EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Alevîler ve Alevîlik

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pzr Tem 06, 2008 10:39 pm    Mesaj konusu: Alevîler ve Alevîlik Alıntıyla Cevap Gönder

Dersim: “Evlâd-ı Kerbelâyımi, be günayımi, ayıbo, zulimo, cinayeta”
Oğuz Gürses

[Olay Genelkurmay belgelerinde de “Dersim tedip ve tenkil harekatı” olarak adlandırılır. Dersim katliamı 1935’de, memleketimizin adının “Tunç Eli” olarak değiştirildiği “Tunceli Kanunu” ile başlamıştır. O dönemde hazırlanan tüm raporlarda Dersim “çıbanbaşı” olarak adlandırılmış, nasıl yok edileceğine dair her biri diğerinden korkunç, tüyler ürperten önermeler yapılmıştır. Sonuçta, bir tür “sömürge valisi” sıfatıyla, Kürt, Ermeni ve Alevi düşmanı olarak nam salmış Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı General Abdullah Alpdoğan 4. Umumi Müfettiş olarak 1937’de bölgeye atandı ve katliam başladı. Aynı yılda Dersim’in inanç önderlerinden başta Seyit Rıza olmak üzere 8 kişi Elazığ’da, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yargılama sonucunda idam edildi. Şu kadarını söyleyeyim; Seyit Rıza’nın 18 yaşından küçük hasta oğlu Resik Hüseyin, babasına seyrettirilerek asılmıştır. Köyler yakılıp yıkılmış, kadın, çocuk ve yaşlıların da olduğu binlerce insan toplu katliama maruz kalmıştır. İhsan Sabri Çağlayangil’e ait olan ve yalanlanmayan ses kaydına göre, mağaralara doldurulan insanlar “kimyasal gaz” kullanılarak, Çağlayangil’in ifadesiyle “fare gibi” öldürülmüşlerdir.] (*)

Dersim katliamı baştan sona bir CHP operasyonudur...

Operasyon, başından sonuna kadar CHP’nin bütün kurucu kadrosuun içinde bulunduğu bir ekip tarafından planlanmış yürütülmüş ve sonuçlandırılmıştır...

Yakın tarihimizdeki “Olağanüstü hal Valiliği” ve buna bağlı olarak yapılan (yargısız infazlar, işkenceler, gözaltına alındaıktan sonra buharlaşıveren insanlar... Yakılan köyler... Göçe zorlanan insanlar... vb..) ahlâk dışı, hukuk dışı, insaf dışı ve insanlık dışı uygulamaların tümü CHP’nin “Dersim Modeli”nin devamıdır...

Cafer Solgun haklı...

CHP durup dururken mutad uygulamalarının bile çok ötesine geçerek “Tunceli Kanunu”nu çıkarmış ve bu Kanun çerçevesinde bölgeye bir “olağanüstü/sınırsız yetkileri” olan vali tayiniyle işe başlamıştır...

Olgun’un “sömürge valisi” tabiri de yanlış değil; bilakis bu tabir, bu valiliğin hem kuruluş gayesini hem de sınırsız yetkilerini gayet iyi anlatıyor...

Aktüel dergisinin şu satırları bu sınırsız yetkilerin nasıl bir vahşet doğurduğunu belgeliyor:

[Albay Hulusi Yahyagil, Dersim İsyanı sırasında Elazığ'daydı. Birliği isyanı bastırmak için Tunceli'ye gitmişti. Yahyagil çatışmalara katılmasa da kendilerine verilen emri net bir şekilde hatırlıyor; Dersimlilerin topyekûn imhası. Arkadaşı "Yüzbaşı Şevki"nin hatıralarında ise yakılan, yok edilen köyler, süngülenen bebekler var. (..)Yahyagil de Elazığ'da görev yapıyordu. Gelen emre göre de taburuyla birlikte Dersim İsyanı'nı bastıracak birliklerin arasında yer alacaktı; "Ben Elaziz (Elazığ)'de tabur komutanlığı yapıyordum. 1938 Dersim İsyanı'nın sebep olduğu facia hadisesi neticelenmek üzere idi. Bizi de Dersim İsyanı'nı önlemeye ve bastırmaya memur ettiler. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köylerinin o yıl vergi vermeme meselesi idi. Aslında hadise basitti. Fakat nedense onu büyüttüler ve umumileştirdiler." Çok basit önlemlerle, belki hiç can kaybı yaşanmadan çözülecek bir olay kısa sürede bölgeyi etkisi altına aldı. Dersim yani Tunceli ve çevresi alev alev yanıyordu. Yahyagil'e göre bu sırada gelen emir netti: Abdülkadir Badıllı, (..)Malatyalı emekli yüzbaşı Şevki Bey'in söylediklerini naklediyor (..)"Dersim İsyanı'nda isyan eden bazı insanlarla askerler harp ederken, isyancılar yavaş yavaş çekilip dağın zirvesine doğru gitmişler. Bizim askerler onlara ulaşamıyor ve bir şey yapamıyorlardı. Bu defa herhalde gelen emirler mucibince, Hulusi Bey'e de verilen emir gibi, geri dönüp masum çoluk-çocuk, ihtiyar demeden katletmeye başlamışlar. Hatta hınçlarını alamayarak, bazı taburlar topladıkları çoluk-çocuk, kadın ihtiyar, bünah masumları büyük avlulu surlu bir evin içine doldurmuşlar ve birçok teneke gazyağı döküp bunları ateşe vermişlerdi. Bu ateş içinde yükselen feryatlar ve çığlıklar ortasından, bir kadın kucağındaki bebeğini ateşte yanmaması için surun üstünden dışarıya fırlatmış. Fakat bir yüzbaşı o bebeği süngüleyerek, süngü ile tekrar surun üstünden ateşin ortasına atmıştı. Gözümle gördüm."
Kitabın yazarı Abdülkadir Badıllı, dipnotta anlattığı bu acı hatıranın yanına, bu olayın Necip Fazıl Kısakürek'in çıkardığı Büyük Doğu dergisinde 1951 yılında yayımlandığını da belirtmiş.]


Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek, “Son Devrin Din Mazlumlar”ı isimli eserinde şunları söylüyor:

[En aşağı 50.000 müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve mânasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.

Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki mâsum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi... Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alâkasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşı -sında sigara içilmesi... Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı... Annesinin karnından sivri uçlu âletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve
hala topuğunda bu sivri uçlu âletin izini taşıyan çocuk... Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren cellâdın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi mâsum... Ve buna benzer daha neler, daha neler!..
Cesetleri değil, mânaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50.000, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil müslüman cesedine karşılık kaç ferdin mânası üzerinde ebedî idam karari verecektir?
Elâzığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk... Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat'a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlanndaki köylerine geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil'in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlama ya başlıyorlar. Onlara şu karşılık veriliyor:
"-Sizi de onun yanına götüreceğiz!"
Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarnin yanına gönderilmişlerdir.
Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor:
"Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size isbat edeyim!"
Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınlari gerisinde âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vak'a, bana, 1944 yılında, Eğridir'de askerliğimi yaparken, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen Amirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.)
Yusuf Cemil'in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ'da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüvviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla berabır, kurşunlanıyor.
Hozat'ın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım... Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerika'ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, Amerika dönüşünde, Birinci Dünya Harbinde Kafkas cephesi Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrü'nün iki çocuklu karısı Şirin Hatun'la evlenmiş, Hozata gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükûmetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6.000 lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakamlığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar.
Muamele biter bitmez "Seni Hozat'tan çağırıyorlar!" diyerek,onu, mahfuzen yola çıkariyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. Koynundaki 6.000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor.
Zavallının zevcesi Şirin Hatun, o esnada, dört çocuğuyla birlikte, komşularına oturmaya gitmiştir. Kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki, kapısı kırılmiş ve bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. Haykırmaya başlıyor:
"-Yetişin, evimize eşkiya girdi!.."
Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklarıyla beraber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor.
Bu arada Hozat'ın Zımbık köyünde (Şekspir)in hayaline bile taş çıkartacak, bir vak'a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle (süngü) öldürülüyor. Ölüurülen kadinlar arasinda biri doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirtip büyütüyorlar ve ona "Besi" adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu alet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşımaktadır.

(24 yıl evvelki Büyük Doğu'lardan)

Hozat'ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elâzığ Muallim Mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakya'ya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyle, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı âkıbete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.
Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta... Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vazivet birden haber alInIyor.
Çocuklarin öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız mâsumlara silâh kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingenelerden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 mâsumun işi bitiriliyor.
Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.
Celâl Bayar'ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak'in Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımızın hayaline ve istikbâldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sebep de birtakım âsâyişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu'yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir.
Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğuınun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.]


Dersim işte budur...

Bu vahşetin sorumlusu da o günkü CHP yöneticileri ki; bunlar aynı zamanda CHP’nin kurucu kadrolarıdır...

Bugünkü CHP’nin zihniyet olarak 70 yıl önceki yerde durduğunu ise CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen bakın nasıl ikrar ve itiraf ediyor: “Atatürk’ün partisine mensup birisi olarak Atatürk’ün yaptıklarından utanç mı duyacağım? Atatürk, devlete karşı silah çekenlerle mücadele etti.. Ben Atatürk’ün devlete silah çekenlerle nasıl mücadele ettiğini anlattım. İtiraz edenler bana niye itiraz ediyor? Atatürk’ün yaptıklarını anlattım. Cesareti olan Atatürk’e itiraz etsin, Atatürk hata yaptı desin, Atatürk bile bile yanlış yaptı deyin.." (13 Kasım 2009 gazeteler)
50 bin’den fazla sivil insan en vahşi usuller kullanılarak katledilmiş...
Bunda ne gibi bir hata olabilir ki (!)

Monşer Öymen bunu anlayamıyor...

Çünkü “bunu Atatürk yaptı, Atatürk’ün yaptığı bir şeye nasıl yanlış diyebilirsiniz ki?” diye düşünüyor...

“Cesareti olan Atatürk’e itiraz etsin, Atatürk hata yaptı desin, Atatürk bile bile yanlış yaptı deyin.” Diye meydan da okuyor...

“Yanlış” ve “doğru” yapana göre muhtevası değişen kavramlar mıdır? Onların “yapan”dan bağımsız muhtevaları olması gerekmez mi?

Yahu bu CHP’liler ve onların TSK, yargı ve bürokrasi içindeki uzantıları “Atatürk” denilince; “benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacak” diyen bir “ölümlü”den değil de “her şeye kaadir olan ancak benim” diyen bir tanrıdan sözettiklerini ne zaman anlayacak?

Atatürk böyle saçma bir iddiada bulundu mu? Bulunduysa böyle bir iddiayı ne zaman ve nerede yaptı? Yapmadıysa böyle saçma bir iddiayı ona atfetmek, hem haksızlık hem de iftira değil midir?

Onun “yanlış yapması mümkün olmayan bir bir tanrı” değil de Her an yanlış da doğru da yapması mümkün olan bir “insan” olduğunu anlamak bu kadar mı zor?

Bu ne kadar vahim, ne kadar perişan, ne kadar zavallı bir zihniyettir böyle?

Normal bir toplumda bir insana tanrılık atfeden insanların yeri; siyasetin, bürokrasinin medyanın veya sivil toplum örgütlerinin üst makamları mıdır, yoksa tımarhaneler mi?

Ama Dersim mevzuunda tuhaflık bu kadar değil ki?

Alevîlere bakın...

Dersimde vahşice katledilen 50 bin insanın çoğunluğu Alevîdir...

Gelin görün ki Sivas’ta Aziz Nesin’e karşı girişilen bir toplumsal protesto eyleminde, Alevî oldukları için değil, o sırada Aziz Nesin’le aynı otelde kaldıkları için; çıkan yangında ölen 33 kişi için “Sivas Katliamı” diye yeri göğü inleten alevî örgütleri...

Sıra dünya tarihinin gördüğü en vahşî katliamlarından birinin yaşandığı Dersim’e geldiğinde derin bir suskunluğa gömülüyorlar...

Sadece suskunluğa gömülmekle kalmıyorlar, bir de gidip o katliamın mimarı ve uygulayıcısı CHP’ye oy veriyorlar... Destek oluyorlar...

Cemevlerinde Hz. Ali’nin resimlerinin yanıbaşına aynı büyüklükte Mustafa kemal’in resimlerini de asıyorlar...

Dersimdeki katliamı “Laik CHP”nin hükûmeti” planlayıp uygulamamış gibi “Laikliklik mitingleri"nde CHP zihniyetine kendilerini dolgu malzemesi olarak kullandırtıyorlar?

Mazlum Seyit Rıza’nın 70 yıl önce ölüm karşısındaki şu dik duruşu bugünün Alevîlerine hiç mi bir şey söylemiyor:

[Fındık Hafiz'ın idamı bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi, sessizliğe ve boşluğa hitabetti.

- “Evlad-ı Kerbelâyımi, be gunayımi, ayibo zulimo, cinayeta. (Evlad-ı Kerbelâyız, gunahsızız, ayıptır, zulümdur, cinayettir.)” dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap - rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu. İnfazı yaptı.]
(Dönemin Emniyet Müdürü Şükrü Sökmensüer)

Alevîlerin bu CHP aşkı; “celladına aşık olmak” gibi sapkın ve problemli bir sevgi değilse nedir?

* CAFER SOLGUN (‘ALEVİLERİN KEMALİZMLE İMTİHANI’ kitabının yazarı) Akşam gazetesi.
Baran


Ahmet Altan’ın Kafası Da En Az TC Kadar Karışık...

Oğuz Gürses

Ahmet Altan “Yalancı laikler” başlıklı yazısıyla bir taraftan önemli tespitler yaparken, diğer yandan kafa karışıklığını sergiliyor öbür yandan manüplasyona devam ediyor...

Dinle Ahmet Altan:

”Yalandan bıktım. /Devleti, bürokratı, partisi, gazetecisiyle bir toplum nasıl bu kadar yalan söyler, kavramak gerçekten güç.” Diyorsun...

Senin yalandan bıkmana bir diyeceğimiz yok ama, “toplum”u “devlet+bürokrat+parti+gazeteci” olarak görmesn/tarif etmen, toplumdan bahsederken asıl unsur olan halkı hiç nazara almaman neyin göstergesi olabilir diye sormadan da edemiyoruz?

Kafa karışıklığının mı? Özensizliğinin mi? Dikkatsizliğinin mi? Yoksa halkı hesap dışı tutan/yok farzeden -kendisinin de mensup olduğu- “yöneten elit/oligarşi”ye mahsus kibrin doğurduğu duygu ve düşünce alışkanlığının açığa çıkıvermesi mi?

Devam edelim:

”Bizim en büyük sorunumuz ne bugünlerde?/Laiklik, değil mi?/Devlet erkânımız ve yandaşları laiklik istiyorlar ve laiklik tehlikeye düşecek diye korkuyorlar, değil mi?” Diyorsun...

Valla, sizin en büyük sorununuz “laiikliktir” belki ama, bağlı olduğunuz mihrakların hergün ayrı ayrı şirketlere çok çeşitli deneklere ulaşarak yaptırdıkları anketlere baktığımızda, laiklik denilen şeyin “aziz ve muhterem” halkımızın gözünde herhangibir kıymetiharbiyesinin olmadığı apaçık görünürken; bizim de -bir parçası olduğumuz- “pek aziz ve pek muhterem” halkımızın hilafına laikliğe herhangibir değer/önem atfetmemizin mümkünatı yoktur...

Devam edelim:

”İşte bu, benim rastladığım en büyük yalan. /Vatikan Devleti ne kadar laiklik istiyorsa bizim devlet de o kadar laiklik istiyor. /Çünkü “dinî” açıdan bizim en çok benzediğimiz devlet Vatikan Devleti. /Vatikan, Hıristiyan dininin Katolik mezhebinin devleti. /Peki biz? /Biz de Müslüman dininin Sünni mezhebinin devletiyiz.” Diyorsun...

Şu beş cümledeki yanlışlarını deveye göstersek “abiciğim ben ‘nerem doğru diye’ sitem etmiştim ama bu cümleri görünce bendeki eğrilikler “iki nokta arasındaki en kısa mesafe olan” ‘doğru’ kadar dümdüz görünür oldu gözüme” diyecek?

Sondan başlayalım: TC’nin sünnî bir devlet olduğu kuyruklu bir yalandır ve kaynağı da bütçeden DİB’in aldığı paya gözdiken bazı Alevî dedeleri ile Alevî yazarlardır. Senin gibi romancı tarafı da olan birinin böyle bir kuyruklu yalana inanması sadece tuhaf değil aynı zamanda büyük bir ayıptır.

TC şayet sünnî bir devlet olsaydı hilafet gibi bir temel müesseseyi ilga edebilir, Anayasa’sındaki “TC’nin dini, din-i İslâmdır” hükmünü kaldırabilir, tekke ve zaviyeler gibi çok önemli kuruluşları kapatabilir. Şapka gibi hıristiyan-Yahudi serpuşunun giyilmesini müslüman halka mecburi hale getirebilir, TC’nin Matbuat Umum müdürlüğü gazetelere “Bundan böyle Allah ve ahlâktan bahsetmek suret-i katiyede memnunudur” diye genelgeler yayınlayabilir. Bütün Sünnî mezheplere göre lli yaştan sonra “tesettür”e girmesi farz olan kız öğrencilere spor bayramlarında dansöz kıyafetlerine benzer kıyafetler giydirilerek gösteri yaptırılabilir. Dünyanın varlık bakımından en zengin vakıfları olan Sünnî vakıflarının bütün menkul ve gayrımenkulleri bir gecede gaspedillebilir (uzatmayalım diğerlerini de sen düşünüver) ...miydi?

TC, varlığını “Sünnî islâm karşıtlığı” üzerine kurmuş, fakat halkının en az %95’ı Sünnî müslüman olduğu için bunu açıkça söylemek yerine, “Sünnî İslâm”ı “irtica” olarak kodlayarak, “irtica” adı altında 7/24 kesintisiz Sünnî islâm düşmanlığını yürüten bir devlettir... Bu devlet kendini bütün temel kanunlarında “laik” olarak tanımlamakta ve “laik” vasfının da “asla değiştirilemez ve hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez”liğine sürekli vurgu yapmaktadır. Bu laiklik TC’nin yargı organları tarafından ise -senin patronların “sekülerllik” dediği şeyden de, “laiklik” dediği şeyden de farklı olarak- Lenin’in, Stalin’in Mao’nun ve Enver Hocan’nın uyguladığı “dayatmacı ateizm/Allahsızlık” modeline benzer şekilde algılanıp yorumlanmakta ve uygulanmaktadır...

Böyle bir devletin nesi sünnî, neresî müslüman ve “Vatikan benzetmesi “ne alâka, ey Ahmet Altan?

Haa diyeceksin ki: öyleyse DİB nedir?

DİB’in Sünnî bir kurum olduğu yalanı da, tıpkı TC’nin “Sünnî bir devlet olduğu” yalanı gibi kuyruklu bir Alevî yalanıdır...

DİB’in iştigal sahası Sünnîliktir; ama bu Sünnîlik, Sünnî çoğunluğun ödediği vergilerin, Sünnî çoğunluğa devlet hizmeti olarak dönmesi tarzında, tabiî/normal/olağan bir durum değildir. Tam aksine Sünnî çoüunluktan toplanan vergilerle oluşturulan bu devasa kurumun iki temel işlevi vardır: Birincisi Sünnî inanç sistemini hak, adalet, cihad, haksızlığa karşı çıkma, zulme rıza göstememe, zalimlere boyun eğmeme gibi temel özelliklerini yokederek Sünnîleri iteatkâr köleler haline getirmek/protestanlaştırmak; diğeri de köleleştiremedikleri/protestanlaştıramadıkları Sünnîleri camilerdeki DİB memurları vasıtasıyla denetim altında tutacak geniş bir istihbarat ağı kurmak...

Yani senin anlayacağın Ahmet Altan; Laik TC, Sünnî olduğu için değil ,baş düşman olarak Sünnîliği gördüğü için bütçesinden bu kadar büyük bir payı DİB için seve seve ayırıyor...

Devam edelim:

“Siz hiç Alevi olduğunu açıkça söyleyen bir general gördünüz mü?/ “Ben Aleviyim” diyen bir Maliye müfettişiyle karşılaştınız mı?/ Aleviler de kimliklerini açıkça beyan ederlerse devlet dairelerinde iş bulamazlar./ Bu devlet, Müslüman Sünni olmayanlara güvenmez ve onları içine almaz. Vatikan da böyledir. “ Diyorsun...

Senin Müslümanlık, Alevîlik veya Sünnîlik gibi dinî bir aidiyet/mensubiyet belirrtiğini hatırlamıyoruz ama yazdıklarından Alevî propaganda yalanlarını gerçekmiş gibi algılamak yanılgısına düştüğünü açıkça görüyoruz.

Yoksa 28 Şubatta, 10 bine yakın subay ve astsubay sırf Sünnî oldukları için (Namaz kıldıkları/oruç tuttukları/içki içmedikleri/kumar oynamadıkları/karılarıyla danslı-içkili toplantılara katılmadıkları / Karılarının başları örtülü oldukları veya başları açık olsa bile bikini ile denize girmedikleri için -üstelik de bunların hepsini birarada yaptıkları için de deği,l bunlardan sadece birini yaptıkları için- ve bunlar da Sünnî hayat tarzının göstergeleri olduğu için) tasfiye edildiklerini nasıl hatırlamazsın? Üstelik de sırf Sünnî oldukları için tasfiye edilen bu 10 bine yakın başarılı askerin, tasfiyelerini yapan generallerin, bir de bu subayları ve ailelerini açlığa mahkum etmek için kamuda çalışma yasağı getiren kanun çıkarttırdıklarını nasıl unutursun? Bu generallerin Sünnî olduğunu iddia etmek, hele de buna inanmak nasıl bir kafa karışıklığıdır? Üstelik de bu tasfiyelerin yapıldığı dönemde Alevî subaylar başlarında Alevî generaller olduğu halde Hacı Bektaş Türbesini ziyarete giderlerken sen bu ülkede yaşamıyormuydun be birader?

Hadi bunları unuttun diyelim?

Hani “inşallah dedi, maşallah dedi, çok şükür dedi, türban yasağını kaldırmak için teşebbüse geçti öyleyse laikliğe aykırılık suçu sabittir” diye gazete kupürlerinden iddianame düzüp, Sünnî kökenli insanların verdiği oylarla iktidara gelmiş bir partiyi kapatmak için dava açan, dava açtıktan sonra da “ne olur ne olmaz işi sağlama alalım” diyerek Anayasa Mahkemesine ve TBMM’ye muhtıra veren Yargıtay ve Danıştay’dan bir grup hakim ve savcıının Alevîlerin kutsal mekân kabul ettikleri Hacı Bektaş-ı Veli Türbesini eşleriyle birlikte ziyaret etmelerini, bu ziyaretlerinde bir Alevî ritüeli olan “Semah”la karşılanmalarını, türbede topluca dua etmelerini, türbenin kutsal sayılan suyundan içmelerini, çilehaneyi ziyaret etmelerini de mi duymadın?

“Aleviler de kimliklerini açıkça beyan ederlerse devlet dairelerinde iş bulamazlar.”mış: İnsaf yahu! Yüksek yargının yarısından fazlası Alevî kökenli olmasa bu başsavcılar bu muhtıracı başkanlar nasıl seçilecek?

Yargıtay ve Danıştay’ın yüksek yargıç ve savcılarının yüzde 50’den fazlası Alevî ama, Alevilerin toplam nüfus içindeki yerleri yüzde 3-4 civarı! Bu ne güzel Sünnî devlet ve bu ne adil bir “temsili+çoğulcu+katılımcı demokraaasi” Ahmet Altan? Veya “bu ne yaman çelişki anne?”

Devam edelim:

“Burası “kafası karışık” bir ülke./ Laik mi olmak istiyorsunuz? Bizim yargıçlar laikliği çok mu arzuluyor? O zaman kolay. Önce devletin kapılarını her dinden, her mezhepten insana açacaksınız. /Ermeniler, Rumlar, Yahudiler de devlette çalışacak. /Bütün mezhepleri de kabul edeceksiniz./Sonra insanların inançlarına göre giyinmelerine, yaşamalarına, ibadetlerine karışmayacaksınız.” Diyorsun...

Bu söyledklerinin laiklikle ne alâkası var Ahmet Altan? Her normal devlet bunu zaten yapmak zorundadır. Başka türlü iç barışı nasıl sağlayacak?

Osmanlı’da bu saydıklarının hepsi vardı...

Ama Osmanlı laik değil Sünnî bir İslâm devletiydi...

Zaten bu dediklerini yapmayan/yapamayan bir devlet, TC gibi kendi halkıyla kavga etmekten/didişmekten/itişip kakışmaktan başını kaldırıp da, devlet olmanın fonksiyonlarını yerine getirmeye ne imkân, ne zaman, ne de fırsat bulabilir. .. Adaletten, iç ve dış güvenliğe, eğitimden sağlığa, ziraatten sanayi ve ticarete, mimarîden şehirciliğe, edebiyattan sanatın diğer kollarına kadar her alanda nal toplar... Sonra da, kabahati “gericilik, bölücülük yıkıcılık” gibi mevhum öcülere yıkmaya kalkar... Ve bir gün bakar ki; bu ülkenin insanlarına hayatı zindan eden tek gerçek öcünün kim olduğunu Ahmet Altan bile anlamış...

Meselâ yani...

Baran

Doç.Dr.Ayhan YALÇINKAYA: Aleviler seçimlerde devletle hesaplaşmalı
Kenan Kırkaya

Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya, Laik-İslamcı kutuplaşması yaratılarak Alevilerin devlet politikasının yedeğine çekilmek istendiğini söyledi. Yaklaşan seçimlerle birlikte Alevi oylarının CHP'ye kanalize edilmeye çalışıldığına dikkat çeken Ayhan Yalçınkaya, Alevilerin bu oyuna gelmemesini istedi. Alevi sorununun Türkiye'nin demokratikleşme sorunuyla birebir bağlantılı bir sorun olduğunu kaydeden Yalçınkaya, demokrasi için ilk adım olarak devletin Alevi politikasından kopmak gerektiğini ifade etti. Alevilerin bu seçimde devletle ve kendi tarihiyle hesaplaşacağını da vurgulayan Yalçınkaya, 'Devletle hesaplaşmadan, 'devlet Aleviler için ne yaptı, ne yapmak istiyor' sorusunu yanıtlamadan hiçbir yere varamazlar ve politika üretemezler' dedi.

Seçim süreçlerinde en çok Aleviler tartışılıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Seçim ne zaman gündeme gelse en sağından en soluna kadar bütün siyasi partiler Alevilerin kapısını çalmaya başlar. İktidar ya da muhalefet programlarında Alevilerin ihtiyaçlarına ilişkin çözümler geliştirilmezken ya da Türkiye'de Alevilik sorunu gibi sorunun var olup olmadığı üzerinde düşünmezken, seçim zamanı sırf oy deposu olarak Alevilere yöneliyor. Cumhuriyet tarihinden beri bu böyle ve değişen bir şey olmadı. Bütün partilerin Aleviler için ne önerdiklerini, ne vaat ettiklerini kontrol etsek, hiçbir şey vaat etmediklerini görürüz. Bırakalım Alevilerin özel sorunlarını ve ihtiyaçlarını, söz konusu siyasi partilerin Türkiye'nin demokratikleşmesine ilişkin perspektifleri -ki Alevilerin sorunu bundan bağımsız ele alınamaz- bile bozuk. Bu yaklaşım ikiyüzlüce, kaybettikleri prestijlerini yeniden üretmeye ve Alevileri yedeklemeye dönük bir yaklaşımdan başka bir şey değil.

Politik düzeyde siyasi partilerin Alevilere yönelik yaklaşımı da böyle mi?

Politik düzey başka türlü analiz edilmeli. TC'nin kuruluş sürecinde yurttaşlığın tanımlanmasında bizatihi Aleviler ikircikli bir pozisyonda tutulmuşlardır. Öncelikle yurttaşlığın temel özellikleri Sünni Müslümanlık ve etnik açıdan Türklük olarak konulduğundan, Aleviler etnik olarak öz be öz Türk sayılmışlar. Türk eşittir yurttaş deniliyor ama ortada Türk ulusu yok ve bu ulusu yaratmak zorundalar. Bu ulusu yaratabilmek için de güvenebilecekleri Türk unsuru olarak Alevilere yöneliyorlar. Bu yanıyla Aleviler kamusal alana, siyasetin merkezine ve platformlarına davet ediliyor ama öte yandan Sünni olmadıkları ölçüde de dışlanıyorlar. Alevi kimliği asla ve asla kabul görmüyor. Bu tutum Alevileri devlete ve siyasete karşı ikircikli bir halde bıraktı. Devlet bu ikircikli pozisyonu çok iyi kullandı.

1980'den sonra Kürt sorununun patlamasıyla birlikte bunu son derece iyi manipüle etti devlet. Gerektiği zaman Aleviler bizzat devlet tarafından beslenmiş, büyütülmüş, İslamcı tehdide karşı laik güçler olarak göreve çağrıldı. Bu kez Aleviler, Kürt sorunu içinden çıkılmaz hale geldikçe, -Kürtler arasındaki Alevi varlığı da düşünüldüğünde- bir yandan Kürt Alevileri diğer Kürt topluluklarından ayrıldı, Türkleştirilerek ve aynı anda da milliyetçiliğin yanında konumlandırılarak Kürt hareketine karşı seferberlikte kullanıldı. Siyasi partilerin tutumu o açıdan kendilerine has bir tutum değil. Devletin Alevilere ilişkin politikası ne ise her siyasi parti şu ya da bu ölçüde onu uyguladı. Hiçbir siyasi partinin programında Alevilerin sorunları yok. Esasta değişen bir şey var mı? Devletin Alevi politikasına ilişkin tutumuna müdahale edecek, politik çerçeveyi değiştireceklerine dair bir şey var mı? Yok.

Bu yaklaşım cumhuriyet rejimi ile başladı diyorsunuz? Daha önce böyle değil miydi?

Bu tür konularda modern devletlerin geleneksel devlet yapılarından bir farkı vardır. Örneğin, geleneksel devletler, bir farklılığın kendisine tehdit oluşturduğunu düşündüğü zaman harekete geçer, o farklılık tehdit olmaktan çıktığı zaman kendi haline terk eder. Örneğin Kürtlerin geleneksel yapısı ne ise Osmanlı devleti bu iç yapılanmasına karışmamıştır. Ama bir Kürt isyanı geliştiğinde acımasız bir şekilde bastırmış, ardından çekilmiştir. Geleneksel devlette, diyelim ki dilin Kürtçe ise Türkçe, Arapça ya da Farsça konuşacaksın demez. Bu, Aleviler için de geçerli. Aleviler sorun yarattığı zaman bastırılmış, sonra devlet sınırları içine çekilmiştir. Modern devlet ise bunu asla kabul edemez. Bu yanıyla farklılıkların devletin tanımladığı ölçülere göre ortadan kaldırılması gerekir. Ulusu etnik olarak Türk, dil olarak Türkçe ve inanç olarak Sünni diye tanımladığınız zaman, etnik olarak Kürt olmak ve Kürtçe konuşmak ya da inanç olarak Alevi olmak, ister istemez ulus-devlet açısından sorun yaratmaktadır. Bunu ortadan kaldırmak için modern devlet harekete geçer.

Bahsettiğiniz bu politika 80 yıllık süreçte ne kadar başarılı oldu?

Çok başarılı oldu. (..) Alevi nüfusu azaldı. (..) Aleviler, kendi yarattıkları ve devletin desteklediği bir masala çok inandılar. Bu masal Alevilerin sorunsuz bir şekilde cumhuriyet rejimine destek verdikleri yönündedir. Bu masal üzerinden Aleviler kendilerini cumhuriyetin kurucu gücü olarak gördüler. Eğer böyleyse Dersim'dekiler Alevi değil miydi? Koçgiri'de ayaklananlar Alevi değil miydi? Bu masal üzerinden kendini kurucu unsur olarak ilan eden Aleviler, devletin ali çıkarlarıyla bütünleştirildiler. CHP'nin Alevileri geleneksel oy deposu olarak görmesi ve Alevilerin halen CHP dışında başka bir seçenek düşünmemeleri bu başarıyı gösteriyor.

CHP dışında bir seçenek düşünmüyorlar diyorsunuz ama bu dönem MHP gibi aşırı milliyetçi ve AKP gibi Alevilerle sorunlu partilerden bile Alevi adaylar çıktı?

Bu durum, Türkiye'de kavramların uğradığı aşınma ile, bu aşınmanın kamuoyunda yarattığı etkiliyle yakından ilişkilidir. Türkiye'de hatta dünyada deniliyor ki sol-sağ ayrımı kalmadı. MHP'den aday olan Ulusoy isimli kişi bu iddiada, başka bir yığın kişi de bu iddiada. Eskiden bir şeriat ve İslami tehditten bahsedilir, bunun temsilcisi olarak Milli Nizam Partisi'nden başlayarak, Erbakan, Kutan ve Tayyip Erdoğan'a kadar getirilirdi. Şimdi bu da yok. Aleviler öncelikle dünyayı algılamak için gerekli dili kaybettiler. Hiçbir dilleri yok. Dünyayı analiz etmek için gerekli diliniz yoksa, kavramlarınız yoksa ve dış dünya size 'zaten bu kavramlar eskidi, işe yaramaz' diye pompalıyorsa kaçınılmaz olarak kazanıyordur. MHP'den AKP'ye kadar Alevi adayların çıkması kaçınılmaz bir süreçtir. Reha Çamuroğlu utanmasa AKP'yi özgürlükçü bir parti olarak gösterecek. Eğer özgürlükçü ise hele şu imam hatip liselerine el atsın ve türban sorununu çözsün de görelim. AKP ve MHP faktörü çok önemli. Buraya nasıl yöneliyor Aleviler? MHP Alevilerin can düşmanı idi. Bunun için Alevi hareketinin kendi içindeki ayrışmaları ve karakteristik özelliklerini hesaba katmak gerekiyor.

Nedir bu ayrışma?

Aleviler birkaç çevreye sahip. Bir cem çevresinin yarattığı etki var. Cem çevresi sürekli 'geçmişi unutalım' diyor ve Alevi belleğini silmeye çalışıyor. 'Maraş'ı unutalım, Çorum'u, Erzincan'ı, Elbistan, Malatya ve bütün katliam görmüş tarihimizi unutalım' diyor. Alevileri hafızasızlaştırmaya çalışıyorlar. Bir diğer kesim Alevilere 'bizim için ölçü sağ-sol değil, laik-anti-laiktir' diyor. Öte yandan 'bellek silme' operasyonu Alevi sağı ve Alevi burjuvası tarafından özenle gerçekleştiriliyor. Daha solda yer alan Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF), bununla ayrışma noktasına gelen Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri ile AABF cephesinde ise tam bir körlük söz konusu. Bunlar bir yandan Alevilerin tarihinin ve belleğinin silmesine karşı sürekli Alevi tarihini güncelleme yönünde eğilim geliştiriyorlar. Öte yandan bu çevre devlete karşı nasıl bir politika yürüteceği konusunda çelişkili bir tutum sergiliyor. Tam anlamıyla bir kafa karışıklığı içindeler. Bunların pratikte nasıl bir sonuç doğuracağını seçim gösterecek.

Bu ayrışma Alevi hareketine nasıl yansıyor?

Bu ayrışmadan kaynaklı olarak Aleviler politik bir aktör haline gelmeyi başaramıyorlar. Alevi hareketi bir seçenek yaratamıyor. CHP bunun farkında ve bunu kullanıyor. Alevi örgütlerini ciddiye almıyor. Alevi hareketi kitlesel olarak örgütlenebilmiş, öz örgütünü yaratmış bir hareket değil. Siyasi parti sizi niye ciddiye alsın ki? Aleviler kime oy verecek? AKP bariz İslamcı bir parti Aleviler için. MHP faşist ve üstelik Aleviler için geçmişi oldukça kirli. DP'de Demirel faktörü var, Mehmet Ağar'ın da Susurluk skandalıyla ilişkisi biliniyor. Geriye kim kaldı Aleviler açısından oy verilebilecek? Sadece CHP kalıyor. Küçük partileri 'oyumuz boşa gitmesin' diye hesaba katmıyorlar. Kürtlerin partilerine gelince. Kürtlerle Alevilerin arası o kadar sıcak değildir. Alevilere yönelik bastırma operasyonlarında Kürt alaylarının kullanılması ve Kürtlerin Şafilik içinden geliştirdiği refleks Aleviler için tehdit edicidir. Alevilerin CHP'ye yönelmesi çözümsüzlüğün çözümünden başka bir şey değildir. En kötü çözümü ve en kötü tercihi yapıyorlar çaresizlikten. Aleviler bir yandan devletin kendilerine yönelik politikasının karşısında konumlanırken, öte yandan bu politikanın üreticisi, temsilcisi, yayıcısı olan CHP ile işbirliği yapıyorlar ve CHP'ye gittikleri ölçüde kendi ayaklarına kurşun sıkıyorlar.

Bu durumda çözüm nedir peki?

Çözüme giden ilk adım devletin Alevi politikasından kesin anlamda kopmaktır. Yani, öncelikle demek ki Aleviler devletle ve kendi tarihleriyle hesaplaşacaklar. Devletle hesaplaşmadan, 'devlet Aleviler için ne yaptı, ne yapmak istiyor' sorusunu yanıtlamadan hiçbir yere varamazlar ve politika üretemezler. Aleviler din adamlarına maaş verilmesine ve Diyanet gibi bir kuruma karşı çıkıyorlar. Aynı zamanda 'devlet cem evlerini tanısın' diyorlar. Zorunlu din derslerine karşı çıkıyorlar, ama aynı Aleviler, Aleviliğin de din dersinde anlatılmasını istiyorlar. Aleviler, Hacı Bektaş Dergahı bize verilsin diyorlar. Aynı Aleviler Ayasofya'nın da Hıristiyanlara verilmesini savunacaklar mı? Hayır. Kafaları karışık derken bunlardan bahsediyorum. Bunun temel nedeni Alevilerin kendi dillerini kaybetmiş olmasıdır. Alevi örgütleri Aleviliğin yeniden canlandırılması ve yeni bir Alevi kimliğinin inşaası yönünde faaliyet yürütmediği müddetçe, Aleviler devletin kendilerine biçtiği role mahkum olarak yaşamayı sürdürecekler. Kavim-kırım (asimilasyon) politikaları çerçevesinde, yavaş yavaş yok olacak Alevilik. Geriye kalan şey, devletin gerektiğinde, ihtiyaç duyduğunda başvurmak üzere kullanacağı kabuktan ibaret gerici bir Alevi söylemi olacak. Alevilerin diğer demokratik güçlerle kesin bir ittifak arayışında olması gerekir. Ama Aleviler CHP ile ittifak içindeler. O zaman buradan Alevi hareketi adına hayırlı bir şey çıkmaz. En büyük Alevi örgütü olan ABF'nin yöneticileri gidip CHP'den aday oldular ve listeye bile giremediler. En etkin örgütü bu halde olan Alevi hareketinin kısa sürede kendi öğretisine uygun adım atmasını beklemek ham hayalden ibarettir.

Türkiye'deki kutuplaşmanın Alevilere yansımasını açabilir misiniz?

Seçime doğru bir tür kutuplaşma yaratılmak isteniyor. Kutuplaşmanın bir laik-anti-laik ayağı var. Öte yandan Türklük ve Türk olmamak üzerinden bir kutuplaşma yaratılıyor. Laik-anti-laik kutuplaşmasında Aleviler devletin politikaları için seferber ediliyor. Öte yandan Türklük vurgusu üzerinden, cenazeler üzerinden milliyetçi dalga hızla yükseltiliyor. AKP'nin bütün olup bitenlere rağmen, oy kaybetmediği ortaya çıktı. Bütün süreç milliyetçi ve laik dalgayı yükseltmeye dönük kurgulanmış gibi görünüyor. Seçime damgasını laiklik ve milliyetçilik kavramları vuracak. Bölge'de başka bir hassasiyet var. Bütün bu politikalar oraya dönük. Bütün politikanın amacı Kürtleri siyasi sahnenin dışında tutmak üzerine kurgulanmış. Barajın yetmediği anlaşıldı. Baraj komediye dönüştü. Bağımsız adaylar aracılığıyla bu insanlar Meclis'e gelecekler. Seçim yaklaştıkça o bölgedeki baskı politikaları daha da artacak, içeriden Kürtlere karşı milliyetçi refleksler kışkırtılacak. Kürtlere karşı açıkça bir linç kültürü yaratıldı. Kürt olmak bu ülkede başlı başına bir suç haline getirildi. Seçimi belirleyen temel nokta orası, asıl hassas nokta Kürtlerdir. Alevilerle ilgilenen biri olarak ben isterdim ki Aleviler bu mesele üzerinden bir politik tutum geliştirsinler. Çünkü Alevilerin meseleleri Türkiye'nin demokratikleşmesiyle ilgili ise eğer, bunun açık anlamı Kürt meselesi ile ilgili olduğudur. Kürt meselesini yok sayan herhangi bir demokratikleşme projesi gerçekten bir demokratikleşme projesi değildir. Peki Alevilerin bu konuda bir perspektifi var mı? Hayır. Genel geçer bir söylem dışında yok. Alevilere şunu sormak lazım; diyorsun ki ben Arapça ibadet etmek istiyorum. Peki Şafi bir Kürt senin dediğini söylerse, ona hak verecek misin? Kürtler de 'sen nasıl anadilinde ibadet etmek istiyorsan, ben de Kürtçe ibadet etmek istiyorum' diyecek, bunu kabul edecek misin? Bu sorunun yanıtı Aleviler açısından yok. Bunun üzerine kafa yorulmamış, düşünülmemiş.
ANKARA - DİHA
http://www.pirsultan.net/

Bu fotoğraf Seyit Rıza’nın CHP’ye esir düşmeden önceki özgür ve özgün hali


Bu fotoğraf ise Seyit Riza’nın CHP’nin emrindeki TC güçleri tarafindan esir edildikten sonra kendisine zorla fötr ve ceket giydirilerek
"medeni"leştirilmiş hali
(*)

ALEVÎLERDEN SOL, DEMOKRAT VE SOSYALİST BAĞIMSIZ ADAYLARA DESTEK
Her seçim döneminde olduğu gibi, bu sefer de Alevilerin çoğunluğu şeriat korkusuyla statüko bekçiliğine koşulmak isteniyor. Bu kez de sistemin bekçileri korkutma senaryosunu iyi sahneye koyarak, henüz emekleme aşamasındaki Alevi örgütlerini bölmeyi başardı. Bu nedenle Aleviler bu seçimde de bütünlüklü bir yapı sergileyemeyecek görüntüsü veriyor.

Alevilerin siyasete ilişkin tutumlarıyla ilgili Ankara’da iki ayrı konferans düzenleyen Alevi örgütlerinden Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) ve Alevi-Bektaşi Federasyonu’ndan (ABF) CHP’nin desteklenmesi kararı çıktı. Pir Sultan Abdal birleşenlerinin önderliğinde düzenlenen diğer konferanstaysa, ilk başta CHP’yi işaret eden açıklamalar yayınladıysa da sonra bir kararsızlık hali belirdi.

Cem Vakfı ve Ehlibeyt Vakfı gibi irili ufaklı Alevi örgütlerininse zaten ibreleri ya sağ partilerden yana veya CHP’yi gösteriyor. Kısaca hala Alevi olmakta ısrar eden ve kimliğini kendine dert edinen Aleviler bu seçimlere de hazırlıksız yakalandı. Sadece sıradan Alevi halk değil, Alevi adıyla örgütlenen dernek ve vakıf yönetimleriyle önderliklerinin de hiçbir hazırlığının olmadığı meydana çıktı. Bundan bir yıl öncesinden beri dillendirilen “Aleviler siyasete müdahale edecek” girişiminin içerikten yoksun olduğunun açığa çıkması bir yana, aynı söylemi öne sürenlerin büyük bir bölümünün siyasete müdahaleden yine her zaman olduğu gibi, CHP’den birkaç ahbap çavuşu milletvekili seçtirmekten öte bir şey anlamadıkları anlaşıldı. Öyle görünüyor ki, kışla destekli Cumhuriyet mitinglerine Alevilerin katılımını da teşvik eden Alevi örgütlerinin büyük bir bölümü, seçimlerde tabanlarına CHP’ye oy verilmesi işaretini verecekler. Keza bazı örgüt, dergi ve televizyon yöneticileri de CHP’den aday oldular.

Ancak sızan bilgilere göre, eski MHP’li Yaşar Okuyan’ın partiye katılımı için bile tören düzenleyen CHP’nin, Alevi örgütlerine gerekli ilgiyi göstermediği, adaylık başvurularının bireysel bazda yapılmasını tembihlediği ve Alevileri örgüt olarak muhatap almayacağını düşününce insanı hafakanlar basıyor. Hani CHP Alevilerin talepleriyle ilgili deklarasyon yayınlatacaklardı? Niye CHP, “Aleviler partimize büyük destek verecekler” deyip o aday olan Alevi örgütü temsilcileri için bir töreni bile çok gördü?

Alevi örgütlülüğünün geleceği yer bu mu olmalıydı? Bu mu bir yıldır dillendirilen siyasete müdahale? Bu kadar basiretsizlik olamaz!

Malûm sıradan Alevi kitle ortalığı kaplayan “şeriat geliyor!” yaygarasının etkisi altına girerek, aslında düzenleyenlerin amacı farklı, katılanların farklı olan Cumhuriyet mitinglerine akın ettiler. Mitinglerde Alevi katılımı kuşkusuz büyük bir sayı teşkil ediyordu. Sıradan Alevi halk, bu türden davranış ve tavır alışlarında öncelikle güvenliği esas alıyor. Düşünüyor ki, “AKP şeriatı getirecek. En azından benim şu anki durumum iyi sayılmasa da tüm iktidar odaklarını ele geçirirse bu parti, mevcut durumumda bile bir gerileme olacak. Türkiye tam laik bir ülke değil ama bunlar her yere hâkim olursa, elimizde olanı da kaybedeceğiz.”

Ayrıca, “Ben Alevi olarak hem AKP’yi hem askeri karşıma alamam. İki cephede savaşacak gücüm yok. O nedenle en iyisi, ehven-ı şer’i (kötünün iyisi) tercih edeyim. Ordu ne de olsa şeriatçı bir yönetimden evlâdır” diye taktik hesaplar yapıyor. Düz mantıkla bakıldığında sıradan Alevi bu düşüncesinde haklıdır. Ama işin detayına girildiğinde, Aleviler için aslında her iki gücün iktidarı da pek “hayır” getirmemiştir ve getirmeyecektir.

Lakin burada tuhaf olan Cumhuriyet mitinglerine yukarda kabaca açıklamaya çalıştığımız mantıkla destek veren Alevi kitlenin peşine Alevi örgüt liderlerinin de sorgusuz sualsiz takılması olmuştur. Hâlbuki Alevi örgütleri böyle zamanlarda lazımdır. İleri görüşlülüklerini ve önderliklerini böylesine kritik zaman dilimlerinde ortaya koyarlar. Ama heyhat ki, onlar da kitleyi uyaracaklarına, “Aslında biz sizden de çok korkuyoruz!” deyip akıntıya kapıldılar. İşin her zamanki gibi kolayını seçtiler. Başta AABK ve ABF genel başkanları olmak üzere, örgüt yöneticileri hem bu zincirleme mitinglere Alevilerin yoğun şekilde katılımını teşvik ettiler hem de seçimlerde CHP’yi destekleme kararı aldılar.

Peki, CHP’nin siyasi ve sosyal duruşu nerede? Bu Parti, siyasi yelpazenin neresinde, sağda mı solda mı?

AABK ve ABF genel başkanları daha önce CHP hakkında demediklerini bırakmamışlardı. Ne oldu da, şimdi CHP sütten çıkmış ak kaşığa döndü ve Alevilerin destekleyebileceği bir konuma geldi? Nedir bu körlük?

CHP’nin nasyonal sosyalist (Hitler’in partisi de öyleydi) bir parti olduğu hala anlaşılamadı. CHP bir devlet partisidir veya devleti kuran bir partidir. Tamam, 1950’lerden bu yana istisna sayılabilecek Ecevit dönemi hariç halkoyuyla iktidara gelememiştir ama Türkiye’de asıl iktidar hep CHP zihniyeti olagelmiştir. CHP ikinci derecede iktidar gücüne sahip hükümeti ele geçiremese de olur. Nasıl olsa, ordu, yüksek yargı, yüksek öğretim ve dış politika gibi asıl iktidar alanlarına hükmetmektedirler. Bundan olsa gerek, siz hiç Deniz Baykal’ın başbakan olmaya çalıştığını gördünüz mü? Böyle bir gayret okuyabiliyor musunuz attığı adımlarda? Biz okuyamıyoruz.

Biliniyor, CHP tek parti hükümeti olarak 1950’ye kadar ülkeyi tek başına yönetti. Sonra bazı önemsiz iktidar alanlarından vazgeçti ve İsmet İnönü çok partili siyasi hayata geçildiğini ilan etmek zorunda kaldı. Sonrasında ikincil iktidar olan siyasi partiler halk desteğiyle tüm engellemelere rağmen hükümet kurunca, zaman zaman asıl iktidarı da alacağız düşüncesine kapıldılar. Ama bu düşüncelerin bedelini 1960’dan başlayarak darbeler ve muhtıralarla çok ağır ödediler.

Sonra bazı önemsiz iktidar alanlarından vazgeçti ve İsmet İnönü çok partili siyasi hayata geçildiğini ilan etmek zorunda kaldı. Sonrasında ikincil iktidar olan siyasi partiler halk desteğiyle tüm engellemelere rağmen hükümet kurunca, zaman zaman asıl iktidarı da alacağız düşüncesine kapıldılar. Ama bu düşüncelerin bedelini 1960’dan başlayarak darbeler ve muhtıralarla çok ağır ödediler.

Burada CHP’nin rolü çok iyi kavranmalı. CHP hem asıl iktidardır hem de asıl iktidarın temsilcisi olarak ikincil iktidar (siyasal hayat) alanının içinde bulunur. Şimdilerde bu ikili rolü daha bir net ortaya çıkıyor.

Bu açıklamalardan sonra Alevilerin neden CHP’yi bir kurtarıcı olarak görmemesi gerektiği hemen anlaşılabilir. CHP uzun yıllardır hükümete gelememiştir ama gizlenmesine rağmen rahatlıkla görüleceği gibi 84 yıldır asıl iktidardır.

Buna karşılık CHP Alevilerin çoğunluğunun oyunu almasına rağmen bugüne kadar gerek siyasi iktidara hükmettiği dönemlerde gerekse de “süresiz saltanatı” sırasında Alevilere karşı “sıfır hak” politikası gütmüştür. Yani hep Alevi oylarını almış ama onlara en küçüğünden de olsa inanç ve ibadetlerini rahatça ifa edebilecekleri bir ortam, resmi bir tanıma türünden haklar vermenin yakınına bile uğramamıştır. O nedenle CHP, Alevilere karşı AKP’den, hatta MHP’den bile tehlikelidir. Onlar hiç olmazsa kıyısından köşesinden sınırlı iktidar olmuşlardır ve Alevilere kısa dönemli zararları dokunmuştur. Ya CHP? O maşallah sürekli saltanat sürdü ve sürüyor…

Cumhuriyet tarihi boyunca sırtlarında boza pişirilen Aleviler işte bu yapıyı iyi kavramalı ve CHP’yi defterlerinden bir daha yazmamak üzere silmelidirler. Bazılarına çok ağır bir yargıymış gibi gözükse de aslında AKP, MHP, SP, BBP Alevilerin açık ve mert düşmanlarıdır ama CHP gizli ve ezeli düşmanıdır.

Şurası iyi bilinmelidir: Türkiye’de Alevilere verilecek haklar sistemi ilgilendirir. Açıkçası Alevilerin birinci sınıf vatandaş olabilmeleri için bir sistem değişikliği gerekir. Alevilerin her yönden rahat edebilmeleri için ülkemizdeki “Tek millet, tek din, tek dil ve tek mezhep” anlayışının yıkılması şarttır. Kemalist sivil-asker oligarşinin hâkim olduğu bu devlet, “Müslüman-Sünni ve Türk” formülüne uygun vatandaşı “özde” sayıp gerisini “sözde” saydığı müddetçe bu ülkede kimseye huzur yoktur. Böylesine hayati bir değişim ve dönüşümeyse siyasal iktidarlar karar veremez. Daha doğrusu değişmez asıl iktidar bloğu buna izin vermez.

Buradan ne anlaşılıyor? CHP asıl iktidarın iki yönlü ortağı. Bu ülkenin yukarıdaki makbul vatandaş formülüne uymayan kesimlerine karşı en büyük suçlu olduğu ayna gibi ortaya çıkıyor.

O zaman çözüm nerede? Aleviler ve diğer makbul vatandaş tanımı dışındaki kesimler ne yapmalı ve nasıl hareket etmeli ki, bir çıkış yolu bulabilsin.

Bizim önerimiz, bu seçimlerde Alevilerin bağımsız olarak seçimde aday olan demokrat, sol ve sosyalist adaylara destek vermeleri yönündedir.

Aleviler, CHP’ye kanmasınlar artık. CHP bu ülkede “şeriat gelecek” gibi hayali korkular yaratıyor. Ülkeyi ilerici-gerici, laik-anti laik gibisinden toplumda anlamlı bir tabanı olmayan kutuplaşmalara sokuyor. Böyle yaparak müttefikleriyle birlikte asıl iktidar olduklarını gizlemek istiyor. CHP’nin derdi asıl iktidar olmanın getirdiği imtiyazları, bunların garantisi olan sistemi ve güçler dengesini korumaktır.

Şüphesiz Aleviler istediği partiye, sağcısına da solcusuna da oy verebilir. Tek tek Aleviler dinci veya milliyetçi bir partiye de oy vererek veya milletvekili seçilerek, bundan kârlı da çıkabilirler. Kimse kimsenin oyuna feodal bir anlayışla ipotek koyamaz. Ama Alevilerin derdi kollektif ve resmen tanınan haklarsa, ezilen bir kesim olarak bu kötü konumdan kurtulmak istiyorlarsa, bir “kitle” olarak kurtuluşları ancak ve ancak gerçek demokrasi, CHP gibi sahtesi değil hakiki sol ve sosyalizmdedir. Bir halk olarak Alevilerin yeri sol ve sosyalist güçlerle, kendileri gibi hakları yenen diğer toplum kesimlerinin yanıdır.

İşte bu nedenle bu seçimde sol, sosyalist ve demokrat bağımsız adaylar büyük bir şevkle desteklenmelidir. İmkânı olanlar seçim kampanyalarında çalışmalıdır. Bu türden bağımsız aday bulunmayan illerde bile kesinlikle CHP gibi sistem partilerine oy verilmemelidir. Böyle illerde Aleviler isterlerse ÖDP, EMEP, SDP gibi sosyalist partileri, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde de DTP’nin gösterdiği bağımsız adayları tercih edebilirler. “Bu partiler de bana uymuyor” diyenler çıkarsa da, aman sakın ola kimse yanılıp yenilip de CHP’ye oy vermesin! Boş oy kullanılması veya sandığa gidilmemesi de bir çözümdür.

Bağımsız demokrat, sol ve sosyalist adayların desteklenmesinin önemli bir nedeni de, yüzde 10 barajıdır. Bu da protesto edilmesi gereken bir uygulamadır. Sistem ezilenlerin temsilini önlemek için bu kadar yüksek bir baraj getirmiştir. Bağımsızlara oy vererek, sizi insan yerine koymayan bu sistemle dalga geçiniz. Ona nanik yapınız!

“Bağımsızlara oy verince ne değişecek?”, “Bir iki milletvekili meclise girse n’olur?” veya “Böyle gelmiş böyle gider” demeyin kesinlikle! Sistemde bir gedik açmak da yeterlidir. Unutmayın top gülleleri önemsiz ve etkisizmiş gibi hedefe giderler ama sürekli bir mekanizma kurarsan vura vura hiç yıkılmazmış sanılan kaleleri, surları yerle bir ederler!

İşte Aleviler için bu seçimler bir başlangıçtır. Bağımsızlar az sayıda da olsa meclise girebilirlerse, buradan kazanılacak cesaret ve güvenle daha sonraki seçimlerde daha geniş ittifaklar ve birleşmelerin önü açılır. Yeter ki sabırlı ve kararlı olunsun. Ehven-i şer çözümler artık bir daha dönülmemek üzere terk edilsin.

Malum karanlık yavaş yavaş olur, aydınlıkta öyle birden gerçekleşmez. O nedenle sisteme, karanlığa küfür edip durmanın âlemi yok! Herkes bölgesindeki bağımsız adaya oy vererek bir mum yaksın ki, tek tek mumlar bir olup zifiri karanlığı bir güneş gibi ışıtsın!

Haydi, hep beraber sandığa koşalım ve umudumuz bağımsız adayları seçelim!

----- o O o -----

ALEVİLERDEN SOL, DEMOKRAT VE SOSYALİST BAĞIMSIZ ADAYLARA DESTEK ÇAĞRISI

Bu çağrıya destek vermek isteyenler aşağıdaki e-mail adresine imzalarını gönderebilirler.
ortak-adaylara-destek@email.de

Adı Soyadı --Meslek/Örgüt
01 Hasan Kılavuz -- AABF Dedeler Kurulu Üyesi
02 İbrahim Kılavuz -- Alevi Dedesi
03 Veli Uğurlu -- Alevi Dedesi
04 Haşim Kutlu -- Yazar
05 Hüseyin Demirtaş -- Aleviler Sesi Yazarı
06 Gülabi Doxan -- Yazar
07 Yilmaz Demir -- Alevi Forumu Moderatoru
08 Haki Gürtaş -- Sosyolog, Yazar
09 Abdullah Demirel -- Kaynakçı
10 Ünsal Öztürk -- Yayıncı
11 Hasan Kaya -- Yazar, Şair, 2 Temmuz Sitesi
12 Zeynal Gül -- Yazar
13 Hasan Harmancı -- Sosyolog, Yazar
14 Kelime Ata -- Yazar
15 Hasan Metin -- Dekorasyon
16 Aydın Şafak -- Avusturya Alevilerin Sesi Sorumlusu
17 Rıza Demir -- Marangoz
18 Ümit Kaya -- İnşaat Mühendisi
19 Ali Uğural -- Esnaf

[ Tarih ve Demokrasi Forumu ]
(*) Fotoğraflar durumun anlaşılmasıa yardımcı olmak için tarafımızdan eklenmiştir. SDF

CHP artık Alevilerin partisi değil

Alevi dedesi Münir Ulusoy’a göre Türkiye’de “sözde değil özde” 7 milyon Alevi var. CHP’nin artık Alevilerin partisi olmadığını vurgulayan Münir Dede, Alevilerin kuracağı bir partinin de başarılı olamayacağını söylüyor.
Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde düzenlenen Hacı Bektaş Veli anma törenleri ve kültür sanat etkinlikleri, geçmiş yıllara nazaran sönük geçti. Şenliklerin sönük geçmesinin iki büyük sebebi vardı: Kendisini “Alevilerin hamisi”, Alevi oylarını da “çantada keklik” olarak gören CHP’nin törenlere ilgi göstermemesi ve Alevilerin bu partiye küskünlüğü… Hacı Bektaş Veli’nin diyarında ortaya çıkan tablo, kimi Alevileri ‘acaba’ sorusunu sordurmaya yönlendirdi. Alttan alta Aleviler, CHP ve siyaset ilişkisiyle birlikte Alevileri yönlendiren dedelerin konumları da tartışılır oldu. Aslında öteden beri devam eden; ancak büyük ölçüde Alevi vatandaşlar içinde kalan bu tartışmalar şimdilerde iyice ayyuka çıkmış durumda. Aleviler için bir sorgulama döneminin başladığını söyleyenlerden birisi de Hacıbektaş’ta yaşayan ve Aleviler arasında sözüne itibar edilen Ulusoylar Dergâhı’nın dedesi Mehmet Münir Ulusoy.

Münir Dede, Hacı Bektaş Veli’nin 7’nci kuşaktan torunu Veli Ulusoy’un en büyük oğlu. Aile oldukça geniş; Özkaya, Yalçın, Güvenç ailelerini de bünyesinde barındırıyor. Eski Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya da Ulusoy ailesinden biri. 76 yaşındaki Mehmet Münir Ulusoy Aleviliğin siyasete alet edilmemesi gerektiğini söylüyor. Ulusoy’a göre bu konumuyla CHP artık bitmiştir.

-Türkiye’de yaşayan Alevi sayısı sürekli tartışılıyor. Sizce bu coğrafyada yaşayan ne kadar Alevi var?

Türkiye’de yaşayan Alevi sayısı üzerinden siyaset yapmak doğru bir nokta değildir. Ben sayının çokluğundan ziyade niteliğine önem veririm. Türkiye’de 25 milyon Alevi var. Ancak Aleviliği işleten ve kapasiteyi kullananların sayısı 7 milyon kadardır. Bunlar öz Alevilerdir. Sözde değil özde Alevi olmak önemli. Bence rakamlardan çok bu konu tartışılmalı.

ALEVİLİK, İSLAM’DAN AYRI DEĞİL

-Bazı gruplar Aleviliği Marksizm’le temellendiriyor. “Ali’siz Alevilik” tezini geliştiriyorlar. Sizce Alevilik nedir?

Alevi toplumunun aklını çelmek isteyenler çok. Bunlara aldanan kardeşlerimiz de var. Ancak ortaya atılan tezlerin, iddiaların hiçbiri gerçeği yansıtmıyor. Alevilik Marksist Leninist demek değildir. Alevilik bugün değil, Hz. Muhammed’in ardından gerçekleşen Kerbela faciasından sonra başlıyor. Onun yanında bulunan insanlar bunu siyasete dönüştürüyor. Alevilik Müslümanlıktan farklı değildir. Alevilik, geleneği ile göreneği ve kültürü ile İslamiyet’in içindedir. Biz “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali” diyoruz. Bu toplum, ikrarı bent edip Allah, Muhammed, Ali üçleminde gitmektedir.

-Kimi Alevi araştırmacılar, yazarlar bunun tersini söylüyor ama…

Bu yazarların yüzde 75’i tarihi bilmiyor ve iyi inceleyemiyor. Kur’an-ı Kerim bir tarihtir; vahiyle inmiş bir kitaptır. Bir nevi olayları anlatır. Ona baksınlar. Biz Emevilerin kurduğu şeriatın karşısında olan bir toplumuz. Yapmacık bir olay iken yıkılmaz bir olay haline gelmiş. Alevilik toplumu inançsız değil. Bunu hangi Alevi söylüyorsa özüne ihanet ediyor.

-Bunun savunanlara karşı siz ne yapıyorsunuz?

Elimizden geldiğince bunların safsata, yalan olduğunu cemaatimize anlatmaya çalışıyoruz. Aleviler aydındır. Aleviliğin liderliğinde söylediğim üçlü vardır. Bunların olduğu yerde Marksist, Leninist yok. Bunu bir kere mantık kabul etmiyor. Alevilerin içinde nasıl olur? Bu Alevi arkadaşlar bir şeyler tutturabilme çabasında. Bunların söylediği geçersizdir. Alevi Bektaşilik seçimle geliyor, ikrarı bent oluyor, derviş oluyor, daha sonra ilerliyor ve güzel bir yön alabiliyorsa derviş halifeliğe doğru yürüyor, sonra dedebabalığa tekâmül ediyor. Türkiye genelinde babalık müessesesi tam manasıyla şu anda faal olarak çalışmıyor.

TİRAN TARTIŞMASI

-Niçin çalışmıyor?

Alevi halkının taraf tutması siyasi partiye yönelmeleri gibi bir harekettir. Körü körüne bir tarafgirlik var. Bu, bundan kaynaklanıyor. Arnavutluk’un yüzde 75’i Bektaşi’dir. Tiran’daki baba ile ben çelişkilere düştüm. Baba Reşat “Bundan sonra merkez Tiran’da olacak ve Alevilik Bektaşilik müessesesi buradan devam edecektir.” dedi. Biz buna karşı çıktık. “Bu müessese Hacıbektaş’ta noktalanır.” dedik. Küçük bir kavga var. Merkezin Tiran olması gerektiğini söylüyorlar. Ali Rıza Baba gibi önemli babalar var. Ama bunun yanında. Bu istek bir kültür ister; ana kültürün haricinde bir de ilmi tahsil gerek. Herkes kendi ulviyet makamını ortaya çıkarıp gerisini siliyor. Bu yanlıştır.

-Hacıbektaş’ın merkez olduğunu diğer yerler kabul ediyor mu?

Baba Reşat, kendini ön plana çıkarmak istiyor. Ama merkez anlamında mutlaka bu dergâhın adı Türkiye’dir; Hacıbektaş’tır. Hacıbektaş Aleviliğin kalbidir. Son nokta burasıdır.

DEDELER CAHİL DEĞİL

-Aleviler arasındaki çok bölünmüşlük neden kaynaklanıyor?

Bektaşilik mücerret ikrar ile, Aleviler de kökten gelen nesillerdir. Bu bölünmüşlük bundan kaynaklanıyor. Bir de araya çoğu zaman siyaset giriyor.

- “Dedeler çağın gerisinde kaldı” eleştirisine katılıyor musunuz?

Cumhuriyet kurulana kadar kırık sazı ile yarım sözü ile dedeler, ozanlar bu davayı taşıdı. Bunlar için “gâvur” deniliyordu; ama dağlarda da olsa yaşadılar, çalıp söylediler. Bu geleneği zor şartlardan günümüze kadar getirdiler. 2. Mahmut döneminde bir baskın dönemi ve değişim var. Sonra Bektaşi dergâhlarının üzerine minareler konulmuş. Ak Cemevi iken camiye dönüştürülmüş. Yani Emevi düzenini devam ettirdiler. Biz halkı aydınlatmak isteriz. Aydınlanma için çağrılarda bulunuyoruz. Bize gelip kurban kesmek isteyenlere, “Birini kes, diğerlerinin bedeliyle okullara bilgisayar al, eğitime destek ver” diyoruz. Bu dedeler cahil olabilir mi? Bu ocaklar kesinlikle boş kalmaz. Eleştiriler haddini aşan yersiz eleştirilerdir.

ALEVİLER PARTİ KURAMAZ

-Alevilik Türk siyasetinde öteden beri çok kullanılan bir argüman. Aleviliğin siyasetle çok içli-dışlı olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Alevileri siyasi malzeme yapmak Emevi’nin bırakmış olduğu bir emanettir. Alevilerin partisi CHP olmuştur. Ancak artık bu durum değişmiştir. CHP’ye kesinlikle öldü gözü ile bakın. Deniz Baykal başında durduğu müddetçe CHP ölmüştür. Siyasete Alevileri sokan CHP, onları içine almıştır. Şimdiki CHP’de Alevilere Emevi zihniyetiyle bakılıyor. Değişen bir şey yok. Alevilerin oyunu almak için dört tane ışık verir, sonuç kendi menfaatinedir. Gelinen noktada CHP artık Alevilerin partisi değildir. Deniz Baykal geldiğinden beri bir şey vermemiştir. Baykal siyasette kendini kabul ettirmeye uğraşan bir insan olmuş. Bu işin cambazlığını yapmış. Gönül ister ki güzel bir insan gelip Ata’nın bıraktığı mirasa sahip olsun. Ama bu zihniyetteki CHP artık misyonunu tamamlamıştır. Bu seçimdeki oylar da kerhen verilmiştir.

-Alevi vatandaşlar siyasetten çok çektiklerini söylüyorlar. Geniş bir kitleye sahip olan Aleviler neden kendi partilerini kurmuyorlar?

Aslında kuruyor; ama başarılı olamıyorlar. Ali Haydar Veziroğlu bir işadamı, devletten bulup devlete yamayan birisi. Geçmişte de denemeler oldu. Somut sonuç alınamadı. Bir yanda da aldatılanlar oldu. Alevi halkı en çok Aleviler tarafından aldatıldı. Dedelik müessesesini yürütecek birisi o makamı satamaz; ama satanlar var. Bu zihniyet durdukça Aleviler parti kuramaz; kursa da başarılı olamaz. Artık cemaatin kendisini sorgulaması gerek. Biz nerede hata yapıyoruz diye düşünmesi lazım.
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=28251

‘Harakati askeriyede imha edildiler’
24 Ağustos 2014



15 Aralık 1938 yılında Dersimli Rane adlı kadının veraset ilamı için yaptığı başvuru üzerine Hozat Asliye Ceza Mahkemesi tarafından verilen tarihi bir belge ortaya çıktı. Mahkeme kararında Rane’nin annesinin, babasının, erkek kardeşlerinin ismi ve akrabalık dereceleri tek tek belirtilerek “... harakati askeriyede imha edilmek suretiyle öldürüldükleri...” yazıyor.

Dersim’de 14 Ağustos 1938’de katledilen 2 aileden 24 kişiye ait olduğu belirtilen toplu mezarın Erzincan Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararıyla açılmasına karar verilmesinin ardından, olayda anne ve babası kurşuna dizilerek öldürülen “Rane” adlı kadının veraset ilamı için mahkemeye yaptığı başvuruyla 1938’de Hozat Asliye Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararda, ailenin askeri harekât sırasında kurşuna dizildiği belgesi ortaya çıktı. Bu belge katliamın ortaya çıkmasında önemli belgelerden biri olarak kabul ediliyor. Hozat’taki toplu mezarda yakınları bulunan Baran ve Canan ailelerinin avukatı Cihan Söylemez, “1938 yılında Hozat’ın Bargini Köyü’nde yani bugünkü ismiyle Karabakır Köyü’nde askeri harekât sırasında, Canan ve Baran aileleri mensubu 24 kişinin 14 Ağustos 1938 yılında askeri harekât sırasında kurşuna dizilerek öldürüldükleri Hozat Asliye Ceza Mahkemesi’nin 15 Aralık 1938’de verdiği mahkeme kararı ile kanıtlanmıştır. Elimizdeki 15 Aralık 1938 yılına ait mahkeme kararında, askeri harekât sırasında kurşuna dizilerek öldürülen insanlarımız için, ‘Harakati Askeriyede imha edilmek suretiyle öldürüldükleri’ tabiri kullanılmış, burada kullanılan imha kelimesi o dönem Dersim’de nasıl bir durum yaşandığının kanıtıdır. İnsanların imha edilmesi binlerce insanın öldürüldüğü, kurşuna dizildiği anlamını ortaya çıkarıyor” dedi.

‘Yüzleşme hukuku uygulanmalı’

Bu yönde istihbarat ve jandarma raporları bulunduğunu ancak mahkeme kararının önemli olduğunu belirten Söylemez, “Dersim katliamında hayatını kaybeden vatandaşlarımızın isimlerinin yazılı olduğu ve bir mahkeme tarafından alınan resmi bir kararda; askeri harekât sırasında kurşuna dizilerek öldürüldükleri tespit edilmiş ve durum ortaya çıkmıştır. Elimizdeki 1938 yılına ait bu mahkeme kararı sonrası, mahkemelerin artık bir yüzleşme hukukunu ön plana çıkarması gereken adımları atması gerekiyor. Katliamla ilgili daha somut kararların alınacağını düşünüyorum” dedi.

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/109799/_Harakati_askeriyede_imha_edildiler_.html
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pzr Tem 06, 2008 10:42 pm    Mesaj konusu: Alevînin Canı Can da, Sünnîninki patlıcan mı? Alıntıyla Cevap Gönder

Alevînin Canı Can da, Sünnîninki patlıcan mı?-1-

Ali Haydar Can

KONDA'nın Tarhan Erdem'in yönetiminde Milliyet için yaptığı Türkiye’nin kimlik araştırmasına göre “kişilerin kendilerini ait hissettikleri din ve mezhep” sorusuna verdikleri cevaplardan Türkiye nüfusunun yüzde 99'unun Müslüman olduğu, mezheplere göre bakıldığında toplumun yüzde 82'sinin Sünni-Hanefî, 9.06'sının Sünni-Şafii olmak üzere toplam %91’nin sünnî, yüzde 5.73'ünün Alevi-Şii olduğu görülüyor. Konda, kendi sayılarını sürekli abartıp kabartmayı adeta meslek haline getirmiş bazı Alevî dedeleri ile bunların hoperlörlüğünü yapan bazı ‘medyacan’ların hışmından kurtulmak için Sünnî nüfusu Hanefî Şafiî diye bölerken, Alevî ve Şii nüfusu toplayarak vermesine ve büyük ihtimalle bu rakama %1-2 civarında bir caba koymasıına rağmen sayı bu...

Şimdi Türkiye’deki Caferî Şiîlerin Lideri olduğunu iddia eden Selahattin Özgündüz’e sorarsanız bu ülkede en az 2 milyon Caferî Şiî bulunduğunu söyleyecektir ki, bu yaklaşık %3’e denk gelir... Ne kaldı geriye? Yaklaşık %3, yani aşşağıdan saysan da yukarıdan saysan aynı: 2 milyon 100 bin kişi... Hadi Caferî Lideri de kendi sayılarını bir misli abartmış olsun... Ne oldu? Yaklaşık 3 milyon kişi... Peki Her ağzını açan Alevî dedesi veya yazar çizeri ne diyor: Türkiye’de 25-30 milyon (!) Alevî yaşıyor...Haydi yok mu arttıran! Satıyorum... Satıyorum Saaat...(!)

İnsaf yahu... Atmanın da bu kadar desteksizi için insanın “herkesi kör alemi sersem sanma”sından da öte kendini de alemin tek akıllısı(uyanığı) zannetmesi de gerekir.

Çeşitli Alevî guruplarının kendi inaçlarıyla ilgili olarak söyledikleri bir arada değerlendirildiğinde Alevîlik bir yönüyle Şiiliğin Şamanlık, Bektaşilik, Zerdüştlük, İsrailiyat ve kökeni belirsiz bir takım hurafelerle harmanlanmış şekli gibi görünüyor...

Düşünün Alevîler kendi aralarında dahi, Alevîliğin Din mi, mezhep mi yoksa kültür mü olduğuna henüz karar verebilmiş değillerdir... Bir Kısmına göre Alevîler Müslümandır ve Alevîlik bir mezheptir. Bir Kısmına göre Alevîler müslüman değildir, Alevîlik ayrı bir dindir. Bir kısmına göre ise Alevîler müslümandır, mezhepleri Caferliktir, Alevilik ise bir kültürdür... (1)

Yine Alevîler Alevî kelimesinin Hz. Ali’ye mi yoksa zerdüştlüğün alev’ine mi aidiyeti işaret ettiği konusunda da anlaşıp uzlaşabilmiş değillerdir...

Kesin olan şu ki hem Şiîlik hemde Zerdüştlük etkisi sebebiyle Alevîlik üzerindeki Fars/Acem/İran etkisi çok yoğundur ve belki de kendi sayıları ve inançları konusundaki aşırı abartmaların kökeni de bu etki sebebiyledir...

Malum İranlıların millî özelliklerinden biri de her şeyi abartmalarıdır. Bu durum Türkçe’de “Acem palavrası” deyimiyle ifadesini bulmuştur.

Acemler Şiî olmadan önce de böyle miydiler bilmiyorum... Değillerse bu abartmacılık kesinlikle Şiiîiğin ruhlarına şırınga ettiği bir özelliktir. Zira Şiilik Hz Ali sevgisini abartması sebebiyle bir uçtan diğer uca savrula savrula bütün iç tutarlılık ve dengelerini kaybetmiş Hz Ali’yi seveceğim derken Allah’ı Kur’an-ı Kerimi ve Allah’ın Resulü’nü ve onun hadislerini/sünnetini; Ehl-i Beyt’i seveceğim derken de bütün Sahabeyi bulunması gereken yerden çok gerilere itmiş, İslâm inancındaki, birlik ve bütünlüğü, nizam ve intizamı, hiyerarşik düzeni altüst ederek her şeyi birbirine karıştırmıştır.

***

TC, Sünnîlik temelleri üstüne kurulmuş bir İslâm İmparatorluğu olan Osmanlı’nın red, inkâr ve tasfiyesi ile/için/sonucu ortaya çıkmış bir devlet olduğundan kuruluşundan bu yana iç (ve hatta tek) düşman olarak sünnî müslümanları görmüş ve göstermiştir (TC’nin millî güvenlik konseptinde bugün 2 iç düşman vardır; biri “irtica”kodlu Sünnî Müslümanlık, diğerî “bölücü kodlu Kürtlük (ki Konda araştırmasına göre Türkiyede’ki Kürtlerin yüzde 86’sı Sünnî’dir)... Ancak Sünnîler bu ülkenin en kalabalık nüfusunu (KONDA araştırmasına göre yüzde 91)teşkil ettiğinden, “düşman”ın adı “Sünnîlik” değil, “irtica” nolarak kodlanmıştır. (Kimdir bu irticacılar denildiğinde namazını kılan, orucunu tutan Hacca’ giden, Zekat veren, hanım ise başını örten, erkek ise şapka gibi “gâvur serpuşları”nı takmayan, kısaca farzları ve sünnetleri yapmaya çalışıp,haramlardan sakınmaya çalışan bir insan tipi çıkıyor ki bu vasıflar Alevîlerde, Yahudilerde, Hıristiyanlarda, ateistlerde zaten olmadığına göre bunun Sünnîlik olduğu besbelli.)Yukarıdaki (Sünnîlik konusunda karşı tarafta bulunan) Konda araştırmasında da açıkça göründüğü gibi Sünnîler bu ülkede 84 yıl sonra, bile %91’den daha az gösterilememektedir...Yani bu ülkedeki insanların çoğunluğu TC’nin 84 yıldır devletin bütün imkânlarını seferber ederek sistematik bir baskı, zulüm, yıldırma, aşağılama, saptırma,dinsizleştirme,mezhepsizleştirme, ılımlılaştırma, yavşaklaştırma uygulamalarına rağmen Sünnîdir...

Ve TC Sünnî çoğunluğu (irticacı ve bölücü kod adıyla)iç düşman olarak gördüğünden. Devletin Kritik, etkili,etkin ve belirleyici hiçbir noktasında sünnilik gömleğini çıkartmadan görev vermemek istememektedir... Özellikle Siyaset, yargı ve TSK’ya “sızma”lara karşı sistematik tasfiyeler (Parti kapatma, işten atma, terfiinin engellenmesi, tayin kararnemesinin reddi, askerî okullara girişte mülakatlarda ayıklama şeklinde) yapılmakta, Sünnî müslüman hanımların dört Sünnî mezhepte de kendilerine kesin olarak farz olan (1) başörtüleri ile eğitim ve çalışma hakları zorbaca bir uygulama ile engellenmektedir.

Böylece TC’nin kuruluşundan bu yana uygulanan bu “iç düşman konsepti” sonucu Siyaset, Medya ve askerî-sivil bürokraside hakimiyet bu ülkenin çok küçük bir azınlığını teşkil eden Alevîlerle KONDA Araştırmasına göre binde birlik bir dilime bire giremeyen ateist ve Sabataycıların eline geçmiş bulunmaktadır. Bu durum özellikle askerî-sivil Bürokrasi ile Yargı’nın üst kısmında ve Medyanın yüzde 90’nında böyledir.

***
Geçen hafta meydana gelen iki hadise, bana artık kanıksadığımız, alıştığımız ve tabbiî karşılamaya başladığımız bu durumu yeniden hatırlattı.

Bunlardan birincisi dünya görüşünü paylaşmasam da ilkeli duruşunu, dürüstlüğünü, açıksözlülüğünü ve kültürel birikimini takdir ettiğim Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın Sivas Olayları konusunda kendinden beklemediğim fevrî çıkışı, diğeri ise Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nun Alevî olduğu için Öğretmeni tarafından dövüldüğünü iddiası karşısında çok seri bir şekilde toplanıp, çok hızlı bir karar alarak bunu komuoyuna duyurması...

***
Birincisi Şu:
Günay, TBMM Genel Kurulu’nda Bakanlığı ve bağlı kurumların bütçeleri üzerindeki görüşmelerde, milletvekillerinin sorularınıcevapladı.
CHP Gaziantep Milletvekili Yaşar Ağyüz’ün, Sivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde 37 kişinin öldüğü Madımak Otelinin müze yapılması konusunda bir çalışma olup olmadığına ilişkin sorusuna Günay, şu karşılığı verdi:
“Sivas Madımak’ta tarihimizin yüzünü karartan, utanç olaylarından biri yaşandı. DYP-SHP iktidardaydı. Devletin gözünün önünde, askerin, savcının gözünün önünde, Anadolu’nun ortasında insanlarımız ölüme, vahşete terk edildiler. Orada, aynı yerde bir lokanta yapılmış olması beni iğrendiriyor. Bu, mutlaka bir biçimde hafızalarımıza kazınması gereken, o dönemde devleti yöneten sorumlularıyla birlikte hafızamıza nakşedilmesi gereken bir olaydır. Onunla ilgili gereken dikkati göstereceğim.”

Sivas Olayları, medya, siyaset ve bürokrasideki alevî egemenliği yüzünden, sürekli olarak tek yanlı (Alevî Bakış açısından) bir propaganda malzemesi olarak kullanıldı. Bu bakış açısına göre gerici Sivas halkı durup duruken ayaklanmış ve “dur ulan şu Alevîleri biraz yakalım da vahşet duygularımızı tatmin edelim” diyerek Madımak otelini ateşe vermiştir.

Olay bu kadar basit midir?

Alevileri 2 temmuz 1993’te durup dururken diri diri yakan gözü dönmüş gerici Sivas halkı bu “katliam” için yüzlerce yıl niye beklemiştir? Osmanlı imparatorluğu döneminde bu işi daha rahat, kolay ve kapsamlı bir şekilde yapabilecek durumdayken ve istese orada bir tek Alevî bırakmayacak güç ve imkânlara sahipken Cumhuriyetin kuruluşundan 70 yıl sonra birden bire “masum” Alevîleri katletmeye kalkmıştır?

Sadece olayı tarihî boyutuyla birlikte ele almak dahi tek yanlı Alevî propagandasının saçmalığını ortaya koymaya yeterken, Ertuğrul Günay gibi bir nitelikli bir politikacının bile böyle fevri ve Sivas’ın çoğunluğunu teşkil eden Sünnî müslümanlarını suçlayıcı ve incitici bir açıklama yapması, yıllardır tek yanlı olarak sürdürülen Alevî propagandasının ne kadar etkili olduğunu ve Alevîlerin basında, siyasette ve bürokraside nasıl bir egemenlik kurduklarını göstermektedir.

Bunu Anlayabilmek için 2 temmuz 1993’te Sivas’ta neler olduğuna kısaca bakalım...

***



MAZLUMDER İSTANBUL ŞUBESİ SİVAS OLAYLARI RAPORU(2)’NDAN:
Salman Rüşdi isimli bir yazarın Resulullah(SAV) hakkında hakaret dolu tasvir ve yazıları ile dolu kitabi Aziz Nesin tarafindan Türkçe olarak yayınlandığında Müslümanlar tüm ülke genelinde bu hakaretleri telin eden gösteriler yapmışlar ve protesto etmişlerdir. İstanbul, Ankara, Konya, Bursa ve diğer birçok ilde yapılan gösterilerin aynısı Aziz Nesin’in Sivas’a geldigi günlerde Sivas’da da yapılmıştır.
Ancak o günlerde Pir Sultan Abdal’ı anma günleri varlığı ve zaten Aziz Nesin’in de bu günler nedeniyle ve Sivas Valisi’nin özel daveti ile Sivas’a gelmiş olması bu gösterilerin daha fazla bir kalabalik kitlesi tarafindan yapılmasi sonucunu doğurmuştur.

Yapılan gösteriler yedi saati aşkın bir süre devam etmiş ve burada gerek Sivas valisinin, gerek ise Emniyet Müdürlügünün alabildiğine basiretsiz tutumu nedeniyle çok kısa zamanda dagıtılabilecek ve sona erdirilebilecek bir gösteri, gittikçe kalabalıklaşmış ve kontrol edilemez hale gelmiştir.
On binlerce kişinin katıldığı gösterilerde göstericilerin özellikle Aziz Nesin’e ve giderek Aziz Nesin’i Sivas’a davet eden ve bir gün öncesindeki törenlerde birtakim teröristler anısına saygı duruşunda bulunan Sivas Valisine yönelik sloganlar attıklari gözlemlenmiştir.
Akşama doğru Aziz Nesin’in Madımak otelinde oldugunun haber alınmasi üzerine gösteriler anılan otel önünde yogunlaşmış, kitle içerisinden çıkan bir kaç kişinin otel önündeki arabaları ateşe vermesi, arabalardan otele sirayet eden yangının büyümesi sonucunda otuzbeş kişi duman zehirlenmesinden vefat etmistir. Iki kişinin ise kurşunla vurulduğu sabittir. Anılan kurşunla vurulan kişiler hakkinda hiçbir tetkikat yapılmamıştır.

Her ne kadar bina içerisinde bulunan bir çok kişi, hemen yan binadaki Büyük Birlik Partisi içerisindeki parti mensuplarınca kurtarılmış ve yine gösterici kitlenin asıl hedefi olan Aziz Nesin’in kurtarılmasi sırasında kendisine yönelik kitlesel bir saldırı husule gelmemiş ise de, yangının yoğunlaştığı ve içeride insanların yanarak ölme tehlikesinin var olduğu bilindiği halde otel önündeki gösterici kitlenin, kitle psikolojisi tesiri altında kalarak yanma tehlikesi içerisindeki insanları kurtarmaya tevessül etmediği de vakıadır.

***
Bu rapor tek yanlı Alevî propagandasının ne kadar vahim eksiklik yanlışlık ve saptırmalarla dolu olduğunu çok net olarak göstermektedir.



Sivas Olayları, Alevî düşmanlığı ve karşıtlığı sebebiyle başlamamıştır. Bir ateist olan Aziz Nesin’in Peygamberimize ve İslâm’a ağır hakaretler taşıyan Şeytan Ayetleri” Kitabının Türkçeye çevrilip yayınlamasını protesto için Türkiye çapında başlatılan haklı protesto eylemlerinin bir halkası halinde ortaya çıkmıştır. Yani Kitlenin Hedefi Alevîler değil, Aziz Nesin, Salman Rüşdi ve Aziz nesini o gergin ortamda Sivas’a davet etme basiretsizliğini gösteren Sivas valisidir...

Kitle Madımak oteline Alevîler orada olduğu için değil, Aziz nesin orada olduğu için yönelmiştir.

Protestocu kitle, Madımak otelini ateşe vermemiş otelin önündeki bir kaç otomobili ateşe vermiştir... Otel bu arabalardan alevin sıçramasıyla tutuşmuştur... Otelin tutuşmasıyla birlikte başta Aziz Nesin olmak üzere otel içindeki bir çok insan itfaiye ve bitişiteki BBP mensupları tarafından kurtarılmış ve kitle bu kurtarma operasyonuna mani olmamıştır.

Otelde dumandan boğularak ölenler protestocu kalabalığın hedefi oldukları için değil, Pir Sultan Abdal Şenlikleri için tesadüfen orada oldukları ve yakılan otomobillerden sıçrayan ateşin oteli tutuşturması sonucu ölmüşlerdir...

Kısaca ortada bir öldürme kastı bulunduğuna dair hiçbir ciddi delil yoktur. Kitle oraya öldürme kastıyla gelse araçları değil, doğrudan oteli ateşe verir ve kurtarma çalışmalarına mani olur ve kurtarılanlarıda linç ederdi. Kitle bunnların yapacak güç ve imkâna sahipken bunlardan hiç birini yapmamıştır...

Kısaca ortada her ülkede her zaman olabilecek spontane (kendiliğinden, aniden,plansız ve programsız) olarak ortaya çıkmış bir halk hareketi vardır bunun sonucunda ortaya çıkan ölümler ise bir katliam değil bir kaza sonucu ortaya çıkmıştır... Ortada yakılan insan filan da yoktur. Otelde ölenler yanarak değil, dumandan boğularak ölmüştür. Zaten otelin tamamı yanmamış, yangın itfaiye tarafından söndürülmüştür.

Ama çeşitli Alevî örgütlerinin çıkarı bu işin vahşî bir katliam olarak gösterilmesinde birleştiği için tek yanlı bir propaganda bombardımanıyla orada bir Alevî katliamı yapıldığı tartışmasız bir gerçekmiş gibi zihinlere yerleştirilmek istenmekte ve Madımak Oteli (Yahudilerin “soykırım müzesi” benzeri bir modelle) Alevî Soykırımı Müzesine dönüştürülmek istenmektedir. Bu her yönüyle çok tehlikeli bir teşebbüstür. Ertuğrul Günay’ın bu talebe sıcak baktığını belirten bir açıklama yapması ise kendisinden asla beklemediğim bir basiretsizlik örneğidir...

***

Sivas Olayları konusunda Alevî örgütlerinin tek yanlı popagandası nasıl işin olayın asıl sebebini ve hedefini gizleyerek anlatmakta ise sonucunu da gizlemektedir. Çünkü Sivas olayları Madımak otelindeki 33 kişinin dumandan boğularak ölmesiyle sonuçlanmamıştır. Raporda da belirtildiği üzere otelden kalabalık üzerine açılan ateşte iki kişi kurşunlanarak ölmüş ve fakat bunlarla ilgili hiçbir inceleme, araştırma ve soruşturma yapılmamıştır. Çünkü bu ölenler Sünnîdir. Aynı gece sivasta alevî militanlarla alevî polisler 33 sünnî insanı kısas olarak yargısız infaz etmişler ama bu dosyalar da faili meçhul olarak kalmıştır. Ve tabiî bir de Başbağlar Katliamı var...

(Devam Edecek)

Dipnotlar:
1- Bu Konudaki kafa karışıklığına güzel bir misal Zaman Gazetesinin 29 Ekim 2007, tarihli şu haberinde de görülebilir: “İlginç çıkış: Hz. Ali çorba içerken öldürülseydi çorba içmeyecek miydik? Alevilerin anayasa konferansına Nurcan Öztürk isimli vatandaşın sözleri damgasını vurdu. Öncelikle Aleviliğin tanımının iyi yapılması gerektiğini ifade eden Öztürk, bunun gençlere doğru şekilde aktarılmasını isterken, Aleviliğin yıllardır İslam'ın varoşlarında tutulduğunu dile getirdi. Öztürk'ün bu sözleri üzerine divan başkanı Doğan Bermek, "Buraya gelen insanların Alevilik ile ilgili bir kaygıları yoktur. Herkes Aleviliği özümsemiştir. Biz burada anayasa taslağını tartışıyoruz. Lütfen asıl konuya gelelim." uyarısında bulundu. Ancak aynı konuda konuşmasına devam eden Öztürk, şunları kaydetti: "Yurtdışından gelen, boynunda Zülfikâr olan gençler, hâlâ Aleviliğin tam tanımını ve Alevilerin neden namaz kılmadığını bilmiyor. Bu özeleştiriyi yapmamız lazım. Aleviliği Hıristiyanlık'la özdeşleştirmeye kalkışanlar var. Allah, M......d, Ali üçlüsü yerine Allah, Meryem, İsa üçlüsünü koymaya çalışıyorlar. İslam'ın şartının beş olduğunu belirten Öztürk, bu konuda yaşadığı sıkıntıları ise şöyle anlattı: "Kelime-i şehadet anahtardır. Zekât vermek toplumsaldır. Bunlarda ortağız. Ancak bize soruyorlar, 'Siz nasıl Müslümansınız da namaz kılmıyorsunuz, oruç tutmuyorsunuz, hacca gitmiyorsunuz?' Bizimkiler de, 'Hz. Ali namaz kılarken öldürüldüğü için biz kılmıyoruz' diyor. Hz. Ali banyo yaparken öldürülseydi, biz de mi banyo yapmayacaktık? Çorba içerken öldürülseydi, çorba mı içmeyecektik? Bu nasıl bir izah? Alevi gençlerine bunu açıklamamız lazım."

2- Tesettür Sünniliğin o kadar açık bir gereğidir ki; temel görevi Sünnîliği tahrif ve yozlaştırmak ve Sünnîleri rejim hizmetkârı haline getirmek, hizmetkâr haline gelmeyenleri sapık, günahkâr ve terörist olarak damgalayarak aforoz etmek olan ve TC tarafından dinî bir maske takılmış istihbarat ve dezenformasyon kurumu olarak yapılandırılmış DİB bile bunu inkâr edememektedir 3.2.1993.tarihli fetvasında tesettür konusunda şunları söylemektedir:”Kadınların, vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik caiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtmeleri, “Başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin; Kitab, sünnet ve İslâm alimlerinin ittifakı ile sabit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dini bir vecîbedir.” Fetvanın tamamı nı şu adresten görebilirsiniz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/posting.php?mode=newtopic&f=5

3- Raporun tamamı şu adresten görülebilir: http://www.enfal.de/sivas-o.htm

Baran

Alevînin Canı Can da, Sünnîninki patlıcan mı?-2-

Ali Haydar Can

Birinci bölümü şöyle bitirmiştik:

“Sivas Olayları konusunda Alevî örgütlerinin tek yanlı propagandası nasıl işin olayın asıl sebebini ve hedefini gizleyerek anlatmakta ise sonucunu da gizlemektedir. Çünkü Sivas olayları Madımak otelindeki 33 kişinin dumandan boğularak ölmesiyle sonuçlanmamıştır. Raporda da belirtildiği üzere otelden kalabalık üzerine açılan ateşte iki kişi kurşunlanarak ölmüş ve fakat bunlarla ilgili hiçbir inceleme, araştırma ve soruşturma yapılmamıştır. Çünkü bu ölenler Sünnîdir. Aynı gece sivasta alevî militanlarla alevî polisler 33 sünnî insanı kısas olarak yargısız infaz etmişler ama bu dosyalar da faili meçhul olarak kalmıştır. Ve tabiî bir de Başbağlar Katliamı var...”

***

Başbağlar Köyü nerededir?

Başbağlar , Erzincan ‘a 204 km. uzaklıkta, Kemaliye `nin en uç köyü. Tunceli Ovacık ve Hozat ilçeleri ile sınır olan Başbağlar köyü, Barasor Vadisi `nde uzanan köylerin en sonunda yer alıyor.
***
Başbağlar Katliamı nedir? (4)



Tarih 5 Temmuz 1993. Saat 20.30... Yani sivas olaylarından 3 gün sonra....

Başbağlar Köyünü kuşatıp dört bir yandan giren silahlı 100 kişilik grup, “Sivas`ın intikamını alıyoruz” naralarıyla, yatsı namazı için camiye giden vatandaşlar başta olmak üzere kadın çocuk demeden tüm halkı köy meydanında topladı. 1,5 saat propaganda yaptıktan sonra halkın üzerine mermi yağdırdı, sonra da köydeki evleri, camiyi, ahırları ateşe verdi. Katliamda 29 kişi şehit edilirken, biri çocuk biri kadın 4 kişi de ateşe verilen evlerde diri diri yakıldı. Baaşbağlar adeta haritadan silindi... Geriye 300 civarında dul ve yetim ile yanmış yıkılmış bir Sünnî köyü kaldı...

Bu vahşî Katliamı gerçekleştirenler giderken PKK adına bir bildiri bıraktılar...

O bildiriden:

”Partimizin top yekun savaş ilan ettiği ve ulusal kurtuluş müca¬delemizin çok önemli aşamalar kaydettiği bu dönemde sömürgeci, faşist Türk Devleti'nin yurtsever halkımız üzerindeki katliamları en vahşi biçimde sürdürülmektedir.Her alanda bir çıkmazla karşı karşı¬ya olan sömürgeci T.C., Kürt halkını çağdışı baskı, işkence ve zulüm uygulamalarıyla yıldırmaya, durdurmaya, pasifleştirmeye çalışırken, katliam uygulamalarına Sivas’ta bir yenisini daha ekledi. .2 Temmuz günü 40'a yakın insanımızın ölümü 60'a yakınının da yaralanmasıyla sonuçlanan olay, devletin bilinçli bir provokasyo¬nunun ürünüdür.Ve bunun sorumlusu devlettir. Geçmişte Maraşta, Çorum'da, Sivas’ta sahte bir Alevilik-Sünnilik çelişkisi yaratarak halkı¬mızı birbirine düşüren ve katleden devlet, bugün de benzer çelişkileri hortlatarak mücadelemizi bastırmak istiyor (..) Ancak şu çok iyi bilinmeli ki halkımız artık sahipsiz değil-dir.Halkımız artık kendisine yapılan bu katliamlara karşı sessiz kalmıyor.Sivas’taki halkımıza karşı girişilen bu katliama da gereken ce¬vabı verecektir.En ağır biçimde bunun hesabını soracaktır.Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.Sivas'ta şehit düşen onlarca masum insanımızın kanı yerde kalmayacaktır.Eğer bu yönelimlerini T.C. sür¬dürürse en ağır şekilde bunun karşılığı verilecektir.Atacağı yanlış bir adımın bedeli çok ağır ödetilecektir.Bu hiçbir zaman unutulmasın.Bu eylem Türk Devleti T.C. eğer savaşı kurallarına göre oynamaz, sivil halkımız üzerine katliam provasını sürdürürse çok daha kötü sonuç¬lar doğabilir. Ve bunun tek sorumlusu da faşist T.C. Devleti olacaktır.”

Hem katliamın yapılış tarzı, yeri ve hedefi hem de kendi içinde bir yığın çelişki taşıyan bildiri, bu vahşî eylemi PKK’nın mı yaptığı, yoksa bir başka örgütün bu işi yapıp PKK’nın üzerine mi yıkmayı uygun gördüğü konusunda ciddi soru işaretleri taşıyor..

Öyle ya; hem “olay, devletin bilinçli bir provokasyo¬nunun ürünüdür.Ve bunun sorumlusu devlettir.” diyeceksin hem de intikam için bir dağ köyünü basacak ve 33 masum sivili katledeceksin... Hem “Sivas’ta sahte bir Alevilik-Sünnilik çelişkisi yaratarak halkı¬mızı birbirine düşüren ve katleden devlet, bugün de benzer çelişkileri hortlatarak mücadelemizi bastırmak istiyor” diyeceksin hem de Sivas’ta dumandan boğularak ölen 33 Alevîye mukabil bir Sünnî Köyü basacak ve 33 masum Sünnîyi vahşice öldüreceksin... Hem Katliam yapacak, hem de katliamdan sonra bıraktığın bildirede “Sivas'ta şehit düşen onlarca masum insanımızın kanı yerde KALMADI” demeyecek, . “Sivas'ta şehit düşen onlarca masum insanımızın kanı yerde KALMAYACAKTIR” gibi eylemi sonuçlandırdıktan sonrasını değil eyleme niyet ettiğini belirten bir ifade kullanacaksın... Ne alâka?

PKK; TİKKO gibi Alevî kökenli Sosyalistlerin oluşturduğu bir örgüt değil (PKK içinde Alevîler azınlık) ve PKK faaliyetinin ağırlık noktası Başbağlar köyüne komşu Dersim(Tunceli ve civarındak)i Alevî nüfusun yoğun olduğu bölge de değil... PKK Kürtçü bir örgüt ve Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünnî... Sünnî bir tabana dayanan bir örgütün Alevîlerin intikamı için Sünnî katliamı yapması ne kadar mantıklı ve inandırıcı?

Geriye ne kalıyor? PKK içinde Merkez’den bağımsız davranan Alevî bir gurub veya bir Alevî örgütü olan TİKKO veya bu iki gurubun işbirliği ile veya TC’nin “iyi çocukları”...

Bir türlü aydınlatılamadı. Daha doğrusu aydınlatılmaya hiç çalışılmadı, daha da doğrusu resmen üstü örtüldü...

“Bu arada dönemin Adalet Bakanı (bir Alevî olan) Seyfi Oktay, Sivas olaylarına misilleme olarak gerçekleştirildiği öne sürülen katliamı TİKKO örgütüyle ilişkilendirmişti. Abdullah Öcalan ise itiraflarında Başbağlar baskınını PKK'lı Dr. Baran'ın Sivas olaylarına misilleme olarak gerçekleştirdiğini söylemişti. (Ama bu itirafların hangi şartlarda yapıldığı düşünülürse doğruluğu konusunda çok ihtiyatlı yaklaşılması gerekir.)” (5)
Alevi örgütü TİKKO mensubu Ermeni asıllı Garbis Altınoğlu liderliğindeki grubun yayın organı olan `Emeğin Bayrağı` adlı gazetenin 23 Temmuz 1993 tarihli sayısının baş sayfasında `Sivas katliamının hesabını soracağız` pankartının ön plana çıkartıldığı bir gösteri fotoğrafı yer alıyordu. Söz konusu resmin yanındaki sütunda ise, büyük puntolarla `Sivas `ın hesabı soruldu` ifadesi yer alıyordu. TC’nin hiçbir kurumu veya yetkilisi “Emeğin Bayrağı”na bu intikamın kim tarafından, nerede ve nasıl alındığını sormadı.
Sivas Olaylarını her vesile ile gündeme getirip bu ülkenin çoğunluk halkı olan Sünnîlerin ne kadar vahşî kaatiller ve Alevîlerin ne kadar mazlum ve masum insanlar olduğu propagandasını halâ sürdüren işgal medyası ise, Başbağlar katliamını hep örtmeyi tercih etti... Çünkü burada planlı, proramlı gerçek bir vahşî katliam yapılmıştı, katledilenler gerçekten masum ve mazlumdu, Sünnîydiler, sırf Sünnî oldukları için katledilmişlerdi ve katliamı Sünnîlerin yapmadığı da ortadaydı...

***

“Sivas Olayları” Başbağlar Katliamı ile de bitmedi...

Bir de bu olayların yargı boyutu var ki; bu ülkede yüzde 3-4’lük bir azınlık olan Alevîlerin medya, yargı ve bürokraside ne kadar etkin oldüğünü ve bu etkinlikleri sebebiyle nelere güçlerinin yettiğini ve buna rağmen masum, mağdur ve mazlum edebiyatıyla duygu sömürüsü yapmaya devam ettiklerini; bu Ülkenin yüzde 90’ından fazlasını oluşturan Sünnîlerin ise yol gösterici bir ideoloji ve bu ideolojinin şuurundan mahrumiyetleri, doğru bir siyasî lidere bağlı olmamaları, doğru bir liderin emrinde yetenekli ve yeterli bir kadro oluşturamamaları ve böyle bir kadronun oluşturduğu öncü bir siyasî örgütten yoksunlukları sebebiyle nasıl bir acziyet, çaresizlik, başarısızlık, mağduriyet ve mahrumiyete mahkûm olduklarını göreceğiz...

(Devam Edecek)

Dipnotlar:
4- Başbağlar katliamının ayrıntılı bir özetini şu adreste okuyabilirsiniz: http://www.erzurumalperen.com/modules.php?name=News&op=NEPrint&sid=88
5- Başbağlar hâlâ mahzun, 05-07-2002, Yeni Şafak ( Parantez içi değerlendirmeler bana ait.)

Bu yazı dizisinin devamını okumak için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=190

'Yahudi Aleviler'

Kendilerini “Yahudi Alevi” olarak tanımlayan gruplar İsrail’den Hacıbektaş’a inanç turları düzenliyor; semah dönüp Alevi dedesinden ders alıyor. İsrailli ziyaretçilerin Türkiye’deki Alevilere yönelik merakı dikkat çekiyor.

‘Semah, çok barışçıl; su gibi, uçmak gibi; sürekliliği ve doğallığı var. Sonsuzdur. Bunu yaparak Tanrı’ya yakın olduğumu hissediyorum. Evimi bir dergâha dönüştürdüm. Bazen kendim semah yapıyoruz, bazen de arkadaşlarımla grup olarak yapıyorum. Ben Yahudi-Aleviyim. Ali ve Hacı Bektaş-ı Veli benim rehberlerim. Tanrı’ya ulaşmanın yolu budur.”

“Yahudi Alevi olur mu?” demeyin; biz onların yalancısıyız. Yukarıdaki sözler de onlardan birine, Yahudi asıllı Sarita Moas’a ait. Sarita Moas, normal şartlar altında İsrailli bir Yahudi. Ancak kendisi için “Ben Yahudi-Aleviyim” tabirini kullanıyor. Etnik ve dinî bakımdan mantığı zorlayan bir kavram gibi görünse de kendi tabirleriyle “Yahudi-Aleviler” yeryüzünde var; ve varlıklarını “iki çizgi arasında” sürdürmeye devam ediyorlar. Henüz bir oluşum ve teşkilatlanmaları yok; ancak daha çok kendilerini Bektaşi tarikatları içinde saklıyorlar. “Yahudi Aleviler” her yıl 4 ila 6 defa Türkiye’ye bir nevi ‘inanç turları’ düzenliyorlar. Konya’nın yanı sıra Alevilerin kutsal olarak kabul ettiği Nevşehir’deki mekânları ziyaret ediyorlar. Özellikle son 6 yıldır artan bir sıklıkla Hacıbektaş’ı ziyaret eden Yahudi Aleviler, buradaki köklü dergâhlardan olan Ulusoylar Dergâhı’na bağlılar. Semah dönen Yahudi Aleviler, “inançlarının gereğini” dedenin eşliğinde yerine getiriyorlar.

TÜRK ALEVİLERLE İLGİLİ BİLGİ TOPLUYORLAR

İsrail’de inançlarını yeterince yaşayamadıklarını söyleyen Mira adlı bir başka ‘Yahudi Alevi’, Türkiye ziyaretlerini önemli bir ihtiyaç olarak niteliyor: “İsrail’de Hacı Bektaş-ı Veli hakkında fazla bilgiye sahip olmak mümkün değil. Buraya gelip daha çok bilgi ediniyoruz. Alevi kardeşlerimizi görüyoruz. Dede nasıl yaşar, dervişler neler yapar, bunları öğrenip kendi hayatımıza uyarlamaya çalışıyoruz. Önemli olan Müslüman, Musevi, Hıristiyan olmak değil; insan olmaktır. Bu yol da bizim yolumuzdur; her canlıya yer var.”
İsrail’den gelen “Yahudi Alevi” gruplar sadece “inançlarının gereğini” yerine getirmiyor; Türkiye’deki Aleviler hakkında da geniş bilgiler topluyorlar. Alevilerin konumları, siyasi durumları, Alevi gençliğinin sıkıntıları da Yahudi Alevilerin dert edindiği konuların başında geliyor. Bu amaçla gençlerle sık sık görüşen Yahudi Aleviler, onlara sorular sorup kayıt altına alıyorlar.

DEDE ULUSOY: BİZİMLE BİRLER

Yahudi Alevilerin ziyaretgâhı Hacıbektaş’taki Ulusoylar Dergâhı’nın dedesi Mehmet Münir Ulusoy, Alevi inancı gereği kapılarının herkese açık olduğunu belirtirken, gelenlerin çoğunlukla adak için geldiklerini vurguluyor. Yahudi Alevilerin bu amaçla gelmelerine rağmen kurban kesmekten vazgeçip fakir ve öğrencilere yardım etmeyi tercih ettiğini belirten Münir Ulusoy, “İnsanlar kardeştir. Bizde bütün hudutlar ortadan kalkar. Farklı yerlerden gelen ve bizimle aynı inanca sahip insanların bir mekânda buluşması doğaldır. Yahudilerin Anadolu’ya gelmelerinin altında yatan en önemli neden, Anadolu’da Aleviliğin yaşanabilir olduğunu görmelerinden kaynaklanıyor.” diyor.
İsrail’den gelen misafirleriyle aynı görüşleri paylaştıklarını ve onlarla birlikte semah dönüp dua ettiklerini şöyle anlatıyor Münir Ulusoy: “Bu insanlara bir şeyler verebiliyoruz ki buraya geliyorlar. Bizimkileri aşan bir semah yapıyorlar. Biz hoşgörü sahibiyiz. Emevi şeriatını kabul etmiyorlar. Allah’ın varlığına inanıyorlar. Dört kitap ve peygamberlere saygı duyan bir sınıf. Bazen ibadete giriyoruz. Daire çizip kitap okunuyor, üç tane delil (mum) yakıyorlar. Dualar ediliyor, sonra ekmek tuza batırılıp yeniyor. Benzer taraflarımız var. Hacı Bektaş-ı Veli, bir kitlenin velisi değil, bütün canlıların velisidir. Bunu öyle kabul ediyorlar.”

CAMİDE DUA İZNİ İSTEDİLER

Peki, kendilerini Yahudi Alevi olarak tanımlayan, Hacı Bektaş-ı Veli yolunda gittiklerini söyleyen ve Hz. Ali’ye kutsiyet atfeden Yahudi Alevilerin tarihsel arka planı var mı? Gün yüzüne yeni yeni çıkmaya başlayan bu ilginç topluluk hakkında detaylı olmasa da bazı bilgiler bulunuyor.
Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi cemaatleri konusunda uzman isimlerden araştırmacı-yazar Dr. Gad Nassi, “Yahudi Alevi” tanımlamasının altında henüz kurumsallaşmış bir topluluğun olamayabileceğini söylüyor. Ancak Nassi, bu kavrama farklı bir açıdan yaklaşarak “Yahudi Aleviler” tabirini destekler mahiyette bir yorumda bulunuyor: “Olsa olsa, Anadolu Alevi inancının tüm inançlara saygılı olmayı ve hoşgörüyü öneren ilkelerinden ve bu ilkelere bağlı Sabetaycı ilkelerden esinlenerek, Aleviliğin İslam ve Yahudi dünyası arasında bir köprü oluşturabileceği görüşü etrafında birleşen bir insan kümesinden bahsedebiliriz.”
Dr. Gad Nassi, konuyla ilgili örnekler de vererek meseleyi daha da detaylandırıyor: “The Jerusalem Post gazetesinde rastladığım bir haberde, bu topluluğa bağlı iki kişinin, Yafa’daki Hasan Bey Camii’nde dua etmek için yaptıkları müracaatın, cami yetkilileri tarafından reddedildiğini okudum. Bilebildiğim kadarıyla bu hareketin başını, Bar Ilan Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Avraham Elkayam çekmektedir. Elkayam, iyi niyetli ve değerli bir bilim adamıdır.”

MUSEVİLERİN GİZLENME AMACIYLA GELİŞTİ

16. yüzyıldan itibaren Akdeniz çevresinde bazı ülkelere yayılan Alevi-Bektaşilik inancının, Yahudiler tarafından korunmak amacıyla bir şemsiye olarak kullanılmaya başladığı belirtiliyor. Kendilerini gizlemek isteyen Yahudiler, Bektaşi dergâhlarına girerek Bektaşiler gibi davranmaya çalıştı. Zamanla Alevilerle kan bağını geliştiren Yahudiler, Alevilikle birleşip Yahudi-Alevi inancını doğurdular. Bunlar daha çok kendilerini gizleyerek yüzyıllarca hem Aleviler hem de Bektaşiler içinde yaşadılar.
Yahudi-Alevilerin diğer kolu ise Kürt Yahudiler içinde gizlenerek gelişti. Osmanlı resmî nüfus sayımına göre 1881’de bugünkü Kuzey Irak coğrafyasını kapsayan Musul ve Şehrizor vilayetlerinde toplam 4 bin 286 Musevi cemaati mensubu yaşıyordu. Bu sayı 1924’te daha da artmış. Musul sorununu çözmek için kurulan Milletler Cemiyeti heyet raporunda, Süleymaniye’de 1550, Erbil’de 2 bin 750, Musul’da 7 bin 550 Yahudi’nin bulunduğu belirtiliyor. Bunlar “Kürt Yahudiler” olarak geçiyor; ancak bazı kaynaklar Kürt Yahudiler içinde, Kürtlerle birlikte hareket eden Yahudi-Alevilerin olduğunu tespit ediyor.
Yahudi-Alevilerin tıpkı Kürtler gibi İsrail ile sıkı ilişki içinde oldukları, önemli bir kısmının İsrail devletinin kuruluşundan sonra buraya geçtiği kaydediliyor. 1996 yılında Kürtleri ayaklandırmak için başlatılan hareket başarısız olunca Saddam Hüseyin tarafından Kuzey Irak’ta sıkıştırılan Kürtlerin önemli bir kısmının Yahudi olduğu dile getiriliyor. Kürt Yahudilerle birlikte Yahudi Aleviler de bunların arasındaydı. Bunların bir kısmı önce Guam’a daha sonra ABD’ye götürüldü.

İSİS TARİKATI VE YAHUDİ ALEVİLER

Yahudi- Aleviler, Bektaşilik ve Aleviliğin Musevilerin İSİS inancına benzediğini ileri sürüyor. İSİS tarikatının, Hz. İsa’nın doğumundan 3 bin yıl önce var olduğuna inanılıyor. Bu tarikatın daha sonra Terapoy ve ardından ise Kabala olarak kendisini tanımladığı görüşü hâkim.
Yahudi-Alevilerin İSİS tarikatıyla benzeştiklerini söylemelerinde, bu tarikatta sufi anlayışının olması büyük etken. Bu anlayış, yaratıcıya ulaşma yolunda bütün dinlerden faydalanmayı onaylıyor; ancak söz konusu dinlerin getirdiği kuralları da mümkün olduğunca kabul etmiyorlar. Yahudi Aleviler, “Alevilik öğretileri ile İSİS inancının Mısır’da birleştiği” iddiasını da söz konusu bağı kurmada temel dayanak gösteriyorlar.
Yahudi Alevilerden Milly Miller, İSİS inancı ile Alevi Bektaşiliğin aynı kaynaktan beslendiği tezini savunarak, inançlarının İslam’daki tasavvuf anlayışı ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin felsefesini birlikte sunduğunu söylüyor: “Yaratıcıdan gelecekler papaz, haham ya da hocaların etkisiyle değil, direkt bizimle Tanrı arasında gerçekleşecek bir olaydır. Dede yol göstericidir. Aracı değildir. Semah ile biz istediğimiz yere ulaşıyoruz.”

SAYILARI BİLİNMİYOR

Hacıbektaş Müzesi’nin avlusunda bulunan Üçler Çeşmesi’nin ortasındaki Mühr-ü Süleyman motifi, Yahudi-Alevileri için büyük anlamlar taşıyor. Yahudiler, altı köşeli yıldız ve ortasındaki gül motifinden Hacı Bektaş-ı Veli ile bağları olduğunu ispata çalışıyorlar. Çeşmenin ortasındaki altı köşeli yıldız da buna önemli bir ‘delil’ olarak gösteriliyor. Ancak bu yıldızın ortasındaki gül motifinin Selçuklulardan beri kullanıldığını unutmamak gerek.
Yahudi Aleviler İsrail’de inançlarından dolayı rahat olmadıklarını, büyük sıkıntılar yaşadıklarını da dile getiriyorlar. Ancak kendileri gibi düşünen ve yavaş yavaş ‘asılını’ kabul eden Yahudilerin sayısının her geçen gün attığına da dikkat çekiyorlar. Fakat, konuştuğumuz ziyaretçiler İsrail’de ne kadar ‘Yahudi Alevi’ olduğu konusunda bir tahminde bulunmaktan kaçınıyor. Hacıbektaş’tan, kafamızda soru işaretleriyle ayrılıyoruz.

Sosyolog Müfit Yüksel: ALEVİ KİMLİĞİNİ SAPTIRMA PROJESİ DE MEVCUT

-Bir grup İsrailli, kendilerine Yahudi-Alevi diyerek semah yapıyor. Bu kavram doğru bir tanımlama olabilir mi?

Bunlar modern dönemde ortaya çıkmış birtakım oluşumlardır. 80-90 yıl önce Hıristiyan kökenli Bektaşiler vardı. Bektaşiliğin içine girmiş; ancak Hıristiyanlardı. Ama bu genel bir eğilim değildi. Son dönemlerdeki hadiselerin iki yönü var. Postmodernite karışık kimlikler oluşturmaya başladı. Mesela Amerika'da kendini Müslüman kabul etmeyen Nakşibendîler var. Yeni yapılar, yeni bir kimlik oluşturuyorlar. Her şey gider düşüncesiyle kuralsızlık kuralı gereğince hareket ediyorlar. Postmodernizm bu tür projelere müsait ve elverişli bir ortam oluşturuyor. Birçok inancın içi boşaltılarak birbirilerine monte edilip seküler bir yapı oluşturuluyor.

-Bu oluşumların sorumlusu modernite mi?

Burada planlı bir durum da söz konusu. Alevilik kimliğini Müslümanlık dışında başka bir yere kaydırma projeleri de var. Bektaşi olmuş Avrupalı ve Amerikalılara rastladım, onlarla görüştüm. Hıristiyanlıklarını koruyor; ama Bektaşi oluyorlar. Bu tür yönelimler söz konusu. Ama eskiden bir hassasiyet vardı. Alevilerin içinde hassasiyet gösterenler de var. Fakat 'biz 72 millete bir bakarız' diyerek Aleviliğin İslamiyet'e bağlılığını çok umursamayan kişiler, dedeler var. Bektaşi halife babası Teoman Göre'ye gelen Hıristiyanlar var; bunlar Müslüman değiller. Aynı şekilde Mevlana'nın "İslamiyet'i aşan evrensel mesajları" diyerek birtakım çabalara giriliyor. İslamiyet'i aşan evrensel bir mesaj olmaz. Tarikat ve tasavvufların temelinde İslamiyet var, İslamiyet'in içinde oluşmuşlar.
-Sabeytacıların kendilerini Bektaşi tarikatı içinde gizlediklerini biliyoruz. Bu günümüzde de devam eden bir durum mu?

Bir kısım Sabeytacılar Bektaşi, Melami ve Mevlevi tarikatlarına girdiler; yükselip baba, dede oldular. Selanik'te son postişınlerden İshak Dede bunlardan birisi. Eski Dışişleri Bakanı Emre Gönensay'ın dedesidir. Yenişehirli Hasan Baba da böyledir. Günümüzde Bektaşilik içinde ciddi bir şekilde devam eden Sabeytacı etkisi var. Bektaşiliğin Babazan kolu içinde Sabetaycı unsurun ağırlığı çok daha belirgindir. Bundan rahatsız olan Alevi ve Bektaşiler var. Turgut Koca Halife Babanın oğlu Şevki Koca bu konudaki rahatsızlığını çok dile getirmiştir.

Dr. Gad Nassi: BİR DÖNME-BEKTAŞİ KİMLİĞİ VAR

Musevi cemaati genelde kapalı kalmayı tercih eden bir topluluk. Kendini gizleyen ve kripto olarak tanımlanan Yahudilerin ise deşifre olma ihtimali çok zor. Bu sebeple, onlarla ilgili bilgileri yazılı kaynaklarda görmek pek mümkün değil. Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi cemaatleri konusunda uzman araştırmacı-yazar Dr. Gad Nassi, Yahudi cemaati ile Bektaşi ve Alevi ilişkisini Aksiyon’a değerlendirdi.

-Bektaşiliğin Balkanlar, Ege adaları, Marmara ve Ege Bölgesi’ndeki Yahudi cemaatleri için bir şemsiye tarikat ve perde görevi gördüğü görüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sabetaycı hareketin uyandığı ve geliştiği tarih dilimi, gerek Osmanlı toplumu ve gerekse de Yahudi dünyası için, siyasal, toplumsal ve inançsal bir bunalımın temsilcisi ve bir felaketin habercisi olarak algılanmıştır. Bu bağlamda, ilahi bir kurtarıcı beklentisi her iki tarafın özellikle gizemci ve heterodoksiye yönelik kesimlerine hâkimdi. Böylelikle, Sabetaycılığın beşiği olan bu bölgelerdeki Yahudi cemaatleri ile Bektaşiler arasında, bir inanç ve kader birliğinin var olduğu kanaati uyanmış ve bu da, iki kesimin birbirlerine manen yakınlaşmasına yol açmıştır. Sabetaycı inanç, Sevi’nin ihtidası ile ‘resmen’ son bulmuştur. Aynı şekilde, bu inanca bağlı bir toplumun açıkça varlığı da, Osmanlı yönetiminin yasalarına ters düşmekteydi. Diğer taraftan Bektaşilik, Osmanlı toplumu bağlamında varlığı bilinen ve genelde kabul görmüş bir kurumdu. İki topluluk arasındaki, evrenselliğe yönelik örtüşen inançların varlığı da göz önünde bulundurulduğunda, Sabetaycı müminlerin Bektaşiliğin çatısı altında varlıklarını devam ettirmeğe uygun bir düzen bulmuş olmalarını değerlendirmek mümkün olmakta.

-Özellikle Selanik’te Bektaşi olduğunu söylemenin Osmanlı’nın son dönemi için Yahudi/Sabetaycı inançlı olduğunu söylemek anlamına geldiği ifade ediliyor. Çünkü görünüşte Selanik’teki dönme cemaatinin Bektaşi ve Mevlevi olarak bilindiği belirtiliyor. Siz buna katılıyor musunuz?

Bu kanaatte her ne kadar gerçek payı mevcutsa da, olanları mümkün olduğu kadar gerçek boyutları içerisinde değerlendirmek gerekmekte. Görünüşte din değiştirmekle, insanın kendi köklerinden kopması mümkün olmuyor. Sabetaycı müminler Selanik’te genelde kendi aralarında evlendiler ve Müslümanlarla karışmadılar. Bunun yanı sıra, Müslüman gözükmekle eşit vatandaş haklarına sahip olmalarına ve Yahudi cemaatine vergi ödemekten muaf tutulmalarına rağmen, Sabetaycı aileler Selanik’te yer yer Yahudilerle aynı mahalleleri paylaştılar ve bir cemaatten ötekine serbestçe geçtiler. İspanyol Musevicesini yüzyıllar boyunca, anadilleri olarak korudular. Dinsel sorunlarına yanıt bulabilmek için, Yahudi ravlara danıştılar.

-Siyasi kimliklerini geliştirmeye başlamaları daha sonra mı oldu?

İkinci Meşrutiyet yıllarına doğru ise, terakki taraftarı Osmanlı kimliği etrafında siyasal ve kültürel kimliklerini geliştirdiler. Bu arada, Bektaşilik ve Mevlevilik çatısı altında başkaca ilerici unsurlarla birleşmeleri ve devrim hareketlerine fiilen karışmaları mümkün oldu. Zaten, bu çatı ile birleşmelerine uygun, ortak kavramlar alt yapısı evvelce mevcuttu. Bu bağlamda, konunun yeterince aydınlığa kavuşmamış bir yönünün anlaşılmasına çalışmakta yarar var. Bilindiği gibi, ihtida ettikten sonraki dönemde Sevi, Arnavutluk’ta Berat şehrine sürgün edilerek hayatını burada tamamlamıştır. Berat yakınlarında bulunduğu iddia edilen mezarının, Bektaşiler tarafından kutsal bir yer olarak kabul edilerek son zamanlara kadar ziyaret edildiği bildirilmiştir. Ayrıca, her sene Sevi’nin hatırasına burada bir panayır düzenlendiği de eklenmiştir. Sevi, Berat’a sürüldüğünde, kendisine bağlı bir miktar aile de buraya yerleşerek 30 sene kadar burada yasamağa devam etmiştir. Başka bir iddiaya göre Sevi, Arnavutluk’un güneyindeki Ftera kasabasında yaşamış ve bu aileler buraya yerleşerek bu kasabanın halkının bir kısmını oluşturmuştur. Hatta bir görüşe göre Arnavutluk’un güneyine özgü birtakım devrimci düşüncelerin çıkış noktasını da bu ailelerde aramak gerekmektedir.

-Bu durumda ortaya nasıl bir kimlik çıktı?

Osmanlı yönetiminin yerleşmesinden önce Makedonya halkının önemli bir kısmı, Hıristiyan heterodoksisi olarak bilinen Bogomil mezhebine mensuptu. Bu bakımdan, bunların Müslümanlığı kabul etmesi bir sorun oluşturmamış ve Bektaşiliğin burada kök salmasına uygun bir altyapı oluşturmuştur. Aynı şekilde, Sabetaycı ailelerin Arnavutluk’un Bektaşi toplumuna karışmaları, inançsal kimliklerini korumalarına yönelik ve gerçeklerle bağdaşan bir çözüm oluşturmuştur. Zamanla, Sabetaycı ve Bektaşi kimlikleri birbirleri ile uyuşarak, Dönme-Bektaşi-Mevlevi kimliği oluşmuştur. Kanımca, Makedonya’da yasamış ve Yahudi kökenleri açıkça belirlenmemiş ve Yahudi olduklarını iddia eden ve Sabetaycı toplumun 4’üncü bir kolu olarak kabul edebileceğimiz birtakım ailelerin çıkış noktasını da, bu toplumda aramak gerekmekte.
Aksiyon

Avni Özgürel
CHP, değişim ve Alevi meselesi
19 Kasım 2008

Geçtiğimiz hafta bir grup başörtülü, çarşaflı hanımın Deniz Baykal’ın da iştirak ettiği törenle CHP’ye üye kaydedilmesi, ifade ettiği mana bakımından hak ettiği oranda irdelenmedi.

Elbette üç-beş farklı sosyal kesimden insanın katılmasına bakıp hükme varmanın ve ‘CHP değişti’ demenin mümkün olmadığının farkındayım. Ama bu katılım İstanbul gibi Türkiye’nin barometresi/aynası olan bir kentte partinin il yönetimine hâkim zihniyetin işaretlerini taşıyorsa ve Genel Başkan Deniz Baykal tarafından reddedilmeyip aksine sahipleniliyorsa önemsemek gerektiğini düşünüyorum.

Şaşırdım mı? Evet! İnançlı bir kişi olduğunu bildiğim Deniz Baykal’ın şahsı değil, siyasi parti olarak CHP söz konusu olduğu için şaşırdım... Dün denecek kadar yakın zaman önce Hz. Muhammed hakkında nezaket dışı sözler kullandığı kamuoyuna yansıyan kişilerin yönetim mevkiindeki konumlarını korudukları bir parti söz konusu olduğu için şaşırdım.

Bu süreç nerede ve nasıl noktalanır, onu bilemem... Ama bu yaklaşım yaklaşan yerel seçimler öncesi şıklık olsun diye yapılmamışsa ve bir anlayış değişikliğini yansıtıyorsa, söz konusu fotoğraf CHP’nin parti programına yansıyana kadar herhalde fazla iddialı laflar etmemek gerekir.

Geçmişte bir vesileyle yazdım; Türkiye’nin sinir düğümü meselelerine CHP’nin çözüm üretmesi zor; lakin bunları CHP’siz çözmek ondan da zor..

CHP din ya da demokrasi söz konusu olduğunda donup kalan, biraz üstüne gidildiğinde insiyaklarıyla tepki veren bir parti. Bu manada kendini Atatürk’e nisbetiyle ifade ediyor olmasının fazla bir anlamı yok. Zihniyet dokusunun özü belli: Adına Kemalizm denilen İnönücülük!

Değişir mi bu parti; Baykal bu değişimi gerçekleştirebilir mi derseniz, itiraf edeyim ki zor.. Zira CHP insanı bildiğinden soğutan, değişim ümidini yok eden, bu iddiayla geleni pes ettirip kaçırtan, gitmeyeni kendine benzetmeye programlanmış bir parti. Bülent Ecevit’li yılları hatırlamak dahi bu hükme varmak için yeter. Karaoğlan CHP’nin zorlamaya gelmeyen zihniyet yapısına yedi yıl zor dayanmış, sonunda 12 Eylül darbesinin diğerleriyle birlikte CHP’yi de kapatmasına şükredecek hale gelmişti. Baykal ise hem genel başkan olarak alternatifsiz hem basit çekişmeler dışında iç kavgadan uzaklaşmış bir partiyi yönetiyor.. Ve şüpheniz olmasın ki, o ne yapsa, ne dese CHP kabullenmek, ayak uydurmak zorunda... Baykal’ın geçen hafta çarşaflı, örtülü hanımların partiye üye kaydedildiği toplantıda yaptığı konuşmaya göz atın, görürsünüz.. İsmet İnönü ya da Bülent Ecevit bunları söylese CHP ne milli şefliği ne Karaoğlanlığı dinler dünyayı başlarına yıkardı...

Bana kalırsa Baykal tavrının göstermelik olmadığını kanıtlamak için vakit geçirmeden bir adım daha atmalı... Başı örtülü genç kızların üniversiteye devamının önündeki engeli kaldırmak için bir kanun teklifi hazırlayıp TBMM’ne sunmalı..

Böyle bir çıkış CHP’den oy kaçışına yol açar mı? Hayır. Olsa olsa laiklik konusunda fazla hassas kitlelerde burukluğa yol açar, belki sandığa gitmede biraz hevessizlik doğurur, o kadar. Ancak siyaset bilimci Baykal’ın göz önüne alacağı farklı göstergeler de olmalı diye düşünürüm.

***

Malum miting ve seslendirilen talepler dolayısıyla Alevilik meselesi bir kere daha gündeme geldi. Gazete yazısı hacminin sınırlı olması sebebiyle lafı uzatmadan hemen ifade edeyim ki, gerek miting gerekse seslendirilen istekler, Alevilik konusundaki temel sorulara cevap vermekten uzak kaldı.

Cevap bekleyen birinci soru şu: Alevilik ne? İslam’dan ayrı bir din mi, İslam bünyesinde mezhep mi, İslami bir tarikat mı, yoksa herkesin kendi meşrebince içini dolduracağı, sahnede, miting meydanlarında sergilenebilir foklorik nitelikte semahtan ibaret bir kabının adı mı? İkinci soru: Alevilik denildiğinde ‘inanç’ sözcüğü kullanıldığına göre, üzerinde Alevilerin ittifak ettiği bir ilmihal kitabı var mı? Yoksa neden yok?

Üçüncü soru: Aleviliğin Hz. Ali’yle bir münasebeti var mı? Varsa Hz. Ali’nin iman, ibadet ve İslam anlayışı Alevilerce makbul mü? Şayet Hz. Ali’yle bir münasebeti yok ise, Ayin-i Cem’in şartlarına dahil olduğunu bildiğimiz Hz. Ali ve Ehlibeyt’e ilişkin hususların manası ne?

Avni Özgürel - Radikal

Neo-Osmanlıcının Karşısına Neo-Kemalist Çıkarılıyor
Açık İstihbarat
22.09.2010

Biz AB-D'ye AKP'yi desteklediği , ona her türlü operasyonel desteği verdiği için değil prensipte karşıyız. AB-D'nin kapısında beklerken Tayyip Erdoğan'ı eleştiren biz, o kapıda Kılıçdaroğlu beklerken de susmayız. Bu nedenle; AKP'yi şekillendiren güçlerin ilgi odaklarını MHP ve CHP üzerine yönelttiği noktada Tayyip Erdoğan'ın hakettiği eleştirileri "anti-AKP" cephesindekilere yöneltmekten çekinmeyiz.

Bu uzun girizgahın sebebi Rıza Zelyut. Ulusalcı, Kemalist cephenin yakından takip ettiği bu isim aşağıda okuyacağınız öyle bir yazıya imza attı ki; "Damat Ferit'lerimiz sürüsüyle vardı şimdi bir de Halide Edip Adıvar'ımız ortaya çıktı" hissine kapıldık. Ülkenin selameti için boyunduruk altına girmeyi savunan "iyiniyetli mandacılar"ın anti-AKP cephesinden çıkarılacağı anlaşılıyor.

Zelyut'un yazısını ilginç kılan ; Cumhuriyet'te yayınlanan İsrail lobisine yakın bir isim olan Soner Çağaptay 'ın "Yeni Kemalizm" yazısı ile neredeyse birebir aynı olması. Zelyut aynı Çağaptay gibi Kemalizm'in "Batı ile barıştrılması" gerektiğini savunuyor ve şu tarz inciler saçıyor ortalığa :

"Şimdi, ABD'yi ve AB'yi suçlayarak ve kendimize o güçleri düşman sayarak Türkiye'yi düzlüğe çıkarmamız mümkün gözükmemektedir."

Bu tez aynı zamanda Hanefi Avcı'nın "Haliçte'te Yaşayan Simonlar" kitabının da tezi. Avcı , kitapta , ABD'nin PKK'ya destek verdiği gerçeğini, "ABD destek vermiş olsaydı, PKK'ya stinger füzeleri satardı, o zaman nice olurdu halimiz" mealinde okuyucusuna saygısız bir çizgide çürütmeye perdelemeye çalışıyor.

Kılıçdaroğlu AB kapısında Avrupa'ya "AKP gerçeğini" anlatıyor....

(AB'nin AKP'yi tanımadığı için desteklediği tezi, AKP'nin kurucu ortaklarından birinin AB olduğundan bihaber olduğunuzu dosta düşmana ilan etmekten başka bir şey şey değildir)

Cumhuriyet, Türk medya tarihinin en ilginç ve riyakar dönüşümlerinden birini yaşıyor...

Rıza Zelyut gibi isimler, AB-D kapısında mandacılığı savunmaya başlıyor...

Neo-Osmanlı tayfasının karşısına bir Neo-Kemalizm tayfası çıkartılıyor.

Kendinize gelin beyler.

Uyuşturucu ile mücadele eden polislerin zamanla uyuşturucu kullanmaya başlaması gibi; emperyalizmle mücadele edenlerin de kanına zamanla emperyalizmin uyuşturucu etkisi sızmaya başlıyor anlaşılan. Bu ülkeye bir tane Tayyip Erdoğan yetiyor da artıyor bile; sizler gibi kötü kopyalara hiç ihtiyacımız yok.


Açık İstihbarat

---Rıza Zelyut'un ibretlik , "Kemalizm, AB ile Buluşturulmalı" Başlıklı Yazısı ----------

Kemalizm, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran ideolojinin (fikirler ve eylemler bütününün) genel adıdır. 1919'da, Türkiye'nin parçalanıp işgal edildiği süreçte; Anadolu'da başlayan direniş hareketine İngilizlerin verdiği bir adlandırmadır Kemalizm. Mustafa Kemal isminden türetilen bu akımın ilk devresini Milli Kurtuluş Mücadelesi; ikinci devresini Atatürk devrimleri dediğimiz yeni bir toplum yaratma dönemi oluşturur.
Kemalizmin asıl özelliğini de işte bu ikinci devrede şekillenen modern dünyaya uyum yapmış yeni bir toplum yaratmak fikri ve eylemleri oluşturmuştur.
Kemal Atatürk; Batı'nın sömürgeci tavrına karşı askeri mücadele ile karşı çıkmıştır ama, o, Batı dünyasındaki bilimi, sanatı, teknolojiyi, sivil toplum ilişkilerini, kadın-erkek eşitliğini, sivil hukuku olduğu gibi almış ve bunda da hiç komplekse kapılmamıştır. Böylece, geri kalmış bir toplumu, 15 yılda, dünyanın en saygın toplum/devletinden birisi haline getirmiştir.
Ne yazık ki Kemalizm, zamanla askeri elite ve bürokrasiye dayalı biçimciliğe çevrildi. Akılcı-aydınlanmacı sivil hayat tarzına ve sivil hukuka dayalı Kemalizm gitti, yerine Türkçü görüntülü ama özü itibariyle din istismarcısı bir Kemalizm getirildi. 12 Eylül darbecilerinin dayattığı Kemalizm'e Türk-İslam Sentezi demek son derece aldatıcıdır. Çünkü; burada Türk'ün sadece adı bulunmaktadır ve o da Araplaştırılmış bir Türk tipidir.

AKP, AB'Yİ DE ABD'Yİ DE KANDIRDI
Bulunduğumuz noktada hem Avrupa'da hem Türkiye'de Kemalizme karşı bir mücadele yürütülüyor. Bu mücadele; aslında darbecilerin şekillendirdiği sahte Kemalizme karşı değil, 1923 ruhunu yansıtan ve sivil devrimci Kemalizme karşıdır.
Kemalizmle mücadelenin Türkiye'deki örgütü AKP; kendisini, 'sivil, demokrat, AB yanlısı, darbe karşıtı, küresel ekonomiden yana' göstererek Avrupa'dan destek aldı. AKP; medyayı ve bazı yazarları da Fethullah Gülen aracılığı ile elde ederek, Avrupa'ya karşı bu isimleri teminat gibi gösterdi. Böylece; Avrupa'nın Türkiye'deki ortağı AKP gibi gözüktü. Halen bu durum sürüyor.
Öbür taraftan, (aralarında benim de bulunduğum) Kemalistler; Birleşik Amerika ile mücadele etmeyi her sorunu çözecek bir anahtar gibi gördüler. Böylece; içerideki beceriksizliğimizin suçunu ABD'ye yıktık. Amerikan tarafı; Türkiye'de bir müttefik aradığında, AKP kurucuları buna zaten hazırdılar. Böylece hem ABD hem AB kendisine dinci-cemaatçi bir partiyi ortak aldı.
Şimdi, ABD'yi ve AB'yi suçlayarak ve kendimize o güçleri düşman sayarak Türkiye'yi düzlüğe çıkarmamız mümkün gözükmemektedir.

CHP'ye DÜŞEN GÖREV
Daha devletimizin kuruluş aşamasında Kemalizmin siyasal örgütü CHP olmuştur. Kemalizmin gerileyişi ile CHP'nin gerileyişi de parelel görünmektedir.
Eğer Türkiye bugün kıstırıldığı noktadan kurtarılacak ise; bu büyük görev öncelikle CHP'ye düşmektedir. Bu parti; kendisini oluşturan sivil ve ilerici Kemalist ideolojiye yeniden yönelmek ve bunu hem Avrupa'ya hem de Amerika'ya doğru ve çok yönlü biçimde anlatmak zorundadır. AKP'nin başarıları da göstermiştir ki, küreselleşen şu dünyada, içerideki siyasal mücadeleye dışarıdan ortak bulmadan başarıya ulaşmak mümkün gözükmemektedir.
Yine Amerikan yönetimi ile ilişkilerde duygularla değil akılla hareket etmek şarttır. Kemalistler; güçlerini ABD ile dövüşmeye harcamak yerine, o güçten faydalanmayı artık kesinlikle gündemlerine almalıdırlar. Bu konuda AKP'nin elde ettiği başarı hep akılda tutulmalıdır.

AB, ARABİSTAN'LA KOMŞU OLACAK
CHP şunu belirtmelidir: Avrupalının yaşam tarzı ile bir Kemalist Türk'ün veya Kürd'ün yaşam tarzı aynıdır. Lakin; 2002'den sonra Türkiye'ye giydirilen hayat tarzı; hiç de böyle değildir. Şimdilerde; Türkiye'de Kemalist hayat tarzına ters biçimde tutucu, dinci bir hayat tarzı hızla yaygınlaştırılmaktadır. Türk toplumu; bir süre sonra Suudi Arabistan veya İran toplumuna dönecektir. AB yöneticilerine ve Amerikalılara; İstanbul'un varoşlarını, oralardaki milyonların davranış biçimlerini incelemelerini öneriyorum. Bu gözlem bile, Avrupalının yakında Suudi Arabistan benzeri bir Türkiye ile karşı karşıya kalacaklarını gösterecektir. Referandima evet diyenlerin gerçek demokratlar değil işte bu kitle olduğunu AB kurmayları ne zaman kabul edeceklerdir, merak ediyorum.
Kamuoyu araştırmaları beni doğruluyor. Bugün; 5 yıl öncesine göre, AB'yi destekleyen insanların sayısı yarıya yarıdan fazla azalmıştır. Amerikan karşıtlığı ise yüzde 90'ın bile üstündedir. Yani; Türkiye'de hızla fanatikleşen tehlikeli bir yapı ortaya çıkıyor.
Bu nedenle, 'Sivil Kemalizm'in yeniden Türkiye'de birinci güç haline getirilmesi; Avrupa için yaşamsal, Amerika için de stratejik bir ihtiyaçtır.

(Güneş)

Aleviler "Alevilik"i nasıl görüyor?
1 Kasım 2010
Hükümet Alevi açılımında samimi mi değil mi tartışmaları sürerken, Aleviler ve Alevilik konusunda 18 aydır süren bir araştırma sona erdi. Ve bu araştırmaya göre kimi Aleviler için Alevilik bir din iken bazıları için bir felsefe, bir yaşam tarzı.

Alevilere ayrımcılık arttı mı? Aleviler kime güveniyorlar? Aleviler kendilerini nasıl tanımlıyorlar?
ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Aykan Erdemir'in "Türkiye'de Alevi olmak'' araştırması tam 18 ay boyunca tüm bu sorulara yanıt aradı. Aralarında Adıyaman, Ankara, İstanbul ve Sivas'ın da bulkunduğu 14 ilde yapılan araştırmadan çıkan sonuçlar çarpıcı.

258 kişi ile yüzyüze ve 1672 kişi ile internet üzerinden yapılan görüşmeler Aleviliğin de Sünnilik gibi kendi içinde çeşitlilik arz ettiğini ortaya çıkardı.

Alevilerin bir kısmı, Aleviliği bir inanç ya da din olarak sunarken, küçük bir kısmı için yaşam biçimi. Yani onlar için Alevilik kültür felsefe gibi inanç dışı anlamlar taşıyabiliyor.

Farklılıklar Aleviler içinde bir sorun yaratmıyor ancak 'çeşitlilik engel gibi sunuluyor' "önce Aleviler kendi içinde anlaşsın, ondan sonra biz onların taleplerini yerine getirelim" tartışması gündeme getiriliyor.

Araştırmadan çıkan bir diğer çarpıcı tespit Alevilik'te dedelerin etkinliğinin azalıyor olması yönünde.

Şimdi artık Alevi vakıf ve derneklerinde yönetici, Alevilik'le ilgili kitaplar yazan, medyada seslerini duyuran "talip devrimi" yaşanıyor.

Ve bugün artık dedeler güçlerini Alevi örgütlerinden alırken, Alevi örgütlerindeki talipler de inançsal otoritelerini dedelerden alıyor. Yani karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi kurulmuş durumda. haber10

'Kılıçdaroğlu bizim dedemizdir'
Bejan MATUR
b.matur@zaman.com.tr
5 Kasım 2010

Kabul edin ya da etmeyin Kılıçdaroğlu, Türkiye siyasetinin şiddetle ihtiyaç duyduğu anamuhalefet eksikliğini giderecek, alternatif olabilecek özellikler taşıyor.

Her ne kadar referandum günü 'oy kullanmayarak' şaşkın bir görüntü sergilese de, bir tür negatif karizmayla bu şaşkınlığını bile seçmene sempatik gösterebildi. İktidara aday bir siyasi parti liderinden çok, sıradan bir vatandaştı neticede. Unutkan, biçare!

Başbakan Erdoğan gibi aşılmaz bir karizmaya alternatif lider, herhalde daha fazla karizma değil, şaşkınlıkla malul masum bir vatandaş görüntüsü olurdu. Kılıçdaroğlu'nda bu fazlasıyla var. Yaptığı bütün konuşmalar, tavırları ihtiyaca cevap veren maymuncuk anahtar niteliğinde.

İlk günden itibaren vitrine sürülen Kürtlüğü-Aleviliği sonradan açıklanan Türkmen kökenli Horasanlılığıyla birleşince her kesimden insanın kolayca özdeşleşeceği bir portre çıktı ortaya. Hakikatte hiçbiri olmayanın hepsi olması kolaydı nasılsa!

Projeyi devreye koyan derin akıl kim bilmiyoruz. Bazılarına göre projenin sahibi partinin genç yüzü Gürsel Tekin. Bana öyle geliyor ki, sergilenen yöntemler Gürsel Tekin'in 'kara çarşaflılara altı ok rozeti' pragmatizmini aşıyor. Yılların Baykal'ını alaşağı eden akıl, bugün Önder Sav ve temsil ettiği statükoyu yenmeyi hedefliyor.

CHP'deki tüzük kavgası ile birlikte, bütün bunları bana yazdıran referandum öncesi yaşlı bir Alevi'den duyduğum cümledir; 'Kılıçdaroğlu bizim dedemizdir' diyordu yaşlı adam. Referandumda hayır deme nedenini bununla açıklıyordu.

Baykal CHP'sinden uzaklaşıp, gidecek bir parti bulmayan Kürt Alevi seçmen için, Kılıçdaroğlu gökten inmiş mucize gibiydi. Her ne kadar paraşütle indirilse de, bu mucizeye ikna oldular. Alevi Kürtlerin bu formüle samimi biçimde ikna olduklarını Tunceli'den çıkan % 75 hayır oyunda gördük. Kendilerinden olduğuna inanıyorlardı çünkü. Hızır'dı, kurtarıcı dedeydi! Kılıçdaroğlu'ndan lider çıkarmayı hedefleyen gizli akıl, o kadarını tahmin etmemişti belki ama tutmuştu işte.

Parti içi krizden Kılıçdaroğlu'nun zayıflayarak çıkacağını sanmıyorum. Erdoğan'a alternatif olmak için, sempatiyle yüklü negatif karizma, ortada kalan Alevi Kürt oylarının tamamını alacak kadar bir kimlik, Türkleri kucaklayacak Türkmenlik ve kardeşlik olgusu, statükodan şikâyet ederken bile hakikati yetersiz bir demokrat maske. Sığlıkla malul bütün bu özelliklerin ne kadar çok alıcısı olduğunu bilmek, projenin tutabileceğini gösteriyor zaten.

CHP'de yaşanan tüzük krizinden çıkacak soru şu; partideki değişim ne kadar doğal? Gönül isterdi ki Baykal ve Sav gibi statükoyu temsil edenler, gerçek bir demokraside olması gereken şeffaflıkla tasfiye olsunlar. Oysa CHP'de yaşananlar bırakın şeffaflığı, doğal bir tartışma ortamı oluşmadan, komplolarla, kapalı kapılar ardında üretilen projelerle tasfiyeyi kanıtlıyor.

İhtiyaç duyulan bir değişimi toplumsal talepleri referans alıp, parti dinamizmi ile çözmek yerine, CHP'nin kuruluşundan itibaren kullandığı yöntemlerle gerçekleştirmek, CHP'de değişenin sadece vitrin olduğunu gösteriyor. CHP'nin parti içi tasfiyede gösterdiği performans, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasından da hatırladığımız zihniyetin devam ettiğini gösteriyor.

Galiba olan şu: Türkiye'nin demokratikleşmesinde AKP'nin öncü rolü oynamasını birileri sindiremiyor. Darbe, muhtıra gibi bilinen yöntemlerin Türkiye'nin yakaladığı dinamizmi engelleyememesi, muhalefete yatırım yapılmasına neden oldu. En azından lokomotifi yavaşlatmanın bir yöntemi olarak CHP'de vitrin düzenlemesi zorunlu görüldü.

Keşke Kılıçdaroğlu ona yüklenen kimliklerin hakkını, hakikatini yaşatacak bir siyasi figür olabilse. Türkiye'nin şiddetle ihtiyaç duyduğu sosyal demokrat muhalefetin böylesi bir proje ile boşa çıkarılması vakit kaybı demek çünkü. Böylesi bir vitrin, ülkenin geleceğini ilgilendiren daha büyük meselelerde zannedildiğinden daha büyük zararlar verebilir çünkü.

‘Cellatlarına aşık bazı Aleviler var’
20 Kasım 2010

Tunceli Munzur’da, Sürdürülebilir Yaşam Derneği’nin başkanı olan Mehmet Yürek, hemşerisi Kemal Kılıçdaroğlu’nu, CHP’yi ve Alevi derneklerini çok sert sözlerle eleştirdi.

ASLAN DEĞİRMENCİ’nin haberi

CHP’de yeni yönetimle birlikte ‘değişim başladı’ diyerek bazı Alevi derneklerinin Kılıçdaroğlu’na destek açıklamaları yaptığını hatırlatan Yürek, “Kılıçdaroğlu, çıkıp ‘ben Tunceliliyim’ bile diyemezken, bazı Alevi dernek ve federasyonların destek açıklamasında bulunmaları statükodan faydalanma çabasıdır” dedi.

BU ALEVİLER CELLATLARINA AŞIK OLMUŞLAR

“Kılıçdaroğlu ile birlikte CHP’ye destek verenlerin tek derdi, CHP’de siyaset yapma gayretidir” diyen Yürek, “Bunlar bir şebekedir. Alevilerin omzuna basarak kendilerini pazarlama derdindeler. Alevilerin sorunları ile değil, kendi çıkarları ile ilgilenirler. Zaten Alevilerin sorunlarını da meydana getirenler bunlardır. Celladına aşık olan Alevileri kınıyorum. Baksanıza Dersim katliamını unutmuşlar. Çete mantığıyla hareket ediyorlar. Bizler gerçek cellâtlarımızın CHP içinde olduğunu biliyoruz. Aslında onlar da biliyor ama koltuk aşkları ağır basıyor” diye konuştu.

CHP FAŞİST DİKTATÖR BİR PARTİDİR

CHP’de yaşanan sorunun lider değil zihniyet sorunu olduğunu vurgulayan Yürek, “Kılıçdaroğlu gelince birileri toplum mühendisliği yapmaya başladı ama boşuna. Baksanıza çarklara… Başörtü konusunda ne dedi ne yaptı? Kürt sorunu raporu ne oldu? CHP asla demokrasiye geçemez. Bunu Kılıçdaroğlu ile hiç yapamaz. Sahilde kaldılar işte. Ortada bir vesayetçi sistem var. Kılıçdaroğlu da o sistemin bir parçası. O sistem özgürlüklerden yana olmaz. Özgürlüklerle hep savaş halindedir. CHP faşist diktatör bir partidir. Batı Hitler ve Mussolini’den nasıl kurtulduysa bizim de CHP’den kurtulmamız gerekiyor. Bu olmadıkça ülkeye demokrasi gelmez” ifadelerini kullandı.
Yeni Akit

Tunceli Halkı'nın Tepkisi Birhaneleri Kapattırdı
22 Aralk 2010

Kadınların çalıştığı birahaneler Tunceli'de ailelerin yuvalarını yıkınca, Tunceli halkı tepki gösterdi. 3 birahaneye kilit vuruldu. O birahanelerin fuhuşu teşvik ettiğini savunan protestocular, aile değerlerinin zayıfladığını savunuyorlar.

Zaman gazetesinde Ali Haydar Gözlü ve Nurullah Kaya Tunceli imzalı haberde 18 Aralık'ta Demokratik Haklar Federasyonu öncülüğünde 18 Aralık'ta 'Yozlaşmaya Karşı Çık, Ortak Olma' yürüyüşüne katılanların görüşlerine yer veriliyor.

Tunceli Belediye Başkanı Edibe Şahin'in "Emniyet'ten bu işyerlerinin birahane gibi değil farklı işletildiği yönünde rapor gelmesi üzerine 3 işyerini süresiz kapattık" açıklaması yer alıyor.

"VARINI YOĞUNU KADINLARLA HARCAYANLAR VAR"

Gerginliğin devam ettiği şehirde yaşayan Süleyman Söylemez, kadınların her yerde çalışabileceğini ama birahanede çalışanların farklı amaçlarla kullanıldığını iddia ediyor. Bu kadınlar yüzünden icralık olanların bulunduğunu anlatan Söylemez, "Varını yoğunu getirip birahanelerde kadınlarla harcayanlar var." diyor. Bu mekanlarda toplumun kabul etmediği olayların yaşandığını dile getiren Hıdır Yalçın garson kadınlar yüzünden ailelerin dağıldığını belirtiyor. Kemal Yeşil, şunları söylüyor: "Tuncelili olarak kadınların çalışmasına karşı değilim ancak eğer bayanlar birahanede fuhuş amacıyla çalıştırılıyorsa buna tepkimi gösteririm."

TOPLUMA YOZ KÜLTÜRÜ AŞILIYOR

Cumartesi günü düzenlenen yürüyüşü organize eden Demokratik Haklar Federasyonu üyelerinden Murat Kur, birahanelerin yol açtığı olumsuzlukları şöyle anlatıyor: "Bugüne kadar birahanelerde 5 kişi hayatını kaybetti. Son 10 yılda 250'nin üzerinde bıçakla yaralanma var. Bu birahaneler 2009'da 88 ailenin boşanmasına neden oldu. Birahaneler topluma yoz kültürü, insan bedeninden faydalanarak para kazanma kültürünü aşılıyor. Dersim halkı daha fazla kendi gençlerini ölümlere vermek istemiyor."

AİLE DEĞERLERİNE SAHİP ÇIKAN ANLAYIŞ

Tunceli'de kadınların çalışmasına kesinlikle karşı olmadıklarını ifade eden Dersim Dernekleri Yönetim Kurulu üyesi Cemal Yücel de "Dersimliler olarak aile değerlerine sahip çıkan bir anlayışımız var. Fuhşa ve yozlaşmaya her zaman karşıyız. Halkın inançlarına ve duruşlarına ters gelen bu tarz mekanları Dersim halkı istemiyor." diye konuşuyor.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Prş Tem 10, 2008 11:10 pm    Mesaj konusu: TÜRKiYE’NiN DEMOGRAFiK TAHLiLLERiNDEKi iKi VAHiM YANLIS Alıntıyla Cevap Gönder

TÜRKİYE’NİN DEMOGRAFİK TAHLİLLERİNDEKİ İKİ VAHİM YANLIŞ-1-

Ali Haydar Can


“Demografi, dünyada veya bir ülkede bulunan nüfusun yapısını, durumunu, dinamik özelliklerini inceleyen bilim dalı. Yunanca demos (halk) ve graphein (yazmak) kelimelerinden meydana gelmiştir. Nüfusun coğrafyası veya nüfusbilim olarak da tanımlanır.” (1)

Bir Ülkenin toplumunu oluşturan insanların dini, mezhebi, dili, etnik kökeni, kültürel kökleri, gelenekleri, töreleri, hayat tarzları, iktisadî vaziyetleri, tahsil/öğrenim durumları, sosyal, siyasî tercihleri vb. hakkında yeterli, tutarlı/doğru bilgilere sahip olmadan o ülkenin problemlerine doğru çözümler üretmek mümkün değildir...

Türkiyenin nüfus yapısının doğru algılanmasının önünde iki büyük engel vardır: Bunlardan birincisi Türkiyede yaşayan Alevîlerin sayısıyla ilgili insanın hayal gücünü zorlayan inanılmaz rakamlar telaffuz edilmesidir. Benzer bir durum ülkede yaşayan Kürt nüfusla ilgili olarak da vardır ama Kürtler henüz Alevîler kadar bu işde ustalaşamadıklarından teleffuz ettikleri rakamlar palavra düzeyinin altında/mübalağa sınırının biraz üstünde kalmaktadır.




Önce Alevîlerle ilgili uçuk kaçık rakamlara bakalım:

Bu konuda en mütevazı yalanlar 12 milyondan başlamakta, en uçuğu ise 30 milyona kadar çıkmakta ve işin tuhafı “entellektüel alemde” sorgusuz sualsiz kabul de görmektedir...

Bu abartmalara yol vermek için; Alevilerin baskısıyla önce nüfus cüzdanlarındaki mezhep hanesi kaldırıldı, daha sonra da mezhep sorusu nüfus sayımlarında sorulmaktan vazgeçildi.

Gerekçe aynı: Laikliğe aykırılık!

Ne alâkaysa...

Bu yüzden de demografik yapıdaki son durumu görebilmek için güvenilir anketlere baş vurmaktan başka çare kalmadı...

Bu Konuyla ilgili olarak daha önce Baran dergisinde yayınlanan “Alevînin Canı Can da, Sünnîninki patlıcan mı?-1-“ Başlıklı yazı dizisinin birinci bölümünde şöyle bir tesbit yapmıştık:

“KONDA'nın Tarhan Erdem'in yönetiminde Milliyet için yaptığı Türkiye’nin kimlik araştırmasına göre “kişilerin kendilerini ait hissettikleri din ve mezhep” sorusuna verdikleri cevaplardan Türkiye nüfusunun yüzde 99'unun Müslüman olduğu, mezheplere göre bakıldığında toplumun yüzde 82'sinin Sünni-Hanefî, 9.06'sının Sünni-Şafii olmak üzere toplam %91’nin sünnî, yüzde 5.73'ünün Alevi-Şii olduğu görülüyor. Konda, kendi sayılarını sürekli abartıp kabartmayı adeta meslek haline getirmiş bazı Alevî dedeleri ile bunların hoperlörlüğünü yapan bazı ‘medyacan’ların hışmından kurtulmak için Sünnî nüfusu Hanefî Şafiî diye bölerken, Alevî ve Şii nüfusu toplayarak vermesine ve büyük ihtimalle bu rakama %1-2 civarında bir caba koymasıına rağmen sayı bu...

Şimdi Türkiye’deki Caferî Şiîlerin Lideri olduğunu iddia eden Selahattin Özgündüz’e sorarsanız bu ülkede en az 2 milyon Caferî Şiî bulunduğunu söyleyecektir ki, bu yaklaşık %3’e denk gelir... Ne kaldı geriye? Yaklaşık %3, yani aşağıdan saysan da yukarıdan saysan aynı: 2 milyon 100 bin kişi... Hadi Caferî Lideri de kendi sayılarını bir misli abartmış olsun... Ne oldu? Yaklaşık 3 milyon kişi...” (2)

***

Bu konuda en uçuk rakamları telaffuz etmekten çekinmeyen Alevî dedesi İzzettin Doğan bir röportajında hem içerde hem de dışarıda en çok karşılaştıkları sorunun” madem toplam nüfus içindeki sayınız bu kadar çok niçin parti kurmuyorsunuz?” sorusu olduğunu belirtiyor ve bu soruya cevap olarak da “çevir kazı yanmasın” türünden şeyler söylüyordu. Ama Aleviler açısından tam bir fiyasko ile sonuçlanan Birlik Partisi/Türkiye Birlik Partisi macerasından hiç sözetmiyordu... Çünkü bu parti bazı Alevî dedelerinin ve yazarlarının Türkiye’deki Alevî nüfusu hakkında nasıl büyük palavralar attıklarının en büyük delillerinden biriydi:

* Birlik Partisi, Aleviler tarafından Avukat Cemal Özbey’in önderliğinde 17 Ekim 1966’da kuruldu. Bu partinin en önemli özelliği hem Cumhuriyet tarihinde, Alevilerin kurduğu ve alevî nüfusa yaslanan ilk parti olmasıydı. Partinin amblemi, 12 imamı temsil eden 12 yıldız ve Hz. Ali’yi sembolize eden bir aslandı.

* Partinin 16 kurucusu da Alevî kökenliydi: Hasan Tahsin Berkman (Emekli General), Cemal Özbey (Avukat), Feyzullah Ulusoy (Avukat, çiftçi), Salim Delikanlı (Emekli albay), Tahsin Tosun Sevinç (Sendikacı), Mustafa Geygel (Müteahhit, çiftçi), Mehmet Güner (İktisatçı), İbrahim Zerze (İşçi), Hüseyin Dedekargınoğlu (Matbaacı), Hüseyin Günel (Müteahhit), Mustafa Topal (Doktor), Hüseyin Eren (Emekli albay), Arif Kemal Eroğlu (İşçi), Mehmet Ali Egeli (İktisatçı), Hüseyin Erkanlı (Avukat) ve Faruk Erginsoy (avukat).

* İlk Genel Başkan Emekli bir Tuğgeneral olan Hasan Tahsin Berkman’dı. Ekim 1966’dan, Mart 1967’ye kadar genel başkanlık yapan ancak genel başkanlığı sırasında “aksiyoner” olamamakla suçlanan Berkman, partililerle yapılan bir toplantıda ABD yanlısı açıklamalar yapınca düşürüldü ve yerine Millet Partisi’nden transfer edilen Hüseyin Balan getirildi.

* Berkman ve Hüseyin Balan döneminde parti, Alevlerin bütün kesimleriyle buluştu ve bu buluşmayı Alevilerin manevi önderleri olan dedeler kanalıyla gerçekleştirdi. Dedeler, partinin örgütlenmesinde aktif roller üstlenirken, halk ozanları örgütlenme sürecinde partinin propagandasını yaptı. Köylerde yaşayan Alevilerle, köyden kente göç eden ancak Alevi inancının etkilerini taşımaya devam eden kesimlerin partiye ilgi göstermesinde, Hacıbektaş dergahı da kilit rol oynadı. Çünkü, dergahın 1960’lı yıllardaki postnişini Feyzullah Ulusoy, partinin kurucuları arasındaydı


* BP, ilk seçimine 2 Haziran 1968 tarihinde yapılan kısmi senato ve mahalli seçimlerinde girdi: Yüzde 1.6 oy aldı.

* BP 12 Ekim 1969 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinde 8 milletvekili çıkardı ve yüzde 2.8 oy aldı.


* 1973 seçimlerinde 1971 yılında kapatılan TİP’in “bilinçli 300 bin seçmenin” oyunu alma hesabıyla eski TİP’lilerle yapılan seçim ittifakı ile seçimlere girildi: Yüzde 1.1 oy alarak sadece Genel Başkan Mustafa Timisi’yi Sivas’tan milletvekili seçtirebildi. İttifak yaptıkları eski TİP Genel Başkanı Aybar da parlamento dışında kaldı. (3)

***

O gün bugün alevîler bir daha parti kurmadı/kuramadı ama toplam nüfus içindeki yüzde 2-3’lük oranlarını şişire şişire neredeyse yüzde 50’lere kadar çıkardılar...

“Madem bu kadar kalabalıksınız kurun bir parti” dendiğinde de İzzettin Doğan dede gibi ya “yerim dar” veya “yenim dar” cevabına benzeyen kıvırmalara giriştiler...

Halep oaradaysa arşın burada!

Madem sayınıza bu kadar güveniyorsunuz; bırakın “laiklik” bahanesinin altına sığınmayı: Nüfus Kayıtları içine hem “din” hem de “mezhep” hanesi yeniden konulsun ve kim kaç kişiymiş net olarak görelim...

Hodri meydan...

Dipnotlar:
1- Vikipedi, özgür ansiklopedi

2- Baran dergisi Sayı:
2- Kelime ATA, “Birlik Partisi” başlıklı makale, makalenin internet adresi: http://erenulusoy.blogcu.com/2946355/

(Devam Edecek)

Baran Dergisi Sayı: 79

Sevilay Yükselir
Sabah Gazetesi
Seyfi Oktay Alevi olduğu için mi gözaltına alındı?
04 Haziran 2010

Sanırım, Ergenekon Soruşturması kapsamında gözaltına alınan eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay'la ilgili haberleri okuyorsunuzdur. Kendisini çok yakından tanımam. Ancak Alevi kökenli olan Oktay'ın Alevi camiası tarafından çok sevilen, sayılan, ayrıca o cenahta ciddi bir itibarı olan bir kişilik olduğunu da iyi bilirim. O nedenle, "Yargı camiasını Ergenekon örgütünün amaçları doğrultusunda etkilemek!" suçlaması çerçevesinde gözaltına alınan Seyfi Oktay haberlerini hem hayretle, hem de çok üzülerek izledim.
Buna mukabil, bazı Alevi Dernekleri ve Alevi kökenli siyasilerin, "Amaç tamamen Alevilere yönelik bir psikolojik harekât!" yorumlarıyla da kesinlikle mutabık değilim!
Bence bu olayda kesin yargıya varmadan, biraz serinkanlı düşünmemiz lazım.
Anladığım kadarıyla savcılığın elinde Seyfi Oktay'ı gözaltına aldıran bu kararı dayandırdığı çok sağlam argümanlar var.
Aksine, zaten imkân ve ihtimal vermiyorum! Daha doğrusu veremiyorum!
Çünkü bu ülkede yaşayan bir Cumhuriyet savcısının, bu ülkenin hassasiyetlerinin neler olup olmadığına dair en azından bir kulak dolgunluğu olduğu kanaatindeyim.
Açarsak biraz daha bu saptamamı... her kim olursa olsun. Diyelim ki savcı... Ya da polis... Veyahut istihbaratçı. Her neyse. Kimse kim! Hiçbirinin, 7'sinden, 70'ine bütün Alevi toplumunun sevip saydığı, hürmet ettiği 76 yaşındaki eski bir bakanı, üstelik de böylesi hassas bir dönemde elinde kanıtı, belgesi, bir dayanağı olmadan gözaltına almaya cesaret etmesi mümkün değildir!

Suç bireyseldir!
Çünkü, tam da AKP iktidarı "Alevi açılımı" denen proje ile bütün Alevileri kucaklamaya, gelecek politikalarına Alevileri de katmaya çalışırken, bir densizin, üstelik de devlet kademesinde bir densizin, tıpkı geçmişte olduğu gibi yeni bir Alevi- Sünni çatışmasına yol açacak böylesi keyfi bir kararın altına imza atması ihtimalinin bile söz konusu olmadığını düşünüyorum!
Şimdi geçelim diğer tarafa...
Seyfi Oktay'ın gözaltına alınmasıyla birlikte duygusallıktan hareketle aceleci davranıp açıklama yapanlara...
Yani, "Dede Seyfi Oktay hukukçudur, neyin suç olup olmadığını, onu gözaltına alan Savcı Bey'den çok daha iyi bilir. Pir Sultan gibi girdiği adalet sarayından, yine Pir Sultan gibi çıkacaktır. Şüphemiz yoktur!" diyenlere...
Bir kere Alevi kökenli bir gazeteci olarak, huzurlarınızda Alevi Bektaşi Federasyonu ile Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu'nun ortak yaptığı bu açıklamaya şerh koyduğumu ilan ediyorum!
Ve kendilerine açık açık soruyorum;
İlerleyen günlerde Seyfi Oktay'ın gerçekten Ergenekon Davası'ndan tutuklu kişilerin lehine yargıdaki bazı isimleri etkilemeye dönük bir delil, bir belge önünüze konulursa, ne diyeceksiniz? Mesela; Oktay'ın, tutuklu Mehmet Haberal ya da firari Bedrettin Dalan ile ilgili bazı yargıçları telefonla aradığı, onlardan bazı avukatlar aracılığı ile ricalarda bulunduğunun telefon kayıtları, görüşmeleri kamuoyunun önüne saçılırsa ne söyleyeceksiniz? "Olsun o dededir! Ne yapsa yeridir" mi diyeceksiniz? Adalet Sarayı'na Pir Sultan olarak giren Seyfi Oktay peki ne olarak çıkacak?
Yanlışsınız! Hem de çok yanlış!
Farkında mısınız bilmiyorum ama sözcülüğüne soyunduğunuz milyonlarca Alevinin büyük olasılıkla Ergenekon yandaşı, taraftarı gibi algılanmasının tohumlarını atıyorsunuz! "Yüksek yargı Alevilerin elinde! Aleviler topyekun darbe çığırtkanı! Alevilerin hepsi ulusalcı ve postal yalayıcısı" diyerek kendini paralayan bazı kendini bilmez zevatın eline malzeme veriyorsunuz!
Merak ediyorum şimdi. Yarın Seyfi Oktay'la ilgili iddiaların belgeleri ortaya çıktığında, Alevilere her daim saldırmaya hazır kalemlerden biri çıkıp; "Bu iddiaları gündeme taşıyan zihniyetle, zihnini ulusalcılığa rehin etmiş Alevilerin bakış açısı aynı!" derse ne cevap vereceksiniz?
"Biz her şekilde dedemizin arkasındayız! Onun suçu bizim suçumuzdur!" mu?
Ayrıca bilindiği üzere Seyfi Oktay, Alevi olmaktan önce bir bireydir. Varsa bir suçu, hatası, günahı, bunun hesabını verecek de yine kendisidir! Çünkü suç bireyseldir.
Kusura bakmayın ama sırf o da "Alevi" diye Seyfi Oktay'ın, ya da babamın oğlunun işlediği iddia edilen herhangi bir suçu sahiplenmem mümkün değildir!
Hele hele, işin içinde Ergenekon tertipcileri varsa! Unutmayın ki, Aleviler ne çektiyse yıllarca bu zihniyetten çekti! Maraş'ta da, Malatya'da da, Çorum'da da, Gazi Mahallesi'nde de kanımızı döken, bu zihniyetin ta kendisiydi!
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cmt Ağu 02, 2008 1:20 am    Mesaj konusu: iddianamenin Çok Kritik Bölümü Alıntıyla Cevap Gönder

Protestanlardan Alevilere Tuzak
13 Ağustos 2008

Protestan Kilesesi'nin Alevi hamlesi! Alevileri İslam'dan koparmak isteyen kilisenin planı Ergenekon İddianamesi'nde.

Politikacılar, askerler ve bürokratlarla ilgili en özel bilgileri bile arşivlediği belirlenen Ergenekon terör örgütünün, Alevi ve Caferileri de fişlediği ortaya çıktı.

2004 yılında Binbaşı Zekeriya Öztürk tarafından hazırlanan raporlarda, Türkiye'de 80 farklı Alevi inanç ve kültürünün olduğu belirtiliyor. Bunların bir çoğunun devlete bağlı olduğu fakat bazı grupların ise iç ve dış tahrik unsurları vasıtası ile aykırı ve ayrılıkçı anlayışlara çekilmek istendiği kaydedilerek, Alman derneklerinin ve protestan misyonerlerin Alevilerle ilgili çalışmaları, ayrıntılı bilgilerle anlatılıyor.

Misyonerlik faaliyeti yürüten grupların Aleviliği 'Dışı İslam içi Protestan bir inanç' olarak tanımladığı anlatılan raporda şu ifadelere yer veriliyor: "Ümraniye Mustafa Kemal Mahallesi'nde (eski adı 1 Mayıs Mahallesi) bulunan ve korsan kilise olarak adlandırılan Ümraniye Protestan Kilisesi veya topluluğu Aleviliği ciddi anlamda ele alıyor ve Alevilerle iletişim kuruyor. Yabancı misyonerler; Kürt bölgesinde farklı Alevi bölgesinde farklı jargon kullanıyor ve Kürt bölgesinde 'mizgini' isimli Kürtçe İncil dağıtıyor. Gazi Mahallesi’nde Alman Dernekler Alevilerle ciddi olarak ilgileniyor ve şu an Alevi vatandaşları örgütlüyorlar."

Rapora göre, İstanbul, İzmit, Ankara, Yalova, Bursa, İzmir, Manisa, Kars ve Iğdır'da yaşayan Caferilerin Türkiye genelinde 115 camisi var.
aktifhaber

Aleviler Arası Gerilimde Ağır Sözler
10 Ocak 2008 10:36

AKP'nin vereceği Alevi İftarı, Aleviler arasında ciddi gerilim oluşturdu. Hubyar Sultan derneği iftara katılacak Alevilere Pir Sultan'ın çok ağır bir şiiriyle yüklendi.

Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği yaptığı açıklamada, AKP'nin düzenleyeceği Alevi iftarına katılan alevilere yüklendi.

Açıklama Pir Sultan'ın şiiriyle başlıyor ve AKP'nin iftarında yenileceklere "haram" atfı yapılıyor.

Açıklama şöyle:

“Pir Sultan'ım zatlarınız
Yalandır şöhretleriniz
Haram yemez itlerimiz
Bu sözümde yalan var mı?”


İstanbul' da kurulma çalışmaları devam eden ve aralarında Karacaahmet, Garipdede , Erikli Baba gibi dergah örgütlenmelerinin de bulunduğu Alevi dernekleri Federasyonu da AKP nin iftarına katılmayacaklarını söyledi.

Alevi dernekleri federasyonun sözcülüğünü yapam Metin Tarhan ''Federasyon olarak henüz bir açıklama yapmadık ama Federasyonu oluşturacak olan kurumlarımızın katılmama kararı var'' dedi.

Böylece AKP nin Alevi iftarına katılmayacağını açıklayan kurumlar şu şekilde;

Federasyonlar ;
Alevi Bektaşi Federasyonu ve bağlı kurumlar
Alevi Vakıfları Federasyonu ve bağlı kurumlar
Alevi Dernekleri Federasyonu ve Bağlı kurumlar

Bağımsız Kurumlar;
Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı ve şubeleri
Elibeyt Vakfı
Hubyar Vakfı
Şahkulu Vakfı

İftara katılacağını açıklayan ve fedarasyonlaşma çalışmasında bulunan kurumlar ise Cemevleri Birliği federasyonu ile bağımsız olarak Abdal Musa Vakfı

Yorumlar

VURUCU GÜÇ
anlatın varsa sorununuzu.katılmamak ne demek.ONDAN SONRADA ALEVİLER ŞÖYLE İNSANİ BÖYLE İNSANİ DİYE AHKAM KESERLER.BU NASIL İNSANLIK.SOFRANIZDA SEVMEDİĞİNİZ BİRİ VAR DİYE HEM SİZ KATILMIYORSUNUZ HEM KATILANA KÜFÜR EDİYORSUNUZ.ALLAHIMA ŞÜKÜRLER OLSUN Kİ ALEVİ DEĞİLİM.BU GURUR BANA YETER.YAŞASIN İSLAMİYET.
10 Ocak 2008 Perşembe 11:03

barışa karşı olanlar haindiralevi vatandaş
toplumumuzda hoşgörü ve bu anlayışı sağlamak için böyle yemekli toplantılar yapılması çok iyi bir şey,aleviler üzerinden rant elde edenlerin tekerine çomak sokulduğu için feryadı figan etmektedirler,çamuroğlu (MİLLETVEKİLİ)gibi aydın aleviler olduğu için çok şanslıyız,ALEVİLİĞE HİZMET DEVLET İÇİNDE OLMAKLA OLUR BUNUDA SAYIN ÇAMUROĞLUNUN GAYRETLERİ ANLATMIYORSA KARŞI ÇIKAN ALEVİLERE DAHA NE DİYELİM,TABİ ALEVİ RANTLARINA ÇOMAK SOKULUYOR,ALEVİLER UYANMASIN DA BİZ SÖMÜRELİM DİYENLER KARŞI ÇIKIYORLR
10 Ocak 2008 Perşembe 11:09

sivasları unutmadıkhüseyin
akp ye baktığımızda sivasları görüyorum.Sivastan günümüze n e değişti sadece değişen takiyeci çoğaldı Bizimle alay etmek ne imiş görücez
10 Ocak 2008 Perşembe 11:29

suclu kim ???sevindiren
Bu akp denen hukumet , acil bir sekil'de arabistan'a gonderilmeli , yoksa TC yerine Turkiye Arap Seriat devleti kurulacak .boluculuk yapmayin diyen erdogan kendisi boluculuk yapmakta , bu konuda alevi kardeslerimize tam destek
10 Ocak 2008 Perşembe 11:31

engizisyonzekoarif
barış güvercini olduklarını iddia eden alevi kardeşlerimizin bazılarının ne kadar bağnaz oldukları bir bir ortaya çıkıyor.bu gün bir gazetede bu iftara katılacak alevilerin ''düşmüş''ilan edilecekleri yazıyordu.düşmüş=aforoz edilmiş.ortaçağ hristiyanlarının yaptığı gibi.
10 Ocak 2008 Perşembe 11:32

ALEVİLİKgökyüzü mavidir
İyi ki ALEVİ felsefesi ve yaşam biçimiyle büyütülmüşüm. Düşünebiliyor, okuyabiliyor, yorumyapabiliyor koyunluktan kurtuluyorum. VURUCU güç rumuzlu yaratık gibi koyun koyun dolaşmıyorum. Biz elimize belimize dilimize sahip insanlarız. Sizler gibi bütün kötülükleri yap zeytinyağı gibi üste çıkmıyoruz. Kudurmayın dünya hepimize yeter.
10 Ocak 2008 Perşembe 11:34

Aleviler neden bölünür?metin kocakurt
Alevi felsefesi kaynağı aynı olmasına rağmen 30-40 a bölünmüşlüğün nedenleri;dış etkiler,nefisler,ego ve rant nedeni ile enaniyetin hakim olması.Alevilik dergahına kasıtlı amaç ile girenlerin geldikleri toplumun hurafelerini de sokuşturarak duru alevi felsefesini Aleviliğin bazı kollarında bozmuşlar,hatta İslama özel nedenler ile dönenler Türk birliğini bozmak için Hz.Ali'siz alevilik ekolünü oluşturmuşlardır.Alevilik,marksist-leninist-ateistlik değildir. Kardeşlerimizin iftarı bereketli olsun
10 Ocak 2008 Perşembe 11:36

BANA KOYUN DİYENE BAKVURUCU GÜÇ
Değerli yorumcumuz, her görüşe eşit mesafede durmakla birlikte; hakaret, küfür, aşağılama vb. içeren, toplumsal hassasiyetleri zedeleyici nitelikteki yorumları yayınlayamıyoruz. Kriterlerimize uygun olarak yeniden yorum yazmanızı diler, ilginize teşekkür ederiz...
10 Ocak 2008 Perşembe 11:39

birlik , guclu TC demekselim
Kardeslerim , Ulkucu ve devrimci genclerin 1 tek ortak bagi var oda , emperyalist guclere karsi , buradan sesleniyorum : Varin bugun birleselim dusmana karsi yarin kendi aramizda oturupta cozelim meselelerimizi hic olmazsa aramizada KAN BAGI bulunmakta. kendimize siktigimiz her kursun , dusmani sevindirmekte ve TC yok etmekte
10 Ocak 2008 Perşembe 12:00

geçın bakalımcubıdı
burakın meshepçiligi bu vatan bizim vatanımız uyumayın ülkemizdeki dönen dolaplar açlık ve sefilligin olgusu ne oldu ha fasulye nohut bitimi bekleyın kişta kıyanmette kömür geliyor bir dınama içerisinde mıklatısı geçirip haraket ettirip pısiklet pedalına ve zıncir dişlisını mılıne geçirilen bir kama ile çeyran üretemez kabiliyetsiz ınsanlarmısınız elektirigi kendınız üretemiyeçek kadar açizmisiniz zavallımısınız bu savaştır göremiyormusunuz pasıf savaşlar açlıkla köle üretme savaşı
10 Ocak 2008 Perşembe 12:06

SAHTE MAVILIKCUBIDI
ŞÜ KAHREDER BENİ ÖNÜNÜ GÖREMEYEN ÇEHALET NAMUSUZLUGUN DİŞA VURUMU PERVASIZ YAGÇILIK HA DIN IMAN SALTASI KANDIRMADIN DEGİLMİ RUHSUZ BUDALA BENİ ÖBÜR DUNYA INSANI YAPAÇAKSIN ÖYLEMİ ZAVALLI KOYUNLAR KÖPELER KUZULAR HAVANAT BAHÇESİ BİZ ADAMIZ VIÇDANI HÜR VE BAGISIZ DÜŞÜNEN ADAM
10 Ocak 2008 Perşembe 12:13

emperyalist oyunu ve taşeronu..yörükefe
Konuyu,Kurtuluş Savaşı ile kazanılan değerlerden,ab-d projeleri ile emperyalizmin önünde diz çökmüş bir ülke haline getirilmesi açısından ele almak lazım.Bu bağlamda akp iktidarının varlık sebebleri,onları destekleyen küresel güç ve şirketlerin vahşi sömürü istekleri, işbirlikci dinciler ve topluluklarıda görmüş oluruz.Ülkemizde çağdaş, Cumhuriyet değerlerine bağlı,hayata pozitif açıdan bakan Alevi yurttaşlarımızı bu yola sokmaya çalışan gayretler diye görüyorum.Böl parçala yönet.
10 Ocak 2008 Perşembe 12:32

FARKI HARAM YEMEMEKELİF S
emek sarfetmediği alevi yemez,yerse diğerlerinden farkı olmaz.
10 Ocak 2008 Perşembe 12:32

NE KINCI ILLETMIS BUNLAR!SALIH KAAN
SIZ KININIZI BINLERCE YIL DEVAM ETTIRIN!!ALLAH AFFEDIYOR EN BÜYÜK HATALARI BILE TÖVBE EDILIRSE SIZ KIMSINIZ KIMI AFFETMIYORSUNUZ BE!!!
10 Ocak 2008 Perşembe 12:35

KIZILBAS VE ALEVI GECINENLERE!SALIH KAAN
Değerli yorumcumuz, her görüşe eşit mesafede durmakla birlikte; hakaret, küfür, aşağılama vb. içeren, toplumsal hassasiyetleri zedeleyici nitelikteki yorumları yayınlayamıyoruz. Kriterlerimize uygun olarak yeniden yorum yazmanızı diler, ilginize teşekkür ederiz...
10 Ocak 2008 Perşembe 12:45

SÜNNI BIR YAZARSALIH KAAN
[Yorum - Sadık Yalsızuçanlar] Hz. Hüseyin: 'Elleri Koku Dağıtan' bir şehid= Bu yaziyi GOOGLE.DE YE YAZIN VE CIKAN YAZIYI OKUYUN SONUNA KADAR!Sünni yazardir bu arada!
10 Ocak 2008 Perşembe 12:45

Hani Trikat ve Şahlık Yasaktımehmet
Ne kadar da tarikat dergah varmış da haberimiz yokmuş.Bu kadar çok tarikat derneklerinin bilime ve teknolojiye bir faydaları var mı? Bıyık bırakmakla dede mi olunur.Başbakan bir jest yapmıştır.İster katılır ister katılmazsınız.Bu kadar tantanaya ne gerek var.Hacı Bektaş-ı veli ve Mevlana'nın defterinde kin ve nefret var mıydı? Ulu Önder Atatürk'ün tarikatları kapatmasının önemini daha yeni kavrıyorum.
10 Ocak 2008 Perşembe 12:47

TEK YOL ISLAM!SALIH KAAN
[Yorum - Sadık Yalsızuçanlar] Hz. Hüseyin: 'Elleri Koku Dağıtan' bir şehid= Bu yaziyi GOOGLE.DE YE YAZIN VE CIKAN YAZIYI OKUYUN SONUNA KADAR!Sünni yazardir bu arada!Kim kimi kimden daha cok seviyormus görelim!Bu sadece DEVEDE KULAK KALIR!Yeter yillarca Anadan babadan duyduklarinizi gördüklerinizi HZ ALI efendimizin yasadigi örnek yasantiya tercih ettiniz cünki kolay geldi!YANI ESAS ISLAM A TERCIH ETTINIZ ADETLERI!!!Yeter ELINE BELINE DILINE DEYIPTE KENDINIZI VE MILLETI YILLARCA UYUTTUGUNUZ!
10 Ocak 2008 Perşembe 13:20

yorumlarınızı adam gibi yapındadaloğlu
yazı yazarken adam gibi yazın.ne demek ne kinci illet lafı!! aleviliği,bektaşiliği okuyup bilmeden yorum yapmayın oranızdan buranızdan uydurmayın.yazılan hakaretvari lafları misliyle sahibi olan ucubelere iade ediyorum unutmayın bu memleket kimsenin tapulu malı değil.
10 Ocak 2008 Perşembe 13:24

ISLAMDA DÜSKÜNLÜK YOK!SALIH KAAN
YEMEGE KATILANLARI DÜSKÜN ILAN EDECEKELRMIS(AFOROZ) ORTACAG DAMI YASIYORUZ??BIRDE ALIM AKILLI MODERN GECIRLER!!HALA ORTACAG ADETLERI VE KINCILIGI!PEKI BU IKILIK NASIL BITECEK BIR FIKRINIZ VARMI??BIZIM DINIMIZDE TÖVBE DENEN BIR SEY VAR DÜSKÜNLÜK NEYIN NESI???MEVLANA GIBI BIR YÜCE INSAN NE OLURSAN OL DERKEN SIZIN BU """"DÜSKÜNLÜK"""" DÜSÜNCESI NE DÜSÜNCESIZLIK???
10 Ocak 2008 Perşembe 13:24

gelhaydar veli
bir aleviyim alevi olmaktan gurur duyuyorum, bazı alevi derneklerinin başında alevilik adına komünizmin ateizmin reklamını yapanları kınıyorum ve sağduyulu kardeşlerim adına da kınamaya devam edeceğim çünkü onlar bölücülük yapıyorlar, toplumu kutuplaştırıyorlar.
10 Ocak 2008 Perşembe 13:24

nereye gidiyoruz?şokkk
bazı arkadaşların yorumlarını dehşetle okudum inanılmaz hatta bazıları küfür içerikli olduğundan bile yayınlanmamış! 2x2=4 eder kadar kesin olan şu ki türkiye sınırları içerisinde yaşıyoruz alevisinden tut sünnisine.. kürdü ermenisi hristiyanı.. herkes bu sınırlar içerisinde yaşıyor ise ayrımcılık asla olmamalı kardeşçe yaşamayı ne zaman öğrenicez? bazıları aleviliğin a sını bilmez iken demediğini bırakmamış herkes ilk önce kendisine baksın ben ne yapıyorum desin kendisini sorgulasın!
10 Ocak 2008 Perşembe 13:25

VURUCU GÜÇGÖKYÜZÜ MAVİDİR
İşte farkımız. Benim yorumlarım yayınlanıyor. Senin küfürlerin sansürleniyor. Neden mi. Aynaya bak anlarsın.
10 Ocak 2008 Perşembe 13:38

sevgisizlerali çoban
yeter artık düşün yakamızdan yıllarca bizi toplumdan soyutladınız, aleviyim ve müslümanım aynı zamanda akp'liyim, birileri gibi ateist değilim, onlar ne demek istediğimi anlarlar
10 Ocak 2008 Perşembe 13:43

marksist ateist aleviler iftara gelmiyorali
katılmayanların geneli ateist marksist olanlar. onların süzlüğünde zaten haram yoktur! dinime küfreden bari müslüman olsa. katılanlar dindar devletini seven aleviler. katılmayanlar daha çok örgütlerle bağlantılı dernek ve kişiler. alevilerin yüzde sekseni destek veriyor bu iftara. marksist alevilerin pek işine gelmiyor tabi. aleviler ya bu marksist dernek ve kişilere teslim olacak, ya da devletle bir arada hareket edecek. çoğunluğu ikinci yolda. bunu biliyorum.
10 Ocak 2008 Perşembe 14:02

ALI COBAN ASALIH KAAN
ALLAH INA KURBAN OLAYIM SENIN GARDAS!SENIN GIBI DÜSÜNENLERLE ARAMIZDA HIC BIR HUSUMET OLAMAZ!
10 Ocak 2008 Perşembe 14:04

DÜSKÜNLÜK(AFOROZ)SALIH KAAN
BIZIM DINIMIZDA KUL HAKKI COK ÖNEMLIDIR!KULLA HALLETMEN LAZIM!ISTE ADELET!GERI KALAN GÜNAHLARININ AFFEDILMESI ICIN ALLAH,A """TÖVBE"""EDERSIN!EGER BIR DAHA YAPMAYACAKSAN TABI SAMIMI YÜREKTEN!MERHAMETI KAINATI KUSATMIS YÜCE ALLAH;IM SAMIMI YAPILAN HER TÖVBEYI KABUL EDER!ALEVILIKTEKI GIBI ""DÜSKÜNLÜK"" HIRISTIYANLARDAKI GIBI ""ISTAVROZ CIKARMA ""YOKTUR!MÜSLÜMAN OLAN BIR ALMAN DEDIKI GÜNAH CIKARMA ILE ILGILI" INSAN INSANIN GÜNAHINI SILIYOR" BUNU KAFAM ALMADI VE ISLAM A BIR DERECE DA
10 Ocak 2008 Perşembe 14:10

Hakiki Alevilikle Marksistlerikagan
birbirinden ayirmak gerekir.Namaz kilan, oruc tutan Aleviler de var.Bunun yaninda Alevi gecinip fakat ateist-marksist olan da var.Haa bazi masonik-Sabatayist cevrelerde Alevi olmadiklari halde Alevi gecinirler.Ve surekli Aleviligin Islam'dan ayri oldugu palavralarini pompalamaya calisir Sabataycilar.
10 Ocak 2008 Perşembe 14:40

ALEVILER BOLUNUYOkamil TURK
COK YANLIS YOLDASINIZ.BIRLIK BERABERLIK ICIN HERKES CAMIDE TOPLANMALI.HERKES AYNI YERDE BIR ALLAH C.C. IBADET EDILMELI.DERGAHLARINIZ AYRI OLABILIR HER DOGRU DINI BILGILER VERILEN HIC BIR SEYE KARSI DEGILIZ.CAMILER BULUSTURUCU ,BIRLESTIRICIDIR.
10 Ocak 2008 Perşembe 16:06

MAMALARI KESILDI!SALIH KAAN
Reha Çamuroğlu'nun organize ettiği bir iftar daveti var. Bu davete icabet ediyoruz. Bazı şahıs ve kurumlar çıktı. Katılıp katılmamakta herkes hür. Davet edildiği halde gitmeyenler de olabilir. Hiçbir inanç grubuna farklı muamele etmekten yana değiliz. Mamaları kestik rahatsız olanlar var.BASBAKANIM ÖYLE DEMIS!!
10 Ocak 2008 Perşembe 16:33

Geçin bunlarıalevi
Aleviliği kullanmaktan vazgeçin.Başta RTE ve onun gibiler Aleviliği tanımıyorki tamamen reklam ve seçim propagandası kokan davranışlar.Muharrem orucu Aleviler tarafından yas orucu olarak kabul edilir.Her türlü gösterişten ve şatafattan uzak durulur.Alevileride götürüp kendilerine benzetmeye çalışıyorlar.Samimi olan her türlü sevgi ve kardeşliğe hazırız bizi kullanmak isteyenlerede gereken cevabı veririz.
10 Ocak 2008 Perşembe 16:50

alevilerin hakki verilsinbahtiyar kaya
bu konusmayiz diyenler yanlis yapiyor,adam gibi cikip haklarini istesinler,ülkede baris icin bu gerekli
10 Ocak 2008 Perşembe 18:17

huseyınpolat
sıvas kadar taş dussun tepene bız bılıyoz ramazanda koftelerı elıne alıpta caddenın ortasında ıftara az zaman kala yollarda kola ıle beraber yemek yıyenlerı... gec bunları burada asıl gerceklerı konusup yazamıyoruz orası ayrı sıvas olaylarını asıl arıf sag a sormak lazım ve beylık tabancasına kac masuma mal oldu ...
10 Ocak 2008 Perşembe 18:32

Alevi KardeşlerHüsmen Emmi
Ben bu Alevi kardeşlerin topluma entegrasyonlarının çok zor olacağı kanaatindeyim. Çünkü Sebahat Akkiraz diye bir sanatçı var. Tüm eserleri Alevi cemlerinde söylenen parçalar.Hiç kimse, hiçbir türkünün bir tek cümlesine itiraz edemez. Ama Alevilerin televizyonlarda konuşmalarını dinliyorsunuz: Din dersleri kaldırılmalı,Diyanet İşleri Başkanlığı kapatılmalı,laiklik elden gidiyor.Yahu okumuş Aleviler,siz S.Akkirazın söylediği türkülerden bu sonuçları nasıl çıkarıyorsunuz?
10 Ocak 2008 Perşembe 18:37

ASIYK VEYSEL,DE ALIVIYDI!SALIH KAAN
ADAMIN BIR ESERLERINDE AYRIMCILIK YADA ALEVILIK ILE ILGILI CÜMLE YOK!SIMDIKILER KIN KOKUYOR INTIKAM KOYUOR EU VE ABD NIN EKMEGINE YAG SÜREN SEYLER VAR!ALISMISLAR ISLAM DISI ALEVILIGE!HZ ALI EFENDIMIZ KESKE YASASAYDI AH AHHHHHHHHH!
10 Ocak 2008 Perşembe 19:43

Gökyüzü Mavidir'e yazıyorum sadeceHakan Yaka
Beni lütfen yanlış anlamayın.Siz nasıl gugurluysanız alevi olmanızla son derece kutluyorum bende sünni olmakla tabiki gurur duyuyorum, size sadece şunu sormak istiyorum burada yorum yapan alevi arkadaşlar arasınsa''Ali Çoban ve'' rumuzlu arkadaşların yorumları çok dikkatimi çekti.Farklı ama sanki dernekler arasında (40 dernek)buda çok ilginç,sanki fikir ayrılıkları ve rant kavgalarının olduğu izlenimi edindim.Bunu açıklarmısanız sevinirim.Bu arada tabiki bu ülke hepimizin ve ben çok mutluyu
10 Ocak 2008 Perşembe 23:24

aktifhaber

Alevi dedelerinden 'Düşkün' tehditi

Reha Çamuroğlu'nun organize ettiği Başbakan Erdoğan'ın da katılacağı Muharrem İftarı tartışmaları büyüyor. Alevi Dedeleri iftara gidecekleri 'Düşkün' ilan edileceğini açıkladı.
09 Ocak 2008 19:35
Yazı boyutunu büyütmek için


AKP İstanbul milletvekili Reha Çamuroğlu’nun girişimleriyle düzenlenecek olan “Muharrem iftarı" tartışmaları büyüyor. Alevi dedeleri, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılacağı ve Alevi kuruluşlarının, “Hızır Paşa sofrası" adını verdikleri yemeğe katılanların “düşkün" olarak ilan etmeye hazırlanıyor.

Alevi Araştırmaları Merkezi Başkanı Ali Yıldırım, 11 Ocak Cuma günü gerçekleştirilecek Muharrem iftarıyla ilgili olarak yazılı bir açıklama yaptı. İftara katılacak Alevileri “düşkün" ilan edeceklerini belirten Yıldırım, bununla ilgili yarın saat 11.00’da Mülkiyeliler Birliği’nde bir basın toplantısı düzenleyeceklerini belirtti.

Açıklamasında, Aleviliğin asimile edilmeye çalışıldığını öne süren Yıldırım, yemeğe katılacakların Alevi toplumuna en büyük kötülüğü yapacağını savundu ve şunları söyledi :

“Hızır Paşa Sivas’ta Pir Sultan Abdal’ı asarak, tarihte kötü bir üne sahip oldu. Yavuz Sultan Selim de Alevileri katlederek aynı ünü kazandı. Reha Çamuroğlu’nun yaptığının da Alevi toplumuna göre bundan bir farkı yoktur; o da Alevilerin asimile edilme çabasına katkıda bulunarak tarihteki yerini almıştır."

DEDELER BİR ARAYA GELECEK

Yemeğe katılacakların Aleviler tarafından kutsal sayılan 12 dedenin bir araya gelmesiyle düşkün ilan edileceği öğrenildi. Basın toplantısında dedelerin Muharrem ayının “yas ayıö olduğuna vurgu yapacağı belirtilirken, yemeğe katılacaklara son bir çağrıyla “uyarılacaklar" kaydedildi.

Yarın düzenlenecek basın toplantısına, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Kazım Genç, Alevi Araştırmalar Merkezi Onursal Başkanı Fevzi Gümüş’ün yanı sıra, çok sayıda Alevi kurum ve kuruluşun katılacağı ifade edildi.

ALEVİLİKTE DÜŞKÜNLÜK NEDİR?

Düşkünlük, Alevi yol ve erkan ilkelerine, insani değerlere, ahlak kurallarına açıkça aykırı davranarak Alevilere ve Aleviliğe zarar veren kişilere uygulanan bir yaptırım anlamına geliyor. Düşkün ilan edilen kişi ile Alevi toplumu inançsal, kültürel, sosyal, insani her türden ilişkisini kesiyor. O kişinin yalnızca cenazesini kaldırılıyor.

Düşkünlük yaptırımı işlenen fiilin ve sonuçlarının ağırlığına göre ömür boyu olabileceği gibi belli sürelerle de sınırlı olabiliyor.

Haber7

İftara Giden Alevilere Tehdit
12 Ocak 2008 16:11

AKP'nin Alevi açılımının bir parçası olarak görülen iftar yemeğine gitmek isteyen alevi dernek ve vakıf yöneticilerinden bazılarının tehdit edildiği iddia edildi.

Malatya Hacı Bektaş-ı Veli Kültür Merkezi Vakfı Genel Başkanı Hasan Meşeli, Alevilik islam dışıdır görüşünü savunan bir kısım Alevi dernek ve vakıflarının iftar yemeğini engellemek için büyük çabalar sarfettiklerini söyledi. Hasan Meşeli, iftarda konuştuğu bir çok arkadaşının tehdit edildiğini kendisi ile paylaştığını açıkladı. Meşeli, bu noktada isim vermesinin doğru olmayacağını dile getirerek, "Ankesörlü telefondan aranmışlar. Gitmeyin aforoz olursunuz. Toplumdan dışlanacaksınız. Alevilerin AK Parti ile ne işi olur şeklinde çok çeşitli olaylar yaşanmış." dedi. Meşeli kendisinin de tavsiye ve rica yönünden arandığını dile getirerek, " Beni arayanlara, koca bir Başbakan geliyor onun yemeğinde bulunmanın ne mahsuru olabilir. Ben hiçbirinizin lafına aldırmam dedim. İyi günler dedim telefonu kapattım" şeklinde konuştu. Bu tehdit olaylarının amacının toplantının fiyasko olmasını sağlama olduğunu belirten Meşeli buna çalışanların mahçup olduklarını kaydetti.

İftarın yemek duasını yapan Meşeli, bu iftara katılanların 'düşkün' ilan edileceği gibi saçma bir söylemin ortaya atılmasından duydukları rahatsızlığı dile getirdi. Meşeli, 'düşkünlük' konusuna kargaların dahi güleceğini beyan etti.

Meşeli, bu kadar engellemelere karşı iftarın çok güzel geçtiğini anlatarak, bin kişilik salonun tamamen dolduğunu söyledi. İftarı Türkiye tarihinde bir ilk ve başlangıç olarak nitelendiren Meşeli, " Hz. Ali kişi bilmediğine düşmandır diyor. İnsanlarımızın bir araya gelmelerinden çok büyük mutluluk duyduk. Ben de güzel bir yemek duası yaptım ve kabul gördü. Başta Reha beyi kutluyorum." dedi.

İftarı önemli bir açılım olarak nitelendiren Meşeli, "Sayın Başbakan güzel demeçler verdi. Birlik beraberlik konusuda olumlu mesajlar verdi. Son derece umutluyuz. İyi olacağı kanaatindeyim. Hayırlı olmasını temenni ediyorum." şeklinde konuştu.


(Zaman)

Hubyar Sultan Alevi Derneği: Şaklaban Sözüne Tepki
12 Ocak 2008 18:54

Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği, iftarı boykot eden Alevi kurum ve temsilcilerine “Şaklaban” diyen zihniyetin niyetinin de afişe olduğunu söyledi.

Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Genel Sekreteri Mehmet Sarıyar, Ankara 6. İdare Mahkemesi'nin “Cemevleri ibadethane olamaz” kararı için, iftarı boykot eden Alevi kurum ve temsilcilerine “şaklaban” diyen zihniyetin niyetinin de afişe olduğunu söyledi. Sarıyar, “Alevilerin temel taleplerinden biri olan cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesine yönelik hiçbir somut adım atmayan hükümetin bundan sonra söyleyeceklerinin de hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamıştır” dedi.
Mehmet Sarıyar yaptığı yazılı açıklamada, Ankara 6. İdare Mahkemesi'nin “Cemevleri ibadethane olamaz” kararını hatırlatarak, “Hükümetin, Muharrem ayını bahane ederek oluşturmaya çalıştığı suni 'Alevilik açılımı'nın bir kez daha şov amaçlı olduğu ispatlanmıştır” dedi. “İftar şovu”nun suni yaklaşımın somut göstergesi olduğunu savunan Sarıyar, iftarın, Alevilerce desteklenmediğini ve iftara gösterilen tepkilerin ne kadar haklı temellere dayandığının da kanıtlandığına dikkat çekti.

-“ALEVİLERİN TALEPLERİ KARŞILANMADIKÇA HÜKÜMETİN FAALİYETLERİNE KATILMAYACAĞIZ”-

İftarı boykot eden Alevi kurum ve temsilcilerine “Şaklaban” diyen zihniyetin niyetinin de afişe olduğunu vurgulayan Sarıyar, “Alevilerin temel taleplerinden biri olan cem evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesine yönelik hiçbir somut adım atmayan hükümetin bundan sonra söyleyeceklerinin de hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamıştır” diye konuştu.
Sarıyar, Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği'nin, Alevilerin, cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması, zorunlu din derslerinin kaldırılması, diyanetin kapatılması, Alevi köylerine cami yaptırma ve imam atama seferberliğinin durdurulması konularını oluşturan temel talepleri için somut adımlar atılmadığı sürece, hükümetin yapacağı hiçbir faaliyete katılmayacağını ve destek vermeyeceğini kaydetti. Sarıyar, “Bunun adı 'şaklabanlık' ise, biz bu şaklabanlığı yapmaya devam edeceğiz” dedi.
aktifhaber

İddianamenin Çok Kritik Bölümü
01 Ağustos 2008

Ergenekon İddianamesi'nde hep olayın "kriminal" kısmı konuşuldu. Alper Görmüş usta kalemiyle kriminalin dışındaki çok çarpıcı bölümleri yakaladı.

Alper Görmüş'ün Taraf'taki Yazısının İlgili Bölümü:


“Kriminal”in dışında...

İddianamedeki “kriminal” bölümlerin gazeteciler açısından çekiciliği ortada... Fakat ben o bölümlerin cazibesine tümüyle teslim olmayıp mesaisinin bir bölümünü de “kriminal”in dışındaki konulara ayırma sabrını gösterebilecek gazeteciler için de iddianamenin çok önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Şimdiye kadar iddia ya da spekülasyon düzeyinde tartışılan kimi meselelerin iddianamede yer alan “otantik” görüşme ve yazışmalar sayesinde adeta kanıtlandığını gösterebilmek, bir gazeteci için az şey mi?

Mesela “İlhan Abi”nin ve ulusalcıların, yüz bulmaları durumunda koyu anti-Amerikan konumlarından bir sıçramayla (diyalektik?) acayip bir Amerikancılığa terfi edecekleri konusunda şimdiye kadar bir sürü şey yazmış bir gazeteci olarak ben, iddianamedeki konuya ilişkin telefon görüşmelerinden çok heyecanlandım. Geçen yazım da bunun üzerineydi zaten. (Geçerken bir pişmanlığımı sizinle paylaşmak isterim: Ben, İlhan Abi ile Cumhuriyet’in genel yayın yönetmeni İbrahim Yıldız arasındaki telefon görüşmelerini Hürriyet’in haberinden aktarmakla büyük bir hata etmişim. Oysa onunla kifayet etmeyip iddianameye baksaymışım, Amerika’nın “dinciler”den elini çekip “ulusalcılar”a yönelmesi ihtimalinin İlhan Abi’de yarattığı çocuksu sevinci saptayabilecek, “çok önemli, çok önemli” derken bir el çırpmadığını da size aktarabilecektim. Bilmiyorum, belki de çırpmıştır.)

“Ordu içinde Alevi cuntası?”

Neyse... Şimdi anlatacağım taze örnekte Hürriyet’in ve öbür gazetelerin tuzağına düşmedim, açtım ilgili bölümün tümünü okudum ve neler gördüm neler...

Konumuz, yıllardır oradan buradan kulağımıza gelen “ordu içindeki Alevi cuntası” mevzuu... Gazeteler konuya, biliyorsunuz, “Geberesi kadın Sünni” suretinde girdi. Hürriyet’in aynı başlıklı haberinden aktarıyorum:

“İddianamenin 1619. sayfasında, dönemin bazı subaylarının ‘gizli bir toplantı’daki konuşma tutanaklarına yer veriliyor. Bu tutanakta, 1. Ordu Komutanlığı’ndan emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın eski Başbakanlardan Tansu Çiller için ‘Geberesi kadın’ (...) dediği öne sürülüyor. İddianameye yansıyan bu bölüm özetle şöyle:

“...Devamında ‘VE GİZLİ TOPLANTIDA KONUŞMA NOTLARI!’ başlığı altında Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Çetin Doğan ile ile K.K.K.’lığı Eğt. ve Ok. D.Bşk.Tuğg. Volkan Kaplama arasında geçen; Çetin Doğan’ın ‘Türkiye’nin idaresi ordunun kontrolünde değil, darbe yapmayacağını yemin eden bir ordunun etkisi ne kadar olabilir, Tansu Çiller şu anda dini söylemleriyle rol yapıyor da olabilir, ciddi de olabilir. Çünkü geberesi kadın Sünni, Mesut Yılmaz için de aynı şey geçerli.”

Haberde hazır sayfası da verilmiş, buldum 1619. sayfayı ve neler gördüm neler. Size tadımlık bir-iki bölüm aktarıyorum (ordu içindeki “Alevi cuntası”nın “fikirleri” hakkında daha fazla bilgi için iddianame orada duruyor):

Çetin Doğan, sözlerini “Arkadaşlar çok çalışsın. Bizim olmayan bu devlet mutlaka bizim olacaktır, biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız” diye bitirdikten sonra, Tuğg. Volkan Kaplama söz alıyor ve şöyle diyor:

“Gerçek laiklik ancak alevi toplumda gerçekleşir. Aptal komutanlar, her gün güdeme gelerek ülkedeki şeriatçı birikimi azaltarak bir müdahalenin önünü kesiyorlar, Doğu Paşa da ayrı görüşte...”

Bu sözler size, gizli bir toplantıda değil, bir samimiyet krizi sırasında medya aracılığıyla yüzümüze fırlatılan “Müdahale şartlarının olgunlaşması için anarşinin biraz daha artmasını bekledik” diyen komutanları hatırlatmadı mı?

Daha neler var neler ama, kusura bakmayın burada kesmek zorundayım, siz tembellik etmeyin, pişman olmayacaksınız; tekrar hatırlatıyorum, 1619. sayfa ve devamı...
aktifhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pts Eyl 01, 2008 8:55 pm    Mesaj konusu: HZ. Ali Atatürk Olarak Geri Döndü Alıntıyla Cevap Gönder

Hz. Ali'nin yanında Atatürk ne iş?


'Alevilerin laiklik hassasiyetini kullananlar var, Alevilerin meselesi hükümetlerle değil, rejimle. Cemevlerinde Atatürk posterlerinin işi ne...'24 Kasım 2008 00:53

Bu tespitler, araştırmacı-yazar Cafer Solgun'a ait. Solgun, Tuncelili bir Alevi. Yüzleşme Derneği'nin de başkanı. 'Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı' adlı bir kitap yazan Solgun, Aleviliğe içeriden bakıyor. 'Aleviler neden Kemalist?' sorusuna cevap arıyor.

Solgun'a göre Alevilerin Kemalistliği takiye ile başladı; çünkü "Aleviler, kendilerine uygulanan baskının sorumlusu olan güce yaslanarak kendilerini yaşatma çabasına girdiler" Ancak bu durum zamanla içselleştirildi. Cafer Solgun, 28 Şubat döneminde Alevilerin bazı hassasiyetlerinin istismar edilerek onlara yeni bir rol biçildiğini söylüyor. Bu dönemde irticanın birinci tehdit olarak görülmeye başlandığına dikkat çeken Solgun, "Rejimin, laikliğin teminatı oldukları yönünde onlara bir rol atfedildi. Aleviler nezdinde yakın tarihte yaşanan bazı acı olayların da doğrudan etkisiyle Sünni çoğunluğa karşı temkinli, tereddütlü bir bakış açısı vardır. Bu ruh hali istismar edilmektedir." diyor.

ALEVİLERİN SORUNU HÜKÜMETLE DEĞİL REJiMLE
Alevilik son zamanlarda daha yüksek sesle konuşulmaya başlandı. AK Parti'nin Alevi açılımı, Alevi örgütlerin çoğundan destek bulamasa da meseleyi gündeme taşıdı. İki hafta önce Ankara'da düzenlenen mitingde bir araya gelen Aleviler ilk kez taleplerini meydanlarda dile getirdiler. Hayykitap'tan çıkan "Alevilerin Kemalizm'le İmtihanı" isimli kitapta araştırmacı yazar Cafer Solgun, Alevileri Alevi kimliği üzerinde düşünmeye, kendi gerçekleriyle yüzleşmeye çağırıyor. 28 Şubatçıların Alevilere bir rol biçtiğini söyleyen Solgun, "Alevilere rejimin teminatı oldukları yönünde bir rol biçildi. Ama Alevilerin sorunları bu veya şu hükümetle değil, rejimledir." diyor.

Alevilik meselesini Kemalizm'le birlikte ele alan bu çalışma nasıl ortaya çıktı?

Ben teolog değilim. Bir Alevi tarihçisi olduğumu da söyleyemem. Fakat güncel politik durum içerisinde Alevilerin var olan durumu, görünümü ve Alevi toplumuna bazı çevrelerin roller atfediyor olmaları çok rahatsız edici bir şey. Türkiye'nin bir Alevi sorunu olduğuna inanıyorum. Bu sorunun bazı boyutlarını böyle bir başlık altında inceleme tercihinde bulundum. Yoksa Alevi meselesi ile ilgili çok sayıda kitap var. Fakat hiçbiri Alevilerin bugünkü durumunu ve gidişatını ele alma noktasından hareket eden çalışmalar değil. Alevilerin bu gidişat içerisindeki durumlarını ele alan, Alevi meselesine değişik yönleriyle ayna tutan böyle bir çalışma Türkiye'de ilk defa yapıldı diyebilirim. Bu çalışmanın bir karşılık gördüğünü de söyleyebilirim. Aleviler kendilerini sorgulamaya başladılar. Ben yazdığım için sorgulamaya başladılar demek istemiyorum.

Alevilerin çoğu Kemalist'tir. Kendilerini Kemalist olarak tanımlıyorlar diyebilir miyiz?
Çok sayıda Alevi kurumu var. Cemevi, cemevi ve kültür derneklerinin yöneticileri var. Bunların birçoğu Kemalist. Fakat Aleviler içerisinde kendisini ifade etme araçları çok daha sınırlı olan insanların canla başla Kemalist olmak gibi tercihleri olduğunu düşünmüyorum. Buna karşılık Alevi toplumu içerisinde de kayda değer bir çoğunluk kendisini Atatürkçü ya da Kemalist olarak tarif etmeyi tercih ediyor.

İBADETHANEDE POLİTİK FİGÜR OLMAZ

Kitapta Alevi derneklerinin çoğunun Atatürkçüler derneği gibi olduğunu söylüyorsunuz...
Alevi derneklerinden ziyade cemevleri. Alevilerin ibadethane olarak gördüğü ve ibadethane olarak gidip geldiği bu mekânlarda kocaman Atatürk portrelerinin asılı olması çok çarpıktır. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk sonuç itibarıyla politik bir figür. Atatürk'ün resmini siz işyerinize, evinize asabilirsiniz. Fakat bir ibadethanede de bir politik figürün ne işi var? Cemevlerimizin maalesef neredeyse tamamında 12 imamı temsil eden resimlerin yanında Atatürk portresi var. Bu durum sadece benim açımdan değil, birçok Alevi açısından son derece rahatsız edici bir durumdur. Adeta "13. imam da Atatürk'tür" dercesine bu portrelerin olmasının kabul edilir bir tarafı yok. İkinci boyutu ise biraz daha somut bir nedendir. Atatürk döneminde Kürt Alevileri büyük acılar yaşamıştır. Bu uygulamaların sorumlusu bir sembol ismin sizin dua etmek, ibadet için gittiğiniz bir mekânda resimleriyle karşılaşırsanız ne hissedersiniz.

Peki Alevi derneklerinin Kemalist çizgisini neyle açıklıyorsunuz?
Bu, karmaşık gibi görünen bir meseledir. Ama bu çarpık sonucu anlamamıza yardımcı olabilecek birkaç kavram var. Bunlardan biri korkudur. Doğrudan ölüm, katliam, yok edilme korkusu. Bu korku nedeniyle zaman içerisinde Aleviler kendilerine uygulanan baskının sorumlusu olan, o sorumluyu sembolize eden güce yaslanarak kendilerini yaşatma çabasına girmek durumunda kaldılar. Örneğin kurucu parti CHP kayda değer bir oranda Aleviler tarafından desteklenmektedir. Yine Alevi camiası içerisinde orduya yönelik bir sempati olduğunu gözlemliyorum. Bu sempatinin temelinde de bu korku yatıyor. Bu, tipik bir takiyyedir.

ALEVİLER TAKİYE YAPIYOR

Aleviler Kemalistliğinde samimi değiller mi?
Alevilerin Kemalistliği bir takiyedir. Daha doğrusu öyle başlamıştır. Bende sendenim kafama daha fazla sopa vurma dercesine bir ilişkiye girilmiştir. Buraya kadar anlaşılır diye düşünüyorum. Ama buradaki sorunun en önemli tarafı bir takiye olarak başlayan bu ilişkinin zaman içerisinde gerçeğe dönüşme temayülü göstermesidir. O takiyenin giderek içselleşmesi sonuç itibarıyla böylesine çarpık bir durum yarattı. Bu manipülasyon ve bu çarpıklığı yaratma konusunda Alevi camiası içerisinde de bazılarının bir misyoner gibi çalışmalarının hiçbir anlaşılır tarafı yoktur.

Misyoner gibi çalışanlar kimlerdir?
Kemalizm'i yaymaya çalışan; Cumhuriyet mitinglerinden Alevilerin darbe çağrısı yapılan mitinglerde boy göstermesi için canla başla çalışan kişilerdir. Alevilerin şeriat tehlikesine karşı darbe çağrısı yapılan etkinliklerde bulunmaları çok utanç verici bir şeydir.

Ya şeriat tehlikesi meselesi?
Şeriat tehlikesi meselesine gelecek olursak. Alevilerin rejimin teminatı oldukları, Atatürkçü oldukları, laik oldukları yönündeki temelsiz rol atfetme siyasetinin gündeme geldiği yıllar 90'lı yıllardır. Aynı yıllar irtica tehlikesinin birinci sıraya konulduğu yıllardır. Bunun dönüm noktası da 28 Şubat sürecidir. Bu konsepti sokaklarda dillendirecek kitlesel bir potansiyele ihtiyaç vardı. İşte bu mantıkla Aleviler keşfedildi. Rejimin teminatı oldukları yönünde onlara bir rol atfedildi. Türkiye'de bize dayatılan manada bir şeriat tehlikesi olduğuna ben inanmıyorum. Fakat Aleviler nezdinde yaşanan bazı acı olayların da doğrudan etkisiyle Sünni çoğunluğa karşı temkinli, tereddütlü bir bakış acısı vardır. Alevilerde de temkinlilik bu ruh hali istismar edilmektedir. Çünkü şeriatçılar iktidara gelirlerse ilk yapacakları şey Alevileri kesmektir şayiası Aleviler içinde yayılmaktadır. Alevilerin bu rolü oynamaları için istismar edilecek bir potansiyelleri vardır.

Alevilerde bu tereddüdü doğuran; Çorum, Maraş, Sivas olayları mıdır?
Alevi toplumunda anlatmaya çalıştığım türden bir ruh halinin olmasının en büyük nedenleri bu acılı olaylardır. Gelişen süreç içerisinde bu olayların kimler tarafından kimler kullanılarak ve ne amaçla tezgâhlandığı çok büyük oranda açığa çıkmış durumdadır. Türkiye toplumunun bütünlüğünü oluşturan çeşitlilik içerisinde birbirimize karşı konumlanmamızı isteyen karanlık güç odaklarının bu senaryolarını uygulamalarına zemin teşkil eden bazı önyargılarımız da vardır.

Ankara'da Alevi mitingi düzenlendi. Bazı dernekler provokasyon endişesi ile mitingi eleştirerek, katılmadı. Siz nasıl görüyorsunuz?
Alevilerin kendi kimlikleriyle ve talepleriyle Türkiye'nin gündemine girme çabalarını ben sağlıklı bir gelişme olarak görüyorum. Fakat bu noktada şunu da vurgulamak gerekir. Bu tür Alevi taleplerinin gündeme getirildiği etkinliklerin şu partiden yana şu partiye karşı gibi bir siyasi görünüm almasını doğru bulmuyorum. AKP bir iktidar partisidir. Eleştirilecektir. Fakat Alevilerin sorunu AKP ile beraber ortaya çıkmamıştır. Alevilerin sorunları şu veya bu siyasi partiyle değil, doğrudan rejimledir.

Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri Ali'siz Alevilik'i gündeme sokmaya çalışıyor...

Alevilerin taleplerini daha fazla görmezden gelmeye devam edersek uç fikirler ya da uç hareketler boy göstermeye başlar. Belki de bugün taraftar bulamayan o görüşler taraftar bulmaya başlayacaktır. Avrupa'daki bazı Alevi dernekleri Alevilerin bir azınlık olarak kabul edilmesi yönünde çalışma yürütüyorlar. Çok acık söylemek gerekir; bu çaba ve çalışmanın en büyük amacı belki de yegâne amacı, o derneklerin milyonlarca Euro olarak ifade edilen fonlardan yararlanmasının mümkün hale gelmesidir. Alevi talepleri ne kadar normal karşılanırsa toplumsal önyargıları aşabilir ve gerçek manada kardeşlik bilincini yerleştirebilirsek bu tür marjinal çabalar etkisiz kalacaktır.

Sorunun çözümü için atılacak en büyük adım ne olmalı sizce?
Bu sürecin başlaması için Alevi toplumunun üzerinde ortaklaştığı taleplerin karşılanması gerekir. Diyanet İşleri'nin kaldırılması, cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi ve zorunlu din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması gibi. Bunun yanı sıra Sivas ve Maraş katliamı ile ilgili dosyaların açılması, davanın yeniden görülmesi... Eğer devletin birimlerinin müdahil olduğu olaylar resmen kanıtlanırsa Alevi toplumundan özür dilenmesi... Elbette ki bunlar çok kolay gerçekleşecek şeyler değil.

Zaman


Devlet Bahçeli'nin Alevi Açılımı
15 Eylül 2008 14:44

Son seçimlerde bazı Alevi köylerinden MHP'ye silme oy çıkmıştı. Yerel seçimlerde de desteği sürdürmek isteyen Bahçeli ilginç ziyaretler ve hazırlıklar yapıyor.

MHP lideri Bahçeli'nin yeni bir açılım için bir dizi gizli ziyarette bulunduğu iddia edildi

Akşam Gazetesi'nden Deniz Güçer, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin şimdiye kadar en az 5 defa gizlice Hacı Bektaşi Veli’nin türbesini ziyaret ettiğini yazdı.

Güçer'e göre, Bahçeli'nin törenlerden hemen sonra yaptığı ziyaretten basına ve partililere haber verilmedi. İlçeye yakın şehirlere giderken aracının rotasını değiştiren Bahçeli, ziyaretlerinin günlük programına eklenmesini yasakladı. Bu gizliliğin nedenini ise Bahçeli’nin yakın çevresi, “Siyasi şovdan kaçınmak” olarak açıkladı.

İlginç araştırmaya...

MHP koridorlarında bir süredir “Alevi açılımı” konusunda çok ciddi bir çalışmanın sürdüğü bilgisi veriliyor. Bahçeli’nin de onayıyla Alevi yurttaşların sorunları ve ihtiyaçlarıyla ilgili kapsamlı bir çalışma başlatıldı. Alevi açılımı için partide kimlerin görevlendirildiği ve çalışmanın bir rapora yansıyıp yansımayacağı konusunda ise şimdilik ser verip sır verilmiyor.

aktifhaber

HZ. Ali Atatürk Olarak Geri Döndü
01 Eylül 2008 14:05

"Alevilikte reenkarnasyon vardır. Hz. Ali Atatürk olarak döndü... Aleviliğe İslam elbisesi giydirmek kolay değil..." Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı'ndan olay sözler..

Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız:

"Alevilik inancında reenkarnasyon vardır. İnsan ölmez, başka bir canlının görünümünde yeniden dünyaya gelir. Aleviler, ‘Hz. Ali, Mustafa Kemal Atütürk olarak zuhur etti’ diye inanırlar."

"Aleviler CHP’yi hâlâ destekliyorlar ama CHP’yle ilişkileri defolu. Aleviler’in kullanıldığı bir ilişki bu. CHP tek başına iktidar olsa da, bu Sünni devlet ve Sünnileştirme politikası devam eder."

"Bize göre, Aleviliğin tanrı anlayışına, tarihine, kurumlarına, ibadetine bakıldığında, ona İslam elbisesi giydirmek kolay değil."

"Ergenekon'a aklımız yatmıyor"

"Cemevleri serbest olmalı"

"Türban yasak olmalı"

Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'in Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız'la yaptığı röportajın çarpıcı bölümleri:

Siz, devletin Sünni olmasından yakınıyorsunuz. Kürtler de, devletin Türk olmasından yakınıyor. Bu durum, Aleviler’le Kürtler arasında bir dayanışma sağlıyor mu?

Aleviler ezilmenin ne demek olduğunu bilir. Kürtler’in de kimi demokratik, meşru ve yasal taleplerini haklı bulurlar, yeri geldikçe desteklerler. Ama Kürt sorunun şiddet yoluyla çözülmeyeceğine inanırlar. Türkiye demokrasiyle yönetilse ve Batılı anlamda laik olsa, bu ülkede ne Kürt sorunu ne de Alevi sorunu olur.

HAZRETİ ALİ ATATÜRK OLARAK GERİ GELDİ

Siz devletten yakınıyorsunuz ama çok garip bir durum var. Aleviler, Kemalist devleti desteklemekle, Kemalist olmakla, darbecilere yeterince karşı çıkmamakla suçlanıyorlar genellikle. Kemalizm, askerin sivil siyaset üzerindeki vesayetini kabul eden ve CHP’nin altı okuyla özetlenen bir ideolojidir. Kemalizm bir nevi darbelerin ideolojisidir. Sizin hem Sünni hem Kemalist olan devletle ilgili düşünceniz ne?

Aleviler Mustafa Kemal Atatürk’ü büyük kurtarıcı olarak görürler. Alevilik inancında reenkarnasyon vardır. İnsan ölmez, başka bir canlının görünümünde yeniden dünyaya gelir. Aleviler, ‘Hazreti Ali, Mustafa Kemal Atatürk olarak zuhur etti, geldi’ diye inanırlar. ‘Bizi ancak böyle biri bu zulümden kurtarabilir’ derler. Aleviler Atatürk’ü mitleştirmişlerdir.

Ben Sünni ve Kemalist devlet hakkında ne düşündüğünüzü sormuştum. Cevabınız nedir?

Cumhuriyet büyük bir projedir. Atatürk, Sünni bir devlet yaratmak istemedi. Laik bir devlet yaratmak istedi ve demokrasiyi hedefledi. Ama laik devlet de, demokrasi de oluşmadı. Bu ülkede imam hatipleri ve ilahiyat fakültelerini ilk CHP açtı. Okullara zorunlu din dersini de ilk o koydu. Demokrasinin olmadığı yerde devlet gücünü kullanan birileri hep vardır. Türkiye’de buna en yatkın olanlar da askerler ve sivil bürokratlardır. Bunlar, halkı küçük görürler, seçmenin oyunu ve aklını önemsemezler. Halka çarıklı çoban muamelesi yaparlar. Kendilerini elit-okumuş aydın kabul ederler. Kendi çocukları için özel okullar açarlar. Halkı bilerek, isteyerek cahil bırakırlar, okutmazlar. Çünkü iktidarı paylaşmak istemezler. Bakın... Türkiye’de devlet önce öğretmen okullarını bozdu. Öğretmeni bozunca, gerisi çorap söküğü gibi gelir zaten. Geldi de...

ALEVİLER CHP'LİDİR

Aleviler’in çoğunluğu Kemalist midir?

En sağcısı bile Kemalisttir. Atatürk’ü severler. Onları, Atatürk yurttaş konumuna getirdi. Büyük bir istibdattan kurtardı, Aleviler’i adam yerine koydu.

Aleviler genellikle CHP’yi desteklerler. CHP ise en devletçi parti. Ergenekon’u da savunuyor. Aleviler hâlâ CHP’yi destekliyor mu?

Hâlâ destekliyorlar ama CHP’yle ilişkileri de defolu bir ilişki. Karşılıklı saygıya dayalı olmaktan çok Aleviler’in kullanıldığı bir ilişki bu. Aleviler CHP’de beklentilerini karşılayamıyorlar, orada yeterince temsil edilmiyorlar ama CHP dışında da kendilerine bir seçenek bulamıyorlar. Çünkü hem özlemleri hem de sınıfsal kökenleri bakımından Aleviler’in yüzde 99’u solcudur. CHP de kendisini sol olarak tanımlayan bir parti...

ERGENEKON'A AKILLARI YATMIYOR

Ergenekon hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ergenekon çok karışık, anlaşılması çok güç... Yumak öyle sarılmış ki, anlaşılmaz hale gelmiş. Öyle çok şey bir araya gelmiş ki... İçinde Atatürkçüler var. Kemalistler, ulusalcılar var. Askerler var. Sünniler var. Aleviler var. Politikacılar var. Emekli askerler var. Mafya var. Kaçakçılar var. Bunların hepsi nasıl bir Türkiye düşlemişler acaba? Anlaşılması çok zor. Hablemitoğlu cinayeti ile Danıştay cinayetinin katili aynı olabilir mi? Bu iki cinayet aynı düşüncenin ürünü ve aynı örgütün işi olabilir mi? Cumhuriyet’in başyazarı İlhan Selçuk’la Sedat Peker aynı odada nasıl biraya gelirler? Siz emekli askerlerle, siyasetçilerle mafyacıları biraraya koyabiliyor musunuz? Ben koyamıyorum. Benim düşüncem bunları biraraya getiremiyor.

Peki, sizce Türkiye’de kontrgerilla var mı?

Ben, üniversite yıllarında, bulduğu her duvara ‘Kontrgerilla Dağıtılsın’ diye yazan 68 gençliğindenim. Kontrgerillanın içinde askerler, emniyetçiler, bürokratlar, kiralık katiller, mafyacılar vardı. Bu yapı hiç bir zaman bitirilmedi. Politikacılar belki bu yapıyı kullanıyorlardı, belki de organik bağları vardı. Kontrgerilla hala devam ediyor. Adı bugün, Ergenekon olmuş. Ergenekon yoktur, demiyorum. Bu kadar renk nasıl biraraya gelir ve aynı ülküde birleşir aklım almıyor diyorum.

Bağışlayın beni ama... Yakın tarihinde dört darbe yaşamış, dört darbenin alt yapısı da toplumda kaos yaratılarak hazırlamış bir ülkede, darbeyle iktidara gelme planına ve Türkiye’yi dışa kapatarak koyu bir otoriter sistem kurma hedefine niye aklınızın ermediğine de benim aklım ermiyor.

Türkiye’de derin devlet hep oldu. İdeolojik saldırılarla, psikolojik ve ekonomik yöntemlerle, medya gücüyle bu derin yapı kaos ortamı yarattı, cinayetler işledi ve yurttaşları darbe şartlarına hazırladı. Bütün bunlar, özellikle ABD’de eğitilmiş subaylar ve sivil bürokratlar aracılığıyla yapıldı. Aleviler Ergenekon’un aydınlanmasını istiyor. İçinde kim varsa görelim. Ama AKP bu temizliği yapamaz ve yapmayacak! AKP, Ergenekon davası sürecinden kendi işine yarayacak verileri çıkartacak. AKP, CHP ve diğer muhalif partilerle ilgili verilerin peşinde.


Neye dayanarak söylüyorsunuz bunu?

Ahlaklarını biliyoruz. Türkiye’de siyasetin nasıl işlediğini biliyoruz. Susurluk çözülemez miydi? Tansu Çiller’le Mesut Yılmaz’ı niye çözmediler? Maraş olaylarını MİT yapmış, kontrgerilla yapmış. O tarihte Ecevit niye çözmedi Maraş’ı? Gazi olaylarında 22 insan göz göre göre katledildi? Bu davayı Trabzon’a götüren hangi güçtü? Gazi niye çözülmedi?


Şimdi Ergenekon iddianamesinde, Gazi olaylarıyla Ergenekon örgütü arasında bir bağ olduğu ileri sürülüyor. Siz böyle bir ilişkiden hiç şüphelenmiyor musunuz?

Madımak Oteli’ni kim yaktı? Ergenekon Davası’yla bu da ortaya çıkar mı acaba? Ben otelden sağ kurtulanlardanım. Sivas Davası’nda yargılananları biz otelin önünde gördük. Onlar kesinlikle suçluydu. Ama ya öbürleri? Bunları oraya sevk eden, bunca hazırlığı yapanlar kimdi? Kapının önünde şeriatçılar gözüküyordu. Peki, onların arkasındaki kimdi?

Sizce kimdi?

Hizbullah mıydı, kontrgerilla mıydı, İslamcı militanlar mıydı, İran’dan ya da ABD’den gelenler miydi? Türkiye’de üretilmiş olanlar mıydı? 37 kişinin öldüğü, 35 kişinin yanarak can verdiği olayın üzerinden bir hafta geçmeden dönemin Cumuhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral hükmünü verdi. “Olayda örgüt yok, tahrik var” dedi. Sakladı örgütü. O örgütün adı Ergenekon muydu? Bilmiyorum. Araştırılsın. Bizim Ergenekon soruşturmasıyla ilgili tek istediğimiz siyasi müdahalede bulunulmasın. Siyasiler bu işin avukatı ya da savcısı olmasın.

Alevilerin de Ergenekon’da adlarının geçtiğini söylemiştiniz. Nasıl geçti?

Ergenekoncuların Bosna’daki bir cemevinde toplantı yaptıkları, bir Alevi işadamıyla irtibat kurarak Ergenekon’un Alevi kanadını yaratmaya çalıştıklarının bulgularının olduğunu okuduk basından.

Böyle bir şey mümkün değil mi?

Mümkün tabii. Çok mümkün. Aleviden Ergenekoncu çıkmaz, Susurlukçu çıkmaz demiyorum ben. Sünniden ne kadar çıkarsa Aleviden de o kadar çıkar.

Aleviler niye Ergenekon’a karşı çıkmadılar?


İlk başta hükümete yakın gazetelere bazı bilgiler sızdı. Bu bilgilere herkes gibi biz de şüpheyle baktık. Ama iddianame açığa çıktıkça ürperiyor insan.

AKP’nin Ergenekon’a karşı olması, Aleviler’in Ergenekon’u desteklemesine yol açar mı?

Ne münasebet. AKP Ergenekon’a karşı diye Ergenekon’dan yana olmak mümkün değil. Biz gerçeği istiyoruz.

ALEVİLİK İSLAMIN DIŞINDADIR

Bildiğim kadarıyla sizin federasyonunuz Aleviliğin İslam’ın dışında olduğu görüşünü savunuyor. Siz tam olarak ne diyorsunuz?

Aleviler arasında ‘biz kimiz’ tartışması yoğun bir şekilde yaşanıyor. Ne olduğumuza karar vermek, hem ihtiyaçlarımızı, hem gideceğimiz yolu, hem de devletten istediklerimizi tanımlayacak. Akademisyenler, araştırmacı yazarlar, Aleviliğin İslam’ın içinde olup olmadığını tartışıyorlar. Bize göre, Aleviliğin tanrı anlayışına, tarihine, kurumlarına, ibadetine bakıldığında, ona İslam elbisesi giydirmek kolay değil. Alevilik bir yaşam biçimi, bir kültür, bir yol, bir felsefe, doğayı ve toplumu kendince bir yorumlamadır. İslamiyet’ten etkilenmiştir, İslam’ın motifleri, ritüelleri, formları vardır ama ‘Alevilik İslam’ın içindedir’ demek o kadar kolay değildir.

CEMEVİ SERBEST TÜRBAN YASAK OLMALI

Kemalist, Sünni ve Türk olan devlet, Aleviler’in sorunlarını çözerse, siz bu yapının değişmesini gene ister misiniz? Yoksa Kemalist devlet anlayışının devamından yana mısınız?

Sizin tanımladığınız devlet, Aleviler’in sorunlarını çözmez. Çözseydi, 80 yılda çözerdi. Ama bugünkü AKP’nin Aleviler’in sorunlarını çözeceğine dair ipuçları bulunduğunu sezinliyorum ben. Yeni Şafak‘ta Fehmi Koru, Zaman‘da Ekrem Dumanlı, bu sorunu çöz diye AKP’ye çağrıda bulunan üst üste yazılar yazdılar. Aleviler’in sorunlarını çözmek o kadar kolay ki... İmar Kanunu, ‘İbadethanelere yer ayrılır’ diyor ve parantez içinde cami, havra, kilise diye belirtiyor. Buna cemevini de eklersiniz. Zorunlu din dersiyle ilgili anayasa değişikliği paketini devreye sokarsınız. Din dersini seçmeli yaparsınız.

Devlet, Aleviler’in hakkını vermiyor ama türban yasağıyla Sünniler’i de kızdırıyor. Devletin bu tavrı hakkında ne düşünüyorsunuz? Türban yasağını destekliyor musunuz?

Türban dinî duygulardan çok, bir siyasi simgeyi dayattığı için problem bu noktaya geldi. Üniversitelerde, devlet dairelerinde türban yasak olmalı.

Aleviler Bir Aleviyi Kovdular
29 Kasım 2008

Alisiz Alevilik teorisinin savunucuları TBMM Başkanlık makamında kriz çıkardı. Bir ilk yaşandı ve Aleviler bir Aleviyi kapıya attı.

TBMM Başkanı’nın Alevilerle görüşmesine AKP’li Çamuroğlu’nu çağırması kriz çıkardı.

TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın, Alevi Bektaşi Dernekleri’nin temsilcileriyle görüşmesine AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu’nu da davet etmesi krize neden oldu.

Temsilciler, “Alevileri bölmeye çalıştığı” gerekçesiyle toplantıda istemeyince, Çamuroğlu başkanlıktan geri döndü.

TBMM Başkanı Köksal Toptan, görüşme öncesi makamına Çamuroğlu ile birlikte geldi. Toplantı öncesinde Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş, “Biz toplantıya Çamuroğlu’nun katılacağını bilmiyorduk, sonradan öğrendik. Aramızda değerlendirdik. Gelip burada tepkimizi söylemeye karar verdik. AKP başından beri bu süreci Çamuroğlu üzerinden yürütmeye çalışıyor. Biz buna karşıyız. Hükümet ile görüşmemizde Çamuroğlu bulunabilir. Ancak Meclis Başkanı tarafsızdır, bu toplantıda bulunması doğru değil” diye konuştu.

‘Aynı masada oturmayız’
Edinilen bilgiye göre görüşme öncesinde toplantı odasında bekleyen heyet üyeleri, odaya bir sandalye daha getirilince “Kimin için?” diye sordu. “Reha Çamuroğlu da toplantıya katılacak” bilgisinin verilmesi üzerine, “Biz kendisiyle aynı masada oturmayız, aynı kareye girmeyiz” diye tepki gösteren heyet, özel kalem müdürünün ısrarı üzerine, “O zaman tüm milletvekillerini çağırın” diye tepki gösterdi. “İki kişi başkanın makamına geçsin görüşsün” önerisi üzerine de heyet, “Türkiye’nin her tarafından gelmiş kişiler var. Bir kişi eksik olsa görüşmeyiz” diyerek toplantıyı terk edeceklerini bildirdi.

Toptan: ‘Benim hatam’
Bunun üzerine Toptan heyetin yanına yalnız geldi ve “Kusura bakmayın, benim hatam oldu. Ben kendisini davet etmiştim, kendisine mahcup oldum” dedi.

Yarım saat Toptan’ın odasında oturan Çamuroğlu ise, heyet ikna edilemeyince başkanlıktan ayrıldı. Çamuroğlu Toptan’ın nazik bir davette bulunduğunu, heyetin bunu anlamadığını söyledi.
Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız toplantıdan sonra, Toptan’ın isteklerine olumlu baktığını açıkladı.

ALİSİZ ALEVİLER ÇAMUROĞLU’NA KARŞI

Alisiz Alevilik fikrini yayan ve Alevilerin İslam dışı olduğunu söyleyen Almanya tabanlı Alevi Bektaşi Federasyonu, Reha Çamuroğlu’na sürekli olarak sert tavır koyuyor. Çamuroğlu da her fırsatta “Alisiz Alevilik” fikrini savunan Ali Balkız ve ekibini, kökleri dışarıda olmakla suçluyor. Alisiz Alevilik fikrini savunanlar Aleviler arasında Almanya finanslı olmaları nedeniyle Diaspora Alevileri olarak niteleniyor.

aktifhaber

Mahmut Övür/Sabah
Alevilerin 'statüko' ile yüzleşmesi
18 Eylül 2010

Referandumda "evet" oyunun önde çıkması bazı siyasi partileri derinden sarstığı gibi toplumsal kesimleri de yüzleşmeye itti.
Görünen o ki en sert yüzleşmeyi de, bu ülkenin önemli toplumsal dinamiklerinden biri olan Aleviler yaşayacak.
Daha doğrusu şu anda o süreç başladı bile... Başladı çünkü Türkiye'nin en çok özgürlüğe ihtiyacı olan kesimi Aleviler, bu ihtiyacın tam tersi biçimde blok halinde "yetmese" de özgürlük getiren anayasa paketinin karşısında yer aldı. Bu derin bir çelişkiydi. Peki, Alevileri bu çelişkiye iten neydi?
Sorunun cevabını önümüzdeki günlerde "Demokrat Alevi Girişimi" adıyla yeni bir örgütlenmeye hazırlanan Su TV Genel Müdürü Yalçın Özdemir veriyor:
"Türkiye'nin dönüşümünde önemli bir mihenk taşı olan anayasa değişikliğine evet çıkmasından sonra, artık Alevlerin de vesayetten beslenmeyen bir duruş sergilemesi gerekir."
Aslında bu tartışma farklı biçimlerde de olsa tüm Aleviler arasında sürüyor. Hayır-evet çelişkisi daha çok tartışılacak.
Özdemir, tam da bu noktada Alevilerle referandum süreci arasında ilginç bir bağ kurulduğuna dikkat çekiyor ve şöyle diyor:
"Eğer Kılıçdaroğlu CHP'nin başına getirilmeseydi, Baykal devam etseydi, Aleviler büyük oranda evet diyecekti. Bunun önünü kesmek için Kılıçdaroğlu CHP'nin başına getirildi. Çünkü bu referandumda evet oylarının yüzde 70'in üzerinde çıkması demek, CHP'nin cumhuriyet tarihi boyunca izlediği tüm politikaların iflası anlamına gelecekti."
Gerçekten de kısa sürede CHP'ye yoğun Alevi akını oldu. Sadece Eşitlik ve Demokrasi Partisi'nden bir gecede ayrılanların sayısı hayli yüksekti. Tüm bu olup bitenler yavaş yavaş da olsa Alevilerin kendi pozisyonlarını sorgulamaya başladığını gösteriyor:
Özdemir referandumun bunu hızlandırdığı düşüncesinde:
"Aleviler, bugüne kadar statükoyu korumaktan yana oldu; bugün de oylarını ağırlıklı CHP'ye verdi. Bence bu CHP için kullandıkları son oydur. Ortada kısmi de olsa özgürleşme getiren bir paket var ve darbecilere yargılanma yolu açılıyor. Bu Alevilerde bir kırılma yaratacaktır. Çünkü 12 Eylül cuntasının cezaevlerinin yüzde 60'ı Alevilerden oluşmaktaydı. Evet çıkması bu nedenle bir düşünme payı, bir kendini sorgulama süreci başlattı. Şu an dilekçe verenlerin çoğu Alevi..." (..)


'Kılıçdaroğlu bizim dedemizdir'
Bejan MATUR
b.matur@zaman.com.tr
5 Kasım 2010

Kabul edin ya da etmeyin Kılıçdaroğlu, Türkiye siyasetinin şiddetle ihtiyaç duyduğu anamuhalefet eksikliğini giderecek, alternatif olabilecek özellikler taşıyor.

Her ne kadar referandum günü 'oy kullanmayarak' şaşkın bir görüntü sergilese de, bir tür negatif karizmayla bu şaşkınlığını bile seçmene sempatik gösterebildi. İktidara aday bir siyasi parti liderinden çok, sıradan bir vatandaştı neticede. Unutkan, biçare!

Başbakan Erdoğan gibi aşılmaz bir karizmaya alternatif lider, herhalde daha fazla karizma değil, şaşkınlıkla malul masum bir vatandaş görüntüsü olurdu. Kılıçdaroğlu'nda bu fazlasıyla var. Yaptığı bütün konuşmalar, tavırları ihtiyaca cevap veren maymuncuk anahtar niteliğinde.

İlk günden itibaren vitrine sürülen Kürtlüğü-Aleviliği sonradan açıklanan Türkmen kökenli Horasanlılığıyla birleşince her kesimden insanın kolayca özdeşleşeceği bir portre çıktı ortaya. Hakikatte hiçbiri olmayanın hepsi olması kolaydı nasılsa!

Projeyi devreye koyan derin akıl kim bilmiyoruz. Bazılarına göre projenin sahibi partinin genç yüzü Gürsel Tekin. Bana öyle geliyor ki, sergilenen yöntemler Gürsel Tekin'in 'kara çarşaflılara altı ok rozeti' pragmatizmini aşıyor. Yılların Baykal'ını alaşağı eden akıl, bugün Önder Sav ve temsil ettiği statükoyu yenmeyi hedefliyor.

CHP'deki tüzük kavgası ile birlikte, bütün bunları bana yazdıran referandum öncesi yaşlı bir Alevi'den duyduğum cümledir; 'Kılıçdaroğlu bizim dedemizdir' diyordu yaşlı adam. Referandumda hayır deme nedenini bununla açıklıyordu.

Baykal CHP'sinden uzaklaşıp, gidecek bir parti bulmayan Kürt Alevi seçmen için, Kılıçdaroğlu gökten inmiş mucize gibiydi. Her ne kadar paraşütle indirilse de, bu mucizeye ikna oldular. Alevi Kürtlerin bu formüle samimi biçimde ikna olduklarını Tunceli'den çıkan % 75 hayır oyunda gördük. Kendilerinden olduğuna inanıyorlardı çünkü. Hızır'dı, kurtarıcı dedeydi! Kılıçdaroğlu'ndan lider çıkarmayı hedefleyen gizli akıl, o kadarını tahmin etmemişti belki ama tutmuştu işte.

Parti içi krizden Kılıçdaroğlu'nun zayıflayarak çıkacağını sanmıyorum. Erdoğan'a alternatif olmak için, sempatiyle yüklü negatif karizma, ortada kalan Alevi Kürt oylarının tamamını alacak kadar bir kimlik, Türkleri kucaklayacak Türkmenlik ve kardeşlik olgusu, statükodan şikâyet ederken bile hakikati yetersiz bir demokrat maske. Sığlıkla malul bütün bu özelliklerin ne kadar çok alıcısı olduğunu bilmek, projenin tutabileceğini gösteriyor zaten.

CHP'de yaşanan tüzük krizinden çıkacak soru şu; partideki değişim ne kadar doğal? Gönül isterdi ki Baykal ve Sav gibi statükoyu temsil edenler, gerçek bir demokraside olması gereken şeffaflıkla tasfiye olsunlar. Oysa CHP'de yaşananlar bırakın şeffaflığı, doğal bir tartışma ortamı oluşmadan, komplolarla, kapalı kapılar ardında üretilen projelerle tasfiyeyi kanıtlıyor.

İhtiyaç duyulan bir değişimi toplumsal talepleri referans alıp, parti dinamizmi ile çözmek yerine, CHP'nin kuruluşundan itibaren kullandığı yöntemlerle gerçekleştirmek, CHP'de değişenin sadece vitrin olduğunu gösteriyor. CHP'nin parti içi tasfiyede gösterdiği performans, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasından da hatırladığımız zihniyetin devam ettiğini gösteriyor.

Galiba olan şu: Türkiye'nin demokratikleşmesinde AKP'nin öncü rolü oynamasını birileri sindiremiyor. Darbe, muhtıra gibi bilinen yöntemlerin Türkiye'nin yakaladığı dinamizmi engelleyememesi, muhalefete yatırım yapılmasına neden oldu. En azından lokomotifi yavaşlatmanın bir yöntemi olarak CHP'de vitrin düzenlemesi zorunlu görüldü.

Keşke Kılıçdaroğlu ona yüklenen kimliklerin hakkını, hakikatini yaşatacak bir siyasi figür olabilse. Türkiye'nin şiddetle ihtiyaç duyduğu sosyal demokrat muhalefetin böylesi bir proje ile boşa çıkarılması vakit kaybı demek çünkü. Böylesi bir vitrin, ülkenin geleceğini ilgilendiren daha büyük meselelerde zannedildiğinden daha büyük zararlar verebilir çünkü.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Oca 14, 2009 9:11 pm    Mesaj konusu: "DÜNYAYI BA$LARINA YIKARIZ" Alıntıyla Cevap Gönder

19 Kasım 2009 15:48
DTP'den Kılıçdaroğlu'na Yanıt
DTP, Dersim isyanı tartışmalarıyla ilgili kendilerini AKP'yle işbirliği yapmakla suçlayan Kılıçdaroğlu'na sert cevap verdi...

DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı açıklamada DTP’yi AKP’yle işbirliği yapmakla suçlamasına tepki gösterdi. Demirtaş, “CHP, suçüstü yakalanmış olmanın yarattığı telaşla DTP’yi suçlayıp ‘katliam savunuculuğundan’ sıyrılma taktiğini devreye koymuştur. Sayın Kılıçdaroğlu’na düşen şey, partimizi değil, bu katliamcı zihniyeti mahkum etmektir“ dedi.

Demirtaş yaptığı yazılı açıklama ile CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’na yanıt verdi.

‘Dersim katliamı’ konusunda bugüne kadar tek kelime etmeyen Kılıçdaroğlu’nun DTP’yi suçlayarak katliam konusunda bir kez daha sessiz kalmayı tercih ettiğini belirten Demirtaş şunları söyledi:

“CHP, suçüstü yakalanmış olmanın yarattığı telaşla DTP’yi suçlayıp ‘katliam savunuculuğundan’ sıyrılma taktiğini devreye koymuştur. Sayın Kılıçdaroğlu’na düşen şey, partimizi değil, bu katliamcı zihniyeti mahkum etmektir. Partimizi AKP ile ittifak içindeymiş gibi göstermek, herhalde Alevileri ve Kürtleri Dersim katliamı konusunda ikna edecek cümleler değildir. Partimiz DTP, hiçbir iktidarla ittifak içinde olmadı olmayacak. AKP ve CHP’nin aynı resmi ideolojiden beslendiği, birbirinin karşıtı değil besleyeni olduğu halkımızca iyi biliniyor. AKP’yi de CHP’yi de izlemiş oldukları politikalarıyla birlikte mahkum edeceğimizden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.“

-“DERSİM KATLİAMI MAĞDURU DERSİMLİ”-

Demirtaş, ‘Dersim katliamı’ mantığının günümüzde bile sürdüğünü savundu. Kılıçdaroğlu ve CHP’nin katliamları savunma ve uygulama konusunda yalnız olmadıklarını söyleyen Demirtaş, “Bu gün bu politikalar bizzat AKP eliyle yürütülmektedir. Gösterilerde öldürülen sivil vatandaşlar, kadınlar ve çocuklar bunun en açık göstergesidir. Sayın Kılıçdaoroğlu ve CHP’nin, partimize yönelik haksız ithamlarını yadırgadığımızı belirtiyor, Dersim katliamı dosyasının bir kez daha kapatılmaya çalışılmasını ve bunun bizzat bir Dersim katliamı mağduru Dersimli eliyle yapılmasını tarihe geçecek bir trajedi olarak niteliyoruz. Dersim katliamı ile yüzleşmeye başlayan toplumun, geleceğe daha iyi bakabilmesi için Şeyh Sait İsyanında yaşananları da Ağrı-Zilan katliamlarında yaşananları da öğrenmesini artık engelleyemeyeceksiniz. Bu acıları toplumumuza yaşatan zihniyet bizatihi CHP zihniyetidir, AKP iktidarı da bunun takipçisidir. Biz de bu katliamcı zihniyetin teşhirinin takipçisi olmaya devam edeceğiz“ dedi.

aktifhaber

Mustafa YÜREKLİ
Kılıçdaroğlu ''Alevi Filmi''nin jönü mü?
11 Mart 2009
Her seçimde kendi adaylarını görmek isteyen Alevi kuruluşları özellikle Çankaya gibi Alevilerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde, Alevi aday beklentisi içine giriyorlar. 29 Mart 2009 yerel seçimi için de Alevi kuruluşları, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’la görüşerek, taleplerini iletmiş olmalılar.

Partilerde aday arayışlarının sürdüğü günlerde Alevilerin yoğunlukta yaşadığı Çankaya için Alevi örgütleri de nabız yoklayıp belli isimleri gündeme getirdikleri ve aday olmaları için çaba gösterdikleri medyaya da yansımıştı.

Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Başkanı Ali Balkız “Alevi örgütleri Çankaya’da Alevi bir aday istiyorlar. Alevi, ilerici ve solcu. Çankaya’da yaşayan, Çankayalıları iyi tanıyan, Çankaya’nın sorunlarını bilen, Çankayalılarla birlikte proje üreten, Çankaya’da yaşayan yurttaşlar arasında (…) halkın dilini anlayan, halkın diliyle konuşan, devrimci, demokrat, laik bir belediye başkanı olmalı. Bu görevi görebilecek çok sayıda donanımlı Alevi kültüründen insanlarımız göreve hazır bekliyorlar. Böyle bir aday ancak CHP’den olur ve kazanabilir.” diyerek CHP içinde siyaset yaptıklarını açıkça ifade etmişti.
Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Genel Başkanı Fevzi Gümüş de yerel seçimlerde özellikle Alevilerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde Alevi adaylara şans verilmesi gerektiğini söyledi. Gümüş, “Alevilerin yoğun yaşadığı bölgelerde Alevi adaylara şans verilmesi gerekir. Adayların da Alevi toplumunun örgütlenme sürecinde yer almaş ama bu arada da partilerde çalışmalarını sürdürmüş kişilerden seçilmesi faydalı olur.” dedi.

(..)

EMPERYALİZMİN İSTANBUL SENARYOSU

29 Mart 2009 yerel seçiminde, CHP Genel Başkanı Yardımcısı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nun İstanbul'daki Alevi Bektaşi derneklerinin adayı olduğu biliniyor.

Nuriye Akman, Zaman’da yayınlanan röportajında Kemal Kılıçdaroğlu'na “Soyunuzda Alevi dedeliği var, değil mi?” diye sormuştu. Kemal Kılıçdaroğlu'nun cevabı ilginçti: “Ben dede soyundan gelmekle beraber dedelik yapmadım. Dedelikte kendinizi o yola adamanız lazım. O zaman bürokrasiyi bırakmanız lazım. Dedelikte içinizde olağanüstü bir sevgi olmalı. Kesinlikle kin tutmamalısınız.”

Akman, “Öyle olmadığınız için mi dede olmadınız?” diye sorarak konuyu açmak itiyor. Kemal Kılıçdaroğlu'nun “Hayır, ben öyleyim. Kimseye beddua etmiş değilim. Eğer bir yerde bir yanlışlık varsa önce kendimde kusur ve eksik aramaya çalışırım.” diyerek verdiği cevap, bir dedede olması gereken özellikleri taşıdığı iddia iddiasıdır elbette.

Alevi örgütleri, geleneksel olarak CHP içinde politika yaptılar. Aleviler, bugüne kadar CHP genel merkezinde ve örgütlerinde çeşitli kademelerde görev aldılar. Fakat Aleviler, artık Avrupa’da ve Türkiye’de daha sıkı örgütlüler ve uluslar arası güçlerle de temas halindeler. Örgütler arasındaki ihtilafları asgariye indirme çabasındalar. Aleviler, Avrupa Birliği kapısında bekleyen günümüz Türkiye’sinde bir an önce büyük Alevi birliğini gerçekleştirmek ve partileşmek istiyorlar.

Alevi birliğini gerçekleştirmede de İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ni ele geçirmek ve böylece Kemal Kılıçdaroğlu’nun çevresinde kenetlenmek çok önemli bir stratejik hedef.

Dolayısıyla Aleviler, Kemal Kılıçdaroğlu'nun İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanlığı’nı kazanmasına çok önem veriyorlar, bütün güçlerini İstanbul’da yoğunlaştırmış durumdalar ve canla başla çalışıyorlar. Kemal Kılıçdaroğlu seçimi kazanırsa, hem Alevi birliğini gerçekleştirecek, hem de partileşme sürecini hızlandıracak. Görünen o ki CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, kazanmayı ümit etmediği İstanbul’a Kemal Kılıçdaroğlu’nu aday koyarak Alevileri çalıştırma ve başarılarıyla bu seçimi kazasız belasız atlatma hesabı yapmıştır.

Deniz Baykal, Kemal Kılıçdaroğlu’nu İstanbul’a aday koyarak emperyalizmin “Alevi Filmi”ne yapımcı olmuştur.

Aslında Diyarbakır’da Osman Baydemir’in rolü neyse, İstanbul’da Kemal Kılıçdaroğlu’nun da rolü o olacaktır. Nasıl ayrılıkçı ve bölücü Kürtçü hareket Güneydoğu’da belediyeleri kazanarak elde ettiği bütçeyle ve insan kaynaklarıyla partileşmişse, Aleviler de aynı yoldan partileştirilmek istenmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanlığı’nı kazanması, Alevi politikasında bir dönüm noktası olacaktır. Kemal Kılıçdaroğlu, Alevi sol partinin kurucu genel başkanlığına hazırlanmaktadır.

Medyaya da yansıyan Avrupa’daki karanlık ilişkileriyle Kemal Kılıçdaroğlu belli ki emperyalizmin “Alevi Filmi”nin jönüdür ve bugüne kadar senaryoya bağlı kalarak rolünü başarıyla oynamıştır.


ALEVİLER BU FİLMDE FİGÜRAN OLMAMALILAR

Dünya güçlerinin Ortadoğu’ya konuşlanmasının, Irak ve Afganistan işgalinin temel hedeflerinden birisi, bu coğrafyada kalıcı husumetler oluşturmak ve etnik, dini farklılıkları körükleyerek İslam coğrafyasını kontrol altında tutmaktır. Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da, Sudan’da bu ortamı oluşturdular. Etnik ve mezhepsel düşmanlıkları ateşlediler.

Dünya güçleri Türkiye’de Türk-Kürt “husumeti” üzerine epeyce yol aldılar. Ancak asıl tehlikeli ve tehdit edici kartın “Alevi kartı” olduğu ve bunun çok yakında güçlü bir şekilde devreye sokulacağı yönünde duyumlar alıyorum. Dünya güçleri ve onların içerideki işbirlikçileri Alevi kartını ve mezhep üzerine kurgulanmış senaryoları devreye sokmaya çalışıyorlar. Son zamanlarda Avrupa’dan destek alan pek çok Alevi dernek ve örgütte hummalı bir hareketlilik gözlemleniyordu.

Şu sıralar “Kürt kalkışması”na ilaveten, “mağduriyetler” ve “verilmeyen haklar” vs. üzerine bina edilecek bir “Alevi kalkışması” hedeflenmektedir. Bu doğrultuda gizliden gizliye ince planlamalar, örtülü çalışmalar yapılmaktadır. Dünya güçleri, Alevi odaklı yeni senaryolara psikolojik zemin hazırlamak, Alevileri ve Kürtleri tahrik etmek, ayrılıkçı oluşumları ve hareketleri güçlendirmek amacındalar.
Dünya güçlerinin yazdığı senaryoya göre, Türkiye’de Kürt/Türk, Alevi/Sünni, Laik/Laikçi kutuplaşmaları ve çatışmaları daha ileri boyutlara taşınmakta ve taraflar partileştirilerek aralarındaki hüsumet kalıcı hale getirilmek istenmektedir.

Türkiye’de laiklerin değil, laikçilerin hâkimiyeti söz konusudur. Sünnilerin sadece adı vardır. Kendi çocuklarına dinlerini öğretme hakkına bile sahip değillerdir. Sünni kesimin dini duygularını kontrol altında tutmak için oluşturulmuş Diyanet Teşkilatı Sünni hâkimiyetinin gerekçesi olarak gösterilmektedir. Türkiye’de 1908’den bu tarafa “Türk” kavramı Anadolu insanı değil, sinir sistemlerimize kadar her yeri ele geçirmiş ayrıcalıklı seçkinler (gayri Müslimler, dönmeler ve masonlar) kastedilerek kullanılmaktadır.

Toplumun her kesimi, ama özellikle gerçek Aleviler bizi birbirimize kırdırmayı ve ayrıştırmayı hedefleyen çalışmalara karşı uyanık olmalılar. İçimize sızmış, toplumsal kesimleri provoke eden, yönlendiren emperyalizmin işbirlikçilerine karşı uyanık olmalıyız.

Kürtler gibi, Aleviler de bizim parçamız, canımız, kardeşimiz; ama birileri Aleviler üzerinden başka filimler çeviriyor sanki….

Mustafa YÜREKLİ / Haber 7
mustafayurekli@gmail.com

Dünyayı Başlarına Yıkarız
14 Ocak 2009 08:06

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve Alevi Bektaşi Federasyonu yöneticilerine yönelik suikast iddiaları Alevi örgütlerini kızdırdı.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Genel Başkanı ve Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Yönetim Kurulu Üyesi Fevzi Gümüş, ABF Genel Başkanı Ali Balkız ile ABF Genel Sekreteri ve eski PSAKD Genel Başkanı Kazım Genç’e yönelik suikast haberleri ile ilgili olarak, “Suikast defterlerine örgütlerimizin liderlerini yazanlar bilmelidirler ki, böyle bir durum karşısında dünyayı başlarına yıkarız” dedi

Gümüş, Balkız ve Genç’le birlikte dün düzenlediği basın toplantısında, Ergenekon operasyonu çerçevesinde suikast düzenlenecek isimler arasında Alevi örgüt yöneticilerinin adlarının yer almasını değerlendirdi.
Çizgilerinin “karanlık güçleri” rahatsız ettiğini belirten Gümüş, şöyle konuştu:
“Bugün Susurluk’ta patlayan cerahatin Ergenekon üzerinden sağa sola bulaştırılmak istendiği bir evreden geçiyoruz. Devletin görevi, her yurttaşının ve bu arada Alevilerin de rahat uyumasını sağlamak olmalıdır. İki genel başkanımızın isimleri deşifre edilmeden tedbirler alınmalıydı.
Suikastı planlayanların ve tetikçilerin listesinin açıklanması gerekirken, suikast yapılacaklar listesindeki diğer isimler saklı tutularak, yöneticilerimizin isimlerinin deşifre edilmesi kirli bir oyunun oynandığını ortaya koyuyor.”

‘Sürpriz, ama doğal’

Balkız da, listede adını görünce hissettiklerini, “Bir yanıyla sürpriz, bir yanıyla çok doğal. Alevi hareketi, barış, kardeşlik, insan hakları, laiklik ve demokrasi adına ne gerekiyorsa onu arzu eden bir çizgiyi sürdürmüştür. ‘Bizi kim, niye ölüm listesine aldı’ diye düşündüğümüzde işte tam da bunun için diyebiliyoruz” sözleriyle anlattı.

(Milliyet)

Emre Aköz/Sabah
Alevilere rağmen Alevi haklarını savunmak! (1)

Olay bir hafta öncesine uzanıyor. Salı akşamı Samanyolu Haber'de yayınlanan, Yavuz Baydar'ın sunduğu 'Rota' programının iki konuğu vardı: Yargıtay'ın eski savcılarından Ahmet Gündel ve bendeniz.
Önce Ankara'ya bağlandık. Ahmet Gündel yüksek yargıdaki krizi yorumlamaya başladı. 20 dakika kadar konuştu.
Reklam arasında Baydar, "Biraz uzun oldu" deyince, "Devam et, Ahmet Bey çok önemli şeyler söylüyor" dedim.
Böylece Ankara bağlantısı sürdü. Programın dörtte üçünde Ahmet Bey konuştu.
Bu arada Ahmet Gündel, yüksek yargıdaki tarafgir karar alma biçimlerini sayarken, 'mezhepsel' kaygılardan da söz etti.
Bunun üzerine Yavuz Baydar, "Yani yüksek yargıda bir mezhebin üyeleri, genel nüfusa oranla daha mı fazla?" diye sordu.
Ahmet Gündel de bunu onayladı.
Ben de ertesi gün, "Savcının dediği mezhep hangisi" başlıklı bir yazı kaleme aldım. Perşembe günü burada yayımlandı.
Yazıda mezhep adı verilmeden Ahmet Gündel'in söyledikleri özetleniyor, ardından da bunun niye sorunlu olabileceğine ilişkin yorum yapılıyordu.
Ve ortalık birbirine girdi!
Mezhep adı verilmemesine rağmen Aleviler, "Bizden söz ediliyor" diye ayağa kalktılar. Neymiş, onlara hakaret ediyormuşum.
Bu işte bir tuhaflık vardı:
1) Yazı esas olarak Ahmet Gündel'in gözlemlerine dayanıyordu ama küfür edilen bendim.
2) O sözler, ekranlardan milyonlarca izleyiciye ulaşırken tepki uyandırmamıştı ama yüz binlere hitap eden bir gazetede çıkınca olay olmuştu.
3) Yazıda en küçük bir hakaret ve aşağılama olmamasına rağmen "Bize hakaret ettin" diyorlardı.
Tuhaf bir durumdu bu.
Saldırılan niye bendim?
(Alevi inancı ve kültürüyle bugüne dek hiçbir derdi olmayan ben!)

***

"Herhalde anlamadılar" diye düşünerek, cuma günü Aleviler karşısındaki duruşumu anlatan bir yazı yazdım:
Yazılarımdan örnekler vererek Alevi haklarını nasıl savunduğumu apaçık gösterdim.
Bir örnek... Aleviler, din derslerinin zorunlu olmasına karşılar ki bence yüzde yüz haklılar.
Devletin din dersi verme tekeline sahip olması bence laik karşıtı bir durumdur. Bu dersler, hiç olmazsa, seçmeli hale getirilmelidir. Hemen!
Alevi haklarını savunan yazılarımdan örnekler verdikten sonra bu kez de eleştirilerime geçtim.
Eleştirilerim elbette dinle, inançla, imanla ya da Alevi kültürüyle ilgili değildi.
Çoğu Alevinin çeşitli siyasi meselelerde aldığı tavrı eleştiriyorum ben:
CHP'yi koşulsuz desteklemek, cumhuriyet mitinglerinde bayrak sallamak, 'AKP'nin işine yarıyor' deyip Ergenekon davasına soğuk durmak gibi...

***

Bu arada şunu gördüm:
Bilhassa haklar konusunu duymazdan geliyor, sözlerimi anlamak istemiyorlardı.
Sadece ve sadece "Hakarete uğradık" diyerek, yani hayali bir gerekçe yaratarak, saldırma arzusundaydılar.
Kanaat önderlerinin ardına düşüp demediklerini bırakmadılar. Tehdit dahi ettiler.

***

Peki, bütün bunlar niye yapılıyordu?
Mesajlara ve kanaat önderlerinin açıklamalarına bakınca durum aydınlanmaya başladı:
Asıl konu olan, 'yüksek yargı erbabının inanç kompozisyonu' hakkında bir şey söylemiyor ya da olayın bu yönünü laf kalabalığına getiriyorlardı.
Belli ki amaç tam da buydu:
Yüksek yargının bu açıdan da konuşulmasını engelleyip, "Hakaret ettin" lafazanlığıyla olayı saptırmak.
Cumartesi öğle saatlerine kadar vaziyet böyleydi. Ondan sonra neler olduğuna yarın değiniriz.

Cem TV Yayınında Skandal
31 Temmuz 2009 15:41

Sabah haberlerinde sunucu, Zekerya Beyaz, Yaşar Nuri Öztürk ve Nihat Hatipoğlu'nu eleştirince olanlar oldu. İşte haberin detayları...


İzzettin Doğan'ın başkanlığını yaptığı Cem Vakfı'na yakınlığıyla bilinen Cem TV yayınında olay

Sabah haberlerini sunan Musa Özuğurlu, adı AKP Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı için de geçen Nihat Hatipoğlu'nu eleştirince, beklemediği bir müdahaleyle karşılaştı.

Gerçek Gündem.com'un haberine göre, Cem TV'deki skandal şöyle gelişti:

Cem TV'de sabah saatlerinde 'Açık Kanal' adlı bir haber programı yapan Musa Özuğurlu, kamuoyunun yakından tanıdığı İlahiyatçı Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri Öztürk ve Nihat Hatipoğlu'nu eleştirdi. Hatipoğlu, Beyaz ve Öztürk'ün TV'lerde sürekli boy göstermesinin doğru olmadığını belirten Özuğurlu, şöyle konuştu: 'Bu kişiler sürekli yanlış bilgi veriyor ve dinimizi yanlış anlatıyorlar. Anlattıkları insanların kafalarını karıştırıyor.'

CANLI YAYINDA OLAY

Özuğrulu'nun bu sözleri üzerine kanalın Yayın Danışmanı Enver Aysever canlı yayına bağlandı. Aysever, programın sunucusu Özuğurlu'ya hitaben, 'Bu konuşmayı yapman doğru değil. Söylediklerin kanalın görüşlerini bağlamaz' dedi. Neye uğradığını şaşıran Özuğurlu, Yayın Danışmanı Enver Aysever'in müdahalesi üzerine canlı yayını kesti ve stüdyodan ayrıldı.

AKP'yi eleştiren yayınlarıyla dikkat çeken Özuğurlu'ya yapılan müdahale CEM TV izleyicilerini de şoka uğrattı. Yüzlerce izleyici Özuğurlu'nun tekrar yayına girmesini istedi. CEM TV'nin santralinin kilitlendiği öğrenildi.

Yayını terk eden Özuğurlu odasına çıktı. Bu sırada Enver Aysever de Özuğurlu'nun odasına geldi. İkili arasında kısa süreli bir tartışma yaşandı. Özuğurlu, tartışmanın ardından yayına indi ve programını bitirdi.

ÖZUĞURLU: BU BİR MÜDAHALEDİR

Musa Özuğurlu, 'Yapılan bir müdahaledir. Bu yüzden yayını kestim' dedi. AKP'yi eleştiren yayınlarıyla dikkat çeken Özuğurlu, 'Bu tavrın sebebi çizginiz olabilir mi?' sorusuna ise 'Etkisi olabilir' cevabını verdi.

AYSEVER: BU MÜDAHALE DEĞİL

Açık Kanal adlı programa telefonla katılarak yayına müdahale eden Yayın Danışmanı Enver Aysever ise 'Benim çizgim belli, ben müdahaleci değilim' dedi. Özuğurlu'nun canlı yayında yaptığı konuşmanın 'Birilerini hedef göstermek' anlamına gelebileceğini iddia eden Aysever, şöyle konuştu: 'Bu meseleyi büyüterek birilerinin ekmeğine yağ sürüyorsunuz. Cem TV'nin çizgisi de benim çizgim de bellidir. Musa'nın söyledikleri hedef gösterir nitelikteydi. Sübjektif yorumlardı. Bu yüzden yayına bağlandım. Kimseye müdahale etmedim. Görüşlerinin Cem TV'yi bağlamayacağını belirttim. Siz de bu meseleyi büyütmeseniz iyi olur.'
aktifhaber

Mehmet Ali BULUT
Haber 7
Moğultay, HSYK ve Ak Parti
31 Temmuz 2009

Mehmet Moğultay, eski adalet bakanlarından.

Tarihe, “Ne yani teşkilatımdakileri almasaydım da MHP’lileri mi alsaydım?’ sözleriyle geçmiş, siyasette kabile ve aşiret kayırmacılığının en müşahhas örneklerinden olmuştur.

Ben o sözlerin sarf edildiği zamanı iyi hatırlıyorum; çünkü o dönemde Ortadoğu gazetesinde yazıyordum. Yukarıdaki satırlardaki ifadeleri; İstanbul il kongresinde, delegelerin ‘Siz bir halt etmiyorsunuz!’ tahriki altında yaptığı bir itiraftır…

O zamanlar çok fazla tartışılmadı. Zaten bir siyasi yaptırımı da olmadı.

Esasında, o itirafın altında zımnen saklı duran büyük hakikati bilmek, görmek hiçbir zaman işimize gelmedi.

Bu da Kemalist kisve altında bazı kurum ve organlarda Alevilerin bilinçli bir cemaat şuuru ile yapılanmalarıdır.

Kadrolaşma hareketinin askeriyede de yapılmak istendiği ve bunun için sayısız girişimler olduğu konuşuldu bir zamanlar. 1989 veya 90 yıllarıydı. Tercüman’da Hızır Acil Servisi’ne bakıyorum ve haftada iki gün de serbest yazıyorum. O günlerde bana bir faks geldi. Emekli bilmem kim albay diye. O faksta, birilerinin –ki isimler vermişti- Suriye’dekine benzer -Suriye’de yüzde 15’lik Nusayriler, yüzde 85’lik Sünnileri uzun süre baskı altında tutmuştu Esad döneminde- bir azınlık cuntası oluşturmak için çaba harcadığını, önü alınmazsa Türkiye’nin Baasçı bir rejim tarafından teslim alınacağını ihbar ediyordu.

Ben o faksın peşine düştüm tabii. Faksı gönderen emekli değildi ama ismini de vermedi. Ama ben acemi davrandım ve o faksı yazımda kullandım, servise verdim. Yayınlandığını görmeden çıktım. Ertesi gün baktım yayınlanmamış. Telaşa düştüm. Tam o anda Oktay Verel abi beni çağırdı ve yazıyı benim iyiliğim için çektiğini söyledi. Yayınlanmadı. Yayınlanmışsa bile sadece taşrada dönmüştür…

Faksta çok ilginç bir ifşaat vardı. Güya, askeri liselerin sınavlarında ve özel mülakatlarda, ancak gerçek Alevi gençlerin cevaplayabileceği anahtar üç beş soru yerleştiriliyormuş. Tabii bundan ordunun üst kademelerin haberdar olmasının imkânı yok. Bunu yapan, askeri eğitimden sorumlu kademeler. İsimler de geçiyordu.

Sonraki YAŞ döneminde baktım, o isimlerin tamamı başka görevlere kaydırılmıştı… Demek ki o faksları servis edenler üst makamlara da durumu ulaştırmışlardı…

* * *

Esasında Cumhuriyet rejiminin ortaya çıkış şekli ve iddiaları, ister istemez, Sünni kesimi onun içinde yer almaktan uzaklaştırdı. Tabii bu kendiliğinden oluşan bir tavırdı.

Buna karşılık, Osmanlı yönetimi altında kendisini sürekli dışlanmış bir ‘itikadi’ azınlık gibi algılayan Aleviler, canla başla sistemle bütünleşmiş oldular. Dolayısıyla, Cumhuriyet rejimi ve ardından gelen laiklik, onlar için bir yeniden diriliş gibiydi. Atatürk resimleri ile Hz. Ali resimlerinin Cemevlerinde bir arada asılı durmasının altında, Alevilerin, bu laikçi dayatmayı kendi anlayışlarıyla özdeşleştirmiş olmaları yatmaktadır.

Dolayısıyla, bugün, Cumhuriyetin cuntalaşmış unsurlarından kurtulmak ve devleti saydamlaştırmak/sivilleştirmek için verilen çabaları, bu kesimler, Sünni iktidar kurulmak isteniyor korkusuyla reddediyor. Her gelişmeyi Cumhuriyet düzeninden uzaklaşma sayıp direnç gösteriyorlar.

İşte bugün adaleti ilgilendiren kurumlarda yaşanmakta olan katılığın sebebi budur.

Oraların, tamamen Alevi kesimin kontrolünde olmasıdır. Bu noktada eleştirilebilecek konu, bu kurumlarda görev alan Alevi kökenli unsurların, kasıtlı direnç ve eğilimleridir.

Büyük bir kesim şu insanların devlette yer almalarından neden rahatsız oluyorlar? İşte aynı gerekçeyle, orada bulunan Alevilerin çok bilinçli bir şekilde, kurdukları saklı cuntayı muhafaza etmeye çalıştıkları yolunda benim de şüphelerim var. Yargıda bugün sivilleşmeye ve demokratikleşmeye karşı gösterilen direncin temel sebeplerinden biri, Alevilerin, baskıcı da olsa mevcut düzeni kendi lehlerine görüyor olmalarındandır. Bu günlerin bânisi ve hazırlayıcısı da Sayın Moğultay’dır. Çok net hatırlıyorum cümlesini, “Adliyedeki demokratik(!) yapılanmayı tamamladık” demişti…

Herhalde Türkiye bir cunta olsaydı ve o cuntanın hâkim düşüncesi ‘Alevi İslam anlayışı’ olsaydı, yaşam biçimimiz ancak böyle olurdu! Dinin adı var, uygulamasına gelince onlarca mani dikiyorlar karşınıza! Adın Müslüman ama hiçbir vecibeyi yerine getirmiyorsun. Ne ala!

Cumhuriyetin kuranların tasarladığı insan tipi de bu değil miydi? Sayın Kanadoğlu’nun, Vural Savaş’ın, Gerçeker’in, Hurşit Tolun’un, Nusret Demiral’ın, Çetinkaya’nın ve benzeri laikçi kafaların düşüncesi de öyle.

Zor ve sıkıntılı olan, bu insanların, bu kurumların tarafsızlığını insafsızca kullanıp suret-i haktan görünmeleridir. İnanan bir insan bir kadroya getirilirse Fethullahçılar devleti ele geçirmiş oluyorlar! Ama kendileri o kurumları tepe teme millet ve vatan aleyhine kullansalar dahi çağdaş oluyorlar! Bu nasıl bir çağdaşlık anlayışı ise…

Bu üçtaş oyunu bozulmalı... Çünkü millet meseleyi gördü artık. Ne kadar tutarsız, kuralsız, keyfi ve cebri hareket ettikleri ayan beyan aşikâr oldu. Dolayısıyla artık bizim de hakkımız var ki diyelim:

“Kaldırın şu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu!”

Böyle diyeceğim demesine de cehaletimi ele vermiş olurum diye korkuyorum.

Çünkü anlaşıldı ki bu yapılanma, yarın da hâkim ve savcıların vicdani karar vermelerini önlemeye devam edecek!

Bu kurumların bağımsızlığı, özerkliği gibi tantanalar artık inandırıcı değil. Çünkü tamamen taraflı ve indî hareket ediyorlar. Bugün ‘tuzun koktuğu’ndan söz ediliyor ki bunun ne anlama geldiğini bilenler iyi bilir…

Burada dil büküp dudak eğip, ortadan konuşmak istemiyorum. O on kişi, HSYK üyesi kaldıkça ve atanacak adlî unsurlar bu insanların inisiyatifi altında oldukça Ergenekon soruşturması sağlıklı yürümeyecek; hâkim ve savcılar bağımsız düşünüp karar veremeyecek! Bu noktada en ciddi görev, hükümet olan AK Parti’ye düşüyor. Acz gösteremez! Gösterirse siyaseten faturayı öncelikle kendisi öder!

Ben bilmiyorum ama bir çaresi olmalı. Hükümet, devlet kim ise çare, o kurum veya kişiler harekete geçip, şu kuruma -daha doğrusu adalet sistemine- bir çekidüzen vermeli. Mamafih, sağlıklı bir adalet reformu gerçekleşmeze, Türkiye, şu hâkimler/savcılar cuntasının keyfî içtihatlarıyla zayi olup gidecek! Herhalde bu zevat milletten ve milletin görevlendirdiği parlamentodan daha yetkili ve güçlü değiller!

haber7

Erol METİN
Bırak Gebersinler!

Sabah yazarı Emre Aköz’ün, ‘Yüksek yargıdaki mezhepsel kaygı’ yazısından sonra bir Alevilik tartışmasıdır almış başını gidiyor.
Emre Aköz 23 Temmuz Perşembe günkü yazısında, mezhep ismi vermeden Eski Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ahmet Gündel’in, ‘yüksek yargıda bazı kararların mezhepsel kaygılarla alındığını’ belirten sözlerine yer verdi. Bu yazıdan sonra Aköz’ün ne faşistliği kaldı, ne de Alevi düşmanı olduğu. Oysa Aköz’ün sorduğu soru gayet basit: “Yüksek yargıda bazı kararlar mezhep kaygısıyla mı alınıyor?”
Yazıdan sonra yeni bir tartışmanın fitili ateşlendi. İlgili ilgisiz herkes ‘Alevi savunucusu’ kesildi.
Devlet ve ordu içerisinde bir ‘mezhepsel kadrolaşma’ olduğu yönündeki kaygılar zaman zaman bazı kişiler tarafından dillendiriliyor. Böyle bir kadrolaşmanın varlığı da sır değil. Hasan Celal Güzel ordu içindeki mezhep cuntasıyla ilgili açıklama yaptığı için gözaltına alındı.
Bir kere Anadolu Alevileri ve Aleviliği kendilerine kalkan yapan şer gruplarını birbirinden ayırmamız lazım. Hepimizin yanlışa düştüğü nokta da burası. Biz ‘Aleviler neden general olamıyor?’ tartışması yaparken, Aleviliği kılıf olarak kullanan Marksist, ateist ve mason kimlikli kişiler devletin ve ordunun hassas noktalarına kadar sızmış durumda. Ancak Anadolu Alevilerinin belli kadrolara geldiğine dair bir şey diyemeyiz. Zaten Anadolu Alevi halkı, Aleviliği kullananlar için ‘gebermesi’ istenen kişiler.
‘Aleviliği kimler kullanıyor?’ Sorusuna yanıt ararsak; Aleviliği, marksist ve ateistliğine, masonluğuna ve terörist amaçları doğrultusunda kullanmak isteyenler kullanıyor. Aleviliği İslam’dan soyutlamayı hedefleyen gruplar, Aleviliği kullanıyor. Yani kısacası Alevilikle ilgisi olmayanlar Alevilik istismarı yapıyor. Aşırı sol terör örgütlerin de bir numaralı malzemesini Alevilik oluşturuyor.
Birçok şeyde olduğu gibi Ergenekon süreci çok önemli bir detayı da gün yüzüne çıkardı. Birinci Ergenekon iddianamesine giren dokümanlardan birinde, aralarında üst düzey generallerin de bulunduğu Alevi bir grubun 1997 yılında aldığı ifade edilen kararlar sıralanıyor. Kararlar arasında yok yok: Türklerin üstün olduğu safsatasının yıkılması, Atatürk’ün kullanılması, darbe zemini hazırlamak için olayları körüklemek, irtica kampanyasının başlatılması, din ve milliyetçiliği zayıflatma yollarının kullanılması, cinsel konularda sınırların zorlanması, Osmanlı hayranlığının kırılması…
Ancak konumuzla ilgili bir karar var ki oldukça dikkat çekici. O karar Ergenekon iddianamesine giren dokümanda aynen şöyle yer alıyor: “Kürt konusunda öne çıkmayın, ordu Alevi köyleri boşaltıyor, devlet zulüm yapıyor deniliyormuş, bize aydın insan lazım bırak gebersinler.”
Evet, Aleviliği kalkan olarak kullanan kişilerin, gerçek Alevilere bakışı aynen böyle.
Masonların da ordu içindeki bu cuntadan geri kalan tarafı yok. Zaten ‘Alisiz Alevilik’ fitnesi de aramıza masonların desteğiyle sokulmadı mı?
Mason Bektaşiler de elit Aleviliği savunuyor. Anadolu Aleviliğinden kendilerini ayrı görüyorlar. Düz Alevi halkını küçümsüyorlar. Geleneksel Bektaşiliği amaçları doğrultusunda evirmeye çalışan masonların en sevdiği Bektaşi tipini, namaz kılmayanlar, içki içenler, cinsellik sınırlarını zorlayanlar, Allah’a inanmayanlar oluşturuyor.
Peki neden hacı Bektaş-ı Veli’nin yolunu benimseyenler, masonların Bektaşiliğe girmesine izin verdi? Her ne kadar masonların Bektaşiliğe girmesi için kendilerini gizlemeleri, takiyye yapmaları yeterli olsa da (masonlarla özdeşleşen düsturlar) masonluk eskiden Bektaşilerde kanıksanmazdı. Masonluğun tarikata güç verdiğine inanılırdı. Bektaşiler şimdi de ‘Masonluk illetinden’ kurtulmaya çalışıyorlar.
Uzmanlık alanlarından birini Alevilik oluşturan İrene Melikoff’a göre, Bektaşiler kendilerini korumak için masonluğa girdiler. Hatta Bektaşilik masonluk ritüellerinden etkilendi. Üçler, Beşler, Yediler kavramı Masonluktan girmedir. Bektaşiler, sonraki dönemlerde Genç Osmanlılar, Jöntürkler ve İttihat-Terakki içinde etkin rol oynadılar.
Bugün Alisiz Aleviler ve Anadolu Alevileri ile Mason Bektaşiler ve Geneleksel Bektaşiler arasında bir savaş yaşanıyor. Bu savaşın galipleri kim olur bilinmez ama bundan Alevilik ve Bektaşiliğin büyük bir yara aldığı kesin. (Bektaşiliğin Alevilikten farkı; Bektaşilik doğumla değil sonradan olunur.)
Aleviliği kendi Marksist-Ateist ideolojisi doğrultusunda kullanmak isteyen sahte Aleviler, bugün Alisiz Aleviliği savunuyor. Avrupa kaynaklı özellikle Almanya kaynaklı olan bu gruplar, Aleviliğin İslam dışı olduğu yönünde büyük bir lobi faaliyetleri yürütüyor.
Almanya finanslı olduğu için ‘Alevi Diasporası’ olarak da adlandırılan bu sözde Alevi dernekleri, Ermeni Diasporası yapılanmasını örnek alıyor. Alevilerin ayrı bir kökenden geldiği ve azınlık olduğu tezi işleniyor. Aşırı sol örgütleri de Aleviliği amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışıyor. Samimi Anadolu Alevilerinin, bu sahtekârlara prim vermemesi lazım.
Yoksa Aleviliği savunmak, askerlikten yırtmak için “psikoseksüel bozukluk” raporu alan Oray Eğin gibi Ergenekon yandaşlarına kalırsa halimiz yamandır demek.

04 Ağustos 2009 Salı
aktifhaber

Yeni Anayasa önerisine 'dinci' muhalefet
Emre AKÖZ

Türkiye'nin şaşırtıcı gerçeklerinden biri de şudur: Nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman olmasına karşın, kendisine "laik" diyen insanlar, İslam tarihini pek bilmez. Bu konudaki bilgileri okul sıralarında verilen bilgiden ibarettir.

Laikliği, "yol gösterici bir ölçüt" olarak değil de, bir "yaşam biçimi" gibi savunan bu laikçiler, siyasi konuları analiz ederken, örneğin Hz. Muhammed'in yaptıklarını bir referans noktası olarak görmez.

Diyelim ki CHP'li bir siyasetçi, "Biz o dönemde Hz. Muhammed'in Hendek Savaşı'nda uyguladığı taktiği uyguladık" gibi bir laf etmez.

İşin ilginç yanı, Anadolu kökenli muhafazakâr siyasetçiler de bu tip göndermelerden uzak durmaya çalışır.

Çünkü o tarz bir laf ettiklerinde, "Bunların dinci olduğu referanslarından belli" gibi bir suçlama ile karşılaşacaklarını bilirler.

***

Ancak bu durumun ilginç bir istisnası vardır: Laikçiler bazı durumlarda, İslam tarihinin belli bir bölümünü hatırlayıverir.

Örneğin geçen gün CHP Başkanı Deniz Baykal, yeni Anayasa önerisinin yargıyla ilgili bölümlerine ilişkin olarak birden geçmişi gündeme getirdi ve şöyle dedi:

"İslam tarihinde yargıya yönelik ilk müdahale Emeviler döneminde yapılmıştır. Onlar da yargıyı yönlendirmek istemiştir. Özel mahkemelerle muhalifler sindirilmiştir. Hz. Peygamber'in ailesini hedef alan uygulamalar yapılmıştır."

***

Buradaki kritik söz hiç kuşkusuz "Emeviler" kelimesidir. Bu kelime belli bir inanç grubunun, yani Alevilerin dikkatini çekmek için kullanılmıştır.

Baykal'ın amacı Anayasa değişikliği konusunda Alevileri, deyim yerindeyse seferber etmektir.
İşte ilginç dediğim nokta bu...

Dikkat ederseniz, pazar günü de yazdığım gibi, tartışma şimdiye kadar "seküler" tabirlerle yürütüldü.

Anayasa önerisi yüksek yargıyı, çeşitlendirerek çoğulcu hale getirmeye çalışıyor.

Kemalist bürokrasi ise kendi konumunu yani statükoyu korumak için uğraşıyor.

Bu çekişmede taraflar, örneğin, "ele geçirmek" gibi "seküler" kelimeleri kullanıyorlar.

Eskiden olduğu gibi "Bu dinciler şeriatı getirecek" gibi laflar edilmiyor(du).

***

Ama görüyoruz ki bu tavır "iki yönden" değişiyor: Örneğin CHP'nin önde gelen polemikçilerinden biri "İslam faşizmi" artık neredeyse "arkaik" denecek laflar etmeye başladı.

Burada amaç, dini terimler kullanarak karşı tarafı damgalamak ve töhmet altında bırakmak.

Evet, iki ayaklı stratejinin ilk ayağı, rakibi şeriatçılıkla suçlamayı amaçlıyor.

Diğer ayak ise destekçilere hedef göstermeyi amaçlıyor: Yeni Anayasa'yı Emevilikle nitelendirmek, Alevilere, "İşte hedefiniz, saldırın" demekle aynı şey.

Eski bir siyasi numara bu: Kendisine laik diyenler, aniden belli bir dini terminolojiyi kullanmaya başlıyor.

Bugün ağızlarından "laiklik, çağdaşlık, aydınlık" gibi (seküler) kelimler eksik olmayanlar... Ertesi gün, "Emeviler, Muaviye, Yezid" diye konuşmaya başlıyor.

Yani şartlar laik görüntüyü kazıdığında, altından bir dini inanç sistemi çıkıveriyor.

O zaman bazı modern değerlerin, akılla değil, inançla benimsendiğini anlıyoruz.

Böylece yeni Anayasa, "rasyonel tartışmanın" değil, "dogmatik bakışın" konusu oluyor. Fikirler değil, inançlar çekişiyor.

Peki, buna dincilik demeyeceğiz de, ne diyeceğiz?

1 Nisan 2010-Sabah

Alevi Dedeler İş Başında

İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın Ergenekon soruşturmasında yargıyı etkilemeye yönelik girişimler çerçevesinde başlattığı soruşturmada ilginç bilgilere ulaşıldı.
Adalet eski Bakanı Seyfi Oktay ile bazı mahkeme başkanları arasında irtibatı sağlayan kişinin, Alevi Kültür Dernekleri Genel Sekreteri Hüseyin Yıldırım olduğu tespit edildi.

Bazı hakim ve mahkeme başkanlarının başka hakim ve savcıların yerlerini işlerine engel oldukları gerekçesiyle değiştirmek için çeşitli aracılar vasıtasıyla Adalet eski Bakanı Seyfi Oktay ve HSYK eski Başkanvekili Kadir Özbek’e ulaştıkları belirlendi.

Seyfi Oktay ile Kadir Özbek’in sözkonusu yargı mensupları ile irtibatını sağlayan kişinin
Alevi Kültür Dernekleri Genel Sekreteri Hüseyin Yıldırım olduğu tespit edildi.

Hüseyin Yıldırım’ın işyerindeki aramada kasa defterinde Seyfi Oktay’ın “Türkiye Büyük Millet Meclisi Ziraat Bankası Döviz Hesap No:301009/102956” hesap numarası yazılı bulundu. Emniyet ifadesinde Oktay ile herhangi bir ticari ilişkisi olup olmadığı sorulan, yoksa bu hesap numarasının kendisinde ne aradığı öğrenilmek istenen Yıldırım, aralarında herhangi bir ticari ilişki olmadığını, Seyfi Oktay’ın kendisinden borç para istediğini, bu parayı göndermek için hesap numarasını aldığını iddia etti.

Hüseyin Yıldırım’ın Etiler’deki ikametinde yapılan aramada ise Ergenekon soruşturmasında yargıyı etkilemeye yönelik soruşturma kapsamında tutuklanıp daha sonradan serbest bırakılan Av. Ali Hadi Emre’nin iletişim bilgilerine ulaşıldı. Aynı fihristte yine aynı soruşturmanın şüphelilerinden emekli general Kemal Yavuz’un iletişim bilgileri bulundu. Emniyet sorgusunda Kemal Yavuz’u tanımadığını söyleyen Yıldırım, Ali Hadi Emre ile olan ilişkisi konusunda ise bilgi vermedi.

İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından yürütülen Ergenekon soruşturmasında yargıyı etkileme soruşturmasının tamamlanma aşamasında olduğu, Hüseyin Yıldırım’ın da hazırlanan iddianamede sanıklar arasında yer alacağı ve hakkında önemli suçlamalar bulunduğu belirtiliyor.

İSTANBUL’DAKİ ALEVİLERİN ÖNEMLİ İSİMLERİNDEN

Geçtiğimiz Haziran ayında gözaltına alınıp çıkarıldığı İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nca tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Hüseyin Yıldırım, Alevilerin İstanbul’daki önemli isimlerinden birisi.

Hüseyin Yıldırım, dükkânları, daireleri, otelleri olan zengin bir işadamı. Eski Yıldırım’ın, eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay’la yakından görüştüğü, Seyfi Oktay İstanbul’a geldiğinde, kendi arabasını ve şoförünü Oktay’ın altına çektiği belirtiliyor. Sivasspor kurucu başkanı olan ve Atletizim Federasyonu As Başkanı olan Hüseyin Yıldırım Sivas ile ilgili birçok etkinlikte ön planda.

Ulaşılan Hüseyin Yıldırım, Seyfi Oktay ve HSYK eski Başkanvekili Kadir Özbek ile tanışıklığını doğruladı. Seyfi Oktay’ı yıllardır tanıdığını, Kadir Özbek’in ise hemşehrisi olduğunu kaydeden Yıldırım, “İstanbul Adliyesi’nden hakimler tanırım, bunu yalanlayamam. Bana gelip gidenler olur. Özellikle iş yerim olan Mecidiyeköy katlı otoparkı Ali Sami Yen Stadı’nın yanında olduğu için benden maç bileti isterler. Ayarlar, davet ederim kendilerini. Maçlardan sonra da otoparkımın üzerindeki restorantta birlikte yemek yeriz. Bazen benden atamalar konusunda ricaları olur, kırmam. İlkokuldan beri arkadaşım olan Seyfi Oktay ile hemşehrim olan HSYK Başkanvekili Kadir Özbek’e iletirim. Seyfi bey İstanbul’a geldiğinde hem şoförümü hem de arabamı emrine veririm” dedi. Atamalar konusunda bugüne kadar kaç kişi için devreye girdiğini sorduğumuz Yıldırım, “Açıp rica ederim sadece. Belki referans olduğum olmuştur. Referans olmakta ne kötülük olabilir ki” diye konuştu.

Haziran ayında gözaltına alınıp, sorgusunun ardından serbest bırakılan Yıldırım’a ait katlı otoparkta yapılan aramalarda, Seyfi Oktay’ın iletişim bilgileri ile hesap numaraları ele geçirildi. Yıldırım’ın, yargı mensuplarının taleplerini, Seyfi Oktay ve Kadir Özbek’e ilettiği ortaya çıktı.

Kaynak: YeniAkit

Aleviler Fetullah projesine karşı: Ankara'da cemevi temel atma töreni öncesinde çatışma
8 EYLÜL 2013



BBC'nin haberine göre Ankara'da yapımı planlanan Mamak Cami ve Cemevinin temel atma töreni öncesinde gösteri düzenleyerek yolu trafiğe kapatan gruba polis basınçlı su, biber gazı ve plastik mermiyle müdahale etti.

Ankara'dan gazeteci Sinan Onuş'un aktardığına göre, cami ve cemevinin Fethullah Gülen hareketinin desteğiyle yapıldığını iddia eden ve "Böyle bir cemevi istemiyoruz" diyen bir grup, Tuzluçayır Meydanı'nda sabah saatlerinde protesto gösterisine başladı.

Çatışma sırasında göstericilerin polise, sapanla bilye ve havai fişek attıkları görüldü.

Çatışmalar ara sokaklara yayılırken polis daha sonra Tuzluçayır Meydanı'ndan çekildi.

"Bu daha başlangıç, mücadele devam edecek" sloganları atan grup, meydanda barikat kurdu.

Hürriyet gazetesine göre proje, Hacı Bektaş Veli Kültür Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı ile Cem Vakfı tarafından yürütülecek. Projenin finansmanını ise Alevi ve Sünni iş adamları üstlenecek. Projenin bir yıl içinde bitirilmesi planlanıyor.
haber1001


En son Ekim tarafından Pzr Eyl 08, 2013 7:44 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Ksm 17, 2009 11:13 pm    Mesaj konusu: 'Dersim isyanında ordu, zehirli gaz kullandı' Alıntıyla Cevap Gönder

“Elinizi Alevilerin üzerinden çekin”
25 Mayıs 2014



Okmeydanı’nda cemevi avlusunda polisin açtığı ateş sonucu yaşamını yitiren Uğur Kurt’un katledilmesini protesto etmek amacıyla Türkiye’nin birçok merkezinde “Polis şiddetine ve adaletsizliğe artık yeter” sloganıyla sokağa çıkan Alevi örgütleri polis şiddetini protesto etti. Aleviler, hükümete “İktidarı uyarıyoruz elinizi Alevilerin üzerinden çekin” diye seslendi.
Alevi örgütleri Okmeydanı’nda cemevi avlusunda polisin açtığı ateş sonucu yaşamını yitiren Uğur Kurt’un katledilmesini protesto etmek amacıyla “Polis şiddetine ve adaletsizliğe artık yeter” sloganıyla İstanbul, Çanakkale, Ankara, Adana, İzmir ve Diyarbakır’da kitlesel basın açıklamaları düzenledi.
İstanbul
Alevi Bektaşi Federasyonu, Alevi Kültür Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Alevi Vakıflar Federasyonu, Alevi Dernekler Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ve bileşeni Alevi örgütlerinin çağrısıyla, Alevilere dönük saldırıları, hedef göstermeleri ve polis şiddetini protesto etmek amacıyla binlerce Alevi Şişli Camii önünde bir araya geldi. Birçok siyasi parti ve platformun da destek verdiği eylemde, “Saldırılara, adaletsizliğe, vicdansızlığa artık yeter” yazılı pankartı açılarak Osmanbey’e yürüyüş düzenlendi.
“Katil devlet hesap verecek”, “Pir Sultan pirimiz Kızılbaştır yolumuz”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Katil hırsız AKP” sloganları atılan yürüyüşte Gezi direnişinde yaşamını yitirenlerin isimleri okundu. Kitlenin önü Osmanbey Metro durağı önünde çevik kuvvet barikatı ile kesildi.
Osmanbey Metro durağı önünde sonlandırılan yürüyüşün ardından Alevi örgütleri adına Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı Doğan Demir basın açıklamasını yaptı. Demir sözlerine, “Başbakan’ın toplumu ayrıştıran, Alevilere yönelik hakaret ve şiddet söylemine, inancımıza, cemevlerimize saldırılara yeter artık” diyerek başladı. Demir, Soma’da yaşanan maden faciasını ve Okmeydanı’nda polisin açtığı ateş sonucu yaşamını yitiren Uğur Kurt’un hatırlatarak, AKP hükümetinin “Alevi düşmanlığı ve ayrımcılığının” cemevlerine ateş açmaya kadar uzandığını vurguladı.
Cemevilerine yönelik yapılan saldırıların kabul edilemeyeceğini vurgulayan Demir, “Okmeydanı Cemevi’nde cenaze erkanı hazırlıkları sırasında Uğur Kurt canımızın katledilmesi bilinçlidir ve kabul edilemez. İbadethanelerimiz olan cemevlerimize ve Alevi canlarımıza yapılan bu saldırıların failleri Aleviler tarafından bilinmektedir” diye konuştu. Alevilerin bir arada ve barış içinde yaşamanın geliştirilmesi için mücadele ettiklerinin altını çizen Demir, “Mevcut iktidar ise cinayet işliyor, ayrımcılık yapıyor, çatışma istiyor.’Ölen ölmüştür’ söylemiyle unutun demek istiyor” dedi. Özgürlük ve demokrasi isteyen kesimlere de devlet saldırılarına karşı birlikte olma çağrısı yapan Demir, “İktidarı uyarıyoruz; elinizi Alevilerin üzerinden çekin. Uğur Kurt’un katilini bulacağız. Uğur’u katleden düzenden de, bu düzenin hamisi AKP İktidarından da hesap soracağız” dedi. Açıklamanın ardından eylem sonlandırıldı.
Çanakkale
Alevi örgütleri, Çanakkale’de ise İskele Meydanı’nda basın açıklaması yaptı. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Çanakkale Şubesi’nin öncülüğünde düzenlenen basın açıklamasında “Faşizme karşı omuz omuza” dövizleri taşınırken, “Katil AKP hesap verecek” sloganı atıldı. Basın açıklamasını yapan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Çanakkale Şube Başkanı Sabri Ballıkaya, cemevlerine yapılan saldırıların kabul edilemez olduğunu söyledi. Saldırıların bilinçli olduğunu vurgulayan Ballıkaya, “Gezi süreciyle başlayan süreç insanlığa, ortak bir haykırıştır. Gezi başkaldırı sürecinde kaybettiğimiz canların tümünün Alevi olduğu tesadüf olamaz. Bu katliamların arkasında sistemin olduğu devlet bilincimizle ortaya çıkartılmıştır. Katledilen canlarımızın ve yoldaşlarımızın faillerinin ortaya çıkartılmadığı hususu ise ayrı bir gerçekliktir” dedi.
Ankara
Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF), Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Alevi Vakıflar Federasyonu, Alevi Dernekler Federasyonu, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu, Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı, Özgür Demokratik Alevi Derneği, Gazi Cemevi Vakfı üyeleri Okmeydanı’nda Uğur Kurt’un polis kurşunu ile öldürülmesini protesto etmek amacıyla Güvenpark’ta bir araya geldi. Eyleme HDP Eş Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü ve HDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan’ın yanı sıra çok sayıda kurum temsilcisi ve yurttaş katıldı.
“Katil devlet hesap verecek”, “Aleviyiz haklıyız kazanacağız” sloganlarının atıldığı eylemde, Başbakan Erdoğan’ın son günlerde yaptığı açıklamalarına da tepki gösterildi. Açıklama öncesinde yurttaşlar semaha durdu.
Kitle, Güvenpark’ın önünü doldururken ortak açıklamayı ise Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Genel Başkanı Müslüm Doğan yaptı. Doğan, adaletsizliğe ve vicdansızlığa yeter dediklerini belirtti. Doğan, Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarına tepki göstererek, “Bu ses dün Almanya’nın Köln kentinde yükseldi, yüzbinler Başbakana ‘Sen demokrat değilsin’ diye haykırdı. Yetmedi mi?” dedi.
Doğan ayrıca, Uğur Kurt’un katledilmesinin bilinçli ve kabul edilemez olduğunu söylerken, kendilerinin katilleri çok iyi bildiklerini vurguladı. Açıklamanın ardından kitle 10 dakikalık oturma eylemi yaptıktan sonra dağıldı.
İzmir
İzmir’de de Alevi Bektaşi Federasyonu bileşenleri, Okmeydanı’ndan süren ve 2 kişinin ölümüne neden olan polis saldırılarına karşı tepki göstermek için Kıbrıs Şehitleri Caddesi üzerinde yer alan Sevinç Pastanesi önünden Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü. Yürüyüşe yüzlerce kişinin yanı sıra kentte bulunan kimi STÖ ve siyasi parti temsilcileri de katıldı. “Elini çocuklarımızdan çek katil diktatörlük” pankartının taşındığı yürüyüşte alkış ve zılgıtlar eşliğinde “Diren Okmeydanı İzmir seninle”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Soma’nın hesabı sorulacak” sloganları atıldı.
Yürüyüşün ardından yapılan saygı duruşunun ardından konuşan Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Selahattin Özer, Aleviliğin “incitsen de incitme” sözünden dolayı sürekli incitildiklerini ifade ederek, katil olan devletin hesap vermeyeceğini söyledi. Özer, “Kati devletten hesap sorulacaktır. Mısır’a Filistin’e bizde gözyaşı döküyoruz. Ama Mavi Marmara’dan dolayı dünyayı ayağı kaldıranlar, Madımak’a gül bırakan annelerimizi copladılar, gaz sıktılar. Bunların fıtratında bu var” dedi.
Sözlerinin devamında devletin Alevileri hedef tahtasına oturttuğunu söyleyen Özdemir, “Alevisiyle Sunnisiyle bir olalım ve bu barış sürecini daha da ilerletelim. Bizler bir araya gelirsek Başbakan Erdoğan’ı indireceğiz. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın” diye belirtti.
Adana
Polis kurşunu ile yaşamını yitiren Uğur Kurt için Adana Demokrasi Platformu üyeleri de Atatürk Parkı’ndan 5 Ocak Meydanı’na yürüdü. “Katliamları kınıyoruz tüm inançlar kardeştir” pankartının taşındığı yürüyüşte sık sık “Katil polis hesap verecek”, “Hükümet istifa”, “Roboskiden Soma’ya sürüyor bu kavga” sloganları atıldı. Çok sayıda kişinin katıldığı yürüyüşte “Kahrolsun cem evime, can evime kurşunla gazla girene”, “Katil devlet hesap verecek” dövizleri taşındı. 5 Ocak Meydanı’na ulaşan kitle, burada basın açıklaması yaptı. Adana Demokrasi Platformu adına açıklamayı yapan Alevi Bektaşı Federasyonu Adana Şube Başkanı Mikdat Öztürk, geçmişten bugüne Alevilere yönelik kıyımlara yol açanların, halkı birbirine karşı kışkırtarak Alevileri yerlerinden etme politikasını tarihsel süreklilik içinde devam ettirmekte olduğunu belirtti.
Aleviler açısından 500 yıl önce durum neyse bugün de aynı olduğunu belirten Öztürk, “Geçmişte kıyıma ceza veren padişahlar, şeyhülislamlar vardı. Bugün de ölmüştür, geçmiştir diyerek insan ölümlerini hafife alan, her ölene tören mi yapılacak diyerek cinayetlere tepkili yurttaşlara adeta alay eden bir Başbakan var” dedi. Açıklama alkış ve sloganlarla sona erdi.
Diyarbakır
Diyarbakır’da da Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Şubesi öncülüğünde AZC Plaza önünden Koşuyolu Parkı Yaşam Hakkı Anıtı’na kadar kitlesel yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüşe BDP, HDP, ESP siyasi parti yöneticileri ve kimi STÖ temsilcileri de katıldı. Yürüyüşte “Okmeydanı’ndan Aleviler çıkarılmak isteniyor, Okmeydanı’nı terk etmeyeceğiz” ve “Polis devleti Uğur’u da katletti” yazılı pankartlar taşınırken, sık sık “Bijî biratiya gelan”, “Gün gelecek devran dönecek katiller halka hesap verecek” ve “Diren İstanbul, Amed seninle” sloganları atıldı. Yürüyüşe geçen kitlenin önünü bir müddet sonra kesen polislerin yürüyüşe izin verilmeyeceğini belirterek yürüyüşü engellemesi üzerine kısa süreli bir gerginlik de yaşandı. STÖ temsilcilerinin polislerle yaptığı görüşmenin ardından yurttaşlar yürüyüşlerine devam etti.
Koşuyolu Yaşam Hakkı Anıtı önünde son bulan yürüyüşün ardından PSAKD Diyarbakır Şube Başkanı Cafer Koluman, polisin yürüyüşü engelleyici tavrına sert tepki göstererek, “Gezi başkaldırı sürecinde kaybedilen canların tümünün Alevi olması tesadüf değildir. Bu katliamlar, devlet bilinciyle ortaya çıkmıştır” diye konuştu. Hükümete çağrı yapan Koluman, “Elinizi Alevilerin üzerinden çekin” dedi.
http://www.imctv.com.tr/2014/05/25/elinizi-alevilerin-uzerinden-cekin/

CHP'DEN ALEVİLERE ÇOK AĞIR İTHAM
11 Kasım 2009
Meclis Kürsüsünde CHP'li Öymen Alevileri işgalci güçler ve PKK'lılarla bir tuttu.

CHP'li Onur Öymen Meclis'te yaptığı konuşmada Dersim Olaylarını örnek göstererek Alevileri ile Kurtuluş Savaşındaki düşman güçler ile PKK'lıları bir tuttu. Öymen Tunceli halkını işgalci güçler ve teröristlerle aynı kefeye koydu.

TBMM Genel Kurulunda 'demokratik açılım’a karşı görüşlerini açıklayan CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in verdiği örnekler tarihin acı olaylarına CHP’nin bakış açısını da gözler önüne serdi. Kadın, çocuk yaşlı demeden binlerce insanın öldürüldüğü Dersim olaylarını hatırlatan Öymen “O zaman kimse anaların gözyaşından bahsetmiyordu” dedi.

Öymen İsmet İnönü'nün talimatıyla beşikteki bebeklerin öldürüldüğü Dersim Olaylarına yaptığı bu benzetme Alevi kesimde büyük tepki çekti. Onur Öymen daha önce de yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde İslamiyeti yerden yere vurmuştu.

Dersim olaylarında dünya hukuk tarihinde örneği olmayan bir ile özel konun çıkartılmış, "Dersim Kanunu" olarak tarihe geçen kanunda, sanıklara haklarındaki suçlamaları öğrenme hakkı bile verilmemişti. Sanıklara savunma için söz alma hakkı vermeyen kanunlar sonucu yüzlerce can alındı.

Sabiha Gökçen'in de içinde bulunduğu jetler Tunceli köylerini bombaladı. Bu olaylar sonrası Alevi kesimin devletle kopmasının tohumu atıldı. Alevilere kalıcı ve unutmayacakları bir yara vurularak, yıllar boyu devlet karşı değişmeyecek bir bakış açısı oluşması sağlandı.

Alevilerin dini önderi Seyyit Rıza, hakim değiştirilerek ve resmi tatil olmasına rağmen cumartesi günü kurulan mahkemeyle hakkında idam kararı aldırıldı. Atatürk gelmeden idamı bitirmek için, özel karar alındı ve gece yarısı tatil günü idam infaz edildi.

Dönemin Emniyet Müdürü Şükrü Sökmensüer Seyit Rızanın katledilmesini şöyle anlatıyor: "ataturk singec koprusunu acmaya gidecek. dersim harekati bitti. beyaz donlu alti bin dogulu elaziga dolmus. ataturkten seyit rizanin hayatini bagislamasini isteyecekler. buna meydan vermeyelim".
1937 yilinda resmi tatil gunu cumartesi ogleden sonra, ataturk pazartesi gunu elazig'a gelecek. bizden istenenler "asilacak asilsin" ve ataturk'un karsisina beyaz donlular ciktigi zaman is isten gecmis olsun.
o donemde elazig valisi sefik bey, savci hatemi senihi bey, emniyet muduru serezli ibrahim bey, savci yardimcisi arkadasim, sukru sokmensuer "sivillerden emniyet genel mudurlugunun siyasi subesinden istediklerini al. ataturkun istasyondan halkevine kadar korunmasi da size ait" dedi.basta macar mustafa olmak uzere alti kisi alip yola ciktim. trenle elaziga vardim.emniyet muduru ibrahim beye gittim. savci icin "kuraldis bir sey yapmaz, mumkun degil " dedi.

savciya gittim. durumu kendisine anlattim. bana bu konuda hukumettende sifre aldigini, ama mahkemelerin cumartesi tatil oldugunu, tatildeyse sonuc almanin mumkun olmadigini bildirdi. ve ekledi. "bende mahkemeleri etkileyemem". oysaki biz mahkemenin kararini ataturk gelmeden once vermesi ve gereginin yapilmasini, ataturk geldiginde seyit riza meselesinin kapanmis olmasini istiyorduk. ben bunu halletmek icin hukumet tarafindan buraya gonderilmistim.

savci yardimcisi hukuktan sinif arkadasim. bana "sen valiye soyle bu savci rapor alsin gitsin. ben senin istedigini yaparim" dedi.
biz mahkemenin tatil gunu islemesini ve alinacak sonucun infazini istiyorduk.
savci rapor aldi. arkadasim vekil olarak savcinin yerine gecti.
mahkeme hakiminin evine gittim. gittigimde hakim mahkemenin aldigi karari evinde yaziyordu.
hakimle konustuk. kendisi karari daktiloya cektirmekle mesguldu. devir chp devri. herkes cekiniyor. hakim bana: "cumartesi mahkeme toplanmaz ancak pazartesi gunu mahkeme mahkemeyi toplar karari veririz. sali gunude idam hukumlerini yerine getiririz" dedi.

o zaman dorduncu bolgede temyiz haki yoktu.
abdurrahman pasa sikiyonetim kumandani olarak karari tasdik edecek. o da "yukaridaki karar tasdik olunur" demis basmis bos kagida imzasini. yukariya "abdurrahman poasanin idami" diye yazsaniz kendisi idam edilecek.
hakime dediki:
bu dediginiz gun ataturk geliyor. maksat hasil olmuyor ki. hakim "baskaca bir sey yapilamaz"diyerek kestirdi atti. bende kendisine sordum:
-sizin saat besten sonra davaya devam ettiginiz olmuyormu?
-oooo cok oluyor cevabini verdi.
-eee sonradan bes saat ihlal ediyorsunuz da bastan bes saat ihlal etseniz olmuyormu? yani pazar aksami sahurdan sonra mahkemeyi acariz.
hakim:
-elektrikler kesiliyor dedi.

onada çare bulduk. otomobil farlariyla hapishaneyi aydinlatiriz. halkevine luksler koyariz.
hakim bu defa :
samiin yok , dedi
ona da care bulduk. samiin de getiririz.
-kac kisi asilacak?
-onu karardan once soyleyemem dedi. ama ekledi: "savci 27 kisinin idamini istedi".
-biz ona gore mi hazirligimizi yapalim?
-bilmem dedi.

ceza infazi kanunu her asilanin ayri bir yerde asilmasini, asilanlarin birbirini gormemesini emrediyordu. bu sarti da yerine getirmeye calistik. her meydana dort sehpa kuduk. vali bir de cingene cellat buldu. gece 12:00 de hapishaneye gittik. farlarla cevreyi aydinlattik mahkemenin 72 sanigi var.

beni asmaya mi geldiniz ?

saniklari aldik. mahkemeye goturduk. cingene de geldi. adam basina on lira istedi "peki" dedik.
saniklar turkce bilmiyor. mahkeme karari acikladi yedi kisi olum cezasina carptirilmis, saniklardan bazilari beraat etmis bazilarida cesitli hapis cezalarina carptirilmisti.
kararlar okununca saniklar ilk anda anlamadilar. idam "tunne" diye bir vaveyla koptu.
biz seyit riza'yi aldik. otomobilde benimle polis muduru ibrahim'in arasina oturdu. jeep jandarma karakolunun yanindaki meydanda durdu.
seyit riza sehpalari gorunce durumu anladi.

-asacaksiniz; dedi ve bana dondu.
"sen ankaradan beni asmak icin mi geldin"? bakistik. ilk kez idam edilecek bir insanla yuz yuze geliyordum. bana guldu.
savci namaz kilip kilmayacagini sordu.istemedi. son sozunu sorduk.

-kirk liram ve saatim var. ogluma verirsiniz, dedi.
bu sirada findik hafiz asilirken gormesin diye pencerenin onunde durdum.
findik hafiz'in idami bitti. seyit rizayi meydana cikardik. hava soguktu ve etrafta kimseler yoktu. ama seyit riza meydan insan doluymus gibi, sessizlige ve bosluga hitabetti.

-evladi kerbelayimi, be gunayimi, ayibo zulimo, cinayeta. (evlad-i kerbelayiz, gunahsiziz, ayiptir, zulumdur, cinayettir.) dedi.benim tuylerim diken diken oldu. bu yasli adam rap - rap yurudu. cingeneyi itti. ipi boynuna gecirdi. sandalyeye ayagiyla tekme vurdu. infazi yapti.
aktifhaber

CHP'li Öymen'e Siyah Çelenk...
13 Kasım 2009
CHP Genel Başkan Yardımcısı Öymen'in Dersimlileri terörist gibi göstermesine tepkiler giderek büyüyor. Aleviler TBMM ve CHP önüne siyah çelenk bıraktı...



CHP'li Öymen'in Dersimlileri terörist gibi göstermesi protesto edildi.

Öğle saatlerinde Alevi vatandaşlar, Meclis'in Dikmen kapısı önüne siyah çelenk koyarak Öymen'in Dersim'le ilgili sözlerini protesto etmişti. Ankara Tuncelililer Derneği üyesi bir grup da CHP Genel Merkezi önünde protesto gösterisinde bulundu.

Ankara Tuncelililer Derneği üyesi bir grup, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in TBMM'deki konuşmasını protesto etmek amacıyla CHP Genel Merkezine siyah çelenk bıraktı.

CHP Genel Merkezi önünde toplanan grup, burada zılgıt çekerek "Dersim Onurdur, Onuruna Sahip Çık", "Yaşasın Barış, Yaşasın Kardeşlik", "Dersim'e Uzanan Eller Kırılsın" şeklinde sloganlar attı.

Ankara Tuncelililer Derneği Başkanı Bülent Akdağ, yaptığı açıklamada Öymen'in "Türkiye'de ayrımcılığı körüklediğini" iddia etti. Kendilerinin barıştan yana olduğunu ifade eden Akdağ, "CHP de böylece barış ve kardeşlikten yana olmadığını ortaya koymuştur. Onur Öymen'in Dersimlilerden alması gereken ders insan sevgisidir" dedi.

Seçimlerde CHP'ye kendi illerinden oy verilmemesi çağrısında bulunan Akdağ, CHP'deki Tuncelilileri de istifa etmeye davet etti. Akdağ, ayrıca Munzur Vadisi'nde yapılması planlanan baraj projesinin de yanlış olduğunu, burada doğaya karşı suç işlenmesinin önüne geçilmesi gerektiğini söyledi.

"Dersim Onurumuzdur, Onurumuza Sahip Çıkalım" yazılı dövizler taşıyan grup, daha sonra, zılgıt ve alkışlar eşliğinde siyah çelengi CHP önüne bıraktı. Grup, burada çeşitli Kürtçe sloganlar da attı.
aktifhaber

dersimlilerealkan unalarkadaşlar, siden özür diliyorum ama söylemek zorundayım: kerizleniyorsunuz. şimdi özür dileyecekler, biz öyle demedik aslında diyecekler. siz de seçimde yine gidip chp ye oy vereceksiniz. bu kerizlenmek diyorum ben. değil diyorsanız adını siz koyun.
13 Kasım 2009 Cuma 17:06
KANI BOZUK FASO CHPcheALEVILER FASO CHP DEN ARTIK ISTIFA EDIN YOKSA SIZLER BIRDAHA BIRTANE OY BILE ALAMZSINIZ BIZ ALEVILER ARTIK CHP DE BIRTANE ALEVI INSAN GÖRMEK ISTEMIYORUZ EYER O PARTIDE KALIRSANIZ ALLAH SAYIDIM OLSUNKI AKLI BAINDA BIRTANE ALEVININ OYUNU ALAMAZSINIZ
13 Kasım 2009 Cuma 17:07
CHP den Alevilere satışZafer DemirKörü körüne sadakat Alevileri fena cuvalladı.yıllarca CHP sırf Ortak İnançlarımız laikliktir desturudur diyen şimdi gerçek yüzleri ortaya çıkmıştır.bir birlerinin boğazına sarılıyorlar.ALLAH ıslah etsin sol görşte faşizim olmaz ama DKPC MKP bunlar yapar halkı haraça keser derği gazete satar sıkıysa alma ilk eylemde araban veya dükkanın yanar.Devlet sarığazide gaziosmanpaşada yok bunlar var devetin güçü yetmez geptoları durdurmaya
13 Kasım 2009 Cuma 17:08
Anlaşıldı artık.Sameto cenabet oylarınız CHP nin kişiliğine hiç uymuyordu zaten.Alın gidin.Allahını vatanını bayrağını seven milyonlarca oy CHP ye yeter.
13 Kasım 2009 Cuma 17:14
Samet EfendiMehmet AktasCenabetlikden ancak islamin sarti olan gusul ile kurtulursun Efendi, Simdi soruyorum sana !!! Alevilere cenabet diyonda, Alni bir kere secdeye gelmeyen, her firsatda Islamiyete saldiran bir CHP ye ne diyorsun merak ettim heri :-)) Külli cenabet ? Bence öyle :)))
13 Kasım 2009 Cuma 20:21
CHPTUNCAYBUYRUN SİZE CHP 1. SÜNNİ TÜRK DÜŞMANI 2.SÜNNİ KÜRT DÜŞMANI 3.ALEVİ TÜRK DÜŞMANI 4.ALEVİ KÜRT DÜŞMANI 5.DEMOKRASİ VE BARIŞ DÜŞMANI 6. İNSANLIK DÜŞMANI ARTIK BU ÜLKEDE CHP Yİ TANIMAYACAK KADAR HAYVAN OLAN HİÇBİR KESİM KALMADI
13 Kasım 2009 Cuma 20:24
sabetayist imamın takkesi düştüOzan MazlumAtatürk'e Büyük İftira!!!!! Bakın Asıl Faturayı Kime Kesti; ATATÜRK'ü de KATİAMCI, SOYKIRIMCI Gösterdi: CHP'nin Beyni Onur Öymen; iddialarında hala ısrarlı: Ben değil; Atatürk katliam yaptı !..Meclis’teki demokratik açılım görüşmelerinde yaptığı konuşmada “Atatürk terörle böyle mi mücadele etti” diyerek, Dersim olaylarını örnek gösteren, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, tepki çeken konuşması ile ilgili Bugün’ün sorularını yanıtladı....
13 Kasım 2009 Cuma 20:32
Alevilere Gunaydin!AleviGunaydin! Bu zamana kadar daha kimleri desteklediginizi bilmiyor muydunuz?
13 Kasım 2009 Cuma 20:40
alevilerzardersim katliamını atatürk e rağmen inönü yapmıştır ve baltayı taşa vuran chp ye bundan böyle oyum yoktur ne chp ne k.kılıçdaroğlu na bitti, böylelikle chp nin oyu önümüzde ki günlerde anketlerde de görülecek ki % 12 lerde olursa şaşırmasınlar tabii ki baraj altında da kalabilirler ümidim bir alevi partisi kurulur yok sa bu ülkede faşit partilere verecek oyumuz yoktur mecburiyetten chp ken şimdi ne chp ne de diğer partilerdir bu ülkeyade alevi partisi gerektir faşist zihniyetlerle bir yere var...
13 Kasım 2009 Cuma 20:53
sametzarcanın okurum senin sülalen cenabettir faşizmle nereye varacağınızı sanıyorsunuz alevi düşmanı ortalık karıştığında senin gibilerine aman verirse namerdim...
13 Kasım 2009 Cuma 20:56
Mesut DeğereDiyarbakırlı RemziDiyarbakırlı Mesut Değer CHP de daha ne kadar kalmaya devam edecek merak ediyorum. Mesut istifa edip Diyarbakır a onurlu bir mesaj vermese bir daha sakın Diyarbakırlıların önüne çıkmasın tükürüğe boğarız...
13 Kasım 2009 Cuma 21:45
http://www.aktifhaber.com/news_view_comment.php?id=255264

İyice Battı, Atatürk'e Sığındı!
13 Kasım 2009
Dersimlileri terörist yapan CHP'li Öymen, savunma yaparken iyice battı. Geri adım atmayan Öymen Atatürk'e sığındı. 'Cesareti olan Atatürk'e itiraz etsin' dedi.

Meclis’teki demokratik açılım görüşmelerinde yaptığı konuşmada “Atatürk terörle böyle mi mücadele etti” diyerek, Dersim olaylarını örnek gösteren, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, tepki çeken konuşması ile ilgili Bugün’ün sorularını yanıtladı.

Konuşmamı iyi okuyun

Öymen “Atatürk’ün partisine mensup birisi olarak Atatürk’ün yaptıklarından utanç mı duyacağım” diyerek başladı. Atatürk, devlete karşı silah çekenlerle mücadele etti. AKP gibi dağa silahla çıkanlarla, devlete silah çekenlerle müzakere etmedi. Benim konuşmamın iyi okunması lazım. Ben Atatürk’ün devlete silah çekenlerle nasıl mücadele ettiğini anlattım. İtiraz edenler bana niye itiraz ediyor. Atatürk’ün yaptıklarını anlattım. Cesareti olan Atatürk’e itiraz etsin, Atatürk hata yaptı desin, Atatürk bile bile yanlış yaptı deyin. Atatürk müzakere etti diyen varsa, buyursun desin" dedi.

Operasyon yapılmayacak mı?

Devletin sonuna kadar terörle mücadele etmesi gerektiğini de vurgulayan CHP Genel Başkan Yardımcısı ”Aslında sıkıntı, hükümetin açmazlarını ortaya koymamız. Hangi hükümet analar ağlamasın diye devletini koruyacak operasyondan çekindi. Ecevit analar ağlamasın dese Kıbrıs’a girilmese ne olacaktı? 500 şehit verdik orada. Analar ağlamadı mı? Devlete yönelik silahlı saldırıda onu yapmak zorundasın" diye konuştu.

Her dönemde acı yaşanır

Öymen, Dersim olaylarının yaşandığı dönemde halka yönelik bazı uygulamaların eleştirildiğinin anımsatılması üzerine, “Her dönem eleştirilen şeyler var. Silahlı mücadelelerde sıkıntılar olur. Acı olaylar yaşanır. Acı olayların sorumlusu devlet mi, devlete silahla başkaldıranlar mı? Kaç tane ayaklanma oldu Türkiye’de. Atatürk bu ayaklanmaları bastırırken yanlış mı yaptı” dedi.

Müzakere mi etti, mücadele mi?

11Kasım'da Onur Öymen'in Meclis'teki “Dersim” konuşması tutanaklara şöyle geçti: "Siz bu tarihi Atatürk'ün yaptığının tam tersini yapmakta olduğunuzu ilan etmek için seçiyorsunuz. Atatürk terörle böyle mi mücadele etti? Atatürk terörle müzakere mi etti? Atatürk Şeyh Sait ile müzakere mi etti? Dersim İsyanı’nı yapanlarla müzakere mi etti, mücadele mi etti? Hem 'Atatürkçüyüm' diyeceksiniz, hem Atatürk'ün yaptığının tam tersini yapacaksınız, bunu da millete kabul ettirmek için Atatürk'ün öldüğü günü tercih edeceksiniz, o günü seçeceksiniz. Bu kadara olamaz."

BUNLARA KARNIMIZ TOK!

CHP’li Öymen kendisini eleştirenlere ise, “Dersim olaylarının yaşandığı dönemde Atatürk Cumhurbaşkanı, İnönü Başbakan, Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı. Bunların hepsi yanlış mı yaptı?” sorusuyla cevap verdi. Öymen konuşmasını şöyle sürdürdü: “O dönemdeki uygulamaları hatırlattım sadece. Hatırlatanı niye eleştiriyorlar. Herkes oturup okusun. Atatürk’ün dediklerini, Meclis tutanaklarına baksın. Çakmak’a gönderdiği telgrafa baksın beni eleştirmeden önce" dedi. Öymen, kendisine yönelik faşist suçlamasını da “Bu eleştirilere karnımız tok" diyerek reddetti. Parti yönetiminden hiç tepki gelmediğini de ifade eden Öymen, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın da kendisini tebrik ettiğini belirtti.

TUNCELi ÖRGÜTÜ KARIŞTI

Onur Öymen’in açıklamaları CHP Tunceli il örgütünü de sıkıntıya soktu. Parti il örgütüne, Tuncelili vatandaşlardan tepki yağdı. Ankara’ya gelen İl Başkanı Hüseyin Güneş, tepkileri genel merkeze ileterek, düzeltilmesini istedi.
aktifhaber

ALEVİLER TEKİN'E PATLADI
14 Kasım 2009

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in açılımı eleştirirken Dersim İsyanı'nı örnek göstermesine Alevi derneklerinin tepkisi sürüyor. CHP İstanbul Başkanı Gürsel Tekin, il binası önünde yuhalandı. Tekin'in kalabalığı teskin etmek için verdiği karanfiller de geri atıldı.
Tunceli Dernekleri Federasyonu ile Alevi Bektaşi Federasyonu üyeleri, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in 10 Kasım'da TBMM'de yaptığı konuşmayı protesto için CHP İstanbul İl Başkanlığı önüne siyah çelenk bıraktı. Kalabalığı, cadde girişinde karşılamak isteyen CHP İl Başkanı Gürsel Tekin ve beraberindekiler yuhalandı. Tekin'in verdiği karanfilleri geri atan kalabalık, CHP'lilerin üzerine yürüdü. Gerginlik, partililerin uzaklaşması ile sona erdi. Grup, 'CHP Munzur'da boğulacak', 'Irkçı CHP-Irkçı Öymen', 'Faşit CHP Dersim'den defol', 'Irkçı Öymen hesap verecek' şeklinde sloganlar attı.

SUÇ DUYURUSU

Ankara Tuncelililer Derneği üyesi bir grup da Ankara'da CHP Genel Merkezi'ne siyah çelenk bıraktı. İnsan Hakları Derneği Tunceli Temsilcisi Barış Yıldırım, Öymen hakkında suç duyurusunda bulundu. Öymen ve CHP, İstanbul ve Ankara dışında da birçok yerde protesto edidi.

Bu sözleri unutmayız

Öymen'i sert şekilde eleştiren Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız, “CHP katliamların mı yanında? Bilmek istiyoruz” dedi. Balkız, bu sözleri hiç unutmayacaklarını söyledi.
haber10

"Dersim isyanında ordu, zehirli gaz kullandı" diyen eski bakanlardan İhsan Sabri Çağlayangil, bu itirafı CHP'li Kemal Kılıçdaroğlu'na yapmış

14 Kasım 2009 - CHP Genel Başkan Yardımcısı Milletvekili Onur Öymen'in 10 Kasım'da Meclis'te görüşülen Kürt açılımına karşı çıkarak Dersim olaylarını kastedip “Atatürk müzakere etmedi, gereğini yaptı” sözleri üzerine dönemin Malatya Emniyet Müdürlüğü'nde görevli olan eski bakanlardan İhsan Sabri Çağlayangil'in verdiği bir röportajda “Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi” şeklindeki sözleri yeniden gündeme geldi.

Röportajın ses kaydının bir bölümü çeşitli internet sitelerinde yayımlandı. Çağlayangil ile bu röportajı yapan ise tanıdık bir isim çıktı. İddiaya göre, röportajı kendisi de Tuncelili olan CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu yaptı. İddianın sahibi olan Tunceli eski Baro Başkanı avukatı Hüseyin Aygün Taraf gazetesine konuştu.

SUSUNCA KONUŞTUM

Bu bilgiyi bizzat bir yıl önce Tunceli'ye gelen Kılıçdaroğlu'ndan duyduğunu söyleyen Aygün, “Kılıçdaroğlu Tunceli merkezde bulunan akrabalarının evine gelmişti. Orada sohbet ediyorduk. Dersim tarihiyle ilgili konuşmaya başladık. Bu konuda yazdığım kitaplarımı biliyordu. Kılıçdaroğlu'nun Dersim'e duyarlı biri olduğunu biliyorum. Bana, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'in aracılığıyla, eski bakanlardan Çağlayangil ile 1987 yılında Bursa'daki evinde bir röportaj yaptığını anlattı. Ben de merak ettim. Kendisine sordum. Yaptığı röportajı uzun uzun anlattı. Ses kaydı internet sitesine de düşen röportajın bir bölümünde geçenleri bana anlattı. Zaten ses kaydını dikkatle dinlerseniz soru soran kişinin Kılıçdaroğlu olduğu anlaşılır” dedi.

Öymen'in Dersim'e ilişkin sözlerine rağmen Kılıçdaroğlu'nun sessiz kalması ve hiçbir tepki vermemesinden dolayı bu bilgiyi kamuoyu ile paylaşmaya karar verdiğinin söyleyen Aygün, “Bu çok önemli gerçeği ortaya çıkaran Kılıçdaroğlu gibi yakından tanıdığımız bir siyasetçinin Öymen'e büyük bir tepki göstermesi gerekiyordu. Öymen'i eleştirmemesi bizi çok üzdü. Çünkü Kılıçdaroğlu Dersim'de devletin bize ne yaptığını iyi biliyor. Bu konudaki sessizliğe üzüldüğümüz için bunları anlatma gereği duydum”dedi. Aygün, “38 Dersim”in kendileri için hala kanayan bir yara olduğunu söyledi.
netgazete

Aleviler Öymen'e Karşı Ayaklandı
15 Kasım 2009
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in Meclis Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmaya tepkiler büyüyor. Yurdun değişik yerlerinde CHP ve Öymen protesto edildi.

BEYOĞLU'NDA CHP VE ÖYMEN PROTESTOSU

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in Meclis Genel Kurulu'nda yaptığı konuşma bir grup Tunceli ve Alevi dernekleri tarafından Beyoğlu'nda protesto edildi. Galatasaray Meydanı'nda toplana yaklaşık 500 kişi, Taksim'e kadar sloganlar atarak yürüdü. CHP Beyoğlu ilçe binası önünde bir süre oturma eylemi yapan grup ,Taksim Meydanı'nda basın açıklaması yaparak olaysız bir şekilde dağıldı.

Tunceli Dernekleri Federasyonu ile çeşitli Alevi derneklerinden oluşan yaklaşık 500 kişilik grup, CHP ve Onur Öymen'i protesto etmek için Galatasaray Meydanı'nda toplandı. 'Arşivler açılsın 37-38 Dersim katliamının hesabı verilsin', 'Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezar yeri açıklansın', 'Açalım kızıl sancağı, gitsin zulmedenin çağı, elimizde dost bıçağı, görelim bakalım nic'olursa olsun', 'Dersim isyanının bastırılma yönetimini savunuyor ve övünüyorsun. Bak Onur Öymen bak biz ölmedik buradayız. Adolf Hitler. (Onur Öymen)' yazılı pankartlar taşıyan grup, İstiklal Caddesi'nden Taksim'e doğru yürüyüşe geçti. 'Irkçı Öymen Irkçı CHP', 'Gün gelecek devran dönecek CHP halka hesap verecek', 'Katil devlet hesap verecek', 'Dersim onurdur onuruna sahip çık' şeklinde sloganlar atan grup, cadde üzerinde bulunan CHP Beyoğlu ilçe binası önünde bir süre oturma eylemi yaptı. Polis, ilçe binası önünde güvenlik önlemi aldı. Grup burada 'İşte burası faşist yuvası', 'Onur Öymen nalet şero to' şeklinde slogan attı. Grup daha sonra tekrar yürüyüşe geçerek Taksim Meydanı'na geldi.

Grup adına açıklama yapan Avukat Ali Rıza Aydın, 72 yıl önce Tunceli bölgesinde yaşanan olayların tarihçesini anlattı. Dersim bölgesinde 10 bilerce insanın öldürüldüğünü ve insanların başka bölgelere sürgüne gönderildiğini belirten Aydın, "O günkü yaşanan bir katliamın bugün faşist CHP tarafından çözüm önerisi olarak sunulması resmi ideolojinin tekerrürüdür. Dersimliler bu utanç önerisini asla unutmayacaklarıdır." şeklinde konuştu. Grup basın açıklamasının ardından dağıldı. (CİHAN)

DİYARBAKIR'DA LASTİK AYAKKABILI PROTESTO

Diyarbakır'daki 25 sivil toplum kuruluşu, Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in 'Dersim isyanı' ile ilgi sözleri nedeniyle CHP'yi protesto etti.

İl Teşkilatı önüne siyah lastik ayakkabılı siyah çelenk bırakan kalabalık, CHP aleyhine slogan atarak, il yönetimini istifaya çağırdı.

Sivil toplum kuruluşları adına açıklama yapan İnsani Hak ve Hürriyetler Derneği Sözcüsü İbrahim Gökdemir, CHP'nin insanlık ve hukuk dışı uygulamaların kaynağı haline geldiğini söyledi.

CHP'yi geçmişi ve gerçeklerle yüzleşmeye çağıran Gökdemir, Çanakkale Savaşı ile Kürt isyanlarının aynı kefeyi koymanın "düşmanı ve kendi halkını aynı görmek" olduğunu savundu.

Öymen'in sözlerinin "imha et, inkar et, asimile et" anlamına geldiğini ileri süren Gökdemir, şöyle devam etti: "CHP zihniyeti halkın haklı ve meşru taleplerini inkar et, karşı çıkanları öldür, geride kalanları sustur, sindir ve asimile et. Bu CHP'nin özetidir. Çok partili sisteme geçildiği zaman halk, onları bir daha iktidar yapmadığı için CHP şu an halktan intikam almaya çalışıyor. CHP yönetimi geçmişte halka yaşattıklarından ve Öymen'in sözlerinden dolayı tüm halkımızdan özür dilemelidir."

Diyarbakır halkı ve STK'ları adına CHP il yönetimine de seslenen Gökdemir, "Onurlu bir duruş göstererek istifa edin. Diyarbakır halkının CHP'yi sandığa gömdüğü gibi, sizden de CHP amblemini Fiskaya'dan tarihin çöplüğüne atmanızı bekliyoruz." çağrısını yaptı.

Açıklamanın ardından kalabalık olaysız bir şekilde dağıldı.

CHP ADANA İL BAŞKANLIĞI BİNASINA SİYAH ÇELENK

Adana'da siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarından oluşan bir grup, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in ''demokratik açılım'' konusunda TBMM'de yapılan ön görüşmelerdeki sözlerine tepki göstererek, CHP il binası önüne siyah çelenk bıraktı.

Aralarında Tunceliler Derneği, Alevi Bektaşi Federasyonu Adana Bileşenleri, Demokratik Toplum Partisi (DTP) il başkanlığı ile bazı sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin bulunduğu grup, İnönü Parkı'nda toplandı.

Burada grup adına açıklama yapan Tunceliler Derneği Adana Şubesi Başkanı Kafi Doğdu, TBMM genel kurulunda toplumsal barışın oluşmasına katkı sunacağını umut ettikleri bir görüşme sırasında, tam tersi gelişmelerin yaşanmasının kendilerini son derece üzdüğünü söyledi.

Doğdu, ''CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in söz konusu yılları konuşmalarına referans yapması, fiziki imha anlamına gelen bir tarihi desteklemesi ve savunması utanç vericidir'' dedi.

Grup, daha sonra İnönü Caddesi üzerinden yürüyüşe geçti ve çeşitli sloganlar ile taşıdıkları dövizlerle CHP il binası önüne geldi.

Bina girişine siyah çelenk bırakan grup, daha sonra olaysız şekilde dağıldı.

CHP MERSİN İL BAŞKANLIĞI BİNASINA SİYAH ÇELENK

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in, Meclis'teki demokratik açılım ön görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada Dersim katliamını savunmasına Mersin'de de sert tepki gösterildi.

Öymen'e tepki göstermek için Tunceliler Derneği Federasyonu, Mersin Özgür Demokratik Alevi Hareketi İnsiyatifi ve Demokratik Toplum Partililer ayrı ayrı yürüyüş yaparak, CHP İl Başkanlığı önüne siyah çelenk bıraktı.

Çankaya Mahallesi'ndeki 111. Cadde üzerinde toplanan DTP'liler, Öymen'i protesto eden sloganlar atarak yürüyüşe geçti. Öymen'i Hitler'e benzeten posterler açan kalabalık, ellerindeki siyah çelengi CHP İl Başkanlığı önüne bıraktı.

Burada açıklama yapan DTP İl Başkanı Serhat Ölmez, Türkiye'nin son derece önemli bir süreçten geçtiğini, bu süreçte 'Demokratik Açılım' çalışmalarının herkes tarafından tartışıldığını ve çözüm arayışlarının güçlendiğini belirtti.

TBMM Genel Kurulundaki 'Demokratik Açılım' çalışmaları sırasında CHP meclis grubu adına söz alan Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in, Dersim'de yaşananları meşru göstermeye yönelik bir takım açıklamalar yaptığını ifade eden Ölmez, ''Söz konusu açıklamalar imha ve inkar politikaları hakkında CHP'nin tutumunu açıkça ortaya koymuştur" diye konuştu.

Tunceli Dernekleri Federasyonu üyeleri ise dernek binasından başlayarak, CHP il binasına yürüyüp siyah çelenk bıraktı. Grup, daha sonra Dersim olaylarında hayatını kaybedenler için bir dakikalık saygı duruşunda bulundu. Federasyonun Mersin Şube Saymanı Binali Akgönül, Dersimlileri CHP'den istifa etmeye çağırdı.

Mersin Özgür Demokratik Alevi Hareketi İnsiyatifi üyeleri ise İnsan Hakları Derneği şube binası önünde basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını okuyan Ali Tanrıverdi, yıllardır baskı ve katliamlara maruz kalan herkesin artık demokratik ve barışçıl bir ülkede yaşamak istediğini vurguladı.

ALEVİLER ONUR ÖYMEN'İ İSTİFAYA ÇAĞIRDI

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in, Meclis'teki demokratik açılım ön görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada Dersim katliamını savunmasına tepkiler çığ gibi büyüyor. Alevi kesimin temsilcileri, Öymen'in, "Dersim isyanında analar ağlamadı mı?" sözüne tepki göstermek için İzmir, Konak eski Sümerbank önünde toplanarak basın açıklaması yaptı. "CHP Munzur'da boğulacak", "Irkçı Öymen hesap verecek" yazılı pankartlar taşıyan grup üyeleri, Onur Öymen'i istifaya davet etti.

Tunceli Dernekleri Federasyonu adına bir açıklama yapan İzmir Dersim Kültür ve Dayanışma Derneği üyeleri, CHP Genel Başkan Yardımcısı Öymen'e tepki için yürüdü. Basın açıklamasını yapan Dernek Başkanı Kemal Mutlu, Öymen'in demokratik açılım çerçevesinde son dönemde yaşanan olayları teröre taviz vermek olarak değerlendirdiğini, müzakerelere ilişkin verdiği örnekle Dersim katliamını meşru göstermeye çalışmasının utanç verici olduğunu belirtti. Mutlu, "Dersim'de yaşananları savunmak tam bir ahmaklıktır." dedi. Kendini sol ve sosyal demokrat olarak nitelendiren bir partinin genel başkan yardımcısının, ülkede akan kanın durdurulması ve problemlerin akıl yoluyla çözülmeye çalışılması için insanların verdiği çabayı görmezden gelmek istediğini belirten Kemal Mutlu, "Öymen'in tarihî gerçekleri çarpıtarak değerlendirmesi, katliamları meşru bir zemine oturtma çabası insanlık dışıdır." şeklinde konuştu. Öymen gibi bir siyasetçinin, kendini "sol" olarak adlandıran bir partinin üst düzey yöneticilerinden olmasının düşündürücü olduğunun da altını çizdi. Mutlu, CHP çatısı altında siyaset yapan insanların onurlu bir duruş sergileyerek Öymen'le ilgili gereğini yapmasını istedi.

Onur Öymen'e bir tepki de Diyarbakır'dan geldi. Diyarbakır'da 43 sivil toplum kuruluşu, Öymen'in Dersim konulu açıklamasının Meclis tarihine 'kara bir leke' olarak geçtiğini kaydetti. Şiddeti ve savaşı dayatanların, tarihin karanlık sayfasında insanlık ailesi tarafından 'lanetlenmiş kişilikler' olarak yer aldığı belirtilen açıklamada şunlar kaydedildi: "CHP sözcülerine hatırlatmak gerekir ki, annelerin evlat acısının, akan kardeş kanının üzerinden statükolarını ve iktidarlarını sürdüren hiçbir siyasal anlayış varlığını sürdürememiştir. Meclis'te yaptığı açıklamayla şiddet ve çatışma ortamını körükleyerek, daha fazla evlat acısının yaşanmasını isteyen, vicdani duygulardan yoksun Onur Öymen'i ve onu alkışlayan zihniyeti kınıyoruz. Başta CHP'nin bölge örgütleri olmak üzere, sosyal demokratları CHP'den istifaya çağırıyoruz."
aktifhaber

Aleviler CHP'yi Yumurta Yağmuruna Tuttu!
15 Kasım 2009

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'e yönelik tepkiler devam ediyor. Sancaktepe'te bakın neler oldu;

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'e yönelik tepkiler devam ediyor. İstanbul'da CHP Sancaktepe İlçe binası, Onur Öymen'in açıklamalarını protesto etmek isteyen kişilerce yumurta yağmuruna tutuldu.

Sloganlar atarak CHP Sancaktepe İlçe Başkanlığı önüne gelen yaklaşık 200 kişilik grup, CHP'yi protesto etti. Kendilerini Sancantepe Halk İnisiyatifi olarak tanıtan grup, basın açıklaması yaparak Onur Öymen'i ve CHP'yi protesto etti.

"Katliamcılar unutmayın Dersim'e sefer olur zafer olmaz" yazılı pankart açan grup, 'Bizimdir ferman, sizinse Dersim', 'CHP Munzur'da boğulacak' sloganları attı.

Öymen'in 10 Kasım'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) yaptığı konuşmasını kınayan grup, açıklamanın ardından CHP ilçe binasını yumurta yağmuruna tuttu. Grup, üzerinde ' CHP - lanet Şero - To Domane - Sarıgazi' yazı siyah çelengi ilçe binası önüne bıraktıktan sonra dağıldı.

Ya Kılıçdaroğlu ya da Öymen gidecek!
17 Kasım 2009
Kendisinden istifa etmesini isteyen Kılıçdaroğlu'na sert cevap veren Onur Öymen, Alevileri ayağa kaldıran sözlerinden sonra en çok alkışlayanlardan birinin de Kılıçdaroğlu olduğunu söyledi. Kılıçdaroğlu'nun cevabı da gecikmedi.
CHP Başkanvekili Onur Öymen, TBMM'de yaptığı konuşmada 'Dersim İsyanı'yla ilgili sarf ettiği sözlere Kılıçdaroğlu'ndan gelen eleştiriye sert cevap verdi. Fatih Çekirge'ye konuşan Öymen, "Konuşmadan sonra en çok alkışlayanlardan biriydi şimdi niye istifaya çağırdı anlayamadım" diye tepki gösterdi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, Hurriyet.com.tr Genel Yayın Yönetmeni Fatih Çekirge’ye konuştu. Dersim tartışmalarıyla ilgili CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’in istifa çağrısına yanıt verdi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, istifa etmeyi düşünmediğini ve Kılıçdaroğlu’nun kendisini istifaya davet etmesini anlayamadığını belirtti ve sözlerini şöyle sürdürdü:

“Ben bu konuşmamı bitirdiğimde dikkat ettim, en hararetli alkışlardan bir tanesi de Kılıçdaroğlu’ndan geliyordu. Konuşmayı alkışladıktan sonra beni istifaya çağıran bir konuşma yaptı, anlayamadım”

Fatih Çekirge’nin, Onur Öymen’e “Deniz Baykal’ın bu konuya nasıl baktı? Size sitem etti mi” sorusuna ise şu yanıtı verdi:

“Evet ben Deniz Bey ile konuştum. O bana bir sitem iletmedi. Hatta geçmişi bırakalım diyerek bu tartışmanın uzamasını engellemek istedi” haber7

Alevi Vatandaşı Dövdüler!
17 Kasım 2009
Baykal'ın kürsüde konuştuğu sırada Alevi bir vatandaşın yönelttiği soru olay çıkardı. Soruyu soran kişi tartaklanarak dışarı çıkarıldı...

CHP Meclis Grup toplantısında Onur Öymen’in açıklamalarına yönelik Dersim protestosu yaşandı.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Meclis’te partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmayı bitirmeye hazırlanırken, partili olduğu belirtilen bir vatandaş ayağa kalkarak, “Ben bir Alevi vatandaşıyım. Sayın Genel Başbakan, bu Onur Öymen’in söyledikleri ile ilgili hiç bir söylemeyecek misiniz?” tepki gösterdi.

Salonda kısa bir şaşkınlığın yaşanmasının ardından, Meclis görevlileri partili kişinin ağzını kapatmaya çalıştılar. Bunun üzerine Baykal, kürsüde, “Bırakın kapatmayın ağzını. Bırakın konuşsun. Biz o konu ile ilgili söyleyeceğimizi söyledik. Konuyu kapattık” dedi.
Bunun üzerine bazı partililer, Öymen’i protesto eden kişiyi tartaklamaya başladılar. Kısa arbedenin ardından partili vatandaşı görevliler dışarıya çıkardılar.

Onur Öymen ise Baykal’ın sözlerine benzer sözleri söylerken, Atatürk’e sahip çıktığına yönelik sözlerini tekrar ederek, “Partiye ve Atatürk’e sahip çıkmak suç değil” dedi. aktifhaber

Öymen Ve CHP'yi Bombaladı
18 Kasım 2009
Avrupa'daki Alevi kuruluşları, Dersim katliamıyla ilgili skandal sözler sarfeden Onur Öymen ve ona sahip çıkan CHP'ye ağır bir dille yüklendi...

Avrupa'daki Alevi kuruluşları, Dersim katliamını normal gösteren CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'e ateş püskürerek, Öymen'in aslında partisinin görüşlerini dile getirdiğini bildirdi.

"CHP'yi demokratikleşmenin önünde engel olarak görüyoruz" diyen kurumların yöneticileri, CHP'nin Sosyalist Enternasyonal'dan ihracı için çalışacaklarını açıkladı.

Avrupalı Aleviler, Dersim katliamını savunan CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen ve onun arkasında duruyor görüntüsü veren CHP lideri Deniz Baykal'a ateş püskürdü. Avrupa'daki en büyük Alevi organizasyonu olan Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF), Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) ve Avrupa Koçgirliler Birliği (AKB), Köln'de bulunan AABF Genel Merkezi'nde ortak bir basın toplantısı düzenleyerek Onur Öymen ve CHP'si sert şekilde eleştirdi.

AABF İkinci Başkanı Ali Ertan Toprak, Genel Sekreter Hüseyin Mat, FDG Genel Başkanı Yaşar Kaya ve AKB Başkanı Kudrettin Çimen'in katıldığı basın toplantısında önce ortak basın bildirisi okundu. Genel Sekreter Hüseyin Mat'ın okuduğu basın bildirisinde, gelen tepkiler üzerine Onur Öymen'in "yarım ağızla" bir özür dilediği, bu özrün samimiyetsiz bir özür olduğunun ikinci konuşmasında ortaya çıktığı vurgulandı.

CHP'nin de sert şekilde eleştirildiği açıklamada şu ifadelere yer verildi: "CHP yönetimi yıllarca Alevileri yalnızca oy deposu olarak görmüş ve onların haklı taleplerini karşılamak için hiç bir girişimde bulunmamıştır. Onur Öymen, Koçgiri katliamını yapan Sakallı Nurettin Paşa, Dersim katliamını yapan Sakallı'nın damadı Abdullah Alpdoğan geleneğinin günümüzdeki temsilcisidir. Dersim katliamını öven Onur Öymen milletvekilliğinden derhal istifa etmelidir. Öymen yalnızca Dersim halkına ve Alevilere değil, insanlığa karşı suç işlemiştir. Dünyanın hiç bir ülkesinde katliamları açıktan savunan bir kişi milletvekili olarak görev yapamaz. CHP, Dersim halkından ve tüm Alevi/Kızılbaşlardan hem 1938'deki katliam, hem de Öymen'in açıklamaları için özür dilemelidir. Biz Avrupa kurumları olarak CHP ve Onur Öymen'in açıklamaları hakkında başta Avrupa Birliği (AB), Sosyalist Enternasyonal ve ülke parlamentoları nezdinde girişimlerde bulunacağız."

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a da çağrıda bulunulan açıklamada, şöyle devam edildi: "Başbakan Erdoğan 'Dersim katliamını savunanlar insanlıktan nasibini almamıştır' dedi. Sözlerinde samimi ise 72 yıl önce idam edilen Dersim Seyitleri'nin mezarlarının yerini açıklamalı, döneme dair arşivler açılmalıdır. 1938'de evlatlık veya Çocuk Esirgeme Kurumları'na teslim edilen Dersimli yetim çocukların tam listesini açıklamalıdır."

"ÖYMEN, CHP'NİN ASIL YÜZÜNÜN ORTAYA ÇIKMASINI SAĞLADI

Daha sonra gazetecilerin sorularını cevaplayan Avrupalı Alevi örgütleri yöneticilerinden AABF İkinci Başkanı Ali Ertan Toprak, "Bu ifadeler yanlışlıkla söylenmiş ifadeler değildir. Onur Öymen kendi başına bu konuşmayı yapmamış, CHP adına açıklamalar yapmıştır. Öymen CHP'nin makyajını silerek asıl yüzünün ortaya çıkmasını sağlamış, bu yapılan CHP'nin gerçek zihniyetini ortaya çıkarmıştır. Biz CHP'yi demokratikleşmenin önünde bir engel olarak görüyoruz." dedi.

CHP'nin solculukla ilgisinin olmadığını belirten Toprak, "CHP'nin Sosyalist Enternasyonal'dan atılmasını talep edeceğiz. Bunun için görüşmelere başladık. Almanya'da SPD ile iletişime geçeceğiz. Bundan sonraki hiç bir etkinliğe CHP temsilcilerini davet etmeyeceğiz. Onur Öymen istifa etmezse Alevi ve Kürt kökenli milletvekilleri CHP'den istifa etmeli. Aleviler yıllardır tek yanlı bir aşk ve umutla CHP'ye oy verdi. Ancak CHP'nin hiç bir zaman demokratik ve sol bir parti olmadığı umarım şimdi Alevilerin kafasına dank eder." diye konuştu.

Öymen'in Atatürk'ün arkasına sığındığını söyleyen Toprak, "Atatürk sonuçta bir insandı. Onun her yaptığı doğrudur anlayışı çağdışı bir anlayıştır. CHP çağdışı bir anlaşın temsilcisidir." dedi.

CHP'deki Alevi milletvekillerine de görevler düştüğünü bildiren Genel Sekreter Mat ise, "Dersim milletvekilleri kendi ataları Seyit Rıza gibi mi tavır alacaklar yoksa yeniden seçimle kaygısıyla mı hareket edecekler bunu göreceğiz. Alevi seçmeni bu milletvekillerinin tavrına göre gelecek dönemde onlara oy verecektir." dedi. aktifhaber

Aleviler, Sünniler ve Dersim...
Ahmet Altan
Taraf Gazetesi
18 Kasım 2009
Barışı engellemek için “Dersim Katliamı yapılırken kimsenin anaların gözyaşına aldırmadığını” söylemek sonra da “beni eleştirmek istiyorsanız önce Atatürk’e faşist deyin de göreyim bakayım” yaklaşımıyla Mustafa Kemal’i kendine kalkan yapmak, sanırım Türkiye’nin birçok gerçeği birarada görmesine yol açacak.

CHP’li Onur Öymen’in o kısa konuşması, toplumun “bazı gerçekleri görmemek” konusundaki “gizli” anlaşmasını yırtıp atacak.

Öncelikle Atatürk tartışma gündemimize alışılandan daha değişik bir biçimde girecek.

CHP’nin bütün politikasını “Atatürk ne yapmışsa doğru yapmıştır, biz de aynısını yapalım” yaklaşımına dayandırması, Atatürk tartışmalarıyla birlikte ciddi bir sarsıntı geçirecek gibi gözüküyor.

Neşe Düzel’le konuşan Taha Akyol’un büyük bir dürüstlükle anlattığı Atatürk’ün bir sözünü sürmanşette okuyacaksınız.

Bugün “laikliğin” temeli olarak sunulan Atatürk’ün Milli Mücadele sırasında dindarları yanına çekebilmek için “anayasamız Kur’an-ı Kerim’dir” dediğini öğrenmek epeyce CHP’liyi şaşırtacaktır.

Atatürk’ün her yaptığını, her dediğini “bugün de aynen tekrarlamaktan” yana olanlar ve Kürt sorununun çözümü için “Dersim çözümünü” önerenler, Atatürk’ün “bu sözünü” de benimseyecekler mi?

Yoksa Atatürk’ün “bazı” sözleri ve “bazı” uygulamalarını seçip diğerlerini unutacaklar mı?

Eğer Atatürk’ün “bazı sözlerini ve davranışlarını” seçeceklerse, Dersim gibi bir katliamı bugüne “örnek” seçmelerinin gerekçesini “Atatürk öyle yapmıştı demek ki doğru olan oydu” mantığının dışında bir mantıkla anlatmaları gerekecek.

Ya da Atatürk’ün her yaptığını, her söylediğini benimseyerek ciddi bir “şeriat” savunuculuğunu üstlenmeleri gerekecek ki o zaman da “laiklikten” vazgeçmek seçeneğiyle karşılaşacaklar.

İki halde de tutarlılıkları zedelenecek.

Ama bana daha da önemli gelen Alevilerin durumu.

Dersim Katliamı’nı Atatürk’ün yaptırdığını, planlarını bizzat onun hazırladığını unutmak isteyen Aleviler, görmezden gelmek istedikleri bir gerçekle hiç beklenmedik bir anda yüzleşmek zorunda kaldılar.

Bu gerçek, onların “geçmişle” hesaplaşmalarını sancılı bir hale sokacak kaçınılmaz olarak ama bir de bugün var.

Neredeyse kitlevi bir şekilde CHP’ye oy veren Aleviler, bütün tepkilerine rağmen CHP yönetiminin “Dersim Katliamı’na” sahip çıkmasını kendilerine nasıl açıklayacaklar?

CHP yönetiminin, “sen bana mecbursun kardeşim, istersem senin dedelerini öldüren katliamı överim, sen de bir şey yapamazsın” böbürlenmesi Aleviler için kırıcı olmalı.

CHP’nin bu aldırmaz tavrı, bir yandan da Alevilerin “çaresizliğini” ortaya koyuyor.

Şu anda CHP’den ve ordudan başka sığınacak bir güç bulamıyorlar.

CHP “Dersim Katliamı’nı” övüyor, ordu “Alevi andıçları” hazırlıyor.

Sığındıkları yerde de dostluk bulamıyorlar.

Ama oradan başka gidecekleri bir yer de yok.

Esas sorun da bu.

Neden Aleviler, kendilerine karşı yapılan bütün hoyratlıklara rağmen CHP’ye ve orduya mecbur?

Çünkü Sünnilere güvenmiyorlar.

Siyasette Sünni dindarların temsilcisi gibi görünen AKP, geçenlerde Yıldıray Oğur’un olağanüstü güzel yazısında anlattığı gibi Alevilere güven vermiyor.

Güvenmemekte çok mu haksızlar?

Geçmişte Atatürk “Alevi Kürtleri” Türkleştirmek için katliam yaptı, bugün ise Alevileri Sünnileştirmek için çok açıkça söylenmeyen çabalar sürüyor.

Bütün o Alevi açılımlarına, Cumhurbaşkanı Gül’ün bir cemevine gitmesine rağmen Alevilerin güvensizliği sona ermiyor.

Elele verdiklerinde Türkiye’yi değiştirebilecek, demokratikleştirebilecek, özgürleştirebilecek olan iki grup birbirine kuşkuyla bakıyor.

Bu kuşkuyu asıl ortadan kaldırması gereken güç AKP.

Ama yapmıyor.

Hâlâ cemevlerine “ibadethane” statüsü tanınmıyor, hâlâ Alevilerin dinî inançlarına saygı gösterilmiyor, hâlâ Alevilerin çocukları zorla din dersine sokuluyor.

Özgürlük bir bütündür.

Bu ülkede hiçbir din, hiçbir mezhep, hiçbir ırk, hiçbir fikir tek başına özgürleşemez, ya hep birlikte özgürleşirler ya da hep birlikte esir kalırlar.

Aleviler türban özgürlüğünü savunmadan, Sünniler Alevilerin inanç özgürlüğüne sahip çıkmadan, kendi özgürlüklerini sağlayamazlar.

Aleviler, sığındıkları parti tarafından aşağılanmaktan, Sünniler sürekli olarak ordunun baskısı altında kalmaktan ancak elele vererek kurtulabilirler.

Birbirini küçümsemekten vazgeçememek için, birlikte esir olmaya değer mi?

“Değmez” diyen özgürlüğe doğru bir adım atmış olur bence.

14 Kasım 2009
CHP'li Öymen'in Dersimlileri terörist gibi göstermesine tepkiler çığ gibi büyüyor.

Öymen istifaya çağrılırken, öfke pankartlara yansıdı. İşte o pankartlar...

TBMM’de Kürt açılımının ön görüşmeleri yapılırken Dersim isyanının bastırılma yöntemini öven CHP Genel Başkan Yardımcısıı Onur Öymen’e tepki yağıyor. Gösteriler yapan Tunceliler, CHP önüne siyah çelenk bırakıp Öymen’i istifaya çağırdı.

10 Kasım’daki TBMM oturumunda partisi adına söz alan Öymen, hükümetin demokratik açılım çalışmasını “Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kimse ‘analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Çünkü sizin terörle mücadele cesaretiniz yok” demişti.

Bu sözlere tepki gösteren Tuncelililer Derneği üyesi bir grup, dün CHP Genel Merkezi’nin önüne siyah çelenk bıraktı. Zılgıt çekerek sloganlar atan grup adına konuşan Ankara Tuncelililer Derneği Başkanı Bülent Akdağ, Öymen’in “Türkiye’de ayrımcılığı körüklediğini” söyledi.

İstanbul’da ise Tunceli Dernekler Federasyonu’na bağlı 400 kişilik bir grup dün Taksim Tünel’de toplandı ve CHP aleyhinde sloganlar attı. Tuncelili sanatçılar Emre Saltık ve Aydın Öztürk’ün de destek verdiği grup, Öymen’in istifasını istedi. Daha sonra Şişhane’deki CHP İstanbul İl Başkanlığı’na yürüyen grup, Öymen’i istifaya çağırdı.

CHP İstanbul İl Başkanlığı önüne gelen grubu İl Başkanı Gürsel Tekin karanfillerle karşılamak istedi. Tekin’i yuhalayan grup karanfilleri kabul etmezken, bina önüne siyah çelenk bıraktı.

Alevi vatandaşlar Meclis'in Dikmen kapısının önüne de siyah çelenk bırakarak Öymen'e tepki gösterdi. aktifhaber

Tuncelili kadınlar: Dersim belgelerini açıkla

Tuncelili kadınlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde yayınladıkları basın açıklamasında CHP Lideri Deniz Baykal'ın, "Malta Sürgünleri" benzetmesine karşılık olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, "Açıklarım" dediği 'Dersim 1938' belgelerini açıklamasını istedi. 07.03.2010 TUNCELİ netgazete

Etiketler: chp içki laiklik yolsuzluk deniz baykal ihale Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Cumhuriyet Gazetesi darbe yolsuzluk silah zina fuhuş kumar ezan kur'an din türban cemevi alevi deniz baykal CHP Grup Başkanvekilleri Kemal Kılıçdaroğlu ve Hakkı Süha Okay Carlos Çorbacı Parvus efendi Turancılık dersim

Devlet özür dilesin, CHP tarihiyle yüzleşsin
16 AĞUSTOS 2010,
Başbakan Erdoğan'ın, 'Dersim'i CHP'nin bombaladı' şeklindeki sözleriyle başlayan tartışmaya Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu da (FDG) katıldı. Hem hükümete hem de CHP'ye seslenen Başkan Yaşar Kaya, 'istismar etmeyin' mesajı verdi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, Tunceli ziyaretinde 'Dersim Raporu' sunan Kaya, 'Sayın Erdoğan, Sayın Kılıçdaroğlu, Dersim'i politik çekişmelerin aracı olarak değil, barış içinde bir gelecek inşa etmenin bir vesilesi yapalım' dedi.
AKŞAM'a konuşan Kaya, şunları söyledi:
- Sayın Başbakan'ın açıklamalarını Dersim'e yapılmış soykırıma varan vahşetin bir itirafı olarak kabul etmek gerekir. Biz 1937-38'de katledilenlerin çocukları olarak sayın Erdoğan'ın samimiyetine inanmak istiyoruz. Dersim halkı, 72 yıldır devletten bir özür bekliyor. 4 Mayıs'ı resmen Dersim'in acılarını paylaşma günü ilan edin. 15 Kasım 1937'de Elazığ Buğday Meydanı'nda idam edilen Dersim'in önderlerinden Seyid Rıza ve arkadaşlarının mezar yerlerini açıklayın. Çocuk esirgeme yurtlarına verilen Dersimli yetim çocukların tam listesini açıklayın.
- Dersim'de yapılan katliamın planlayıcısı ve uygulayıcısı hiç kuşku yok ki CHP'dir. CHP katliamdaki rolünü kabul etmeli ve Dersim halkından resmen özür dilemelidir. Onur Öymen gibi kafatasçıları partiden ihraç etmelidir. Parti ve devlet politikalarıyla cesurca yüzleşmelidir. Dersim 1938 Katliamını Araştırma ve Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmalı, tarihi haksızlığın giderilmesine yardımcı olmalı ve TBMM'de konu hakkında yapılacak yasal çalışmalara destek vermelidir. Sayın Kılıçdaroğlu, 1938'de Düzgün Baba eteklerinde katledilen akrabalarınızın çığlıklarına kulaklarınızı tıkamayın. Mağdur ve mazlum bir halkın ferdi olarak, bir Dersimli olarak atalarınızın çığlığını duyun.
Kadir MERKİT / TUNCELİ
Akşam


En son Ekim tarafından Pzr Mar 07, 2010 11:38 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ksm 20, 2009 11:51 pm    Mesaj konusu: Öymen Alevileri Uyandırdı Alıntıyla Cevap Gönder

Rauf Atilla Polat
HaberX
Müslüman - Türk DÜŞMANI GENERALİN BAĞLANTILARI...
23 Ocak 2010

Meseleye irtica veya darbe olarak bakılırsa, planın arkasındaki gerçek ve Çetin Doğan’ın bağlantıları görünmez olacaktır.

Doğan’ın 1. Ordu komutanı olduğu zaman TSK’nın başında Hilmi Özkök vardı.

Bu darbe toplantısının yapıldığı mekanda 29 general, 133 subay bulunuyordu.

Ne kuvvet komutanıydı ne de G. Kurmay ikinci başkanıydı - ki, bu görevlerde olsa dahi 160’ın üzerinde TSK mensubunu toplayacak güce muktedir değildi.

Plan’ın adı Balyoz; ancak bu planın içerisinde üst rütbe de ismi geçenler sadece Örnek, Fırtına ve tanıdık birkaç isim...

Örnek, Fırtına ve Eruygur ekibi ise Sarıkız ve Ayışığını ortaklaşa planlıyordu.

Planın bam teli; Çetin Doğan ile Şener Eruygur’un farklı yapıların içerisinde olması ve farklı planlar ortaya konulması.

Çevik Bir, Çetin Doğan (araları fazla iyi olmasa da) aynı takımın oyuncuları. Çetin Doğan ayrıca Karadayı’yı kullanan isimlerin başında geliyor.

Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz’da aynı kadronun mensupları.

İbrahim Fırtına, Özden Örnek ise orta da, kim nereye çekerse oraya gidecek türden...Alevi yapılanmasının içerisinde değiller. Eruygur ve Tolon gibi Avrasyacı da değiller.

Çetin Doğan ise İslam düşmanı ve Alevi yapılanmanın mihmandarlığını yapan bir görevli.

Hem de öyle bir düşmanlık var ki, provakasyon için bombalanacak bir sürü yer varken o, hem Fatih’i hem de Beyazıt’ı bombalayacak. Oysa Sultanahmet ve Ayasofya daha kalabalık. Eminönü yenicamii desen kaos için biçilmiş kaftan.

Ama o FATİH ve BEYAZIT’I istiyor.

Acaba neden?

*

Doğan’ın hayatını incelediğiniz ve onu tanıyanlardan dinlediğiniz zaman sünni müslümanlara ve Türklere karşı müthiş bir kin ve nefret beslediğini görüyorsunuz.

İsterseniz MİT raporundaki ses kayıtlarını bir kez daha okuyalım;

-Türklerin üstün bir ulus olduğu safsatasını yıkın,

- Hanımlarınız dekolte giysin diğerlerinin hanımlarını açık giymeye teşvik etsin,

- Alevilik bu ülkede bir gurur kaynağı olana kadar, yani memleketi avucumuza alana kadar herkes kendisini gizleyecek,

- Fisunoğlu, bana korgeneral iken, ’ben karımı oynata zıplata bu noktaya geldim’ demişti. Bizim için de ölçü bu olmalıdır"

- Deşifre olmuş Aleviler... Sevgi desinler insanlık desinler ama ülke için oynadığımızı belli etmesinler.

- Alevi dışında hiç kimse ateist olsa bile güvenilmeyecek...

- Hal hatır soranlara, "Allah’ a şükür" densin. Bizi dinci sansınlar...

- PKK’ya karşı savaşanlara el altından şu mesajı gönderin, "sakın ha ölmeyin, bırakın Atatürkçü olsa da Sünniler ölsün"

‘’ Alevi olmayan birlik komutanlarını, yoksa laikleri sıkıştırın, çokça eğlence düzenleyin, dansöz ve içkiye zorlayın. Din ve milliyetçilik duygusunu zayıflatan yolların neler olduğu açık bularak kullanın.’’

‘’Okullarda öğrencilerin kız arkadaşlıklarını teşvik edin, yapabiliyorsanız, Osmanlı hayranlığını kırın. Cinsel konularda sınırları zorlayın, çünkü bu konu insan zaafının başında gelir.”

“Arkadaşlar çok çalışsın bizim olmayan bu devlet mutlaka bizim olacaktır, Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız” diyor....

Çetin Doğan, Tansu Çiller için de o dönem şu ifadeleri kullanıyor; Türkiye’nin idaresi ordunun kontrolünde değil, darbe yapmayacağını yemin eden bir ordunun etkisi ne kadar olabilir, Tansu ÇİLLER şu anda dini söylemleriyle rol yapıyor da olabilir, ciddi de olabilir çünkü geberesi kadın Sünni.

Emekli olan ve Türklüğünden şüphe ettiğim bu şahsın inanılmaz bir sünni karşıtı ve Türklüğe karşıda olumsuz yaptırımlar yapmasının ardından ki gerçek acaba ne olaki?

Bu sorunun cevabını vermeden önce, isterseniz birde Türkçeye ve Türk ırkına yaptığı ihanetlerden bahsedelim.

Çetin Doğan, Ahmet Necdet Sezer tarafından Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanlığına atandıktan sonra, okulun başına gider gitmez çok ilginç değişiklikler yapmaya başlıyor.

İşte onlardan birkaçı;

-Üniversiteye öğrenci yetiştirmek üzere çeşitli Türk ülkelerinde açılan ve Türkiye türkçesi ile eğitim yapılan 54 lise tek kalemde kapatılıyor. Buralarda okuyan 5 bin öğrenci ise boşlukta bırakılıyor.

-Kazak yetkililere sorulmadan üniversitenin bütün bölümlerinden -Kazakistanın isteği ile okutulan- İslam dini derslerini kaldırıyor.

- Türkiye’den giden bütün Türk akademisyenleri geri gönderiyor. Sebebini de ’Kazakistan nüfusunun yüzde 30’u Rus kökenlilerden oluşuyor. Bu durumlara kızabilirler.’ diyor...

-Üniversitenin işbirliği ile Kırgızistan’ın "Oş Devlet Üniversitesi"; "Kırgız Devlet Üniversitesi" ve Rusya Federasyonu’na bağlı "Dağıstan Devlet Üniversitesi" nezdinde açılan "Türk Dili ve Edebiyatı" bölümleri kapatılıyor.

-Üniversitede Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapımını üstlendiği caminin yapımını durduruyor. Gerekçe olarak da, "Üniversitede ve kışlada cami olmaz!.." diyor.

Doğan’ın kirli çamaşırlarını buraya yazarak bitirmek mümkün değil.

Bu planın diğerlerinden ayıran en önemli özellik ise, İslam düşmanlığı ve mezhepsel yapılanma değil, Çetin Doğan’ın ilginç bağlantıları ve arkasındaki güç.

1.Ordu komutanı olarak karşısına 162 generali alarak ülkeyi ele geçirme planı hazırlayacak bir konumu bulunmayan Doğan 2003 yılında kimlerden emir aldı?

Asıl sorulması gereken soru budur?

Şu küçük ayrıntıyı da atlamayalım; o toplantıya katılan subaylardan bazıları da, içerisinde kurmay subaylar, askeri öğrenciler ve sivil unsurları barındıran ’karargâh evleri’ toplantılarına katılan Alb. C.K.’nın koordinesindeki albaylar Y.K, T K, S K ve F K ile Binbaşı B. gibi isimlerde yer alıyor.

Gördüğünüz gibi subay olarak başlayıp generalliğe kadar yükselen, devleti ele geçirmek için yeri geldiğinizde eşinizi bile satın diyecek kadar gözünü hırs bürüyen bir yapının 3.adamından bahsediyoruz.

Çetin Doğan gibi isimler bu tür yapılanmalarda üstten emir almadıkça böyle kanlı bir plan hazırlayamaz, 162 kadar askeri toplayamaz.

Asıl soruya gelince, bazı şeyler puslanmaya başlasa da derin yapıyı az-çok bilenler şifreyi çözeceklerdir.

Doğan, üstten yani Hilmi ÖZKÖK’ten bu emri almadığına göre kimden aldı?

Kendi kendine karar vermesi mümkün değilken bu kanlı eylemleri kimlerle ve kim için yapacaktı?

Açığa çıkarılması gereken hususlardan biri Çuvalcı paşa Köksal Karabay ile Çetin Doğan arasında bağlantının sınırlarının hangi boyutta olduğu.

Öncedende belirttiğimiz üzere Çuvalcı Korgeneral Köksal Karabay aynı zamanda Dick Cheney’in şirketinin , Koç grubunun ve Yahudi işadamlarının da desteklediği Silopi’de kurulan ’’Emekli Ajanlar Şirketi’nin’’ ortağı.

Yukarıda ne diyor du Çetin Doğan; ’’ Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız...”

Adama sorarlar neden zorundasın diye...Ama biz sormayalım, cevaplandıralım.

Türkiye’de İslam dışı aleviliği kim istiyor?

Hemen aklınıza Almancı aleviler ile onları kullanan Alman istihbaratı BND’nin geldiği muhakkak.

Peki PKK’nın bitmesini kimler istemiyor?

Almanya-İsrail ve Küresel Tapınıkçılar...

İslam düşmanlığı ile beraber Yunanistanla savaşmamız hangi ülkenin işine gelir?

Almanya (BND)-İsrail (MOSSAD) ve Ergenekon’daki küresel yapı.

Çetin Doğan bu planı tek başına yapamayacağına göre kimlerle bu işi başaracaktı?

Bence bu soruya Çetin Doğan; 2002-2003 ve 2004 yılları arasında İstanbul ve Ankara’da masanın etrafında oturan kişilerden birkaçı ile yaptığı toplantıları açıklayarak başlayabilir.

Belki 2008’in Ağustos’un dan itibaren başladığı harp oyunu turlarından da bahseder. Ya da BÇG’nin başkanlığını yaptığı dönemde Ergenekon’un masasında oturanları ve ona emir verenlerin isimlerini de vererek paçayı kurtarabilir.

Eğer birilerini feda etmezse ve savcılık bu belgelerin üzerine giderse, bu dava ne Ayışığına benzer ne de Yakamoza ne de Eldivene.

Çünkü bu kez belgeler sağlam yerden ve sağlam kişilerden ve orjinal olarak sunuldu.

Ne dersiniz belki de Çetin Doğan’a birileri ihanet etti. Ya da ’adamı’ sandığı kişi milli derin yapının adamı çıktı...

*

Son bir not;

Ne diyordu DOĞAN; ’’ Deşifre olmuş Aleviler... Sevgi desinler insanlık desinler ama ülke için oynadığımızı belli etmesinler.’’

Bundan sonra Doğan’ı ona göre seyredin...


16 Kasım 2009 16:03
Öymen Alevileri Uyandırdı

CHP'li Öymen Dersimlileri terörist yaptı, Aleviler ayaklandı. 'Öymen Alevilerin uyanmasına yol açtı' diyen Cafer Solgun'un önemli açıklamaları...

‘ALEVİLERİN KEMALİZMLE İMTİHANI’ KİTABININ YAZARI CAFER SOLGUN: Acımızın taze olmasının nedeni hiç yüzleşilmemesi. Öymen’in sözleri tesadüfi değildi ama Alevilerin uyanmasına yol açtı. Aleviler sistemle ilişkilerini sorguluyorlar.

Cafer Solgun, Tunceli doğumlu. Yani Dersimli. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in Meclis kürsüsünden “1938’de müzakere edilmedi, gereği yapıldı” demeye getirerek; adını Çanakkale ile, Kurtuluş Savaşı ile, Kıbrıs ile aynı cümlede geçirerek “düşman” başlığı altında kategorize ettiği Dersim’den. CHP ve Öymen bir haftadır Alevi sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere ayrımcılığa, inkarcı ve katliamcı zihniyete karşı olan herkesce kınanıyor, ayıplanıyor. Alevi Kürtler ‘yaramız kanıyor’ diyor. Cafer Solgun hatırlatıyor: “Geçmişle yüzleşilmeli ki yaralar iyileşsin”. Zaten kendisi, “Geçmişle, tarihle yüzleşmenin demokratikleşmenin olmazsa olmaz gereklerinden biri olduğu” inancıyla bir araya gelenlerin kurduğu Yüzleşme Derneği’nin başkanı. Munzur Aydın ve Sanatçılar Platformu’nun üyesi. Solgun “Alevilerin Kemalizmle İmtihanı” adlı kitabında, “Alevileri Cumhuriyetin, laikliğin bekçisi olarak gösteren sistemin bizzat kendisi Alevileri tanımıyor” diyor ve Alevileri kendi gerçekleriyle yüzleşmeye davet ediyor.

Aleviler için Dersim ne demek?

Çok şey demek. Öncelikle, Dersim Kızılbaş Alevilerin inanç merkezlerinden birisidir. O coğrafyadan gelip geçen devletlerin, imparatorlukların egemenlikleri altına alamadıkları bir coğrafyanın adıdır Dersim. Zulümden, katliamdan kaçan insanların sığındıkları bir “özgürlük adası” işlevi de görmüştür. Sonradan o coğrafyaya gelenler de bölgenin etnik ve inanç yapısına, herhangi bir baskı altında kalmadan, kuşkusuz kendi renklerini de katarak, adapte olmuşlardır. Dersim’deki Alevilik, doğayla barışık olmasıyla da özgün ve dikkate değerdir. Hayatı var ettiği ve kendisine yaşam imkanları, nimetleri sunduğu için suyuna, ormanına, dağına-taşına kutsal anlamlar atfeder, şükreder, minnet duyar.

• Temel duygu nedir Dersim’de?

Kürt ve Alevi olmaktır. Barış ve kardeşlik isteğidir.

• Tunceli, Cumhuriyet tarihimiz açısından bir simgeselliğe sahip. Geçmişi hatırlatan, yüzleşmekten korkulan, ama oraya bakmadıkça da varlığını koruyan... Aradan 72 yıl geçti. Uzun bir süre fakat, 1937-38’de Dersim’de yaşananlar Alevilerin yüreğini hala aynı şiddette mi yakıyor?

Yaşanan acının ne şiddetinde, ne yakıcılığında, ne de sahiciliğinde herhangi bir azalma veya soğuma olmamıştır. Nasıl olabilsin ki, o günden bugüne Dersimlilerin kuşaktan kuşağa taşıdıkları bu acıyı onaracak hiçbir şey yapılmamıştır ki... Bakın, resmi tarihin ezberlettiği söylem nedeniyle Dersim 37-38 olayı için “isyan” denir. Devletin diğer Kürt isyanların da olduğu gibi Dersim’deki isyanı da şiddetle bastırdığı sanılır. Halbuki öyle değildir. Dersim 38, planlı, programlı, tasarlanarak hayata geçirilmiş bir katliamdır.

ÇIBANBAŞI OLARAK GÖRÜLDÜ

• Nasıl? Bunu biraz açalım.

Olay Genelkurmay belgelerinde de “Dersim tedip ve tenkil harekatı” olarak adlandırılır. Dersim katliamı 1935’de, memleketimizin adının “Tunç Eli” olarak değiştirildiği “Tunceli Kanunu” ile başlamıştır. O dönemde hazırlanan tüm raporlarda Dersim “çıbanbaşı” olarak adlandırılmış, nasıl yok edileceğine dair her biri diğerinden korkunç, tüyler ürperten önermeler yapılmıştır. Sonuçta, bir tür “sömürge valisi” sıfatıyla, Kürt, Ermeni ve Alevi düşmanı olarak nam salmış Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı General Abdullah Alpdoğan 4. Umumi Müfettiş olarak 1937’de bölgeye atandı ve katliam başladı. Aynı yılda Dersim’in inanç önderlerinden başta Seyit Rıza olmak üzere 8 kişi Elazığ’da, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yargılama sonucunda idam edildi. Şu kadarını söyleyeyim; Seyit Rıza’nın 18 yaşından küçük hasta oğlu Resik Hüseyin, babasına seyrettirilerek asılmıştır. Köyler yakılıp yıkılmış, kadın, çocuk ve yaşlıların da olduğu binlerce insan toplu katliama maruz kalmıştır. İhsan Sabri Çağlayangil’e ait olan ve yalanlanmayan ses kaydına göre, mağaralara doldurulan insanlar “kimyasal gaz” kullanılarak, Çağlayangil’in ifadesiyle “fare gibi” öldürülmüşlerdir.

• Yaşanan acıyı ilk günkü yakıcılığında tutan, yaraları iyileştirmeyen şey nedir?

Bakın, 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Seyit Rıza ve arkadaşlarının ölülerine ne yapıldığını bile hala bilmiyoruz. Yaygın rivayet, cesetlerin yakıldığı, küllerinin de Fırat’a savrulduğu yönünde. Seyit Rıza’nın torunu dedesinin mezarının nerede olduğuna dair yürüttüğü hukuk mücadelesinden halen bir sonuç alamadı. Mahkemeler başvurulara “kayıtlarımızda böyle bir şey yoktur” şeklinde cevap veriyor.

• Bu tutum acıyı öfkeye mi çeviriyor?

Açık ve kesin olarak: Dersimliler kimseye karşı kin, öfke veya intikam duyguları beslemiyor. Bu acılı tarihin hafızalarımızda taze olmasının nedeni, benzer tarihi gerçeklerde olduğu gibi, Dersim 38 olayıyla yüzleşilmemiş olmasıdır. Yaraların tedavi edilmesi, devlet ve toplum olarak Dersim 38 ile yüzleşilmesini gerekli, hatta kaçınılmaz kılıyor.

• Geçmişle yüzleşme ve topyekun demokratikleşme çabalarının sürdüğü bir dönemde Onur Öymen Meclis’te “Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehidimiz vardı, hepsinin anası ağladı. Kimse mücadeleyi durduralım demedi. Kurtuluş Savaşı’nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Siz terörle mücadeleden korkuyorsunuz?” dedi. Bunu diyerek aslında ne dedi?

Bu sözlerin anlamı Dersim katliamını, tartışılan Kürt sorunu konusunda bir “çözüm mantığı ve yöntemi” olarak önermekten başka bir şey değildir. Bu sözler ne tesadüfidir, ne yanlışlıkla ağızdan çıkmıştır. Öymen, sadece CHP’nin zihniyetini dillendirmiştir. Bunca tepki yaratması, eleştirilmesi de söz konusu inkarcı zihniyeti “doğrudan” bir üslupla ifade etmiş olmasından. Ben şaşırmadım ama demagojik söylemlerin etkisindeki Alevilerde şaşkınlık yarattı. Bu şaşkınlık, Alevilerin kendi gerçeklerini sorgulama süreci için de son derece etkili olmuştur.

CHP’NİN, ÖYMEN’İN ÇABASI NAFİLE

• Öymen konuşmasını savunarak “Kimseyi incitecek bir şey söylemedim” dedi?

Bizler ve kamuoyu Öymen’i gayet iyi ve doğru anladık. İnsanların algı ve anlayışlarıyla alay edercesine “öyle bir şey demedim” veya “yanlış anlaşıldım” diyerek durumu muğlaklaştırmaya çalışması nafiledir.

• CHP örgütünün telafi çabaları var.

Doyurucu bulmuyorum. Öymen’in konuşmasından sonra, bu partide Dersimli, Kürt, Alevi kimliğiyle siyaset yapanların bir gün daha fazla CHP’de kalmaması gerekir.

• Bu, Aleviler CHP’den kesin olarak kopacak demek mi yani; CHP ve Onur Öymen ne olursa Alevilerce affedilir?

Sadece Kürtler ve Aleviler açısından değil, bir bütün olarak CHP’nin Türkiye’ye karşı ciddi ve samimi bir özür borcu var. Bu özrün gereğinin yerine getirilmesi ise, bence, CHP’nin demokrasi ve özgürlükler konusunda köklü bir muhasebe yapmasını, köklü bir zihniyet dönüşümüne gitmesini gerekli kılıyor. CHP tarzı bir siyaset çağdışıdır ve sorunlarını demokrasi standartlarını yükselterek çözme çabasındaki Türkiye açısından da ciddi bir talihsizlik konusudur.

Alevilerin devlete karşı duygusu sadece korku

• TSK’nın toplumun farklı kesimlerine ait görüşleri olduğunu, kendilerinin yaptığı konuşmalardan açıklamalardan biliyoruz. TSK Alevileri “nasıl” görüyor?

Geçen ay Eruh’ta çatışmada hayatını kaybeden askerlerden biri, Amasya’lı bir Alevi olan Başçavuş Murat Taş idi. Cenaze ailesince Alibeyköy Cemevi’ne getirildi, tören henüz başlamışken, bir yarbay gelip “resmi tören camide yapılacak” diyerek cenazeyi götürdü. Bu, Alevi toplumunu çok sarstı. Bu olay TSK’nın Alevilere bakışını çarpıcı şekilde gösteriyor. Genelkurmay İstihbarat Okulu’nda istihbarat subaylarına Aleviler nasıl öğretiliyor, biliyor musunuz: “Aşırı sağ, sol terör örgütleri ve tarikatlar” başlığı altında.

• Aleviler TSK’yı nasıl görüyor?

TSK, kendisini “kurucu, koruyucu, kollayıcı” olmakla misyonlandırmış bir ordu. Herhangi bir ülkenin herhangi bir ordusu gibi değil yani. Bu durumun yol açtığı sonuçların Türkiye’ye nasıl zarar verdiğini herkes görüyor. “Demokrasiye komplo” belgesini ve gelişmeleri de bu kapsamda görmek gerek. TSK’nın İç Hizmet Yönetmeliği’nin 35. maddesi, TSK’nın “koruma-kollama” misyonuna yasal dayanak oluşturuyor. O madde oradayken, askeri darbelerle geniş anlamda hesaplaşmak, yüzleşmek imkanı da tam olarak bulunamıyor. Aynı şekilde “ordu siyasete karışmasın” demek de tam ve kesin bir sonuç yaratmıyor, yaratamıyor.

• Bunların Alevilerle ‘özel’ ilgisi ne?

Bunun Alevilerle çok yakından bağlantısı var. Aleviler konusunda devletin diğer kurumları gibi TSK da yıllarca adı konulmamış ayrımcı uygulamaların sahibi olmuştur. Ama ne zamanki “öncelikli tehdit ve tehlike” konseptinde “irtica tehlikesi” diye bir “tehlike” saptaması yapıldı, o zaman Aleviler keşfedildi. “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganını en gür sesle Alevilerin atması istendi. Aleviler “laik-anti laik” kutuplaşmasında, laikçiliğin “kitlesi” haline getirilmek istendi. Fakat şu acayipliğe bakın ki, Alevilerin “teminatı” oldukları söylenen bu laik sistem, Alevileri tanımıyor bile! Alevilerin orduya güven duydukları söylenir hep. Oysa bu işin görünen boyutudur. Gerçekte Alevilerin TSK’ya ve bir bütün olarak devlete karşı içlerindeki duygu, korkudan başka bir şey değildir. Bu korkunun sebebi ise, ancak öncelikle Dersim katliamına ve yakın siyasi tarihimiz boyunca maruz kaldığımız diğer katliamlara bakılarak doğru anlaşılabilir...

Aleviler artık sistemle ilişkilerini sorguluyor

• 22 Temmuz’a kadar CHP’nin bölgede en çok oy aldığı illerin başında Tunceli geliyordu. Sonra ne oldu da yollar ayrıldı?

22 Temmuz’a dek CHP iki milletvekilliğinin ikisini veya en az birini kazanırdı. 2007’de ilk kez vekil çıkaramadı. Nedeni artık açıkça ortaya çıktığı gibi CHP’nin gerek Kürt sorunu, gerekse Türkiye’nin demokratikleşme sorunları karşısında takındığı çözümsüzlüğün, mevcut statükonun sürüp gitmesinden yana tutumu. CHP’nin ve CHP’de ifadesini bulan resmi ideoloji zihniyeti, Ankara’nın doğusunda kendisine kolay kolay kitlesel bir karşılık bulamayacak.

• Alevilerin sistemle ilişkisi mi değişiyor?

Alevilerde “şeriat korkusu” yaratmak, “laiklik elden gidiyor” demagojisiyle Alevileri, kendilerine ait olmayan kimi kaygılarla kendisine bağlamak çabası şeklinde cereyan eden “mesnetsiz” bir durum var. Ama artık Aleviler hem bu ilişkiyi sorguluyorlar, hem kendi kimlik ve değerlerini, taleplerini sahiplenmede geçmişe kıyasla daha duyarlı bir noktaya geldiler.

Memleketimize Tunceli değil hep Dersim dedik

• Dersim olaylarına karşı düzenlenen harekatın adı “Tunç Eli” idi. Sonra bu isim şehre verildi. Tunceli ismi Tunceliler’ce benimsendi mi?

Hiçbir zaman benimsenmedi. Biz memleketimize her zaman “Dersim” dedik. Tabii, tıpkı “Kürt” demek gibi, “Dersim” demenin de yasak olduğu yıllar yaşadık. “Dersim” adını taşıyan ne bir dernek, ne de ticari bir işletme kurmak mümkündü. Bir süredir memleketimize “Dersim” diyebiliyor olmaktan dolayı son derece hoşnutuz. Bu hoşnutluğumuz, gerçekte bir operasyon adı olan “Tunç Eli” adından kurtulduğumuz zaman daha da artacak elbette.

aktifhaber

Türkiye'nin İlk Alevi Partisi: Birlik Partisi
Kelime ATA
Gazeteci

Birlik Partisi, farklı kimlik ve ideolojilerin kendilerini ifade etmesine olanak tanıyan 27 Mayıs Anayasası’nın oluşturduğu “görece özgürlükçü” bir ortamda “zengin Aleviler” tarafından Avukat Cemal Özbey’in önderliğinde 17 Ekim 1966’da kuruldu. Bu partinin en önemli özelliği hem Cumhuriyet tarihinde, belli bir inanca mensup olan Alevilere yaslanan ilk parti hem de Alevilerin ilk siyasi deneyimi olmasıydı. Sosyolojik olarak Alevi tabana seslenen ancak Alevilik inancı üzerinden kurgulanan bir toplum ve devlet düzenine taraftar olmayan partinin amblemi, 12 imamı temsil eden 12 yıldız ve Hz. Ali’yi sembolize eden bir aslandı.

Partinin 16 kurucusu, Hasan Tahsin Berkman (Emekli General), Cemal Özbey (Avukat), Feyzullah Ulusoy (Avukat, çiftçi), Salim Delikanlı (Emekli albay), Tahsin Tosun Sevinç (Sendikacı), Mustafa Geygel (Müteahhit, çiftçi), Mehmet Güner (İktisatçı), İbrahim Zerze (İşçi), Hüseyin Dedekargınoğlu (Matbaacı), Hüseyin Günel (Müteahhit), Mustafa Topal (Doktor), Hüseyin Eren (Emekli albay), Arif Kemal Eroğlu (İşçi), Mehmet Ali Egeli (İktisatçı), Hüseyin Erkanlı (Avukat) ve Faruk Erginsoy (avukat) idi.

Partinin ilk programında, resmi siyasetin derin izleri fark ediliyordu. CHP’nin ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 6 ilkesi (Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ve laiklik) referans alınarak hazırlanan programa göre Birlik Partisi, “reformist, ilerici, Türkçü ve Atatürkçü” idi; “Yeşilin, kızılın ve karanın” karşısındaydı, siyasi yelpazedeki yeri “Kemalizm ilkelerinin yanıbaşı”ydı. Sınıflar arasındaki menfaat çatışmalarını gidermeyi öncelikli hedef gören partinin Kemalizm’den ayrıldığı tek nokta, laikliğin uygulanışına getirdiği itirazdı. Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığı’nda neden temsil edilmediği noktasından başlatılan bu itirazın gereği, Birlik Partisi, Diyanet’in “inanç grupları arasındaki denge ve eşitliği sağlayacak ve bunların inanç ve vicdan özgürlüğüne saygı gösterecek şekilde” teşkilatlandırılmasını talep ediyordu.

İlk Genel Başkan Emekli bir Tuğgeneral olan Hasan Tahsin Berkman’dı. Ekim 1966’dan, Mart 1967’ye kadar genel başkanlık yapan ancak genel başkanlığı sırasında “aksiyoner” olamamakla suçlanan Berkman, partililerle yapılan bir toplantıda ABD yanlısı açıklamalar yapınca düşürüldü ve yerine Millet Partisi’nden transfer edilen Hüseyin Balan getirildi. Hüseyin Balan’ın Genel Başkanlığı’nda gerçekleştirilen 1. Olağan kongre sonrasında ise parti ilk ciddi bölünmesini yaşadı ve partiden ayrılan sağ eğilimli grup Emekli Kurmay Albay Sadettin Suataç önderliğinde Demokrat Birlik Partisi’ni kurdu. Bu partinin kurucuları arasında BP’nin kurucularından Emekli Kurmay Albay Hüseyin Eren de yer alıyordu.

Berkman ve Hüseyin Balan döneminde parti, Alevilerin geleneksel kesimiyle buluştu ve bu buluşmayı Alevilerin manevi önderleri olan dedeler kanalıyla gerçekleştirdi. Dedeler, partinin örgütlenmesinde aktif roller üstlenirken, halk ozanları örgütlenme sürecinde partinin propagandasını yaptı. Köylerde yaşayan Alevilerle, köyden kente göç eden ancak Alevi inancının etkilerini taşımaya devam eden kesimlerin partiye ilgi göstermesinde, Hacıbektaş dergahı da kilit rol oynadı. Çünkü, dergahın 1960’lı yıllardaki postnişini Feyzullah Ulusoy, partinin kurucuları arasındaydı. Dergahla parti arasındaki ilişki Berkman’ın Genel Yönetim Kurulu’nda düşürülüp Hüseyin Balan’ın genel başkan seçildiği toplantıdan sonra kesintiye uğrasa da, zedelenen bağ 1969 seçim sürecinde biraz da tabanın baskısıyla yeniden kuruldu.

BP, ilk seçimine 2 Haziran 1968 tarihinde yapılan kısmi senato ve mahalli seçimlerinde girdi. En az 15 ilde örgütlenme şartını yerine getiremediğinden dolayı sadece Alevi nüfusun yoğun illerde belediye başkanlığı, belediye ve il genel meclisi üyeliği seçimine giren parti, il genel meclisinde yüzde 1.6 oy aldı. Seçime girdiği 17 ilde toplamda aldığı oy düşük kalsa da partinin kimi illerde gösterdiği başarı dikkat çekiciydi. Amasya’da yüzde 20.7 oy alarak CHP’den sonra üçüncü parti olan Birlik Partisi, Tokat’ta yüzde 16.2, Erzincan’da yüzde 15.6, Çorum’da yüzde 14.5’lik başarı elde etmişti. Yüzde 5’in üzerinde oy aldığı diğer iki il ise Malatya (% 6.8) ve Sivas (% 6.2) idi.

1968 seçimlerinde elde edilen veriler, Birlik Partisi’nin hangi illerde başarılı olabileceğini gösterdi ve 1969 milletvekili seçimleri, bu verileri doğrulayıcı oldu. 12 Ekim 1969 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinde, Hacı Bektaşi Veli’nin soyundan geldiklerine inanılan Ulusoy ailesi ve Malatya’nın Ağuçan Ocağı dedelerinden Hüseyin Doğan ailesi üzerinden Alevilerin geleneksel kesimi ile buluşma gerçekleştirildi. Ulusoy ailesinden Kazım Ulusoy Amasya’da, Ali Naki Ulusoy Çorum’da, Yusuf Ulusoy Tokat’ta, Cemalettin Ulusoy da Yozgat’tan liste başı gösterildi. 1965’te Adalet Partisi’nden milletvekili seçilen Hüseyin Doğan’ın oğullarından Kazım Doğan Maraş’ta, Enver Doğan Adıyaman’da liste başı olurken, Mazlum Doğan ise Malatya’da beşinci sıraya konuldu.

Bu seçimde 29 ilde sandık başına giden Birlik Partisi, 12 Ekim 1969 seçimlerinde 8 milletvekili çıkardı ve yüzde 2.8 oy aldı. Amasya’dan Kazım Ulusoy, Tokat’tan Yusuf Ulusoy, Çorum’dan Ali Naki Ulusoy, İstanbul’dan Haydar Özdemir, Malatya’dan Sami İlhan, Ankara’dan Hüseyin Balan, Sivas’tan da Mustafa Timisi ve Hüseyin Çınar’ı milletvekili çıkaran BP, nüfusunun tamamına yakınını Kürt Alevilerinin oluşturduğu Tunceli’de ise varlık gösteremedi. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, partinin “Türkçü” söylemi diğeri de Türkiye’de okuma-yazma oranının en yüksek olduğu il nüfusunun inanç eksenli bir partiyi reddetmesiydi.

Kurulduğu tarihten beri iç çatışmaların yaşandığı BP, etkili bir örgütlenme gerçekleştirememesine karşın 1969 seçimlerinde iyi bir başlangıç yaptı ama bu başarı Alevi nüfus dikkate alındığında pek de parlak değildi. Millet Meclisi’nde grup oluşturulması için yeter sayı olan 10 milletvekilliği bile elde edilememişti ki, bunun en önemli nedeni 1960’lı yıllarda Aleviliğin sol bir kimlik edinmesi, özellikle Alevi gençlerin sosyalist hareketlerin içinde kümelenmesiydi.

Aleviliğin sol düşünceyle örtüştürülmesi, Alevilerin partisi olarak doğan Birlik Partisi’nde de yansımasını buldu ve Kasım 1969’da gerçekleştirilen ikinci olağan kongrede Mustafa Timisi’nin seçilmesine olanak sağladı. 1969 Milletvekili seçimlerinde alınan sonucu başarısız bulan delegelerin yeni bir lider arayışında, Sivas Milletvekili Mustafa Timisi, genç ve eğitimli bir siyasetçi olarak öne çıktı ve rakibi Hüseyin Balan’ın karşıs&#

19 Kasım 2009
Emre Aköz
Bu şartlarda CHP'nin arka bahçesi olmaya devam edilebilir mi?

Dünkü yazının son cümlesinde "Bir şey sorabilir miyim" demiştim, "Dersim harekâtını Atatürk'ün bizzat yönettiği söyleniyor. Doğru mu bu?"
Bazı okurlarımız, sağ olsunlar, benim beceriksizce yapılmış 'tecahül-ü arifane'me cevap vermiş.
Yine de binlerce teşekkür. Burada birlikte bir şeyleri öğreniyor ve paylaşıyoruz. Çok mutlu oluyorum.
Önce sorunun cevabına değinelim. Daha sonra büyük resme bakarız...
***
Dersim (Tunceli) harekâtını o sırada Başbakan olan Celal Bayar şöyle anlatıyor:
"Mareşal, Erkân-ı Harbiye Reisi, ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim'de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz.
Üçümüz bir arada 'Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır', onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi'nde muharebe etmişler.
Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim'in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı...
O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk'le göz göze geldik.
Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. 'Ne olacak' dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. 'Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını' dedim. Atatürk: 'Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim'i' dedi ve vurduk..."
Yani işin başında Cumhurbaşkanı Atatürk ve GK Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak var. Sivil kökenli Başbakan Bayar da "üstüne düşeni" yapıyor.
Haritayı da unutmayalım: Harekâtta yapılanları Atatürk'ün kendi eliyle işaretleyerek gösterdiği harita, Trabzon'daki müzede durmakta... 'Buradan girdik, şuradan vurduk' diye anlatmış.
***
Bayar ve Çağlayangil'in anılarını yan yana getirdiğinizde (daha niceleri var) manzara ortaya çıkıyor:
Operasyonu Atatürk ve Çakmak yürütüyor. En tepede onlar var. Diğerleri emirleri uyguluyor.
Ama emri verenin de, uygulayanın da vicdan azabı çektiğini, pişmanlık duyduğunu gösteren işaret pek yok:
Zehirli gaz da kullanarak, suçlu/suçsuz ayrımı yapmadan, kadın/çocuk demeden, toptan yok etmeyi, doğru ve meşru bir eylem olarak görüyorlar.
***
Bu ve benzeri olaylardan çıkan bazı sonuçlar şunlar:
* Şimdiye kadar okullarda okutulan cumhuriyet tarihi koca bir yalandır. Her şey çarpıtılmış ve sansürlenmiştir.
* "O vakit öyle düşünülmüş, öyle yapılmış" diyerek 'geçmişi' mazur gösterenler, o dönemi 'bugün' niye savunduklarını anlatsınlar da öğrenelim. İnsanlık suçuna niye sahip çıkıyorlar?
* Şimdi de aynı şeyi mi yapmak istiyorlar? Evet, istiyorlar. CHP'li Onur Öymen tam da bunu dedi.
* Gerçeklerin ortaya çıkması için 'Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun da kaldırılması gerekir.
* "Bazı" Alevilere sormak gerek: Madem Dersim'de yapılanları biliyordunuz... Niye 2006'da bin köye, bin Atatürk büstü dağıttınız? Kemalist darbecilerin organize ettiği Cumhuriyet mitinglerini niye desteklediniz? Ve niye, Reha Çamuroğlu'nun ifadesiyle, CHP'nin arka bahçesi oldunuz? Peki, olmaya devam edecek misiniz?

Sabah

Murat Belge/Taraf
Cemaat ve Yargı

Türkiye’de cemaat yapılarının direnişi üstüne düşünürken gözüm Suriye’ye kayıyor. Osmanlı’nın zengin cemaatler yapısının eskisine yakın biçimde hayatta kaldığı bölgelerden biridir Suriye. Tabii toplumsal doku, politik yapılanmayı da doğrudan ve dolaylı belirler. Hafız Esad Ortadoğu’da en uzun süre iktidar koltuğunu korumuş siyasî önderlerden biridir. Neydi ona bu uzun cumhur sultanlığı yapma imkânını veren? Suriye’nin Alevi cemaatiydi.

Türkiye’de Hatay’da tanıdığımız Nusayrîler; Suriye’nin Hatay’a yakın bölümlerinde, örneğin Lazkiye’de bayağı bir yoğunluk oluştururlar. Ama genel nüfus içinde oranları yüzde on ikiyi geçmez. Hafız Esad bu kökenden geliyordu.

Suriye henüz bağımsız olamamış, bir Fransız mandası altında Osmanlı’dan ayrılmışken, Fransızlar burada kolonyalizmin klasikleşmiş bir taktiğini uyguladılar ve kurdukları Suriye ordusunun subay kadrolarında ülkenin çeşitli azınlık gruplarına öncelik verdiler: Aleviler (Nusayrîler), Dürzîler, İsmailîler ve Kürtler, Suriye ordusunda, Suriye toplumunda olduğundan daha avantajlı bir yer edindiler. Bu durum Suriye Fransız mandasından çıkıp bağımsız bir cumhuriyet olduğu zaman da devam etti ama bu yeni dönemde bazı değişimlere uğradı. Nusayrîler dışında kalan azınlık grupları ordu içindeki nüfuzlarını sırayla kaybettiler. Örneğin ileri gelen Dürzî subaylar, Selim Hatum ve arkadaşları, 1967’de idam edildiler. Onlar, 1966’daki, Nusayrî subayların öncülüğünde gerçekleştirilen 1966 darbesine karşı direniş içindeydiler. Hatumi yenilip aradan çıkarken, onun ve kadrolarının yerini otomatikman Nusayrî subayları aldı. O tarihte bu da muhtemelen “otomatikman”, o yerleri alabilecekler o kesimden geldiği için, böyle olmuştu. Ama sonraki yıllarda ordudaki Nusayrî hegemonyasına bakan biri bunun da geleceğe yönelik bir plan ya da bir komplonun parçası olduğunu düşünebilir.

Çünkü bundan sonra ordu Dürzîlerden başka Kürt, İsmailî vb. subaylardan arınırken, Nusayrî subaylar adım adım ilerledi ve Suriye ordusuna egemen oldular. Genel olarak baktığımızda, bütün kadro içinde, Sünnîler çoğunluktaydı ve bunun böyle olması, ülke nüfusunun oranları düşünüldüğünde, normaldi. Sorun, Sünnî subayların İsrail sınırına, Türkiye sınırına vb. yollanması ve Nusayrî komutasındaki askerî birliklerin Şam çevresinde bulunmasıydı. Bunlar Suriye ordusunun en seçkin birlikleriydi. Ama asıl işleri –ve asil işleri- Esad’ı korumaktı.

Bu oldukça basit manivela yıllar yılı Esad’ı iktidarda tutmaya yetti. Şimdi de oğlunu orada tutuyor.

Bir zamandan beri Müslüman ve İslâmcı azınlık bu duruma çatıyor, bununla mücadele ediyor. Nasıl ediyor? “İslâm’la ilgisi olmayan Alevi (belki “Kızılbaş” da diyorlardır) bir azınlık tepemizde! Kalkın ey ehl-i müslimin!” Yani en bayağısından bir Alevi düşmanlığı yapıyorlar. Nusayrîlerin ise, bu propaganda biçimini işitmeden önce, Ortadoğu’da dinî azınlık olmakla ilgili, pek hoş olmayan anıları olsa gerek (Türkiye’deki Aleviler gibi). Dolayısıyla, bugün elde tutmaya devam ettikleri saldırgan pozisyonu aslında savunma amacıyla tuttukları da söylenebilir.

İroni, Suriye’de bugün varolan dengelerde, siyasî İslâm cenahından gelen “Aleviler bizi yönetiyor! Ne olacak halimiz?” çığlıklarının, orduda Nusayrîlerin etkisini arttırmaya yaraması. Bu da siyasî dengenin böylesi işte!

Ve buyurun size “cemaat politikası”.

Türkiye’de bunun benzeri var mı? Alevi cemaatin Kemalizm’le ilişkisi belli. Onur Öymen’in kahramanca çıkışı dahi bunu henüz bütünüyle değiştiremez, çünkü cemaat önderlerinin kararları belli.

Ama TSK içinde Suriye’dekine benzer bir Alevi örgütlenmesi var mı? TSK her haliyle kapalı kutu. Birileri, birtakım gözlemler yapıp bu yolu açmış olabilir. Ama bunun olduğunu sanmıyorum.

Yüksek Yargı’daki durum var. Alevilik orada örgütlü: kimi düşman, kimi dost olarak gördüğü de kendi açısından açık seçik ortada. Kararları da bunu gösteriyor.

Biz aramızda konuşuyoruz, “Yüksek Yargı” diye. Oysa orada cemaat ilişkileri geçerli.

Ve modernleşen Türkiye’den söz ediyoruz.

12 Aralık 2009
Kılıçdaroğlu'nun Zor Anları

CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, ziyaret ettiği Antalya Cemevi'nde sert bir protesto ile karşılaştı.

CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, ziyaret ettiği Antalya Cemevi'nde protesto ile karşılaştı. Cemevinde Alevilere hitap eden Kılıçdaroğlu, kardeşlik mesajı verirken bir kadının tepkisi ile karşılaştı..

Tuncelili olduğunu söyleyen Kadriye Demir, CHP Genel Başkan Yardımcı Onur Öymen'in 10 Kasım günü TBMM'de 'Dersim isyanıyla' ilgili yaptığı konuşmasına tepki göstererek, "CHP'de milletvekili ayrım yapıyor. Meclis'te o koltuk size çok mu tatlı geliyor? Ben bir Tuncelili olarak sizi Meclis'te istemiyorum. Onur Öymen, Aleviler ölünce mutlu mu oldu? Siz Alevilerin sayesinde Meclis'te duruyorsunuz." dedi.

aktifhaber

22 Aralık 2009 12:14
Küçük Tatar'ı Böyle Fişlemiş
Önceki gün intihar ettiği iddia edilen Yarbay Ali Tatar'ın adı Veli Küçük'ün evinde ele geçirilen fişleme dosyasında bakın nasıl geçiyor

Önceki gün intihar ettiği iddia edilen Yarbay Ali Tatar'ın 'Amirallere suikast planında tim lideri olarak görüldüğü' iddiasıyla hakkında tutuklama kararı talep edildiği öne sürüldü. Veli Küçük'ün evinde ele geçirilen fişleme dosyasında Yarbay Tatar'ın adı geçiyor

Yarbay Ali Tatar'ı intihara götüren soruşturma İstanbul Narkotik Polisi'ne 15 Şubat 2009 günü gelen bir ihbarla başladı. Kocaeli Gölcük ve İstanbul Bahçelievler'deki bazı adreslere eşzamanlı baskın yapıldı. Baskınlarda 500 gram TNT patlayıcı madde bulununca bu kez İstanbul Terörle Mücadele Polisi devreye girdi. Ele geçirilen belgelerde eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç ve şimdiki Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit'e suikast hazırlığı olduğu iddia edildi. Operasyonda 9 muvazzaf teğmen ile Yarbay Ali Tatar tutuklandı. 'Terör örgütüne üye olmak' suçundan tutuklanan Tatar itiraz üzerine serbest bırakıldı. Ancak savcı yeniden tutuklama talep edince Tatar hakkında yeniden yakalama emri çıkarıldı.

İddialara göre tutuklanan teğmenlerin Gölcük'teki evinde bir mermiye rulo halinde sarılmış olarak iki amirale suikast planı bulunmuştu. İddiaya göre suikast timinin başındaki isim Yarbay Ali Tatar'dı.

Yarbay Ali Tatar'ın adı Ergenekon soruşturmasının birinci iddianamesinde de yer almıştı. Emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün adresinde ele geçirilen fişleme dosyasında Tatar ile ilgili şu ifadelere yer veriliyor: 'Açıkça anlaşılmaktadır ki Yüzbaşı Ali Tatar ve arkadaşları birinci sıraya yüce milletimizin ve ordumuzun menfaatlerinin, emir - komuta zincirinin yerine Alevilik gibi başka değer yargılarını ve ölçülerini koymuşlardır. Artık deniz kuvvetlerinde Eğitim Uzmanı personeli olmak için tercihen Alevi olmak yetiyor. Tatar, Sivas Gürün Yuva Köyü'nden Alevi olup, Deniz Lisesi PAP Şube Müdürü'dür. Yuva Köyü yörede PKK'lı yatağı ve anarşist yuvası olarak bilinmekte. Yakın akrabası Hüseyin Tatar, anne Elife, baba Halife bölücü örgüt üyesi olmaktan sabıkalı.'

Savcılar önce Poyrazköy, Kafes ve son olarak 'Amirallere suikast' dosyalarının Ergenekon'la bağını çözmek için çalışıyor.
aktifhaber

ABD Büyükelçisi 10 Ocak'ta Neler Karıştıracak?
26 Aralık 2009 Cumartesi 16:58

ABD'nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, 'Kürt açılımı'ndan sonra, resmen 'Alevi açılımı'na da el koyuyor.

Müyesser YILDIZ

Jeffrey, Cem Vakfı Ankara Şubesi’nin 10 Ocak’ta düzenleyeceği Aşure Günü’ne kalabalık bir heyetle katılmak istiyor. AB’nin yanı sıra, ABD’nin de, Alevi vatandaşlarımızı “dinsel azınlık” saydığı dikkate alındığında, Jeffrey’nin “aşure” iştahının çok önemli olduğu belirtiliyor.

Jeffrey, Türkiye’de ilk “bölge” gezisini 17 Haziran’da Diyarbakır’a yaptı. Belediye Başkanı Osman Baydemir’i ziyaret edip, “Bugün bölge, bütün dünya için çok önemli” dedi. Kervansaray Otel’de düzenlediği basın toplantısında da, “Diyarbakır benim Türkiye’deki üçüncü evim…Olayın sadece askeri ve silahlı tedbirlerle çözülmediğini gördük. Kültürel, dil, siyasi ve iktisadi reformlara da ihtiyaç var” şeklinde konuştu. Jeffrey’nin bu gezisinden sonra Güneydoğu’da sokaklar hareketlendi, hemen arkasından da “Kürt açılımı” geldi.

ABD Büyükelçisi, şimdi de Alevilere el atıp, Cem Vakfı Ankara Şubesi’nin 10 Ocak’ta düzenleyeceği “Aşure Günü”ne katılmak istediğini bildirdi. Jeffrey’nin kalabalık bir Amerikalı heyetiyle yapmayı planladığı ziyaret, Vakıf içinde tartışmalara yol açtı. Ziyareti bazı vakıf üyeleri, “Sorunlarını aktarmak için fırsat” sayarken, büyük çoğunluğu Aleviler üzerinde yürütülmek istenen projelere ve ABD’nin kendilerini “azınlık” saymasına dikkat çekerek, Jeffrey’nin gelişine karşı çıkıyor. Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ın önümüzdeki günlerde vakıf yöneticileri ile bir toplantı yapıp, Jeffrey’e verilecek cevabı kararlaştıracağı öğrenildi.

ABD ve Aleviler

Jeffrey, Alevi vatandaşlarımıza “ilgi” gösteren ilk isim değil. Ondan önceki Büyükelçi Ross Wilson da hiç boş durmadı. Alevi dedeleriyle görüşmek için Hatay’a giden Wilson, bu ziyaretten önce Hatay Milletvekillerini Büyükelçilikte yemeğe davet etti. Yemeğin sebebini soran CHP Hatay Milletvekili Fuat Çay’a da, “Gezi öncesi bölge milletvekillerinden bilgi almak istiyoruz” cevabı verildi.

Wilson dışında, Bush döneminde ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı olan Nicholas Burns’un da 2008 yılı başında, Hatay’a giderek, Alevi dedelerini ziyaret ettiği ve “Size haksızlık yapılıyor, haklarınızı savunun” dediği ortaya çıktı.

ABD, Alevi vatandaşlarımıza bakış açısını ve bu konuda yaptığı çalışmaları da gizlemiyor. Mesela Dışişleri Bakanlığı’nca hazırlanan Din Özgürlüğü ve İnsan Hakları raporlarının tümünde, Alevi vatandaşlarımızdan “dinsel azınlık” diye söz edilip, Cem evine ibadethane statüsü verilmesi isteniyor, “Din ve Ahlak Bilgisi derslerinde sadece Sünni İslam’ın dayatıldığı” iddia ediliyor.

ABD’nin Alevi vatandaşlarımız başta olmak üzere ülkemizdeki “dinsel gruplar” üzerinde yaptığı çalışmalar, söz konusu raporlara da açıkça yansıtılıyor. Mesela 2008 yılı Din Özgürlüğü Raporu’nda şu ifadeler yer alıyor:

“ABD Hükümeti, insan haklarını korumaya yönelik genel politikası gereği, Hükümetle, din özgürlüğü meseleleri hakkında görüşmeler yapmaktadır. ABD Büyükelçisi ve aralarında İstanbul’daki ABD Başkonsolosluğu ve Adana Konsolosluğu personelinin de bulunduğu diğer elçilik görevlileri Müslüman çoğunluk ve diğer dini gruplarla yakın ilişkilerini sürdürmüştür…Elçilik ve Konsoloslukta görevli diplomatlar, çeşitli dini grupların temsilcileriyle düzenli olarak bir araya gelmişlerdir. Bu görüşmelerde, gayri Müslimlerin karşılaştığı sorunlar ve ülkede İslam’ın rolü dahil olmak üzere çeşitli konular ele alınmıştır.”
avaztürk

Alevi kanalı olarak bilinen Su TV, Ermenice haber yayınına başlıyor

27 Aralık 2009 Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır 16 yıldır kapalı ama toplumlar arasında zihinsel sınırları yıkmak için birbiri ardına adımlar atılıyor. TRT'nin bir süre önce başlattığı Ermenice radyo yayını ve internet sitesinin ardından 'Alevi kanalı' olarak bilinen ve uydudan yayın yapan Su TV, 28 Aralık Pazartesi'nden itibaren her akşam saat 20:00'de Batı Ermenicesi ile haber bülteni yayınlamaya başlıyor. Bülteni Bursa'da oynanan Türkiye-Ermenistan futbol maçında Ermeni milli takımının çevirmenliğini de yapmış bir Türkiye Ermenisi olan Melisa Boz (26) sunacak. İki bölümden oluşacak olan haber bülteninde, Türkiye haberlerinin yanı sıra, Ermenistan'ı ve Türkiye'deki Ermenileri ilgilendiren haberler sunulacak. Boz, Akşam gazetesine konuştu... netgazete

10 Mart 2010
Aleviler Yeni Bir Parti Kurdu!
Eski Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ziya Halis, yeni kurdukları partinin 14 Martta Türkiye'nin siyasi hayatına katılacağını belirtti. İşte o parti

Eski Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ziya Halis, oluşturdukları siyasi hareketin Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) adıyla 14 Martta Türkiye'nin siyasi hayatına katılacağını belirtti.

Halis, Midas Otel'de SHP Genel Başkanı Hüseyin Ergün, Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız, Yeni Sol Hareketi temsilcisi Saruhan Oluç, Eğitim-Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç, Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Genel Başkanı Fevzi Gümüş, KESK Yönetim Kurulu Üyesi Adnan Gölpunar ve Dr. Servet Demir ile yaptığı basın toplantısında, çağdaş, demokrat, özgürlüklerden yana bir anlayışla yeni bir siyasi yapı oluşturduklarını belirtti.

Eşitlik ve Demokrasi Partisinin kuruluş dilekçesini 12 Mart Cuma günü vereceklerini dile getiren Halis, SHP'nin, hafta sonu yapacağı kurultayın ardından EDP çatısının altında yer alacağını söyledi.

Türkiye'nin siyasi hayatına 14 Martta katılacak EDP'nin, halkın geleceği, mutluluğu, kaliteli yaşama kavuşması için elinden geleni kararlılıkla uygulayacağını anlatan Halis, Türkiye'de türevi, benzeri olmayan bir siyasi parti kuracaklarını belirtti. Kuracakları partinin iktidarı hedeflediğini de kaydeden Halis, şunları söyledi:

''Sosyal demokrat odaklı, emeğe saygı duyan bir siyasi hareketiz. Türkiye'de kendini sosyal demokrat olarak nitelendiren partilerin sosyal demokratlıktan uzakta olduğunu görüyoruz. Türkiye'de böyle bir parti yoktu, olsa böyle bir harekete kalkışmazdık. EDP iktidar olduğunda devlet demokratikleştirilecek, çokça üreteceğiz, hakça bölüşeceğiz. İnsani kalkınma, çevre ve sosyal adaleti bütünleştiren bir politika uygulayacağız. Sözü ve özü bir olan bir siyasi hareket olacağız. İnsani ve sosyal bir çalışma yaşamı oluşturacağız, inançlara eşit mesafede duracağız. İktidarımızda Kürt sorunu olmayacaktır. Kürt sorununun çözümü ve ülkemizde barışçı bir yaşam iklimi oluşturmak için bir genel siyasi affı öncelikle gündeme alacağız. Eğitimde herkese fırsat eşitliği vereceğiz, sağlık hizmetlerini ücretsiz yapacağız, toplumsal hayata katılımı artıracağız, yerel yönetimleri demokratikleştireceğiz, çevreyi ve doğayı koruyacağız, uluslararası ilişkilerde aktif, yapıcı ve barışçı olacağız.''

Halis, bir gazetecinin, BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras'ın partinin herhangi bir yerinde görev alıp almayacağı sorusuna, Uras'ın kendileri ile bir birlikteliğinin söz konusu olmadığını söyledi.
aktifhaber

04 Nisan 2010
Hukuk Ve Aleviler Sempozyumu
Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı'nın öncülüğünde Tahta Zülfikarlılar:Siyaset, Hukuk ve Aleviler Sempozyumu'na çok renkli simalar katılıyor...

Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı'nın öncülüğünde 8 Nisan'da başlayıp 3 gün sürecek Tahta Zülfikarlılar:Siyaset, Hukuk ve Aleviler Sempozyumu'na DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk, eski Bakan Ercan Karakaş, kapatılan DTP milletvekili Aysel Tuğluk, sanatçı Arif Sağ ve Mustafa Özarslan, gazeteci Enver Aysever ile İdil Güngör'ün yanı sıra Prof.Dr.Binnaz Toprak katılacak.

Hacı Bektaşı Veli Anadolu Kültür Vakfı 8-10 Nisan tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde organize ettiği sempozyumu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Alevi Enstitüsü desteklerken, çağrıcı kuruluşlar arasında, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Alevi Kültür Dernekleri, Pir Sultan 2 Temmuz Eğitim ve Kültür Vakfı ve Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği yer alıyor.
Programa konuşmacı olarak DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Ercan Karakaş, Enver Aysever'in yanı sıra ses ve bağlama sanatçısı Arif Sağ ve ses sanatçısı Mustafa Özarslan da katılacak.

İlk günkü programda Prof. Dr. Cengiz Güleç’in başkanlığında “Tanıklıklar: Sahi Orada Ne Oldu? Sivas, Maraş, Dersim, Gazi ve Çorum Katliamlarının Tanıkları” konusu tartışılacak. Öğleden sonraki oturumda DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk da bir konuşma yapacak. İkinci gün Prof. Dr. Binnaz Toprak “Kurumların Dünyası:Tanımlamanın Dayanılmaz Cazibesi” konusunda bir konuşma yapacak. Gazeteci İdil Güngör’ün oturum başkanlığına yapacağı üçüncü günde “Alevilerin Sorunları mı, Alevilik Sorunu mu” konusunu gazeteci Enver Aysever, siyasetçi Ercan Karakaş, Aysel Tuğluk, Avukat Hüseyin Aygün ve ses sanatçısı Mustafa Özarslan tartışacak.
aktifhaber

Yusuf GEZGİN
yusufgezgin@aktifhaber.com
'Dede'nin Kalesi' Ve Alevilerin Demokratikleşme Sürecine Tavrı
10 Haziran 2010 Perşembe 13:06
Orduda ve Yargıda, ama özellikle üst yargı organlarında Alevilerin etkin olduğu hep bilinir, ama açıktan ifade edilemezdi.

Alevi yerleşimlerden yüksek hakimler-savcılar, üst düzey komutanlar, paşalar çıkması, sadece Alevilerin çalışkanlığına, eğitime önem vermelerine ve başarılana bağlanabilecek bir şey değil. Bazen yanyana iki köy oluyor; birisi Sünni, diğer, Alevi. İklimi, toprak yapısı, tükettikleri gıdalar vs aynı. Genetik olarak da zekayı etkileyecek pek bir fark olmayan, yanyana iki Kürt (Alevi-Sünni) köyü, bazen de iki Türkmen (Alevi-Sünni) köyü oluyor. Yani bütün şartlar, veriler aynı oluyor; ama Alevi köyünden bir sürü okumuş insan, özellikle devletin stratejik kurumlarında çalışan kallavi, önemli adamlar çıkıyor. Ama hemen birkaç kilometre dibindeki, Sünni köyüne bakıyorsunuz, okuyan varsa da öğretmen, düz memur vs. oluyor. Hakim, savcı, hele asker bulmak neredeyse imkansız; varsa da askerler cepheye ilk sürülecek cinsten, uzman, astsubay vs. oluyor.

Bu durumda birkaç ihtimalden söz edilebilir;

1. Aleviler hesaplı ve planlı bir çabayla, iyi bir insan kaynakları planlaması ile çocuklarını okutuyorlar. Kanaatimce çocuklarını nerelere, hangi kurumlara yönlendirecekleri kendilerine telkin ve tavsiye ediliyor. Girecekleri yerlerle ilgili destek alıyorlar.
2. “Laik-çi-lik” ve “irtica fobisi” üzerine kurulmuş sistem, irtica açısından Alevileri daha güvenli ve seküler bulduğu için, Alevi çocuklarını devletin, sistemin bekçisi stratejik kurumlara özellikle, tercihan alıyorlar. Bu durumda devletin veya devletin otoritesini kullanan kesimlerin bir “mezhepçilik” yaptığına hükmedilebilir.

Her iki ihtimal birarada da olabilir. Hem Aleviler çocuklarını çok iyi eğitiyor, okutuyor, sonrada devletin önemli kurumlarına yönlendiriyor ve devlet veya sistemin sahaipleri de bu çocukları, kimseleri tercih ediyor olabilir. Zaten böyle bir tercih olmasa, vatandaş sürekli kapıdan dönse kendisine başka alanlar, sektörler arar. Nitekim biraz dini duygu ve düşüncesi olan aileler çocuklarının askeri okullara alınmayacağını peşinen kabullendikleri için, o okullara müracat etmeyi bile düşünmüyorlar. Zira zaman içinde edinilen tecrübe, çocuğu atılan ailelerin durumu, gördükleri muamele onları başka arayışlara sevkediyor. O kapılardan ümitlerini kesiyorlar; çocuklarını daha sivil sektörlere yönlendiriyorlar.

Şu anda orduda, yargıda, özelikle üst yargı organlarında yaşanan tıkanma, siyasallaşma, hukuk dışına çıkma, milli iradeyi frenleme, anayasal demokratik değişiklikleri engelleme çabaları, bu stratejik kurumlarda etkin olan insanların reflekslerinden, dünya görüşlerinden, siyasi yaklaşımlarından kaynaklanıyor. Daha doğrusu özellerinde kalması gereken özelliklerini işleriyle ilgili tavır ve tutumlarına yansıtmalarından kaynaklanıyor.

Aleviler özellikle yargıya ve orduya önceden de ilgisiz değillerdi. Ama 1991-1995 arasında 4 yıl Adalet Bakanlığı Alevi kökenli CHP’li bakanların elinde kaldı. Bu süre zarfında Adalet Bakanlığına 5000 civarında hakim-savcı alındı. Özel bir düzenleme yaptılar ve piyasada ne kadar avukatlık yapan “yandaş” varsa, Adalet Bakanlığına, hem de avukatlıkta çalıştığı yıllar kıdeminden sayılacak şekilde doldurdular. CHP kurultaylarında partililere bu kadrolaşmayı itiraf da ettiler. İnternetten tararsanız bulabilirsiniz.

Peki 5000 rakamı ne ifade eder?

Şunu idafe eder; AKP hükümetleri döneminde, ÖSYM yetkisinde yapılan sınavlar sonucu yılda 100-150 hakim ve savcı alınıyor. Toplam rakamı bilemiyorum ancak 8 yıllık AKP iktidarında alınan hakim ve savcı adedi taş çatlasa 1000 olmaz. Hakim kararıyla yapılan dinlemelerde görüleceği üzere, bu kadar insanın Seyfi Oktay gibi nüfuzunu kullanan dedelerin nezaretinde yol aldıklarını ve terfi ettiklerini düşünürseniz, yargının nasıl kuşatıldığı konusunda kanaat sahibi olabilirsiniz.

Benzer tutum 28 Şubat sürecinde ordu içinde oldu. O süreçte başlatılan irtica avından dolayı binlerce askeri okul öğrencisi atılırken, irtica bulaşma riski görülmeyen Alevi çocukları köylerinden dolmuş dolmuş Askeri Liselere ve Harp Okullarına getirildi ve kaydedildi. Orada da Seyfi Oktay gibi dedelerinin varlığını ve himayesini sanırım söylemeye gerek yok.

Dede Seyfi Oktay ve (belki başka dedeler) devleti kilitleme, sistemi işletmeme, hükümetleri iğdiş etme kabiliyet ve imkanına sahip üst yargı organlarına yargıçlar atatmak için habire çalışıyor, kulisler yapıyor ve “buralar kalemiz, kalemizi kaptırmayalım” diyor. Aleviler toplumda yer yer ayrımcılık görüyor olabilirler. Ama devlet ve sistem açısından muteber ve akredite oldukları, önemli yerlere tercihan alındıkları, kendilerine “kaleler” edindikleri açık.
(..)

aktifhaber

A. Turan Alkan
Erenler biz de 'can'ız yahu, huuu!..

Bağımsız yargı taraftarlarının aslında pek de o kadar bağımsız olmadıkları âşikâr oldu; bir telâş, bir "Nooluyoruz" havası! Ben bunu bir ara, üstadların Taraf gazetesine duydukları nefretten neş'et eden bir ürküntü sanmıştım. Alâkası yokmuş, onlar tarafsızlığın kendisini sevmiyorlar, açıkça da söylüyorlar; biz şundan yanayız, bu taraftanız, vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır filan diyorlar.

En çok şu tip tavırları hoşuma gidiyor; hukukun keseri kendilerinden yana yontacağı zaman, "Artık hukuk süreci başlamıştır; herkes bağımsız yargıya saygılı olsun!" diyorlar. Böyle konuştukları zaman anlıyoruz ki, çıkacak karar üç aşağı beş yukarı hazırdır ve arkadaşlarımızın lehinedir.

İğnecinin "Biraz acıtacak korkma" demesi gibi bir şey...

Vaktiyle "Berlin'de hâkimler var" sözünden tornistan edilerek üretilen "Ankara'da hâkimler var" aforizmasını sahici zannederdik, mânâsı başka imiş. Ankara'da hâkimler var sözünün verdiği ferahlık, "Suyun başını tuttuk, merak etmeyin; bendensiniz!" makamında bir serinlikmiş, öyle anlaşılıyor; ne var ki bu serinlikten halkımız değil, sadece bir kısım vatandaşlar istifade ederek "Ohh, yüreğim soğudu" diyebiliyorlar.

Bağımsız yargı cemaati bu; hani birazcık da "tarafsız" olabilseler çok güzel olacak.

Bu dostlarımız yıllardır HSYK'ya Adalet bakanı ve müsteşarının katılmasını eleştirir, yerden yere vururlardı. Belki akıllarından tam olarak geçen "Adalet hizmetleri Adalet Bakanlığı'na bağlı olmasın, özerk olsun; hükümet bize istediğimiz parayı versin, güzel adliye binaları yapsın ama işimize karışmasın" şeklinde bir hoşluktur. "Çomak benim elimde dursun; davulu senin boynuna asalım"ın kibarcası. E, onca yıldır HSYK'ya hükümet kanadından bakan ve müsteşar katıldı da ne oldu; yargıyı ele mi geçirdiler; HSYK'ya, Yüksek Seçim Kurulu'na, Anayasa Mahkemesi'ne, Yargıtay ve Danıştay'a kendi adamlarını mı yerleştirmişler? Yoo. Gelip geçen onca hükümete rağmen Bağımsız yargı cemaati dimdik işbaşında. Yüksek yargı kuruluşları arasında koordinasyon, danışma ve tavsiye görevi yapan "Guru"ları bile var. Nitekim koordinatör Dede, kendini şöyle savunmak ihtiyacı hissettiğine göre, burada boşu boşuna dedikodu yapmıyoruz demektir: "Bir kısım medya tarafından hakkımda bir linç uygulaması gerçekleştiriliyor ... Bu çevreler geçmişte de mezhebimden rahatsız olduklarını açıkça belirtiyorlardı. Bir Alevi'nin Adalet Bakanlığı'na atanmasını şaşkınlıkla karşılamışlar ve asla hazmedememişlerdi. Hele hele Alevi inançlı bir gencin hakkıyla hâkim veya savcı olmasını dünyanın sonu gelmiş gibi değerlendiriyorlardı... Şahsımla ilgili iddiaları kullanarak HSYK sistemini karalamak, bu sistem hakkında şaibe yaratmak suretiyle anayasa değişikliklerinin gerçekleşmesine hizmet etmektedirler."

N'ayır üstad, çoğumuz sizin bir Alevi, hatta Dede olduğunuzdan bile haberdar değildik; vakta ki gözaltına alındınız, şöyle ilginç demeçler okuduk bazı Alevi sözcülerinden: "Dede Seyfi Oktay hukukçudur, 76 yaşındadır, neyin suç olup olmadığını, onu gözaltına alan Savcı Bey'den çok daha iyi bilir. Bu nedenle Pir Sultan gibi girdiği Adalet Sarayı'ndan, yine Pir Sultan gibi çıkacaktır. Buna hiç şüphemiz yoktur."

Dede, madem senin sözünü dinliyorlar, söyle şunlara: Bağımsız olsunlar eyvallah, tarafsız da olsunlar ki yetmişiki milleti bir görsünler; elâleme cemaat ayarı verip, kendileri cemaatçiliğin dikâlâsını yapmasınlar. Biz de "can"ız yahu, huu!..

Zaman


En son Ekim tarafından Pzr Nis 04, 2010 8:41 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Oca 27, 2010 12:21 am    Mesaj konusu: Mezhepçilik ve askeriyenin bağışıklık sistemi Alıntıyla Cevap Gönder

TSK’DA UYGULANAN KILIK KIYAFET YASAKLARI, DİN VE MEZHEP AYIRIMCILIĞI DEĞİLSE NEDİR?

Ertuğrul Horasanlı

TSK’nın Komuta kademesinin 12 Eylül’le başlattığı ve 28 Şubat’la birlikte şiddetlendirdiği askerî personelin eşi çocukları, annesi babası, bütün hısım akrabası ve dost ve arkadaşlarına kadar genişlettiği haksız, hukuksuz kılık kıyafet, inanç ibadet yasakları malûm...

Bu haksız ve hukuksuz uygulama sebebiyle üstün nitelikli binlerce subay ve astsubayın YAŞ karalarıyla TSK’dan ihraç edilerek mağdur edilği de malûm...

28 Şubat döneminde bu yasak ve dayatmalar o kadar vahşice uygulandı ki, ordudan haksız olarak atılmış meslek sahibi askerlerin diğer kamu kurumlarında iş bulup evlerine ekmek götürmelerine bile mani olundu.

Bu kılık kıyafet yasakları sebebiyle bir çok muvazzaf veya emekli TSK personelinin yakınlarının hakkı olan sağlık hizmettlerini alamadığı, lojman ve askeri tesislerden faydalanamadığı; kapılardan çevrildiği, itilip kakıldığı ve fişlendiği de malûm...

Bütün bu “malûm”ların çok ağır hak ve hukuk ihlâlleri olmasının yanı sıra topluma karşı işlenmiş çok vahim bir din ve mezhep ayırımcılığı olduğu ise hiç tartışılıp gündeme getirilmediği de ayrı ve anlaşılmaz bir malûm...

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım...

Bu ülkenin en az yüzde doksanbeşi Sünni müslüman (hanefi ve Şafiî)...

Hanefî ve Şafiî mezheplerine göre ise kadınların giyim kuşam ölçüleri belli: Yüzleri hariç, Saç ve boyunları dahil vücutlarının tamamını el ve ayak bileklerine kadar örtecekler ve vücut hatlarını belli etmeyen kıyafetler giyecekler...

Bu kadınlar için farz, yani yapılması gerekli olan, inkarı inkârcısını islâm dışına çıkaran bir hüküm...

Bu o kadar açık bir farz ki, Sünnî İslâm anlayışını sulandırıp dejenere etmek üzere kurulmuş olan TC Diyanet İşleri Başkanlığı bile kıvıramıyor:

[T.C. BAŞBAKANLIK DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı Sayı: B.02.1.DİB.0.10/212 KONU: Tesettür KARAR NO: 6 KARAR TARİHİ: 3.2.1993 DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARI İslâm dininde kadının kıyafeti ile ilgili olarak zaman zaman sorulan sorular dolayısıyla konu, kurulumuzca ele alınıp incelendi: Nûr Suresi’nin 30. ayetinde, mü’min erkeklerin harama bakmamaları, namus ve iffetlerini korumaları emredildikten sonra 31. ayetinde kadınlarla ilgili olarak meâlen, “Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (bakmaları haram olan şeylerden) çevirsinler, edep yerlerini korusunlar, -kendiliğinden görünen müstesna- zinetlerini açmasınlar, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar!” buyurulmakta ve ayetin devamında kadınların kendiliğinden görünmeyen zinet yerlerini, kimlerin yanında açabilecekleri belirtilmektedir. (..) ÖRTÜNME Nûr Suresi’nin 31. ayetinde zikredilen bu emirlerden sonra kadınların örtünmesi ile ilgili olarak da, -kendiliğinden görünenler müstesna- zinetlerini, zinet yerlerini açmamaları ve başörtülerini yakalarının üzerine salmaları emredimiştir. Cahiliye devrinde başını örten kadınlar, başörtülerini enselerine bağlar veya arkalarına salıverirlerdi. Allah Teâlâ, bu ayetle, İslâm’dan önceki bu adeti kesinlikle yasaklayarak mü’min kadınların -kendiliğinden görünen hariç- zinetlerini, zinet yerlerini açmamalarını ve başörtülerini; saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun, gerdan ve göğüslerini iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir. (..) ÖRTÜLMESİ GEREKLİ OLMAYAN KISIMLAR (..)“Yüz ve bileklere kadar eller” olarak tefsir edilmiştir. ÖRTÜLMESİ GEREKLİ OLAN KISIMLAR (..) zinetlerini ve zinet yerleri olan saç, baş, boyun, kulak, gerdan, göğüs, kol ve bacakların örtülmesi olarak anlamışlar ve bunlardan herhangi birini açmalarının caiz olmadığı hükmünde ittifak etmişlerdir. (..)Hz. Âişe (r.a)’nın ablası Esmâ (r.a)’nın, ince bir elbise ile Hz. Peygamber (a.s)’ın huzuruna çıktığı zaman, Hz. Peygamber’in “ergenlik çağına gelen bir kadının elleri ve yüzü dışında kalan yerlerini göstermesinin caiz olmadığını” bildirmesi, yine Hz. Peygamber’in, bileklerinin dört parmak yukarısını işaret ederek, “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kadına, ergenlik çağına gelince yüzü ve şuraya kadar elleri hariç, herhangi bir yerini açması caiz değildir.” buyurması; sözkonusu ayetteki emirlerin vücub için olduğuna, kadınların yukarıda sayılan zinet yerlerini örtmekle yükümlü olduklarına delalet etmektedir.] (*)

Bu fetvanın ışığında NTV’nin 04.02.2010 tarihli şu haberine bir bakalım:

[GATA'nın kıyafet kuralları

Çene altından bağlanan başörtülerine izin var

Başbakan'ın eşi Emine Erdoğan'ın GATA'ya alınmamasıyla türban tartışması yeniden alevlendi. Askeri hastanelerde geçerli olan giyim kuralları ne diyor? İşte GATA'daki türban yasağının ayrıntıları...
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'ın türbanlı olduğu gerekçesiyle alınmamasıyla Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) ve askeri tesislerdeki türban yasağını yine gündeme taşıdı.
Askeri hastaneler, orduevleri ve diğer tüm askeri tesislere sivillerin girişleri belli kuralları bağlı. Bu kurallar arasında kılık kıyafete dair olanlar da var.
Kamuoyunda en çok tartışılan yasak uygulaması ise türbanla ilgili. Askeri tesislere türbanla girmek yasak. Ancak Anadolu stili olarak adlandırılan çene altından bağlanan başörtülerine izin var.
Eğer türbanla askeri tesise gelen bir kadın başörtüsünü çene altından bağlamayı kabul ederse girişine izin veriliyor.
GENELKURMAY'IN KİTAPÇIĞINDA NE YAZIYOR?
Yasağın temelinde ise askerin türbana bakış açısı yatıyor. Daha önce kamuoyuna da yansıyan ve “kamu kurum ve kuruluşları'ndaki kıyafet düzenlemesi” başlığıyla Genelkurmay'ın yayınladığı bir kitapçıkta türban için şu ifadeler yer alıyor:
“Türban, bir Kur'an hükmü ve ifadesi değildir. Bugün analarımız, ninelerimiz ve kadınlarımız başörtüsünü dini bir gerekçeden ziyade, bir giyim ve yaşam tarzı olarak kullanmakta ve takmaktadır. Türk gelenek ve göreneklerinde türban, peçe ve çarşaf yoktur. Türban, belirli dini inanışın simgesi olarak, toplum yaşamımıza bilinçli olarak sokulmuştur."
Aynı kitapçıkta, kamusal alanda türban yasağının devletin temel düzeninin ve halka hizmette eşitliğin kısmen de olsa din kurallarına dayandırılmayacağı esasından hareketle uygulandığına dikkat çekiliyor.
Kitapçıkta "Kıyafet düzenlemesinin bir amacı da, belirli bir dini düşünce ve inanışa göre; kılık-kıyafet, düşüncesi ve ibadeti aynı olan tek tip insan yetişmesine mani olmaktır.” deniliyor.
ERKEKLERDE DE SAKAL YASAĞI
Askeri tesislerdeki kıyafet yasağı sadece türbanla sınırlı değil. Erkekler için ideolojik ya da dini çağrışım yapacak şekilde bırakılmış sakal, cüppe ve sarık gibi kıyafetler de aynı yasak kapsamında.
YABANCILARA NASIL UYGULANIYOR?
Kıyafetle ilgili yasakların zaman zaman esnediği örneklere de rastlanıyor. Örneğin yabancı misafirler için bu yasaklar katı uygulanmıyor. Sivillere de açık olan askeri hastanelerde de yasağın delindiği görüntülere rastlanabiliyor.]


Şu kısacık haberde de görüleceği gibi. Bu yasakların ilmî fikrî, hukukî, ahlakî ve siyasî, içtimaî ve askerî hiçbir mesnedi/temeli/lüzumu yoktur.

TSK’nın bu yasağı dayatan komutanları tarafından nasıl bir kumpasa düşürülarek, hiç yoktan ve durup dururken kemdi halkıyla karşı karşıya getirildiği, hem dinî hem ilmî, hem hukukî, hem ahlâkî, hem askerî, hem de siyasî açılardan sırf caheletle izahı mümkün olmayan; bu yasak ve dayatmaların...

TSK’nın kritik makam ve mevkilerini ele geçiren dinî, mezhebî ve etnik azınlıklardan oluşan örgütlü bir yapılanmanın planlı/kasıtlı uygulamaları olduğu bugün ortaya çıkan ve dava konusu yapılan belge ve bilgilerden anlaşılmaktadır.

TSK’nın hangi işlerlerle iştigal edeceği Anayasa, kanunlar ve bunlara uygun alt mevzuat tarafından açıkça belirtilmiştir. Bu işler arasında vatandaşların nasıl giyinmeleri, ne yiyip içmeleri, hangi kitap ve gazeteleri okumaları, hangi dine veya meezhebe inanıp inanmamalarını sorgulamak, izlemek, fişlemek bunu subay, ast subay askeri memur ve uzman çavuşların eşleri çocukları, anne ve babaları, hısım ve akrabalarına kadar yaygınlaştırmak her yönüyle hukuk ve ahlâk dışıdır...

NTV’nin haberinde bahsi geçen kitapçık bu ülkenin en az yüzde 95’lik dini ve mezhebî çoğunluğunu teşkil eden Sünnî müslümanlara, dini bilgilerinin yanlış olduğunu söylemektedir...
,
Bu ne terbiyesizlik...

Bu ne cür’et...

Bu ne gözü kara cehalet...

Bu ne karanlık kasıt...

Bu ülkenin dinî ve mezhebî çoğunluğu 1400 yıldır dört ana kaynağından öğrenerek tatbik ettiği inançlarını, TSK adına basılan yazarı meçhul bu abuk sabuk kitapçığından mı öğrenecektir?.. Elinde kütüphaneler dolusu referans eseri varken...

***

"Bu ülkenin dinî ve mezhebî çoğunluğu Sünnî müslümanlardan oluşmaktadır" dedik...

Ya gerisi?

Yüzde 2,5-3’lük alevî-Bektaşî-Şiî bir azınlık,,,

Kalanıysa, Osmalı’dan kalan hristiyan, yahudi vesair gayri müslimler...

Dikkat edin bu ülkenin bu dinî-mezhebî azınlıklarının kılık kıyafetiyle, ibadet ve ayinleriyle TSK içindeki bu hak ve halk düşmanı örgütlü yapının hiçbir alıp veremediği yok...

Onların bütün derdi/kini/nefreti "gericilik ve irtica" olarak kodladıkları sünnî müslümanlık ve Sünnî Müslümanlarla...

Hahamı, papazı, rahibesi, alevî dedesi, bektaşi babası kendi dini kılık ve kıyafetleriyle her türlü askerî tesise rahatça girip çıkmakta ve oraların imkânlarından hiç bir kısıtlama olmadan yararlanmalktadır...

Siz bugüne kadar herhangi bir askerî tesis kapısında itilip kakılıp aşağılanarak kapı dışarı edilen ve üstüne üstlük fişlenen bir rahibe, bir alevî , bir haham, bir papaza rastladınız mı?

Bu ülkenin bütün finansman yükünü yüzde 95’lik dinî çoğunluk çekecek, sefasını ise geriye kalan en çok yüzde 5’lik dinî azınlık sürecek...

“Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa” diyor ya merhum Üstad Necip Fazıl...

Bu durum aynen öyle...

Dikkatinizi çekmiştir...

NTV’nin haberinin hemen başlığının altında bir şöyle bir ibare var: “Çene altından bağlanan başörtülerine izin var.”


İşte bu ibare, TSK’da bu haksız hukuksuz yasakları uydurup kendi personeli ile onların eş, dost, çoluk çocuk, ana baba ve tüm hısım ve akrabalarına dayatanların bu ülkenin dinî çoğunluğuyla aynı din ve mezhepten olmadığını da ele vermektedir...

Biraz hafızanızı zorlayarak özellikle AKP’nin “Alevî açılımı” yaygaralarından sonra medyada çok sık rastladığınız cemevi manzaralarındaki kadınların başlarını nasıl örttüklerini gözünzün önüne getirin...






“Çene altından, tavşan kulak , iğnesiz ve bonesiz” örtünme tarzı “Anadolu kadınlarının geleneksel örtünme biçimi” değil, Alevî kadınların örtünme biçimidir. Saçların ve boyunlarının bir kısmını açıkta bıraktığı için böyle bir örtü Sünnî Müslümanlığa göre hiç örtünmemek hükmündedir...

Sanki “türban yasağının gevşetilmiş olduğu” intibaını veren bu ibare, bu haliyle türban yasağı sebebiyle mağdur olan Alev’i kadınları bu yasaktan kurtarmak için TSK içindeki “can”lar tarafından bulunmuş kurnazca bir formül olduğunu ustaca gizlemektedir..

Şimdilerde şiddetli bir asimetrik saldırı altında halkından destek bekleyen TSK komutanlarının...

Halkının yüzde doksanbeşlik dinî ve mezhebî çoğunluğu olan Sünnî müslümanları “gerici, yobaz”, bu çoğunluğun dini inançlarını “gericilik, yobazlık” olarak kodlayarak bu çoğunluğunluğun hayat tarzını “çağdışı” olarak damgalayıp “iç düşman” olarak ilan eden kendilerinden önceki seleflerinin, hem TSK’ya hem de bu ülkenin çoğunluk halkına ne büyük bir kötülük yaptıklarını anlamadan...

Ve bu kötülüğün TSK içindeki bugünkü uzantılarını bütünüyle safdışı etmeden..

Bu haksız hukuksuz uygulamalarla halen de devam eden, din ve mezhep ayırımcılığndan vazgeçmeden...

Bu sebeple mağdur olmuş olanların mağduriyetlerini bir şekilde telafi etmeden...

Şu zor günlerinde halkından destek beklemeleri akıl kârı mıdır?

TSK’nın bugünkü komuta kademesinin seleflerinin yaptıkları hatalardan dönmeye çalıştığına dair sinyaller gelmektedir...

Ama bu sinyaller günübirlik zaruretler sebebiyle mi , yoksa gerçek bir iç muhasebenin sonuçları olarak mı verilmektedir. Bu henüz belli değildir...

Yazıya zorunlu bir “son dakika" eki:

Bu yazı Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un Hürriyet’e yaptığı şu açıklama’dan önce kaleme alınmıştı:

[“Özel bir durum keşke yaşanmamış olsaydı
Başbakan Erdoğan, eşi Emine Erdoğan’ın 2007 Kasım’da GATA’da yatan Nejat Uygur ve eşini ziyaret etmesine türbanı nedeni ile izin verilmemesi ile ilgili çok kırgın. Hatta, bu konudaki hassasiyetini zamanında askeri makamlara da iletmiş. Bu konu gündemde çok yoğun tartışılıyor. Herkes TSK’nın başındaki isim olarak bu konuda ne söyleyeceğinizi merak ediyor.
Evet. Bu konu çok gündemde. Sayın Başbakan’ın eşinin GATA’yı ziyareti konusunda bir şeyler söylenmesi kanaatindeyim. Tabii bu olayda aslında ben baktığım zaman Sayın Başbakan’ın eşi var olayda. Çok sevdiğimiz saydığımız bir sanatkar Nejat Uygur var. Ki o da bir asker çocuğuymuş. Bir de tabii ki Sayın Nejat Uygur’un eşi var. Şimdi üçü olayın odağında. Açıkça söyleyeyim, bu özel bir durum. Altını çizmemiz lazım. Bu nedenle de, bu özel durumlarda olaylara insani boyuttan bakmak doğru olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu olay, tabii bu kapsamda özel de olduğu için gerçekten insani boyut içeriyor.
Peki, insanı boyuttan bakınca bunu savunmak kolay mı?
Değil? Bunu da açıkça ifade etmek istiyorum. Keşke o şekilde bu olay yaşanmasaydı. Keşke o olay yaşanmasaydı. Bu çok özel bir olay genellenecek bir olay değil. Kimseyi de suçlamak istemiyorum. Bazen olaylara karar verirken o andaki şekli de bilmek lazım. Olayda Sayın Başbakan’ın eşi de üzülmüştür. Belki de en çok üzülen Uygur’un eşidir.
Savunmak mümkün değil
Peki, tamamen konuyu netleştirmek için soruyoruz. Yani, keşke girebilse miydi, diyorsunuz?Keşke olmasaydı. Keşke bu olay yaşanmasaydı. İnsani boyuttan bakarsak bu olayı bugün savunmamız mümkün değil.]


Yukarıda “TSK’nın bugünkü komuta kademesinin seleflerinin yaptıkları hatalardan dönmeye çalıştığına dair sinyaller gelmektedir...” cümlesiyle bahsettiğim sinyaller bu türden emarelerdir...

Bunların arkasının gelip gelmeyeceği, olumlu karar ve emirlere dönüşüp dönüşmeyeceği henüz belli değildir...

Yukarıdaki haberde olduğu gibi topyekûn bir yanlışı Başbakan’ın eşine yönelik kısmıyla sadece “insanî boyutta” ele alarak “keşke olmasaydı” diyerek işi kapatmak pek bir şey demek değildir...

Bir haksızlık ancak hukukî boyutuyla ele alınıp ortadan kaldırılır ve bu haksızlığın mağdurlarının mağduriyetleri bir şekilde tazmin edilerek ortadan giderilirse bir anlam ifade eder...

Başbakan’ın karısına yapılan muamelenin çirkinliği kabul edilip de yüksek makam ve mevki sahibi olmayan insanların hanımları, kızları, analarına yapılan muamele sırf medyaya yansımıyor, arkası arayanı yok diye aynen devam ederse problem ortada çözülmeden duruyor demektir...

Bu işten en büyük zararı ise TSK'nın gördüğü apaçık bir hakikat...

* Fetvanın tamamı için bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=175

Sıradışı


AVNİ ÖZGÜREL
Mezhepçilik ve askeriyenin bağışıklık sistemi!
30/12/2009

Mezhepçilik meselesi ilk kez 28 Şubat sürecinde gündeme geldi ve büyük ölçüde perdelense de o dönemde sağda-solda dillendirilmeye başlandı... Ancak sızlanan Refah Partisi ve ona yakın çevreler olunca konuyu önemseyen, söylenenlere fazla kulak asan olmadı... Sürecin rütbeli kahramanları ve Batı Çalışma Grubu namıyla ünlenen büronun siyasi iktidar karşısında takındığı tavır ise, endazeyi kaçırdıklarına inanlar tarafından bile gerek silahlı kuvvetler tabanında gerekse basında ve kamuoyunda Atatürkçülük/laiklik hassasiyetiyle değerlendirildi. Nihayet yargı erkinin üst katlarında da tablo beş aşağı beş yukarı aynıydı...
Asker ve yargı bürokrasisine mezhepçilik mikrobunun girdiği, kimi birimlerin sınav, atama, seçim, terfi, emeklilik kararlarında bu ölçünün hâkim olmaya başladığı, gözle görülür, alçak
sesle de olsa ifade edilir olmuştu.
28 Şubat sürecinde belirleyici olan ve süreci şekillendiren grubun asker kanadı kritik makamlarda görev yapan kişilerden oluşsa ve fiiliyatta etkin olsa da sayıca önemsenecek boyutta değildi. Öyle sanıyorum ki gerçek manada kadrolaşma 1997 sonrası başladı... Ve hiç şüphe yok ki bu süreçte Genelkurmay Başkanlığı’na gelen Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, Org. Hilmi Özkök ve Org. Yaşar Büyükanıt meselenin vardığı boyut konusunda bilgilendikten sonra aşama aşama gerçekleştirilecek radikal bir tasfiye kararını oluşturmaya yöneldiler. Üç komutan da görevi Org. İlker Başbuğ’a devrederken gerek direnç odaklarının adresi gerekse direncin ulaşacağı boyutun yıpratıcı vasfının herhalde farkındaydılar.
Askerlik mesleği ve yargıçlık açısından
bakıldığında iki mesleğin ‘Şeytan Üçgeni’ belli: Irkçılık, mezhepçilik ve para!.. Ve bu üç unsur içinde kişinin ruh dünyasını kalıplayan, inanç temelli mezhep taassubunun ordu dahil çözemeyeceği, çökertemeyeceği yapı yok... İslam ve Osmanlı tarihi bu açıdan örnek olaylarla dolu; keza Avrupa tarihi de. Bugün Ortadoğu’da İslam ülkelerinin içinde bulundukları duruma bakıldığında da yaşanan sıkıntıların sebepleri arasında mezhep taassubunun yer aldığını görmemek imkânsız.
Bu durumu, 28 Şubat döneminde gerçekte geleneksel İslam inancına bağlı kişiler olmakla birlikte, laiklik ve Atatürkçülük gayretiyle, mezhepçi duygularla hareket eden kadrolara yaklaşıp onlarla taktik planda kalacağını düşündükleri işbirliğine giden çekirdeğin yol açtığı sonuç olarak görmek mümkün. Dolayısıyla ortaya çıkan yapının metastas yapma özelliğine sahip mezhepçilik karşısında bağışıklık sisteminin kodlarında boşluk olan bünyeyi tahribe yöneldiğine hükmetmek de.
Sonuç olarak, yıllar boyu biriktirip taşma noktasına getirdiğimiz kokuşmuş sorunlardan yayılan toz ve pis kokunun zihinleri karıştırdığı ortamda her şeyi Ergenekon sepetine atıp onun içinde mütalea etmek hatasından kultulmamız lazım... Pek çok mesele belki biribiriyle iltisaklı ama aynı değil.
Mezhepçilik meselesi Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumları için varlık yokluk seviyesinde öneme sahip. Demokrasinin inşasında ayak bağı olmayacak, adaletin tesisinde hukukun dışında ölçü tanımayan yargıya ne derece ihtiyacımız varsa, askerlik mesleğini icrada tarihinin ve yasaların çerçevelediği profesyonelliğinin dışında saiklerle hareket etmeyen bir orduya da o kadar ihtiyacımız var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada siyaseten inşa etmeye çalıştığı vizyon ve izlediği dış politikanın hedefine varmasının siyasi istikrar dışındaki tek şartı, ordusunun gerek insani yetenekler gerekse teknolojik açıdan dünyanın en güçlüleri seviyesinde olması... Bu ortamda tereddüt doğuran kimi ifadeleri bir yana bırakıp Org. Başbuğ ve silahlı kuvvetlerin komuta kademesinin demokratikleşmenin hayati öneminin idraki içinde hareket ettiğini görmemek bence haksızlık. Ülkeye olduğu kadar kendisine de sıkıntı veren sebepleri ortadan kaldıran bir ordu, şüphe yok ki uluslar arası siyasetin hayal olmaktan çıkarttığı vizyonun dayanağı olarak gerek kendi halkına gerekse bölge halklarına güven verecektir.
Radikal

17 Şubat 2010
Alevilerden Korktular.....
CHP'nin pazar günü yapılan İstanbul İl Kongresi'ne "Alevi" korkusu damgasını vurdu!

Sabah'tan Sevilay Yükselir'in yazısının ilgili bölümü...

Sanırım bugüne kadar izlediğim 10'uncu kongre filandı, geçen pazar gerçekleşen CHP İstanbul İl Kongresi.
Son derece tatsız ve sönük geçen bu kongreyle ilgili tuttuğum çok not var elimde ama ben sadece sizlere bir tanesinden bahsedebileceğim...

Belki yazıldı, belki yazılmadı bilmiyorum ama bence kongrenin en mühim ayrıntısı Onur Öymen'in kongre salonuna giremeyişiydi.

Peki, hem Milletvekili, hem MYK üyesi, hem de Genel Başkan Yardımcısı olan Öymen neden CHP için son derece önemli olan bu kongrede yer alamamıştı?

Cevabı gayet basit bu sorunun.

Yarısından fazlası Alevi olan İstanbullu partililerin gırtlağına çöküp, "Neden terör meselesinin çözümüne Dersim'de yapılan katliamı örnek gösterdin e be zalim?" diyerek hesap sormalarından tırstı da ondan...

Tek tırsan Onur Öymen miydi peki?

Ne münasebet! Deniz Baykal'ından, İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin'e kadar hepsi teyakkuzdaydı.

O nedenle de, "Kökeninden protest bu adamların gönlünü okşamaz isek, kongreyi savaş alanına çevirirler" düşüncesiyle sürekli Alevilikten dem vurdular. Başlama gongu çalar çalmaz barkovizyona verilen görüntülerde durup durup Kemal Kılıçdaroğlu'nu gösterdiler, yetmedi, Anadolu Ateşi'ne semah döndürüp, "Haydar haydar" türküsü eşliğinde, "Biz sizi çokkk seviyoruz..." mesajı vermeye çalıştılar Alevilere.

Peki Aleviler bütün bu kompozisyonları yedi mi? Sanmıyorum!
aktifhaber

Hsyk krizinin perde arkası

Türkiye gündemini sarsacak bir ses kaydı daha...
İşte Ersöz'e ait olduğu iddia edilen ve metacafe'de yayınlanan ses kaydındaki şok ifadeler:

Valla ankaradan gelen avukatın söylediği, bunlar fazla yaygara Yapıyorlar diyorlar, mutlaka birşeyler var deniliyor. Şu andaki Başkan vekili (kadir özbek) hemşerisiymiş. Bu benim gelen avukat çok Dürüst bir adam. O diyor alevidir ve gerçek bir hukukçudur diyor. Öyle Kuru gürültüye pabuç bırakmayan bir tiptir diyor. Yoksa bu türlü başka Türlü kilitlenmezdi bu dava diyor. Normal bir iki tane savcıdan dolayı Kilitlenecek bir olay değil bu diyor. Eğer onlardan bir kişi değişirse Diyor, bu olayın seyri değişir diyor. Bizimkiler yargıtay başkanı kadar olamadılar. Adam çatır çatır söyledi ona karşı hiç cevap Veremediler.

Kent otel toplantılarına ben de katıldım, kimler yoktuki!

Kent otelde 13 toplantı diyor, ben bir tanesine katıldım. Şener paşam Vardı. Ankaraya gelmişlerdi. Bir savcı arkadaş davet etti gittim. Şimdi o hakimler savcılar şeyi varya, o bir tane üyenin işte bu Toplantılara katıldığı diye şey yapıyorlar, yaygara yapıyorlar. 2006'nın mayısında mı neydi yani. Şimdi böyle bir u masanın ve ya işte Dikdörtgen masanın etrafında herkes oturmuş ortası boş bir masa, Efendime söyliyim, hem yemek yeniyor hem de herkeş işte ülkenin Konularıyla ilgili konuşmak isteyen alıyor mikrofonu eline konuşuyor.

Ben yanımda hatta emekli bir binbaşı arkadaşım var hatta ofiste Beraber çalıştığımız, ben onu da götürdüm beraber. Ben ağzımı bile Açmadım zaten, konuşmadım. Çünkü baktım ki herkes hep aynı. Hatta daha Sonra da çıkarken dedimki ilhan'a ya bizim komutanlar gelmese bizim Burada işimiz ne. Mesela benim gittiğimde şener paşa vardı, hurşit Paşa vardı, efendime söyliyim, gazi üniversitesinin rektörü vardı. Sabih kanadoğlu vardı, yarsav başkanı vardı, sadettin tantan vardı, Eski şeylerden, danıştay üyeleri, yargıtay üyeleri, efendime söyliyim, Emin çölaşan vardı, balbay vardı. Yani; aytaç yalman encümen-i daniş Üyesi olmakla birlikte o gün gelmedi. Şener paşa geliyor.
aktifhaber

12 Mart 2010
Girit'li Selçuk Nasıl Alevi Oldu?
Turhan Selçuk'un vasiyeti şok etti. Babadan Girit'li anadan Yahudi olan Selçuk, Alevilerin hiç bir ritüelini yerine getirmediği halde neden Hacıbektaş'ı istedi?...

Hasan Karakaya/Vakit

TURHAN SELÇUK’UN VASİYETİ!

Anlayamadığım, kavrayamadığım ve cevabını bir türlü bulamadığım tek konu, keşke “silâh muamması” olsaydı... Ama ben, dün ölen Cumhuriyet çizeri Turhan Selçuk’un, “Hacıbektaş’a gömülme” vasiyetini de hâlâ anlayabilmiş değilim...
Niye Hacıbektaş, niye Çilehane?..
Turhan Selçuk, bir “Alevi” midir ki, “illâ da Hacıbektaş’a gömülmeyi” vasiyet etsin?..

Dün, AA’an geçen haber şöyleydi:
“İstanbul'da 88 yaşında ölen karikatürist Turhan Selçuk'un cenazesinin vasiyeti üzerine Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesinde toprağa verileceği bildirildi.
Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu, Turhan Selçuk'un cenazesinin vasiyeti üzerine Hacıbektaş'ın Çilehane bölgesinde defnedileceğini söyledi.
Belediye olarak hazırlıklara başladıklarını belirten Selmanpakoğlu, 'Merhum Turhan Selçuk, yıllardır cenazesinin Hacıbektaş'a defnedilmesini istiyordu. Öyle sanıyorum ki geçtiğimiz yıl da bu isteğini noter tarafından kayıt altına aldırarak vasiyet bırakmış. Vasiyetinde Hacıbektaş'a defnedilmek istediğini dile getirmiş. Biz de bu konuyla ilgili tüm hazırlıklarımızı yapıyoruz' dedi.
Turhan Selçuk için cumartesi günü İstanbul'da tören düzenlenecek. Selçuk'un cenazesi, pazar günü Hacıbektaş'ta düzenlenecek törenin ardından Çilehane bölgesinde toprağa verilecek.”

ÖZÜNDEN Mİ, GÖZÜNDEN Mİ?

Dedim ya; Turhan Selçuk, bir “Alevi” midir ki; “Hacıbektaş’a gömülmeyi” vasiyet etsin ve bu vasiyetini de “noter”de tescilletsin?..
Benim bildiğime göre;
“İki tip Alevi” vardır:
Ya “özünden” Alevi olacaksın,
Ya da “gözünden!”
Şahsen ben;
Turhan Selçuk’un “özünden” de, “gözünden” de “Alevi” olduğuna dair bilgiye sahip değilim...
Dahası; “bütün Alevilerin yaptığı” gibi; Deliklitaş’ı geçip “günahlarından arındığı”nı hiç görmedim, duymadım, gazetelerde de böyle bir haber okumadım.
Ve yine; Turhan Selçuk’un, Alevilerce “kutsal” sayılan “Arslanlı Çeşme”den su içtiğini de hiç hatırlamıyorum!..
Peki; Deliklitaş’tan geçmeyen, Arslanlı Çeşme’den su içmeyen bir adam nasıl bir “Alevi”dir ve nasıl “Hacıbektaş’a gömülmeyi” vasiyet eder?..
Turhan Selçuk’u bilmem ama onu “Çilehane”ye gömecek olanlar, “Alevi dedeleri” tarafından “düşük” ilân edilirse hiç şaşmam!..
Bugün değilse, ileride “düşük” ilân edilebilirler!..

GİRİT’TE ALEVî YAŞAR MI?

En başta dedik ya;
Ya “özünden” Alevi olacaksın, ya da “gözünden” Alevi olacaksın ki, cenazen “cemevi”nden kaldırılsın!..
Peki, Turhan Selçuk Alevi mi?..
Hem, bu nasıl “Alevi” ki, bütün ömrü boyunca “dini değerler”le savaştı?.. “Dindar” insanları hep aşağıladı, hep horladı ve onlara sürekli hakaret etti!..

Özellikle de “Sünni”leri hedef aldı...
Onları; “Başında takke, sırtında cübbe, belinde kuşak, elinde tesbih, ayağında takunya ve kapkara sakallı” olarak karikatürize etti!..
Sadece “hınç” duymadı!..
“Linç” uyguladı “dindar”lara!..
En sonunda;
“Başörtülü hanımlar”a da hakaret edip, onların örtülerini bir “domuz”un başına da geçirdi ya, varın anlayın “dindarlara düşmanlığı”nın derecesini!..

Peki, bu düşmanlığının temelinde acaba “Alevi” olması mı yatıyordu, yoksa “daha başka bir sebep” mi vardı?..
Turhan Selçuk’u pek tanımam... Tek bildiğim, onun “İlhan Selçuk’un ağabeyi” olduğudur... Turhan Selçuk 88 yaşında, İlhan Selçuk ise 85 yaşındadır!..

Yani “kardeş”tirler, “karındaş”tırlar!..
O halde, “aile”lerine bir bakalım...
Hatırlarsınız; İlhan Selçuk’un, “Ergenekon’un yöneticisi” olduğu gerekçesiyle gözaltına alındığı günlerde; Chronicle adlı internet sitesinde, Pelin Özer’in bir yazısından bahsetmiştim... Pelin Özer, “Yedi Kollu Şamdan’ın Işığında Milas” başlıklı ve “Milas’ın her yönünü” anlattığı 7 sayfalık yazısında “İlhan Selçuk ve eşi”nden de bahsediyordu...
İki satırlık yazı, aynen şöyleydi:
“Milaslı İlhan Selçuk, baba tarafından Girit göçmenidir... Selçuk’un eşi Handan Selçuk; Şivekâr ve Hamdi Namık Gör’ün kızıdır...
Gör çifti, Giritli ve Yahudi kökenlidir!”
Bildiğim kadarıyla, “Yahudi”ler, “kendilerinden olmayan”lara kız vermezler!.. Tabiî, bunun “istisna”ları da vardır ama, istisnalar kaideyi bozmaz!..
Demem o ki;
İlhan Selçuk, bir “Yahudi ile evli” iken, ağabeyi Turhan Selçuk, acaba nasıl “Alevi” olabiliyor?..
Girit’te “Alevi” de var mı acaba?..
Çok eski zamanlarda “Bektaşiler” yaşarmış ama Yunan milliyetçiler köklerini kurutmuşlar... Acaba; Selçuk’ların ailesi bu katliamlardan kurtulanlar mı?..
Yine soru... Hep soru!..
Kusura bakmayın, “kıt akıllı” olduğum için hep soru soruyorum!.. Çünkü, soruların cevabını bulacak kadar “zeki” değilim!..
N’apayım, Yaradan böyle yaratmış!..
Alın işte, “soru”lar yine ortada kaldı...

18 Mart 2010 10:44
BİR YALANIN ANATOMİSİ

Baykal-Cumhuriyet-Başbuğ üçlüsünün ortaya attığı ve AKP'nin bile yediği yalanın anatomisi...Haberi Paylaş : Google Yahoo Facebook Digg Del.icio.us Reddit


Aktifhaber.com

Önce Cumhuriyet Gazetesi, ardından CHP Lideri Deniz Baykal, sonra Org. İlker Başbuğ; bunlardan topu alan Ahmet Hakan, Ahmet Tezkan, Şükrü Küçükşahin gibi yazarlar, ve nihayetinde AKP’nin Bakanı Faruk Çelik, hep bir ağızdan alenen kamuoyuna yalan söylediler.

Grup, Erzincan İddianamesi’nde yeralan Alevilerle ilgili bölümdeki ayrımcı ifadelerin Ergenekon Sanığı Orhan Esirger’e ait olmasına rağmen, savcıların ifadeleri gibi kamuoyuna yansıttı.

İŞTE BİR YALANIN ANATOMİSİ

Erzincan Ergenekon Davası kapsamında yapılan aramalar ve el koymalarda Erzurum Cezaevinde tutuklu bulunan Başçavuş Orhan Esirger’in evinde ele geçirilen 183 Nolu CD kriminal incelemeye alındı. CD’de çeşitli fişleme bilgileri çıktı. Jandarma personeli tarafından hazırlanan CD’de Org. Saldıray Berk ve aleviler hakkında çıkan belgede birebir olarak şöyle yazıyordu:

“3’ncü Ordu Komutanı Org.Saldıray BERK ile ilgili değerlendirme

Saldıray BERK Erzincan ve civarında bulunan alevi köyleri ile yakından ilgilenmektedir. Bu köylerin ihtiyaçlarının giderilmesi için Ordunun imkanlarını kullanmaktadır. Yaptığı bu faaliyetler dolayısıyla alevi köyleri ve dedeler tarafından sevilmekte ve kendisine takdir beratları verilmektedir. Saldıray Berk sünni köylerle ve sünni liderlerle ilgilenmemektedir.

Saldıray BERK’in alevi köy ve dedeleri ziyaretlerinde hanımefendi her zaman kendisine eşlik etmektedir.

Saldıray BERK’in cemevleri ve alevi köylerine olan ilgisi kendini meşrep olarak Aleviliğe yakın hissetmesinden kaynaklandığı değerlendirilmektedir.”

İddianameyi hazırlayan savcılar tutuklu sanık Astsubay Orhan Esirger’in bilgisayarındaki bu bilgiyi iddianameye koydular. İddianamenin temel konularından biri Erzincan-Ergenekon yapısının bölgede Alevi-Sünni çatışması çıkarmaya çalıştığıydı.

Bu çerçevede yapının bir kolu Alevileri tahrik ederken, diğer kolu Sünnileri tahrik ediyordu.

Ancak yukarıda tırnak içi olarak verdiğimiz bölüm komple tutuklu Ergenekon Sanığı Astsubay Orhan Esirger’e ait olmasına rağmen, CHP Lideri Deniz Baykal Meclis Grup Toplantısı’ndaki konuşmasında iddianamede alıntının yapıldığı yerle ilgili alttaki ve üstteki bilgileri okumadı. Baykal Berkle ilgili ve Alevilere yönelik ayrımcılık içeren ifadeleri savcıların ifadesiymiş gibi alenen çarpıtarak ve yalan söyleyerek okudu.

Aynı yalan Cumhuriyet Gazetesi’nin manşetini de süsledi. Yukarıda tırnak içinde verdiğimiz bölüm, iddianamede savcının ifadesiymiş gibi tırnak içi verilerek Cumhuriyet’in manşetine konuldu. O tırnak içindeki ifadeyi savcının 183 nolu CD’den aldığına dair hiçbir ifade yoktu. Cumhuriyet de iddianameyi çarpıtarak, metnin yukarı ve aşağı kısımlarını keserek alenen yalan söyledi.

Sonra topu İlker Başbuğ aldı. Hafta Başında bütün medyanın ilgi gösterdiği Terör toplantısında, “TSK’nın köylere yardım yaptığını, yapmaya devam edeceğini bunun görevleri olduğunu” söyleyerek, Cumhuriyet ve Baykal’ın ortaya attığı yalan alevine benzin döktü. Başbuğ kendi personeli olan bir Astsubay’dan böylesine ayrımcı ifadeler içeren dökümanlar hazırladığı için hesap soracağına, kamuoyu önünde bundan dolayı özür dileyeceğine, fırsattan istifade aynı yalanı sahiplenerek Savcılara yüklendi. Başbuğ’un olayın gerçeğini bilmemesi düşünülemez. Emrindeki onlarca hukuk personeli ve Adli Müşavir Hıfzı Çubuklu’nun kendisini bilgilendirmemiş olması düşünülemez. Ya da diğer örneklerinde gördüğümüz gibi, altındaki bu ekibin kendisine yanlış bilgi verdiği, ıslak imza ve ve law silahlarında olduğu gibi kamuoyu önünde yalancı durumuna düşürüldüğü ortaya çıkar.

Gelelim ismi Balyoz Darbe Planı’nda “işbirlikçi” olarak geçen gazeteci ekibine…

Hepsi işin üstüne atladılar. Baykal&Cumhuriyet yalanını Başbuğ’un sözleri sonrası “atıl kurt” mesajı olarak algıladılar ve saldırıya geçtiler. Ahmet Hakan’ı, Mehmet Tezkan’ı dahil onlarca yazar bu yalandan hareketle savcıları topa tuttu.

Peşine Şükrü Küçükşahin sahne aldı. O da iddianamedeki o ifadelerin Sanırk Esirger’den ele geçerilen 183 Nolu CD’den çıktığını söylemeden, konuyu Bakan Faruk Çelik’e sordu.

Bakan Çelik de diğer cahil ordusu gibi iddianameye bakmadan konuyu incelemeden bodoslama üstüne atladı ve bugün Hürriyet’in manşetini süsleyen “Ne olmuş Alevi köyüne gitmişse” dedi ve Savcılara yüklendi.

Bir Bakan, hele de Alevi Açılımı’ndan sorumlu Bakan, günlerdir Alevileri yakından ilgilendiren bu yalan döndürülürken, danışmanlarına, altındaki personele “şu işin aslı nedir” demez mi? İddianamedeki o bölümleri çıkarttırmaz mı? İnternette bile olan Ek Delil klasörlerinden 183. Nolu CD’deki o bölümü resmen istetmez mi? Bir Bakan, kamu adına hareket eden bir savcıyı nasıl böylesine alenen yalana dayalı olarak suçlar?

Peki Şükrü Küçükşahin, iddianamede bu kısmın Sanık’tan çıktığını söylemeden, yani soruyu çarpıtarak Bakan’a nasıl sorar? Bu gazeteciliğe sığar mı? Ey herkese ahlak edep dersi vermeye çalışan Şükrü Küçükşahin bu çarpıtmayı neden yaptın?

TEKRAR EDİYORUZ AŞAĞIDAKİ TIRNAK İÇİNDEKİ BÖLÜM KOMPLE ERZURUM CEZAEVİNDE TUTUKLU BULUNAN ERGENEKON SANIĞI BAŞÇAVUŞ ORHAN ESİRGER’İN EVİNDE ELE GEÇİRİLEN 183 NOLU CD’DEN ÇIKMIŞTIR. BU BÖLÜMDE SAVCININ EKLEDİĞİ TEK KELİME YOKTUR. DEĞERLENDİRME SAVCIYA AİT DEĞİL ERGENEKON SANIĞI ASTSUBAY ORHAN ESİRGER’E AİTTİR:

“3’ncü Ordu Komutanı Org.Saldıray BERK ile ilgili değerlendirme

Saldıray BERK Erzincan ve civarında bulunan alevi köyleri ile yakından ilgilenmektedir. Bu köylerin ihtiyaçlarının giderilmesi için Ordunun imkanlarını kullanmaktadır. Yaptığı bu faaliyetler dolayısıyla alevi köyleri ve dedeler tarafından sevilmekte ve kendisine takdir beratları verilmektedir. Saldıray Berk sünni köylerle ve sünni liderlerle ilgilenmemektedir.

Saldıray BERK’in alevi köy ve dedeleri ziyaretlerinde hanımefendi her zaman kendisine eşlik etmektedir.

Saldıray BERK’in cemevleri ve alevi köylerine olan ilgisi kendini meşrep olarak Aleviliğe yakın hissetmesinden kaynaklandığı değerlendirilmektedir.”
aktifhaber

Alevi Şeyhleri sloganlarla mahkemeye geldi

06 Nisan 2010 Hatay'ın Samandağ İlçesinde kaçak Kur'an kursu açtıklar iddiasıyla 10 gün önce haklarında dava açılan 6 Alevi Şeyhi ile 4 yardımcısının yargılanmasına başlandı.
Samandağ Sulh Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan 6 Alevi şeyhinden Ahmet Tümkaya, Hikmet Özbay ve Zülfikar Çiftçi hakim önüne çıktı. kaçak Kur'an kursu açmakla suçlanan Alevi şeyhlerine, Hükümet Konağı önünde toplanan yüzlerce Alevi vatandaş da destek verdi.
"Türkiye laiktir laik kalacak" sloganları ve alkışlar arasında mahkeme salonuna giren Alevi şeyhlerinin ilk duruşmasını CHP Hatay Milletvekili Gökhan Durgun'da izledi. Alevi şeyhlerini, Alevi Bektaşi Federasyonu tarafından görevlendirilen Avukat Kemal Derin'in yanı sıra 9 avukat daha savundu. Mahkemede ifade veren Alevi şeyhleri Ahmet Tümkaya, Hikmet Özbay ve Zülfikar Çiftçi'nin duruşmalarına, 13 Nisan'da ilk mahkemelerine çıkacak olan diğer 3 Alevi şeyhi Aziz Tümkaya, Ahmet Bilmez ve Yusuf Tam'da
katılarak, arkadaşlarına destek verdiler.
Yaklaşık 2,5 saat süren duruşma çıkışında Alevi şeyhlerini alkışlarla karşılayan vatandaşlar, "Türkiye laiktir, laik kalacak" diye sloganlar atarak, Samandağ Kaymakamı Tahsin Kurtbeyoğlu ve Samandağ İlçe Müftüsünü istifaya çağırdılar.
Hükümet Konağı önünde, açıklama yapan Hatay Milletvekili Gökhan Durgun, Alevi şeyhlerinin hakim önüne çıkartılmalarının Türkiye için üzücü bir durum olduğunu söyledi.
Alevi şeyhlerinin, kaçak Kur'an kursu açtıkları iddiasıyla hakim karşısına çıkarılmış olmalarını üzüntü ile karşıladıklarını söyleyen Durgun, "Bu olay Türkiye açısından çok üzücü bir durumdur. TBMM'de bu konunun çözümü için gündem dışı konuşup, konuyu dile getireceğim. Hatay'da yaşayan Alevi insanlarımızın ve Alevi din adamlarının yaşadığı bu sıkıntının çözümü ile ilgili bir de basın toplantısı düzenleyeceğim. Yalnız değilsiniz, sizlerin yanınızdayız, birlikteyiz, beraberiz. Bu konuyu hep birlikte el birliği ile çözeceğiz. Bu konuda gönlünüz rahat olsun" dedi.
Alevi Bektaşi Federasyonu tarafından görevlendirilen Avukat Kemal Derin'de dayanışma adına burada olduğunu belirterek, "Türkiye'nin her tarafında Aleviler bir ayrımcılığa tabi tutuluyor. Bugünde Samandağ'da şeyhlerimiz, dedelerimiz bu ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar. Bugün Alevi çocuklarımız okullarda zorunlu din dersleriyle zorla sunileştirilerek, asimile ediliyor. Ne hükümet ne de muhalefet buna ses çıkarmıyor. Bugün bir anayasa değişikliği gündemde. Hem muhalefete hem de hükümete sesleniyoruz. Gelin bu zorunlu din dersini kaldırın ve bu zulme son verin diyoruz. Bu duruşmanın sonuna kadar takipçisi olacağız. Eğer burada sonuç alamazsak, hepinizin huzurunda söz veriyoruz, bu davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne taşıyacağız" diye konuştu.
Ehl-i Beyt Kültür ve Dayanışma Vakfı Antakya Sorumlusu Ali Yeral da, Alevi şeyhlerinin sanık kürsüsüne değil, çocuklara Kuranı Kerim öğrettikleri, namaz surelerini öğrettikleri için ödül kürsüsüne çıkartılmaları gerektiğini ifade ederek, "Biz neticede yüce adaletimize güveniyor ve toplumumuzu diken üzerinde tutan bu yanlış hesabın Bağdat'a varmadan Samandağ Adliyesi'nden döneceğini ümit ediyoruz" dedi.
İlk duruşmasına çıkan Alevi Şeyhi Zülfikar Çiftçi ise Alevi toplumunun demokratik ve modern Türkiye'nin temel bir unsuru olduğunu vurgulayarak, "Din ve vicdan özgürlüğü ise yasalarla güvence altına alınmış temel bir haktır. Bu hakların ihlal edilmesi, çağdaş dünya toplumları nezdinde ülkemizi müşkül duruma sokacağı gibi barışı da zedeleyici bir tutum olacaktır. Bu nedenle biz din adamlarını ve alevi toplumunu inciten bu yargılama sürecinin adil bir biçimde son bulması tek dileğimizdir" diye konuştu.
netgazete


Sevilay Yükselir
Sabah Gazetesi
Evet! Yüksek yargı Alevilerin elinde!
14 Nisan 2010

Cumartesi sabahı kendisi de benim gibi Alevi kökenli olan bir avukat arkadaşımdan cep telefonuma gönderilen SMS'de, Taraf Yazarı Rasim Ozan Kütahyalı'nın, "Yüksek yargı Alevilerin elinde mi?" başlıklı yazısını şiddetle okumam tavsiye ediliyordu.
Yargıtay Onursal Üyesi Cevdet İlhan Günay'ın, akıllara durgunluk veren, "Hâkim arkadaşlarımız derler ki, bir yere gelebilmek için TSE damgalı olmak lazım. TSE ama açılımı Türk Standartları Enstitüsü değil. Onun açılımı 'Tunceli-Sivas-Erzincan'dır!" şeklindeki açıklamalarından yola çıkıp, yargı ve Aleviler arasındaki bağların geçmişine dair son derece isabetli bir tespit yapmış Kütahyalı.
Bugün bir Ergenekon tertibi olduğu anlaşılan ve 23 Alevi'nin katliyle sonuçlanan Gazi Mahallesi Davası'nı örnek göstererek, sürekli Alevileri aşırı milliyetçi, statükocu ve darbe şakşakçısı gösteren çakma liberallere, Alevileri Dernekleri Federasyonu Başkanı Doğan Bermek'in koyduğu argümanlardan yola çıkarak açık açık seslenmiş.
"Madem yüksek yargı Alevilerin elinde. O halde Gazi Davası'ndan neden sonuç alamadılar? Dava neden kasıtlı olarak Trabzon'a kaydırıldı? Dava sürecinde mağdur yakınları taşlanırken, toplam 18 ay cezayla sonuçlanırken neredeydi o yüksek yargıdaki Aleviler?"
Kütahyalı'nın ortaya koyduğu bu önemli ayrıntıyı bıraktığı yerden alıp, meseleye dair kalem oynatma sırası şimdi bende.
Belki içinizden hatırlayanınız vardır. 15 ve 18 Mart 2009'da Gazi Davası'na ilişkin iki yazı yazmıştım. Ve yargının en tepesindeki isim olan Alevi kökenli eski Adalet Bakanı Mehmet Moğultay'a en azından vicdanını rahatlatmak adına konuşması, o tarihlerde olan biten her neyse bildiklerini, yaşadıklarını anlatması çağrısını yapmıştım. Moğultay'dan gelen cevap ise inanılmaz şaşırtıcıydı; "Yargının bağımsızlığına şiddetle inanan bir bakan olarak Yargıtay'ın verdiği o karara müdahale etmem yanlış olurdu. O gün böyle düşünüyordum. İnanın ki, bugün de olsa, aynı tavrı göstermekte bir an olsun tereddüt etmezdim!" (Arşiv-20 Mart 2009)
Peki gerçekten öyle miydi acaba?
Gerçekten Moğultay ve onun gibi Alevi kökenli siyasiler bağımsızlığa olan inançlarından dolayı mı 23 Alevi'nin ölümüne neden olan davanın sumen altı edilmesine göz yummuşlardı?
Tabii ki değil!
Oradaki inisiyatifsizliğin ya da görmezden gelmenin bir tek nedeni vardı. O da Kütahyalı'nın da işaret ettiği gibi mevcut sistemle barışık olmak için, derin ve kirli ellerin Aleviler üzerinde oynadığı Bizans oyunlarına karşı Alevi felsefesinin öngördüğü şekliyle tavır alamamaktı!
Meselenin özü budur yani!
O nedenle, her daim yüksek yargıda görev yapan Alevilerden hareketle milyonlarca insanı hedef alıp, acımasızca yazılar yazan çakma liberallere bir kez daha sesleniyorum;
Ortada bir hata, kusur varsa, bunu insanların köklerinde aramayın! Bırakın kökler üzerinden ayrımcılık falan yapmayı da, aklınızı başınıza alıp insanların köklerine bakmadan onları maşa gibi kullanmayı başaran bu sistemi sorgulayın! Biliniz ki, sadece yüksek yargıya değil, devlet kademesinin her yerine sirayet etmiş bu kafalara yanlış yaptıranlar kökleri, kökenleri değil, uyarına geldiğinde Sünni'nin de, Alevi'nin de, Ermeni'nin de kafasını ezmeyi kendisine şiar edinmiş sistemin ta kendisidir!

8 Mayıs 2010 22:10
Gandi Dede Soyundan Geliyormuş
Kaset skandalının ardından CHP'nin başına geçen Kemal Kılıçdaroğlu'nun Alevilikte “önder” kabul edilen “Dede soyundan” geldiği söyledi.

CHP'nin yeni Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun en kurultay sırasında ve sonrasında en büyük heyecan dalgasını memleketinde yaşattığı belirtiliyor. Öte yandan kaset skandalının ardından CHP'nin başına geçen Kemal Kılıçdaroğlu'nun Alevilikte “önder” kabul edilen “Dede soyundan” geldiği ve kendisiyle yapılan bir röportajda, “Alevi dedesiyim ama bu makamı hiçbir zaman kullanmadım. Sakinliğim buradan aldığım terbiyeden kaynaklanıyor” dediği ortaya çıktı.

DEDELİK MESELESİ
Kılıçdaroğlu'nun 29 Mart yerel seçimleri öncesinde bir gazeteciye yazılmamak şartıyla söylediği bu sözler, o dönem kısa süre içinde basın camiasında duyulunca, benzer bir soruyu Zaman'dan Nuriye Akman da sordu. Kılıçdaroğlu ona da, “Ben dede soyundan gelmekle beraber dedelik yapmadım. Dedelikte kendinizi o yola adamanız lazım. O zaman bürokrasiyi bırakmanız lazım. Dedelikte içinizde olağanüstü bir sevgi olmalı. Kesinlikle kin tutmamalısınız” diye cevap verdi. Akman'ın, “Öyle olmadığınız için mi dede olmadınız?” sorusuna ise Kılıçdaroğlu, “Hayır, ben öyleyim. Kimseye beddua etmiş değilim. Eğer bir yerde bir yanlışlık varsa önce kendimde kusur ve eksik aramaya çalışırım” dedi.

DERSİM KÖKENLİ ALEVİ KURULUŞLAR DA HEYECANA KATILDI
Öte yandan Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP'nin başına geçmesi, memleketi Tunceli'de büyük sevinçle karşılanırken, Tunceli kökenli Alevi kuruluşlar, yayın organları ve internet sitelerinde de bir heyecan dalgası meydana getirdi. Alevi camiada en önemli tartışma konusunun Kemal Kılıçdaroğlu olduğu belirtiliyor.

MEHDİ BEKLİYORDUK GANDİ GELDİ
Bağımsız iletişim ağı Bianet ile Kurdistan-aktuel.com'da yayımlanan Alevi yazar Hüseyin Aygün'un yazısında, şu ifadeler dikkat çekti: “Amerikalılar ‘we can' demişlerdi. Dersimliler şaşkın, umutsuz, cesur ve temkinli. Yüzyıllardır Mehdi yi bekliyorlar, ‘Mehdi gelecek, bizi kurtaracak'. Şimdilerde Mehdileri Gandi Kemal gibi. Mustafa Kemal in koltuğuna bir Alevi, hem de Kızılbaş Dersimli oturacak! Buna inanmıyorlar. ‘Baykal da oyun çok'. Kurban kesenler, dua edenler, mum yakanlar, adak adayanlar, ‘Alevi Vali yok, CHP'yi Alevilere vermezler' diyenler, ‘Dersimli hem de Pir geleneğinden' diyenler, ‘CHP'yi ancak hemşerimiz diriltir' lafları ve daha pek çok şey.”

“GANDİ KEMAL'DEN BEKLENTİLERİMİZ VE DERSİM'DEN SORULAR”
Hüseyin Aygün, yazısında, Kılıçdaroğlu'ndan beklentilerinin olduğunu ve ona Dersimlilerin soracağı sorular olduğunu dile getirerek, şunları belirtiyor: “1938 felaketinde ailesini kurşun ve sürgünlere veren Nazmiyeli Karabulut ailesinin oğlu Kemal Kılıçdaroğlu, Dersimlilere ne söyleyecek? Devlet adına -hadi devlet değil!-, CHP adına bir özür dileyecek mi? Buzdan adam Öymen CHP vitrininde bir ad olacak mı?Yıllarca ‘Ben Elazığlıyım', ‘Ben Erzincanlıyım' diyen Dersimliler ‘Ben Dersimliyim' diyebilecek mi? Ana dilleri olan Zazaca ve Kürtçe de isterlerse eğitim alabilecekler mi? Cemlerini-cemaatlerini ‘devlet korkusu' olmadan yapacaklar mı? Yüzyıllardır ‘Biz de İslamız, biz de Müslümanız' diyen Kızılbaşlar ‘Biz Kızılbaşız' diyerek dolaşabilecek mi? ‘Tuncelili', ‘Kızılbaş' diye -üstelik mahkeme kararına rağmen- hakim yapılmayan Tuncelili Mahir'in derdine deva bulacak mı? Ordudaki, emniyetteki, bürokrasideki Alevi karşıtlarını terbiye edecek mi?”

***

DEDELİK NEDİR?
Uluslararası Alevi kuruluşu Hakder'in “dedelik” kurumuyla ilgili görüşü şöyle: Sünniler ve Şiilerin camilerde Hocası veya İmamı, Hıristiyanların da kiliselerde papazları olduğu gibi, Alevi toplumunun da Dedeleri vardır. Dede Cem törenlerine önderlik eder, diğer bazı dinsel törenlerde görev yapar. Toplum tarafından saygı görür, birçok konuda ona danışılır. Yani Dede Alevi toplumunun sosyal ve manevi lideridir. Alevilikle ilgili bilgiler bugüne kadar dedelerle, babadan oğula (bazen kızına) aktarılarak ulaşmıştır. Devlet tarafından otoriteye karşı bir tehdit olarak görüldüğü veya aşırı dinci gruplarca dinsizlik sayıldığı için Alevilik eskiden gizli tutulurdu. Son birkaç yıldan beri birçok Alevi dernek ve kurumlarının kurulmasıyla birlikte, Alevilikle ilgili bilgilerin Dedelere, Dede çocuklarına ve yeni nesillere aktarılmasına çaba sarf edilmektedir. Alevi toplumu ve kurumları günümüzde Dedelik yapacak kişilerin kaliteli ve bilgili olmaları koşulunu öne sürmektedirler. Dedelik soydan sürmesi kuralı vardır. Yani babadan oğula geçmektedir.”

Kaynak:Habervaktim

Osman Öcalan: “Yüksek yargıdaki bazı Aleviler sıkışınca, PKK'daki Aleviler harekete geçti..."
21 Haziran 2010

Osman Öcalan; “Ergenekon'un içindeki ve yüksek yargıdaki bazı Aleviler sıkışınca, PKK'daki Aleviler harekete geçti... Katliam emrini veren Mustafa Karasu'dur... Karasu, PKK içinde Alevi dedesi gibi hareket etmektedir” dedi.

Öcalan, “ Son zamanlarda yurtsever kesim yerine Alevi ve solcu kesim PKK içinde etkili olmuş durumda. PKK'yı şimdi bu grup yönlendirmektedir” diye konuştu.

SALDIRI TALİMATINI VEREN KARASU ALEVİ DEDESİ GİBİDİR

PKK'nın solcu ve Alevi kesiminin başında Mustafa Karasu ve Duran Kalkan'ın bulunduğunu kaydeden Öcalan, “Özellikle Mustafa Karasu, bir Alevi dedesi gibi hareket eder. Karasu, Sivas'ın Alevilerindendir. Duran Kalkan ise Kürt bile değildir” şeklinde konuştu. Öcalan, “Cezaevinde PKK liderleri açlık grevi yapmıştı. Mustafa Karasu'nun durumu kötüleşince, devlet istekleri yerine getirdi. Cezasından 3 yıl önce tahliye oldu. Mehmet Şener öldürülünce, Karasu PKK'nın içinde ilerledi. Kendisinin sosyalist olduğunu söylüyor. Ama sosyalist biri değil. O, PKK'nın içinde Alevilerin temsilciliğini yapıyor” dedi.

“HÜKÜMET, KÜRTLERİN SAĞ KESİMİ İLE DİYALOG KURMALI”
Hükümetin, yurtsever demokrat Kürt kesimi ile direkt ya da dolaylı olarak diyalog kurması gerektiğini kaydeden Öcalan, “Direkt yapılamıyorsa, endirekt diyalog kurulması olumlu sonuç verecektir. Hükümet, sol militanlar yerine Kürt kesiminin ılımlı sağ kesimi ile diyalog kurmalıdır. Fakat ne sağ, ne sol, hiç kimse ile diyalog kurulmamaktadır. Şahsım adına ben defalarca diyalog önerdim ama selam veren olmadı” diye konuştu.

Abdullah Öcalan'ın İmralı'dan 31 Mayıs sonrası için mesaj verdiği, ardından da terörün azdığı şeklindeki değerlendirmeleri yorumlayan Osman Öcalan, “Abdullah Öcalan, 31 Mayıs'a kadar ‘durun' diyordu. Kürtler için Öcalan, PKK'dan daha önemlidir. 31 Mayıs'tan sonra Öcalan her şeyi serbest bıraktı. Serbest bırakınca da AK Parti hükümetini yıpratmak isteyen sol-Alevi kesime fırsat verdi. Mesala Tokat Reşadiye ve İskenderun'daki saldırılar da solcu-Alevi kesimce gerçekleştirildi.”

“BAZI ALEVİLER KÖŞEYE SIKIŞINCA PKK'DAKİ ALEVİLER HAREKETE GEÇTİ”

Osman Öcalan, son dönemde yüksek yargıdaki Alevi kesimin ayyuka çıkarılan illegal ilişkileri ile PKK'nın Alevi kesiminin saldırılarını artırması arasında bir ilişki bulunup bulunamayacağına yönelik sorumuz üzerine ise şöyle konuştu:

“Türkiye'deki bazı Alevilerin zor durumda olması ile PKK'nın Alevi yapılanmasının ülkeyi karıştırıp AK Parti'yi tasfiye etmek üzere gayret sarfetmeleri arasında ilişki gözardı edilemez. Türkiye'deki bazı Alevilerin üzerine gidildiğinde, Alevi dedesi gibi hareket eden mevcut sürecin ideoloğu Mustafa Karasu'nun kazan kaldırması doğaldır.”

Kaynak: Vakit
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Hzr 28, 2010 7:13 pm    Mesaj konusu: Yargıda SDD (Seyfo Dede Düzeni) Alıntıyla Cevap Gönder

Yargıda SDD (Seyfo Dede Düzeni) -1-
Ali Haydar Can



AYM, Yargıtay, Danıştay ve HSYK kararlarında ortaya çıkan açık anayasa ve kanun ihlallerini uzun süredir dehşetle ve ibretle izliyoruz...

Dehşetle izliyoruz...

Çünkü; bu vahim anayasa ve kanun ihlalleri üç üst mahkeme tarafından göstere göstere, alenî, pervasızca yapılıyor...

Dehşetle izliyoruz...

Çünkü; üç üst mahkemenin bu apaçık kanun ihlalleri karşısında ne hükûmet ne de meclis kararlı bir hamle yap(a)mıyor...

Onlar da bizim gibi sadece izliyor...

Dehşetle izliyoruz...

Çünkü; ne bu üç mahkeme kararlarıyla kıpırdayamaz duruma gelmiş hükümetten, ne çıkardığı yasalar bizzat bu üç mahkeme tarafından ayaklar altına alınan TBMM’den, ne da yasama ve yürütme erklerini de tekeline alarak “kuvvetler ayrılığı”nı fiiilen ilga ederek bünyesinde tüm erkleri birleştiren bu yargı darbesine karşı gereğini yapma durumunda olan özel yetkili savcılardan, bu hukuksuzluğa dur diyecek etkili bir eylem veya işlem ortaya çık(a)mıyor...

Dehşetle izliyoruz...

Çünkü; böyle bir durumda gereğini yapma durumunda olanlar şoka girmiş, dili dişi kilitlenmiş, eli kolu tutulmuş bir halde olan biteni seyretmekle yetiniyor...

Dehşetle izliyoruz...

Çünkü; Anayasa Mahkemesi kanunda ona bu yetki verilmediği halde uzun zamandan beri “Kısa karar açıklama ve yürürlüğü durdurma kararı” gibi Anayasaya açıkça aykırı bir karar türünü şakır şakır kullanıyor... (1)

Dehşetle izliyoruz...

Anayasa değişikliklerini yalnızca şekil yönünden inceleyebileceği bunun dışında herhangi bir inceleme yapamayacağına dair açık Anayasa hükmüne rağmen, AYM, CHP tarafından önüne getirilen anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden değil esas yönünden de inceleyip iptal edip yürürlüğünü durdurma kararları veriyor...

Dehşetle izliyoruz...

Şimdi işi bir adım daha ileri götürerek, Referanduma sunulacak anayasa değişikliğini, daha Referanduma sunulmadan, yani daha ortada tekemmül etmiş/tamamlanmış bir anayasa değişikliği dahi yokken incelemeye karar vererek, daha vahim bir hukuk skandalına imza atmaktan çekinmiyor...

Bunun bir adım sonrası nedir?

Bunun bir adım sonrası TBMM gündemine alınan Anayasa değişikliği teklifleri ile kanun tasarı ve tekliflerininin daha görüşülmesine başlanmadan iptali ve yürürlüğünün durdurulmasına karar vermeye başlamasıdır...

Bu vahim hal karşısında şimdi susan TBMM, o zaman ne yapacak veya bir şey yapabilecek mi?

Yapabileceği bir şey varsa onu niye hemen ve acilen yapmıyor?

Bir kanunsuzluk ilk ortaya çıktığı anda derhal önlenmezse; yol olur...

Tıpkı; “Kısa karar açıklama ve yürürlüğünün durdulması” kanunsuzluklarında olduğu gibi... (2)

Tıpkı; anayasa değişikliklerini esastan inceleyip, iptaline ve yürürlüğünün durdurulmalarına karar verilmeleri gibi...

Tıpkı; referanduma sunulacak anayasa değişikliğini, daha referanduma sunulmadan, yani daha ortada tekemmül etmiş/tamamlanmış bir anayasa değişikliği dahi yokken incelemeye karar verilmesi gibi...

Dipnotlar:
1- Anayasa madde 6: “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”
2- Anayasa madde 11: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.”
Anayasa madde 153: “Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir. İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz. (..)Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez. (..) İptal kararları geriye yürümez.”
Anayasa’nın 11 maddsine göre Anayasa AYM’yi de bağlayan “temel hukuk kuralları”dır. Oysa AYM iptal gerekçesini yazmadan ,” kısa karar” açıklayarak Anayasanın 153. maddesindeki “İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz.” Hükmünü ilga etmekle/yürürlükten kaldırmakla kalmamakta; budurum aynı madddedeki “Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez.” Hükmünü de geçersizleştirmektedir. Bir Anayasa hükmünü kaldırmak veya değiştirmek yetkisi münhasıran TBMM’ye ait olduğuna göre, AYM bu Anayasa ihlali ile aynı zamanda, TBBM’ye ait bir yetkiyi de gaspetmiş olmuyor mu? “Yürürlüğün durdurulması kararları” ise aynı maddedeki “iptal kararları geriye doğru yürümez” hükmünü açıkça ortadan kaldırmıyor mu? Burada kanun koyucu Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarına getirdiği “ gerekçesi yazılmadan açıklanma” yasağı, TBMM’nin iradesinin gerekçe yazılıncaya kadar yürürlükte tutmak için “Millî İrade”yi esas alan bir hüküm değil midir?.
(devam edecek)



Yargıda SDD (Seyfo Dede Düzeni) -2-

Ali Haydar Can



Şimdi ne demek istediğimizi fazlaca teknik ayrıntıya boğmadan TC Anayasası üzerinden kısaca gösterelim :

[MADDE 6. – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.]


TC’nin kendi rejiminin temel karakteristiği olarak Anayasasına yerleştirdiği en önemli özelliklerden biri rejimin “demokratik cumhuriyet” niteliğine atıf yapan bu maddenin birinci cümlesidir:

“Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.”

İyi de...

Maddenin ikinci fıkrası: “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.” Diyerek bu egemenliğin kayıtsız olmadığını bağıra çağıra söylemiyor mu?
Ne demek “yetkili organlar”?

Bir işde birden fazla yetkili organ olursa orada bütün işler arap saçına dönmez mi?...

TC’de de aynen öyle olmuştur...

Anayasada ismi zikredilen DİB hariç(3) her kurum kendini “yetkili organlar”dan biri sayarak kafasına göre takılmaya başlamıştır... Yargısından ordusuna, HYSK’sından YÖK’üne kadar herbirinin kanun tanımazlıklarına ve bu kanun tanımazlıkların doğurduğu kaotik ortamın doğmasının ana sebeplerinden biri bu fıkradır...

Ama...

1982 Amayasası’nın en radikal muhaliflerinin bile bu fıkra aleyhine tek kelime etmedikleri de bir ibret vesikası halinde gözümüzün önünde durmaktadır...

ABD Başkanı’nın “bizim oğlanlar” diye sitayişle bahsettiği generallerin yaptığı Anayasa’nın tek kusuru 6. maddesi değildir; ama bu anayasanın hangi mantıkla hazırlandığını ele vermesi bakımındam bu madde ilginçtir...

Millet egemenliğini düzenleme iddiasındaki bu maddenin 1. fıkrası “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.” Derken...

İkinci fıkrası bu ”egemenliğin” ancak “yetkili organlar” denilen ne idüğü belirsiz “organlar” tarafından kullanılacağını belirtmekle, “milletin egemenliği”ni kullanılmasını belirsiz “kayıt ve şartlara” bağlı olduğunu ilan ederek yargı-ordu-yök-hükûmet-meclis arasında bugünkü sonu gelmez ve çözümlenemez yetki kargaşalarına yol açmaktadır..

Bu ikinci fıkra, sadece 1. fıkrayı anlamsızlaştırmakla kalmamakta aynı zamanda kendisinden sonra gelen ve “Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” diyen 3 fıkrayı da hükümsüzleştirmektedir...

Dolaysı ile de; TC’nin rejiminin “millî irade”ye dayalı “demokratik bir cumhuriyet” ve “hukuk devleti” olduğunu söyleyen ve bu niteliğinin "değiştirilemeyeceği"ni ve "değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini” belirterek “millî irade”ye ayrı bir “kayıt ve şart” getiren 2. maddesini de hükümsüz kılmaktadır...

Hükümsüz kılmaktadır; çünkü egemenliğin “kayıtsız ve şartsız” millete ait olmadığı bir devlete “demokratik cumhuriyet” demek ve anayasasında bu kadar bariz çelişkiler taşıyan bir devlete de “hukuk devleti” demek mümkün değildir...

Bir devletin zaten varolmayan olmayan şeklini ve niteliklerini kim nasıl değiştirebilir ki? Bir de bunun “değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğinden” ayrıca sözedebiliyor?

Yani bu Anayasa’nın 1. madesindeki “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” Diyen hükmü de; 2 maddesinin bu “cumhuriyet”in "temel nitelikleri” olarak belirttiği “demokratik, laik, hukuk devleti” unsularının her üçü de aslında bu anayasanın diğer maddeleriyle zaten ortadan kaldırılmış durumdadır. (4)

TC’nin Anayasasında temel nitelik olarak sayılan “demokratik, laik hukuk devleti” nitelikleri bizzat o anayasa ve o anayasada sözü edilen “kurum ve kuruluşlar” tarafından ilga edildiğine/ortadan kaldırıldığına göre...

Ve ortada devlete benzer bir yapının varlığı görüldüğüne göre...
Bu devletin rejimi/düzeni ve o rejim/düzenin temel nitelikleri nitelikleri nedir?

Bu soruyu TC’nin “yargı düzeni” üzerinden giderek rahatlıkla cevaplayabiliriz...

Nasıl mı?

TC Anayasası’nın “egemenliğin kayıtsız şartsız milletin” olduğunu ifade eden 6. maddesinin son fıkrası ne diyor:

“Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

Peki Yukarıda sözünü ettiğimiz üç üst yargı kurumu kararlarına başlarken ne diyorlar:

“Türk milleti adına...”

Yani?

Teorik olarak bu üç üst mahkeme de, diğer mahkemeler de, yargılama faaliyetlerini yaparken, bunu “Türk milleti adına”, “Türk milletinin kayıtsız şartsız” olması gereken “egemenliği”ni kullanarak yapıyorlar.

Bunu yaparken de Anayasa’nın 6/3 maddesi gereği “kaynağını Anayasa’dan alarak” böyle bir faaliyeti sürdürüyor olmaları gerekiyor..

Fakat...

Kaynağını Anayasa’dan alacaklarsa, aynı Anayasa’nın TC’yi bir “hukuk devleti” olarak nitelemesi karşısında sadece Anayasa ile değil, aynı zamanda yürürlükteki tüm mevzuat (kanunlar, KHK’ler tüzükler vb.) ile de bağlı ve onlara uygun olarak davranmaları da gerekirken...

AYM’nin Anayasa’daki açık hükümleri bile çiğneyerek verdiği kararlarına bakarak bu mahkemenin, bu kararlarının kaynağının ne Anayasa ne de diğer yürürlükteki mevzuat hükümleri olmadığı anlaşılıyor...

Peki AYM, kaynağını Anayasa’dan almıyorsa nereden alıyor?

Son haftalarda ortalığa saçılan dinleme kayıtları ve özel yetkili savcılarca soruşturulmakta olan veya özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde görülmekte olan bir takım soruşturma ve davaların dosyalarına giren yasal deliller bu sorunun cevabını açıkça veriyor:

TC’nin Yukarıda sözünü ettiğimiz üç üst mahkemesinin ve diğer mahkemeler ile sair kişi, kurum ve kuruluşlarının mevcut Anayasa ve mevzuat hükümlerini ayaklar altına alarak verdiği kararlarının kaynağı Anayasa ve kanunlar değil Seyfo Dede’dir...

Peki kimdir bu Seyfo Dede?

Şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere...

Dipnotlar:

3- 80 bin camii ve buralarda istihdam ettiği onbinlerce memuruyla TC’nin en kalabalık ve bütçesi en büyük kuruluşlarından biri olan DİB, Anayasa’da ismi zikredilmesine rağmen diğer organlar gibi “Ben anayasal kurumum bana kimse karışımaz istediğim gibi fetva veririr hüküm keserim, Anayasadan büyük kanun olmadığına göre; ben anayasadan aldığım yetki ile kanunların bana vermediği hak ve yetkileri de kullanırım” diyerek bağımsız/özerk/kanunların üstünde bir pozisyon almak yerine kurulduğu günnden bu yana her önüne gelene esas duruiüş gösterip topuk selamı vermek veya kavuk sallamakla meşgul olmaktadır... Bu da, bu kurumu yöneten bürokratların psikolojisi hakkında ilginç ipuçları vermektedir...
4-Anayasasında DİB’in “anayasal bir kurum” olarak varolduğu ve devletin bu kurum vasıtasıyla çoğunluğun inancı olan Sünnî islâmlığı dejenere ederek aslından saptırmaya çalıştığı ve bu kurum elemanlarının cami cemaati hakkında devletin istihbarat örgütlerine düzenli raporlar vererek Sünnî müslümanları sürekli gözetim ve denetim altında tuttukları bir ülkede devletin “laiklik” diye niteliği olabilir mi ki, onu “değiştirmek” veya “değiştirilmesini teklif etmek”ten bahsedilebilsin? (Anayasa MADDE 136: “Diyanet İşleri Başkanlığı Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”)


(devam edecek)


Yargıda SDD (Seyfo Dede Düzeni) -3-

Ali Haydar Can




Seyfo Dede’nin hikâyesi şöyle:

[Her şey, Seyfi Oktay'ın 1991'de Adalet Bakanlığı koltuğuna oturmasıyla başladı. Müsteşar dahil Adalet bürokrasisinde operasyon için kolları sıvayan SHP'li Bakan'ın önünde Çankaya engeli duruyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ı devre dışı bırakan ünlü 'by-pass' yasasıyla bu duvar aşılacaktı. 1992 yılı, hem bu yasa hem de HSYK ve yargı atamaları sebebiyle büyük tartışmalara sahne oldu. Siyaset kadar yargı da gelişmelerden rahatsızdı.

Oktay'a en sert tepki yine yargı içinden geldi. Dönemin HSYK Üyesi Vural Savaş, milletvekillerine gönderilen ve yüksek dereceli hâkimler tarafından hazırlandığı belirtilen bir bildiriyi gündeme getirdi. Bildiride, by-pass tasarısının bakanlıkta siyasî kadrolaşma için getirildiği uyarısı yer alıyordu. İlerleyen günlerde bu kez HSYK, 10 sayfalık deklarasyon yayımladı. Kurul'un 11 üyesinin imzasını taşıyan deklarasyonda, Bakan 'objektif davranmamakla ve Kurul'u çalıştırmamakla' suçlanıyordu. Hâkim ve savcı atamalarının geciktirildiği, yazılı ikazlara rağmen atamalarla ilgili taslakların Kurul'a verilmediği, 200'e yakın hâkim ve savcı kadrosunun yetki yoluyla doldurulmaya çalışıldığı, Bakan'ın tavırlarıyla yargıç teminatının zedelendiği eleştirileri sıralanıyordu.

Tartışmalar sürerken Yargıtay da rahatsızlığını dışa vurdu. Dönemin Yargıtay Başkanı İsmet Ocakçıoğlu, 1992'deki adli yıl açılışında, atamalarda cumhurbaşkanını devre dışı bırakan düzenlemeyi eleştirdi. Ocakçıoğlu'na göre, HSYK bağımsız değildi. Bu eleştiriler, yargıdaki genel eğilimi yansıtıyordu ve konuşma metninde Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun mutabakatı alınmıştı.

Anayasa Mahkemesi'nin tavrı

Bütün bunlara rağmen yasa çıktı, cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi'ne iptal için başvurdu. Ancak, o dönem Yekta Güngör Özden'in başkanı olduğu Mahkeme, kritik başka davalarda içtihat haline getirdiği yürütmeyi durdurma kararını burada vermeyecekti. Bakana karşı yıllardır korunan dokunulmazlık zırhını kaybeden 13 üst düzey bürokrat, ikili kararnameyle (Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ve Oktay) hemen görevden alındı. Bir günde 11 atama yapıldı. Eski Adalet Bakanı Oltan Sungurlu'ya göre artık yargıda 'kutuplaşma trendine' girilmişti. Anayasa Mahkemesi, 10 ay sonra yasayı iptal ettiğinde, atananlar sağlama alınmıştı.
Oktay'dan sonra Adalet bakanı olan Mehmet Moğultay döneminde de benzer süreç yaşandı. Moğultay'ın 1995'te CHP İstanbul kongresindeki itirafı ise her şeyi özetleyecekti: "Hükümetten 5 bin kişilik kadro çıkardım. Bu kadroları örgütüme vermeyip de MHP'ye mi verseydim, Refah'a mı verseydim? Oktay zamanında 2 bin, benim zamanımda bin civarında hâkim alındı."
Seyfi Oktay döneminde görev verilen isimler arasında, son görüşme kayıtlarında da adı geçen HSYK Başkan Vekili Kadir Özbek ve Anayasa Mahkemesi Üyesi Fulya Kantarcıoğlu da vardı. Özbek, Ankara Adli Yargı Komisyonu başkanlığına o dönem atandı. Komisyon, personel alımlarından atamalarına kadar önemli yetkilere sahipti. Bakanlık Müsteşar Yardımcısı yapılan Kantarcıoğlu ise adını, Anayasa Mahkemesi raportörü iken duyurmuştu. 1 Kasım 1987 için Özal hükümetinin aldığı seçim kararı mahkeme tarafından iptal edilirken, Kantarcıoğlu 'iptal' yönünde rapor yazmıştı. Mahkemeye başvuruyu, o sırada SHP grup başkan vekili olan Oktay yapmıştı. Kantarcıoğlu, 1994'te Danıştay, 1995'te de Anayasa Mahkemesi'ne seçildi.]
(5)

Seyfo Dede ve Mehmet Moğultay birbiri ardından adalet bakanlığı yapıyorlar ve o dönemde Süleyman Demirel’in unutulmaz katkılarıyla toplam 7 bin yeni yandaş hakim alınıyor...

Anayasa deliniyor, kanunlar çiğneniyor...

Önce HSYK tamamiyle ele geçiriliyor...

Buradan alınan güçle AYM, Yargıtay, Danıştay’da pervasızca kadrolaşılıyor...

Yerel Mahkemeler ve savcılıklarda köşebaşları tutuluyor...
Bu gözükara operasyonun sonunda ne mi oluyor?

Toplam nüfus içindeki oranların yüzde 2-3 civarında olan bir azınlık mezhep mensupları Türkiye’nin üç yüksek mahkemesinde (AYM, Yargıtay, Danıştay) yüzde elliden fazla bir oranla temsil edilir hale gelirken, HSYK’nın tamamına hakim oluyorlar...

Bugün her nedense o takımla birlikte hareket eden Vural Savaş, Seyfo Dede’nin TC Yargısına öldürücü darbeyi vurduğu günlerde HSYK üyesiydi ve bu yargı darbesine karşı bakın nasıl direnmişti:

[ Adalet Bakanı olunca müsteşarlığa hemşehrisi Yusuf Kenan Doğan'ı atayan Seyfi Oktay'ın hedefinde HSYK vardı. Oktay, Kurul'da çoğunluğu sağlayabilmek için hukuk teamüllerini hiçe sayarak kendisine yakın üyeyi göreve getirmişti. Mevzuata göre, toplantılara 'yedek üye' olarak katılması gereken Mehmet Yıldız'ın yerine Yargıtay'dan Hakkı Dinç getirilmişti. Bu operasyona dönemin HSYK Başkan Vekili Hakkı Süha Terzibaşıoğlu ile birlikte HSYK üyeleri Vural Savaş ve Yaşar Selim Asmaz tepki gösterdi. Savaş, Kurul'da alınan karara karşı muhalefet şerhi düşerken, "Usulüne uygun şekilde teşekkül ettirilmemiş heyetlerin verdiği kararlar 'yok' hükmünde olduğundan, o heyete katılan üyelerce 'resen' göz önünde tutulması gerekmektedir." ifadelerine yer veriyordu. Savaş, yazısında, aralarında Prof. Dr. Ergun Özbudun'un bulunduğu anayasa hukukçularını referans göstererek Oktay'ın hukuka aykırı işlemde bulunduğunu savunmuştu. Vural Savaş, bir süre sonra da Oktay'a tepki göstererek Kurul üyeliğinden istifa etmişti.] (6)

Bütün hukuksuzluklarını Vural Savaş’ı bile isyan ettirecek kadar apaçık/pervasızca yapabilen, TC’nin zaten başındanberi yalpalayan adliye teşkilatını bir hamlede yerle bir etmeyi beceren, başını Seyfo Dede’nin çektiği bu ekip/örgüt/şebeke nasıl bir şey ve kimlerden mi oluşuyor?

Onu Yargıtay Onursal Üyesi Cevdet İlhan GÜNAY (7) bakın nasıl anlatıyor:

[Yargı içi yapılanmada TSE kriteri iddiası

Yargıtay Onursal Üyesi Cevdet İlhan Günay , yüksek yargıdaki mevcut seçim sistemi hakkında bilgi verdi.

Günay, yüksek yargıda 'kast sistemi' eleştirisine sebep olan seçim sistemini örnekleriyle anlattı. Seçilecek isimlerin ideolojik ve bölgesel olarak araştırıldığını savunan Günay, "Bir kalıba oturtuldum ve o yerden çıkartılmadım. Bölgecilik, hemşehricilik yapılıyor." ifadelerini kullandı.

Günay, "Hakim arkadaşlarımız derler ki, bir yere gelebilmek için TSE damgalı olmak lazım. TSE ama açılımı Türk Standartları Enstütüsü değilmiş. Onun açılımını "Tunceli-Sivas-Erzincan" şeklinde yaparlardı" dedi.

Günay, "Anayasa Mahkemesi'ne bir arkadaşımızı seçtiler. Kız kardeşi başörtülüymüş, yemin törenine gelmiş. YARSAV'cılar demişler ki: Karısı açık mı kapalı mı ona bakıyorduk. Onu hallediyorduk. Ama kardeşine filan da bakalım, sülalesinde bir şey var mı?" örneğini verdi.
Yargıtay'dan yaş haddi dolmamışken emekliliğe zorlandığını söyleyen Günay, "Bir kalıba oturtuldum ve o yerden çıkartılmadım. Ne yaparsanız yapın ağzınızla kuş bile tutsanız sizi oturttukları yerden çıkartmazlar. Bölgecilik, hemşehricilik yapılıyor." diye konuştu.

HSYK üyesiyken 4 yıllık süre zarfında belli bir grubun dediği kişileri seçtiğini ifade eden Günay, süresi biten Kurul üyesinin Yargıtay ve Danıştay'a döndükten sonra daire başkanlığı, Anayasa Mahkemesi üyeliği ve Yargıtay Başsavcılığı'na adaylığı için seçtiği kişilerden oy istediğini belirtti.

Yargıtay Onursal Üyesi Günay'ın yüksek yargıdaki atama sistemi ve iç yapı hakkında yaptığı çarpıcı açıklamalar şöyle:

“Yargıtay üyeleri gruplaşıyorlar: HSYK'ya kendi elemanlarını gönderiyorlar. O inançta o düşünceden o bölgeden hemşehrilerini kendilerine yakın insanları seçiyorlar. Yargıtay'da bir dönem doğuda bir ilin ilçesinden 4 tane üye bulunuyordu. Belki o ilçede 4 tane hukukçu vardı, 4'ü de Yargıtay üyesiydi. Böyle olunca da ne oluyor? HSYK'da da 4 yıl aynı kişiler seçiliyor.”

“Ben hayatımda en düşük oyu o seçimde (2008-Anayasa Mahkemesi yedek üyeliğine aday olduğu seçim) aldım. 4 yıllık üyeyken bile 2001'de Anayasa Mahkemesi asıl üyeliğine aday olmuş. 45 oy almıştım. Ama 2008'de yedek üyelik seçiminde sadece 9 oy aldım. Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gelip seçime girseydi zannediyorum ona verecekleri oy da bu olurdu. Bu tepki neden? Benim eşim başörtülü ve ilahiyat mezunu. Oysa ben ilahiyat doçenti değilim, hukuk doçentiyim.”

“Destek görmeden Kurul'a seçilmek mümkün değil: Böyle geldi böyle gidiyor. Yargıtay üyesi seçildikten sonra sizi seçene oy vermezseniz vefasız olursunuz. Hatta Kurul'da olanlara da vefa borçlusunuzdur. Hakimler de insandır, dünya görüşleri, siyasi görüşleri olacaktır. Ancak hakimlerin cübbesi at gözlüğü gibidir. Sağı solu görmeyecek. O cübbeyi giydiği zaman siyasi, dini, felsefi, ırki, mezhebi, bölgesel görüşlerini bırakması lazım. Yeni sistemde Türkiye çapında bir seçim olursa belki bunlar yaşanmaz. Ama Yargıtay ve Danıştay'dan seçilenlerin bir grubun desteğini almadan Kurul'a seçilmeleri mümkün değil. Desteği alan insan da onun dediklerini yapmak zorunda. İşte kast sistemi böyle oluşuyor.”

“Seçime girmiş ve kaybetmiş biri olarak biliyorum ki, insanlar oyu istikballerine kullanırlar. Tavuk yumurtluyor, civciv çıkıyor. O da tavuk oluyor, yumurtluyor. Böyle devam edip gidiyor. Kast sistemi diyemiyorum ama buna benzer bir sistem.”

Yargıtay'a sadece iki nazar boncuğu seçiliyordu

CHP'li adalet bakanları Mehmet Moğultay ve Seyfi Oktay döneminde yargıda nasıl kadrolaşma yaşandığı sorusuna Günay, "Kantarın topuzunun kaçtığını duyuyorduk. Bakanlıktaki arkadaşlar mağdur edildiler, çeşitli yerlere gönderildiler. Hakim adaylığı sınavlarında birinci sıradaki mesleğe alınmıyordu. Yargıtay'a farklı görüşten bir iki tane kontenjan seçiliyordu. Biz de o nazarlığın içine girmek için mücadele ediyorduk." cevabı verdi. ]
[/i] (8)

Cevdet bey kibar adam...

“TSE”nin açılımını yaparken de, Yargıtay, Danıştay ve HSYK’da oluşturulan “kast sisistemi"ni izah ederken de “Alevîlik kriteri”ni ima ediyor ama açıkça vurgulamıyor...

Halbuki “TSE”de Tunceli dışındaki Sivas ve Erzincan illerinde çoğunluk nüfus Sünnîdir... Bunu en kolay o illerde CHP’nin aldığı oyların oranından görebilirsiniz...

Burada “TSE”...

“Tuncelili olacak, Sivaslı olacak, Erzincanlı olacak” ama...

İlle de “Alevî olacak” şeklinde anlaşılmalıdır...

Dipnotlar:

5- “Oktay Yargı'yı Çileden Çıkarmış”, 24 Haziran 2010 , Zaman gazetesi.

6- 17.06.2010 tarihli Zaman gazetesi.

7- Yargıtay Onursal Üyesi Cevdet İlhan Günay, yıllarca ilk derece mahkemesi, Anayasa Mahkemesi raportörlüğü ve Yargıtay tetkik hakimliği yaptı. Londra'da dil eğitimi alan Günay, 1996'da Yargıtay üyeliğine seçildi. Ankara Üniversitesi'nde kamu hukuku alanında doktora yapan Günay'ın, doçentlik unvanı bulunuyor. 13 senedir üyesi olduğu Yargıtay'dan yaş haddinin dolmasına 7 yıl kala emekli olarak ayrılmaya zorunda kaldı.

8- METİN ARSLAN'ın haberi , 2 Nisan 2010 , Zaman gazetesi.


(devam edecek)


Yargıda SDD (Seyfo Dede Düzeni) -4-

Ali Haydar Can



Yani bu, öyle kuru kuru hemşehricilik değil, bölgecilik da filan değil: düpedüz ve apaçık mezhepçiliktir...

Haa...

Dedik ki; Türkiye’de Alevilerin toplam nüfus içindeki oranları yüzde 2-3’tür (9)...

“Peki seyfo Dede Yargı içine yerleştirecek bu kadar Alevî hukukçuyu nereden buluyor?” gibi bir soru aklımıza gelmez mi?

Gelir...

Gelmeli de zaten...

Bu işin aslı ve faslı böyle bir sorunun cevabında gizli de olabilir...

O zaman konuya daha yakından ve daha dikkatlice bakalım...

Bu sadece bir Alevîlik mevzuu değil...

Görebildiğimiz kadarıyla ortada bir koalisyon var ve bu koalisyonun sayısal ağırlığı Alevîlerden oluşmakla birlikte; niteliksel ağırlığı Bektaşîler, Kripto Yahudiler (Selanik dönmeleri-Sabetaycılar), Kripto Ermeniler, Masonlar (ve Masonluğun yan kuruluşları olan Roteryenler, Lionslar)dan oluşuyor...

Alevîlik köy kökenlilerden oluşan bir mezhep/tarikat/din/kültür...

Bektaşîler, Sabetaycılar, kripto Ermenilerle Masonlar ise şehirli-okumuş-kültürlü-zengin kesimden...

Türkiye nüfus olarak 70 milyonluk büyük bir ülke... Bu sebeple, birincilerin sayısal çoğunluğuna ikincilerin şiddetle ihtiyacı var...

İkincilerin siyasî-iktisadî-kültürel gücüne de birincilerin...

Bu ihtiyaç onları –birbirlerini pek sevmeseler de- bir arada tutuyor, birbirlerine mecbur ve mahkûm ediyor...

İkinciler sayısal açıdan çok zayıflar: sabetaycılar yaklaşık 50.000, masonlar yaklaşık 10 bin (yan kuruşlarıyla birlikte toplam 50.000, tehcirden kurtulmak için 500.000 civarında Ermeni’nin müslüman ismi alıp da dinlerini değiştirmedikleri biliniyor ama zaman içinde bunlardan önemli bir kısmının gerçekten müslüman olduğu da biliniyor... Bektaşilerin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte sabetaycı sızma haricindekilerin 30 bin civarında oldukları tahmin ediliyor...

Yani ikinciler toplam nüfusun yüzde 1’i bile değiller...

Ama İktisadî güçleri de, siyasî güçleri de medyaki güçleri de, sivil ve asker üst bürokrasisindeki güçleri de çok çok fazla...

Koalisyon aşağı yukarı şöyle işliyor yargı bürokrasisinin en kritik noktalarına önce Sabetaycılar, sonra masonlar, sonra Bektaşîler sonra Alevîler, en son olarak da Kripto Ermeniler yerleştiriliyor...

Ancak bu koalisyon bu kadar kesin hatlarla birbirinden ayrılabilir durumda da değil...

Aksine bir yumak gibi içiçe geçmiş durumda...

Bir Sabetaycı aynı zamanda Mason, aynı zamanda Alevî veya Bektaşî olabilirken..

Aynı şey kripto Ermeniler için de sözkonusu...

Sabetaycı veya kripto Ermeni olmayan Alevî ve Bektaşîlerin ise aynı zamanda Mason olmaları mümkün...

Seyfo Dede, bu karışık koalisyonda Alevîlerle diğerleri arasındaki koordinasyonu, hak ve çıkar dengesini ve senkronizasyonu (eşleştirmeyi) sağlayan en önemli adamlardan biri olarak görünüyor...

Belki de Şamil Tayyar’ın her yerde arayıp da bir türlü bulamadığı...

“Bir numara”...

O...

***

Alevîlerin toplam nüfus içinde oranları yüzde 2-3 dedik...

Yüzde 1 de ikincileri ilave edelim...

Ne oldu?

Yüzde 3-4...

Toplam nüfusun yüz de 3-4’dü kadar olan bir azınlık koalisyonu...

Türkiyenin geri kalanı olan yüzde 96-97’lik çoğunluğuna haksız olarak ele geçirdikleri siyasî-iktisadî ve bürokratik güçleriyle egemen olmaya, tahakküm etmeye çalışıyor...

Kıyamet de tam bu noktada kopuyor...

Dipnotlar:
9- Bu konuda daha kapsamlı bilgi için “TÜRKİYE’NİN DEMOGRAFİK TAHLİLLERİNDEKİ İKİ VAHİM YANLIŞ” başlıklı yazımıza şu adresten ulaşabilirsiniz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=624


(devam edecek)

Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için tıklayın: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2858

Dede Düşkün İlan Etti Yargı Akladı

Burdurlu bir Alevi, kendisini zinadan 'düşkün' ilan eden 'Dede'yi mahkemeye verdi..
Burdurlu bir Alevi, kendisini zinadan ‘düşkün’ ilan eden Alevi dedeye ‘hakaret’ davası açtı. Mahkeme, vatandaşı haklı buldu

‘ZİNACIDIR, CEMEVİNE ALMAYIN’
Burdur Niyazlar Köyü’nde yaşayan Şeref İpek, zina yaptığı iddiasıyla Alevi dede tarafından ‘düşkün’ ilan edildi. Köyün Alevi dedesi Halil Yılmaz, civardaki cemevlerine de “Bu kişiyi 4 yıl boyunca cemevine almayın” yazısı yazdı.

DEDE: BU ALEVİLİKTE BİR İLK
Şeref İpek, “İftira” diyerek dede ve 2 yakınına hakaretten dava açtı. Yargı, İpek’i haklı buldu ve sanıklara 87’şer gün hapis verdi. Alevi dedesi Yılmaz, “Bir talip, mürşidini dava etti. Şaşkınım. Bu Alevilikte bir ilk” dedi. Tekin ATAY/ AHT

Alevi hukuku yargıdan döndü
Burdur’da, Şeref İpek isimli Alevi vatandaş tarihte ilk kez Bektaşi hukukunu yargıya taşıdı. Kendisini düşkün ilan eden Alevi dedesi Halil Yılmaz ile kardeşi Hüseyin Yılmaz ve eşi Dudu Yılmaz’a dava açan İpek, haklı bulundu. Mahkeme Yılmaz Ailesi’ne 87’şer gün hapis cezası verdi, ardından 1740’ar lira paraya çevirdi

BURDUR’un Yeşilova İlçesi’nde, Alevi bir vatandaşa, “örf hukuku” uyarınca verilen “düşkünlük” cezası tarihte ilk kez yargıya taşındı. Düşkün ilan edilen Şeref İpek, iftiraya uğradığını ileri sürerek, Alevi dedesi Halil Yılmaz ile kardeşi Hüseyin Yılmaz ve eşi Dudu Yılmaz’a dava açtı.
Mahkeme Halil, Hüseyin ve Dudu Yılmaz’ı hakaret suçundan 87’şer gün hapis cezasına mahkûmetti. Ardından cezaları bin 740’ar lira para cezasına çevirdi.
Evli ve 4 çocuk babası Şeref İpek (52), bir kadınla ilişkisi olduğu gerekçesiyle, Alevi dedesi Halil Yılmaz’ın (80) denetiminde yapılan cemtoplantısında, Aleviliğin örf hukuku uyarınca “düşkün” ilan edildi.
Düşkünlüğü haksızlık olarak gören İpek, Halil Yılmaz ile kardeşi Hüseyin Yılmaz (74) ve eşi Dudu Yılmaz’ı (73) kendisine iftira attıkları gerekçesiyle savcılığa şikâyet etti.

‘KARAR CEM TOPLANTISINDA ALINDI’
Alevi dedesi Halil Yılmaz, yaptığı açıklamada “Şeref İpek hakkında pek çok iddia vardı. Kendisini defalarca uyardık. Son olarak cemevinde toplantı yapıp, hakkındaki iddiaları sorduk, kendisi cemde toplantıyı terk etti. Toplumdaki birçok kişi bana, ‘Bunlar artık cemevine gelmesin, istemiyoruz’ dedi.Mürşit olarak ben görevimi yaptım. Oylama yapıldı ve karar alındı” diye konuştu.

‘BİN YILLIK KURALLAR VAR’
Halil Yılmaz, “Bir talibin (öğrenci)mürşidine (Alevi dedesi) açtığı belki de tarihteki ilk davadır. Konu sadece ceza hukuku açısından değerlendirilmiştir. Alevi-Bektaşi inancının, bin yıllar değişmeyen kuralları göz ardı edilmemeliydi. Yargı bizi suçlu buldu, boynumuz kıldan ince ancak inancımızın gereklerini de uygulamak zorundayız” dedi.

DÜŞKÜNLÜK CEZASI NEDİR?
DÜŞKÜNLÜK, Alevilerin kendi içlerinde oluşturduğu bir ceza sistemidir. Geçici ve sürekli olmak üzere iki tür düşkünlük vardır. Haksız yere eşini boşayana, haram kazanç sağlayana, yalancı şahitlik yapana, nefsine hâkim olmayana, hırsızlık yapana, adam öldürene, vatan borcunu ödemeyene, annesine-babasına evlatlık görevini yapmayana, insanlara zarar verene, Allah’ı, peygamberi ve Kuran’ı inkâr edene, komşusunu incitene, işçi ve yetim hakkı yiyenlere, Kuran’da evlenmeleri yasaklanan kimselerle evlenenlere, ikrardan dönenlere ve zina yapanlara verilmektedir. Düşküne selam verilip alınmaz, konuşulmaz, evine düğününe gidilmez, kısacası toplumdan tamamen dışlanır. Düşkün hatalarını düzeltip af dilerse, yine cem toplantısında cezası kaldırılır.

Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk:
‘Hukuka uygun karar’
“BU karar, dine dayalı bir örf hukuku ile laik temele dayanan ceza hukukunun çatışmasıdır. Bizim ceza kanunumuz din temeline dayanmadığı için, bu tür davalarda hiçbir mahkeme, ‘dini esasları’ dikkate alarak karar veremez. Mahkemenin, dini kuralları veya geleneğe bağlı yaptırımları dikkate alması mümkün olmadığı için neticede hukuka uygun bir karardır.”

Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız:
‘Örf hukukuna uymalıydı’
“ALEVİ-Bektaşi kurallarına göre, düşkün ilan edildiği için haksızlığa uğradığını düşünen kişinin itiraz edeceği makam, bağlı bulunduğu mürşidin bir üst makamıdır. Yani yine örf hukuku içinde itirazını yapabilir. Fakat bu konu laik temele dayalı yargıya taşınırsa, doğal olarak böyle bir sonuç çıkabilir. Çünkü yargı, dini unsurları esas almayacaktır. Ancak inancımızın gereği bellidir, kuralı bellidir. Bundan kimsenin vazgeçmesi mümkün değildir.”

Haberturk

Şimşek'ten Alevi İtirafı!!

Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul İl Başkanı yaptığı Berhan Şimşek, hükümetin Alevi açılımı ve kamuda Alevilerin dışlandığı iddia ederken farkında olmadan çok ilginç bir etnik kimlik açıklaması yaptı.
31 Ağustos 2010
Başsavcı İlhan Cihaner’in Erzincan’da yürüttüğü AK Parti ve Gülen Cemaatine yönelik operasyondaki isimlerin Alevi etnik kökene ait isimlerden seçildiği kulaktan kulağa fısıltı şeklinde dolaşıyordu.

Ancak bunu ima yoluyla bile söyleyenlerin üzerine “ırkçılık” suçlamasıyla sert biçimde gidiliyordu. Fakat CHP İstanbul İl Başkanı, Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner ve aynı davada bir numaralı sanık olan Org. Saldıray Berk’in Alevi olduğunu bizzat açıkladı.

Üstelik de İstanbul’daki 36 Alevi dernek ve vakıf temsilcisiyle bir araya geldiği toplantıda.

CHP İstanbul İl Başkanı Şimşek şöyle konuştu: “AKP iktidarı etnik kimliklerinden ötürü Alevileri dışlıyor. Saldıray Berk, İlhan Cihaner, Ali Tatar’ın kimliğinden yola çıkıldığında; askerin, yargının içinde bir ‘Alevisizleştirme politikası’ uyguladığını görüyoruz. Bir taraftan Alevi toplumuna gelenekleriyle beraber Alevi açılımı adı altıda bir uyutmaca yaparken bir taraftan da askeri personel veya kamu personeli olan Alevileri ayıklamaya başladılar”

KİMSENİN SÖYLEMEDİĞİNİ BERHAN ŞİMŞEK SÖYLEMİŞ OLDU

Böylece kulislerde konuşulanı bizzat Berhan Şimşek açıklamış oldu ve Erzincan’daki Ergenekon Davası’nın iki kilit ismi Org. Saldıray Berk ve Başsavcı İlhan Cihaner’in Alevi olduğunu açıkladı. Yine başka bir Ergenekon sanığı Albay Ali Tatar’ın da Alevi olduğunu açıklamış oldu. aktifhaber

REFERANDUMDA ORTAYA ÇIKAN BİR SORU YANITINI ARIYOR



15.09.2010

(..)

Peki, Alevilik olabilir mi?

Çünkü...

% 75 “Evet” diyen Malatya’da Arguvan % 71 ile, Hekimhan % 54 ile,
% 79 “Evet” diyen Maraş’ta Nurhak % 56 ile,
% 92 “Evet” diyen Muş’ta, Varto % 79 ile,
% 77 “Evet” diyen Sivas’ta Divriği % 64 ile, İmranlı % 69 ile,
% 65 “Evet” diyen Tokat’ta Almus % 53 ile,
% 58 “Evet” diyen Amasya’da Gümüşhacıköy % 57 ile,
% 55 “Evet” diyen Ardahan’da, Damal % 93 ile,
% 63 “Evet” diyen Ordu’da Gürgentepe % 53 ile,
% 67 “Evet” diyen Nevşehir’de Hacıbektaş % 67 ile “Hayır” demiştir.

Buralar Alevi'dir.

Misafir - Türk Hakanı
Tunceli'nin belediye başkanı neden BDP'den. Türkiye Cumhuriyetini çok seven aleviler, neden ayrılıkçı bir partinin temsilcisine oy verir.
2010-09-16 01:34:00
Misafir - Tatari
"%42 içinde nice sunni oyları var"... Sayın yazar muhtemelen alevi kökenli olsa gerek ki , sunni ( ehli sunnet) kökenli "nice" seçmenlerinde hayır oyları verdiğini yazıyor. 1.Temeli yoksul köylülüğe dyanan alevilik apartmana taşınınca da kalıyor mu hala. Yoksa folklorik bir öğe mi sadece 2. Bu %42 oydan biz gibi nice :) sunniyi çıkartınca geriye kalan alevilerin % kaçı son 1 yıl içinde gördüye çıkıp cem etmişlerdir?... 3. Bilecik ve Eskişehir ne zaman alevi oldu da hayır oyu verdi ha baba erenler??? Üstelik en azından şimdilik her iki ilimize de deniz getirilemediği için kıyı kenti de değillerdir. Eee bilin bakalım o zaman biz niye refarandumda hayır dedik?
2010-09-16 01:13:18

Misafir - cagin
Valla bu akp, bi de "Ak Alevi" kavramı üretti hatırlatırım. Örnek mi? Reha Çamuroğlu. Ne diyor; "Ben kendimi önce Türk, sonra elhamdülillah müslüman ve alevi olarak tanımlarım.". Bi de "Camiye gitmem; ama ezan sesi olmayan bir dünya istemem. Ramazan'da oruç tutmam; ama Ramazan'sız bir Türkiye istemem..". Bi de iftara katılmayı reddeden dedeler için"terbiyesizlik yapmasınlar" demiştir... Kim??? ÇAMUROĞLU... Fazla söze ne hacet.

Misafir - USTURA
Balıkesir Edremit'e bağlı 9 Alevi köyü var. Bu köylerde Hayır oranı yüzde 90'ların üzerinde. Benim köyümde Alevi ve yüzde 96 Hayır çıktı. Gerçekten üzerinde araştırma yapılması gereken bir konu.

Odatv.com

"Aleviyiz, Horasan'dan Gelen Türkler"
Ali Rıza Özdemir
İlk Kurşun

“101 Soruda Kürtler” ve onun ardından yayımlanan “Zazalar ve Türklük” kitaplarımda “Alevî Kürtler” ve “Alevî Zazalar” kavramları etrafında bazı açıklamalarda bulunmuş, ardından bugün Zazaca ve Kurmançca konuşan aşiretlerin, bu dilleri sonradan öğrendiklerini ve köken olarak Türkmen oldukları kanaatine vardığımı ifade etmiştim.
Bu kanaatime delil olarak da başta Şeref Han ile Evliya Çelebi’nin eserleri olmak üzere diğer Osmanlı kayıtlarını göstermiştim.
Okuyanların anımsayacağı üzere, Kürtlerin tarihini en küçük detaylarına kadar yazan Bitlisli Şeref Han, 1592 yılında bitirdiği kitabında, (16. yüzyıl) Yezidî olan küçük bir kısmı hariç, Kürtlerin tamamının Şafi mezhebinden olduğunu ifade etmişti.
Bundan yaklaşık bir asır sonra (17. yüzyıl) bölgeyi gezip çok detaylı bilgiler veren Evliya Çelebi de, Kürtlerin Şafi mezhebine mensup olduğunu kayıt altına almıştı.
Yani bölgede 16. ile 17. yüzyıla kadar Kürtçe konuşan bir tek Alevî (ve Hanefî) aşireti bile yoktu.
Bu durumda iki seçenekle karşı karşıya kaldığımızı ifade etmiş; ya Kurmanç ve Zaza aşiretlerinden bazılarının Alevî olduğunu yahut da bazı Alevî aşiretlerinin, Kurmançca ve Zazaca konuşmaya başladıklarını ifade etmiştim.
Bu ihtimallerden hangisinin gerçekleştiğini çözebilmek için, Zazaca ve Kurmançca konuşan Alevî aşiretlerin, kendi soy kütüklerini nasıl ifade ettiklerine bakmamız gerektiğini söylemiştim. Çünkü tarihi kayıtlardan, bölgede sayısız Türkmen aşireti olduğunu biliyorduk. Ayrıca toplumların ekâbir takımının soy kütükleri hakkında, atalarından duyup sonraki nesle aktardığı bilgiler, tarih araştırmalarında kullanılan kaynaklar arasındaydı.
İlginç şekilde, Zazaca ve Kurmançca konuşan Alevî aşiretlerin ileri gelenleri de, Zazacayı ya da Kurmançcayı sonradan öğrendiklerini ve ‘Öz Türk’ olduklarını atalarından gelen bir bilgi olarak ifade ediyorlardı. Hala da bu tezi savunmakta, bilhassa ‘Horasan’dan gelen Türkler’ olduklarını iddia etmektedirler.
Bu köken iddiası, inkâr edilemez ve reddedilemez şekilde, neredeyse tamamına yakın bütün kaynaklar tarafından ifade edilmiştir. Halen de söz konusu edilen toplum içinde diri şekilde yaşamaktadır.
Güneydoğu Anadolu’nun tarihi seyrini dikkate aldığımızda, bölgede (ve genel olarak bütün toplumlarda) din/mezhep değiştirmenin, dil değiştirmeden daha zor olduğu gerçeğini ve Kurmançcanın pazar dili oluşunu da ayrıca dikkate almak gerekiyor.
Zaten “Zazalar ve Türklük” kitabımızda da söz konusu aşiretlerden birçoğunun Osmanlı kayıtlarında “Türkmen” olarak geçtiklerini ve bunların dip kültürünün Türk kültürü ile aynı olduğunu delilleri ile ortaya koymuştuk.
***
Bu yılın (2010) Temmuz sonu ile Ağustos ayı başında olağanüstü hal ilan edilen şehirleri kapsayan alan araştırmamızda çok faydalı bilgilere ulaştım. Burada Horasan köken iddiasını destekleyen bir bilgiyi sizinle paylaşmak istiyorum.
Diyarbakır ilimizin Bismil ilçesine bağlı bazı Türkmen köyleri vardır. Alevî olan bu köylerin sayısı toplam 7 (yedi) tanedir. Bu köylerden Türkmenhacı köyünde yaptığımız incelemelerde köyün yaşlılarından “Horasan’dan gelen Türkler” olduklarını öğrendik. Üstelik bu, atalardan gelen bir bilgiydi (bunu özellikle sorduk) ve anlaşıldığı kadarıyla bu bilgi yüzyıllardır kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır.
Bismil’in köylerinde yaşayan Türkmen Alevîlerin “Horasan’dan gelen Türkler” olma vurgusu, birçok konunun zihnimizde daha da açığa kavuşmasına vesile oldu. Çünkü daha önce de defalarca temas ettiğimiz gibi, Zazaca ve Kurmançca konuşan Alevî aşiretler arasında da Horasan vurgusu son derece yaygındır.
Yukarıda verdiğimiz bilgilere ek olarak, bölgedeki Türkmen Alevîlerinden öğrendiğimiz Horasan köken iddiası, bölgede birçok Türkmen aşiretinin, Kurmançca ve Zazacayı sonradan öğrendiği görüşünü desteklemektedir. Demek ki, bu bölgedeki Türkmen Alevî aşiretlerinden bir kısmı anadillerini ve etnik kimliklerini korumuş, bir kısmı ise anadillerini değiştirerek Kurmançcayı ve Zazacayı öğrenmiş, fakat Türk olan kökenlerini de kuşaktan kuşağa aktarmışlardı.
İlginç şekilde, bu sürecin günümüzde de devam ettiğini müşahede ettik.
Bölgede Alevî olan bir tek Şafi Kurmanç yokken, Kurmançcayı öğrenen çok sayıda Türkmen ve Zaza ile sohbet etme imkânına kavuştuk. Dikkat çekici bir bilgi olarak şunu da aktaralım ki, bölgedeki Türkmen köylerini ziyaretlerimizde yüksek sesle çalınan Kurmançca şarkılara (ayrıca bunlar etnik-ırkçı çizgiyi temsil eden şarkılardı) şahit olduk. Meğer Türkmen müzisyenler olmadığından Türkmen köylülerin düğünlerinde de türküler büyük oranda Kurmançca söyleniyormuş.
Nitekim söz konusu Türkmen Alevî köylüleri ile Bismil ilçe merkezinde yaşayan Alevî Türkmenlerle yaptığımız sohbetlerde birçok Türkmen köyünün zamanla Kurmançlaştığını, köylerin isimlerini vererek ifade ettiler. (Bunların isimleri bizde mahfuzdur.)
Ayrıca Şeref Han ile Evliya Çelebi’nin kayıtlarından hareket ederek, bölgede temas ettiğimiz ve ciddi miktarda bulunan Hanefi mezhebine mensup Kurmançlar ve bilhassa Zazalar hakkında da sosyolojik tetkikler yapılmasının büyük faydalar sağlayacağını Türk bilim insanlarının dikkatine sunuyorum.

Açık İstihbarat

Yavuz Sultan selim Han 40 Bin Aleviyi Katletti Mi?
15 Ekim 2010
Aleviler yıllardır çocuklarına Yavuz ismini vermiyor. Çünkü Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Aleviyi katlettiğine inanıyorlar. Ancak gerçek böyle mi?.. İşte cevabı...
Tarihçi Prof. Dr. Feridun Emecen, 'Yavuz Sultan Selim' adlı son kitabında ezber bozan bilgilere yer verdi.

Yavuz'un herhangi bir Alevi katliamı yapmadığını belirten Emecen, '40 bin Alevi katliamı' iddiasının yanlışlığını dönemin kaynakları ve arşiv belgelerine dayandırdı.
İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Feridun Emecen, Yavuz Sultan Selim'in Doğu'da 40 bin Alevi'yi katlettiği, sistemli bir soykırım uygulattığı gibi iddialara karşı bir kitap kaleme aldı. Yitik Hazine Yayınları'ndan çıkan kitap, Yavuz ile ilgili tartışmalara belgeler ışığında farklı bir bakış açısı getiriyor. Kaynaklarda Yavuz'un 40 bin Alevi'yi öldürdüğü şeklinde bir bilgi olmadığını vurgulayan Emecen, "Şah İsmail'in de İran'a hakim olduğunda büyük bir Sünni temizliğine gittiği yine devrin kaynaklarında yer alır. Safevi, İran kaynaklarında ve bazı Batılı çağdaş kaynaklarda bunun için yine 40-50 bin Sünni'nin katledildiği belirtilir. Bunlar her iki tarafın kaynaklarının abartmasıdır, gerçek rakamları göstermeyip çokluk ifade eder" dedi.

KATLİAM İDDİASI GERÇEK DIŞI

Osmanlı arşiv belgelerinde Alevi katliamına rastlamadığını vurgulayan Prof. Dr. Emecen şöyle devam etti: "Belgelerde sadece Safevi yanlısı propoganda yapan ajan ve bu harekete sempati duyup yaygınlaştıran bazı tarikat dervişlerinin takibi, ayrıca yine bu hareketi gizlice destekleyen tımarlı sipahilerin tespiti ile ilgili kayıtlar var. 16. Yüzyılın ikinci yarısında yazılmış Osmanlı tarihlerinde teftişler sonucu 40 bin kişinin tespit edildiği, bunların imha edildikleri veya sürgüne gönderildiklerine dair bir bilgi bulunur. Bu bilgi zamanla Anadolu'da yapılan bu teftişler sonucu '40 bin Alevi'nin Yavuz Sultan Selim tarafından katledildiği' şeklinde nerdeyse tartışılmaz bir kabule dönüşmüştür. Bugün bu hatalı bilgi, sosyal ve siyasi vesilelerle sık sık tekrarlanan bir 'paradigma' haline gelmiştir."

HATALI BİLGİ İDDİAYA DÖNÜŞTÜ

Feridun Emecen, Alevi katliamı iddiasından bahseden ilk kaynağın İdris-i Bitlisi'nin Selimşahnâme adlı kitabı olduğunu söyledi. Bitlisi'nin Yavuz Sultan Selim dönemiyle ilgili bilgileri topladığını ancak yazdıklarını temize çekme ve düzenleme imkânı bulamadan öldüğünü aktaran Emecen şöyle koruştu, "Oğlu Ebulfazl Mehmed Çelebi, babasının notlarına kendi edindiği bilgilerle de eklemeler yaparak Selimşahnâme'yi tamamlamıştır. İşte bu eserde, Çaldıran Seferi öncesinde I. Selim'in 'Kızılbaş taifesinin kökünü kazımak için' memleketteki idarecilere bir emir yolladığına dair iddia yer alır. O yazara göre bu emre dayanarak 'katliam' yapılmıştır. Bu bilgi daha sonraki tarihçiler tarafından okunmuş ve Osmanlı tarihleri bu bilgileri esas alarak bir yanlışın daha da yayılmasına yol açmışlardır. Ancak Bitlisi'nin iddia ettiği teftişe dair herhangi bir arşiv belgesi veya o dönemde yazılmış bir kaynak yok. Geç tarihli kaynaklarda bu bilgilerin abartılarak nakledilmesinde Safevi ve Osmanlı arasındaki siyasi-dinî çekişme yatar."

ASİLER KATLEDİLDİ AMA ALEVİ TEMİZLİĞİ DEĞİLDİ

Bazı asilerin öldürüldüğünü doğrulayan Emecen şunları söyledi: "Şah İsmail'in mektuplarıyla yakalanan Safevi halifeleri, bunların Anadolu'nun çeşitli yerlerinde temas kurdukları tarikat şeyhlerinin bazıları ve âsi elebaşları Osmanlı devlet sisteminin bozulmaması için şiddet uygulanarak katledilmiştir, fakat bunun sistemli bir "Kızılbaş temizliğine" dönüştüğünü söylemek doğru değildir."

YAVUZ KÜPELİ DEĞİLDİ

Bir resimden hareketle Yavuz'un küpe taktığı şekinde bir rivayet üretildiğini söyleyen Emecen, Yavuz'un küpe takmadığını belirtti. "Meşhur küpeli resmin kimi gösterdiği bile net değil" diyen Emecen, "Yavuz'un küpe taktığına dair dönemin kaynaklarında hiçbir bilgi bulunmaz. Kendi çağında çizilmiş minyatürlerinin hiçbirinde küpe gözükmez. Bu küpeli resmin dayanağı muhtemelen 1530'larda çıkan Avrupa'da hazırlanan bir madalyona dayanıyor. Batılılar Osmanlıları Arap olarak tahayyül etmiş ve Mağribî tiplerle resmetmişler. Sonraki yıllarda neden bu resim hem Yavuz'a hem de Yavuz'a benzediği bilinen Şah İsmail'e nispet edilmiş, anlaşılmaz. Ancak Şah İsmail'i gösteren minyatürlerin de hiçbirinde kulağında küpe görmedim" diye konuştu.
aktifhaber

“AB, Alevileri azınlık olarak kabul etmek istiyor. Bu Alevilere zarar verir, ülkeyi böler.”

30 Ekim 2010

Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu, Aleviliği din dışı göstermek isteyenlere tepkili. Ayrıca ABF’nin Türkiye’yi bölme projesinde kullanıldığını savunuyor.

Röportaj: İDRİS GÜRSOY

Havanın kararsız olduğu, güneşin bazen yüzünü gösterdiği, zaman zaman yağmur damlalarının düştüğü bir gün. Başkanla 13.30’da randevumuz var. Tam saatinde Hacıbektaş Belediyesi’nden içeri giriyoruz. Masasından doğrulup karşılıyor; “Az önce elektrikler geldi. Borcunu ödeyemeyince kestiler. Su da veremedik ilçeye. Bir protokolle şimdilik çözüldü; ancak gelirler yeterli olmayınca yine problem olacak. Bu ay işçilerin parasını ödeyemeyeceğiz. Ne yapacağız bilemiyorum?” diyor Başkan Ali Rıza Selmanpakoğlu. Belli ki dertli, sıkıntılı.

Alevi derneklerinin Ankara’da ‘zorunlu din derslerine karşıyız’ yürüyüşü yaptıkları şu günlerde Hacı Bektaş-ı Veli’de gündem elektrik-su kesintisi. Anadolu’nun herhangi bir ilçesi değil burası. Nevşehir’e 45 kilometre mesafede yaklaşık 4 bin nüfuslu Hacı Bektaş’ta manevi dinamiklerimizden Hacı Bektaş-ı Veli’nin türbe ve külliyesi var. Her yıl temmuz ortalarında yurt içi ve dışından binlerce Alevi üç günlüğüne ilçeye geliyor. Kurbanlar kesiliyor, semahlar yapılıyor. Diğer günlerde ise ilçe sessiz; yabancı turistler ve tek-tük ziyaretçilerin dışında olağan bir hayat sürüyor. Belediye Başkanı’ndan öğreniyoruz ki, Amerikalılar ve özellikle de Alman diplomatların da uğrak yeri Hacıbektaş. En son Amerikan Büyükelçiliği’nden iki görevli Selmanpakoğlu’na gelerek Alevilerin sorunlarını konuşuyor. “Neden sen pek çok örgütün aksine, Alevilik İslam dışı değildir, görüşünü savunuyorsun?” diye soruyorlar.

Alevi inancına mensup Ali Rıza Selmanpakoğlu emekli bir general. İki dönemdir bağımsız girdiği seçimleri CHP’ye rağmen kazanıyor. Halkın nabzını iyi tutuyor. Alevilerin en değer verdiği ilçenin belediye başkanı olarak görüşleri önem kazanıyor. Alevi toplumu ile bazı Alevi dernekleri arasındaki derin görüş ayrılıklarını ortaya koyuyor. Alevi toplumunu temsil ettiği iddiasındaki bazı örgütleri açıkça eleştiriyor, AB tarafından kullanılmakla suçluyor. Bazı kesimlerin ‘Ali’siz bir Alevilik’ hedefi olduğuna dikkat çekiyor. ‘Alevilik İslam dışıdır’ söylemini seslendiren Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) gibi örgütlerin, Avrupa kaynaklı Türkiye’yi bölme projesinde kullanıldıkları uyarısında bulunuyor. “AB, Alevileri azınlık olarak kabul etmek istiyor. Bu Alevilere zarar verir, ülkeyi böler.” diyor. Bu düşüncede olanların toplumda karşılık bulamadıklarını ancak tezlerinden de vazgeçmediklerini örneklerle anlatıyor. “Hacıbektaş’a özel statü verelim, Vatikan gibi olsun.” bile dendiğini belirterek, “Ne yani, burası Alevi şeriat devleti mi olacak? Böyle bir şeye müsaade edilir mi?” diye soruyor.

(..)

Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi’ne uğruyoruz. Anadolu’nun pek çok yerindeki külliyelerden farksız. Tekke Camiinde namaz kılıp, türbede dua ediyoruz. Müze haline getirilen külliye herkese kapıları açmış. O kapıdan Aleviler de Sünniler de, farklı dinlerden insanlar da girebiliyor. Selmanpakoğlu’nun uyarılarla dolu cevapları şöyle…

-Bazı Alevi dernekleri “Alevilik İslam dışıdır” diyor. Siz aynı görüşte misiniz?

Birçok dernek ve vakıf bunu iddia ediyor; ancak ben onlara karşıyım. Aleviliği İslam dışına taşımak son derece gerçeklerden uzak bir davranıştır. Aleviliği başka bir anlama çekmektir. Avrupa Birliği de Alevilik İslam dışı olsun istiyor. Alevileri azınlık yapalım, Türkiye’de yeni bir azınlık olsun uğraşı var.

-Bu bir proje mi?

Elbette. Bakın nasıl? Aralık 2004 ilerleme raporunda Alevileri azınlık ilan ettiler. Bu Türkiye’yi bölünmeye götürür. Kürt azınlığını meydana getirdiler, şimdi Alevi azınlığını yaratıyorlar. Sonra Rum Pontus hikâyesini ortaya atacaklar.

-Alevi örgütlerden bazıları da AB ile yan yana duruyor?

Yan yanayı bırakın, işbirliği var. Haziran ayıydı, Almanya’daki Alevi Federasyonu, Ankara’daki Alevi Bektaşi Federasyonu ve Pir Sultan Abdal Dernekleri bir araya geldi, (2004) Ankara’da bir basın toplantısı yaparak “Alevilik İslam dışıdır” dediler. Ondan 3 ay sonra AB ilerleme raporunun Alevileri azınlık ilan etmesi bir tesadüf müydü? İşte birbiri ile bağlantılı çıkıyor.

-O güne kadar böyle bir düşünce var mıydı?

O güne kadar hiçbir Alevi, “Alevilik İslam dışıdır” demediği gibi hiçbir Sünni de siz İslam dışısınız dememiştir. Bunu dedirttirdi AB.

-Neden böyle bir söylem ortaya atılıyor?

Amerika’nın Irak’ı işgal etmesiyle başlayan bir süreç var. Irak’ta Şii, Sünni ve Kürt bölgelerini oluşturdular. O bölgeler oluşunca sanki oradaki yapı Türkiye’ye benziyormuş gibi Avrupa da harekete geçti. Ben bir basın toplantısı ile AB İlerleme Raporu’nu kınadım. ‘Bu Türkiye’yi bölünmeye götürür’ dedim. Aleviler bu tuzağa düşmeyecektir.

-Hacıbektaş’ı ayrı bir yere koymak isteyen mi var?

Tabii Türkiye üzerine bir plan yapıyorsa birileri Hacıbektaş’ı da onun içine katar, o federasyondan (ABF) geldiler, burada bir toplantı yaptılar, ‘Alevilik İslam dışı’ diyenler, ‘Hristiyanlar için Vatikan neyse Alevilik için Hacıbektaş odur’ dediler. Gazetede basın açıklaması yayımladılar. Ben karşı çıktım.

-Neden karşı çıktınız?

Vatikan İtalya’da bağımsız bir din devletidir, ikinci örneği yoktur. Vatikan benzetmesi yanlıştır. Türkiye’ye karşı yapılan bir bölücülük faaliyetinin desteklenmesi anlamına gelir, asla Hacıbektaş Vatikan olmaz, burada ne papaz olur ne papa olur. Bu Ermeni Rum Patrikhanesi’nin ekümenlik istemesine benziyor. O yetmiyor gibi bu örneği vermek Türkiye için talihsizliktir.

-Ne tür tepkiler aldınız?

İçerden Alevi dernekleri eleştirdi. Ayrıca ABD Büyükelçiliği’nden geldiler sizin gibi bu konuları sordular. ‘Alevi dernekleri, vakıfları Alevilik İslam dışıdır diyorlar, siz buna neden karşı çıkıyorsunuz. Bu sorun yaratacak. Sizin ağzınızdan dinlemeye geldik’ dediler.

-Ne anlattınız?

Amerika Irak’ı işgal ettikten sonra üçe böldü. Tam bu sırada AB, Avrupa Alevi Federasyonu’na şunu söyletti, ‘Aleviliğin içi Hıristiyanlıktır, dışı Müslümanlıktır’. Buyurun buradan yakın. Bunu Aydınlık dergisi de haber yaptı. Buna tepki oldu. Tepedekiler kendi dünyasında yaşar, taban hiç bunlara itibar etmez, bunun üzerine bu tutmadı. Sonra 2004 yılına geldi, Irak’ta bu üçlü yapıyı şekillendirdiniz ve rayına oturdu. Sünni ve Şiiler birbirine girdi, ayrışma kemikleşerek sağlandı. Kuzeydekiler yani Kürtler de ‘burası benim’ dedi. Üçünün bir araya gelmesi zor, federasyonunun yolu açıldı. Sıra Türkiye’ye geldi. ‘Tamam, görüşünüzü aldık’ dediler.

-Alevi toplumu neden bu görüşlere itibar etmez?

Toplumu bu ciddi ayrışmaya götürür. Alevilik İslam dışı derken bu bir kere Aleviliğin ruhuna ters. Bizim Allahımız aynı. Peygamberimizin adı da Hz. Muhammed. Hangi dinin peygamberi, İslam’ın peygamberi? ‘İzinden gidin’ dediğimiz kişi kim? Hz. Ali, Hz. Muhammed’in damadı. İslamın önde gelenlerinden biri. Biz bütün deyişlerimizde, cemlerimizde ‘Allah, Muhammed, Ali’ diyoruz. Sonra ‘Alevilik İslam dışıdır’ diyoruz. Bu büyük bir çelişki. Şimdi onlar Hz. Ali’ye değil başka bir Ali’ye bağlamaya çalışıyorlar.

-Nasıl?

Kimisi Etilere kadar götürüyor. Biz diyoruz ki, ‘bunun oralarla ilgisi yok’. Şamanizmden gelen bir Türkmen geleneği var, İslamla karşılaşınca İslamın güzelliklerini, hoşgörüsünü, insanı insan yapan değerlerini almış ama devlet etme yönetim biçiminde biraz kendi geleneklerine uymuş. Ama İslamiyetin özünü, güzelliklerini Peygamber vasıtası ile benimsemiş.

-Bütün Alevi toplumunda bu görüş hâkim mi?

Elbette hâkim. Bu böyle öğretiliyor. Tabandaki insanlar farklı bakar. Derneğin yöneticileri farklı bakabilir. Onlar biraz siyasetle ilgilidir. Bunu toplum ayırıyor zaten. Koşa koşa buraya geliyor insanlar. Hacı Bektaş’a Alevisi de Sünnisi de geliyor, dua ediyor, niyaz ediyor. Burada bir ayrıcalık yok. Bakın Hacı Bektaş-ı Veli’nin bir dizinde aslan, diğerinde ceylan var. Bu sevginin hoşgörünün ve birlikte yaşamanın, barışın simgesidir. Bunlar tutmaz ama siyasetin gereğidir, bir takım şeyleri kurcalayacaklar. ABD, AB, Türkiye de siyaset yapıyor.

-‘Din dersi istemiyoruz’ dediğinizde dine karşı bir algı oluşmaz mı?

Hayır, haşa! Biz Kur’anı kendi yorumumuza göre öğretiriz ve çocuklarımıza anlatırız. Din dersine ihtiyacımız yok. Biz yaşam biçimimizle, tavrımızla anlatıyoruz çocuklara. Ben toplumun birlik beraberliğine bakarım. Müslüman olmuş Alevi ve Sünnileri daha derin ayrışmalara götürecek tavır ve davranışlar bir fayda sağlamaz. Bırakın ceylan da aslan da birlikte yaşasın, birbirine saygılı olsun. Biz Hıristiyan yurttaşlarımıza, Musevi yurttaşlarımıza saygılı mıyız, saygılıyız. Süryani’ye saygılı mıyız, saygılıyız. Lozan’da azınlık olarak kabul edilenlere bakın, Müslüman olmayanlar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar. Suryaniler kabul etmedi sonra. Tarihî gerçekler bunlar.

(..)

-Cemevlerine ibadethane statüsü verilmesini neden istiyorsunuz?

Cem yapmasını engelleyemezsiniz. Yasaklasanız da cemevi olmasa da bir yerde toplanır yaparlar. Ama izin verirseniz, cemevleri açarsanız sıcaklık artar, ben şimdi düşünemem bir Sünni vatandaşın bana düşman olacağını, öyle bir şey yok zaten. İbadeti biz Tanrı ile bütünleşme olarak görüyoruz. Ona bağlılığımızı ifade ediyoruz, bunun şeklî önemli değil. Bu cemevlerinde yapılabilir. Cemevi olması ayrı bir din ayrışmasına götürmez, bu işin şekli boyutu. Peygamber kötü bir şey söylemiş mi? Söylememiş. Hz. Muhammed en büyük devrimci. Kolay değil, Arabistan gibi bir yerde Tanrı’nın buyruklarını halka kabul ettirmek kolay mı? Bu özel bir kişilikle olur. Onun söylemlerine bakıyorsunuz hep barıştan yana ve haksızlığa karşı. Öbürü şekildir. Cami veya cemevinde ibadet etmiş. Bu şekildir, yadırganacak şey değil.

-Cemevleri, camiler bölünme getirmez mi?

Tam tersine karşılıklı sevgiyi getirir. Aslanla ceylan bir araya gelmeyi gösterir. Hedefte biriz. İslam içiyiz ibadetimizi böyle yaparız, isteseniz de istemeseniz de, asırlardır baskılardan dolayı evlerde toplanmışlar ve bunu yapmışlar.

-Yasaklar Alevi toplumunu nasıl etkiledi?

Yasaklar birliğimizi bozmuş. Fatih döneminde baskı başlamış. O zamanki Alevi Türkmen Diyarbakır’daki Uzunhasan Beyliği’ne sığınmış. Otlukbeli savaşında Uzunhasan Fatih’e yenilince o insanlar geriye dönememiş, Tunceli, o arada kalmışlar. Aradan yıllar geçmiş, benzeri baskılar Yavuz döneminde artmış. Karşı tarafta Şah İsmail bir Türk beyliği kurmuş, bu sefer baskıdan kaçan Türkmen korkmuş, akın akın gitmiş ya dağlara çıkmış, dağ köyleri kurmuş ya da asimile olmuş ‘tamam sizin dediğinize uyuyorum’ demiş, evlerde yapmış cemini, bir kısmı da Şah İsmail’e katılmış. (..)

Adını Hacıbektaş-ı Veli’den alan ilçe

Hacı Bektaş-ı Veli Horasan’ın Nişabûr şehrinde 1281 senesinde doğdu. İlk eğitimini Şeyh Lokman-ı Perende’den aldı. İrşad ve tebliğ için Anadolu’ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayan ve kıymetli talebeler yetiştiren Hacı Bektaş-ı Veli, kısa zamanda tanınarak büyük rağbet gördü. Hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) geçiren Hacı Bektaş-ı Veli, ömrünü de burada tamamladı (1338). Mezarı, Nevşehir’e bağlı Hacıbektaş ilçesinde. Makalat adlı Arapça bir eseri var. Hacı Bektaş-ı Veli’nin derslerini ve sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara ‘Bektaşi’ denildi. 25 Kasım 1925 tarihinde tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam eden Bektaşi tarikatının piridir. Bektaşi anlayışı, Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna, Kosova, Makedonya ve Macaristan’ın Budapeşte şehrinden Azerbaycan’a kadar birçok yerde kabul görmüş ve benimsenmiştir. Mevlana, Baba İlyas, Ahi Evren’le çağdaştır. Vilayetname’de, Hacı Bektaş-ı Veli, Hz. Ali’nin soyundan yedinci İmam Musa Kazım nesline bağlanarak, soy şeceresi hakkında şu bilgi verilir: “Hacı Bektaş-ı Veli, Seyyid Muhammed İbrâhim-î Sânî, Seyid Mûsa’î-Sânî, İbrâhim Mükerrem el-Mücâb, İmam Mûsâ Kâzım.” Ancak bu silsilenin doğruluk derecesi tartışma konusu olmuştur.

Almanya’da Alevilik dersleri veriliyor

Açılım sonrası oluşacak yeni durumu ABF değil, Alman hükûmeti de dikkatle takip ediyor. Almanya Büyükelçiliği yetkilileri Alevi açılımında atılan her adımı yakından izliyor. Açılım daha kamuoyuna duyurulmadan çalıştayların başlayacağını öğrenen Alman Büyükelçiliği, bu konudaki sorumlularla görüşmek için hayli çaba sarf etmişti. Alman yetkililer, “Almanya’da yaşayan birçok Alevi var. Türkiye’nin onlarla ilgili atacağı her adım bizi de güvenliğimiz açısından ilgilendiriyor” düşüncesiyle sürece müdahil olma kararlılığını göstermişti. Almanya’da 700 bin Müslüman öğrenci İslam dersi alamazken, 70 bin civarındaki Alevi öğrencinin Alevilik dersi almasının önü 2008’de açıldı. Alevilik dersleri Almanca dilinde yapılıyor, dersin içeriği ise Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu’nun belirlediği esaslar çerçevesinde yapılıyor. Alevilik derslerini Alevi öğretmenler veriyor. İlk olarak dersler Kuzey Ren Wesfalya ve Bavyera eyaletlerindeki toplam 10 okulda başladı.

AKSİYON

Anahtar Kelimeler: Alevilik Aleviler

Tunceli'de Kadın Barmen Kavgası!

25 Kasım 2010
Tunceli'de birahanelerde kadın garson çalıştıran işletmecilere BDP'li Belediye Başkanı Edibe Şahin'den sert tepki geldi.
Tunceli Belediye Başkanı BDP'li Edibe Şahin, kentte kadın garson çalıştıran birahane sahiplerine tepki göstererek, Alevi inancında toplumsal olarak suç işleyenler için kullanılan 'Düşkün' ilan ettiklerini söyledi. Şahin, "Alevi inancında toplumsal olarak suç işleyenler 'düşkün' ilan edilirler. Bugünden itibaren bu konuda, sırf ekonomik nedenler nedeniyle bu kentte çürümüşlüğe, yozlaşmaya neden olan herkesi 'Düşkün' ilan ediyoruz. Bunları nasıl ki cemlerimizde tecride alıyorsak, toplum olarak hep beraber tecride alacağız. Selamlarını almayacağız. İlişkilerimizi sınırlayacağız" dedi.

BDP'li kadınlar, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü nedeniyle Tunceli'de yürüyüş düzenledi. Kışla Meydanı'nda bir araya gelen ve aralarında Belediye Başkanı Edibe Şahin'in de bulunduğu 150 kadın sloganlar atarak, Cumhuriyet Caddesi'ne kadar yürüdü.

Caddeyi bir süre trafiğe kapatan kadınlara seslenen Belediye Başkanı Edibe Şahin, kadın garson çalıştıran birahanelerin Tunceli'de ciddi yozlaşmaya sebep olduğunu savundu. Tunceli'de birahaneler sorunu olduğunu öne süren Başkan Şahin, şöyle dedi:

"Diyeceksiniz ki hiçbir kentte birahane yok mu? Elbette ki var. Ama bizim kentimizdeki birahaneler, 'birahane' gibi çalıştırılmamakta. Kadın bedenleri buradan pazarlanmakta. Bu da kentimizdeki yozlaşmaya neden olmakta. Ahlaki, politik ve her türlü yozlaşmaya neden olmakta. Biz kadınlar bu şiddetin birinci dereceden mağduruyuz. Hem bedenleri satılanlar olarak, hem de geride kalan kadınlar olarak."

Tunceli Belediye Başkanı Edibe Şahin, başta kadın garson çalıştıran birahane sahipleri olmak üzere kentte her türlü yozlaşmaya sebep olanları, bugünden itibaren 'Düşkün' ilan ettiklerini söyledi. Şahin şöyle dedi:

"Alevi inancında toplumsal olarak suç işleyenler; 'Düşkün' ilan edilir. Bugünden itibaren bu konuda, sırf ekonomik nedenler nedeniyle bu kentte çürümüşlüğe, yozlaşmaya neden olan herkesi düşkün ilan ediyoruz. Bunları cemlerimizde, tecride daha önce almıyorduk. Toplum olarak hep beraber tecride alacağız. Selamlarını almayacağız. İlişkilerimizi sınırlayacağız. Bugün bir başlangıç. Dersim'de (Tunceli) yozlaşmaya, intiharlara, madde bağımlılığına 'hayır' diyoruz. Bunun karşısında en fazla biz kadınlar duracağız." aktifhaber

Alevilik dersine öğrenci bulunamıyor!
Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu'nun (AABF) Alevi dersi vermek için aranan öğrenci sayısını ulaşmakta zorlandığı, bu yüzden pek çok sınıfta dersin verilemediği belirtildi.

09 Ocak 2011
Anadolu Haber

Almanya'nın Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Eyalet Uyum Meclisi (LAGA) Başkanı Tayfun Keltek, LAGA olarak göçmenlerin din dersi sorununu çözmek için 1997 yılında, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) ile İslami kuruluşlar ve bakanlığa, hem Aleviliği, hem de Sünniliği kapsayan İslam Din Bilgisi dersi teklifi götürdüklerini, AABF yönetiminin, "Alevilik İslam'ın dışındadır" diyerek tekliflerini reddettiğini bildirdi.

Keltek, mensubu olan Alevilerin çoğunun aksine "Alevilik İslam'ın dışındadır" diyen ve geçtiğimiz yıllarda dört eyalet tarafından "Dini cemaat" statüsüyle muhatap kabul edilerek "Alevilik Dersi" verme hakkını alan AABF'nin, dersleri vermek için aranan öğrenci sayısını ulaşmakta zorlandığını, bu yüzden pek çok sınıfta dersin verilemediğini bildirdi.

Cihan Haber Ajansı'na açıklamalarda bulunan LAGA Başkanı Tayfun Keltek, "O zamanlar KRV Göçmen Meclisleri Birliği olan ve 137 Göçmen Meclisi'nin üyesi olduğu LAGA olarak 1997 yılında, İslam Din Bilgisi Dersleri'nin konulması için bir girişimde bulunduk. Bu ders hem Sünniliği, hem de Aleviliği kapsayacaktı. Bu derste, İslamiyetin tarihi, kuralları, farzlar öğretilmesi, ancak yönlendi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Oca 09, 2011 11:52 pm tarihinde değiştirildi, toplam 8 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ağu 08, 2010 1:40 am    Mesaj konusu: Kaside-i Mecdiyye Alıntıyla Cevap Gönder

Kaside-i Mecdiyye(*)
Hazreti Ali (radıyallahü anh)

Allahım! Hamd Sanadır, ululuk tahtının Sultanı Sen’sin
Bereketi dilediğine verir, dilediğine de vermezsin.

Allahım! Beni Sen yarattın; sığınağımdır rahmetin
Bollukta da, darlıkta da en büyük ümidimdir şefkatin.

Allahım! Hatalarım pek büyük ve çok olsalar da
Hiç şüphesiz Sen’in affın onlardan daha büyüktür.

Allahım! Dileğimi yerine getireceğin ümidindeyim
Şu perişan halime bak; yaptıklarımdan bin pişmanım.

Allahım! Hâl-i pürmelâlimi, aczimi görür ve bilirsin
Gizli gizli yakarışlarımı da sadece Sen işitirsin.

Allahım! Ümitsizlik vadilerine düşmeme izin verme
Lütfuna ihtiyacım sonsuzdur, kalbimi de kaydırma!

Allahım! Şayet kovarsan beni ya da haybete uğrarsam
O zaman ne yaparım, hangi kapıya gidebilirim!?

Allahım! Azabından, gazabından, ikabından, Sen koru!
Huzurunda kulluk tasmasıyla duran bu boynu bükük kulu!

Allahım! Orada ne diyeceğimi lisanıma Sen yerleştir
Acı mıdır kabirdeki halim, bilemem nedir?

Allahım! Azabınla cezalandırsan da beni bin sene
Rahmetinden ümidim kesilmeyecek bir an bile.

Allahım! Bağışlayıcılığının lezzetini duyur gönlüme
Evlâd ü iyalin, malın-mülkün fayda vermediği günde.

Allahım! Tutmazsan elimden, zayi olur giderim ben
Fakat koruyup kollarsan, kaymaz ayaklarım yerinden.

Allahım! Sadece muhsinleri affedersen eğer Sen
Hevasına yenik düşmüş mücrimleri bulunur mu affeden!?

Allahım! Takva talebinde ifrata girmişsem şayet
İşte huzurundayım, tevbe ediyorum, günahımı affet!

Allahım! Dağlar cesametinde olsa da günahlarım
Affın ondan da büyüktür, bağışlanma umarım.

Allahım! Cahillik edip günahlara dalmış olsam da
“Kulumun korkmasına gerek yok”, nidası kulağımda.

Allahım! Lütfunu hatırlayınca bütün korkularım diniyor
Günahlarım zihnime hücum edince, gözlerim yaş akıtıyor.

Allahım! Sürçmelerimi görmezden gel, günahlarımı sil
Bin pişmanım yaptıklarımdan, kalbimdeki yangındır delil.

Allahım! Bir bîçareyim, rahmetini ve fazlını gözlüyorum
Sen’in ihsan kapından başka bir kapıyı çalacak da değilim.

Allahım! Dergahından uzaklaştırılır ya da iltifat görmezsem
Kimin affını umabilir ve kimden şefaat bekleyebilirim!?

Allahım! Seven gönül gecelerde uyumaz, dua eder, yalvarır
Gafillerin yaptığı tek şeyse, kulağı üzerine yatıp uyumaktır.

Allahım! Kulların hep Sen’in bol rahmetini ümid ederler
Ve Cennet bahçelerinde ebediyyen kalmayı dilerler.

Allahım! Reca hislerim coşunca kurtulacağım zannediyorum
Günahlarımı düşündüğümde de kendimi çok levmediyorum.

Allahım! Kulunu affedersen eğer, affınla kurtuluşu bulur
Yok eğer affetmezsen, sayısız günahlarıyla helak olur.

Allahım! Habibin, M.....d Mustafa hürmetine
Ve O Nebiler Serveri’ne ittiba eden salih kulların hürmetine.

Allahım! Hazreti Ahmed ü Mahmud’un dini üzere sabit kıl,
Gönlüme de, inabe, takva, taat ve hudû hisleri sal.

Allahım! Rahmeti Sonsuz Allahım! Kulunu mahrum etme
Etme de, O mahlukatın en hayırlısının şefaatine nail eyle.

Allahım! Kulların ellerini açıp Sana dua ettiği müddetçe
Sen de Kainatın İftihar Tablosu Efendimiz’e salât eyle!

*Kaside el-Kulûbü’d-Dâria’nın 19-22. sayfasında geçmektedir.

Son Kızılbaş Şah İsmail
31 Ekim 2010

Kısacık bir ömre sığdırılan büyük bir tarih. Şeyhlikten şahlığa doğru uzanan çetin mücadele… Baş döndürücü zaferlerin ardından gelen Çaldıran yenilgisi ile son Kızılbaş Şah'ın portresi..

"O, orta boylu, güzel görünümlü, sağlam vücutlu ve kuvvetli biriydi. Diğer Kızılbaşlar gibi sakalını tıraş edip sadece bıyık bıra kırdı. Avcılığa meraklı ve iyi okçuydu. Hazinesi her zaman boştu. Ülkenin dört bir yanından gönderilen her türlü hediyeleri etrafındakilere dağıtırdı.

Mührü "Z" şeklinde ve yarım ceviz büyüklüğünde olup, orta sında Şah İsmail'in, etrafına da Oniki İmam'ın adları kazınmıştı.

Gilanda iken Şiî ortamda büyümüş, hükümdar olunca da Şiîliği resmî mezhep yapmış olmasına rağmen etrafı tamamen Kızılbaşlardan oluşmaktaydı. Hataî mahlasıyla Türkçe söylediği şürlerinde Kızılbaşlığın derin tesirleri görülür. Ne var ki, onun ruh dünyasını inşa eden Kızılbaşlık, dini siyasete bütünüyle hakim olamamış, Şiilik ona galip gelmiştir.

Şah İsmail öldüğünde oğulları henüz çocuk yaştaydılar. Taçlı Begüm henüz on bir yaşında olan büyük oğul Tahmasb'ın bizzat elinden tutarak getirip tahta oturttu. Askeri ve Sivil bürokratlar ile eyaletlerdeki Kızılbaş reisler Tahmasb'a biat ettiler. Ancak fırtınalı günler de başladı. Çünkü Şah İsmail'e kayıtsız şartsız itaat eden Kızılbaşlar, Tahmasb'a karşı aynı bağlılığı göstermediler..."

Arka Kapak Yazısı

Bir yaşında yetim, altı yaşında şeyh, on dört yaşında hükümdar, Kızılbaşların Şahı, Safevî Devleti'nin kurucusu, Ebu'l-Muzaffer, Mürşid-i Kâmil, Allah'ın Yeryüzündeki Gölgesi, Hataî...

Kısacık bir ömre sığdırılan büyük bir tarih. Şeyhlikten şahlığa doğru uzanan çetin mücadele… Baş döndürücü zaferlerin ardından gelen Çaldıran yenilgisi.

Kızılbaş Türkmenlerin şeyhlerini şah yapmak için giriştikleri mücadeleler… Bir inanç hareketinin devletleşmesi, biçim değiştirmesi, farklılaşması… Dinin siyasallaşması; devletin dinin hizmetine alınması, dinin devletin dayanağı haline gelmesi. Tarihten güncele doğru inanılmaz benzerlikler…

XVI. yüzyılın başlarında İran'da kurulan yeni devlet, tarihin akışını değiştirdi. Devletin kurucuları olan Kızılbaş Türkmenler aynı zamanda onun kurbanıydılar da. Şah'ın emirlerine kayıtsız-şartsız itaat ettiler. Bir yanda Şah'ın otoritesini kurmak, diğer yanda ülkenin sınırlarını korumak ve devleti ayakta tutmak için canlarını verdiler. Bazen onlar Şah'a hakim oldular, bazen de şah onlara.

Bu kitapta Şah İsmail ve Kızılbaş hareketi orijinal kaynakların ışığında inceleniyor. Bilinenin aksine bambaşka bir Şah İsmail portresi çıkıyor.
Böyle tarif ediyor Tufan Gündüz, Son Kızılbaş Şah İsmail adlı eserinde ünlü Safevi Sultanını.


Son günlerde başta Feridun M. Emecan'ın Yitik Hazine Yayınlarından neşredilen Yavuz Sultan Selim'i, Erhan Afyonu'nun Yeditepe Yayınlarıca neşredilen Yavuz'un Küpesi adlı eserinin bazı bölümleri, Mehmet Kırkıncı'nın Zafer Yayınlarınca neşredilen İslam Birliği ve Yavuz Sultan Selim'i Okay Tiryakioğlu'nun Yavuz adlı tarihi romanı başta olmak üzere pek çok eser yayaınlandı. Keza İskender Pala'nın şu günlerde çok satanlar listesinde yer alan Şah ve Sultan adlı çalışması da kısmen Yavuz Sultan Selim'le ilgili ama eser Şah İsmail boyutuna da hayli genişçe değiniyor.

Fakat itiraf etmek gerekiyor ki yazılan tüm eserler her ne kadar empatik olmaya gayret etse de Reha Çamuroğlu'nun yıllar önce kaleme aldığı İsmail adlı çalışmasını aşamıyor.

Ancak Tufan Gündüz'ün eserinin farkı tamanen çekişmede Şah İsmail boyutuna yoğunlaşmış olması ve bu tarihi portre çalışmasını bilimsel yöntemle gerçekleştirmesi.

Kitaptan bir bölüm

İçe Kapanan Kızılbaşlık

Osmanlıların Çaldıran savaşından sonra doğu sınırlarını de netim altına almalarının en önemli etkisi, Osmanlı hâkimiyetinde kalan Kızılbaş Türkmenler üzerinde oldu. Osmanlı idarecileri nin sınır ve yol güvenliği hususunda teyakkuz halinde olmaları Anadolu'daki Kızılbaşlann İran ile irtibatını geniş ölçüde engelledi. Bunun tabii neticesi olarak tarikatının dini işlevlerinde devamlı lığı sağlayacak ve bilgi tazelenmesine imkân verecek olan Safevî halifelerinin ülkeye girişi hemen hemen sonlandırıldı. Yazılı kay­naklardan da beslenememeleri yüzünden Kızılbaş ocakları zaten var olan sözlü geleneğe daha çok yaslanmaya başladılar.

Diğer yandan, gerek ulaşım imkânlarının sınırlı oluşu, gerekse topluca yaptıkları hareketlerin takip edilmesi ve kovuşturulması yüzünden konar-göçer veya yerleşik Kızılbaşlan kendi araların daki irtibat da büyük ölçüde koptu. Bu durum aralarında şekil ba kımından bazı küçük farklılıkların da doğmasına yol açtı.

Ama asıl farklılık İran'a giden Kızılbaşlar ile Anadolu'dakiler arasında görüldü. Safevî Devleti'ni kuran Kızılbaşlar, Şah İsmail'in Şiileştirme politikası içinde evrilip hızla Şiîleşirken, Anadolu'daki Kızılbaş Türkmenler içe kapanıp inançlarını geleneksel usullerle devam ettirdiler.

Barış Girişimi

Şah İsmail çok fazla gecikmeden Yavuz Sultan Selim henüz Amasya'da iken bir mektup göndererek barış girişiminde bu lundu. Ancak Yavuz Sultan Selim, gelen elçilere iltifat göstermeyip hapse attırdı. Şah İsmail, onun İstanbul'a dönmesinden sonra gösterişli hediyelerle birlikte yine elçiler gönderdi. Osmanlılar, Şah İsmail'in barış isteyen mektubunu defalarca okuyup, müza­kerelerde bulundular ve nihayet bu tür çabaların bir hile olabile ceğine, Şah İsmail'in zaman kazanmaya çalıştığına yorumladılar. Elçiler Dimetoka ve Kilidbahir'de hapsedildi.

Haber 7

Hacı Bektaş-ı Veli ve Makalat
Serdar AYDIN
serdaraydin01@hotmail.com



Bu kez size Türkiye Diyanet Vakfı yayınlarından basımı gerçekleştirilen klasik ve çok değerli bir kitaptan bahsetmek istiyorum.

‘’Makalat-ı Hacı Bektaşi Veli’’

Kitap 2010 yılında basılmış. Diyanet Yayınevlerinde bulabilirsiniz. Ayrıca bu değerli eseri Yeni Şafak gazetesi de okuyucularına promosyon olarak verdi.

Bakın, kitap nasıl başlıyor; ‘’Makâlât sahibi, şeriat askeri, marifete bürünmüş, hakikat hazinesi, yüce makama erişmiş, cehaleti sevmeyen ve her türlü ilim hazinelerinin de sahibi olan, din meşalesini elinde tutan ve adeta kandil gibi olan iman nurunun yağı, erenlerin durağı Horasanlı Sultan Hacı Bektaş-i Veli şöyle buyurmaktadır.’’

Kitap hem Arapça orijinalini, hem Osmanlıcasını hem günümüz Türkçesine tercümesini birlikte içeriyor. Harika bir baskı ve mizanpajla üstelik.

İmdi. Gelin bu kitap üzerinden küçük bir sorgulama ve otokritik yapalım!

Hacı Bektaş-ı Veli 13. asrın başlarında Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşen, Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasında büyük rolü olan gönül sultanlarının en başta gelenlerinden biridir.

Hacı Bektaş-ı Veli, Anadolu topraklarında binlerce yıldır yaşamış insanlar içerisinde en çok yanlış anlaşılmış isimlerden biridir!

O, kendi hayatında olduğu gibi, ölümünden sonra da bağlıları ve sevenleri bulunan, önder olarak kabül edilen büyük bir kişidir.

O, hayatta iken herkesçe aynı şekilde bir büyük âlim ve mürşit olarak anlaşılmış ancak ölümünden sonra çok farklı şekillerde algılanmıştır!

Hacı Bektaş-ı Veli’nin arkasında bıraktığı birçok eser içerisinden bize kadar ulaşan en önemli eser ‘’Makalat’’ isimli eseridir.

Bu büyük zatın öğretisi bu kadar yaygın iken yazdığı kitabın bu kadar az tanınması ve bilinmesi kafalarda soru işareti bırakmaktadır!

Bu ünlü eserine Üstad Hacı Bektaş-ı Veli ’’Âdem, Tangrı’ya kaç makâmda irer, anı bildürür.’’ diye başlamıştır.

Bugünkü Bektaşi geleneğinin temsilcisi olduğu iddia edenlere baktığımızda(genelleme yapmıyorum) bilakis din dışı ve din karşıtı akımların daha bir makes bulduğunu görüyoruz!

Bugünün Türkiyesinde kendilerini bu ‘’yolun yolcusu’’ gören binlerce insandan hiç biri bu kitabına ilgi göstermezken ‘’Üniversiteli Şeyh’’ diye, aynı kesimlerce alaya alınan! Muhterem ve müteveffa M.Esad COŞAN hoca efendi bu kitabı gün yüzüne çıkartmıştır.

Mahmud Esad COŞAN hoca efendi doktora ve doçentlik tezini bu kitap üzerine yapmış. Tercüme ederek Seha neşriyattan da basılmasını sağlamıştır. Yani bir mürşit bir mürşitin kitabını milletin hizmetine sunmuştur!

Kitap içerik olarak Tanrıya erdirecek ‘’ dört kapı’’ olarak adlandırılan; Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifeti ve yine ‘’kırk makâm ‘’ olarak da bu kapılardan girilen kırk manevi merdiveni anlatmakta.

Bugünkü Bektaşiliğe baktığımızda ise bırakınız bu kelimelerin manasını bilmeyi ve gereğini yerine getirmeyi, daha ilk kapı olan ‘’Şeriatla’’ bile göğüs-göğüse savaş edilmekte!

Kitabı okuduğunuzda Üstad insanları dört kısma ayırmakta; abidler, zahitler, arifler, muhipler diye ve bu insan guruplarının özellikleri anlatmakta uzun uzadıya…

Bugün ise Bektaşilik öncelikle gülmek için ağız dolusu fıkra, ardından İslam’dan kendini gittikçe soyutlayan bir fırka ve bazı siyasilerin shov malzemesi olan kumpanyaya dönüşmüştür!

Şimdi size kitabın orijinal baskısının beşinci sayfasından bir örnek; ‘’…bir kuyuya bir damla içki damlasa, o kuyunun suyunu çıkarıp başka yere dökseler, o yerde de ot bitse ve o otu koyun yese takva ehlinin sözüne göre o koyunun eti haramdır…’’

‘’Kişi bilmediğinin düşmanıdır’’ gerçeği işte burada apaçık ortaya çıkmakta bugün Bektaşilikte alkol kullanmakta bir sakınca görülmemekte. Oysa Üstadın yazdığı da yaşadığı da çok açık!

Örnekler çoğaltılabilir ama sözü uzatmayacağım.
Ne hazin değil mi? Hazreti Ali’yi bilmeden Alevi olmak, Hacı Bektaş-i Veliyi bilmeden Bektaşi olmak!
Bu kitabi kendini Sünni ve tasavvuf erbabı sayanlara’’tatbik’’ için kendini Alevi-Bektaşi sayanlara ise ‘’tetkik’’ için hararetle tavsiye ediyorum.
4 Kasım 2010
habertaraf

Alevîlik nedir?
Mehmet HÜSREVOĞLU
mhusrev@hotmail.com

AÇILIM rüzgarları ile son elli yıllık süreç içinde bir benzerine rastlanmayacak düzeyde dışa açılan Alevi hareket, medya’da, bir gün olmasa, ikinci gün mutlaka yer bularak, gündem oluşturmaktadır…

Birkaç gün önce bir Alevi dernek temsilcisi ile Prof. Süleyman Ateş arasında cereyan eden mükalemede, dernek temsilcisi, sayın Ateş’e sağlıklı söz hakkı tanımayacak kadar ateşli bir biçimde kendi inanç sistemlerini tanıtırken, bende bir şeyler öğrenmeye çalıştım…

Yıllardır bize öğretilen ALEVİ’lik tanımına uymayan kurallar manzumesi dikkatimi çekti ve bu konuda hep birlikte bilgilenmemiz gereğini hissettim…

Alevilerin büyük bir bölümünü temsil ettiğini ve açıklamalarının bir anlamda resmi nitelik taşıdığını belirten temsilciye göre, ALEVİ inancı şu temeller üzerini inşa edilmiştir:

1- 1400 yıldır Müslümanların kitab-ı mukaddesi olan, Kur’anı Kerim kendilerini bağlamamaktır… Alevi toplumunun Kur’anı; “ Telli Kur’an” veya “Kur’an-ı Natık” diye nitelenen , Ozanların, pirlerin deyişleri – “Duvaz imamları” sözleridir… Bunlar birer (alternatif) Kur’an ayetleridir…

2-1836 yılında idam edilen, Alevilerin serçeşme mürşidi ve inanç önderi olan Hamdullah çelebi, 1400 yıllık Sünni inancına Müslümanlık denilmeyeceğini , gerçek İslam’ın , kabul edilemez bir inanç ve ibadet sistemi olduğunu ilan etmiştir… Bu nedenle Alevi toplumu ‘nun bir bölümü , ASLA cami ve Namaz ibadetini kabul etmeyerek , CEM evlerinde yapılan ibadetlerin geçerli olduğunu kabul etmişlerdir…

3- Ramazan Orucu yoktur…. Ancak Hızır ve Muharrem Orucu vardır…

4- KABE Kıble değildir… Asıl kıble insanoğlunun kalbidir… Bu nedenle Cem evlerinde kıble olmaz…

5-BAĞLAMA ve Keman İbadetin bir parçasıdır…

6- Sünni inanışta, kadın ve erkek bir arada ibadet edemez… Alevilikte ise tüm cem ibadetlerinde kadın erkek beraberliği esastır…

7- İÇKİ’yi haram kılan İslam inancına karşın, DOLU ve DEM olarak nitelen İÇKİ de ibadetin bir parçasıdır…

8- Özetle, İslamın beş temel farzı, Camii kavramı, ALEVİ inancında yoktur…

Yukarıda belirtilen sekiz temel ölçü, kesinlikle şahsımın uydurduğu bir iftira name değil aksine, Ali Kenanoğlu imzalı , 2009 yılı , Alevilik eğitim çalış tayında sunulan resmi bildirinin kısmi özetinden ibarettir…

Bu resmi görüş, sayın Ateş ile tartışan dernek yetkilisinin ağzından çıkan ve gerçek İslam’ın ( Aleviliğin ) yukarıda zikredilen 8 temel esas olduğunu belirtmekteydi…

Başka temel Alevi esaslarından biri de Pir Sultan Abdal’ın idam gerekçelerinde belirtilen esaslardır:

a-Pir sultan Abdal, namaz kılmıyor, Oruç tutmuyor…

b-Şeriat’a aykırı söz ve davranışlarda bulunuyor…

c-Müslümanlara YEZİT diyor ve sürekli Şarap içiyor…

d-Kur’an ve İslam peygamberi hakkında uygunsuz şeyler söylüyor…

e-Hz. AİŞE ‘ye ( r.a) hakaret ve üç Halife’ye küfrediyor…

f-Cem ayini yapıyor ve Saz’ı kutsallaştırıyor…

ı- Rafızi ve kızlılbaşlarla birliktelik ve onların eserlerini okuyor…

Bu maddeler ALEVİ toplumu için aynı zamanda , yaşamsal uygulama olarak günümüze kadar gelmiştir… Pir sultan Abdal şiirlerine de değineceğim

Sayın Ateş, bu ifadelerin ayrı bir inanç sistemi olduğunu , özellikle Allah’ın cc KUR’AN’da bizzat somut emirlerle tesbit ettiği İSLAM ile uzaktan yakından bir yakınlık bulunmadığını beyan etmesine rağmen, tartışma bir sonuca varmadan bitiverdi…

Bir sonraki yazımızda bu konuya devam edeceğiz…
Habertaraf

Alevilik nedir? -2-
Mehmet HÜSREVOĞLU
mhusrev@hotmail.com
6 Aralık 2010

Bir önceki yazımızı, kısaca özetleyecek olursak, Osmanlı döneminde, mürted olduğu için idam edilen iki önemli Alevi büyüğü, Pir sultan abdal ve Hamdullah Çelebi öğretilerine göre;

1- Cebrail as vasıtası ile Allah Resulü’ne sav vahy edilen Kur’an, BATILDIR…Alevi Kur’anı; Kur’anı natık ve telli kur’andır….
2- KABE kıble olarak kabul edilemez… Namaz yoktur… Alevi’nin namazı ve niyazı CEMdir…. SAZ ve SÖZ ibadettir…
3- Ramazan Orucu yoktur… Ancak Hızır ve Muharrem oruçları vardır…
4- İÇKİ, ibadet ederken bile serbesttir…Kadın Erkek ayrılığı asla söz konusu değildir… İbadetin esası CEM’ dir. Kadın Erkek, aynı mekanda yan yana ibadetini yapar…
5- Hz Muhammed (SAV), Hz Ali konusunda kusurludur, Tüm Sahabeler ve peygamber eşleri sıradan insanlardır, her hangi bir kutsiyet izafe edilemez…
6- Tüm Sünni inancına sahip olanlar YEZİD’dir…

Bu temel argümanlar çerçevesinde İnanç poetikası geliştiren bir kısım Aleviler, inanç bazında bölünme yaşamışlardır;

a- Hz ALİ’nin Allah veya Peygamber olduğuna inananlar…
b- 12 imam için İlahlık veya Peygamberlik iddiasında bulunanlar…
c-Tenasuh inancına inanan, Allahın tıpkı şekil olarak insana benzediğine inananlar… 12 imam ölmemiştir diyenler…
d-SAHABE’yi Kafir olarak niteleyenler…

Geçmişten günümüze kadar , Klan veya topluluk olarak 14 ana madde çerçevesinde Alevilik inancını sürdüren gruplar, Kendi Akide sistemlerini sözlü olarak günümüze kadar aktarmışlardır…

İslam dışı , Alevilik olarak niteleyeceğimiz akım öncülerinden Pir sultan Abdal ve NEVAİ , ŞİİRLERİNDE , İslam inancına ve aynı zamanda Osmanlı devletine karşı muhalif motifler işleyerek inanç ve kıyamlarını açıklamışlardır… Şiirlerinden örnekler:

“Gafil kaldır şu göynünden gümanı, Bu mülkün sahibi ALİ değilmi?

Yaratmıştır On sekiz bin âlemi, RIZIK veren ALİ değimli?...” Deyişi ile Hz Ali resmen ilahlaştırılmaktadır…

Pir sultan Abdal çoğu şiirlerinde motif olarak kullandığı “ Şah-ı Merdan “ Bir anlamda Şamanizm ‘deki Gök tanrısıdır… Pir sultan Abdal’a göre şah-ı merdan , Hz. Ali’dir… Bu nedenle bir kısım Aleviler, dua ettiklerinde Şah- ı merdan Ali’den medet umarlar… Yine pir sultan şiirlerinden örnekler:

"Açalım KIZIL sancağı,
Geçsin YEZİD’LERİN ÇAĞI…
Elimizde aş bıçağı,
Tevekkeltü tealallah…

MERVAN soyunu vuralım,
Hüseyn’in kanını soralım
Padişahı öldürelim,
Tevekkeltü tealallah…"

Bu şiirde Mervan soyu, Sünni gelenektir ve Osmanlı YEZİD olarak nitelelenmektedir… Bu ve benzeri öğretiler, yeni bir Kızılbaş iktidarı için şiirsel manifesto dur… Bir başka şiirde ise Kıble inancı nasıl tarif ediliyor öğrenelim:

"Benim Kâbem insandır,
Hele nenni nenni dost nenni,
Benim Kâbem sevidir
Hele nenni, nenni dost nenni,

Benim Kâbem emektir,
Hele nenni nenni dost nenni,
Benim Kâbem Dünyadır,
Hele nenni nenni, dost nenni,"

Yine pir sultan Abdal’ın ibadet kavramını reddettiği şu dizelerden anlıyoruz;

“Alınmış Abdestim aldırırlarsa,
Kılınmış Namazım kıldırırlarsa,
Sizde ŞAH diyeni öldürürlerse,
Ben de bu Yayla’dan ŞAH’a giderim…”

Pir sultan Abdal’ın şiirlerinden anlaşılacağı gibi, Türetilmiş bambaşka bir İslam’a inanan , Haram- helal ve ibadetler manzumesini inkar eden , muhtemel Şamanizm karışığı yeni bir din veya dini akım öncüsü olduğu için , Ebu suud Efendi – Kemal ibn-i Hümam gibi İslam hukuku üstad-ı âli’leri , bu öğretiye sahip olanın Müslüman olamayacağını açıkça belirtmişlerdir.

Yedi Alevi şair’den biri olan ve pir sultan Abdal çağdaşı veya 17. yüzyıl Alevi öncülerinden Aşık Virani, HZ. Ali’yi bakın nasıl ilahlaştırmaktadır;

“Evvel O’dur,, âhir O’dur,
Tayyib O’dur, Tahir O’dur,
Batın O’dur, Zahir, O’dur,
Ali, Ali, Ali, Ali….
Ezel, ebed Ali derim,
Düştüm medet Ali derim,
Yoktur ebed Ali derim,
Ali, Ali, Ali, Ali……”

Yine Hz. Ali’ye hitaben;
“Efendim efendim cânım efendim…
Ben senin kulunam, sen benim sultanım….”

Yedi alevi büyüğü olarak nitelen ozanların ikisi hariç diğerlerinin tamamen Batınilik üzerinde olduğu tarihen sabittir… devam edeceğiz.
habertaraf

Alevilik nedir? -3-
Mehmet HÜSREVOĞLU
mhusrev@hotmail.com
9 Aralık 2010

Daha önceki ki yazımızda, Alevilik ile ilgili , tarihsel kısa aktarımlar yaparak bu konuda bilgi eksikliğimizi gidermeye çalıştık…

Bu güne kadar Alevilik konusunda, ittifak edilemeyen en önemli konu, DİN ve MEZHEB algılamasındaki farklılıktır…

Alevilik İslam inancının , kısmen etkisinde kalmış, ancak kendi ibadet ve referansları ile günlük yaşamda , kendisine has , ibadet ve inanç ritüelleri ile , İslam dini’ne karşı alternatif bir inanç sistemi oluşturmuştur iddiasında olanlar çoğunluktadır…

Bu görüşe göre İslam’ın 4 temel şartı; Namaz- Oruç_ Hacc- Zekât ibadetinin olmadığı, Kur’anı Kerim’in kabul görmediği bir İslam inancından bahsetmek mümkün değildir…

Son günlerde Din derslerinin, zorunlu ders olarak okutulmasını protesto eden Alevi yurttaşlar, Alevi inancında olmayan, Namaz, Oruç, Hacc; Zekat gibi İslam dinin zorunlu emirlerini öğrenmekle, Alevi öğrencilerde bilgi kirlenmesine yol açtığı belirtilmektedir… Bu konu ZAMAN gazetesinde üç gün önce tam sayfa iki gün ( 04-05-12-2010) işlenmiştir. Din derslerinin zorunlu olmamasını savunun İsmail Kaplan’a göre;

1-Bu derslerin içeriğinde, Alevilerin temel inançlarından olan, Cem ibadeti—on iki hizmet---Allah Ali Muhammet birlemesi--- Dört kapı kırk makam--- Muharrem orucu—gibi ibadetler yokmuş…
2-Bu derslerde, İslam’ın temel görüşleri, Hanefi fıkhına göre işlenmekteymiş, çoçuklara her sınıfta, beş adet Namaz suresi ezberletiliyormuş, Camii ve Namaz konusunda ısrarla duruluyor, nasıl namaz kılınacağı öğretiliyormuş… Kader inancı, Oruç—Cennet _Cehennem- Hacc ibadeti , derslerde geniş olarak öğretiliyormuş…
3-Sünni öğrenciler için gayet doğal olan bu öğretiler, Aleviler için TAM bir işkence olmaktaymış… İşkence olmasının nedeni ise bu öğretilerin ALEVİ inancında olmayışından kaynaklarını yormuş…
4-Alevi çocuklar , Anne ve Babalarından bu tür bir eğitim almadıkları için Din derslerinde zorlanıyorlarmış… Bu nedenle ALEVİ inanış ile SÜNNİ inanış birbirlerine tamamen ZIT’MIŞ…. Özellikle kız öğrencilere öğretilen;

Tesettür – HAYIZ ( AYBAŞI HALİ ) yasakları ALEVİ inancında yokmuş ve Alevi ilkeleri ile çelişmekteymiş… Bu bilgiler nedeniyle , Ebeveyn- Çocuk ilişkisinde çelişkiler yaşanmakta, çocuklar, ebeveynlerini sorgulamaktaymış…

DİN dersleri , Türkiye de yaşayan, Hanefi- Şafii- Nakşi ve Kadiri inançlarından olanların ortak konuları olabilirmiş ama bunlar ALEVİ VE BEKTAŞİLERİN ORTAK KONUSU DEĞİLMİŞ…

Doğu ve Batı bölgelerimizde bulunan tüm Alevi’lerin ortak özelliği yapılan araştırmalarda, ŞERİAT’A rağbet etmeme olarak tesbit edilmiş… Hatta İRAN Şiası bile İBADET eksenli olduğu için Alevilikten AYRI imiş…. “

Bu satırları yazan İsmail Kaplan, Almanya Alevi birlikleri eğitim sorumlusu olarak , bir bütün’ü temsilen resmi görüş bildirmektedir…Sayın Kaplan’a göre Alevilik ,İslam dininden ayrı bir sistemler manzumesidir…

Ben Müslüman değilim diye resmi görüş bildiren şahıslara, zorla Müslüman muamelesi yapmak zulümdür… Bu konuda AB normlarına göre , tüm yurttaşlar’ın kendi mensub oldukları dini eğilimi, açıkça belirtmeleri ve bunu tescil etmeleri ülkemiz için yararlı bir faaliyet olacaktır… Yıllardır, Alevi toplumun içinde sayılarının ne kadar olduğunu bilemediğimiz , İslam’ı bir din olarak seçmeyen ve Alevi inancını müesses bir DİN olarak algılayanlar netleşmelidir…

Ülkemiz Alevi yurttaşlarımız arasında homojen bir birliktelik olmadığı bilinmektedir . İslam İnancına samimiyetle bağlı ancak kendilerini Şii, Caferi olarak niteleyenler, Kardeşlik hukuku içinde olanlardır …. Temel ölçü budur… İslam inancına göre KABE’yi KIBLE kabul edenler , İslam inancı dışına itilemezler…

Temel konularda ,( Kur’an-namaz-oruç-hac-zekat ) alternatif bir inanc’ı olan şahıslara zoraki İSLAM kimliği zerketmek hem zulum hem safdilliktir… Aynı topraklarda DİN kardeşi olarak değil birer yurttaş olarak yaşamak ve tarafların inancına saygı duymak , karşılıklı hoşgörünün değişmez kuralıdır…
habertaraf

YEZİT İÇKİ İÇERDİ ONA LANET OKUYANLAR DA İÇKİ İÇİYOR

20.12.2010
İçki satan bayi ve dükkanlardan alınan belediye harçlarının çok yüksek olmasıyla Odatv’ye haber olan Çorum, bu kez de AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu’nun sözleriyle gündemde.
Reha Çamuroğlu, Çorum Belediyesi’nin “Şehadetinin 1330. Yılında Hz. Hüseyin” konulu panelde konuştu. Çamuroğlu, “Bin küsur senedir Alevilik ile Sünniliğin birbirleriyle çatışma haline olmasının hiçbir nedeni keşfedilmemiştir. Bunu bulmak mümkün değildir. Bir Alevi olarak ben ‘İmam Hüseyin’ derim, ehl-i sünnet ise ‘Hz. Hüseyin’ der. Ben ‘İmam Ali’ derim, ehl-i sünnet ‘Hz. Ali’ der. Bundan bir kavga çıkar mı?” dedi.
Panele katılan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof.Dr. Hasan Kurt, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Mehmet Mahfuz Söylemez ve Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof.Dr. Abdurrahman Acar da birer konuşma yaptılar.
İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin yoğun olarak katıldığı panelde oturum başkanlığını İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mesut Okumuş yaptı.
Hükümetin Alevi çalıştaylarında önemli rolü bulunan Reha Çamuroğlu, panelde yaptığı konuşmada birlikte yaşama çağrısında bulundu.
Çamuroğlu, “Birlikte yaşama konusu mutlaka ele alınması gereken, derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur. İmam Hüseyin, çok çeşitli boyutlarıyla incelenmesi gereken bir şahsiyettir. İmam Hüseyin bir mekteptir. Bugün İmam Hüsiyen ile ilgili insanlığın tartıştığı konu şudur: İmam Hüseyin siyasi bir hareket mi gerçekleştirdi? Küfe’ye giderken şehit edileceğini biliyor muydu? Bu bilgiye sahip miydi? Bu bilgiye sahiptiyse bütün ailesiyle niçin yola çıktı? İmam Hüseyin bir asi miydi?” diye konuştu.
İmam Hüseyin ile Yezit arasında herhangi bir biat olmadığını kaydeden Çamuroğlu, İmam Hüseyin’in mazlumun yanında, zalime karşı örnek olacak bir mektep kurduğu için şehit olduğunu belirtti.
Çamuroğlu şöyle devam etti: “Bir arada, dostça, kardeşçe nasıl yaşayabileceğimizin ışığını keşfetmek çabası içerisinde olmalıyız. Bin küsur senedir Alevilik ile Sünniliğin birbirleriyle çatışması için hiçbir nedeni ilahiyatçıların tabiriyle keşfedilememiştir. Bunu bulmak mümkün değildir.
Bir alevi olarak ben ‘İmam Hüseyin’ derim, ehl-i sünnet ise ‘Hz. Hüseyin’ der. Ben ‘İmam Ali’ derim, ehl-i sünnet ‘Hz. Ali’ der. Bundan bir kavga çıkar mı? Çıkmaz. Oysa Çorumlular, birbirleriyle ayrıştırıldı, çatıştırıldı. Kan dökmek için çok çeşitli zamanlarda çok çeşitli vesileler yapıldı. Bu coğrafya demir kılıcının yapıldığı ilk coğrafyadır. Demir kılıcını ilk olarak Hititler yapmıştır. Bazen keşke yapmasalardı diye düşünüyorum. Birbirimizi anlamamız, gönül kapılarını açmamız gerekiyor.”

İstanbul Üniversitesi İlahiyet Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Mahfuz Söylemez, Belediye tarafından düzenlenen “Şehadetinin 1330. Yılında Hz. Hüseyin Paneli”nde konuşma yaptı. Prof. Söylemez, Yezit’in özelliklerinden birinin de “içki içmek” olduğunu belirterek, “Şimdi içki içenler Yezit’i lanetliyor” diye konuştu.
Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinin yasının halen devam ettiğini ifade eden Söylemez, “Geçmiş tarihe baktığımızda Yezit içki içen, sorumsuz bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Ama günümüze geldiğimizde Yezit’e lanet okuyan kişiler de aynısını yapmaktadır. Oysa Hz. Hüseyin’e baktığımızda o namazını kılan, orucunu tutan bir kişidir. Hz. Hüseyin bize adaletin yanında, zalimin karşısında durmamız adına, kanıyla canıyla bunu anlatmış oldu” dedi.

“HZ. HÜSEYİN ORTAK BİR DEĞERDİR”

Belediye Başkan Vekili Zeki Gül, Hz. Hüseyin’in ortak bir değer olduğunu söyledi. Kültür Düğün Salonu’nda düzenlenen “Hazreti Hüseyin” konulu panelde konuşan Belediye Başkan Vekili Gül, “Ehlibeyt sevgisi bizleri birbirine yaklaştıran, gönülleri okşayan bir sevgidir” dedi.
ODATV

Ali'nin dede'si!
ASIM YENİHABER
(AKİT)

Mehmet Ali’yi kim tanımaz?

Son zamanlara kadar beyaz camdan eksik olmazdı. Su kesintilerine bire birdi. Sululuktan da öte bir müptezellik içindeydi.

Her türlü ahlâksızlığı, seviyesizliği, dil veya el şakasını, küfrü ondan her an bekleyebilirdiniz.

Alenen ana avrat düz gidebilirdi!

En mürezzel edepsizlikleri sırıtkan bir çehreyle yapabilirdi.

Bu “-di” çok önemli. Evet “idi”!
Bir zamandır Mehmet Ali sert kayaya çarptı. Bir “mum söndü” esprisi yaptı, mumu söndü!

Ahlâksızlık batağına saplanmış bir şovmen, kendi ahlâksızlığını meşru göstermek için “mum söndü”yü kullandı.

İyi de etti! Öyle bir sert kayaya çarptı ki... Hedef alınan alevi kitlesi ona ekranı dar etti. Programı derhal yayından kaldırıldı. Eğer alevi cemaatlerinden birine mensup olsa idi, “düşkün” ilan edilir, ekmeği aşı bile kesilirdi.

O günden beri M.Ali kendini pabucu büyüğe okutmaya çalışıyor. Sanat dünyasındaki alevi bilinenlerle sıkı fıkı oluyor. Hacıbektaş’a kadar gidiyor, yüz sürüyor.

En sonunda, Ankara’nın en yüksek tepelerinden ta Hüseyin Gazi’nin zirvesine tırmanmış. Bugüne kadar caminin önünden geçtiği görülmeyen M. Ali, Hüseyin Gazi Türbesi ve cemevini ziyaret etmiş.

Tabii arkasında son çalıştığı televizyonun kamera ekibi. Şov devam ediyor!

Alevi tekkesinde, şeyhin, dedenin elini öpecek. Af dileyecek.

Hangi sünni şeyh M. Ali’yi ayağına getirebilirdi?

Bak şimdi alevi şeyhin huzurunda. Vicdanen rahatlamak için tekkeye gelmiş! Vicdanen mi, cüzdanen mi rahatlayacak?

Kumar parası kazanamayan M.Ali neye yarar?

“İzin ver dedem, paracıkları alayım, sefahat hayatına devam edeyim!”

Yok öyle demiyor. Şöyle diyor: “35 yıldır bu toplumla hep barışık yaşadım ama böyle bir hata televizyonda başıma gelince en azından vicdanen kendi adıma rahatlamak adına onların bu dini vecibelerini, özel yerlerini gezmek, ziyaret etmek için ricada bulunduk”.

M.Ali, Hüseyin Gazi tekkesinde manevi huzura ermiş!. “Kara rağmen geldik. Öyle bir huzur içindeyim ki, değdi. İnşallah bu birlik beraberlik adına iyi bir mesaj olur. Onlar büyüklüklerini gösterdiler” diye konuşmuş.

Ardından cemevine gidip alevi dedesinden af dilemiş. Alevi dedesinin sözlerini tekrarlayarak “Ben bir hata yaptım ama tövbe edip bu yola girdim” demiş. Erbil, “Tövbe estağfurullah mı?” sorusuna 3 kerre “Tövbe estağfurullah” cevabını vermiş.

M.Ali’nin soyadı size bir şey hatırlatır mı, bilmiyorum?

Erbilli Esat Efendiyi. Hani şu Menemen vak’ası dolayısıyla İstanbul’dan alınıp İzmir’e getirilen ve orada şehid edilen doksan küsur yaşındaki büyük nakşi şeyhini…

Kendisi onun torunu olduğunu söylermiş…

M.Ali olağan şartlarda dedesinin yolunda gitmeliydi. Ahlaklı, dürüst insan olmalıydı. Kimbilir dedesinin yolunu ne kadar hor gördü. Merhum dedesi, kendi yoluna gelmeyen torununu ibret için, Alevi dedesine göndermiş olmasın!

Dedesinden kaçan başka “dede”ye tutulur!

Alevilik dersine öğrenci bulunamıyor!
09 Ocak 2011
Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu'nun (AABF) Alevi dersi vermek için aranan öğrenci sayısını ulaşmakta zorlandığı, bu yüzden pek çok sınıfta dersin verilemediği belirtildi.

Almanya'nın Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Eyalet Uyum Meclisi (LAGA) Başkanı Tayfun Keltek, LAGA olarak göçmenlerin din dersi sorununu çözmek için 1997 yılında, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) ile İslami kuruluşlar ve bakanlığa, hem Aleviliği, hem de Sünniliği kapsayan İslam Din Bilgisi dersi teklifi götürdüklerini, AABF yönetiminin, "Alevilik İslam'ın dışındadır" diyerek tekliflerini reddettiğini bildirdi.

Keltek, mensubu olan Alevilerin çoğunun aksine "Alevilik İslam'ın dışındadır" diyen ve geçtiğimiz yıllarda dört eyalet tarafından "Dini cemaat" statüsüyle muhatap kabul edilerek "Alevilik Dersi" verme hakkını alan AABF'nin, dersleri vermek için aranan öğrenci sayısını ulaşmakta zorlandığını, bu yüzden pek çok sınıfta dersin verilemediğini bildirdi.

Cihan Haber Ajansı'na açıklamalarda bulunan LAGA Başkanı Tayfun Keltek, "O zamanlar KRV Göçmen Meclisleri Birliği olan ve 137 Göçmen Meclisi'nin üyesi olduğu LAGA olarak 1997 yılında, İslam Din Bilgisi Dersleri'nin konulması için bir girişimde bulunduk. Bu ders hem Sünniliği, hem de Aleviliği kapsayacaktı. Bu derste, İslamiyetin tarihi, kuralları, farzlar öğretilmesi, ancak yönlendirme veya baskı yapılmaması hedefleniyordu. Bilgi veriyorsun, herkes neye ne kadar inanır, ne kadar yaşar bunu kendine bırakıyorsun. Tezimiz buydu." dedi.

Söz konusu teklifi göçmen kuruluşlarına götürdüklerini bildiren Keltek, "Tek tek tüm kurumlara gittik. O zaman Almanya Aleviler Birliği Federasyonu'nun (AABF) başında Ali Rıza Gülçiçek vardı. Bize, 'Biz İslam'ın dışındayız' gibi şeyler söyledi. Oysa Alevilerin çoğu buna katılmıyor. Aleviler, Aleviliği İslam'ın en doğru mezhebi olarak görüyor." ifadelerini kullandı.

İslami organizasyonların İslam din dersi hakkını hala alamadığını ifade eden Keltek, "Bizim çocuklarımız şu anda 'dinsiz ailelerin çocukları' gibi muamele görüyor. Diğer yandan din dersi hakkını almış olan AABF'de aranan yeterli öğrenci şartını yerine getirmekte zorlanıyor. 'Alevilik İslam'ın dışındadır' denmesine tepki duyan Alevi çok. Sonuç olarak o zaman hem Aliveler, hem Sünniler için çok büyük bir şans doğmuştu. Sayı konusunda sıkıntı çekilmeyecekti. Bugünde din dersinin müşterek hale getirilmesinde fayda var. Bunu yapmak hala mümkündür." diye konuştu. Anadolu Haber


Din diye Aleviliği öğreteceğiz!
Aliya RAHTE
14 Ocak 2011

Çocuklarımıza İslam’ı doğrudürüst öğrettik de sıra Aleviliğe geldi... Milli Eğitim Bakanlığı müfredatına Aleviliği koymakla neyin murat edildiğini anlamış değilim.
Hem ne işe yarayacak Alevi dersleri?
Şöyle soralım:

Alevilik bir din midir ki Din Kültürü dersine koyuyorsunuz?

Bu işin baronlarına sorun yine de memnun değiller. Çünkü Aleviliğin ne olmadığı açıklığa kavuştuğu an baron sınıfı tasını tarağını toplamak zorundadır...
İşsiz güçsüz kalırlar...

Kahramanmaraş’a gidip 32 yıl öncesinin yarasını kaşıyamazlar.
Veya Avrupa’da dağıtılan din parasından hisse alamazlar.

Din diye uyutulan bir başka insan topluluğunu dünyanın hiçbir yöresinde göremezsiniz. Alevi denilen kesim yıllardır uyutuluyor.
Uyutmakla kalsa, toplumdan tecrit ediliyor.
Öğreteceksen adamlığı, insanlığı öğret... Hz. Ali efendimizin misyonunu öğret.
Görmüyor musunuz?
Sokaklar gençlik manzaraları ile dolup taşıyor...
Hangi renk ahlak bozucu eylem arasanız hepsinden var.
Ölçüsüz kız ve erkek arkadaşlığından tutun da, parklara taşan uyuşturucu trafiği, kumar, içki rezaleti...Akabinde kontrol edilemeyen olaylar.
Çeşitlerini sayalım:
Adam öldürme...
Bıçaklama.
Saldırganlık.
Yağmalama.
Cinsel taciz....
Nikahsız beraberlik...
Bu suçları işleyen gençler Merih’ten gelmiyor, neticede bizim çocuklarımız.
Bu çocuklara bir çare...
Bazıları işi materyalist havadan estirerek sadece birkaç değişik kitabi gençlere okutmakla işlerin yoluna gireceğini zannediyor ama görüyoruz ki olmuyor.
Ruhsuz eğitim ancak ve ancak robot yetiştirir.
İlhamı tamamen Kur’an’dan almayan bir eğitimin ne eğitene ne de eğitilene faydası olmaz. Efendimizin duası: “Ya Rabbi, faydasız ilimden, makbul olmayan ibadetten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.”
Çağımızın materyalist eğitimine bir de kalkıp Aleviliği eklersek!..

Peki nedir bu Alevilik?
Benim bildiğim ta Hz Ali döneminden başlayan “Ali ve Muaviye” çekişmesinin bir sonucu. Laz’ın gıy gıyı, Kürd’ün lolosu, Türk’ün kaçanı(kaçarken aklı başına gelir ya).
Sonu gelmez bir kavga...
Ne ayettir, ne sünnettir, ne de içtihattır, ne örftür, ne adettir...
Ne sazdır, ne sözdür, ne muhabbettir...
Tamamen “Ulusal Fitne”...
Zaman zaman birileri bu ulusal fitneyi ateşleyerek; saz evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi, ezanların susturulması, dini eğitimin okullardan kaldırılması, köylere cami yapılmaması gibi milletin iman kalesini yıkacak şekilde deli saçmalıkları sergilerler.
Maksat ortalık karışsın. Emevi kavgası yeniden kızışsın.
İktidarlar da siyasi amaçlarla bu kesime çanak tutarlar.
Ciddiye alırlar...
Günlerce Alevi Çalıştayı!
Birlik mı?
Hayır...
Çözüm mu?
O da hayır.
Ya ne?
Alevi Diyaneti!
Alevi mektebi.
Alevi ibadethaneleri.
Akabinde bir başka senaryonun bamteli: “Biz de özgürlük isteriz.”
Bu fitnenin de Kürtçülükten bir farkı yok.
Her zaman açık ve net olarak söylüyorum.
İsim o kadar önemli değil, asıl olan meselenin batınıdır...
Alevi deyince içerisini ne ile dolduruyorlar? Dolduramıyorlarsa biz dolduralım:
Hz. Ali bütün Müslümanların efendisidir.
Ehlibeyti sevmeyenler peygamberi de sevmez...
Kıble, secde, Kabe ve de 32 farz olmadan Ali olmaz...
Bunlar değilse ne?

Yoksa bizim bilmediğimiz bir başak Hz. Ali mi var?
Veya milleti ikiye bölmek için her zaman yedekte tutulan Alevilik mi?
İşte ben de burasını anlayamıyorum...
Kaynak: Habertaraf

Alevilerin Korkuları Kullanılıyor!
Şenol Kaluç
LDT Alevi-Bektaşi Araştırmaları Merkezi Direktörü
18 Ocak 2011

27 Mayıs sonrası kurulan ilişkiler ağının ürünü olarak Aleviler siyasi tercihlerini daha çok CHP ve sol partilerden yana kullandılar. Bu oy verme alışkanlığı altında yatan nedenler ne?
ALEVİLER NE İSTİYOR?

Artık bilinmesi gereken, Alevilerin, özellikle şehirleşme sürecine dahil olan ve kozmopolit bir düzende yaşam mücadelesi veren Alevilerin klasik söylemlerle parsellenemeyeceği gerçeğidir. Ve şehirleşen Alevilik hiçbir partinin arka bahçesi olmak istemiyor. İstekleri ve beklentileri çok açık, daha demokrat ve daha gelişmiş bir Türkiye. Bu nedenle Aleviler adına konuştuğu iddiasında olanların konuşmadan önce konuşacakları şeyler üzerinde iki kere düşünmeleri gerekiyor.

ALEVİLER CHP'NİN ETRAFINDA MI KENETLENMİŞ DURUMDA?

Türk siyasal yaşamında oy verme alışkanlıkları incelendiğinde oy tercihleri belki de en az değişen ve dar bir yelpazeye sıkışan en geniş grup Aleviler olarak gözüküyor. 27 Mayıs sonrası kurulan ilişkiler ağının ürünü olarak Aleviler siyasi tercihlerini daha çok CHP ve sol partilerden yana kullandılar. Günümüzde de Aleviler arasında bu tercihin egemen olduğu genel olarak kabul ediliyor. Peki, bu durum ne kadar doğru? Aleviler gerçekten de solun ve daha çok CHP'nin etrafında kenetlenmiş durumda mı? Bu sorunun tam cevabını bulabilmek için alan araştırmaları yapılabilir.

En büyük alan araştırması olarak geçmiş yıllardaki seçim sonuçlarını referans alırsak, kırsalda Alevilerin gerçekten de CHP etrafında kenetlendikleri algısına kapılabiliriz. Aslında bu durum çok normal ve sosyolojik gerçeklere uygun. Çünkü taşradaki sosyopolitik ilişkiler ağı büyük şehirlere göre farklı dinamikler içeriyor ve farklılıklar daha keskin ve çatışmacı bir şekilde yaşanıyor. Örneğin Ankara'nın Keçiören semtinde yaşayan bir Alevi ya da Sünni komşusu ile ilişkisini -şehir hayatının bir cilvesi olarak- normalleştiren bir Çorumlu vatandaşın memleketteki yakın akrabaları bu tür bir ilişkinin kıyısından bile geçmiyor. Farklı mahalle ve köylerde oturup, farklı alanlarda etkileşime geçtikleri için aralarında herhangi bir yakınlık tesis edilemiyor. Aynı sokaklarda iki yabancı gibi birbirlerine dokunmadan yaşıyorlar. Bu birbirlerine dokunmadan yaşama, siyasal tercihlerinin de kendiliğinden farklılaşmasına yol açıyor. Bu sıkıntıyı bilen siyasi partiler taşrada aday seçiminde çok dikkatli davranmak ve genel havayı bozmamak ihtiyacı hissediyor. Bugün için geleneksel Alevi-Sünni duvarını tabanda belki de yıkabilen tek parti BDP gibi görünüyor. Meclis'teki BDP kökenli milletvekillerinin önemli bir kısmı Kürt kökenli Alevilerden oluşuyor. Halbuki Kürtlerin yüzde doksanı Sünni kökenli.

ALEVİLERİN KORKULARI KULLANILIYOR

Sağ ve muhafazakâr partiler büyük şehirlerde Alevi kökenli adaylara yer verebilirken taşrada geleneksel tabanlarını ürkütmemek adına Alevilerle pek fazla ilişki içerisine girmemeyi tercih ediyorlar. Çünkü Alevilerle yakınlaşmak diğer siyasi odaklarca bir suçmuş gibi işlenerek tabanları kaydırılabiliyor. Alevilik ve Sünniliğin ayrı kompartımanlar şeklinde yaşadığı önemli şehirlerden birisi olan Sivas'ta ANAP 1999 seçimlerinde birinci sıradan Alevi kökenli bir aday gösterdiğinde Sünni kökenli seçmenlerinin gadrine uğramış ve büyük bir yenilgi almıştı.

Aslında gözden kaçan ve pek de kimsenin görmek istemediği bir gerçek ise Alevilerin oy verme alışkanlıklarının SHP-CHP birleşmesinden sonra değişmeye başladığıdır. Aleviler 1980'li yılların ikinci yarısından itibaren özellikle büyük şehirlerde sağ partilere de oy vermeye başladılar. Tabii buradaki oy verme eylemi biraz utangaçça gerçekleşmekte ve pek fazla ifşa edilmemekteydi.

O yıllarda ANAP, DYP gibi partilere oy veren Aleviler oy tercihlerini genelde açıklamamayı tercih ediyorlardı. İşte tam bu dönüşüm sürecinde laik-anti laik çatışmasında Alevilerin geleneksel sol-CHP tabanından koptukları görülmeye başlayınca derin güçlerce hazırlandığına inandığım büyük provokasyonlar süreci başladı. Aleviler laik-Kemalist cephede tutulmaya çalışılırken Alevilik sağ-muhafazakâr siyasetin karşıtı gibi sunuldu. Bu cephenin tetikçiliğini yapan basın yayın organları bu çabalarının karşılığını taşrada fazlasıyla aldılar. Çünkü günlük hayatında diğeri ile fazla ilişkiye girmeyen, işinde gücünde olan ve evinde akşamları malum kanalların dışında başka bir kanalı izlemeyen geniş kitleler çevrilen filmin gerçekliğine inandırıldılar. Ve nitekim bu film Ergenekon ve benzeri davalar etrafında yine çevrilmeye devam ediyor.

Yarı kapalı büyük bir cemaat şeklinde yaşayan Aleviler üzerinde ancak cemaatlerde görülebilecek büyük bir baskı mekanizması uygulandığı ise bir başka gerçek. Cemaatçilik denilince ülkemizde genelde Sünnilik algılanıyor, halbuki Aleviler arasındaki cemaatçilik duvarı daha yüksek. Çünkü Sünni muhafazakâr çevrelerde kabul edilirlikleri yeterli düzeyde olmadığı için Alevilerin ödemeleri gereken bedel sanılandan daha ağır. Ve cemaat baskısının inanılmaz boyutlara ulaşabileceği 12 Eylül referandum sürecinde açıkça görüldü. Pek çok Alevi, Alevi STK'sı olduğunu iddia eden örgütlerce düşkün ilan edilerek açıkça hedef gösterildi. Hainlikle, Yezitleşmekle, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı vesaire olmakla itham edildi. Böylesine korkunç bir tedhiş hareketi karşısında mutedil pek çok Alevi'nin köşesine çekilmek zorunda kaldığını hep birlikte gördük.

Burada dikkat edilmesi gereken durum, bu tür eylemlerin artık şehir hayatına uyum sağlamış ve geleneksel önyargılarını yıkmış Aleviler üzerinde uygulandığı gerçeğidir. Aleviler şehirlileştikçe ve oluşan ilişkiler ağı içinde daha gerçekçi bir sosyopolitik bilince sahip oldukça bu değişim birileri tarafından tehdit olarak algılanıyor. Ve Alevilerde gelişen bu yeni bilinç, geleneksel politikalardan medet uman ve varlık sebeplerini eski çatışmalardan alan güçlerce engellenmek isteniyor. Statükonun devamı için Alevilerin korkuları hiç düşünülmeden kaşınıyor ve kullanılıyor. Geçmişte yaşanan acı hatıralar tarihsel zeminlerinden koparılarak yeniden kurgulanmış öyküler olarak Alevilere dayatılıyor. Maraş'ın, Çorum'un ve son noktada Sivas'ın arkasında dönen oyunlar ve müsebbipleri bir kenara bırakılarak, bambaşka bir resim ortaya konulmaya çalışılıyor.

Peki neden? Aleviler korkularının esiri edilerek yıllardır mahkûm edildikleri dar alandan çıkmamaları için.

Haziran 2011 seçimleri yaklaşırken eski oyunlar yine sahnelenmekte. AKP'nin listelerinde Alevilere yer vermek istediği söylentisi bile birilerini fena halde ürkütüyor. Aleviler adeta siyasi bir partinin arka bahçesi olarak tutulmak isteniyor. Ve Alevilerin haklarını savunmak iddiasında olan ve siyaset üstü davranması gereken bir STK'nın başkanı kendisini siyasi bir partinin temsilcisi yerine koyarak açıklamalar yapıyor ve AKP'den aday olabilecek Alevileri "çarık çürük" olmakla suçlayarak adeta gözdağı veriyor. Yetmiyor, bütün Alevilerin oyuna ipotek koyarak "Aleviler AKP'ye oy vermez" diyor. Halbuki daha yakın bir geçmişte yeni bir parti kurma çabasına giren ve eşini kurulan partinin başkan yardımcılığına taşıyan ve yine geçen yerel seçimlerde CHP ile aday pazarlığı yaptığı, fakat CHP'nin listelerinden bir kişiyi bile aday yapmadığından şikâyet eden kendisi değilmişçesine.

AK PARTİ'NİN YAPMASI GEREKEN

Geçen haftalarda basına verdiği bir demeçte ünlü sanatçı Sabahat Akkiraz CHP Kurultayı'na ağır eleştiriler getirmişti. CHP elitlerinin Alevileri yönetimden uzaklaştırarak "Siz İsmet İnönü'nün torununu, Fahri Korutürk'ün oğlunu, paşa torunlarını, asker çocuklarını, eski cumhurbaşkanının önerdiklerini, elitleri taşıyın. Bunların yanında siz kimsiniz ki? Başkan Alevi, susun ve oturun" şeklinde davrandıklarından yakınıyordu. Bu vesile ile Parti Meclisi'ne seçilenlere bakarken daha çok akademik yönü ile tanıdığım ve CHP ile daha önce bir bağının olup olmadığını bilmediğim değerli bir isim dikkatimi çekti. Alevi sitelerinde sıkça paylaşılan "Bir Sünni olarak tüm Alevilerden özür dilerim" videosu ile tanınan bu isim Parti Meclisi'ne girerken yıllardır bu partinin hamallığını yapan ve kahrını çeken pek çok Alevi delegeye acaba nasıl bir mesaj verildiği üzerinde düşünmek gerekiyor. Acaba 'Biz Alevileri severiz ama sadece sandıkta bize oy verirken' mi denilmek isteniyor? Bunun muhasebesini CHP içinde mücadele eden Alevilerin yapması gerektiği açık.

CHP içindeki sorunlar bir yana, AKP'nin söylemleri ile zaman zaman Alevileri kendisinden uzak tutmak istediği gibi bir izlenimin doğduğunu da belirtmeliyiz. Son olarak cemevleri ile ilgili CHP teklifine Sayın Faruk Çelik'in "Devrim Kanunları" hatırlatması yaparak ileri sürdüğü gerekçelerin Türkiye'de statükocu ve vesayetçi düzenin korunmasından başka bir sonuç doğurmayacağı açıktır.

Artık bilinmesi gereken, Alevilerin, özellikle şehirleşme sürecine dahil olan ve kozmopolit bir düzende yaşam mücadelesi veren Alevilerin klasik söylemlerle parsellenemeyeceği gerçeğidir. Ve şehirleşen Alevilik hiçbir partinin arka bahçesi olmak istemiyor. İstekleri ve beklentileri çok açık, daha demokrat ve daha gelişmiş bir Türkiye. Bu nedenle Aleviler adına konuştuğu iddiasında olanların konuşmadan önce konuşacakları şeyler üzerinde iki kere düşünmeleri gerekiyor. Düşünmek istemiyorlarsa yol açıktır, giderler ve istedikleri ve destekledikleri herhangi bir partide siyaset yaparlar. Tabii amaçları Aleviliğe hizmet etmek ise başka. O zaman Alevilerin siyasi düşüncelerini dönüştürmek ve onları bir yerlere kanalize etmek yerine gerçek bir inanç örgütü gibi davranır, Alevilerin dinî özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılması için çaba harcar ve en önemlisi kimseyi hasım tutmadan Aleviliğin yaşaması ve yaşatılması için emek harcarlar. Sıkışınca kendinden menkul bir çağdaşlık ve demokratlık kisvesi ile dolaşmazlar.
Zaman

CHP'li Mengü: “Her yerde Alevi adaylar öne çıkarıldı, CHP mezhep partisine dönüştü”
[img]http://www.aktifhaber.com/sahin-mengu-chp-manisa-milletvekili-gursel-tekin-224448h.jpg [/img]
06 Nisan 2011

Önseçimlerde listeye giremeyen CHP'li milletvekilleri yönetime adeta ateş püskürdü. CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü: Her yerde Alevi adaylar öne çıkarıldı, CHP mezhep partisine dönüştü” dedi.
29 İlde yapılan önseçimde listeye giremeyen CHP’li vekiller yönetime ateş püskürürken, CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü; “Her yerde Alevi adaylar öne çıkarıldı, CHP mezhep partisine dönüştü” dedi.

“CHP, MEZHEP PARTİSİ HALİNE GETİRİLDİ”

CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü, önseçimle parti içerisindeki vatansever isimlerin tasfiye edildiğini belirterek, “Parti, mezhep partisi haline getirildi. Manisa’da birinci sıradaki aday dışında 9 tane Alevi aday var. Manisa’da 60-70 bin Alevi seçmen var, 850-900 bin Sünni seçmen var. CHP mezhep partisi değildir” dedi. CHP’nin mezhep partisi olamayacağını belirten Mengü, “Parti içerisinde mücadeleye devam edeceğim” diye konuştu.

“KEŞKE HER YERDE ÖNSEÇİM YAPILSAYDI”

Listeye giremeyen bazı isimler, her yerde önseçim yapılmamasını eleştirdi. Amasya Milletvekili Hüseyin Ünsal, Gaziantep Milletvekili Akif Ekici, Muğla Milletvekilleri Gürol Ergin ve Ali Arslan ile Edirne Milletvekili Rasim Çakır, önseçimi her zaman savunduklarını belirterek, özetle şu ifadeleri kullandı: “Keşke Türkiye’nin her yerinde önseçim yapılsaydı. Demokrasi konusunda eksikliklerimiz var. Bunları tartışmaya devam edeceğiz.”

“ÖNSEÇİME ŞAİBE KARIŞTI”

Bazı milletvekilleri ise illerinde yapılan önseçime şaibe karıştığını ileri sürdü. Aydın Milletvekili Fatih Atay, önseçimi kendisinin istediğini ancak seçimlerin adil yapıldığı konusunda şüphelerinin bulunduğunu söyledi. Atay, “Önseçim çok önemlidir. Ancak seçim adil mi yapıldı onu sormak lazım” diye konuştu. Bolu milletvekili aday adayı Hakkı Fidan, seçimlerde üyelere baskı yapıldığını belirterek, adaylıktan çekilmişti.

“12 HAZİRAN’DA GÖRECEĞİZ”

İsminin verilmesini istemeyen bazı milletvekilleri ise Gürsel Tekin güdümlü bir tasfiye operasyonuna maruz kaldıklarını belirterek, asıl operasyonun 12 Haziran sonrasında yaşanacağına dikkat çekti. Partinin ilkelerinden saptırıldığını ileri süren milletvekilleri, “Her şey 12 Haziran’dan sonra ortaya çıkacak. Önseçim mönseçim hikaye. Seçimden sonra göreceğiz kimin kimi tasfiye edeceğini” diye konuştular.
Yeni Akit

Aleviler, CHP ve MHP'yi de beğenmedi
18 Nisan 2011
Cem Vakfı Genel Başkan İzzettin Doğan'dan önemli çıkışlar.

Cem Vakfı Genel Başkan İzzettin Doğan, “Ana muhalefet partileri CHP ve MHP’de de Aleviliğin derdine deva bir projesi yok.” dedi.

Cem Vakfı İzmir Şubesi'nin İzmir’de düzenlediği ‘Gelin Canlar Cem Olalım’ isimli programda konuşan Cem Vakfı Genel Başkan İzzettin Doğan, “Ana muhalefet partileri CHP ve MHP’de de Aleviliğin derdine deva bir projesi yok.” dedi.

Doğan, ayrıca, Aleviliğin İslam dışı olduğu şeklindeki dedikodulara kanmamak gerektiğini ifade ederek, "Bu, iblisce bir düşüncedir." şeklinde konuştu.

İzmir Uluslararası Fuar Alanı'ndaki Celal Atik Kapalı Spor Salonu'nda Cem Vakfı Genel Başkan Prof. Dr. İzzettin Doğan'ın katılımıyla yapılan cem ayini programı, açılış konuşmalarıyla başladı. Doğan, İslam'ı evrensel boyutuyla yorumlayan, din, dil, ırk ve renk ayrımı yapmayan, bütün insanların kardeş oldukları ilkesini benimseyen tasavvuf felsefesiyle hayat bulan bir anlayışla, Cem’in ilkinin 2006 yılında yapıldığı belirtti.

İkincisinin yine binlerce kişinin katılımıyla İzmir’de yapıldığına dikkat çeken Doğan, Milli Eğitim’de din derslerinde Alevilik konusuna da değinerek, müzik derslerinde 5 telli sazla da eğitim verilmesini istedi. Doğan, tekke ve zaviyeler kunusundaki Alevi dedeleri ve Caferi babaların hukuki konumlarını da gündeme getirerek, 'dede' ve 'baba' gibi isim kullanımına izin verilmediği için zorlandıklarını, inanç önderi denmesinin yeterli olduğunu söyledi. Doğan, şöyle dedi:

"Siyasi partileri, size yaptıklarından dolayı sigaya çekemezseniz. Size yaptıklarına devam edecekler. Aleviliği anlatmak gerekiyor, yeterli izinlerin yok ama bu bilince varılması gerekir. Türkiye’de sadece Adalet ve Kalkınma Partisi yok, iktidar partisinin karşında ana muhalefet partisi ve ardından gelen MHP ne yapıyor. Peki bu partiler Alevi yurttaşların haklarını biz iktidara geldiğimiz de şunu şunu yapacağız, haklarınızı koruyacağız, şu mevzuatta şu değişikliği yapacağız diye bir programlı projeleri var mı? Ben size söyleyeyim; sizin adınıza onlara baskı kurmaya çalışan birisi olarak söyleyeyim; onların da derde deva olacak çözüm önerileri ortaya konmadı ne yazık ki söylemek zorundayım.”

Doğan, bunu CHP ve MHP genel başkanlarına söylediğinin altını çizerek, oy verirken bunu partilerden istemeleri gerektiğini de belirtti.

Yerel yönetimlerden cemevi yapılmasına isteyen Doğan, ayrıca, barış içinde yaşamak için çok büyük gayret sarf edildiğini, Türkiye’de 2 bine yakın cemevi olduğunu, bunların artırılmasını isteyerek bunun bir lütuf olmadığını, bir görev olduğunu hatırlattı. Doğan, ”Alevilik İslam dışıdır gibi dedikodulara kanmayın. Bu, iblisce bir düşüncedir." şeklinde konuştu.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'nun da katıldığı cem ayini, açılış konuşmaları ardından dua ve dede Ali Yücel'in yönettiği cem ayininin yapılmasıyla son buldu. haber5

'Odatv Namusuna Saldırsa da Destekle'
03 Haziran 2011



Sabah Yazarı Yükselir, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun Soner Yalçın ve Oda TV'ye verdiği sınırsız desteği açıkladı ve ben onun kadar 'Hafif' değilim dedi.
Sabah Yazarı Sevilay Yükselir, bugünkü 'Kılıçdaroğlu'nuz ile benim mezhebim aynı değil!' başlıklı yazısında CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile aralarında geçen bir telefon görüşmesine yer verdi.

Bahsi geçen telefon görüşmesinden sonra Kılıçdaroğlu'nun kendisi için bittiğini belirten Yükselir, CHP Liderinin Soner Yalçın ve Oda TV'ye herşeye rağmen nasıl sahip çıktığını anlattı ve ekledi: "Benim mezhebim onun o gösterdiği yolda hareket edecek kadar geniş değil! Hafif değil! Evet ben bir Alevi'yim... Peki ama böyle bir düşünce tarzına sahip olan bir insan Alevi olabilir mi?"

İşte Sevilay Yükselir'in yazısının ilgili bölümü:

Pardon ama Alevi olmanın şartları arasına ne zamandan beri CHP'li olmak şartı da getirilmiştir?

Değilim tamam mı?

Ben CHP'li falan değilim kardeşim.

Bir kere şunu bilin ki, zamanında, "Nihayet partiyi sosyal demokratlara emanet edecek bir adam çıktı" düşüncesiyle, o koltuğa otursun diye canhıraş desteklediğim Kılıçdaroğlu'nuzun benim politik dünyamda yeri yok!

Çünkü o Kılıçdaroğlu'nuz bana iftira atan, kadınlığımla, namusumla oynamaya kalkan çeteyle işbirliği yaptı bir dönem ve kalkıp, "Kaya gibidirler maşallah. Sonuna kadar Arkalarındayım" dedi.

Daha da beteri, o olaylar patlak verdiğinde bu yöndeki serzenişlerimi kendilerine ilettiğimde telefon görüşmemizde, "Sevilay sana yapılanları okudum. Biliyorum. Ama yerinde olsam, bütün bunlara rağmen onlara sahip çıkardım! Ve çıkar derdim ki; 'Evet Soner Yalçın ve Oda TV'si şerefime haysiyetime namusuma saldırdı ama buna rağmen ben bu arkadaşların gözaltına alınmasını içime sindiremiyorum bir meslektaş olarak'. İnan o zaman itibarın bin kat daha artardı!" dedi utanmadan!

İşte sizin Kılıçdaroğlu'nuz benim için o telefon konuşmasından sonra bitti kardeşim.

Çünkü benim mezhebim onun o gösterdiği yolda hareket edecek kadar geniş değil! Hafif değil! Evet ben bir Alevi'yim...

Peki ama böyle bir düşünce tarzına sahip olan bir insan Alevi olabilir mi?

Kimse kusura bakmasın ama olamaz!

ALEVİLER, 'CUMHURİYET' İLE YOLLARINI AYIRIYOR
06.11.2007
Alevi yazar Erdoğan Aydın'ın işine son veren Cumhuriyet Gazetesi'ne tepkiler büyüyor. Çeşitli Alevi kuruluşları, Aydın için imza kampanyası düzenliyor

Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu'nun internet sitesinde yer alan bir açıklamada, "Erdoğan Aydın'ın Cumhuriyet'ten kovulması, Cumhuriyet'in 1940'lı yıllara geri dönüş günlerini anımsatıyor." denildi. Hatırlanacağı gibi Cumhuriyet, son iki yıldır ağustos ayında düzenlenen Hacıbektaş-ı Veli Şenlikleri'nde bedava dağıtılıyordu. Cumhuriyet başyazarı İlhan Selçuk, bu yıl düzenlenen şenliklerde yaptığı bir konuşmada, öldüğünde Hacıbektaş ilçesine gömülmek istediğini açıklamıştı.

Yazar Aydın, iki hafta önce bölücü terör örgütünün Avrupa'daki televizyonu Roj TV'de canlı olarak yayınlanan bir programa katılmıştı. Programın 12 şehit verdiğimiz Hakkari Dağlıca baskınından hemen sonra olması dikkat çekmişti. Bunun üzerine okuyucuları ulusalcı bir çizgi izleyen Cumhuriyet Gazetesi'ni telefon yağmuruna tutmuştu. Daha sonra Aydın'ın bir dönem bölücü terör örgütü yanlısı yayın yapan Özgür Gündem Gazetesi'nde çalıştığı da ortaya çıktı. Söz konusu gazetede yayınlanan bir makalesi sebebiyle Terörle Mücadele Yasası'nın 8. maddesinden yargılanan Aydın'ın, Marksist-Leninist silahlı propaganda yüzünden 1980'den 1991'e kadar hapis yattığı da öne sürüldü. Cumhuriyet Gazetesi ise geçtiğimiz hafta Aydın'ın işine sessiz sedasız son verdi. Aydın'ın TÜYAP Kitap Fuarı'ndaki imza günü iptal edildi. Öte yandan, Aydın'ın işten çıkarılması içlerinde Ferhat Tunç'un da bulunduğu bazı aydın ve sanatçıların hazırladıkları imza metni ile protesto edildi.
haber10

Aleviler, 18 dergâh ve 167 tekkeyi istedi
15:45 - Cemaat Vakıflarının Mallarının İadesi ile ilgili düzenleme CHP'yi de harekete geçirdi. CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün'ün açıkladığı Alevi raporunda; Alevilerin 3 şehirde bulunan 18 dergâh ile 34 şehirde bulunan 167 tekkesinin gayrimüslimlerin mallarının iadesi gibi Alevi kurumlarına geri verilmesi istendi. 13.09.2011 ANKARA netgazete

AABK Genel Başkanı Turgur Öker; 12 Haziran 2011 seçimlerinde toplam 701 oy aldı
30.o6.2011

Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Genel Başkanı Turgur Öker; 12 Haziran 2o11 seçimlerinde aday olduğu İstanbul 1. Bölgede toplam 701 oy aldı.
Öker'in aldığı oyların ilçelerdeki dağılımı ise şöyle:

KADIKÖY 100
SULTANBEYLI 96
SANCAKTEPE 79
ÜMRANIYE 78
ÜSKÜDAR 74
PENDIK 73
KARTAL 53
ATASEHIR 40
MALTEPE 33
BEYKOZ 24
ÇEKMEKÖY 22
TUZLA 22
SILE 4
ADALAR 3

TOPLAM OY MİKTARI
701

İstanbul 1. Bölge Seçmen Toplam Sayısı 3,372,665'dir.
Buna göre eker oy oranı 0/0002 (0nbinde iki)'dir.
haber1001

Cemevinde PKK'lı Yöneticiye Şok Tören
30 Ekim 2011

Kuzey Irak’taki son hava harekatında öldürülen Madımak katliamının azmettiricisi PKK’lı yönetici Yücel Halis için Ankara’da tören yapılacak.
Irak’ın kuzeyine yapılan hava harekâtında öldürülen PKK’lı Yücel Halis için Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nda taziye düzenlenecek. Sivas katliamının azmettiricisi olan Halis, Ankara’daki Anafartalar Çarşısı’na yapılan saldırının emrini de veren isimdi.

Madımak katliamının azmettiricisi, Ankara’da Anafartalar Çarşısı’na düzenlenen canlı bomba saldırısının organizatörü PKK’lı Yüce lHalis için bugün Ankara Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nda taziye düzenlenecek. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terör örgütü PKK’nın Irak’ın kuzeyindeki kamplarına yönelik yaptığı hava operasyonunda örgütün silahlı kanadı HPG Askeri Konsey Üyesi Alişer Koçgiri kod adlı YücelHalis öldürülmüştü.Halis’in Ankara’da yaşayan ailesi tarafından bugün saat 16.00’da Çankaya SokulluHacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nda taziye yemeği verileceği öğrenildi.



KATLİAMIN ORGANİZATÖRÜ

Aleviler’in talebiyle yeniden açılanMadımak katliamı dosyasında YücelHalis, olayın organizatörü olarak geçiyordu. 2 Temmuz 1993’te yaşanan olayda 37 kişi yaşamını yitirmişti.Olayla ilgili 91 kişi yargılanmış ancak kafalarda asıl faillere ilişkin hep bir soru işareti kalmıştı.Özel Yetkili Erzurum Cumhuriyet Başsavcılığı, 2 yıl süren çok gizli soruşturmasının ardından Madımak olayının yaşandığı alanda 4 PKK’lı tespit etti.

SÖZDE SİVAS SORUMLUSUYDU

Yücel Halis’ebağlı 4 kişilik eylemgrubununMadımakOteli yakılırken olay yerinde olduğu belirlendi. Halis’in o dönemde PKK’nın sözde Sivas sorumlusu olduğu ortaya çıktı. Cumhuriyet savcılığının, dönemin video görüntülerini titizlikle incelemesi ve Türkiye çapında yürütülen ‘yüz tanıma’ çalışması da bu gerçeği gün yüzüne çıkardı.

ALEVİ AYDINLAR HEDEFTEYDİ

2 Temmuz 1993 tarihindeMadımak Oteli’nin yakılması sonucu 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanı yanarak ya da dumandan boğularak can verdi. Otel dışında toplanan göstericilerden de 2 kişi olaylar sırasında hayatını kaybetti.

ALEVİ-SÜNNİ ÇATIŞMASI İSTİYORDU

Madımak dosyasında Yücel Halis ile ilgili şu çarpıcı ifadeler yer aldı: n Yücel Halis, Sivaslı’ydı ama örgüt içinde Alevi- Sünni çatışması fikrini savundu. Emir verdiği eylemlerin çoğunda bu çatışmayı fitilleyecek stratejiyi güttü.

♦ Madımak olayı sonrası Halis, PKK içinde Alevi açılımı sorumluluğunu aldı.

♦ Halis’in, Ergenekon sanığı Veli Küçük ve bazı askerlerle görüştüğüne dair gizli tanık beyanları bulunuyor.

♦ Alevi-Sünni çatışması çıkarmak için öncelikle Alevi ve Sünni kesimin bir arada yaşadığı Hamu Çimen olarak tabir edilen bölgedeki köye eylem yaptırdı, burada Aleviler ile Sünniler’i ayırarak sadece Sünni olanlardan 4 vatandaşı katletti.

♦ Aleviler’in Sünniler’le birlikte devlet tarafında yer almasını engellemek amacıyla, devletin Aleviler’e yönelik baskı yapmasını sağlamak için Alevi köylerinin bulunduğu yerlere yakın askeri hedeflere eylem gerçekleştirdi.

♦ Madımak olaylarının yaşandığı alanda, o dönemde örgütün Sivas sorumlusu olan Yücel Halis’in emrindeki Piran kod adlı Ahmet Aydın, Küçük Müslüm kod adlı Erdal Yıldırım, Cudi kod adlı Sinan Kaya ve Med kod adlı Müslüm Şanlı’nın bulunduğu kameralarca tespit edildi.

♦ Yücel Halis, söz konusu olaylarda toplumu provoke etmek amacıyla dönemin İl Turizm Müdürü Vahap Sümbüloğlu’na baskı yaparak Aziz Nesin’in Pir Sultan Abdal etkinliklerinde yer almasını sağladı.

Dağlıca saldırısının planlayıcısıydı

12 Mehmetçik’in şehit düştüğü 21 Ekim 2007’deki Dağlıca baskınının planlayıcısı olan Yücel Halis, bu çatışmada kaçırılan 8 askeri DTP’lilere tutanakla teslim eden kişiydi. Yücel Halis, 2007 Mayıs ayında Ulus’taki Anafartalar Çarşısı’nda meydana gelen canlı bomba saldırısını organize etti. Eylem sonrasında eylemle ilgili örgütün silahlı kanadı HPG’nin internet sitesi hpg-online.net adresinde yazdığı “Ankara’nın taşına bak gözlerimin yaşına bak!” başlıklı yazısında; eylemi gerçekleştiren canlı bomba Güven Akkuş’un Alevi olduğunu ima ederek Sivas Koçgiri’de ölen dedelerinin intikamını aldığını savunmuştu.
Bugün

Iraklı Şii müslümanların ruhani lideri Ayetullah Sistani, Peygamberin zevcesi Aişe annemize ve 3 halifeye hakaret edenleri mücrim ve münafık ilan etti.
2013-10-11



Ayetullah Sistani’den Net Açıklama

TAHA HABER - El Alem televizyonunun bildirdiği haberde, Iraklı Şii müslümanların lideri Ayetullah Sistani, Peygamberin zevcesi Aişe annemize ve 3 halifeye hakaret eden, Şii görünümlü siyonist kuklaların Azamiye semtinde yaptıkları bu çirkin eylemin, kabul edilemez bir eylem olduğunu ve ehlibeyt imamların yolunda gidenlerin, kesinlikle bu çirkin eylemden beri olduğunu bildirdi.

Ayetullah sistani ayrıca, Irak başbakanı Nuri Maliki’den, Bu çirkin ve ahlak dışı eylemi gerçekleştirenleri derhal adelete teslim ederek, bu eylemi gerçekleştirenleri, hak ettikleri cezaya çarpırtmalarını istedi. Ayetullah Sistani ayrıca, sünni müslümanların üstün gördüğü değerlere hakaret edenleri, bundan sonra mücrim ve Münafık guruhlar olarak, tanınacaklarını ilan etti.

Irak’ta Nasır el-Deraci adlı bir şahsın başını çektiği bir grubun Bağdat’ın Sünnilerin çoğunlukta olduğu Azamiye semtinde bazı sahabelere hakaret içeren sloganlar atması üzerine yöneltilen bir soruya cevap veren Ayetullah Sistani, mezhebi değerlere yönelik hakaretleri kınadı ve bu tür tutumların Ehlibeyt’in siretine aykırı olduğunu söyledi.

Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin de kınayarak tutuklanması yönünde emir verdiği Nasır el-Deraci ve grubuna diğer Iraklı Şii alim ve taklit mercileri de tepki gösterirken, Sadr Hareketi Lideri Mukteda Sadr da başkalarının maşası olarak nitelediği Deraci’yi fitnecilikle suçladı.

Daha önce de İran İslam Devrimi Lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamenei, Sünilerin kutsal değerlerine yönelik aşağılayıcı ifadelerin haram olduğu yönünde fetva vermiş, Amerika ve İngiltyere'den bu yönde yayınlar yapan bazı Şii uydu kanalalrını emperyalistlerin maşası olmakla suçlamıştı.
Taha haber
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Şub 10, 2017 10:52 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ekm 30, 2011 9:26 pm    Mesaj konusu: Aleviler Turgut Öker’e Neden Oy Vermez! Alıntıyla Cevap Gönder

Türkiye’nin Alfabesi: Alevî Kimliği
Atila Ataman
20 Ocak 2012

Alevîliğin insana ve insanlığa sunduğu imkânın Türkiye’deki İslam karşıtlığının basit bir malzemesi olarak heder edilmesine üzülmeden edemiyorum

Peki, gerçekten nedir Alevîlik? “Kuyucu” bilmem kim Paşa’nın hatırasını, Maraş’ı ya da Sivas’ı nefretle Sünnîlerin suratına haykırmak ve sonra da Dersim’i hala gerçek anlamda kınayamayan ve yapısal olarak dönüşmedikçe de asla kınayamayacak bir CHP’ye oy vermek midir? Ya da içinde geçen “Hakk” kelimesi “halk”la değiştirilerek okunan şarkılar mıdır? Hz. Muhammed’in kaç karısı olduğundan ya da Kur’an’ın tahrif edildiğinden söz etmekten zevk alan cahil biçareler midir yoksa? Fıkıhtan tasavvufa kadar bütün bir İslamî ilimler geleneğine yoğun atıflar yaparak kendini kuracak bir dindarlığa karşı öne sürülebilecek ne idüğü belirsiz bir “Türk İslam’ı” mıdır şu Alevilik dedikleri? Yahut Sünnî olmamaktan başka hiçbir şey söyleyememek ve dolayısıyla da Türkiye’deki İslamî hareketlerin dengeleyici unsuru olarak statükocu Kemalistler ve ne kadar ölü olduklarını bir türlü fark edemeyen solcular tarafından çok sevilmek midir? Nedir Alevîlik, en azından, Sünnî olmamaktan başka nedir?

Alevîlik gerçekten de üst üste binmiş folklorik katmanlar ve karmaşık bir siyasî ve toplumsal tarihin uzun ömürlü bir kalıntısından daha fazla bir şey midir? Kemalizm ve Türk solu her ne kadar Alevî kitleyi bir tür hazır destek olarak görmekten hoşlansa da, en nihayetinde, onu bir Sünnî olmama, Sünnîliğe karşı olma ve hatta Sünnîlikle çatışma haline indirgeyerek bundan daha fazla bir şey olmadığını ima eder ve Alevîler de her nasılsa bunu pek fazla düşünsel kabiliyet göstermeksizin kabullenmekte sıkıntı çekmezler.

Küçük Anılar, Büyük Gerçekler

Artık giderek daha sıkıcı hale gelen liseyi yeni terk etmiştim. Şehrin merkezî bir yerinde her nasılsa başka zamanların bir hayaleti gibi ayakta kalmış, yüksek tavanlı beş katı, upuzun merdivenleri ve sonradan üzerine iki ayrı apartman daha yapılacak kadar geniş bir bahçesi olan bir binada sadece ben ve kız kardeşim kalıyorduk. Akşamları misafir eksik olmuyordu. Bir gece, galiba sabaha karşı saatlerde, bir arkadaşım salondaki bir kanepede çoktan uyuyakalmışken diğeriyle sohbet etmeyi sürdürüyorduk. Uyuyan arkadaşım polisten kaçarak geçirdiği birkaç yılın ardından daha yeni kendine geldiği bir dönemdeydi ve iş arıyordu. Alevî ve Türk’tü. Solculukla ilgili nispeten çok küçük macerasını hasarsız atlatmış sayılırdı: Söylediğine göre, fazla tartaklanmadan salıverilmesinden hemen önce iki polis kollarından tutmuş ve bir üçüncüsü de arkadan beline tek bir tekme atmıştı. Kalıcı bir iz bırakmaktan daha başka herhangi bir amacı olmayan iyi hesaplanmış, sırtında daima sorun olmasını sağlayacak ufak bir tekme.

Hala konuşmakta olduğumuz arkadaşımsa Alevî ve Kürt’tü. Az çok diğer arkadaşınkine benzer bir solculuk tecrübesi geçirmişti oda (ve bunun kendi toplumsal mensubiyetindeki biri için bir çeşit zorunlu askerlik hizmeti sayılabileceğini söylüyordu buruk bir gülümsemeyle). Ayık kafayla konuştuğumuzu iyi hatırladığıma göre birkaç demlik çay ya da pek çok fincan kahveyi tüketmiş olmalıydık. Bir ara içlenerek Alevîlikten bahsetmeye başladı. Sıkıntılı bir ifadeyle Alevîliğin bir çeşit gizli ateizmden ibaret olduğunu, bundan daha fazlasını söyleyenlerinse kendi uydurduğu yalana kendi inanmış saf ihtiyarlar sayılması gerektiğini anlatıyordu. İtiraz ederek birçok şey sıraladım bütün bu söylediklerinin ardından. “Hazret-i Şah’ın avazı / Turna derler bir kuştadır / Asası Nil deryasında / Hırkası bir derviştedir”, şiirinin bile tek başına bu söylediklerinin yanlışlığını göstermeye yeteceğinden söz ettim. Oysa benim bu söylediklerime cevap olarak, daha da sıkıntılı bir ifadeyle pratikte bunların herhangi bir anlamı olmadığını söyledi. Zaten böyle olması gerektiğini düşünen biri olarak değil, böyle olmasından ıstırap duyan ve bunun zararını görmüş biri olarak konuşuyordu. Benim söylediklerimi anlamıyor ya da yanlış buluyor değildi, ama onun tanımış olduğu kadarıyla olgunun başka türlü olmasından bıkmıştı. Pek çok modern insan gibi Tanrı veya herhangi bir sağlam hakikat üzerine düşünmekten ya da kurumsal dinin eleştirel bir değerlendirmesinden, daha doğrusu bunların zihninde hiçbir sonuca ulaşamamasından sıkılıp nazik ve kayıtsız bir tavırla kendini bir birey olarak agnostik sıfatıyla tanımlayabilirdi ve bunu bir sorun gibi de hissetmezdi herhalde; dolayısıyla onu boğan şey bundan ibaret değildi: Alevîler, Kemalizm’in en pespaye versiyonlarının ya da gerçek bağlamını hiç bilmedikleri bir siyaset oyununda onları hemen kurban edecek üçüncü sınıf bir solculuğun hazır askerlerinden başka herhangi bir şey olamıyordu. Dolayısıyla, Alevî olmaktan usanmıştı karşımdaki arkadaşım ve onun için en büyük gerçek tam da buydu.

Sahi, Neydi Şu Alevîlik Dedikleri?

Peki, gerçekten nedir Alevîlik? “Kuyucu” bilmem kim Paşa’nın hatırasını, Maraş’ı ya da Sivas’ı nefretle Sünnîlerin suratına haykırmak ve sonra da Dersim’i hala gerçek anlamda kınayamayan ve yapısal olarak dönüşmedikçe de asla kınayamayacak bir CHP’ye oy vermek midir? Ya da içinde geçen “Hakk” kelimesi “halk”la değiştirilerek okunan şarkılar mıdır? (Türk solunu ciddiye almak zaten hiçbir görünümü altında hiçbir zaman kolay olmamıştır.) Hz. Muhammed’in kaç karısı olduğundan ya da Kur’an’ın tahrif edildiğinden söz etmekten zevk alan cahil biçareler midir yoksa? Fıkıhtan tasavvufa kadar bütün bir İslamî ilimler geleneğine yoğun atıflar yaparak kendini kuracak bir dindarlığa karşı öne sürülebilecek ne idüğü belirsiz bir “Türk İslam’ı” mıdır şu Alevilik dedikleri? Yahut Sünnî olmamaktan başka hiçbir şey söyleyememek ve dolayısıyla da Türkiye’deki İslamî hareketlerin dengeleyici unsuru olarak statükocu Kemalistler ve ne kadar ölü olduklarını bir türlü fark edemeyen solcular tarafından çok sevilmek midir? Cemevinin, Alevîler şehirlere gelmeden önce varolmayan bu kurumun mescitlere ve cemin de namaza alternatif olduğunu iddia edecek kadar temelden yoksun, bizzat kendi kaynaklarından bihaber bir yüzeysellik içinde ömür tüketmek midir? Nedir Alevîlik en azından, Sünnî olmamaktan başka nedir?

Belki diğer her şeyden önce “Türk İslam’ı” gibi garip nitelendirmelerden kurtulmak ya da onları iyice bağlamlandırmak gerekiyor: Belirli ve tek bir “Arap” ya da “İran İslam’ından söz etmek ne kadar zorsa, belirli ve tek bir Türk İslam’ından söz etmek de en az o kadar zordur. Anadolu’nun karmaşık dinî tarihi içinde bol bol “heterodoks” grup olduğundan, hatta bunların oldukça uzun süre, mesela Arap vilayetleri fethedilene ve Safevîler’e karşı Osmanlı bir Sünnîlik savunucusu olarak kendini tanımlamaya başlayıncaya kadar hâkim anlayışı temsil ettiğinden söz etmeye galiba gerek yok galiba. Çünkü hem bugün Türk İslam’ından söz edenlerin ilgilendiği şey bu sıkıcı tarihsel ve antropolojik ayrıntılardan çok bir şeriatsızlık vurgusudur, hem de burada kullandığımız “heterodoks” sıfatının üzerinde daha uzun, belki çok daha uzun durmak zorunludur. Molla Camî, Şah İsmail’in mezarını açtırıp kemiklerini dağıttırmayı iş sanacağı kadar Sünnîlikle özdeşleşmiş olan, Fatih Sultan Mehmet’in kendisine ilm-i hakikati sorduğu bu âlim ve sofî “Gelip bana soruyorlar: ‘Ey Camî, mezhebin nedir?” / Şükürler olsun Allah’a ki ne Sünnî köpeğiyim ne Şia eşeği” yazabiliyorsa, Şeyhülislam Ebussuud’un babası Yavsî Şeyh Bedreddin’in Varidât’ını şerh edebiliyorsa, başka bir şeyhülislam da “Mescitte riyapişeler etsin ko riyayı / Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai” diyebiliyorsa, İslam’ın içindeki bütün bir dinî anlayış ve öğretiler kümesini bir heterodoksi ve ortodoksi dikotomisinin içine sıkıştırmanın mümkün olamayacağının hemen anlaşılabilmesi gerekir.

Kâğıt üzerindeki ve belki bazı (şifahî ya da yazılı) eğitimli zihinlerdeki öğretileri bırakıp sosyolojiye bakmak gerekiyorsa da, halk dininin kendini dindar hissetmek için hiçbir zaman tam bir müteşerri, mutaassıp ya da “kanonik” duruşa sıkışmadığı hatırlanmalıdır. Öyle ki, önceden hazırlığı olmayan çağdaş okur iyi seçilmiş bir Nasreddin Hoca fıkrası işitmekle ya da içinde eşcinsel ilişkinin de konu edildiği ilmihallerin varlığıyla afallayabilir veya Jacop Burckhardt’ın İtalya’da Rönesans Kültürü’nde okuyabileceği kilisede cinayet işlemekten çekinen profesyonel katilleri ya da sokakta karşılaşabileceği, erkek arkadaşının mahkemesinin kötü neticelenmemesi için adak adayan fahişeyi zihninde tam ölçemeyebilir. Oysa bütün bunlar, bu halk dindarlığı fıkıh, sosyoloji ya da psikoloji metinlerini aşan bir alana, hayatın kendisine aittir. -Bir sosyolog büyük ihtimalle modernlik ve desekülarizasyon arasındaki paradoksal ilişkiyi hatırlatır ve artık kanonik dindarlığın halk dindarlığını giderek yok ettiğini ima ederdi, ama bu henüz tam olarak kapanmamış bir dava hakkında havada kalacak bir kehanet olacaktır. Belki de tam tersine, din hayattan çekildiği için giderek kanonik formundan ibaret kalıyordu ve hayatın içine döndüğü ölçüde de yeniden kumarda kazandığı parayı kesinlikle evine sokmadığı, ama mesela kadınlara harcadığı için övünen mahalle delikanlıları ortaya çıkacaktır. Burada bunları tartışmanın bir anlamı yok. Vurgulanması gereken şey, insanların müteşerri olmadıkları için bir Türk İslam’ı icat etmelerine ya da bütün namazların Hz. Ali tarafından topluca kılınmış olduğu bir Alevîlik kurgulamalarına lüzum bulunmadığıdır. Ya da eğer Alevîlik sadece bir çeşit şeriat karşıtı Türk İslamı olacaksa, aslında hiçbir şey olmadığının, ortodokslaşma, şehirlileşme ve kanonikleşme süreci birtakım siyasî krizlerle tıkanıklığa uğramış Türkmen kitlelerin ve bunlardan etkilenmiş bazı Zaza ve Kürtler’in çok katmanlı folklorik zenginliklerinden ibaret kalacağının anlaşılması icap eder.

Bir İmkân Olarak Alevîliğe Bakmak

Ama Alevîlik gerçekten de üst üste binmiş folklorik katmanlar ve karmaşık bir siyasî ve toplumsal tarihin uzun ömürlü bir kalıntısından daha fazla bir şey midir? Kemalizm ve Türk solu her ne kadar Alevî kitleyi bir tür hazır destek olarak görmekten hoşlansa da, en nihayetinde, onu bir Sünnî olmama, Sünnîliğe karşı olma ve hatta Sünnîlikle çatışma haline indirgeyerek bundan daha fazla bir şey olmadığını ima eder ve Alevîler de her nasılsa bunu pek fazla düşünsel kabiliyet göstermeksizin kabullenmekte sıkıntı çekmezler. Fuad Köprülü’yse vaktiyle Alevîliği “köy Bektaşîliği” olarak tanımlamıştı. Bu tanımdaki zekâ tartışılmaz, çünkü gerek öğretiye gerek toplumsal tarihe ilişkin karışıklığı genellikle folklordan fazla bir şeye sahip olmayan köylü Alevî kitlelerinden alarak Bektaşîliğe çekmekte ve tartışmayı nispeten daha belirli bir alana kaydırmaktadır. Fuad Köprülü’nün yaptığından daha iyisini yapmayı deneyense, benim bilebildiğim kadarıyla, sadece Reha Çamuroğlu olmuştur: Reha Çamuroğlu Alevîliği statik bir tarif içine sıkıştırmaktan özellikle kaçınır, ama yine de onu Sünnî olmamak ve Sünnîlere karşı olmaktan daha fazla bir şey olarak konumlandırır. Zihinsel göçebelik, yazısızlık ve bunların getirdiği tahakküm karşıtlığının özgürleştirici bir maneviyatla birleşmesi ve insanı her türlü baskı makinesi ya da ideolojisinin kurbanı olmaktan çıkarmayı arzulayan bir isyan… Çamuroğlu’nun telkin ettiği Alevîlik az çok buydu ve aynı hamlede hem solculuğun onu tıkayan materyalizmini aşmayı hem de Alevîliğin Sünnî olmamaktan daha fazla bir şey söyleyebilir hale gelmesinin imkânını oluşturmayı hedefliyordu. Ve ne yazık ki diğer herkesten önce Alevîler tarafından, Kemalizm’i ya da miadı dolmuş bir solculuğu Reha Çamuroğlu’na tercih eden Alevîler tarafından reddedildi.

Bütün bunları bir Hanefî ya da Caferî fıkıh hocası sıfatıyla değil, bir dost ve kardeş olarak söylediğimi vurgularsam nihaî tespitimin, Alevîliğin bizzat Alevîler tarafından heba edilmekte ve Türkiye sınırları içindeki çok belirli bir tartışmada fazlasıyla cılız ve fazlasıyla tıkalı bir konuma indirgenmekte olduğu ikazının hoşgörüleceğini umuyorum. Şayet kendimi tanımlamam gerekse ve Müslüman ve Türk (ana dili birkaç nesildir Türkçe olan Kafkas kökenli bir Türk) olmanın ötesinde bir şeyler söylemem gerekseydi, herhalde (ama Bektaşîliğin Sünnî muhite ait olduğunu ve Balkanlar’ın alperenlerini de ürettiğini hatırlamak kaydıyla) Bektaşî meşrepli olduğumu ve (ütopik ya da bilimsel değil) tabir-i caizse gnostik bir sosyalizmi savunduğumu belirtirdim. Bu, galiba, beni birçok Alevî’den daha Alevî yapıyor. Ve tam da bu yüzden, Alevîliğin insana ve insanlığa sunduğu imkânın Türkiye’deki İslam karşıtlığının basit bir malzemesi olarak heder edilmesine üzülmeden edemiyorum.
Milat gazetesi

'Hasta' Atatürk, Seyid Rıza'nın asıldığı gece Elazığ'da ne yapıyordu?
Mustafa Armağan
27 Kasım 2011

Tarih Araştırmacısı ve yazar Mustafa Armağan, zaman gazetesindeki yazısında Dersim gerçeğini bazı tarihi belge ve anekdotlar ışığında yorumladı.



Başbakan Erdoğan öyle anlaşılıyor ki, şu kadar İnkılap tarihi bölümünden daha fazla çalışıyor.

Geçtiğimiz çarşamba günü yaptığı konuşmayla Erdoğan yalnız CHP başkanının eline iki tarafı keskin bir kılıç savurmakla kalmadı, yıllar yılı Dersim'i unutan İnkılap tarihçilerimize de bir muhtıra vermiş oldu. Bakalım, bu 'Dersim açılımı'ndan sonra da 1937-38 yıllarını yazarken Dersim'de olup bitenleri unutabilecekler mi?

Unuturlar, unuturlar... İsmi lazım değil, yaklaşık 1500 sayfalık "Gazi Mustafa Kemal" kitabını yazan bir zat-ı muhterem, küçük Mustafa'nın nasıl birdirbir oynadığını geniş geniş anlatırken, on binlerce insanın hayatını ilgilendiren Dersim olaylarından tek kelime söz etmiyorsa bizdeki İnkılap tarihlerinin yazılma amacının, geçmişi açıklamak değil de örtmek olduğunu söylemek zorundayız.



Dersim denilince öteden beri şu söylenirdi: Efendim, o zaman Atatürk çok hastaydı, yerinden kımıldayacak hali yoktu, Dersim'de olan bitenlerden habersizdi, hatta 'Dersim kararnamesi'ni imzalamaya yanaşmamıştı vs. Sözün özü: Dersim'den Atatürk sorumlu değildi.

Gerçi Başbakan meselenin Atatürk boyutuna girmekten özenle kaçındı ama CHP'li Hüseyin Aygün, "Dersim katliamından Atatürk'ün haberi vardı." diyerek bombanın pimini çekmişti ve ona karşı parti içinde başlayan isyanın korkusu da aynıdır: 'Bu işe Atatürk'ü karıştırmayın' demek istiyorlar.

Ben de bunu anlamıyorum: 1937 yılında Atatürk Hatay için şu kadar çalıştı, diyenler aynı yıl gerçekleşen Dersim'den onu dışlayamazlar. Üstelik 4 Mayıs 1937 tarihli Dersim'e uygulanacak zorunlu iskân politikasının dönüm noktalarından biri olan Bakanlar Kurulu kararının altında onun imzası varken... 2. maddede isyan eden mıntıkadaki halkın toplanıp başka yere nakledilmesi istenmektedir. Nitekim Sibel Yardımcı ve Şükrü Aslan'ın dersim milletvekili Diyap Ağa'nın torunuyla yaptıkları görüşmede Atatürk'ün Diyap Ağa'yı çağırıp "Git, aşiretini kedisine kadar al, Dersim'den çık. Çık ama Malatya'yı geç," demiş ve Diyap Ağa da Çankaya'dan aldığı bu tüyo sayesinde Dersim'i terk etmiş ve ailesinin hayatını kurtarmış. ("Herkesin Bildiği Sır: Dersim", s. 426.)

Bu sözlü tanıklığa inanacak olursak Atatürk'ün bölgede yapılacak operasyonlardan çok önceden haberdar olduğunu ve iyi tanıdığı Diyap Ağa'ya olacakları böyle haber verdiğini görüyoruz.

Atatürk'ün Dersim operasyonuna ne kadar yakından ilgi duyduğunun dolaylı değil de doğrudan delili ise zamanın Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil'in anılarında buluyoruz. Çağlayangil'in 1990'da basılan anılarında şu satırları okuyoruz:

"Dersim olayı da yakın tarihimizin bulutlar arkasındaki bir gerçeğidir." Doğru, bulutlar arkasında ama ne? Allah'tan Çağlayangil pek ağzı sıkı davranamamıştır da, bazı gerçeklerin kapılarını aralamamıza imkan tanımıştır.

Çağlayangil, Atatürk'ün "Dersim meselesini kökünden hallediniz" talimatını verdiğini yazdıktan sonra bizzat katıldığı Dersim operasyonu hakkında şu bilgileri veriyor:

"Seyit Rıza ve çevresi yakalandı. Mahkemeleri sürüyor. İşte bu sırada Atatürk Diyarbakır'daki Murat suyu üzerinde yeni yapılan Singeç Köprüsü'nü açmaya gidecek. (...) Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer bana dedi ki: "Dersim harekâtı bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ'a dolmuş. Atatürk'ten Seyit Rıza'nın hayatını bağışlamasını isteyecekler, buna engel ol."

Atatürk pazartesi günü Elazığ'a gelecekti, o gün de cumartesiydi, resmi daireler kapalıydı. Bizden istenenler "Asılacakları Atatürk gelmeden asın, beyaz donlular Atatürk'ün karşısına çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun." Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Savcı mahkemeleri etkileyemeyeceğini söyledi. Biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden önce vermesini ve Seyit Rıza meselesinin kapanmasını istiyorduk.

Savcıyı aşmak mümkün olmayınca rapor aldırıldı, yerine tanıdığımız bir savcı geçti. Hakime baskı yaparak mahkemeyi, tatil olmasına rağmen Pazar gecesi 24'e aldırdık. Saatler 24'ü 1 geçe mahkeme başladı. 7 ölüm cezası çıktı.

Seyit Rıza idam sehpalarını görünce durumu anladı. Bana "Sen Ankara'dan beni asmak için mi geldin" dedi ve güldü. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi (celladı) itti. İpi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağıyla tekme vurdu. İnfazını gerçekleştirdi.

İhsan Sabri Çağlayangil bundan sonra idamı Atatürk'ün nasıl bildiğini ve beklediğini ima eden şu ilginç cümleleri sarf ediyor:

"Fakat bu işleri belki zamanında halledemeyeceğiz diye Atatürk bir gün sonra Elazığ'a geldi. Treni gece kör makasa çekmişler, uyuyormuş. "Atatürk seni çağırıyor" dediler. Gittim, kahvaltı ediyorlardı. Bana bir resim gösterdi. Seyit Rıza'nın sehpada sallanırken resmi çekilmiş. "Çabuk git, bu resmin negatifini bul, imha et" dedi. Anladım ki, Atatürk bu olayları sevmiyor. Negatifleri imha ettim, yalnız resimlerden ikisini sakladım. Birini Atatürk'e verdim, birini de kendim aldım. Atatürk "Bana ayırdığın resmi ver" dedi. Verdim. Halkevine hareket etti.

Cengiz Çandar'ın "Munzur" dergisinin 2008 tarihli 30. sayısından aktardığına göre Çağlayangil, bizzat Kemal Kılıçdaroğlu'na bu olayı şöyle anlatmış:

"Atatürk, fena halde sinirlenmiş, beni çağırdı. Nedir bu rezalet? dedi. Bütün Kürtleri ayaklandırır bu resim. Herif seyyit. Peygamber sülalesinden, dedi. Öyle sümükleri akmış beyaz sakalıyla, dedi. Git, derhal imha et, dedi."

"Atatürk hastaydı, Dersim'den haberi yoktu" diyenlere ithaf olunur.

Kaynak: Zaman Gazetesi

Aleviler Turgut Öker’e Neden Oy Vermez!
Ünsal Öztürk
05-04-2011

Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Genel Başkanı Turgut Öker, 12 Haziran 2011 tarihinde Türkiye’de yapılacak genel seçimlerde milletvekilliğine aday oldu.

Turgut Öker İstanbul I. Bölge bağımsız milletvekili adayıdır.

Turgut Öker, “Meclise Can Gelecek!” sloganını kullanmaktadır.

Bağımsız Alevi aday olan Turgut Öker’in hedef kitlesi Alevilerdir.

Bir kısım yazar, Turgut Öker’in adaylığını desteklediklerini açıkladı. Bunlardan bazıları Turan Eser, Mehmet Bayrak, İbrahim Bahadır, Erdoğan Aydın ve Erdoğan Çınar’dır.

Kurulan internet sitesinde ([Only registered and activated users can see links. Click Here To Register...]), bazı yazarların Turgut Öker’e destek yazıları yayımlandı. Ayrıca Erdal Yıldırım, bu destek yazılarını mümkün olan en geniş çevreye yaymaya çalışıyor.

Turgut Öker’e destek yazılarının en ilgi çekicisi Erdoğan Çınar’ın yazısıdır.

Bilindiği gibi Erdoğan Çınar’ın çok kötü bir ünü vardır. Yerli ve yabancı eserlerde tahrifat yapmış, Paulikien kiliselerini Alevi ocağı, papazlarını Alevi piri olarak göstermiştir. Hıristiyan düalist Ermeni Konstantine’i Aleviliğin ve Alevi ocaklarının kurucusu, sözlü kültürün kurucusu ve kurumlaştırıcısı, St Paul’un en yakın papazı Silvanus’un adını kendisine takma ad olarak alan bu Konstantine’i Pir Sultan Abdal’ın ta kendisi olarak göstermiştir. Kutsal fahişelerin, kölelerin bulunduğu Komanaları Alevi dergah-devlet olarak yazmış bir kişidir. Bizler “Alevi Tarih Yazımında Skandal-Erdoğan Çınar Örneği” başlığıyla yayınladığımız kitapta Erdoğan Çınar’ın yüzünü açığa çıkarttık. Bu kişi Turgut Öker’i sözde öven bir yazı yazmış, Turgut Öker de bu yazıyı basın bültenine alarak çevreye dağıtmıştır.

Turgut Öker, Erdoğan Çınar’ın yazısını sitesine koymakla hedef kitlesi olan Alevileri kaybetmiştir.

Erdoğan Çınar’ın yazısı “Şimdi Turgut Öker Zamanı” başlığını taşımaktadır.

Yazıdaki en etkili bölüm şöyledir:

“Ben Turgut Öker ile 2005 yılının başlarında Köln’de bir panelde tanıştım. Son derece aydınlık yüzlü bir o kadar da karizmatik biriydi. Etkili konuşuyordu.
Böylesi insanlarımız varken ve ortadayken bıyıkları sigara dumanından sararmış, dişleri fırça yüzü görmemiş, okuma yazmayı askerde öğrenmiş, kirli sakallı, meczup kılıklı, ezik büzük insanların Alevi temsilcileri diye ekranlarda dolaştırılmalarının ne denli profesyonel bir tasarım olduğunu o gün daha iyi anladım.”


Erdoğan Çınar, güya Turgut Öker’i övüyor. Överken, televizyonlara Alevi temsilcisi olarak “çıkarılan” bazı kişileri (kişi adı vermiyor) çarpıcı ve iğrendirici kelimelerle yerden yere vuruyor.

Erdoğan Çınar’a göre Turgut Öker şöyle bir kişidir:

Bıyıksızdır, dolayısıyla bıyıkları sigara dumanından sararmamıştır.

Dişlerini düzenli olarak fırçalamaktadır.

Okuma yazmayı askerde değil okulda öğrenmiştir.

Kirli sakallı ve meczup kılıklı değildir.

Ayrıca ezik büzük de değildir.

Turgut Öker aydınlık yüzlü ve karizmatik biridir. Etkili de konuşmaktadır.


TELEVİZYONLARA ALEVİ TEMSİLCİSİ OLARAK ÇIKANLAR ACABA KİMLER?

Erdoğan Çınar, Turgut Öker ile 2005 yılında tanışmış. Çok eski değil. Alevi temsilcisi olarak televizyonlara çıkan insanları gözümüzün önünden şöyle bir geçirelim:

Rıza Zelyut, Cemal Şener, İzzettin Doğan, Hüseyin Dedegarkınoğlu, Nejat Birdoğan, Fermani Altun, Veliyettin Ulusoy, Dertli Divani, Esat Korkmaz, Mehmet Yaman, Ali Yaman, Ali Rıza Uğurlu, Ali Kenanoğlu, Ercan Geçmez, Ali Balkız, Gülağ Öz, Kazım Genç, Ali Yıldırım, Fevzi Gümüş, Murtaza Demir, Ali Doğan, İlhan Cem Erseven, Kemal Soyer, Necdet Saraç, Veli Aydın, Arif Sağ, Yavuz Top, Rıza Aydoğmuş, İsmail Kaplan, Hamza Aksüt, Hasan Harmancı, Kemal Bülbül, Adıgüzel Erbaş Dede, Mehmet Turan, Hüseyin Gazi Metin, Şakir Keçeli, Muharrem Naci Orhan, Adil Ali Atalay, Reha Çamuroğlu, Cafer Kaplan, Hüseyin Demirtaş, Hasan Kılavuz, Ali Haydar Celasun, Mustafa Timisi, Hüseyin Balan, Feyzullah Çınar, Aşık Mahsuni, Ali Ekber Çiçek, Musa Eroğlu, Bedri Noyan, Kamer Genç, Lütfü Kaleli, Baki Öz. ...

Bu insanların hiçbirisi dişlerini fırçalamayan, kirli sakallı, meczup kılıklı kişiler değildir. Acaba Erdoğan Çınar kurduğu cümlelerle kimleri kastetmektedir?

Atv’ye iki dede çıkmıştı. Programı Prof. Alemdar Yalçın yönetiyordu. 2006 ya da 2007 yılıydı. Arguvan’ın eski adı Germişi, yeni adı Ermişli köyündendiler. İmam Rıza-Avuçan ocağı üyesi iki dede. Sakalları ve bıyıkları görkemliydi. Bıyıkları tütünden sararmıştı.

Zaman zaman Derviş Cemal ocağından Firik Dede’nin görüntülerini de televizyonlarda görüyoruz. Erdoğan Çınar’ın kastettiği onlar mıdır acaba?

(Bakınız [Only registered and activated users can see links. Click Here To Register...])

Tarih boyunca Alevi pirleri, mürşitleri, zakirleri, rehberleri, talipleri bıyıklı ve sakallıydı. Hiçbir Alevi Hacı Bektaş’ı, Avuçan’ı, Baba Mansur’u, Hacı Kureyş’i, Dede Garkın’ı, Hallacı Mansur’u, Fazlullah Hurufi’yi, Nesimi’yi, Abdal Musa Sultan’ı, Şah Kulu’nu, Karaca Ahmet’i, Hubyar Sultan’ı, Pir Sultan Abdal’ı, Seyit Rıza’yı, Baba İshak’ı, Baba İlyas’ı... bıyıksız ve sakalsız düşünemez. Onlar pirü pak kişilerdi. Himmet onlardan...

ERDOĞAN ÇINAR, “MECZUP KILIKLI” DİYEREK DEDELERE HAKARET EDİYOR

Erdoğan Çınar, “Bıyıkları sigara dumanından sararmış, dişleri fırça yüzü görmemiş, okuma yazmayı askerde öğrenmiş, kirli sakallı, meczup kılıklı, ezik büzük insanlar” derken tabii ki dedeleri kastetmektedir. Dedelerle Turgut Öker’i karşılaştırmaktadır. Bunu nereden mi biliyoruz? Erdoğan Çınar’ın yazıları internette duruyor. “Bu Sevdaya Düştük Bir Kere” başlıklı yazısında dedelere ağır hakaretler ediyordu. Bilindiği gibi dedelerin tamamına yakını ocaklarını Musa Kazım’a bağlamaktadır. Erdoğan Çınar ise buna karşı çıkıyor ve şunları söylüyordu:

“Yakın geçmişte kendisine ‘dede’ süsü vermiş cahil takımı da aynen bunları söylüyorlardı.. Onlar uzun metinler yazacak kadar okuma yazma bilmediklerinden bunları kağıda dökememişlerdi.

Hamza Aksüt bu hurafeleri olduğu gibi yazıya geçirmiş. Elinde kanıt olarak cahil takımından devraldığı biçare söylemlerden başka hiçbir veri yok.” (Erdoğan Çınar, Bu Sevdaya Düştük Bir Kere yazısı)

Görüldüğü gibi Erdoğan Çınar’da önü alınamayacak kadar nefretle yüklenmiş, dedelere “cahil takımı” diyebilecek kadar pervasızlaşmış bir dede karşıtlığı vardır.

Dedeye karşı olmak, dedelik kurumunu zayıflatmak, bir taraftan cemevleri ibadethane olsun derken diğer taraftan dedeleri küçümsemek bundan böyle yükselen “değer” olmayacaktır.

Dedelik kurumuna sahip çıkmak Aleviliğin olmazsa olmaz temel şartıdır.


TURGUT ÖKER İLE DEDELER KARŞILAŞTIRILAMAZ

Alevilik, Dede ve Talip ilişkisine dayanır.

Bir Alevi ya dededir, ya da taliptir.

Hakk Yol’u Aleviliği bugüne Dedeler dilden dile, Zakirler telden tele getirmiştir.

Dede ya da talip olmayan bir kişi Alevi halkının bir evladı ya da Alevileri seven bir muhiptir.

Örneğin ben talip bile değilim. Alevi halkının bir evladıyım. Haddimi biliyorum, dedelere, öğretilerine bağlıyım, özellikle onların sakallarına, bıyıklarına son derece saygılıyım.

Çünkü sakal ve bıyık Alevilerin simgesidir.

Aynı şekilde Turgut Öker de benim gibidir, talip bile değildir. Bir dernek başkanıdır.

Turgut Öker talip değildir, çünkü talip olmak için ikrar vermek gerekir. Ocağını bilecek, bir dedenin eteğine varacak, musahip tutacak, Yol’a girecek ve talip olacak.

Dolayısıyla Turgut Öker’i dedelerle karşılaştırmak uygun değildir.

Akıllı ve profesyonel bir Alevi milletvekili adayı kendisini dedelerle mukayese ettirmez, onların aşağılanmasına izin vermez, Erdoğan Çınar’ın yazdığı yazıyı propaganda sitesine koymaz.

Milletvekili olabilmek için profesyonel bir çalışmaya, etkili bir kampanyaya gerek vardır. Milletvekilliğine adaylığını koyan bir kişi hedef kitleyle doğrudan, iyi ve saygın bir ilişki kurar.

Özellikle kamuoyunun önüne milletvekilliği için çıktığında hareketlerine, ağzından çıkanlara; etrafındakilere, etrafındakilerin ağzından çıkanlara dikkat eder. Çünkü artık o toplumun karşısında tek başınadır ve bütün ilişkileri dikkatle takip edilecektir.

Hakk Erenlerinin Yol’u derneklere değil ocaklara dayanır. Derneğe başkan olmak Alevilere lider olmak anlamına gelmez...

Turgut Öker Alevilerden oy istiyor.

Başka dinlerden ve inançlardan insanlar doğal olarak Turgut Öker’e oy vermez.

Turgut Öker’in hedef kitlesi sadece Alevilerdir.

Aleviliğe bağlı, itikatlı ve ikrarlı Aleviler, samimi muhipler “Dedesiz Alevilik” olamayacağını bilir.

Taliplerden ve muhiplerden oy istiyorsunuz. Propaganda çalışmanızı ise “Bıyıkları sigara dumanından sararmış, dişleri fırça yüzü görmemiş, okuma yazmayı askerde öğrenmiş, kirli sakallı, meczup kılıklı, ezik büzük insanlar” diye yürütüyorsunuz.

İnsan hiç kendisini, pirlerini, mürşitlerini suçlayanlara oy verir mi?

O pirler ve mürşitler ki, bin yılların Alevi geleneğini yaşatan, günümüze aktaran kişilerdir. Örneğin Arguvan-Germişili dedelerden Germişi Semahı dahil birçok deyiş derlenmiştir. Gani Pekşen’in derlediği pek çok deyiş bu bıyıklı ve sakallı dedelerden alınmıştır.
Kaynak: http://www.gencaleviler.com/forum/aleviler_turgut_oker_e_neden_oy_vermez-t21299.html?s=e658879c98f6f85a41ac6dedb578f148&

Ahmet Altan
Dersim
18.11.2011

Ahmet Altan köşe yazılarını web sitenize ekleyin
CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, “Dersim Katliamı’nın sorumlusu devlet ve CHP’dir. Atatürk de bu olaylardan haberdardır” deyince ana muhalefet partisinde kıyamet koptu.

Bazı milletvekilleri Aygün’e karşı ayaklandı.

Parti yönetimi Aygün’ün savunmasını istedi.

Bu konuda yapılan açıklamaları okudum ama ne CHP yönetiminin, ne de CHP’li milletvekillerinin Aygün’e niye itiraz ettiğini anlayabildim.

Aygün’ün yalan söylediğini mi düşünüyorlar?

1937’de gerçekleşen Dersim Katliamı’nın sorumlusu olarak devleti ve CHP’yi görmüyorlar mı?

Dersim Katliamı’nı devlet yapmadı mı?

CHP yönetimi ve milletvekilleri, Dersim Katliamı’nın sorumlusunun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden başka biri olduğunu düşünüyorlarsa, söylesinler.

O katliamı devletten başka kim yaptı?

O tarihte devletin tek sahibi de CHP değil miydi?

Türkiye’de devletten ve devletin sahibi olan CHP’den başka bir güç mü vardı?

Yoksa Atatürk kısmına mı itiraz ediyorlar?

Bence Aygün kibarca söylemiş, “Atatürk de bu olaylardan haberdardı” derken.

Ülkenin hâkim-i mutlakı olan Atatürk’ün “haberdar” olmaması zaten söz konusu değil ama Atatürk sadece “haberdar” değildi, bu katliam için bizzat emir veren, planları yapan adamdı.

Trabzon’daki müzeye giderlerse Atatürk’ün üstünde çalıştığı harekât planını da orada görürüler, Atatürk harita üstünde birliklerin gideceği yerleri belirlemişti.

Bunun neresine itiraz ediyorlar?

Dersim Katliamı’nın devlet, CHP ve Atatürk’ten başka “sorumlusu” olabilir mi?

Yoksa buna itiraz etmiyorlar da Dersimde bir “katliam” olduğunun söylenmesine mi itiraz ediyorlar?

“Dersim’de katliam olmadı” mı diyorlar?

Orada binlerce adamın öldürülmesinin adı ne CHP’lilere göre?

Öldürülmediğini mi iddia ediyorlar?

Girsinler internete o katliamın korkunç görüntülerini rahatça bulurlar.

Zaten çok uzağa gitmeye gerek yok.

Dersim konusunu dile getiren eski CHP Milletvekili Onur Öymen’di, Kürtlere karşı sertleşme politikasını savunurken Atatürk’ün Dersim’de yaptıklarını örnek göstermişti.

İsterlerse biraz daha yakına gelsinler.

Dersim Katliamı’yla ilgili sözleri için “savunma” isteyen partilerinin bugünkü başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na doğru yaklaşsınlar.

Ona İhsan Sabri Çağlayangil ile Dersim konusunda neler konuştuklarını sorsunlar.

O konuşmanın kayıtlarını bulsunlar.

Çağlayangil’in tarihe geçen, “İnsanları mağaralarda fareler gibi öldürdük” sözünün altını çizsinler.

Binlerce insanın “mağaralarda fareler gibi öldürülmesinin” katliamdan daha başka bir ismi varsa onu söylesinler.

Askerlerin kesilmiş kafaları ellerinde tutan resimlerine baksınlar.

Sonra kamuoyuna Aygün’ün sözlerine niye itiraz ettiklerini anlatsınlar.

Dersim’de yaşananlar hakkında biraz bilgisi ve bir nebze vicdanı olan hiç kimse Aygün’ün sözlerine itiraz edemez.

İnsanları yakarak, bombalayarak, idam ederek, kafalarını keserek öldürdüler Dersim’de, sonra da utanmadan bunun konuşulmasını yasak ettiler.

Hâlâ gerçekleri susturmaya çalışıyorlar.

Tabii, bu ülkede Dersimlileri bombalayan Sabiha Gökçen’in adı bir havaalanına veriliyorsa sadece CHP değil bütün partiler utansınlar.

Kürtlerin katilinin adını taşıyan bir havaalanından Kürtleri yolculuk etmeye zorlayan bu devlet utansın.

O havaalanının adı bir gün değişecek.

Sivil halkın üstüne bomba atan birinin adı havaalanına verilemez çünkü.

Bu devlet Kürtleri böyle delirtiyor işte, öldürüyor, öldürdüğünün söylenmesini yasaklıyor, öldürdüğü söylendiğinde pişkince reddediyor, katilin adını havaalanına veriyor, sonra da “biz kardeşiz” diyor.

Kardeş olduğumuza hiç inanmıyorum ama eğer kardeşsek de Habil’le Kabil gibi kardeşiz, kardeşlerden biri diğerini öldürdü, defalarca öldürdü.

Sonra da “yoo, öldürmedik” diye gözlerinin içine baka baka alay etti, “öldürdünüz” diyeni cezalandırdı.

Hâlâ da cezalandırıyor.

Belki de Aygün’ü, Dersim Katliamı’nı en yakından bilen insanlardan birinin yönettiği partiden atacaklar.

Dersim’de katliam olmamış mı olacak o zaman?

Yoo, sadece başta Kılıçdaroğlu olmak üzer bütün CHP gerçekleri saklamış, olayları çarpıtmış, yalan söylemiş olacak.

Benim onlara söyleyecek bir sözüm yok.

Ama sanırım Seyit Rıza’nın Kılıçdaroğlu’na bir sözü olacak:

“Ayıptır, zulümdür, cinayettir.”

Bu söz, Aygün’den savunma isteyen Kılıçdaroğlu’na hayatı boyunca yeter.

Kaynak: Taraf

Aleviler ve Laiklik



Şükrü Yıldız ile yapılan bir söyleşi:

Aleviler içerisinde Aleviliğin yorumlanmasına ilişkin farklı görüşler var. Bu görüş farklılıklarının kaynağı nedir?

Aleviler arasındaki bu tartışmalar, Aleviliğin asimile edilmesiyle ilintilidir. Cumhuriyetin kabulüyle birlikte Alevi kimliği giderek dejenerasyona uğramıştır. Cumhuriyete sahiplenme adı altında kimliğinden ve inancından uzaklaşmalar yaşanmış, Cumhuriyetin yaratmak istediği kimlik, Alevi kimliğinin yerini almaya başlamıştır. Buna 1960 yıllarından sonra sol kimlikte eklenince Alevilik inanç kimliğini kaybederek daha çok sosyal bir kimlik olarak ortada kalmıştır. 80′li yıllardan soruna bu durum değişmeye başlamıştır. Herkesin kendisini sorgulamaya başladığı bir dönemde Alevilerde bundan nasibini almış ve örgütlenme girişimlerine hız vermişlerdir. Alevilerin kendilerini örgütleme ve inançlarının gereklerini yerine getirme arayışı, kendilerini örgütleme arayışı, doğal olarak iktidara oynayan çeşitli kesimlerin dikkatini çekmiştir. Sağcısından solcusuna, Kürdün’den Türkü’ne, Müslüman’ından Hıristiyan’ına hemen tüm kesimler kendi yanlarında görmek istedikleri Alevi kesimine yönelik girişimlerde bulunmuştur. Kısacası Alevi örgütlenmesinin gündeme gelmesi ile, onları yanında ve politik mecrasında görmek isteyenlerin çalışmaları aynı zaman diliminde gündeme geldiğinden, Alevi hareketi kendi dinamikleri üstünde gelişme şansına sahip olmadığından, farklı görüşlerin gündeme gelmesi gibi bir durum yaşanmıştır. Siyasal tercihlerle başlayan bu ayrılıklar giderek Aleviliğin tarihine ilişkin değişik görüşlerin yaratılmasıyla da ivme kazanmıştır. Şu durumda ne yazık ki, herkesin kendi cephesinden baktığı ve kendi çıkarlarına, politik tercihlerine uygun yorumlanan bir Alevilik var.

Bu görüşleri kategorilere ayırsak?

Ana başlıklarla şöyle söylemek mümkün; Türk-İslam sentezcileri ki bunlar Cem Vakfı ve Sayın İzzettin Doğan etrafında toplanmaktadır. Aleviliğin bir inançtan ziyade bir yaşam biçimi ve sosyal bir hareket olduğunu iddia edenler; bunlar AABF, Pir Sultan Abdal Dernekleri ve sol siyasetçiler tarafından temsilini bulmakta. Aleviliğin Zerdüşt inancının, ya da Şamanizm’in bir devamı olarak görenler ki, bunların Zerdüştileri Kürt Alevi hareketi içinde, Şamanistleri Türk milliyetçisi örgütlenmelerde toplanmaktadırlar. Ama geniş Alevi kitleleri içinde giderek yaygınlaşan kanaat odur ki Alevilik kendi başına bir inanç olduğu yönündedir.

Laiklik tartışmalarını nasıl bakıyorsunuz?

Başta şunu söylemek istiyorum; Türkiye Cumhuriyeti’ni laik bir Devlet olarak görmüyorum. Yada laiklik anlayışını kabul edilir bulmuyorum. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslam’ın devlete hüküm etmesi durumu vardı. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nde ise devletin dini idare etmesi, yönetmesi gibi bir durum var. Bunu laiklik olarak görmek mümkün değildir. Laikliği inançların kendilerini özgürce ifade etmeleri olarak algılıyorum. Sizi şimdi Diyanet gibi bir kurumunuz olacak, başörtüsü var diye insanları üniversite kapılarında çevireceksiniz, bazı inançları kökten yasaklayacaksınız, buna da laik çağdaş düzen diyeceksiniz. Bu kendimizi aldatmaktır. Tüm insanların kendilerinin bildiği gibi inançlarının gereklerini yerine getirme hakkı vardır. Bu hakkın sınırları, başka bir inanca müdahale etme ve diğer insanların yaşamlarını değiştirmeye kalkmadığı müddetçe saygıyla karşılanmalıdır. Türkiye’de Alevilerin Diyanette temsil edilmesi veya Diyanetin feshedilmesi yönünde tartışmalar var.

Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Normal şartlarda laik bir ülkede böyle bir kurumun var olması doğal karşılanamaz. Her kesimden inancın kendisini, kendi olanaklarıyla örgütlemesi gerekmektedir. Mesela Aleviler’den, Hıristiyan’lardan ve diğer inanç mensuplarından kesilen vergilerle Diyanet finanse ediliyor. Bu kesinlikle bir haksızlıktır. İş böyle olunca kimilerinin Alevilik’te Diyanette temsil edilmeli ve yatırımlar inançlar arasında eşit bölüştürülmelidir diyebilir. Bu tabii ki mevcut kendine ‘laik” diyen sistemin benimsenmesi ve onaylanması şartını da içerir. Eğer siz öyle derseniz birleri de kalkar size bunun karşılığında ‘şunu şunu yapmanız gerekir” der ve sizde bunu yapmak durumda kalırsınız. Yani devletin dine müdahalesini ve onu yönlendirmesini benimsemek şartını kabul etmiş olursunuz. Alevilik açısından ve onun prensipsel değerleri açısından hazmedilecek bir durum değildir. Devlet olanaklarıyla çok şeyler örgütleye bilirsiniz ama bunların Aleviliğe yararlı şeyler olabileceğine kanaatim yok. Yani eleştirdiğiniz, benimsemediğiniz ve reddettiğinizi şimdi söylediğiniz şeyleri siz yapmaya başlayacaksınız böyle bir durumda.

Ak Parti“nin iktidara gelmesiyle Alevilik tartışmaları da farklı bir biçimde gündeme geldi. Siz bu tartışmalar konusunda ne diyeceksiniz? AK Partinin tek başına iktidar olmasını Aleviler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlginç bulabilirsiniz ama bu süreci Alevilerin güvende olduğu bir dönem olarak görmek mümkündür. Çünkü Alevilere yönelik saldırılar sağ veya İslami Partilerin iktidarda olduğu dönemde gündeme gelmemiştir. Aksine Aleviliğin gündeme gelmesine ve kendini ifade etmesine vesile olmuştur. Ak Parti tabanı ve yöneticileri inançlarından dolayı maruz kaldıkları baskıları ve yasakları başka bir inanç için geçerli olmasını kabul etmeseler gerek diye düşünüyorum. Böyle olmasını istiyorum. Polemiklerden kaçınılması gereken bir süreç. Ön yargılardan arınarak olaylara ve olgulara yaklaşmak ve kimsenin hesaplaşmalarının tarafı olmamamız gerekmektedir. Ak Parti“nin kimliği biliniyor bundan yola çıkarak yaptıkların baştan karşı çıkmaktansa, atılması gereken adımlar konusundaki taleplerimiz her iktidara olduğu gibi bu iktidara da götürmek ve çözüm üretmesini talep etmek gerekmektedir. Kaldı ki, Ak Parti ister istesin ister istemesin hangi gerekçeyle olursa olsun Alevi inancına yönelik ciddi adımlar bu süreçte atılacağı inancını taşımaktayım. Yine AB uyum yasalarında gündeme geldiği gibi “Camiler” ibaresinin yerine “ibadethanelerin” cümlesi alınarak 80 yıllık Cumhuriyet tarihinde çok ciddi bir düzeltmeye gidilmiştir. Altında Ak Parti imzası vardır.

Sünnilerle herhangi bir probleminiz var mı? Varsa hangi konularda çatışıyorsunuz?

Buna rahatlıkla ‘Alevilerin, Sünni kesimle veya başka bir kesimle bir sorunu, problemi yoktur” diye cevaplayabilirim. Alevilerin kendilerini ifade etme ve inançlarının gereğini yaşamak gibi bir istemi var. Fakat bazı kesimler tarafından bu durum istismar edilmektedir. Yukarda da belirttiğim gibi Cumhuriyet Türkiye’sinin yaratmak istediği kimliği Alevilerin belli bir kesimi benimsemiştir. Alevilerin değil ama Cumhuriyetin İslam’la problemi vardır. Çatışması vardır. Son yıllarda daha açık görülen bu çatışma kendisine cumhuriyetçi-laik diyen kesim ile İslami kesim arasında yapılmaktadır. Aleviler sadece burada istismar edildiklerinden karşıtlar içinde görünmektedir. Aleviler özünde geldikleri noktada kendine laik ve cumhuriyetçiyim diyen Sünni kökenli aydınların kurbanları durumuna düşmüşlerdir. Bu kesimler Alevi hoşgörüsünü ve toleranslarını, içinden geldikleri kesimle olan çatışmaları için istismar etmişlerdir.

Sivas olayı üzerinden 10 yıl geçti. Bu konuda ne diyorsunuz?

Hiç bir şekilde kabul edilmeyecek bir olay. Olay sonrasında bu olaya iştirak eden bazı ideolojik çevreler dışında kalan herkesin utançla hatırladığı düşüncesindeyim. Solingen’deki insanlarımızın Naziler tarafından yakılması olayının daha çirkin bir biçimde işlenmesi ve bununda akşam gizlice değil dünyanın gözünün içine baka baka yapılamasıdır ki, hiç bir şekilde maruz gösterilecek yanı yoktur. Yapanları ve ardındakileri lanetliyorum. Turgut Öker’in Sivas katliamın onuncu yıllı vesileyle yaptığı açıklamaya katılıyorum. ‘Bu olayın sorumluları, Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, Başkan Tansu Çiller ve dönemin Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreştir. Bunlar yargılanmadıkça Alevilerin vicdanı rahat etmeyecektir” Ben buna Öker’in eklemediği Başbakan Yardımcısı ve olayların başlamasından beri haberdar edilen Erdal İnönü’yü de eklemek istiyorum. Bu olay, Sivas olayları bir kesime yönelik başlatılan bir operasyonun parçasıdır. Uğur Mumcu, Turan Dursun, Behiye Üçok cinayetlerini bu kapsamda görüyorum. Arkasında herkesin kafasından geçen derin devlet vardır.

Sivas davası sanıklarının, eve dönüş yasası kapsamına alınması gündemde bu konuda ne düşünüyorsunuz? Şimdi biliyorsunuz Susurluk sanıklarından Sedat Bucak beraat etti. Beraat gerekçesinde bu görevin devlet tarafından verildiği bundan dolayı sanığın devlete karşı sorumluluğu gereği bunu yaptığı belirtildi. Şimdi Sivas sanıklarını da bu kapsamda görmek mümkündür. Bu böyle olmakla birlikte Sivas olaylarını göstererek Alevi kitlesi içine korku salıp korkulardan medet uman anlayışı da kabul etmemek gerekmektedir. Alevileri karşıtlar yaratarak değil, özgül taleplerinden yola çıkarak örgütlenmelerini tamamlamalıdırlar. Korkulardan medet umanlar korkularının esiri olurlar. O anlamda soruna ciddi yaklaşmak ve istismar etmemek gerekmektedir.

Aleviliği besleyen kaynaklar nelerdir? Felsefesini kim çizmiştir?

Aleviliği yorumlayan farklı görüşler olsa da, ortak değerler, isimler vardır. İmam Ali, İmam Hasan ve Hüseyin ile birlikte 12 İmam, Ebul Vefa, Hallac-ı Mansur, Nesimi, Şuhreverdi, Hasan El Sabah, Şah Hatayi, Pir Sultan, Abdal Musa gibi isimleri saymak mümkündür. Cem, 12 İmam orucu, Musahiplik gibi olgular kimsenin tartışamayacağı ortak değerlerdir.

Türkiye’de solcu kesimin büyük bir çoğunluğunun özellikle kendini devrimci diye niteleyenlerin dinle arası çok iyi olmamasına rağmen niye Alevilere sahip çıkıyorlar? Aleviliği İslam’ın devrim geçirmiş hali olarak mı görüyorlar? Mesela Aziz Nesin ateist olduğunu söylemesine rağmen neden Alevilere sahip çıkıyordu?

Kimin Alevilere nasıl baktıkları onların sorunudur. Daha öncede belirttim çeşitli kesimlerin Alevilere farklı yaklaşımı var. Şimdi bazı Sünni kökenli aydının Alevilere sahip çıkması onlarla Alevilerin Cumhuriyet kimliğinde buluşmasıdır. Onların ateist olması şu veya bu siyasetten olması Alevilerle olan ortak yanları değildir. Sivas olaylarına bakınız, atılan sloganlarda ‘cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacaktır” deniyordu. Daha sonra bazı kesimler bu saldırı cumhuriyete yönelik bir saldırıdır diye kamuoyuna açıklamada bulundu. Şimdi bu nokta Alevilerin bir kesimin Sünni kökenli Kemalist aydınlarla buluştukları noktadır. Ne yazık ki bu kesimlerinde kendi kökenleriyle sorunları vardır, çatışması vardır. Alevileri bu anlamda istismar etmektedirler. Hoşgörüsünü istismar etmektedirler. Alevilerde bastırılmışlığın ve kendine güvensizliğin bedelini bu kesimleri kendisinin sözcüsü haline getirmek suretiyle ödemektedir.

Şükrü Yıldız Kimdir?

Eylül 1969′da Elbistan’da dünyaya geldi. Ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Yıldız, ilk, orta ve lise eğitimlerini Türkiye’nin çeşitli illerindeki okullarda tamamladıktan sonra üniversite eğitimini tamamlamak üzere 1988′de yurtdışına çıktı.

1988 yılından bu yana yurtdışında yaşayan Şükrü Yıldız, Norveç ve Almanya’da Bilgisayar alanında eğitim gördü. 1990-1992 yıllarında yabancılara ve özellikle Türtlere karşı geliştirilen saldırılara karşı, anti-fa(antifaşist) gruplar içerisinde aktif rol aldı.1998-2000 yılları arasında Brüksel’de Avrupa Birliği çalışmalarını Avrupa Parlementosu’nda gazeteci olarak takip etti. Aynı yıllarda, Avrupa’daki tüm Alevi Kuruluşlarının biraraya gelerek oluşturdukları Alevi Kuruluşları Eğitim Üstkurulu’nda yönetici olarak görev alarak Alevilik derslerinin özellikle Almanya’daki okullarda okutulması için yapılan çalışmalarda Şükrü Yıldız dönüm noktası oldu.

Birçok uluslararası haber ajansında muhabir ve gazeteci olarak görev yapan Yıldız, özellikle Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin inanç ve etnik yapıları ile ilgili konularda özel çalışmalara imza attı. Aleviler için, Alevi ve Türk toplumunun değerli kazanımı Mahzuni Şerif ve Mehmet Altan gibi başarılı akademisyenlerin de köşe yazarı olduğu Dem Gazetesi’ni yayın hayatına başlattı.

Değişen dünya ile birlikte Avrupa’dan yayın hayatlarına başlayan ve Türkiye’ye yönelik yayınlar yapan televizyon kanallarının ortaklık, Yönetim Kurulu üyeliği, Genel Müdür, Genel Koordinatörlük ve Genel Yayın Yönetmenliği gibi görevleri başarı ile sürdüren Şükrü Yıldız, Kanal Avrupa, Düzgün Tv, Su Tv, Dem Tv,Kanal 12 gibi alternatif televizyon kanallarını Türkiye toplumuna kazandıran kişi olarak biliniyor.

Kaynak: www.ikincigundem.com, 12-2009

Cumhuriyetçi Eğitim Merkezi Evi
Şükrü YILDIZ
Ağu 18 2011



Yol cümleden Ulu’dur. Hz. Ali

Alevi inancının temel kurumlarını ortadan kaldıran 1925 tarihli Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılmasına ilişkin kanunu Alevi kurumları neden gündemleştirmiyor. Alevi inanç merkezlerini ve dini liderlerini hedef alan bu yasa halen işletiliyorken, Alevilerin bunu konuşmuyor olması dikkat çekici değil mi!
Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’nın internet sayfasında Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılmasına ilişkin başlıkta şunlar notlanmış:

“Türkiye Cumhuriyeti artık, şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamazdı. İşte 30 Kasım 1925’te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı.”

Alevi inancını hedef alan yasalar kapsamında dergahlar, ocaklar ve Bektaşi tekkeleri kapatıldı. Alevi dini önderleri inançlarının gereklerini yerine getirdikleri için baskıya, katliama maruz kaldı. Dergahlardan bazıları müzeye -Hacı Bektaşi Veli Dergahı gibi- bazıları da ticari işletme statüsünde tekrar Alevi derneklerine kiralanarak (90’lı yıllardan sonra) -Karaca Ahmet Dergahı gibi- bazıları da üstüne AKP il binaları inşa edilerek -Karaağaç Tekkesi gibi- hiçleştirildi.

Ulaşılmaz sığınaklar olarak yıllarca Aleviliğe kucak açmış olan yerleşim yerleri viraneye döndü. Alevi yerleşim merkezi diyebileceğimiz ve nüfusun çoğunlukta olduğu tek il olarak Dersim kaldı. Pir, Ocak, Dergah, Tekke terk edildi. Yıllar unutturdu. Devlet unutulması için her şeyi yaptı. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla tam bir Alevileri bitirme operasyonu yaşattı. Bilinçleri, bilgileri kirletti.

Şimdi okuyoruz; Türkiye Cumhuriyeti’nin yarım yüzyıllık iktidar yüzü Süleyman Demirel, “İzzetin Doğan’a Cumhuriyetçi Eğitim Merkezi Vakfı’nı (CEM Vakfı) biz kurdurduk” demiş. Gizli ödenekten Çiller döneminde Ali Doğan ve İzzetin Doğan’a aktarılan parayla Ali Doğan öncülüğünde Ankara Dikmen’deki Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı, CEM Vakfı’nın açıklamasına göre de kendilerine aktarılan parayla da İstanbul Kartal Cemevi kurulmuştur.
Alevi ibadet merkezleri olan Dergahlar, Ocaklar, Tekkeler yasaklıyken Özal’la başlayıp, Demirel ile devam eden kuruluş itibariyle Türk-İslam merkezli olan devletin Alevilere cemevi adı altında oluşumlara gitmesinin önünü açması, teşvik etmesi düşündürücü değil midir?

Alevi tarihinde, cemevi diye bir kurum var mıdır? İlk kez ne zaman kullanılmıştır? İzzetin Doğan’ın Cumhuriyetçi Eğitim Merkezi Vakfı (CEM Vakfı) kurulmadan önce yada Alevi literatüründe olmayan bir kurum nasıl Alevilerin temel inanç merkezi haline geldi?

İtirazsız gündemimize giren ve benimde kaç kez imzaladığım “Cemevleri yasal statüye kavuşturulmalıdır” kampanyaları neden dergahlarımız, ocaklarımız ve tekkelerimizin açılması Alevi toplumuna iade edilmesi üzerinden gitmemekte?
Neden dergahlar değil de, 1990 sonrası devlet aracılığıyla Türk-İslam sentezine benzeştirilmiş, onun bir kültür merkezi gibi şekillendirilen, içeriği de buna uygun biçimlendirilen cemevi etrafında Alevilik kabul görür bir noktaya çekilmektedir.

Soruları uzatmak mümkün. Fakat görünen o ki; Türk-İslam sentezinin Alevi merkezi olarak belirlediği mekan bizlerin şimdilerde kendi ellerimizle kurduğumuz cemevleri olmaktadır. Kimilerimiz safça “İşte eskiden köylerde cem hangi evde yapılacak diye sorulurmuş. Cemin yapılacağı ev için cemevi denirmiş. Cemevi de oradan gelmektedir” demektedir. Tabii Alevilerin hepsi Türk olunca böyle bir konuşmanın geçmiş olabileceğini kabul edelim. Peki tek kelime Türkçe bilmeyen Kürt Alevileri bunu nasıl dillendirmişlerdir? Kürtlerin Kart Kurt’undan Kürt çıkaranlar, 1990 sonrasında da Alevilere mekan ararken Cumhuriyetçi Eğitim Merkezi Vakfı aracılığıyla cemevini yaratmışlardır.

Bu Türk-İslamcı asimilasyona karşı dergahların, ocakların yeniden kimlikleriyle buluşması gerekmektedir. Aleviliğin kendisini gelecek nesillere aktarabilmesi dergahların, ocakların etrafında pirlik kurumunun korunmasıyla mümkün olacaktır. Kürt Alevilerin temel dayanağı topraklarındaki eski ve yeni kurulacak dergahlar, ocaklardır. Başka hiçbir kurum Kürt Aleviliğinin temsili olamaz.

y_sukru@hotmail.com
kaynak: http://alevinet.com/


"TÜRKİYE'DE İSLAM'I DEĞİŞTİRMELİYİZ!"
27 Şubat 2012



"Tayin dairesi mutlaka elimizde olmalı. Cepheye o namussuzları sürün. Kadrolaşma çok önemli... Askeri okullarda büyük kadrolaşma yaptık..."

- Alevi olmayan herkesin antilaik olma ihtimali uzun vadede de olsa olabilir... Bizden olmayana hiçbir zaman tam güvenmeyeceksin...

- Acaba, yeğeni Aleviliğini ortaya koyucu yanlışlıklar yaptı da ondan hareketle paşamız yıpratıldı bilmiyorum.

- Her yerde irtica var kampanyası başlatılsın.

- Tayin dairesi mutlaka elimizde olmalı. Cepheye o namussuzları sürün. Kadrolaşma çok önemli.

- Askeri okullarda büyük kadrolaşma yaptık. Özellikle sınıf subaylarının çoğunu bizden atadık.

- Şu anda Atatürk dışında kullanabileceğimiz kim var?

- Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız.


Taraf'tan Mehmet Baransu'nun yazısı:

‘PİRUS’
27.02.2012
Mehmet Baransu/ Taraf

Yarın 28 Şubat sürecinin 15. yıldönümü. Bugün sizlerle o dönem posta kutularına konan mektuplardan birini paylaşacağım. İçerik “gizli bir toplantıda konuşulan notlar”dan alınma. Anlatılanlar gerçek.

Konuşma bir korgeneralle, tuğgeneral arasında geçiyor. Toplantıya katılan diğerleri ise dinlemek ve not almakla meşgul. İşte o mektuptaki bazı satırlar ve 28 Şubat’ın perde arkası.

“Korg.: ...Biz ne diyoruz; Alevi olmayan herkesin antilaik olma ihtimali uzun vadede de olsa olabilir. İşte dincilerin çok kızdığı Çevik Paşa. Bu adamdaki milliyetçilik duygusu sokaktaki adamınki kadar fanatik. Bırak Çevik Paşa’yı, sen de, ben de Aktulga Paşa’ya ne kadar güveniyoruz? Adam elli kere dini kabul etmediğini söylüyor. Sonra da öyle bir şey söylüyor ki karşında bir faşist var sanıyorsun. Bizden olmayana hiçbir zaman tam güvenmeyeceksin...

Tuğg.: Ne olacak? Ne yapmalıyız?

Korg.: Bu soruna bu kadar değişken bulunduğu, bu kadar sistemsiz olan bir ülkede cevap vermek zor. Ancak doğruluğundan emin olduğum bazı şeyler şunlar. Ordunun müdahalesini sağlamak için, orduda ve sivil toplumda irticanın yükselişini seyredin... Bırak tehlike iyice büyüsün.

...Altı ayda bir büyük gürültülerle ordudan adam atarsanız, yarın darbe yapma gerekçeniz kalabilir mi? ... Paşa bu işi çok iyi götürdü. Ama iki yıldır üzerine gidiliyor. Nerede yanlış yaptı bilmiyorum. Acaba, yeğeni Aleviliğini ortaya koyucu yanlışlıklar yaptı da ondan hareketle paşamız yıpratıldı bilmiyorum. ... Paşa, geleceğin komutanı olabilirdi.

Herkes ne pahasına olursa olsun kendisini gizleyecek. Eğer, birlikte bilinen biri varsa onu vitrin yapın. Ama o da bizimkilerle gezmesin. Her yerde irtica var kampanyası başlatılsın. Sadece eşi kapalı olan, namaz kılan değil, yarın irticaya kaçması muhtemel herkesi yazın, şikayet edin. Onların adına dinci dergiler, gazeteler gönderin. Akrabalarının adını öğrenin, onların isimleriyle başlarını belaya sokan mektuplar gönderin. Hatta kart gönderirseniz okunması daha kolay olur.

Tuğg.: Komutanım, bunları bu sene okullarda kısmen yaptık. Ama artık bu sözlerinizden sonra bunları emir kabul ederiz.

Korg.: Bu konularda emir beklenmez. Kafanızı çalıştırın. Din bizim için, bizim için derken aklına ne gelirse gelsin herşeyi kastediyorum, zararlıdır. Bizden olan birlik komutanları, yoksa laik komutanlar sıkıştırılmalı, çokça eğlence düzenlenmeli. Dansöz, Rus revüsü ne bulursanız getirin. İçkiyi zorlayın. Din ve milliyetçilik duygusunun nasıl zayıflatılacağı, nasıl yok edileceği açık. Bunları uygulayın. Okullara da öğrencilerin kız arkadaşlıklarını teşvik edin. Yapabiliyorsanız Osmanlı hayranlığını kırın, Türkler’in üstün bir ulus olduğu safsatasını yıkın. Özellikle cinsel konularda sınırları zorlayın. Hanımlarımız aile gezmelerinde, eğlencelerde dekolte giysin. Hanımlarımız diğerlerinin hanımlarını açık giymeye teşvik etsin.

Güneydoğu’da bizimkiler postu deldirmesin. Buna yönelik önlemleri alın. Tayin dairesi mutlaka elimizde olmalı. Cepheye o namussuzları sürün. Kadrolaşma çok önemli. Çevik Paşa’nın yerine bizden akıllı biri olsaydı, Karadayı Paşa’nın daha verimli olmasını sağlardık. Burası çok önemli. Genelkurmay Başkanı senden olmazsa bile ona sahip olarak kullanabilirsin...

Tuğg.: Komutanım, askeri okullarda büyük kadrolaşma yaptık. Özellikle sınıf subaylarının çoğunu bizden atadık.

Korg.: Arkadaşlar çok çalışsın. Morallerini bozmasın. Bizim olmayan bu devlet mutlaka bizim olacaktır. Atatürk, çok çalıştığı için böyle olmadı mı? Atatürk deyince aklıma geldi. Bazılarımız sağda solda “Atatürk, ... Kürtleri katletti” gibi lüzumsuz sözler söylüyormuş. Bunları durdurmak lazım. Şu anda Atatürk dışında kullanabileceğimiz kim var?

Buna benzer bir hata da Kürt konusunda yapılıyor. Bazı Aleviler, hatta askerler “Ordu, Alevi-Kürt köylerini boşaltıyor. Onlara zulüm yapıyor” diyor. Sana ne Alevi-Kürt köylerinden. O Aleviler bizim istediğimiz çizgide mi?

...Maltepe’de görev yapan öğretmen ...(Balıkesir Teknik Astsubay Hazırlama Okulu) akrabasından kart gelmiş.. Kartın içinde de “Tavil Abi” (... yüzbaşının lakabı olarak kullanılan ve daha önce de Şah İsmail’in kullandığı bir isim) deniyormuş. İnsan kendisini böyle yakar mı? Bana bu kartı yıllar önce İstihbarat Dairesi’nde gösterdiler. Buradaki bir yanlışlık da Şah İsmail’in adının alınması. Ne uğraşıyorsun artık o adamlarla. Bizim için İran hangi yönetimde olursa olsun örnek olmak zorunda değil. Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız Kurban kesen, namaz kılan Alevilik olur mu? Bu İslam değil mi? Zaten böyle yaşayanlar Alevilik’ten çıkarak karşı tarafa geçmiyor mu?”

Mektubun içeriğinden bazı satırlar böyle. Bu ve buna benzer mektupların yer aldığı, 28 Şubat ve 2003-2004 yılında yaşananları anlattığım kitabım çok yakında okurla buluşacak. PİRUS’ta bu generallerin isimlerini, psikolojik harp yapan kimi medya mensuplarını ve daha fazlasını okuyacaksınız.

Etiketler: 28 Şubat, darbe, postmodern darbe, Erbakan, Çiller, Yılmaz, İrtica, medya, basın, gazeteci, laiklik, TSK, kadrolaşma, Askeri okullar, Alevi
Kaynak: aktifhaber

Karadayı Çankırılı değil Dersim’liymiş
22.01.2013



28 Şubat sürecinin bir numaralı ismi Org. Karadayı’nın, aslında Çankırılı olmadığı, yıllarca gerçek kimliğini sakladığı ortaya çıktı.

Özenle kamufle olan Karadayı, Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturduktan sonra dindarlara kan kusturmuştu.
İşte Karadayı’nın gerçek kimliği…

Geçtiğimiz günlerde gözaltına alınan 28 Şubat darbesinin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Çankırı’ya sürülen Dersimli bir Alevi olduğu öne sürüldü. İddiaya göre, kamuoyunda Çankırılı olarak bilinen Karadayı, aslında 1930 Dersim Pülümür olayları esnasında Çankırı’ya sürülen bir Dersim Alevi’siydi.

Karadayı’nın bu gerçeği yıllarca silah arkadaşları ve kamuoyundan özenle gizlemesi dikkat çekiyor. 28 Şubat öncesi de kimliğini sır gibi saklayan Karadayı, TSK’nın başına geçtikten sonra mütedeyyin kesime kan kusturmuştu. 28 Şubat sürecinin organizatörlüğünü yapan Karadayı, Refahyol’un iktidardan uzaklaştırılmasında da başrol oynamıştı.

Dersimli gazeteci Mehmet Yürek de, Karadayı’nın kimliğini saklamasıyla ilgili şunları söylüyor: “İsmail Hakkı Karadayı, M. Kemal’in bilgi, emir ve direktifleriyle Kazım Orbay kumandasında gerçekleştirilen 1930 Dersim-Pülümür tedip ve tenkilinin (katliam) sürgünü bir ailenin çocuğudur. Sürgün yeri Çankırı ilidir.

Karadayı ailesinin kendilerini ve çocuklarını koruma refleksiyle Sünni mezhebinin vecibelerini ve gereklerini yerine getirdikleri doğrudur. Bu durum tamamıyla takiyyedir.

Bu bilgiyi emekli Cumhuriyet Savcısı- yazar (Türk Pen Kulübü Yöneticisi ve Cumhuriyet gazetesi yazarlarından) İsmet Kemal Karadayı vasıtasıyla öğrendim.”
internethaber.com

Abdüllatif Şener’den dehşet veren iddialar
9/12/2012



İran’ın daveti üzerine Tahran’da düzenlenen Suriye Konferansı’na katılan Şener, aldığı istihbaratları açıkladı: Türkiye’yi parçalama ve istikrarsızlaştırma adına El Kaide militanları, Alevilere saldıracak!..

AbdÜllatİf Şener şu ifadeleri kullandı: Görüştüğüm kişi, El-Kaide’nin ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etmek, Türkiye’yi istikrarsız hale getirip parçalamak adına Alevileri hedef alacağını ve katliamlara başlayacağını söyledi.

Abdüllatif Şener’den dehşet veren iddia!

Tahran’daki Suriye Konferansı’na katılan Şener, aldığı istihbaratları açıkladı: Türkiye’yi parçalama adına El Kaide militanları, Alevileri katledecek

İran’ın daveti üzerine 18 Kasım’da Tahran’da düzenlenen Suriye konferansına katılan eski Türkiye Partisi Genel Başkanı Abdüllatif Şener, dehşete düşüren açıklamalarda bulundu. Suriyelilerin geleceğine Suriyeliler’in karar vermesi gerektiğini söyleyen Şener, “Türkiye’nin muhalefetin yanında yer alması uluslararası güç odaklarının taşeronluğunu üstlenmekten başka hiçbir anlam ifade etmiyor” dedi.

Tahran’da kaldığı otelde El-Kaide konusunda uzman İranlı yetkili ile görüştüğünü söyleyen Şener, “El-Kaide ile ilgili bilgi istedim. Çünkü onlar bu konuda tecrübeli. Türkiye’den El-Kaide’ye katılmak üzere gidenler İran üzerinden ulaşıyor. El-Kaide ile ilgili son duyumları onların uzmanlarından dinledim. Hatta 6-7 kişi ile birlikteydik. Görüştüğüm kişi, El-Kaide’nin ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etmek, Türkiye’yi istikrarsız hale getirip parçalamak adına Alevileri hedef alacağını ve katliamlara başlayacağını söyledi” dedi.

Ankara taşeron

Suriye’yi karıştıranların dışarıdan gelen silahlı kişiler olduğunu, ülkede istikrar için bu grupların ülkeyi terk etmeleri gerektiğini vurgulayan Şener, Türkiye’nin destek verdiği muhaliflerin meşru olmadıklarını savundu. Şener, şöyle devam etti: “Suriye’deki muhalefetin insan hakları ihlalleri ayyuka çıkmış. Çocukları katlediyor, türbelere bomba atıyorlar. Öylesine çok yabancının Suriye’de kan gövdeyi götürecek bir eylemi başlattığı bir ortamda halk nazarında içerideki Suriyeli muhalifler de yara alıyor. Yabancı işgalcilerle işbirlikçi konumuna düşen Suriye muhalefeti ortaya çıkmış vaziyette. Uluslararası senaryolar ortaya konularak muhalefet yapısıyla Suriye’de iyi şeyler olsun amaçlamıyor. Sadece uluslararası küresel güçlerin Suriye’yi karıştırmak ve Suriye üzerinde kendi emellerini gerçekleştirmekten başka hiçbir niyetleri yok.”

3 bin Türk militan

Bu arada, Tahran’daki toplantıda konuşulanlar özetle şöyle:

“CIA kontrolündeki 10 bin kişilik El-Kaide militanları Suriye’de sivil halka akıl almaz işkenceler yaptı. Bu militanların içinde 3 bin Türk’ün bulunduğu delillerle ortaya konuldu. Toplantıdaki bütün konuşmacılar Suriye’de akan kanda asıl sorumluluğun Başbakan Tayyip Erdoğan ve Türkiye olduğunu vurguladı.. Esad’ı hedef alan Suriye saldırısının asıl amacının Büyük Kürdistan’ın inşası olduğu somut verilerle ortaya konuldu. El-Kaide’nin İslamiyeti çirkin göstermek için CIA tarafından nasıl kurulup büyütüldüğü istihbari verilerle paylaşıldı.”
Kaynak: http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/

Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Alevi'yi katlettiği iddiasına cevap



Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu'ndan Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Alevi'yi katlettiği iddiasına cevap verdi. İşte gerçekler... Bahadıroğlu, İstanbul Boğazı'nda temeli atılan 3. köprüye ismi verilen Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Alevi'yi katlettiği iddialarının birinci dereceden belge niteliğindeki hiçbir kaynakta yer almadığını, ilgili söylemlerin 18. yy.'da İran casusları tarafından Avrupa'ya geçtiğini belirtti. Tarihçi Yazar Yavuz Bahadıroğlu, Habertürk'te Yavuz Sultan Selim'in 40 bin Alevi'yi katlettiği iddiasına cevap verdi. Katliam iddiasına ilişkin yapılan doktora çalışmaları bulunduğuna dikkat çeken Bahadıroğlu, "Neden yapsın?" sorusunu yöneltmesinin ardından, yapılan yol ve inşaatlara dikkat çekerek "Şimdiye kadar, 40 Bin kişinin ya da biner biner kişinin, onar bin kişilerin gömüldüğü toplu mezar çıktı mı?" dedi. Bahadıroğlu, hiçbirşeyin gizli kalmayacağını, zaman içinde toprağın kusacağını ve o gizliliği dışa vuracağını belirtti. O dönemin İstanbul dışındaki şehirlerinin nüfusunun ortalama On'ar bin kişi olduğunu hatırlatan Bahadıroğlu, bu iddianın aşağı yukarı 4 büyük şehirin tarihten silinmiş olması anlamına geldiğini kaydetti. Bahadıroğlu, böyle bir silinmenin de vergi gelirlerinden anlaşılabileceğini ifade etti ve sordu:

"Orada bir azalma olmuş mu?" Görgü şahitlerinin kayıtlarından da mutlaka bir kağıt, bir defter kalması gerektiğini ancak böyle bir belgenin de bulunmadığını açıklayan Bahadıroğlu, "Bunu en fazla İran casuslarının dillendirdiğini ve Farisi kaynaklardan Avrupa'ya geçtiğini, bizde ancak bazı Kürt kaynaklarında buna benzer iddialar olduğunu görüyoruz." Dedi. Birinci dereceden belge sayılabilecek nitelikteki önemli kaynaklarda ilgili iddialara ilişkin bir ifade olmadığının net bir şekilde altını çizen Bahadıroğlu, "Daha çok 18. yy. sonrasında yoğun bir şekilde bunlar gündeme getirilmiş, hem milliyetçilik duyguları itibariyle Osmanlı hakimiyetindeki Kürtleri, Bulgarları, Yugoslavları kaşımaya başlamışlar hem de halkları birbirine düşman etme çabaları işin içine girmiş, dış güçler işin içinde olmuş" dedi ve özellikle İran kaynaklı asılsız iddialar olduğunu vurguladı.

Bahadıroğlu, Yavuz Sultan Selim'in padişah olma sürecindeki gelişmelerin de sebebinin "Şah İsmail'in Anadolu'yu götürüyor olması ve Anadolusuz bir Türkiye'nin de sadece Balkanlarla ayakta duramayacağı" bilgisi ile babasını uyardığı ancak önlem alınmaması üzerine durumun geliştiğini belirtti.

https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI?ref=stream

Meğer TOKİ Cem Vakfı'nı ihya etmiş!
11 Kasım 2013



Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan, TOKİ'nin kamulaştırma işlemi sonucunda, 2009 yılında TOKİ'den 196 daire ve 5 milyon TL Paylaş
Meğer TOKİ Cem Vakfı'nı ihya etmiş!

ANKARA - Son olarak Ankara Tuzluçayır'a yaptırılan, halkın günlerce sokakta tepki gösterdiği, çatıştığı cami-cemevi projesinin mimarı İzzetin Doğan ve Cem Vakfı hakkında çarpıcı iddia!

Evrensel'in haberine göre CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal'ın TOKİ'ye İstanbul'daki araziler hakkında verdiği bilgi edinme dilekçesine gelen cevap'ta İzzettin Doğan, Cemal Canpolat ve Sedat Doğan'a 2009 yılında kamulaştırma yoluyla 1 milyon 55 bin 616 metrekare taşınmaz verildiği ifade edildi. 2009 yılında kamulaştırma çalışmalarına başlanan, İstanbul Başakşehir ilçesi Kayabaşı Mahallesi Resneli Çiftliği mevkiinde yer alan Eski 1373 parselin bulunduğu 460 hektarlık alan karşılığında Cem Vakfı Genel Başkanı İzzetin Doğan'a 31 milyon 830 bin TL değerinde 196 konut ve 5 milyon TL, Cem Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Cemal Canpolat'a ise 3 milyon 476 bin TL değerinde 29 konut verildiği belirtildi.

Kaynak: http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/meger-toki-cem-vakfini-ihya-etmis-h44513.html
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Ksm 11, 2013 10:22 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Mar 28, 2012 10:40 pm    Mesaj konusu: ‘Cumhuriyet Sünniliği’ yerine ‘serbest piyasa Müslümanlığı’ Alıntıyla Cevap Gönder

‘Cumhuriyet Sünniliği’ yerine ‘serbest piyasa Müslümanlığı’
27 Mart 2012



Doç. Yıldırım: Cumhuriyetle birlikte dini çoğulculuk yok edildi ve devlet dini eğitim konusunu tekeline aldı. Ortaya çıkan Cumhuriyet Sünniliğidir

DİN EĞİTİMİ UZMANI DOÇ. DR. ERGÜN YILDIRIM 4+4+4 SİSTEMİNİ DEĞERLENDİRDİ
Fadime Özkan

12 yıllık zorunlu eğitimi 4+4+4 formülü ile kademelendiren ve öğrencilere seçenekler dizgesi sunan eğitim reformu bu hafta siyasetin ağırlıklı gündem maddesini oluşturacak. Reformun kıyamet kopartan ana fikri ise dileyen ailelere çocuklarının din eğitimi alması imkanını sunuyor olması.

Cumhuriyetin din eğitimi konusuna başından beri nasıl yaklaştığını, ideolojik yüklemelerle ortaya nasıl bir “din eğitimi anlayışı” çıkardığını Yıldız Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ergün Yıldırım ile konuştuk. Doktorasını din eğitimi üzerine yapan sosyologun Türkiye'nin Modernleşmesi ve İslâm, İktidar Mücadelesi ve Din, Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi ve Hayali Modernlik dışında da yayınlanmış çok sayıda eseri bulunuyor.

Kuruluşundan bu yana devlet, özelikle Cumhuriyet ideolojisini yerleştirmek bakımından din eğitimi konusuna nasıl yaklaştı?

Osmanlı son yıllarından itibaren Harbiye, Tıbbiye gibi okullar açılınca buralarda Ulum-i Diniye dersleri verilmeye başlandı. Bu okullar bütünüyle pozitif bilim dersleri veriyordu ve dolayısıyla medreselerden farklı, modern kurumlardı. Dönemin yöneticileri, aydınları din eğitimi derslerinin eksikliğini gördüler ve Ulum-i Diniye derslerini koydular. Mesela Ahmet Hamdi Aksekili’nin kitapları ilk din eğitimi kitaplarıdır. Ve Bahriye’de ilk din eğitimi dersleri verenlerden biridir Aksekili. Sonraki dönemlerinde Cumhuriyet ideolojisine uygun olarak Osmanlı’ya ait geleneksel kurumlar, medreseler kaldırılıyor ve seküler temelli okullar kuruluyor ve modern din anlayışına uygun eğitimi ondan sonra hep bunlar veriyor.

“Cumhuriyetin modern din anlayışı” dediğimiz şey tam olarak nedir?

Cumhuriyetin din anlayışı bütünüyle Osmanlı’nın din anlayışını tasfiye etmek üzere kurulu bir anlayış. O nedenle Osmanlıya ait bütün yaklaşımları, pratikleri, sembolleri eleştiriyor ve onları toplumdan uzak tutmak istiyor. O nedenle ulema eleştirisi yapılıyor, klasik medrese eğitiminden çıkmak isteniyor. Bunun yerini yeni, modern dünyayla bütünleşen, milliyetçilik ideolojisini içeren, ulus devlete uygun bir kimlik geliştirmek için yeni bir din anlayışı geliştiriyor.

CUMHURİYET DİNİ ÇOĞULCULUĞU DARALTTI

Bu, dini daraltan bir şey değil mi aynı zamanda?

Din eğitiminin çoğulculuğuna son veriliyor tabi. Geleneksel din anlayışının çoğulculuğundan kasıt medreseler, tekkeler, dergahlar ve o vakte kadar farklı dini eğitim halkaları var. Cumhuriyet döneminin yeni din anlayışının konseptinde bunlara yer verilmiyor ve dolayısıyla din eğitimi bu çoğulcu boyutlarını kaybediyor. “Din sadece mekteplerde öğretilir” önermesi çok önemli bir önermedir. Bu önermeyi ilk olarak Atatürk ifade eder. Ve yeni dönemin din eğitim politikasının ana önermesidir bu ve bütün bir Cumhuriyet Döneminde değişmeyen bir önerme olarak devam eder.

Sonraki dönemlerde devreye giren Kur’an kursu uygulamalarını da kapsıyor mu bu önerme?

Mesela 12 Eylül’den sonra Kenan Evren yaptığı konuşmalarda, Kuran kurslarıyla ilgili özellikle Süleymancıları ve diğer sivil dini eğitimleri kastederek bunları eleştirir ve çocukların din eğitimini devletin okullarında alması gerektiğini söyler. Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor; Devlet dini eğitimi tekeline almak istiyor. Tekelci bir din eğitimi var. Dolayısıyla bu sosyolojik manada, sivil din eğitiminin budanması, tahammül gösterilmemesi, geliştirilmesinin önünün alınması manasına geliyor.

DİN EĞİTİMİNDE DEVLET TEKELİ VAR

Peki devlet bütün bu çoğulcu din eğitimini tekeline aldıktan sonra o çoğulculuğun ihtiyacını karşılayacak şekilde çoğulcu bir din eğitimi veriyor mu? Yoksa orada da mı tekelci?

Kesinlikle çoğulcu bir din eğitimi vermiyor. 1928’lerde din dersleri kaldırılıyor ve köy okullarıyla lokal düzeyde dershanelerde bir takım din eğitimi çalışmaları olsa da yaygın değil. Din eğitimi 45’lerden sonra 1949’da İlahiyat fakültelerinde ve İmam Hatiplerde din dersleri adıyla tekrar gündeme geliyor ve çok partili sisteme geçişte okutuluyor. Zaman zaman bunlar seçmeli halde okutuluyor.

Ne zaman mecburi hale geliyor?

12 Eylülden sonra fakat din eğitiminin ana felsefesi değişmiyor. Yani türdeş, çoğulculuğa yer vermeyen bir din eğitimi veriliyor. Sivil, toplumsal özellikler taşımayan ve sadece resmi dünya görüşüyle, resmi ideolojiyle bütünleşen din eğitimi veriliyor. Bunun zorunluluğu veya seçmeliliği çok fark etmiyor o yüzden bence. Bizim görmemiz gereken işin önemli boyutu şu, bugün de böyle devam ediyor: Süleymancılık Cemaati başta olmak üzere sivil toplumsal düzeydeki bazı Kuran Kursları’nın zaman zaman tahakkümlerle, dışlamalarla karşılaşıyor olmaları. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığının Kuran Kursları projesi bütünüyle bunu tasfiye etmeye yönelik olarak geliştirilmiş bir alternatiftir. Bu bir defa, bir toplumun kendi sivil arayışlarıyla kendi özgürlükleriyle, seçenekleriyle din eğitimi konusunda bir şeyler yapma arayışlarını, varlıklarını ciddi anlamda baskılayan bir şey. O nedenle hayatımızı hala Cumhuriyet ideolojisinin o bahsettiğimiz seküler dünya temelli din anlayışına uygun din dersi politikalarıyla sürdürdüğümüzü görmemiz lazım.

HERKESİN İHTİYACI KARŞILANMALI

Çoğulcu din eğitimine geçiş her koşulda şart diyorsunuz sanırım?

Tabi. Bugün Türkiye’nin özgürlüklerini, çok kültürlülüğünü, demokratikleşmeyi konuşuyoruz, etnisite farklarını, Alevileri, gayri Müslimleri… Bunlar önemli gelişmeler ama bu toplumun büyük bir kısmı, diyelim ki yüzde 80’i de Sünni Müslümanlardan oluşturuyor. Ve bu Sünni Müslümanların büyük kısmı da -2006’da TESEV’in yaptığı çalışmada da ortaya çıkmıştı- din eğitimi almak istiyorlar. İnsanlara bu din eğitimini nasıl sağlayabiliriz, bunun cevabını vermek önemli. Diğer yandan ateistler din eğitimi almak istemiyor, gayri Müslimler ve Hıristiyanlar kendi dinleriyle ilgili eğitim almak istiyorlar, Aleviler Alevilik boyutlarını içeren bir din eğitimi almak istiyorlar. Bütün bunları görmemiz fakat büyük kitlenin taleplerini de mas etmememiz gerekiyor.

ALEVİLİK GİBİ KADİRİLİK DE YOK SAYILMIŞ

Bugüne dek olan şuydu: Devlet “Ben her hangi bir dinin eğitimini vermiyorum, genel çerçevede tüm çocuklara din ve ahlak bilgisi öğretiyorum” diyordu. Gelen itirazlar ise o din ve ahlak bilgisinin yine Sünni İslam ağırlıklı olarak verildiği, diğerlerinin dışlandığı yönündeydi…

O itiraz da problemli çünkü bütün din ve ahlak bilgisi derslerinin metinlerini incelediğimizde gördüğümüz şey; Cumhuriyet projesinde mezhepler üstünde bir dil, bir metin geliştirilmiş olduğu. İslam’ın bu çerçevede algılanması istendiği, türdeş bir din anlayışı oturtulmak istendiği içindir ki tasavvuf çizgiler üstü, mezhepler üstü bir format üretilmiş. Dolayısıyla onun içinde Aleviliğin farklılıkları ve özgünlükleri olmadığı gibi Mevleviliğin de farklılıkları ve özgünlükleri de, Kadiriliğin de özgünlükleri ve farklılıkları yok. O nedenle burada bir yanlış algılama var.

YÜZDE 82’NİN İSTEĞİNE KAYITSIZ KALINAMAZ

Devletin bir kamu hizmeti olarak din eğitimi vermesi yönündeki talep de büyük bir talep. Bugünkü yeni çoğulcu toplum yapısında din dersleri nasıl yapılandırılmalı sizce?

Bu önemli bir soru. İnsanların din eğitimi taleplerini iki kategoride tanımlamak mümkün. 1) Toplumun yüzde 82’si mecburi din eğitimini istiyor ve toplumdaki kültürel anlamda dinsel farklılıkları kapsayan ama Sünni çoğunluğa da hitap eden, onların gerçek anlamda dinlerini öğrenmesine yardımcı olan din eğitiminin çocuklarına verilmesini istiyor. 2) Toplumun diğer bir kısmı da İmam Hatipler örneğinde olduğu gibi çocuklarının hem daha yoğun bir din eğitimi almasını hem de modern bir eğitim görmelerini istiyor. Bunlar seçenekler. Talep de toplumda varsa biz bu seçenekleri topluma sunmakla sorumluyuz. Devlet, empoze eden değil toplumsal talebi algılayarak ona göre sistem üreten bir irade olmalıdır. Türkiye’nin de buna alışması gerekiyor.

İMAM HATİPLER BİR İHTİYAÇ

İmam Hatipler varlığını korumalı mı?

İmam Hatiplerle ilgili CHP’nin enteresan korkuları var. Bu, korkular tezinden kurtulmamız gerekiyor. Bir defa şunu görmek gerekiyor, İmam Hatipten çıkan biri olarak söylüyorum, İHL’lerin okul, yurt binalarının çoğu halk tarafından yapılmıştır. Halkın bu tarz dini eğitim konusunda ciddi bir talebi var. İmam Hatipler, devletin bunu tamamlamıştır, milletle devlet arasında, cumhuriyet döneminin uzlaşmasını temsil eden en iyi en faydalı örneklerden birisidir İmam Hatipler. Burada sorunlar çıkıyorsa 28 Şubatta yapıldığı gibi yok etme yerine sorunları çözmek gerekiyor. İmam Hatiplerle ilgili yeni eğitim politikasının önerdiği şeyler doğru şeylerdir. Daha erken yaşlarda din eğitimini alarak diğer konularda da daha iyi yetişme imkanını sağlıyor. O nedenle İmam Hatiplere bakıp da irtica geliyor korkusuyla bunu engellemeye çalışmak büyük bir cehaleti gösteriyor açıkçası.

DEĞER EĞİTİMİNİ ATEİSTLER DE İSTER

Din dersi yerine “değerler eğitimi”nden de bahsediliyor?

Bu kesinlikle doğru değil. Bir defa Türkiye’de Sünni çoğunluk diğer çoğunlukları da ürkütmeden çocuklarına din eğitimini vermek üzere hile-i şer’iye’ye başvuracaksa bu yanlış olur. Şirin gözükmek, hile-i şer’iye’ye başvurmak gibi dönemleri geçtik biz, özgürce hedeflerimizi ortaya koyup beraber mutlu bir toplum kurmak zorundayız. O nedenle ahlak dersi dediğimizde bunun Platon’dan Kant’a, Sokrates’e ve kültürümüzde birikimimizde teorileri olan Mevlana’ya, Yunus Emre’ye, Hacı Bektaşi Veli’ye ve bizde de Kınalızade’ye kadar saygınlık, vicdan, yardımseverlik, hayırseverlik gibi normları birleştirerek bir ahlak dersi geliştirilebilir ve bu ahlak dersi herkese verilebilir.

Zorunlu olarak mı verilmeli peki bu ahlak dersi?

Evet, bence böyle bir metin üretildiğinde Türkiye’de ateistler bile kültürel ve sosyolojik olarak onlar da buna saygı duyarlar, Müslüman itikat olarak katılmasalar da. Hiçbir ateist Yunus Emre’nin, Hacı Bektaşi Veli’nin, Kant’ın vicdanla, saygınlıkla ile ilgili metinlerinin ortak dünyasında yer almaktan rahatsızlık duymaz. Fakat Türkiye bu konuda çok ikircikli. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarının sadece tecrübeden bahsettiği, dine karşı net ve eşit bir tavır içinde olduğu imgesini yansıtılıyor ama içerik öyle değil. İçerik bütünüyle İslam’ın hatta Sünni İslam’ın akidelerini, temel dünya görüşünü anlatıyor. Dolayısıyla Alevilerin ve diğer kesimlerin bundan rahatsızlık duyması çok doğal... Bu nedenle bunu yeniden gözden geçirmemiz ikircikli davranmadan herkese açıkça değen, herkesin algılayacağı, memnun olacağı bir yapılandırmaya gitmemiz şart diye düşünüyorum.

4+4+4’İN SEÇENEKLER SUNMASI DOĞRU

Malum, Türkiye 4+4+4 yasa teklifiyle eğitimde ciddi bir reform hazırlığında. Bu yeni sistemi nasıl buluyorsunuz, din eğitimi konusunda bu çeşitliliğin, çoğulculuğun sunulduğunu düşünüyor musunuz?

Sayın Bakan’ın konuşmalarını, tartışmalarını başında beri dikkatle izliyorum. Bütün bunlara baktığımda kesintisiz eğitimin kaldırılmasını, insanlara farklı seçenekler, meslek liselerine farklı tercih imkanları sunulmasını doğru buluyorum. Öte yandan anlamakta zorlandığım bazı ifadeler var. Örneğin açık öğretimi tercih edecek kişilerin Bakanlar Kurulu’ndan geçirilerek onaylanması gibi. Burada devletin topluma ayrıntılı biçimde müdahale etmesi imgesi saklı hala ki bu doğru bir şey değil. Devlet denetleme yetkisine sahiptir ama kendi toplumuna farklı eğitim seçeneklerini kullanmaları için de yardımcı olmak zorundadır. Bugün Amerika’da 2000 yılından bu yana ‘home schooling’ler var ve bu okullara sadece California’da yüzde 10’dan fazla insan katılıyor. Biz de eğitim politikasının yeniden yapılandığı bu süreçte resmi ideolojinin, ulus devlet kalıplarından çıkıp nasıl ki Kürtçe eğitim seçeneği sağlıyorsak, din eğitimi konusunda da daha çoğulcu, daha özgürlükçü, Sünnilerin de, Alevilerin de kendilerini görebileceği bir din eğitimi geliştirmemiz gerekiyor. Meslek lisesi, açık öğretim gibi okulların da çoğullaşması, devletin buralarda daha çok önerici ve denetleyici olması, tercihi ailelere öğrencilere bırakması daha demokratik bir tutumdur diye düşünüyorum.

DEVLET SEÇENEK SUNSUN VE DENETLESİN

Devletin din eğitiminden elini eteğini tamamen çekmesi, toplumun kendi kendine örgütlenmesi gerektiğini değil devletin din eğitimini bir kamu hizmeti olarak sunması gerektiğini söylüyorsunuz değil mi?

Evet. Ama denetimin olması gerekiyor elbette. Çünkü o gelenek yıkıldı ve toplum şimdi bunu kendisi yapabilecek, cevabını verebilecek konumda değil. O nedenle devletin bir takım seçenekler sunması, toplumun onlardan birini seçebilme imkanına sahip olması, devletin de denetim rolünü sürdürmesi daha doğru bir tutum olur.

DEVLET DİNİ ALANDAN YAVAŞÇA ÇEKİLMELİ

Çünkü benzer bir tez Diyanet için de var: Laik devlette Diyanet gibi dini belirleyen ve din hizmeti üreten bir devlet kurumunun varlığını en azından ilkesel düzeyde yanlış bulan ve Diyanet’in lağvedilmesini önerenler de var ama bunun karşılığında bu kadar örgütlü bir yapının birden bire geri çekilmesiyle yerini büyük bir kaos alır, deniyor. Almanya’da Müslümanların birbirlerinin camilerine bile gitmediği örneği veriliyor…

Bu tez Türkiye’yi anti demokratik bir şekilde yönetmek isteyenlerin ileri sürdüğü bir tezdir. Biz Kürtlerin kimliğini tanırsak, Alevilerin varlığını tanırsak bölücülük olur, çatışma olur denilerek güvenlikçi politikalarla toplumu dizayn etmek algısıdır bu. Din üzerinde de bu sürdürülüyor ki yanlış. Çünkü zaten Diyanet olduğu ve her şeye karışmak istediği için bu toplum içindeki dinsel topluluklar kendi çabalarıyla var olma, birbirleriyle medeni bir biçimde dayanışma içinde yeni örgütler kurma geleneğini oluşturamadılar şimdiye kadar ve oluşturamıyorlar. Bu korkuyu öne sürerek Diyanet’in varlığını meşrulaştırmaya devam edersek de bu böyle devam eder. O nedenle Diyanet İşleri Başkanlığının hizmetlerinin olabildiğince sınırlandırılması sadece camilerin bakımı ve temizliği ile ilgili bir konuma sahip olması lazım.

Ya imamlar?

Camiler bütün Müslümanların ibadet mekânı, en azından Sünni çoğunluk böyle algılıyor. Ama bizim tarihimizde tekkeler ve dergâhlar da var. Bugün artık bunların adına dergâh, tekke demek gerekmiyor vakıflar da denebilir, zaten vakıflarla idare ediliyorlar. Bunlar da kendi varlıklarını yavaş yavaş genişletme, dini eğitim verme, dinle ilgili hayırseverlik çalışmalarında bulunma konusunda ki birikimlerini medeni bir biçimde, gizli ajandalardan uzak durarak, toplum içinde ortaya koymalı, tecrübe etmeli, ifade etmeli ve geliştirmelidir. Üniversite, araştırma merkezleri, hastaneler açmak Diyanetin işi değildir. Bu toplumun bir hayırseverlik geleneği var, toplum bunu kendisi yapmalı. Bırakıldığında da yapıyor da zaten, insanlar ta dünyanın öbür ucuna gidip kuyular açıyorlar, Kuran kursları kuruyorlar. Bu yeteneği gösteren yapılar bunu neden bu toplum için de yapmasın? Ama devlet elbette bunun denetimini yapar. Kanuna, genel anayasa hükümlerine ters olan durumlarda gerekli önlemleri alır. Ama sopayı gösterip de kötülüğe razı etme tutumu çok yanlış.

SERBEST PİYASA MÜSLÜMANLIĞI EN İYİSİ

Devlet başından itibaren hem din eğitimini tekeline aldı hem de çoğulcu dini anlayışı tek kalıba döktü dedik. Üzerinden yüzyıla yaklaşan bir zaman geçti. Bugün Türkiye sosyolojisi bize ne diyor; devlet bu alanda yapmak istediğini başardı mı?

Kısmi olarak başardı, bir biçimde bugünkü insanların çoğunun kafasında ki Müslümanlık Türkçülükle bütünleşen bir Müslümanlıktır. Bu ülkenin çoğunun kafasında ki Müslümanlık Diyanet’in önerdiği tek tipçi Müslümanlıktır. Bu bir başarıdır ama öte yandan bu toplumda cemaatler, tarikatlar, vakıflar da varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar ve bu da cumhuriyetin başarısızlığını gösteriyor. Dolayısıyla bu iki farklı durum, gruplaşma çatışmayı da belirliyor. Bu gruplaşmalardan çatışmalardan kurtulmamız için devletin bu müdahaleci pozisyonu azaltıp, giderek yok ederek sadece denetleyici pozisyonunu sürdürmesi gerekiyor. O zaman toplumda Müslümanlık, Müslüman toplulukları kutuplaşmadan, çatışmadan beraber yaşama, beraber bilgi üretme, beraber eğitim faaliyetlerinde bulunma alışkanlıklarını kazanırlar, sürdürürler. Dünyada da bu böyledir. Amerika’da yüzlerce dini sivil dinsel topluluklar var, hastaneler, üniversiteler açan, faaliyetlerde bulunan. Çünkü insanlar devlet görevlisi olmadan da dinsel vicdan benimseyip hayırseverlikte bulunma motivasyonunu yükseltirler. O nedenle ‘serbest piyasa Müslümanlığı’ daha doğru bir Müslümanlıktır. Bu bizim geleneğimizle de çok uyuşan bir Müslümanlıktır. Devlet çok yukarıdadır ve insanlarımızın zihninde de sadece imgesel olarak etkilidir; halife ortak iyidir, Hz. Ömer’in adaletidir. Ama modern dönemde devlet bütün bir yaşam alanımıza müdahale edip belirleyici olmak isteyince toplum üretim dinamizmini ortaya koyamıyor.

CUMHURİYET SÜNNİLİĞİ TÜRK İSLAMCIDIR

“Cumhuriyet Sünniliği” dediğiniz kavramsallaştırmada kast ettiğiniz şey devletin biçimlendirdiği, Türkçü ve devletçi İslam mıdır?

Kesinlikle öyle çünkü Osmanlı Sünniliğinde bu yok. Osmanlı Sünni Müslümanları daha geniş düşünürler. Bütün farklı etnik Müslümanları, farklı bölgesel Müslümanlıkları, farklı mezhepsel yorumları kabul ederler. Zaman zaman sürtüşmeler olsa da genel olarak birbirlerini daha kardeş algılayarak, beraber yaşamaya alışan, bunu sürdüren bir yapıdadır Osmanlı Sünniliği. Fakat Cumhuriyet dönemindeki Sünnilik resmi ideolojiyle bütünleşen bir Sünniliktir ve türdeş bir Müslümanlığı öngörür. Türdeş olan Müslümanlık pratiği ve olabildiğince ulusal anlayışla bütünleşen bir Müslümanlık anlayışıdır bu.

ÜMMETTEN KOPAN, BURNU BÜYÜK BİR MÜSLÜMANLIK

Ümmetten kopartan bir Müslümanlık anlayışı mıdır Cumhuriyet Sünnilik anlayışı?

Osmanlı coğrafyasını düşünelim. Bütün bir coğrafya tahayyülünde beraber olmayı, farklılıklara saygılı olmayı düşünen bir Müslümanlıktan çıktık sadece Anadolu sınırları içinde tanımlanan ve üstelik Anadolu sınırları içinde de Türk olarak tanımlanan kişilerle daha çok beraber olmayı vurgulayan bir Sünnilik tecrübesi ortaya çıkardı Cumhuriyet Sünniliği. Evet, doğru bir saptama bu bence.

Ve hatta bir tür hiyerarşi de kuruyor galiba Cumhuriyet Sünniliği. Sünni İslam’ı diğer İslam yorumlarına mezheplerine üstün tutuyor, diğerlerini azımsıyor, aşağılıyor sanki…

Böyle dışlayıcı bir şey de var. Geleneksel dönemde ki Sünnilik gayri Müslimlere Batı diyordu ama Batı dediği için onları dışlamıyorlardı, onların da çanları, kiliseleri, manastırları vardı, bunu kabulleniyordu ve İstanbul’un nüfusunun yüzde 48’i gayri Müslimlerden oluşuyordu. Ama Cumhuriyet dönemindeki Sünniliğin zihnindeki gayri Müslim hep haindir, hep Türkiye’yi, Müslümanları satandır. Öyle bir Sünnilik algılaması var Cumhuriyet döneminde. Bu da bizzat Sünniliğin kendi tarihsel tecrübesinden gelen bir şey değil Cumhuriyet ideolojisinin ürettiği Sünnilikten kaynaklanıyor aslında.

Peki. Diyelim ki devlet bugün bu hatanın farkına vardı ve bu belirleyici alandan çekilmeye çalıştı. Ama on yıllardır böyle belletilmiş, din diye buna iman ettirilmiş bir büyük topluluk var karşısında. Devlet bunu yapsa bile bugünkü toplum bunu benimsemeyebilir yani?

Olabilir tabi ama biraz zamana yaymak biraz da devletin ideolojik aygıtlarının böyle bir Sünnilik üretiminden vazgeçmesi lazım. Devletin dini ideolojik aygıtlarının başında Diyanet geliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı genişleme politikasından ve biz olmazsak sivil toplum içindeki dinsel topluluklar birbirini boğazlar söylemlerinden vazgeçmesi gerekiyor. Bu korku söylemi ile oraya müdahale hakkını meşrulaştırıyor.

ALEVİLİK DE SÜNNİLİK GİBİ TEKİLLEŞTİ

Alevilik Sünnilik ayrışmasına ve Aleviliğin yakın dönem seyrine gelmek istiyorum. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının, Cumhuriyetin tek tipçi din politikasında karar kılınmasının ve kendi ideolojisine göre bir tür Sünni İslam’ı üretmesinin, Anadolu İslam’ı denilen Aleviliğin politikleşmesinde, diaspora Alevilerince İslam dışına taşınmasında etkisi ne oldu sizce ya da etkisi oldu mu? ?

Kesinlikle oldu. Sünnilik nasıl tekil bir Müslümanlık olarak üretiliyorsa, Alevilikte de benzer bir çoğulculuğun yok olması süreci yaşandı. Özellikle Avrupa’da yetişen, Marksizm geleneğiyle tanışan ve Marksizm’in hegomonyasını kaybetmesinin ardından ideolojik boşluk içine düşen Alevi aydınlar bu defa Aleviliği aynı modernist tekil bakış açısıyla üretmeye başladılar. Alevilik çoğulcu bir dünyaya sahipti, içinde Kızılbaşlık var, Rafizilik var, Caferilik var, Bektaşilik var. Bütün bu farklılıkları bir kenara koyup tekil ideoloji üzerine Alevilik diye bir şeyi hem keşfediyor hem yeniden üretiyorlar. Ve bunu üretirken bazıları da Marksizm’den aldığı materyalist anlayışla Aleviliği olabildiğince materyalist bir paradigmayla temellendirmenin çabasına giriyor. Ayrıca tarih içinde Alevilerin Sünnilerle ilişkisini Marksizm’in çatışmacı teorisi üzerinden okuyarak hep Alevilerin Sünnilerle olan çatışmalarını anlatıyorlar.

Halbuki öyle değil midir?

Alevilerle Sünnilerle tarih içinde sadece çatışarak var olmadılar. Aynı zamanda komşu da oldular, aynı tarlada da çalıştılar. Beraber savaştıkları durumlar da oldu ama aynı köyde yan yana da yaşadılar. Benim babamların kuşağı öyleydi. Bizim köyde hala Aleviler ve Sünniler yan yana yaşarlar. Ama bu Alevi entelektüelliği dediğim gibi, Marksizm’in çatışma teorisinden hareketle bütün bir tarihi Alevilerle Sünnilerin çatışma tarihi olarak okuma yanıltısına giriyorlar. Bu gerçekliği mas eden, çarpıtan ideolojik bir şeydir, dolayısıyla çok da hayırlı bir şey değildir. Ama bütün bir Alevi aydınlarını da böyle yorumlamak doğru değil. Hakikaten Aleviliğin reddedilen, üstü örtülen özelliklerini keşfeden, onu öğrenen ve bu çerçevede yeniden barış içinde beraber olmak isteyen kişisel kimlik olarak Alevi olarak yaşamak isteyen insanlar da elbette çoğunlukta var.

TÜRKİYE DİNDARLARI SEKÜLERLEŞTİ

Dünya değerler araştırmasının geçen seneki sonuçlarına göre Türkiye’de kendini dindar olarak tanımlayanların oranı yüzde 81. Türkiye’de yapılan bazı kamuoyu araştırmaları da zaten Türk halkının giderek “dindarlaştığını” bulguluyor. Nasıl yorumluyorsunuz?

Dünya Değerler Araştırmasını Amerikalı bir sosyologun koordinatörlüğünde yapıldı. Türkiye’de de Sabancı Üniversitesi’nde yapılıyor. Dolayısıyla bunlar Batıda ki toplumsal kurgulardan, durumlardan kalkarak bakıyorlar Türkiye’ye ve orayı merkez aldıkları, buraya oradan baktıkları için de Türkiye çok dindar gözüküyor. Ben iki gün önce Kahire’deydim, buraya Kahire’den baktığımda Türkiye çok çok seküler bir ülke gibi geldi bana, nereye gidiyoruz diye sormaya başladım hatta kendime. Dolayısıyla bunlar çok göreceli bakış açıları. Türkiye bence gittikçe hatta dindarlaşmıyor ama dindarların sekülerleşme trendi içinde olduklarını söylemek mümkün.

ÖTE DÜNYAYA DEĞİL BURAYA YATIRIM YAPILIYOR

Türkiye’deki dindarlar nasıl sekülerleşiyorlar?

Dünyayla ilgili çok daha fazla yatırıma yöneliyorlar, geleceklerini düşünüyorlar, çocuk yatırımı, ev yatırımı, arsa yatırımı, kışlık yatırımı vesaire yapıyorlar. Bu, ahiret merkezli bir dünya görüşü değil dolayısıyla bu bir sekülerleşmedir. O araştırmalarda “kendinizi dindar hissediyorsunuz” diye ya da oruç tutuyor musunuz diye sorulunca sonuç böyle çıkıyor. Türkiye toplumunun yüzde 80’i oruç tutar ve kendisinin Müslüman olmadığının söylenmesini sevmez, istemez, dolayısıyla o parametreler tek başına yeterli değil diye düşünüyorum.

Siz hangi parametrelere göre bakıp tanımlıyorsunuz bugünkü toplumu?

Türkiye toplumu kendi varlık dünyasını kurgularken Paris’i New York’u Londra’yı merkeze alarak kurgulamıyor artık. Kendisi artık bir şeyler yapabilir ve yapıyor da. Dolayısıyla gelenekle de dinle de çatışmak gerekmiyor. Sinemaya, konsere de giderim, başım açık da gezerim ama Cumaya da giderim, namazımı da kılarım diyen yeni bir toplumsal dünyamız var artık. Ne tam geleneksel standartlara uyuyor ne de tam Avrupai modernlik standartlarına. Bu Türkiye’ye özgü bir modernlik durumu bence, yeni bir din modernlik ilişkisi bu.

AK PARTİ VE CEMAAT

Kitap çalışmalarınızdan birinin adı AK parti ve Cemaat adını taşıyor. Her ikisi de yeni Türkiye’nin aktörleri. Ve her ikisi aktörü de belirleyen bir dindarlık. Biri bir sivil toplum hareketi, diğeri bir siyasi bir parti. Toplumdaki çoğulcu dindarlığı kapatan kapsayan bir tarafları da olmakla birlikte varlıklarıyla Türkiye’nin bu günkü dindar toplumunu belirleyen tarafları var mıdır?

Muhafazakâr sivil toplumsal alandaki Nakşibendîlik, Nurculuk, Süleymancılık ve bağımsız İslami grupların siyasi alana, bir Türkiye muhayyilesine yöneldiklerinde AK Parti ortaya çıktı bence. Dolayısıyla AK Parti bu muhafazakârlığın toplumsal alandaki arayışlarını siyasi alanda temsil eden bir örgütsel yapıdır. Başbakan Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün Milli Talebe Birliği, İlim Yayma Cemiyeti gibi yerlerden geldiklerini görüyoruz. Fethullah Gülen hareketi gibi sivil toplumsal alanda mesela Süleymancılar da çok önemli bir cemaat olarak var. Onların da hem Türkiye’de hem dünyada önemli çalışmaları var. Dolayısıyla bunlar daha çok sivil toplumsal alandaki muhafazakarlığı temsil eden, bu dinamizmi ifade eden yapılar. AK Parti ise bunu politik alanda temsil eden bir örgütsel durum ve liderlik durumunda. Son 10 yılın Türkiye’sini birbirlerini tamamlayarak bunlar belirledi. AK Parti’nin de, bu cemaatlerin de dünyaya açılımına baktığımızda yine birbirini tamamlayan varlıklar olduğunu görüyoruz. Kabul etmek gerekir ki muhafazakarların dışında hiçbir sivil toplum hareketi gidip Somali’de kuyu açmadı. Veya tsunamiye yardım için gidip orada çadır açmadı. Bunlar Türkiye’de ki hayırsever vakıf geleneğinin dinamizmini gösteriyor.

Bu sivil sosyal ve siyasi alanların karmaşasına ilişkin güncel bir tartışma da var, malumunuz.

Burada önemli olan cemaatlerin sivil toplumsal alanda kalarak siyasal bir teşkilata dönüşmemesi önemli. Sivil toplum olarak var olmaları ve topluma faydalı olmaları için siyasal bir partiyle rekabete girerek ona dönüşmemeleri çok önemli ve stratejik bir durum. Kendi varlıklarının devamı için, bu topluma, bu millete, bu bölgeye faydalı olabilmeleri için sivil toplumsal dinamizmleriyle var olmaları gerekir. Siyasal alana girip örgütlenmeye başladıkları zaman siyasal teşkilata dönüşür bambaşka bir şey olurlar ve çatışmalar sorunlar çıkar ortaya.
star

Hataylı Aleviler ve Hıristiyanlar: 'Türkiye oyuna geliyor'

Radikal Gazetesi Yazarı Çağıl M.Kasapoğlu Hatay'a gelerek çok önemli bir Röportaj gereçekleştirdi. Şu kriyik günlerde Samandağ'daki Nusayri ve Hristiyanların nabzını tuttu, AKP'nin akıl ve mantık dışı Suriye politikasının yanlışlığını Suriye'ye en yakın noktalardan birinden ışık tuttu:

'Türkiye oyuna geliyor'
15/04/2012
ÇAĞIL M. KASAPOĞLU

Türkiye ile Suriye'yi savaşın eşiğine sürükleyen gerginlik Hataylı Alevileri tedirgin ediyor. Alevi nüfusun yoğun olduğu Samandağ'da Türkiye'nin dış politikasına yapılan eleştirilerden Türk medyası da payını alıyor.

Hataylı Aleviler Türkiye’nin Suriye’ye yönelik sert ifadelerine ve ‘katı’ politikasına tepkili. Vatandaşı oldukları ülkenin, kendileriyle özdeşleştiremedikleri bir dış politika izlediğini belirten Samandağlılara göre Türkiye göz göre göre savaşa itiliyor. Gazete köşelerinde sıkça dile getirilen bu ifadeleri ‘birinci ağızdan’ duymak için yolum Alevi nüfusunun yoğun yaşadığı ve Antakya’ya 24 km uzaklıktaki Samandağ’a düşüyor. Dolmuşta yankılanan Fairuz’un ‘Baytak’ adlı şarkısını dinlerken bir ihtiyar yanaşıyor yanıma, “Kifik habibti?” (Nasılsın canım) diye soruyor. ‘Miniha’ (İyiyim) cevabını verip “Sohbet ilerlese bari” diye umarken o, 3.5 TL’lik dolmuş parasını 2.5 TL’ye çekmek için yol boyu şoförle pazarlık ediyor.
Çoğunluğun Suriye lideri Beşşar Esad gibi Alevi olduğu ilçede, sorularım Suriye meselesine gelince başta dili dökülenler ani bir sessizlikle beni terk ediyor. İlçedeki bu tedirginliğin sebebini Samandağ gazetesi sahibi Şahiye Say ve muhabir kardeşi Hikmet Say’la konuştuktan sonra anlıyorum.

Samandağ gazetesi öfkeli

“Burada herkes Suriye ile savaşa karşı çıkıyor ve ana akım medyanın meseleyi ele alışına tepki gösteriyor. Türkiye’nin herhangi bir müdahalesi burada herkesi ticari anlamda da zor duruma düşürecek. Türk basını da olayları çok abartılı yazıyor. Sanki hadi savaş çıksa da girsek gibi...” diyor Hikmet. İlçede sık sık savaş karşıtı mitingler yapıldığını belirten Hikmet, “Dün 22 Suriye askeri öldü, hiçbir Türk medyası yazmadı. Sırf muhaliflerin ölümlerini yazıyorlar, Suriye cephesinden bakan çok az gazete, televizyon var” sözleriyle doğru bilgi aktarılmadığını savunuyor. Gazete, haberlerini yabancı ajanslara başvurmak yerine Suriye’ye gidip gelenlerin anlattıklarına dayandırıyor ve Suriye ile Arap basınını yakından takip ediyor.Başbakan Tayyip Erdoğan’ın demokratik adımlar atmasını istediği Suriye’ye “Sandıklar kurulsun” uyarısı da Hikmet’in tepkisini çekmiş: “Demokrasi istemek güzel de Katar’da, Suudi Arabistan’da sandık var mı da komşumuza çağrı yapılıyor, onlara susuluyor?”

‘Dul kadınlar mağdur’

Gazetenin sahibi Şahiye Say da iki ülke arasındaki gerilimin ‘Sünni-Alevi’ mezhep çatışmasına çekilmesinden korktuğunu, çatışma ortamında en çok Hatay’ın olumsuz etkileneceğini söylüyor. Sınır geçişlerindeki aksamaların ekonomik açıdan Samandağ’ı vurduğunu belirten Şahiye, “Burada birçok dul kadın, tek yaşayan kadın sınırdan kozmetik, mutfak gereçleri ve kadınlar için çeşit çeşit ürünler getirerek geçimlerini sağlıyordu. Artık sınırı geçemiyorlar, çok zor durumdalar. Halklar, ülkeler kaderini kendileri tayin etmeli. Neden müdahil olunuyor ki? Demokrasi ise o zaman Suudi Arabistan ve Katar’a da müdahale edilmeli” diyor. Hataylıların aylardır tedirgin olduğunu belirten Şahiye, Türkiye ve Suriye arasındaki gerginliğin mezhep çekişmesine getirilmeye çalışıldığını vurguluyor: “Türkiye bir şekilde çok fena oyuna getiriliyor.”

Hıristiyanlar da ‘savaş çağrısı’na kulak tıkıyor

Alevi nüfusun yanı sıra çok sayıda Hıristiyan’ın da yaşadığı Samandağ’da belediye meclis üyesi ve Çevre Koruma Derneği başkanı olan Mişel Atik ‘demokrasi adı altında din ve mezhep çatışmasına’ sürüklenildiğini dile getiriyor. “Zorla demokrasi götürmeye çalışıyorlar. Libya’ya, Mısır’a demokrasi getirmek istediler de ne oldu?” Türkiye ile Suriye arasındaki inişli çıkışlı diplomatik ilişkilere de değinen Mişel, “Ben artık bu ilişkileri anlamakta zorlanıyorum. Bir yerde ‘balayı’ diyorlar, bir yerde savaş tamtamları çalıyor. Mezhepsel bir savaşa dönüşürse çok gözyaşı akar, çok kan dökülür” diyor. ‘Belirli politikaların izlenebilmesi için’ Suriye ile ilgili yaygın ‘dezenformasyon’ olduğuna dikkat çeken Mişel basının da ‘kullanıldığı’ görüşünde. “Çok kolay provoke edilebilir. Bırakalım halklar kendi geleceklerini kendileri tayin etsin.”

Antakya Ehli Beyt Kültür ve Dayanışma Vakfı Başkanı Ali Yeral:
‘Şii - Sünni savaşından tedirginiz’


Hatay’da yalnızca biz Alevilerin değil, Sünnilerin de Hıristiyanların da çok sayıda akrabası Suriye’dedir. Düne kadar tel örgülerin arkasında akrabaların bayramlaşması utancından kurtulmuş olduk. Ancak ‘Arap Baharı’ adı altında bizim ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olarak gördüğümüz bu hareketlenme Suriye’ye sirayet ettirildiğinde işler değişti. Meselenin mezhepsel gerginliğe çekilmeye çalışıldığını müşahede ettik. Bakanlarımız, özellikle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na “Siz niye oraya sahip çıkıyorsunuz? O sizin mezheptaşınız diye mi” diye çirkin bir yaklaşımda bulundu. Olaya kesinlikle mezhebi olarak bakmadık.
İtiraf edeyim Suriye’de ilk hareketlenme olduğu zaman ben orada da demokratikleşme olsun, tek parti olmasın diye içten içe destekledim. Ancak Alevilerden ‘öç alma’ ve “Aleviler tabuta, Hıristiyanlar Beyrut’a” sloganları atıldı. Bu sloganların atıldığı bir yerde siz nasıl demokrasiden bahsedersiniz? İşin rengi değişmeye, terör örgütleri karanlık odakları caddelere, sokaklara yönlendirmeye başladıktan sonra Sünni kardeşlerimizin çoğunluğu, Aleviler, Hıristiyanlar, Dürziler, Kürtler Esad’ın yanında yer almaya başladı. Demek ki mesele demokrasi meselesi değildir. “Biz bu yönetimi ele alacağız ve görürsünüz ey Aleviler, ey Hıristiyanlar size yapacağımızı” diyorlar. Alevilere toplu intikam duygularının köpürtüldüğü bir ortamda bizim o çevrelere maşa olmamız, çanak tutmamız mümkün müdür? Suriye’de tabii ki demokrasi sorunu var. Peki Türkiye’de yok mu? Kürtlerin, Alevilerin sorunu yok mu? Türkiye’de de bir dizi insan hakları sorunu var. Hâlâ birileri konuştu diye hapse atılıyor. Şimdi bizde de insan hakları sorunu var diye birileri çıkar misal Kürtleri, Ermenileri veya Alevileri silahlandırmaya veya onları desteklemeye çalışsa iyi olur mu?

‘Bahreyn’e ses çıkmıyor’

Şu an dünyanın birçok kesimi meseleyi anladı. Fransa, ABD bir nevi çekildi. Bir tek bizim hükümetimiz kaldı. Bizim hükümetimizi ateşin ağzına ittirdiler. Bize gülüyorlar, kardeşi kardeşe kırdırmaya çalışıyorlar. Maalesef meseleye mezhebi gözle bakılıyor, Suudi Arabistan’ın, ABD’nin gözüyle bakılıyor. Niye demokrasi Bahreyn’e lazım olmuyor? Eğer gerçekten demokrasi kelimesinden samimiysek, dünyada en çok Suriye’den önce demokrasiye muhtaç olan ülke Suudi Arabistan, Katar, Umman, Ürdün’dür.
Kardeşlerimizle, komşularımızla aramızda savaş tamtamları çalarsa biz zarar ederiz. Medyada bazı kesimler İran’ı, Alevileri, Nusayriliği, Şiiliği kötülemeye başladılar. Düne kadar Esad kardeşimizdi de şimdi mi kötü oldu? Biz bütün Ortadoğu’yu kapsayacak bir Şii-Sünni savaşından tedirginiz.

‘Mezheptaş Esad’ın desteği Türkiye’nin ağırına gidiyor’

Samandağ gençleri de provokasyon olduğunu düşünüyor. Lise öğrencisi Yusuf Çakmak, “Televizyonda sanki dünya savaşı varmış gibi gösteriyorlar. Halbuki amcam sürekli Suriye’ye gidiyor. Hiç anlatıldığı gibi olmadığını söylüyor” diyor. Yusuf, olayların mezhepsel çatışmaya çekilmeye çalışıldığını savunup, “Aleviler zaten hiçbir yerde sevilmiyor ki” diye kestirip atıyor lafı. Lise arkadaşı Nazlıcan Açıkgöz’e göre de Suriye karşıtı söylemlerin amacı “Demokrasi götürmek değil, savaş çıkarmak.” Nazlıcan, “Çok abartılıyor. Bir gün elektrik kesiliyor, ‘Rejim elektrikleri kesti’ diye haber yapıyorlar. Burada da kesiliyor ki” diyor. Gençler, olası çatışma durumunda Suriye’nin ‘mezheptaş şehri’ Hatay’ı koruyacağını, bunun da Türkiye’nin ağırına gidebileceğini’ savunuyor.

Kaynak: radikal

Anahtar Kelimeler
Recep Tayyip Erdoğan , Kemal Kılıçdaroğlu , ABD , Cumhuriyet Halk Partisi , Alevi , Beşşar Esad , Fransa , İran , Libya , Mısır , Türkiye , Arap Baharı , Ortadoğu

Alevi bakan 18 yıl önce söyledi, gerçek çıktı
Osman Özsoy
oozsoy@yenisafak.com.tr
24 Temmuz 2012

Yeni Akit gazetesi dün manşetten önemli bir habere imza attı. Bu haberi benim için özel ve anlamlı kılan konu, haberde ortaya konulan gerçeği 18 yıl önce, 11 Eylül 1994 tarihinde hükümetin Alevi kökenli bir bakanından bizzat dinlemiş olmam ve müteddit defalar konuyu kaleme alıp köşeme taşımış olmamdı.

Sivas olaylarıyla ilgili 19 yıldır gizli tutulan morg fotoğraflarını yayınlayan gazete, Madımak Oteli'nde ölen 37 kişinin yanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Dönemin soruşturma savcısına gönderilmek üzere hazırlanan dosyadan karanlık eller tarafından çıkartılan fotoğraflar, "Yanarak öldüler" şeklinde hazırlanan otopsi raporlarının tamamının yalan olduğunu belgeliyor.

Sivas Olayları sırasında Madımak Oteli'nde yanarak öldürüldüğü iddia edilen insanlardan bir bölümünün yakın mesafeden kendilerine kurşun sıkılarak öldürüldüğünü bana ilk ifade eden kişi, Türkiye Cumhuriyeti'nin 50. Hükûmeti olan I. Çiller Hükümeti'nde Devlet Bakanı olarak görev yapan Sivaslı Alevi Kökenli bir bakandır. Kaldı ki, siyasi tarihimizde Alevi kimliğini gizlemeden açıkça dillendiren ilk bakanlardan biri olarak yer almıştır.

Televizyon programcılığı ve sunuculuğu yaptığım yıllarda 1.200 kişiyi yayına konuk ettim. Konuklarım arasında bende en saygınlık oluşturan isimlerden biri de, hükümette yer aldığı dönemde medyada kendisi hakkında en fazla magazinel haber yapılan bu bakanımız olmuştu. İki üniversite mezunu olan bakanın, birçok konuktan farklı olarak programa etraflıca hazırlanmış olarak geldiğini görmüş ve kendisine olan saygım kat be kat artmıştı.

Program başladığında hazırlayıp geldiği notları bir hilal gibi sehpanın üzerine yaymış, gerek duyduğunda notlarına göz atmıştı. Pazar sabahı 11.00'de başlayan 'Bizim Kürsü' isimli programımıza hazırlıklı gelmiş olmasından dolayı kendisini tebrik ettiğimde de, sabah saat beşe kadar o gece kaldığı Çırağan Sarayı'nda programa hazırlandığını ifade etmişti.

O günün medyasında bakanın imajı magazineldi. Yayına hazırlıklı gelmiş olmasının bende oluşturduğu saygınlık olmasaydı, yayından sonra kahve içerken benimle paylaştığı Sivas Olayları ile ilgili tarihi gerçeği inandırıcı bulmayacağım için daha sonra asla köşeme taşımazdım. Bakanın medyaya yansıyandan farklı olan işini ciddiye alan tutumu, benimle paylaştığı tarihi ayrıntıyı defalarca ve kendisine güvenerek cesaretle köşeme taşımama ve iddiasının arkasında durmama neden olmuştu.

Üç sene önce, 35 aydın ve sanatçının Madımak Oteli'nde yakılarak katledilmesi olayının sene-i devriyesinde kaleme aldığımız ve Aziz Nesin'i kasdettiğimiz, "78'lik dede kurtuldu, gençler can verdi" başlıklı yazının hemen başında şu soruyu sormuştuk:

"Bir yer ateşe verilse yangın mahalllinden gençler mi daha rahat kaçabilir, yoksa yürürken başkasının yardımına ihtiyaç duyacak kadar yaşlı olanlar mı? 'Elbette gençler' dediğinizi duyar gibiyim. Ama bunun tersinin gerçekleştiği bir olay oldu ülkemizde. 78 yaşındaki dede hem de kaldığı otelin üst katlarında bulunduğu halde yangından kurtuldu ama otuzlu yaşlardaki 35 kişi yangında can verdi. 78 yaşındaki Aziz Nesin yanan otelden çıkabiliyor da, çoğu 40 yaşın altında olan diğerleri nasıl oluyor da ölüyorlar? Bunlar yangına uykuda yakalanmıyorlar ki, kaçamasınlar... Olay gündüz oluyor.

Benim sorum şu: 40 yaşın altındaki bir kişi bir yangın anında 4-5 katlı binada yanarak ölmeyi mi göze alır, son anda atlayarak kurtulma şansını mı?" diye sormuştuk.

Bu konuyu ne zaman kaleme alsak, işin bu noktasında hemen, dönemin Alevi kökenli bakanının, "Madımak'ta yandığı iddia edilen insanlardan bir kısmı kurşunlanarak öldürülmüştü" iddiasını savcıların dikkatine sunmak üzere sürekli kayıt altına almıştık.

En son, geçtiğimiz 4 Temmuz'da kaleme aldığımız yazının "Yüzleşme korkusu" başlıklı bölümünde şu noktaların altını çizdik;

"Daha önce defalarca yazdım. O dönemde hükümette yer alan Alevi kökenli bir bakan bana, o gün otelde yanarak öldüğü ifade edilen bazı kişilerin silahla öldürüldüğünü iddia etmişti. Eğer dosya tekrar açılırsa, ölen tüm kişilere otopsi yapılmasını ve bu kirli tezgahın tüm perde arkasının aydınlatılması gerektiğini düşünüyorum. Madımak Oteli'nde yanarak hayatını kaybedenlerin yakınları, hayatını kaybeden insanlardan bazılarının gerçekten yanarak mı, yoksa Sivas'ın belli yerlerinde kimliği belirsiz kişilerce kurşunlandıktan sonra mı ölmüş olabileceğini hiç merak etmezler mi acaba? Bu insanlardan bazıları yanarak ölmeyip, morgda toplam cesed sayısı daha sonra 35'e ulaşmış olmasın. Sorunun cevabı basit aslında... Gerçeği aydınlatabilecek bir otopsiden neden kaçıyorlar ki? Yoksa, Tunceli Jandarma Alay Komutanı Kazım Çillioğlu'nun otopsi sonucuna benzer bir tablo ile karşılaşmaktan mı çekiniyorlar? Ne dersiniz?" demiştik.

Konuyu şu şekilde toparlayalım...

Tarihle akademik düzeyde ilgilenen biri olarak ifade ediyorum: Sivas Olayları'nın aydınlatılması sadece yakın dönem Türk Tarihi açısından değil, insanlık tarihinde provokasyon olgusunun tuttuğu yerin daha iyi anlaşılması ve tarihteki birçok kirli olayın içyüzünün ortaya çıkmasına katkı yapması açısından da önemlidir.

(..)

Sivas Olayı'nda sorulması gereken kritik soru şu olmalıdır: Olaylar daha sıcakken o dönemde bazı hükümet üyelerinin de bildiği anlaşılan o güne ait gerçeğin hem de koalisyon hükümeti tarafından nasıl örtülebildiği ve üzerine gidilmediği, ya da koca devletin bir avuç şer odağının oyununa neden teslim olduğudur?

Kaynak: http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=24.07.2012&y=osmanozsoy
Alevilerin sırtından Cumhuriyet yıkıcılığı!
Arslan BULUT

(..)

"1925 yılında çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Yasası şöyledir: “Türkiye Cumhuriyeti içinde, gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak (mal sahibi olarak) şeyhin yönetimi altında gerekse başka şekillerde kurulmuş bulunan tüm tekke ve zaviyeler; sahiplerinin, diğer şekillerde haklarını kullanarak sahiplenmeleri devam etmek üzere tamamı kapatılmıştır. Bunlardan, yasal düzenlemelere uygun olarak, cami veya mescit şeklinde kullanılanların faaliyeti sürer.
Genel olarak tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, naiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber verme ve isteğine kavuşturmak amacı ile nüshacılık (muskacılık) gibi unvan ve sıfatlara ait hizmet görmek ve/veya kıyafeti giymek yasaktır.”
Atatürk de Nutuk’ta “Bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen, kaderlerini ve hayatlarını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa bir millet gözüyle bakılabilir mi?” demiştir.
***
Evet Aleviler arasında dedelere, seyyitlere hâlâ saygı duyulur ama bu iki unvan da babadan oğula geçer! İmamlık veya müftülük babadan oğula geçse olur mu?
Seyyitlik ise Peygamber soyundan olduğunu iddia etmektir ki bu bir sahtekârlıktır...
Cemevini camiye alternatif göstermeye de kimsenin hakkı yoktur. Evet cem, bir ibadet olarak kabul edilir ama Aleviler de çok iyi bilir ki bütün bunlar İslam öncesi Türk inançlarının kalıntılarıdır. İslâmi renge bürünmüş olarak bugüne kadar yaşamıştır. Zaten, Türkleri İslam’a ısındırmak için cem ve semaha ruhsat veren, Ahmet Yesevi’dir. Yoksa Hz. Ali, cemevi nedir, semah nedir bilmezdi! Camide şehit edildi!
Aleviler, Hz. Ali yolu olarak bilinen Aleviliğin, önce AKP iktidarının sonra da AB veya ABD’nin yedeğine alınmasına, kısacası cumhuriyet yıkıcılığına alet olmamalıdır."
02 Temmuz 2013
http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/

Cem Vakfı: Asker Müdahale Edecek
31.05.2007
CEM Vakfı Başkanı İzzettin Doğan, "Haysiyetli alevi AKP'ye oy vermez" dedi ve Alevileri uyararak, şok bir açıklama yaptı. "Sandıktan AKP çıkarsa Asker müdahele eder"

CEM Vakfı Başkanı ve Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İzzettin Doğan, CHP - DSP birlikteliğinin solun Alevi oylarını artıracağını söyledi.

Prof. Doğan, “CHP üstüne düşeni yapıp Alevi adayları nitelik ve nicelik olarak iyi belirleyemezse Alevi’nin oyu MHP ve Genç Parti’ye gidecek” dedi. AKP’nin 2002 seçimleri öncesinde Alevi seçmeni kandırdığını söyleyen Prof. Doğan, Reha Çamuroğlu’nun AKP adaylığnı da değerlendirerek, “Sayın Çamuroğlu’nun bile sandık başına gittiği zaman aday olduğu AKP’ye oy atacağını sanmıyorum. Haysiyet sahibi hiçbir Alevi AKP’ye oy vermez, vermemeli” diye konuştu.

ASKER MÜDAHALE EDER
“Nasıl olsa Alevi oyları hali hazırda bekliyor diye düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Tabii ki Alevi oyları CHP - DSP birleşmesinden sonra artarak CHP’ye gidecektir. Ama CHP üstüne düşeni yapıp Alevi adayları nitelik ve nicelik olarak iyi belirleyemezse Alevi’nin oyu yoğun olarak MHP ve Genç Parti’ye gidecek. Kalan oylar da DYP ve ANAVATAN yani Demokrat Parti’ye akacak. Seçimden iyi sonuçla ayrılmak isteyen CHP, DP, MHP ve Genç Parti mutlaka ABD ve AB ile ilgili somut ve olumlu düşüncelerini açıklamak zorundalar. Yoksa sandıktan AKP çıkacak ve AKP çıkarsa asker bu işe müdahale edecek.”
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 24, 2016 10:34 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ksm 13, 2013 4:30 am    Mesaj konusu: Üstad Necip Fazıl'ın kaleminden Kerbelâ Alıntıyla Cevap Gönder

Peygamber Halkası'ndan (*)
Necip Fazıl Kısakürek

Hazret-i Hüseyn Kûfe'ye gitmek için sefer hazırlığını tamamlamakla meşgul...

Tam yola çıkacağı sırada, evvelâ Ömer Bin Abdürrahman, sonra ibn-i Abbas, karşısına çıktılar ve yalvardılar:

- Kûfe'ye gitme! Oranın halkı dönektir. Sen Arabın efendisi bulunuyorsun! Hicaz halkı senin peşindedir. Mekke'de kal ve biy'at imkânını burada hazırla! Eğer Iraklılar vaadlerinde sadıksa, ne diye seni çağırıyorlar; yığınlar halinde buraya gelsinler!.. Eğer mutlaka Hicaz'dan ayrılman gerekse
Küfe gibi netameli bir yere gideceğine, hiç olmazsa Yemen'in kaleleri kuvvetli, arazisi dağlık ve her türlü korunmaya müsait, halkı da senin baba dostların... Gitme, yâ Hüseyn, Kûfe'ye gitme!

Hazret-i Hüseyn mukabelede bulundu:

- Öğütleriniz babaca, ilginiz de kardeşçe... Ama benim buradan çıkmam ve Küfe yolunu tutmam, artık bir oldu-bitti hükmündedir. Bana selâmet dilemekten başka size vazife kalmamıştır.

Tekrar yalvardılar:

- Hiç olmazsa ev halkını ve yakınlarını beraber götürme!

Hazret-i Hüseyn bu tavsiyeyi de dinlemedi. Kader o türlü hükmünü yerine getirdi ki, Peygamber torununa hiç bir mantık tesir edemedi. Çoluğunu çocuğunu, bütün yakınlarını topladı ve Irak istikametinde Mekke'den yola çıktı. Biraz ileride şair Ferzedak'a rastladı ve sordu:

- Halk ne düşünüyor, halleri nasıl?

Büyük şair ve hikmet adamı, şu cevabı verdi:

- Halkın kalbi seninle ama kılıçlan senin düşmanlarınla... Kaza ve kader gökten iner ve Allah dilediğini işler.

O sırada Abdullah Bin Cafer'in oğullan yetişti. Babalarının bir mektubunu Hazret-i İmama verdiler.

Mektup, kendisi yetişinceye kadar ileriye gitmemelerini rica ediyordu. Hazret-i Hüseyn yoluna devam etti. Kûfe'deki hâdiselerden habersiz olduğu için, yola çıktığını ve yakında Kûfe'ye ulaşacağını bildiren bir mektup yazıp yakınlarından
biriyle oraya gönderdi. Mektubu götüren Kadisiye'de yakalandı. Küfe Valisi Ubeydul-lah'a gönderildi ve onun emriyle öldürüldü.

Hazret-i Hüseyn hep yoluna devamda... Yolda bazı kimseler kendisine katıldı. Yol almaya devam ettiler. Sa'lebiye mevkiinde Müslim Bin Akîl'in öldürüldüğü haberini aldılar.

Bütün kafile gözyaşları içinde kaldı. Bazı dostları tekrar rica ettiler:

- Dön, geriye dön, yâ İmam!

Müslim'in kardeşleri atıldılar:

- Ya kardeşimizin intikamını alırız, yahut biz de onun gibi şehitlik şerbetini içeriz! Başka türlüsü olamaz!

Hazret-i Hüseyn bu dileği doğru buldu ve yine yola devam emrini verdi. Birkaç konak sonra, Müslim'in arkasından gönderdiği süt kardeşi Abdullah'ın da Ubeydullah tarafından şehit edildiği haberi geldi. Kafilede teessür ve ıstırap büsbütün arttı. Yine yola devam...

Şeraf Nehri geçildikten sonra, karşıdan görünen bir alay süvari...

Bunu görünce sağ tarafta bir dağa saptılar. Atlılar da onları takip etti ve karşılarına kondu. Atlıların başında Hür Bin Yezîd isimli bir adam... Namaz vakti gelince Hazret-i Hüseyn'in müezzini ezan okudu. Hazret-i İmam'ın arkasında cemaatle namaz kılındı. Hür Bin Yezid de askerleriyle birlikte Hazret-i Hüseyn'e uydu ve namazı edâ etti. Namaz bitince Hazret-i İmam bir hutbe okudu ve dedi.

- Biy'at için Kûfeliler tarafından edilen davet üzerine geldim!

Hür cevap verdi:

- Biz seni davet edenlerden değiliz! Biz, seni bulup Kûfe'ye kadar senden ayrılmamaya memuruz!

Bunun üzerinedir ki, Hazret-i Hüseyn, ilk defa olarak, maiyetindekilere, atlarına binip geri dönmeleri için emir verdi.

Fakat Hür bu emre mâni oldu:

- Ne Medine'ye gidebilirsiniz, ne de Kûfe'den başka bir
yere!

Tutuklanmış bulunuyorlardı. Atlarına bindiler ve sol tarafa doğru yol aldılar. Hür ve atlıları, peşlerinde...

Biraz ilerleyince, karşılarına Küfe ve civarından bir kaç kişi çıktı. Hür, bunları Hazret-i Hüseyn ile görüştürmemek istedi. Fakat Hazret-i Hüseyn'in sert ısrarına karşı duramadı ve görüşmelerine razı oldu. Gelenler, Kûfelilerin hâlini ve Müslim ile öbürlerinin nasıl gaddarca şehit edildiklerini anlattılar. İçlerinden biri şöyle dedi:

- Senin dostun az, düşmanın da çok... Gel bizim oymağımızın bulunduğu dağa çekilelim! O dağda,
düşman üzerimize derya misali asker gönderse yine bir şey yapamaz! On gün geçmeden civar kabileler de imdadımıza gelir. Efendileri olduğum yirmi bin Tâi'nin, hemen emriniz altında toplanmasını taahhüt ediyorum.

Hazret-i Hüseyn:

- Allah sana iyi akıbet ihsan etsin. Fakat şimdilik bizim yolumuzu değiştirmemiz güçtür!

Dedi, gelenlerden ayrıldı ve Muharrem'in ikinci günü Kerbelâ sahrasına kondu.

Kerbelâya inişin ertesi günü, karşılarında, 4000 kişilik bir kuvvet... Kumandanları Ömer Bin Saad...

Ubeydullah'ın adamı Ömer, derhal Hazret-i Hüseyn'e bir elçi gönderdi ve sordu:

- Niçin geldiniz?

- Kûfeliler istedi, ben de geldim. İsteklerinden caydılarsa ben de döner giderim.

Ömer bu cevabı dört nala, Ubeydullah'a bildirdi. Gelen emir:

- Evvelâ Yezîd'e biy'at teklif et! Kabul ederse ne âlâ!.. Etmezse sularını kes ve Hüseyin'i, diri veya
ölü, ele geçir!..

Teklif edildi:

- Yezîd'e biy'at et yâ Hüseyn!

-Asla!..

Bunun üzerine Ömer, su ile Hüseyn'in arasına girmek
üzere beşyüz atlı gönderdi. Atlılar suyu tuttu ve Hazret-i Hüseyn, cephesi ve cenahından kuşatılmış,
çöl ortasında susuz ve yardımsız, kala kaldı.

Suyu tutanlardan bir lânetli, Hüseyn'e şöyle haykırdı:

- Bir damlasını tadamadan, suya baka baka öleceksin!

Peygamber torunu dua etti:

- Yârabbi, sen bu adamı susuzlukla helak et!

O adam birdenbire hastalanacak, hastalığı suya doyamamak olacak ve kırbalarla su içtiği halde susuzluktan kıvrana kıvrana can verecektir.

Hazret-i Hüseyn o gece Ömer'le tenhada, görüştü:

- Bırakın beni, ya Medine'ye döneyim, yahut kâfirlerle çarpışmak üzere Türkistan taraflarına gideyim! Yahut doğru Şam'a yollanayım!

Ömer bu teklifleri beğendi ve hemen Ubeydullah'a yazdı. Ubeydullah da mektubu okuyunca hoşlandı ve:

- Ne güzel teklifleri!.. Kabul ettim! Birinden birini seçelim!

Dedi. Fakat, huzurunda bulunan Şemir isimli korkunç
nasipsiz, hemen Ubeydullah'ı önledi:

- Sen ne yapıyorsun? Hazır eline düşmüşken fırsatı nasıl kaçırıyorsun? Bilmiyor musun ki, bu adam, nereye gitse taraftar toplar, kuvvetlenir ve senin başına belâ kesilir? Hususîyle, gece, Ömer'i bir kenara çekip yalnızca konuşmuş... Şüpheli durum!... Sen Ömer'e yaz, etrafındakilerle beraber buraya gelmesini Hüseyn'e teklif etsin!.. Gelecek olursa hakkında kararı sen verirsin. Dilersen
cezalandırır, dilersen affedersin!..

Ubeydullah bu zehirli telkinlerin ağına düştü ve Ömer'e
emir yazdı:

- Hüseyn'e, yanındakilerle beraber bana gelmelerini teklif et! Kabul ederse, hepsini al, getir! Kabul etmezse onunla cenkleş, hepsini yere ser ve atlara çiğnet!

Emri de, Şemir'e verdi:

- Şayet Ömer emrime karşı koyacak olursa başını kes ve bana gönder! Sana yetki veriyorum!

Böylece kumandayı eline almaya kadar muvaffak olan hain, cebinde mektup ve yetki kâğıdı, yola çıktı ve Muharremin dokuzuncu günü Kerbelâ'ya vardı. Ömer, getirdiği nâmeleri gözden geçirdikten sonra Şemir'in karanlık suratına baktı ve nefretinden bu surata tüküreceği geldi. Ağzına gelen suçlandıncı lâfları etti; fakat hilekâr Şemir'in telkinlerine
kapılmakta o da gecikmedi. Kendisini yüksek rütbelerin cazibesiyle avlayan Şemir'in emrine baş eğdi ve akşama doğru askerine Hüseyn'i her yandan kuşatma emrini verdi.

Hazret-i Hüseyn, böyle geç vakit yapılan kuşatma hareketinin sebebini sormak için kardeşi Abbas'ı gönderdi. Abbas, artık karşı tarafla cenk halinde bulundukları cevabını aldı. Hazret-i Hüseyn, Abbas'ı tekrar göndererek şu istekte bulundu:

- Cengi yarın sabaha kadar erteleyelim...

Ömer bu dileğe müsbet cevap verdi. Peygamber torununun maksadı kendi ev halkına ve yakınlarına gereken öğütleri vermek ve o geceyi ibâdet ve istiğfarla geçirmekti.

Etrafındaki leri topladı ve söze başladı:

"- Allahım; sana hamdederim ki, bize nübüvvetle ikram ettin. Bizde, hakkı işitir kulaklar, hakkı görür gözler, hakkı benimser kalbler yarattın. Bize Kuranı bildirdin ve din ilmini öğrettin. Bizi, sana şükredici kullarından eyle! Bundan sonrası şu ki, ben, yakınlarımdan daha vefalı ve hayırlı dost, ev halkımdan da daha şefkatli ve bağlı görmedim. Allah hepinize, benden ötürü, hayırlı ihsanlarda bulunsun... Ancak, sanırım ki şu karşımızdaki düşmanla hesaplaşmanın vâdesi bu akşam
dolmaktadır. Son meydan yarındır. Bu bakımdan hepinize izin veriyorum; üzerinizde bana ait bir borç kalmamış olarak, yâni serbestçe ve rahatça bu gece gidebilirsiniz! Bu geceyi deve diye kullanınız, fırsatı kaçırmayınız ve gecenin karanlığına bürünüp uzaklasınız! Her biriniz ev halkımızın birinin elinden tutup gitsin. Hepiniz Allah'ın lûtuflarına eriniz! Köylere, kasabalara yayılın ki, Allah üzerinizden mihnet ve meşakkati kaldırsın. Düşmanlar, benimle boğuşmak, beni altetmek azminde... Beni elde ederlerse başka bir şey istemezler."

Hazret-i Hüseyn'in oğulları, kardeşleri ve kardeşlerinin oğulları, hep beraber atıldılar:

- Seni bırakarak gitmeyi ve senden sonra yaşamayı Allah bize göstermesin!

Cevap aldılar:

- Oğullarım, kardeşlerim, yeğenlerim! Müslim'in şehit düşmesi yeter! Size ben izin veriyorum; gidiniz!..

- Ya halka ne diyelim! Büyüğümüzü, efendimizi, babamızı, kardeşimizi, en hayırlı amcamızı, ok atmadan, tek yara almadan bıraktık mi diyelim? Vallahi bu durumu ebedî olarak kabul etmeyiz!..

Hepimiz, nefslerimizi, mallarımızı, yakınlarımızı sana feda eder, ölünceye dek senin yanında dövüşürüz!

Müslim Bin Avsece-tül Esedî ayağa kalkıp haykırdı:

- Seni yalnız mı bırakmak?.. Öyleyse senin hakkını korumak bahsinde Allaha hangi mazereti gösterelim? Vallahi mızrağımı düşman göğsünde kırıncaya ve kılıcımı kabzasına kadar
parçalayıncayadek senden ayrılmam! Silâhım olmasa bile senin uğrunda ölünceye kadar taşlarla döğüşürüm!

Daha birçok sadakat ve bağlılık sözü...

Hazret-i Hüseyn hepsine dua etti.

Ebû Zer-ül Gıfâri'nin kölesi kılıcını silerken öyle dokunaklı mısralar okudu ki, onlan işiten Hazret-i Hüseyn'in kızkardeşi Zeynep, çığlık kopararak bayıldı.

Zeynep ayılınca başucunda Hazret-i Hüseyn'i buldu:

- Kardeşim; Allah'a sığın! Bil ki, bütün dünya ehli ölür, sema ehli de baki kalmaz. Allah'ın zatından başka her şey helâktedir. Annem, babam ve kardeşim benden daha hayırlıydılar. Öldüler.

Bundan sonra Hazret-i Hüseyn sabaha kadar ibadet ve istiğfarla meşgul oldu.

Şafak vakti... Kerbelâ çölü, gerine gerine uyanmakta... Tek saniye uyamamış olan Hazret-i Hüseyn
yakınlarını sabah namazını kıldırıyor. Yanan kalblerin kandilinde pırıldayan Allah ismi... Ufukta gittikçe koyulaşan kızıllıklar...

Hazret-i Hüseyn atlı ve yaya, 70 - 80 kişilik maiyetini safa dizdi. Sağ ve sol yanlarına, maiyetindekilerden en güvendiklerini koydu, bayrağı da bir eminine verdi ve kendisi merkeze geçti.

Binlerce askere karşı yalnız 70 - 80 insan...

İlerledi ve karşısında, Müslümanlık iddiasındaki askerlere haykırdı:

"- Ey insanlar! Sözüme kulak verin! Aceleye kapılmayın! Ben size vacip olan şeyi söyleyeyim:
Gelişimden ötürü özrümü bildiriyorum! Özrümü kabul ve sözümü doğrularsanız, saadet kazananlardan olursunuz! Özürümü kabul etmez ve lâfımı dinlemezseniz, istediğinizi yapmakta hürsünüz!"

Hazret-i Hüseyn bu noktada durdu. Zira kız kardeşleri iç paralayıcı şekilde ağlamaya başlamıştı.

Hazret-i Hüseyn onlara döndü ve kendilerini sükûnete getirinceye kadar uğraştı. Sonra tekrar askerlere hitap etti:

"- Ey insanlar!.. Beni herkese nispet edin ve düşünün; ben kimim? Vicdanınıza baş vurun, nefslerinizi suçlandırın; bakalım benim kanım size helâl midir, öldürülmem caiz midir? Ben Peygamberimizin kızıyla amca oğlunun çocuğu değil miyim? Şehitlerin Efendisi Hamza, babamın amcası, Cennette uçan Cafer benim amcam değil midir? Allanın Resulü, kardeşimle benim için, siz cennet gençlerinin efendileri ve sünnet ehlinin göz bebeklerisiniz, dememişmidir? Şüphe yok ki, bu dediğim şeyde beni doğrularsınız. Eğer yalanlıyorsanız, içinizde Câbir Bin Abdullah'a yahut Ebû Said veya Sehl Bin Saad'a, yahut da Zeyd Bin Erkam'a veya Enes'e sorun! Haber verirler! Yok mu, içinizde bir yasaklayıcı ki, benim kanımın akıtılmasına engel olsun?"

Bu arada Şemir dilini uzatmak ve Hazret-i Hüseyn'in
sözünü kesmek istedi. Habib Bin Mutahhar onu paylayıp sus turdu. Hazret-i İmam devam etti:

"- Eğer söylediklerimde bir şüpheniz varsa yahut Peygamberimizin torunu olduğum üzerinde
tereddüt geçiriyorsanız, biliniz ki, bugün Doğudan Batıya kadar Allah Resulü'nün benden başka torunu yoktur! Söyleyin, öldürdüğüm bir mazlumun kanını mı, üstüne oturduğum bir malın ziyanını mı, yoksa bir yaralamanın kısasını mı istiyorsunuz benden? Ne istiyorsunuz? Ey Şit Bin Reb'â, Ey Haccâr Bin Ebcer, Ey Kays Bin Eşi'at ve Ey Yezûl Bin Hars, Kûfe'ye gelmem için bana mektup yazmadınız mı?"

Hazret-i Hüseyn bir ân durup cevap bekledi. İsimlerini saydığı adamlar.

- Hayır, biz böyle bir şey yapmadık! Diye bağırdılar.

Hazret-i İmam cevap verdi:

- Yaptınız! Fakat şimdi inkâr ediyorsunuz! Madem ki artık beni istemiyorsunuz, bırakın, dönüp gideyim yerime!

Düşman safından Kays Bin Eşi'at atılıp bağırdı:

- Yâ Hüseyn, Ubeydullah'ın hükmüne baş eğip biy'ati kabul etmiyor musun?

Hazret-i Hüseyn cevap verdi:

- İşte bu dediğin, hiç bir zaman olamaz! Ve atından indi.

Züheyr isimli biri atını sürüp ortaya geçti ve iki tarafa birden kan dökmemelerine dair en dokunaklı sözleri söylediyse de tesiri olmadı.

Şemir haini ok attı. Züheyr geri çekildi. Ve o anda, sahnelerin en ulvîsi meydana geldi; Hazret-i Hüseyn'i ilk kuşatan atlıların kumandanı Hür, Peygamber Torununun tarafına geçti. Atını Hüseyn'e doğru sürdü, önünde durdu ve nida etti:

- Senin tarafına geçiyorum! Şu ana kadar işlediğim suçları affet!..

Hür'ün cenkten kaçınma öğütlerine de okla cevap verdiler.

Sonradan gelen kumandan Ömer Bin Saad ilerliyerek okunu attı ve haykırdı:

- İşte cengi açıyorum! Davranın!

Ok yağmuru...

Ziyad'ın kölesi Yesar ile Ubeydullah'ın kölesi Salim, meydana çıktılar ve er dilediler. Hazret-i Hüseyn tarafından Abdullah Bin Umeyr-ül-Kelbî çıkıp ikisini, kılıcını iki kere kaldırıp indirmekle yere seriverdi. Boğuşma da bütün dehşetiyle başladı. Hazret-i Hüseyn'in yetmiş iki kişiden ibaret
yakınları, binlerce asker, kılıç, mızrak, balta ve gürz altında, doğrandılar, delindiler, kırıldılar ve ezildiler.

Hazret-i Hüseyn'in iki oğlu, altı kardeşi, Hazret-i Hasan'dan iki yeğeni, daha nice yakını, dostu ve akrabası...

Bütün bu şehit olanlar, iki günden beri dudaklarını ıslatmaya bile tek damla su bulamamış insanlar.

Nihayet ortada Hazret-i Hüseyn kaldı. Kim ve ne olduğunu anlatan mısralar okuyarak atını düşman saflarına sürdü. Bir anda, etrafına üşüşen üşüşene... Su yerine üzerine ok fışkırırken, kılıçlar ve mızraklar da başında ve göğsünde işledi ve iki Cihan Efendisi'nin, sırtında taşıdığı torunu, atından
düştü. Kâinata ve topyekûn varlığa kıymak isteyecek kadar hain bir el uzandı ve o kutsî başı bedeninden ayırdı.

Geride kalan kadın ve çocukları da esir ettiler. Esirler arasında zevcesi Errübâb, kız kardeşleri Zeynep ve Ümm-ü Kelsûm, kızları Sekine ve Fâtıma, bir de, oğlu Ali Zeynelâbi-din...
Hazret-i Hüseyn'in vücudunda yetmiş iki kılıç ve mızrak yarası...

Bütün gerçek Müslümanlar dövündü. Yüzlerce, binlerce şair, kezzap gibi kalbieri eriten mersiyeler söylediler ve gök kubbe altında bir peygamber torununa, dünya yaratıldı yaratılalı vâki olmayan, olmasına da imkân bulunmayan bu zülüm karşısında vicdanları şahlandırdılar.

Cinlerin bile yakıcı mersiyeler okuyarak dövündüklerini duyanlar oldu.

Tarihte en büyük şehitlerden birinin kesik başını Kûfe'ye götüren müfreze, bir konak ileride mola verirken, dibinde oturdukları duvardan bir el çıktı ve Hüseyn'i öldürenlerin, yarın Hesap Günü, ne cevap vereceklerini soran iki mısra aynı duvara kanla yazdı. Bu askerî birlikten kaçanlar, silâhını
atıp bir adım gitmeyeceğini haykıranlar, çıldıranlar oldu.
Mansur Bin Ammar, bu iki mısranın, Nübüvvetten 300 yıl önce bir taşa yazılı olarak Rum illerinde bulunmuş olduğunu rivayet eder.

Hüseyn'in şehit olduğu gün, insanların yüzüne değil, tabiate bakmak lâzımdır.

Gündüz vakti ortalık kapkara kesildi. Hattâ bir aralık yıldızlar bile göründü. Peşinden korkunç bir kızıllık çöktü. O gün kanlı yağmur yağdığını ve Kerbelâ'da hangi taş kaldırıldıysa altında kan sızıntısı görüldüğünü söylemeye kadar gidenler olmuştur.

Hüseyn'in başını gövdesinden ayırmış olan Sinan adlı insanlık yüz karası, mübarek kafayı bir de fahriye okuyarak Ubeydullah'ın önüne koyunca, Küfe Valisi, destanlık cinayetin bizzat tertipçisi olduğu halde, dayanamadı ve Sinan'ın başını vurdurdu.

Kerbelâ hâdisesine karışanlardan hepsi, şu veya bu türlü belâlarını buldular. Bir zaman sonra Muhtar Bin Ubeyd askeriyle Kûfe'ye girdi ve Kerbelâ işine katılanlardan altıbin kişiyi öldürdü. Ubeydullah, Şemir ve Ömer Bin Saad de bu arada cezalarını buldular ve en büyük ceza âlemine
geçtiler.

Kerbelâ'ya katılanlardan herbirinin belâsını bulduğuna dair en güzel nakil, Yakup Bin Süfyan'ınkidir:

- Bir gece oturmuş, Kerbelâ faciasından bahsediyorduk. Mecliste bulunanlardan biri, bu vak'aya katılanlardan belâsını bulmadık hiç kimse kalmadığını ileriye sürdü. Yine mecliste bulunanlardan bir ihtiyar, kendisini öne attı ve Kerbelâ'ya katılanlardan ve Hüseyn'in öldürülmesine yardım edenlerden olduğu halde o güne kadar hiç bir belâya uğramadığını söyledi. O ân odada yanan kandillerden biri sönecek hale geldi. İhtiyar kandili alıp fitili düzeltmek isterken
sıçrayan bir kıvılcımla sakalı tutuştu. Meclistekiler ihtiyarı söndürmeye davrandılarsa da başaramadılar. Sakalını bastırdığı entarisi ve bütün vücudu alevler içinde kaldı. İhtiyar, koşarak kendisini, kenarında bulunduğumuz Fırat'a attı ve yana yana boğularak öldü.

* Necip Fazıl Kısakürek, Peygamber Halkası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul

KIZILBAŞLIK SÜNNİLİKTEN ŞİİLİĞE SAFEVİYYELİKTEN SAFEVİ DEVLETİ’NE ŞEYH SAFİYYÜDDÎN-İ ERDEBÎLÎ’DEN SOMUNCU BABAYA VE ŞAH İSMAİL’E...
FATMA TOKSOY



Yavuz Sultan Selim denince akla ilk gelen şeylerden biridir Kızılbaşlık ve Şah İsmail. Son günlerde medyada kulaklarımızı, gözlerimizi meşgul eden bir kavramdır: Kızılbaş ve Kızılbaşlık. Kızılbaş denince ilk akla gelen Alevilik ve Aleviler. Doğru veya yanlış veya kasıtlı olarak yapılan bilgi kirliliği, bir sürü efsane, safsata. Peki, gerçekten nedir Kızılbaşlık? Kızılbaş neye denir? Kızılbaşlar bir tarikat mensubu insanlar. Evet, yanlış duymadınız, Kızılbaşlık bir tarikat. Kızılbaş da o tarikata mensup insanlar. Safevîyye veya Erdebîliyye veya Erdebil Tarikatı veya Erdebîl Sûfîleri diye bilinen ve Zâhidiyye şeyhi Zâhid-i Geylânî’nin postnişini ve Sünni Şafiî Mezhebine bağlı bir Şeyh olan Safiyyüddîn-i Erdebîlî (ö. 735/ 1334)Hazretlerinin kurduğu bir tarikattır bu… Halvetiyye ve Kalenderiyye Tarikatını birleştirerek kurduğu yeni bir tarikat bu Safevîyye veya Erdebîliyye. Somuncu Baba (ö.815 /1412) Hazretleri de Safevîyye tarikatının kurucusunun oğlu Sadreddin Erdebîlî veya onun postnişini Hâce Ali’den hilafet alarak Anadolu’ya gelip yerleşmiştir. Somuncu Baba da Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin mürşididir. Bu zatlar da Erdebîlî tarikatı mensubudur. Daha sonraları Hacı Bayram-ı Velî , “Bayramiyye” tarikatını kuracaktır. Ancak onun mürşidi olan Somuncu Baba Hazretleri Erdebil Tekkesi’nin mensubudur. Yani anlayacağınız Sünni bir tarikat olarak başlamış Erdebil tekkesi veya Safevîyye tarikatı sonra da mecrasını değiştirmiş, yolunu şaşırmıştır. Şeyh İbrahim Zâhid-i Geylânî, Şeyh Safiyyüddîn’e hilafet verirken onun Seyyid olması sebebiyle ona yeşil taç giydirmiştir. Ancak Şeyh Safiyyüddîn daha sonra seyyidliğinden şüphelenip, yeşil taç yerine beyaz taç giymiştir. Tarikat, Hoca Ali veya Hâce Ali adıyla tanınan Alâeddîn-i Erdebîlî (ö. 832/1429)adındaki şeyhleri zamanında Moğol Hükümdarı Timur tarafından kendisine Erdebil şehri ve civarı verilerek özerk bir devlet gibi oldu. Çünkü Timur da etkilenmişti bu tarikatın şeyhi olan Hâce Ali’den. Üstüne üstlük Timur, Ankara Savaşı dönüşü bu savaşta aldığı Osmanlı esirleri, Hâce Ali’nin ricasıyla bıraktı. Yaklaşık olarak serbest bırakılan otuz bin esir. Serbest kalan esirler Hâce Ali’ye minnettar olup, bunun karşılığında çoğu ona intisap etti. Hâce Ali’nin, Timur tarafından önemsenip, desteklemesiyle de bu tarikatın nüfuzu daha da artı. Bir tarikat-devlet oluşmaya başladı. Hâce Ali zamanında Şiîlik temayülleri arttı denilse de Hâce Ali’nin Kudüs’teki halifesi olan İbnü’s-Sâiğ’in meşhur bir Hanefî fakihi olması ve Timur’un halefi ve aynı zamanda koyu bir Sünni olan Şâhruh Mirza’nın da Hâce Ali’yi ziyaret ederek ondan manevi destek himmet istemesi Hâce Ali zamanında tarikatın Sünni olduğunun işaretidir. Tarikatta, Şeyh İbrahim’in zamanında, Şeyh İbrahim’in Şiî olan Karakoyunlu Sultanları ile temas etmesiyle Şiîlik temayülleri başladı. Tarikatta onun oğlu Cüneyd ile Şeyh İbrahim’in kardeşi yani Cüneyd’in amcası olan Cafer arasında düşünce ayrılıkları başladı. Amca yeğen Sünni düşünce üzerine birbirine zıt düştüler. Şeyh Cafer yeğeninin Rafizîlik, Şiîlik fikirlerini ortaya atmasıyla onunla yollarını ayırdı. Böylece tarikat Şeyh Cafer tarafından Sünni, Şeyh Cüneyd tarafından da Şiî olmak üzere iki kola ayrıldı. Bizi ilgilendiren ise Şeyh Cüneyd ve ondan devam eden tarikatının Sünnilikten Şiiliğe temayülü. Şeyh Cüneyd Erdebil’den ayrılıp, önce Suriye’ye sonra Anadolu’ya geçti. Buralarda hem ünlü bir tarikatın şeyhi olarak hem de bir seyyid gibi dolaşmaya dolaşıp taraftar toplamaya başladı. Osmanlı kurulduğu günden beri tarikatları ve mensuplarını desteklemiştir din uğruna. Tarikatların İslâmiyet’in daha iyi öğretilip, yayılmasına öncülük ettiklerine inandıkları için. Hatta tarikatlara “Çerağ Akçesi” adıyla her yıl yüklü miktarda paralar da göndererek onları desteklemiştir. Desteklediği tarikatlardan biri de bu Erdebîliyye yani Safevîyye Tarikatıdır. Bu tarikatı da Şeyh Cüneyd Erdebil’den ayrılana kadar desteklemiştir. Bundan ümitlenip, Osmanlı’nın, kendisini destekleyeceğine inanan Şeyh Cüneyd, Anadolu’ya geçti. Anadolu’da kendisine inanmaya hazır birçok insan buldu. Çünkü daha önceleri buralarda İlhanlı Devleti hüküm sürmüş ve Olcaytu Muhammed Hüdâbende (1304–1317) döneminde on iki imam Şiiliğinin Anadolu’da bazı kesimlerinde kabul görmüş ve uygulanmıştı. İşte bu devirden kalan Şiâ’nın izleri üzerine yeniden bir Şiîlik inşa etmesi bu yüzden kolay olmuştu. Böyle elverişli bir ortamı değerlendiren Şeyh Cüneyd, beş- on bin kişilik bir ordu oluşturmakta da zorlanmadı. Daha sonra müridlerinden bir kaçını, bir takım hediyelerle beraber Osmanlı Hükümdarı Sultan II. Murad’a gönderdi. Ondan Kurtbeli’nde oturma müsaadesi istedi. Ancak Sultan II. Murad Anadolu’da zaten var olan Şiîlik inancının daha da yayılmasından endişe ederek ve Şeyh Cüneyd’in de hükümdarlık davasında olduğunu sezerek, buna müsaade etmedi.

Gelen Şeyh Cüneyd’in elçilerine 200 Duka altın ve 100 akçe verip, onların gönlünü alarak şeyhlerinin bu isteğine bir İran- Pers atasözüyle cevap verdi: “Yedi derviş bir posta sığar, ancak bir tahta iki padişah sığmaz.”

Bunun üzerine Şeyh Cüneyd, Karamanoğlu Beyliği’nin hâkimiyetinde olan Konya’ya geldi. Orada Zeyniyye tarikatının kurucusu olan Zeyneddin Hafi’nin halifesi Abdüllatif Makdisi ile müridleri vasıtasıyla görüşmüş ve orada kalarak müridlerine zâviye kütüphanesinde bulunan Muhyiddin Arabî ile Sadreddin Konevî’nin eserlerini istinsah ettirmiştir. İki şeyh arasındaki ikinci sohbette Şeyh Cüneyd kendi mezhep ve kanaatini savunmak zorunda kalmıştır. Mağlup olacağını düşünen Cüneyd bu defa Kuran’ı tezyif edecek bir tarzda konuşarak başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i beyt’in övüldüğünü içeren âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm’ den bilinçli bir şekilde çıkarıldığını, sahabeler hakkındaki âyetlerin ise Allah’ın kelamı olmayıp onların da uydurma olduğunu Kur’an’a sonradan eklendiğini ifade etmiştir. Böylece Şeyh Cüneyd’in maskesi düşmüş, ağzında gizlediği bakla ortaya çıkmıştı. Bunu niye anlattım sizlere, Şiîlik inancının nasıl bir inanç olduğunu, Şiîler’in nelere inandığını ortaya koymak içindi. Sünnilikten nasıl ve hangi fikirlerle ayrıldıklarını anlatabilmek içindi sizlere. Şeyh Cüneyd, hiçbir yerde barınamadı. Akkoyunlu Devleti hariç. O devlet de bir Türk devletiydi üstelik Sünnî’ydi. Hükümdarları Uzun Hasan’dı. Uzun Hasan kendisine sığınan Şeyh Cüneyd’i ağırladı. Siyasi çıkarları uğruna kendisine kız kardeşini verdi. Çünkü şeyh Cüneyd’in yirmi bin sûfi-askeri vardı. Şeyh Cüneyd, Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm’le evlendi. . Böylece Şeyh Cüneyd daha da güçlendi. Bu evlilikten Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar dünyaya geldi. Şeyh Haydar da dayısı olan Uzun Hasan’ın kızı Âlemşah Halime Begüm yani Prenses Marta ile evlendi. Prenses Marta dedik, , çünkü Uzun Hasan’ın bu eşi Trabzon Rum İmparatoru’nun kızı olan Katerina (Despina Hatun) idi, Hristiyan’dı ve dinini ölene kadar değiştirmedi. Kızını da Türk ismi ile değil, kendi verdiği isimle çağırıyordu. Şeyh Haydar’ın dayısı Uzun Hasan’la olan akrabalık bağları bu evlilikle daha da güçlendi. Bu evlilikten Şeyh Haydar’ın üç oğlu oldu. Bunlardan en küçüğü de Şah İsmail’di.

Şeyh Haydar’la birlikte tarikat değişmeye başladı, mecrasından iyice çıktı. Önceleri tarikat mensupları başlarına iki karış uzunluğunda beyaz taç takarlarken, sonraları Şeyh Haydar zamanında tarikatlarını Bayramiyye Tarikatından ayırt etmek için bu beyaz taç, kırmızıya, kızıla dönmüştür. Böyle bir başlığı Şeyh Haydar’ın rüyasında Hz. Ali (r.a.)’ı görmesi sonucu giydiğini iddia edenler de vardır. Bu başlık üzerine beyaz bir tülbent sarılan on iki dilimli, kırmızı ya da kızıl bir kavuktur. Bu on iki dilimin her biri bir imama delalet eder. On iki dilim, on iki imam. Bu on iki dilimli kızıl börk, kızıl başlık Şeyh Haydar zamanında giyilmeye başlandığı için adına Tâc-ı Haydarî veya kısaca Taç da denilmiştir. Bu başlığı giyenler, sakallarını kesip, bıyıklarını uzatıyorlardı. Traş sırasında başlarında da bir tutam tüy tutmaktaydılar. Kızılbaşlığı takanlar ya da bu tarikata mensup olanlar genelde Türkmenlerdi yani onlar da Türk’tü. Budizm, hatta Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Şamanizm gibi eski dini inanç ve geleneklerini İslâmî bir anlayışla birleştirip, sürdüren bazı Türkmenlerin bazı Bâtıni- Şiî anlayışları benimsemesiyle ortaya çıkan bir topluluktu bu Kızılbaşlar. Eski kamlar yani ozanlar mecralarını değiştirip, oldular derviş. Aslında Anadolu’daki Türkmenlerden bazıları Sünnî’ydi. Çünkü Türkmenler, Sünni bir tarikatla karşılaştıklarında Sünni oldular. Şeyh Cüneyd’in, Şah Haydar’ın veya Şah İsmail’in bu benimsedikleri Şiî inancı yaymak için gönderdikleri Dai’lerle karşılaşan Türkmenler de Şiî veya Kızılbaş oldular. Daî, insanları kendi din veya mezhebine çağıran kişi demektir. Bu daîleri Anadolu içlerine kadar yollayarak, insanları Kızılbaşlığa davet ettiler ve bu yolla çok sayıda mürid topladılar. Önceleri mürid idi topladıkları. Sonra bu da mecra değiştirdi, siyasileşerek taraftar oldu, asker oldu, ordu oldu. Öyle ki Osmanlı ordusunda bile Şah İsmail’in yani Kızılbaşların taraftarları vardı. Tarikat mecra değiştirdi Şeyh Haydar zamanında. Onun zamanında Şeyhlik Şahlığa dönüştü. O da mecra değiştirdi. Şeyhlikten şahlığa, Erdebil merkez olmak üzere tarikattan devlete geçiş yaptılar. Şeyh Haydar’ın oğlu olan Şah İsmail, küçük yaşta babasının yerine posta oturarak şeyh oldu. Tabii artık şeyh olarak değil, Şah olarak anılmaktaydı post nişinler, o da mecrasını değiştirmişti. Müridleri onu taparcasına seviyorlardı. Çünkü tarikatın Türkmen müridleri Şah Haydar’ı ve ailesini kutsallaştırmıştı. Şeyh Cüneyd’i Tanrı, Şeyh Haydar’ı Tanrı’nın oğlu olarak görmeye başlayan bu Türkmenler için onun oğlu şah İsmail de tabii olarak kutsaldı. Şeyh Haydar’ın Şirvanşahlar’la olan mücadelesinde babasına dost olan akraba olan Akkoyunlular’ın saf değiştirip, onu öldürmesinden sonra Şah İsmail’i müridler emin bir yere kaçırdılar. Çünkü Akkoyunlu hükümdarı Osmanlı hükümdarıyla Şiîliğe karşı birlik olmuştu. . Şah İsmail’in ağabeyi Sultan Ali de yapılan saldırılarda ölmüştü. Ölmeden önce on iki dilimli bu kızıl başlığı bu kızıl tacı yedi yaşındaki kardeşi İsmail’e giydirdi. Böylece İsmail, Safevî Devletinin hükümdarı oldu. Artık Şiî Türkmenler Şah İsmail’i Tanrı’nın cisimleşmiş hali olarak görüyorlar ve onu bu yüzden yenilmez ve çok güçlü olarak kabul ediyorlardı. Ancak Şah İsmail’in varlığı Akkoyunlu iktidarı için tehlike arz ediyordu. Bu yüzden onu bulup öldürmek istediler Ancak Şah İsmail’i müridleri annesinin bile bilmediği yerlere kaçırarak, sürekli yer değiştirterek sakladılar. Bu süre zarfında da ona hem ilmi hem de askeri eğitim verdiler. On üç yaşına gelen Şah İsmail, artık müridlerinin başına geçerek, müridlerini tekrar etrafına topladı. Sonra ona şahlık yolunda engel olacak beylikleri bir bir ortadan kaldırdı. Önce Şirvanşahlar’ı yendi. Şah İsmail’i yetiştirenler ona öyle bir kin aşılamışlardı ki bu kini yavaş yavaş kusmaya başladı Şeyh-şah İsmail. Şirvanşahlar’ı yenip, ülkelerine girince, büyük babası Şeyh Cüneyd’i öldüren Şirvanşah Halilullah’ın kabrini buldurup, açtırdı ve kininden ölmüş adamın kemiklerini mezarından çıkartıp yaktırdı. Sonra çeşitli oyun ve entrikalarla ve taht kavgasıyla birbirine düşmüş olan Akkoyunlu Devleti’nin üzerine yürüdü. Akkoyunlu Hükümdar’ı Elvend Bey ona Şirvan’a dönüp, oralarla yetinmeyi teklif etti. Buna karşılık Şah İsmail de ona birinci İmam Ali’nin yolunu tutup, Şiîliği kabul etmesini teklif etti. Eğer o Şiî olursa onu kardeş bilip, kılıç sallamayacaktı. Fakat bu teklifi Akkoyunlu Hükümdarı Elvend Bey kabul etmedi ve aralarında bu yüzden bir süre sonra savaş çıktı. Savaşı Şah İsmail kazanıp, İran- Tebriz’e girdi ve orada Hükümranlığını ilan etti. Böylece 907(m.1502 ) yılında resmen Safevî devleti kurulmuş oldu. Şah oldu bu devletin başına. Sonsuz salâhiyet sahibiydi. Hem dinin, hem de devletin başıydı şah. Şeyhlikten şahlığa geçildi, tarikattan de devlete. Safevîyye idi, oldu Safevî Devleti. Şehirde kendi adına Türkçe hutbe okuttu. Şiîliği kabul etmeyen Akkoyunlu ailesine ve diğer Sünnî halka çok işkenceler etti. On iki imam Şiîliğini resmen ilan etti. On iki imam adına da hutbe okutup, onların adına sikke (para) bastırdı. Hutbelerde Hz. Osman (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)’a lanet okunmasını emretti. Bu okunan laneti duyanların da “Daha ziyade olsun!” demelerini zorunlu kıldı. Artık dinlerinin de tarikatlarının de mecrası tamamen değişmişti. Bu değişiklikten ezan da nasibini aldı. Ezana “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah’tan sonra “Eşhedü enne Aliyyen Veliyullâh” ve “Hayy A’le’l-Felâh” tan sonra “Hayy A’l’e- Hayri’l- Amel” lafzı eklendi. Artık okuttukları ezan da mecrasını değiştirmişti. Yeni bastırttığı paraların üzerinde “Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın elçisi, Ali Allah’ın dostudur.” ibaresini yazdırttı. Bu paraların yani sikkelerin arka yüzünde Şia’nın On iki İmam’ının adı ve “Mukaddes Halife Ali” ismiyle beraber küçültülmüş şekilde kendi ismi olan “Şah İsmail” de yazmaktaydı. (Bu isimler sikkelere onun emriyle darbedilmişti.) Safevîler’den önce Şia usûl uleması tarafından kullanılan “Adil İmam” ve “Sultan” tabirlerinin kendisi için de kullanılması yolunda ferman hazırlayıp, hutbelerde adını bu ünvanlarla beraber okutmuştur. Kendisi “Hatayî veya Hataî” mahlasıyla yazdığı şiirlerinde kendisini şöyle tanımlar:

“Allah Allah deyin gaziler / Gaziler din-i şah menem./ Karşu gelün, secde kılun, / Gaziler din-i şah menem.” Burada askerlerin, müridlerin kendisine secde etmelerini istemektedir. Bu ve bunun gibi farklı yorumları olan şiirleri vardır Şah İsmail’in. Secde edin derken bana, Allah’ın hâşâ yeryüzündeki gölgesi olduğunu vurgulamaktadır. Bu da onun Şiîlik anlayışına İsmailîlik- Haşhaşîlik inançların da karıştığını gösterir bize. Ayrıca gaip olan On İki İmam’ın yedincisinin kendisi olduğunu veya o imamın temsilcisi olduğu fikrini de Kızılbaşlara aşılamıştır. Böylece etrafındaki Kızılbaşlar onun yenilmezliğine inanmış ve ona adeta tapar olmuşlardı.

Onun askerlerinin savaş naraları da mecrasını değiştirmiş, “Allah, Allah, Aliyyun Velîyullah” şeklini almıştır. Şah İsmail, değişen bu mecrada artık akmaya başladı. On iki İmam’ın türbelerini tamir ettirdi. Buna karşılık, Bağdadı aldığında Ebû Hanife ve Abdülkadir Geylani Hazretlerinin türbelerini yıktırttı. Halid b. Velid soyundan gelenleri de Kazvin’i alınca yok eti. Katliamların ardı arkası kesilmiyordu. Özbeklerin hükümdarı Şeybanî Han da Sünnî idi. Onu da savaşta yenerek başını gövdesinden ayırıp, kafasını altınla kaplatıp, bununla şarap içmiştir… Bir Müslümanın başını kesip, altınla kaplatıp sonra kadeh gibi kullanarak içinden şarap içen bir başka Müslüman! Vahşet bir o kadar da gaddarlık, zulüm. İşte Şah İsmail budur. Fuzulî’nin meşhur Beng-ü Bade kasidesinde de anlatılır bu olay ve bu kasideyi Fuzuli Şah İsmail’e ithaf ederek onu methetmiştir.

Henüz tam bir Şiî olmayan aralarında çok sayıda Sünnî Müslümanı da barındıran İran artık Şah İsmail’in zorbalığıyla tamamen Şiileşti. Ve bu tarihten sonra Osmanlı’ya düşman oldu. Mecrası değişmiş de olsa aynı dinin insanları olan bu iki halk böylece tarih sahnesinde çatışmaya başladı. . Osmanlı Avrupa’yı tam dize getireceği sırada kurulan Kızılbaş Türkmenlerin Osmanlı’dan kopup kurduğu bu Safevî devleti bütün bu fetihleri engelleyerek Osmanlı’yı arkadan hançerlemiştir. Osmanlı-Safevî mücadelesi belli aralıklarla yaklaşık 250 yıl sürmüştür. Osmanlıları bu savaşlarla meşgul eden Safevî Devleti Avrupalı Hristiyanların ekmeğine bal sürmüştür. Avrupalıların Osmanlı’dan kurtarıcısı olmuşlardı bir nevi Böylece Müslümanlar arası birlik kurulamamış ve Osmanlı istenilen hedefe bunlar ve bunlar gibi devletlerin yüzünden ulaşamamıştır. 250 yıl süren çekişme ve mecrasından çıkan İslâm Birliği. Gerek bu aşırı uçlara kaymaları gerekse vergi vermekten imtina etmeleri, devletin başına bela olmaları hatta zaman zaman Hristiyanların oyununa gelip, ayaklanarak, isyanlar, savaşlar çıkarmaları sebebiyle Osmanlı için potansiyel tehlike olmuşlardır.

Bu arada Şah İsmail’in ölümünden sonra İran’daki yerleşen bu Şiîlik ile Anadolu’daki Şiîlik bazı yönleriyle gitgide farklılık göstermeye başladı. . Başlangıçta aynı fikirleri paylaşırlarken zaman içinde farklılaştılar. İran’daki Kızılbaşlar zaman içinde önceleri Sünnî olup, zorla Şiîliği kabul edenlerin Kur’an’a dayalı bilgilerinden beslenerek, Caferiyye mezhebinin görüşlerini benimsemişlerdir. Anadolu’daki Kızılbaşlar ise gerek Osmanlı’nın yaptığı haklı baskıyla gerekse, daha önceki dinleri olan Şamanizm’in ve de Batınîler’in tesirinde kalarak dinle ilgili bir bilgi birikimi oluşturamamışlardır. Bu konuyu isterseniz erbabına bırakalım. Bu konuda Mustafa Ekinci, “Erdebil Tekkesinin Kuruluşu, Gelişmesi ve Anadolu’daki Dini ve Siyasi Faaliyetleri” isimli doktora tezinin 198. sayfasında şöyle diyor: “Anadolu’daki Kızılbaş gruplar arasında tam bir inanç birliğinden söz edilemez. Bu gruplar arasında Caferî Mezhebi’ne mensup olanlar olduğu gibi, kendilerini bu mezhebe bağlı sanmayanlar da vardır. Bazı konularda Caferî mezhebinin etkisinde kaldıkları gibi diğer bazı hususlarda da Batınîlik’ten etkilenmişlerdir. Diğer taraftan İslâm’dan önceki bazı örf ve adetleri de dinî bir kisve altında devam ettirmektedirler. Namazını kılıp, orucunu tutanlar olduğu gibi; ‘Namazımız niyazımızdır, orucumuz da Muharrem Orucudur’ diyenler de vardır. Diğer bir tabirle en mutedil grupların yanında en aşırı gruplara da rastlanmaktadır. Bu şekil bir inanç haritasına sahip olan Kızılbaşlar’ı tek bir mezhep mensubu göstermek mümkün görünmemektedir. Anadolu’daki Kızılbaşlar nev’i şahsına münhasır olarak mezhepler tarihindeki yerini almışlardır.” Sünnîlerle Kızılbaşlar arasında oluşan bu soğukluk da nesilden nesile geçerek, günümüze kadar ulaşarak; adeta insanların genlerine kazınmış gibi irsî bir hal almıştır. Bir zamanlar gurur ve ayrıcalık sembolü olan kızıl başlık ve Kızılbaşlık da anlamını yitirerek mecrasını değiştirmiş, farklı mecralara çekilerek, farklı anlamlar kazanmış, kazandırılmış ve hakaret içeren bir tabir haline gelmiştir.

Neredeeen nereye? Sünnîlikten Şiîliğe, Safevîyye’likten Safevî Devleti’ne, Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî’den Somuncu Baba’ya, Şah İsmail’e.

FATMA TOKSOY

KAYNAKLAR

v Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarih, çev. İsmet Parmaksızoğlu, c.IV, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1992.
v Solak-zâde Mehmed Hemdemi Çelebi, Solak-zâde Tarihi, çev: Vahid Çabuk, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1989. c.I, 439-471; c.II, s.s. 1-111.
v Mustafa Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu, Gelişmesi ve Anadolu’daki Dini ve Siyasi Faaliyetleri, [Tez, Doktora Tezi, Harran Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, 1997] .
v Giyas Şükürov, Safevî Devleti’nin kuruluşu ve I.Şah İsmail Devri, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, sosyal Bilimler Enstitüsü, İlahiyat Anabilim Dalı, 2006].
v Reşet Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf, İstanbul: İz Yayıncılık, 2000, s.s. 54-60, 247-250, 342-384.
v Mithat Sertoğlu, Osmanlı Hükümdarlarının Kıyafetleri, Resimli Tarih Mecmuası, sayı: 34, Ekim 1952, s.s.1774-1778.
v Fatma Aslışen, Şah İsmail’in Türk Siyaseti ve Kültürel Yeri, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2006].
v Tufan Gündüz, Şah İsmail, DİA, İstanbul 2010, c. XXXVIII, s.s.253-255.
v Mürüvet Karagöz, Safavî Devleti’nin Kuruluş Dönemi, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Harran Üniversitesi, Sosyal bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2010], s.s. 29-67.
v Adnan Er, Safevî Devleti’nin Yıkılış Sebepleri, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2008], s.s. 19-37.
v Ahmet Akgündüz- Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul: OSAV, 1999, s.s. 133-148.
v Erhan Afyoncu, Yavuz’un Küpesi, İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2010, s.s.11-13.

Bu Yazı Seyyide Dergisi’nde Yayınlanmıştır

Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak: "Alevi - Sünni sentezi olamaz"



Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, özellikle Alevilik üzerine çalışan saygın bir bilimadamımız. Kendisinin son olarak "Türk Sufiliğine Bakışlar" ve "Osmanlı Toplumunda 'Zındıklar' ve 'Mülhitler' yahut Dairenin Dışına Çıkanlar" adlı kitapları yayınlandı. Prof. Ocak, çok önceleri ele almış olduğu "Türk müslümanlığı" kavramı eksenindeki yeni tartışmaları arkadaşımız Ruşen Çakır'a değerlendirdi.

* Belli bir süredir "Türk Müslümanlığı" veya "Türkiye Müslümanlığı" şeklinde kavramlar ortaya atılıyor. Bunları tartışmadan önce, İslam'ın belli ulus ya da kavimlere özgü yorumlarından söz edebilir miyiz?

Evvela "İslam" ile "Müslümanlık" kelimeleri arasındaki nüansı bilmek lazım. Bu iki kelime her ne kadar günlük konuşma dilinde birbiri yerine kullanılıyorsa da aslında tarihsel ve sosyolojik olarak bu kullanış doğru değildir. Çünkü "İslam" kelimesi, soyut anlamda bir din olarak temel kaynaklarındaki yazılı biçimiyle İslam dinini, onun inanç, ibadet, ahlak vs. esaslarını işaret ederken, "Müslümanlık" kelimesi bu dinin tarihsel süreç içinde, kendilerine "müslüman" denilen toplumlarca yorumlanarak pratiğe aktarılmış, yaşanmış, son tahlilde "kültürleşmiş" şeklinin adıdır. Dolayısıyla sosyolojik olarak tek değil, birçok müslümanlıklar vardır. Şöyle de söyleyebiliriz: İslam semavi, müslümanlık veya müslümanlıklar beşeridir.

Bu bakış İslam'ı ırk veya ulus temeline indirgemek değildir. Dolayısıyla soruyu "Arap müslümanlığı"ndan, yahut mesela "Fars müslümanlığı"ndan söz edilebilir mi? diye sorarsak bence daha doğru yapmış oluruz. Çünkü bu iki kelime arasındaki çok önemli bu anlam farkının bilinmemesi ve dikkate alınmaması halinde, şu anda Türkiye'de yapıldığı gibi, çok ciddi yöntem ve analiz hatası yapmış oluruz. Zaten medyadan takip edebildiğim kadarıyla görüyorum ki tartışmaların bir kısmı buradan çıkıyor. Tartışmacılar bu tabirlerden çok farklı şeyler anılıyor.
Bu ayırımı yaptıktan sonra, tarihsel yahut sosyolojik, hatta antropolojik olarak baktığınızda rahatlıkla bir "Türk müslümanlığı"ndan, bir "Arap müslümanlığı"ndan, bir "Fars (İran) müslümanlığı"ndan söz edebileceğiniz gibi, bir Kuzey Afrika yahut Uzakdoğu müslümanlığından, "Türkiye müslümanlığı"ndan da söz edebilirsiniz. Tabii eğer bunlarla, kavimlerin veya çeşitli kültür sahalarının çok tabii olarak geçmişteki kendi toplumsal ve kültürel yapılarının çerçevesinde yorumlayıp hayat geçirdikleri İslam anlayışını, algılayışını kastediyorsanız. Zira bu kavimler, kendi tarihsel süreçleri içinde belirttiğim faktörlerin etkisiyle kendilerine göre bir İslami dünya görüşü, bir İslami hayat felsefesi, bir toplum yapısı ve bir kültür oluşturup geliştirmişlerdir. Dolayısıyla bu tür sosyolojik ve kültürel farklılıkları yansıtan müslümanlık yaşayışları, biz "olmaz, yok öyle şey!" desek de zaten yüzlerce yıldan beri fiilen vardı, var olmaya devam ediyor ve edecektir.
Türkiye'de şu son günlerde yapılan tartışmalar ise bende, eğer yanılmıyorsam, "Türk İslamı" veya asıl doğru tabirle "Türk müslümanlığı" kavramının, bu kavramı gündeme sokan siyasetçiler ve askerler ile, bu kavrama yandaş veya karşı olan çoğu aydınlar ve bilim adamlarının kafasında benim demin açıkladığım sosyolojik muhtevasından farklı, yani ulus temeline dayalı bir İslam modeli şeklinde algılandığı izlenimini uyandırıyor. Bu kavramı benim açıklamaya çalıştığım tarzda anlayanların hiç olmadığını söylemek istemiyorum, ama onların sayıca daha az olduğunu görüyorum.

İslam ümmeti siyasi değildir

Müslüman kavimler ne kadar kendi algılayış ve kültürel yapılarına göre bir müslümanlık anlayış ve tarzı oluştururlarsa oluştursunlar, temelde onlara "Müslüman" dedirten, onları "İslam dairesi" içinde görmemize, nitelememize sebep olan birtakım temel inanç ve pratikler vardır ki, hangi kavme, hangi ulusa, ırka veya mezhebe mensup bulunurlarsa bulunsunlar, yine de onları ortak birtakım duygularla evrensel bir İslam üst kimliğinde birleştirir, ki bunun adına "İslam ümmeti" denir. İşte Türkiye'de laik kesimin olduğu kadar siyasal İslamcıların da kavrayamadıkları, anlayamadıkları ve illa da siyasal bir muhteva yüklemeye çalıştıkları "ümmet" kavramı, asıl ve gerçek anlamıyla budur. İslamdaki "ümmet" kavramı, sanıldığının tersine siyasal birliği değil, inanç ve kültür birliğini yansıtır. Eğer iyi tarih ve sosyoloji bilmezseniz, bu tabirlere hep yanlış ideolojik anlamlar yükler ve bizdeki gibi gereksiz tartışmalara girersiniz.

* "Türk müslümanlığı" içinde, sizin de üzerinde çalıştığınız Aleviliğe önemli bir rol biçiliyor gibi. Alevilikle Sünniliğin yeni bir sentezi mi aranıyor?

İşte şimdi Türkiye için çok hassas, çok tehlikeli, hatta yanlış adım atıldığı takdirde, telafi edilmez yaralar açacak bir konuyu açıyorsunuz. Gerçekten de bu yeni "Türk müslümanlığı" projesinde Aleviliğe önemli bir rol biçildiği izlenimi bende de var. Ağustos ortalarında Hacıbektaş kasabasında yapılagelen törenlerde, özellikle iki yıldan beri en yetkili siyasi ağızlardan Bektaşilik ve Aleviliğin gerçek Türk müslümanlığı olduğu yönünde sözler sarfedilmektedir. Bence bilgisizce ve sorumsuzca ve tamamiyle siyasal yatırımlara yönelik bu tür konuşmaların, Alevi olmayan çoğunluk üzerinde ne büyük bir tepkiye yol açacağını düşünmek dahi istemiyorum. Zaten genelde Aleviler'in de bu tür söylemlere hiç de iyi bakmadıklarını ben çok iyi biliyorum. Hatta Bektaşilik ve Aleviliği Türkiye'de laikliğin güvencesi, dayanağı olarak takdim eden bazı yazarların yahut siyasilerin böyle bir söylemi sürekli dile getirmelerini tehlikeli bulan ve bir arada yaşama çabalarını baltalayacağını bilen, bundan rahatsızlık duyan Bektaşi ve Aleviler'in var olduğunu biliyorum. Ama Alevilik'le Sünniliğin yeni bir sentezi mi aranıyor sorunuza şu gün için tam olarak evet cevabını verebilmek mümkün değil. Şu var ki, ne Aleviler'in ne de Sünniler'in öyle bir senteze sıcak bakmaları mümkün değil. Çünkü her iki kesim de haklı olarak kendi kimlikleriyle yaşamak isteyecektir. Üstelik böyle yapay bir sentezin pratikte yaşama şansının sıfır olduğunu da unutmamak lazım. Nitekim bu tarz girişimlerin, mesela Ekber Şahı'nın dinler arası sentez çabası gibi, tarihte de başarısızlıkla sonuçlandığını gösteren bazı örnekleri vardır.

Alevilik - Sünnilik farkı

Aleviliğin gerçek Türk müslümanlığı olup olmadığı meselesine gelince, zaman zaman "gerçek müslümanlık Alevilik'tir", yahut "Alevilik asıl Türk müslümanlığıdır; Sünnilik ise Emevi Arap müslümanlığıdır" tarzında yazıp çizen, konuşan Alevi yazarları, önde gelen Alevi liderleri de var. Sünniliğin iddia edildiği gibi Emevi Arap müslümanlığı olmadığını, İslam'ın siyasal, toplumsal ve kültürel tarihini, kelam tartışmalarını doğru dürüst bilenler, çok iyi bilirler. Ancak Alevilerin bu söylemlerini belki bir ölçüde geçmişten kaynaklanan haklı bir tepkiselliğin ve kendileri için elit kesimde lehte kamuoyu oluşturmaya yönelik bir psikolojinin ürünü olarak değerlendirip bir ölçüde anlayışla karşılamak mümkündür. Ama bu, Sünni kesimde haklı olarak çok büyük tepki yaratmaktadır.
Aslına bakacak olursanız, az önce sözünü ettiğim sosyolojik anlamda "Türk müslümanlığı" kavramı çerçevesinde, Alevilik gerçekten bir Türk müslümanlığıdır. Şüphesiz bunu söylerken Türkiye'de Kürt Alevilerinin bulunduğunu, Aleviliğin Anadolu'daki gelişim sürecinde onların katkılarını unutmuş değilim. Ama, çoğunluk üzerine konuşuyorum. Nitekim daha bundan birkaç ay önce Prof. Melikoff'un Leiden'de yayımlanan çok önemli kitabının da ortaya koyduğu gibi, Aleviliğin tarihsel köklerinin esas itibariyle Türk kültürü çerçevesinde oluştuğunu bilirseniz bu böyledir. Ancak bu gerçeğin çok önemli bir ikinci yüzü daha vardır. Türk müslümanlığı yalnız Alevilikten, Bektaşilikten ibaret değildir. Türk tarihi çerçevesinde yaşanan Sünnilik de Türk Müslümanlığının bir parçasıdır ve her ikisinin de milli kültürden kaynaklanan özellikleri olduğu gibi, genelde müslümanlığa bağlanan, ondan kopuk olmayan evrensel bağları da vardır. Kısaca Alevilik ve Sünnilik Türk müslümanlığının, daha doğru bir ifadeyle, ulusal alanında değil, ama tarihsel ve sosyolojik anlamda "Türkiye müslümanlığı"nın tarihsel boyutunu teşkil eden iki müslümanlık yorumudur. Bunlardan birini alıp ötekini attınız mı, yahut ikisini birbirine katmaya çalıştınız mı, bu Türkiye'yi çok tehlikeli bir sona götürür. Zaten demin de söylediğim gibi, ne Sünnilerin, ne de Alevilerin böyle bir girişim karşısında sessiz kalıp buna razı olacaklarını düşünmek büyük bir saflık olur.

"Yukarıdan manipüle bir tartışma"

Prof. Ocak, "Türk müslümanlığı" tartışmalarındaki "manipülasyon" unsurunu ise şöyle değerlendiriyor:
"Türk müslümanlığı" tartışmalarının, tam da birincil tehlike olarak ortaya sürülen "irtica"ın tartışıldığı bir dönemde birden gündeme sokulması, akla pek çok soru getiriyor. Başka bir deyişle Refahyol iktidarının "irtica" şaibeli döneminde başlatılarak, çıkartılan toz bulutunun insanları bunaltıp sinirleri iyice gerdiği bir zamanda gündeme getirilmesi, ister istemez Türkiye'nin problemlerinin altından yıllardır kalkamayan yönetici elitin kafasında yeni bir toplum mühendisliği projesi bulunduğunu düşündürüyor.
Hele hele bu konunun laik bir devlette bu gibi konulara müdahalesi kesinlikle düşünülmemesi icap eden siyasi ve askeri çevrelerce dile getirilmesi, birtakım keyfi modeller öne sürülmesi, medyanın bu konuda aracı olmaktan öte geçip müdahil taraf olarak tartışmaların ortasına atlaması, tabandan kaynaklanmayan bu tartışmaların "yukarı" dan manipüle edildiğini net olarak gösteriyor. Kısacası, çok kullanılan bir tabirle, "mozayiğin parçaları bir araya getirildiği zaman", "acaba Türkiye bir çeşit İslam'la hesaplaşma sürecine mi sokuluyor, yoksa yönetici elit, çerçevesini ve muhtevasını kendi eğilimlerine göre belirlediği bir İslami reformasyon hareketi mi başlatmayı planlıyor" sorusu kanaatimce ciddiyet kazanıyor. Daha açık konuşmak gerekirse, bu tartışma, yönetici laik elitin İslam fobisinden hala kurtulamadığını, onu istediği gibi bir biçime sokmayı başarana, daha doğrusu kendisi için zararsız hale getirinceye kadar da ondan elini çekmeye niyetli olmadığını ortaya koyuyor.

Kaynak http://www.milliyet.com.tr/1998/09/16/entel/ent.html

İyi Parti Başkanı Akşener Tunceli'ye gitti; ilk durağı cemevi oldu
06 Ocak 2018



"Cemevlerinin giderleri sorunu çözülmeli"

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, bugün Tunceli'ye gitti. İlk ziyaretini cemevine yapan Akşener'e partisinin il kongresi nedeniyle Tunceli'de bulanan CHP Milletvekili Gürsel Erol da eşlik etti. Akşener cemevinde yaptığı konuşmada "Türkiye'de vergi toplanırken Sünni, Alevi farkı yok, herkes vergisini ödüyor. Cemevlerinin giderleri sorunu çözülmeli. Cuma namazı sırasında verilen hutbelerde aleyhte söylenen hiçbir şeyi kabul etmiyorum. Camiler siyasetten uzak durmalı" dedi.

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, saat 13.30 sıralarında, Kayseri Milletvekili Yusuf Halaçoğlu, Genel Başkan Yardımcısı Koray Aydın, Milletvekili Aytun Çıray ile Aşık Veysel'in torunu, parti yöneticisi ve Genel Başkan Başdanışmanı Çiğden Turan ile birlikte Tunceli'ye geldi.

İlk ziyaretini Tunceli Cemevi'ne yapan Akşener, girişte cemevi dedesi Ahmet Yurt ve diğer Alevi dedeleri tarafından karşılandı. Dedeler, Akşener'i, cemevini ziyaret edenlerin ilk olarak gittiği, mum yakarak dilek dilediği bölüme davet etti. Daveti kabul ederek burada mum yakıp dilek dileyen Akşener, daha sonra Tunceli ve Munzur Çayı manzarasını bir süre izledi.

Akşener cemevinin bahçesinde gezdiği sırada, CHP il kongresi için kentte bulunan Tunceli Milletvekili Gürsel Erol da yanına gelerek, bir süre sohbet etti. CHP Milletvekili Erol, Akşener'in cemevi ziyareti boyunca yanında bulunarak zaman zaman bazı konularda bilgi verdi. Cemevi dedesi Ali Ekber Yurt, Akşener ve beraberindeki heyete yöresel zerfet yemeğinden ikram etti. Alevi geleneklerine göre bir Alevi dedesi yemek duası verdikten sonra, heyet üyelerine yemek ikramı yapıldı.


"Birbirimize saygı duymaya ihtiyacımız var"


Alevi dedesi Ali Ekber Yurt'tan cemevlerinin sorunları ile ilgili bilgi alan Akşener, daha sonra yaptığı açıklamada şunları söyledi:

"Biz siyasette saygı dili olması gerektiğini söylüyoruz. Gittiğimiz her yerde insanlarımızı önyargısız dinliyoruz. Cemevi dedemizin söylediklerinin büyük çoğunluğunda haklı olduğunu düşünüyoruz. Burada koruma ordumuz olmadan, arada hiçbir perde olmadan birbirimizi dinliyoruz. Şu an Türkiye'de muhalefet partisi olarak, tek parti CHP gibi görünüyor. Bu sorunları çıkıp halka anlattığımız zaman, seçmen bizi daha fazla anlıyor. Türkiye'de birbirimize saygı duymaya ihtiyacımız var. Herkes birbirinin düşüncesine, hayat tarzına, yaşam tarzına saygı duymak zorundadır. Biz böyle düşünüyoruz. Türkiye'de bir saygı dili oluşmalı. Bu saygı dili sonra kardeşlik diline evriliyor. Türkiye'de vergi toplanırken Sünni, Alevi farkı yok, herkes vergisini ödüyor. Cemevlerinin giderleri sorunu çözülmeli. Cuma namazı sırasında verilen hutbelerde aleyhte söylenen hiçbir şeyi kabul etmiyorum. Camiler siyasetten uzak durmalı. Nasıl ki cemevinde siyaset yapılmıyorsa, camilerde de siyaset yapılmamalı. Alevi inancı ve kültürünün temsili açısından Diyanet bünyesinde sorun çıkıyorsa, başka bir çözüm bulunmalı. Kültür Bakanlığı bünyesinde bir müsteşar yardımcılığı Alevi inancına ve kültürüne ayrılır, Alevi inancı ve yaşamı ile igili araştırmalar ve çalışmalar yapılır. Alevi dedeleri yaşayan bir tarihtir. Bu nedenle Kültür Bakanlığı bünyesinde mutlaka temsil edilmelidir."

Akşener'e Zülfikar hediye edildi

Yapılan konuşmaların ardında cemevi dedesi Ali Akber Yurt, Meral Akşener'e yörede kadınların kullandıkları bir şal ile Hz. Ali'nin kılıcı Zülfikar'ın örneğini hediye etti. Hediyelerin çok anlamlı olduğunu belirten Akşener, "Kılıcın üzerinde 'Medet Ya Ali'yi okuyunca, benim Tunceli'ye bir vefa duygum aklıma geldi. 7 Haziran seçimlerinde kötü bir şeyle karşılaştım. Bu sırada Tuncelili bir arkadaş, 'Ahlakı savunmak' diye bir yazı yazmıştı ve demişti ki 'Ahlakı savunmak MHP'yi savunmak anlamına gelmiyor, bir kadını savunmak, o partili olmak anlamına gelmiyor'. O yazıyı okuyunca çok etkilenmiş ve yarım saat ağlamıştım. Yani Tunceliler ta o zaman bana sahip çıkmıştı" dedi.

Sandalye üstüne çıkarak konuştu

Cemevi ziyaretinin ardandan çarşı merkezine giden Meral Akşener, burada davul-zurna ile karşılandı. Zaman zaman izdiham yaşanan ziyaret sırasında bir taksi durağını ziyaret eden Akşener, burada esnafların sorunlarını dinledi. Diğer esnafları da ziyaret etmek isteyen Akşener, yoğun ilgi nedeniyle oluşan kalabalıkta yürümekte zorlanınca, güvenlik güçlerinin oluşturduğu koridordan ziyaretini gerçekleştirdi. Girdiği bir fırında sıcak pide satın alarak arkadaşlarına ikram eden Akşener, sandalyeye çıkarak kısa bir konuşma yaptı. Kalabalığa hitap eden Akşener, "Benim kalbim sizlere açık. Siz de bana kalbinizi açtınız. Sizlere çok sık gelip gideceğim. Bundan sonra anlatacağım ve sizlerden destek isteyeceğim. Tuncelili kadınların ilgisi, alakasını hiç unutmayacağım" ifadelerini kullandı.
T24
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com