı bazı genlerin laboratuarlarda yerleştirilmesiyle ortaya çıkıyor.
Bu bitkiler bitki ilaçlarına karşı çok dayanıklı olduğundan tarlada, ayrık otlarını yok eden yoğun ilaçlamaya karşı dayanıklılar.
Ama insan sağlığı ve diğer bitkiler açısından ise ne gibi tehlikeler taşıdığı henüz tam olarak bilinmiyor.
Bu nedenle de doğa ve çevre sağlığı uzmanları bu tür bitkilere şiddetle karşı çıkıyorlar. BBC

Günaydın: Böcekli ve GDO'lu ürünler sofrada
28 Temmuz 2011
CHP Ankara Milletvekili Gökhan Günaydın: 'Binlerce ton zarar görmüş ve canlı böcek içeren ekmeklik buğday işleme süreçlerinden sonra tüketici sofrasına ulaşmıştır '
[img]http://www.haber10.com/images/news/300x225/247700.jpg [/img]
CHP Ankara Milletvekili Gökhan Günaydın, TBMM’de, "Halk sağlığına aykırı gıda maddelerinin ithalatında gümrüklerde yapılan usulsüzlükler ve bunun Ramazan ayı öncesinde tüketici sofrasına olan etkileri" konulu bir basın toplantısı düzenledi.

"Halk sağlığı ile oynanıyor, birtakım firmalara haksız kazanç sağlanıyor"

Ambarlı Gümrük Müdürlüğü’nün Türkiye’de tarım ve gıda ithalatının çok yoğun olarak yapıldığı bir gümrük müdürlüğü olduğunu ifade eden Günaydın, "Bize ulaşan belgelerden, Ambarlı Gümrük Müdürlüğü’nde gümrük talimatlara aykırı bir yığın işlem yapılmakta ve halk sağlığına aykırı ithal ürünler yurt içi edilmekte ve böylece halk sağlığı ile oynanmakta ve birtakım firmalara haksız kazanç sağlanmakta. Bununla ilgili iki örnek olayı var. Hep aynı firmadan söz edeceğiz" dedi.

"İki kez uygunsuzluk görüşü verilen firmanın ürünleri yurda girdi"

Bir firmanın Çin’den 110 ton buğday gluteni ithalatı kapsamında Ambarlı Gümrük Müdürlüğü’ne getirdiği malının, gerekli kontrollerinin yapılması için İstanbul İl Tarım Müdürlüğü’ne Kasım 2009’da başvurduğunu belirten Günaydın, şöyle dedi:

"İstanbul Tarım İl Müdürlüğü, 1 Nisan 2010 tarihinde Ambarlı Gümrük Müdürlüğü ve ilgili firmaya gönderdiği 1 Nisan 2010 tarihli yazıda, daha evvel 2 kez uygunsuzluk görüşü bildirdiği parti için bu kez ‘Bakanlığımız Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğünün talimatları gereğince işlem yeniden değerlendirilmiş olup, yapılan muayene ve analizler sonucunda yurda girişi uygun görülmüştür’ denilmiştir" dedi.

"Binlerce ton zarar görmüş tane ve canlı böcek tüketici sofrasına ulaştı"

Basın toplantısında ikinci bir örnek daha veren Günaydın, "Bir firma Ukrayna’da bulunan RESTEX ALLIANCE firmasından ithal ettiği ve M/V Mert Kalkavan ve M/V ARSEL STAR adlı iki ayrı gemi ile taşıdığı ekmeklik buğdayı Türkiye’ye getirir" dedi.

Gemilerden alınan numunelerden analiz yapıldığını belirten Günaydın, "İstanbul İl Kontrol Laboratuarı Müdürlüğü’nce yapılan ve 16 Mart 2011 tarihli muayene ve analiz raporuna göre kayıt edilen analiz sonuçlarında, firma güvenliğine bırakılıp ertesi gün geri alınan numune ithalat kriterlerine uygun bulunur. Diğer numunade ise çok sayıda canlı böcek ve yüzde 1,16 oranında zara görmüş tane tespit edilir" dedi.

Ekmeklik buğdayın Nisan 2011 ayı içinde beyannamesi tescil edilerek yurda sokulduğunu vurgulayan Günaydın, "Aslında binlerce ton zarar görmüş ve canlı böcek içeren ekmeklik buğday işleme süreçlerinden sonra tüketici sofrasına ulaşmıştır. Canlı böcek ve zarar görmüş tane içeren mal işleme süreçlerine dahil edilmiş ve tüketici sofrasına ulaşmıştır. Muhtemelen de Ramazan ayında bu maldan üretilen işlenmiş gıdalar soframızda olacaktır" dedi.

Vergi kaybına işaret etti

Konunun vergi kaybı boyutu olduğunu da belirten Günaydın, "Buğday gümrük vergisi oranı 25 Şubat 2011 tarihi itibarıyla yüzde 0’a düşürülmüş, 1 Mayıs 2011 tarihinde ise tekrar yüzde 130’a çıkarılmıştır. Bu durum ilgili firmanın iş ve işlemlerini neden bu tarihler arasında sıkıştırmak konusunda olağanüstü gayret içinde bulunduğunu da ortaya koymaktadır" dedi.

Bu işlemlerin tamamının altında İstanbul Tarım İl Müdürü’nün imzasının bulunduğuna dikkat çeken Günaydın, "Bugün nerede ve hangi görevde bulunduğunu ve bu işlemler sonucunda Türkiye’nin ve Hazine’nin vergi kaybının nasıl telafi edileceği sorusuna da bir araştırma önergesi ya da soru önergesi ile sunacağım" dedi.

Sorular

"Bu firmanın siyasi iktidara yakınlığı ile ilgili bir duyumunuz var mı" sorusuna Günaydın, "Evet, var" dedi.

Basın mensuplarının, "Firmanın ismi nedir" sorusuna da Günaydın, "Erişler Gıda Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi" dedi.

"Maddi bir boyutu var mı" sorusuna da Günaydın, "2 milyon doların üzerinde bir mal bedelinden söz ediyoruz" ifadesini kullandı.

"Bebek mamasından tutun da hazır gıdalara karşı birçok ürünün içerisinde kullanılıyor"

Günaydın, buğday gluteninin kullanıldığı yerler konusunda ise, "Bebek mamasından tutun da hazır gıdalara kadar birçok ürünün içerisinde kullanılan bir madde. Ben ekmek almam ya da evimde ekmek yaparım diyerek bu süreçlerden kaçınabilmek mümkün değildir. Zaten 800’ün üzerinde GDO’lu çeşit tüketicinin sofralarına ulaşmaktadır. Biyogüvenlik Kurulu 33 GDO’lu çeşide izin verdi bunlar yalnızca yem sanayinde kullanılabilecek çeşitlerdir ama örneklerde göstermektedir ki gıda sanayinde kullanılmak üzere de bu ürünler yasa dışı yollarda Türkiye’ye girmektedir" dedi.

Bir soru üzerine Günaydın, "Sayın Ahmet Kavak, İstanbul Tarım İl Müdürlüğünü uzun süre yaptıktan sonra bakanlıkta genel müdür yardımcılığı düzeyine yükseltilen bir bürokrat" dedi.

Bir başka soru üzerine firmanın, ''iktidara yakın olduğunu'' öne süren Günaydın, ''Bu işlemler hep aynı firma üzerinden yürütülüyor. Binlerce ton zarar gürmüş tane ve canlı böcek içeren ekmeklik buğday, işleme süreçlerinden sonra tüketici sofralarına ulaşmıştır'' diye konuştu.

Günaydın ayrıca, CHP'nin Tohumculuk Kanununun bazı maddelerine ait fıkraların iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle 2006'da Anayasa Mahkemesine başvurduğunu, başvuruya ilişkin gerekçeli kararın, 23 Temmuz 2011'de Resmi Gazete'de yayımlandığını anlattı.

Günaydın, ''Anayasa Mahkemesinin 5 yıla yakın bir gecikmeyle çıkan kararı, hukuku 'ayak bağı' olarak gören AKP zihniyetinin ülkede yarattığı yeni iklimi göstermesi bakamından anlamlıdır'' dedi. haber10

Tahıl Krizi Büyüyor
09 Ağustos 2010
Rusya'daki durum beklenenden daha kötü, bu durumun dünyayı nasıl etkileyeceği belirsiz
Rusya Başbakanı Vladimir Putin, daha önce 90 milyon ton olarak açıklanan 2010 yılı tahıl üretiminin 60-65 milyon ton civarında olacağını söyledi.

Putin, bazı bakanlarla yaptığı toplantıda, Tarım Bakanlığı'nın tahminlerine göre tahıl üretiminin bu yıl 60-65 milyon ton civarında olacağını belirterek, ''iyimser senaryolara'' göre 60 milyon ton tahılın tüm iç ihtiyacı karşılayacak miktarda olduğunu söyledi.

Putin, Tarım Müdahale Fonu'nda 9,5 milyon ton ve geçen yıldan da 21 milyon ton tahılın bulduğunu kaydetti.

Yılda yaklaşık 90 milyon ton tahıl üreten Rusya, bunun yaklaşık 20 milyon tonunu ihraç ediyordu. Ancak aşırı sıcak geçen havaların yol açtığı kuraklık yüzünden Rusya 15 Ağustos-31 Aralık tarihleri arasında tahıl ve tahıl ürünleri ihracatını geçici olarak iptal etmişti.

Rusya'nın önde gelen tarım analiz şirketinden yapılan açıklamada, hükümetin tahıl ve tahıl ürünlerine yönelik yasağı uzatabileceği belirtilerek, Rusya'nın gelecek yılki buğday ihracatını 10-11 milyon tondan 3 milyon tona kadar indirebileceği kaydedildi.

Açıklamada, geçen yıl 61,7 milyon ton olan Rus beyaz buğdayı üretiminin bu yıl 43 milyon tona kadar inebileceği ifade edildi.
aktifhaber

Küresel Savaş Çıkaracak Gıdalar

04 Eylül 2010
Bu gıdalar küresel savaş çıkarır! Küresel ısınma gıdayı etkili bir koz haline getirdi. Tarımsal üretimi güçlü olan ülkelerin küçük bir hareketi bütün ülkeleri etkiliyor. Bazı ülkelerde gıda isyanları başladı
Gıda tüm dünyada bir silaha dönüşüyor. Temel gıdaların üretiminde söz sahibi olan ülkelerin en küçük bir hareketi, tüm dünyayı etkiliyor. Bu güç giderek tehlikeli bir boyuta erişince Dünya Gıda Örgütü (FAO) de harekete geçti ve buğday, pirinç gibi temel gıdaları üreten ülkelere acltoplantı çağrısı yaptı. Ekonomistler ise giderek daha sıklaşan bir biçimde 2007-2008 yıllarına gönderme yaparak bir ‘gıda krizi’ olasılığına dikkat çekiyor. Gıda zengini ülkeler de ellerindeki ürün üzerinden, aldıkları kararla sıkıntının daha uzun vadeli olacağı endişeleri yaratıyor.

Gıda ürünleri ülkeler için ‘varlıkta da yoklukta da’ adeta bir silah gibi kullanılıyor. Rusya ‘elinde bulunmayan’ buğday ile tüm dünya emtia piyasasını son üç aydır yönetirken, en büyük tüketici Çin alım yapmama tehditleri savuruyor, Avrupa Birliği korumacı önlemleri tartışıyor, Asya ve Ortadoğu ülkeleri gelişen orta sınıfının ihtiyaçlarına paralel olarak et talebini giderek arttırıyor, Mozambik’te binlerce insan zamlara karşı ayaklanıyor.

Günden güne artan gıda sıkıntıları zincirinin son halkası yine Moskova’dan gelen haber ile tetiklendi. Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Rusya’nın tahıl ürünleri ihracatına yönelik getirdiği yasağı, gelecek yıl hasadın yapılacağı döneme kadar uzattı. Putin, Rus televizyonlarından yayımlanan açıklamasında, tahıl ürünleri ihracatına yönelik yasağın, sadece 2011 yılındaki ekinlerin toplanmasıyla ortaya çıkacak sonuca göre kalkabileceğini söyledi.

Rusya’da haziran ayının ortalarından ağustos ayının ortasına kadar devam eden sıcak hava dalgası yüzünden çıkan yangın ve meydana gelen kuraklık yüzünden, buğday üretiminde ciddi bir düşüş yaşanmıştı. 90-95 milyon ton civarında mahsul bekleyen Rusya’nın, bu yıl ancak 60-65 milyon ton ürün elde edeceği tahmin edilirken, Putin önlem olarak tahıl ürünleri ihracatını geçici olarak, 15 Ağustos’tan itibaren yasaklamıştı.

FAO ‘acil’ toplanacak

Putin’in buğday fiyatlarını yeniden zıplatan açıklaması Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü’nü (FAO) harekete geçmeye zorladı. Örgüt genel olarak gıdada özel olarak ise buğday piyasasındaki sıkıntıları konuşmak için ‘acil’ toplantı çağrısı yaptığını duyurdu. FAO’nun Roma’daki temsilcilerinden Abdulrıza Abbassian, “Bu oldukça ciddi bir durum. Rusya’nın iki yıl boyunca ihracat yapmayacak olması, rahatsızlık yaratabilir” dedi.
Uzmanlara göre gıda alanındaki sıkıntıların önemli bir diğer nedeni ise finansallaşma. Son 10 yılda artan bir biçimde piyasa oyuncularının insafına bırakılan tarımsal emtia ürünleri, pek çok zaman fiziki nedenlerden bağımsız olarak fiyat artışlarının kurbanı oldu.

Ayaklanmalardan korkuluyor

Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Enstitüsü eski yöneticisi Joachim von Braun Financial Times gazetesine yazdığı makalesinde gıdanın finansallaşması ile ilgili sıkıntıların acilen kontrol altına alınması gerektiğini söyleyerek şu uyarıda bulunuyordu: “Bu nedenle şimdi ulusal hükümetlerin önlem alması ve bunun uluslararası bir düzeyde sonuçlara bağlanması için gerekli önlemlerin farkına varmalıyız. Gıda fiyatlarındaki oynaklığa çözüm ancak bunun global anlamda düşünülmesi ile mümkün olabilir. Pazarın kurumsal ihtiyaçlarını düzenleyecek şekilde saydam ve uygulanabilir bir açık ticaretin teminatını sağlamak bu durumda bir elzem. Gıda emtia ürünlerinde aşırı spekülasyon mutlaka frenlenmeli.”

Tüm bu gelişmelerin 2007-2008 gıda krizi ile benzerlikler taşıması ekonomistleri korkutuyor. Özellikle Mozambik’te yaşananlar bu kaygıları giderek güçlendiriyor. Hükümetin ekmek fiyatlarını yüzde 30 arttırma kararı almasından sonra, Mozambik’in başkenti Mabuto’da bir ayaklanma başlamış ve 280 kişi yaralanmıştı. Fiyat artışını protesto etmek amacıyla toplanan ve lastik yakıp, gıda depolarını yağmalayan binlerce kişiye polis ateş açmıştı. 2007-2008 döneminde, gıda sektöründe son 30 yılda görülen en ağır kıtlık yaşanmıştı.

Küresel politikalar ile aşılabilir

Dünya gündemine ‘ülkelerin gıda savaşı’ gibi yansıyan bu duruma karşı ise yapılacakları yine Braun şöyle özetliyor: “Sonuç olarak, tarım ve gıda için, küresel bir politikanın omurgasının kurulması için harekete geçmek bir zorunluluktur. Şu andaki sistem sorumluluklar, etkililik ve inovasyon boyutlarında eksik kalmıştır. Yaklaşan G-20 zirvesi ve Birleşmiş Milletler Konferansı’nın milenyum hedefleri içinde gıda ve beslenme güvenliği konusu belirgin bir şekilde işlenmelidir. İki yapı G-8’in bitmemiş olarak bıraktığı bu konunun takipçisi olmalıdır.” aktifhaber

AKP Meraları da betonlaşma, yağma ve talana açtı



TBMM Genel Kurulunda tartışmalar eşliğinde görüşmeleri süren Torba Yasa’ya eklenen AKP’nin önergesiyle mera, yaylak ve kışlakların kiralama yoluyla imara açılmasına olanak sağlandı. Düzenlemeye sert tepki gösteren ZMO Genel Başkanı Dr. Turhan Tuncer, mera ve yaylakların beton yığınına dönüşeceğini öne sürdü.

AKP’li Ethem Sancak: ‘Meraları köylünün elinden almak gerek’
Geçtiğimiz ay RedHack'in yayınladığı yeni ses kaydında, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker ile AKP'li iş adamları arasındaki toplantıda, AKP Genel Merkez Parti İçi Demokrasi Hakem Kurulu Üyesi işadamı Ethem Sancak'la Bakan Eker arasında geçtiği öne sürülen konuşmada, Sancak’ın, tarımı, meraları ve kıyıları halkın elinden alınması gerektiği yönündeki sözleri tartışma yaratmıştı.

ses kayıtlarında Bakan Eker'e aşık olduğunu söyleyen Sancak’ın, yeni mera kanunuyla sessiz bir devrim gerçekleştirildiğini belirterek, "Çok şükür Tarım Bakanımız geçen ay çok büyük bir devrim gerçekleştirdi. Bence sessiz bir devrim. Ve merayı çitlenebilir hale getiren kanunu çıkarttılar. Bunu nasıl başardılar bilmiyorum ama anayasal bir sorundu. Ama yaptılar bunu sonuçta. Şimdi ben çok umutluyum. Bu kanun çıktıktan sonra petrolden de daha önemli zenginliğimiz olan meralarımız el birliğiyle işleriz. Bunları servete dönüştürürüz. Sayın Bakan'a bir tarım gönüllüsü olarak şükran borçluyum" ifadelerini kullanması dikkat çekmişti.

Meraların 29 yıllığına kiralanmasının önü açıldı

17 Ağustos 2011 tarihinde çıkartılan 648 sayılı KHK ile İmar Kanunu’na bir madde eklenerek, "Mera, yaylak ve kışlakların uygun görülen kısımlarının, tapuda Hazine adına tescillerinin yapılması ve kamu hizmetleri için gerekli olanlar dışındakilerin, talep sahiplerine bedeli karşılığında 29 yıla kadar tahsis edilmesine" olanak sağlandığını anımsatan Tuncer, düzenlemeyle ayrıca, mera, yaylak ve kışlakların, turizm merkezleri ile kültür ve turizm gelişim bölgeleri kapsamında kalan kısımlarının 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu çerçevesinde kullanılmak ve değerlendirilmek üzere Kültür ve Turizm Bakanlığına tahsis edilmesinin de öngörüldüğünü belirterek, “aynı KHK ile 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 27. maddesi değiştirilerek, köylerde inşa edilecek yapılarla ilgili olarak daha önce sadece köy nüfusuna kayıtlı ve köyde sürekli oturanlar için geçerli olan ‘yapı ruhsatı aranmamasına’ yönelik istisna, herkesi kapsayacak şekilde genişletilmişti” diye konuştu.

‘Gece yarısı önergesiyle meralar imara açıldı’

Ana muhalefet partisinin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi’nin, 29 Kasım 2012 tarihinde her iki düzenlemeyi de iptal ettiğini hatırlatan Tuncer, Mahkemenin kararının, Resmi Gazete’nin 28606 sayılı mükerrer sayısında, 2 Nisan 2013 tarihinde yayımlandığını ancak yargı kararlarına rağmen rant odaklı politikalarından vazgeçmeyen AKP’nin, doğal varlıkları katledecek yeni bir uygulamaya imza attığını öne sürdüğü açıklamasında, şunları kaydetti: “TBMM`de önceki gece yarısı verilen bir önergeyle, mera, yaylak ve kışlakların kiralama yöntemiyle imara açılmasına olanak sağlanmıştır. Buna göre Hazine adına tescil edilen meralar, yaylak ve kışlaklar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın gözetiminde kiralama ve geçici imara konu olacaktır.
Kaynak: Biz Edirne Halkıyız

Milli tarım siyaseti kaçınılmaz bir zaruret
Prof. Dr. Nurullah Çetin
31 Ekim 2014



Bugün Türkiye’de AB uyum yasaları kapsamında çıkarılan kanunlar ve IMF talepleri sonucu tarım ve hayvancılık, neredeyse yok edilmiştir. Halbuki Türkiye, tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yeten bir ülkeydi. Türk tarımı, Avrupa, Amerika ve İsrail’e bağımlılıktan kurtarılmalı, neyin ekilip neyin ekilmeyeceğine tarım, hayvancılık, gıda, çevre, orman ve köy politikalarına sadece Türk milletinin bağımsız siyasi iradesi karar vermelidir. Vatanımıza özgü yerli tarımsal, bitkisel ve hayvansal zenginliklerimiz ve özgünlüklerimiz titizlikle korunmalı, tohum dahil bütün tarımsal alanlarda yabancılara bağımlılık yok edilmelidir.
Türk tarımını geliştirmek için en modern bilim ve teknoloji yöntemleri kullanılmalı, geleneksel tarımla modern tarım, en akılcı şekilde birleştirilerek, Türk toprağı en üst düzeyde verim alınabilecek şekilde işlenip yeniden yapılandırılmalıdır.
Doğal ve organik tarıma bir an önce geçilmelidir. Türk köylüsünün, toprağının sahibi olarak kalması, toprağını yabancılara satmaması için bütün önlemler alınmalıdır. Türk köylüsünün köyünü ve toprağını boşaltıp büyük şehirlerde toplaşmasının önüne geçilmelidir. Millî Türk kültür ve geleneklerinin yaşatıldığı Türk köyü, sağlanacak olan her türlü imkânla canlı tutulmalı ve geliştirilmelidir.
43 bin olan köy sayımız bugün 25 bine inmiştir. 1986’dan bu yana keçi, koyun, manda, sığır sayısında yarı yarıya bir azalma vardır. 1935’te toplam nüfusumuzun yüzde 76.5’i köylerde ve kırsal bölgelerde yaşarken bu oran, 2012 yılında ise yüzde 22.7’ye düştü. 2002 yılında iş başına gelen AKP hükûmeti, Avrupa Birliği’ne (AB) tarım nüfusunu 15 milyona indirme sözü vermişti. Bu doğrultuda süren politikalar sonucu köyle boşaltılmakta ve şehirlere yığılmaktadır. Türkiye 30 yıl önce tarım ürünlerinde kendi kendine yeten dünyanın 7 ülkesinden birisiydi. Bugün ise âdeta dünyaya avuç açan tarım fukarası bir ülke haline geldi. Bunun sonu felakettir, bir an önce tedbir alınmalıdır.
Şu ya da bu yolla yabancıların eline geçmiş olan en verimli tarım arazileri, en uygun yöntemlerle Türk milletin
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Ksm 23, 2014 9:38 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Şub 01, 2012 1:07 am    Mesaj konusu: Tohum mezarlığı Alıntıyla Cevap Gönder

"Dünyanın en büyük GDO tekeli Monsanto’nun tohumculukta yeni hedefi Türkiye"



GDO’ya kapıyı açan tohumcuya evi verir!
Özer Akdemir

Dünyanın en büyük GDO tekeli Monsanto’nun tohumculukta yeni hedefi Türkiye. Bu habere GDO’lu pirinç soruşturmasına bakanların dahli de eklenince tarımda kaygılar artıyor.

Tarım tekellerinin gözü Türkiye’de... Bu tekellerden birisi de dünyanın en büyük GDO şirketi Monsanto... Şirketin yakın zamanda açıkladığı yeni yönelimi; Türkiye tarımı ve tohumculuğunu tehdit eder nitelikte.

Monsanto AB’deki genetiği değiştirilmiş ürün başvurularını geri çektiğini açıkladı. Şirket bu geri çekmenin gerekçesini AB’deki “ticari perspektif eksikliği”ne bağlarken, birçok çevre bunu şirketin tepkiler karşısında yenilgisi olarak yorumladı. Bu kararda, AB vatandaşlarının çok büyük bir bölümünün GDO’lu ürünleri tüketmek ve çiftçilerin de GDO’lu tohum kullanmak istememesinin belirleyici olduğu ifade edildi.

Monsanto bu açıklamasının yanında Türkiye tarımını da yakından ilgilendiren yeni yönelimlerini sıraladı. Şirket Avrupa’da geleneksel tohum üzerine ticaret yapmaya konsantre olacağını, 2020 yılına kadar 300 milyon dolarlık bir yatırımla Türkiye, Fransa, Portekiz ve Romanya’daki mevcut mısır üretim tesislerini genişletmeyi amaçladıklarını açıkladı.

AVRUPA’DA YENİLDİ ROTA TÜRKİYE

Şirketin bu açıklamalarının ne anlama geldiğini konuştuğumuz Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık önemli uyarılarda bulundu. Atalık, Monsanto’nun GDO’ya direniş karşısında Avrupalı çiftçilerle bağını koparmamak için GDO’suz tohum üretimi ve ıslahına yöneldiğini belirtti. Monsanto’nun ülkemizde mısır tohumu üretimine ağırlık vereceği açıklamasının yerli tohumculuk için büyük bir tehlike olduğuna dikkat çeken Atalık şunları söyledi: “Ülkemizde mısır tohumluğu tamamıyla özel sektör eliyle üretilmektedir. Bu kapsamda Monsanto’nun bu alandaki yatırımlarını artırması yerli şirketlerimizi muhtemelen zora sokacaktır. Çokuluslu şirketler, kendilerine rakip olabilecek yerli firmaları önce batırma, başaramazlarsa satın alma yoluna gitmektedir. Tohum ihtiyacımızı yerli firmalar ve yerli çeşitlerimizin geliştirilmesi suretiyle karşılayabilmek için tohum üretiminin ciddi bir şekilde devlet tarafından desteklenmesi gerekmektedir.”

Atalık, gıda tekeli Monsanto’nun ticari tohum işine gireceği ve Türkiye’deki yatırımlarını artıracağı haberlerini yerli tohumculuğu bitirecek bir gelişme olarak niteledi. Tarım Bakanlığını da uyardı.

BAKANLIĞIN SORUMLULUĞU

GDO’LU ürünler konusunda da uyarılarda bulunan Atalık şunları söyledi: “Ülkemizde GDO’lu tohumla tarım yapmak yasaktır. Ancak, dünyanın en büyük GDO şirketinin, dünya ticaretine konu olan dört GDO’lu tarım ürününden biri olan mısır tohumunun üretimine ülkemizde ağırlık verecek olması, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın gerek ülkemizde üretilen gerekse dışarıdan getirilerek pazarlanan tohumları daha sıkı bir şekilde analiz etmesini gerektirir. Zira, mısır bitkisinin anavatanı Meksika’da GDO’lu mısır ekimi yasak olmasına karşın, mısırların yüzde 80’e yakın bölümünde bulaşma sonucu genetik yapıda değişim tespit edilmiştir. Yapılan detaylı incelemeler sonucunda ülkeye dışarıdan sokulan tohumlardan kaynaklandığı saptanmıştır.”

YASA BÜYÜK SORUN

Tohum ve biyoçeşitlilik konusunda ülkemizdeki önemli bir sorunun da Tohumculuk Yasası ile çiftçimizin kendi geliştirdiği çeşitleri, ticari amaçlı tohumları satamaması olduğunun altını çizen Atalık, yasanın çiftçinin sadece ihtiyacı kadar olanı kullanabilmesine ve bu çerçevede diğer çiftçilerle takas edebilmesine olanak tanıdığını söyledi. Çiftçinin yaklaşık 10 bin yıldır tarımsal üretimi kendi geliştirdiği tohumlarla devam ettirdiğine vurgu yapan Atalık, çiftçinin önünde bulunan bu engelle biyolojik çeşitliliğin sekteye uğradığına işaret etti. Atalık; “Biyolojik çeşitlilik doğanın ve insan sağlığının korunması demektir. Tarıma kazandırılabilecek pek çok çeşit sınırlandırılacak, pek çok yerel tohum süreç içerisinde yok olmaya yüz tutacaktır“ dedi.

TİCARİ TOHUMDA ABD LİDER

ABD yaklaşık 12 milyar dolarlık ticari tohum pazarıyla dünya lideri konumunda. Fransa 2.8 milyar dolar, Almanya 1.2 milyar dolar, İtalya 767 milyon dolar, İspanya 660 milyon dolar, Hollanda 590 milyon dolar, İngiltere 450 milyon dolar, Çek Cumhuriyeti 305 milyon ile AB’nin en büyük tohum pazarı konumunda ülkeleri.

Monsanto’nun ABD ticari soya tohum pazarındaki payı yüzde 60, mısır tohum pazarındaki payı yüzde 62 ve sebze tohum pazarındaki payı da yüzde 40’tır.

Ayrıca, AB’nin dünya ticari tohum ihracatı içindeki payı yüzde 60. Ülkemizde ticari tohumluk pazar hacmi 750 milyon dolar. Türkiye’nin ticari tohum pazarında çok uluslu şirketlerden Monsanto, Syngenta, Bayer, KWS, Limagrain gibi şirketler de yer alıyor.

LATİNLER MONSANTO’YA KARŞI

Latin Amerika’da Monsanto’nun genetik değişimli ve kimyasal temelli tarım üretimine karşı karşı köylü hareketleri ekolojik açıdan daha sağlıklı tarımsal üretim için mücadele veriyor. Köylü hareketleri, gıda üretilen ekinlerin zehirli gazlarla böceklerden temizlenmesine karşı mücadele etmiş ve aile geçiminde önemli yeri olan koka tarımını savunmuşlardır. Brezilya, Orta Amerika (özellikle Guatemala’da), Ekvador, Paraguay, Bolivya, Peru, Kolombiya ve Meksika’da, Amerikalar Arası Serbest Ticaret Anlaşması’na (ALCA) karşı mücadelede köylü hareketleri önder rolü oynamaktadır. Monsanto’nun başını çektiği tarım tekellerine karşı mücadelede, şehirlerde daha geniş “patlamalar” oluşturan hareketlerin başlamasına da katkıda bulunmuştur. Bunlar arasında Ekim 2003 Bolivya ayaklanması; Ocak 1994 Zapatista’ların ayaklanması; 2000 yılında Ekvador’daki Kongre’nin işgali ve 2000’li yıllarda Brezilya’daki toprak işgalleri sayılabilir. Belki Brezilya’daki son isyan da...

TOHUM TEKELLERİ

Dünya ticari tohum pazarı yaklaşık 45 milyar dolarlık bir hacme sahip. Bu pazarın büyük bölümü 10 tekelin kontrolünde. İşte bu 10 tekel:
1. Monsanto (ABD) % 35
2. DuPont (ABD) % 22
3. Syngenta (İsviçre) % 13
4. Groupe Limagrain (Fransa) % 8
5. Land O’akes (ABD) % 7
6. KWS AG (Almanya) % 5
7. Bayer Crop (Almanya) % 4
8. Sakata (Japonya) yüzde 3
9. DLF-Trifolium (Danimarka) % 2
10. Takii (Japonya) % 2

(İzmir/EVRENSEL)

Tohum mezarlığı
Kemal Özer
eposta@kemalozer.com
27.01.2012



Geçenlerde bir dostum aradı. Eminönü’nden bahçesine ekmek için tohum satın alarak ektiğini ancak bu tohumların çıkmadığını, çıkanlardan da verim alamadığını söyledi. Tohum satıcısı, tohumlarının ‘geleneksel tohum’ olduğunu söylemiş…

‘Tohumlar paketli ve markalı mıydı’ dedim. ‘Paketli ve markalı’ dedi. ‘O halde hibrit tohum almışsınız’ dediğimde, ‘ne fark eder’ dedi. ‘Ne fark eder olur mu, atla katır aynı şey mi?’ dediğim de, ‘elbette değil’ dedi. Bende ‘işte geleneksel tohum at ise, hibrit tohum katırdır’ dedim. Çok şaşırdı…

Aradaki farkı anlattığımda, bu kez öfkelendi, ‘bunları kimse bilmiyor’ dedi ve ekledi: “Şimdi bize hep yalan mı söylüyorlar?”

O halde dostumu hiddetlendiren bilgileri sizlerle de paylaşalım…

Hz Peygamber s.a.v. yaratılışı anlattığı bir Hadis-i Şeriflerinde tohumun, insanoğlundan ve hayvanlardan önce yaratıldığını bildiriyor. İşte o gün bugündür fıtratı gereği tohum; bitkiyi ve ağacı, bitki ve ağaçta tohumu doğurarak 1920’lere kadar geldi.

Rockefeller tarafından 1920’lerde Amerika’da başlatılan ‘Yeşil Devrim’ adlı vahşi serüvene kadar hiç kimse onu zimmetine geçirmeyi aklının ucundan geçirmemiş ve de üzerinde mülkiyet iddiasında bulunmamıştı.

Artık dünyadaki bazı karanlık eller, tohuma yani yaşama sahip olmak istiyorlardı. Bunun içinde, iblîsi yöntemler geliştirmeye başladılar.

Adı ister hibrit, ister de GDO olsun; süreç, canlıların patentlenmesi olmadan yürüyemezdi. Patentlemek; hiçbir dış müdahale olmaksızın kendini sonsuza kadar yeniden üretebilen fıtrî sistemin mülkiyetinin ele geçirilmesi, bir başka deyişle ‘yaşamın patent altına alınması’ demekti.

Gücü elinde bulunduran egemen yapı, dayattığı yeni durumun; ahlâkî, felsefî, hukukî, dinî, siyasal ve ekonomik boyutlarıyla tartışılmasına fırsat vermeden, farklı araçlarla zihinlerde normalleştirdi. Şimdi de yapılan tartışmalardan oldukça rahatsız.

Aslında yapılan en basit haliyle; tarımın, köylünün elinden alınarak, zenginler tarafından yapılan bir ‘endüstri’ haline dönüştürülmesiydi. Daha geniş anlamda ise bitki, hayvan ve insan yaşamının ‘patentleme’ yoluyla insanlığın elinden alınışıydı.

Türkiye’de 2006 yılında çıkarılan 5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu’nun 7’inci maddesindeki “Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir” hüküm gereği, -altını kalınca çizmeliyiz ki- on binlerce yıldır kullanılagelen geleneksel yani tabiî tohum ticareti yasaktır ve suçtur.

Binâenaleyh, nesepsiz tohumlarla yapılan tarıma destek veren Türkiye, diğer taraftan da fıtrî tohumlarla yapılan tarımsal faaliyete destek vermez.

Geçenlerde bir televizyon kanalında Tohumcular Birliği Başkanı bu ifadeye itiraz etti ve: “Elinde geleneksel tohumu olanlar tescil sürecini takip ederek, tohumlarını tescil ettirip satabilirler” dedi.

Ne kadar tuhaf değil mi? Aslında değil! Onlar bu işin ticaretini yapıyor. Yaptıkları işin devamı için, en basit anlamda kendilerini bu durumu savunmaya mecbur hissediyorlar. Çünkü hem kanunun çıkması için mücadele etmişler, hem de bu sektöre yatırım yapmışlar.
* * *

Mesela elinizde bir ton geleneksel buğdayınız var. Buğdayınızı tohum amacıyla satmak istediğiniz de, devlet denilen el gelip müdahale ediyor: ‘Bunu satamazsın?’
‘Neden?’
‘Çünkü gelip bana ‘tescil’ ettirmedin…’
Tescil ettirmek için ne yapmalı?
‘Tohumun size ait olduğunu ispat etmelisin, sonra analizler, evraklar, bürolar, paralar, gelgitler…’
‘Bir ton buğday kaç lira eder?’
‘Bin lira kadar!’
‘Farz edelim, tescil ettirmeyi başardım, kaç lira harcamam lazım?’
‘Bir kasa dolusu…’
‘İyi ama eskiden böyle değildi?’
‘Bey amca, anlaşılan sen eski kafalı bir adamsın. Köprünün altından çok sular, TBMM’den yasalar geçti, sense hâlâ pullukta saptasın…’
‘Korkarım, sen hâlâ 50 yıl önce diktiğin, 10 yıl sonra meyve vermeye başlayan o canım elma ağaçlarını kesip, tescilli bodurlarla değiştirmemişsindir de…’
‘He evlat, biz hâlâ dedemin diktiği ağaçlardan besleniyoruz, sizin gibi petrol ve zehir yemiyoruz ki…’
‘Çok geri kalmışsın amca çok…’
‘Evlat bizimkisi medeniyet, sizinki ise kompleks, taklitçilik, tamahkârlık, yaratılışı beğenmeme, tabiat düşmanlığı. Var git yoluna… Ahir ömrümde beni günaha sokma…’
Tescil mescil kalsın, en iyisi ben buğdayımı un yapıp yerim…’

* * *

Dostum hâlâ; ‘Niye yahu, baştakiler bizden değil mi? Bunları görmüyorlar mı?’ dedi.

Dostuma dedim ki: Çünkü derin görünmez el böyle istiyor. Bu nedenle, size geleneksel tohum diye satılan tohumların geleneksel olmadığını bilmek gerek. Biri aksini iddia ediyorsa, bunu ispata mecburdur.

Tohum denilince genellikle bitki tohumu akla geliyor. Peki, tohum diyince gerçekte ne anlamalı? Öyleyse hayvan ve insan spermleri de tohum mudur? Hiç kuşku yok ki, sperm ve yumurta da tohumdur.

Bugün Amerika’da birçok hayvan sperminin yanı sıra insan spermi de, şirketlerce tescil edilmiş durumda. Bu vahşi sürece karşı gösterilen tepki, dünyadan yeterince karşılık bulmuyor. Özetle; beslenmesi için gereken tohum ve hayvana sahip çıkamayan, öte yandan kendi geleceği için gereken spermin mülkiyetinin tesciline bile razı bir insan tipolojisiyle karşı karşıyayız. Ezcümle, kendi neslinin devamını bile korumaktan aciz bir insanlık, emanete duyarsız Müslümanlar!

Tohumlar, Allah’ın kullarına birer emaneti... Geçmiş nesillerden sapa sağlam aldığımız emaneti, acaba gelecek nesillere sapa sağlam devredebilecek miyiz? Bu soruya ‘evet’ diyebilecek bir babayiğit var mı?

Norveç buzullarının altındaki, Ankara ve İzmir’deki tohum bankaları, ‘evet’ demeye yeter mi? Hayır, hayır! Onlar olsa olsa tohum hapishanesi olabilirler. Tohumun yeri tohum hapishanesi değil, topraktır. Aksi, sadece toplumların gözlerini boyamaya matuf masallar…

Yakın zamanda yok olmak üzere olan insan spermlerinin yerine -şu an özellikle sığırlarda olduğu üzere- bankalarda saklanan nesepsiz spermleri mi alacağız?

Dindar ve ahlakî sorumluluğu olan çevreler bu konuyu ne zaman dert edinecekler?

Derin yapılar ve mafyaları hallettik diyelim, bu sürede bitmek üzere olan sperm ve yumurtanın yanı sıra, tümüyle mülkiyetini devrettiğiniz ağaç ve bitki tohumlarını nasıl geri alacaksınız?

Hz Peygamber s.a.v.’e, bir ‘katır’ hediye edilir. Hz Ali, Efendimize; “Eşekleri atlara aşırsak da, katırlar elde etsek” dediğinde, Hz Peygamber s.a.v.; “Bunu şeriatın hükmünü bilmeyenler yapar!” buyurur (Ebu Davud, Cihad 59, 2565 – Nesâî Hayl 10, 224)

Atlar; hızlı koşan, güçlü, eti yenen ve üreyebilen bir binittir. Katırlar ise yük taşıyan, eti haram olan, cinselliği olmayan dolayısıyla üreyemeyen sun’i türdür.

Âlimler bu durumu; ‘hayırlı olanı hayırsızla, iyiyi kötüyle değiştirmek, evlâ ve hikmete uygun olanı bilmemek’ olarak tevil ediyorlar.

Hem devletin, hem de birçok aklı sâninin meşrulaştırmaya çalıştığı ebter, katır -yani yeniden üreme genleri yok edilmiş veya zayıflatılmış -hibrit- tohumlar, -hibrit- bodur ağaçlar ve -hibrit- hayvanlar;

1) Tabiatta Sünnetullah gereği meydana gelen etkileşime benzemezler,
2) Tescil gerektirirler,
3) Ticari bir metadırlar,
4) Kısırdırlar -her yıl yeniden satın alınması gerekir-,
5) İlaç koliktirler -tarım kimyasalları olmadan verim vermezler-,
6) Besin değerleri düşüktür,
7) Fiziki açlığı giderip, biyolojik açlığı yeterince gideremedikleri, pestisit ve antibiyotik içerdiklerinden sağlıksızdırlar!

Bu yasa çıktığında iktidar/muktedir tartışmaları vardı ama artık yok. Muktedir olamadıkları gün yapamadılar diyelim. Peki, muktedir olunca hata hâlâ devam ediyorsa…

www.twitter.com/ozerkemal
www.kemalozer.com

Silindirli GDO eylemi
Şubat 2012



İstanbul’da Greenpeace üyesi 20 kişi dün sabah Eminönü Meydanı’nda toplandı.

“GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) mu yemezler” yazılı bir bez afiş açan eylemciler, sembolik GDO’lu mısır koçanları, yumurta kolileri, süt ve yoğurt kutularını yere serdi. Ardından da inek kostümü giyen bir eylemci, silindirle bu malzemelerin üzerinden geçti. Diğer üyeler de ezilen malzemelerin üzerinde zıpladı. Grup adına basın açıklaması yapan Greenpeace Akdeniz Tarım Kampanyası Sorumlusu Tarık Nejat Dinç, şunları söyledi: “Aralık’ta 13 GDO’lu mısır çeşidinin yem amaçlı kullanılmak üzere ithal edilmesine izin veren Biyogüvenlik Kuruluşu, şimdi de 9 yeni GDO’lu mısırın ithalat başvurusunu inceliyor ve yasa gereği kamuoyunun görüşüne başvuruyor. Halkımızı GDO’lu yemle beslenen hayvanlardan elde edilen et, süt, yumurta ve peynire yemezler demeye davet ediyor, yemezler.org sitesine bekliyoruz.”
Hürriyet

Paris, genetiği değiştirilmiş mısırla savaşıyor
Le Figaro21 Şubat 2012

Fransız hükümeti, Avrupa’dan bir kez daha, genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) üretim iznini askıya almasını istedi.

Ürettiği genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerini birçok ülkeye satan Monsanto firmasının MON810 isimli genetiği değiştirilmiş mısırının Avrupa’da üretilmesini önlemek için yeniden harekete geçen Fransa, buna dayanak olarak yeni bilimsel araştırma sonuçlarını gösterdi.

Fransa’nın AB’ye Şubat 2008’de yaptığı benzer bir erteleme talebi reddedilmişti. Bunun üzerine, Fransa Ekoloji Bakanı Nathalie Kosciusko-Morizet, Şubat sonundan önce bu mısırın yasalanması için yeniden kolları sıvadı.

http://www.hurriyet.com.tr/planet/19965170.asp

Yeni bir gıda krizi kapıda
13 Mart 2012



2004’ten bu yana gıda fiyatlarının seyri üzerine çalışan New England Karmaşık Sistemler Enstitüsü (NECSI) uzmanları, 2012 sonunda gıda fiyatlarında yeniden hızlı bir yükseliş öngörüyor. Uzmanlara göre fiyatları, spekülasyon ve mısırdan etanol üretimi yukarı çekiyor.

Gıda fiyatlarının seyri üzerine çalışan New England Karmaşık Sistemler Enstitüsü (NECSI) uzmanları, 2012 sonlarında fiyatlarda dünya çapında yeniden hızlı bir artış gerçekleşeceğini ve bu durumun 2013’te yeni bir gıda krizine neden olacağını öngörüyor. 2004-2011 arasında gıda fiyatlarının değişimini inceleyerek, fiyat hareketlerini tahmin etmeye yönelik bir model geliştiren enstitü oldukça başarılı sonuçlar elde etmişti.

Ay sonunda yeni fiyat tahminlerini açıklayacağını duyuran NECSI, bir sonraki gıda fiyatları balonunun 2012 sonunda şişmeye başlayacağını öngörüyor. 2004-2011 dönemi gıda fiyatları tahmini için kullanılan model, 2011’de gıda fiyatları balonunun patlayacağını öngörmekteydi. Bunun tam da modelin tahmin ettiği zamanda gerçekleştiğini belirten NECSI uzmanları, bu çalışmaların gıda fiyatlarının yüksek bir düzeyde seyretmeye devam edeceğini de öngörmüştü.

Gıda fiyatlarında spekülatif balonların oluşmasını büyük şirketlerin emtia piyasalarındaki spekülatif işlemlerine ve büyük miktarlara ulaşan etanol üretimine bağlayan enstitü, yeni “denge değerinin” etanol şokunun etkisinden önceki fiyat düzeyinin yüzde 50 üzerinde olduğunu ifade ediyor.

Aşağıdaki grafik NECSI tarafından üretilen modelin öngörülerini ve gıda fiyatları endeksinin 2004’ten bu yana seyrini gösteriyor.



FAO Gıda Fiyatları Endeksi (mavi çizgi), etanol arz-talep modeli (mavi kesikli çizgi). Modele göre baskın arz şokları mısırın enerji kaynağı olarak kullanılan etanole dönüştürülmesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla fiyat değişimleri etanol üretimiyle orantılı gelişiyor. Yeşil ve kırmızı kesikli çizgiler ise spekülatör faaliyeti ve etanol üretiminin etkilerini birlikte gösteriyor. Bu modelde spekülatörlerin emtia, hisse senedi ve tahvil piyasaları arasındaki geçişleri de hesaba katılıyor. Mavi dikey çizgi Mart 2011’de model tahminleriyle Gıda Fiyatları Endeksi arasındaki uyumu gösteriyor.

(soL-Ekonomi)
Kaynak: http://haber.sol.org.tr/

Yerli Tohum ve Fide kullanmak yasak
Hasan Şenel
14 Kas?m 2013,

“Giresun’un Espiye ilçesinde kurulan haftalık pazarda kendilerine ayrılan yerde ürettikleri lahana, kıvırcık, maydanoz, yeşil soğan, tohum ve fidelerini satan köylü çiftçilere, İl Gıda ve Hayvancılık Müdürlüğü’nden gelen ekiplerce fidelerin ve tohumların satışının yasak olduğunun tebliğ edilmesi köylü çiftçileri şaşkına çevirdi.

İlçe Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü yetkililerinden oluşan bir ekip ve zabıta tarafından denetime tabi tutulduktan sonra ürün, tohum ve fide satışı yapabilmeleri için mutlaka ruhsatlarının bulunması gerektiği ve uyarı tutanağı tutulduğunu belirten köylü çiftçiler ne yapacaklarını şaşırdı.”

Yukarda okuduğunuz haberi, geçen sene bir internet sitesinde okumuş bi yerlere not etmiştim. Bu günlerde tekrar gündeme gelince “yerli tohum yasağı” nedir ne değildir diye biraz araştırma yaptım. Bu uygulamanın nedeni; 2006 yılında TBMM'de yasalaştırılan ve tohum tekelinin önünü açan, 5553 Sayılı Tohumculuk Kanunudur. Ve sadece Giresunda değil, Türkiyenin tüm bölgelerinde ve illerinde bu sorun yaşanmaktadır.

TBMM de 31 ekim 2006 tarihinde kabul edilen 5553 sayılı Tohumculuk yasası 8 kasım 2006 da yürürlüğe girdi.

CHP grubu 2007 başında “Tohum alanından kamunun çekilmesi ve sektörün tümüyle çok uluslu şirketlere bağlanmasını sağlayacağı, yerli tohum çeşitliliğini yok edeceği” gerekçesiyle Anayasa mahkemesine dava açtı. Yüksek mahkeme ocak 2011 de aldığı kararla kısmi iptal getirdi. Yasa kısmen iptal edilsede esas sorunlu kısım halen yürülükte.

Bu yasaya göre köylü, kendi ürettiği tohumu yada fideyi satamaz. Ancak başka köylülerle TAKAS yapabilir.

Sonuç olarak;

Türkiye 3 bin endemik yani sadece Türkiyede bulunan, toplam13 bin bitki çeşitliliğine sahiptir. Genleriyle nasıl oynandığı bilinmeyen tohumları tonla döviz ödeyerek satın alacağız, ekip diktikten sonra gübre ve zirai mücadele ilacını da aynı yerlerden temin edeceğiz. Yedikten sonrada kanser olduğumuzda da yine aynı yabancı şirketlere avuç açarak yine tonla para ödeyerek ilaç alacağız!

Bitkisel üretim metaryeli olan tohum, bir ülkenin tarım sektörü için stratejik öneme sahiptir. Bu bağlamda tohum üretim ve dağıtımını çok uluslu şirketlerin tekeline bırakan ülkeler bağımsız bir tarım sektöründen bahsetmeleri imkansızdır.

Tohum ve hayvanlar bütün bir insanlığa ait değerlerdir. Uluslar arası şirketlerin bu insanlığa ait değerlere sahip çıkmaları, hükümetlerinde bu doğrultuda yasa çıkartmaları doğru değildir. Bu aslında modern köleliktir. Bu yasayı çıkarmak kadar bu yasaya sessiz kalmakda vatana ihanet gibidir...

Yapılan özetle ülke ve geleceğimiz küresel tohum ve gıda şirketlerinin insafına terk edilmesidir.

ABD nin dış politikalarına yön veren ve şeytanın bile avukatlığını yapan Henry Kissinger bakın bu konuda ne demiş????

"Tarım bizim için, tarım bakanlarına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.

Petrolü kontrol edersen ulusları,

yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin.

Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!"

Önümüz “ekim dikim mevsimi”

Hani insanın aklınada gelmiyor değil;

Acaba yakın zamanda meclisdeki arkadaşlar bu yasayı yenidenmi düzenleyeceklerde, bunun içinde erkek-kız öğrenci yurdu toz bulutunu kaldırıyorlar.

Eeee ne demişler, “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana 5553 sayılı yasa bile az”!!!

http://www.pirazizses.com/yazar.asp?yaziID=1049

Cıvalı Fasulye
Çiğdem Toker/
9 Temmuz 2014




Galiba kahvaltıda çeyrek altın yemeyi, yeşil fasulyeyi de cıvayla pişirmeyi düşünüyorlar.

Hadi, canım Ege’nin püfür püfür köylerinde, gölgesinde serinleyecek bir ağaç hayalinin hiç kurulmayışını “fıtrat”tan sayalım… Peki Meclis mesaisine başlamadan önce aldıkları duşun sabunu, şampuanı: O sabunun siyanür; şampuanın bakırla mı üretileceğini sanıyor Komisyon üyesi vekiller? Kim bilir belki de öyledir. Hem öyle öyle düşünmeseler 25 dönümün altındaki zeytinliği zeytinlik olmaktan çıkaran kanun teklifini “torba”ya atarlar; büyükbaş hayvan sokulması yasaklanan zeytinlikleri maden şirketlerine açarlar mıydı…

***

Ege’de miras davalarıyla bölüne bölüne ufalmış zeytinliklerin büyük bölümü zaten 10-15 dönüm… Fakat “iki-üç” kelimelik kalem oynatılarak talana açılan bu kanun teklifi yasalaştığında, ter döke döke ailesinin geçimini sağladığı bilmem kaç yüzyıllık zeytinliğiniz eğer 24 bin 999 metrekareyse artık “zeytinlik” olmaktan çıkıyor.

İşin Türkçesi ise şu: Köylüyü kendi toprağından uzaklaştıracak, yabancılaştıracak bu teklifte; 25 dönümün altındaki zeytinliği zeytinlik olmaktan çıkarmak; maden şirketlerinin makine parkına yer açmak anlamına geliyor.

***

Bu Komisyon’a iyi bakın. Ülke topraklarının her gün yeni bir talanla kurutulmasında, “havuzcu” işadamlarının affedilmesinde, belediye taşınmazlarının Erdoğan ailesinin vakfı TÜRGEV’e devredilmesinde, Sarraf’ın mal varlığına tedbir konulmasını kısıtlayarak aklanmasında, özelleştirme devirlerinde yargı kararlarının geçersiz sayılmasında, Hızlı Tren projelerine para bulamayan Cengiz İnşaat’a borçlu çıkmamızda, hep bu Komisyon üyesi vekillerin imzaları var.

Adı Plan Bütçe Komisyonu.

Millet iradesinin tecelli ettiği “Yüce Meclis”in bir numaralı “İhtisas Komisyonu”, bugünlerde fiilen Başbakan talimatlarına göre iş yapan bir “aracı kurum”a dönüştü. Hukuku ayakbağı olarak gören rant ve inşaat tutkunu şirketlerin, önüne çıkan bir kanun maddesi mi var? Hop, ilgili bakanlığa bir dilekçe. Oradan Komisyon’a bir kanun teklifi.
Sonra ekle “torba kanun”a…

***

İçine her gün ilgisiz maddeler sıkıştırılan Torba Kanun, 200 maddeye ulaşarak “Obez Kanun”a dönüştü. Başbakan Erdoğan dün grup toplantısında “Milletin beklediği yasalar”dan söz ediyordu. Zeytinciliği, zeytin köylülerini öldürecek bu kanun teklifinin, Başbakan’ın “sahiller” diye ötekileştirdiği, partisine az oy çıkan Ege yöresini ilgilendirmesi şüphesiz bir rastlantıdır. Rantçı madencinin insanlık dışı koşullarda çalıştırdığı ve en az 301 işçinin öldüğü “Soma Katliamı”yla yola çıkan kanunun, dönüp dolaşıp yine madencilerin emrine girmesinin rastlantı oluşu gibi tıpkı.

Cıvalı zeytin çağına hoş geldiniz.

Cumhuriyet

07 Mayıs 2009
TOHUMCULUK YOK EDİLDİ
Nevzat Laleli
nevzatlaleli@gmail.com
www.yuvamiz.net



Nereye gidiyoruz yazı serisi

Sizlere kötü haberler vermek, bu kötü haberleri makale çerçevesinde değerlendirmek ve bilgilerinize sunmak aslında bana da gına getirdi. Gönül isterdi ki hepimizi sevindirecek, mutlu edecek konuları işleyelim de milletimiz bu mutluluğu yaşasın. Ama şunu da itiraf etmeliyim ki idarede “İşbirlikçilik” (gizli ve açık düşmanlarımızla işbirlikçiliği) sonuçta yapılan bütün işlerin aleyhimize dönmesi demek olmaktadır.
İç politika, dış politika, ekonomik politika, hukuki politikalar, sanayi politikası, tarım politikası gibi her sahada alınan kararlar ve atılan adımlar milletimizi daha zor şartların altına itmekte, gittikçe ülkemiz yaşanması zor bir ülke haline gelmektedir.
Biz de bu zorluklara işin başında işaret ederek bir yerde milletimizi ikaz görevini üstlenmiş olmaktayız. Tabii ki demokrasilerde sonun da söz milletindir.
İyi ama bilhassa ülkemizde demokrasi bazen kesintiye uğratılmakta, “millete rağmen millet kurtarılmaktadır” buna ne diyeceksiniz, diyebilirsiniz?
Olmaması lazım ama mademki oluyor, o halde olabilir, diyorum. Ancak sözümü iyi kavrarsanız size “zor oyunu bozar” cinsinden bir açıklama yapmak istiyorum.
Diyelim ki demokrasimiz kesintiye uğradı, beğenilen bir hükümet bazı güçler tarafından alaşağı edildi. Bunlar nasıl olsa birkaç yıl içerisinde tekrar seçime gidecekler. Milletin büyük ekseriyeti dağılıp gideceklerine beğendiği ve tasvip ettiği insanların arkasında dursalar, onlara büyük oranda tekrar oy verseler, bu nevzuhur (aniden ortaya çıkan) güçlerin bir daha demokrasiyi kesintiye uğratacak halleri kalır mı? Ama bizler çeşitli propagandaların tesirleri ile dağılır gidersek, elin oğlu bundan cesaret alır, bakarsınız ülkemiz düzlüğe çıkacakken yine bir oldubittiye getiriliverir ve yine “iki yakamızı bir araya getirmek” zorlaşır.
TOHUMLUKLARIMIZA NE OLUYOR
Tohumculuğumuz, 8.Ocak 2004 yılında başlayan bir sürecin (5042 sayılı kanunla) bizi getirdiği nokta ayağımızı yerden kesecek niteliktedir. 31.Ekim.2006 tarihinde kabul edilen 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu"nun 5. maddesinde; "Bakanlık tarafından, bitkisel ve tarımsal özellikleri belirlenerek sadece kayıt altına alınan çeşitlere ait tohumlukların üretimine izin verilir" denilmektedir.
Aynı yasanın 7. maddesinde ise, "Yurtiçinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir" hükmü ile kayıt altına alınmamış, ama çiftçinin yüzlerce yıldır ürettiği ve ticaretini yaptığı tohumların ticaretine kesin bir engel konulmaktadır.
Aynı yasanın geçici 1. maddesinde bu sınırlamaya ilişkin 5 yıllık bir geçiş süreci öngörülmüş bulunmaktadır. Bu duruma göre 31.10.2011 tarihinden itibaren, hemen her çiftçinin yüzyıllardır ürettiği ve kilerinde gelecek dönemi için sakladığı tohumluklar, şayet kayıt altına alınmamışsa ticarete konu olamayacaktır. Yani, elinde fazla tohumu olan çiftçi Hasan Ağa, kasketli Ahmet ağa bu tohumunu komşusuna veya pazarda ihtiyacı olan diğer çiftçilere satamayacak demektir.
Diyelim ki çiftçilerimizin bu yasadan haberleri yok veya yasaya uymadılar, o zaman aynı yasanın 12. maddesi devreye girmekte ilk etapta 10 bin TL (10 milyar TL) idare para cezasına çarptırılacaklar. Fiilin tekrarı halinde beş yıl süreyle faaliyetten men edilecek, tohumluklara Bakanlık tarafından el konulacaktır. Müsadere edilen tohumlukların imha edilmesine karar verildiği takdirde, imha masrafları çiftçi tarafından ödenmek şartıyla Bakanlık tarafından gerçekleştirilecek.
Zaten yokluklar içinde yaşamını sürdüren çiftçi, borcunu ödeyemezse haciz işlemi uygulanacak, yine ödememekte direnirse “akmıyor mahpushane çeşmesi…” şarkısını söyleyecekler demektir.
KAYIT ALTINA ALINMA ŞEKLİ
Okuyucularımın, “İyi de kardeşim ne var bunda. Çiftçi de gitsin tohumunu tescil ettirsin, ticaretini de yasalara uygun bir şekilde yapsın" dediklerini duyar gibiyim.
Tohumculuk Kanunu'nun altyapısını oluşturan bir başka kanun, adeta bu iş için özel olarak hazırlanmış (yazımın başında belirttiğim 8.1.2004 tarih 5042 sayılı kanun), tam bu noktada hemen o devreye giriveriyor.
Türkiye'de tohum ıslahı yapan şirketlerin yaklaşık yüzde 90'ı uluslararası şirketlerdir. Dünya tohumculuğunu 6 büyük tekel elinde bulunduruyor. Bunlar Novartis, Monsanto, Cargill, Dupont, ADN ve Bayer. Bu firmaların Türkiye'deki tohumculuk firmalarıyla hisse bazında ya da bayilik yoluyla kurdukları ortaklıkları bulunuyor.

5042 sayılı yasaya göre bu firmalar Türk çiftçisinin tohumlarını alıp, patent ve fikri mülkiyet haklarına sahip olacaklar. Şirketlerin hakları ise yine bu yasayla güvence altına alınmış olacaktır.

Yani, önce Tohumculuk Yasası ile çiftçiye "Arkadaş sen bu tohumluğunu kullanamazsın" denecek, sonra da o tohumları tescil ettiren şirketlere "devlet eliyle" pazar yaratılacaktır.
Türkiye'nin bugün özellikle sebze tohumlarında yüzde 90 oranında yabancı şirketlere bağımlı olduğunu da hatırlarsak, buğdaygiller tohumlukları ile sebze tohumluklarının bilhassa DNA’sı ile oynanmış olanların başımıza büyük işler aşacağı ve hatta neslimize tesir edeceği teknik elemanların görüşleri olarak açıklanmaktadır.
2004 ve 2006 yıllarının AKP’nin mecliste büyük çoğunluğunun bulunduğu devreler olduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı?
Yazımın burasında, Milletvekillerimize bir serzenişte (sitemde) bulunmak istiyorum. “Allahınızı severseniz… Siz kanunları mecliste geçirirken hiç müzakere etmiyor, ilgili meslek odalarına veya dairelerin teknik elemanlarına hiç sormuyor musunuz? Bu kanunların uygulamada nelere müncer olacağını, bunun da sizleri nasıl bir vebal altına sokacağını bilemiyor musunuz?”
anahaber

GDO’LU ÜRÜNLERİ DENETLEMEK İMKÂNSIZLAŞACAK

Milliyet yazarı Güngör Uras, Tarım Bakanının “çıkarılan yönetmelik ile GDO’lu ürünlerin denetim altına aldık” sözlerinin gerçeği yansıtmadığını yazdı. Bu ürünlerin bir yönetmelikle ithalinin serbest bırakılmasından önce, bir ”Gıda Denetim Yasası” çıkarılması gerektiğini vurguladı. Bu yapılmadığı için eskiden girişine göz yumulan GDO’lu ürünlere bundan sonra kapıların tamamen açıldığını yazdı. Yazar ayrıca Türkiye’de GDO’lu ürün tespit analizi yapabilecek üç laboratuar olduğunu, bunlarında Bursa, Adana ve Ankara’da bulunduğunu, bunun da yetersiz olduğunu belirtti.

İşte Güngör Uras’ın “GDO’lu ürün için sadece üç laboratuvar var” başlıklı yazısı:

“GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) sorunu 13 yıllık bir sorun. ABD’de 1996’dan bu yana GDO tohumdan ağırlıklı olarak, mısır, soya, pamuk üretiliyor.

GDO’lu ürünlerin geçmişi kısa olduğu için insan sağlığı üzerindeki etkileri bilinemiyor. Bunun için sıkı bir denetim uygulanıyor. Değişik ülkelerde GDO’lu ürünlerle beslenen deney farelerinde olumsuz bulgular ortaya çıktı. GDO’lu ürünün canlının büyümesine engel olduğu, belli organlarda kansere yol açtığı konusunda değişik bulgular var. Onun için her ülke GDO’lu ürünler için denetim getiriyor.

GDO’lu ürün kullanımı genellenemiyor. İnsanların tercihine bırakılıyor. Ürünler devamlı tahlilden geçiriliyor. Kullanıcı için yazılı uyarılar şart koşuluyor. GDO’lu tohum ile mısır, pamuk, soya (ve şimdilerde pirinç) üreten ABD bu ürünleri ihraç ediyor. Bu ürünler ABD’nin en büyük ihraç ürünleri.

Türkiye de ABD’den mısır, soya ve pamuk ithal ediyor. Hükümet bugüne kadar GDO’ya göz yummuş. Uzun süredir uzmanlar uyarı yapıyordu: “Hükümet bunları denetlemeden yurda sokuyor. Halkımız GDO’lu ürün yiyor” diyordu. AKP hükümetlerinin Tarım Bakanları ise, GDO’lu ürün ithal etmediğimizi söylüyordu”.

Şimdi ise, GDO’ya kapıyı açan yönetmeliği savunmak isteyen Tarım Bakanı, ”Biz yıllardır GDO’lu ürün ithal ediyorduk. Şimdi GDO’yu denetim altına almak için yönetmelik hazırladık” diyor.

Yönetmeliğin adından da anlaşıldığı gibi hükümet bundan sonra GDO’lu ürünlere kapıyı açıyor.

GDO ve benzeri sağlığa zararlı ürünlerin ortalığı kasıp kavurmaması için “Gıda Denetim Yasası” diye bir yasanın hazırlanması gerekiyor.

Her ülke, halkın sağlığına zarar verecek ürünleri denetler. Böyle bir denetimin yapılması için ise, ülkede çok sayıda “kontrol laboratuvarı”nın olması şarttır. Laboratuvar olmaz ise, hangi ürünün içinde ne olduğu hangi ürünün doğal yapısının değiştirildiği, hangi ürünün sağlığa zararlı olduğu anlaşılamaz.

Hükümet “Gıda Kontrol Yasası”nı çıkarmadan önce alelacele “Gıda ve yem amaçlı GDO ve ürünlerinin ithalatını, işlenmesini, ihracatını” bir “yönetmelik” ile serbest bıraktı.

GDO’luyu bilemeyeceğiz

Yönetmelik yayımlanır yayımlanmaz Tarım Bakanlığı valiliklere yazı gönderdi. Bu yazıda 27 gıda ve yem maddesnin ismi veriliyor. Bu gıda ve yem maddeleri için valiliklerce GDO analizi yaptırılması ve analiz sonucu GDO tespit edilen ürünlerin ithalatına izin verilmemesi” isteniyor. Yazıya göre ülkede bu analizleri yapacak 3 ilde sadece 3 laboratuvar var: Bursa Gıda Kontrol ve Merkez Araştırma Enstitüsü, Adana ve Ankara İl Kontrol laboratuvarları...

İşte o kadar.

İşte sorun burada... (1) Bugüne kadar GDO’lu ürünlerin girişine göz yumuluyordu. (2) Bundan sonra GDO’lu ürünler için kapı sonuna kadar açılıyor. (3) Hangi ürünün GDO’lu hangisinin GDO’suz olduğunu tahlil edecek, denetleyecek imkânlara sahip değiliz. (4) İnsanlarımız kullandıkları ürünün içinde GDO olup olmadığını bilemeyecek. (5) GDO’lu ürünlerin çocuklarımızın, halkımızın sağlığını, gelecek yıllardaki insan yapımızı nasıl etkileyeceğini düşünen yok.”

ABD, AB'ye ticaret savaşı açmayı planlamış
5 Ocak 2011
Wikileaks'te yayımlanan yeni bir belgeye göre, ABD'nin Paris Büyükelçiliği, Fransa'nın, Monsanto şirketinin genetik değişikliğe uğratılmış mısırını yasaklama girişiminde bulunması üzerine AB'yi cezalandırma tavsiyesinde bulunmuş.

Guardian'da yayımlanan belgede, ABD Büyükelçiliği Washington'a, genetik değişikliğe uğratılmış ürünlere karşı çıkan her AB ülkesine karşı askeri tarzda ticaret savaşı başlatılmasını tavsiye ediyor.

Belgeye göre, Fransa'nın 2007'de Monsanto'nun GDO'lu mısırını yasaklama girişimine cevap olarak Büyükelçi Craig Stapleton, Washington'dan gerek AB'nin gerekse GDO'lu ürünlerin kullanımını teşvik etmeyen diğer ülkelerin cezalandırılmasını istedi.

Büyükelçi Stapleton, AB'ye karşı ticaret alanında bir hedef misilleme listesi hazırlanması tavsiyesinde bulundu.

-ABD'Lİ DİPLOMATLAR GDO İÇİN ÇALIŞMIŞ-

Konuyla ilgili diğer belgelerde de ABD diplomatlarının, tüm dünyada GDO'lu ürünleri hükümet açısından ve ticari açıdan stratejik bir zorunluluk olarak dayattıkları görülüyor.

Belgelere göre, gelişmekte olan ülkelerde Katolik piskoposlar bu tartışmalı ürünlere karşı çıktıkları için ABD, Papa'nın danışmanlarına özel baskı uygulamış.

ABD Dışişleri Bakanlığı'nın biyoteknoloji özel danışmanı ve Kenya'daki hükümetin biyoteknoloji danışmanları, Papa'nın GDO'lu ürünlere destek vermesi için Vatikan yetkilileri nezdinde lobi faaliyetlerinde bulunmuşlar.

Bunun yanı sıra belgeler, Amerikalı diplomatların başta Monsanto olmak üzere GDO şirketleri için doğrudan çalıştıklarını da gösteriyor.

Ayrıca, Avrupa Birliği'ni biyoteknoloji yasalarını sıkılaştırmamaya ikna için İspanya ile ABD'nin birlikte çalıştığı da belirtiliyor. Yazışmalardan birinde, Madrid'deki ABD elçiliği, "İspanya düşerse Avrupa'nın geri kalanı da düşer" diyor. habertaraf

Gıda fiyatları zirve yaptı, dünya sancılı
13 OCAK 2011
Birleşmiş Milletler'in yayımladığı yeni veriler, gıda fiyatlarının tüm zamanların en yüksek düzeyinde olduğunu ortaya koydu.
Şeker, hububat, yağ ve et ürünlerinden oluşan bir sepeti yansıtan gıda endeksi Aralık ayında 214,7 puana yükselerek yeni bir rekor kırdı.

Fiyatlar, 2008 yılında pek çok ülkede gösteriler düzenlendiği günlerde bile bu kadar yükselmemişti.
O tarihte endeks, 213,5 puanı gördü.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), dünyanın bir diğer gıda krizinin ortasında olmadığını belirtiyor.
Ancak Cezayir ve Tunus'ta son günlerde yaşanan gösterilerde de gıda fiyatlarına tepki gösterilmesi, yetkililerin dikkatlerini bu alana çekiyor.
Dahası, petrol fiyatları da son iki yılın en yüksek seviyesinde. BBC

"Şeker kotası GÂVUR aklıdır"
o1.02.2012
Numan Kurtulmuş HAS PARTİ Sakarya il Başkanlığında gazetecilerlin sorularını cevaplandırdı.



Şeker kotası ile ilgili de konuşan KURTULMUŞ, zamanında kapalı kapılar ardında Türkiye’ye dönüp "Siz, sanayileşmeyi ne yapacaksınız, tarım ile uğraşmaya devam" edin diyenlerin bugün de, gıda ve tarım sektörünün dünya nezdindeki stratejik önemi ortada iken bu defa da "Tarım ile uğraşmayın, biz size hazır gıda ve tarım ürünleri satarız" dediklerini hatırlattı. Kurtulmuş, "işte bu IMF aklıdır, bu GÂVUR aklıdır. Tüm bunlar, 2000 yılından itibaren uygulanan IMF politikalarının ürünüdür" dedi. Dünya da 100 kg şekere 1,5 kg tatlandırıcı konulurken Türkiye’de 100 kg. şekere 15 kg tatlandırıcı konulmasının çok çeşitli hastalıklara yol açtığını söyleyen Kurtulmuş: "Bırakın çiftçimiz dilediği kadar, eke bildiği kadar pancar ekmeye devam etsin’’ dedi.
Haber1001

GDO ZEHİRLERİNİN ŞEKER FABRİKALARININ ÖZELLEŞTİRİLMESİYLE İLGİSİ NE?
Prof. Dr. Tayfun Özkaya

“Ne ilgisi var?” demeyin. Çok ilgili. Bir taraftan şeker fabrikaları özelleştiriliyor, diğer yandan Tarım Bakanlığı bir yönetmelikle GDO’lu ürünlerin ithalatına kapıyı ardına kadar açıyor. Biliyorsunuz artık mısırdan şeker üretilebiliyor. Türkiye’de Amerikan şirketleri bunun için yerleştiler. Mısırın çoğu Amerika’dan ithal ediliyor ve bunlar GDO’lu. Mısır’dan şeker üretmek için, daha doğrusu mısır nişastasını şekere (früktoz şekeri) dönüştürmek için biyoteknoloji ürünü, yani GDO’lu enzimler kullanılmakta. Bunun için yılda dünyada 200 milyon dolarlık enzim satılmakta. (Monthly Rewiev Press yayını Hungry for Profits adlı kitapta sayfa 114) Bu nişasta bazlı şekere İngilizce “High Fructose Corn Syrup” yani “Yüksek Oranlı Früktoz Mısır Şurubu” denmekte. Kısaltması HFCS. Bu Amerikan şirketleri bu ürün için ayrılan kotayı yükseltmek, mümkünse kotayı kaldırmak istiyor. Bunun için engel nedir? Engel Türkiye’de şeker pancarına dayalı şeker üretimidir. Mısır şurubu Amerikan şirketlerine çok kâr bırakıyor. Onun için şeker fabrikalarının özelleşmesi gerekli. Bunları kendileri alarak kontrol etmeseler bile, bu özelleşme sonunda şeker fabrikalarının çoğunun kapanacağı düşünülüyor. Açık tabii mısır şurubu ile kapatılacak.

Türkiye mısır ithali için parayı nereden bulacak? Kapanacak olan (çoğu geri kalmış yörelerimizdeki) şeker fabrikalarındaki işçiler işsiz kalınca nerede iş bulacak? Pancar üretemeyecek olan çiftçiler nasıl geçinecek? Bunlardan onlara ne? Küreselleşme zaten bu demek değil mi?

Bu arada hem enzimi, hem de mısırı GDO’lu olacak olan bu şekerin sağlık üzerindeki zararları olacak. Ayrıca bu mısırdan üretilen şeker fruktoz olduğu için GDO’suz mısırdan üretilse bile şeker pancarı şekerine göre çok daha sağlığa zararlı olacak. Çünkü vücutta hızlıca yağa dönüştürülüyor. ABD’de kullanılan şekerin yarısı bu mısır şurubudur. Kola, pasta vb. birçok üründen kişi başına 70 kilo şeker almaktalar. Bu yüzden ABD’de bazı eyaletlerde halkın yarısından çoğu obez oldu. Obez şişman değildir. Aşırı şişmandır. Bunlara bakarsak ABD halkı en yüksek (ortalama olarak tabii) milli gelirle, dünyada en kötü beslenen bir toplumdur. İşin bir de bu yanı var.

Ayrıca Monsanto şeker pancarında da GDO’lu çeşitler üretmek için çalışmalar yapmaktadır. Üretilecek çeşit çoğu durumlarda olduğu gibi yabancı otlara (herbisitlere) dirençli olacak. (www.bio.org/speeches/pubs/er/BiotechGuide.pdf) Bunun sonucu da şüphesiz daha çok yabancı ot öldürücü kullanımı olacaktır. Mısır ve pamuk üretiminde Brezilya ve ABD’de böyle olmuştur.

Gündemde yer alan GDO’nun kullanımına izin verilmesi ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesi çiftçimize, işçimize ve tüketicimize zararlıdır. Bu ise 70 milyon insan demektir. Odatv.com

AÇILIMI BEKLEYEN ŞEKER TEHLİKESİ
Prof.Dr. Mustafa KAYMAKÇI
24 Eylül 2009
Geçtiğimiz günlerde, Türkiye Şeker Fabrikaları (TŞFAŞ)’a ait Çarşamba, Çorum, Kastamonu, Kırşehir, Turhal ve Yozgat Fabrikalarının özelleştirilmeleri ihaleleri 11 Eylül 2009 tarihinde başlatıldı, son teklif verme tarihi de 19 Kasım 2009 olarak belirlendi. Bakınız, bu ihaleler konusunda iki farklı ses kamuoyunda yankı buldu.

DEVLET BİZE VERSİN, BİZ ÇALIŞTIRIP BORCUNU ÖDEYELİM! (Birinci Ses)

İstanbul İhracatçı Birlikleri Başkanı Zekeriya Mete, 16 Eylül 2009 tarihli gazetelerde, ihaleye çıkan şeker fabrikalarının özelleştirilmesi konusunda aynen şunları diyor; “Biz ihracatçılar olarak da şeker fabrikası özelleştirmelerine katılmayı düşünüyoruz. Fabrikalara bakacağız. Fiyatları henüz bilmiyoruz. Şartnameyi alıp bakacağız. Devlet bize versin, biz çalıştırıp borcunu ödeyelim. Neden zarar ediyor fabrikaları? Şeker fabrikası 3 ay çalışıyor.”

AÇILIM NİYETİ OLAN ŞEKER FABRİKALARINI ÖZELLEŞTİRMEZ (İkinci Ses)

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi başkanı Ahmet Atalık ise 15 Eylül 2009 tarihli bir basın açıklaması yaptı. Atalık, açıklamasında; TŞFAŞ’nın elinde doğudan batıya 25 fabrikasının olduğunu, fabrikalardan kazananların zarar edenleri dengelediğini ve toplamda kar ettiklerini belirtiyor ve ekliyor. “ Batı ve Orta Anadolu’da karlı şeker fabrikalarını satarsak, TŞFAŞ zarar etmeye başlar, doğrudan zarar eden fabrikaları kimse almaz ve kısa süre sonra onlar da kapanır.” Atalık, Doğu ve Güneydoğu’da istihdamın ve tarımın desteklenmesi için Batı’daki fabrikaların özelleştirilmemesi gerektiğine işaret ediyor ve “Açılım niyeti olan şeker fabrikalarını özelleştirmez” diyor.

Bu iki farklı sesi yorumlayalım;

1. Özel sektör, salt kendi kazancını öne alır, toplumsal sorumluluk sonra gelebilir.

2. Kamucu yaklaşım, toplumun genel çıkarını düşünür, elbette devlete ait KİT’lerin popülist amaçlarla kullanılması istenemez.

3. Devlete ait şeker fabrikalarının düşük kapasite ile çalışma durumu, Türkiye’ye Kemal Derviş ile dayatılan şeker Yasası’nın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. (Zorunlu bir açıklama; yasayla şeker pancarı üretimi, stoklar bahane edilerek düşürüldü ve nişasta bazlı şeker kotası yüzde 15’e çıkarıldı. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası’nın Türkiye’ye yüzde 15 kota dayatmasına karşılık, AB’nin en büyük iki ülkesi olan Fransa ve Almanya’da yüzde 2 olduğunu biliyor musunuz?)

4. Şeker Yasası, pancar ekim alanlarının daralmasına da neden oldu. Pancar çiftçisi fakirleştiği gibi başta hayvancılık olmak üzere diğer sektörler de bundan zararlı çıktı.

Bu yorumlardan sonra bir hatırlatma da yapalım; AKP hükümeti, satılamayan şeker fabrikalarının özelleştirilmesi çalışmalarına yardımcı olmak üzere üçlü bir konsorsiyum kurmuştu. Burada görevlendirilen kuruluşlardan birisi de “ED and FM İstanbul Ltd.Şti” idi. Bu şirketin ana özelliği ise, dünyanın önde gelen şeker ticaretçisi olmasıydı. Bu konsorsiyum görevini sürdürüyor mu bilemiyorum. Meslektaşım Ahmet Atalık belki bilir! Odatv.com

GDO’LU ÜRÜNLERİ DENETLEMEK İMKÂNSIZLAŞACAK

Milliyet yazarı Güngör Uras, Tarım Bakanının “çıkarılan yönetmelik ile GDO’lu ürünlerin denetim altına aldık” sözlerinin gerçeği yansıtmadığını yazdı. Bu ürünlerin bir yönetmelikle ithalinin serbest bırakılmasından önce, bir ”Gıda Denetim Yasası” çıkarılması gerektiğini vurguladı. Bu yapılmadığı için eskiden girişine göz yumulan GDO’lu ürünlere bundan sonra kapıların tamamen açıldığını yazdı. Yazar ayrıca Türkiye’de GDO’lu ürün tespit analizi yapabilecek üç laboratuar olduğunu, bunlarında Bursa, Adana ve Ankara’da bulunduğunu, bunun da yetersiz olduğunu belirtti.

İşte Güngör Uras’ın “GDO’lu ürün için sadece üç laboratuvar var” başlıklı yazısı:

“GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) sorunu 13 yıllık bir sorun. ABD’de 1996’dan bu yana GDO tohumdan ağırlıklı olarak, mısır, soya, pamuk üretiliyor.

GDO’lu ürünlerin geçmişi kısa olduğu için insan sağlığı üzerindeki etkileri bilinemiyor. Bunun için sıkı bir denetim uygulanıyor. Değişik ülkelerde GDO’lu ürünlerle beslenen deney farelerinde olumsuz bulgular ortaya çıktı. GDO’lu ürünün canlının büyümesine engel olduğu, belli organlarda kansere yol açtığı konusunda değişik bulgular var. Onun için her ülke GDO’lu ürünler için denetim getiriyor.

GDO’lu ürün kullanımı genellenemiyor. İnsanların tercihine bırakılıyor. Ürünler devamlı tahlilden geçiriliyor. Kullanıcı için yazılı uyarılar şart koşuluyor. GDO’lu tohum ile mısır, pamuk, soya (ve şimdilerde pirinç) üreten ABD bu ürünleri ihraç ediyor. Bu ürünler ABD’nin en büyük ihraç ürünleri.

Türkiye de ABD’den mısır, soya ve pamuk ithal ediyor. Hükümet bugüne kadar GDO’ya göz yummuş. Uzun süredir uzmanlar uyarı yapıyordu: “Hükümet bunları denetlemeden yurda sokuyor. Halkımız GDO’lu ürün yiyor” diyordu. AKP hükümetlerinin Tarım Bakanları ise, GDO’lu ürün ithal etmediğimizi söylüyordu”.

Şimdi ise, GDO’ya kapıyı açan yönetmeliği savunmak isteyen Tarım Bakanı, ”Biz yıllardır GDO’lu ürün ithal ediyorduk. Şimdi GDO’yu denetim altına almak için yönetmelik hazırladık” diyor.

Yönetmeliğin adından da anlaşıldığı gibi hükümet bundan sonra GDO’lu ürünlere kapıyı açıyor.

GDO ve benzeri sağlığa zararlı ürünlerin ortalığı kasıp kavurmaması için “Gıda Denetim Yas

Türkiye İsrail'den Kurtuldu
26 Mayıs 2009
Türkiye domates tohumuna varıncaya kadar İsrail dahil, yurt dışından ithal ediyordu. Devir değişti... Şimdi İsrail, Türkiye'den alıyor..

Türkiye, 5 yıl öncesine kadar yüzde 95'ini dışarıdan aldığı sebze tohumunda ihracatçı ülke konumuna geldi. Aralarında tohumculuk konusunda ileri teknolojiye sahip İsrail'in de yer aldığı 20 ülkeye ihracat yapılıyor.

Satış yapılan ülkeler arasında Avrupa'nın yanı sıra Türk cumhuriyetleri ve Ortadoğu da var. Türkiye Tohumculuk Endüstrisi Derneği Başkanı Dr. Mete Kömeağaç, Türkiye'nin tohumda dışa bağımlılığının giderek azaldığını, sektörün son yıllarda ihracatta önemli gelişmeler kaydettiğini söyledi.

Antalya'da düzenlenen Dün-ya Tohumculuk Kongresi öncesi açıklamalarda bulunan Kömeağaç, son yıllarda uygulanan liberal politikaların sürmesi halinde 2020 yılında tohumluk ticaret hacminin 1 milyar dolara çıkacağı görüşünde. Kömeağaç'ın verdiği bilgiye göre, dünya tohum pazarı 35 milyar dolar civarında. Bunun 8 milyar dolarının ticareti yapılıyor. Dünya tohum piyasasını ABD, İsrail, Fransa, İtalya, Hollanda gibi ülkeler yönlendiriyor. Türkiye, dünya tohum ticaretinde 15. sırada yer alıyor.

Türkiye daha 5 yıl öncesine kadar sektöre yeterince yatırım yapılmaması sebebiyle tohumu dışarıdan alıyor, elde edilen ürün tohum vermediği için de tarım tamamen dışa bağımlı hale geliyordu. Türkiye Tohumculuk Endüstrisi Derneği Başkanı Dr. Mete Kömeağaç, Türkiye tohumluk ticaretinin 450 milyon dolar seviyelerine ulaştığını söyledi. Kömeağaç, son 10 yılda uygulanan liberal politikaların sürmesi halinde 2020 yılında tohumluk ticaret hacminin 1 milyar dolara çıkacağı görüşünde. Türkiye'nin sürekli tohum ithal eden ve bu konuda dışa bağımlı görünümden kurtulmaya başladığını vurgulayan Kömeağaç, "Yerli tohum kullanımı her sene artmakta. Özellikle hibrit dediğimiz sebze tohumlarında ciddi gelişmeler var. Son beş yılda yüzde 5'lerden yüzde 35'lere kadar çıktı. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın vereceği Ar-Ge desteğiyle bu oranı yüzde 65'e çıkarmayı hedefliyoruz." dedi.

Kömeağaç'ın verdiği bilgiye göre, sektör, 90 milyon doları ithalat, 60 milyon doları da ihracat olmak üzere 150 milyon dolarlık bir dış ticaret hacmine ulaştı. Sertifikalı tohum kullanımı, verimi yüzde 25 artırıyor. Antalya'da düzenlenen Dünya Tohumculuk Kongresi'ne, 80 ülkeden yaklaşık iki bin kişi katılıyor. Toplantıya katılan Uluslararası Tohumculuk Federasyonu (ISF) Başkanı Orlando De Ponti de Türkiye'nin tohumculukta önemli mesafe kaydettiğini, yurtiçine ve komşu ülkelere hitap edecek muazzam bir altyapıya sahip olduğunu söyledi.

Gıda güvenliğinin sağlanması açısından da bitki ıslahının zorunlu olduğunun altını çizen Ponti, şöyle konuştu: "Bitkisel verimlilik, her yıl yüzde 2 oranında artıyor. Bunun yüzde 1'lik kısmı bitki ıslahından sağlandı. Diğer yüzde 1'i de çiftçilerin yeni çeşitleri yetiştirmesiyle elde edildi."
aktifhaber

Prof. Dr. Burak Arzova:'Türkiye tarımdaki potansiyelini kullanamıyor'
22 Ara 2014



Marmara Üniversitesi Ekonomi Profesörü Burak Arzova, tarımdaki sorunların bölgesel olarak ele alınması gerektiğini ve maliyetlerin düşürülmesinin tarımın büyümesi için şart olduğunu söyledi.

Bekir Gül: Türkiye’nin üçüncü çeyrek büyüme hızı beklenenden düşük geldi. Bunda en büyük etken, tarım sektörünün küçülmesi oldu.
Hükümet Orta Vadeli Programı’nda tarım sektörü ile ilgili özellikle sulama alanında yatırımların artacağı açıklamasını yaptı. Ancak Türkiye’de tarımın sorunları saymakla bitmiyor. Başta da maliyetlerin yüksek olması geliyor. Bu maliyetin başında da mazot fiyatları yer alıyor. Devlet destekleme verse de çiftçiler bu desteklemenin yetersiz olduğunu ifade ediyorlar. Devletin denizcilere verdiği fiyattan kendilerine de mazot vermesini istiyorlar.
Marmara Üniversitesi Ekonomi Profesörü Burak Arzova ile Türkiye’nin tarım politikalarını ve tarımda çözülmesi gereken öncelikli sorunlarını konuştuk.

Türkiye’nin tarımda yaşadığı sorunlar nelerdir?

Her şeyden önce Türkiye’de toprak analiz raporu yok. Ne demek toprak analiz raporu? Mesela haritayı açtığınız zaman, Ege Bölgesi’nde ne yetiştirilir, ya da Güneydoğu Anadolu’da ne yetiştirilir, hangi ürünü yetiştirmek daha kârlıdır... Bunların hiçbir analizi yapılmıyor. Köylü babadan öğrendiği bilgilerle ekim gerçekleştiriyor. Dolayısıyla toprak sürekli aynı ürünün ekilmesinden dolayı verimsiz hale gelmiş durumda.
Türkiye’nin başka bir sıkıntısı ise sözleşmeli tarım yok. Çiftçiler tarlalarına önceden yapacağı sözleşmeyle ürün ekmeli. Böylece ürün yetiştiğinde bunu satma sıkıntısı yaşamayacak. Çünkü anlaşmasını önceden yapmış olacak. Şu anda sembolik olarak bunun birkaç örneği var. Ancak yaptırım gücü yok. Bunun bir yasal çerçeveye oturtulması gerekiyor. Örneğin İtalya’da pazara bir yıl sonra sürülecek ürünün fiyatı tahmin edilebiliyor. Çünkü üretim miktarı tahmin edilebiliyor. Köylülerle anlaşma yapılabiliyor. Oysa Türkiye’de bunu bilmek mümkün değil, örneğin buğdayın çok verimli olduğu yıllarda buğday fiyatları düşüyor. Ama daha az üretilen ürünlerin fiyatı artıyor. Bu kontrol mekanizmasının sağlanması gerekiyor. Güneydoğu’da pamuk ekiyorsunuz, ancak bunu çırçır fabrikasına Antep’e getiriyorsunuz. Dolayısıyla sıkıntılar çok büyük. Ürünlerin pazara uzaklığı sıkıntısı var, üretildiği yerde işlenememe sıkıntısı var.
Bir de üretim maliyetleri çok yüksek. Başta da mazot fiyatları çok yüksek. Çünkü şehirde kullandığımız mazotun fiyatıyla tarlada kullandığımız mazotun fiyatı aynı. Devlet bu konuda destekleme veriyor ancak sözü bile edilemeyecek kadar düşük. Artı bu desteklemeyi, siz tarlayı ekip biçtikten sonra ödüyor. Yani ihtiyacınız olduğunda tarlayı ekerken bu desteği kullanamıyorsunuz. Oysa köylünün anında mazotu indirimli kullanması gerek.

Çiftçilik maliyetlerinin yüksek olması hayvancılığı da etkiliyor mu?

Tarımın maliyetleri yüksek olduğu için hayvancılık maliyetleri de çok yüksek oluyor. Normalde 1 litre sütün, 1 kilo samanı karşılayabilecek fiyatta olması gerek. Ama karşılamıyor.
Ayrıca Türkiye’de hayvan ırkının artık değişmesi gerekiyor. Sütçü ırktan et elde etmeye çalışıyoruz. Gelişmiş ülkelerle böyle bir şey kalmadı. Avrupa’da bir dana 1.200 kilo. Oysa bizde yetişmiş inek 600-700 kilo geldiğinde seviniyoruz. Veterinerlik fakülteleriyle ortak çalışmalar yapılabilir.
Hayvan ithalatı yapıldı ancak buradaki sorun, yetişmiş hayvan getirildi. Damızlık hayvan getirilmedi. Irk ıslahının sağlanabilmesi için damızlık hayvan getirilmesi lazım. Bu damızlık hayvanların mutlaka kesilmemesi gerekiyor. Şu anda damızlık diye getirilen hayvanlar belli bir müddet tutulduktan sonra kesime gönderiliyor. Çünkü süt kârlı değil. Bu nedenle hayvancılıkta verilen desteğin mutlaka dişi hayvana verilmesi gerekiyor.
Ayrıca hayvancılık yatırım yapmaya kalktığınızda devlet sizden bir sürü izin istiyor. Oysa bunların tek elden halledilebiliyor olması lazım. Mesela TOKİ 3 adet hayvan ahırı modeli çizdirmeli ve hayvancılık yapacaklara bunu vermeli. TOKİ belki hayvan ahırı inşaatlarını bile kendisi yapabilir. Böylece yatırım yapmak isteyenler izin peşinde koşmak yerine tek elden bütün izinlerini alıp işe başlayabilirler.
Ekim alanları ve meralar korunmalı. Yeni geçilen büyükşehir belediye kanununda meralar büyükşehirlere bağlandı. Bunlar sorgusuz sualsiz başka alanlarda kullanılabiliyor ve tarım arazileri daraltılıyor. Türkiye’nin kurtuluşu tarım ve hayvancılıkta özellikle, küçükbaş hayvancılık Türkiye’yi tarım alanında önemli ülkelerden birisi haline getirebilir.

Küçükbaş hayvanın öneminden bahsettiniz. Küçükbaş hayvancılık Türkiye için neden önemli?

Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, geçtiğimiz yıl yaptığı açıklamalardan birinde küçükbaş hayvancılığın önemine vurgu yaparak ‘Türkiye’nin kurtuluşu küçükbaş hayvancılıkta’ demişti. Ben de aynı şeyi düşünüyorum.
Büyükbaş hayvanın hem bakım maliyeti çok yüksek, hem de uzun dönemde yavruluyor. Oysa küçükbaş hayvan bizim iklimimizde hem daha kolay ot yiyebiliyor hem de doğurganlığı büyükbaşa göre çok daha kısa. Büyükbaş gezinemiyor. Kapalı sistemde sürekli fenni yem vermek zorundasınız. Bu da maliyetlerini artırıyor. Oysa küçükbaş yılın en az 7 ayı merada dolaşabilir.

Tarımdaki sorunların çözülmesi için neler yapılmalıdır?

KOBİ’leştirilmiş tarıma geçilmesi gerekiyor. Yani tesisi olan, makinayı, alet edavatı kullanabilecek bilgi düzeyine erişmiş bir yapıya geçilmesi gerekiyor. Tarımla uğraşanların şirketleşmesi gerekiyor. Böylece tarım alanındaki kayıt dışılık da önlenmiş olur. Tarımın kayıt altına alınması gerekiyor. Şirketleşme özendirilmeli. Mesela tarım şirketleri kurulmalı ve burada çalışanların sigorta primleri devlet tarafından karşılanmalı. Vergi takibi açısından da bu çök önemlidir. Hem en büyük kayıt dışı istihdam tarımda, hem de parasal anlamda kayıt dışılık tarımda. Mesela hayvan alım satımlarında bir kayıt tutulmuyor. Hayvanların kulak kaydını yaptırıyorsunuz ama bunun vergisel bir kaydı yok. Alım satımlar zaten nakit yapıldığı için takip etme olanağı yok.
Köylerden kente çok büyük göçler var. Köy ilkokullarının kapanmış olması, taşımalı sistemle geçilmiş olmasından dolayı köylerde yaşayanlar çocuklarını 100 kilometre ötedeki okula gönderemedikleri için, ister istemez köylerden okulların olduğu kasabalara göç ettiler. Bu çocuklar üniversiteyi kazandıklarında ise il merkezlerine geliyorlar. Ve köylerde sadece yaşlı nüfus kalıyor. Köye dönenler ise köyü emeklilik alanı olarak gören insanlar. Dolayısıyla bunların tarımsal üretime bir katkısı olmuyor. Zaten bir yerlerden emekli oldukları için gelirleri var. İhtiyaçları da yok.

Türkiye nasıl tarım ülkesi olacak?

Bir kere tarımda verimi artırmanız gerekiyor. Bunun yolu ise maliyeti düşürmek ve makinalı tarıma geçmek. Bazı temel ürünlerin Türkiye’de üretilmesi gerekiyor. Mesela tohum ve gübre. Bunlar dışardan girdi olduğu için en büyük maliyet unsurlarından bir tanesi.
Emeği tekrar toprağa çekmek gerekiyor. Bugün hayvancılığın en büyük problemi çoban sorunu. Neden çünkü çalışan bulmak problem, buldunuz sigorta yaptırmak problem, maliyetler çok artıyor. Köylerde kimse kalmadı, kimse koyunla kalmak istemiyor. Çobanın imajı kötü, çobana kız bile verilmiyor. Oysa bunların hepsini ortadan kaldırmak devletin elinde.
Sürü yönetimi adıyla Meslek Yüksek Okulu kuruldu. Ancak yeterli eleman istihdam edemiyorsunuz çünkü desteklenmiyor. Meslek Yüksek okullarında tarım teknolojileri bölümü açılması gerekiyor. Tarım teknolojileri o kadar gelişti ki, normal köylünün bunları kullanabilmesi mümkün değil. Özel yetenek isteyen aletler çıktı ortaya.
Bir örnek vermek istiyorum. Manyas, tarım ve hayvancılığın merkezi. Burada bir meslek yüksek okulu var ancak bu okul yönetim organizasyon üzerine eğitim veriyor. Aslında tarım bölümü açmak istemişler ancak hoca bulamayınca öncelikle bankacılık okulu açmışlar. Kağıt üzerinde büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği programı var gözüküyor ama ders programı bile yok.
Bir an önce Türkiye genelinde soğuk hava depoları kurulmalı ve lisanslı depoculuğa geçilmeli. Bunlardan daha önemlisi, merkezi bir tarım borsası olması gerekiyor. Tıpkı Borsa İstanbul gibi. Her şehirde veya ilçede tarım borsaları var ama merkezi bir borsa kurulması şart. Hem hayvansal hem de türev ürünlerin bu borsada alınıp satılması gerekiyor. Ancak bunlar yapılamıyor çünkü lisanslı depoculuk yok. Lisanslı depoculuk olmadığı için 10 ay sonraki buğday fiyatını bilemiyor ancak tahmin edebiliyorsunuz. Eğer lisanslı depoculuk sistemi çalışıyor olsaydı, ve bu ürünler üzerine kontratlar yapılabilseydi, biz 10 ay sonraki buğday fiyatını bilebilecektik.
Bir de dünya piyasalarında, dünya borsalarında kabul edilen katma değerli ürünler üretilmiyor bizim ülkemizde. Mesela Amerikan tipi pamuk. Biz kendi pamuğumuzu üretiyoruz. Ya da mısır. Biz mısırı çoğunlukla hayvan yemi olarak kullanıyoruz. Oysa mısırın uluslararası piyasalarda satım gücü var.
Başka bir konu ise yabancı ülkelerde toprak kiralanması. Bu ne işe yarar; Örneğin dünya piyasalarda en önemli ürünlerden biri kahvedir: Oysa bizim iklimimizde kahve yetişmez. Ancak Sudan’da kahve yetişir. Orada toprak kiralanarak bu ürünler yetiştirilip dünya piyasalarına sunulabilir.

Hükümet Orta Vadeli Programın’da tarımla konu başlıkları açıkladı. Bu konu başlıkları tarımdaki sorunları çözebilir mi?

Orta Vadeli Programı bir iyi niyet olarak görüyorum. 2017’ye kadar bunları yapabilmek çok güç. Yapısal tedbir olarak bunları görmek çok güç. Hedeflere ulaşabilmek çok zor.
Örneğin tarımda Türkiye’nin derdi sadece sulama değil. O Güneydoğu’dan bakış açısı. Batıdan bakış açısı ise maliyetlerdir. Mazot, gübre ve elektrik fiyatlarıdır. Ana başlık olarak açıkladılar. Alt başlıkları bekleyip göreceğiz. Açıklanan konular tarım için yetersiz.

Hükümet programında tarımın son 10 yılın 9’unda büyüdüğünü açıkladı. Tarım sektörü büyüdü mü? Bu büyüme sizce yeterli mi?

Maalesef açıklanan veriler doğru değil. Tarım bakanlığının yayınladığı verilerle TÜİK verileri aynı değil. Sıkıntı buradan çıkıyor. TÜSİAD ve MÜSİAD bu yıl birer tarım raporu hazırladı. MÜSİAD raporu diyor ki; Tarım son 10 yılda sürekli cari açık verdi. Yani tarımdaki ithalat, ihracattan fazla oldu. TÜİK tarım ve hayvancılık verilerini esas alarak bunu söylüyor. Oysa TÜSİAD tarım sektörünün cari açık vermediğini ve cari fazla verdiğini söylüyor. TÜSİAD bunu söylerken Tarım Bakanlığının verilerini esas alıyor.
Ben tabii ki Tarım Bakanlığına inanmıyorum çünkü verileri kendi bakış açısından ele alıyor. Bazı verileri değerlendirmeye alıyor, bazılarını dışarıda bırakıyor, bu nedenle ben TÜİK verilerine inanıyorum çünkü uluslararası standartları esas alıyor. TÜİK’in olduğu bir yerde yani devletin istatistik kurumunun olduğu bir yerde ben onu dikkate alırım.
Türkiye 2007 yılından bu yana tarım cari dengesi anlamında açık veren bir konumda. Yani ihracatından daha fazla ithalat yapıyor.

Türkiye’nin tarımsal ihracatı 2002’de 4 milyar dolarken 2013’te 18 milyar dolara yükselmiş?

Tarım Bakanlığı verileri öyle ama TÜİK verileri bunu söylemiyor. Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı verilerine göre 2013 yılında tarım ihracatı 16.9 milyar dolar olarak gerçekleşmiş. Oysa TÜİK verileri ihracatın 7.5 milyar dolar olduğunu söylüyor.

Hükümet 8.5 milyon hektar tarımsal arazi olduğunu ve bunun 4.5 milyon hektarı sulanabilirken şu anda 5.9 milyon hektarının sulandığını açıkladı?

Hangi veriyi aldıklarını bilemiyorum. Sulama alanları artmış olabilir hatta artırılmıştır. Ancak TÜİK rakamlarına baktığımızda tarım alanlarının gerilediğini görüyoruz. 2002’de 40 bin hektarken, 2013’e geldiğimizde 38 bin hektara gerilediğini görüyoruz.

Tarım Bakanlığı daha çok Güneydoğu gözüyle bakıyor tarıma. Sulama Güneydoğu’nun sorunu olabilir. Ancak batının sorunu asla değil. Tarımı bölgesel olarak ele almak lazım.

Yine hükümet programında Türkiye’nin Avrupa ile kıyaslandığında 2002’de 5. Büyük tarım ülkesinden 1. sıraya yükseldiği söylendi?

Bunu neye dayanarak söylüyor bilmiyorum. Polonya ve Macaristan AB üyesi olduktan sonra tarımdan sanayiye daha kolay kayış gerçekleştirdiler. O ülkelerde tarımsal üretim ve tarımsal alan azaldı. O nedenle Türkiye Avrupa içerisinde yükselmiş olabilir. Ancak bu ülkelere Ukrayna ve Rusya’nın dahil edilmediğini düşünüyorum çünkü her iki ülkenin de net bir şekilde gerisindeyiz. Polonya ve Macaristan sanayiye döndüğü için gerilediler.
Fransa ve İspanya’ya baktığınızda ise verimlilik alanında bizden çok daha yüksek verim elde ediyorlar.

Hükümet programında yer alan bir başka madde ise GSYH içinde tarımın payının 21 milyardan 115 milyar liraya çıktığı. Bu doğru mu ?

Evet tarımın GSYH içindeki payı arttı. Burada bir sıkıntı yok. Ülkenin büyümesiyle alakalı. GSYH nedir, bir ülkede üretilen mal ve hizmetlerin toplam değeri. Tarımda mal ve hizmet üretiliyor ve büyümesi doğal. Ama üretilen mal ve hizmetlerin pahalı olması nedeniyle Türkiye tarımsal potansiyelini yeterli olarak kullanamıyor. Tarım geleceğin en önemli unsuru. Örneğin Rusya’da kriz var diyoruz. Kriz var diye belki giyecek almayacaklar ama yiyecek almak zorundalar. Türkiye’nin potansiyel anlamında tarımdan yararlanabileceği çok unsur var.
Kaynak: Al Jazeera

BREZİLYA’DA KADINLAR BİR LABORATUVARINI BASARAK GDO PROJESİNİ DURDURDU
Ayhan Yalçınkaya
03.03.2015



Ulusal Biyogüvenlik Kurulu’nun genetiği değiştirilmiş okaliptüs ağaçlarının üretimini serbest bırakmaya hazırlanmasını protesto eden Topraksız Köylüler Hareketi MST’nın kadın kolları, çalışmaları yürüten laboratuvara baskın düzenleyerek projeyi durdurdu.

Brezilya’nın başkenti Brasilia’da genetiği değiştirilmiş okaliptüs ağaçlarının üretimini serbest bırakacak kararın oylanması, protesto haberinin ardından iptal edildi. Başkente yaklaşık 1050 km mesafedeki Itapetininga’da proje sahibi Suzano adlı şirketin laboratuvarını basan 1000 kadar kadın protestocu, numune filizlerin bulunduğu serayı ve laboratuvarın su sistemini tamamen kullanılamaz hale getirdi. Ülkenin en büyük kağıt üreticisi şirket, genetiği yetiştirilmiş okaliptüs ağaçlarının 7 yıl yerine 4 yılda büyümesini sağlayarak ülkenin toplam üretimini %20 oranında arttırmayı planlıyordu.

Şirket, uğradıkları zarardan ötürü projeyi durdurmak zorunda kaldı.
Kadın kollarının protestosuna birçok sivil toplum örgütünden destek geldi. Örgütler, doğal okaliptüs ağaçlarının günlük su ihtiyacının zaten çok yüksek olduğunu ve genetiği değiştirilmiş ağaçların doğal ağaçlardan 4 katı daha fazla su tüketeceğini, şirketin ise doğal su kaynaklarının bu durumdan etkilenmesini hiç umursamadığına işaret ediyor.

Üretimi serbest bırakmaya kararlı hükümet yetkilileri oylamayı önümüzdeki ayda gerçekleştirmeyi planlıyor.

Kaynak: http://dunyalilar.org/brezilyada-kadinlar-bir-gdo-laboratu

20 yıldır vazgeçmedi! Hiç ilaç kullanmadan yetiştiriyor…
04.10.2017

Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde Eko Dede lakaplı bir çiftçi, yaklaşık 20 yıldır herhangi bir zirai ilaç kullanmadan narların nasıl yetişebil
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Ekm 15, 2017 9:13 pm tarihinde değiştirildi, toplam 5 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Arl 29, 2014 1:07 am    Mesaj konusu: Zeytinyağı üretiminde Suriye’nin gerisindeyiz! Alıntıyla Cevap Gönder

Onarıcı tarıma ihtiyacımız var, jeo-mühendisliğe değil
Charles Eisenstein
Çeviren: Zeliha Yıldırım
12 Mart 2015



İklim değişimine dair somut önlemler alacaksak, jeo-mühendislikle ‘işi çabucak bitirecek çözümler’ peşinde koşmaktan vaçgeçmeli, kendimizi doğanın mütevazı bir ortağı olarak görmeliyiz.

ABD Ulusal Araştırma Konseyi, güneşten yayılan radyasyonu azaltmak ve gezegeni soğutmak için önerilen ‘gezegenin etrafını sülfat aerosol tabakası ile çevirme’ teklifini onayladıktan sonra jeo-mühendislik tartışmaları yeniden canlandı.

Teklif, ozon tabakasının incelmesi, okyanus asitlenmesi ve tropik yağmurların azalması gibi olası olumsuz etkileri nedeniyle birçok açıdan eleştiriliyor. Ancak asıl problem jeo-mühendisliğin iklim değişikliğine yol açan ekonomik ve endüstriyel sisteme dokunmayan teknolojik bir ayarlama olmasıdır.

Jeo-mühendisliğin arkasındaki düşünce, onarıcı tarımın çerçevesini oluşturan ekolojik yaklaşım ile taban tabana zıttır. Az sayıdaki alternatif stratejilerin aksine onarıcı tarım, doğa ile olan ilişkimizde temelden bir değişikliği gerekli görür.

Onarıcı tarım toprağın onarılması ve süreç esnasında karbonun gömülmesi gibi bir dizi tekniği içerir. Örneğin, çok yıllık bitkiler ve tahıl atıkları ile toprağın üzerini örterek toğrağın korunmasının sağlanması, hayvanların doğal otlama örüntülerinin taklit edilmesi gibi. Ayrıca karbon gömülmesinin de ötesinde birçok ekolojik fayda sunar; toprak kaybının önlenmesi, toprağın minerallerce zenginleşmesi, yeraltı sularının korunması, tarım ilaçlarının zararlarının azaltılması ve suni gübrelerin sulara karışmasının engellenmesi gibi.

Ancak bu yöntemler artan nüfusu beslemeye yetmeyecek kadar yavaş, pahalı ve kullanışsız yöntemlerdir değil mi?

Hayır, değil.

Araştırmalar gösteriyor ki (örnek bilimsel araştırmalara buradan ve buradan ulaşabilirsiniz) onarıcı yöntemlerden elde edilen mahsül genellikle konvansiyonel yöntemleri geride bırakıyor. Benzer şekilde bu yöntemler, toprağı onarması ile birlikte yabancı otları ayıklarken nemin yok olmamasını sağlıyor. Aynı zamanda gübre ve tarım ilacı maliyetlerini ortadan kaldırarak ya da azaltarak çiftçilere daha yüksek kar da sağlıyor. Şimdiye kadar başka hiçbir model bu kadar yüksek oranda karbonu toprağa gömme kapasitesinde değildi (yıllık 2.5 ton/hektar). Bu oran tek başına ABD’nin şimdiki emisyonlarının dörtte birine tekabül ediyor.

Bu yöntemin potansiyel etkisi araştırmadan araştırmaya çeşitlilik gösteriyor. Ohio Devlet Üniversitesi’nden Rattan Lal’a göre çölleşmenin ve toprağın bozulmasının önlenmesi yıllık 3 milyar ton karbonun tutulması anlamına geliyor (ki bu da 11 milyar ton CO2’ye yani şimdiki emisyonların yaklaşık üçte birine tekabül eder). Rodale Enstitüsü’nün yaptığı başka bir araştırmaya göre onarıcı pratiklerin mevcut tarım alanlarına uygulanması emisyonların %40 oranında azaltılmasını ve tüm alanlarda uygulanması ise salımların %71’ni toprağa gömebilir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin raporuna göre ise tüm toprak bazlı karbondioksit, ormanlaştırma pratikleri hariç şu an ki emisyonların %10-15’ini toprağa gömebilir.

Doğa ile birlikte çalışma

Sadece ticari kaygılarla değerlendirildiğinde bile onarıcı tarımın daha iyi olduğu görülüyorken, neden onarıcı uygulamalar daha hızlı yayılmıyor? Yaygın cevap çiftçilerden geliyor ;”insanları değiştirmek zaman alır”. Ancak onarıcı tarım için bundan daha fazlası var. Onarıcı tarım uygulamaları başka bir değişim daha gerektiriyor. Jeo-mühendislik ile karşılaştırıldığında onarıcı tarım, doğa ile ilişkimizde de bir paradigma değişikliği anlamına geliyor.

Öncelikle, onarıcı tarım doğaya hakim olmayı değil onu taklit etmeyi istiyor. ABD Tarım Departmanı(USDA) toprak sağlığı uzmanı Ray Archuleta’nın dediği gibi, “Doğayı kontrol eden, onu yöneten tarımdan uzaklaşmak istiyoruz. Onun yerine doğayı taklit eden tarım uygulamaları yapmalıyız.” Bunun aksine, jeo-mühendislik tüm gezegeni manipüle edilebilecek bir nesne olarak tanımlayarak uzun süreli hakimiyetin yollarını arıyor.

İkinci olarak, onarıcı tarım doğrusal düşünceden ayrılır, mekanik ve kimyasal yollarla değişkenleri değerlendirip kontrol etmekten uzaktır. Hayvanların ve bitkilerin karmaşık, simbiyotik, sağlam bir sistem oluşturduğu düşüncesi ile çok kültürlülüğü ve çeşitliliği baz alır. Diğer taraftan jeo-mühendislik doğrusal olmayan sisteme dışarıdan müdahelenin yol açacağı tahmin edilemeyen sonuçları dikkate almaz. Doğrusal düşünceyi baz alır. Örneğin atmosfer ısınıyorsa, soğutucu bir faktör koymak gerekir der. Ancak bu faktörün etkisini kim tahmin edebilir ki?

Üçüncü olarak onarıcı tarım derinlerde ekolojik sağlığın temelini toprak sağlığında arar. Düşük verimin ve toprak kaybının sorunun kökeni değil belirtileri olduğunu kabul eder. Jeo-mühendislik ise belirtileri örneğin iklim değişikliğini sorun olarak kabul eder ancak nedenleri görmezden gelir.

Hızlı bir ayarlama mümkün değil

Jeo-mühendisliğin hızlı müdahalesinin aksine, onarıcı tarım derin kültürel değişimler olmadan uygulanamaz. Doğaya, mühendislik nesnesi olarak bakma tutumumuzdan vazgeçmeli, mütevazi bir ortak olarak bakmalıyız. Jeo-mühendislik merkezileşme ve küreselleşme mantığından beslenen küresel bir çözüm olsa da onarıcı tarım toprağın ve yeşilin onarılmasında yereli baz alır; orman orman ya da çiftlik çiftlik onarmayı hedefler. Onarıcı tarım, arazi şartları kendine özgü olduğu için her yerde uygulanabilen genel geçer çözümler sunmaz. Konvansiyonel uygulamaların aksine daha emek-yoğundur ve toprak ile direkt ve daha yakın ilişki kurulmasını gerektirir.

Sonuç olarak, iklim değişikliği doğa ile uzun soluklu ayrılışımızın yol açtığı hasarları sınırsız mühendislik ile çözeceğimize duyduğumuz inanç üzerine yeniden düşünme konusunda zorlu bir mücadele sunuyor. Bizi, doğa ve yaşam sevgisini, doğal yaşam içgüdülerimizi ve tüm yaşayanları koruma isteğini hatırlamaya çağırıyor.

Jeo-mühendislik, yıkıcı risklerinin ötesinde bu çağrıdan uzaklaşma, yaşanan yeni aşırılıkları kontrol etme ve aşırı tüketim ekonomisini bir kaç yıl daha sürdürme zihniyetini yayma girişimidir. Zaman toprağa, ağaçlara tutku ile bağlanarak yok olmalarını durdurma ve onarılmalarına hizmet etme zamanıdır. Tarım politikalarını ve uygulamalarını bu onarım ile uyumlu hale getirme zamanıdır.

Yazının İngilizce Orjinali:

http://www.theguardian.com/sustainable-business/2015/mar/09/we-need-regenerative-farming-not-geoengineering

Kaynak: Yeşil Gazete

Zeytinyağı üretiminde Suriye’nin gerisindeyiz!
Yusuf Yavuz
Ara 2014

Danıştay 6. Dairesi, Manisa Soma’ya bağlı Yırca köyünde termik santral için 6 binden fazla zeytin ağacının kıyımına neden olan bakanlar kurulunun acele kamulaştırma kararını iptal etti. Zeytin ağaçlarıyla ilgili tartışmaların sürdüğü bir dönemde zeytin üretimiyle ilgili rapor yayınlayan Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) ise “Yıllarca zeytin tarımı desteklendi, zeytinyağı üretimi teşvik edildi. Ama şimdi zeytinlikler maden ve enerji yatırımlarına, inşaat devlerine kurban ediliyor” uyarısında bulundu. ZMO’nun zeytin raporuna göre 2012-2013 sezonunda dünya zeytinyağı üretimi sıralamasında Türkiye 180 bin tonla Tunus ve Suriye’nin gerisinde kaldı.

İşte yıkım politikalarıyla yatıp kalkan Türkiye’nin zeytin ağacıyla imtihanı…

DANIŞTAY YIRCA’DAKİ ZEYTİN KIYIMINI İPTAL ETTİ

Manisa’nın Soma İlçesine bağlı Yırca köyünde Kolin şirketi tarafından yapılmak istenen termik santral uğruna 6 bin 600 civarındaki zeytin ağacının katledilmesine neden olan bakanlar kurulunun acele kamulaştırma kararını Danıştay iptal etti. Yırca köylülerinin açtığı davayı gören Danıştay 6. Dairesi, acele kamulaştırmanın ancak ülke savunması için alınabileceğine vurgu yaptığı kararın gerekçesinde, zeytin yasası ve uluslararası sözleşmelere de atıfta bulundu.

ZMO RAPORU: ‘ZEYTİN MADEN VE ENERJİYE KURBAN EDİLİYOR’

Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) ise son yıllarda hız kazanan enerji, konut ve madencilik gibi yatırımlara kurban edilen Türkiye’nin zeytinlikleriyle ilgili bir rapor yayınladı. “Yıllarca zeytin tarımı desteklendi, zeytinyağı üretimi teşvik edildi. Ama şimdi zeytinlikler maden ve enerji yatırımlarına, inşaat devlerine kurban ediliyor” ifadelerine yer verilen ZMO’nun zeytin raporunda, dünya zeytin ve zeytinyağı üretiminde Türkiye’nin yeri konusunda bilgi ve rakamlar aktarıldı.

ZEYTİNİN ANAVATANI ANADOLU

Zeytinin anavatanının Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni de içine alan Yukarı Mezopotamya ve Güney Ön Asya olduğuna dikkat çekilen raporda, “günümüzde zeytin bitkisinin anavatanı Mardin, Hatay, Suriye, Filistin ve Kıbrıs adasını içerisine alan bölge kabul edilmektedir. Türkiye bulunduğu coğrafi konum ve sahip olduğu Akdeniz iklimi özellikleriyle, İtalya, İspanya, Yunanistan ve Tunus gibi diğer Akdeniz ülkeleriyle birlikte dünyanın önde gelen zeytin ve zeytinyağı üreticilerindendir. Ülkemizde zeytin ve zeytinyağı üretimi daha çok Ege ve Marmara bölgesinde yapılmaktadır. Aydın, İzmir, Muğla, Balıkesir, Manisa ve Çanakkale üretimin gerçekleştiği başlıca illerdir” bilgisine yer verildi.

BU YIL 180 BİN TON ZEYTİNYAĞI ÜRETİMİ BEKLENİYOR

2013-14 sezonunda Türkiye’nin zeytinyağı üretiminin tahmini 180 bin ton olduğu kaydedilen raporda, zeytinyağı ihracatının da yıldan yıla zeytin ve buna bağlı olarak zeytinyağı üretimindeki dalgalanmalar nedeniyle artış ve düşüşler gösterdiğine dikkat çekilerek, “Türkiye net zeytinyağı ihracatçısı ülkeler arasında bulunmaktadır. Parasal olarak en yüksek zeytinyağı ihracatı 2005 yılında 300 bin dolar olarak gerçekleşmiştir. Miktar bazında en yüksek ihracatın ise 2013 yılında 92 bin ton olarak yapıldığı görülmektedir” denildi.

ZEYTİNYAĞINDA TÜRKİYE SURİYE’NİN ARDINDAN DÜNYA ALTINCISI
2012- 2013 sezonunda dünya zeytinyağı üretimine ilişkin rakamlara da yer verilen raporda, Türkiye İspanya, İtalya, Yunanistan, Tunus ve Suriye’nin ardından 6. sırada yer alırken Türkiye’yi Fas, Cezayir ve Portekiz izliyor.

ZEYTİNYAĞI DÜNYA LİDERİ İSPANYA’DA 8, TÜRKİYE’DE İSE 9,5 LİRA

Zeytincilikte kullanılan girdilerden başta akaryakıt ve enerjinin ucuzlatılması, Ar-Ge çalışmalarının desteklenmesi gerektiğinin altı çizilen ZMO’nun zeytin raporunda, “zeytinyağının diğer ülkeler dikkate alındığında ciddi teşvikler alması zorunlu görülüyor. Bugün İspanya zeytinyağının litresini 8 liraya satıyor, bizde ise hammadde hali 9.5 liradır” bilgisine yer verilirken çözüm için alınması gerek önlemler ise şöyle sıralandı:

‘ZEYTİNLİKLERİ MADENCİLİĞE AÇAN YASA GERİ ÇEKİLSİN’

“Zeytincilikte piyasayı regüle edici fiyat ve destek modellerinin uygulanmalı; ayrıca havza bazlı destek modelinde geleneksel eğimli alanlarda kurulu zeytinlikler için ilave destek verilmeli. Stratejik bir ürün olması nedeniyle zeytinyağının prim sisteminin zeytinyağına değil ham dane zeytine 50 Krş ya da zeytinyağına 1-1,5 TL seviyelerine çıkarılması. Zeytin alanlarında maden aramalarına imkan tanıyan, ‘Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerin Aşılattırılmasına dair Kanun’da değişiklik içeren yasa teklifinin geri çekilmesi. Yerli zeytin gen kaynaklarının korunması ve fidan ithalatının engellenmeli; ayrıca ‘Deliceler’ aşılanmalı ve 300-400 m. rakımlı, bozuk orman arazilerinde zeytinlik tesisine izin verilmeli.”

https://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/2014/12/26/zeytinyagi-uretiminde-suriyenin-gerisindeyiz/

Tarım Bakanı yalan mı söylüyor?
Yusuf Yavuz
02.01.2015

İşte rakamlarla son 10 yılda Türk tarımının nasıl çökertildiğinin ve ithalat bağımlısı olduğunun resmi…

2014 yılında yaşanan don ve kuraklık nedeniyle tarımsal üretimde büyük düşüşler yaşanan Türkiye’de üreticiler zor bir yılı geride bırakırken Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, AB’nin yıllık tarım sektörü büyümesinin yıl ortalamasının 0.24 olduğunu belirterek, “Biz Avrupa Birliği’nin (AB) yıllık sağladığı tarım sektörü büyümesinin 10 katı daha fazla büyüme kaydettik” dedi. Ancak ZMO’nun tarımsal üretimle ilgili hazırladığı yıl sonu raporlarına göre, son 10 yılda Türkiye’nin baklagillerde ekim alanları daraldı. 2000 yılında 94 milyon dönüm olan Türkiye’deki buğday ekim alanı 2014’te 77 milyon dönüme düştü. Türkiye, Rusya ve Ukrayna’dan buğday, Mısır, Etiyopya, Bangladeş ve Çin’den kuru fasulye, Kanada’dan nohut ve yeşil mercimek, ABD ve Kanada’dan bezelye, İtalya, ABD, Vietnam ve Tayland’dan ise pirinç ithal ediyor.

BAKAN EKER: ‘TARIMDA AB’NİN 10 KATI BÜYÜDÜK’

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, Aralık sonunda Mersin’de gerçekleştirilen Genç MÜSİAD Mersin Şubesi 9. Genel Kurul Toplantısı’na katıldı. Toplantıda konuşan Bakan Eker, “Avrupa’nın 10 yıllık tarım sektörü büyümesi ortalama yıllık 0.24’dür. Yani yüzde 1 bile değil. Biz Avrupa Birliği’nin (AB) yıllık sağladığı tarım sektörü büyümesinin 10 katı daha fazla büyüme kaydettik” görüşünü savundu.

Ancak Türk tarımının son 10 yılına bakıldığında ortaya çıkan rakamlar Bakan Eker’in görüşünün gerçeği yansıtmadığını ortaya koyuyor.

‘SON 10 YILDA BAKLİYAT EKİM ALANI YÜZDE 60 AZALDI’

Ziraat Mühendisi Odası (ZMO), TÜİK verilerine dayanarak, buğday, bakliyat, çeltik ve pirinç üretime ilişkin yılsonu raporları hazırladı. ZMO’nun raporuna göre son 10 yılda Türkiye’deki baklagillerin hem ekim alanı, hem de üretim alanı daraldı. Dünyanın en önemli baklagil üreticilerinden biri olan Türkiye’de 1990’ların başında 2 milyon hektara ulaşan yemeklik bakliyat ekim alanları yüzde 60 azalarak bugün 800 bin hektara düştü. 1990-2013 döneminde baklagil üretimi üretim yüzde 43 azalarak 2 milyon 13 bin tondan 1 milyon 148 bin tona düşerken, aynı dönemde Türkiye’nin nüfusu ise yüzde 35 oranında arttı. 2002 yılında 650 bin ton olan nohut üretimi son 10 yılda yaklaşık 150 bin ton gerileyerek 2013 yılında 560 bin tona düştü. 2002 yılında 500 bin ton olan mercimek üretimi ise 2013 yılında 395 bin tona düştü. Türk mutfağının gözdesi olan ve bir zamanlar yoksul halkın sofrasından eksik etmediği kuru fasulye ise 2002 yılında 250 bin ton civarında üretilirken bugün 195 bin tona geriledi. Türkiye bugün Mısır, Etiyopya, Bangladeş ve Çin’den kuru fasulye, Kanada’dan nohut ve yeşil mercimek, ABD, Ukrayna ve Kanada’dan ise bezelye ithal ediyor.

BUĞDAY EKİM ALANI: 2000’DE 94, 2014’TE 77 MİLYON DÖNÜM

ZMO’nun verilerine göre Türkiye’de uygulanan politikalar, çiftçiyi buğday ekmekten de vazgeçiriyor. Buğdayda kendine yeten ülkelerin başında gelen Türkiye’de 2000 yılında 94 milyon dönüm alanda buğday ekimi yapılırken, 2014 yılında bu oran 77 milyon dönüme düştü. 2002 yılında 1 milyon 117 bin ton buğday ithali yapan Türkiye, 2011 yılında ise son yılların en yüksek seviyesine ulaşarak 4 milyon 755 bin ton buğday ithal etti. 2013 yılında buğday ithalat miktarı ise 4 milyon 53 bin ton olarak gerçekleşirken, buğday ithalatının büyük çoğunluğu navlun ve rekabetçi fiyat avantajına bağlı olarak Rusya Federasyonu, Kazakistan, ABD ve Ukrayna’dan yapılıyor.

İTALYA, VİETNAM VE TAYLAND’DAN PİRİNÇ İTHAL EDİYORUZ

Çeltik konusunda da kendine yeterlilik potansiyeline sahip olan Türkiye’de son yıllarda üretimin ve verimliliğin artmasına karşın henüz iç tüketimi karşılamaya yeterli düzeyde değil. ZMO’nun çeltik ve pirinç raporuna göre ise 2012-2013 döneminde Türkiye’nin pirinç yeterlilik oranı yüzde 86,9 olarak gerçekleşirken ihtiyaç duyulan pirincin bir kısmı ise ithalatla karşılanıyor. TÜİK verilerine göre; 2013 yılında 111 bin hekarlık alanda çeltik ekimi yapan Türkiye, 900 bin ton (pirinç karşılığı 540 bin ton) çeltik üretimi gerçekleştirdi. Türkiye’nin 1980’lerdeki pirinç üretimi 100 bin ton, kişi başına tüketimi ise 3,2 kg dolaylarında iken; 2012 yılında ise üretim 528 bin tona, kişi başına tüketim ise 8-9 kg’a çıktı. Bu da yıllık toplam pirinç tüketimi yaklaşık 600 bin tona ulaştığını gösteriyor. Çeltik ithalatının büyük çoğunluğunu ABD, Rusya Federasyonu, Bulgaristan ve Yunanistan’dan yapan Türkiye, pirinç ithalatının büyük çoğunluğu ise İtalya, ABD, Hindistan, Mısır, Vietnam ve Tayland’dan gerçekleştiriyor.

BAKAN EKER: ‘HAMD OLSUN TÜRKİYE AVRUPA’DA BİRİNCİ!’

ZMO’nun üretimin desteklenmesi, koşulların iyileştirilmesi ve çeşitliliğin korunması gibi önlemlerin alınmasını önerdiği yıl sonu değerlendirmelerine karşın, Genç MÜSİAD Mersin Şubesi 9. Genel Kurul Toplantısı’nda konuşan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, Türkiye’nin son 10 yılda elde ettiği ekonomik başarılara değinerek şu görüşleri savunmuştu: “Biz aynı alanda daha fazla ürün elde edecek şekilde, verimliliği artırıcı projeler, politikalar uyguladık ve aynı alandan artık 23 milyar dolar değil 61 milyar dolarlık tarımsal hasıla elde ediyoruz. Bizden önceki hükumet Türkiye’yi 33 milyar dolardan alıp 23 milyara düşürdü. Biz 61 milyar dolara çıkardık ve hamd olsun Türkiye Avrupa’da 2008 yılından bu yana birincilik tahtına oturdu ve birincilik tahtını muhafaza ediyor. İspanya’yı, İtalya’yı ve Fransa’yı tarımsal yurt içi hasıla bakımından bu süre zarfında geride bıraktık. Avrupa’nın 10 yıllık tarım sektörü büyümesi ortalama yıllık 0.24 dür. Yani yüzde 1 değil. Biz Avrupa Birliği’nin yıllık sağladığı tarım sektörü büyümesinin 10 katı daha fazla büyüme kaydettik. Artık bin 681 çeşit tarım ve gıda maddesini dünyaya satıyoruz. Bu da Türkiye’deki sanayicinin ve yatırımcının başarısıdır.”
Kaynak: https://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/2015/01/02/tarim-bakani-yalan-mi-soyluyor/

Düşen buğday üretimi ve ekmek fiyatına etkisi
Ali Ekber Yıldırım (*)
10 Oca 2015



2014 yılında yaşanan kuraklık ve buna bağlı üretimin azalması, Rusya'nın buğday ihracatına kısıtlama getirmesi tahıl ve ekmek fiyatını artırabilir. Ancak, yoğun kar yağışı ve yağmurun etkisi ile 2015 buğday için olumlu sinyaller veriyor.Türkiye'de buğday üretimi ortalama 19 milyon ton. Buğday ihtiyacı da yaklaşık aynı seviyede.

Ekmek, en çok tüketilen gıda ürünlerinden biri. Bu nedenle ekmek fiyatı her zaman yakından izlenir ve geçim için bir gösterge kabul edilir. Ekmeğin hammaddesi ise buğday. Buğdayın üretiminden ihracatına, ithalatına yaşanan her gelişme ekmeğe doğrudan yansıyor. Bu nedenle öncelikle buğdaydaki gelişmelere bakmakta yarar var.

Türkiye’nin ekilebilir tarım arazisi 24 milyon hektar. Bunun ancak 5 milyon hektarı sulanabiliyor. Kalan 19 milyon hektarın yaklaşık 4 milyonu ekilmiyor. Kalan 15 milyon hektarın yarısında buğday ekilir.

Buğdaya dayalı ürünler, özellikle ekmek ve unlu mamullerdeki tüketimi çok yüksek olan Türkiye için buğday üretiminin büyük önemi var.
Üretim ortalama 17-22 milyon ton aralığında. Kuraklığın etkili olduğu yıllarda üretim düşüyor, hava koşulları iyi olduğunda ise artıyor. Son 10 yıllık döneme bakıldığında en yüksek üretim 22 milyon tonla 2013 yılında, en düşük üretim ise 17,2 milyon ton ile kuraklığın çok etkili olduğu 2007 yılında gerçekleşti. 2014'te ise 19 milyon ton oldu.Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre ülke nüfusu artıyor. Buğday ekim alanları ise daralıyor. Buğday üretimi de 30 yıldır yerinde sayıyor.

Ülkenin yıllık buğday ihtiyacı da yaklaşık 19 milyon ton. Bu yönüyle bakıldığında üretimdeki dalgalanmaya rağmen ihtiyacın tamamı yurtiçinden karşılanabilir. Başka bir deyimle Türkiye buğdayda kendi kendine yeterli bir ülke. Ancak üretimin rekor düzeyde olduğu 2013'te de, üretimin dibe vurduğu 2007'de de buğday ithal edildi.

Neden ithalat yapılıyor?

İthalatın farklı gerekçeleri sıralanıyor. Deniyor ki, yerli buğday istenilen kalitede değil, bu nedenle ithalat yapılıyor. Bir başka iddia ise, buğday üretim verileri gerçekçi olmadığı için üretim ihtiyacı karşılamıyor ve bunun için ithalat yapılıyor. Bir başka önemli gerekçe ise, un ihracatı için ithalat yapıldığı yönünde.

Bu gerekçelerin hepsinde doğruluk payı var. Özellikle makarna üreticileri kaliteli durum buğdayının bir bölümünü ithal etmek zorunda.
TÜİK verileri ile Uluslararası Hububat Konseyi (IGC) ve ABD Tarım Bakanlığı'nın (USDA) verileri arasında ortalama 3 milyon ton fark var.

İthalat büyük oranda Bakanlar Kurulu Kararı ile Toprak Mahsulleri Ofisi'ne (TMO) verilen yetki çerçevesinde yapılıyor. 2014 yılında TMO'ya 2,5 milyon ton buğday ithalat yetkisi verildi. Ayrıca, Dahilde İşleme Rejimi (DİR) kapsamında özel sektör de ithalat yapıyor. İthal edilen buğday işlendikten sonra un olarak ihraç ediliyor. DİR kapsamında ithal edilen buğdayın iç piyasaya sunulduğu iddiası her dönem tartışılıyor. İthalatta yüzde 135 gümrük vergisi olduğu dikkate alındığında DİR kapsamında vergisiz ithal edilen buğdayın iç piyasada satılmasının çok kârlı bir iş olduğu görülür.
Gerekçesi ne olursa olsun, TÜİK'e göre, her yıl 4 milyon ton buğday ithal ediliyor. Buğday ihracatı ise çok istikrarsız. 2011'de 5 bin ton, 2012'de 116 bin ton ve 2013'te 275 bin ton ihracat yapıldı. Un ihracatında ise Türkiye dünyada ilk iki ülkeden biri. Kazakistan ile yarışıyor. Bazı yıllar ilk sırada, bazı yıllar ikinci sırada yer alıyor. Yıllık un ihracatı ortalama 2,5-3 milyon ton.

Tahıl ve ekmek fiyatı neden artıyor?

Üretim, ithalat ve un ihracatı verileri değerlendirildiğinde tahıl fiyatının ülke için ne denli önemli olduğu görülüyor. Dahası, ekmek ve unlu mamul tüketimi yaygın olan Türkiye'nin tahıl fiyatı konusunda çok duyarlı olması doğal. Çünkü tahıl fiyatındaki artış doğrudan ekmeğe ve tüketicinin sofrasına yansıyor.

Hasadın yoğun olduğu ve çiftçilerin ürünü en hızlı biçimde piyasaya arz ettiği mayıs-ağustos döneminde fiyat genellikle düşük seyreder. Özellikle hasat öncesi TMO'ya verilen sıfır gümrükle ithalat yetkisi fiyatın düşük oluşmasına neden olur. İthalat sopası sürekli olarak üreticinin üzerinde. Buğday üreticinin elinden çıktıktan sonra fiyat artmaya başlar. Bu nedenle buğday fiyatında özellikle hasattan sonra artış olmasının çiftçiye bir yararı yok. Ayrıca, fiyat artışı ekmeğe yansıdığı için faturayı tüketici, yani halk ödüyor.
Bu çarpık piyasa düzeni nedeniyle çoğu zaman tahıl ve dolayısıyla ekmek fiyatındaki artış, dünya piyasaları ile ters orantılı bir seyir izliyor. Kuraklığın etkili olduğu bu üretim sezonunda da böyle bir süreç yaşanıyor.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO) Küresel Gıda Fiyat Endeksi’ne göre son dört yılda gıda fiyatları düşüyor. Örgütün Tahıl Fiyat Endeksi'nde ise Rusya'nın buğday ihracatına getirdiği sınırlama nedeniyle Aralık'ta bir miktar yükselmesine rağmen 2014 yılında yüzde 12,5 oranında geriledi. Türkiye'de ise Merkez Bankası verilerine göre, 2013 yılında tahıl ve ekmek fiyatındaki artış yüzde 9,7 olurken, 2014'te yüzde 14,8 oranında arttı. Bu artış sadece kuraklıkla ve üretimdeki düşüşle açıklanabilir mi?
Birçok tarım ürününde olduğu gibi tahıl ve ekmek fiyatındaki artışın ekonomik nedenlerin yanı sıra spekülatif olarak artırıldığı söylenebilir.

Aralık ayında Rusya'nın buğday stoklarını korumak amacıyla ihracata getirdiği kısıtlamalar dünya tahıl piyasasını olumsuz etkiledi. Bu nedenle yıl boyunca düşüş kaydeden dünya tahıl fiyatı Aralık'ta azda olsa yükseldi. Türkiye bu kısıtlamalardan muaf tutulmasına rağmen iç piyasada "Rusya ihracatı durdurdu" denilerek tahıl fiyatı artırıldı. Dünya piyasalarının etkilendiği bir ortamda yılda yaklaşık 4 milyon ton buğday ithal eden Türkiye'nin de olumsuz etkilenmesi bekleniyor. Çünkü, Rusya'nın kararı dünya fiyatlarını artıracağı için ithalatçı olan Türkiye daha pahalıya buğday alacak.

Dünya buğday üretiminde en önemli ülkelerden biri olan Rusya'nın yıllık üretimi ortalama 55-60 milyon ton seviyelerinde. İhracatı ise 17 milyon ton düzeyinde. Dünya buğday ihracatındaki payı yüzde 10'un üzerinde. Bu nedenle Rusya'nın buğday ihracatındaki kısıtlamaları dünya piyasalarını olumsuz etkileyecektir.

Türkiye, İran ve Mısır'ın bu kısıtlamalardan muaf tutulmasına rağmen Rusya'nın bu kararı Türkiye'de de buğday fiyatını artırabilir. Fiyat artışından ise hem tüketicinin sofrasındaki ekmek, hem de un sanayicileri ve un ihracatı olumsuz etkilenebilir. Hatırlanacağı gibi, Rusya, 2008 ve 2010 yıllarında da kuraklık nedeniyle buğday ihracatına kısıtlama getirmiş ve Türkiye'de de fiyatlar yükselmişti.

Özetle, 2014 yılında yaşanan kuraklık ve buna bağlı üretimin azalması, Rusya'nın buğday ihracatına kısıtlama getirmesi tahıl ve ekmek fiyatını artırabilir. Ancak, yoğun kar yağışı ve yağmurun etkisi ile 2015 buğday için olumlu sinyaller veriyor. Bugünkü koşullar devam ederse 2015'te kuraklık yaşanmayacağı ve üretimin artacağı beklentisi ile fiyat artışı 2014'ün gerisinde kalabilir.

* Ali Ekber Yıldırım, ‘Dünya’ Gazetesi Tarım Yazarı ve ‘4 Mevsim Tarım’ Dergisi Yayın Yönetmeni. Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik Bölümü'nden mezun oldu. Dünya gazetesinin çeşitli kademelerinde görev yaptı. 1996'dan beri çalışmalarını tarım alanında yoğunlaştırarak bu konuda uzmanlaştı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Nezih Demirkent Özel Ödülü dahil olmak üzere ekonomi gazeteciliği ve tarımla ilgili yazılarından dolayı çok sayıda ödül aldı.

Kaynak: Al Jazeera

Şehirleri betona boğdular sıra köylere geldi: Köyler de imar yağmasına açılıyor
11 Ocak 2015



Ulusalkanal'ın haberine göre; şehirlerdeki kupon arazileri tükatan yağmacı zihniyet gözünü kaöylara dikmiş görünüyor

AKP Köylerdeki hazine arazilerini imara açmayı kolaylaştıracak bir adım attı. İskan Kanunu Uygulama Yönetmeliği'nde yapılan değişiklikle, izin alınması zorunlu olan kişi sayısı 30'dan 10'a düşürüldü. Değişiklikle köylere yüksek katlı bina, otel ve işletme yapmak daha kolay hale geldi.

Köylerde bulunan hazine arazilerinin imara (yağmaya) açılması için bir adım daha atıldı. İskan Kanunu Uygulama Yönetmeliği’nde yapılan değişikliğe göre köylere otel, konut, tesis yapmak daha kolay hale getirildi.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 2007 yılında çıkarılan İskan Kanunu Uygulama Yönetmeliği’nde altıncı kez değişiklik yaptı.

Yeni düzenlemeye göre, arazinin imara açılması için izin alınması gereken kişi sayısı 30'dan 10'a düşürüldü.

Böylece, rüşvet pastasından nemalananların sayısı azaltılarak payların büyümesi de sağlanmış oldu.

haber 93

Almanya'da 50 bin kişilik GDO protestosu
17 Oca 2015



Almanya’da binlerce kişi genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerini ve ABD ile AB arasında müzakereleri süren Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı anlaşmasını protesto etti.

Almanya’nın başkenti Berlin’de yaklaşık 50 bin kişi, 80’den fazla çiftçi, tüketici, hayvan ve çevre koruma örgütünün çağrısıyla parlamento binası önünde toplandı.

Endüstriyel tarım ve hayvancılık uygulamaları, genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) içeren ürünleri ve ABD ile AB arasında imzalanması planlanan Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) anlaşmasını protesto eden kalabalık, ''Artık bıktık'' sloganıyla yürüyüş düzenledi.
Gösteride, Kanada ile AB arasında imzalanacak Kapsamlı Ekonomik ve Ticaret Anlaşması’nın (CETA) ve Alman hükümetinin tarım politikası da eleştirildi. Ayrıca, çiftçilerin şartlarının iyileştirilmesi, GDO’lu ürünlere karşı etkili yasal koruma ve büyük ahırların yapılmasının durdurulması talep edildi.
Almanya’nın çeşitli yerlerinden gelen çiftçi ve tüketicilere, yaklaşık 90 traktör de eşlik etti. Göstericiler, "Merkel’e GDO’lu gıda", "TTIP ve CETA'ya hayır", "Bu ticaret kimin için?" ve "Hayvanların da hakları var" yazılı pankartlar taşıdı.

"TTIP'yi durdurun"

Eylemlerin sözcüsü Jochen Fritz, TTIP’in küresel alanda faaliyet gösteren büyük şirketlere yarayacağının altını çizdi. Fritz, anlaşmanın hayata geçmesi halinde Almanya’da ve dünyada birçok tarım işletmesinin kapanacağı söyledi.
Aynı zamanda tüketici standartlarının da düşebileceğine işaret eden Fritz, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Ekonomi Bakanı Sigmar Gabriel'e TTIP müzakerelerini durdurma çağrısında bulundu.

Kaynak: El Cezire Türk

Türkiye'nin GDO ile bitmeyen imtihanı
Tarık Nejat Dinç
8 Haz 2014



GDO Yönetmeliği'ndeki değişiklik, ‘GDO bulaşanı’ tanımı getirmek suretiyle ürünlerdeki yüzde 0,9 oranı altındaki GDO’ları bu kategoriye sokuyor. GDO bulaşanı içeren ürünler, o GDO’lar Biyogüvenlik Kurulu’nun izin verdiği GDO’larsa, izin amacı doğrultusunda kullanılabilecekler.

Biyogüvenlik Kanunu'ndaki yeni yönetmelik değişiklikliği, GDO'lu tohumlardan tarımsal üretim yapılmasının önünü açıyor.

29 Mayıs 2014 günü Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe giren Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik, Türkiye’nin zig-zaglar çizen Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) macerasında yeni bir durak oluşturdu. Yapılan değişiklikle, yem/gıda ayırımı yapılmaksızın, bir üründe %0,9 oranına kadar bulunan GDO’lar, “bulaşan” olarak değerlendirilip o ürünler GDO’lu ürün statüsünden çıkarıldı. GDO’lar konusunda geriye doğru atılmış bu adım, Türkiye’de siyasi erkin GDO konusunda ne kadar kararsız ve müdahaleye açık olduğunun yeni bir göstergesi.

Biyolojik çeşitliliğin korunması için GDO’ların kontrolünü amaçlayan Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nü 24 Mayıs 2000 tarihinde imzalayan Türkiye, en kısa sürede sıkı bir ulusal biyogüvenlik kanunu düzenleyeceğini taahhüt etti. Ancak hem yerli yem ve gıda üreticilerinin hem de ABD ve Avrupa Birliği (AB) merkezli küresel tohum ve gıda şirketlerinin baskısıyla, yasal düzenlemeyi sürekli erteledi. Bunun neticesinde 2000’ler boyunca GDO’lar, yasal boşluktan yararlanarak ülkeye serbestçe girdi.

Türkiye’nin biyogüvenlik serencamı ve GDO’lar

Türkiye 2010 yılında nihayet Biyogüvenlik Kanunu’nu hazırlayarak yürürlüğe soktu. Tarımda ve bebek mamalarında GDO’ları yasaklayan ve izinsiz GDO kullananlara 12 yıla kadar hapis cezası öngören bu yasa, GDO’ları tamamen yasaklamasa da görece sıkı bir görüntü çiziyordu.

Yasanın yürürlüğe girmesinden birkaç ay önce Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, 29 farklı çeşit GDO’ya izin vererek GDO lobisinin isteklerini yerine getirmeyi ihmal etmedi. GDO başvurularını değerlendirmek üzere oluşturulan Biyogüvenlik Kurulu, bu izinleri iptal ederek sıfırdan başvuru süreci başlattı. Lakin işe yem amaçlı GDO’lardan başlayan Biyogüvenlik Kurulu, 2011 boyunca yapılan tüm başvurulara izin verdi.

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in, “GDO zarar verirse hayvana verir, insana bir şey olmaz.” benzeri GDO yanlısı sözleri, Biyogüvenlik Kurulu’nun otomatiğe bağlamış gibi peş peşe verdiği yem amaçlı GDO izinleri ve sıranın gıda amaçlı GDO başvurularına gelmesi GDO’ya Hayır Platformu’nu harekete geçirdi.

Uluslararası çapta faaliyet gösteren çevre koruma örgütü Greenpeace, o dönemde “YEMEZLER” kampanyasını başlattı. GDO’lu yemlerle beslenen hayvanlardan elde edilen et, süt, yumurta gibi ürünlerin etiketlenmesi ve gıda amaçlı GDO başvurularının geri çekilmesi talebinde bulundu.

2012 yılına gelindiğinde, gitgide artan kamuoyu tepkisiyle beraber Mehdi Eker, net bir tavır alarak televizyon programlarında GDO’lara kendisinin de karşı olduğunu ve GDO’lu yemle beslenen hayvanlardan elde edilen et, süt, yumurta gibi ürünlerin etiketleneceğini açıkladı. Aynı dönemde Biyogüvenlik Kurulu, yem amaçlı 9 GDO başvurularının 3’te 2’si hakkında ret kararı alarak 6 adet genetiği değiştirilmiş mısır çeşidine vize vermedi.

Ağustos 2012’de GDO’ya Hayır Platformu’nun çabaları ve Greenpeace’in 300.000’in üzerinde imza topladığı YEMEZLER kampanyası başarıya ulaştı. Gıda amaçlı GDO başvuruları geri çekildi.

2012’de kamuoyu talepleri doğrultusunda şekillenen süreci, son yıllarda atılan üreticileri korumaya yönelik adımlarla geriye doğru gidiş sergilemeye başladı. Nisan 2013’te patlak veren GDO’lu pirinç skandalı, Tarım Bakanlığı’nın çabalarıyla örtbas edilmeye ve söz konusu şirketler kurtarılmaya çalışıldı. Savcılığın İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) laboratuvarlarında yaptırdığı analizler itibarsızlaştırılmaya çalışıldı.
Pirinç skandalının yaşandığı o günlerde Greenpeace, Tarım Bakanlığı’nın skandalda adı geçenleri kurtarmak için ‘GDO bulaşıklığı’ adlı 3 maddelik yönetmelik değişikliği hazırladığı istihbaratına ulaşarak bunu kamuoyuna duyurdu ve düzenlemenin gerçekleşmesini engelledi. 29 Mayıs 2014’de yürürlüğe giren yönetmelik değişikliği, işte 1 yıl gecikmeli olarak hayata geçirilen o değişikliktir.

GDO yönetmelik değişikliğinin getirdikleri

GDO Yönetmeliği değişikliği, ‘GDO bulaşanı’ tanımını getirmek suretiyle ürünlerde tespiit edilen yüzde 0,9 oranı altındaki GDO’ları bu kategoriye sokuyor. GDO bulaşanı içeren ürünler, eğer içerdiği o GDO’lar Biyogüvenlik Kurulu’nun izin verdiği GDO’larsa, artık izin amacı doğrultusunda kullanılabilecekler.

Yeni düzenlemedeki en kritik nokta, içerisinde GDO tespit edilen ürün için herhangi bir ayrım veya sınırlama getirilmemiş olmasıdır. Tarı Bakanlığı, yaptığı basın açıklamasıyla, bu değişikliğin sadece yem amaçlı ürünleri kapsadığını iddia etti. Oysa yönetmelikte yer alan GDO bulaşanı tanımının kapsamı, “genetik modifikasyon teknolojisi uygulanan veya uygulanmayan bir üründe...” şeklinde ifade ediliyor. Bu nedenle, söz konusu yönetmelik değişikliği sadece yem amaçlı ürünleri değil, bebek maması da dahil, her türlü gıda ürününü kapsıyor.

Kamuoyunun yönetmelik değişikliğine tepkisini azaltmak adına Tarım Bakanlığı yetkililerinin verdikleri demeçlerde, söz konusu oranın AB’de de var olduğunu söyleyerek AB’ye uyumluluk iması yapmaları klasik bir dezenformasyon çalışması olarak görünüyor. Gerçek; AB mevzuatına paralel olan Türkiye mevzuatının, bu değişiklikle AB’deki düzenlemelerden uzaklaştığıdır.

AB’de yüzde 0,9 oranı, sadece izin verilmiş GDO’lu ürünlerin etiketlenmesi kurallarına dair bir eşik değer olarak kullanılır. Yüzde 0,9 uygulaması, GDO izni veya cezaları değil, ürün etiketlenmesine dair bir düzenlemedir. AB’de herhangi bir gıda ürününde izin verilmemiş GDO kullanımında “sıfır tolerans” kuralı işletilir. Bir üründe GDO kullanımına izin verilmemişse, onda tespit edilen en ufak orandaki GDO bile hukuki ve cezai işlem gerektirir.

Yönetmelik değişikliğinden önce Türkiye de aynı AB gibi izinsiz GDO’larda ‘sıfır tolerans’ ilkesini işletmekteydi. Türkiye’de hiçbir GDO’nun gıdada kullanılmasına izin verilmediği için herhangi bir gıda ürününde GDO tespit edilmesi otomatik olarak hukuki ve cezai işlem doğuruyordu. Oysa yapılan değişiklik ile gıdalarda -yasak olmasına rağmen- yüzde 0,9’a kadar tespit edilen GDO’lar cezai ve hukuki işlemden muaf hale getirildi. Yani ‘sıfır tolerans’ uygulamasına son verildi. Böylece halkın gıda güvenliği, gıda şirketlerinin güvenliğine kurban edildi.

Yapılan yönetmelik değişikliği, hukuki açıdan da derin tartışma ve sorunlar içeriyor. Bir yasada tanımı yapılmayan bir kavramın, o yasaya bağlı olarak çıkartılan yönetmelikte tanımlanması, hukuka aykırı bir işlemdir. Fakat değişikliğin getirdiği en önemli hukuka aykırılık, Tarım Bakanlığı’nın görev ve yetkilerindeki düzenlemedir.

Biyogüvenlik Kanunu’nun “Bakanlığın Görev ve Yetkileri” başlıklı 8. Maddesi, “istenmeyen GDO bulaşıklarının engellenmesi” görevini Tarım Bakanlığı'na veriyor. Ama yeni GDO Yönetmeliği düzenlemesi, GDO bulaşanı adı altında ‘istenmeyen GDO bulaşıklarını’ engellemek yerine tam tersine meşrulaştırıyor. Tarım Bakanlığı’nın bu eylemi, açıkça yetki aşımı ve kanuna muhalefet anlamına geliyor.

Biyogüvenlik Kanunu yürürlüğe girdiğinden beri, ülkemizdeki gıda üreticilerinin çoğu GDO’lar konusunda hassasiyet gösteriyorlardı. Gerek yasadaki hapis cezası hükmü gerekse de bir ürünün GDO içerdiğinin belirlenmesi durumunda markalarının alacağı derin yara, üreticileri temkinli davranmaya itiyordu. Yeni düzenleme, sofralarımızı GDO’lardan koruyan bu iki temel direği de ortadan kaldırıyor. Ürünlerin içerisindeki GDO’lar artık “bulaşan” olarak değerlendirileceği için üreticiler cezai işlemden korunuyorlar. Bir başka deyişle pirinç ve bebek maması skandalları, bu düzenlemeyle artık “skandal” olmaktan çıkarılıyor.

GDO’lara YEMEZLER denilmeli

Kendilerine çok geniş bir güvenlik ağı sunulan ve artık adli işlemden büyük ölçüde muaf tutulan üreticiler, ürünlerinin GDO içermemesinde gösterdikleri çabadan zaman içerisinde uzaklaşacaklardır. Bu da zaman içerisinde sofralarımızın GDO’lara karşı daha savunmasız hale gelmesine yol açacaktır.
Kamuoyunun gösterdiği kararlılığın aksine, Türkiye’de Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın GDO konusunda takındığı zig-zaglar çizen tutum, halkımızın bir türlü sofralarına gönül rahatlığıyla oturamamasına yol açıyor. “Ben de GDO’lara karşıyım.” diyerek et, süt, yumurtayı etiketleyeceği sözünü veren 2012 yılının Mehdi Eker’i, 2014 yılında yerini lobilerin baskıları karşısında geri adım atan bir Mehdi Eker’e bıraktı.

Greenpeace, kamuoyunun yönetmelik değişikliğinden duyduğu rahatsızlığı Tarım Bakanlığı’na iletmek amacıyla 2012’de başarıyla yürüttüğü YEMEZLER kampanyasını yeniden başlattı. Siz de GDO’lardan arınmış bir sofraya güvenle oturmak istiyorsanız, yapılan yönetmelik değişikliğinin geri alınması ve yüzde 100 GDO’suz bir Türkiye yaratılması talebiyle yemezler.org adresindeki kampanyaya destek verebilirsiniz.

Tarık Nejat Dinç, Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi ve Greenpeace Akdeniz’de Gıda ve Tarım Kampanyası Yöneticisi. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Stanford Üniversitesi’nde Sosyokültürel Antropoloji alanında yüksek lisans ve doktora derecesi aldı. Doktora tezinde Bergamalı çiftçilerin altın madenine karşı verdiği mücadeleyi inceleyen Dinç, Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Koordinatörü olarak çalıştı.

http://www.aljazeera.com.tr/gorus/turkiyenin-gdo-ile-bitmeyen-imtihani

Türkiye'nin tarımsal üretimi potansiyelinin altında kalıyor
Ali Ekber Yıldırım (*)
18 Ara 2014



Tarımsal potansiyeli yüksek bir ülkede, 4,1 milyon hektar tarım arazisi boş dururken birçok ürünün ithal edilmesi, yanlış politikaların sonucudur. Tarımı destekleyip ekonomiye katkısını artıracak politikalar üretilemiyor.

Türkiye'de 2014 ilkbaharı başlarında yaşanan don hadisesi, özellikle meyve ve yemiş üretiminde düşüşe yol açtı.

Türkiye’de 2014 yılında gerçekleşen kuraklığın etkisiyle birçok tarım ürününde üretim düştü. İlkbaharda yaşanan don felaketi de geleneksel ihraç ürünlerinden fındık ve kayısı başta olmak üzere ceviz, elma, kiraz gibi meyvelerde büyük zarara neden oldu.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tahminlerine göre, 2013’e göre buğday üretimi yaklaşık yüzde 14, arpa üretiminde yüzde 20,3 oranında azaldı. Baklagillerden nohut üretimi yüzde 11 oranında azalırken, kırmızı mercimeğin üretimi yüzde 16,5 oranında düştü. En sert üretim düşüşü meyvede yaşandı. Elmada yüzde 21, kirazda yüzde 10, kayısıda yüzde 65 oranında üretim azaldı. Türkiye'nin en önemli ihraç ürünü olan fındıktaki üretim düşüşü yüzde 25 olurken, cevizde yaklaşık yüzde 14 oranında gerileme kaydedildi.

Tarımsal üretimin azalması, büyüme verilerini olumsuz etkiledi. Üretimdeki düşüşe bağlı olarak birçok üründe artan fiyatlar enflasyonu körükledi. Bu nedenle hem Hazine Müsteşarlığı hem de Merkez Bankası yetkilileri, yıl boyunca tarımın büyüme ve enflasyona olumsuz etkilerinden yakındı. TÜİK verilerine göre, 2013 yılında yüzde 3,5 oranında büyüyen tarım sektörü, 2014'ün ilk 9 aylık döneminde yüzde 3 küçüldü. Aynı dönemde ekonomideki büyüme yüzde 2,8 oldu. Özellikle yılın 3.çeyreğinde tablo çok daha ağırlaştı. Tarımdaki küçülme yüzde 4,9'a ulaştı. Ekonomideki büyüme ise yüzde 1,7 olarak gerçekleşti.

Tarımdaki gerilemenin tek sebebi iklim koşulları değil

Peki ama tarımsal hasıla bakımından dünyada 7. ve Avrupa'da 1. sırada yer alan Türkiye’nin tarımındaki küçülme sadece olumsuz hava koşulları ile açıklanabilir mi?

Son 10 yıllık döneme bakıldığında, 2014’i dışarıda tutarsak, kuraklığın 2003 ve 2007 yıllarında etkili olduğu görülüyor. 2003’teki kuraklık sonucu tarım sektörü yüzde 2,2 küçülmüştü. Son yılların en şiddetli kuraklığının yaşandığı 2007 yılında tarım yüzde 7 oranında küçüldü. Kuraklık başta olmak üzere don, dolu, aşırı yağışlar ve sel gibi doğal afetler, tarım sektörünü her zaman olumsuz etkiler. Fakat bugün Türkiye’de tarımda yaşanan sorunları sadece olumsuz hava koşullarına bağlamak ne kadar gerçekçi bir yaklaşım? Bunun üzerinde durulması gerekir.

Ülke tarımını olumsuz etkileyen nedenlerin başında yüksek girdi maliyetleri geliyor. Mazottan gübreye, zirai ilaçtan tohuma ve hayvancılıkta en önemli maliyet kalemini oluşturan yeme kadar tarımsal girdilerde Türkiye büyük oranda dışa bağımlı. Uygulanan tarım politikaları, bu bağımlılığı azaltmak bir yana her geçen yıl daha da artırıyor. Üretim yapmak cazip olmaktan çıkıyor. Çünkü birçok üründe üretim maliyeti, ürünün fiyatından daha yüksek olabiliyor.

Tarımda temel iki girdi olan gübre ve mazot fiyatlarının seyrine bakıldığında, maliyet sorunu daha iyi anlaşılabilir. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı verilerine göre 2002 yılı başında mazotun litresi 94 kuruş civarındaydı. Bugün 4 lira düzeyinde. Gübrede de durum farklı değil. Çiftçilerin en çok kullandığı gübre çeşitlerinden Yüzde 26 Can gübresinin tonu 2002 yılında 176 liraydı. Bugün aynı gübrenin tonu 753 liradan satılıyor. Aynı dönemde ÜRE gübresinin tonu 237 liradan 1039 liraya, DAP gübresinin tonu ise 354 liradan 1392 liraya çıktı. Ama tarım ürünlerinin fiyatı bu oranda artmadı. Bu nedenle Türkiye’deki tarım üreticisinin rekabet gücü her geçen gün zayıflıyor. Buğday, arpa, tütün, pamuk, yağlı tohumlar, bakliyat ürünleri, canlı hayvan ve et başta olmak üzere bir çok üründe önceleri ihracatçı olan Türkiye, bugün büyük oranda ithalatçı konumunda.

Türkiye gibi tarımsal potansiyeli çok yüksek bir ülkede, 4,1 milyon hektar tarım arazisi boş dururken çeşitli ürünlerin ithal edilmesi, yanlış politikaların sonucudur. Tarım, geçmişten beri hükümetler tarafından yeterince önemsenmiyor. Hatta genellikle ekonominin sırtında yük olarak görülen tarımı destekleyip ekonomiye katkısını artıracak politikalar üretilemiyor. İthalata dayalı tarım politikaları benimseniyor. Üreticileri ve artan gıda fiyatlarını "ithalatla terbiye etme" yöntemi uygulanıyor. Fiyatı artan her tarım ürünü, ithalatla kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Et fiyatı artınca et, buğday fiyatı artınca buğday, pirinç fiyatı artınca pirinç ithal ediliyor. Geçen yıl kuru fasulye fiyatı arttı diye fasulye ithal edildi.

Tarımsal destekler ve dış ticaret

Bu kadar kolay başvurulan ithalat silahı karşısında, yüksek girdi maliyetleri nedeniyle tarımsal üretim cazibesini yitiriyor. Ancak üretim maliyeti ile dünya fiyatı arasındaki farkın destek olarak ödenmesi ile tarım üretimi yeniden cazip hale getirilebilir.

Tarım destekleri, aynı zamanda üretim planlamasının en önemli aracıdır. Fakat bu araç Türkiye’de amacına uygun kullanılmıyor. Tarıma verilen desteğin bir amacı, hedefi yok. Bütçeye konulan para adeta dağıtılıyor, desteğin sonucuna bakılmıyor. Avrupa Birliği (AB) 7 yıllık, ABD 5 yıllık tarım bütçesi yapıyor. Avrupalı çiftçi 2020 yılına kadar hangi ürüne ne kadar destek alacağını şimdiden biliyor. Türkiye'de 2015 yılında verilecek destekler bile daha belli değil. Avrupa ve Amerika'da olduğu gibi tarım destekleri en az 5 veya 7 yıllık dönem için açıklanmalı. Üreticilerin girdi maliyetlerini düşürecek önlemlerin mutlaka alınmalı. Örneğin; mazottan alınan özel tüketim ve katma değer vergileri kaldırılarak veya düşürülerek maliyetler aşağı çekilmeli.

Türkiye’de hayvancılıkta yılda ortalama 7 milyon ton yem hammaddesi ithalatı karşılığında 3 milyar dolar döviz ödeniyor. Yem bitkileri üretimi desteklenerek üretimin artması sağlanıp maliyetler aşağı çekilebilir. Bu şekilde et ve süt fiyatında istikrar sağlanabilir, böylece tüketici de korunmuş olur. Fiyat arttıkça et veya canlı hayvan ithal etmenin çözüm olmadığı, son 4 yıldaki uygulamalarda görüldü. Bu dönemde et fiyatını düşürmek için 4 milyon baş hayvan ithal edilip 4 milyar dolar döviz ödendi. Ama bakıldığında et fiyatı yine aynı yerde duruyor.

Uluslararası Standart Ticaret Sınıflaması’na göre; tarımsal hasıla bakımından Avrupa 1. Türkiye'nin 2013 yılı tarımsal ürün ihracatı 17,7 milyar dolar, ithalatı ise 16.9 milyar dolar. Son 10 yılda ithalattaki artış oranı ile ihracattaki artış oranı aynı. Türkiye gibi tarım potansiyeli çok yüksek olan, bir kaç tropik bitki dışında her ürünün yetiştiği iklim ve toprağa sahip bir ülkenin ihracatını çok daha fazla artırması, ithalatını ise düşürmesi beklenir. Doğru politikalarla bu sağlanabilir.

Her fırsatta dile getirildiği gibi yüzölçümü Konya kadar olan Hollanda'nın yıllık tarım ihracatı 80 milyar dolar. Almanya'nın gıda ihracatı 64 milyar Avro. Bu ülkeler Türkiye'den farklı olarak ne yapıyor?

Hollanda elbette Türkiye kadar sebze üretmiyor fakat yüksek teknoloji ile tohum üretiyor ve onu satıyor. Hollanda'dan kilo hatta gram ile domates tohumu alan Türkiye, büyük emek ve maliyetlerle ürettiği domatesi TIR'larla ihraç ediyor. Oysa domates tohumunu üreten Hollanda daha çok para kazanıyor. Türkiye ağırlıklı olarak tarım ürünlerini hammadde olarak ihraç ediyor. Hollanda, Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri ise katma değeri yüksek teknoloji ürünü ihraç ediyor. Avrupa ülkelerinin ürettiği tohum, sanayi ve teknoloji ürünü kabul ediliyor. Hollanda veya Almanya tarımsal hasılada Türkiye'nin gerisinde görünüyor. Ama iki ülkenin de tarımdan elde ettiği katma değer ve ihracat geliri Türkiye'den çok daha fazla.

Özetle, Türkiye, tarımsal potansiyelinin yüksekliğine rağmen bunu yeterince değerlendiremiyor. Üretim maliyetlerinin düşürülmesi, desteklerin doğru ve amacına uygun kullanılması, orta ve uzun vadeli istikrarlı politikalarla tarımda çok büyük hedeflere ulaşılabilir.

* Ali Ekber Yıldırım, ‘Dünya’ Gazetesi Tarım Yazarı ve ‘4 Mevsim Tarım’ Dergisi Yayın Yönetmeni. Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik Bölümü'nden mezun oldu. Dünya gazetesinin çeşitli kademelerinde görev yaptı. 1996'dan beri çalışmalarını tarım alanında yoğunlaştırarak bu konuda uzmanlaştı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Nezih Demirkent Özel Ödülü dahil olmak üzere ekonomi gazeteciliği ve tarımla ilgili yazılarından dolayı çok sayıda ödül aldı.

Kaynak: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/turkiyenin-tarimsal-uretimi-potansiyelinin-altinda-kaliyor

Tohum Şirketleri Tohumlarımıza Göz Dikti

Geçen hafta Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinde ilan panolarında öğrencilere yönelik bir afiş gözüme çarptı. Bir İsrail firması olan Hazera Tohumculuk ve Antalya Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi işbirliği yaparak bir tohumculuk proje yarışması başlatmış. Konu; kaybolmakta olan yerel sebze çeşitlerinin yetiştirilmesi veya özelliklerinin belirlenmesi.

Şirket daha önce de öğrencilere yönelik eğitim çalışmaları yapmış. Akdeniz Ziraat Fakültesi’nin dekanı da bunları çeşitli yerlerde açıklıyor. Birinci olana dizüstü bilgisayar verilecek, her fakültenin birincileri ve danışmanı olan hocaları (hocalar da öğrencilerin danışmanı oluyor) Antalya’da beş yıldızlı bir otelde bir hafta ağırlanacak.

Hazera Tohumculuk firması aslen İsrail kökenli. Domates tohumları üzerinde ihtisası var. Hazera İbrani dilinde tohum demekmiş. Bu Hazera şirketi 1998’de Fransız Vilmorin tohum firması ile stratejik bir ortaklık oluşturuyor. Hisselerinin yüzde 12’sini Vilmorin’e veriyor. Vilmorin de aslında piyasanın dev tohum firmalarından Groupe Limagrain’in bir parçası. Limagrain dünyanın dördüncü büyük tohum firması. Yıl 2003 olduğunda Vilmorin’in Hazera’daki payı yüzde 55’e çıkıyor. Hazera’nın genel merkezi İsrail. Ayrıca hatırlayalım; Vilmorin geçenlerde Türkiye’nin büyükçe bir tohum firmasının tamamını satın almıştı.

Olay son derece açıktır. Kimse anlaşılmaz, gizemli komplo teorilerine sapmasın. Ayrıca gene kimse Yahudi düşmanlığından söz etmesin. İşte gerçek ortada. Büyük şirketler düzeyinde ne din, ne milliyet önemli değildir. Fransız, İsrail, Türk şirketleri el ele vermişler. Birbirlerinin hissesini almışlar. Bunların zarar verdikleri, Türk, Fransız, Amerikalı vb. her ulustan ve dinden çiftçilerdir, tüketicilerdir.

Gene kimse bu firmaların yerel çeşitliliği korumak peşinde olduklarını söylemesin. Özel şirketlerin kâr dışında bir şeyi hedeflediklerini düşünenler ya çok saftır ya da bilinçli olarak böyle söylüyordur. Hazera’nın domateste önemli bir payı var. Amacı yerel çeşitlerdeki değerli genleri kendi çeşitlerine katmak. Gördüğümüz kadarı ile bunu bir bilgisayarla ve 20-30 kişinin otel parası ile tereyağından kıl çeker gibi ucuzca, tehlikesizce ve bir de biyoçeşitliliğimizi koruyormuş gibi görünerek gerçekleştirecekler.

Yarışmanın duyurularında ‘tohum toplanmayacak’ deniyor. Bu, eleştirileri önlemek için düşünülmüş sanırım. Ancak tohum toplamak hemen şart değil. Önemli olan bilgidir. Tohum toplama işi sonra yapılacak olan kolay bir iş olacaktır. Yerel çeşitlerdeki bazı özellikler örneğin bazı hastalıklara dayanıklılık genleri şirketlerin çeşitlerine aktarılınca şirket amacına ulaşmış olacaktır. Şüphesiz bu şirket çeşitlerinin sayısı çok az olacaktır ve bunlar gene de ilaçsız ve gübresiz yetiştirilemeyecektir. Ayrıca UPOV denilen Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliğine Türkiye’nin geçenlerde girdiğini hatırlayalım. Genlerimizden yararlanarak geliştirilecek olan şirket tohumlarının bir süre sonra bizim yerli çeşitlerimizden değil, bizim çeşitlerimizin onların çeşitlerinden yararlandığı bile iddia edilebilecektir. Hatta gümrüklerde domateslerimize el konulabilecektir. Çünkü onların çeşitleri patentlenecek veya tohumda geçerli fikri mülkiyet hakları ile korunacaktır.

Tohum yasasının yerel tohumları saklanacak ve biyokorsanlığa açık olacak, ancak asla satılamayacak hale getirdiğini tekrar hatırlayalım. Küresel tohum şirketlerinin sevdiği UPOV’u kendi elimizle muhalefetsiz kabul etmiştik. Yerel çeşitlerimizden aktarılan yeni özellikler birkaç yıl sonra hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü şirket çeşitleri biyoçeşitliliğe karşı olmak zorundadır. Az sayıda çeşit, şirketler için kaçınılmazdır. Yoksa kârın en çoğa çıkarılması gerçekleşemez. Biyoçeşitliliğin olmamasının sonucu ise bu şirket çeşitlerinin kısa bir süre içinde hastalık ve zararlılara dayanıksız hale gelmesidir. Şirket çeşitleri ve endüstriyel tarım nedeniyle ABD’de sebze ve meyve çeşitleri yüzde 90’lar düzeyinde yok olmuştur. Gerek ABD gerekse İngiltere’de yapılan araştırmalar şirket tohumlarıyla üretilen sebze ve meyvelerin vitamin, mineral madde gibi antioksidantlar açısından 50 yıl önceki yerel çeşitlerden çok fakir olduğunu göstermektedir.

Ziraat Fakülteleri niye bu işe alet oluyor? Bence ilanlar derhal indirilmeli, destek çekilmelidir. Daha önemlisi artık fakülteler ve Tarım Bakanlığı yerel çeşitleri koruyucu çalışmalara girmeli, katılımcı ıslah denilen köylü ve bilim insanlarının en başından el ele çalıştığı yaklaşımlarla araştırmalara başlamalıdırlar. Katılımcı ıslah dünyada 20 yıldır biliniyor. Bizim küreselci tarım çevrelerine soralım bakalım, katılımcı ıslahı doğru tarif edebilecekler mi?

Yerel çeşitlerin yağmalanmasına son verelim. Sonra çok geç olacak. Ay yıldızlı rozetleri sadece dekor olarak takanlar: Yeni bir sınav önünüzde. Hadi bakalım.

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü

http://www.ihvanforum.org/showthread.php?t=55505

Başka Türkiye yok yaklaşımı ile Tohumculuk yasasına ilişkin,
E mail adresime okuyucularım tarafından gönderilen iletileri bilgilerinize sunuyorum.


Saygılarımla
Necla ŞENER

TBMM'de son iki oturumda ertelenen "Tohumculuk Kanunu Tasarısı" 28.09.2006
Perşembe(yarın) günü görüşülecek.(Cuma gününe de kalabilir)

Geçtiğimiz hafta konunun uzmanlarından Prof. Dr. Tayfun Özkaya (Ege Üni.
Ziraat Fak.Tarım Ekonomisi Böl.Öğ. Üy.ve Tarım Ekonomisi Derneği Eski
Başkanı) yazdığı "TOHUMCULUK KANUNU : GDO ve TOHUMCULUK DEVLERİNE AÇIK
KAPI" makalesi ve ardından uzmanların görüşlerinden oluşan "TOHUMCULUK KANUN
TASARISI HAKKINDA ÖNEMLİ GÖRÜŞLER" başlıklı yazıyı daha önce iletmiştim.

Konunun uzmanları yasa tasarısını inceledikten sonra özetle;

"Türkiye'nin, doğanın, çiftçilerin ve tüketicilerin aleyhinedir."

"GDO'lu çeşitler artık, Türkiye'de yasak olmalarına rağmen
yayılabilecekler."

"3 bini endemik (Türkiye kökenli) 13 bin bitki çeşidine sahip Türkiye GDO'lu
bitkilerce kirletilecek"

"Onbinlerce yıldır ıslah yapan köylüler bu yasa ile tohumlukları üzerindeki,
halen gerilemiş olan, bütün haklarını kaybedecekler."

"Kamu üretim, sertifikalandırma, ticaret ve denetimi pratikte özel sektöre
gerçekte ise büyük dünya tohum devlerine bırakabilecektir"

"GDO'lu tohumlar için büyük tohumculuk devlerinin Türkiye'nin açıldığı,
büyük bir pazarda daha rahatlıkla at oynatabileceklerdir"

"5.Maddenin 1. ve 2. bendleri
Milli Güvenliği ciddi anlamda tehdit etmektedir. Sadece kayıt altına alınan
çeşitlerin üretimine izin verilmesi doğal türlerimizin yok olmasına neden
olabileceği gibi, ülkemizde meydana gelebilecek olağanüstü durumlarda
(savaş, uluslararası ekonomik, ticari vb ambargolar vs) ülke olarak çok
ciddi sıkıntılara düşebiliriz."
"3ncü bendi; Anayasamıza göre insan haklarının ihlali olmakla birlikte, aynı
zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bir uygulamadır."

"5. madde, bu nedenlerden dolayı kişilere ulusal ve uluslararası merciilere
yargı yolunu açacak ve hem hükümet hem de Türkiye sıkıntıya düşecektir."

"15.Madde;
Bakanlığın gerekli gördügü hallerde, 5inci (tohumluk üretimi), 6ıncı
(tohumluk sertifikasyonu), 7inci (tohumluk ticareti) ve 8inci (piyasa
denetimi) maddelerde belirtilen yetkilerin, kısmen ya da tamamen, süreli
veya süresiz olarak Türkiye Tohumcular Birliğine, kamu kurum ve
kuruluşlarına, özel hukuk tüzel kişilerine veya üniversitelere
devredilebileceği ifade edilmiştir. Bu çok muğlak bir ifadedir. Ve ülke
dinamiklerimiz değerlendirilerek net cümlelerle ifade edilmesi,milli
güvenliğimiz göz önünde bulundurularak yeniden düzenlenmesi gerekmektedir."

"AB ülkeleri, ABD ve diğer ülkeler ekoloji, tarım, sağlık, çevre gibi birçok
alanda biyoteknoloji teknikleri ile üretilmiş türlerden kaynaklanabilecek
risk, tehlike ve tehditlere karşı önlem alan mekanizmalarını kurduktan
sonra, belli kurallar çerçevesinde biyoteknolojik teknikler uygulanan
tohumları yani Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları (GDO) kullanmaktadır.
Ancak ülkemizde yapılan bu çalışmalar henüz tamamlanmadığı için bu Kanun
Tasarısı bu haliyle yasalaşıp yürürlüğe girerse, gerçek anlamda ulusal bir
felaketle sonuçlanacağı kesindir."

"Bu kanun çalışmasına, biyoteknolojik tekniklerle elde edilen genetiği
değiştirilmiş tohumların son ürün olarak insana ulaşmasından dolayı "ulusal
sağlık güvenliğini" sağlamak amacıyla Sağlık Bakanlığı'nın da dahil edilmesi
ve görüşlerinin alınması gerekmektedir. Ancak bu kanun tasarısında Sağlık
Bakanlığı'nın konuyla ilgili görüşleri alınmadığı için ulusal sağlık
güvenliği açısından ciddi sorunların ortaya çıkacağı tespit edilmektedir."

"Bu Kanun Taslağında genetiği değiştirilmiş tohumların ürün/türevlerine
dönüşünde insan ve hayvan sağlığı ile ilgili yapılacak herhangi bir hukuki
düzenleme belirtilmemiştir."

"Ulusal Biyogüvenlik Takas Mekanizması" ile ilgili çalışmalar henüz
tamamlanmamış olup, bu sistem tamamlanmadan bu Kanun Tasarısının yasalaşıp
yürürlüğe girmesi gerçek anlamda ulusal bir felaketle sonuçlanacaktır."

Karar 81 ile Tohumculuk Kanun Tasarısında bunun yolunu açan maddelerin
benzer olmasından dolayı, ülkemizi tarımda tamamen dışa bağımlı bir sona
götüreceği gözümüzün önünde yaşanan(IRAK'da) bir örnekten dolayı da
kaçınılmazdır.

"Tohumculuk Kanun Tasarısı"nın ilgili kurum ve kuruluşlarca olgunlaştırılmak
üzere tekrardan incelenmesinin Milli Güvenliğimiz, genetik çeşitliliğimiz,
ulusal sağlık güvenliğimiz, ülke istikrarımız ve AB uyum çalışmalarımız
açısından çok daha faydalı olacağı düşünülmektedir."

demektedirler.

Uzman görüşleri yasa tasarısının ne büyük tehlikeler içerdiğini çok açık
ortaya koymaktadır.Umarım bizleri temsil etmek için TBMM'ne bulunan
vekillerimiz bu uyarıları dikkate alırlar.

Bu tasarının meclisden bu haliyle geçmemesi,komisyona tekrar gönderilmesi ve
üzerinde tartışılması gerekiyor. Türkiye'nin,Türk Tarımının ve Türk
Milletinin geleceği için ivedilikle konunun kamuoyunun anlatılması, bu
tasarının yeniden ele alınması için kamuoyu baskısı yapılması gereklidir.
Zaman çok kısıtlı konu çok önemlidir.Göstereceğiniz hassasiyet için şimdiden
teşekkür ederiz. Saygılarımla…
Meziyet Demirkaya
Ulusal Bağımsızlık Hareketi
Daha detaylı bilgi için iletişim adreslerim.

meziyet_demirkaya@hotmail.com
klastv@memleketim.tv
Tel;0 242 742 39 10
Cep;0 544 644 96 28
Ab uyum yasasıyla geçirilmeye çalışılan tohumlar lütfen okuyun. tehlike çok büyük.
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ÜRÜNLERİN ZARARLARI
Genetik Mühendislik ürünleri teknolojisi, yaşayan organizmaların genetik ana yapısını değiştirmeyi ve elde edilen yeni ürünleri kar amaçlı olarak satmayı hedefleyen bir çalışma koludur.Bu teknoloji bazı milletler arası "yaşam bilimi" firmaları tarafından sürdürülmektedir.
Bu firmalar çalışmalarının dünyadaki açlığı azaltacağını,hastalıkları tedavi edeceğini,insan sağlığını olumlu etkileyeceğini, tarımda sürekliliğin sağlanabileceğini iddia etmektedirler.Oysa , gerçekte yapılan çalışmalara bakıldığında esas amacın dünyadaki tohum, gıda, tıbbi ürünler, lifli besinler sektörlerini kontrol altına almak ve monopol oluşturmak olduğu görülmektedir.
Genetik Mühendisliği devrim yapan yeni bir teknolojidir.
Bu mühendislik dalı halen gelişme aşamasındadır. Söz konusu teknoloji o kadar güçlüdür ki sadece türler arasındaki değil insanlar, hayvanlar ve bitkiler arasındaki genetik koruma duvarlarını dahi yıkabilir. Çeşitli virüsler i, antibiyotiğe dirençli genleri, bakterileri vektör, işaretleyici ve promoter olarak kullanarak genetik kodları kalıcı olarak değiştirir ve daha sonra genleri değiştirilmiş organizmalar bu genetik değişimleri kendilerinden sonraki nesillere kalıtım yoluyla aktarırlar.
Dünya üzerindeki bütün genetik mühendisleri genetik malzemeye ilaveler yapmak, yeniden düzenlemek, düzeltmek, programlamak gibi işlerler meşgul olmaktadırlar. Bitki, balık ve bazı hayvanların kromozomlarına hayvan genleri ve hatta insan genleri enjekte edilerek hayal edilemeyecek transgenic (farklı canlıların genleri arasında yapılan transferlerden) yaşam biçimleri elde etmektedirler.Tarihte boyunca ilk defa uluslararası bioteknoloji şirketleri yaşamın mimarları ve sahibi konumu durumuna gelmişlerdir.
Kanuni kısıtlamalar ve kurallar, isimlendirme şartları veya bilimsel protokollar çok az olduğu için bio mühendisler yüzlerce yeni ''Franken foods'' (yapay, farklı türler arası birleştirilmiş genlerden oluşan besinler) ve tahıl türleri yetiştirmeye başladılar. Bunlar gerçekten insana ve çevreye zarar verici niteliktedir ve ayrıca dünyadaki milyarlarca çiftçi ve köylü içinde negatif sosyo ekonomik etkileri vardır.
Gün geçtikçe artan sayıda bilim adamı kullanılan gen ayırma teknolojilerinin tam gelişmemiş, yanlış ve sonuçlarının öngörülemediğini söyleyerek ikazda bulunmaktadır. Ancak, ABD nin liderliğindeki bio teknoloji taraftarı hükümetler ve düzenleyici kurumlar tüm Genetik Mühendisliğ i ürünü yiyeceklerin geleneksel yiyeceklerle aynı olduğunu ve özel bir şekilde etiketlenmesine veya pazarlama öncesi bir zararı olup olmadığının anlaşılabilmesi için bir teste tabi tutulmalarına gerek olmadığını söylemektedir. Yeni cesur dünyanın üretip kabul ettiği bu yapay yiyecekleri korkutucudur.
Şu anda ABD'de dört düzineden fazla genetiği değiştirilmiş besin ve tahıllar oldukça yaygın olarak satılmaktadır. 70 milyon acre (1acre=4046.9 m2) tarım alanı üzerinde genetiği değiştirilmiş ürünler alanı ekili durumdadır. Buna ilaveten bir firmanın ürettiği Bovine Büyüme Hormonu (rBGH) düzenli olarak 500.000 sü t ineğine enjekte edilmektedir.
Süper marketlerde ki işlemden geçmiş besinlerin çoğunda genetik katkı maddeleri vardır ve testlerde bunu doğrulamaktadır. Buna ek olarak düzinelerle genetiği değişmiş tarım ürünü geliştirilmektedir ve bunlarda kısa bir zaman sonra piyasaya sürülmüş olacaklardır. Gelecek 5-10 yıl içinde ABD' deki besin ve lifli gıdaların tamamının genetiği değiştirilmiş olacaktır. Bunların arasında soya fasulye si, mısır, patates , canola yağı, pamuk tohumu yağı, papaya, domates ve süt ürünleri sayılabilir.
Besin ve lifli ürünlere uygulanan genetik mühendisliğinin sonuçları belirsiz olduğu kadar hayvanlar, insanlar, çevre ve organik tarımın geleceği için tehlikelidir de. İngiliz moleküler bilimci Dr.Michael Antoniu'nun belirttiğine göre gen ayrıştırılması beklenmedik bir şekilde toksik maddelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Toksik maddeler özellikle genetik mühendisliğin uygulandığı bakteriler, mayalar, bitki ve hayvanlarda görülmektedir. Ancak, büyük bir sağlık sorunu ortaya çıkana kadar bu sorun pek dikkati çekmeyecektir.
Bu besin maddelerinin zararları :
Toksinler ve Zehirler
Genetik mühendisliği uygulanmış ürünler potansiyel olarak toksik olup insan sağlığını tehdit edici bir konumdadır. 1989 yılında L-tryptophan isimli çok bilinen bir maddenin genetik mühendisliği uygulanmış bir türü 37 Amerikalı'nın ölümüne ve 5000 kişinin de sakatlanıp ölümcül ve ızdıraplı bir kan hastalığına yakalanmasına (eosinophilia myalgia syndrome ''EMS'') sebep olmuştur.
Japonya'nın üçüncü büyük kimyasal şirketi olan Showa-Denko ilk defa 1988-89 yıllarında serbestçe satılan bileşimde genetik mühendisliği uygulanmış bakteriler kullanmıştır. Düşünülen odur ki DNA nakli işlemi sırasında bakteriler bir şekilde kirlenmiş ve de bu insanların hastalanmasına neden olmuştur. Bu yüzden Showa Denko şirketi ilaçdan zarar görüp EMS hastalığına yakalanan kişilere 2 milyar dolar tazminat ödem iştir.
1999 yılında İngiliz basını Rowett Enstitüsün'den bilim adamı Dr.Arpad Pusztai'nin yaptığı detaylı araştırma genetiği değiştirilmiş patateslerin de zararlarını ortaya koymuştur.
Laboratuar testlerinde snowdrop çiçeğinin (kar damlası çiçeği, Avrupa'da yetişir ve daha kar kalkmadan çiçek açar) DNA sı ile bilinen bir viral promoter olan Cauliflower Mosaic Virus (CaMv) kullanılarak genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin memeliler için zehirli olduğu tespit edilmiştir. Kimyasal kompozisyonu normal patateslerden oldukça farklı olan bu patatesler farelerin hayati önemi olan organlarına ve bağışıklık sistemlerine zarar vermiştir. En tehlikelisi ise farelerin mide lerinin iç yüzeyinde son derece ciddi bir viral enfeksiyon ortaya çıkmıştır ki bunun da nedeninin CaMv denilen viral promoter olduğu kesindir ve de bu madde bütün genetik mühendisliğinin yarattığı ürünlerde kullanılmaktadır.
Dünyada her geçen gün artan sayıda bilim adamı genetik manipülasyonun besinlerde doğal olarak bulunan bitki toksinlerinin seviyesini arttıracağını veya yeni toksinler yaratacağı konusunda ikazlarda bulunmaktadırlar.
Bütün bunlara rağmen yeterli denetim olmadığı için tüketiciler kobay olarak kullanılmak durumundadırlar.
Artan kanser riski
1994 yılında FDA, bir firmanın Büyüme Hormonu satmasını ve süt veren ineklere bu hormonun enjekte edilmesini bilim adamlarının tüm itirazlarına rağmen onaylamıştır. Bu ineklerin sütünden elde edilen besinleri tüketen insanlarda göğüs, prostat ve kolon kanserine yakalanma riski oldukça fazladır.
1998 yılında Kanada'da hükümetin görevlendirdiği bilim adamları farelerde yaptıkları deneylerde prostat kanseri ve tiroid kistleri olasılıklarına rastlamışlardır. Sonuç olarak 1999 yılı başlarında Kanada hükümeti süt veren ineklerde bu hormonun kullanılmasını yasaklamıştır.
Yiyecek alerjileri
Yiyecek alerjisi olan kişiler de (ki Amerikalı çocukların %8 inde bu sorun vardır) semptomlar hafif huzursuzluktan ani ölüme kadar değişkenlik gösterir. Dolayısıyla bu kişiler günlük besin maddelerine eklenen yabancı proteinlerden zarar görebilirler, çünkü söz konusu proteinler insanlar tarafından şimdiye kadar hiç tüketilmemişlerdir. Gelecekte olası bir kamu sağlığı felaketini önleyebilmek için pazarlama aşamasından önce hayvanlarda ve gönüllü insanlarda uzun dönemli testler yapılması gereklidir.
Ayrıca, bu bes
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş May 28, 2015 1:00 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş May 21, 2015 12:14 am    Mesaj konusu: Tarım raporu - Esfender KORKMAZ Alıntıyla Cevap Gönder

Tarım raporu: 1
Esfender KORKMAZ
19.05.2015
esfender@esfenderkorkmaz.com

Şubat ayında Türkiye’de çalışan sayısı toplam 25 milyon 576 bin kişidir. Bunların içinde 4 milyon 783 bin kişisi tarımda çalışıyor. Tarım sektöründe çalışanların istihdamdaki payı yüzde 18.7’dir.

2014 yılında toplam ihracatımız 157.6 milyar dolar oldu. Bunun içinde tarım ve ormancılık sektörü ihracat tutarı 6 milyar dolar oldu. Yani ihracat içinde payı düşüktür. Yalnızca yüzde 4.9’dur.

Tarım ürünlerinde dış ticaret açığı vermeye başlandı. Tarım ürünlerinde 2014 yılında dış ticaret açığı 3.7 milyar dolar oldu.

2014 yılı itibariyle, toplam tarım alanı 38.560 bin hektar, ekilen alanlar ise 15.789 bin hektardır.

Tarım sektörünün sorunları ve iyileştirme çalışmaları Tarım Bakanlığı, Üniversiteler ve Ziraat Odalarında yapılmaktadır.

Bu konuları ve çözümleri seri yazı halinde bu köşede tartışmaya çalışacağım.

Tarım alanlarında erozyon...

2001 yılında 40 milyon 967 bin hektar olan toplam tarım alanı, yanlış tarım ve çevre politikaları nedeniyle, 2014 yılında 38 milyon 560 bin hektara geriledi. On üç yılda, yüzde 6 oranında azaldı.

Tarım alanlarının daralmasında en büyük sorun, imar uygulamalarıdır. Beş binlik planlarda tarım alanı olarak yer alan alanlar, sonradan rant kapısı olarak kullanıldı. Bu alanlarda imar değişikliği yapılarak, mevzi imar izinleri verilerek, tarım alanlarında beton binalar yapıldı. O kadar ki, arkası dağ olan bazı illerde, şehirler dağa doğru değil, ekili alanlar olan ovalara doğru yayıldı.

Ekili alanlar ise, 2001 yılında 17 milyon 917 bin hektar iken, 2014 yılında 15 milyon 789 bin hektara düştü. Yani yüzde 12 oranında geriledi.



Dünya verimsiz alanları ıslah ederek tarım alanlarına çevirirken, İsrail çölü ıslah edip, tarım alanı yaparken, Türkiye’de tarım alanları ve ekili alanlar tersine bizzat insanlar tarafından erozyona uğratıldı.

Toprağın aşınması, (Erozyon) bitki örtüsünün yok edilmesi ve koruyucu örtüyü kaybetmesi sonucu toprağın su ve rüzgârın etkisiyle aşınması ve taşınması olayıdır. Arazi eğimi, toprak yapısı, yıllık yağış miktarı, iklim faktörleri, bitki örtüsü, toprak ve bitkiye yapılan çeşitli müdahaleler, erozyonun şiddetini belirler.

Bitki örtüsünün insanlar tarafından tahrip edilmesiyle doğal denge bozulmakta ve erozyon hızlanmaktadır. Bu olay sonunda toprak örtüsü hızla incelir, zamanla yok olur.

Türkiye, toprağı en fazla erozyona uğrayan ülkeler arasındadır. Tarım alanlarının yüzde 59’unda, orman alanlarının yüzde 54’ünde ve mera alanlarının yüzde 64’ünde aktif erozyon bulunmaktadır.

Erozyona çözüm bulmak için, her şeyden önce erozyonu oluşturan sebepleri iyi tahlil etmek gerekir.

Her şeyden önce insan eliyle yapılan doğal dengenin bozulmasını önlemek gerekir. Bu nedenle tarım alanlarının imara açılması önlenmelidir.

Ormanların bilinçsizce kesilmesi ve orman yangınları, özellikle eğimli arazilerin çıplak kalmasına neden olmaktadır.

Türkiye’de, arazinin çok engebeli ve eğimli olması...

Eğimin fazla olması nedeniyle, toprak kaymaları olmakta ve sağanak yağışlar erozyonu artırmaktadır. Her halde bu arazilerin ıslahı için, taraçalandırma gibi teknik çözümler vardır.

(Devam edecek.)

Tarım raporu: 2
Esfender KORKMAZ
20.05.2015
esfender@esfenderkorkmaz.com

Tarımda, 2002 yılı ile 2015 yılı (şubat) arasında;

* Mazot fiyatları yüzde 370 oranında,

* Gübre fiyatları yüzde 361 ile yüzde 496 arasında arttı.

Bir yandan girdi maliyetlerinin hızlı artması, diğer yandan tarımsal desteklerin düşük kalması nedeni ile çiftçi zarar etti. Çoğu çiftçi borcu harcını kurtarmadığı için ekip-biçmekten vazgeçti. Ayrıca aracılar çiftçiden ucuza kapattı, stok yaptı tüketiciye pahalı sattı. Sonuçta çiftçi ya işsiz kaldı veya geçimi zorlaştı. İşsiz kalanlar şehirlere akın etti. Bugün işsizliğin hızlı artmasının bir nedeni de budur.



Tarımda destekler düşük kaldı.

Tarım desteklerinin düşük kalması ve teknolojik imkanların nedeniyle, tarım ürünlerimizin dış rekabet imkânları da zayıflamıştır.

18 Nisan 2006 tarihinde Meclis’ten geçen, 5488 sayılı tarım kanununun 21. maddesinde “tarımsal destekler Gayri Safi Millî Hasılanın yüzde birinden az olamaz” deniliyor.

AKP iktidarı 2007 yılından itibaren yürürlükte olan bu kanuna uymadı. Bugüne kadar tarımsal desteklerin GSYH’ya oranı yüzde 0.5 ile 0.6 arasında değişti.

Dahası, 2014 yılında Meclis’in bütçede kabul edilen tarımsal destek ödeneğine de uymadı. Kısıntı yaptı.

2014 bütçesinde tarımsal destekler için, Meclis 9.7 milyar lira ödenek ayırdı. Hükümet bunun 9.2 milyar lirasını verdi. 500 milyon lirasını vermedi.

Eğer kanunu uygulasaydı, 2014 yılında 1.7 trilyon olan millî gelirin yüzde biri olan 17 milyar lira destek ödemesi gerekirdi. Oysa ki 2014 yılı için çiftçiye 9.2 milyar lira ödedi ve çiftçinin yasal hakkı olan 7.8 milyar lirasını ödemedi.



Tarım raporu: 3
Esfender KORKMAZ
21.05.2015
esfender@esfenderkorkmaz.com

Tarım alanları ve ekili alanların daralması, tarımda gübre ve mazot gibi girdi fiyatlarının aşırı artması, stokçuların ürünleri ucuza kapatması ve tarımda geçimin zorlaşması sonucu tarım sektörünün albenisi kalmadı ve tarımda istihdam da düştü.

*2002 yılında tarım istihdamı 7.5 milyon iken, 2014 yılında 5.6 milyon kişiye geriledi.

* 2002 yılında, toplam istihdamın yüzde 34.9’u tarım sektöründe iken 2014 yılında bu oran yüzde 21.5’e geriledi.

Aşağıdaki tabloda iki yıllık aralarla tarımsal istihdam gösterilmiştir.



Tarımda aracıların kartelleşmesinin, spekülasyonun ve stokçuluğun önlemesi, Anayasaya göre devletin görevidir. Et ve Balık Kurumları bu nedenle vardı. Bu kurumlar, devlet adına piyasayı düzenleyici kurumlardı. Üreticiden piyasa fiyatı ile malı alır ve düşük kârla tüketiciye satardı. Yani üretici ve tüketici refahı artardı. Türkiye et ithal etmezdi.

Hükümet et fiyatlarında spekülasyon olunca, bu kurumlardan bazılarını özelleştirmekten vazgeçti... Ne var ki bu kurumlar çok hırpalandıkları için etkileri azaldı.

Sonuçta son yaşadığımız gibi patates fiyatları, tarım politikalarının yanlış olduğunu gösterdi. 2012 yılında 47 kuruş olan patates fiyatları, enflasyondan daha hızlı artarak, geçtiğimiz günlerde 3 lira 60 kuruşa yükseldi. (Aşağıdaki grafik)



Tarım ürünlerinde fiyatlar neden artıyor?

1) Piyasada kartelleşme var... Kartelleşme birkaç firmanın anlaşarak stok yapması ve fiyatları istedikleri gibi tespit etmesidir. Bu kartelleşme yalnızca tarım ürünleri piyasasında değil, genel anlamda vardır. Söz gelimi kredi kartlarında, tüm bankalar eksiksiz aynı oranda faiz alıyor. Bir bankanın dahi, rekabet için bir puan daha eksik faiz uygulaması yoktur.

Patates 5 liraya çıktığında, Gümrük ve Ticaret Bakanı 312 bin ton patates stoku olduğunu ve bunun önemli bir kısmını da 3-5 firmanın yaptığını açıklamıştı. Bu bir kartelleşme örneğidir.

2) Piyasanın bozulmasına devlet-piyasa optimal dengenin bozulması neden oldu. Devletin düzenleyici ve rekabetin önünü açan kurumları, alt yapı yatırımları ortadan kalkınca, piyasa başıbozuk kaldı.

3) Tarımda girdi fiyatlarının enflasyondan daha hızlı artması, tarımsal desteklerin azalması da, tarım ürünlerinde fiyatların artmasına neden oldu.

4) Siyasi sorunlar da piyasa dengesini bozdu...İç ve dış politikada gerginlik, piyasa disiplini, insan davranışlarını ve beklentileri olumsuz etkiledi.

(Devam edecek.)

Kaynak: Yeni Çağ Gazetesi

Tarım raporu: 4
Esfender KORKMAZ
22.05.2015

esfender@esfenderkorkmaz.com
Türkiye tarım ürünlerinde, 2003 yılına kadar dış ticaret fazlası veriyor iken, 2003 ve sonrası yıllarda dış ticaret açığı vermeye başladı.

Söz gelimi, 2001 yılında tarım ürünlerinde 600 milyon dolar dış ticaret fazlası, 2002 yılında ise daha az, 52 milyon dış ticaret fazlası vardı.

2003 ve sonrası yıllarda bu denge terse döndü ve tarım ürünleri ithalatı, tarım ürünleri ihracatını geçti. Dış ticaret açığı vermeye başladık

Bu sene basında “saman ithal ediyoruz” şeklinde sık haberler çıkmaya başladı.

Sonuç olarak geldiğimiz noktada, 2014 yılında tarım ürünlerinde dış ticaret açığı 3.7 milyar dolar oldu.

2013 öncesinde döviz kurlarının düşük kalması, tarımda da dış rekabet imkânlarını düşürdü. İthal ürünler daha ucuza gelmeye başladı.

O kadar ki, organik tarım ürünleri adı altında Türkiye, geleneksel tarım ürünlerini bile ithal etmeye başladı.

Söz gelimi Tarım Bakanlığı verilerine göre 2014 yılında, kuru üzüm, nohut, kuru incir, kuru kayısı, fındık ve fındık içi ve ayçiçeği yağı ithal ettik.

Aşağıdaki tabloda tarım ürünlerinde ithalat ve ihracat rakamları ile dış ticaret açığı verilmiştir. 2015 yılı Ocak-Mart 3 aylık verilerdir.



Sonuç olarak yeni tarım politikaları tespit etmek gerekir. Bunun için bizim önereceklerimiz şunlardır :

1) Bütçeden yapılacak tarımsal destekler yasada olduğu gibi millî gelirin yüzde birine çıkarılmalıdır.

2) Yasal alt yapı hazırlanarak, küçük ve dağınık olan tarımsal işletmeler, devlet destekli kooperatif benzeri ve her ortağın tarım arazisi oranında payının olduğu ortaklık yoluyla birleştirilmeli, bu arazilerde çalışma önceliği ortakların olmalıdır. Ayrıca bu kuruluşlar, ortakların ürünlerini paketleyip koruyabilmeli, soğuk hava tesisleri kurulabilmelidir.

3) Tarımda Ar-Ge harcamaları artırılmalı, bunun için ziraat fakültelerinin olduğu üniversitelerde yasal alt yapı hazırlanarak “ Üniversite-Tarım iş birliği” organizasyonları yapılmalıdır.

4) Tarım ürünleri fiyatlarının oluştuğu piyasalarda devletin, doğrudan ve dolaylı yoldan etkinliği artırılmalı, piyasada stokçuluk ve kartelleşme önlenmelidir.

5) Tohumculuğun gelişmesi, sulamanın etkin ve yaygın hale gelmesi, toprakların iyileştirilmesi ve hayvancılığın geliştirilmesine yönelik önlemler alınmalıdır.

6) Tarım sigorta yasası çiftçilerin yaşayabilecekleri risklere göre daha kapsamlı ve primi daha ucuz olarak yeniden yapılandırılmalıdır.

Kaynak: http://www.yenicaggazetesi.com.tr/tarim-raporu-4-34525yy.htm

Tohum Şirketleri Tohumlarımıza Göz Dikti

Geçen hafta Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinde ilan panolarında öğrencilere yönelik bir afiş gözüme çarptı. Bir İsrail firması olan Hazera Tohumculuk ve Antalya Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi işbirliği yaparak bir tohumculuk proje yarışması başlatmış. Konu; kaybolmakta olan yerel sebze çeşitlerinin yetiştirilmesi veya özelliklerinin belirlenmesi.

Şirket daha önce de öğrencilere yönelik eğitim çalışmaları yapmış. Akdeniz Ziraat Fakültesi’nin dekanı da bunları çeşitli yerlerde açıklıyor. Birinci olana dizüstü bilgisayar verilecek, her fakültenin birincileri ve danışmanı olan hocaları (hocalar da öğrencilerin danışmanı oluyor) Antalya’da beş yıldızlı bir otelde bir hafta ağırlanacak.

Hazera Tohumculuk firması aslen İsrail kökenli. Domates tohumları üzerinde ihtisası var. Hazera İbrani dilinde tohum demekmiş. Bu Hazera şirketi 1998’de Fransız Vilmorin tohum firması ile stratejik bir ortaklık oluşturuyor. Hisselerinin yüzde 12’sini Vilmorin’e veriyor. Vilmorin de aslında piyasanın dev tohum firmalarından Groupe Limagrain’in bir parçası. Limagrain dünyanın dördüncü büyük tohum firması. Yıl 2003 olduğunda Vilmorin’in Hazera’daki payı yüzde 55’e çıkıyor. Hazera’nın genel merkezi İsrail. Ayrıca hatırlayalım; Vilmorin geçenlerde Türkiye’nin büyükçe bir tohum firmasının tamamını satın almıştı.

Olay son derece açıktır. Kimse anlaşılmaz, gizemli komplo teorilerine sapmasın. Ayrıca gene kimse Yahudi düşmanlığından söz etmesin. İşte gerçek ortada. Büyük şirketler düzeyinde ne din, ne milliyet önemli değildir. Fransız, İsrail, Türk şirketleri el ele vermişler. Birbirlerinin hissesini almışlar. Bunların zarar verdikleri, Türk, Fransız, Amerikalı vb. her ulustan ve dinden çiftçilerdir, tüketicilerdir.

Gene kimse bu firmaların yerel çeşitliliği korumak peşinde olduklarını söylemesin. Özel şirketlerin kâr dışında bir şeyi hedeflediklerini düşünenler ya çok saftır ya da bilinçli olarak böyle söylüyordur. Hazera’nın domateste önemli bir payı var. Amacı yerel çeşitlerdeki değerli genleri kendi çeşitlerine katmak. Gördüğümüz kadarı ile bunu bir bilgisayarla ve 20-30 kişinin otel parası ile tereyağından kıl çeker gibi ucuzca, tehlikesizce ve bir de biyoçeşitliliğimizi koruyormuş gibi görünerek gerçekleştirecekler.

Yarışmanın duyurularında ‘tohum toplanmayacak’ deniyor. Bu, eleştirileri önlemek için düşünülmüş sanırım. Ancak tohum toplamak hemen şart değil. Önemli olan bilgidir. Tohum toplama işi sonra yapılacak olan kolay bir iş olacaktır. Yerel çeşitlerdeki bazı özellikler örneğin bazı hastalıklara dayanıklılık genleri şirketlerin çeşitlerine aktarılınca şirket amacına ulaşmış olacaktır. Şüphesiz bu şirket çeşitlerinin sayısı çok az olacaktır ve bunlar gene de ilaçsız ve gübresiz yetiştirilemeyecektir. Ayrıca UPOV denilen Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliğine Türkiye’nin geçenlerde girdiğini hatırlayalım. Genlerimizden yararlanarak geliştirilecek olan şirket tohumlarının bir süre sonra bizim yerli çeşitlerimizden değil, bizim çeşitlerimizin onların çeşitlerinden yararlandığı bile iddia edilebilecektir. Hatta gümrüklerde domateslerimize el konulabilecektir. Çünkü onların çeşitleri patentlenecek veya tohumda geçerli fikri mülkiyet hakları ile korunacaktır.

Tohum yasasının yerel tohumları saklanacak ve biyokorsanlığa açık olacak, ancak asla satılamayacak hale getirdiğini tekrar hatırlayalım. Küresel tohum şirketlerinin sevdiği UPOV’u kendi elimizle muhalefetsiz kabul etmiştik. Yerel çeşitlerimizden aktarılan yeni özellikler birkaç yıl sonra hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü şirket çeşitleri biyoçeşitliliğe karşı olmak zorundadır. Az sayıda çeşit, şirketler için kaçınılmazdır. Yoksa kârın en çoğa çıkarılması gerçekleşemez. Biyoçeşitliliğin olmamasının sonucu ise bu şirket çeşitlerinin kısa bir süre içinde hastalık ve zararlılara dayanıksız hale gelmesidir. Şirket çeşitleri ve endüstriyel tarım nedeniyle ABD’de sebze ve meyve çeşitleri yüzde 90’lar düzeyinde yok olmuştur. Gerek ABD gerekse İngiltere’de yapılan araştırmalar şirket tohumlarıyla üretilen sebze ve meyvelerin vitamin, mineral madde gibi antioksidantlar açısından 50 yıl önceki yerel çeşitlerden çok fakir olduğunu göstermektedir.

Ziraat Fakülteleri niye bu işe alet oluyor? Bence ilanlar derhal indirilmeli, destek çekilmelidir. Daha önemlisi artık fakülteler ve Tarım Bakanlığı yerel çeşitleri koruyucu çalışmalara girmeli, katılımcı ıslah denilen köylü ve bilim insanlarının en başından el ele çalıştığı yaklaşımlarla araştırmalara başlamalıdırlar. Katılımcı ıslah dünyada 20 yıldır biliniyor. Bizim küreselci tarım çevrelerine soralım bakalım, katılımcı ıslahı doğru tarif edebilecekler mi?

Yerel çeşitlerin yağmalanmasına son verelim. Sonra çok geç olacak. Ay yıldızlı rozetleri sadece dekor olarak takanlar: Yeni bir sınav önünüzde. Hadi bakalım.

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü

http://www.ihvanforum.org/showthread.php?t=55505

Başka Türkiye yok yaklaşımı ile Tohumculuk yasasına ilişkin,
E mail adresime okuyucularım tarafından gönderilen iletileri bilgilerinize sunuyorum.


Saygılarımla
Necla ŞENER

TBMM'de son iki oturumda ertelenen "Tohumculuk Kanunu Tasarısı" 28.09.2006
Perşembe(yarın) günü görüşülecek.(Cuma gününe de kalabilir)

Geçtiğimiz hafta konunun uzmanlarından Prof. Dr. Tayfun Özkaya (Ege Üni.
Ziraat Fak.Tarım Ekonomisi Böl.Öğ. Üy.ve Tarım Ekonomisi Derneği Eski
Başkanı) yazdığı "TOHUMCULUK KANUNU : GDO ve TOHUMCULUK DEVLERİNE AÇIK
KAPI" makalesi ve ardından uzmanların görüşlerinden oluşan "TOHUMCULUK KANUN
TASARISI HAKKINDA ÖNEMLİ GÖRÜŞLER" başlıklı yazıyı daha önce iletmiştim.

Konunun uzmanları yasa tasarısını inceledikten sonra özetle;

"Türkiye'nin, doğanın, çiftçilerin ve tüketicilerin aleyhinedir."

"GDO'lu çeşitler artık, Türkiye'de yasak olmalarına rağmen
yayılabilecekler."

"3 bini endemik (Türkiye kökenli) 13 bin bitki çeşidine sahip Türkiye GDO'lu
bitkilerce kirletilecek"

"Onbinlerce yıldır ıslah yapan köylüler bu yasa ile tohumlukları üzerindeki,
halen gerilemiş olan, bütün haklarını kaybedecekler."

"Kamu üretim, sertifikalandırma, ticaret ve denetimi pratikte özel sektöre
gerçekte ise büyük dünya tohum devlerine bırakabilecektir"

"GDO'lu tohumlar için büyük tohumculuk devlerinin Türkiye'nin açıldığı,
büyük bir pazarda daha rahatlıkla at oynatabileceklerdir"

"5.Maddenin 1. ve 2. bendleri
Milli Güvenliği ciddi anlamda tehdit etmektedir. Sadece kayıt altına alınan
çeşitlerin üretimine izin verilmesi doğal türlerimizin yok olmasına neden
olabileceği gibi, ülkemizde meydana gelebilecek olağanüstü durumlarda
(savaş, uluslararası ekonomik, ticari vb ambargolar vs) ülke olarak çok
ciddi sıkıntılara düşebiliriz."
"3ncü bendi; Anayasamıza göre insan haklarının ihlali olmakla birlikte, aynı
zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bir uygulamadır."

"5. madde, bu nedenlerden dolayı kişilere ulusal ve uluslararası merciilere
yargı yolunu açacak ve hem hükümet hem de Türkiye sıkıntıya düşecektir."

"15.Madde;
Bakanlığın gerekli gördügü hallerde, 5inci (tohumluk üretimi), 6ıncı
(tohumluk sertifikasyonu), 7inci (tohumluk ticareti) ve 8inci (piyasa
denetimi) maddelerde belirtilen yetkilerin, kısmen ya da tamamen, süreli
veya süresiz olarak Türkiye Tohumcular Birliğine, kamu kurum ve
kuruluşlarına, özel hukuk tüzel kişilerine veya üniversitelere
devredilebileceği ifade edilmiştir. Bu çok muğlak bir ifadedir. Ve ülke
dinamiklerimiz değerlendirilerek net cümlelerle ifade edilmesi,milli
güvenliğimiz göz önünde bulundurularak yeniden düzenlenmesi gerekmektedir."

"AB ülkeleri, ABD ve diğer ülkeler ekoloji, tarım, sağlık, çevre gibi birçok
alanda biyoteknoloji teknikleri ile üretilmiş türlerden kaynaklanabilecek
risk, tehlike ve tehditlere karşı önlem alan mekanizmalarını kurduktan
sonra, belli kurallar çerçevesinde biyoteknolojik teknikler uygulanan
tohumları yani Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları (GDO) kullanmaktadır.
Ancak ülkemizde yapılan bu çalışmalar henüz tamamlanmadığı için bu Kanun
Tasarısı bu haliyle yasalaşıp yürürlüğe girerse, gerçek anlamda ulusal bir
felaketle sonuçlanacağı kesindir."

"Bu kanun çalışmasına, biyoteknolojik tekniklerle elde edilen genetiği
değiştirilmiş tohumların son ürün olarak insana ulaşmasından dolayı "ulusal
sağlık güvenliğini" sağlamak amacıyla Sağlık Bakanlığı'nın da dahil edilmesi
ve görüşlerinin alınması gerekmektedir. Ancak bu kanun tasarısında Sağlık
Bakanlığı'nın konuyla ilgili görüşleri alınmadığı için ulusal sağlık
güvenliği açısından ciddi sorunların ortaya çıkacağı tespit edilmektedir."

"Bu Kanun Taslağında genetiği değiştirilmiş tohumların ürün/türevlerine
dönüşünde insan ve hayvan sağlığı ile ilgili yapılacak herhangi bir hukuki
düzenleme belirtilmemiştir."

"Ulusal Biyogüvenlik Takas Mekanizması" ile ilgili çalışmalar henüz
tamamlanmamış olup, bu sistem tamamlanmadan bu Kanun Tasarısının yasalaşıp
yürürlüğe girmesi gerçek anlamda ulusal bir felaketle sonuçlanacaktır."

Karar 81 ile Tohumculuk Kanun Tasarısında bunun yolunu açan maddelerin
benzer olmasından dolayı, ülkemizi tarımda tamamen dışa bağımlı bir sona
götüreceği gözümüzün önünde yaşanan(IRAK'da) bir örnekten dolayı da
kaçınılmazdır.

"Tohumculuk Kanun Tasarısı"nın ilgili kurum ve kuruluşlarca olgunlaştırılmak
üzere tekrardan incelenmesinin Milli Güvenliğimiz, genetik çeşitliliğimiz,
ulusal sağlık güvenliğimiz, ülke istikrarımız ve AB uyum çalışmalarımız
açısından çok daha faydalı olacağı düşünülmektedir."

demektedirler.

Uzman görüşleri yasa tasarısının ne büyük tehlikeler içerdiğini çok açık
ortaya koymaktadır.Umarım bizleri temsil etmek için TBMM'ne bulunan
vekillerimiz bu uyarıları dikkate alırlar.

Bu tasarının meclisden bu haliyle geçmemesi,komisyona tekrar gönderilmesi ve
üzerinde tartışılması gerekiyor. Türkiye'nin,Türk Tarımının ve Türk
Milletinin geleceği için ivedilikle konunun kamuoyunun anlatılması, bu
tasarının yeniden ele alınması için kamuoyu baskısı yapılması gereklidir.
Zaman çok kısıtlı konu çok önemlidir.Göstereceğiniz hassasiyet için şimdiden
teşekkür ederiz. Saygılarımla…
Meziyet Demirkaya
Ulusal Bağımsızlık Hareketi
Daha detaylı bilgi için iletişim adreslerim.

meziyet_demirkaya@hotmail.com
klastv@memleketim.tv
Tel;0 242 742 39 10
Cep;0 544 644 96 28
Ab uyum yasasıyla geçirilmeye çalışılan tohumlar lütfen okuyun. tehlike çok büyük.
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ÜRÜNLERİN ZARARLARI
Genetik Mühendislik ürünleri teknolojisi, yaşayan organizmaların genetik ana yapısını değiştirmeyi ve elde edilen yeni ürünleri kar amaçlı olarak satmayı hedefleyen bir çalışma koludur.Bu teknoloji bazı milletler arası "yaşam bilimi" firmaları tarafından sürdürülmektedir.
Bu firmalar çalışmalarının dünyadaki açlığı azaltacağını,hastalıkları tedavi edeceğini,insan sağlığını olumlu etkileyeceğini, tarımda sürekliliğin sağlanabileceğini iddia etmektedirler.Oysa , gerçekte yapılan çalışmalara bakıldığında esas amacın dünyadaki tohum, gıda, tıbbi ürünler, lifli besinler sektörlerini kontrol altına almak ve monopol oluşturmak olduğu görülmektedir.
Genetik Mühendisliği devrim yapan yeni bir teknolojidir.
Bu mühendislik dalı halen gelişme aşamasındadır. Söz konusu teknoloji o kadar güçlüdür ki sadece türler arasındaki değil insanlar, hayvanlar ve bitkiler arasındaki genetik koruma duvarlarını dahi yıkabilir. Çeşitli virüsler i, antibiyotiğe dirençli genleri, bakterileri vektör, işaretleyici ve promoter olarak kullanarak genetik kodları kalıcı olarak değiştirir ve daha sonra genleri değiştirilmiş organizmalar bu genetik değişimleri kendilerinden sonraki nesillere kalıtım yoluyla aktarırlar.
Dünya üzerindeki bütün genetik mühendisleri genetik malzemeye ilaveler yapmak, yeniden düzenlemek, düzeltmek, programlamak gibi işlerler meşgul olmaktadırlar. Bitki, balık ve bazı hayvanların kromozomlarına hayvan genleri ve hatta insan genleri enjekte edilerek hayal edilemeyecek transgenic (farklı canlıların genleri arasında yapılan transferlerden) yaşam biçimleri elde etmektedirler.Tarihte boyunca ilk defa uluslararası bioteknoloji şirketleri yaşamın mimarları ve sahibi konumu durumuna gelmişlerdir.
Kanuni kısıtlamalar ve kurallar, isimlendirme şartları veya bilimsel protokollar çok az olduğu için bio mühendisler yüzlerce yeni ''Franken foods'' (yapay, farklı türler arası birleştirilmiş genlerden oluşan besinler) ve tahıl türleri yetiştirmeye başladılar. Bunlar gerçekten insana ve çevreye zarar verici niteliktedir ve ayrıca dünyadaki milyarlarca çiftçi ve köylü içinde negatif sosyo ekonomik etkileri vardır.
Gün geçtikçe artan sayıda bilim adamı kullanılan gen ayırma teknolojilerinin tam gelişmemiş, yanlış ve sonuçlarının öngörülemediğini söyleyerek ikazda bulunmaktadır. Ancak, ABD nin liderliğindeki bio teknoloji taraftarı hükümetler ve düzenleyici kurumlar tüm Genetik Mühendisliğ i ürünü yiyeceklerin geleneksel yiyeceklerle aynı olduğunu ve özel bir şekilde etiketlenmesine veya pazarlama öncesi bir zararı olup olmadığının anlaşılabilmesi için bir teste tabi tutulmalarına gerek olmadığını söylemektedir. Yeni cesur dünyanın üretip kabul ettiği bu yapay yiyecekleri korkutucudur.
Şu anda ABD'de dört düzineden fazla genetiği değiştirilmiş besin ve tahıllar oldukça yaygın olarak satılmaktadır. 70 milyon acre (1acre=4046.9 m2) tarım alanı üzerinde genetiği değiştirilmiş ürünler alanı ekili durumdadır. Buna ilaveten bir firmanın ürettiği Bovine Büyüme Hormonu (rBGH) düzenli olarak 500.000 sü t ineğine enjekte edilmektedir.
Süper marketlerde ki işlemden geçmiş besinlerin çoğunda genetik katkı maddeleri vardır ve testlerde bunu doğrulamaktadır. Buna ek olarak düzinelerle genetiği değişmiş tarım ürünü geliştirilmektedir ve bunlarda kısa bir zaman sonra piyasaya sürülmüş olacaklardır. Gelecek 5-10 yıl içinde ABD' deki besin ve lifli gıdaların tamamının genetiği değiştirilmiş olacaktır. Bunların arasında soya fasulye si, mısır, patates , canola yağı, pamuk tohumu yağı, papaya, domates ve süt ürünleri sayılabilir.
Besin ve lifli ürünlere uygulanan genetik mühendisliğinin sonuçları belirsiz olduğu kadar hayvanlar, insanlar, çevre ve organik tarımın geleceği için tehlikelidir de. İngiliz moleküler bilimci Dr.Michael Antoniu'nun belirttiğine göre gen ayrıştırılması beklenmedik bir şekilde toksik maddelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Toksik maddeler özellikle genetik mühendisliğin uygulandığı bakteriler, mayalar, bitki ve hayvanlarda görülmektedir. Ancak, büyük bir sağlık sorunu ortaya çıkana kadar bu sorun pek dikkati çekmeyecektir.
Bu besin maddelerinin zararları :
Toksinler ve Zehirler
Genetik mühendisliği uygulanmış ürünler potansiyel olarak toksik olup insan sağlığını tehdit edici bir konumdadır. 1989 yılında L-tryptophan isimli çok bilinen bir maddenin genetik mühendisliği uygulanmış bir türü 37 Amerikalı'nın ölümüne ve 5000 kişinin de sakatlanıp ölümcül ve ızdıraplı bir kan hastalığına yakalanmasına (eosinophilia myalgia syndrome ''EMS'') sebep olmuştur.
Japonya'nın üçüncü büyük kimyasal şirketi olan Showa-Denko ilk defa 1988-89 yıllarında serbestçe satılan bileşimde genetik mühendisliği uygulanmış bakteriler kullanmıştır. Düşünülen odur ki DNA nakli işlemi sırasında bakteriler bir şekilde kirlenmiş ve de bu insanların hastalanmasına neden olmuştur. Bu yüzden Showa Denko şirketi ilaçdan zarar görüp EMS hastalığına yakalanan kişilere 2 milyar dolar tazminat ödem iştir.
1999 yılında İngiliz basını Rowett Enstitüsün'den bilim adamı Dr.Arpad Pusztai'nin yaptığı detaylı araştırma genetiği değiştirilmiş patateslerin de zararlarını ortaya koymuştur.
Laboratuar testlerinde snowdrop çiçeğinin (kar damlası çiçeği, Avrupa'da yetişir ve daha kar kalkmadan çiçek açar) DNA sı ile bilinen bir viral promoter olan Cauliflower Mosaic Virus (CaMv) kullanılarak genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin memeliler için zehirli olduğu tespit edilmiştir. Kimyasal kompozisyonu normal patateslerden oldukça farklı olan bu patatesler farelerin hayati önemi olan organlarına ve bağışıklık sistemlerine zarar vermiştir. En tehlikelisi ise farelerin mide lerinin iç yüzeyinde son derece ciddi bir viral enfeksiyon ortaya çıkmıştır ki bunun da nedeninin CaMv denilen viral promoter olduğu kesindir ve de bu madde bütün genetik mühendisliğinin yarattığı ürünlerde kullanılmaktadır.
Dünyada her geçen gün artan sayıda bilim adamı genetik manipülasyonun besinlerde doğal olarak bulunan bitki toksinlerinin seviyesini arttıracağını veya yeni toksinler yaratacağı konusunda ikazlarda bulunmaktadırlar.
Bütün bunlara rağmen yeterli denetim olmadığı için tüketiciler kobay olarak kullanılmak durumundadırlar.
Artan kanser riski
1994 yılında FDA, bir firmanın Büyüme Hormonu satmasını ve süt veren ineklere bu hormonun enjekte edilmesini bilim adamlarının tüm itirazlarına rağmen onaylamıştır. Bu ineklerin sütünden elde edilen besinleri tüketen insanlarda göğüs, prostat ve kolon kanserine yakalanma riski oldukça fazladır.
1998 yılında Kanada'da hükümetin görevlendirdiği bilim adamları farelerde yaptıkları deneylerde prostat kanseri ve tiroid kistleri olasılıklarına rastlamışlardır. Sonuç olarak 1999 yılı başlarında Kanada hükümeti süt veren ineklerde bu hormonun kullanılmasını yasaklamıştır.
Yiyecek alerjileri
Yiyecek alerjisi olan kişiler de (ki Amerikalı çocukların %8 inde bu sorun vardır) semptomlar hafif huzursuzluktan ani ölüme kadar değişkenlik gösterir. Dolayısıyla bu kişiler günlük besin maddelerine eklenen yabancı proteinlerden zarar görebilirler, çünkü söz konusu proteinler insanlar tarafından şimdiye kadar hiç tüketilmemişlerdir. Gelecekte olası bir kamu sağlığı felaketini önleyebilmek için pazarlama aşamasından önce hayvanlarda ve gönüllü insanlarda uzun dönemli testler yapılması gereklidir.
Ayrıca, bu besin maddelerinin etiketlerine gerekli uyarıların yazılması da besin alerjisi olan kişileri korumak açısından şarttır.
Ne yazık ki FDA veya dünyadaki diğer kontrol mekanizmaları pazarlama öncesi hayvan ve insanlarda testler yapılmasını rutin olarak talep etmemektedirler. İngiliz bilim adamı Dr.Mae-Wan Ho'nın belirttiği gibi genetiği değiştirilmiş besinlerin alerji yapma potansiyelini kestirebilmek mümkün değildir, çünkü alerjik reaksiyonlar kişinin allergenle temasından ancak bir müddet sonra ortaya çıkmaktadır.
Besinlerin kalitesi ve beslenmeye verilen zarar
1999 yılında Dr.Marc Lappe'nin Journal of Medicinal food dergisinde yayınlanan makalesinde genetiği değiştirilmiş soya fasulyesinde insanları kalp hastalıkları ve kansere karşı korumakta yararlı phytoestrogen bileşimlerinin geleneksel soya fasulyelerine göre daha az olduğu belirtilmiştir.
Antibiyotik Direnci
Gen mühendisleri bir bitki veya mikroba yabancı bir gen ilave ettikleri zaman onu başka bir gene bağlarlar ve bu da antibiyotik direnç simgesi (antibiotic resistance marker-ARM) olarak isimlendirilir. Bu sayede ilk verilen genin ev sahibi organizmada başarılı bir şekilde kalıp kalmadığı tesbit edilir.
Bazı araştırmacılar bu ARM genlerinin beklenmedik bir şekilde hastalık yapan bakteriler veya mikroplarla birleşebileceği ikazını yapmakta ve geleneksel antibiyotiklerle tedavisi mümkün olamayacak hastalıkların ortaya çıkabileceğini belirtmektedirler. Örneğin salmonella'nın yeni tipleri,e-coli, kampilobakter bunlardan bazılarıdır. Avrupa Birliği yetkilileri bütün genetiği değişmiş ve ARM taşıyan besinlerin yasaklanmasını öngörmektedirler.
TOPRAKTA VE ÜRÜNLERDE DAHA FAZLA TARIM İLACI KALINTISI
Yapılan çalışmalarda genetiği değiştirilmiş ürünler yetiştiren Amerikalı çiftçilerin geleneksel tarım yapan çiftçilere göre daha fazla tarım ilacı kullandıkları tesbit edilmiştir, çünkü bu bitkiler tarım ilaçlarına karşıda dirençlidir.
İlaca karşı dirençli olan bu bitkilerin özelliği tarım ilaçlarından zarar görmemeleridir. Dolayısıyla çiftçiler bitkilerdeki haşeratı öldürmek için tarım ilaçlarını fazla miktarlarda kullanabilmekte ve bitkide bundan zarar görmemektedir:
Bio teknolojide lider olan şirketler aynı zamanda toksik tarım ilaçlarını da üretip satmaktadırlar, dolayısıyla bu şirketler bitkileri özellikle genetik olarak ilaca karşı dirençli olarak dizayn etmekte ve böylece çiftçilere daha fazla tarım ilacı satma imkanı bulmaktadırlar:
GENETİK KİRLİLİK
Genetiği değiştirilmiş ürünlerin ekili olduğu alanlardan genetiği değiştirilmiş polenler rüzgar, yağmur, kuşlar, arılar ve polen taşıyıcı böcekler tarafından hem organik hem de normal tarımın yapıldığı alanlara taşınmakta ve buradaki ekinlerin DNA'sını kirletmektedir.
Organik tarımla uğraşan çifçiler genetik kirliliğin kontrol edilemeyeceğini savunmakta ve bunların yaşayan canlılar oldukları için çoğalabileceklerini, göç edebileceklerini, mutasyona uğrayabileceklerini belirtmektedirler.
Faydalı Böceklerin ve Toprak verimliliğinin zarar görmesi
Bu yılın başlarında Cornell Üniversitesinden bazı araştırmacılar şaşırtıcı bir keşifte bulundular. Genetik olarak değiştirilmiş mısırların polenleri Monarch kelebeklerini zehirlenmesine sebep olmaktaydı. Araştırmalar bu tür ürünlerin yararlı böceklere ve topraktaki yararlı mikroorganizmalara belki de kuşlara bile zarar verdiğini tespit etmiştir.
Yeni virüs ve bakterilerin yaratılması
Yıllar önce Michigan State Üniversitesinde yapılan deneyler bitkilerin genetiğini değiştirmenin ve onları virüslere karşı dirençli yapmanın söz konusu virüslerin mutasyonla daha etkin bir hale gelmesine yol açtığını belirlemiştir.
Sosyo ekonomik Zararlar
Genetiği değiştirilmiş yiyecekler ve bio teknoloji ürünü gıdaların kullanımı 12.000 yıldan beri devam edegelen geleneksel tarım üretimine sekte vurmakta, kullanılmakta olan Terminatör Teknolojisi gibi metodlar tohumların kısırlaşmasına sebep olmaktadır. Böylece dolaylı bir şekilde zorlanan çiftçiler çok daha pahalı olan genetik mühendisliği ürünü tohumları bir avuç glo bal monopolden almak zorunda kalmaktadırlar.
2.11.2005 Ms.Cummins makalesinden özet
Frankeştayn gıdalar
Kolera bakterisi taşıyan yonca, akrep geni taşıyan pamuk, tavuk genli patates, balık genli domates . Frankeştayn gıda olarak bilinen 'Genetiği Değiştirilmiş Organizmalardan yapılmış yiyecek ve ürünler market raflarını, pazar tezgahlarını istila etmiş durumda.
• FATMA DURMUŞ
Bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi ya da ona kendi doğasında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen canlı organizmalara GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) deniyor. Frankeştayn Gıda olarak da nitelendirilen GDO'lar, kolera bakterisi geni taşıyan yonca, akrep geni taşıyan pamuk, tavuk genli patates , balık genli domates gibi gıdalar şeklinde karşımıza çıkıyor. Gıda Mühendisleri Odası Başkanı Ali Haydar Süslü Türkiye'nin Frankeştayn gıda terörüne karşı en kısa zamanda önlem alması gerektiğini belirtti. Süslü bu konudaki verileri ve alınması gereken önlemleri şu şekilde anlattı:
'Türkiye'nin ABD'den ve Arjantin'den soya ve mısır ı büyük oranlarda ithal ettiği düşünülürse ( soya ithalatının %90 ve mısır ithalatının %80'i), tükettiğimiz birçok gıda ürününün GDO'lu olma olasılığı yüksektir. Ayrıca soyanın besin değeri teknolojik olarak kullanım kolaylığı ve diğer birçok özelliğinden dolayı gıda sektöründe çok amaçlı birçok üründe kullanılmaktadır. Aynı şekilde mısırda hem yağ olarak hem de gıda ürünlerinde kullanılmaktadır. Dolayısıyla hangi gıda ürünlerinin GDO'lu olduğunun söylenebilmesi için çok iyi piyasa denetimi ve gözetimi ile ürün analizleri yapılmalı, ithaedilen ürünlerde GDO kontrolünde bulunulmalı ve AB normlarına uymayan ürünlere izin verilmemelidir. Bütün bu denetimler ve analiz sonuçları tek merkezde toplanarak değerlendirme yapılmalı ve gıda güvenliği adına izlenebilirlik sağlanmalıdır.'
Daha laboratuvarımız yok
GDO hakkında yapılacak bilimsel çalışmaların oldukça pahalı ve ciddi bütçe gerektirdiğini kaydeden Süslü 'Tarım Bakanlığı dahi bununla ilgili laboratuarlarını daha yeni kurmakta ve yaşam mevzuatı halen oluşturmuş değil' dedi. Süslü sözlerini şu şekilde sürdürdü: 'Şu gerçeği de vurgulamak gerekir ki denetim, uzman kişi, laboratuar altyapısı ve yaşam mevzuat eksikliğinden dolayı GDO'lu ürünler ülkemize girmekte ve rahatça satılmaktadır. Bizim gibi biyolojik çeşitliliği yüksek olan ülkelerde GDO'lar yabani türlerin değişimi ya da yok olması gibi ciddi sonuçlar doğurabilir. Bu ürünlerin patenti çokuluslu tekellerin elinde olduğu için sürekli bir dışa bağımlılık olacak ve ciddi bir ekonomik kayıp söz konusu olacaktır.'
İnsan sağlığında ciddi hasara neden olan GDO'ların ekonomik olarak getirdiği büyük bir sakıncanın ise bu ürünlerin patent hakkının tüm dünyada birkaç çok uluslu şirketin elinde olması olduğunu belirten Süslü konuşmasını şöyle sürdürdü: 'Bu şirketler en büyük kazançlarını patent bedeli tahsis ederek sağlıyor. Çiftçi yok edici genlerle kısırlaştırılan tohumları her yönden almak zorunda kalıyor. Bu da çiftçiyi çok uluslu tohum üreticisi şirketlere bağımlı kılıyor. Çiftçilerin ürünlerin verdiği yeni tohumları tarlalarına ekme hakları yok. Üretici firmalar bu tohumların korsanlığını yapanların önüne geçmek için komşu ispiyonu gibi en basit yollardan dedektif tutmaya kadar her yola başvuruyor.'
Nasıl ortaya çıktı ?
Geçen yüzyılda, bitkisel üretimde verim artışı gerekçesiyle uygulanan suni gübreler ve kimyasallar, su ve hava kirliliğini de beraberinde getirdi. Yoğun tarımda kullanılan ilaç ve suni gübreler her geçen gün toprağı daha da verimsizleştirdi. Toprağın verimi düştükçe çiftçi her geçen yıl daha fazla ilaç ve gübre kullanmaya başladı. Gübreye alışan bitki daha çok gübre istedi. İlaca bağışıklık kazanan böcekleri öldürebilmek için daha kuvvetli zehirler gerekti. Kullanılan ilaç ve gübreler canlıların bağışıklık sistemini de etkileyen sağlık problemlerine yol açtı. Dıştan müdahale başarısız olunca canlıların genleriyle oynamaya başlandı. Çiftçi giderek bağımlı hale geldi ve doğadaki biyolojik çeşitlilik çok ciddi tehdit altına girdi. Genleriyle oynanmış bir buğday türünün bitki verimi yüksek, ancak aniden ortaya çıkabilecek bir hastalık ya da zararlı o türün yok olması ve dünyada artık başka tür buğday yetiştirilmediği için buğday ırkının tamamen ortadan kalkması gibi bir felakete de yol açabilir.
BİYOLOJİK KIYAMET NASIL KOPAR?
Gıda Mühendisleri tarafından hazırlanan GDO raporuna göre muhtemel felaket senaryoları : Genetik çeşitliliğin azalması ve gen kaynaklarının yok olma ihtimali. Değişikliğe uğratılmış mikroorganizmalar, asıve hayatî önemi haiz olan toprak bünyesindeki mikroorganizmaları menfi yönde etkileyerek mikro dengeyi bozabilir. GDO'lar gıda olarak tüketildiklerinde girmiş oldukları hayvan ve insanlara ait canlı organizmalarla birleşme ve neticesi belli olmayan tuhaf bir birleşik organizmanın meydana gelme ihtimali. Antibiyotiğe dayanıklı genin kullanılması neticesi insanlarda antibiyotiğe dayanıklılığın artması ve herhangi bir zorunlulukta kullanılması icap eden tedavi amaçlı antibiyotiğin etkisiz kalma ihtimali doğar. Böceklerin direnç kazanması. Virüs kaynaklı genlerin, diğer virüsler e gen transfer etme ihtimali. İnsan ve hayvanda alerjik ve zehir etkisi olan genlerin aktarılması ile en masum gıdalara taşınması neticesinde insanların her an bu zehirleyicilerle karşılaşabilme riski. Tabiatta var olan ve devam eden o kusursuz dengenin bozulması sonucu; nebatî ve hayvanî çeşitlilik azalması. Canavar nitelikli bir tabii paylaşımın olma ihtimali. 13.6.2005
20/03/2006-http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=181909
AA - ANKARA - Genetiği değiştirilmiş organizmalı (GDO) ürünlerin yasaklanmasına yönelik geçen yıl yaklaşık 100 bin başvuru alan TBMM Dilekçe Komisyonu'nun başkanı Yahya Akman, halkı sağlığa zararlı olabilecek bu ürünlere karşı uyardı. Akman, GDO'lu ürünlerin üretildiğini bilen herkesi de ilgili kurumlara başvurmaya çağırdı. Aldıkları 100 bin başvuru üzerine bir toplantı düzenlediklerini, oluşturulan alt komisyonda ilgili kişileri dinlediklerini belirten Akman, edindiği bilgiler ışığında şunları söyledi:
'Çarktan çıkılmıyor'
"ABD, Kanada, Brezilya ve Arjantin'in ürettiği GDO'lu ürünler, dünya ve Türkiye için tehlikeli. Bu ürünler, dünyaya hibrit tohumlar vasıtasıyla yayılıyor. O tohumla ürün ektiğiniz toprağa, başka ürün ekemiyorsunuz. Şirket önce tohumu ucuz fiyattan satıp sizi bağımlı hale getiriyor, sonra fiyatı artırıyor. Çarktan çıkamıyorsunuz. İnsan sağlığı açısından zararlı ürünler ortaya çıkabiliyor. Organik tarıma önem verilmeli. Bilim adamları, ürünlerin üzerine 'Bu ürün GDO'ludur' ibaresi yazılmasını istedi. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, yasa taslağı üzerindeki çalışmalarını sürdürüyor."
Ankara - Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, ''genetiği değiştirilmiş organizmalı'' (GDO) ürünler için iç piyasada ve ithalat aşamasında özel bir kontrol yapılmadığını bildirdi.
Eker, AK Parti Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez'in, GDO kullanılan ülkelerden yapılan ithalat ile Türkiye'de kullanılan GDO'lara ilişkin soru önergesini cevaplandırdı.
''GDO'lu ürünler için gerek iç piyasada, gerekse ithalat aşamasında özel bir kontrol yapılmamaktadır'' diyen Eker, bugüne kadar etiketlerinde ''genetik olarak değiştirilmiş organizma'' ibaresi bulunan ürünlerin ithalatına izin verilmediğini ifade etti.
Ankara İl Kontrol Laboratuvar Müdürlüğünde GDO analizlerinin metot uygulama çalışmalarının tamamlandığını belirten Eker, GDO'lu ürünleri tanımlama, saptama ve miktar tayini gibi analizlerin yapılabildiğini bildirdi.
Türkiye'de GDO'lu ürünlerin ekiminin yapılmadığını kaydeden Eker, ''GDO'lu ürünlerin gıda ve yem olarak kullanımı hususunda, ülkemizin taraf olduğu Cartegena Biyogüvenlik Protokolü dışında yasaklayıcı veya serbest kılıcı herhangi bir yasal düzenleme bulunmamakla birlikte, konuyla ilgili çalışmalar devam etmektedir. Tüketicinin bu konuda bilinçlenmesi, korunması ve tercih hakkına sahip olması için hazırlanan yasa taslağında etiketleme konusu özellikle ele alınmıştır'' dedi.
Anadolu Ajansı - http://www.haberbiz.com/HaberDetay.asp?haber_id=5239#
Mutfağımızdaki düşman- 21.02.2006
Gelişmiş ülkeler tarafından Türkiye'ye dayatılan Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmaların (GDO) bulunduğu bitkisel ürünler sağlığımızı tehdit ediyor. GDO'lu ürünlerin tüketiminin yaygın olmasında yurttaşın geçim sıkıntısının rolünün büyük olduğu belirtildi.
Gelişmiş ülkelerden ülkemize giren GDO'lu bitkisel ürünler bağışıklık sistemimizi etkiliyor, hastalıklara davetiye çıkarıyor. Ankara Bölgesi Veteriner Hekimler Odası Başkanı Prof. Dr. Ayhan Filazi , ''Bize kırmızı et ürünlerinden uzak durmamız dayatıldı. Ancak bizim ülkemizde tüketilen yıllık et miktarı 9 kg. iken, AB ülkelerinde bu rakam 40-50 kg. arası'' dedi.
Prof. Dr. Filazi, biyoteknoloji kullanılarak elde edilen GDO'lu ürünlerin gelişmekte olan ülkelere pazarlandığına dikkat çekerek şunları söyledi: ''Gelişmekte olan ülkelere, kendi yurttaşlarının kullanmadığı sağlıksız ürünleri öneriyorlar. GDO'lu ürünlerin tüketiminin yaygın olmasında geçim sıkıntısının rolü de büyük.''
800 ÜRÜN SOFRAMIZDA
Ziraat Mühendisleri Odası Genel Başkanı Gökhan Günaydın ise GDO'lu ürünlerin yurtiçine girişini yasaklamayı amaçlayan Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı'nın 5 yıldır Meclis gündeminde olduğunu ifade ederek, ''Yaklaşık 800 GDO'lu ürün soframıza giriyor. GDO'lu, soya fasulyesi yağı, mısırözü yağı, çocuk mamaları bunlardan birkaçı'' diye konuştu.
Günaydın, GDO'lu üretimin toprağa tarım ilacından daha fazla zarar verdiğini belirterek ODTÜ tarafından yapılan araştırmada Türkiye'de yasal olmamasına karşın GDO'lu domates üretiminin yapıldığına da dikkat çekti.
Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık da ''Türkiye, dünyada GDO'lu olarak en çok yetiştirilen soya ve mısırı üretebilecek kapasiteye sahip. Ancak bu ürünleri, en çok GDO'lu olarak yetiştiren ABD ve Arjantin'den almaktayız'' dedi.
TÜKETİCİ ANLAYAMAZ
Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Dr. Nilay Etiler , GDO'lu ürünler konusunda tüketicinin bilinçlenmesinin pratikte yarar sağlamayacağını, çünkü bu ürünlerin özel laboratuvarlarda tanınabileceğini kaydetti. Bu konuda çalışma yapan laboratuvarların sayısının da kısıtlı olduğuna dikkat çeken Dr. Etiler, şöyle devam etti:
''Gıdaların üzerinde GDO olduğunun belirtilmesi gerekiyor, ancak böyle bir uyarı yapma tercihi -piyasa ekonomisinin doğası gereği- üreticiye bırakılmamalı.''
GDO'lu ürünlerin insandaki bağışıklık sistemini etkileyerek hastalıklara direncini ortadan kaldırdığını söyleyen Dr. Etiler sözlerini şöyle sürdürdü: ''Deli dana hastalığı da GDO'lu ürünlerle aynı mantığın ürünü olarak ortaya çıktı ve pek çok insanın ölümüne neden oldu.''
CUMHURİYET - 21 ŞUBAT 2006 SALI

OLAYLARIN İÇİNDEN / Tevfik Güngör- 08/09/2006- http://www2.dunyagazetesi.com.tr/news_display.asp?upsale_id=277626&dept_id=1035
ABD'de ürünlerin genetiğinin değiştirilmesine ve genetiği değiştirilmiş (GD) ürün yetiştirilmesine, ticaretine ve tüketimine izin veriliyor.
AB ülkeleri ve bazı Asya ülkeleri GD'ye karşı olduklarından bu konuda hassasiyet gösteriyor.
Türkiye'de Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) konusunda henüz açıklığa kavuşmuş politikalar ve düzenlemeler mevcut değil.
GDO'ya Hayır Platformu, son olarak Amerikan pirincinde GD tartışmaları ile ilgili olarak bir açıklama yaptı.
ABD'de mısırın yüzde 61'i, pamuğun yüzde 83'ü, soyanın yüzde 89'u GDO'lu tohum ile üretiliyor.
GDO'ya Hayır Platformu'ndan yapılan açıklamaya göre, Amerikan pirincinde de GDO'lu tohum kullanılmadığı bilinirken,
31 Temmuz'da Alman biyoteknoloji şirketi Bayer Crop Science, deneme aşamasında olan ve henüz yasallaşmamış (illegal) GD uzun pirinçlerine ait genleri Missouri ve Arkansas eyaletlerindeki ticari pirinç silolarında tespit ettiklerini ABD Tarım Bakanlığı'na bildirdi.
18 Ağustos tarihinde ABD Tarım Bakanlığı aşağıdaki açıklamayı yaptı: "Bayer Crop Science Şirketi, ABD Tarım Bakanlığı ve ABD Gıda İlaç Dairesi'ni (FDA) bilgilendirerek ticareti yapılan uzun pirinçlerden alınan numunelerde az miktarda genetiği değiştirilmiş (GD) pirince rastlandığını belirtmiştir. Her iki kurum da bilimsel verileri inceledikten sonra GD pirincin insan sağlığı, gıda güvenliği ve çevre konularında bir risk taşımadığı kanaatine varmışlardır."
18 Ağustos tarihinde ABD hükümeti yetkililerinin ticari pirinçte GDO'lu pirincin karışmış olduğunu bildirmelerinden hemen sonra Japonya, ABD'den yaptığı uzun pirinç ithalatını durdurdu. Keza, Güney Kore, ABD yetkililerinin yoğun çabaları sonucunda ithalat yasaklamasına gitmedi ama ithal ettiği pirinçlerin GDO'suz olmasına dair ABD'den devlet garantisi istedi.
ABD için en büyük Pazar olan Avrupa'dan da yasal olmayan GD pirincin ithaline karşı büyük bir tepki geldi. AB'nin 25 üyesinin yıllık olarak ithal ettikleri 300.000 ton pirincin yüzde 85'ini, mali değer olarak 70 milyon Euro'luk bölümünü uzun pirinç oluşturmaktadır. AB'de GDO'lu pirinç ithalatı halen yasaktır.
ABD Tarım Bakanlığı, pirinç ithalatçılarının isteği üzerine Mart 2005'ten bu yana ihraç belgelerindeki "GDO içermemektedir" beyanını kaldırma kararı aldı. Çünkü bu son olay, ticari pirince GDO karışabileceğini ispat etmiştir ve bunu saptama imkanı olmadığı için, böyle bir beyanda bulunmanın da getireceği yasal yükümlülükler bulunmaktadır.
ABD'de üretilen pirincin yüzde 50'si ihraç edilmekte olup bunun yüzde 80'i uzun pirinçtir.
2006 yılı üretim tahminlerine göre 1.18 milyor dolar değerinde pirinç üreten ABD, bunun yüzde 50'sini ihraç etmeyi hedeflemişti.
Bilindiği üzere ABD, dünya pirinç ticaretinin yüzde 12'sini elinde tutmaktadır. ABD'de üretilen pirincin yüzde 58'i iç piyasada direkt gıda olarak, yüzde 16'sı işlenmiş gıdalar ve bira yapımında, yüzde 10'u da hayvan yemi olarak tüketilmektedir.
Hatırlanacağı üzere 1981 yılından itibaren kronikleşen pirinç ithalatı Türkiye'yi pirinç ithalatında korumacı tedbirler almaya sevk etmiş, bu tedbirler nedeniyle de ABD ile anlaşmazlığa düşülmüştü. Türkiye'nin pirinçte ithalat için getirdiği, yerli üreticiden alım yapma şartına itiraz eden ABD hükümeti, 2 Kasım 2005'te Türkiye'yi DTÖ'ye şikayet ederek 2003'ten beri Türkiye'ye pirinç ihracatının üçte iki oranında düşmesine neden olan ithalat lisans sistemine ilişkin şikayetlerinin incelenmesi için bir panel oluşturulmasını istemişti.
ABD, Dünya Ticaret Örgütü nezdinde Türkiye'ye karşı pirinç ithalatında Türkiye'nin ithalat lisanslama sisteminin dünya ticaret yasaları ile çeliştiği pirinç ihracatında çok yüksek tarife ve engeller koyduğu iddiası ile açılan dava sonrası, müzakerelerde ABD davayı kazanırsa ve Türkiye yine de ithalat engellerini kaldıramazsa, ABD, Türkiye'den yaptığı ithal ürünlere misilleme niteliğinde ek vergi ve engel koyabileceğini ima etmişti. Bu konunun olumlu ya da olumsuz yönde hallolmasının DTÖ sistemine göre 1 yıl kadar sürebileceği belirtilmektedir.
Çeltik üretim açığı kadar ürün ithalatını sağlamak üzere, pirinç ithalatında tarife kontenjanı sistemi uygulayan Türkiye bu sistemde, belli miktarda ürünün yurtiçinden alınması şartıyla, 300 bin tona kadar pirinç veya pirinç karşılığı çeltik ithalatına izin vermektedir. Bu sistem kapsamında yapılan ithalatta da 2 puanlık gümrük vergisi indirimi uygulanmaktadır. Uygulamaya ilişkin kararname, 13 Eylül'de Resmi Gazete'de yayımlanmıştır. Tarife kontenjanı kapsamında 1 Kasım 2005 - 31 Temmuz 2006 döneminde ithalat yapılabilmektedir.
Türkiye'de GDO ve GO konularında üniversitelerimiz, kamu kuruluşlarımız, bakanlıklar gereken ilgiyi göstermemektedir.
Bu bakımdan "GDO'ya Hayır Platformu"nun açıklamalarını değerlendirme ve tartışma şansı mevcut değildir.
Bu konuda ABD'den pirinç ithalatı yapan grupların kamuoyuna bilgi vermelerinde büyük yarar vardır.
Heryerde GDO var...

Bilim, insanlığın Frankenstein'ini Yarattı: Her yerde GDO var...
Ne zamandır sözü edilen bir hayalet dolaşıyor etrafımızda... Yediğimiz gıdada, soluduğumuz havada, yetiştirdiğimiz sebzede, kızarttığımız balıkta... Her yerde onun adı geçiyor. Ama onu ne gören var, ne duyan... Kuş gribini, Kırım-Kongo ateşini ondan bilenler, hayvan hastalıkları eskiden de olduğunu; ama insanlara bulaşıp öldürmesine "ondandır" diyenler var... Bu hayalet bazen havada uçan bir polen, bazen alımlı bir kırmızı domates şeklinde görünüyor. Toprakta sebze, sofrada peynir, rüzgar altında salınarak güneşi izleyen ayçiçeği; her biri bu hayaletin tehdidi altında... Doğanın ayrılmaz bir parçası olan insan da tabii... Bu hayaletin adı GDO... "Frankeştayn gıda" olarak da adlandırılan GDO, bugün kolera bakterisi geni taşıyan yonca, akrep geni taşıyan pamuk, tavuk genli patates, balık genli domates gibi gıdalar şeklinde karşımıza çıkıyor.
GDO, uluslararası literatürde kısaltılmış şekliyle "GM" veya "GMO" olarak geçen "Genetically Modified Organism"in Türkçe karşılığı; "Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar"ın kısaltılmışı... Bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi, ya da ona kendi doğasında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen canlı organizmalara "Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar" deniyor.
Peki, bu GDO nasıl oluyor da bu denli geniş bir alanda insanı, yaşadığı ekolojik ortamı etkiliyor? Bazı hastalıkların tetiklenmesine yol açıyor? Hayvan hastalıklarının insana bulaşacak ve insanı öldürecek özelliklere sahip olmasına neden oluyor? Nasıl oldu da insanlık, doğal çeşitliliğe zarar vererek yeni Frankeştayn'lar yaratmaya başladı?

GDO, doğaya yayıldı...
Hiçbir şey bir anda olmadı. Önce, 19. ve 20. yüzyılda, bitkisel üretimde verim artışı gerekçesiyle uygulanan suni gübreler ve kimyasallarla zararlı kontrolü toprak, su ve hava kirliliğini de beraberinde getirdi. Yoğun tarımda kullanılan ilaç ve suni gübreler her geçen yıl toprağı daha da verimsizleştirdi; toprağın verimi düştükçe çiftçi her geçen yıl daha da fazla ilaç ve gübre kullanmaya yöneldi. Gübreye alışan bitki daha çok gübre istedi, ilaca bağışıklık kazanan böcekleri öldürebilmek için daha kuvvetli zehirler gerekti... Böylelikle artan verimin bedeli sadece çevre kirliliği olmadı. Kullanılan ilaç ve gübreler canlıların bağışıklık sistemini de etkileyen sağlık problemlerine de yol açtı. Artık yeni çözümlere gereksinim vardı.
Dıştan müdahale başarısız olunca, canlıların genleri ile oynamaya başlandı! Gen aktarımı yoluyla tarımda kullanılan yabani otlara, zararlı böcekler ve hastalıklara dayanıklı ürünler elde edildi... Ve böylece insan, genleriyle oynanmış gıdalarla tanıştı. Başlangıçta hastalık ve zararlılara dayanıklı olduğu için tek tip ürün yetiştirmeye ikna edilen çiftçi, her yıl kısır tohumlar almaya ve bu tohumların büyüyüp gelişmesi için gerekli ilaçları kullanmaya bağımlı oldu. Ancak, gerek tek tip ürün yetiştirmek, gerekse bu GDO'lu ürünlerin kontrol edilemeyen bir biçimde doğaya yayılması, biyolojik çeşitlilik açısından çok ciddi tehditlere yol açtı.

Küresel imparatorluğun kölesi; çiftçiler...
Dünyanın bu noktaya gelişini GDO araştırmacısı ve Yüksek Ziraat Mühendisi Arca Atay şöyle anlatıyor: "Daha az alandan daha çok verim elde etme, çiftçinin gelirinin katlanarak artması, bu sayede ülke ekonomisinin gelişmesi, refah düzeyinin artışı, tarımın endüstrileşmesi gibi hedefler gösterildi önce... Ülke çiftçisi ve onu bilinçlendirecek tarım teşkilatlarına bu yüce hedeflere, bu güzel yarınlara ulaşılması için toprağın sentetik kimyasal gübrelerle beslenmesi, zararlı otların, böceklerin, mikropların ilaçlarla yok edilmesi gerektiği bilinci yerleştirildi. Bu bilinç yerleştirildikten sonra ulusal ve uluslararası gübre fabrikaları, ecza endüstrisi dev büyümeler gösterdi, ilacı daha güzel püskürten, gübreyi daha iyi atan, toprağı daha kuvvetli ve hızlı işleyen makina teknolojileri geliştirildi. Gıda endüstrisi büyümeye başlamıştı, daha fazla ürün elde etmek için, standart çeşitlerin verimleri az bulunup hibrit tohumlar geliştirildi... Artık karşımızda gübreciler, ilaççılar, tohumcular imparatorluğu vardı. İmparatorluk, dünyanın dört bir yanına saldırdı, en bakir topraklara girdi. Toprağın efendisi olan çiftçi daha ne olduğunu anlayamadan küresel imparatorluğun kölesi haline gelmişti. Uluslararası devler, insanlık tarihinin en büyük buluşlarından olan atomu, nasıl insanların aleyhinde kullandılarsa, genetik biliminin keşiflerini de insanlığa hizmet etmek bahanesiyle kâr aracına dönüştürdüler... Ve bomba, bu sefer GDO adıyla, bir kez daha insanlığın tepesinde patladı..."
Haberin Devamı
Türkiye Polis Dergisi Eylül 2006 Sayısında

Her şey vatan için.
Necla ŞENER
Mayıs 07, 2009

Tahıl Krizi Büyüyor
09 Ağustos 2010
Rusya'daki durum beklenenden daha kötü, bu durumun dünyayı nasıl etkileyeceği belirsiz
Rusya Başbakanı Vladimir Putin, daha önce 90 milyon ton olarak açıklanan 2010 yılı tahıl üretiminin 60-65 milyon ton civarında olacağını söyledi.

Putin, bazı bakanlarla yaptığı toplantıda, Tarım Bakanlığı'nın tahminlerine göre tahıl üretiminin bu yıl 60-65 milyon ton civarında olacağını belirterek, ''iyimser senaryolara'' göre 60 milyon ton tahılın tüm iç ihtiyacı karşılayacak miktarda olduğunu söyledi.

Putin, Tarım Müdahale Fonu'nda 9,5 milyon ton ve geçen yıldan da 21 milyon ton tahılın bulduğunu kaydetti.

Yılda yaklaşık 90 milyon ton tahıl üreten Rusya, bunun yaklaşık 20 milyon tonunu ihraç ediyordu. Ancak aşırı sıcak geçen havaların yol açtığı kuraklık yüzünden Rusya 15 Ağustos-31 Aralık tarihleri arasında tahıl ve tahıl ürünleri ihracatını geçici olarak iptal etmişti.

Rusya'nın önde gelen tarım analiz şirketinden yapılan açıklamada, hükümetin tahıl ve tahıl ürünlerine yönelik yasağı uzatabileceği belirtilerek, Rusya'nın gelecek yılki buğday ihracatını 10-11 milyon tondan 3 milyon tona kadar indirebileceği kaydedildi.

Açıklamada, geçen yıl 61,7 milyon ton olan Rus beyaz buğdayı üretiminin bu yıl 43 milyon tona kadar inebileceği ifade edildi.
aktifhaber

MSG NEDİR?
Halim VURAL
Biyolog
Sivas İl Halk Sağlığı laboratuarları
Müdür Yardımcısı
05.11.2010

MSG bir yiyecek katkı maddesidir.

MONO SODYUM GLUTAMAT

Yiyeceklere katıldığında, o yiyeceğin tadının beyin tarafından güzel olarak algılanmasını sağlıyor. Tatlı, tuzlu, acı fark etmiyor. Hangi yiyeceğe katılırsa lezzetliymiş gibi geliyor. O yüzden gıda üreticilerinin bir çoğu MSG' yi karlı olduğu için kullanıyorlar.

Bu MSG denen illeti piyasalarda, daha masum bir ifade tarzı olsun diye ÇİN TUZU adıyla satıyorlar. Piyasada bazı dönerciler de bunu kullanıyorlar. O kadar lezzetli oluyor ki, bir döner yiyeceğine 2-3 döner yiyesin geliyor.

Ayrıca ithal olarak gelen BÜTÜN GIDA MADDELERİNDE BU MSG VAR (Peyniri, eti, konservesi vs vs.

MSG ZARARLI MI?
Buna okuduktan sonra siz karar verin.

Bu madde Nörotoksin. Sinir hücrelerine zarar veriyor.

Merkezi sinir sistemi tahribatı ve buna bağlı olarak;

ALZHEİMER, PARKİNSON, HUNTİNGTON hastalıkları, SARA (Epilepsi) Retinal dejenerasyon (Göz retina tabakası hasarı) Yağ birikimi, Doyma mekanizmasında bozukluk, Obezite. Büyüme hormonu baskılanması. Pankreas hasarı, Ensülin’de artış, ve buna bağlı diyabet, Böbrek ve karaciğerde ciddi hasarlar…

Bu madde hamilelerde plasenta bariyerini geçebiliyor, Anne karnındaki bebek de aynı tahribatlara maruz kalıyor.

Özellikle çocuklarımızın hatta büyüklerin de çok severek yediği Cips’lerde çok kullanılmakta.

Hazır köfte harçları, Et suyu tabletleri, Hazır çorbalar, Dondurmalar, renkli yoğurtlar ve benzeri bir çok üründe var.

Şimdi diyeceksiniz ki, Madem bunca zararı var, neden kullanıyorlar?

Küreselleşen dünyada, ticaret de küreselleşti. Küresel ticaret devleri insaf, merhamet gibi duygularla asla çalışmaz. Onların amacı çok kar etmek, çok daha büyümektir. Bu mamuller, albenisi olan renklerde ve janjanlı ambalajlarda sunulur.

Televizyon, gazete ve duvar reklamlarında onlara sıkça rastlarsınız. Sadece maddesel tadıyla değil, görsel yollar ile de beyinlerimize kazınır adeta.

Basit bir hesap yaparsak, ucuz zannedilen bu ürünleri çok pahalıya tükettiğimizi görürüz. Mesela Cips. Semt pazarlarında 3 kg patatesi 1 TL ye alabilirsiniz. Oysaki 50 gram CİPS 1 liradır. Yani 1 kg. Cipsi, 20 TL den tükettiğimizin farkında bile değiliz.

Olumsuz etkileri de cabası. Bu mamulleri üretenler, kendi ürettiklerini asla yemezler, içmezler.

Onların gıdaları organik ve doğaldır.

Gelelim genel sağlık boyutuna;

Son 25 yıla dikkatle göz atacak olursak, çocuk yaşta diyaliz cihazına bağlı yaşamaya mahkum edilenler, çok küçük yaşta şeker hastalığı ile tanışan çocuklar, obez çocuklar, asabi çocuklar, 9-10 yaşında buluğ çağına girenler, çeşitli nedenlerle engelli doğanlar ve bu sayının ülke nüfusunun % 12'sine çıkması ve benzerleri.

Ve sizlerinde aklınıza gelebilen yeni hastalıklar. Hastalıkları üretenler, ilaçlarını da ihmal etmediler. Bu da madalyonun diğer karlı yüzüdür.

Karbondioksitli meşrubatlardan, sakıncalı hazır gıdalara varana kadar bir çok yerde çeşitli uyarılar yazıldı, çizildi. Durumun ciddiyetini anlayabilenimiz var mı?

Bu sorunun cevabı, tüketim miktarıdır. Şimdiki eğitim sistemimiz endüstri, tarım, genel kültür alanında yetersiz kaldığından, yeni nesiller tehlikenin farkında değildirler. Emperyalist devletler, egemen olmak istedikleri toplumun eğitimli olmasını istemezler.

Onlar için önemli olan kendi halkları ve elde edeceği yeni sömürü kaynaklarıdır.

Her yıl eskiyen, yaşam kaynakları azalan, küresel ısınma ile kuraklık tehlikesi yaklaşan bir dünyada, Küresel güç olan emperyalist devletlerin acımasızlığının arttığı bir dünyada, Dengelerin ve haritaların değiştirilmek istendiği bir dünyada yaşadığımızı asla unutmamalıyız.

Dünyanın en güzel coğrafyasında yaşadığımızı da asla unutmamalıyız.

Gelin bu güzelim yurdumuza hep beraber sahip çıkalım.

Gündem Mersin

Etiketler : MSG, Mono Sodyum Glutamat, Batı, Sömürü, ABD, Çin Tuzu, Gıda, Hastalık, Zehir, Tadlandırıcı

GDO'lu ürünlere üç boyutlu fotoğraflı protesto

09 Aralık 2010 Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) yetiştirilmesinin yasaklanmasını isteyenler, Belçika'nın başşehri Brüksel'de 3 boyutlu fotoğrafla taleplerini dile getirdi. 1 milyon kişinin imzasını Avrupa Komisyonunun Sağlık ve Tüketiciden Sorumlu Üyesi John Dalli'ye sunan GDO karşıtları, 3 boyutlu fotoğraf ustası Kurt Wenner'den yardım istedi. Kurt da, ekolojik tarımı simgelediği üç boyutlu bir fotoğraf yaparak, etrafına 1 milyon kişinin ismini yazdı. Hazırlanan fotoğraf daha sonra 11 GB'lık bir dosya haline getirildi ve baskıya gönderildi. 380 metrekarelik üç boyutlu fotoğraf, Brüksel'deki Avrupa Komisyonu binasının önünde sergilenmeye başlandı. netgazete

GDO'lu Ürünler Nerede?
Ali Ekber Yıldırım
Tarım Dünyası
13.12.2010

Biyogüvenlik Yasası ve GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) Yönetmeliği 26 Eylül 2010’da yürürlüğe girdi.

Yasa ve yönetmeliğe göre, içeriğinde binde 9’un üzerinde GDO içeren gıda ürünlerinin etiketinde “genetik yapısı değiştirilmiştir” veya “genetik yapısı değiştirilmiş üründen üretilmiştir” ibaresinin yazılması gerekiyor.

Türkiye’ye 32 çeşit GDO’lu ürünün girişine izin verildi. Bugüne kadar gıda üreticilerinden hiç biri GDO ibaresini etiketine yazmadı.

Yem amaçlı ithalatına izin verilen soyadan yem üreten bir iki firma, ürettikleri yemin ambalajına “soya küspesi genetik olarak değiştirilmiş soyadan üretilmiştir” ibaresini yazıyor.

İthalatına izin verilen GDO’lu ürünler arasında soya, mısır, kanola, şekerpancarı, patates, maya gibi gıda sektöründe yaygın kullanılan ürünler var.

Bu ürünleri kimler hangi ürünlerde kullanıldı bilinmiyor. Tüketiciler farkında olmadan ithal edilen GDO’ lu ürünleri afiyetle tüketiyor.

Daha önce hem bu sütunda hem de haber olarak DÜNYA Gazetesi’nde GDO’lu ürünlerin neden etiketlenmediğini sorduk. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’ndan hiçbir ses seda çıkmadı.

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker ve bakanlığın tüm yetkilileri her fırsatta tarım konusunda yıllarca çıkarılmayan yasaları çıkarmakla övünür.

Doğrudur. Bu dönemde pek çok yasa çıktı.

Fakat, yasa çıkarmak kadar, uygulamak ta çok önemli. Uygulanmayan yasayı çıkarsanız ne olur?

Bakanlık, 26 Eylül itibariyle yürürlüğe giren Biyogüvenlik Yasası ve ilgili yönetmeliğin uygulanmasını neden takip etmiyor?

İthalatına izin verilen GDO’lu ürünlerin nerelerde kullanıldığı biliniyor mu?

Bakanlık, GDO’lu ürünlerle ilgili herhangi bir denetim yapıyor mu? Yapılıyorsa sonuçları açıklanabilir mi?

Söz konusu yönetmelik ile ürünlerinde GDO kullanmayan imalatçılara GDO kullanmadığını etiketine yazma hakkı tanınıyor. Bu konuda da bir çekingenlik, ürkeklik var. Ürünlerinde GDO kullanmayan firmalar da bunu etiketine yazmıyor.

GDO’lu ürünleri imalatta kullananlar tüketiciyi aldatarak bunu etiketlerine yazmıyor. GDO’lu ürünleri kullanmayan firmalarda bunu
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Eyl 27, 2016 12:12 am    Mesaj konusu: EMPERYALİZM, TARIM, REAYA VE KITLIK ÜZERİNE Alıntıyla Cevap Gönder

Şemsi Bayraktar: " tarım arazilerini yapılaşmaya açarsak, gelecek nesilleri bu topraklar besleyemez"
08 Aralık 2014



Her yıl 5 Aralık’ta kutlanan ‘Dünya Toprak Günü’ dolayısıyla bir açıklama yapan Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, başta toprak olmak üzere doğal kaynakların bilinçsizce kullanımı sonucunda ortaya çıkan kayıpların ürkütücü boyutlara ulaştığına dikkati çekti.

Sınırlı ve sonlu olan toprak kaynaklarındaki kayıplara karşı zamanında önlem alınmamasının Türkiye’ye pahalıya mal olacağının altını çizen Bayraktar, “verimli tarım arazilerini yapılaşmaya açarsak, gelecek nesilleri bu topraklar besleyemez hale gelir” dedi.

‘TOPRAKLAR YAPILAŞMAYA AÇILIRSA GELECEK NESİLLERİ BESLEYEMEZ’

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, 5 Aralık Dünya Toprak Günü dolayısıyla yaptığı basın açıklamasında, toprağın canlıların yaşamsal ihtiyaçları için gerekli besin maddelerini temin ettikleri barındıkları ortam olduğunu belirtti. İnsanların yiyecek, giyecek, yakacak ve barınma gereksinimlerini karşılamak için doğrudan ya da dolaylı olarak toprağa bağımlı olduklarını vurgulayan Bayraktar, “Atalarımızın bize bıraktığı mirası iyi kullanamadık. Onlar, yerleşim yerlerini verimsiz yamaçlara kurmuşlar. Verimli arazileri de tarım için kullanmışlar. Bizden daha bilinçli ve akıllı hareket eden atalarımızdan kalan güzel mirası, hor kullanarak heba ettik. Verimli tarım arazilerini yapılaşmaya açarsak, gelecek nesilleri bu topraklar besleyemez hale gelir” dedi.

‘ATALARIMIZ BİZDEN DAHA BİLİNÇLİ VE AKILLI HAREKET ETTİ’

Dünya nüfusunun artması, sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte toprak ve su kaynaklarının kullanımın olağanüstü arttığına dikkati çeken Bayraktar, başta toprak olmak üzere doğal kaynakların bilinçsizce kullanımı ve bunun sonucunda meydana gelen kayıpların ürkütücü boyutlara ulaştığının altını çizdiği açıklamasında, “Bu olumsuzluklardan soyutlanamayan ülkemizde de toprak-su varlığındaki kullanma durumu ve buna bağlı olarak çıkan olumsuzluklar, yıllar itibariyle artma trendine girmiştir. Sınırlı ve sonlu olan toprak kaynaklarındaki kayıplar ve bu kayıplara karşı zamanında önlem alınmaması ülkemize pahalıya mal olacaktır. Bizden daha bilinçli ve akıllı hareket eden atalarımızdan kalan güzel mirası hor kullanarak heba ettik. Geçmişte orman ve mera arazilerin tarıma açılması, meraları daraltmış, aşırı otlatmaya yol açmış, ot verimi ve kalitesini düşürmüştür” diye konuştu.

‘KARAYOLLARI TARIM TOPRAKLARINI HAKSIZ İŞGAL EDİYOR’

Ülkemiz topraklarının en önemli sorunlarının, tarımsal arazilerimizin amaç dışı ve yanlış arazi kullanımından kaynaklanan erozyon, tuzluluk ve çoraklaşma olduğunu vurgulayan Bayraktar, açıklamasında şunları dile getirdi: “Uzun yıllar boyunca milyonlarca dekar birinci ve ikinci sınıf tarım arazisi, konut, sanayi ve turizm yapılaşmaları yüzünden elden çıkmakta ve araziler kabiliyetlerine uygun kullanılmamaktadır. Tarım topraklarının haksız işgalinde karayolları, hem bizzat kapladığı geniş alanlar hem de çevresinde geliştirdiği endüstriyel ve kentsel yerleşim nedeniyle çok olumsuz etkide bulunabilmektedir. Karayolu bunun yanı sıra enerji ve iletişim ağlarını yakınında toplayarak bu olumsuz etkiyi hızlandırmaktadır."

‘TARIM ARAZİLERİNİ AMAÇ DIŞI KULLANMAK İSRAF’

"Alternatif olarak kullanılabilecek geniş verimsiz alanlar varken, verimli, hatta yatırım yapılarak sulamaya açılmış tarım arazilerinin tarım dışı amaçla kullanımı israftan başka bir şey değildir. Alınan tüm yasal önlemlere rağmen bu durum engellenememiştir. Tarım arazilerimiz azalmaktadır. Amaç dışı arazi kullanımları özellikle Trakya, Bursa, Kocaeli, Adapazarı, Gediz, Menemen, Salihli, Kemalpaşa, Büyük Menderes, Küçük Menderes, Antalya, Tarsus, Çukurova ve Düzce gibi verimli tarım alanlarının bulunduğu bölgelerde yoğunlaşıyor. Bu da konunun önemini daha artırıyor. Böylece hem verimli tarım alanlarının kaybı söz konusu olmakta, hem de bu alanlarda daha önce büyük masraflarla yapılmış sulama ve tarımsal altyapı yatırımları heba olmaktadır.”

‘TÜRKİYE’DE AFRİKA’NIN 22 KATI TOPRAK KAYBI YAŞANIYOR’

Her yıl 1,4 milyar ton toprağın kaybolup gitmesine neden olan erozyonun ülke topraklarının en önemli sorunu olduğunu belirten Bayraktar, “Türkiye topraklarının yüzde 90’ı erozyon tehdidi altındadır. Akarsuları, birim metreküpte, ABD’den 6, Avrupa’dan 17, Afrika’dan 22 kat daha fazla toprak taşımaktadır. Bu bile tehlikenin boyutlarını ortaya sermeye yeter de artar bile. Binlerce yılda oluşan toprak bir çırpıda kaybedilmektedir” dedi.

‘1,5 MİLYON HEKTAR ARAZİDE ÇORAKLAŞMA VAR’

Öte yandan Türkiye genelinde 2,78 milyon hektar arazide tuzluluk ve drenaj, 1,5 milyon hektar arazide ise çoraklaşma problemi olduğunu bildiren Bayraktar, sadece GAP’ta sulamaya açılan sahalarda yanlış sulama, toprak ve bitki yönetiminden dolayı 15 bin hektar alanın tuzlulaştığına dikkati çekti. Toprak ve su kaynaklarının korunmasının insanlığın ve yaşamın sağlıklı devamlılığı için elzem olduğunu belirten Bayraktar, yapılması gerekenleri şöyle sıraladı:

‘TOPRAK VE SU TEŞKİLATLARI OLUŞTURULMALI’

“Öncelikle ayrıntılı toprak etütleri tamamlanmalı, ülkesel arazi kullanım planı yapılmalıdır. Bu kapsamda tarım, turizm, sanayi ve yerleşim alanları belirlenmelidir. Toprak ve su gibi dökümünün çıkarılmasında önümüzdeki dönemlerde çok önemli konuma gelecek kaynakların devlet eliyle somut olarak bilinmesi, korunması ve geliştirmesi için yeniden Toprak-Su teşkilatları oluşturulmalıdır. Toprak Kanunu, tavizsiz ve kararlı biçimde uygulanmalı ve tüzük uygulanır hale getirilmelidir. Kanunun etkin bir biçimde uygulanabilmesi için, Toprak Koruma Kurullarında üye sayılarının tekrar düzenlenerek, çiftçi kuruluşlarının ve diğer sivil toplum örgütlerinin ağırlığı artırılmalıdır."

‘TARIM ARAZİLERİNDE KAÇAK YAPILAŞMA ÖNLENMELİ’

"Toprağın korunması, geliştirilmesi, tarım arazilerinin sınıflandırılması, asgari tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi ve bölünmelerinin önlenmesi, tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazilerin çevre öncelikli sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak planlı kullanımını sağlayacak olan 6537 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanununda değişiklik yapan kanunun yönetmeliği bir an evvel çıkarılmalıdır. Sıkı kontrol ve denetimle tarım arazileri üzerinde kaçak yapılaşma önlenmelidir. Özellikle çölleşme tehlikesi ile karşı karşıya olan Konya ovasını sulayacak olan KOP ile GAP, DAP gibi bölgesel projeler bir an önce tamamlanmalıdır. Tuzluluk ve çoraklaşmaya neden olan bilinçsiz sulamanın önlenmesi için yöre üreticisi eğitilmelidir.”
Yusuf Yavuz
Kaynak: Sol

Transgenik tarımın bir 'yan etkisi
26 Kasım 2009
Ana Haber

ABD'de yapılan bir araştırma, tarımda kullanılan ilaç miktarının transgenik tarım nedeniyle önemli ölçüde arttığını ortaya koydu.

The Organic Center tarafından yapılan araştırmaya göre 1996 ile 2008 arasında transgenik tarımda 143 milyon kg ek tarım ilacı kullanıldı.

Transgenik tarımın ilk 13 yılında tarım zararlısı böceklere dirençli tohumlar sayesinde insektisit (böceklere karşı kullanılan tarım ilaçları) kullanımının bir miktar azaldığı, ama herbisit (yabani otlara karşı kullanılan tarım ilaçları) miktarındaki büyük artışın yanında bunun gölgede kaldığı görülüyor.

Genetik olarak değiştirilmiş (GD) tohumların böceklere dirençli olmasını sağlayan şey, doğal bir bakteri tarafından üretilen zehirli maddenin bu tohumların hücrelerinde bulunması. Bacillus thuringiensis (Bt) türü bakterinin zehri sayesinde tohumlar kendilerini zararlı böceklere karşı savunabiliyor ve böylece insektisit kullanımı azaltılabiliyor. 13 yılda GD pamuk ve mısırda insektisit kullanımı 29 milyon kg azalmış durumda.

Herbisitte ise durum farklı. Başta glifosat olmak üzere herbisitlerden olumsuz etkilenmeyen GD tohumların üretilmesi, zararlı otlara karşı daha fazla ilaç kullanılmasına olanak tanıyor. Örneğin, büyük GD tohum şirketlerinden Monsanto'nun "Roundup Ready" tohumları, zararlı otları öldüren glifosat tarım ilacı "Roundup"a dirençli.

Üstelik herbisitlere dirençli "süper" yabani otların ortaya çıkmasıyla bir kısır döngüye girilmiş durumda.

Şu anda ABD'de tarım arazilerinde en az dokuz "süper ot" türü görülüyor. Bazı arazilerde iki ya da daha fazla tür bir arada bulunuyor. 2000 yılında Delaware'de ortaya çıkan ve en yaygın herbisit dirençli ot olan At Kuyruğu (Hippuris vulgaris), dev ragweed (Ambrosia trifida), Horoz İbiği (Amaranthus rudis) başta olmak üzere bu türlerle mücadelede şu yöntemlere başvuruluyor:

- Ek ilaç etkin maddesi kullanımı
- Kullanılan ilaç oranlarını artırma
- Daha önce bir kez yapılan ilaçlamaları sıklaştırma
- Toprağı sürme
- Elle yolma

Giderek daha fazla ilaç kullanımına neden olan bu kısır döngüden çıkılamaması sonucu 13 yılda transgenik tarımdan kaynaklanan ek herbisit kullanımı 174 milyon kg. Herbisit kullanımının giderek arttığı da görülüyor. Sadece son iki yıllık kullanım, 13 yıllık toplam ek kullanımın yüzde 46'sını oluşturuyor.

Öte yandan "süper otlar"la mücadele, sadece daha fazla glifosat kullanımına değil, Portakal Gazı bileşenlerinden biri olan 2,4-D ve parakat gibi maddelerin kullanımına da neden oluyor.

ABD Tarım Bakanlığı'na bağlı Ulusal Tarım İstatistikleri Servisi'nin (NASS) verilerini temel alan araştırmada, glifosat kullanımımdaki artışla ilgili NASS verilerine yer veriliyor. Buna göre 1996'dan beri glifosat kullanımı pamukta üç katına, soya fasulyesinde iki katına çıkarken, mısırda yüzde 39 artmış durumda.

Halen 941 milyon dönüm arazide transgenik soya, mısır ve pamuk ekimi yapılan ABD'de 2010'da bu üç üründe çok büyük oranda genetik olarak değiştirilmiş tohum kullanılacağı tahmin ediliyor. Genetik olarak değiştirilmemiş tohum stokundaki azalma nedeniyle çiftçilerin isteseler de istemeseler de genetik olarak değiştirilmiş tohum kullanacağı belirtiliyor.

Öte yandan geleneksel tohuma talebin de arttığı görülüyor. Üniversiteler ve yerel tohum şirketleri, bu talep artışıyla yetersiz arz arasındaki farkı kapatmak için birlikte çalışıyor. 2009'da herbisit dirençli GD soya fasulyesi ekimin yapıldığı araziler yüzde 1 azalmış durumda. 2010'da bunun birkaç puan daha artması öngörülüyor. Çiftçilerin soyada geleneksek tohuma dönme isteğinin arkasında şu etkenler bulunuyor:

- Herbisit dirençli yabani otlarla mücadelenin maliyeti ve zorlukları
- GD tohum fiyatlarındaki artış
- Geleneksel soya fasulyesi satış fiyatlarındaki artış
- GD soyadan beklenen verimin alınamamış olması
- Geleneksel soyada hasattan arta kalan tohumun çiftçi tarafından tekrar ekilebilmesi

Üniversitelerden uzmanlar, 2010'da herbisit dirençli otlarla mücadelenin yoğun olduğu bölgelerde bu işlemlerle ilgili maliyetin dönüm başına 80 dolara kadar çıkabileceğini belirtiyorlar. Bu da, çiftçinin kar edememesi anlamına geliyor.
Newsweek

ABD'li Prof. Dr. John Fagan, GDO'nun sebep olduğu hastalıkları açıkladı!
02 Ocak 2010
Ana Haber

Amerikalı Prof. Dr. John Fagan, GDO'lu ürünlerin solunum bozukluğu, ciltte kızarıklıklar, nezle, göz neslesi, baş ağrısı, hatta şok etkisine yol açarak ölüme bile neden olduğunu söyledi.

GDO konusunda yayınlanan birçok araştırması olan mikrobiyolog ve Amerika'daki Maharishi Yönetim Universitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. John Fagan, Ancak çok uluslu şirketlerin GDO'yu yaygınlaştırmak istediğini vurgulayarak "Tarım ilaçlarını pazarlamak için sıkıştırdıkları gibi GDO'lu tohum satmak için de Türkiye, Afrika ve Asya'da bunu yaygınlaştırmak için çaba harcıyorlar. Hindistan'da patlıcana da dahil etmek isteniyor. Türkiye'de, önce soya ve mısır, sonra hepsine dahil etmek isteyeceklerdir" dedi.

GDO konusunda yayınlanmış birçok araştırması olan mikrobiyolog ve Amerika'daki Maharishi Yönetim Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. John Fagan, GDO'lu ürünlerle ilgili ANKA'nın sorularını yanıtladı.

-NOBEL ÖDLLÜ DE OLSA TÜM SONUÇLARI TAHMİN EDİLEMİYOR-

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), genetik mühendisliği müdahale yöntemiyle, bitkiler, bakteriler, virüsler ve hayvanlardan alınan genin birleştirilmesi sonucunda, yeni bir gen ortaya çıkartılması olduğunu hatırlattı. Bu birleşik genin kontrol dışı olduğunu, ne gibi sonuç yaratacağının hiç bilinmediğini vurgulayan Fragan, "Bir tek gen dahil etmenin bütün bitki üzerindeki tüm sonuçlarını, doktorası da olsa, profesör de olsa, Nobe Ödüllü de olsa kimse tahmin edemiyor. Dışarıdan hücreye eklenen genin, DNA'nın neresine nasıl yapışacak o bilinmiyor ve kontrol altına alınamıyor" dedi.

-ABD'DE 37 KİŞİ ÖLDÜ, 5 BİN KİŞİ HASTA-

Hücresine yapay gen eklenen bir bitkinin, metabolik düzeyde etkilendiğini, bu durumun doku ve organizmalarda değişikliğe neden olduğunu söyleyen Fragan, "Bu bitkinin besin değerini düşürüyor" dedi. Bu bitkileri yediği taktirde insan sağlığına da zarar verdiğinin altını çizen Fragan, "Bir besin, genetiği değiştirildiği zaman yeni bir protein yaratıyor. Bu yeni proteinler alerji yaratabiliyor. Mesela GDO'lu patates yiyorsunuz, yeni bir protein var ve alerjik tepkiler yaratacak vücutta. Solum bozuklukları, cilt bozuklukları, kızarıklıklar, nezle, göz nezlesi, sindirim sisteminin bozulması, dokuların sağlıksızlaşması, tipik tepkilerden bazıları. Başınız ağrıdı mesela, yediğin mısırdan mı, başka birşeyden mi bilemiyorsun? Çünkü ne yediğin beli değil" dedi. Genetiği değiştirilmiş bakterilerin, zehirli bir bileşik de oluşturarak daha kuvvetli alerjik tepkilere neden olabildiğini, ani şok yaratarak ölüme bile yol açabildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Fragan, bu zehirli etki ile ABD'de 37 kişinin öldüğünü, 5 bin kişinin de hastalandığı bilgisini verdi.

-HİNDİSTAN'DA PATLICANA, TÜRKİYE'DE HERŞEY İÇİN SIKIŞTIRILIYOR-

GDO ile dünyada Amerikalı, İsviçreli, Alman asıllı dev şirketlerin ilgilendiğini, dünyadaki GDO'ların yüzde 96'sının 5 ülkede imal edildiğini, bu ülkelerin ABD, Kanada, Avustralya, Brezilya ve Arjantin olduğunu, pamuk eklendiğinde Çin ve Hindistan'ın da bu ülkelere dahil edildiğini söyleyen Fragan, "Bu şekilde bakıldığında sadece 7 ülkede imal ediliyor" dedi. GDO'lu ürünlere dünyada en çok soya fasulyesi, mısır, kanola ve pamuk da rastlandığını, Amerika'da kabak ve domates de olduğunu, Havai'de Papaya bitkisinde bulunduğunu, Hindistan'da patlıcana da dahil etmek istendiğini açıkladı. GDO taraftarlarının, "Türkiye bunu kabul etmezse, dünyanın gerisinde kalır" sözünün gerçeği yansıtmadığını, GDO'yu sadece 7 ülkenin kabul ettiğinin altını çizen Fragan, şunları söyledi:

"Gerçek bu değil. Bu ticari amaçla yapılan, etkili olmayan, hatta bu çağda yapılmaması gereken bir teknoloji. Batı'da genel olarak kabul edilmeyen bir teknoloji. Tarım ilaçlarını pazarlamak için nasıl sıkıştırıyorlarsa, bunun için de Türkiye, Afrika, Asya'da bunu yaygınlaştırmak için çaba harcıyorlar. Türkiye'de hepsine dahil etmeyi isteyeceklerdir. Önce soya ve mısır, sonra hepsine."

-GDO'YA ULUSAL GÜVENLİK İÇİN DE DİKKAT-

GDO'lu tohum verildiğinde çiftçilerin, geleneksel tohumları bir kenara bıraktığını, bu tohumların 1 yıl beklediği zaman öldüğünü ve kullanılamaz hale geldiğini vurgulayan Fragan, "Tarım için kullanılan tohumları Türk çitfçileri kontrol edemezse, besin üzerindeki kontrol elden kaçar. Gıda güvenliği kalmaz. Bu sadece gıda güvenliği değil, uluslal güvenlik meselesidir ve çok ciddi bir sorundur" uyarısında bulundu. Türkiye'de GDO'lu ürünlere izin vermeye eğilimli, zayıf bir yasa çıkartıldığını, ancak insanların buna kvvetli bir tepki gösterdiğini ve bunun üzerine hükümetin tekrar gözden geçirdiğini hatırlatan Fragan, "Umut ediyorum ki Türk halkını bunlardan koruyacak daha kuvvetli bir yasa çıkacaktır" dedi. Avrupa'da yasa gereği, GDO'lu ürünlerin üzerine etiket konmak zorunda olduğunun altını çizen Fragan, "Türkiye'de çıkartılacak yeni ya da bu şartı koşmak zorunda ki ona göre insanlar alsın, ya da almasın" dedi.

-GDO'DAN KAÇINMAK İÇİN GIDALARIN ETİKETİNİ OKUYUN-

GDO'lu ürünlerin bakarak anlaşılacak bir durum olmadığını, ancak soya ve mısır katkı maddesi olarak, keklere, bisküvilere, şekerlere ve birçok gıda maddesine sıçradığını söyleyen Fragan, tüketicilere, "Yediğiniz şeylerin etiketini okuyun. Mısır, soya varsa, pamuk yağı varsa veya kanola varsa o zaman risk var demektir. En güvenlisi organik yiyin. Güvendiğiniz yerlerden gıdayı alın. Mümkünse güvendiğiniz tarlalardan, çiftçilerden alışveriş yapın" tavsiyesinde bulundu.
Timeturk

TÜRKİYE’Yİ BÖYLE TESLİM ALACAKLAR
İsmail Tokalak
13.07.2010

“Uluslararası Tahkim” , Fikri Mülkiyet Hakları, patent hakları gibi bir sürü koruma altında kolayca dokunulmazlık zırhına bürünmüş küresel güçler silahları ve orduları devreye sokmadan patentli hibrit tohumların tekelini eline geçirerek, küresel sermaye ortaklıkları kurarak gıda zinciri tekellerini global alanda ellerine geçirerek ülkelerin bağımsızlığını ellerinden alarak yeni ve çok kolay bir emperyalist sömürü düzeni yaratmaktadırlar ki buna biyoemperyalizm diyoruz.

Biyoemperyalizm ve biyokolonizm 20. yüzyılın sonlarına doğru biyoteknolojinin dolayısıyla gen teknolojisinin de gelişmesine paralel olarak şekil değiştirmiş bu teknolojiyi ellerinde tutanları insanlığı topsuz tüfeksiz gıda yoluyla kontrol edebilecek bir duruma getirmiştir.

Doğanın modern tarımsal üretim şekliyle hızlandırılan tahribi bütün dünyaya yeşil devrim olarak sunuldu. Bu yeşil devrim değil, insanlık için yeşil trajedisi idi. Toprak ve doğayı bizle bütünleşen bir canlı olarak değil bir fabrikanın üretim bandı gibi görüldü. Toprağın üstü ve altı çevresiyle beraber insan merkezli olmayan, çevreyi, eko sistemi korumayan tamamen kar yapmaya yönelik bir yöntemle sömürgeci bir yaklaşımla kullanıldı. Bu sömürgeci anlayış, küreselleşme, globalleşme ile global bir biyoemperyalist sömürüye dönüştü. Bu sistem içinde tabiatın doğal dengeleri olumsuz olarak değişti. İnsan kendine hayat veren doğaya yabancılaştı. Böylece bireylerin ve toplumların da dengeleri de hızla onarılmaz şekilde bozulmaya başlandı.(1)

Öbür yandan da küresel şirketler tekellerine aldıkları patentli, hibrit ve Genleri Değiştirilmiş Tohumlar/Organizmalar yoluyla dünyadaki biyo çeşitliliği tek tip hale getirmeye çalışmaktadırlar. Dünyanın biyo çeşitliliği hızla azalması demek dünyanın gıda güvenliği bakımından çok büyük bir riske girmesi demektir. İnsanlığı bekleyen ve sinsi ve sessiz şekilde ilerleyen en büyük tehlike budur.

Biyoemperyalizm 21. yüzyılda ağırlığını daha da hisssettiren görünür bir düşmanın ve konvansiyel silahların olmadığı global bir savaştır. Bu biyoterrörün başından yarı kısır, hibrit ve GDO’lu tohumların neredeyse tekelini elinde tutan dünyanın en büyük en tehlikeli biyoteknoloji firmalarından olan şeytan şirket diye de bilinen Monsanto vardır.(2) İşin gülünç tarafı bu çevre ve insanlık için çok tehlikeli şirketi yine Amerikan Forbes dergisi tarafından 2009 yılı için yılın şirketi seçmiştir.(3)

Dünyada açlık sorunu yeşil devrim olarak adlandırılan, kimyasal gübre ve ilaçlarla ve Genleri değiştirilmiş organizmalarla kısaca GDO’lu ürünlerle yapılan sözde modern denen tarım yoluyla çözüleceği iddiası 21. yy en büyük yalanıdır.(4) Avrupa Çevre Komiseri Margot Wallström bu konuda şöyle der: “İnsanlara yalan söylemeye ve bunu insanlara dayatmaya çalıştılar. Özellikle bunun (GDO’lu ürünlerin) dünyadaki açlık sorununu çözeceğini iddia etmeye çalışırken eğri oturup doğru konuşalım, bu dünyanın kalkınması (açların doyurulması) için değil şirketlerin hissedarlarının açlığını doyurmak içindir.”(5)

TÜRKİYE BİYOEMPERYALİST KISKAÇ İÇİNDE KUŞATILMIŞ DURUMDA

5 Temmuz 2001 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Uluslararası Tahkim Yasası bu ülkenin bir nevi bağımsızlığını elinden alan yasa olmuştur. Bu yasa ileride Türkiye’nin başına ne belalar açacağı hesaplanmadan ülkemizde yabancı sermaye yatırımlarını arttıracağı düşüncesiyle kabul edildi. Bu kuruluşun merkezi Washington’da olup ABD’nin kontrolü ve Batılı şirketlerin çıkarları doğrultusunda çalışmaktadır. Anayasanın 90. Maddesi ise ülkemizi bağlayıcı ikili uluslararası anlaşmaların TBMM onayından geçmeden kamuoyunun bir bilgisi olmadan yürürlüğe girme imkanı doğurmuştur.

Tarihi gelişmeleri ve bugün ortaya konulan global oyunları iyi gözlemleyemedikleri için gıdanın, su kaynaklarının ve ekilebilir toprakların doğal tohumların hayati önemi hala gelişmekte olan devletler ve halkı tarafından tam olarak kavranamamıştır. 1957 yılında da, ABD Başkan Yardımcısı Hubert Humphrey Amerikan halkına “insanların size güvenip inanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek bana kalırsa mükemmel bir yöntem,” demişti.(6) Biz bu gerçekleri biyoemperyalizm yararına işleyen bağlayıcı anlaşmalar ve kanunlar tarafından kuşatıldıktan sonra oldukça geç anlamaya başladık.

Türkiye özellikle 2000’li yıllardan itibaren tarımı ve çiftçisi gittikçe zayıflatılarak gıda güvenliğinde, zirai ilaçlarda, kimyasal gübrede ve bunların girdilerinde özellikle hibrit tohumlarda gittikçe dışarı bağımlı kılınarak, doğal tohumları piyasadan kaybettirilerek, çeşitli kanunlar çıkartılarak biyoemperyalist kıskacına sokuldu.

Türkiye'nin tohumculukta adeta teslim alınmasını amaçlayan süreç 8.1.2004 tarihinde yasalaşan 5042 sayılı Islahçı Haklarının Korunması Kanunu ile başladı. Türkiye’yi tamamen yabancı tohum şirketlerinin eline düşürecek ikinci kan un da 31.10.2006 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan 5553 sayılı 'Tohumculuk Kanunu’ ile atıldı bu kanun tohum ıslahı kisvesi altında binlerce yıldır kullandığımız kendi kendine üreyen doğal tohumlarımızın ticaretini yasakladı. Birbirini tamamlayan bu iki kanun, önce tohum ıslahı yapan şirketlerin haklarını düzenledi, daha sonra devlet eliyle ıslahçı şirketlere pazar yaratılmasının güvencesini sağladı.

Mart, 2010’da kabul edilen (5977 sayılı) Biyogüvenlik yasası ise kontrolü bir şekilde ülkeye GDO’lu ürünlerin girmesinin kapısını açtı. Dokuz senede çıkan bu yasa Monsanto gibi biyoteknoloji devlerinin büyük bir başarısıydı ve bu şirketlerin çıkarları için işlev görecekti..

2009 yılına gelindiğinde tarımının toprakla birlikte en temel belirleyici öğesi tohumculuğun %90’dan fazlası yabancı firmaların eline geçerken gıdanın üreticiye ulaşan en gelişmiş ve organize işletmeleri olan süpermarketlerin %60 yabancı süpermarket zincirlerinin eline geçti. Şok, Tansaş, Macro ile beraber Migros{İngiliz}, CarrefourSA{çoğunluk Fransız}, Metro Grup{Alman}, Tesco-Kipa{Çoğunluk İngiliz}, BİM marketlerin %50’si halka açıktır bu hisselerin çoğunluğuda yabancıların elindedir.

Kaynak sularımızı da kaybetmek üzeriyiz. Hali hazırda Nestle ve Coca Cola Türkiye’deki şişelenmiş su pazarında lider olup Türkiye’de şişelenmiş su pazarın %70’i yabancıların eline geçmiştir.{pazar payı Nestle’nin %29 Coca Cola’nın % 18.4 Danone % 10.5 Yaşar Holding %13.7 Aytaç % 14.3}

Sıra ekilebilir topraklarımın yabancılar tarafından madencilik, Turizm kanunları, kiralama, özelleştirme adı altında gasp edilmesine geldi. Bu da dolaylı yoldan kimsenin haberi olmadan gerçekleşiyor. (Bu konulara sonradan döneceğiz)

Bu kadar önemli ve stratejik bir gıda kaynaklarının ve gıda zincirlerinin yabancı sermayenin eline geçmesi, ıslah adı altında küresel sermayenin ekmeğine yağ süren kanunlar çıkartılması korkunç bir aymazlık ve biyoemperyalizme kayıtsız şartsız teslim olmaktır.

(1)Sen ki topraksın seni sevmeyi bilmeli

Sendedir ekinimizin tohumu ve yapılarımızın temeli...

Sen ki topraksın durup dinlenmeden değişirsin.

Sen su damlalarında yarattın (halkeyledin) bizi.

Biz seni değiştirip, değiştirmekteyiz kendi kendimizi

Nazım Hikmet,(1901-1963) “Şaban Oğlu Selim ile Kitabından VI. Bölüm 21. Yaprak

(2)Bu aktörlerin başında Monsanto{ABD}, Amgen{ABD}, Cargill {ABD}, Archer Daniels Midland{ABD} İsviçre } Syngenta {İngiliz/İsviçre }Groupe Limagrain ( Fransa), BASF(Almanya), Dupont {ABD} Bayer {Alman} Novartis[1] Pfizer {ABD} GloaxoSmithKline {İngiliz} Sanof- Aventis{Fransa} Nestle {İsviçre} Kraft {ABD}….. gibi tohum, biyoteknoloji, kimya ve ilaç vardır.

(3)Brett Blume, Monsanto named ‘Company of the Year’ by Forbes Magazine, 31.12.2009

(4)Emma Hockridge{ policy department at the Soil Assocation, England}, GM crops are not the answer to world hunger, Chinadialogue, 21.05.2008, www.chinadialogue.net

Jorge Fernandez-Cornejo, William D. McBride, Adoption of Bioengineered Crops, USDA, Agricultural Economic Report No. 810, Washington, DC, Mayıs 2002, http://www.ers.usda.gov/publications/aer810/aer810.pdf

(5)Vandana Shiva , Yeryüzü Demokrasisi, (İstanbul: BGST Yay.2009) s.59 Vandana Shiva, Earth Democracy: Justice Sustainability and Peace (Cambridge: South End Press, 2005)

(6)Trait Sanctions? Seedless in Seattle - Terminator Tech Trumps trade Talks” RAFI News Release, 26 Kasım 1999
Odatv.com

Yakında Fırat ve Dicle havzası AB ile ortak yönetilecek. Türkiye ayrıca İsrail'le de işbirliği yapacak
01 Aralık 2009
Türkiye 10-11 Aralık'ta gerçekleştirilecek AB Zirvesi'nde 'Çevre' faslında müzakerelere başlama konusunda Birlik ile uzlaşırken, önemli sonuçlar doğuracak bir kapanış kriterini de kabul etti. Buna göre, Türkiye'nin 'Çevre' başlığında müzakereleri tamamlamasının ardından, AB'nin Fırat ve Dicle havzasının yönetimi konusunda doğrudan müdahale hakkı bulunacak. AB daha önce bu konuya 2004 yılında yayımladığı, 'Etki Raporu'nda yer vermiş, ancak Ankara'dan tepki almıştı. Bu durum daha sonra gündeme getirilmemişti.

ÇEVRE'NİN KAPANIŞ KRİTERİ
AKŞAM'ın Brüksel'deki AB kaynaklarından edindiği bilgilere göre, birlik, 10-11 Aralık tarihlerinde gerçekleştirilecek Hükümetlerarası Konferans'ta Türkiye ile 'Çevre' faslında fiili müzakereleri başlatacak.
Ancak taraflar arasında yapılan pazarlıklar sürecinde Türkiye'nin AB tarafından daha önce de önüne koyulan ancak kabul etmediği, 'Fırat ve Dicle Havzaları'nın ortak kontrolü konusunu kapanış kriteri olarak onayladığı belirtiliyor.

AB İÇİN ÖNEMLİ MESELE
AB bu konuya ilk kez 6 Ekim 2004 yılında yayımladığı ve Türkiye için müktesebat olan 'Etki Raporu'nda yer vermişti. Raporun sekizinci sayfasında, üyelik halinde Fırat ve Dicle nehirleri ile bunlar üzerindeki barajların ve sulama planlarının idaresinin uluslararası yönetime bırakılmasının ve bu konuda komşular ve İsrail ile işbirliği yapılmasının Türkiye'den isteneceğine yer verilmişti. Raporda şöyle denmişti:
'Ortadoğuda su önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye'nin AB'ye katılımı ile beraber su kaynakları ve altyapılarına (Fırat ve Dicle nehir havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, İsrail ve ona komşu ülkeler arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) ilişkin uluslararası yönetimin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.'

BÜYÜK SIKINTI VAR
Ancak söz konusu rapor Türk kamuoyundan büyük tepki görmüş ve bir daha gündeme getirilmemişti. Türkiye-Irak-Suriye arasında Fırat ve Dicle nehirlerinin suyunun paylaşımı konusunda büyük sıkıntı bulunuyor. Özellikle Irak Parlamentosu, bu nehirlerden akan suyun 'adil paylaştırılmaması' konusunda Türkiye ile imzalanan hiçbir anlaşmayı onaylamayacağı kararını
aktifhaber

Buralar eskiden tarlaydı..
OLGU KUNDAKÇI
18.05.2015



Toprakları kamulaştırılan Yeniköy’de tarım ve mandacılık bitiyor. Mera ve tarlalarını hafriyat çalışmalarıyla kaybeden köylüler, kalan arazilerini de yıkılır diye ekemiyor

Topraklarına 3. Havalimanı projesi için kamulaştırma kararı çıkan Yeniköy’deyiz. Eskiden bir Rum köyü olan bu köyün sakinleri, 1924’te Selanik’ten nüfus mübadelesiyle bu topraklara yerleşmiş. Bin beş yüz nüfuslu köyün tek geçim kaynağı tarım ve hayvancılık. Ancak yıllardır ekilip biçilen bu verimli araziler şimdi havalimanı projesi için iş makineleriyle yok ediliyor. Köyün etrafında hafriyat taşıyan kamyonların hummalı çalışması göze çarpıyor. Kepçelerin parça parça hafriyat alanına çevirdiği arazileri gezdiren köylüler, “Buralar eskiden hep tarlaydı” diyor: “Hayvanlarımızı otlattığımız meraların, tarım arazilerimizin yüzde 90’ı bu projeyle yok oluyor.”

HİÇ BEDEL ÖDEMEDEN...

Doğma büyüme Yeniköy’lü olan Mustafa Bozkurt, köyün tapulu arazilerinin metrekaresi 80 lira ile 120 lira arasında değişen bedellerle kamulaştırıldığını, çoğunluğu 2B arazisi olan toprakların ise orman arazisi olduğu gerekçesiyle bedelsiz ellerinden alındığını anlatıyor: “Köyümüzde proje alanında kalan 350 tane tapudan sadece 100 tanesine bedel verildi. 250 tapumuz geçersiz sayılarak, bu arazilere beş kuruş ödenmedi. Bu araziler bizim dedemizden kalan 90 yıldır ekip biçtiğimiz araziler. Devletin arazilerimize ihtiyacı varsa hakkımızı versin. Bu projeyle beraber çiftçiliğim, hayvancılığım tamamen bitiyor. Verdikleri parayla nerede hayat kurabilirim? Gidip İstanbul’da ne iş yapabilirim?”

‘YIKILIR DİYE EKMEDİK'

Bozkurt’un havalimanı projesi açıklanmadan diktiği meyve ağaçları çoktan boy atmış, “Bu ağaçların yıkılacağını bilseydim diker miydim” diyor. Proje yetkilileri "Yıkılacak araziler için ekim yapmayın, ürünleriniz yıkılırsa hak talep edemezsiniz" demiş. Bozkurt, “Nereden baksan 2 bin dönüm yeri hiç ekmedik. Mayıs ayında mahsulumuzu eksek, 45-50 gün sonra mahsul olacak, olana kadar arazilerimiz yıkılır diye korktuk” diyor. Hayri Koyuncu’nun koyun sürüsü artık çalışma sahasının 100 metre yakınında otluyor. Onlarca kamyonun çalıştığı hafriyat alanını gösteren Koyuncu, “Eskiden bu arazide hayvanlarımızı yetiştirmek için mısır, arpa, buğday ekerdik” diyor. Yeniköy’de yaklaşık 50 kişi projenin taşeron firmalarında çalışıyor. Köy muhtarı Timur Çelik, tarım ve hayvancılık bittikçe köy halkının başka sektörlere yönelmek zorunda kaldığına dikkat çekiyor
Kaynak: Birgün

Biliminsanları duyurdu: Tohum üreticilerinin verimlilik sevdası domateste ‘tat bırakmadı’
28/01/2017



Biliminsanları son yıllarda tüketiciler arasında merak uyandıran ‘tadı eskisi gibi olmayan domatesler’ sorununa açıklık getirdi: “Domatese tadını veren bileşenler verimlilik ve dayanıklılık ‘sevdasıyla’ kayboldu.”

Guardian’da yer alan habere göre 100 domates ve 400 genom çeşidi üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda domatese tadını veren 13 ‘uçucu’ bileşen keşfedildi.

Geleneksel domatesleri modern olanlarıyla karşılaştıran araştırmacılar, domatesin tadının ‘üretimde verimlilik ve dayanıklılık arayışları’ arasında kaybolduğunu açıkladı.

İspanya Ulusal Araştırma Kurulu’nda görev yapan profesör Antonio Granell, söz konusu 13 bileşenin günümüzde yetiştirilen domateslerde bulunmadığına dikkat çekti.

‘Lezzet ikinci plana atıldı’

Bu bileşenlerin kaybolmasında, mahsul sayısının ve domateslerin tarım ilaçlarına direncini artırma çabasının etkili olduğu belirtildi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, daha fazla insanı besleme endişesiyle üretimi artırmaya odaklanan tohum şirketlerinin lezzeti ikinci plana attığını söyleyen Granell, bugünkü domateslerin tadını iyileştirmek amacıyla çalışma yürüttüklerini belirtti.
Diken

Ziraatçılar Derneği uyardı: Tarım ilaçları ekmekte kanser riskini artırıyor
06/03/2017



Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı Hüseyin Demirtaş, sıvı gübre ve tarım ilaçlarının fazla kullanılması nedeniyle ekmek tüketiminin kanser riskini artırdığını öne sürdü.

Hürriyet’ten Meltem Özgenç’e konuşan Demirtaş zirai ilaçların artık sadece yaş sebze ve meyvede değil, tahıllarda da kullanıldığını belirterek ekmekte kanser riskini şöyle anlattı: “Örneğin sıvı gübreler ve tarım ilaçları fazla kullanılırsa, bu tüketiciye hastalık olarak geri dönüyor. Çünkü buğday ekmeğe dönüşüyor ve Türkiye’de tüketilen ekmeğin miktarı belli. Bunun önüne geçilmezse vahim sonuçları olur. Ekmeğin fazla tüketilmesi bir süre sonra insanda kansere ve çeşitli hastalıklara neden olabilir.”

Yasal düzenlemelerin çok fazla dikkate alınmadığını belirten Demirtaş, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın denetimleri sıklaştırması gerektiğine dikkat çekti: “Çiftçi kayıt sistemi diye bir sistem var, üretimden pazarlamaya kadar ürün takip altında. Tabi rasgele ürün satışının engellenmesi için üretici birlikleri de önemli. Bir de geçmişte Türkiye’de üretim istasyonları vardı. TİGEM’lerin amacı çiftçiye tohumluk ve damızlık verebilmekti. Böylece verim yüksek olurdu. Ancak TİGEM’ler işlevsiz hale getirildi. Bunlar yeniden eski haline getirilmeli. Araştırma ve üretme istasyonları araştırmalar yapıyor, yeni yerli tohumlar ele ediyordu. Sağlığımız için bu istasyonların da eski haline getirilmesi gerekiyor.”

Diken

Çocuklarımız endüstriyel zehir yiyor
09.06.2017


Tarihi binaları/zeytin ağaçlarını yok etsinler, yedi yıldızlı Shangri-La otelleri kursunlar!

Zeytini bitirdik…

Ayçiçeğini bitirdik…

Pamuğu bitirdik…

Malezya ve Endenozya'dan palmiye/palm yağı ithal ediyoruz.

“Palm yağı” deyip geçmeyin. Palmiye meyvesinden elde edilen bu yarı katı yağ, soframızın ortasında! Yemeklik sıvı yağ, margarin, dondurma, çikolata, pizza, bisküvi -kurabiye, hazır yemek ve şekerleme gibi gıdaların çoğunda palm yağı kullanılıyor. Keza. Sıvı deterjan, sabun ve şampuanların çoğu, ruj, ağda, endüstriyel yağlar ve bioyakıt içeriğinde de bu yağ var.

Türkiye sadece geçen yıl yaklaşık 1.2 milyon ton palmiye yağ satın aldı.

Malezya ve Endonezya dünyada ihracatın yüzde 40'ını gerçekleştiriyor. Biz genellikle Malezya'dan alıyoruz. Nedense yağ alıcıları İslam ülkeleri; Bangladeş, Mısır, Nijerya, Tunus, İran, Pakistan, Suudi Arabistan ve Türkiye!

Ama. Satıcı Müslüman değil…

Wilmar International 1991 yılında Singapur'da kuruldu.

Sahibi, Kuok Khoon Hong! (Açılışını Erdoğan'ın yaptığı Beşiktaş'taki tarihi tütün deposu yerine yapılan Shangri-La Otel'in sahibi. “Rolling Stone” dergisini oğluna alınca dünya medyasına haber olmuşlardı. Neyse.)

Wilmar; dünyanın en büyük, palm ve çekirdek yağı, yemeklik yağ, yağ kimyasalları, endüstriyel yağlar, palm biodizel üreticisi ve tedarikçisi. Endonezya ve Malezya'daki en büyük ekim alanlarının ve en büyük palm yağı üretiminin sahibi. 450'den fazla üretim tesisi ve 50'den fazla ülkeyi kapsayan dağıtım ağıyla küresel bir güç.

Türkiye'deki şirketin adı Wilmar Ticaret Ltd. Şti. 2012 yılı itibarıyla Mersin Serbest Bölge'ye getirdiği yağları Türkiye'ye satıyor. İşin ekonomik boyutuna girip konuyu genişletmeyeyim.

Derdim şu…

EFSA RAPORU

Dünya ham yağ üretiminin yüzde 64'ü palmiye ve soya yağından geliyor!

Greenpeace geçtiğimiz 25 yılda, Endonezya'da palmiye yağı üretiminin altı katına çıktığını ve bu nedenle yağmur ormanlarının talan edilerek yerlerine palmiye ağacı dikildiğini açıkladı. WWF/Doğal Hayatı Koruma Vakfı, saat başına 300 futbol sahası büyüklüğündeki yağmur ormanlarının palmiye yağı üretimi için yok edildiğini duyurdu.

İnsanoğlu doğayı katlediyor. Doğa da intikamını bakın nasıl alıyor:

Palmiye yağı, doğal kırmızı rengini değiştirmek ve kokudan arındırmak için yüksek ısılarda rafine ediliyor.

Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu (EFSA)…

2016 yılı raporunda, palmiye yağının 200 dereceden yüksek ısılarda rafine edilmesi halinde, diğer bitkisel yağlardan daha çok kanserojen madde ortaya çıkardığını açıkladı.

Ortalık karıştı…

Dünya Sağlık Örgütü/WHO, BM Gıda ve Tarım Örgütü/FAO gibi kuruluşlar palmiye yağındaki kanserojen maddenin arz ettiği tehlikeye dikkat çekmekle birlikte, palmiye yağının tüketilmemesi tavsiyesinde bulunmadı!

Bilinçli tüketiciler sakinleşmedi…

En büyük darbeyi -bizim fındıkların büyük alıcısı- Nutella aldı! Uzun raf ömrü büyük ölçüde palmiye yağına bağlıydı! Keza. Nestle ve Unilever de, çikolata ve margarin gibi ürünlerde palmiye yağı kullanıyordu. Nutella'nın imalatçısı Ferrero SpA, yağın güvenli olduğunun vurgulandığı bir reklam kampanyası başlattı. Rafine etme işlemini 200 derecenin altında yaptığını savundu.

Konu kapanmadı…

(Migros, Denner ve Jumbo'nun da sahibi) İsviçreli market zinciri Cooperative, İtalya'daki marketlerinde palmiye yağı bulunan ürünü satmayacağını açıkladı!

Ya Türkiye?

Anlatacağım…

AMAÇ TEKLEŞTİRME

Dünya ham yağ üretiminde palm yağ lider! 2011 yılında 53 milyon ton iken, 2015'te 65 milyon tona yükseldi. Soya 43'ten 49 milyon tona; Kolza/kanola 24'ten 27 milyon tona çıkarken…

Ayçiçeği 16'dan 15 milyon tona düştü ve pamuk hep 5 milyon tonda kaldı.

Bu sofralarımıza yansıyor…

Türkiye yılda…

– 950 bin ton sıvı…

– 550 bin ton margarin…

– 200 bin ton civarında da yem, boya ve sabun sanayi ihtiyacı olmak üzere toplam 1.7 milyon ton bitkisel yağ tüketimi yapıyor.

Bitkisel yağ üretiminin temel hammaddesi yağlı tohumlar. Birinci sırada (GDO'lu) soya var. Palmiye soyanın rakibi. Palmiye yağının kişi başına tüketimi 3.5 kilo! Ve hızla artıyor. Niye böyle?

Ne oldu bizim zeytinimize, pamuğumuza, ayçiçeğimize? Yok ediyor/ettiriyor küresel güçler. Palmiyeye, soyaya, kanolaya bizi mecbur bırakıyorlar. “Mc Donald's kültürü”/”fast food kültürü” bu; damak tadı “tekleştiriliyor!”

Nasıl yapıldığına minik örnek vereyim:

Türkiye, ayçiçek yağı ithalatında yüzde 36 oranında vergi alırken, palmiye yağının ithalatından yüzde 15 alıyor! Palm yağı dış alımı niye kolaylaştırılıyor? Oysa, yağların ithalinde ham olarak yüzde 30, rafine olarak da yüzde 52 gümrük vergisi alması gerekmiyor mu? Sebep belli!

EFSA açıklaması/raporu iktidarın umurunda değil!

Tarihi binaları/zeytin ağaçlarını yok etsinler, yedi yıldızlı Shangri-La otelleri kursunlar!

YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ: http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/soner-yalcin/palm-1886813/

Odatv.com

Milli ve yerli çiftçi ve hayvancımızı sırtından vurdular
01 Temmuz 2017



Bakanlar Kurulu kararı ile et, canlı hayvan, buğday, arpa ve mısırda gümrük vergilerinin büyük oranda düşürülerek adeta milli ve yerli olan çiftçi ve hayvancılarımıza 'darbe' yapılmasına sert tepkiler geldi.

CHP Edirne Milletvekili ve Genel Başkan Başdanışmanı Doç.Dr. Okan Gaytancıoğlu ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar'ın dün yaptığı açıklamaların yankıları sürerken, Adalet Yürüyüşünün 17. gününe römorkuna 'Adalet' afişleri asan çiftçilerde katıldı.

'Bu çiftçiyi sırtından vuran bir kararnamedir'

'Tarımda İthalat Kararnamesi'ni değerlendiren CHP'li Gaytancıoğlu, 'Bu çiftçiyi sırtından vuran bir kararnamedir. AKP, çiftçiyi ve Türk Tarımını bitirmek istiyor. Bu şartlarda çiftçi üretim yapamaz. Çiftçimize hasat sevincini bile yaşatmıyorlar” dedi.

Haksızlığa uğrayan tüm kesimler gibi çiftçilerimiz için de yürüdüklerini belirten Gaytancıoğlu, ''Söz konusu kararname ile canlı büyükbaş hayvan ithalatında gümrük vergisi yüzde 135’ten yüzde 26’ya ve Karkas et ithalatında ise yüzde 100 ile yüzde 225 arasında olan gümrük vergisi yüzde 40’a indirildi. Besleme maliyetinin bu kadar yüksek olduğu bir ülkede böyle bir karar hayvancılık sektöründe büyük bir çöküş yaratacak ve Türkiye hayvancılıkta daha çok dışa bağımlı hale gelecek” ifadelerini kullandı.

'Millilik, bu kararın neresinde?'

İktidarın, kaynakları yabancı ülkelerin çifçilerine aktardığını ve kalıcı çözümün ithalattaki vergileri sıfırlamakta olmadığını belirten Gaytancıoğlu, ''Çözüm, çiftçinin üretmesi için daha çok desteklenmesi ve aracıların ortadan kaldırılmasıdır. AKP, tam anlamıyla günü kurtarmaya çalışıyor. Fakat gelecekte üretmeyen bir Türkiye’nin sonucu ne olacak düşünmüyor. AKP, gelecek nesilleri düşünmüyor. 'Milli Tarım' diyorlar. Bende soruyorum, Millilik bu kararların neresinde? ” dedi.

'Fransız, Alman buğdayı ile ekmek yapmak zorunda kalırız'

Düzenlediği basın toplantısında sadece 'Gümrük vergisi indirimi' söyleminin bile piyasayı durdurduğunu belirten TZOB Genel Başkanı Bayraktar, ''Alıcı yoksa ne olacak? Elinde kalacak. Ucuz fiyattan elinden çıkarmaya çalışacak. Bu üreticinin mağduriyetidir. Bu da üreticinin ekimden uzaklaşmasıdır. Çiftçiliği bırakacak. Allah korusun. Gençler göç ediyor. Şimdi yaşlılara kaldı. Bayanlar ve yaşlılarla tarımı götürüyoruz. Bunlar da tarımdan çekilirse kim üretecek, bu ülkeyi kim besleyecek? Gençler kaçıyorlar tarımdan. Bu ülkeyi nasıl, kimle besleyeceğiz?” dedi.

Bayraktar'ın basın toplantısının satırbaşları şöyle;

-“Buğday ve arpada piyasa durdu. Dışarıdan giren bir mal yok. Gümrükleri düşüreceğim demeniz, bu söylem dahi yetti. O kadar zamansız bir söylem oldu ki; şu an tüccar piyasaya girmiyor. Üretici tedirgin ve bazı bölgelerde şu an alım satım durdu”

-“Buğday ve arpada fiyatların düşmemesi için TMO, geç kalmadan acilen müdahale alım fiyatlarını açıklamalıdır”

-“Bu gümrüklerle ithalat yapılırsa, sektör batar, üreticimiz üretimi sürdüremez. Geçmişte de bunu yaşadık”

-“Etki analizleri yapılmadan, tarım nasıl gümrük birliğine dahil edilir, gümrükler sıfırlanır? Ülkemizde tarım biter, Fransız, Alman buğdayı ile ekmek yapmak zorunda kalırız”

-“Girdi fiyatları yüksek, verim düşükken gümrük vergileri de indiriliyor. Çiftçimiz, bu şartlarda nasıl rekabet edecek?”

-“Tarım biterse, kırsalda yaşayan 20 milyon insanımız ne yapacaktır? 5-6 milyon insanımıza iş sağlayan bir sektör olan tarımda sürdürülebilirliğe zarar verilmemelidir”

-“Kendi çiftçinize vermediğiniz destekleri dünyada et üretimi yapan çiftçilere verirseniz, onların bayram yapmasını sağlarsınız... Bu bir hatadır. Bu yanlıştan da dönmek lazım…”

-“Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığımız, yetkisini kullanmalı, ithalat kontrol belgesi vermeyerek ithalatı önlemelidir”

-“Elma 6,5 kat, kuru kayısı 5 kat, kabak 3,9 kat, maydanoz 3,8 kat, salatalık 3,7 kat fazlaya tüketiciye satılmaktadır. Görüldüğü gibi üretici ve market fiyatları arasındaki makasta sorun devam ediyor”

Çiftçilerden de Adalet Yürüyüşüne destek

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Adalet Yürüyüşü’nün 17. gününe römorkuna 'Adalet' afişleri asan çiftçilerde katıldı.

'Mazot beşi geçti, ürün tarlada kaldı' çiftçiler de Adalet Yürüyüşüne destek verdi. Adalet Yürüyüşüne traktörü ile gelen bir çiftçi de römorkuna 'adalet' yazan afişler astı.

Anahtar Kelimeler: Okan Gaytancıoğlu Şemsi Bayraktar Adalet Yürüyüşü Çiftç iHayvan cı Gümrük Vergisi Tarımda İthalat Kararnamesi AKP CHP Kemal Kılıçdaroğlu Türkiye Ziraat Odaları Birliği CHP Edirne
Yurt Gazetesi

Yiğit Bulut: Bunları yazdım diye üstüme geliyorlar, bana yardım edin
11 Ağustos 2017



Yiğit Bulut köşesinde “Defalarca yazdım, üstüme geliyorlar, yazmaya devam edeceğim…” dedi ve yardım istedi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanlarından Yiğit Bulut, hükümete yakın Star gazetesindeki köşesinde “NBŞ lobisiyle” ilgili yazılarına devam ediyor.

Bulut bugünkü köşesinde “NBŞ... Şeker değil şekerimsi! Şekerimsi değil, bilim insanlarına göre ‘zehir’!” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Yazısının girişinde “Defalarca yazdım, üstüme geliyorlar, yazmaya devam edeceğim…” diyen Bulut şu ifadeleri kullandı:

Yiğit Bulut'un 'zehir' lobisi dediği NBŞ lobisini kim büyüttü?
“Sevgili dostlar, sizler de çok iyi hatırlıyorsunuz; Konuyu Türkiye’de 2008’den bugüne çalıştığım her ortamda defalarca gündeme getirdim ve getirmeye de devam edeceğim…

Peki neden bu kadar ısrarla üstünde duruyorum?

Yazdıklarım tekrar da olsa yazacağım !

Bir dedektif gibi...

Sakın konuyu atlamayın!

Sevgili dostlar, ilk defa konuyu gündeme getirip, korkunç gerçekleri araştırmalarım sonucu öğrenince, ‘ne paketli çikolata, ne şekerli içecekler ne de şekerlemeleri’ şahsen tüketemez duruma geldim... Yediğimiz, içtiğimiz bazı markalarda; ‘tat verenler’ şeker pancarı veya kamışından üretilen, ‘olması gereken’ değil, onun yerine çok daha ucuz olan ‘nişasta bazlı şekerimsiler! kullanılıyor!”

“BANA YARDIM EDİN”

Bulut yazısını şöyle bitirdi:
“Son söz: Çocuklarımızı NBŞ’den koruyabiliyor muyuz? Koruyacağız! Sesime kulak verin, bunu toplumsal bir amaç haline getirelim ve bu zehiri yenelim! Bu zehirin Türkiye’de kullanımını yaymaya çalışan bir yapılanma var. Hepsini açık edeceğim, bana yardım edin! Yaşasın sağlıklı nesiller yetiştiren, tam bağımsız, güçlü, büyük Türkiye…”

Patronlar Dünyası

Yiğit Bulut'un 'zehir' lobisi dediği NBŞ lobisini kim büyüttü?
14 Ağustos 2017



Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 2013 yılında Başbakanlığı döneminden bu yana danışmanlığını yapan Yiğit Bulut, 'Nişasta Bazlı Şeker' lobisinin Türkiye’de “yeni bir dalga peşinde” olduğunu yazdı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 2013 yılında Başbakanlığı döneminden bu yana danışmanlığını yapan Yiğit Bulut, 'Nişasta Bazlı Şeker' lobisinin Türkiye’de “yeni bir dalga peşinde” olduğunu yazdı. Ancak, yüzde 10 olarak başlayan Nişasta Bazlı Şeker kotası, AKP döneminde defalarca artırılarak yüzde 25'ler oranına çıkartıldı.

2013 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanlığına getirilen Yiğit Bulut, Cumhurbaşkanlığı döneminde de bu görevi sürdürüyor. Yiğit Bulut, Star gazetesinde üst üste yazdığı son iki yazıda 'Nişasta Bazlı Şeker' lobisine dikkat çekti ve 'Nişasta Bazlı Şeker' kotasının düşürülmesi çağrısı yaptı.
Yiğit Bulut, Erdoğan’ın başdanışmanlığından ayrıldı mı!

'ZEHİR LOBİSİ'

Yiğit Bulut, 11 Ağustos 2017 tarihli yazısında "Sevgili dostlar, 10 yıldır bu konuyu Türkiye’de gündeme getiriyor ve GÜNDEMDE tutmaya çalışıyorum… Bugüne kadar destek olanlardan Allah razı olsun…

Son günlerde “NBŞ lobisi” hareketli ve bütün dünyada yasaklanırken, Türkiye’de kullanımın artması yönünde yoğun faaliyetteler… ANKARAYA’YA KAMP KURMUŞ “ABİLER”!

Yıllardır “nişasta bazlı şekerimsilerin” başta çocuklar olmak üzere hepimizi nasıl tehdit ettiğini yazmıştım... YİNE YAZACAĞIM…" diye yazdı.

Yeni dalga peşindeler! Açıkla NBŞ lobisini

Bulut, 13 Ağustos 2017 tarihli bugünkü yazısında ise “Sayın Cumhurbaşkanımız 'her türlü kötü-yanlış ile mücadelede' nasıl asla tereddüt etmeden yollara düştüyse, bu konuda da bize önderlik etmekte.” diyerek hükümetin Nişasta Bazlı Şeker kotasının düşürülmesi gerektiği çağrısı yaptı.

KİM BU ZEHİR LOBİSİ?

Yiğit Bulut, yazılarında 'zehir lobisi' olarak bahsettiği bu lobinin kimler/hangi şirketler olduğunu belirtmedi. Ancak, Şeker Kurumu'nun 2016-2017 Pazarlama Yılı Nişasta Bazlı Şeker Kotaları tablosundan bu lobinin kimler olduğu açıkça görülüyor.

2016-2017 Pazarlama Yılında Toplam 265 bin Ton Nişasta Bazlı Şeker ithalatına izin verilirken, ABD'li gıda devi Cargill 116 bin 181 tonla bu kotanın yüzde 50'sine yakınını tek başına karşılıyor.

ÜRETİCİ İTİRAZ ETTİKÇE AKP KOTAYI ARTTIRDI

Nişasta Bazlı Şeker ve Gliktoz'un insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkiler konusunda uzmanlar yıllardır uyarılarda bulunuyor. Özellikle obezite ve kanser konusunda tetikleyici etkisi hakkında çok sayıda bilimsel çalışma yapıldı. İşin ayrıca ekonomik boyutu da var. Ancak dünyanın 6. büyük şeker panzarı üreticisi konumunda olan Türkiye'de Nişasta Bazlı Şeker kotası her yıl Bakanlar Kurulu kararı ile yüzde 30 ile yüzde 50 oranında artırılırken, şeker pancarı ekimi ise yıldan yıla geriledi.

1998 yılında 492 bin 495 çiftçi 500 bin 951 hektarlık alanda şeker pancarı ekimi yaparken, 2013 yılında 126 bin 307 çiftçi 290 bin 900 hektarlık alanda şeker pancarı ekimi yaptı.

Yani, Yiğit Bulut'un 'zehir lobisi' dediği Nişasta Bazlı Şeker kotası her yıl istikrarlı şekilde artarken, yerli şeker pancarı üreticisi sayısı ve ekim alanı istikrarlı şekilde azaltıldı.

PANKOBİRLİK, ZİRAAT MÜHENDİSLERİ ODASI VE ŞEKER-İŞ YILLARDIR MÜCADELE EDİYOR

Yiğit Bulut'un “Sayın Cumhurbaşkanımız 'her türlü kötü-yanlış ile mücadelede' nasıl asla tereddüt etmeden yollara düştüyse, bu konuda da bize önderlik etmekte.” dediği Erdoğan'ın iktidarı döneminde kota Nişasta Bazlı Şeker üreticileri ve ithalatçıları lehine artarken, şeker pancarı üreticileri aleyhine daraltıldı.

2001 yılında çıkartılan Şeker Yasası ile 2001/2002 pazarlama yılından itibaren uygulanmaya konulan yeni şeker rejimi kapsamında Nişasta Bazlı Şeker üreticilerine toplam A kotası şeker üretim miktarının %10'u oranında kota tahsis edilerek, AB normlarının üzerinde üretim izni verildi. AB normlarında Kuru Madde Bazında hesaplanan İzoglikoz (Nişasta Bazlı Şeker-Glikoz) kotası hali hazırda kuru madde bazında toplam AB şeker kotasının %5,1'i seviyesinde. 920 milyar Avroluk gıda hacmine sahip Avrupa Birliği ülkelerinde yıllık NBŞ tüketimi 690.441 ton. Oysa 160 milyar liralık yani 72 milyar Avroluk gıda hacmine sahip Türkiye’de ise yıllık NBŞ tüketimi 366 bin 600 ton. Bu verilere göre, Türkiye AB’nin 8 kat dolayında daha fazla NBŞ tüketimi yapıyor.

Ancak 2001 yılında yüzde 10 olarak belirlenen bu kota, yıllar içinde Bakanlar Kurulu'na verilen yetkiyle her yıl yüzde 30 ile yüzde 50 oranında arttırıldı.
Yıllardır Ziraat Mühendisleri Odası, Şeker-İş Sendikası ve PANKOBİRLİK, Nişasta Bazlı Şeker kotası konusunda hukuki mücadele veriyor. Sadece 2005-2012 yılları arasında Şeker İş Sendikası kotanın artırılmaması için 8 ayrı ava açtı. Bakanlar Kurulu kararı ile artırılan NŞB kotasının iptali için Danıştay'da açtıkları davaları kazansalar da, verilen yürütmeyi durdurma kararları uygulanmadığı gibi takip eden yıllarda da Bakanlar Kurulu kota artırma yetkisini kullanmaya devam etti. (NBŞ kotasının iptali için açılan davalar)
Yıllara göre Nişasta Bazlı Şeker Kotası artışları
24 Haziran 2016 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararına göre nişasta bazlı şekerlerin kotası 2015/2016 pazarlama yılı için yüzde 25 artırıldı.
Atakan Sönmez/Cumhuriyet
Etiketler:
Yiğit Bulut zehir lobisi NBŞ lobisi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Nişasta Bazlı Şeker lobisi

Atakan Sönmez/Cumhuriyet

“FİYATTAN STOKÇULAR RAHATSIZ!” DİYEN BAKANA
KENDİ PARTİSİNDEN DE TEPKİ VAR!

16 Eylül 2017



Açıklanan fındık fiyatlarına üreticinin gösterdiği tepkiyi görmezden gelen Bakan Fakıbaba, bu tepkileri yok sayarak, “fiyattan stokçular rahatsız” açıklaması yaparak, çiftçinin mağduriyetini görmezden gelmişti.

Bakanın bu görmezden gelme ve çiftçi ile dalga geçme derecesine varan tavrına karşı, çiftçiden yükselen tepkiler her geçen gün arttığı gibi, iş artık kendi partisi içinden tepki almaya kadar vardı.

İşte, çiftçinin ve AKP içinden yükselen tepki sesleri:

Tüm Köy Sen Ordu Şubesi, fındık mitingi için Ordu Valiliğine başvuru yaptı. Şube Başkanı Zekai Sağra, “20 Eylül Çarşamba günü saat 12.00’de BORSA önünde basın açıklaması; 23 Eylül Cumartesi günü saat 14.00’de Cumhuriyet Meydanında yapacağımız miting için Valilik Makamına başvurumuzu yaptık. Köy köy, ilçe ilçe dolaşacağız ve basın açıklaması ile mitinge katılımı büyütmeye çalışacağız. Partileri, sendikaları, oda ve dernekleri de ziyaret edeceğiz. Fındık stratejik ürün olmalı. Bu nedenle de birlik ve beraberlik içinde demokratik tepkimizi göstereceğiz. Ürünümüze, emeğimize sahip çıkacağız, soyguna talana hayır diyeceğiz” dedi.
CHP’li Bülent Bektaşoğlu, “Fındık üreticisi mutlu” diyen Bakan Fakıbaba’ya cevap verdi. Bektaşoğlu, “Bakan üreticiyle fındık baronlarını karıştırdı. Dalga geçiyorlar, alay ediyorlar. Umarım üretici bunun hesabını 2019’da görür” dedi.
Fatsa Ticaret ve Sanayi Odası (FATSO) Başkanı Tayfun Karataş, fındık fiyatının çok düşük olduğunu belirterek, “Karar vericiler, kendileri de üreticiymiş gibi düşünerek tekrar bir fiyat belirlemelidir” dedi.
Düşen ve büyük tepki çeken fındık fiyatları konusunda bir açıklama da AKP Ordu eski İl Başkanı Hüseyin Akyol’dan geldi. Akyol sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada, “Uyarmak benim görevim” diyerek şunları dedi: Bir kilo Fındık’la 10 ekmek alırken bugün maalesef 8 ekmek alabiliyoruz. Doğruları anlatmak uyarmak gerekir. Karadeniz’de sıkıntı var. Yetkili arkadaşları uyarmak benim görevim. En iyi dikkat çekmek bu şekilde mümkün. Ancak iktidarın başarısı böyle devam edebilir.” ifadelerini kullandı.
Aslen Rizeli olan AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk hükümete seslenerek, “fındık ve fındık üreticilerinin karşılanabilir beklentileri dikkate alınmalıdır.” dedi.
TMO’nun 10 liradan fındık almasına tepki gösteren TZOB Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, “Hükümetimiz, 500 bin fındık üreticisinin sesine kulak vermeli, sorunu görmeli, acilen TMO fiyatlarını revize ederek tepkiyi dindirmelidir” dedi.


Tepkiler üzerine panikleyen iktidar adına bir açıklama yapan Fakıbaba, çiftçiyi sükûnete davet ederken, bu güne kadar 40 milyon liralık fındık aldıklarını ve bunun parasını da belirlenenden daha önce –gelecek hafta– ödeyeceklerini söyledi.

(Not: TMO aldığı malın bedelini hemen ödemez, birkaç hafta bekletir. Ayrıca TMO’nun her yerde alım ofisi de yoktur, TMO’ya mal verebilmek için alım ofislerine ulaşmak ve sırada-kuyrukta beklemeyi göze almak gerekir ki bunlar da çiftçi için fazladan bir masraf kapısıdır. TMO’nun bir alım kotası vardır, herkesin malını alacağız der ama kimi zaman ve kimi ürünlerde çiftçiyi günlerce kuyrukta süründürerek tüccarın kapısına yönelmeye sevk eder. Tüccar, ürünü gelip üreticinin ayağında satın alır. Ayrıca açıklanan randıman ve kalite oranlarını tutturabilmek neredeyse imkânsız gibi bir şey olduğundan, TMO’nun açıkladığı fiyatın ele geçmesi imkansızdır; diğer bazı kesintiler ve TMO kapısında beklemenin maliyetini de hesaba katmak gerekir.)

Adımlar HABER

OHA:15 YUMURTAYA 15 BİN LİRA CEZA
15 Eylül 2017



İzmir’in Foça ilçesinde, kümesindeki tavukların yumurtasını pazarda satmaya çıkaran 65 yaşındaki Mümin Ihlamur’a, yumurtalarda damga yok diye 15 bin lira ceza kesildi.

Gelen cezayla şok olan Ihlamur, “Biz işletme değiliz ki damgamız olsun. Altı üstü ihtiyacımızın fazlası olan birkaç yumurtayı satmak istedik, başımıza gelmeyen kalmadı” dedi.

Foça’nın kırsal Gerenköy Mahallesi’nde çiftçilik yapan Mümin Ihlamur, 2015 yılı Mayıs ayında, kümesindeki 30 yumurtayı satmak için Foça Pazarı’na götürdü. Yumurtalardan 15’ini satıp, diğer 15’ini de tezgâhının yan tarafına koyarak, sipariş verip almaya gelecek kişiyi beklemeye başladı. Bu sırada denetime gelen Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü ekipleri, Ihlamur’un sattığı yumurtaların kabuğunda, işletme numarası, kümes numarası ve yumurtlama tarihi ibarelerinin yer aldığı damganın bulunmadığını belirledi. Ihlamur, aradan geçen 2 yıl 4 aylık sürenin ardından gelen tebligatla, 15 bin liralık para cezası kesildiğini öğrenince şoke oldu.

15 yumurta için toplam 15 bin lira cezaya çarptırılan Ihlamur, “15 bin lira param olsa zaten ben niye çalışayım. Hayatım boyunca bu kadar parayı ben bir arada görmedim. Kıt kanaat geçinen bir aileyiz. Bunun suç olduğunu bilsem, bırakın yumurta satmayı, ihtiyacım kadar bile tavuk beslemem. Köylü kardeşlerim düşünsünler, taşınsınlar, tavuğu olanlar ona göre dikkat etsinler. Benim başıma gelen onların başına gelmesin.” dedi.

Adımlar HABER

20 yıldır vazgeçmedi! Hiç ilaç kullanmadan yetiştiriyor…
04.10.2017

Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde Eko Dede lakaplı bir çiftçi, yaklaşık 20 yıldır herhangi bir zirai ilaç kullanmadan narların nasıl yetişebileceğini deniyor.

Suruç ilçesi Aybastı Mahallesi’nde kendisine ait arazide yaklaşık 20 yıldır nar yetiştiren 65 yaşındaki emekli öğretmen İbrahim Halil Akkuş, yetiştirdiği narları misafirlerine ikram ediyor. Yıllardır “Eko Park” ismini verdiği iki dönümlük arazide meyveleri doğal yollarla nasıl yetiştirebileceğini araştıran Akkuş, bunun için çeşitli yollar deniyor. İbrahim Halil Akkuş, büyüyen meyvelerini son dönemlerde dalındayken poşet geçirerek korumaya çalışıyor. Elde ettiği narları ise satmayarak sadece kendisini ziyarete gelenlere ikram eden Akkuş, vatandaşlara meyve fidanı da hediye ediyor.

Eko Dede lakaplı İbrahim Halil Akkuş, yaklaşık 20 yıldır doğal ürünün nasıl yetiştirilebileceğini araştırıyor. 2 dönümlük arazisinde uygulamalar yapan Akkuş, “Ben Eko Dede. Her bölgenin insanı kendi marifetiyle anılır. 20 yıldır iki dönümlük bu eko parkımda araştırma amaçlı meyve ve diğer bitkiler üzerine çalışma yapıyorum. Buradaki amacım insanlara doğal meyveleri tadıyla yedirmek. İnsanlara fidan da veriyorum. Yani insanlığa bir hizmettir. Bu çalışmaları yaparken içerisinde olduğumuz nar hasadı günleri önemlidir. Asıl hedefim, narı Allah’ın verdiği doğal tadıyla, fizyolojisiyle yetiştirip hasadını yapmak. Satışını yamıyorum. Buradaki kazancım yeni dostlar ediniyorum” dedi.

“NAR ÜRETİCİLERİ KİMYASAL İLAÇ KULLANIYOR”

Üreticilerin kimyasal ilaç kullandığını dile getiren Akkuş, “Şimdi herkes nar hasadında, narı alıyor pazara götürüyor. Kimyasal ilaçlar kullanıyor. Ben ise hasat zamanı buzdolabı poşetlerini alıyorum. Narın üstünü koruyacak şekilde poşeti geçiriyorum. Poşeti de sapıyla birlikte bir iple bağlıyorum. Narın hava alabilmesi için poşetin al kısmını kesiyorum. Böylelikle nar yağmur sularından korunmuş oluyor. Geçici sera görevini gören bu poşet sayesinde nar hasadı 15 gün geciktirilebilir ve oluşabilecek çatlakların da önüne geçilmiş olunur. Ayrıca bu yöntem ile nar doğal olarak şurup alıyor, olgunlaşıyor. Bu şekilde nar tam yenilecek kıvama ulaşıyor. Kimyasal ilaçların kullanıldığı narlar ile benim bahçemde yetişen narları tarttığımızda, bu narlar daha ağır, bir kilogram geliyor ve daha uzun süre dayanabiliyor” şeklinde konuştu.
Milliyet

KAMUOYUNDAN SAKLANAN ET İTHALATI RAKAMLARI!
Sadettin İNAL
13 Ekim 2017



Günlerdir tartışılıyor, ama ne Bakanlıktan ne de Et ve Süt Kurumu’ndan bir açıklama yapılmıyor. Malumunuz ‘lop et ithalatı’ son bir haftadır gündemde! Tam bu tartışmaların ortasında Resmi Gazete’de yayımlanan, ‘Sığır Eti İthalatında Sağlık ve Teknik Şartların Belirlenmesine ilişkin tebliğ’ de işin tuzu biberi oldu. Geçen haftada belirtmiştim, bu tartışmalardan üretici ciddi anlamda olumsuz etkileniyor. Bütün üretici deyim yerinde ise burnundan soluyor. Hayvancılık yapanlar hayvanlarını satamazken, ahırına hayvan almak isteyenler de önlerini göremedikleri için kenara çekilmiş durumdalar.

Yani anlayacağınız sektörde tam bir belirsizlik söz konusu. Zaten hayvancılığımız can çekişiyor, bir de bu belirsizlikler iyiden iyiye bitiriyor bizi!

Bakanlar değişse de sistemde bir değişiklik olmuyor! Hatırlayacaksınız bir önceki dönemde hayvan ithalatı sistematik yapılamadığı için et fiyatları sürekli krize neden olmuştu. Yani bırakın üretimi, hayvan ithalatı bile düzgün bir şekilde yapılamamıştı! Burada sistemi yönetemeyenler de hayali bir ‘et lobisi’ tartışması ile günlerce kamuoyunu meşgul etmişlerdi.

Şimdi size hayvan ve et ithalatı ile ilgili bazı rakamlar vereceğim. Şunu da belirteyim ki, bu rakamları hiçbir yerde bulamazsınız. Deyim yerinde ise sır gibi saklanıyor! Sonuçta Et ve Süt Kurumu, kamu kurumu ve ithalatı da kamu adına yapıyor. Ama hangi ülkeden ne kadar ithalat yapılıyor? Ve bu ithalatı hangi firmalar kaç liradan yapıyor? Nedense bu bilgiler kamuoyu ile paylaşılmıyor!

Belki normal görülebilir ama Et ve Süt Kurumu’nun yurt içinden yapacağı bütün alım ve satımlarla ilgili duyurular kamuoyu ile paylaşılırken, ithalatla ilgili verilerin açıklanmaması sizce de garip değil mi?

İthalatla ilgili rakamlara geçmeden önce buradaki çelişkiyi anlatmak için şu örneği de vermem gerekiyor. Kurban Bayramı’nda Et ve Süt Kurumu 80 bin baş koyun ithal etti. Ama bu ithalatla ilgili kamuoyuna hiçbir açıklama ve duyuru yapılmadı. Fakat ne gariptir, Et ve Süt Kurumu ithal ettiği bu koyunların etlerini yurt içinde satmak için ihale duyurusu yaptı!

Şimdi gelelim ithalattaki gizemli rakamlara! Belirttiğim gibi, bu rakamları ilk kez bu yazıyı okuyanlar öğrenmiş olacak!

Et ve Süt Kurumu’nun 2018 Nisan ayına kadar besilik, kasaplık ve et ithalatıyla ilgili yaptığı planlamaya göre, 62 bin ton karkas et ithalatı yapılacak. Karkas et ithalatının 57 bin tonu Polonya’dan 5 bin tonu da Fransa’dan gerçekleştirilecek. Bu rakamlara Bosna Hersek ’ten yapılan kemiksiz et ithalatı dâhil değil. Haa bir de iki gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklamıştı. Sırbistan ’dan da 5 bin ton et ithal edilecek. Sırbistan’ı da kattığımızda Bosna Hersek hariç, yakın planda sözleşmesi ve bağlantıları yapılan toplam 67 bin ton karkas et ithal edilecek. Polonya’dan yapılacak 57 bin ton ithalatı ise Ettat firması yapacak.

Diğer yandan besilik ve kasaplık hayvan olarak da 2018 Nisan ayına kadar 440 bin ithalat yapılması planlanıyor. Bunların da sözleşmeleri yapılmış durumda. İthal edilecek 440 bin canlı hayvandan 50 bini kasaplık, 390 bini ise besilik olacak. 390 bin besilik hayvanın 270 bini Uruguay’dan getirilecek ve bu ithalatı da Hijazi firması tek başına yapacak.

Besilikte, Avrupa ayağında ise Fransa ve Romanya hariç Hundland firması söz sahibi olacak. Hundland firması ile yapılan sözleşmeye göre 60 bin baş besilik hayvan ithal edilecek. Bunun dışında 60 bin baş besiliğin de Fransa’dan ithal edilmesi planlanıyor. Kasaplık olarak ithal edilecek 50 bin baş canlı hayvan da Fransa, İspanya ve İrlanda’dan getirilecek.

Et ve Süt Kurumu’nun ithalat planı bununla da kalmıyor! 120 bini bu yılsonuna kadar olmak üzere toplam 300 bin baş kesimlik kuzu ithal edilecek. Kesimlik 300 bin kuzuyu Avustralya’dan yine Hijazi firması getirecek. 80 bin koyun ithalatı da Kurban Bayramı öncesinde yapılmıştı. Yani toplam 380 bin kuzu ve koyun ithal etmiş olacağız!

Daha bitmedi! Et ve Süt Kurumu’ndan bir heyetin Bulgaristan’a kasaplık kuzu alımı için piyasa araştırmasına gittiği kaydediliyor.

Şimdi gelelim sadede…

Kırmızı et sektöründe en ufak bir sorun bile yönetilemeyerek krize dönüştürülüyor! Bu kriz karşısında sağlıklı bir açıklama yapılmayarak üretici belirsiz bir ortama sürükleniyor! Ve asıl önemlisi kamu adına yapılan ithalatlarla ilgili veriler nedense ‘kamuoyundan’ saklanıyor! (Sanki birileri ‘fotoğrafın’ görülmesini istemiyor!) İşin vahim tarafı ise her ithalatta Türkiye daha da bağımlı hale geliyor!

Pekâlâ, sizce bunlar bir rastlantı olabilir mi?

Kaynak: Milli Gazete
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Ekm 15, 2017 10:09 pm tarihinde değiştirildi, toplam 9 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Nis 13, 2017 9:24 pm    Mesaj konusu: TARIM ve HAYVANCILIK MESELEMİZ Alıntıyla Cevap Gönder

YALANLAR VE GERÇEKLER
Ejder Hüseyin ÇETİNKAYA
8 Ekim 2017



Her yalanın bir sonu var ve her gerçeğin de bir gün ortaya çıkmak gibi bir durumu var, tıpkı tarımsal hâsılada Avrupa birincisi olduğumuz yalanı gibi!

Tarım ve hayvancılıkta geldiğimiz son nokta bir çöküştür ki artık bunu yalama basın da açık açık manşetten veriyor. Fakat her olumsuz olayda olduğu gibi tarım ve hayvancılığın çöküşünü de başkalarının üzerine yıkmaya çalışıyorlar! “İyi bir şey olursa ak’tan, kötü bir şey olursa Haktan!” taktiği ile sürekli kötüye giden işlerin içinden sıyrılma çabasındalar!

Her neyse bunların tilki kurnazlıklarını anlatmakla asıl konudan uzaklaşmayalım! Adımlar Dergisi’nde yayımlanan tarım ve hayvancılık yazılarımızı okuyanlar şu ânki sürece nasıl gelindiğini bilir; okumayanların okumasını da konunun bütün olarak değerlendirilmesi bakımından elzem buluyorum!

Yine de kısaca bir kaç cümleyle özetlemek gerekirse…

Ülkemiz, iklimi ve coğrafyası ile meraya dayalı hayvancılığın yapılabileceği dünyadaki nadir ülkelerden bir tanesidir. Gel gelelim meralarımız çeşitli sebeplerle sürekli işgâl edilmekteydi ve artık bu işgâllere, kimsenin itiraz edemeyeceği yasal bir kılıf da uyduruldu! İthal et, ithal saman, ithal arpa, ithal buğday, ithal mısır, ithal fasulye, ithal nohut, ithal mercimek-kara şimşek, yerli üretim şeker pancarı yerine ithal nişasta bazlı şeker ile iflâsın eşiğine getirilen üreticilere bu sene, kuru üzüm, fındık ve bir de tütün üreticilerinin eklendiği bu günlerde, Meclis’te yeni bir torba yasa onaylandı! Haziran ayında “Üretim Reformu Paketi” adı altında Meclis’e getirdikleri bu tasarıdan kamuoyu baskısı üzerine zeytinlikler ve meralarla ilgili “talan” düzenlemelerini çıkarmak zorunda kalan iktidar, gözünü tarım alanlarına dikmekten vazgeçmedi. İktidar daha önce vazgeçtiği “meralarda kamu yararı durumunda otel, endüstri, teknoloji geliştirme, organize sanayi bölgeleri, serbest bölge yapımına izin verilmesine” ilişkin düzenlemeyi Torba Yasa Tasarısı’na ekledi.

Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, “Yedi değil, onyedi kere de olsa bunu yasalaştıracağız” diyerek tarım ve hayvancılığımıza indirilmek istenen bu darbede ısrarlı olduklarını göstermişti! Önceki tasarıda tahsisi değişen meralarda yatırım yapmak isteyenlerden 20 yıllık ot bedeli isteyen kanun maddesi de yeni geçen bu yasada yerini almadı üstelik!

15 yıllık AKP iktidarı döneminde 866 bin hektar tarım alanı yok olurken, hayvancılığın olmazsa olmazı onbinlerce hektar meralarımız da ya işgâl edildi ya da orman yapılarak minimum otuz yıl süre ile ağaç cinsine göre hayvanların otlatılmasına yasak edildi! Yani, hali hazırda hayvanların otlatıldığı bu ormanlar kesildikten sonra yeniden ağaç dikimi yapıldığında hayvan otlatılmasına kapatılıyor.

İşin garibi tüm bunlara rağmen, mülteci konumundaki Suriye’lilere tarım yapmaları için toprak tahsis etmeye çalışırken bir yandan da Sudan’da toprak kiralayıp tarım yapmak istemenin sebebini anlamak mümkün değil!

Hatay, Şanlıurfa ve Diyarbakır’da mera kiralayıp hayvancılık yapan veya tarımsal faaliyetleri bulunan bazı Arap ülkelerine ait firmaların da orijin itibariyle İsrail’e ait olduğu bölge insanları arasında bilinen bir durum iken iktidarın tarım topraklarımızın İsrail’in kontrolüne geçmesine seyirci kalması da manidar!

Hâl böyle olunca tarım ve hayvancılıkta çöküş diye atılan manşetlerin yerine, “tarım ve hayvancılıkta bağımsızlığımızı kaybettik!” manşetlerini görmek içten bile değil! İthal etmediğimiz belli başlı gıdalar arasında bir zeytin ve yağı var; umarım Yunana, “komşu bize zeytin ve yağ ver” demek zorunda bırakılmayız!

Tarım ve hayvancılığın yanlış veya popülist politikalar sonucu oluşan mevcut sosyal ve ekonomik sorunların çözümü için yetiştiriciler çeşitli taleplerde bulunurken, mevcut sorunlara yeni sorunlar eklenmesi herhalde milli tarım politikası ile falan izah edilemez! Sorun üzerine sorun eklene dursun, geçimini zar zor sağlamaya çalışan tüketiciler de büyük bir ekonomik yükü omuzlarında taşırken, sağlıklı ve ucuz bir gıdaya ulaşma hayali artık başka bir bahara kaldı, şimdi maalesef yaşadığımız hazan!..

kaynak: Adımlar Dergisi

FINDIK DÂVASI, VATAN DÂVASIDIR
A. Bâki AYTEMİZ
13 Eylül 2017

– I –

Fındık, tabiri caizse Karadeniz insanın her şeyidir; fındıkla evlenir, fındıkla evinin geçimini sağlar, çocuğunu fındıkla büyütür, çocuğunu fındıkla okutur ve yaşı geldiğinde kendisi nasıl fındıkla evlendiyse yine kendi çocuğunu da fındıkla evlendirir. Hayat fındık üzerine kuruludur Karadeniz’de…

Fındık hayatın kendisidir adeta ve bundan dolayı da sözlü edebiyattan yazılı edebiyata kadar kendisine türkülerde, şarkılarda, destanlarda, bilmecelerde, oyunlarda yemeklerde yer etmiştir.

Dr. Mustafa Duman, “Fındık Kitabı -Türk Kültüründe Fındık-” adlı kitabının önsözünde şöyle der (yazı dizimizin bu bölümünde fındıkla ilgili olarak aşağıda vereceğimiz bilgilerin tamamı mezkur kitaptan yaptığımız seçmelerdir):

“Dünya fındık üretiminin dörtte üçü Türkiye’ de gerçekleştirilmektedir. Özellikle Orta ve Doğu Karadeniz bölgemizin büyük bir bölümünde fındık ziraati yapılmaktadır. Fındık bu yöre insanlarının çok önemli bir geçim kaynağı olduğu gibi, ülkemizin ihraç ürünleri arasında da önemli bir yere sahiptir.

Fındık ağacı ve meyvası, fındık ürünleri, fındık ziraati ve hasadı sırasında kullanılan aletler, fındıktan yapılan çeşitli yiyecekler ve fındıkla yapılan yemekler çevresinde geniş bir halk kültürü oluşmuştur.”

Fındık Karadeniz’in Kadim Meyvesidir

“Fındık, antik çağdan beri bilinen, yiyecek ve ilaç olarak kullanılan bir meyvadır. Dünyadaki yabani fındık türleri 30-40. kuzey paralel daireleri arasındaki memleketlerde yetişmektedir. Kültür fındığı dediğimiz ehilleştirilmiş fındık türleinin anavatanı, bugünkü bilgilerimize göre, Anadolu’ dur. Buradan Yunanistan’a, İtalya’ya, İspanya’ya ve diğer ülkelere yayılmıştır.

Türkiye’ de, dünya fındık üretiminin yüzde yetmişi gerçekleştirilmektedir. Kabuklu ve kabuksuz iç fındık günümüze kadar en önemli ihraç ürünlerimiz arasında yer almıştır. Fındığın birinci derecede yetiştirildiği yerler, Doğu ve Orta Karadeniz Bölgesi’ndeki Giresun, Trabzon, Ordu ve Samsun illeridir. İkinci derecede fındık üretim yerleri ise, Batı Karadeniz Bölgesi’ndeki bazı il ve ilçelerle İzmit ve Bursa’dır.”

“Doğu Karadeniz Bölgesi’nin endemik ve kültür meyvası olan fındık, antik çağdan beri bilinip, gıda maddesi ve bazen de ilaç olarak tüketilmiştir. Yunan mitolojisinde fındığın adı geçtiği gibi Hermes’in asasının fındık ağacından olduğu söylenir. Phyllis, fındık ağaçlarını çok sever. Gök tanrısı Zeus’un gazabına uğrayan yarı tanrı Tantalus’un efsanesinde fındıktan söz edilir. Buna göre, Tantalus suya batırılır ve yanında fındık ağaçları vardır. Su içmek veya fındık dallarından meyva toplamak istedikçe her ikisi de ondan uzaklaşmaktadır. Ve bu yüzden aç ve susuz kalır.”

Fındık Adı Nereden Geliyor?

“Fındık sözcüğü, Antik Çağda Karadeniz’in adı olan “Pont Exinus”tan türetilen “pontik” sözcüğünden meydana gelmiştir. Plinus da, Pontos kıyılarından getirildiği için, fındığa “Pontos cevizi” yani “nux pontika” denildiğini kaydetmiştir. Herodot, Azov Denizi kuzeyinde yaşayan bir İskit kabilesinin, fasulye büyüklüğünde, sert kabuklu, “pontikum” denilen bir meyva ile beslendiğini yazmıştır. Bu meyvanın, bezler arasında sıkıştırılarak yağının alındığını ve posasından da ekmek yapıldığını anlatmıştır.

Fındık, Akdeniz, Ortadoğu ve Avrupa ülkelerine, Doğu Karadeniz’den adım da beraber getirerek yayılmıştır. Fındık sözcüğünün Farsçası “fonduk”, Arapçası “bunduk”, Latincesi “nux”, Almancası “haselnuss”, Fransızcası “noisette”, İngilizcesi “hazelnut”, Rumcası “leptokarion”, Ermenicesi “kalin”, Tatarcası “çitlevük”, eski Yunancası “karia pontika”, yeni Yunancası “funduki”, İtalyancası “nucciola”, İspanyolcası “avellana”, Portekizcesi ”avella”, Romencesi ise “aluna”dır.

Divan-ı Lügat-it Türk’te “fındık” kelimesinin karşılığı “kosık”tır. Aynı eserde ‘kosık’ sözcüğünün kadın adı olarak da kullanıldığı belirtilmektedir.

Burhan-ı Katı’ da ise “fındık” la ilgili şu bilgiler verilir: Öpücük vermekten gelen “Bınduk”, “fındık” manasındadır ki maruf yemiştir. Fındık, incir ve sedef ile karıştırılırsa zehirlenmelere karşı kullanılır. Balla karıştırılırsa öksürüğü önler. Akrep fındık olan yerde durmaz.

Molla Salih, kısa adı Lügat-it Türkiye, olan eserinde “fındık” karşılığı “funduk” sözcüğünü kullanmaktadır.

Ortaasya Türkî Cumhuriyetlerinde ise fındık karşılığı olarak Azerice’de “fındıg”, Başkurtça’ da “funduk”, Kazakça’da “mayda janğak”, Kırgzcada “funduk”, Özbekçede “yeryanğak”, Tatarcada “funduk” ya da “çitlevük”, Türkmencede “pıntık”, Uygurcada “pintik” sözcükleri kullanılmaktadır.

Yukarıdaki bilgilerin ışığında incelenince fındık kültürünün Türkler arasında yayılmasının üç devre içerisinde olduğu anlaşılır:

Birinci devre, Türklerin Ortaasya’da oldukları devredir. Orada fındığa “kosık” ya da ” kosuk” deniliyordu.

İkinci devre, Batı Türklerinin fındık için “çetlevük” sözünü kullandıkları devredir. Çetlevük sözünün Türkçe oluşu ve bugün bile Anadolu’da kullanılır olması, “kosık” kelimesinden de eski olabileceğini düşündürmektedir. Batı Türklerinden Kıpçaklar ve Kumanlar da fındığa “şetlevük”, “çatlevük”, “çatlavuk” demektedirler. Ortaasya Çağatay Türkleri arasında ise fındık “çatlağuç”, “çatlakuç” olarak adlandırılmaktadır.

Üçüncü devrede ise, Anadolu Türkleri fındığı, Arap etkisi ile ”bunduk” ve bundan değiştirerek “fındık” şeklinde adlandırmışlardır. Anadolu Beyliklerinden kalan yazmalarda “bunduk” şeklinde geçmektedir. “Fındık” şeklini alması daha sonra olmuştur. Aynı zamanda fındık, Anadolu Türkleri arasında “çetlevük” olarak da adlandırılmıştır.”

Tevrat’ta Fındık

“Kitab-ı Muaddes’te, Tekvin bölümünün 30. babında, Yakup’un payına düşen koyun ve diğer hayvanların nasıl benekli, çizgili ve noktalı oldukları olayı şöyle anlatılır:

” … Ve Yakup kendi için kavak ve badem ve çınar ağaçlarından taze çubuklar aldı ve Üzerlerindeki ak rengi meydana çıkararak çizgiler yaptı. Ve kabuğunu soymuş olduğu çubuklan sürülerin içmek için geldikleri oluklara, su teknelerine, sürünün önüne koydu ve içmek için geldikleri zaman kızışırlardı. Ve çubukların önünde kızışırlardı ve sürüler çizgili, noktalı ve benekli doğururlardı.”

Kemal Peker, Fındık adlı kitabında, Tevrat’taki bu bölümün eski çevirilerinde, özellikle Hasting Sözlüğü ve Codex Cumanicus’un Venedik’te, San Marko Kilisesi’nde saklanan orijinal nüshasında “badem” yerine “fındık” sözcüğünün geçtiğini bildirmektedir.”

Dede Korkut’ta Fındık

Dede Korkut Hikâyelerinin Gümüşhâne anlatımında, Bay Böğrek, kendisini düştüğü zor durumdan kurtarıp Akkavak Kızı’na götürürse, atı Bengiboz’a, kendisini fındıkla besleyeceğini söyler.

Eski Çin Kaynaklaında Fındık

1954 yılında tercüme edilen bir belgeye göre, milattan 2838 yıl önce yazılan bir metinde fındıktan söz edilmektedir. Fındığın, Tanrı’nın insanlara ihsan eylediği eş kutsal meyveden birisi olduğu bildirilmektedir.

Herodot Taihi’nde Fındık

“Antik Çağ’ın büyük tarihçisi Herodotos (M.Ö: 490-45), Herodot Tarihi olarak adlandırılan eserinin dördüncü kitabında fındıktan söz eder.

İskitleri anlattığı bölümün sonunda, Kafkasların ötesinde, Hazar Denizi’nin kuzeyinde yaşayan bir halkı anlatırken şöyle yazar:

“…İskitler gibi giyinirler. Ağaçlardan topladıkları yemişlerle beslenirler. Yağ çıkardıkları ağaca fındık ağacı derler. Aşağı yukarı incir ağacı büyüklüğünde olur. Bakla iriliğinde yemiş verir. Çekirdekli bir yemiştir bu. Bu yemiş olgunlaşınca bez içinde ezip özünü süzerler. Koyu ve siyah bir öz akar. Bu akan sıvıya ‘askhü’ derler. Zevkle içerler. Sütle karıştırıp öyle de içerler. Tortusu yapışkan bir macun kıvamında olur. Bundan da çörekler yapıp saklarlar. Zira bu ulusun sürüleri azdır, çünkü otlakları fakirdir. Her biri bir ağaç altında yatar. Kış geldi mi ağacın çevresine, çadır gibi, beyaz yünden bir örtü gerilir. Yazın örtüyü kaldırırlar. Bu halklara kimse zarar vermez, kutsal sayılırlar. Savaş için silahları yoktur. Komşularında bir anlaşmazlık çıksa yargıç olarak onlara başvurulur ve eğer birisi, kendi yurdundan kaçıp onlara sığınsa, ona artık kimse dokunamaz. Bunlara Argipeia’lar derler.”

Herdotos, fındığın, Karadeniz’in doğusunda yetiştirildiğini yazarken, Antik Çağ’ da fındığın yağının nasıl çıkarıldığını da tarif ediyor. Fındık içlerinin bir torbaya konulup sıkılmasıyla fındık yağı elde edilmesi, günümüzde, kırsal kesimde zeytinden ve fındıktan yağ elde edilmesinde kullanılan usullere benzemektedir.”

Uygur Destanı’nda Fındık

“Çin rivayetinde “Tuğla ve Selenga ırmakları arasında, bir ağacın üzerine gökten inen bir mavi ışıktan sonra, ağacın içinden çıkan beş çocuk Uygurlar tarafından kutsal bilindi” şeklinde başlayan destan İran rivayetinde “Tuğla ve Selenga ırmaklarının birleştiği yede, bir kayın ve fındık ağacı arasında bulunan bir dağ kabardı ve yarıldı. İçinden beş çocuk çıktı” şeklinde başlamaktadır. İran rivayeti 13. yüzyılda yaşayan Cüveyni’nin Tarih-i Cihan-küşa adlı eserinde bulunmaktadır. Buradaki metinden, fındık ağacının Uygurlar tarafından da bilindiği, hatta kutsal ağaçlardan sayıldığı anlaşılmaktadır.”

Vergilius’ta Fındık

Tanınmış Latin şairi Publius Vergilius Mano ( M.Ö. 70-19), doğa şiirleri söylemiştir. Özellikle Çoban Türküleri ya da Sığırtmaç Türküleri olarak dilimize çevrilen şiirlerinde, doğayı, doğadaki hayvanları ve bitkileri anlatmıştır. Bu arada zaman zaman sözü fındık ağacına ve meyvası olan fındığa da getirmiştir. Onun şiirlerinden fındığın mitolojide de yer aldığını öğreniyoruz. Vergilius’un şiirlerinde fındıktan söz eden dizeler İ. Zeki Eyuboğlu’nun çevirisi ile şöyledir:

Türküden bir bölüm:
“Keçilerimi güçlükle otlatıyorum

Durmuyorum güdüyorum

Bak ey Tityrus işte bak onlardan biri

Şimdi doğurmuş fındıkların arasında

Bırakmış ikiz yavrularını.”

Kitapta yer alan V. türküden bir bölüm:

“Yok olmuş artık Daphnis, Nymphalar

Onun yürekler acısı ölümüne ağlamışlar

Almışken oğlunun yürek doğrayan

İçler yakan ölüsünü kollarına

Kucaklamışken anası

Acınırken yakınırken Tanrılara, yıldızlara

Siz fındıklar siz ırmaklar

Tanık olmuştunuz Nymphalara … “

Kitapta yer alan VII. türküden bir bölüm:

“Fındıkları Phyllis sever

Evet bunları sevdikçe Phyllis

Ne mersinden aşağı kalır fındıklar

Ne de Phoebos’un defnelerinden

Görünmez gözüne başkası.”

Birinci türküde, yerinden yurdundan sürülen Romalı Meliboeus, keçilerini otlatırken karşılaştığı, kendisi gibi sürgün Tityrus’la söyleşir. Beşinci türküde, bazı mitolojik olaylar anlatılır. Bu şiirde adı geçen Nymphalar, kırların, pınarların koruyucuları tanrıçalardır. Daphnis ise Sicilyalı bir çobandır. Çoban türkülerinin bulucusu olarak bilinir. Yedinci türküde adı geçen Phyllis, Trakyalı Kral Sithon’un kızıdır. Sevgilisi Demophon söz verdiği zaman geri dönmeyince Phyllis intihar etti ve yapraksız bir badem ağacına dönüştü. Sevgilisi Demophon onu kucakladığında yaprakları yeşerirdi. Şiirde adı geçen Phebos, Apollon’dur.”

Selçuklular ve Osmanlı Döneminde Fındık

“Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi’nin 2. cildinde fındıktan söz eder. Mevlana, anlattığı bir hikâyede, Padişah’ın doğanı, mancınıkla, fındık büyüklüğünde yakıcı kurşun parçaları atabileceğini söylemektedir. Bu bölümün Veled Çelebi tarafından yapılan çevirisi şöyledir:

Tut ki zayıflıkta Ebabilim, tut ki düşmanlarımın her biri bir fildir.

Bir fındık kadar, fakat yakıcı kurşun atarım, kurşunum yüzlerce mancınık derecesinde tesir eder.”

Fındık konusunda eski kaynaklarda bir hayli belge ve bilgi vardır.

– II –

14 Eylül 2017

Yazımızın dünkü ilk bölümünde, fındığın tarihçesi, kültürümüz ve dünya kültüründeki yeri, etimolojisi gibi çeşitli detaylara dair bilgiler vermiştik.

Bu gün artık doğrudan doğruya sıcak meseleye, haftalardır gündemi meşgûl eden, fındık üreticisini tâ can evinden vuran ve protestolarına sebep fındık fiyatlarına gireceğiz.

Şimdi, fındık üreticisinin durumunun vehametini anlayabilmek için, kendisi de küçük çaplı da olsa fındık üretimi yapan Yahya Ekşi ağabeyimizden aldığımız bilgileri sizlerle paylaşalım…

Sayın Yahya Ekşi’nin kendi tabiriyle 300 ocak fındığı varmış. Bundan da taş çatlasa bir ton ürün elde edebiliyormuş. Ortalaması 600-800 kg… Bölgesindeki fındık üreticilerinin ise ortalama bin ocak fındıklığı varmış ve bu üreticilerimizin tek gelir kaynağı da fındıkmış. Hadi de ki, bu bin ocaktan 2,5 ton fındık elde ettiler. Hani bunu devletin verdiği fiyat olan 10 TL’ye satmalarına imkân yok ama, diyelim ki sattılar ve ellerine geçecek olan 25 bin lira. Devletin fındık için kilogram başına açıkladığı üretim maliyeti 8,5 TL. Yani devletin kendi açıkladığı rakamlarla ortalama bir fındık üreticisinin bu sene eline geçecek olan para en fazla 25 bin lira olurken, üretim maliyeti 20 bin liradan aşağı değil. Geriye kalıyor 5 bin lira… Şimdi çiftçi bu para ile karnını mı doyursun, evinin bakımını mı yaptırsın, çoluk çocuğunu mu okutsun, üstüne giyecek mi alsın, elektrik, su, telefon faturalarını mı ödesin; ne yapsın?

Geçtiğimiz sene 13-14 bin liradan satılan, hatta önceki senelerde 20 bin liraya kadar fiyatı yükselen fındığa ne oldu da bu gün tüccar ancak 8-8,75 liraya alıyor, yani maliyetine satılabiliyor?

Tüccarın 8-8,75 lira arası fiyat vermesinin tek sebebi, Tarım Bakanı’nın, AKP hükümetinin açıkladığı 10 liralık fiyattır.

Bunu en başa bir kere yazalım. Bakanlık 10 lira fiyat açıklarsa, tüccarın vereceği fiyat da ancak bu kadar olur.

Devlet, fındığın üretim maliyet fiyatını kilogram başına 8,75 lira olarak açıklamışken, bunu bildikleri hâlde 10 lira alım fiyatı açıklamaları, çiftçiye karşı alınmış açık bir cephedir.

Peki, çiftçi ürününü düşük ücrete satmaya mecbur bırakılırken, bundan kazançlı çıkan kimlerdir?

Bundan kazançlı çıkan, Avrupa’nın, Batı’nın çikolata ve fındık kreması üreten fabrikatörleri…

Evet, fındık pahalı bir ürün ve dünyada herkes bunu yiyemiyor, fındıktan yapılan mamülleri, gelir seviyeleri yüksek olduğundan daha çok Avrupalı-Batılı tüketici satın alabiliyor. Ama fındık fiyatlarının düşmüş olması ile içinde fındık olan bir çikolatanın fiyatı düşmeyecek, bir fındık kremasının fiyatı düşmeyecek, yani bu mamülleri üreten şirketler, fındığı ucuza aldık diye kendi ürettikleri malların fiyatlarını da düşürmeyecekler. Fındığı ucuz alıyor olmaktan dolayı kendileri daha çok kazanacak. Türk fındık üreticileri de bu fabrikatörler için kölelik yapmak durumunda bırakılmış oluyorlar. Türk fındık üreticisi kölelikten daha beter şartlarda çalıştırılırken, dünya üzerindeki üç-beş fındık alıcısının servetine servet katılmış olunacak.

EVET;

FINDIK DÂVASI, VATAN DÂVASIDIR!

Türk çiftçisinin emeğinin, alın terinin, ümitlerinin, direncinin emperyalizmaya peşkeş çekilmesi ile karşı karşıyayız.

Emperyalizm artık soygun için istilâya, silâhlı işgâle gerek duymamakta; içeriden devşirdiği işbirlikçileri eliyle, istediklerini yaptırıyor olduktan sonra, istilâ hem riskli hem de masraflı bir iş.

Türk çiftçisi büyük bir emperyalist taarruzla karşı karşıya ve savunmasız bırakılmıştır. Milyonlarca üretici, bütün bir bölge insanı ve bütün bir Anadolu hedef tahtasına oturtulmuştur. Çiftçinin köyüne, toprağına önce küsmesi, sonra da köyünü boşaltıp toprağından uzaklaştırılması, toprağın sahipsizleştirilmesi sinsi plânı adım adım yürütülmektedir.

“Bunun düzeleceğine inanıyorum. İnsanlar rahat olsun. Bizim verdiğimiz söz, sözdür. Hiç kimse aceleye falan gelmesin, telaşa kapılmasın. Biz ne fiyat vermişsek TMO onu alacak, ben bu sözü veriyorum” diyen Tarım Bakanı Fakıbaba, zaten meselenin kendilerinin açıkladığı fındık fiyatı olduğunun farkında değil mi?

Yani alım fiyatını tartışmaya bile gerek yok ama, açıklanan 10 lira fiyat, 50 randıman fındık için. Üreticinin ürettiği fındığın ne kadarı bu evsafta ki? Dolayısıyla TMO açıklanan 10 lirayı da vermeyecek zaten. Bir de millet niçin fındığı TMO’ya değil de tüccara vermek zorunda kalıyor Sayın Fakıbaba? Yani açıkladığınız fiyat madem o kadar tamah bir şey de üretici TMO yerine niçin tüccara veriyor fındığını? Bunun cevabını siz biliyor musunuz?

Fakıbaba’nın bu açıklaması üretici ile alay etmekten başka nasıl açıklanabilir?

İnsanlar rahat olsunlarmış, verdikleri sözü tutacaklar, 10 liraya fındığı alacaklarmış…

İnsanların, sizin verdiğiniz bu sözden, sizin açıkladığınız fiyattan rahatsız olduğunun farkında değil misiniz de böyle bir açıklama yapabiliyorsunuz?

Sizin açıkladığınız fiyatların, üreticiyi uluslar arası sermayeye peşkeş çekmekten başka bir şey olmadığından dolayı insanlar rahatsız. Rahatsızlığın kaynağı bizzat sizsiniz Sayın Fakıbaba; sizin açıkladığınız fiyat.

Siz fiyat açıklarken asgarî açlık sınırı, asgarî geçim standardını hesaba katmadan nasıl oluyor da böyle bir açıklama yapabiliyorsunuz? Üretici hiç değilse, bu seneki fiyatların da geçen seneki fiyat olan 13-14 lira seviyesinde olacağını beklerken, siz açıkladığınız bu fiyatla üreticinin kazancının yarıya yakınını cebinden alıp emperyalistlerin cebine aktarmış oldunuz.

Aç bıraktığınız, borçlarını ödeyemez hâle getirdiğiniz çiftçi, aç kalmamak ve borçlarını ödeyebilmek için toprağını satıp büyük şehre mi göç etsin?

Fındık üreticisi bu açıklanan fiyatlar için, “alın başınıza çalın” diyerek ağaçlarını kesiyor, bilmem farkında mısınız?

Bir ân önce yapılması gereken, yapılan bu hadsizlikten dolayı çiftçiden özür dileyip çiftçinin aç ve açık kalmamasını sağlayacak yeni fiyatları açıklamak olacaktır.

Lâfla karın doymuyor Sayın Fakıbaba!

Fındık kabuğunda bir İSYAN yeşeriyor, bunu görün!

Kaynak: Adımlar dergisi

Kılıçdaroğlu 'Fındık İçin Adalet' mitinginde: Birileri kazanıyor, kaybeden çiftçi oluyor
20 Eylül 2017



Ordu’dan başlayan ‘Fındık İçin Yürüyoruz’ etkinliği Giresun’da sona erdi. Buradaki mitingde Kılıçdaroğlu, 6 maddelik çözüm paketi sundu

“Fındık İçin Yürüyoruz” yürüyüşünün ardından düzenlenen mitingde konuşan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 6 maddelik çözüm paketini açıkladı. Kılıçdaroğlu, “Namus sözü veriyorum; Sizin hakkınızın savunmazsam sonuna kadar yediğim ekmek bana haram olsun. Fındık üreticisine gelince para yok ama Marmaris’te 350 odalı yazlık saray inşa ediliyor. Nerede bir sorun varsa çözüm adresi CHP’dir” diye konuştu. Giresun Meydanı’nda düzenlenen mitingde konuşan Kılıçdaroğlu, “Alın terinize her ortamda saygı duydum. Alın terine saygı duymayı öğreten kişi rahmetli Bülent Ecevit’tir. Emek demiştir, ekmek demiştir, iş demiştir, aş demiştir. Ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen demiştir. İnsanca ve hakça bir düzeni bu ülkeye getireceğiz. Görüşü, inancı, kimliği ne olursa olsun 80 milyonu kucaklayacağız. Türkiye’ye beraberliği, birliği, huzuru hep beraber getireceğiz” dedi. Fındığın 500 bin ailenin gelir kaynağı olduğunu belirten Kılıçdaroğlu, “Fındık tarım ihracatında bir numaradır. Milyarlarca dolar fındık ihracatından para kazanıyoruz. Peki bu fındığı eken üreticiye ne veriyoruz? Alın terinin karşılığını veriyor muyuz? Emeğinin karşılığını veriyor muyuz? Fındık 10 Ekim 1935’ten beri stratejik üründür. Hükümet fındıkta istikrarı sağlamalı” ifadesini kullandı. “Çifçiye vereceğiz ama elde yok diyorlar. İnanıyor musunuz olmadığına?” diyen Kılıçdaroğlu, sözlerini şöyle sürdüdü: “Suriyelilere 30 milyar dolar harcadık. Onlar birinci sınıf vatandaş oldu. Karadeniz’dekiler ikinci sınıf vatandaş. Geldiklerinde söyleyin bunu. Bunun hesabını Karadenizli sormak zorunda. Bunun hesabını soracak mısınız? Bunun sandıkta hesabını soracak mısınız? FETÖ’ye ne diyorlardı, ‘Ne istediniz de vermedik?’ Bir kez bu çiftçinin hakkını ver. Demokrasilerde hesap sandıkta sorulur. Oturdular masaya İmralı’da, Oslo’da, Habur’da. Hiç dediler mi çiftçilerle bir masaya oturalım, geldiler mi, hayır. Namus sözü veriyorum; sizin hakkınızı savunmazsam sonuna kadar yediğim ekmek bana haram olsun. Fındık üreticisine gelince para yok ama Marmaris’te 350 odalı yazlık saray inşa ediliyor. Bir şeyi değiştereceğiz, eski algıları değiştireceğiz. Nerede bir sorun varsa çözüm adresi CHP’dir. Fındık, üzüm üreticisinin sorunlarını çözeceğiz. Elin oğlu çözüyor da biz mi çözemeyeceğiz. ” Kılıçdaroğlu 6 maddelik çözüm paketini şöyle açıkladı:

1. Fiskobirliği, en görkemli, en şaşaalı hale getireceğiz. Bu kuruma siyaset bulaşmayacak. Ürün alımı, ihracatı burası yapacak.

2. Yürürlükte Fındık Kanunu var. Fakat bu kanun düzgün değil. Yeniden oturup fındık kanunu çıkaracağız. Hep beraber ortak akılla fındık kanunu çıkaracağız.

3. Fındık İhtisas Borsası kuracağız. Fındığın fiyatı bu ülkede belirlenecek. Fındığın nasıl ihraç edileceğine biz karar vereceğiz.

4. Fındığı biz alıyoruz. Fındık olarak ihraç ediyoruz. Fındık AR-GE merkezi kurmak zorundayız. Fındığı bizden alıyorlar işleyip geri satıyorlar. Fındık bizde, üretici bizde, imkan da bizde. Biz niye yapmıyoruz? Niye biz para kazanmıyoruz?

5. Fındık ekim alanları. Bu coğrafya fındık ekiyor. Düz alanda fındık üretirseniz buradaki insanın alın terini çalmış olursunuz. Karadeniz’in fındığına başka birisini ortak etmeyelim.

6. Fındık ağaçları yaşlandı. Fındık ağaçlarını gençleştireceğiz. Gençleştirirken fındık üreticisinin gelirini düşürmeyeceğiz. Ona uygun teşvik getireceğiz.
Cumhuriyet

İTHAL ET VE HUBUBAT EKONOMİYİ BÜSBÜTÜN BİTİRİR
Hüseyin ÇETİNKAYA
3 Ağustos 2017

29 Temmuz 2017 Tarihli ve 30138 Sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu kararı, buğday, arpa, mısır, pirinç, et ve canlı büyükbaş, küçükbaş ithalatınında gümrük vergilerini 31/12/2018 tarihine kadar sıfırladı.

Hububat hasat zamanına sayılı günler kala ithal hububatta vergi indirimine giden AKP hükümeti, ilaveten Kurban Bayramının arefesinde de, canlı hayvan ve et ithalatı için düğmeye basarak, Türk tarım ve hayvancılığını bitirilmesi anlamına gelen büyük bir yanlış politikaya daha imza attı.

Tüketici bunu kısa vadede kendi kesesi için kâr gibi görse de, esasta ülke ekonomisi üstündeki etkisi azdırıcı olacaktır. Kendi üreticisi için vergiden düşmeyenler, ithalattan para kıran şirketler için vergi indirimine giderek, fiyatların düşmesini değil, sadece o ithalat şirketinin daha çok kazanmasın ı sağlayacaktır. Bunların kaçı AKP’li şirket; incelenmeli. Tabii bunun üstüne gidecek özgür basın kalmadı, hepsi susturuldu.

Yerli üreticinin üstündeki yükü almadan ithal et ve ithal hububatla ucuzluk sağlanmaz. Göreceksiniz ki, vatandaşa kısa vadede çok bir artısı olmayacağı gibi, uzun vadede ülke ekonomisine etkisi daha kötü yansıyacaktır.

Alınan kararın detaylarına bir göz atalım:

Hayvancılıkta Et ve Süt kurumuna sıfır gümrükle ithalat yetkisi verildi. Et ve Süt kurumunun yıl sonuna kadar kullanacağı ithalat kontenjanı ise;

-Canlı Büyükbaş Hayvanlar 500.000 baş.

-Canlı Koyun ve Keçiler 475.000 baş.

-Büyükbaş Hayvanların eti 75.000 ton

-Çeyrek Karkas 20.000 ton

Bitkisel Ürünlerde ise Toprak Mahsülleri Ofisine (TMO) yıl sonuna kadar buğday, arpa, mısır, pirinç yetkisi verildi. İşte yıl sonuna kadar verilen sıfır gümrükle verilen ithalat rakamları;

-Buğday ve mahlut 750.000 ton

-Arpa 700.000 ton

-Mısır 700.000 ton

-Pirinç 100.000 ton yetki verildi.

AKP iktidarı ile başlayan, 2009 yılında tam olarak patlak verip bugüne kadar devam eden tarım ve hayvancılıktaki kriz neden bir türlü çözülemiyor veya çözülmesine izin verilmiyor? Sürekli ithalat ile günü kurtarmaya çalışan iktidar her ithal ettiği ürün ile çiftçisini bitiriyor.

Eski Tarım Bakanı Faruk Çelik’in ayağını kaydıran rantçı çeteler çiçeği burnunda yeni bakanın da etrafını sarmış durumda. Sadece bakan değişikliği ile üreticinin ve tüketicinin gazını almakla yetinen AKP hükümeti neden bu durumu görmezlikten geliyor? Eski bakan öcü, yeni bakan cici! Tüm olumsuzlukları eski bakana yüklenip aradan sıyrılmaya bakıyorlar.

Şu saatten sonra Tarım Bakanı kim olursa olsun, AKP hükümeti yanlış tarım politikalarından vazgeçip, bakanlıktaki danışman ve müsteşarların lobicilerle olan çıkar ilişkileri meydana çıkarılmazsa, on yıla kalmaz, Türkiye tamamen tarımda ve gıdada dışa bağımlı olur. Böyle devam edilirse, bir savaş durumunda, kuraklık veya muhtemel afetlerde uzun süre dayanacak stokumuz ve yeterli üretimimiz olmayacağı için açlıktan ölürüz!

İcra edilen politikalara bakılırsa, istenilen de bu olmalı. Bir kaleyi kolay düşürebilmenin en etkili yolu kaleyi muhafaza edenleri aç bırakmak… Velhasıl, yetiştiriciler, çok büyük maliyet ve zorluklarla kurbana hazırladığı hayvanlarını bu yanlış ve zamansız ithalat ile zararına satarsa, pek yakında etin kilosunu 50 liraya da bulamaz kimse. Gübreyi dolar üzerinden, mazotu 5 lira sınırından alıp, borç batağından kurtulmak için toprağını yabancıların sahip olduğu bankalara ipotek eden çiftçimiz, bir daha ekim yapamaz, ekmeği bulamayız. Tüketicinin alım gücü sürekli düşerken, tarımsal üretimde de durma noktasına gelinirse asıl işin içinden o zaman çıkılmaz!

İthalatta vergi indirimine gidip, yerli üreticiyi bitireceğinize, gübrenin dolar üstünden satışını yasaklayın, çiftçinin mazotundan vergi almayın, hayvan yemlerini ucuzlatın, bu şekilde ucuzluk sağlayın. Bu işler referandum zamanı hamasi cümleler kurup, portakal bıçaklayıp, Hollanda ineği kestirmekle olmuyor! Lafla pilav pişmiyor beyler; bulgur lazım yağ lazım bir de pişirecek usta lazım!

ADIMLAR Dergisi

Ziraat Odaları Başkanı: Toprak mahsulleri ofisi acilen devreye girmeli
10 Temmuz 2017


"TMO çiftçinin dostu olduğunu göstermeli"

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, "Toprak Mahsülleri Ofisi (TMO) acilen devreye girmeli, çiftçinin dostu olduğunu göstermeli, enflasyon farkı, üretici karı ve refah payını dikkate alan bir müdahale alım fiyatı açıklamalı" dedi.

Bayraktar, Anadolu'nun en önemli ürününün buğday olduğunu ve 2017 yılında 21.8 milyon ton buğday üretileceğini söyleyerek 2016 yılında üretim değeri dolar bazında 5.7 milyar doları bulan buğdayda, ihracat gelirimiz de buğday ve buğday ürünleri bazında 2.5 milyar doları aşıyor" şeklinde konuştu.

Şemsi Bayraktar, yaptığı açıklamada, buğdayda hasadın ülke genelinde yoğunlaştığını, yörelere göre hasadın Ağustos ayının sonuna kadar devam edeceğini belirtti. Anavatanı Anadolu olan buğdayın, binlerce yıldır bu toprakların en önemli ürünü olmayı sürdürdüğünü vurgulayan Bayraktar, Anadolu'da 'buğday ile koyun, gerisi oyun' denildiğini hatırlattı.

Birinci tahmin verilerine göre buğday üretiminin 21.8 milyon tonu bulacağını bildiren Bayraktar, "Geçen yıl 20.6 milyon ton buğday üretmiştik. Bu yıl yüzde 5.8?lik artışla 21.8 milyon tonluk üretim miktarını yakalayabiliriz" dedi.

Müdahale alım fiyatı

Buğdayda diğer önemli bir konunun da müdahale alım fiyatı olduğunu vurgulayan Bayraktar, şunları söyledi:

"Milyonlarca çiftçimiz, buğday ve arpadan geçimini sağlıyor. Buğday kadar önemli bir ürün kendi haline bırakılamaz. Toprak Mahsülleri Ofisi (TMO) acilen devreye girmeli, çiftçinin dostu olduğunu göstermeli, enflasyon farkı, üretici karı ve refah payını dikkate alan bir müdahale alım fiyatı açıklamalı, üreticinin alın terinin karşılığını vermelidir. Hazine de TMO'nun finansman ihtiyacını hızlı bir şekilde karşılamalı, Ofis'in elini güçlendirmelidir. Hedefimiz kaliteli buğday üretmek ve üretimi 30 milyon tona çıkarmaktır. Buğdayda kalite ürün açığımızı kapatmak ve buğday ürünü ihraç edebilmek için 2016 yılında 4 milyon 226 bin ton buğday ithal ettik. Bu ithalata 892.4 milyon dolar ödedik. Buna karşın buğday ve buğday ürünleri ihracatımız 2.5 milyar doları aştı ama sadece buğday bazında rakamlara bakıldığında 11.4 milyon dolarlık 26.5 bin ton buğday ihracatı yapabildik. Artık buğday ithal etmek istemiyoruz. Üretimi 30 milyon tona çıkarmak, ihracat için gerekli buğdayı da biz karşılamak istiyoruz. Bunun için kaliteli ve sertifikalı tohuma ucuz fiyattan ulaşmalı, ucuz gübre ve ucuz mazot kullanmalıyız. Ürün fiyatları da alın terinin karşılığını alacak düzeyde olmalıdır. Bunları yaparsak buğdaydaki üretim hedeflerimize ulaşırız. Biz üreticimizin üretme hevesini kırmazsak üreticimiz tarlasında kalacak ve ülkemizin ihtiyacı olan hububat üretimini karşılayacaktır."

1 milyondan fazla çiftçinin geçim kaynağı

Buğdayın, üretim hacimleriyle, üretim alanlarıyla, geçimini buğdaydan sağlayan çiftçi sayısıyla ülke tarımının en önemli ürünü olduğunu bildiren Bayraktar, şu bilgileri verdi:

"Tarım yapılabilir 23.8 milyon hektarlık alanın yarıya yakını tahıla, toplam tahıl alanlarının da üçte ikisi buğdaya ayrılıyor. Ülkemizde en yaygın ekilen ürün buğday ve arpadır. Buğday ekimi yapan çiftçi sayımız 1 milyonu aşıyor. 7.7 milyon hektar alanda buğday üretiyoruz. Bu alan Hollanda?nın iki katına yakın. Üretimimiz bu yıl 21.8 milyon tonu bulacak. 2016 yılında üretim değeri 17.2 milyar lirayı, 2016 dolar ortalama kuruyla dolar bazında 5.7 milyar doları bulan buğdayda, ihracat gelirimiz de buğday ve buğday ürünleri bazında 2.5 milyar doları aştı.

Ülkemiz, un, bulgur ihracatında dünya birincisi, makarna ihracatında İtalya'nın ardından ikinci, kek, pasta ve bisküvi ihracatında ise onuncu sırada. 2016 yılında 3.5 milyon ton un ihraç ettik 1 milyar 78.2 milyon dolar döviz geliri elde ettik. 111.8 milyon dolarlık 278 bin ton bulgur ihraç ediyoruz. 40 bin tonluk irmik ihracatından elde ettiğimiz döviz geliri 16.9 milyon doları buluyor. 831 bin tonluk makarna ihraç ediyor ve 422 milyon dolar gelir elde ediyoruz. Pasta, kek, bisküvi ihracatımız 408 bin tonu, ihracat gelirimiz 886.1 milyon doları buluyor. Toplam buğday mamulleri ihracatımız 5 milyon 90 bin ton, ihracat gelirimiz de 2 milyar 515 milyon dolar."

"ABD 5.4, Kanada 4.5, Rusya 4.2 milyar dolarlık buğday ihraç ediyor"

Buğdayın öneminin bilincinde hareket edilmesi gerektiğine dikkati çeken Bayraktar, "1994 yılından bu yana yüzde 21.7 oranında azalarak 9.8 milyon hektardan 2016 yılında 7.7 milyon hektarın altına inen buğday ekim alanlarını yeniden artırmalıyız. Mevcut verimle 1994 yılındaki ekim alanı olan 9.8 milyon hektar alanda üretim yapılsa, hasat edilen buğday en az 6 milyon ton artacaktı. 27.8 milyon ton dolaylarında bir ürün elde edilecekti. ABD, Kanada, Rusya, Avustralya, Fransa buğday ürünleri dışında sadece buğday ihracatından milyarlarca dolar kazanıyor. ABD 5.4, Kanada 4.5, Rusya 4.2, Avustralya 3.6, Fransa 3.4 milyar dolarlık buğday ihraç ediyor. Bu ülkelerin yıllık buğday ihracatları 16 milyon ile 25 milyon ton arasında değişiyor. Türkiye de buğday üretimini, verimi artırarak 30 milyon tona rahatlıkla çıkarabilir. Büyük bir ihracatçı olur" dedi.

Buğdayın sadece tarımda değil, gıda sanayinde de büyük bir ekonomik faaliyet yarattığını belirten Bayraktar, Türkiye'de 677 buğday unu, 103 bulgur, 30 bisküvi, 25 makarna, 15 irmik fabrikası bulunduğunu bilgisini verdi. Buradaki en büyük sorunun kapasite kullanım oranının düşük kalması olduğunu vurgulayan Bayraktar, un fabrikalarında kapasitenin sadece yüzde 48'inin, bisküvide yüzde 58'inin, bulgurda yüzde 68?inin, makarnada yüzde 71'inin, irmikte yüzde 78'inin kullanılabildiğini, bu alana yapılacak yatırımların kapasiteye göre düzenlenmesi ve bu sorunun çözülmesi gerektiğini belirtti.

ETİKETLER
ziraat odaları birliği başkanı Şemsi bayraktar
T24

SONER YALÇIN: Diyorlar ki, “Türkiye’ye GDO’lu pirincin girmesi yasak!”

2012 yılında Mehmetçik’e GDO’lu pirinç yedirdikleri ortaya çıktı…
İftar sofralarının vazgeçilmezi pilav.

Meşhur manidir: “Ramazan geldi ulaştı/ Sofralar doldu taştı/ Davette pilav yoktu/ Birden iştahım kaçtı.”

Müslümanlar pirincin -tıpkı gül gibi- Hz. Muhammet’in nurundan yaratıldığına inanır; yerken salavat getirirdi. Yeniçeri pirinçsiz sefere çıkmazdı…

Rahmetli halamın eşi Çorum Osmancıklı idi; çeltik tarlaları vardı. Kıl çuvallar içinde pirinç gönderirdi. Annem “göz hakkı” diye yarısını komşulara dağıtırdı.
Ekimi- bakımı zor olan pirinç pahalıydı; Edirne, Tosya, Osmancık, Gönen gibi çok az yerde yetiştirilirdi.

Pilav genellikle şehir sofralarında olurdu. Anadolu köylüsü bulgur yerdi. (I. Dünya Savaşı’nda pirinç kıtlığı olunca İstanbullu bulgura “Enver Paşa Pirinci” adını verdi!)

Bugün kişi başı ortalama 9.3 kilo pirinç tüketiyoruz. 1980 yılında 3.2 kilo idi!
Nüfus her geçen yıl artıyor.

Tüketim her geçen yıl artıyor.

Planlı ekonomi döneminde Türkiye bu durumu hesap eder; ve yaptığı tahlile göre yatırımlarını geliştirirdi.

Çeltik alanlarını neden büyütüp geliştiremedik? Üreticisi sayısını niye çoğaltamadık?

Kimler “tarımda yapısal reform” yalanıyla yerli üretimi bitirme noktasına getirdi? Köylüyü “sadakacı” gösterdi? Küresel devlere kimler yutturdu?

Yılda ortalama 400-500 bin ton pirinç üretiyoruz. 300-350 bin ton pirinç ithal ediyoruz. (Bunun minik bölümü tohum.)

Hem çeltik hem pirinç dış alımını yaptığımız ülkelerin başında ABD olması şaşırtıcı mı?

Oyun kurucular belli…

ROCKEFELLER ENSTİTÜLERİ

Buğdayın genetiğiyle kim oynadı; 20. yüzyılın en zengini Rockefeller!
Mısırın genetiğiyle kim oynadı; 20. yüzyılın en zengini Rockefeller! (Bu işte ortağı ABD Başkan Yardımcısı Henry Wallece idi.)

Soya… Pamuk… Kanola…

Ve pirincin genetiğiyle kim oynadı; 20. yüzyılın en zengini Rockefeller ve 21. yüzyılın en zengini Bill Gates!

Gates bu işlere yeni girdi. Pirinç çalışmalarına ilk maddi katkı sağlayan Rockefeller Vakfı idi. Onu yalnız bırakmayan diğer “küresel yardımsever” Henry Ford Vakfı oldu.

Rockefeller nasıl buğday için Meksika’da “araştırma enstitüsü” kurdu ise, pirinç için de Filipinler‘de “araştırma enstitüsü” kurdu: “Uluslararası Pirinç Araştırma Merkezi” (IRRI). Yıl, 1962 idi. (Keza. 1967’de Kolombiya’da “Uluslararası Tropik Tarım Merkezi” (CIAT) ve Nijerya’da “Uluslararası Tropikal Tarım Enstitüsü (IITA) kuruldu.)

Rockefeller övünüyordu:

“Rockefeller Vakfı olmadan tarımın küresel dönüşümünü hayal etmek neredeyse olanaksızdır.”

1960’lı yıllardaki “pirinç araştırma” çalışmalarının merkezi IRRI idi. İş büyüdü. Bu kez “Tarım Araştırmalarında Küresel Danışmanlık Grubu” (CGIAR) kuruldu. Fakat hepsinin üstüne “şemsiye” gerekiyordu; BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Dünya Bankası “projeye” dahil edildi. Hedefleri “Açlığın Fethi” idi.
1966’da “IR-8” melez pirinç üretildi. Öyle bir tanıtımı yapıldı ki, Filipinler’den Hindistan’a IR-8 tohumu bankalarda, mağazalarda satılmaya başlandı! (Hindistan 1966 yılında Ulusal Tohumculuk Yasası’nı kabul etti. Pirincin anavatanı Hindistan’ın pirinç tohum ithalatının 20 bin tonunu Rockefeller ve Ford vakıfları karşıladı.)

Bitmedi…

EY MÜSLÜMAN

Yıl, 1984.

Rockefeller, tarım biyoteknoloji alanına, “Uluslararası Pirinç Biyoteknolojisi Programı (IPRB) ile girdi. “Zaten” diyorlardı, “1940’lardaki moleküler çalışmalarımızla bu işe ilk adım atan biziz!” Cornell Üniversitesi, Stanford Üniversitesi, Purdue Üniversitesi, Belçika’daki Ghent Devlet Üniversitesi ve Hollanda’daki Leiden Devlet Üniversitesi dahil olmak üzere kurumlara büyük bağış yaptı. Yaklaşık 30 ülkeden 700’in üzerinde uzman programa katıldı.
500 milyar dolar harcandı…

Pirincin 1988’de DNA haritası elde edildi; ve 1990’da ilk deneysel genetik dönüşüm gerçekleştirildi. 7 bin yıldır ekilen; ve Asya’da tam 140 bin çeşidi bulunan pirinç türünün sayısı 6′ya düşürüldü. Nergis bitkisinden (kimine göre mısırdan) iki adet gen ile, bir bakteriden alınan gen pirinç DNA’sıyla birleştirmişlerdi. Buna “Altın Pirinç” dediler. TIME dergisi 2000 yılında kapağında şu yalan başlıkla çıktı: “Bu pirinç bir yılda bir milyon çocuğun hayatını kurtaracak.”

“Altın Pirinç” patenti dışında, “bakteriye dayalı pirinç”, “böceğe dirençli pirinç”, “tane büyüklüğü sağlayan pirinç” gibi GDO’lu farklı pirinçler ortaya çıkarıldı.
Küresel şirketler patent elinde bulunan bu pirinçleri dünyaya sattı/satıyor. Alıcılardan biri Türkiye! AKP, 2006 yılında ithal pirince kota uygulamak istedi. ABD tarafından Dünya Ticaret Örgütü’ne şikayet edildi. Kotayı kaldırdı.
Diyorlar ki, “Türkiye’ye GDO’lu pirincin girmesi yasak!” 2012 yılında Mehmetçik’e GDO’lu pirinç yedirdikleri ortaya çıktı.

Yani…

Değerli Müslüman kardeşim iftar sofrasındaki pirincin, Hz. Muhammet’in nurundan yaratılmadığını, Rockefeller’ın elinden çıkma olduğunu bilerek kaşık salla.

YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ: http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/soner-yalcin/hz-muhammetin-nuru-mu-dediniz-1892167/
Odatv.com

7 bin yıllık buğday Marmaris’te umut oldu
30 May, 2017



Muğla’nın Marmaris İlçesi’nde kiraladığı arazide 4 yıl önce organik tarıma başlayan mikrobiyoloji uzmanı Metin Öztürk, arkeolojik kazılarda çıkarılan küpte bulunan 7 bin yıllık Siyez buğdayı tohumunun birkaç tanesinden üretim yapmaya başladı. Öztürk, büyük verim elde ettiği Siyez buğdayının, Türkiye’nin buğday ihtiyacını karşılayabileceği gibi ihraç da edilebileceğini söyledi.

Metin Öztürk, 4 yıl önce Marmaris Çamlı Mahallesi Ilıca Mevkisi’inde 10 dönüm arazi kiralayıp organik tarıma başladı. Arazide hiçbir zirai ilaç kullanmadan organik olarak domates, biber, patlıcan, bamya, börülce, fasulye, salatalık, kavun, karpuz, çilek, dut, yer fıstığı üretmeyi başardı. Yetiştirdiği ürünlerin bir kısmını tohum olarak ayırıp, geriye kalanları da hem kendisi tüketti ve hem de komşları ve dostlarına verdi.

KÜLTEPE’DEN MARMARİS’E

Üç yıl önce de, Kayseri Kültepe kazıları sırasında bulunan küplerden birinin içinden buğday ve arpa taneleri çıktığını duyan Metin Öztürk, bu tohumların peşine düştü.

Uzun uğraşlar sonunda, geçmişi 7 bin yıl öncesine dayanan ata yadigarı hakiki Anadolu buğdayı ‘Siyez’den birkaç tohum alabildi. Bunları tarlasına ekip, çoğaltmak için kolları sıvadı. Üç yıl boyunca ekip, tek bir buğday tanesinden yüzlerce ürün elde eden Metin Öztürk bu yıl farklı bir yöntem denedi.

HER GÜN SULAMAK GEREKLİ

Metin Öztürk bu yıl tek bir Siyez buğday tanesini ayrı bir yere ekerek, her gün suladı. Her geçen gün diğerlerine oranla bu buğdayın çok daha fazla büyüdüğünü, tek buğday tanesinin topraktaki kökünden 20 ayrı sürgün kardeş ve çok sayıda başak çıktığını gördü. Bu buğday ile özel olarak ilgilendiğini kaydeden Öztürk şunları anlattı:

“Diğer ürünlerde olduğu gibi buğdayda da hiçbir kimyasal kullanmadan organik gübre, keçi gübresi, solucan ve yarasa gübresi kullandım. Normalde yağmur sularıyla kendi kendine büyüdüğünde bire 2- 3 bin verirken, özel olarak her gün sulama yöntemiyle bu buğday bire 8 bin verdi. Tane buğday, toprakta ortalama 20 kardeş sürgünle dışarıya çıktı. 2 metreyi geçen her sürgün üzerindeki başakların ise en az 40 taneden oluştuğunu gördüm. Bazı başaklar o kadar büyük oluyor ki, dalı dayanmadığından, aşağıya bile sarkıyor.”

Metin Öztürk devlet desteği ve biraz daha bilgi donanımı ile bu buğdayın üretilmesi halinde Türkiye’nin buğday ihtiyacını bir iki yıl içinde karşılanabileceğini önemli miktarda ihraç bile yapılabileceğini sözlerine ekledi.

TARIM MÜDÜRÜ: YAKINDAN İZLİYORUZ

Marmaris İlçe Tarım Müdürü Ziraat Mühendisi Nejmettin Kaya, Metin Öztürk’ün büyük bir başarı elde ettiğini vurgulayarak şunları söyledi:
“Ülkemiz buğdayın anavatanı. Önce son yıllarda ülkemizde buğday ile ilgili yanlış tartışmaları açıklamakta yarar var. Ülkemizde GDO’lu buğday kesinlikle yok. Ülkemizde 14, 28 ve 42 kromozomlu buğdaylar var. Bunlar hiçbir zaman 49 veya 51 kromozomlu (Tek sayı kromozomların hatalı ayrılması sonucu oluşmuş genetik bozukluk) olmamıştır. Metin Öztürk beyin çalışmalarını yakından izliyoruz. Şu andaki durumu gerçekten çok iyi. Bu arkadaşımız bir gram bile ilaç kullanmıyor. Bundan sonraki durumunu da tespit etmek istiyoruz. Eğer başarı sürerse, ülkemiz adına gerçekten mükemmel olacak.”
İlk Kurşun

Mahiye Morgül: Çifti Bozmak, Zeytini Bitirmek…
Mahiye Morgül
26 May, 2017



Günahtır günah! Çift bozulmaz!
Çiftçi; Anadolu sözlüğüyle “çift öküzle saban süren kimse, kutsanmış buğdayı üreten, çoluk çocuğunu toprağı ekerek geçindiren, çiftçilik yapan.
25 Mayıs 2017 tarihli bir haber; 25 dönümden küçük zeytin tarlaları artık arazi sayılacak. Yani, yasayla zeytin tarlaları bozuluyor!
Sanki Frigyanın düşmanları dirildi geldi, tarım köylüsünü ve tarımı koruma kanunlarını kırıyorlar.
Zeytin… Kutsal Ramazan sofrasının olmazsa olmazı, kutsanmış yiyecek. Zeytinle oruç açmak ayrıca sevap…
Bu kırıcı yasa Arife günü ilan edildi. Ramazan ayında zeytin köylüsünün boğazı düğümlendi.
Bu yasayla binlerce çiftçinin zeytin tarlası elinden alınıp arsa fiyatına madencilere peşkeş çekilebilecek. Oysa sosyal bir devlet olsaydık, devlet zeytin üretiminde kooperatif kurmayı şart koyan bir yasa çıkartır, hem zeytin ağaçları hem zeytin köylüsü yaşatılırdı.
Ağaçlar sökülürken çiftçinin hali nic’olur?
Zeytinlikler yok olmasın diye verilen mücadele haberlerine internette arayın bakın, hiç de küçümsenmeyecek mücadele verildi. Buna rağmen bu yasalar geçirilebildi. Şu seçim yasasıyla yapılan referandumun sonrasına ertelenmiş olması da anlamlı.
Ne zaman bir yasada “… kamu yararı olan madencilik faaliyetleri…” ifadesi geçerse bundan çiftçinin çifti çubuğu bozulacak diye anlamak gerekiyor. Ziraat Mühendis Odaları 2015’de haykırdı; “Zeytinlikler maden ve enerji yatırımlarına, inşaat devlerine kurban ediliyor…”
Sanki Lanetli İskender dirildi, kral Gordion’un sabanı bağladığı kördüğümü kılıcıyla kesiyor… Son yıllarda tohumluk buğdayı bile dışarıdan alıyoruz diye şikayet ederken artık makarnalık buğdayı da dışarıdan alıyoruz. Pidelik buğday İsrail’den gelirse şaşırmayacağım.
Oysa tarihte Anadolu 3 bin çeşit tahılıyla dünyada en bereketli ülkeydi. Bereketli Hilal adını alışımız da ondandı. Anadolu tarihi bu anlamda buğday savaşları tarihidir. Antik Sümer bereket Tanrısı Nana, Kibele, buğdayı kutsayandı. Bugün o kültürü biz yaşatıyoruz, ama sadece dilde, sofradan kalkarken “Allah bereket versin” diyoruz, o kadar. 2005 yılında bereket sembolü buğdayı Kuruş üzerinden yok ettik, soran yok.
Dönelim tarihe.
Üretimi yasayla korumak için Friglerde yasaklar vardı. Örneğin öküz öldürmek, çift bozmak yasaktı… İskender deyyusu Polatlı’ya kadar gelip bu yasayı kırdı, kaldırdı, çift bozarak halkı köleleştirdi. Kördüğümü kılıcıyla kesti, çifti bozdu dağıttı. Şimdi ülkemizde, darbe sonrası olağanüstü hal yasasıyla zeytin çiftçisinin çiftini çubuğunu bozarak Türk köylüsüne biçilen gömlek bundan farksızdır.
İskender Gordion’da Frigyanın çift düğümlü çiftini bozdu, ancak İskender’in olağanüstü işgal yasalarına rağmen egemenliği sadece 9 yıl sürebildi. Buna da bir nokta koyalım.
Boğayı ve buğdayı tarımdaki rolü nedeniyle resmi olarak ilk kutsayan Frigya’dır.
Buğdayı kutsal sembol olarak parasının üzerinde ilk resmeden kral ise Medlerle Persleri (ay ile güneş) birleştiren Oğuz Beyi Büyük Kuruş’tur. Kurduğu Akmenid İmparatorluğuna MÖ.550’de katılan Frigya’nın MÖ.VIII.yüzyılda kralı olan Gordios, kendilerinden önce burada yaşamış olan Etilerin tarımı koruyan Ati /Ata yasalarını (sözlerini, öğütlerini) devam ettirmiş, daha da sıkılaştırarak bulduğu bir kördüğümle çift bozmayı zorlaştırmıştı. Boynuzlu boğa başını bugün de Ankara sembolü olarak görmemizin kökeninde bu Ata kültürümüz vardır.
Kutsal buğday İslamiyete de girdi. Ramazan’da buğday (pide) ile oruç açmak ayettendir. Bir de zeytin var, o da bu olağanüstü hal yasasından sonra pek yakında Yunanistan’dan gelir. Buğday İsrail’den geliyorsa zeytin de yakın komşudan gelebilir.
Yüksek Öğretim Genel Müdürü Faik Reşit Unat tarafından 1934’de basılmış olan Ortaokul 1.Sınıf Tarih (elimdeki 4.baskı 1947) kitabının 102. sayfasında Frigyalıların tarıma verdikleri önem şöyle anlatılmaktadır:
“Frigya tam anlamıyla bir köylü ve çiftçi memleketi idi. Burada tarıma çok önem verilir, bir öküz kesen ve bir saban bozan ölüm cezasına çarpılırdı. İlk kral sayılan Gordiyos, boyunduruğu oka bağlamak için çözülmez bir düğüm (kördüğüm) icadetmişti. Onun düğümünü bağladığı araba milli bir tılsım gibi saklanırdı.”
İskender eğer Akmenid İmparatorluğunun tarımı koruyan yasalarını kılıç zoruyla ortadan kaldırdıysa, kim ona Büyük İskender dedi, kim ona Lanetli İskender dedi, iyi düşünülmelidir.
Anadolu’da Angora yün çıkrıklarını kıran kovboy Cengiz’i düşündüm. 12.yüzyıldı. Bir yandan da İngiliz ajanları Tiftik keçilerini karaya boyayıp kaçırıyordu. Sonra, Friglerin devamında, Angora tiftik keçisini İngilizlerden korumak için Ankara Ahi devletinin ilk koyduğu yasağı (yasayı) hatırladım; “Damızlık tiftik keçisi satışı yasaktır.”
Sonra neler olduysa Angora yünü yerine İngiliz malları doldu vitrinlere.
Cumhuriyet geldi, pamuk ve yün üreticisi korunmaya başladı, Sümerbank kuruldu… Geldi bir özelleştirme darbesi, kamu fabrikalarının kilidi kırıldı. Sonra uçan süpürgeli özelleştirme kraliçesi bir kadın 1995 de Dünya Bankasından geldi, ilk işi Sümerbank’ın kilidini kırmak oldu. Binlerce köylünün çifti çubuğu kurulu düzeni bozuldu.
Demek sırada zeytinlikleri dağıtmak varmış, onun için de bir darbe daha mı gerekliydi ne. Ya da son bir asimetrik darbeden sonra, zeytin tarlaları bitirildi.

Ramazan günü yazılacak konu bu mu olmalıydı?…
Çiftiniz çubuğunuz ocağınız dağılmasın diyedir bu satırlarım.
Akıl ışığınız eksilmesin, memleketimin güzel insanları, güzel canlarım benim.

kaynak: İlk Kurşun

TARIM ve HAYVANCILIK MESELEMİZ
Hüseyin ÇETİNKAYA
13 Nisan 2017



Dünya nüfusunun artmasına paralel olarak gıda tüketimi de artıyor. Gıdanın temin edildiği iki temel alandan birisi hayvancılık, diğeri tarımdır. İnsan nüfusu ve gıda ihtiyacının artmasına mukabil, sanayileşmeyle beraber gıdanın temin edildiği alan daralıyor. Tarım arazileri yerini betonlara bırakır iken, hayvan üreticisinin meraları da yok oluyor. Biz maişetimizi hayvancılıkla temin ettiğimiz için, tarım konusunu daha ziyade çiftçi ve ziraat uzmanlarına bırakıp, kendi meslekî problemlerimizi dile getireceğiz. Fakat esasta bu iki dava birbirinden ayrılmaz ve özellikle hayvancılığı tarım probleminin dışında düşünmek mümkün olmaz.

İnsanoğlunun gıda ihtiyacı artar iken, bu işle uğraşılan alanların yok olması, tekniği kullanarak, daha az alanda daha çok gıda üretme vasıtaları aranmasına sebep oldu. İş o kadar ileri gitti ki, GDO’lu ürünler aldı başını gitti. Bunlar başka hastalıkları tetikledi, ilaç sektörü büyüdü, farklı problemler birbirini besledi. Zararın neresinden dönülürse kârdır hesabı insanoğlu artık organik – doğal gıda arayışına başladı. Fakat bahsettiğimiz ağır sanayileşmenin ve tabiat dengesinin bozulmasıyla doğal üretim yapan ülke sayısı pek az ve bunlar da o ülkenin ihtiyacını karşılamaktan hayli uzak. Dolayısı ile organik ürün zenginlere özel bir imtiyaza dönüşmüş durumda.

Ülkemiz doğal kaynaklar, iklim ve coğrafî özellikleri nedeniyle tarım ve hayvancılığın en sağlıklı şekilde yapıldığı ve yapılabileceği çok özel bir konuma sahip. Hâliyle bu durum küresel emperyalist çetelerin dikkatinden kaçmıyor. Tarım ve hayvancılık üzerinden de türlü oyunlarla boyunduruk altında tutuluyoruz. Tarımla başlayıp,sığırla geliştirip, koyunla yok edici darbeyi vurmak istiyorlar. Elimizde ne kadar toprağımıza ve iklim şartlarımıza uygun meyve, sebze ve hububat tohumu varsa daha verimli diye verdikleri frankeştayn tohumlarla başladılar yok etmeye ve sömürü planı yerli ineklerle devam etti. Dağlardaki, ovalardaki doğal otlarla, yapraklarla beslenen bin yılı aşkın elimizde bulunan ata yadigârı sığır ve manda ırklarımızın adı artık piç oldu. Yerli kara,yerli boz, Haleplisığırıyerine, artık piçdana, piç inek deniliyor. Eti sütü bol diye, melezlenmiş kültür ırkı ithal inekleri çiftliklere doldurup, kendi hayvanlarımızı kendi ellerimizle yok ettik.

Diyeceksiniz ki, bu ne kör kütük “milliyetçilik.” İnek üzerinden batı karşıtlığı mı olur? İzah edeceğim. İçimizdeki işbirlikçi güruh Avrupa hayvanlarının daha çok süt ve et vereceğini sürekli olarak zihinlere pompaladı ve artık ineklerimiz Avrupalı oldu! Verdikleri Amerikan ‘holstein’ inekler, Hollanda menşeli inekler, dağlarda ovalarda yayılamadı. Yapıları ve genleri icabı doğadaki otu süte ve ete dönüştüremedi. Sonra bu hayvanlardan süt ve et almak için ahırlara kapattık.Daha fazla yem yedirdik, daha fazla para harcadık,daha fazla hasta oldular, daha fazla masraf ettik ve daha fazla öldüler! Bunun yanında o suni yemlerle beslenen sığırların et ve sütünün doğal yoldan beslenenler kadar sağlık içermediği gerçeği de var.Ahıra kapatılan inek sebebiyle üretici köylünün yem sektörü kanalıyla şehre bağlanması da farklı tahlilleri beraberinde getirecektir. Hayvanlarına yem almak için kredi çekmek zorunda kalan köylü de bankacılık sisteminin ve sömürge ağının bir kurbanı olmuştur artık. Görüyorsunuz, iş nerelerden kıvrılıp nerelere uzanıyor?

Oysa yerli inekler öylemiydi? Dağda otlar, derede sulanır, ihtiyaç kadar ama çok kaliteli süt verirdi. Bugünkü gibi yüksek maliyetlerle üretilip,üretim fazlası satılmayınca dökülmezdi. Çünkü arz talep dengesi orantılıydı. Eti lezzetliydi. Hele birde şimdilerde nesli tükenme noktasına gelen, sulak alanlar kurudukça yok olmaya yüz tutan mandalarımız vardı ki, peynir gibi yoğurdu olur, lezzetine doyum olmazdı. Şimdi onları yeniden yaygınlaştırmak için İtalya’dan manda alıyoruz, hemde Türk mandası. Haçlı seferlerinden dönerken götürdükleri Türk mandalarını ıslah edip şimdi bize satıyorlar!

Yol, köprü, inşaat söz konusu olduğunda fütursuzca kıydıkları ormanlarımızın hayvancılığa yasaklanması ile sıkışan yetiştiriciler, meraların gaspıyla tamamen bunalıma girdi. 2/B yasası ile orman vasfını yitirmiş arazilerin kimlere satıldığı muammasını korurken, geriye kalan meralar ülke genelinde yağma edildi. Oteller, tatil beldeleri için usulsüzce zeytin ormanları ile parsellendi.

Tüm bunlara rağmen hayvancılığımız kör topal idare ederken, birden piyasalar yükseldi, canlı hayvan ve et fiyatları hızlı bir çıkış gösterdi. Piyasaların yüksek olması hayvan sahiplerinin ellerindeki damızlık hayvanları, bu fiyatlar bir daha ele geçmez düşüncesine itti ve damızlık hayvanlar elden çıkmaya başladı. Aslında yaşanan yalancı bahardı ve artık köylerde inek kalmadı piyasa planlı şekilde manipüle edilmişti. Şimdi yeni hayvanlar gelmeli, yandaş spekülatörler, büyük şirketler, yağmur çamur görmeden hayvancılığı yönetmeliydi. Ne de olsa artık hayvan pahalı, yem pahalıydı. Fakir köylü bu durumda bu işi yapamaz. İki keçi onların neyine yetmiyor? Zaten çok süt veren, ‘saanen’ dedikleri papaz keçisi getireceklerdi.

2008 yılına baktığımızda Avrupa çiftçisi batık durumda ve büyük bunalım geçirmektedir. Ürünlerini satamıyordu. Ellerindeki hayvanlar bizim yerli ırk, sığır koyun ve keçiler gibi mera hayvanları olmadığı için de mecburen kapalı alanda entansif besi yapılıyordu.Yani ürettiği sütü ve eti satamadığında borç altına girip, o hayvanların yaşamaları için yem yediriyorlardı ve yılda 600’den fazla Fransız çiftçi intihar ederek yaşamına son vermişti. Ta ki, seçim zamanları batıya atarlanarak oy avcılığı yapan AKP iktidarı, 2010 yılında onların imdadına yetişene kadar. Sadece 2010 – 2012 yılları arasında Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine göre, Fransa’dan 250 milyon dolarlık canlı hayvan ve et ithalatı yapıldı. Fransa 2008 yılında başlayan bu krizi AKP hükümetinin yaptığı bu ithalatla aştı. Neyin karşılığında? Türk çiftçisini ve çobanını bitirmek pahasına…

Ne hikmetse ülkemizin canlı hayvan ve et ihtiyacı da bu yıllarda hâsıl oldu. Tamamen tesadüf diyebilirsiniz.Fransa bu iyiliğinin karşılığı dönemin tarım bakanı Mehdi Eker’i‘şövalye liyakat nişanı’ ile ödüllendirdi. Ödülünü Fransa Tarım Bakanı Stephane le Foll verdi. Mehdi Eker, 1883 yılından beri,tam 129 yıl sonra ilk kez bir Türk bakana bu ödülün verilmesini ”bizim iktidarımızda Türkiye tarımda Avrupa birincisi oldu” diyerek savundu.

Aynı dönemlerde Sırbistan çiftçileri, Et Balık Kurumuna hitaben yazdıkları mektupta,“satışında sıkıntı çektiğimiz etlerimizi satın aldığınız için teşekkür ederiz” dediler. Avrupa çiftçisinin buhranı, seçim zamanlarının sözde Avrupa karşıtı AKP eliyle ülkemize ithal edildi. Geçen haftalarda aynı Et Balık Kurumunun ithal edip piyasaya sürdüğü tonlarca ölü ve çürümüş hayvan eti, bir kereliğine olmuş tesadüf değildir.

Elimizde yeteri kadar hayvan olmasına rağmen ithalat ile yerli genleri bitirdiler. Küçükbaş hayvancılıktada çok üstün özellikli seçenekler olmasına rağmen, onları yok etme politikası tüm hızıyla devam ediyor. Gıdada (tarım ve hayvancılıkta) milli olanın sırtı yere gelmez. Bir hükümetin ne kadar milli olduğunu tarım ve hayvancılık politikaları kadar çok az şey özetler.

Hüseyin ÇETİNKAYA – Nisan 2017
Adımlar Dergisi

Tarımda büyüme riske girebilir
Melis Kobal
16 Nis 2015

Geçtiğimiz yıl daralan tarım sektöründe kar yağışı ve don bu yıl büyümeyi etkileyebilir. Uzmanlara göre 2015’te tarımda yüksek bir büyüme beklenmemeli.

Türkiye tarımda bu yıl yüzde 1.9 küçüldü.

2013 yılında yüzde 4.2 oranında büyüyen Türkiye ekonomisi 2014'te yüzde 2.9 büyüdü. Üç ana sektör sanayi, hizmetler ve tarımda büyüme oranları düştü, tarım sektörü daraldı. Ekonomist Arda Tunca tabloyu şöyle anlatıyor:
“2013'ten 2014'e sanayi büyümesi yüzde 4.1'den yüzde 3.5'e, hizmetler büyümesi yüzde 5.5'ten yüzde 4'e geriledi ama tarımdaki yüzde 3.5'lik büyüme yüzde 1.9'luk küçülmeye dönüştü. Milli gerlirin oluşumunda sanayi ve hizmetler sahip oldukları payları korudular ve hatta artırdılar ama tarımın payı yüzde 9.2'den yüzde 8.8'e geriledi.”

“Tarımdaki daralmanın genel büyümeye etkisi sınırlı”

Peki tarımdaki bu küçülme büyümenin genelini nasıl etkiliyor? Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi ve Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Bülent Gülçubuk’a göre tarım daralmasının genele etkisi küçük. Gülçubuk, 2014 yılında iklim değişikliği, doğal afetler yüzünden tarım sektörünün yüzde 2 civarında küçüldüğünü fakat bunun genel ekonomiyi etkileyecek boyutta olduğunu söylemenin zor olduğunu ifade ediyor:
“2014 yılı ekonomik büyüme beklentisi beklenenin altında çıkınca hemen bir suçlu aranmaya başlandı ve bulundu: 'tarım'. Bir ekonomide genel anlamda büyüme hızı yavaşladı ise, daraldı ise bu hemen hemen bütün sektörleri etkiler veya bütün sektörlerdeki daralma, küçülme genel ekonomiyi etkiler. Tarımın GSMH’ daki payı yüzde 7-8’dir. Türkiye’nin GSMH yaklaşık 800 milyar dolar olup, bunun yaklaşık 60 milyar doları tarımdan gelmektedir. Bunda da yüzde 2 oranında bir daralma; 1,2 milyar dolarlık bir etki demek ki, bu miktarın genel ekonomide bir etkide bulunduğunu söylemek ekonomik açıklamaya konu olacak bir değer olduğunu söylemek zordur. Yani, yaklaşık yüzde 5’lik büyüme (35-40 milyar dolar) beklentisinde 1,2 milyarlık dolarlık bir sektörü yani tarım daralmasını neden olarak göstermek doğru değildir.”

“Tarım sektörü sıçrama yapamıyor”

Al Jazeera’ye konuşan Gülçubuk, tarımın son 3 yıldır genel ekonomik büyümenin altında bir büyüme gösterdiğini, bütün desteklere, teşviklere, önlemlere rağmen sektörün bir türlü sıçrama yapamadığından yakınıyor:
“Bu durum destekleme politikalarının ve uzun dönemli genel önlemlerin tekrar tekrar gözden geçirilmesi gereğini ortaya çıkarıyor. Tabii tarımsal ürünlerde arz azalınca, iklim değişikliklerinin etkisi hissedilmeye başlanınca fiyatlarda artış gösteriyor. Bu de ekonominin temel kuralıdır. Bunun için tarımsal üretimde arz-talep dengesini her açıdan gözeten tarım politikalarının dikkate alınması gereğini ortaya çıkarıyor.”

Ekonomist Arda Tunca’ya de göre tarım politikalarını yeniden gözden geçirmeli:

“Büyüme ile beraber enflasyon verisini de hesaba katınca, Türkiye ekonomisinin reform ihtiyacının sadece sanayide değil, tarımda da gerekli olduğu sonucuyla karşı karşıya kalıyoruz. Türkiye, çok yönlü politika arayışlarıyla verime odaklanmış bir tarım sektörünü geliştirmek durumundadır. Son dönemlerde sıkça gündeme gelen gıda fiyatları artışları mevsimsel etkilerin dışında, tarım sektörünün yapısal sorunlarıyla da yakından ilgilidir.Son yıllarda, tarım sektörünün en yüksek yıllık büyüme oranını yüzde 6.1 ile 2011'de kaydettiğini görüyoruz. Aynı yılda Türkiye ekonomisinin genel büyüme oranının da yüzde 8.8 olduğunu bilmekte fayda var.”

“Don riski çiftçiyi düşündürüyor”

Uzmanlar kar yağışı ve don riski ile birlikte tarımda bu yıl da yüksek büyüme beklememek gerektiği görüşünde.

Dünya Gazetesi Yazarı Ali Ekber Yıldırım bu yıl da hava şartlarıyla üretimde düşüş bekliyor:

“2015 yılında bugüne kadar yağan yağışlar dikkate alındığında kuraklığın bir tehdit olarak görülmediği ancak son günlerde bazı bölgelerde kar yağışı ve don felaketinin yaşanması bazı ürünleri olumsuz etkileyecek. Bu nedenle üretimde düşüş yaşanması bekleniyor. Daha büyük felaketler olmazsa tarımda 2015'in pozitif büyüme ile kapatması daha yüksek bir olasılık olarak görünüyor.”

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bülent Gülçubuk 2014’te olduğu gibi 2015 yılında da tarımda büyüme beklemenin biraz zor olduğunu söylüyor:

“Bugünden birçok üründe don tehlikesi riski ortaya çıktı ve çiftçiyi karar kara düşündürüyor. Fındıkta, kayısıda, üzümde, karpuzda, birçok üründe üretim azalması riski belirdi. Seracılar sürekli nöbette. Her ne kadar buğdayda rekolte artışı beklense de bu katma değeri yüksek ürünlerdeki (fındık, kayısı gibi) düşüş karşısında pek fazla etkide bulunmayacak. Bütün bunlardan dolayı 2015 yılında tarımda büyüme beklemek zor, hele hele %4-5 büyüme beklemek çok daha zor. Burada öncelikle düşünülmesi gereken konu giderek tarımsal geliri azanlan ve daha fazla risklerle karşı karşıya kalan çiftçinin neler yapacağıdır ve bu konuda hükümetin ne yapacağıdır. Politikaların sil baştan gözden geçirilmesi gerekir.”

Tarımda büyüme yüzde 1.5’i aşmaz

Arda Tunca’ya göre ise tarımda büyüme yüzde 1.5’i aşmaz:

“2015 yılında tarım sektörü, mevsimsel etkilerin olumsuzlukları yaşanmadığı takdirde büyümeye dönüş yaşasa dahi, oranın yüzde 1.5'in üzerinde olmayacağını düşünüyorum. Türkiye'nin 2015 yılı büyüme oranının yüzde 2.5-3 arasında olacağı tahminiyle, olağanüstü mevsimsel koşulların (kuraklık, don, v.b.) oluşmadığı bir durumda tarım da bu düşük büyümeye ayak uyduracaktır.”
Kaynak: Al Jazeera

Nesilden nesle tohum
18.05.2015



Antalya’nın Korkuteli ilçesi İmrahor Mahallesi’nde yaşayan Büyükkeskin ailesinden kalan domates, biber, patlıcan, karpuz, bamya tohumlarını torunlarına aktarıyor

Antalya'nın Korkuteli ilçesi İmrahor Mahallesi'nde yaşayan Ramazan Büyükkeskin (88), annesinden ve babasından kalan domates, biber, fasulye, kabak, patlıcan, karpuz, kavun, bamya ve bakla tohumlarını torunlarına aktarıyor. İlerlemiş yaşına rağmen damlama sistemiyle evladiyelik tohumlarla sebze yetiştirdiğini belirten Büyükkeskin, bugüne kadar sebze yetiştirmede pazardan fide alımı yapmadığını söyledi.

70 yıldır arazisinde anne ve babasında kalma sebze tohumlarıyla sebze yetiştirdiğini belirten Büyükkeskin, sebze yetiştirmede sadece koyun gübresi kullandığını ifade etti. Ramazan Büyükkeskin, "Sebze yetiştireme de evladiyelik tohum kullandığım için ailecek yediğimiz domatesin, salatalığın, biberin, fasulyenin, karpuz ve kavunun tadını alıyoruz. 40 yıl önceki domatesin tadı neyse bugün de aynı. Toprağa fenni gübre atmıyor, tohumlar da aynı." diye konuştu.

Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Antalya Şubesi Başkanı Vahap Tuncer, nesileden nesile aktarılan yerel tohumların o bölgenin kimliği hükmünde olduğunu söyledi. Yerel tohumculuğun korunması ve gelecek nesillere aktarılmasının önemli olduğunu belirten Tuncer, günümüzde yabancı tohum firmalarının çiftçiyi esir aldığını kaydetti.
Tuncer, "Yerel tohumlarımıza sahip çıkamadığımız için 1980 sonrası beşi geçmeyen ithal tohum pazarı ele geçirdi. Yerel tatlar kayboldu. Yerel tohumlarımıza sahip çıkamadığımız için mısırı, ayçiçeğini, susamı ithal eder hale geldi. Yerel tohumlarımıza sahip çıkamadığımız için 'ah o eski yediğimiz domatesin, salatalığın, kavunun karpuzun tadı nerede' diyoruz. Hibrit tohum kullanımı çiftçimizi esir aldı. 35 yıl önce sadece Manavgat'a özgü olan Manavgat misket karpuzunu bugün göremiyoruz. Onun yerine tarım arazilerinde ithal karpuz tohumlarla yetişen karpuzları görüyoruz. Bugün herkes 'nerede o Manavgat'ın misket karpuzunun tadı' diyor. Evladiyelik tohumlarına sahip çıkanlar geleceklerine sahip çıkar. Gen kaynaklarına sahip çıkamayanlar yerel tatlarını koruyamaz. " diye konuştu.
Kaynak: Birgün

[size=2
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ekm 15, 2017 10:12 pm    Mesaj konusu: EMPERYALİZM, TARIM, REAYA VE KITLIK ÜZERİNE Alıntıyla Cevap Gönder

EMPERYALİZM, TARIM, REAYA VE KITLIK ÜZERİNE
Suat KURSAT
8 Ekim 2017



1845 yılında Britanya sömürgesi olan İrlanda’da işler yolunda gitmiyor, çiftçilerin büyük çoğunluğunun geçim kaynağı olan patatese bulaşan bir tür hastalık ürünleri çürütüyordu. Altı yıl sürecek bir kıtlığın ve on binlerce İrlandalının ölümünün habercisiydi bu çürümüşlük. Bölge nüfusunu % 25 oranında değiştirecek ve bölgede demografik yapının değişimi ile beraber İrlandaca’nın kullanımı azalacak, çoğunluğun İngilizce konuşmaya başlayacağı bir süreç. Bir sömürge silâhı gibi İrlanda’yı kasıp kavuran kıtlık…

Osmanlı Devleti’nin zirve noktasında “Reaya milletin efendisidir” düsturu beyan ediliyor, genç Cumhuriyet de bu düsturu devrine, “köylü milletin efendisidir” ifadesi ile mal ediyordu. Türk Dil Kurumu’nda “reaya” kelimesine iki anlam kıyafeti biçilmiş; ilkinde, “Osmanlı İmparatorluğu’nda yönetime katılmayan, askeri sınıf dışında kalan, geçimini tarım ve ticaretle sağlayan kesim.” olarak, diğerinde ise “Tanzimat’tan önce Osmanlı Devleti’nin Müslüman olmayan uyrukları” olarak ifade edilmiş. Burada millete efendilik payesi verilen elbette ki tarım ve ticaret ile iştigal eden Osmanlı toplumudur. Kılıç ehli aşk ve şevk ile sefere çıkabiliyorsa, kalem ehli aşk ve şevk ile ilim öğreniyorsa, tarlada toprağı işleyen çiftçinin payı büyüktü, zira üretiyordu, durmadan, usanmadan üretiyordu.

Tarım insanlık tarihine denk düşen ve tarih boyunca toplumları ayakta tutan temel üretim sahası olmuştur. Bu üretim sahasında tahıl ambarı olarak anılan Anadolu’da buğday ithal edilir olmuş, saman ithal edilir olmuş, hayvan dahi ithal edilir olmuş ve birçok tarım ürünü üreticisi yüksek maliyet, düşük fiyatlar nedeni ile toprağa, ağaca küser hale getirilmiş. Üreticinin tepki olarak kestiği ağaçlar değil aslında emperyalizm tarafından kesilen Anadolu’nun can damarları olmuştur. Emperyalizm ve işbirlikçileri Anadolu’da üretimi ve üreticiyi hedef alarak bugünümüzden ziyade geleceğimize saldırıyorlar. Nesillerimizi emperyalizme kölelik için hazırlıyorlar.

1845 İrlanda kıtlığı örnekliğinde Anadolu’da sistematik olarak tarımı zayıflatma ve hatta bitirme projesi sömürgeci zihniyetin bir savaşı olarak işletiliyor. Anadolu’yu toprak mahsulleri alanında dahi dışa bağımlı hale getirecek bu emperyalist kuşatmada, köylü nüfusun elinden toprakları alınarak kente göçe zorlanıyor. Evet, kılıç ve kalem ehlinin arkasında duran kocaman bir üretim devi olarak köylülük kent hayatının fabrika işçisi halini alıyor.

Anadolu’da sosyolojiyi değiştirecek bu sistematik saldırıyı geri püskürtemez ve başarılı olmasını engelleyemezsek süreç sonunda sömürgeci güçlerin bizi ekmek ve kıtlık ile terbiye etmeye yelteneceğinden hiç şüpheniz olmasın.

Irak’ın işgalinde Bağdat’a düşen bombalar ile Anadolu’da tarım ve hayvancılığa vurulan darbeler aynı amaç ve hedefe hizmet ediyor. Hiroşima ve Nagazaki’de patlayan atom bombaları nasıl ki teslim alma hamlesi olduysa Anadolu’da da tarım ve hayvancılığa atılan atom bombaları da bizi teslim almaya, direncimizi kırmaya yöneliktir. Bu saldırılar geleceğimizi teslim almaya yönelik, nesillerimizi köleliğe boyun eğdirmeğe yönelik saldırılardır.

Kaynak. adımlar dergisi

Sırbistan'dan et, Bulgaristan saman, Kanada'dan mercimek ithal ediyoruz
13 Ekim 2017



Yerli tarım iktidar eliyle bitiriliyor. Samanı bile ithal eden Türkiye, kırmızı et üretimini de yabancılara verdi. Buğday ve mercimekte de durum vahim

Yükselen maliyetlerini karşılamak için devletten desteğini alamayan ve serbest piyasa düzeni altında ezilen tarım üreticieri bir de hükümetin ithalat hevesiyle karşı karşıya.

Bir zamanların tarım ülkesi olan Türkiye buğdayı bile dışarıdan ithal etmeye başlarken, hayvancılıkta da ithalat tam gaz sürüyor.

Sırbistan’dan et ithal ediyoruz

Erdoğan: Sırbistan'dan 5 bin ton et ithalatıyla ilgili imzalar atıldı
Özellikle son günlerde tarım ve hayvancılık ürünleri ithalatları sıklaşmış durumda. En son Sırbistan ziyaretinin ardından bilgi veren Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Sırbistan ile 2 günde 16 anlaşma imzaladıklarını söyledi.
Anlaşmalar arasında Sırbistan’dan 5 bin ton et ithal edilmesine yönelik karar da çıktı. Erdoğan, Halkbank’ın Sırbistan’daki faaliyetlerine dikkat çekerek çiftçiyi finans sektörüne heba ettiğini de adeta ilan etmiş oldu.

Bu da oldu: Saman ithalatı

Kamuoyunda sert tepkiyle karşılaşan ve Türkiye’nin tarımda yaşadığı teslimiyet süreci samanda da yaşanıyor. Geçtiğimiz günlerde en son İzmir İli Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği, artan saman fiyatları ve üyelerinin saman bulamaması nedeniyle Bulgaristan’dan 4 bin ton saman ithalatı yaptı. Tarım Uzmanı Ali Ekber Yıldırım’ın edindiği bilgilere göre, üstelik Bulgaristan’da tonu 40 dolar olan saman, Türkiye’nin yoğun ilgisi nedeniyle Türkiye’ye 50-65 dolardan satılıyor.

Türkiye’nin bir zamanlar mercimekle ‘tanıştırdığı Kanada, şimdi Türkiye’ye mercimek satıyor. Üstelik Kanada, Türkiye’nin en çok mercimek ithal ettiği ülke haline geldi. Türkiye’de tüketilen mercimeğin yüzde 25’i ise Kanada’dan geliyor.

Buğdayda Rusya’ya bağımlılık artıyor

Bir diğer ‘yürek burkan’ ithalat ise buğdayda meydana gelmiş durumda. Türkiye ile yaşadığı uçak krizinin ardından Rusya’nın yaptırımlarına rağmen Türkiye, buğdayda da Rusya’ya bağımlı hale geldi. Rusya Federal Gümrük Servisi verilerine göre Türkiye’nin Rusya’dan ithal ettiği buğday yılın ilk 3 ayında 322 bin ton olurken, mayısta ithal edilen buğday miktarı ise geçen yıla göre 4 kat arttı.

Ne olmuştu?

Türkiye’nin ithalatta yaşadığı yüksek bağımlılık süreci yıllardır devam ederken, en son hükümetin Toprak Mahsulleri Ofisi eliyle aldığı karar çiftçilerin sert tepkisine yol açmıştı. Alınan karara göre TMO’ya 750 bin ton buğday ve mahlut, 700 biner ton arpa ve mısır, 100 bin ton pirinci gümrük vergisiz ithal edebilme yetkisi verilmişti. TMO ayrıca 31 Temmuz 2018’e kadar 700 bin ton mısır ve 31 Ağustos 2018’e kadar 100 bin ton pirinci gümrüksüz ithal edebilecek.

Semih Güven/Birgün

UCUZ ETİN İÇYÜZÜ
Ejder Hüseyin ÇETİNKAYA
9 Kasım 2017



Bugünlerde halkın büyük sağlık sorunları var;

Böbrek Hastalıkları,

Kabızlık,

Şeker Hastalığı (İnsülin Metabolizması Bozukluğu),

Sindirim Sorunları,

Şişmanlık,

Hipertansiyon,

Gut,

Kalp Krizi ve İnme,

Kalp ve Damar Hastalıkları,

Prostat Kanseri,

Kolon Kanserini vs!

Bu saydığımız hastalıkları –tıb sektöründe çalışan uzmanların demesine göre– fazla et tüketimi de tetikliyormuş! Tabiî ki halkın sağlığını düşünen(!) sevgili iktidarımız, fazla et tüketip insanlar sağlığından olmasın diye, türlü icraatlarla tarım ve hayvancılığın yapılmasının önüne geçmek istiyor! Sırf halkın sağlığını düşündükleri için ve ayrıca tarım ve hayvancılığı yapan insanların yağmurda, çamurda, yaz sıcağında yorulmasına da gönülleri razı değil; bu da önemli bir etken oldu! O yüzden bu sektörün bitmesi için son vuruşları gayretle yapıyorlar! Ama bir türlü yaranamadı iktidar! Gene de siz yorulmayın üretirken diye ta gidip Avrupalardan, canlı hayvan et ve çeşitli tarım ürünleri getirdi! Bak, sırf üretici yorulmasın diye, portakalını, ineğini kestikleri Hollanda’dan bile hayvan getirdiler, sırf bu yüzden Müslüman kasabı Sırp’lardan bile et aldık, hem de helâl kesim!

Eee, n’oldu şimdi, iyi mi oldu?

Tarım ve hayvancılık yapan vatandaşın batmasından sonra 30 bin kasap esnafının da batması pahasına BİM ve A101 marketlerinde ucuz et satışıyla beraber yediniz helâl kesim(!) Sırp etini, üretmediğiniz için efor da sarf etmediniz; bakın fazla protein bünyeye zarar verdi, herkes hasta oldu! Hâliyle halk et yemeye de alışık değil, birden yiyince bu kadar ucuz eti çeşitli hastalıklar da kaçınılmaz oldu!

Şimdi gelelim işin en ciddi boyutuna; yeni Tarım Bakanımız tam büyük firmaların istediği gibi, onların işine yarayacak işlere imza atarken şov yapmaktan da geri durmuyor! “Ben bu halka ucuz et yedireceğim!” dedi, sözünü de tuttu; yerli üreticiyi bitirme pahasına, kasap esnafını bitirme pahasına!

Yerli kuzu karkas kesimi, yani kemikli et 36 liradan kesilirken, şu ân ithal löp et fiyatına geriledi. Yerli üreticinin elinde kesime gelmiş yüksek maliyetli hayvan dolu! Kestirse büyük zarar edecek, kestirmese yem, saman resmen dolara endeksli, üstelik besi sonuna gelmiş hayvanlar kesilmediği takdirde kilo kaybına uğrar! Yani bu sopanın iki ucu değil her yeri pislik! Mecburen herkes kestirecek, ucuz pahalı demeyip! Ve kimse de bu şartlarda tekrar besi yapmayacak, çünkü yarının ne getireceğini kimse tahmin edemiyor…

Efendim, şimdi gelelim kimsenin sormadığı asıl meseleye! Her gün yurt dışından onbinlerce büyük ve küçükbaş hayvan getiriliyor, ucuz saman getiriliyor, ucuz arpa mısır vs getiriliyor. Bu ucuza getirilen hayvanlar, samanlar, yemler, kime veriliyor? Milletin efendisi(!) köylüye değil tabiî ki, bu sektörü ele geçirmiş lobilere! Tarih atın, çok değil üç ay sonra tam da bu büyük firmaların elindeki hayvanlar kesimlik olduğunda et fiyatları tavan yapacak! Ama o zamana kadar dayanabilecek yerli yetiştirici kalır mı veya ne kadar kalır şimdilik muamma! Bilinen tek bir şey varsa o da bu işin gittikçe daha kötüye gittiği, çözüm yerine çözümsüzlük türetildiği gerçeğidir.

NOT: BİM ve A101 de satılan etlerin helâl kesim ve domuz eti olmama garantisi yok, çünkü bizim iktidarın kandırılma potansiyeli yüksek!

Kaynak: Adımlar dergisi

TMO, “dışarıdan” 96 bİn ton arpa alacak
12.11.2017



TMO, 8 ayrı uluslararası ihale ile toplam 96 bin ton yemlik arpa alımı yapacak. TMO, birkaç gün önce de 230 bin ton Avrupa menşeli ekmeklik buğday alımı için bir dizi uluslararası ihale açmıştı.

TOPRAK Mahsulleri Ofisi ( TMO ) toplam 96 bin ton yemlik arpa alımı için sekiz uluslararası ihale açtı. Her biri 12 bin ton büyüklükte olan ihalelerde son teklif tarihi 21 Kasım olarak belirlendi. Öte yandan TMO’nun Avrupa menşeli yaklaşık 230 bin ton buğday almak için açtığı ihale devam ediyor.

TMO, geçtiğimiz günlerde 230 bin ton Avrupa menşeli buğday alımı için 23 ayrı ihale açmıştı. Her biri 10 bin ton tutarında olan 23 ayrı ihale sonucu sevkiyatlar Kasım sonu ve Aralık başında gerçekleştirilecek. İhaleler 17 Kasım’da sona erecek.
Millî Gazete

TÜRKİYE TARIMI NASIL ÇÖKERTİLDİ
MUSTAFA KAYMAKÇI
5 Aralık 2017



Tarımsal üretim, bizi doyurur ve giydirir. Ancak aynı zamanda istihdam yaratır, sanayiye ham madde sağlar ve de dış ticarette önemli bir paya sahiptir.

Tarım bu özellikleri nedeniyle, salt tarımcı, çiftçi ve köylünün değil,toplumun bütün bileşenlerinin ilgi alanına girmiş bulunuyor.

Örnek verelim mi? Günümüzde saman ithal edildiğini bilmeyen kaldı mı?

Türkiye tarımında üretimden pazarlamaya değin birçok sorun var. Üretici kazanamaz oldu ve üretim geriledi. Kentliler de tarım ürünlerini yüksek fiyatlarla tüketiyorlar.Ancak kamu oyu genellikle sonuçları ile ilgileniyor ve de sızlanıyor. Neden-sonuç ilişkisi konularında ya hiç kafa yormuyor ya da yüzeysel değerlendirmeler yapıyor.

Bir zamanlar kendini besleyebilen sayılı ülkeler arasında kabul edilen Türkiye bu duruma nasıl getirildi?

Elbette bu durumun dışsal ve içsel nedenlerine eğilmek gerekiyor.

Kırılma noktasını 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ile başlatalım mı?

24 OCAK 1980 KARARLARI İLE BAŞLAYAN SÜREÇTE TARIMDA NELER OLDU?

Tarımda gözlemlenen çöküşün başlangıcı, kanımızca 24 Ocak 1980 Kararları ile başlamıştır. Ve de bu kararların Amerika Birleşik Devletleri(ABD) güdümündeki dış güçlerin desteği ile 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri yönetimler aracılığıyla uygulandığını görmek gerekiyor.

Daha açık deyişle emperyalizmin çevre ülkelerini denetim altına alma girişimlerini algılamadan yaşamakta olduğumuz sorunları çözüme kavuşturmak olası değil. Emperyalizm açlığı da bir silah olarak kullanır.

Hemen anımsatalım, Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger: “Eğer petrolü kontrol edersen bütün bölgeleri ve kıtaları, gıdayı kontrol edersen bütün insanları kontrol edersin” demedi mi?

Ekonominin bütününde olduğu üzere, Türkiye tarımında da serbest piyasa uygulamaları gündeme sokuldu.

Neler yapıldı? Tarımda korumacılığın kaldırılması ve desteklemenin azaltılması istendi. İlk aşamada besin dışalımlarına konan gümrük tarifeleri, iç piyasayı terbiye etmek gerekçesiyle düşürüldü. Hayvancılıktan bir örnek verelim. Önce süt tozu, tereyağı ve peynir gibi süt ürünleri, daha sonra et ve ürünleri dışalımı yapıldı.

Aslında bunun arkasında yatan gerçek, ABD ve Avrupa Birliği(AB) gibi ülkelerde giderek artan tarım ürünleri stoklarıydı. Anılan ülkeler bu stoklarını eritemediler, çünkü ellerinde bu ürünleri üreten sığır fazlalığı vardı.

Stokların eritilmesi için Dünya Bankası aracılığıyla bir senaryo yazıldı.

Ucuz dış kredi sağlanarak Türkiye gibi ülkelere damızlık sığır satıldı. Türkiye son kırk yıla varan süreç içinde neredeyse bir milyon başın üstünde sığırı, ABD ve AB ülkelerinden aldı. Ancak gerekli teknik ve ekonomik alt yapı sağlanamadığından, bu hayvanların yarısına yakını kasaba gitti ve/ya da öldü. Bunun yanında Türkiye hayvancılığı büyük bir yara da aldı. Buna karşılık, Türkiye bu ülkelerde sorun durumuna gelen sığırları alarak, onları rahatlattı.

Sığır ithal edilen ülkelerin kimileri bizlere ödül bile verdi.

Özünde Fakir Türk çiftçisi, zengin batılı çiftçiye ve tekelci firmalara yardım etti.

Diğer yandan Türkiye giderek Uluslararası Para Fonu (UPF) ve Dünya Bankası (DB) aracılığıyla ABD ve AB gibi ülkelerce finansal abluka altına alınmaya başlandı, daha doğrusu doz giderek artırıldı. Örneğin 5 Nisan 1994 kararları bağlamında UPF’na verilen taahhütler kapsamında destekleme alımlarına giren ürün sayısı giderek azaltıldı. Daha sonra 10 Ocak 1996 tarihinde devreye giren Gümrük Birliği Antlaşması’yla tarımla ilgili olarak, aşamalarla tarım ürünlerinin dışalımına konan kimi kısıtlamalar da kaldırıldı, tarım ürünlerinde fiyat oluşumu piyasaya bırakıldı, tarımsal kitler özelleştirildi, Tarım Satış Kooperatifleri gibi örgütlerden devlet desteğini çekti.

Tarımsal desteklemeler, Doğrudan Gelir Desteği (DGD) şekline dönüştürüldü. Ancak bu da yeterince uygulanamadı, daha sonra yeniden ürün temelli desteklemeler yapılmaya başlandı.

Yapılmakta olan destekler de, Türkiye tarım işletmelerinin büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve aile işgücünü kullanan küçük ve orta ölçekli işletmelere değil,ağırlıklı olarak dev tarımsal işletmeler için yapıldı. Daha doğrusu destekler ile bu işletmelerin oluşturulması sağlandı.

Kimi çok bilmiş akademisyenler de köylülüğün millete yük olduğunu söylediler ve de dünya borsa fiyatları ile iç piyasa fiyatları arasındaki fiyat farklarını öne çıkararak ithalden yana tavır geliştirdiler. Dünya borsa fiyatlarının batının elindeki stokları eritmek için uyarılmış fiyatlar olduğunu görmediler. (Bu tespiti iyi niyetle yapıyorum. Yoksa bunlar ekonomik ajan mı idiler?)

TARIMIN ÇÖKÜŞ GÖSTERGELERİ

– Tarımda arz esnek olmadığı için tarımsal ürün fiyatları yaşanan enflasyona bağlı olarak artmadı, buna karşılık girdi fiyatları düşmediği için kırsal kesim giderek daha da yoksullaştı. Örgütlenememiş üretici ve tüketici, örgütlenmiş az sayıda tarım ve gıda tekellerinin denetimine girdi Bunun sonucu,tüketici gıdaya yüksek bedeller ile ulaşırken, ödediği bedelin de çok azı üreticiye aktarılabiliyor.

– Tarımsal üretimde artış hızı nüfus artışının arkasına düştü ve Türkiye açık bir şekilde tarımsal ürün dışalımcısı bir ülke durumuna dönüştü. Yaşamakta olduğumuz yıllarda kırmızı etten baklagillere,tahıllardan pamuğa ve samana hatta çerezlere değin tarım ürünleri dışalımı yaptığımız çocuklarımız dahi biliyor. Akdeniz’de Türkiye’ye getirilmeyi bekleyen mega tankerlerde on binlerce sığır ve koyunun varlığından haberdar olmayan var mı?

– Tarımda yoksulaşan ve işsiz kalan nüfusun kentlere göçü hızlandı. Bu sayının 15 ile 20 milyon arasında değiştiği bildiriliyor. Ancak kentlerde de bu nüfusu emecek iş olanakları da olmadığı için yoksul semtlerin oluştuğunu görmemek olası mı?

– Türkiye tarımsal dış pazarlarını kaybetmeye başladı, bırakınız dış pazarları kendi iç pazarını koruyamaz ve denetleyemez bir duruma düştü.

Kısaca, 1980’li yıllardan sonra gelen bütün hükümetler, ABD ve AB’nin denetiminde olan UPF ve DB yönlendiriciliğinde, tarıma verilen desteklemeleri göstermelik duruma getirdiler. Türkiye tarımı çökertilirken, Batı’da tarım, olağanüstü destekleniyordu. ABD ve AB’de desteklemeler salt üretim alanında değil, pazarlama, gümrük muafiyetleri, özendirme destekleri, dış satım teşvikleri gibi desteklerle sürdürülüyor. Bunları, Türk halkı yeterince bilmiyor, halkın gözünden saklanıyor.

Mustafa Kaymakçı

Kanyak: Odatv.com

Yusuf Yavuz: Tunus'tan zeytinyağı getirmek Türkiye'nin yaşadıklarını özetliyor
29.12.2017

Zeytin Anadolu'nun bedeni, zeytinyağı ise ruhudur. Üzüm ve şarap, arpa ve bira, buğday ve ekmek, keçi ve peynire inciri, fındığı, cevizi ve bademi de ekleyebiliriz.

Bir yandan KHK'ler ile binlerce yıllık üretim kültürünü bir çırpıda silerek Gemlik gibi zeytinin mabedi olan bir kenti yeniden üretirken baş rolün o kenti var eden zeytine değil, yalnızca inşaata ve betona verilmesi, buna karşılık Tunus’tan zeytinyağı ithal edilmesi fikri, Türkiye'nin geldiği noktanın özetidir…

Zeytin Anadolu'nun bedeni, zeytinyağı ise ruhudur. Üzüm ve şarap, arpa ve bira, buğday ve ekmek, keçi ve peynire inciri, fındığı, cevizi ve bademi de ekleyebiliriz. Bütün bunlar bu toprakların ruhuna sinen, kimliğimizle bütünleşen, kültürümüzde harman olan ürünler...

Fındığı İtalyanlara, Mercimeği Kanadalılara, İnciri Amerikalılara, buğdayı Ruslara kaptırdık...

Dünyada en çok ayvayı Türkiye üretiyor ama kendi ürettiği ayvayı bile satmayı beceremeyen basiretsiz tarım politikası yüzünden Türk ayvasını dünyaya Hollanda satıyor.

Cevizi Şili'den, bademi Amerika'dan, Susamı Nijerya'dan alıyoruz.

Kendi ihtiyacını karşılayabildiği ürünlerin başında gelen zeytin ve zeytinyağının Türkiye'nin ithal ettiği ürünlerin arasına girecek olması her şeyi bir yana bırakıp alarm veren tarım sektörüne yoğunlaşmamızı gerekli kılıyor.

Dünyadaki her dört zeytin ağacından biri İspanya'da bulunuyor. İspanya, zeytinliklerini son yıllarda uyguladığı politikalarla artırdı. Uluslararası Zeytin Konseyi'ne de ev sahipliği yapan bu ülke, zeytinyağı üretiminde de dünya lideri.

Zeytin ağacı sayısı 200 milyona yaklaşan (190 milyon) Türkiye ise zeytinlik oranı bakımından İspanya, Tunus, İtalya ve Yunanistan'ın ardından dünyada 5. sırada. Zeytin üretiminde ise Türkiye dünya dördüncüsü. Ancak son yıllarda Türkiye'de bir yandan zeytin üretimi teşvik edilirken, bir yandan da zeytinlikleri katleden uygulamalara izin veriliyor.

BU YIL TÜRKİYE İLK KEZ ZEYTİN ÜRETİMİNDE REKOR KIRMIŞTI

Bütün bunlara rağmen Türkiye'deki zeytin üreticileri bu yıl üretimde rekor kırdı. Türkiye'nin bu yılki zeytin rekoltesinin ilk kez 2 milyon tonun üzerine çıkarak, 2.1 milyon tona ulaşması bekleniyor. Bunun yaklaşık 1,5 milyon tonluk kısmı yağlık, geri kalanı ise sofralık olarak ayrılacak.

Kişi başına zeytinyağı tüketimi oldukça düşük olan ancak son yıllarda giderek artan Türkiye'nin zeytinliklerini koruyup zeytin ve zeytin yağı üretimini artırarak kendi ihtiyacını karşılamasının yanında dünyaya da satması beklenirken, Tunus'tan zeytinyağı ithal edilmesi gündeme geldi.

Türkiye'nin zeytin deposu olan Ege ve Akdeniz bölgelerindeki kıyılardaki zeytinlikler imar ve rant baskısı başta olmak üzere sanayi, turizm ve otoyolların tehdidi altında. Kalkınmayı tek yanlı sanayi üretimine bağlayan Türkiye böyle giderse dünyaya bu topraklardan yayılan zeytin ve zeytinyağı kültürünü yitirerek kendi ihtiyacını da ithalatla karşılamaya başlayacak.

ZEYTİN BU TOPRAKLARIN BİNLERCE YILLIK TARİHİNİN OMURGASIDIR

Oysa başta da altını çizdiğimiz gibi zeytin bu toprakların bedeni, zeytinyağı ruhudur. Anadolu'nun son 3 bin yıllık tarihinin omurgasında zeytin ağacı başköşede durur. Ege ve Akdeniz'deki liman kentlerinde, Helen, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde işlevselliği sürdürerek inişli çıkışlı üretim öyküleriyle bugüne ulaşan zeytin işlikleri, atölyeler, anforalar, ahşap fıçılar zeytinin binlerce yolculuğuna eşlik etti.

Yunan, Roma ve Bizans Anadolu'sunda yalnızca zeytin üretimiyle meşgul olan çiftlik köyleri bulunuyordu. Coğrafyanın kültürü ve inancı belirlediği dönemlerden başlayıp günümüze kadar Anadolu insanı en ağır savaşlarda bile kendi toprağının bereketiyle, zeytine ve buğdaya tutunarak ayakta durdu.

ÜRETİM KÜLTÜRÜNÜN İNŞAAT SEKTÖRÜNE YENİLMESİ ÇÖKÜŞTÜR



Bir yandan KHK'ler ile binlerce yıllık üretim kültürünü bir çırpıda silerek Gemlik gibi zeytinin mabedi olan bir kenti yeniden üretirken başrolün o kenti vareden zeytine değil, yalnızca inşaata ve betona verilmesi, buna karşılık Tunus’tan zeytinyağı ithal edilmesi fikri, Türkiye'nin geldiği noktanın özetidir. Son 50 yılda Anadolu kentlerine yapılan en büyük kötülüğün müsebbibi olan siyasi iradenin ardılı olmakla övünen bugünün iktidarı, üretim kültürünün belirleyici olduğu yaşama biçimlerini tuz buz edip yerine tek tip bir TOKİ elbisesi giydirdi. Bir sabah kalktığınızda yaşadığınız kentin bir kararname ile Konya bozkırlarına taşındığını duyarsanız şaşırmayın.

Üretimdeki sürekliliğin ve tarihsel akışın bu denli tuz buz edildiği bir dönemde salt inşaat sektörünün canlı tutulması uğruna bunca yıkıma seyirci kalınarak ortak olunması, Anadolu'nun çöküşüdür.

Odatv.com

Uzun yıllar boyunca bankacılık yapan 48 yaşındaki Metin Göğüş, zeytincilik yapmaya başladı
3 Ocak 2018



Bankacıdan radikal iş kararı! Finansı bıraktı bu işi yapıyor

48 yaşındaki Metin Göğüş, uzun yıllar yurt için ve yurt dışında bankacılık yaptığını ve hayalinin bir gün zeytincilik yapmak olduğunu söyledi.
Uzun yıllar ofiste çalıştıktan sonra şimdi doğa içinde yaşamanın çok farklı olduğunu belirten Göğüş, "Bankacı olduğum için hafta içi ve hafta sonu çok geç saatlere kadar yoğun tempoda çalışma hayatım oldu. Zeytincilik yapmak aslında bizim emeklilik projemizdi, tarımla uğraşmak gibi düşüncemiz her zaman vardı. Ama şartlar bunu öne almamıza sebep oldu" diye konuştu.

"ÜÇ TANE TİŞÖRTÜM, İKİ ŞORTUM, ARADA BİR GİYDİĞİM PANTOLONUM VAR"

Kendileri için çok yeni bir alan olduğunu birçok şeyi bilmediklerini aktaran Göğüş, işin çok keyifli geçtiğini ve hiç boş zamanlarının olmadığını belirtti ve ekledi: "Zeytinin alt kırınımlarına girdiğimiz zaman çiti, ilacı, budaması, gübrelemesi, sulama sistemi gibi çok yeni şeyler öğreniyorum. Çok keyifli, hiç boş vaktimiz olmuyor. Buradaki hayatla İstanbul'daki hayat bambaşka; üç tane tişörtüm, iki şortum, arada bir giydiğim pantolonum var. Ayakkabı pek kullanmıyorum."

TRAFİK YOK, SABAHLARI KUŞ SESİ İLE UYANIYOR

Metin Göğüş "Alışverişimizi pazardan yapıyoruz, dağ tepe yürüyoruz, ben dalıyorum, balık tutuyorum akşam mangalda balığımızı pişiriyoruz. Kuş sesleriyle uyanıyoruz. Bir kere huzur var, trafik, kalabalık, kavga, gürültü yok. 25 dönümlük bahçemizi bütçemiz çerçevesinde büyütmeye çalışıyoruz. Şu an zeytin ağaçlarının bakımıyla uğraşıyoruz"diyor.

"850 TANE AĞACA ZEYTİN SİNEĞİ KAPANI KURDUK"

Karaburun'a ilk yerleştiklerinde zeytine dair hiç bir şey bilmediklerini dile getiren Göğüş, zeytin okuluyla yollarının nasıl kesiştiğini dair şöyle konuştu: "Türkiye'de zeytin ile ilgili doğru bilgi sahibi pek yok. Biz de ilk başlarda zorlandık. Eşim bir gün internetten Zeytin Okulu'nun aromatik bitkiler eğitimini görmüş başvurdu ve eğitimden oldukça memnun kaldı. Bana söyleyince biz de tam o sırada zeytin sineğini doğal yöntemlerle çözmeye çalışıyorduk bu eğitimin de zeytin okulunda olduğunu görünce eğitimlere katıldık. Ekip harika, eğitim çok zevkli geçti. 850 tane ağaca zeytin sineği kapanı kurduk. Şimdi okulun budama eğitimleri var, dört gözle bekliyoruz" ifadelerini kullandı.

"HAYATIMDAN GAYET MEMNUNUM"

İzmirli 41 yaşındaki Güzin Göğüş ise 17 senedir işi dolayısıyla İstanbul'da yaşadığını ve reklamcılık yaptığını belirtti. Reklam sektörünün zor bir sektörü olduğunun ve insanın omuzlarına yük bindirdiğini aktaran Göğüş, "Çalışma şartlarını ve stresi bir süre sonra kaldıramadım. Hep emekli olduktan sonra İzmir'e yerleşmekti. Bunu biraz erkene aldık. İlk başta hızlı bir yaşamın içinden böyle bir sakin hayata geçmek nasıl olur diye kafamda soru işareti vardı. Ama güzel oluyormuş, şu anda gayet memnunum" dedi.

"TARIM BENİ YAŞAMA BAĞLADI, ŞEHİRDE HAYATI KAÇIRIYORUZ"

Tarımla uğraşınca kendine geldiğini ve yaşamın güzel olduğunu iyice anladığını söyleyen Göğüş, "Tarımla uğraşmak çok güzel, insanı kendine getiriyor, hayata bağlıyor. Şehirde birçok saçma sapan şeyle uğraşırken yaşamı kaçırıyoruz, yani aslında yaşamıyoruz. Her zaman bir şeylerin peşinden koşturuyoruz. Burada kendimi, yaşamı buldum. Hayatın ve yaşamın çok güzel olduğunu iyice anladım" diye konuştu.

"ZEYTİNİ TOPLAYAMAYAN KÖYLÜLERE DE YARDIM EDECEĞİZ"

Mayıs ayında açıldıklarını ve 6 ayda sekiz, dokuz tane faaliyet yürüttüklerinin ifade eden Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Funda Barbaros da şunları söyledi: "Projeyi İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne sunduk destek gördü ve belediyenin katkısıyla metruk haldeki eski ilkokul binası yıkılarak yeni bir bina inşa edildi. Okulun içinde çok güzel bir kütüphanesi ve bir tanede dersliği var. Proje zeytinin budamasından başlayıp, pazarlanmasına kadar giden bütün üretim, toplama, depolama alanlarının da dahil olmak üzere 2-3 yıl sürecek"

PROF.DR. BARBAROS "BURASININ AKADEMİ HALİNE GELMESİNİ İSTİYORUZ"

Funda Barbaros amaçlarının bir akademi olduğunu belirterek "Amacımız zeytin üzerinden genel olarak bütün Akdeniz havzasında yeni öğrenme ve üretme yolları, üretici ve tüketiciyi bir araya getiren türetici diye tanımladığımız bir ağın oluşmasına katkı vermek. Araştırmacılar içinde burasının akademi haline gelmesini istiyoruz" diyor.

GENÇLER ŞEHİRE GÖÇTÜ, ZEYTİNİ YAŞLILAR TOPLUYOR

Barbaros zeytin budama ve toplama konusunda sıkıntı olduğunu da belirterek "Zeytin toplarken bulunduğumuz yöre biraz dağlık, budama hataları da var. Toplamada köylerdeki gençler şehirlere göçtüğü için yaşlılar rahat toplayamıyorlar, zeytin toplama konusunda çok sıkıntı var. Biz Zeytin Okulu olarak bu konuda da destek vermeyi sürdüreceğiz" şeklinde konuştu.
Patronlar Dünyası

Soner Yalçın: Türk tarımını bitirdiler, bize zehir yediriyorlar; bir ülke bile bile intihara sürükleniyor
16 Ocak 2018



"Bu işin içinde başka bir iş var!"

"Gıda terörünü ve bunun arkasındaki karanlık isimleri yazdım" diyen Sözcü yazarı Soner Yalçın, yeni kitabında Türkiye'deki tarıma ilişkin 5 yıl boyunca araştırdığı konuları ele aldı. Yalçın, Türkiye'deki tabloyu, "Türk tarımını bitirip insanlarımıza zehir yedirmeye başladılar. Bir ülke bile bile intihara sürükleniyor. Zehir tacirlerine fırsat veriliyor. Yoksullara soykırım yapılıyor" diyerek özetledi.

Sözcü'den Nil Soysal'ın sorularını yanıtlandıran Soner Yalçın'ın açıklaması şöyle:

"İnsanlar aydınlansın istedim"

– Hikayeyi başa saralım; bu kitabı yazma fikri ilk nasıl doğdu?

Kafamda hep şu vardı: Gıdalar korku kaynağına dönüştürüldü! Hekimler, uzmanlar yazıyor, konuşuyor, uyarıyor: “Aman şunları yemeyin! Aman bunları içmeyin!” Dedikleri doğru ama konuyu “gıda sağlığına” sıkıştırıp bırakıyorlar. Bu “çağdaş esarete” sebep olanlar görmezden geliniyor, gizli amaçları üzerinde durulmuyor. Eksik olan bu. İşte Saklı Seçilmişler kitabı bu ihtiyacı gidermek için yazıldı. Kimyasal yiyecekler-içecekler insan sağlığı için tehlikeli zehir ise niye satılıyor? Demek meselenin gizlenen sırrı var! Bakın çevrenize; kısırlık ve kanser ne kadar arttı. Şeker hastalığı inanılmaz boyutlarda. Bu rahatsızlıkların sebebi yediklerimiz, içtiklerimiz. Mesele sadece sağlık değil; bunun ekonomik-politik yönü var! Bu zehir düzenini kimler, nasıl kurdu? Beslenmenin-gıdanın ekonomik politiği üzerinde kimse durmuyor. Dedim ki içimden; “İnsanların kafasını aydınlatacak, gıda terörünün arkasındaki karanlık isimleri ve politikaları ortaya çıkaracak kitap yazmalıyım.” “Saklı Seçilmişler” böyle doğdu…

"Bu işin içinde başka bir iş var"

– Okurken delirmekten korktum. Siz yazarken benzer duygular yaşamadınız mı?

Kitaba başlarken kafamda şu vardı: ABD-AB ve küresel baronlar daha çok kazanç için bu kirli düzeni kurdu. Her ülkede yerli işbirlikçi patronlar ve iktidarlar buldu. Ya da iktidara getirdi. Dünya Bankası-IMF- Dünya Ticaret Örgütü adlı “şeytan üçgeni” Türk tarımını bitirip insanlarımıza zehir yedirmeye böyle başladı. Bu “şeytanların” ne yaptıklarına odaklanmışken, bir gün kafama dank etti: Bu işin içinde başka iş var! Bu iş sadece para kazanma meselesi olamazdı. Bir sır vardı. Bu sırrın peşine düşünce korkmaya başladım. Öğrendiklerimden dehşete düştüm. Sadece Türkiye değil, dünya yoksullarına soykırım yapılıyor. Dünyadaki fakirleri “biyolojik gıda silahıyla” öldürüyorlar. İnsanları (tek tek isimlerini verdim) yiyeceklerle- eşyalarla- aşılarla kısırlaştırıyorlar. Gebeliği önleyen mısır üretmişler. Kolesterol haplarıyla cinsel hayatlar öldürülüyor. Gördüm ki: Bugün bunu yapan küresel yiyecek şirketleri, global ilaç firmaları dün de Hitler'in destekçisiydi! Tesadüf mü? Aynı aileler gaz odalarıyla değil, gıdayla insanları yok ediyor. Parası olmadığı için sağlıklı beslenemeyen yok ediliyor. Yeni soykırımcılar yeni dünya kurmak istiyor.

"Sadece ağaç katliamı yok"

– Kitapta Türk tarımına yapılanlara da çok kapsamlı yer vermişsiniz.

Çoğu kişi sadece zeytin ağaçları katliamını biliyor. Oysa özellikle Özal döneminde çıkarılan yasalarla başladı büyük tarımsal kıyım. Türkiye'nin milli stratejik sektörü tarımı, yağlı urganla boğdurdular. Çünkü, ABD-AB endüstriyel tarıma geçince elindeki ürünü satmak için yeni pazarlar arıyordu. Türkiye bu pazarlardan biriydi. Size bazı rakamlar vermeliyim: Türkiye'nin 1980 başında tarım ürünleri ihracatı 2 milyar dolar, ithalatı 51 milyon dolardı. İthalat 1999'da 3 milyar 93 milyon dolara yükseldi. Bugün tarımsal ithalat 16.5 milyar dolara ulaştı! Özallar, Erdoğanlar bu açıdan pek eleştirilmedi. Tarımsal üretimde kendine yeten Türkiye, bu dışa bağımlı politikalar sonucu bugün her tarımsal ürünü ithal eder hale getirildi. AKP bu politikayı ısrarla sürdürüyor. Bir ülke bile bile böyle intihara sürükleniyor işte. Zehir tacirlerine böyle fırsat veriliyor.

"Bu kirli düzeni küresel baronlar kurdu"

Soner Yalçın, “ABD-AB ve küresel baronlar daha çok kazanç için bu kirli düzeni kurdu. Her ülkede yerli işbirlikçi buldu” dedi.

"Kitabı yazarken içimden 'İnşallah delirmem' dedim"

– Bu bilgilere ulaştıkça ne hissettiniz, ne yaşadınız?

Özellikle son 6 ayda “inşallah delirmem” dedim. Kötülüğe ve adaletsizliğe inanamıyorsunuz. Örneğin, bu süreçte iki kez ABD'ye gittim. Benzer durumu Güney Kore ve Japonya'da da görmüştüm: Yoksullar evlerinde değil, dışarıda yemek yiyor! Çünkü evde yapmaktan dışarıda yemek daha ucuz! ABD'de doğal gıda ürünlerinin satıldığı butik mağazaların kapısından içeri girmeniz bile zor, çok pahalı. Türkiye'de de öyle; yoksulların doğal yiyecekleri alması imkansız. Bu durumda ne oluyor; kanser çocuklarda görülüyor artık. Türkiye'de resmi rakam 2 bin 600. Bunun gerçek rakamı yansıttığını düşünmüyorum. Saklıyorlar istatistikleri. Çocuklarımızı düşürdükleri durumu yazarken insan duygularına hakim olamıyor. Maalesef insanlar bilmeden bu tuzağa düşüyor; “tatlı zehirler” yediriyor çocuklarına-torunlarına. Fast food özellikle çocuklarda aşırı şişmanlamaya ve şeker/diyabet hastalığına neden olmuyor; zeka geriliğine sebep oluyor! Bu yerlerde her yedi saniyede bir yemek yiyen bir kişide kanser vakası var! Bunu ben değil, ABD Senatosu söylüyor.

"Şekeri artırılan yiyecekler sindirim sistemini bozuyor"

– Tohumu yazıyorsunuz, pirinci yazıyorsunuz, şekeri yazıyorsunuz… Bunları hiç yemiyor musunuz?

Bir kere şunun altını çizeyim: Ekmek, süt, yoğurt, pirinç ya da bir başka tarımsal ürün aslında sahiden ekmek, süt, yoğurt, pirinç mi? Yoksa o görünümde başka bir kimyasal ürün mü? Basit gıda hilelerinden bahsetmiyorum; sorun sandığınızdan daha büyük! Uzun raf ömürleri vs için ortaya çıkarılan tanımsız “şey” yiyeceklerden bahsediyorum. Şunu demek istiyorum: Milyonlarca yılda oluşması gereken insan ve hayvan evrimi; teknoloji ürünü kimyasal gıdalara, genetiği değiştirilmiş yiyeceklere, yemlere uyum sağlayamıyor. Örneğin, 1970'lerde keşfedilen nişasta bazlı şeker/mısır şurubu her yiyeceğin içinde! İşlenen, lifi alınan, nişasta ve şeker miktarı artırılan vs. yiyecekler sindirim sistemimizi darmadağın ediyor. Yiyeceği sindirmek, moleküllerine ayırmak ve besinleri bağırsaklarımızdan vücudumuzun geri kalanına dağıtmak için milyonlarca yıl içinde programlanan vücudumuz, bu kimyasal gıdaları tanımıyor. Bu da vücudun bağışıklık sisteminin yıkılmasına sebep oluyor. İşte, genler ve yiyecekler arasındaki bu uyumsuzluk, son yıllarda müthiş artış gösteren çok sayıda müzmin hastalığa neden oluyor. Sorunuza gelirsem, bu yiyecekleri yiyip yememek herkesin kendi elinde. Ancak yoksullara başka alternatif bırakılmıyor. Fakirler hep ucuza mal edilen yiyeceklerle beslenmek zorunda kalıyor. Dikkat edin en yoksullar en şişman olanlardır. 50 yıl önce hamburger-patates yiyen kişi 420 kalori alıyordu; bugün 1050 kalori alıyor… 3 kilo yapay tatlandırıcı 750 kilo şekere denk geliyor ve her yiyeceğin içinde. Bu ucuz fast food tarzının da gizli bir amacı yok mu? Tek örnek vereyim: Mısır şurubu elde etmek için cıva kullanılıyor! Son on yıllık süre zarfında Türkiye'de diyabet hasta oranı yaklaşık yüzde 100'lük artış göstererek yüzde 7.6'dan yüzde 13.4'e çıktı. Keza insanların büyük çoğunluğu hastalığın farkında olmadan yaşıyor. Yani rakam daha yüksek. Bir gıda terörü ile karşı karşıyayız…

T24
ETİKETLER
soner yalçın haber türk tarımı bize zehir yediriyorlar intihara sürükleniyor gıda terörü

PATRONLAR İSTEDİ AKP İZİN VERDİ: GDO’LU ÜÇ YEMİN DAHA İTHALATI ONAYLANDI!
18 Ocak 2018



Biyogüvenlik Kurulu, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) hakkında yeni bir karar alarak, iki mısır ve bir soya geninin daha yem amaçlı ithalatına ilişkin başvuruyu onayladı.

AKP hükümetinin altı bakanlığının temsilcilerinden oluşan Biyogüvenlik Kurulu, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) hakkında aldığı yeni kararda, iki mısır ve bir soya geninin yem amaçlı ithalatına ilişkin ithalat başvurusunu kabul etti.

PATRONLAR İSTEDİ, BİYOGÜVENLİK KURULU ONAYLADI

Dünya’dan Ali Ekber Yıldırım’ın haberine göre Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği İktisadi İşletmesi’nin (BESD-BİR) yaptığı başvuruya ilişkin Biyogüvenlik Kurulu’nun 30 Ekim 2017’de ve 4 Ocak 2018’de yaptığı iki toplantının kararları 11 Ocak tarihi itibarıyla kamuoyuna açıklandı.

Biyogüvenlik Kurulu kararında konuyla ilgili şu bilgilere yer verildi:

“BESD-BİR’in 8 Kasım 2017 tarihli FG 72 soya çeşidi ve 28 Aralık 2017 tarihli MON87427 ve DAS-40278-9 mısır çeşitlerinin yem amaçlı kullanma başvurularının kabulüne, değerlendirme sürecinin basitleştirilmiş işlem kapsamında yürütülmesine, oluşturulan risk değerlendirme ve sosyo-ekonomik komitelerinin görevlendirilmesine, komite üyeliğinden zaruri nedenlerle ayrılan üyenin yerine uzman havuzundan yeni bir üyenin Kurul Başkanı tarafından atanmasına karar verilmiştir.”

Kararda geçen “değerlendirme sürecinin basitleştirilmiş işlem kapsamında yürütülmesi” ifadesi, bu genlere izin verilmesi sürecinin hızlanacağı anlamına geliyor.

SAYI 39’A YÜKSELECEK

Kurulun başvurusunu kabul ettiği ve basitleştirilmiş işlem uyguladığı üç yeni gene ithalat izni verilirse, Türkiye’ye ithalatına izin verilen genetiği değiştirilmiş gen sayısı 39’a çıkmış olacak.

Daha önce 26 mısır ve 10 soya genine ithal izni verilmişti ve bu genler yem amaçlı olarak ithal ediliyor.

BİYOGÜVENLİK KURULU NEDİR?

Biyogüvenlik Kurulu, altı bakanlığın temsilcilerinden oluşuyor. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı temsilcilerinden oluşan Biyogüvenlik Kurulu’nun dokuz üyesi bulunuyor.

Kaynak: http://haber.sol.org.tr/toplum/patronlar-istedi-akp-izin-verdi-gdolu-uc-yemin-daha-ithalati-onaylandi-225100

Etiketler:
AKP gdo gündem İktibas ithalat Patronlar Sol Gazetesi

Mustafa Kaymakçı: Siz sahiden bakkaldan aldığınızı ekmek mi sanıyorsunuz
22.01.2018

Bir Türk için ekmek kutsal değil miydi? Ekmeğe saygının kökeninde insanlara sağladığı yararlar yatıyordu...

Bir Türk için ekmek kutsal değil miydi? Ekmeğe saygının kökeninde insanlara sağladığı yararlar yatıyordu. Eskiden yere düşen ekmek öpülür, başa konurdu. Oktay Akbal, “Önce Ekmekleri Bozuldu” diye boşuna söylememiş. Dikkat ederseniz, bu yapıtını yazdığı yıllar, Türkiye’nin, 1948 yılındaki Marshall yardımı ile endüstriyel beyaz un ve beyaz ekmekle tanışması yıllara denk geliyor.

Özetle, ekmeğimiz de emperyalizmin yurdumuza girişiyle bozulmaya başlıyor. Kimileri, hala başını kumdan çıkarmıyor, amma gerçek bu.

Günümüzde de beslenme ve sağlık açısından en önemli besinimiz, her gün severek tükettiğimiz ekmek. Ancak ekmeğin birçok sorunları var. Konuyla yakından ilgilenen bir platform da var; www.gidahareketi.org.

Organizasyon hazırlamış olduğu bir raporla, tam buğday unundan yapılmış esmer ekmekle beyaz ekmek arasındaki farkı anlatarak kamuoyunun dikkatini çekiyor.

TAM BUĞDAY UNUNDAN YAPILMIŞ EKMEK NEDEN ÖNEMLİ?

Tam buğday unundan yapılmış ekmek neden önemli?

Türkiye’de insanlar, günlük enerjilerinin ortalama yüzde 44’ünü ekmekten alıyorlar. Tahıl tanesinin öz ve kepek kısımlarında B grubu vitaminleri, çinko, magnezyum, selenyum, krom gibi mineraller, fenol, fitat, saponinler gibi maddeler daha çok bulunuyor. Bunlar öğrenme ve kavrama işlevlerinin gelişimi sağlıyor. Aneminin ortaya çıkmasını engelliyor. Kimi doğum kusurları ve kalp hastalıkları ile kanseri önlüyor. Ayrıca bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde önemli katkılar getiriyor. Tam tahıl ekmeğinin posa içeriği de yüksek. Bu özelliği tokluk hissini artırıyor. Ayrıca posa, sindirim sistemi sağlığının korunmasında ve buna bağlı kolon kanser riskinin azaltılmasında da önemli. Esmer ekmeklerin, glisemik indeksi (kan şekerini yükseltme katsayısı) değeri beyaz ekmeğe oranla daha düşük. Bu, şeker hastalığını ortaya çıkışını engelliyor.

Kısaca şu şöylenebilir; tam buğday unundan yapılmış ekmekler, insanı birçok hastalıklardan koruyor, ya beyaz ekmek…

Beyaz ekmek, kanseri tetikliyor. Bir bilimsel çalışmada, undan ayrıştırılan buğday kabuğunda, tüketenleri kanser ve kalp dolaşım hastalıklarından koruyan “prony lysin” adlı aminoasidin varlığı saptanmıştır. Prony-lysin adlı aminoasit, kabuğu/kepeği ayrıştırılmış beyaz unda bulunmuyor.

Beyaz ekmek tüketimi, şeker hastalığının ortaya çıkmasında da birinci derecede etken.

Beyaz ekmek obeziteyi de ortaya çıkartıyor. Beyaz ekmeğe, beyazlatmak ve dayanıklılık süresini artırmak amacıyla üretim aşamasında çok yoğun biçimde katkı maddelerinin eklenmesi de sağlıkta önemli sorunları ortaya çıkartıyor.

Yazımı sonlarken ekmek tüketimi konusunda görüşümü de söylemek isterim. “Ekmek tüketmeyin, onun yerine çerez tüketin!” gibi önermeleri naif görüyorum.

Ancak hemen bir önerim var.

Neden evinizde ekmeğinizi pişirmiyorsunuz?

İzleyen yazıda ekmek konusunda neler yapılmalı konusunu anlatmaya çalışacağım.

Odatv.com
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com