EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Zihin kontrolü/Telegram

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Arl 13, 2008 12:59 am    Mesaj konusu: Zihin kontrolü/Telegram Alıntıyla Cevap Gönder



ZİHİN KONTROLÜ(*)
Dr. Aidin Salih



“İnsan vücudu bir elektrokimyasal sistemdir ve artık bu sistemi etkileyecek mekanizma üretilmiştir. Bu mekanizma insanların beynindeki elektromanyetik dalgaların normal seyrini sekteye uğratabilir ve bu yolla insanların davranışlarını değiştirebilir. Belli bir zaman dahilinde insan biyorobot düzeyine indirilebilir.”
Mikroway News Dergisi’nin Editörü Luis Slizen


Bir bilgisayar, herhangi bir insanın beyin faaliyetini çözümleyerek ekrana yansıtabilir, aynı zamanda beyin faaliyetini etkileyecek ve kontrol edecek dalgalar gönderebilir. Geçmişte, bu amaçla insanların kafalarına elektrotlar yerleştirilerek deneyler yapılmıştır. 1960'larda hayvanlar üzerinde yapılan “radyo sinyalleri ile yönlendirme deneyleri” sonradan psikologlar tarafından Vietnam askerlerine uygulanmıştır. Esir askerlerin kafatasına elektrotlar yerleştirilmiş, sonra ellerine bıçaklar verilmiş ve birbirini öldürmeye yönlendirilmişlerdir.

Yıllar önce başlayan zihin kontrolüyle ilgili bu tür araştırmalar ve deneyler ara vermeden bugüne kadar ulaşmıştır. Ancak bu kaba metodlar, yerini artık daha ince metodlara bırakmıştır; günümüzde her şey kablosuz olarak gerçekleştirilebilmektedir.

Beyin, Çok Yönlü Bir Kontrol Merkezidir

Beyin bütün vücut sistemlerini yönetir ve aralarında işbirliği sağlar. Tüm zihinsel faaliyetler, düşünceler, duygular, fiziksel duyular ve hareketler kendilerine özgü frekanslara sahiptir. Beş duyu organımızla algıladığı¬mız her şey belirli bir beyin faaliyeti meydana getirir. Bütün hastalıklar, davranışlar, düşünceler, duygular ve algılamalar da kendine özgü dalga boyuna ve frekansa sahiptir. Söylediğimiz her kelime ve aklımızdan geçirdiğimiz her düşünce beynimizde kendi frekans dalgasını şekillendirir. Çevremizde konuşulan her kelimenin dalgaları beynimize kendi frekansıyla gelir ve tercihimize göre reddedilir veya yerleşebilir. Hipnoz, anestezi, bayılma, ağrı veya korku anında ise beyin, o sırada çevrede söylenen kelimelerin dalgalarına kontrolsüz olarak açık durumdadır. Bu sebeple insan beynini yönlendirmenin en basit şekli ameliyat esnasında beyne yerleştirilen programlardır. Anestezi de bir nevi hipnozdur, hatta hipnozdan daha büyük etkiye sahiptir. Çünkü ameliyata alınan insan bayılma, ağrı ve korkuyu aynı anda yaşar. Ameliyat sırasında söylenen her kelime beyne yerleşerek bilgisayar virüsü gibi çalışır. Bu virüslerin sayısı ve niteliği tamamen ameliyathanede bulunanların ahlakına, konuşmalarına ve konuştukları konuya bağlıdır. Onun için gelişmiş ülkelerde ameliyat sırasında konuşmak yasaklanmıştır.

25. Kare

Sinema, televizyon veya reklam filmleri ya da her türlü televizyon programı 24 kare resmin bir saniye içinde ardarda gelmesiyle hareketli hale gelir. İnsan gözü ardarda gelen bu 24 kareyi algılarken, bunların arkasına yerleştirilen 25. kareyi algılayamaz. İnsan, algıladığı kareler hakkında yorum yapabilir, ondan etkilenip etkilenmemeyi seçebilir. İnsan gözünün algıla¬amadığı 25. kare ise kontrolsüz olarak beyne gider ve insan bilincine yerleşir. 25. kare genellikle yazı şeklindedir ve bu efekt “algılama dışı uyarıcı” olarak da isimlendirilir. 25. kare program yapımcıları tarafından insanları yönlendirmede kullanılabilir. 25. kare ile insanları, herhangi bir fikre veya eyleme, belli bir adaya oy vermeye, bir ürüne bağımlılığa ya da başka bir amaç doğrultusunda yönlendirerek beyinleri yönetmek mümkündür. Ayrıca dil öğrenme programlarında da yaygın olarak kullanılır.

25. kare prensibi ses dalgaları vasıtasıyla teyp, CD çalar, radyo gibi sesli cihazlarda da kullanılır. 20. yüzyılda insan davranışlarını kontrol etmede en cazip yöntem haline gelen bu yöntemin temelinde insanın şuuraltına tesir etmek vardır.

Özel kodla şifrelenen ses kasetleri, radyo ve televizyon aracılığıyla insanlara herhangi bir emir verilebilir ve onların bu emir çerçevesinde hareket etmesi sağlanabilir. Kişi, kasetten veya CD’den, ilahiler ve Kuran-ı Kerim dahil herhangi birşey dinlerken veya televizyon seyrederken, seslerde ve görüntülerde tehlikeli bir buyruk gizlenmişse, bunun şuuraltına indiğini farkedemez.

Zihin Kontrolünde Renk, Ses ve Şekillerin Birlikte Kullanılması

Renklerin insan psikolojisinde ne kadar etkili olduğu yıllardır bilinmektedir. Örneğin kırmızı, turuncu ve sarının uyarıcı, mavi ve morun sakinleştirici, yeşilin ise uyum sağlayıcı etkileri vardır. Renklerin, seslerin ve şekillerin tek tek veya birlikte, belli bir düzende, belli bir sırayla ve hızla hareket ettirilmesiyle insanların, özellikle çocukların beynini kontrol altına almak mümkündür. Bu prensiple renkli lekeler, sesler ve geometrik şekiller 25. kareye yerleştirilerek “V-666” virüsü üretilmiştir. 666, Hristiyanlıkta “antichrist” yani “deccal”i sembolize eder.
Bu virüs bilgisayar kullanıcısına çok büyük bir kuvvetle etki edebilir. İlk önce belli bir amaçla düzenlenmiş renk lekeleri ki bunlar şekiller içine yerleştirildiği zaman daha da etkili olabilir, sesler ve görüntüler kullanıcıyı hipnotize eder. Sonra şekillerin ve renklerin programlanan düzene göre değiştirilmesi kalp ritmini ve tansiyonu kontrol altına alır, hastalığa hatta ölüme götürebilir. 1999 yılında sadece Rusya’da, bilgisayar kullanıcıları arasında bu şekilde gerçekleşen, 46 ölüm vakası tesbit edilmiştir.

Japonya’da 1 Aralık 1997’de “Pokemon” çizgi filmini izleyen 700 çocuk epilepsi nöbetleri ile hastahaneye getirilmiştir. Bu “televizyon epidemisi”ne, kırmızı ışığın saniyede 10 ila 3030 defa kesintiler halinde verilmesi yol açmıştır.

Kesintiler halinde hızla geçen kırmızı ışık ilk önce beyin damarlarında spazm, sonra da bayılma, kasılma ve boğulma hissine sebep olmuştur.
Bu tür efektler vasıtasıyla “psikotron" silahlar üretilmekte, televizyon ekranı ve bilgisayar monitörü aracılığıyla kullanılmaktadır.

Psikolojik Savaşta Müzik-Koku İkilisinin Kullanımı

İnsanın sinir sistemi elektro-kimyasal sinyallerle çalışır. Bu sebepten beynin düşüncesini yöneten ve etkileyen elektro-kimyasal sinyallerin üretiminde, besinler, su ve solunum yoluyla vücuda alınan ve beyne ulaşan maddeler çok önemlidir. İnsan bedenini, aklını ve ruhunu etkilemek için bir takım ritüeller, yiyecekler, içecekler ve kokular ezelden bugüne kadar kullanılmıştır ve bugünden ebede kadar da kullanılacaktır.

Dikkat ettiyseniz bugünkü uçaklarda müşteriler kokulu müziklerle karşılanıyor. Bu garip müzik ve koku dağıtımı sinemalarda, asansörlerde, otobüslerde ve büyük mağazalarda da kullanılmaya başlamıştır. Bu, globalleşen dünyanın bir nimeti ve konforun bir parçası şeklinde sunulmaktadır. Fakat müzik-koku ikilisinin psikolojik savaş silahlarından biri olduğunu çok az kişi bilmektedir. Bu fenomene “psikotropik etki” denmektedir. Psikotropik etki, tıbbi ilaç ve katkı maddeleri vasıtasıyla insan psikolojisini etkileyerek, ona yapmak istemediği eylemi yaptırmaktır.

Kimyasal maddelerin yiyecek endüstrisinde yoğun bir şekilde kullanımı 1940’larda başlamıştır. O zamanlar çoğu doğal kaynaklı olan kimyasal maddelerin kullanım miktarı kısa sürede dünya çapında yılda 7 milyon tona kadar ulaşmıştır. O zaman bir kaç bin çeşit kimyasal madde kullanılmaktaydı. Bugün ise milyonlarca ton ve yaklaşık 100 000 çeşit kimyasal madde, ilaç, gıda katkı maddesi, kozmetik, vücut bakım ürünleri, temizlik malzemeleri, tarım ilacı endüstrisinde kullanılmakta ve bu sayı her geçen yıl artmaktadır. Katkı maddelerinin yoğun kullanımından insanların aklı ve beden-ruh sağlığı negatif yönde etkilenmektedir.

Bu grup etki maddeleri arasında kokuların özel bir rolü vardır. Kokular, insan ruhunu ve psikolojisini güçlü şekilde etkileyen faktörlerdir. Amerikalı psikiatrist A. Hirsh belli bir kokunun insanı belli bir tavır ve eyleme yönlendirebildiğini ispatlamıştır: Bazı mağazalarda belli bir koku yayıldığında mal satışının yüksek seviyelere ulaştığı ve bazı kokular koklandığında hızla kilo verilebildiği görülmüştür. Bu arada yapılan klinik araştırmalar sonucunda lavanta, papatya, limon ve sandal ağacı kokularının en güçlü antidepresanlardan daha etkili olabildiği; yasemin, gül, nane ve karanfil kokularının ise insan beynini en sert kahveden bile fazla etkilediği ortaya çıkmıştır.

Günümüzde ruhi gerginlikleri artıran veya ruhsal sıkıntıları çözen, cinsel istek veya isteksizlikleri arttıran, duygusallığı güçlendiren, dişiliği kuvvetlendiren, insanın manevi dengesini bozan, insanda korku halleri doğuran, agresifliği artıran veya azaltan çeşidi aromalar yani kokular üretilmeye başlamıştır.

Bu aromalar insan davranışlarını kontrol altında tutmak için kullanılmaktadır.

İnsan beyninde kokulara ait bilgilerin saklandığı bir hafıza merkezi vardır ancak onların beyin tarafından denetimi mümkün değildir. Bu yüzden kokular insan psikolojisinin en zayıf noktasıdır ve psikolojik savaşta kullanıma elverişlidir.

Psikotronik ve Psikotropik Teknoloji

İnsan ruhunun çağımızdaki diğer bir düşmanı ise “psikotronik etki”dir. Psikotronik etki, parapsikolojik ve ekstrasensör etkilerin diğer bir adıdır.

Psikotronik etkinin en basit kullanımı hipnozcu ve ekstrasenslerin müşterilerine uyguladığı “seanslar”dır.

Sovyetler Birliği yıkılmadan önce Taşkent’te çeşitli kâhin, şaman, hipnozcu, medyum ve ekstrasenslerin faaliyetlerini incelemek için bilimsel merkezler kurulmuştu. Bu merkezlerin ilgisini çeken esas şey bu insanların beyinleri tarafından üretilip yayılan elektromanyetik dalgaların (biyolokasyon) müşterilerinin beyinlerini nasıl yönlendirebildiği olmuştur. Araştırmalar sonucunda şamanın, kullandığı davul sesinin dalgaları ile tedavi ettiği kişinin beyin dalgaları arasında bir uyum oluşturduğu ve bu sırada dua okuyarak onun beynine istediği emirleri yerleştirdiği gözlenmiştir. Çağımızda bu olaya “nerolinguistik programlama" denilmektedir.

Nerolinguistik programlama metodları kullanımının en yaygın örneklerini, distribütör yetiştirme merkezlerinde, rap müziğinde, reklamlarda, pek çok filmde ve televizyon programında görmek mümkündür.

Diğer yandan Ruslar ve Amerikalılar uzaydan yere doğru holografik tasvir transferi gibi ilginç bir proje geliştirmişlerdir. Bu holografik resimler 100-150 kilometre çapında belli bir alan üzerinde görüntülenmekte ve belli amaçlara hizmet etmektedir. Nitekim, 1 şubat 1993'te Somali'de, Amerikan piyadeleri üzerine Hz. İsa (a.s.)'ın 150 metrekare büyüklüğündeki çok canlı ve gerçekçi bir görüntüsü yansıtılmıştır. Askerler bundan güçlü bir şekilde etkilenmiş ve diz çökerek ağlamaya başlamışlardır.

Rusyalı eksperlerin fikrine göre bu tür psikotron silahlar, Amerikan ordusunun “barış misyonu!” ile bulunduğu ülkelerde kullanılabilir. Örneğin, Irak veya başka bir işgal altındaki ülkede, direnişçilere savaşmaktan vazgeçmelerini telkin eden şehitlerin holografik görüntüleri gökyüzünü sarabilir.

Bilim adamlarına göre, psikotronik ve psikotropik teknoloji, atom bombasından daha tehlikelidir. Onlara göre bu teknoloji, insanlardan her emri yerine getiren “zombiler üretme teknolojisi”dir. Bu, sadece bir kişiye ya da küçük bir gruba değil, bir etnik gruba veya bir topluma karşı kullanılabilecek çapta bir teknolojidir.

Bu dehşetli araştırmaları yapan bilim adamlarının ortak kanaatine göre Psikotropik ve Psikotronik silahların etkisinden korunabilenler yalnız inanç sahipleridir.

İnanan insanı ne hipnoz, ne de elektromanyetik dalga ile kontrol altına almak mümkün değildir. Bu çarpıcı fenomen, bütün araştırmalarda ve denemelerde yalın bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Örneğin bu denemelerden birinde hipnoz altındaki bir adama birisini öldürme emri verilmiş, ancak adam tam bıçağı saplayacakken kolluna kramp girmiştir. Demek ki, katil olmayan, etki altında da öldürmez, haramdan kendini koruyan harama yaklaşamaz, yalancı olmayan yalan söyleyemez, hain olmayan ihanet edemez, imanlı insan küfredemez.

“Gerçek şu ki; şeytanın, inanan ve yalnız Rablerine tevekkül eden kim¬seler üzerinde bir hakimiyeti yoktur. Şeytanın hakimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl Suresi, 99-100)

“İnsan Genom Projesi”nde çalışan ünlü Amerikalı araştırmacı Dr. Collins: “Mükemmel genetik yapınızda ‘Tann geni’ adı verilen bir gen olduğu ortaya çıktı. Bu geni aktif olmayanların inançsız olduğunu tesbit ettik. Fakat şimdiye kadar yaptığımız araştırmalarda. ‘Tanrı geni’nin aktif hale gelmesini sağlayan dış bir etken bulamadık. Ne çevrede olan değişiklikler ne de kalıtsal nedenler ‘Tann geni’nin üzerinde etkili olmuyor. Tanrı geninin mucizevi bir şekilde aktif hale gelerek insanlarda inanç olgusunu meydana getirdiğini düşünüyoruz” şeklinde bir açıklama yaptı.
Yani ancak Allah’ın isteğiyle inanç geni aktif olabilir. Aynı şekilde sadece Allah (c.c.) aktif inanç genini inaktif hale geçirebilir.

“Allah dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet verir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim Suresi, 4)

Nanoteknoloji ile Zihin Kontrolü

Nanoteknoloji ve gen teknolojisi ürünü yeni katkı maddeleri ve tıbbi ilaçlar.

Nanoparçacıklar: Maddenin atomik-moleküler boyutta mühendisliğinin yapılarak yepyeni özelliklerinin açığa çıkarılması ile oluşan madde parçacıklarıdır. Altın gibi değerli bir madenin bile nanoparçacık hale geldiğinde tehlikeli bir kimyasal katalizöre dönüştüğü ortaya çıkmıştır.

Titanyumdioksit (Ti02): Dünyada en sık kullanılan mineraldir ve nanoteknolojide kullanılan üç ana maddeden biridir. Titanyumdioksit nanoparçacıklarının atom yapısı değiştirilerek, görülebilen ışık huzmesine olan tepkisi “yeniden inşa” edilmiştir. Işığın (foton) titanyumdioksit nanoparçacığına düşmesiyle birlikte, organik madde, kimyasal reaksiyon sonucu parçalanmaya başlar. Bu yapay fotosentez, bitkilerde gerçekleşen fotosenteze benzer. Fotosentez, karbondioksit ve suyun, ışığın da etkisi ile organik madde yani besin üretmesidir. Ancak, titanyumdioksit, bitkilerden farklı olarak, organik maddeleri parçalayarak karbondioksit ve suya ayrıştırır, yani tam tersi. Bunun anlamı, titanyumdioksit nanoparçacıkların, herhangi bir organik madde ya da canlı hücreye teması halinde, canlı dokunun, özellikle proteinin parçalanmasına ve proteinin fonksiyonunun değişmesine neden olan kimyasal reaksiyonu başlatabilecek korkunç bir yetenekte olduklarıdır.

Türkiye’de artık bütün duvar boyaları nanoteknoloji yöntemiyle ve özellikle titanyumdioksit nanoparçaçıklar ile üretilmektedir. Şu anda Türkiye'de nanoparçacıklar bütün ilaçlarda, ambalajlı hazır yiyecek ve içeceklerde, tuzda, şekerde ve unda koruyucu, beyazlatıcı veya nem tutucu olarak kullanılmakta. Ayrıca kendi kendini temizleyen kumaş ve giysiler üretilmektedir.

Nanoparçacıkların Canlı Organizmalara Etkisi

Nanoparçacıkların canlı organizmayı nasıl etkilediğini araştırmak amacıyla yapılan deneylerde kobay olarak fareler kullanıldı. Fareler bir kaç hafta boyunca havası, volfram ve kobalt nanoparçacıkları ile kirletilmiş bir bölmede tutuldu. Bilim adamları bu farelerin organizmasına karışan nanoparçacıkların organizmayı hiç bir şekilde terketmediğini ve organlarda çökelti olarak biriktiğini tespit etti.

Nanoparçacıklar canlı hücrenin yapısına nüfuz edebilme ve bunun sonucunda da genleri mutasyona sokma yeteneğine sahiptir. Ayrıca nanoparçacıkların bulunduğu ortamın solunmasının ciğerlere büyük hasar verdiği tespit edilmiştir.

Terliksiler (dafniya) ve balıklar üzerinde yapılan başka araştırmalarda ise bunların yaşadığı akvaryuma karbon nanoparçacıkları katıldı. İki gün sonra akvaryumdaki terliksiler hızla ölmeye başlamış, kobay balıkların ise beyin hücrelerinde hasarlar tesbit edilmiştir.

Nanoparçacıkların canlı organizmalar üzerindeki etkisini inceleyen deneyler Türkiye'de karbon nanoparçacıkların suya katılmasıyla devam etmektedir. Ancak karbon nanoparçaçıklar artık terliksilerin suyuna değil, insanların içtiği içme suyuna katılmaktadır.

Günümüzde Nanoteknoloji en geniş şekliyle tıpta kullanılmak üzere geliştirilmektedir. Bugün nanoteknoloji ve gen teknolojisi metodlarıyla sentetik hormon, enzim, vitamin, aminoasit gibi pek çok yeni ilaç üretilmektedir. İlaçlarla, yiyecek ve içeceklerle, tuzla ve suyla insan organizmasına giren nanoparçacıkların, insan vücudunda ne gibi kimyasal reaksiyonlara sebep olabileceği henüz bilinmiyor. Uzmanlara göre sentetik nano ilaçların vereceği fizyolojik zararların tespiti imkansızdır. Belli bir süreçte bağışıklık sistemlerinin farklı özelliklerine göre herkeste farklı fizyolojik tahribatlar ortaya çıkacak, tehlikenin büyüklüğü anlaşıldığında ise iş işten geçmiş olacaktır.

Psikolojik savaş ustaları insan ruhunu rehin alma stratejisini çoktan yürürlüğe koymuştur. Biz artık görünmez bir savaşın tam ortasında yaşıyoruz. Bugün ilaç, gıda, müzik, sinema, psikotronik ve psikotropik silah endüstrisinin, gen teknolojisinin ve son olarak nanoteknolojinin insanlığı vahim bir sona doğru hızla sürüklediği çok açıktır.

Uzaktan zihin kontrolü sınırsız bir alandır. Görüntüleme cihazlarıyla, uydudan takip ile yapılan beyin taraması süperbilgisayarlarda bir araya getirilerek insan davranışları, tüm yönleriyle, uzaktan idare edilebilir.

Yapay uzuvlara sahip insanlar, beyinlerine yerleştirilen bir tuz tanesi büyüklüğündeki mikroçip sayesinde robot kollarını ve bacaklarını hareket ettirebilmektedir ve bu mikroçip, o kişiyi uzaktan yönetmek için yeterlidir. Ancak mikroçip olmasa bile, beyne mikrodalgalar ve dijital dalgalar iletmek mümkündür.

Şu anda cep telefonları ve arabalar sürekli olarak izlenmektedir. Uluslararası büyük firmalardan satın alınan eşyalar ve giysiler RFID (Radyo Frekans Kimliği) çipleri taşımakta ve böylelikle takip edilebilmektedir. İleride, nüfus cüzdanları da RFID çipleri taşıyacaktır. Çiplere nanomoleküller ile bir nanotüp yerleştirilebilir, gerektiği zaman bu tüp hareke geçirilebilir, bu tüpün içeriği vücuda enjekte edilebilir veya planlanan herhangi bir şekilde kullanılabilir. Yani araba kullanmasak ya da cep telefonu taşımasak da yerimiz tespit edilebilir, üzerimizde taşıdığımız nanotüp uydudan veya bir bilgisayardan yönlendirilebilir ve gerektiğinde kullanılabilir. Örneğin bugün herhangi birine ait cep telefonunun radyasyonunun yükseltilmesi, ölümcül bir seviyeye getirilmesi mümkündür.

Bir insanın parmakizi, avuçiçi, göz irisi, yüzü, retina tabakası, el yazısı, yürüyüş ve yüz ifadesinin özelliklerinin, kapalı devre kamera sistemleri ve diğer yöntemlerle biyoölçümleri alınır ve biyoölçüm tanımlama sistemlerine aktarılabilir. Bu şekilde o insanın hastalıkları, zayıf noktaları, hafızasındaki gizli kayıtlar ve ruh hali belirlenebilir.

Nanoteknoloji, Zihin Kontrolünde Gelinen Son Aşama

Bu aşamada insan biyorobot düzeyine indirilebilir.

DNA molekülleri baz alınarak, bir Bio-Nanoteknolojik anahtar olan “Nanoactuator” geliştirilmiştir. Saç teli kalınlığının binde biri kadar olan nanoactuator temelde, mikroçipin minyatür bir kanalına bağlanan DNA molekülü ipliğidir ve canlı hücrelerin ürettiği doğal enerjiyi kullanarak çalışır. O anda meydana gelen elektronik sinyaller direkt olarak bilgisayara aktarılabilmekte, böylece canlı biyolojik sistemler dünyası ile bilgisayar dünyası arasında doğrudan bağlantı kurulabilmektedir. Nanoactuator aynı zamanda organizmalar arasında bağlantı kurmak için de kullanılabilir. Bu mikroçipin her dokuya, özellikle beyin dokusuna yerleştirilmesi mümkündür.

Bu şekilde, bilgisayardan gelen sinyaller doğrultusunda beyin kontrol altına alınabilir. Nano-nöro-bilgisayardan beyne yerleştirilen mikroçipe gelen sinyal1er beyne bir takım resimler, sesler, objeler, kokular ileterek ona programlar yükleyebilir. Böylece istekler, duygular, sevinçler ve üzüntüler, insanın yapması veya yapmaması istenenler nano-bilgisayarlar tarafından yönlendirilebilir. Ve tamamen farklı, yapay bir zihin inşa edilebilir.

Küçücük, birkaç molekül büyüklüğündeki nanoaktuatorlar tuza, suya, una veya herhangi bir yiyeceğe katkı maddesi olarak katılabilir veya solunan havaya serpilebilir. Sindirim veya solunum yoluyla gelen bu nanoparçacıklar vücudumuzu dolduracak, vücudun her yerine yerleşebilecekler.

Nano-robotlar Hastalıkları Tedavi Edebilecek

İnsan vücudundaki hücreler, nanorobat ve nanostrürktürler vasıtasıyla moleküler seviyede takip edilecek, kontrol edilecek ve düzeltilebilecekler. Nanorobotlar hücreleri düzeltme veya yeniden inşa etme yeteneğine sahip olacaklar. Mesela, insanda erken skleroz başladıysa, vücudundaki nanoro¬botlar hastalığın yerleştiği bölgeyi bulacak, hasta hücreleri ve damarların¬daki birikintiyi mekanik ve kimyasal yöntemlerle derhal temizleyecekler. Herhangi bir genetik hastalığı varsa, nanorobotlar hastalık ile bağlantılı geni tespit ederek, kesip atacak ve yerine yapay “sağlıklı” bir gen yerleştirecekler. Ya da insan yaşlanmaya başladığında nanorobotlar bedeninin tümünü kapsayacak bir çerçevede her hücreyi atom seviyesinde düzelterek gençlik çağına geri döndürebilecekler. Ve insan her zaman 20-30 yaşında görünecek.

Binlerce Yıl Önce Ölmüş Varlıklar Diriltilebilecek

Ameliyatlar organlarda değil moleküler seviyede yapılacak ve insan fiilen ölümsüz olacak. Şayet vücudundaki robotlar hastalığına çözüm getiremezse, robotlar yeraltında ya da uzayda bulunan “Merkezi Tıp Bilgisayarı”na ulaşarak ondan yardım isteyecekler. Merkezi Tıp Bilgisayarı ise bütün sağlık problemlerine çözüm bulabilecek kapasitede olacak. Hatta kriyonik metot ile yıllar önce dondurulan insanların hücreleri milyonlarca nanorobot tarafından onarılacak ve diriltilecek. Bu şekilde binlerce yıl önce ölmüş fakat cesedi bir şekilde korunarak tamamen çürümemiş varlıklara, bitki, mikrop, sinek, böcek, balık, hayvan veya insanlara yeniden hayat verilecek.

Bütün İnsanların Beyinleri Tek Beyin Haline Gelecek

İnsan vücudundaki fizyolojik işlemleri ve kişisel iradeyi elde tutabilen bu nanobilgisayarın en geç 2050 yılına doğru üretilmesi planlanmıştır. Ancak, nanobilgisayarı ilk üreten olmak için gelişmiş ülkeler arasındaki yarış sürmektedir. Dolayısıyla bu nanobilgisayar planlanan tarihten çok daha önce üretilecektir. Çünkü bu bilgisayara ilk hangi ülke sahip olursa “belirli bir insan”ın beynini bilgisayara yükleyecek ve vücutlarına birer alıcı niteliğindeki nanoparçacıklar yerleştirilerek, önceden hazırlanmış olan bütün insanların beyinlerini bu bilgisayarla yönetecek. Böylece bütün insanların beyinleri tek beyin haline gelecek.

“Ol” Dendiğinde İstenilen Şey Hemen Varolacak

Bütün dünyayı saracak olan, bir kaç molekül büyüklüğündeki nanorobotlar, kendi kendilerine hızlı bir şekilde çoğalabilecekler. Herhangi bir organik veya inorganik maddeyi atomlarına kadar çözebilecekler. Sonra da bu atomlardan yeni bir madde veya istenilen herhangi bir eşyayı, hemen hemen her şeyi yeniden inşa edebilecekler. Nanorobotlar insan sesi veya düşüncesi ile yönetilecekler. “Ol” dendiğinde istenilen şey hemen varolacak!

"Hiç Şüphe Yok Deccal Çıkacak"

Bütün bu gelişmeler insana çok cazip gelebilir, bunda hiçbir mahzur görmeyebilir. Ancak Peygamberimiz (s.a.v.) iki farklı Hadis-i Şerif'te şöyle buyuruyor:

“Hiç şüphe yok Deccal çıkacaktır. Deccal’in yanında cenneti ve cehennemi vardır. Onun cehennemi cennet, cenneti cehennemdir.”

“Körleri ve abraşlıları (ağır hastalan) iyi eder. Ölüleri diriltir ve ‘Ben Rabbinizim’ der. Kim onu tasdik ederse fitne-i Deccale düştü. Kim de ‘Rabbim Allah’ der ve böyle ölürse o zaman Deccal’in fitnesine düşmemiş olur ve ona bir daha fitne ve azab yoktur.”

Allah (c.c.) bize verdiği, hayır ile şer arasındaki seçim hakkını son nefesimize kadar korumaktadır.

“O (şeytan) sizi ancak kendi dostlarından korkutuyor. Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz, benden korkun.” (İsra Süresi, 64)
http://darussunne.noadforum.org/viewtopic.php?f=8&t=214

(*)Dr. Aidin Salih, Gerçek Tıp –Yitik Şifanın İzinde-, Sh:417-427,Yazı yayıncılık, İstanbul, 2008.

12 Aralık 2008
Geliştirdikleri bir aletle retinaya gelen sinyalleri inceleyen Japon bilim adamları, rüyalar ile beyinden geçen düşünceleri dijital ortama aktarmayı başardı..

Bilinçaltının gizemli dünyası üzerindeki sis perdesi artık kalkıyor... Bir grup Japon bilim adamı geliştirdikleri aletle, insan beyninden geçen düşünceleri ve bilinçaltının karmaşık dünyasının görüntülerini bilgisayar ekranına aktarmayı başardı. Bu yolla, uyku esnasında görülen rüyalar ve kimseye açamadığımız düşünceler dijital ortama aktarılarak kaydedilecek. Tokyo'daki ATR Bilişimsel Nöroloji Laboratuvarı'ndaki araştırmacılar daha önce, beyinden alınan basit düşünceleri dijital ortama aktarmıştı.

GİZEM ÇÖZÜLÜYOR

Projeyi yürüten uzmanlar, "Bu teknolojiyi uygulayarak, rüyalar gibi insanların kişisel olarak algıladığı özel imgeleri izlemek mümkün" açıklamasında bulundu. Araştırma grubunun başkanı Yukiyasu Kamitani, "İnsanlar bir nesneye baktıklarında, retinaya bir sinyal geliyor ve gelen sinyal beyindeki görme duyusuna iletiliyor. İşte biz bunları dijital ortama aktararak görüntüleri elde edebiliyoruz" şeklinde konuştu. Kamitani, "Amacımız insan beyninin karmaşık yapısını çözebilmek" ifadesini kullandı. Çağdaş batı dünyasının toplumsal yaşamında köklü dönüşümler yaratan Sigmund Freud'un 100 yıl önce yayımlanan 'Rüyaların Yorumu' adlı kitabından bu yana bilimadamları insandaki bilinçaltının gizemi ve bunun yansıması olan rüyaların sırrı üzerinde çalışıyor.
Sabah

GATA'nın Buluşunda Derin Şüphe
26 Şubat 2009
ETÖ sanığı Ümit Sayın'la bağlantısı olan ve Sayın'ın "Mason" dediği GATA doktoru Prof'un ses getiren buluşuyla ilgili korkunç şüphe...
İlgili Haberler
GATA'nın Buluşu Tartışılıyor Türk Bilimadamı Şizofreni Çözdü

Hrant Dink, Üzeyir Garih, Danıştay Baskını ve Malatya Zirve Yayınevi'nin tetikçilerinin ruhi durumları... Ergenekon sanığı Ümit Sayın'ın beyin üzerindeki çalışmaları... GATA'daki tarihi buluş... Ve şok kesişme...

İşadamı üzeyir Garih'in katili Yener Yermez’in ciddi zihinsel sorunlar yaşadığını ve cinayet döneminde Ergenekon sanığı Doç. Dr. Ümit Sayın ile görüştüğünü belirtmesi, kendisine cinayetin öncesinde ve sonrasında birtakım ilaç uygulamalarının yapılmış olabileceğini akıllara getirdi. Ümit Sayın’ın İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde yer alan CV’sinde ‘zihin yönetimi’ ile ilgili olarak birçok çalışmaya imza attığı görülürken, psiko-nöro farmakoloji (yani beyni etkileyen maddeler – ilaçlar) konusunda da araştırmaları olduğu belirtiliyor. Ergenekon iddianamesinde örgütün kaos meydana getirmek için karıştığı eylemlere de yer verilmiş, bu eylemler arasında ise Danıştay baskını, Zirve Yayınevi olayı ve Hrant Dink cinayetinin en başta yer aldığı iddia edilmişti. Bu cinayet sanıklarının ise hepsinin ‘psikolojik bozukluğu’ belgeler ile ortaya konuldu.

SAYIN'DAN GARİH'E GİDEN YOL (MU?)

Sayın’ın Ergenekon operasyonu kapsamında Adli Tıp Enstitüsü'ndeki odasında yapılan aramada Üzeyir Garih cinayetiyle ilgili birçok yazı, resim ve dosya fotokopileri ele geçirilmişti. Ele geçirilen belgelerin ise gerçek dava dosyasında yer almadığı tespit edilmişti. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde çapraz sorguda Sayın, Üzeyir Garih cinayetine ilişkin odasında el konulan resim ve yazıları kendisine getiren kişinin ismini hatırlamadığını söylemişti. Savcıların “Alparsalan Arslan’ı tanıyor musun?” şeklindeki sorularına ise, “Hayır tanımıyorum” cevabını vermişti. Üzeyir Garih cinayetini işleyen Yener Yermez'in olaydan sonra kendisi ile iletişime geçtiği hatırlatıldığında ise Sayın, Yener Yermez ile Üzeyir Garih'i tanımadığını ve görüşmediğini öne sürmüştü.

KORKUNÇ ŞÜPHE: MALATYA CİNAYETİ BEYİN KONTROL YÖNTEMİ İLE OLABİLİR!

Malatya Valiliği İl İnsan Hakları Kurulu tarafından hazırlanarak Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı'na sunduğu Zirve Yayınevi olayı raporunda yer alan tespitler ise akıllara durgunluk verecek cinsten. Emre Günaydın ve diğer zanlıların dini hassasiyetlerinin bulunmadığı, kişilik bozukluklarının olduğu, zanlıların bu nedenle gerek propaganda, gerekse de psikolojik telkinlerle yönlendirilebileceği iddiasına yer verilen raporda, Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın da olayla ilgili görüşü kullanıldı. Tarhan'ın rapordaki ifadesinde, “Olayda psikofarmakolojik terör şüphesini çekecek ön bilgiler olduğu” ve “Bu açıdan bilirkişi incelemesini yerinde olacağı” dediği belirtildi. Cinayetlerin psikolojik metotlar ve beyin kontrolüyle işletilmiş olabileceği yönündeki iddiaların da kullanıldığı raporda, uzmanlardan oluşan bir heyet tarafından zanlıların psikolojik yönden değerlendirilmesi talep edildi.

DANIŞTAY BASKINI TETİKÇİSİ ARSLAN HAPÇI MI?

Ergenekon sanıkları ile ilişkisi ispatlanan Danıştay saldırganı Avukat Alparslan Arslan'ın sağlık durumunda ise ciddi bozulmalar var. Mehmet Ali Ağca gibi davranmaya başlayan Arslan'a "hap" verildiği iddia edilmişti. Öte yandan Arslan'ın avukatı da 05 Ağustos 2006 tarihinde müvekkilinin sağlık durumunu son derece kötü olduğu belirterek gerek fiziki gerekse de ruhen son geri dönülemez bir noktaya doğru gittiğini ileri sürmüştü. Danıştay saldırısı sanığı Alparslan Arslan'ın avukatı Ahmet Doğan, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'na ilginç bir dilekçe vererek, müvekkilinin can güvenliğinin sağlanmasını da istemişti. Arslan'ın intihar edebileceği uyarısında bulunan Doğan, Arslan'ın kan örneğinin incelenerek ilaç verilip verilmediğinin, verildiyse bu ilaçların insan sağlığına etkilerinin ortaya çıkarılmasını da talep etmişti. Geçen hafta ise Arslan, cezaevinde kaldığı koğuşu yakmaya çalıştı. Arslan’ın kendisine ve etrafına zarar vermeye yönelik saldırgan hareketlerde bulunduğu, devamlı olarak doktor kontrolündü tutulduğu belirtiliyor.

VE OGÜN SAMAST... O DA BUNALIMDA!

Bir süredir bunalımda olduğu belirtilen bir başka isim ise Ogün Samast… Hrant Dink cinayetine ilişkin yargılanan sanıklardan Ogün Samast, tutuklu bulunduğu Kandıra F Tipi Cezaevi'nden 14 Ekim günü duruşmaya getirilmedi. Samast, Kocaeli Devlet Hastanesi'ne getirilerek Psikiyatri Servisi’nde muayeneden geçirildi. Samast'ın burada yaklaşık yarım saat kaldığı ve kontrolden geçirildikten sonra bazı ilaçlar verildiği öğrenildi.

SAYIN'DAN ÇAĞDAŞ BÜYÜ: BİLİMLE YÖNLENDİRME

Sayın’ın 9 Ocak 1993 yılında Büyük Loca’ya yaptığı “Büyü, Bilim ve Masonluk” başlıklı konuşmada “büyünün yerini alan bilim aracılığıyla zihinlerin kontrol edilebileceği” ve “beyinlerin nöro-kimyasal maddelerle yönlendirilebileceği” işleniyordu. Sayın konuşmasının sonunda, “Aslında gerçek büyü bilimdir ve bilimin belirlediği gerçeklerle çelişen gerçek, gerçek değildir. Bizler bilimin sunduğu imkânları kullanarak büyü felsefesinin ulaşamadığı amaçları da gerçekleştirebiliriz. Büyücülük araç ve yöntemlerinin çağdaş versiyonlarını üretebilir; geliştireceğimiz formülleri ve yöntemleri kullanarak bireyleri ve toplumu yönlendirebiliriz” diyordu.

ÜMİT SAYIN’IN CV’SİNDEN İLGİNÇ NOTLAR...

ALDIĞI EĞİTİM: * 1992-1994: DETAM’da (Deneysel Tıp Araştırma Merkezi) farmakolog olarak farmakoloji ve nörobilim üzerine çalıştı. Davranış farmakolojisi, psikiyatrik modeller, deneysel epilepsi, morfin fizyolojik bağımlılığı, psiko-nöro farmakoloji üzerine çalışmak üzere İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından görevlendirildi. * 1992-1994: DETAM’da (İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma Merkezi) deneysel epilepsi, hayvanlarda davranış modelleri, Psiko-nöro farmakoloji, morfin bağımlılığı konularında çalıştı.

TÜM EĞİTİM DÖNEMİNDE ÜZERİNDE ÇALIŞTIĞI SPESİFİK KONULAR

* Psikoaktif, narkotik ve psikedelik, halüsinojen maddelerin hayvanlar üzerine etkisi, klinik etkileri. Bilinç yapısının değiştiren psikoaktif maddelerin psikofarmakolojisi.
* LSD-25, Metamfetamin, MDMA (Ekstazi), Psilosibin, Meskalin, İbogain, Skopolamin, Salvia Divinorum, gibi halüsinojen ve nörokimyasal zihin kontrolünde kullanılan maddelerin psikolojik, fizyolojik ve elektrofizyolojik etkilerinin incelenmesi.
* Zihin kontrolünün nörokimyasal yöntemleri.

SAYIN'DAN TEBRİK VE O BİLİMSEL GELİŞME!

Ergenekon savcıları, Sayın'ın 1995 ile 2001 yılları arasında Amerika'da Wisconsin Üniversitesi Nöroloji Bölümünde bilimsel araştırma yaptığı sırada yazdığı mektupları delil olarak Ergenekon iddianamesine koymuştu. Ümit Sayın, GATA`da çalışan, mason olduğunu iddia ettiği Prof. Dr. İ. Tayfun Uzbay`a gönderdiği mektupta başarılarından dolayı tebrik ediyordu. Sayın, söz konusu mektubunda Uzbay’a, “Sanırım 1- 1.5 yıldır haberleşemiyoruz. Senin Brain Research, Developmental Brain Research ve Pharmacology, Biochemistry and Behavior’da yayınlanan güzel yayınlarını izliyorum. Ataletin, tembelliğin, Bizans entrikalarının ve verimsizliğin herşeye hâkim olduğu Türkiye akademi ortamında böylesine başarılı ve verimli olman ve GATA adına güzel yayınlar çıkarman takdire şayan; tebriklerimi iletir, bu yayınlarının devamını beklerim. Eğer bir koordinasyon kurabilseydik, bazı projeleri ortak da gerçekleştirebilirdik. Ama belki bundan sonra olabilir. Genel Kurmayın son çıkışlarını ve eylemlerini takdir ve sevinçle karşılıyoruz. Bu konuda senden bir ricam da Genel Kurmay İstihbaratın’dan bazı tanıdığın arkadaşlar varsa, onlara buradan bazı bilgiler ulaştırmak istiyoruz. En azından Genel Kurmay İstihbaratının güvenli bir adresini bana ulaştırabilir misin?” diyordu.

Geçtiğimiz günlerde medyada büyük heyecan yaratan bir haberde GATA’da görevli Albay Prof. Dr. Tayfun Uzbay’ın, beyinden fazla miktarda salgılanan “agmatin” isimli maddenin şizofrene sebep olduğunu kanıtladığı ifade edildi. Söz konusu haber, proje kapsamında Uzbay, 5 yıl süren araştırmaları sonunda şizofreni modellenen fareler üzerinde yaptıkları incelemelerde önemli bulgulara ulaştığı yer alıyordu. Çalışmada laboratuvar ortamında alkolik yapılan farelere ayrı ayrı deneylerde şizofreni tedavisinde kullanılan ilaçlar ve beyinden salgılanan “agmatin” isimli kimyasal bir madde verildiği belirtilirken, deneylerde yüksek dozda agmatin verilen hayvanlarda, şiddetli şizofreni belirtilerinin saptandığının altı çiziliyordu. Farelerde, şizofreni ilaçları verildiğinde de iyileşme sağlanamadığının ortaya çıktığı belirtilen haberlerde, agmatinin şizofreni yapabilecek önemli bir etken olduğunun saptandığı söyleniyordu.

İLGİNÇ TESADÜFLERDEN GERİYE KALAN SORULAR:

“Agmatin denilen madde buluş yapıldığı söylenen tarihten önce tespit edilmiş ve kullanılmış olabilir mi?”

“Agmatin verilmiş kimselerin vücudundaki ajan miktarının henüz tespit edilemediği ve daha önceki karanlık cinayet ve eylemlerde tetikçiler ve eylemciler üzerinde kullanılmışsa bunun tespit edilememiş olduğu doğru mu?”

“Agmatin paranoid etkilerinden dolayı, tetikçiler üzerinde, Hrant Dink, Zirve Yayınevi çalışanları, Üzeyir Garih ve hatta Danıştay katili Alparslan Arslan gibi kişilere yönelik şüphe, öfke ve şiddet eğilimi oluştururken kullanılmış olabilir mi?”
Haber: Ersin Tokgöz/Turktıme

GATA'NIN BULUŞU VE ZİRVE KATLİAMI
01 Mart 2009
Yayınevi katliamı zanlısı Günaydın'ın beyninin kontrol edilerek katliamı yaptığı ileri sürüldü..

Yayınevinde 3 kişinin boğazını keserek öldüren katil zanlısı Emre Günaydın’ın beyninin kontrol edilerek katliamı yaptığı ileri sürüldü...

Malatya Zirve Yayınevi’nde 3 kişinin boğazının kesilerek öldürülmesi olayında katil zanlısı Emre Günaydın’ın Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde davası devam ediyor. Mahkeme, geçtiğimiz ay Ergenekon sanığı Ergun Poyraz’ın da ifadesini alınca davanın Ergenekonla ilişkisi gündeme gelmişti. Bu ilişki tartışılırken Malatya İl İnsan Hakları Kurulu’ndan Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’na çok ilginç bir rapor gönderildi. Bu rapor bu kez yine aynı soruyu gündeme getirdi. Ergenekon’la Malatya Yayınevi cinayetinin bir bağlantısı var mı?

GÜNAYDIN’I KAN TUTUYOR

Yayınevi cinayetine ilişkin hazırlanan raporda, olayın kilit ismi Emre Günaydın ile ilgili yapılan bir araştırmaya yer verildi. Raporda, Emre Günaydın’ı kan tuttuğu, kan görmeye dayanamadığı, kurban kesilirken bile arkasını döndüğü, kurban eti yemediği tespitleri yer aldı. Kurban kesilmesine dayanamayan Emre’nin insanları boğazlamış olmasının iyi tahlil edilmesi gerektiği vurgulandı.

PSİKOFARMAKOLOJİK TERÖR

Günaydın ve diğer zanlıların dini hassasiyetlerinin bulunmadığı ve kişilik bozukluklarının olduğunun belirtildiği raporda, zanlıların propaganda ve psikolojik telkinlerle yönlendirilmiş olabileceğine dikkat çekildi. Raporda, Prof. Nevzat Tarhan’ın görüşü de kullanıldı.

TELKİNLE CİNAYET

Raporda Tarhan’ın “Olayda psikofarmakolojik terör şüphesini çekecek ön bilgiler olduğu ve bu açıdan bilirkişi incelemesinin yerinde olacağı” görüşüne yer verildi. Cinayetlerin psikolojik metotlar ve beyin kontrolüyle işletilmiş olabileceği yönündeki iddiaların da hatırlatıldığı raporda bir heyet tarafından Emre Günaydın ve diğer zanlıların psikolojik yönden incelenmesi talep edildi.

ÜMİT SAYIN ZİHİN KONTROL UZMANIYDI

Malatya Zirve Yayınevi’nin Ergenekon’la ilişkisi incelenirken Ergenekon tutuklusu Doç. Dr. Ümit Sayın, zihin kontrol uzmanı olması dikkat çekti. 1992-1994 yıllarında Deneysel Tıp Araştırma Merkezi’nde farmakolog olarak farmakoloji ve nörobilim üzerine çalışan Sayın, bilim aracılığıyla zihinlerin kontrol edilebileceğini ve beyinlerin nöro-kimyasal maddelerle yönlendirilebileceğini savunuyordu.

Sayın, 1995 ile 2001 yılları arasında da Amerika’da Wisconsin Üniversitesi Nöroloji Bölümü’nde yine aynı konuda araştırmalar yaptı. Sayın’ın, Üzeyir Garih cinayetinde Yener Yermez’i zihin kontrolü yöntemi ile yönlendirdiği iddia ediliyor.
Haber: Seçkin Ergün/Bugün

PARAPSİKOLOJİK İŞKENCE SEANSLARI
18 Mart 2009

Gözaltında tutulan üç Astsubay'a hipnoz, ilaç ve parapisikoloji şoku..

Rıdvan Paşa'nın 3 astsubayı gözaltına aldırdırıp hipnoz ve ilaç kullandırılarak işkence yaptırdığı iddia edildi.
Kayseri'de 9 mahalle ile onlarca esnafı fişlediği ortaya çıkan Rıdvan Paşa'nın, 3 astsubayı kanunlara aykırı şekilde gözaltına aldırdığı, hipnoz ve ilaç kullandırılarak işkence yaptırdığı iddia edildi...

Kayseri 2. Hava İkmal Bakım Merkezi Komutanlığı'nda yaşanan gözaltı skandalının yeni boyutu ortaya çıktı. Garnizon Komutanı Tümgeneral Rıdvan Ulugüler'in talimatıyla kanunsuz bir şekilde 7 gün boyunca gözaltında tutulan astsubaylar Ali Balta, Orhan Güleç ve İsmail Dağ'a sorgu sırasında "sivil bir kişinin hipnoz ve ilaçla işkence" yaptığı iddia edildi.

İfadeleri verilmedi

Avukat Mustafa Dokumacı, Kayseri Barosu'nda düzenlediği basın toplantısında, müvekkili Astsubay Ali Balta ile 10 gün sonra sadece 1 saat görüştüğünü, müvekkilinin kendisine, halen neyle suçlandığını bilmediğini söylediğini kaydetti. Dokumacı, ''Ali Balta'nın ifadelerinin tamamı bize verilmedi.

Kendisine neler sorulduğunu öğrenemedik. Ali Balta'nın psikolojik açıdan tükenmiş bir halde olduğunu gördük. Sivil kişiler tarafından sorgulandığını, uykudan uyandırılarak ifadesinin alındığını, verdiği ifadeleri hatırlamadığını bize beyan etti. Bunları yazılı olarak bize verdi. Bunu mahkemede kullanacağım'' dedi.

21 günlük cezanın sırrı

Astsubayların gözaltından salınmasının ardından serbest bırakılmayarak birliklerinde 21 günlük disiplin hapsine alınma sebebinin sorgudaki işkencenin etkisinden kurtulmasını sağlamak olduğu öne sürülüyor. Avukat Musa Öncel ise müvekkili Astsubay Çavuş Orhan Güleç'in savunma hakkının, disiplin suçu verilerek engellenmek istediğini öne sürdü. Öncel, şöyle konuştu:

''Müvekkilimle dün akşam saatlerinde görüştüm. Kendisine, (Size iki seçenek sunuyoruz. 20 yıl hapis yatarsınız veya iyi bir hayat sürersiniz. Kabul edin, biz sizin için çabalıyoruz. Bizim dediğimizi söyleyin ve kurtulun) şeklinde baskı yapılmıştır. İfadeye zorlayan şahıslar, sivil giyimli şahıslardır. Müvekkilimin işkence ve dayatmayla ifadesi alınmaya çalışılmaktadır. Bu hukuksuzluğa son verilmesi için ilgilileri göreve çağırıyoruz'' dedi.

Üçok mahkemeyi yine yanılttı

Gözaltı olayı kamuoyuna, yakınlarının astsubaylardan haber alamaması ve Kayseri Sulh Ceza Mahkemesi'ne başvurması üzerine yansıdı. Bunun üzerine Sulh Ceza Mahkemesi astsubayların gözaltına alınma gerekçelerini Askeri Savcıya sordu. Sivil Mahkeme'ye cevap Askeri Savcı Ahmet Zeki Üçok'tan geldi. Üçok, Ulugüler'in 'hizmete özel' belgesiyle ilgili gözaltına aldırdığı Astsubayların 'çok gizli belgeleri' dışarı sızdırdığı iddiasıyla gözaltında tutulduklarını sivil mahkemeye bildirdi.

Üçok, yine kendi imzası ile gözaltına alma olayının 7 Mart'ta gerçekleştiğini ve 3 astsubayın 11 Mart'ta salıverildiğini Kayseri Sulh Ceza Mahkemesi'ne bildirdi. Ancak, 16 Mart'ta kadar 3 astsubay avukatlarıyla bile görüştürülmezken, 3 astsubayın halen tutuklu oldukları ve Kayseri'den Ankara'ya sevk edildikleri belirtiliyor.

Sahte belge düzenlemişti

Askeri Savcı Ahmet Zeki Üçok'un, "11 Mart'ta salıverildiler" bilgisinin yine sivil yargıyı yanıltma olduğu ifade ediliyor. Üçok, daha önce de yardımcısı Hava Hakim Yüzbaşı Mehmet Çelik'le ilgili Konya'daki mahkemeye sahte fotoğraf göndermiş ve Çelik'in teşhis edilmesini engellediği ifade edilmişti. Üçok hakkında Adalet Bakanlığı Ceza Daireleri'nin inceleme yaptırdığı ifade edildi.

Karargah evleri iddiası

Gözaltıların bir başka nedeninin de Karargah Evleri'yle ilgili olduğu dile getiriliyor. Tümgeneral Ulugüler'in Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan ve Karargah Evleri sorumlusu olduğu da belirtilen Albay Cengiz Köylü'nün "mağdur olduğunu" savunarak, Köylü'ye yardım toplanması talimatı verdiği saptandı. Yardım miktarının daha fazla olmasını isteyen askeri bir personelin de Ulugüler'in bu talimatını kurum içi internet sistemi olan 'intranet'e attığı ve havacı paşanın bu sözlü talimatın 'intranet'e atılmasından yine Astsubay Ali Balta'yı suçladığı aktarıldı.

Parapsikolojik İşkence seansları

Astsubayların sorgusuna Karargah Evleri Soruşturmasını örtbas etmekle suçlanan Hava Kuvvetleri Adli Müşaviri Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok ile Parapsikoloji uzmanı Gürol Doğan'ın da katıldığı öğrenildi. Albay Üçok'la 5-12 Mart tarihleri arasında Kayseri Hilton Oteli'nde kalan Doğan'ın astsubayları kanunsuz bir şekilde 'hipnoz' ederek ve 'ilaç' vererek sorguladığı iddia edildi. BUGÜN’e konuşan Doğan, Bana değil Genelkurmay'a sorun" demekle yetindi.

General’in fişleme paniği

Tümgeneral Ulugüler'in dün yayınlanan "9 mahalle, 6 otel ve 22 kafe er ve erbaşlara girilmesi yasak ilan edildi" fişleme talimatının imzasız bir yazıyla 2 ay önce otellere fakslanması olayından Astsubay Ali Balta'yı sorumlu tuttuğu ileri sürülüyor.
Kaynak: Bugün

Yapılan araştırmalar insan beyninde iradeyi kontrol eden iki bölümün olduğunu ortaya koydu: 'şeytan ve melek'.
1 Mayıs 2009
California Teknoloji Enstitüsü'ndeki bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre insan beyninin farklı bölgelerinin sağlıksız bir yiyecek karşısında aktif hale geldiği keşfedildi.

Araştırma, beynin 'şeytan' ve 'melek' olarak iki farklı bölüme ayrıldığını ve irade üzerinde ikisinin de aktif olarak devreye girdiğini ortaya çıkardı. Buna göre sağlıksız bir yiyecek karşısında iradesini kullanan insanların beyinlerinde 'melek' bölümünün daha aktif rol üstlendiği tespit edildi.

Doktor Antonio Rangel, "Ekonomi, psikoloji ve hatta dinde bazı insanlar neden iradelerini kontrol edebilirken, diğerleri edemez?" sorularına yanıt aramak için başlattıkları araştırmada beynin bu iki bölümünün insan üzerindeki etkisini saptadıklarını ve 'melek' tarafın iradesi güçlü kişilerde çalıştığını bulduklarını açıkladı.

Zayıf iradeli bireylerin beyinlerinde ise 'şeytan' tarafın baskın olduğuna dikkat çeken doktor, bir anket hazırlayarak bunu araştırdıklarını söylüyor. Diyet yapan katılımcılara gösterilen 50 yiyecek fotoğrafıyla beynin iki tarafının işleyişini anlamaya çalışan bilim adamları, ankete katılanların beyinlerini tarayarak iradelerin gücünü saptamaya çalıştı.

Araştırmada katılımcılardan, yemeklerin tatlarının ve sağlıklı olup olmadıklarının oylanması istendi. Bunun sonucunda iradesi güçlü olan kişilerin beyinlerinin sağlık ve lezzet arasında dengeyi kurabildiği saptanırken, 'melek tarafı' yüksek sesle konuşmayanların sevdikleri yemeğe oy verdikleri, beslenme nitelikleriyle ilgilenmedikleri ortaya çıktı.
gazeteport

CIA'den Korkunç Deney

Köylüleri çıldırttılar! 1951 yılında Fransa'nın bir köyünde yaşayanların sabah kalktıklarında çıldırmalarıyla ilgili olayın CIA'in deneyi nedeniyle yaşandığı iddia edildi.
Fransa'nın güneyinde kendi halinde bir köy olan Pont Saint Esprit’te, 16 Ağustos 1951 sabahı uyanan köylüler birkaç saat sonra çıldırmaya başladı. Halk polise, sürekli ejderha gördüklerini, kendilerine saldırdığını söylüyordu. Bir çocuk bıçakla büyük annesine saldırdı. Bir diğeri, “Ben uçağım” diyerek kendini ikinci kattan aşağı attı. Doktora koşan biri ise, “Kalbim çıktı, ne olur yerine takın” diye yalvardı. Sokaklar çıldıran insanlarla doluydu. 5 kişi öldü, 300 kişi yaralandı. 50 kişi aylarca tımarhaneye kapatıldı. Uzmanlar, bu olayın, ekmeğin içinde uyuşturucu etkisi yapan bir yaban mantarının neden olduğunu söyledi. Fransa tarihine giren olaya “Lanetli Ekmek” (Le Pain Maudit) adı verildi. Ancak 59 yıl sonra CIA arşivlerini inceleyen H.P. Albarelli isimli gazeteci, olayın CIA’in “zihin kontrolü” kapsamında yaptığı bir deney olduğu iddiasını ortaya attı. Buna göre, CIA, köyün ekmeklerine bilerek “LSD” adı verilen sentetik uyuşturucu katmış ve neler olacağını görmek istemişti. Albarelli’ye göre bu deney ABD ordusunun Özel Operasyonlar Birimi tarafından yapıldı. Uzmanlara göre LSD alan insanlar, daha sonra telkinle istenilen her şeyi yapabiliyordu. aktifhaber

Beyine verilen elektrikle depresyon tedavi ediliyor
Archives of General Psychiatry adlı tıp dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, beynin belli bir bölgesine elektrik akımı uygulamayı öngören Transkraniyal Manyetik Stimülasyon (TMS) adlı yöntem, depresyona karşı kullandığı ilaçtan sonuç alamayan insanlara önerilebilecek. 04.05.2010 WASHINGTON netgazete

ABD Ordusu bu "Şirin" Robotu Niye Finanse Ediyor?
Açık İstihbarat
27.05.2010
İnsanın köleleştirilme süreci farklı boyutlarda ilerliyor.

Bir yanda Zonguldak'ta taşeronlaştırılan işçi boyutu var. Yüzlerce yıllık tecrübe ile; kendi kaderleri ni milletin sırtı üzerinden garantiye alanların kontrolündeki bir sistem ucuza malettiği kömürü, o kömürü çıkarırken ölen insanlara dağıtarak oy alan bir kısır döngü işletiyor.

Diğer tarafta ise; dönüşen emperyalizm, coğrafyalardan sonra insanlar ve zihinleri üzerindeki kontrolünü güçlendirmek için yeni metodolojiler ve teknolojiler üretmekle meşgul.

İnsanın köleleştirilmesi birilerinin ufuk projesi ve bu projede insan mecbur olduğu ağlar bünyesinde eritilmekle meşgul. Kullandığınız telefondan, bilgisayara, kredi kartından, kameralara kadar artık sadece izlendiğiniz değil; sizi izleyenler tarafından farkında olmadan yönlendirildiğiniz bir dünya yerleşiyor.

Bilim kurgu filmlerinde gördüğünüz bir tekno anti-ütopyaya doğru ilerliyoruz.

İnsanın makineleştiği, makinelerin insanlaşacağı bir araformu yaratacak teknolojik süreçler ve bunla bağlantılı siyasi /sosyal süreçler tarafından sarılıyor İnsan.

İnsanın Makineyle savaşı için henüz erken.

Bir insan hayatı için çok uzak; bir ulusun tarihi için orta vade , insanlık tarihi için kapımızdaki bir dönüşümden sözediyoruz.

Birey-Ulus-İnsanlık dengesini ; insanı köleleştirecek olan bu sürece karşı nasıl kurgulayacağımız çok önemli.

Birey'in Ulusu ve İnsanlık ile dayanışması, hem bireyin , hem ulusun, hem de insanlığın özgürlüğü ve sağlığı için önemli.

Aksi takdirde bir avuç küresel elitin , makinelerle işbirliği içinde , bilim-kurgu filmlerini aratmayan faşist tekno-ütopyalarda varolan makineye bağlı yaşayan bir ara forma dönüşmemiz "an" meselesi.

Bu küresel dalga ile savaşmanın ilk hamlesi bilinçlenme.

Teknolojiye tapan kitlelerin; çağımızda artan verimliliğin işssizlik anlamına geldiğini anlayamayan kitlelerin; küresel elitlerin makro planlarının kendilerini nasıl köleleştireceğini göremeyen kitlelerin
çevrelerinde örülen sinsi ağların varlığını hissetmelerini sağlamak.

Politika ile teknoloji ve bilimin buluştuğu bu sınırda da gözcülerimizin olması gerekiyor. Sınır bekçiliğini insanlığın sınırında başlatıp, son kaleyi Anadolu'da inşa edeceğimiz bir metodoloji bu.

Yaklaşmakta olan İnsan-Makine "savaşında", insanlık zemini Anadolu'dan daha sağlam bir nokta olamayacağının bilincinde olan bir irade bu.

Açık İstihbarat olarak bu nedenle teknoloji ve bilim haberlerini çok önemsiyoruz.

Ve sizlere bireyi, ulusu ve insanlığı ilgilendiren yazıları yukarıda açıkladığımız perspektifle sunduğumuzu bilmenizi isteriz.

Aşağıdaki kısa video bir robotu gösteriyor.

ABD ordusunun yüksek teknoloji araştırma merkezi DARPA'nın finanse ettiği bir çalışma sonrası üretilen bir robot. Bunun bir çok örnekleri mevcut.

Yapay zeka teknolojileri ile birleştikçe önce işlerinize, sonra vücudunuza , sonra da beyinlerinize talip olacak bir dalganın ilk nüveleri bunlar.

İzlerken , en az 100 sene sonrasını izlediğinizin bilincinde olarak izleyin. "Ne kadar şirin" duygusundan uzak bir gözle izleyin. Ve sorun...ABD ordusu aslında neyi finanse ediyor?

Video için: http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=8883

"Propagandanın Babası"ndan Savaş Notları
Mehmet Selim

"Dr. Paul Joseph Goebbels 1933 ilâ 1945 yılları arasında Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanığı yapmış Alman politikacıdır. Goebbels 1921 yılında Heidelberg Üniversitesi'nde 18. yüzyıl romantik draması üzerine yazdığı tezle felsefe doktorasını tamamladıktan sonra, önce gazeteci daha sonra da banka memuru ve borsacı olarak çalıştı. Ayrıca roman ve oyunlar da yazdı ancak yazdıkları yayın evleri tarafindan beğenilmedi. Goebbels Nazi Partisi'yle ilk defa 1923 yilinda tanıştı ve ertesi yıl partiye üye oldu. Kısa zamanda yeteneği ve zekâsıyla parti içinde hızla yükselen biri oldu. Partinin Berlin bölge liderliğine atandı. Bu görevi sırasında propaganda yeteneklerini sonuna kadar kullandı. Nazi gazeteleri ve SA'nın yardımlarıyla yerel sosyalist ve komünist partilerle mücadele etti. 1928 yılında partide hızla yükselmiş ve en göze çarpan üyelerden biri olmuştu.
1933 yılında Nazilerin iktidara gelmelerinin ardından propaganda bakanı oldu.
Savaşın ilk ve en istekli savunucularindan olan Goebbels Alman halkını büyük ölçekli bir askeri çatışmaya hazırlamak için elinden gelen her şeyi yaptı. İkinci Dünya Savaşı sırasında diğer Nazi liderleri ile değişen ittifaklar kurarak gücünü ve nüfuzunu arttırdı. 1943 yılı sonlarında savaşın Almanya aleyhine dönmesinden sonra propagandalarını arttırdı. Goebbels savaşın son yıllarinda ilan edilen topyekün savaş projesinin de mimaridir. Goebbels son ana kadar Hitler ile Berlin'de kaldı. Hitler'in intihar etmesinin ardından bir günlüğüne de olsa Üçüncü Reich'in Şansölyeliğini yaptı.
Bugün bazı üniversitelerde, (iletişim bölümü) öğrencilere Goebbels'in ses kayıtları dinlettirilir. Hemen her görüşteki insan, onun bu alandaki dehasini kabul etmiştir."
(*)

"hiç bir vesika Alman harp makinesinin iç yüzünü bu kadar açık bir şekilde meydana koymamıştır. Hatıraların hakiki olduğu şüphe götürmez." A. J. Cummings (**)

Goebbels'in tuttuğu notlar Associated Press savaş muhabirleri tarafından keşfedilmiş ve Sovyet askerlerinden gizlenerek Amerikan işgal bölgesine kaçırılmış. Pek çok süreçten geçerek bir kitap halinde basılmış ve özellikle basıldığı dönemde çok ilgi çekmiştir.

Notların 21 Ocak 1942'den 9 Aralık 1943'e kadar olan kısmı bulunmuş. Ancak bu tarihlerin arasında da eksiklikler mevcut. Yine de notlar önemli bilgiler içeriyor.

Notlar Goebbels'in idari yeteneklerini açıkça ortaya koyuyor. Problemler ve bu problemlere karşı bulduğu çözümlerden bahsediyor. Kendisinin problem çözme yeteneğinden etkilenmemek mümkün değildir.

Entrikalar, çekişmeler , ihanetler, yalanlar gerçekler...

Blöf ve karşı hamle...

Savaşın bütün kirinin içersinde Goebbels'in ürettiği çözümler bize progadanda ile ilgili sırlar da veriyor.

İnsanlık tarihinin en büyük savaşının en büyük idarecilerinden birinin gözüyle İkinci Dünya Savaşı...

S. Crossman ise bu notlar hakkında " Fevkalâde bir eser... Bunu okurken karşımızda bir kitap değil, Goebbels'in dünyasında itimat ettiği insan, yani bizzat kendisi bulunuyor."demiştir. (**)

Bu eserin bizim için önemine gelirsek, biz dünyanın en kanlı coğrafyasında, son yarım yüzyılda üç askeri darbe, sayısız siyasi palavra ve aldatmaca ve Batı'nın güçlü propagandasına maaruz kalmış bir ülkede yaşıyan insanlarız. Yedi kıtanın içersinde Propaganda ve yalana karşı en savunmasız olan biziz ve en güçlü taaruza maaruz kalan da biziz...

Eğer bu problemi aşmak istiyorsak, Batı dünyasının geliştirdiği ve temelini Goebbels'in attığı Batı propaganda mekanizmasını iyi kavramalıyız.

Bunun için çok yararlı bir kitap : Savaş Notları...

Son 0larak bu kitaptan seçtiklerimi sunmak istiyorum :


- Çöl yolcularının nasıl her zaman suyu düşünmesi doğru olmazsa, harbin idaresine yardım eden bir insanın da sulhu düşünmemesi lazımdır. (**)

- Şu muhakkak ki, nazik durumlarda sade askerlik bakımından değerli olmak kâfi değildir; karakterin de büyük bir ehemmiyeti vardır. (**)

- Halkı bu kadar ihmmal etmek olmaz. Ne de olsa harp gücünün esası onlara dayanıyor. Halk mukavemet arzusunu ve Alman komutanlarına olan güvenini kaybederse, en büyük buhranla karşılaşmış oluruz. (**)

- Doğudaki halka karşı siyasetimizi değiştirmek lazım geldiği kanaatindeyim. İtimatlarını kazanacak olursak çete tehlikesini bir hayli engellemiş oluruz. O zaman birçok yerde yalancı hükûmetler kurmak da kabildir. Halk hoşuna gitmeyen kararlardan doğrudan doğruya bizi değil o hükümetleri mesul tutar. (**)

- İngilizler, Berlin'e verdikleri zararı haddinden fazla büyütüyorlar. Bununla beraber, gazetelerimizde bunlara dair yalanlama neşrini yasak ettim. Çünkü İngilizler Berlin'in mahvolduğuna ne kadar çabuk kanaat getirirlerse şehre karşı hücumlarından o kadar çabuk vaz geçerler. (**)

__________________________________________________________________
(*) Vikipedi
(**) Savaş Notları,Goebbels, Bahar Basımevi, İstanbul 1968
http://img413.imageshack.us/img413/7821/josephgoebbelstaler.jpg


AB-D emperyalizminin son çaresi: Cihada karşı pezevenklik...
Oğuz Gürses
09.12.2010

AB-D müslümanlardaki cihad şuurunu bulandırmak, şehidlik arzunu söndürmek için her yıl milyarlarca dolar harcıyor...

Bunun için...

Ferdî/kişiye özel veya içtimaî/toplu olarak zihinleri kontrol altına almaya çalışıyor...

Bu konuda hergün yeni teknik ve taktikler üretip insanlar üzerinde deniyor ve anketler ve gözlemler vasıtasıyla da bunların etkili olup olmadıklarına kontrol ediyor...

Müslümanları Allah Resûlü'nün gösterdiği doğru Yol/Ehl-i Sünnet’ten saptırmak, onun tamamladığı "güzel ahlâk"tan uzaklaştırmak için...

İçki, kumar, fuhuş, uyuşturucu, futbol taraftarlığı, uyuşturan müzikler, her türden boş lâf ve boş işler(magazin/dedikodu) gibi ne kadar şeytanî tuzak varsa hepsini birden kuruyor/kullanıyor..

Maksat Müslümanları hedonizm bataklığında boğarak İslâm'dan uzaklaştırmak...

Bu olmazsa...

Müslümanları Doğru yol/Ehl-i Sünnet anlayışından koparıp abuk sabuk anlayış/mezhep/tarikatlara yönlelendirmek için emrindeki binlerce teolog, psikolog, sosylog, şarlatan hoca, sahte şeyh, dandik müridlere oluk oluk para akıtıyor...

Ama ne yapsa olmuyor...

Emperyalizmin küresel saldırısına karşı küresel cihad İslâm’ın adalet kılıcı olarak, her gün yeni mevziler ve zaferler kazanarak büyüyor...

"Güneş yenilenmez göz yenilenir" (*) düsturuna uygun olarak...

Doğru Yol/Ehl-i Sünnet’in yer yer hasarlanmış/pörsümüş anlayışı Büyük Doğu-İbda ismiyle tecdid olunarak/yenilenerek, bir güneş gibi yeniden doğuyor....

Hedefi açık...

Küresel Adalet, küresel barış, küresel kardeşlik, küresel güvenlik, küresel refah için:

Küresel iktidar...

Şeytan'ın çöken “Yeni Dünya Düzeni”ne karşı; İslâm'ın "Yeni Dünya Düzeni"...

***

Zamanı gelmiş bir fikrin iktidarını hiçbir gücün engeleyemeyceği çok kişi tarafından bilinen bir gerçekse de...

Huylunun huyundan vazgeçmeyeceği de bir başka gerçek...

AB-D emperyalizmi gücünün en son sınırına vardığı için hızlı bir çöküş sürecine girmiş olsa da...

Umutsuzca çırpınmaya devam ediyor...

İşte bunun son örneği şu haber:

[Cihada Karşı "Umutsuz Ev Kadınları"

Wikileaks'ten sızan belgelere göre Amerikan dizileri ve şovları Suudi gençleri cihattan soğutma konusunda ABD propagandasından daha başarılı oluyor.

Guardian gazetesinde yayımlanan belgelere göre, Suudi Arabistan’daki Amerikan kaynakları, Cidde’deki Amerikan elçiliğine, "Umutsuz Ev Kadınları ve David Letterman ile Geceyarısı Şovu gibi programlar, gençlerin cihadı reddetmelerinde, yüzmilyonlarca dolarlık Amerikan propagandasından daha etkili oluyor" doğrultusunda rapor gönderdi.
Suudi Arabistan’ın MBC 4 kanalında sansürsüz ve Arapça alt yazılı yayınlanan bu tür programların, krallığın radikal unsurlara karşı "fikir savaşı"nın bir parçası olarak yayınlandığı belirtiliyor.

"David Letterman: Etki Ajanı" başlıklı gizli bir yazıda, bu programların Washington’ın ana propaganda cihazı olan, ABD tarafından finanse edilen El Hurra haber kanalından daha etkili olduğuna işaret ediliyor.

Belgelerde diplomatlar, Eva Longoria, Jennifer Aniston ve David Schwimmer gibi ünlülerin cazibesinin, bu programları yayınlayan ticari televizyonun etkisinin El Hurra’dan daha çok olacağını gösterdiğini ifade ediyorlar.

2009 tarihli bir yazıda "Suudiler artık dış dünyayla çok ilgileniyorlar ve herkes becerebilirse ABD’de eğitim görmek istiyor. ABD kültüründen daha önce hiç olmadığı kadar etkileniyorlar" deniliyor. ]
(TRT, 08.12.2010)

Bu haberin özeti şu: AB-D emperyalizmi'nin son çaresi: Cihada karşı pezevenklik...

Namusa karşı fuhuş...

Ahlâka karşı ahlâksızlık...

İnsan onuruna karşı kirli para...

İnsanca yaşamaya karşı lüks, şatafat ve sefehat/hedonizm...

Böyle bir savaşı sizce hangi taraf kazanır?..

Dipnot:

*[ - İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.
- Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek…
- Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.
- İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…
- “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır” hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir.
(..)
- Emevî ve Abbasî devrelerini takip ederek Türk’ün eline geçen İslâmî devlet livası, 600 küsur yıllık gerçek devlet hayatının ancak 250 senesinde böyle bir nesle yataklık etmiş, ondan sonra 300 yıl korkunç bir aşk ve üstün anlayıştan yoksunluk çığrına girmiş, 100 küsur senedir de, aynı ham yobaz ve kaba softa idrakinin tersine dönük şekliyle bütün cehdini İslâm’a karşı çıkmakta bulmuştur.
- O gün bugündür ki, nesillere kahraman diye tanıtılanlar, İslâm’dan tiksinmenin fikrî ve fiilî icracıları olmuştur.
- İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle kucaklayabilecek ve nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit suyu dökülmeye başlanınca din ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvâzaacı mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş; ve olduğu gibi bir İslâm yerine, oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm’a kapı açmaya bakılmıştır.
- Reformcu, İslâm’ı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu zatına ve aslına göre değil, kendi şahsî nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak, böylece çürük gördüğü bir binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından, İslâma cepheden zıt olanlardan daha tehlikelidir; ve İslâmı kalb ve göz yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi içinde kendisine üç düşman tanıyacaktır; aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasipsiz reformcu… Yani ruhu, kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkâr eden ve ikisi arasında arabuluculuğuna kalkışan…
- İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kuvuşabileceğine ait İlâhî bir ihtar…
- İslâmı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye’sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki hâlinde zuhur etmekle mükellef…
- Bunca zevalin ardından ancak kemâl çığırı açılabilir…] Bkz: Necip Fazıl Kısakürek, Akıncı Güç kadrosuna ithaf: İSLAMI YENİLEMEK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul.

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

Dil öğrenmenin sırrı çözüldü
16 Aralık 2010
Nörologların yaptığı bir araştırmaya göre, beynin yabancı bir kelimeyi öğrenmesi için 15 dakika boyunca 160 kez bu sözcüğün işitilmesi gerekiyor.

Bulguların, hastaların hafıza tedavisinde etkili olabileceği belirtiliyor.İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi Tıp Araştırmaları Konseyi’nin Bilişsellik ve Beyin Bilimleri Bölümü’nden nörologların yaptığı bir araştırmaya göre, beynin yabancı bir kelimeyi öğrenmesi için 160 kez bu sözcüğün işitilmesi gerekiyor.
Araştırmada, 16 katılımcının başlarına elektrotlar yerleştirildi ve önce bildikleri bir kelime, daha sonra ise hiç duymadıkları, uydurulmuş bir kelime söylendi.

Beynin ilk etapta duyduğu yabancı kelimeyi tanımada zorlandığı fakat 15 dakika boyunca 160 kez dinledikten sonra kelimenin tamamen yerleştiği görüldü. Bu bulgunun, beyin hasarı görmüş ya da felçli hastaların hafıza tedavisinde etkili olacağı tahmin ediliyor. haber10





"Televizyon; aylak, şuuru iğdiş edilmiş,hiçbir
zaman okumak ve düşünmek alışkanlığı
kazanmamış sokaktaki adam için icad edilmiş
bir nevi afyondur...”
Cemil Meriç

Telegram işkencesi nedir?

Araştırmacı Yazar Ömer Emre Akcebe ile Telegram İşkencesi hakkında 1 Mayıs 2013 tarihinde Seyrialem dergisinde yapılan değerlendirme de şu şekilde tanımlanmış, bilgi mahiyetinde okuyucularımızla paylaşıyoruz…


1-Telegram işkencesi nedir?

Telegram kelimesi, bilindiği üzere Salih Mirzabeyoğlu ile maruf. Literatüre bu kelimenin girişi de, 2003 senesinde Salih Mirzabeyoğlu tarafında kaleme alınan “Telegram” adlı esere dayanıyor. Kelimenin nasıl ortaya çıktığından da kısaca bahsedecek olursak; Kartal F-Tipi Cezaevinde kaldığı hücresinde, kendisiyle uzaktan ve aracısız bir teknikle irtibat kuran Telegramcıların, yaptıkları işi isimlendirirken belki dalga geçme amaçlı, belki de boş bulunarak ağızlarından kaçırarak kullandıkları bir kelime “Telegram”. Salih Mirzabeyoğlu, içinde bulunduğu işkence ortamında bu kelimeyi hemen “yakalayıp” verimlendirir ve “Zihin Kontrolü” genel başlığı altında sıralanan teknikler arasında –özellikle İngilizcede- muhtelif tâbirlerle anılagelen bu “operasyon”u deşifre ve teşhir eder. Bir diğer ifadeyle, Telegramı, diğer zihin kontrol tekniklerinden ayıran kendisine has özellikleriyle belirtici –ki Telegram, niteliği askerî sır olan bir CİHAZLA yapılır ve Türkiye’deki de bir NATO teknolojisidir- ve bu temel üzerinde derinliğine ve genişliğine işleyeceği bir kavram olarak literatüre kazandırır.
Kısaca Telegrama değinecek olursak; ferdin hür iradesine tahakküm etmek için kullanılan, başarılı olsa da olmasa


En son Ekim tarafından Prş Eyl 19, 2013 2:50 am tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts May 25, 2009 11:58 pm    Mesaj konusu: CIA, 'beyin kontrolü'nü sokak çocukları üzerinde denemiş Alıntıyla Cevap Gönder

TELEGRAM DEVAM EDİYOR
A. Baki AYTEMİZ
9 Ağustos 2016

Ergenekon davaları sürecinde gündeme TELEGRAM Saldırısı da gelmişti. İşte, bu konuda “ÖZEL Büro” adlı yapılanmanın başında bulunan Erkut Ersoy‘un o zaman söyledikleri:

“…İnsanın zihnini kontrol etmek Anayasal bir suçtur. Yabancı servisler tarafından kullanılıyor olması nedeniyle ulusal güvenliği de ilgilendirmektedir. Bizim üzerimize düşen mağdurlarla bire bir görüşmek, eldeki verileri kayıt altına alarak savcılık makamına sunmaktır… Türkiye’de bu şebekeyi ortaya çıkardığımız zaman Allah’ın izniyle bunları savcının karşısına çıkaracağız… Resmi bir bağı olmayan ama Milli İstihbarat’a da bilgi aktaran bir grubun bu işin başında olduğunu biliyoruz. Biz şu ana kadar bine yakın kişiyle görüştük. Ama yüzde 99.9’unun maalesef zihin kontrolüyle alakalı olmayan, tamamen psikolojik rahatsızlıkları olan kişiler olduğunu tespit ettik. Zihin kontrolü pahalı, yani sıradan vatandaşa uygulanan bir uygulama değil. Genelkurmay’a yazı yazdık, birim açın diye.
Bir üsteğmen atadılar. Ama üst makamlardan emir geldi, o makamı lağvettiler. Şimdi Türkiye’de MİT uyguluyor bunu. Hatta İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu’na bile uygulandı. Ama milli istihbarat bunu kendisi kullanmıyor, kendisine yakın milliyetçi unsurlara cihazı veriyor.”

Biz TELEGRAM Saldırısı ile ilgili Devlet içerisinde yuvalanmış çeteleri, Mirzabeyoğlu’nun 8 Temmuz 2005’te tek kişilik hücreye konulmasıyla başlayan süreci, ardından “Ergenekon” saldırısı ile meselenin (TELEGRAM-Zihin Kontrolü) Liberal çapulcuların öncülük ettiği, zamanın bürokratik ve siyasi karar mekanizmalarının da desteklediği propaganda merkezleri tarafından “izi sürülemez” bir hale getirilmek gayesiyle bilerek karmaşıklaştırıldığını, ADIMLAR çizgisi olarak o günlerden beri söylüyoruz. Biz bu konunun takipçisi olarak mücadelemizi yürütür, bunları yazar ve güçlü bir şekilde gündeme taşırken, dönemin propaganda merkezleri ve işbirlikçileri, İktidar adına bizleri “Ergenekoncu”, “Kemalist” diye itibarsızlaştırarak bugün “FETÖ” diyerek yasadışı ilan ettikleri örgüte mensup hakim ve savcıların yer aldığı mahkemelere hedef göstermişlerdi. “Ergenekon” sürecinin, Kemal Alemdaroğlu, Kemal Gürüz gibi İslâm-Vatan-Millet düşmanlarının “28 Şubat’la hesaplaşılıyor” görüntüsü altında, Anadolu’da NATO-ABD-İsrail karşısında mevzi tutan birçok ismi tasfiye girişimi olduğunu vurgulayarak bu saldırıya karşı yaptığımız yayınlar ortadadır…

2000’lerin başında bir grup vatansever tarafından yabancı istihbarat örgütlerine karşı bağımsız ve sivil bir girişim olarak başlatılan “Özel Büro”nun güdücüleri, Ergenekon sürecinin ilk aylarında “Ergenekon”a dahil edilerek tasfiye edilmişti… Bugün, Ergenekon Saldırısı’nın mahiyeti hakkında herkesin ve her kesimin bildiği, Hükümetin ise çok açık bir şekilde “kandırıldık” ve “hata ettik” beyanlarının ardından, bu meseleyi tazelemiş olalım ve soralım:

O zaman her şeyin üzerine gidilirken bu meselenin üzerine gidilmemiş olması yanında, bu gün de TELEGRAM’ın üzerine gidilmediği gibi, 15 Temmuz’dan sonra Telegram’ın şiddetlenmiş olması ne demek?

TELEGRAMCILAR, İslamî hamleye karşı İslâm’ın Remz Şahsiyetine daha bir şiddetle saldırırken, “birlik ve beraberlik” çağrıları şu aşamada bizim açımızdan hiç de inandırıcı değil.

Hem iddia da çok açık: Türkiye’de TELEGRAM, MİT’in kontrolünde diyor, Erkut Ersoy…

Peki, MİT kimin kontrolünde?!

Eğer TELEGRAM, Fetullahçılar’ın elindeyse ortaya çıkarmanın tam zamanı, bunu yapmak isteyen iradenin önünde hiçbir engel yok. Fakat, Mehmet Karabörk gibi, Telegram işkencesinde fiîli olarak yer almış kişilerin dahi birkaç günlük gözaltı süreci sonrası TELEGRAM Saldırısı ile ilgili kovuşturulma yapılmadan tutuklanması gibi veriler karşısında, görüntünün öyle olmadığını şimdiden söyleyelim.

Hem bu konuda Kumandan’ın 16 yıldır söylediklerine, şimdiye kadar resmi makamlar niye duvar?

Resmi makamlar, yani en başta MİT.

Yani, hadi diyelim ki Erkut Bey’in söyledikleri doğru değil, bu işin MİT’le bir alakası yok, ama MİT Telegram konusunda niye ilgisiz görünüyor?

Zira Erkut Bey’in de ifade ettiği üzere bu konu aslında bir millî güvenlik problemi ve ülkenin Millî Güvenliği’nden mesul olan birim olarak MİT’in bununla ilgilenmiyor gözükmesinin sebebi ne olabilir?

Dikkat, ilgilenmiyor demiyorum; Kumandan Mirzabeyoğlu ile alakalı olarak ilgilenmiyor gözüküyorlar diyorum. MİT’in ilgilenmemesi zaten düşünülemez. Bu ilgisizliğin manası şu: Bildikleri bir meseleyi, bilmezlikten geliyorlar.

Hadi darbeyi bilemediler ama Telegram’ı hiç değilse duymuşlardır, peki ilgisiz gözükmelerinin sebebi ne? Darbeyi bilememiş olmak, Kumandan’a yapılan Telegram’a ilgisiz gözükmek ve 15 Temmuz’dan sonra Telegram’la yapılan işkencenin şiddetlenmiş olması arasında ne gibi bir irtibat var acaba?

Evet, 14 yıllık AKP iktidarları boyunca hiçbir başarılı operasyona imza atamayan, girdiği bütün işleri eline yüzüne bulaştıran 15 Temmuz’da da Erdoğan’ın herkesin anlayacağı şekilde kulağı sağır olmakla suçladığı ve “kimin eli kimin cebinde belli değil” görüntüsü çizen MİT’in kontrolü kimde?

CIA-MOSSAD gibi uluslararası istihbarat örgütleriyle MİT’in ilişkisi hangi seviyede ve nasıl yürütülüyor?

“Bağımsızlık” problemimizin can alıcı meseleleri buralarda gizli.

Buyurun, cevap verin.

A. Baki AYTEMİZ – ADIMLAR Dergisi

SAVCI ÖZ'ÜN PEŞİNE DÜŞTÜĞÜ İDDİA
23 Haziran 2009
Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’ün, Başkent Üniversitesi sahibi ve Rektörü Bülent Haberal’ın eski başbakanlardan merhum Bülent Ecevit’e zihin kontrolü yaptığı iddialarını soruşturduğu öğrenildi.
Edinilen bilgilere göre Zekeriya Öz’ün bu iddiaları araştırmak için yine Ergenekon tutuklusu Ümit Sayın’ı sorguladığı öğrenildi. Ergenekon tutuklusu Ümit Sayın’ın zihin kontrolünün mümkün olup olmadığı yolundaki soruya Ümit Sayın'ın "Şu anda böyle bir şey mümkün olsaydı sizce ben Silivri Cezaevi'nde yatıyor olur muydum?" şeklinde yanıt verdiği de öğrenildi.

Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından Doç. Dr. Ümit Sayın geçtiğimiz günlerde Zekeriya Öz tarafından yapılan sorgusunda “zihin kontrolü” konusunda sorgulandığı, sorguya da avukatının alınmadığı belirtildi.

Türkiye'nin sayılı farmakologları arasında yer alan ve Zihin Kontrolü üzerinde yaptığı çalışmalarla Türkiye'deki tek isim olduğu akademik çevreler tarafından kabul gören Ümit Sayın'a yapılan sorgunun konusunun Mehmet Haberal ve bir süre Başkent Üniversitesi Hastanesinde tedavi edilen dönemin Başbakanlarından Bülent Ecevit ile ilgili olduğu öğrenildi.

SAYIN’A KRİTİK SORU “ECEVİT’E ZİHİN KONTROLÜ YAPILDI MI?”

Bir yılı aşkın süredir Ergenekon davasında örgüt yöneticisi olduğu iddasıyla tutuklu olarak yargılanan Doç. Dr. Ümit Sayın’a Zekeriya Öz tarafından yapılan 3. sorgusunda, Ergenekon'un son dalgasında tutuklanan Başkent Üniversitesi Rektörü Mehmet Haberal tarafından Bülent Ecevit'e zihin kontrolü yoluyla operasyon yapılıp yapılmadığı yolunda sorular sorulduğu ileri sürüldü. Zihin Kontrolü üzerinde Türkiye’de en yetkin kişi olduğu akademik çevrelerce de kabul edilen Ümit Sayın'ın, zihin kontrolünün mümkün olup olmadığı sorusuna yanıtının "Eğer zihin kontrolü şu anda mümkün olsaydı sizce ben Silivri cezaevinde yatıyor olur muydum. Mahkeme heyetini etkilemez miydim?" olduğu iddia edildi.

DOĞU PERİNÇEK SORGU ZAPTINI MAHKEMEYE İSTEDİ

Ergenekon savcısı Zekeriya Öz'ün, Ümit Sayın'a "Ecevit'e Zihin Kontrolü" üzerine sorgu yapması Ergenekon sanıkları arasında da yankı buldu. Ergenekon davasının 95. duruşmasında Doğu Perinçek’in “Sayın'a, 'uzaktan kumanda yöntemiyle cinayet işletilir mi? İP'li sanıklar cezaevinde ne yapıyor?' gibi sorular sorulmuş. Bu sorgu sırasında avukatı da içeri alınmamış. Sayın'ın ifade tutanağının mahkemeye getirilmesini istiyorum” demesi üzerine gözler Zekeriya Öz’ün 26 Mayıs tarihinde yaptığı sorguya çevrildi.

OPERASYON ÜNİVERSİTE HASTANESİNDE Mİ YAPILDI?

Polis tutanaklarına yansıyan ve Ecevit’in koruma amiri Recai Birgün tarafından açıklanan iddialara göre, 4 Mayıs 2002’ de Prof Dr Mehmet Haberal’ın rektörü olduğu Başkent Üniversitesi’ ne kaldırılan eski Başbakan Bülent Ecevit’e bağırsak iltihabı teşhisi konulduğu, yani bir gün sonra hastaneden çıkan Bülent Ecevit’in Oran’ daki konutunda dinlenmeye çekildiği, iki gün sonra ise evde sırtını çarpması sonucu kaburgasının kırıldığı açıklamasının yapıldığı, 17 Mayıs 2002’ de Başbakan’ ın doktoru Prof. Turgut Zileli ve Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Mehmet Haberal’ın Başbakanlık konutunda rahmetli Bülent Ecevit’i muayene ettiği, kapsamlı bir çheck up yapılması için ikna ettikleri, yeniden aynı hastaneye kaldırıldığı ve burada kaldığı 11 gün sonunda durumunun daha da kötüleştiği belirtiliyor.

TEDAVİYE GİTSEYDİ İŞ GÖREMEZ RAPORU VERİLECEKTİ

Tutanaklarda 27 Mayıs 2002’ de 11 gün kaldığı Başkent hastanesinden çıkarak evine gittiği ve Başkent Üniversitesinden gelen doktorları kabul etmeyerek Demiryolları Hastanesi’nden Ortopedist Dr. Mücahit Pehlivan tarafından tedavisine devam edilen Ecevit’in 11 Temmuz 2002’deki son randevuya gitmemesinin nedenini dönemin DSP Grup Başkanvekili olan Emrehan Halıcı, “Gitseydi, kendisine çürük ve ya “iş göremez” raporu verilecek ve bu rapora dayanılarak Başbakanlıktan düşürülecekti.” Dediği de belirtiliyor.

TEDAVİYİ KESİP AYAĞA KALKAN TEK İNSAN

Ecevit’in koruma amiri Recai Birgün’ün savcılıkta verdiği ifadede ayrıca, “O dönemde, rahmetli Bülent Ecevit’in koruma amirliğini yapan sizin tarafınızdan o gün açıklamalarında “ dünyada tedaviyi kesip de ayağa kalkan tek insan Sayın Bülent Ecevit’ti. Ne zaman tedavi kesildi, ayağa kalktı. O gün yaşananlara da 57. Hükümet’ e yapılan operasyonun bir parçası olarak baktık. 57. Hükümet ‘ in iktidarının düşürülmesi için yapılan bir operasyondu.” Şeklinde beyanlarda bulunduğunuz ve Gözaltına alınan şüpheli Mehmet Haberal'ın daha önce iddialarından ötürü size yönelik dava açtığı ve davayı kaybettiği anlaşılmıştır.” İbaresi de yer aldı.

ECEVİT’İN KORUMASINA SORULAN SORULAR

Recai Birgün’e emniyette “Mehmet Haberal’ın bu iddialarla ilgili size dava açıp kaybettiği doğru mu?, O dönemlerde rahmetli Bülent Ecevit’in en yakını olarak her türlü ilişki ve sağlık durumunu en iyi bilen biri olarak Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına karşı böyle bir girişim ne amaçla yapılmış olabilir? Eğer amacına ulaşılıp başbakanlıktan düşürülseydi sonraki süreç ne şekilde gelişecekti? Bu girişimde kimlerin rolü vardı ve talimatı kimden almışlardı? Bu olayın dışında başkaca bildiğiniz girişimler de oldu mu?” şeklinde sorular sorulduğu da öğrenildi.

SAYIN'DAN ÇAĞDAŞ BÜYÜ: BİLİMLE YÖNLENDİRME

Sayın’ın 9 Ocak 1993 yılında Büyük Loca’ya yaptığı “Büyü, Bilim ve Masonluk” başlıklı konuşmada “büyünün yerini alan bilim aracılığıyla zihinlerin kontrol edilebileceği” ve “beyinlerin nöro-kimyasal maddelerle yönlendirilebileceği” işleniyordu. Sayın konuşmasının sonunda, “Aslında gerçek büyü bilimdir ve bilimin belirlediği gerçeklerle çelişen gerçek, gerçek değildir. Bizler bilimin sunduğu imkânları kullanarak büyü felsefesinin ulaşamadığı amaçları da gerçekleştirebiliriz. Büyücülük araç ve yöntemlerinin çağdaş versiyonlarını üretebilir; geliştireceğimiz formülleri ve yöntemleri kullanarak bireyleri ve toplumu yönlendirebiliriz” diyordu.

ÜMİT SAYIN’IN CV’SİNDEN İLGİNÇ NOTLAR

1992-1994: DETAM’da (Deneysel Tıp Araştırma Merkezi) farmakolog olarak farmakoloji ve nörobilim üzerine çalıştı. Davranış farmakolojisi, psikiyatrik modeller, deneysel epilepsi, morfin fizyolojik bağımlılığı, psiko-nöro farmakoloji üzerine çalışmak üzere İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından görevlendirildi. 1992-1994: DETAM’da (İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma Merkezi) deneysel epilepsi, hayvanlarda davranış modelleri, Psiko-nöro farmakoloji, morfin bağımlılığı konularında çalıştı.

TÜM EĞİTİM DÖNEMİNDE ÜZERİNDE ÇALIŞTIĞI SPESİFİK KONULAR

* Psikoaktif, narkotik ve psikedelik, halüsinojen maddelerin hayvanlar üzerine etkisi, klinik etkileri. Bilinç yapısının değiştiren psikoaktif maddelerin psikofarmakolojisi.

* LSD-25, Metamfetamin, MDMA (Ekstazi), Psilosibin, Meskalin, İbogain, Skopolamin, Salvia Divinorum, gibi halüsinojen ve nörokimyasal zihin kontrolünde kullanılan maddelerin psikolojik, fizyolojik ve elektrofizyolojik etkilerinin incelenmesi.

* Zihin kontrolünün nörokimyasal yöntemleri.

Gazete Port

CIA, 'beyin kontrolü'nü sokak çocukları üzerinde denemiş
25 Mayıs 2009
CIA'in cezaevlerinde terör zanlılarını konuşturmak için uyguladığı 'beyin kontrolü' yöntemi için sokak çocuklarını denek olarak kullandığı iddia edildi. Yeni Şafak gazetesinin haberine göre, Conpiracy Planet adlı sitede eski bir CIA yetkilisi Norveç'teki bir yetimhanede çocuklar üzerinde kimyasal ilaçların denendiğini bunun için kendisinin görevlendirildiğini öne sürdü. CIA'in 1975'te deşifre olan 'beyin kontrolü', özel ilaçlarla uygulanan bir sorgulama tekniği olarak biliniyor. netgazete

Asker Artık Düşünce Okuyacak
18 Mayıs 2009
Savaş telsizlerini, taşınabilir askeri bilgisayarları, konuşmayı ve hatta el işaretlerini unutun.

Askerler gelecekte birbirleriyle iletişim kurmak istediklerinde, birbirlerinin akıllarını okuyacak. Pentagon'un ordu tarafından kullanılmak üzere yeni teknolojiler üretmekle sorumlu İleri Araştırma Projeleri Ajansı'daki araştırmacıların amaçlarının bu olduğu belirtiliyor.

TELAPATİ KUR

Ajansın gelecek yılki mali bütçesinin 4 milyon dolarlık bölümü, 'Sessiz Konuşma' adı verilen bu program için ayrıldı. Amaç, "savaş alanında iletişimin kelimeler kullanılmaksızın beyin sinirleriyle gönderilen sinyallerin analizi yoluyla sağlanması." ABD ordusu geçen yıl da bilgisayar vasıtasıyla telepati kurma olasılığının araştırılması için California Üniversitesi'ne kaynak ayırmıştı.
aktifhaber

Beyin ameliyatından ressam olarak çıktı
03 Haziran 2009
İngiltere'de, uzun bir beyin ameliyatı geçiren Alan Brown, hastalığından önce çöpten adam bile çizemezken, ameliyattan yetenekli bir ressam olarak uyandı.
Daily Mail gazetesinin haberine göre, bundan 6 yıl önce şiddetli baş ağrıları sonrasında evinde yığılıp kalan ve kaldırıldığı hastanede anevrizma teşhisi konulan Alan Brown, 15 doktorun katıldığı 16 saat süren beyin ameliyatına alındı.
Ameliyat esnasında felç geçiren ve 2 kez ölümün eşiğinden dönen 49 yaşındaki Brown, hastanede kaldığı 2 ay süresince vakit geçirmek için karalama yaparken yeni yeteneğini keşfetti.
Brown, yeni yeteneğini keşfini, "Tehlikeyi atlatmıştım ama hala yoğum bakımdaydım. Bir gün bir hemşire geldi ve canımın sıkıldığını fark ettiğini söyleyerek resim çizmemi tavsiye etti. Bana kağıt, kalem ve köpeğinin fotoğrafını verdi ve ben köpeği mükemmele yakın bir şekilde çizdim. Hemşire resme baktı ve benim ressam olup olmadığımı sordu. Ben de 'hayır' cevabını verdim" diye anlattı.
O zamandan beri resim yapmayı hiç bırakmayan Brown, yakında Worcester Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nden mezun olacak.
Alan Brown, "Bırakın kendi sanatımı icra etmeyi, o zamana kadar hayatımda hiç sanat galerisine gitmemiştim. Bu hastalığı geçirmek varlığından bile haberdar olmadığım kreatif tarafımı ortaya çıkardı" dedi. Cam firmasında çalışan Alan Brown, bu işi bırakmayı ve bir sanat galerisi açmayı planlıyor. netgazete

Hakkarili kadın NASA`dan şikayetçi
Hakkari`de iki üniversite mezunu, üç yabancı dil bilen 10 yıllık memur Ümran Oyan`ın anlattıkları dinleyenlerin tüylerini ürpertiyor. Hayatı altüst olan kadın NSA`yı suçluyor...

Hakkari`de beyin kontrolünü başkasının yönlendirdiğini ileri süren bir anne, görenleri hayrete düşürüyor. Bir kamu kurumunda 10 yıldır memur olarak çalışan, 2 üniversite bitiren ve 3 ayrı yabancı dil bildiğini söyleyen 2 çocuk annesi kadın, beyninin yönlendirdiğini iddia ediyor. Bilim adamlarının kendisine sahip çıkıp başına gelenleri araştırmasını isteyen kadın, aksi halde bu duruma daha fazla dayanamayarak intihar edeceğini söyledi. Aslen Ankaralı olan 49 yaşındaki Ümran Oyan, 2003 yılında ise şiddetli geçimsizlik yüzünden kocasından boşandı. Yaklaşık 1.5 yıldan beridir Hakkari`de bir kamu kurumunda görev yapan, yardımsevirliği ile çevrede hayli sevilen Oyan, 2 çocuğu ile birlikte Biçer Mahallesi`nde kiraladığı evde yaşıyor. Sorunları Kasım 2005 yılında başlayan ve mahalle sakinlerini bile hayrete düşüren genç kadının durumu, şehirde de günün konusu oldu. Sevilen ve sayılan bir annenin bu duruma düşmesi Hakkarili vatandaşları da üzdü. İHA muhabirine açıklamada bulunan Ümran Oyan, beynine giren bir güvün kendisini yönettiğini, bu duruma daha fazla dayaamayacağını anlattı. Kendisine yardımcı olunmaması halinde intihar edeceğinini belirten Oyan şöyle konuştu: ELEKTRİĞE YAKLAŞAMIYOR`Eğer bunları anlatmadan önce intihar etseydim kimse bana inanmazdı. Benim başıma gelen her an herkesin başına gelebilir. Ben Allah`a inanın bir insanım Allah`a şükür müslümanım, Kuranı Kerim`in birçok suresini de ezbere olarak biliyorum. Beynimi ele geçirenler benim çok zeki olduğumu söylüyor. Helikopter ve uçaklar geçtiğinde inanılmaz şeyler oluyor ve beynim sinyal veriyor. Beynime giren ve bana komut veren kişi hem bana zarar veriyor, hem de lazerle yaralarımı iyileştiriyor. Ailemin bütün hayatımın en ince noktasına kadar biliyorlar ve kayıt etmişler. Onlar kim ve neden bunu yapıyorlar ben onlardan öğrenemiyorum. Ama onlar her şeyi benden alabiliyorlar. Elektriğin önüne geçtiğim zaman elimden olmayan nedenlerden dolayı çok ilginç hareketler yapıyorum ve bunlar benim kontrolüm dışında gelişiyor. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama beynimde bir türlü çıkmıyor. Ben günlük ne yapıyorsam kiminle konuşuyorsa onları hepsini kayıt ediyorlar. İngilizce, Boşnakça biraz da İtalyanca ve Arapça biliyorum. Ben İngilizce bir cümleyi yanlış söylediğim zaman onlar otomatik olarak beynimde düzgün hale getiriyorlar. Çarşıda yürüyorum beynime girip kahkaha attırıyor ve komut veriyor bana. Ben normal bir insanım bütün komşularım beni tanır, işime de gidip geliyorum. Ama beynimi ele geçirenlerin bana etmedikleri eziyet kalmadı. Elektrik ışını ile vücuduma lazer gönderip ve istediği gibi yakıp iyileştiriyor. Benim beynime Nasa tarafından komut verdiği için biyonik bir robot gibi istediğini bana yaptırıyor. Benim yaşadıklarımın psikolojik bir hastalık olmadığına inanıyorum. Beynimi ele geçirenler beni istedikleri gibi yönlendiriyorlar`.
http://www.tumgazeteler.com/?a=1722890

Beyin gücü kullanılarak kol hareket ettirildi
16 Temmuz 2009
ABD Pittsburgh Üniversitesi tarafından yürütülen çalışma kapsamında beyin gücü kullanılarak vücudun hareket ettirebileceği ispatlandı. Bilim adamı John Donoghue tarafından geliştirilen teknolojiyle sabit bir yere oturtulan bir maymunun, beynine çipler yerleştirildi. Beyinden kola sinyaller gönderen çiplerle maymundan kolunu hareket ettirmesi istendi. Maymun hiç hareket ettirmeden beyin sinyalleriyle elindeki meyveleri ağzına götürebildi. Uzmanlar Beyin Sinyali adını verdikleri sistemin felçliler ve engelliler tarafından kullanılabileceğini düşünüyor. Güdübilim uzmanı Prof Kevin Warwick, “Bu sistemin felçlilerin hayatını tamamen değiştirebileceğini düşünüyorum. “dedi. netgazete

HİPNOZCU YARBAYDAN ÜÇOK İTİRAFI
29 Temmuz 2009
Astsubayları hipnozla sorgulayan emekli Yarbay Doğan'dan, Albay Zeki Üçok itirafı.
Kayseri'de gözaltına alınan astsubayların sorgusuna katılan hipnoz uzmanı emekli Yarbay Gürol Doğan'ın ifadeleri ortaya çıktı. Doğan, “Beni Albay Üçok çağırdı” dedi...

Kayseri 2. Hava İkmal Bakım Merkezi Komutanlığı'nda gözaltına alınan 3 astsubayın hipnoz ve işkenceyle ifadelerinin alındığı iddiası üzerine açılan soruşturmada şok gerçekler ortaya çıktı. Astsubayların yasadışı bir şekilde sorgusuna katılan 'hipnoz uzmanı' Emekli Yarbay Gürol Doğan, sorguya Hava Kuvvetleri Adli Müşaviri Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok tarafından sokulduğunu itiraf etti.

Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığı'nın soruşturması kapsamında talimatla ifadesi alınan Doğan, "Beni Kayseri'ye hipnoz eğitimi aldığımı öğrenen Üçok çağırdı" dedi. Doğan, Harp Okulu’nda 1983’te eğitim gördüğü sırada M.A. isimli bir 'hipnodontist'den hipnozu öğrendiğini söyledi.

Astsubayla sohbet ettim

Zaman zaman tedavi amaçlı olarak sadece kendi rızası ile gelen askeri personele hipnoz yaptığını ifade eden Doğan, "Zaten hipnozda kişinin rızası gerekir. Ve gönüllü olması lazım bu da kişinin yaklaşık 15 günlük bir görüşmesinden sonra yapılabilir. Aksi takdirde hipnozdan sonuç alınmaz" dedi. İfadesinde çok önemli bir noktaya da işaret eden Doğan, "Yine de rızası dışında hipnoz olması gerekirse de bildiğim kadarıyla uzman kişiler tarafından yani tıbbi eğitim alan kişiler tarafından anestezi uzmanının denetiminde olabileceğini zannediyorum"

Kayseri’ye Üçok çağırdı

Soruşturmaya gerekçe olan işkence suçlamasını kabul etmeyen Doğan, açıklamasını şöyle sürdürdü: "Bahsi geçen olayla ilgili olarak Hava Hakim Albay Dr. Ahmet Zeki Üçok tarafından Kayseri’ye çağırıldım. Benim hipnoz eğitimi aldığımı öğrenmişler. Ben tutuklu bulunan Ali Balta, İsmail Dağ ve Orhan Güleç isimli kişilerin dini cemaat yapıları ile ilgili suçtan dolayı tutuklu bulunduklarını öğrendim.

Hakim Albayımız Ahmet Zeki Üçok tutuklu bulunan şahısların, çalışma yöntemleri ile ilgili bilgim ve tecrübem olup olmadığı hususunda bilgi almak üzere beni çağırmıştı. Ben de bu konuda fazla bilgimin olmadığını kendisine söyledim.

Ayrıca orada bulunduğu süre içerisinde tutuklu bulunan şahısların özel avukatlarının da bulunduğu bir ortamda benim de dini bilgilerimin olduğunu, Kur'an'ı saptırmadan daha doğru bilgilere sahip olduğumu, kendilerinin yanlış yorumladıklarını ve yanlış yollara tevessül ettikleri hususunda sohbet tarzında görüşmemiz oldu."

Astsubayla sohbet ettim

Doğan, ifadesinin hipnozla alındığını söyleyen Astsubay Balta ile birkaç defa sohbet ettiğini belirtti ve "Zeki Albay'ım istediği için yaptım" dedi. Doğan şöyle konuştu: Zeki Albay, Ali Balta'nın alınan ifadesinde yalan beyan, eksik ifade olduğunu söyledi. Benim de Ali Balta ile görüşmemi tecrübemden de faydalanarak yani hipnoz etmeden yaptığım görüşmelerde edindiğim tecrübelerimi kullanarak kişinin konuşurken yapmış olduğu hareketlerden beden dili, fizyonomi (Yüzden karakter tahlili) gibi konuları gözetleyerek bilgi vermemi istedi.”

13 günlük işkence

Hipnozlu ifade skandalına götüren süreç Kayseri 2. Hava İkmal Bakım Merkezi Komutanı Tümgeneral Rıdvan Ülugüler'in Ergenekon tutuklusu Albay Cengiz Köylü'ye yardım yapılması talimatıyla başladı. Ulugüler'in talimatının sadece "yetkili askerlerin" şifreyle kullanabildiği "Doküman Yönetim Sistemi" üzerinden verildiğinin ortaya çıkması üzerine Astsubaylar Ali Balta, Orhan Güleç ve İsmail Dağ gözaltına alındı.

4 Mart tarihinde gözaltına alınan astsubayların sorgusu için Ulugüler tarafından Hava Kuvvetleri Adli Müşaviri Ahmet Zeki Üçok Kayseri'ye çağırıldı. Aileleriyle ve avukatlarla 10 gün sonra görüştürülen Astsubaylar 13'ncü günde da hakim karşısına çıkarıldılar. Avukatların müvekkillerinin kanuna aykırı olarak 13 gün gözaltında tutulduğunu, hipnoz ve işkence ile ifadelerinin alındığı savunmasına karşılık üç astsubay tutuklandı.

Suç olduğunu bilmiyordum

Kayseri'ye gidiş-geliş ve konaklama ihtiyacının Albay Üçok aracılığı ile sağlandığını söyleyen Doğan, "Ben Hilton'da değil orduevinin 308 nolu odasında konakladım" diye konuştu. Hipnozla ilgili çok detaylı bilgiler veren Doğan, "Sadece Ali Balta ile görüştüm, bu da sohbet ortamında oldu ve Ali Balta'ya da doğruyu söylemesinin en uygun olacağı konusunda telkinde bulundum.

Zaten bunun da inancımız gereği olması gerektiğini izah ettim" diye konuştu. Astsubaylara vaatte bulunmadığını ve işlemediği bir suçu kabul etmesini istemediğini aktaran Doğan, "Yaptığımın suç olduğunu bilmiyordum" dedi.

İfade var, dava yok

Emekli Yarbay Gürol Doğan'ın talimatla alınan ifadesi Kayseri'ye gönderildi. Ancak soruşturma tamamlanmış olmasına rağmen sorumlular hakkında dava açılmadı. Konuyla ilgili olarak Bugün'ün görüştüğü Kayseri Cumhuriyet Başsavcısı Siyami Başok, "Bu konuda herhangi bir açıklama yapamam' cevabını verdi. Soruşturma kapsamında Albay Üçok ve emekli Yarbay Doğan'ın Astsubayların sorgusunda vazifeyi suistimal, yasak sorgu yöntemleri kullanmak ve işkence suçlamalarından cezalandırılmaları isteniyor.
aktifhaber

ZİHİN KONTROLÜ HER YERDE !
11 Eylül 2009

Bir çok yönü ile Türkiye'de zaman zaman gündeme gelen bu meseleye özellikle internet medyasında bir çok yerde her yönü ile bahsedildiğine şahit oluyoruz.İnternetin gizemli dünyasında bazıları bu meseleyi enine boyuna irdeleyerek insanımıza aktarırken bir kesimde komplo teorileri şeklinde Telegram hadisesini sulandırma ve yahut inanmadıklarını açık etme şeklinde ki yorumlarla mezuları işliyorlar.Bizde bu hususta yaptığımız internet gezi ve araştırmalarından oluşan dosyamızı sizlerle paylaşmak istedik ve oldukça önemli ve bir okadarda mühim olan verilere ulaştık.İşte her yönü ile ;

TELEGRAM-ZİHİN KONTROLÜ

Günümüzde bazı çok basit sorular sorulabilir. "İnsan zihni nasıl kontrol edilebilir?" gibi, "Peki ama ne için?" gibi. Bilinen o ki, masum bilimsel meraklar, kısa sürede tehlikeli fantezilere yol açabiliyor. "Askeri, politik ve istihbarat alanlarında "zihin kontrolü" yapılması örneklenebilir. Niyet masumdu başlangıçta. Zihin kontrolü ile hastalıklar tedavi edilebilirdi. Ancak "soğuk savaş" ve devamındaki yıllarda masumiyet yitirildi. Sonuç dramatik..



Günümüzde, Batı Dünyası'nda özellikle İngiltere'de ve A.B.D.'de gizli terörizm sıkça kullanılmaktadır. Bu terörizm, meselâ halka açık bir mekânda bir bomba patlatılarak yüzlerce masum insanı ya da – doğru veya yanlış bir şekilde suçlanan aşırı uçlardaki politikacıları öldüren veya yalanlayan tipte bir hâdise değildir.Bu hâdise temelde, çok sayıda masum insanın uzak bir bölgeden ferdî veya kitlesel olarak sistematik bir şekilde, fizikî ve ruhî saldırıya maruz kaldığı bir hâdisedir. Bu silâhların sahip olduğu esas güç, kurbanların saldırıya maruz kalırken, bunların dış kaynaklar tarafından yapıldığının farkında bile olmamaları ve bu sebeble de kendilerini koruyacak hiçbir imkâna sahip olmamalarıdır.Bu saldırılar, böyle bir saldırıdan hiç şüphelenmeyen kurbanlarda:

Hafif veya şiddetli baş agrisi, sinirlilik ve huzursuzluk, atalet ve bitkinlik, stres Mide bulantısı uykusuzluk Göz hasarı, felç, saldırganlık ve öfke Paranoya ve panik atak, isteri, şizofreni, halisünasyonlar Hafıza kaybı, düzensiz düşünceler, karakteristik olamayan duygulanmalar Tedirgin davranışlar, akıl karışıklığı, ümitsizlik Beyin ve sinir sistemi hasarı, kalp çarpıntısı, hızla ilerleyen kanser İntihara varan şiddetli depresyon
Gibi sayısız değişik emarelere sebep olabilir.

UZAKTAN BEYİN KONTROLÜ" İLE DAVRANIŞ DEĞİŞTİRME DENEYLERİ VE MEVCUT STATÜKOYU DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞAN İNSANLARA KARŞI SUİKASTLER YAPILMASI İÇİN, GÜNÜMÜZDE BİRÇOK MASUM VE HABERSİZ İNSAN, KİTLESEL VEYA FERDÎ OLARAK BU ZİHNİYETİN NETİCELERİNDEN ZARAR GÖRMEKTEDİRLER.

DÜZEN TARAFINDAN İSTENMEYEN VE BU SEBEBLE DE GÖZDEN ÇIKARILAN İNSAN GRUPLARI OLABİLECEĞİ GİBİ, HERHANGİ BİR KİŞİ DE "İSTİHBARAT AJANLARI" TARAFINDAN "UZAKTAN BEYİN KONTROLÜ" DENEYLERİ İÇİN HEDEF OLABİLİRLER.

Türkiye''ye Telegram'ı (zihin kontrolü) nü ilk kez gündeme getiren şu anda cezaevinde bulunan Salih Mirzabeyoğlu olmuştur Ve kendisine cezaevinde halan daha sürdürülen Zihin Kontrolü işkencesini yine yazdığı Telegram isimli Kitabı ile Türkiye'ye duyurmuştur.

“Çağın en büyük gizli silahlarından biri” olarak söz edilen Telegram’ın, Mirzabeyoğlu kendi üzerinde uygulanmasının amacını şöyle anlatmıştı:
“Rezillerin en rezili insanların, aşağılığın en bayağısı tertiplerle beni yok etmek veya “mankurt adam yapmak” istemeleri, aslında benim şahsımda davama duyulan korkudandır. Telegram zihin silme, yeni şahsiyet tipi meydana getirme, kontrole alma vesaire, çok eski devirlerden beri bilinenlerin günün verileri içinde yeni şekillerle tazelenmesidir.”
,
Mirzabeyoğlu’nun yazdığı ve İBDA Yayınlarından çıkan kitabının arka kapağında ise daha korkunç ifadeler yer alıyor: “Telegram: Zihin kontrolü... Bir bakıma Türkiye'de pratiği -teorisi de!- benimle meşhur olan bu iş, "ilim sınır tanımaz!" tesellisiyle Lüt kavmine parmak ısırtır melanete ve yardımcı unsurlarla insanı robotlaştırmaya davranmışken, diğer yönüyle "dünyada"da kıstırılmış fertler üzerindeki tecrübelerin sınırını aşamamıştır. Bu ikazdan sonra bildirmeyelim ki, gerek yaşamış kobay ve gerekse mevzuu alakadar eder buudları işaretlemek bakımından, galiba dünyada da ilk örneğim!”

Av.Ali Rıza Yaman ise 'Salih Mirzabeyoğlu ve İşkence' başlığı altında kaleme aldığı yazıda;

'Elektro- manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlamak pek mümkün değil. Zira diyalog şöyle gelişecektir: Şikayetin nedir? Derdini anlat… İşte şöyle oluyor, böyle oluyor… İspatlayabilir misin, psikolojik sıkıntılarından dolayı böyle söylüyor olabilir misin? Malûm hapishane şartları insana sıkıntı verir, psikolojisini bozar… Kişinin dili döner ve meseleyi ifade ederse söylemesi gereken şudur: Bahsettiğim elektirikî dalgaları elimle tutup size gösteremem ya, nasıl bir ispat istiyorsunuz? 24 saatin 25 saatinde işkence gören Salih Mirzabeyoğlu da aynı küt bakışlara muhatap kalmış olsa da, O, bu mânâda da bir ilktir. Zira O işkenceyi yaşamış, yaşayan biri olarak yazmış ve meseleyi temellendirmiştir. Ve kendisi için de daha ziyade mühim olan; ‘bu meseleyi duyurmaktır, ondan sonra iş nereye kadar giderse gider.’

Salih Mirzabeyoğlu haziran 2007 tarihli duruşmasında yukarıda da gazete küpüründe belirtilen şekli ile yargılandığı mahkeme heyetine karşı Cezaevinde İşkence gördüğünü belirterek BETADRON adlı bir cihaz ile kendisine elektromanyetik dalgalar verilerek işkence yapıldığını söylüyor ve Telegram işkencesinin bir diğer boyutunu da yine kendisi resmen açıklıyordu.

Peki Betadron Nedir?

Dr. Hakı Açıkalın bunu şu şekilde açıklıyor;

Betatron, 1840 yılında Illinois Üniversitesi’nde Donald Kerst tarafından geliştirilmiş bir kiklotrondur ve elektron ivmelendirme amacıyla geliştirilmiştir. Bir vaküm tübüdür. Vakum içinde elektronları ivmelendirir.
Betatron diyoruz. Özellikle de Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan telegram işkencesiyle birlikte gündeme bir ateş topu gibi düştü. Bu konuyu makâleye indirgemek bana uymuyor. Kitabını yazıyorum artık ve içinde yok yok. Her yazdığım bölümü de makâlat hâlinde sunacağım. Sonunda, bu iş Betatron’da Tıbb’a, oradan ideolojik savaşlara oradan da K’ın şu ânda üzerinde çalışmakta olduğu şâh-eser’e kadar varacak. İnsanoğlunun işi nerelere vardırdığını ve bunda şeytâniyet’in gücünü teşhîr etmek ayrı bir heyecân.

Zihin kontrolü teknikleri siyasi amaçlı olarakda kullanılabilir. Bugün zihin kontrolcülerin temel amacı hedeflenmiş kişi ve grupları kendi çıkarları doğrultusunda karar almaya teşvik etmektir.Çiplenmiş ve zombileştirilmiş insanlar cinayet işlemeye yönlendirilebilir ve sonrasında ise hiç bir şey hatırlamazlar. Batı için tehlikeli görülen bir siyasi lider en yakınındaki kişi tarafından öldürülebilir ve bu kişi daha sonra hiç bir şey hatırlamadığını söyler. 1980'lerden bu yana kimsenin bilmediği gizli bir savaş tüm dünyada sürüyor. Bu süre boyunca binlerce insan kendileri farkında olmadan takılan çipler sayesinde kullanıldı ve kullanılmaya da devam ediyorlar.

Elektronik zihin kontrolü yöntemleri dışında birde kimyasal yöntemler geliştirilmiştir. Zihni bulandıran ilaçlar ve çeşitli gazlar sayesinde insan davranışları yönlendirilebilir.Bu maddelerin havalandırma sistemleri ve su borularına katılmasından kimsenin haberi bile olmaz. Size burada ufakta bir sır vereyim. Biyolojik silah olarak kullanılması düşünülen pek çok bakteri ve virüs çeşitli ülkelerde insanların hava ve suyuna karıştırılarak test edilmektedir. Ara sıra haberlerde gördüğünüz ve çıktıklarından bir süre sonra kaybolan pek çok gizemli virüs ve hastalığın temel sebebi budur.
Bugün saçma sapan konularla vakitlerini harcayan insanların tartışması ve tepki göstermesi gereken en önemli konu budur aslında. İnsanlığın robotlaştırılmasına hazır mıyız ? Tüm duygularımızın ve özel hayatımızın bir kaç bin seçilmiş tarafından kontrol edilmesine razı mısınız?Beyniniz kontrol altına alındığı zaman protesto etmek ve bir şeyler yapmak için çok geç olacaktır.(Serdar Kuru-teknoloji ve zihin kontrolü)
Bu zihin kontrolü meselesi uzun zamandır toplum gündeminde olan bir ciddi
iddiadır. Buna rağmen, tüm bu çalışmalarını takdirle karşıladığımız TTB başta olmak üzere "işkence" bahsine hassasiyet gösteren, eğitime katkı veren tüm kurumların ve eğitimci sıfatı taşıyan arkadaşların "zihin kontrolü" ismi verilen işkence türünü yok saymaya yahut gözardı etmeye yönelik tavırları kabul edilemez bir yaklaşım olarak kaldı zihinlerde...
Zihin kontrolü hakkındaki sorumuza "ilgilenen arkadaşımızın paranoyak şizofren olduğu ortaya çıktı" şeklindeki yaklaşım, işin gerçeği bizi hayal
kırıklığına uğrattı... Zira bu tekamül etmiş işkence yöntemi modern ilmin ve
tekniğin imkanları ile yapılabilen bir uygulamadır...
Zihin kontrolü denilen hadise daha çok "kıstırılmış" kontrol altında tutulan kimselere uygulanabilen kabaca ve kısaca "nörokimyasallar, nöromagnetik
dalgalar, sonar dalgalar, radyo dalgaları kullanılarak" kaba, banal yöntemlerde olduğu gibi, ama daha sofistike yöntemler eşliğinde, insanın iradesini kırmaya düşünce yapısını değiştirmeye ve teslim almaya yönelik yapılan bir tür işkence yöntemidir.(Dr. Nevzat ŞİPLEME-İşkence Zihin Kontrolü ve TTB)

Hakkarili Kadın'ın Derdi Nedir?

Eğer bunları anlatmadan önce intihar etseydim kimse bana inanmazdı.Benim başıma gelen her an herkesin başına gelebilir. Ben Allah'a inanın bir insanım Allah'a şükür müslümanım, Kuranı Kerim'in birçok suresini de ezbere olarak biliyorum. Beynimi ele geçirenler benim çok zeki olduğumu söylüyor. Helikopter ve uçaklar geçtiğinde inanılmaz şeyler oluyor ve beynim sinyal veriyor. Beynime giren ve bana komut veren kişi hem bana zarar veriyor, hem de lazerle
yaralarımı iyileştiriyor. Ailemin bütün hayatımın en ince noktasına kadar biliyorlar ve kayıt etmişler. Onlar kim ve neden bunu yapıyorlar ben onlardan öğrenemiyorum. Ama onlar her şeyi benden alabiliyorlar. Elektriğin önüne geçtiğim zaman elimden olmayan nedenlerden dolayı çok ilginç hareketler yapıyorum ve bunlar benim kontrolüm dışında gelişiyor. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama beynimde bir türlü çıkmıyor. Ben günlük ne yapıyorsam kiminle konuşuyorsa onları hepsini kayıt ediyorlar. İngilizce, Boşnakça biraz da İtalyanca ve Arapça biliyorum. Ben İngilizce bir cümleyi yanlış söylediğim zaman onlar otomatik olarak beynimde düzgün hale
getiriyorlar. Çarşıda yürüyorum beynime girip kahkaha attırıyor ve komut veriyor bana. Ben normal bir insanım bütün komşularım beni tanır, işime de gidip geliyorum. Ama beynimi ele geçirenlerin bana etmedikleri eziyet kalmadı. Elektrik ışını ile vücuduma lazer gönderip ve istediği gibi yakıp iyileştiriyor. Benim beynime Nasa tarafından komut verdiği için biyonik bir robot gibi istediğini bana yaptırıyor. Benim yaşadıklarımın psikolojik bir hastalık olmadığına inanıyorum. Beynimi ele geçirenler beni istedikleri gibi yönlendiriyorlar". işte bu ifadeler aşağıda da videosunu izleyeceğiniz Hakkari'de iki üniversite mezunu, üç yabancı dil bilen 10 yıllık
memur Ümran Oyan'ın ağzından dökülmüştür..

Basın ve Yayında da 'Hakkarili kadın NASA'dan şikayetçi'şeklinde yayınlanan bu görüntüler aslında dünyanın değişik bölgelerinde de bir takım insanların ifadelendirdiği gerçekler olarak gün yüzüne çıkmış durumdadır.

Sonuç Olarak gerek Salih Mirzabeyoğlu gerekse Hakkaride ki memur Ümran Hanıma yapılan işkence veya ifadelendirildiği şekli ile Telegram-Zihin kontrolleri bir şekilde gün yüzüne çıkarılmış ve Türkiye'de neden ve Kim'lerin bu işlere giriştiği ,amaçlarının ne olduğu da belirlenmiştir.Günümüzde devletlerarası ilişkiler, geleneksel yöntemleri aşan operasyonlarla yürütülüyor. Psikolojik harp teknikleri ve beyin yıkama, bu anlamda en sık kullanılan yöntemler. Güçlü istihbarat örgütleri, insanların düşünce ve davranışlarını kontrol edebilmenin ve gerektiğinde direnişlerini yok edebilmenin yollarını araştırıyor,buluyor ve uyguluyorlar. İnsan bilincini kontrol edebilmek amacını taşıyan deneyler, gizlice sürdürülen bir “kirli iş” olarak uzun yıllardır yapılıyor.
CIA ve MOSSAD, Beyin Kontrolüne Büyük Önem Veriyor
Memory Center Neropsikiyatri Merkezi öğretim görevlilerinden Prof. Dr. Nevzat Tarhan da istihbarat örgütlerinin - özellikle CIA ve MOSSAD'ın - bu konuya büyük
önem vermekte olduğunu söylüyor:

"Bu konularda CIA, NSA, Alman İstihbaratı, MOSSAD, KGB çok detaylı çalışmalar
yapmışlardır. Hangi noktada oldukları belirsizdir. Fakat Zihin Kontrolü
psikolojik savaş için de kullanılmaktadır"

Özellikle NATO görevi yapan subaylara veya yurtdışındaki istihbaratçı personele, ya da bazı kilit noktalardaki bürokratlara özel bir eğitim ve operasyondan geçirdikten sonra istediklerini yapabilirler" diyen Selim Şeker, şu dikkat çekici ifadeleri kullanıyor: "Başbakanlara bile operasyon yapabilecek durumdalar ve Türkiye bu konuları bilmiyor, kendini savunamıyor. Sonuçta Türkiyemutlaka bu operasyonlara maruz kalmaktadır

İstihbarat ajanları bu öldürücü olmayan silâhların varlığını artık inkâr edememelerine rağmen, hâlâ bu silâhların, sürekli olarak ve artarak toplum üzerinde, “Uzaktan Beyin Kontrolü Deneyi”nin Davranış Manipülasyon ve Suikast” için kullanıldığını inkâr etmeye devam edeceklerdir.
Yalnızca toplumun büyük çoğunluğu sonunda bu gerçeği gördüğü zaman, bu askerî ve polis istihbarat hiyerarşisinin otoriteci ve vahşi zihniyetinin, toplumumuzu gizli olarak idaresi altına almasını önleyebilecek miyiz?.. “Uzaktan Beyin Kontrolü Silâhları”nın varlığı ile ilgili gerçek aydınlığa çıktığı zaman, bunların bizim masum toplumumuza karşı kullanılmasını ilgilendiren gerçek de ortaya çıkacaktır. (Uzaktan Beyin Kontrolü)

Facebook Telegram-Zihin Kontrol

Bu mesele gerçekten daha uzun yıllar boyunca belkide gündemin en üst tabakasında yer alarak devam edecektir.Çünkü iddialar ve bizzat Dünyada ve Türkiye'debu işkencenin uygulandığı insanların varlığı Telegramı kanıtlamakta olup, bugün interneti dolaşırken rasladığımız veriler ve hatta facebook'ta ki Telegram-Zihin Kontrol grupları ile bu hususta yayın yapan site-blogların varlığı gün geçtikçe artmakta olup bu hadiseye deli saçması,psikolojik rahatsızlık veya şizofrenik vak'a gibi bakanların varlığı ise bu platformlarda adeta alaşağı edilmektedir..
Ana Haber

Alparslan Arslan'ın babasından şok iddia
28 Eylül 2009

Danıştay saldırısı sanığı Alparslan Arslan'ın babası İdris Arslan, oğluna kimyasal ilaç verildiğini öne sürdü. Baba Arslan, "Böylece bir zihin kontrolü yapıldığına inanıyorum." dedi.
Alparslan Arslan'ın babası İdris Alparslan, mahkeme salonunun önünde basın açıklaması yaptı. Babası, Alparslan Arslan'ın psikolojik durumunun başından beri bozuk olmadığını söylediğini ifade etti. Arslan, "Kendisine kimyasal ilaç verildiğini düşünüyorum. Böylece bir zihin kontrolü yapıldığına inanıyorum. Uzun zamandır kendisiyle bağlantımız yok, görüşemiyoruz. Defalarca kez dilekçe verdim ama su durumuyla alakalı bir sonuç alamadım." dedi. Oğlunun çok duyarlı ve okul döneminde çok başarılı birisi olduğunu ifade eden baba Arslan, oğlunun durumundan endişeli olduğunu söyledi.

Duruşma sırasında oğluna jandarmaların şiddet uyguladığını öne süren Arslan, "Hangi ana babanın yüreği buna dayanır, soruyorum size. Duruşma sırasında çıkıp bağırmayı düşündüm ama dışarı atılırım endişesiyle sesimi çıkaramadım." diye konuştu. haber7

Gizli telkinle Kur'an terapisi nasıl olur?

Bilinç altına ilişkin araştırmalar yapan Kubilay Aktaş, reklam arasında verilen mesajların insanları o ürünü almaya yönlendirdiğini söylüyor ve bunu Kur'an ile yapıyor...

Bilinç altına ilişkin araştırmalar yapan Kubilay Aktaş, reklam arasında verilen mesajların insanları o ürünü almaya yönlendirdiğini söylüyor. Örneğin sinemada film izliyorsanız 25. karedeki “kola iç” talimatı film arasında koşarak kola almanıza neden olabilir.
Günlük hayatımızda yaşadığımız bazı sorunların bilinçaltımızdan kaynaklandığını hep söyleriz ama acaba kaçımız aslında bilinçaltımızın gücünün ve öneminin farkındayız? Yaklaşık 15 yıldır bilinçaltı üzerine çalışmalar yapan Kubilay Aktaş, Elest Yayınları'ndan basılan “Gizli Telkinle Kur'an Terapisi” kitabında bilinçaltımızın nasıl daha çok alışveriş yapmamız için ya da belli bir konu hakkındaki düşüncelerimizin değişmesi için programlandığını anlatıyor. Aynı tekniğin olumlu yönde de kullanılabileceğini ifade eden Aktaş, bu yöntemle sorunlarımızı aşabileceğimizi söylüyor. Kubilay Aktaş'a bilinçaltı nedir, ne değildir, nasıl programlanabilir, ne işimize yararı sorduk.

OLUMSUZ TELKİN BAŞARISIZLIK SEBEBİ

Bilinçaltının sonsuzluğu, bilincin ise bu alandan fark edebildiğimiz kısmı, yani toplumun görgüleri, örfleri, adetleri ve yasalarımızı ifade ettiğini söylüyor Aktaş. Bilinçaltımız bir saniyede 400 milyar bit bilgiyi işlerken, bilincimiz bunun sadece 2000 tanesini fark edebiliyor. Bilinçaltı bir çocuk gibi. Kendine söylenen her şeyi alıp uyguluyor ve iyi kötü ayırımı yapmıyor. Mesela çocuklara söylenen “küçüksün, yapamazsın, edemezsin, olmaz” gibi olumsuz telkinler bilinçaltı tarafından alınarak ileride kişinin başarısızlığına neden olabiliyor. Dolayısıyla bilincimiz bilinçaltını, bilinçaltı da bilinci etkiliyor ve böylece kimliğimiz kişiliğimiz ve varlık okumamız açığa çıkıyor.

MESAJLAR 25. KAREDE

Bilincin bu özelliği keşfedildikten sonra, teknolojinin de ilerlemesiyle, Subluminal Teknik yani bilinçaltına gizli mesaj gönderme yöntemi kullanılmaya başlanmış. Bilinçaltına mesaj gönderme çeşitli yollarla yapılabiliyor. Müziğin altına insan kulağının duyamayacağı ama bilinçaltımızın algılayabileceği dalga boyunda mesajlar yerleştirilebiliyor. Gözümüz saniyede 24 kareyi algılayabiliyor. Böylece filmlerin, dizilerin, reklamların arasında, 25. kare kullanılarak bazı mesajlar iletilebiliyor. Gözümüz ve bilincimiz bunu algılayamıyor ama bilinçaltımız algılıyor. Kokuyla bile bilinçaltına mesaj göndermek mümkün. Bu teknikleri, yasak olmasına rağmen, daha çok reklam sektörü kullanıyor. Verilen reklamın arasına yerleştirilen mesajlar sizi o ürünü almaya yönlendirebiliyor. Aktaş, sinemalarda verilen 10 dakika aralarda kola içilmesine yönelik mesajlar iletildiğini söylüyor. 25. karedeki “kola iç” talimatı film arasında koşarak kola almanıza neden olabilir.

ÇİZGİ FİLMLER MASUM MU?

Aktaş, bazı süper marketlerde çalınan hızlı müziklerin altına “daha çok al, daha çok al” mesajının yerleştirildiğini de söylüyor. İnsan bilincinde alışveriş şevkini arttıran Paçuli yağının da marketlerde belli aralıklarla verilmesi kokuyla telkin yöntemlerinden biri. Çocuğunuzun seyrettiği masum çizgi filmde ses ve görüntü yoluyla pornografi ve şiddet içeren mesajlar yerleştirilmiş olabileceğini iddia ediyor Aktaş.

Aslan Kral, Alaattin'in Lambası, 25. kareleri bizzat tespit ettiği çizgi filmlerden. Aktaş, “Donald Duck amca, çizgi filmde laptop ile yazışıyor. Ama görüntüyü dondurup yaklaştırdığınızda laptop ekranında çıplak bir kadın görüyorsunuz. Orada ne işi var?” diye soruyor. Çocuğunuzun seyrettiği çizgi filmdeki 25. kareyi anlayabilmek için DVD oynatıcıda ağır çekimde izleyebilirsiniz.” diyor.

KUR'AN YAYINI ALTINA DİRENMEYİN MESAJI

25. kare filmlerde de çok kullanılan bir teknik. Aktaş, “Fight Clup filminde 26 tane 25. kare var. Ağır çekime alıp izlerseniz bu kareleri yakalayabilirsiniz. Bu filmin yönetmeni, müziklerini yapan kişi eşcinsel ve 25. karelere de eşcinsellikle ilgili mesajlar yerleştirilmiş. Bu mesajları aldığınızda eşcinsellik size normal bir olaymış gibi geliyor. Yüzüklerin Efendisi'nde de 25. kare mesajları var. Müzik endüstrisinde de Madonna ve Michael Jackson kullanıyor.

Mc Donalds'ın çektiği reklamlarda o kadar çok 25. kare var ki! Bazı siyasi partiler bile 25. kareyi zaman zaman kullanıyor.” diyor. Aktaş'a göre bu mesajların en çok kullanıldığı ülkelerden biri Rusya. Sırf bu mesajları tespit edebilmek için özel dedektörler varmış. Kendisine bile bu teknikle insanları alışverişe yönlendiren müzikler yapma teklifleri geldiğini anlatıyor Aktaş. Ama Aktaş'ın asıl ilginç iddiası "Amerika'nın Irak'ı işgali esnasında radyoda yapılan Kur'an yayınının altında Iraklıların bilinçaltına “direnmeniz faydasız” gibi mesajlar verildiği. "

BIRAKIN SORUNLARI BİLİNÇALTINIZ AŞSIN

Bilinçaltımız mesaj bombardımanı altında. İyi haber ise bu tekniğin olumlu yönde de kullanılabilmesi. Subliminal mesaj tekniği dünyada kullanılan bir teknik. Diyelim ki toplum karşısında konuşamıyorsunuz. İstediğiniz bir müziğin altına probleminizi çözecek telkinler yerleştiriliyor. Siz müziği dinlerken bilinçaltınız da bu telkinleri alıyor. Böylece kişiye özel hazırlanan telkinlerle sorununuz çözülüyor.

Kubilay Aktaş'ın tekniğini daha özel kılan yön ise, bu telkinleri Kur'an-ı Kerim ayetleri, Cevşen, Esmalar ve Celcelutiye kullanarak yapması. Öncelikle kişinin problemleri psikologlar tarafından tespit ediliyor. Sonra o soruna yönelik Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Esmalar seçilip belli bir ritimle okunuyor. Bu kayıt 8- 12 hertz dalga boyuna, beynin alfa dalga boyutuna getiriliyor ve istenen müziğin altına yerleştiriliyor.

Mesela kişinin iletişimle ilgili problemi varsa, Hz. Musa'nın duası olan “Dilimdeki düğümü çöz. Gönlüme ferahlık ver. Söylediklerim anlaşılsın.” ayeti kullanılıyor. Depresif ve şizofrenik bir yapı varsa, daha çok tevhide, bütünleyici manalara ait ayetler, insanın ruh beden ve zihnini senkronize edecek, dengeleyebilecek ayetler kullanılıyor. Kişi bu müzikleri dinlerken aldığı telkinlerle problemini aşabiliyor. Aktaş, bu tekniğin zaten tüm dünyada kullanıldığını kendi tekniğini ayıran yönün ise Kur'an ayetlerinin kullanılması olduğunu söylüyor. “Kur'an kadar bilinçaltına etki eden, nöron ağlarını uyaran başka bir şey yok. Bu açıdan bu teknik zaten kullanılıyor ama Kur'anla yapılması eşi benzeri olmayan bir teknik haline getiriyor.” diyor.

Bilinçaltımızı nasıl koruyabiliriz?
Bilinçaltımızı korumak için televizyon seyrederken çok seçici olunması gerekiyor. Mümkün olduğu kadar minimalist yaşamak ve teknolojiyi bilinçli kullanmak önemli. Kur'an, Cevşen okumak da bilinçaltının düzenlenmesi ve korunmasına etki ediyor. Güne başlarken, ya da bir film izleyeceksek, “ben bu filmi izlerken sadece bana faydalı olanları almak istiyorum.” diye telkin vermek işe yarayabilir. Ayetel Kürsi okuyarak etrafınızı çevirin ve etrafınızdan ışıktan bir koruma kalkanı olduğunu düşünün. Haber7

Protez kolunu beyni ile hareket ettiriyor
12 Kasım 2009
Kolunu dört yıl önce fabrikada çalışırken geçirdiği kazada kaybeden işçiye düşünce gücüyle çalışan protez kol yapıldı. Kolunu 20 bin voltluk bir makineye kaptıran Christian Kandlbauer, yapay koluyla test sürüşünde araba kullanmaya bile başladı. 22 yaşındaki Avusturyalı protez kolunu aynen sağlıklı bir kolda olduğu gibi sinirleri kullanarak hareket ettirebiliyor. Beyin içindeki düşünce sinirler aracılığyla felçi yere kadar geliyor, buradaki dürtüler elektirikli bağlantı yoluyla yapay kola iletiliyor böylece de kol kendini hareket ettirebiliyor. Dünyada kendisine akıllı bir protez takılan ilk insan olan Kandlbauer; şimdi engelliler için tasarlanmış özel araçları kullanabiliyor. netgazete

Olup biteni bu medyayla anlayabilir miyiz?
Haşmet BABAOĞLU
2 Haziran 2010
Bir yayın yönetmeni düşünün ki...
Ortadoğu, Hamas ve terör konusundaki algısı ve bilgisi sokakta top oynayan çocuklardan bile geride...
Birtakım yazarlar var ki...
Basındaki "Doğan görünümlü şahin" mevzilerine yerleştirilmiş liberal ve hümanist olduklarını iddia eden bu yazarlar...
Aşdot liman otoritesinin sözcüsüymüş gibi hiç utanıp sıkılmadan Mavi Marmara gemisine "konşimento" soruyorlar!
"Hamas, dünyaya yalan söylemiş ve ambargoyu delmeye kalkmıştır" diyerek olup biteni sözümona analiz ediyorlar! İnsan okurken gözlerine inanamıyor!
Bir de "İsrail kutsal tatil günlerinde bile yardımları Gazze'ye ulaştırıyor" diye yazan; lafı bu gemilerdekiler "zaten isteyerek ölüme gittiler" noktasına getiren ajan ruhlu zavallılar var.
Dış Haberler servislerine gelince...
Bizim Savunma Bakanımız Vecdi Gönül'ün İsrail Savunma Bakanı Barak'a telefonda "silahsız insanları vurdunuz" deyişine hiç ilgi göstermiyor ama Barak'ın "Belki askerimizin silahını almış olabilirler" cevabını tırnak içine almadan başlığa çıkartmayı tercih eden dış haber editörleri var.
Ortadoğu veya Gazzeliler deyince midesi kalkan dış haberciler var.
Ya televizyon kanallarımız nasıl dersiniz?..
Haber kanallarımız mesela...
Olay gerçekleştiği saatlerde çoğu uykudaydı.
Peki uyanınca yaptıklarını takip ettiniz mi?
İsrail helikopterlerinden çekilen tartışmalı görüntüleri sabahtan akşama kadar döndürerek yayınlamaktan öte ne yaptılar?
Tartışma programlarını ve canlı bağlantılardaki analizleri izliyor musunuz?
Yıllarca bölgede yaşamış, olayların arka planını çok iyi bilen gazetecilerin sözü en kritik yerde kesiliyor.
Saldırıya gayet soğuk biçimde operasyon adı verilip, öyle altyazı geçiliyor.
Garip uzmanlar (!) ekrana çıkartılıyor; Araplara karşı ırkçı bir nefret besleyen, Gazze'den zerre haberi olmayan kişilerle konuşuluyor.
Şimdi...
Zaten fanatik ve fundamentalist "medya"yı bir yana bırakırsak...
Söyleyin bana...
Bu kadar hesaplı, bu kadar yanlı ve en fenası da Ortadoğu'da olup bitenlerle çok uzun zamandır ilgisini koparmış bir merkez medya vasıtasıyla...
İsrail saldırısını ve bundan sonra olacakları anlayabilir miyiz?
Cevap açık. Hayır!

Barış aktivistleri tehlikede!

İnternetten bulup okumalısınız, Umur (Talu) dün işin özünü yazdı.
Mavi Marmara'ya saldırı (hatta İskenderun'daki de) bir tavsiyeydi.
Aslında Ortadoğu'yu uluslararası haber ve tartışma ağından takip edenler için şaşılacak bir nokta yok!
Geçen şubat ayında İsrail'in yeni stratejilerini derinden etkileyen Reut Enstitüsü hükümete acil bir rapor sunmuştu.
O rapora göre çok yakında sivil eylemciler İsrail'i "gayrimeşru bir devlet" haline getirecekti.
Enstitünün tavsiyesi şuydu: "Bu tehdidi savuşturmak için barış ve insan hakları savunucularına karşı İsrail gizli servisleri sabotaj ve saldırılar düzenlemekten kaçınmamalı!"
Görülen o ki, tavsiyeye uyuldu.
Bundan sonra olacakları da aynı çerçeveden okumak gerekiyor.
Sabah

AKP'NİN CIVALI ZARLA DÜŞEŞ ATMA YÖNTEMLERİ
Kıymet Nadir BİNDEBİR
20.11.2010

Tarikatların mürit devşirmek için kullandıkları teknikler: hipnoz, sub-liminal mesajlar ve NLP denilen 'nöro-linguistik programlama'dır. Etik olmayan, 'zihin kontrolu yoluyla davranışları değiştirme ve beyin yıkama' yöntemleri.
Fethullah Gülen, Adnan Oktar ve Scientology tarikatları, zihin kontrol tekniklerini en sık kullanan tarikatlardır (aslında bunlara 'tarikat' demek ne kadar doğru emin değilim. Tarikat dinsel bir çağrışım yapıyor. Oysa bunlar milyar dolarlara varan parayı yöneten çokuluslu çete-şirketler).

Hipnozu biliyorsunuz.

Sub-liminal mesajlar: Kulağın duyma eşiğinin altındaki bir frekanstan dinletilen, 'zihnin bilinçli olarak algılamadığı ama verilen telkini duyanın, tercihlerini, iradesini yönlendiren sesli (audio) mesajlar'dır. (Bunun bir de super-liminal mesajı var ki isim babası Bart Simpson'dır. Etki altına alınmak istenilen kişinin kulağına "En az 3 çocuk doğurrrr ulann!", "Bana HAYIR diyenin anasını avradını memleketten gönderirim! EVET diyeceksin lann!" şeklinde, bağırarak emir kipinde verilen mesajlardır.)

Nöro-linguistik programlama NLP'de telkinler, talimatlar katmanlar halinde cümlenin içine yerleştirilirek kişinin davranışları manipüle edilir. İnternette birkaç yüz dolara 9 günde diplomasını veren var.

NLP tekniğine göre hazırlanan posterler, "göze uygun yerleştirme" (proper eye placement) yöntemiyle düzenlenir. Duygulara hitap eden her mesaj ve geleceği temsil eden semboller sağ alt bölümde yer alır (AK Parti). Geçmişi hatırlatması istenen mesajlar sol üste yerleştirilir (bu posterde ay-yıldız). Sol alt köşe ise sezgilere, içgüdülere hitap eder.

Size "Hayalinizdeki evi gözünüzün önüne getirin" dersem, solak değilseniz kendinizi sağ üst köşeye bakarken bulursunuz. İnsan geçmişi, şimdiyi, geleceği ya da duyguları zihninden geçirirken gözü farklı noktalara bakar. Beynin sağ ve sol yarımküresinin hangi duyguları, davranışları yönettiği bilinir, zihin haritası çıkartılarak verilecek mesajlar, yazılar, resimler zihnin sorgulamadan algılayacağı şekilde yerleştirilir. NLP, Scientology'nin sık kullandığı zihin kontrol yöntemidir.

Şimdi size, 90'lı yıllarda, sırf meraktan Fethullah'ın Işık Evleri'nden birine giden bir arkadaşımın başından geçeni anlatacağım.

Şöyle anlattı;

"Oldukça yakışıklı bir adam sandalyede oturuyor. Müritler yerde. Ben de yere oturdum. Önce o adam uzun bir konuşma yaptı. Sonra soru-cevap faslına geçildi. Biri soru soruyor, biri cevap veriyor. Bu soru sorma-cevap vermenin ritmi gittikçe hızlandı. Öyle hızlandı ki, ne soruları ne cevapları takip edemez oldum. Beynim uyuştu. Üzerime bir ağırlık çöktü, kendimden geçmişim. Sabah 6'da tanımadığım bir odada, bir yatakta uyandım. İlk aklıma gelen şey tecavüze mi uğradığımdı. Giyiniktim, tecavüz ihtimalini düşündürecek birşey yoktu. O odaya nasıl gittim ya da götürüldüm hiç hatırlamıyorum. Odada telefonu görünce hemen aklıma annemi aramak geldi (henüz cep telefonu o kadar yaygın değil KNB). Aradım dedim ki; 'Anne ben bugünden itibaren başımı örtmeye karar verdim. Seninde kapanmanı istiyorum.' Bunu neden dedim, neden böyle düşünebildim hiç bilmiyorum."

Evet, arkadaşım aynen böyle anlattı. Bir daha tarikat evine uğramadığı, bilinçaltına yerleştirilen telkinler pekiştirilmediği için o kız türbanla kapanmadı.

Şimdi şu soruma cevap verin: Bu kız üzerinde hangi zihin kontrolü tekniği uygulanmış olabilir? Hipnoz mu? Sub-liminal mesajlar mı? NLP mi? Yoksa belli dozda hepsi mi?

İzmir'de Abdullah Gül'ü protesto eden 2 üniversite mezunu işsiz genç kızı hatırlayacaksınız. O kızın bir yılda nasıl bir değişime uğrayıp da 3 çocuk doğurmaya, isimlerini Recep, Tayyip, Abdullah koymaya karar verdiği sorusuna mantıklı bir cevap verebilmiş miydiniz?

İzmir diyoruz, sadede geliyoruz. Haber şöyleydi: (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/16144177.asp)

"İzmir'de AKP Kadın Kolları Konak İlçe Başkanlığı'na kişisel gelişim uzmanı Sevim Tozan atandı. Tozan, İzmirli kadınların 'yaşam tarzı endişeleri'ni iletişimle giderecek. AKP oylarının düşük olduğu ilçelerde ofis açacak, 'Gelin tanış olalım' toplantıları yapacak. NLP eğitimi almış olan Tozan, yüzde 42'yi NLP (nöro linguistik programlama) metoduyla ikna ederek, AKP'den nefret duygularını silecek. 'Yol yoksa açacağız' ve 'anahtara uygun kilit' sloganlarını benimseyen Tozan, partiye karşı en yüksek direncin olduğu Alsancak, Güzelyalı gibi semtlerde ofis açacaklarını... "

AKP'li Sevim Tozan'ın kullandığı o sloganlar kimin biliyor musunuz, Scientology'nin.

1994 belediye seçimlerinden 2010 referandumuna kadar, her seçimde hileli zarla düşeş atmaya alışmış AKP, Yargı'yı da ele geçirmiş olmanın rahatlığıyla, kullandığı etik olmayan teknikleri açıklamakta sakınca görmüyor.

AKP'nin 'ikna' ve 'irşat'tan kast ettiği, tarikat çetelerinin kullandığı zihin kontrol yöntemleriyle seçmen davranışlarını değiştirmektir. AKP, medyayı ele geçirerek, baskılayarak 'bilgi' kontrolünü eline geçirmiştir. Şimdi Türk halkının davranışlarını, düşüncelerini ve duygularını kontrol altına alıp manipüle etmektedir.

NLP, hipnoz gibi yöntemlerin 'ikna'dan farkı şudur: İkna bir sanattır, etik bir yöntemdir. İkna edilmeye çalışılan bireyin zihni kendisini savunabilir durumdadır. NLP ve hipnozda ise insan zihni savunmasız, dirençsiz bırakılarak mesaj-telkin direkt zihine pompalanır.

Daha önce silme başka partiye oy veren köylerin, bir anda nasıl olup da sandıktan 'tulum' AKP çıkarttıkları sorusunun cevabı,

Bay Recep'in ekranlardaki 'üstün hitabet' yeteneğinin(!) sırrı hipnoz, sub-liminal mesajlar ve NLP tekniğindedir.

Eski bir Fethullah müridi, Utah Üniversitesi Profesörü Hakan Yavuz, Türkiye'nin geçirdiği dönüşümü 'Türkiye'de İslami kesim Protestanlaşıyor ve İslamsız bir İslam oluşuyor' diye açıklıyor. Bu saptamada, Fethullah tarikatının ve islamcı bir parti görünümündeki AKP'nin Scientology'le yakınlığına da bir gönderme olduğunu sanıyorum. (Scientology ile Fethullah tarikatının ortak noktası CIA tarafından korunup kollanmak. Her ikisi de işletmecilik, pazarlama, teknoloji pazarlama gibi hizmet sektörleri ile ilgileniyor. Kendileriyle irtibat kuran herkesle mutlaka iletişime geçiyorlar. Çok sayıda örgüt ve gruptan oluşan küresel şebekeler.)

2011 seçimlerine kadar AKP,

Zihni savunmasız bırakan yöntemlerle insan aklını, iradesini, davranışlarını kontrol altına almaya çalışacak.

Bunu İzmir'deki gibi hipnoz elemanlarını insanların üzerine salarak,

televizyon kanallarından örtülü frekanslarda mesajlar göndererek,

zihin haritasına uygun posterler asarak yapacak.

Gerçekten yüzde 42 olduğumuzu, yenildiğimizi, azınlıkta kaldığımızı aklımızın derinliklerine yerleştirmeye çalışacak.

Bazen de bağırarak, azarlayarak mesajlarını megafonla kulağımıza boca edecek.

Çare?

AKP kontrolundaki televizyon kanallarına gözümüzü kulağımızı kapatmak.

Çare?

Etik ve bilimsel olmayan yöntemlerin, seçmen davranışlarını etkilemek için kullanılmasını yasaklamak.

Çare?

AKP'nin hipnoz toplantılarına düşmüş, düşebilecek tanıdıkları uyarmak.

Türkiye'ye ait herşeyi gasp etmiş AKP ve tarikat çetelerine beynimizi de kaptırırsak, tamamen uyuşacağız. Hiç birşey hissetmeyeceğiz. Uyandığımızda ortada ne Recep Alço kalmış olacak ne İngiliz'in Gül'ü. Altıncıların asitle yaktığı çorak bir arazide, çadırlı mülteci kampı manzaralı salaş TOKİ binalarında yaşayan, NATO tanklarına füzelerine hazırolda duran, en akıllısı 10'a kadar sayabilen, bir avuç mercimek için birbirini öldüren, şalvarlı karaçarşaflı tuhaf bir 'ümmet' olacağız. Bizim vergilerimizle yapılmış havalaanlarından, duble yollardan, ABD Afgan eroinini Batı'ya aktarmasız taşırken, bizim de tadına bakmamıza izin verecek elbette. Suyunu içtiğimiz tulumbayı bekleyen AB ya da ABD askeri dipçiği böğrümüze vuracak, "Litresi 10 dolar" diyecek.

300-500 cahil ve hainin 9 yılda yaptığı tahribatı bir düşünün. Cumhur dediler Cumhuriyet'i yıktılar, islam dediler islamiyeti protestanlaştırdılar. Şimdi İNSAN diyecekler, insanımızı zihin kontrol yöntemleriyle insanlıktan çıkartıp robot yapacaklar.
BakiSelamlar.com

İntihar süsü mü verildi !
Aselsan'da görevli 4 mühendisin ard arda ölümlerinin sır perdesi aralanıyor
09 Aralk 2010

Aselsan'da görevli 4 mühendisin ard arda ölümlerinin üzerinden yaklaşık 4 yıl geçti. Sorular cevaplanmadı, şüpheler giderilmedi. Belki de sorulması gerekenler hiç sorulmadı.

Acılı anne ve babalar çocuklarının ölmeden kısa süre önce illegal örgütlenmelerden bahsettiğini, "uçaklara sahip çıkmaya çalışıyoruz" dediklerini söylüyordu. Şüpheli ölümleri mercek altına alan Samanyolu Haber, ailelerin şaşkına çeviren bu açıklamalarından sonra konuyu Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan'a sordu.

Tarhan, ölümlerle ilgili soru işaretlerinin giderilmesini, hatta ölüm raporlarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine dikkat çekti.

Tarhan genç mühendislerin intihara meyilli olmadığının altını çizdikten sonra çalışma ortamlarına dikkat çekiyor. Genç mühendisler kasıtlı olarak elektro-manyetik dalgaya maruz bırakılmış olabilir diyor. Aselsan'daki ölümlerle ilgili cevap bulması gereken onlarca soru var. Askeri savcılık bu soruların cevabını vermedi. Şimdi gözler, Askeri Casusluk soruşturmasında ele geçirilen dokümanlarda ve o belgeleri değerlendirecek olan sivil savcılarda...

"Günümüzde İnsan Şekillendiriliyor"

21 Aralık 2010
İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, günümüzde insanın şekillendirilmeye başlandığını söyledi.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, günümüzde insanın şekillendirilmeye başlandığını söyledi. İnsana dair üretimlerin önemli olduğunu vurgulayan Arıboğan, psikoloji, insan kaynakları, sosyoloji gibi insan zihniyetine yönelik programların çok önem kazandığını kaydetti.

İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uzaktan Eğitim MBA Programı (e-MBA) 10'uncu yılının kutlama programı kapsamında, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası'nda üniversite öğrencileri ve işadamları ile buluştu. İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, Yrd. Doç. Dr. Metehan Sekban ve Doç. Dr. Göksel Aşan'ın konuşmacı olarak katıldığı toplantı 'Yeni Dünya Düzeni ve İnsan Kaynağının Değişen Dünyada Eğitim İhtiyacı' başlağı altında yapıldı. Programda konuşan Prof. Arıboğan, günümüzde bütün ürünlerin yeni şekiller aldığını belirtti. Su örneğini veren Prof. Arıboğan, tarım toplumunda bedava olan suyun, sanayi toplumunda marka ve hijyenle birlikte para kazanılan bir metaya dönüştürüldüğünü dile getirdi. Prof. Arıboğan, şöyle konuştu:

"Artık suyla bir derdiniz yok, su mükemmeliyete ulaşmış zaten. Artık insanı şekillendirmeye başlıyorsunuz. Yani elinizdeki suyu alacak insanı üretmeye çalışıyorsunuz. Bu bakımdan insana dair üretimler çok önemli bir hal alıyor. Psikoloji, insan kaynakları, sosyoloji alanlarına yönelik insan üretme ve insan zihniyetine yönelik programlar çok önem kazanıyor. Üzerine bir marka koyarak 3 liralık suyu 30 liraya satabiliyorsunuz ve insanlar bunu almaya ikna oluyor."

Sanayi sonrası toplumun yeni alanlarla tanıştığını hatırlatan Arıboğan, "İşte görsel iletişim, halkla ilişkiler, işletmenin bir sürü yeni yan alanları. İnsanı tanımak önemli. Çünkü insanı çağıracağız." dedi. aktifhaber

Tv Programlarının Bizi Yönlendirmesine İzin Vermeyelim


"Uyanmanız ve anlamanız gerek ki, hayatınızı yönlendiren insanlar var ve siz bunun farkında değilsiniz." Jordan Maxwell (Araştırmacı, düşünür, radyo programcısı ve editör) "Perde arkasındaki adamların istediği en son şey, bilinçlenmiş ve düşünme yetisine sahip bir toplum. Bu yüzden ki sürekli olarak düzmece bir yaşam, medya yoluyla bizlere sunuluyor. İlginizi dağıtmak ve sizi her şeyden habersiz bırakmak istiyorlar. Ve gerçekten de bu işi iyi yapıyorlar.”

"Çocuklarınızın eğitilmesini istemiyorlar. Çok fazla düşünmenizi istemiyorlar. Bu yüzden tüm dünya gün geçtikçe eğlenceyle, medyayla, tv programlarıyla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her çeşidiyle dolu hale geldi. Bunların tümü insanların zihnini meşgul tutmak için. Çok az insan gazete ve kitap okuyor; tek gerçeğiniz ekranda gördükleriniz... Sizler sabahtan akşama kadar her yaştan, her renkten, her dinden insan, başına oturuyorsunuz. Burada dönen illüzyonlara inanmaya başladınız. Ve televizyondakilerin gerçek, kendi hayatlarınızın ise hayali olduğuna inanmaya başladınız. Televizyon ne derse onu yapmaya başladınız. Onun gösterdiği gibi giyiniyor, onun gösterdiklerini yiyorsunuz. Çocuklarınızı onun dediği gibi yetiştiriyorsunuz; hatta onun istediği gibi düşünüyorsunuz. Allah aşkına, sizler gerçeksiniz! Hayali olan ekrandakiler..."
Medyanın yönlendirici gücünü konu eden bir belgeselden.

http://www.facebook.com/


En son Ekim tarafından Cmt Şub 09, 2013 10:42 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Şub 23, 2010 12:50 am    Mesaj konusu: Ergenekon, Uzaktan Zihin Kontrolü Ve Muhterem Doktorlar! Alıntıyla Cevap Gönder

Ergenekon, Uzaktan Zihin Kontrolü Ve Muhterem Doktorlar!
Ahmet TAKAN
ahmettakan@avazturk.com
22 Şubat 2010

Bugünkü yazım her zamankinden biraz daha uzun olacak. Ama baştan söyleyeyim sonuna kadar ağır ağır okuyun ve tekrar tekrar hatırlamak için saklayın. Yazımın konusu,uzaktan zihin kontrolü,parapsikoloji, telegram ve bunların günümüzdeki siyasi gelişmelerle yakın ilgisi. Önce AKŞAM gazetesinden iki haber okuyalım ve “Allah Allah rastlantıya bak” diyelim.

Haber 1:

“ Kuzey İrlanda barışını sağlayan isimlerden Lord John Alderdice, IRA deneyimlerini Genç Siviller’e anlattı: ‘Yapılacak en zor şey, tarafları bir araya getirmekti. Biz sorunları çözmedik, farklılıklarla baş etmeyi öğrendik’


IRA müzakerelerinin mimarı Lord John Alderdice, Genç Siviller Derneği’nin davetlisi olarak Ankara’da Kuzey İrlanda Barış Süreci ve Türkiye’nin Kürt sorunu ile ilgili değerlendirmelerde bulundu.”

Haber 2:

“ Demokratik açılıma yeni yol haritası. Toplumsal çatışmalarda rol üstlenen Prof. Vamık Volkan devrede. Volkan, Cumhurbaşkanı Gül ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile görüşüp tavsiyede bulundu: ‘Siyaseti sürecin dışına çıkarın’


Politik Psikoloji uzmanı Psikoanalist Prof. Vamık Volkan

Ankara’da ‘demokratik açılım’ın nabzını tuttu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüştü. Geçen hafta, Gül ve Davutoğlu’nun medyaya açıklanan programlarında yer almayan görüşmelerde, açılım çalışmalarının politik arenadan, hükümet dışı sivil platformlara kaydırılması yönünde bir strateji ortaya çıktı.

Vamık Volkan, 17 Şubat’tan bu yana Türkiye’de. Yeni açılım sürecinin bir parçası olarak Ankara’ya gelen IRA barışının mimarı Lord John Alderdice ile aynı otelde kalan Volkan’a, Cumhurbaşkanı Gül ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu randevularında kalabalık bir grup eşlik etti.
1979 yılından bugüne kadar dünya üzerindeki kriz bölgelerinde gayri resmi arabuluculuk rolü üstlenen Vamık Volkan’ın Ankara temasları sırasında, “Demokratik açılım sürecinde nerede yanlış yapıldı” sorusuna yanıt arandı.

Vamık Volkan’ın muhataplarına, “Çalışmalar sırasında işin içine siyasetin girmemesi” yönünde telkinde bulunduğu öğrenildi. Volkan, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir yol haritası izlenmesi gerektiğini de belirtti. Açılım çalışmalarının hükümet eliyle götürülmesini de eleştiren Volkan, sürecin bu nedenle kesintiye uğradığını savundu ve hükümet dışı sivil organizasyonların devreye girmesi gerektiğinin altını çizdi.


“Gül iyi biliyor”

Volkan’ın, geçtiğimiz hafta yaptığı görüşmelerin ardından, “Demokratik Açılım” çalışmalarının politik arenadan, hükümet dışı sivil platformlara kaydırılması stratejisinin benimsendiği ve bu yönde adımlar atılacağı öğrenildi.

Vamık Volkan’ın temasları sonrasında, Cumhurbaşkanı Gül’le ilgili önemli bir değerlendirme yaptı. Volkan, yakın çevresine “Kürt meselesini Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün iyi bildiğini” söyledi. Vamık Volkan, çarşambaya kadar temaslarını sürdürecek. Yarın İstanbul’da Ekopolitik toplantısına katılacak.

Prof. Vamık Volkan, demokratik açılım sürecinin hangi eksene oturması gerektiğini anlattı, ‘siyasetsiz süreç’in ipuçlarını verdi. Tercüman gazetesinden Lale Şıvgın’ın sorularını yanıtlayan Volkan, 35 yıldır çatışma alanları üzerinde çalıştığını hatırlattı.

Apo’nun muhatap alınması taleplerini değerlendiren Volkan “Süreç politika dışı olmalı. Öcalan’ı dahil ettiğin zaman bu iş biter” dedi. Başbakan Erdoğan’ın ve muhalefetin uzakta durması gerektiğini savunan Volkan’ın görüşleri şöyle:

“Tamamen politikacılar dışında 20-30 kişilik bir grup olmalı. Kürt de katılsın Türk de. Özellikle kadınlar bulunmalı. Ne yapılması gerektiğini kimse söylemesin. Atılacak adımlar sürecin sonunda ortaya çıksın. Biz Estonya’da 30 kişiydik. 7 yıl sürdü görüşmeler. Medyadan gizli yaptık. Toplantılar gizli değildi ama medya her adımı izlemiyordu. Böylece yapılan iş politize olmadı.”

Evet, haberleri okudunuz ! Gördüğünüz gibi bağlantılar çok net. Vamık Volkan’ın Beyaz Saray ve Pentagon’un psikoloji danışmanı olduğu söyleniyor.Ama bilinen çok net bir gerçek var Volkan’ı bütün ABD yönetimi çok seviyor.Abdullah Gül de çok sever.

Gelelim şimdi işin “alakaya çay demle” faslına.

Hatırlar mısınız? Koalisyon hükümeti sırasında cezaevlerine yapılan büyük operasyonları. Operasyonun adı “Hayata Dönüş” tü ama zayiat da verilmişti . Bu operasyon öncesinde Türkiye’de çok gizli yapılan bir deney vardı. ABD’li uzmanlar ile Genelkurmay Başkanlığı, cezaevlerinde mahkumlar üzerinde uzaktan zihin kontrolü ile ilgili deneyler yapıyordu.

Bu deneyin canlı şahidi ise şu anda Ergenekon davasından Silivri de yatan emekli binbaşı Fikret Emek. ABD’li uzmanlar Fikret Emek ve Genelkurmay Başkanlığı’nın görevlendirdiği diğer subaylara uzaktan zihin kontrolü yöntemi ile insanlar neler yaptırabileceklerini aktardılar. Hatta bazılarını tatbikatları ile gösterdiler. ABD’lilerin tek bir sıkıntısı vardı; “Dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları deneylerde insanları gerek uyurken gerekse uyanıkken istedikleri gibi kontrol edebiliyor ve yönlendirebiliyorlardı. Fakat Türklerde bir sıkıntı vardı. Türklere uyurken zihin kontrol yöntemi başarılı oluyor fakat uyanıkken hiç bir şey yaptıramıyorlardı.” Bunun için de yardım talep ettiler(hatırlayın Hayata Dönüş operasyonları hep gece gerçekleşmişti) Ama, talepleri ve yaptıkları deneylerden oldukça rahatsız olan Fikret Emek ve diğer subayların kuşkulu yaklaşımlarından sonra ABD’liler pılı pırtıyı toplayıp geri gittiler.

ABD’liler sonradan bu deneyleri nereye kadar götürdüler bilemeyiz. Ama yaptıkları bir şey daha vardı; Telegram (seslerle ve renklerle zihin kontrolüne yarar) denen teknolojinin alet ve edevatlarını AKP’yi çok seven fakat şimdilerde biraz kabuğuna çekilen bir cemaat televizyonu vasıtasıyla Türkiye’ye soktular . Daha sonra bu telegram teknikleri bazı cemaat kanallarının çok sevilen dizi ve programları ile prime time TV’lerin rayting rekorları kıran dizilerde kullanıldı.

Evet, medyada büyük yer alan iki süper ziyaretçimizden Vamık Volkan’ı kısaca anlatmıştık.Lord John Alderdice’nin de asıl mesleği de doktorluk ve psikiyatri.Başbakanda birden bire sanatçılara düştü.
Para psikoloji alanında uzman isimlerin Türkiye’ye gelişleri artık açıktan gösteriliyor. Hepsi de İngiliz ve ABD referanslı. Haberleri de size alt alta koyup okuttum. Türk milletinin TV dizilerine düşkünlüğü de malum.Sektörün biraz içinde olduğum için biliyorum.Bir dünya dizi ve maliyetleri çok yüksek.Özel TV’lerin piyasaya para ödemelerindeki durum ise oldukça vahim.Ama bu yüksek maliyetli dizlerin yapımı ve gösterimi tam gaz gidiyor.

Yazımı biraz daha ileri götürürsem bana da kolayca “paranoyak” damgasını vururlar. Ama siz gene de bu söylediklerimi unutmayın. Bu aralar dinlediklerinize ve izlediklerinize daha da dikkat edin.
avaztürk

'Cezaevlerinde işkence kalktı' mı?

İBDA-C Terör Örgütü Lideri olduğu iddiasıyla 1998’de gözaltına alınarak yargılandı ve müebbet hapis cezasıyla cezalandırıldı. 56 tane kitabı bulunan Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman, müvekkilinin yıllardır insanlık dışı bir işkenceye maruz bırakıldığını söylüyor. Engin Çeber’e yapılan işkenceyi gündeme getirenlerin ve özellikle İslamcı çevrelerin Mirzabeyoğlu’na yapılan işkenceler karşısında suskun kalışlarına anlam veremiyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun tutuklanma ve yargılanma süreci dahil, kendisine yapıldığı iddia edilen işkenceleri avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk.

Samet DOĞAN'ın röportajı

Salih Mirzabeyoğlu’nun tutuklanmasından bu yana geçen süreyi kısaca özetler misiniz?

Salih bey 1998’in sonunda tutuklanmış, Metris Cezaevi’ne götürülmüş, 25 Ocak 2000 yılının gece yarısında hapishane duvarlarının delindiği, kimyevî gazların kullanıldığı, ölümlerin gerçekleştiği bir operasyonun ardından Kartal Cezaevi’ne, daha sonra da Bolu F Tipi Cezaevi’ne konulmuştur. Hâlen Bolu F Tipi Cezaevi’nde, 5 yıldır kaldığı tek kişilik hücresindedir.

Ne kadar ceza aldı?
Salih bey idam cezası aldı. Ceza, AB müktesebatı çerçevesinde yapılan düzenlemelerle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrildi.

Salih Mirzabeyoğlu tam olarak neyle suçlanıyor?
Tam olarak neyle suçlandığını, hangi suçtan dolayı ceza aldığını biz de bilmiyoruz. Herkes herkese suç isnad eder. Ancak mühim olan şahsın o suçu işleyip- işlemediği, bunun tesbiti ve verilecek cezanın o suça uygunluğudur.

Biraz açar mısınız?
Salih bey, mevcut anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs etmekten ve örgüt liderliğinden yargılandı. Yargılama, bunun üzerine bina edildi. Ancak gerek kendisinin, gerek avukatlarının yaptığı savunma bir tarafa, İddianame ve Gerekçeli Karar’da geçen ifadeler dahi Salih Bey’e üzerine atılı suçtan ceza verilemeyeceğinin ispatı niteliğindedir.

Karışık bir hukuk süreci olmuş anlaşılan…

Aslında hiç karışık değil. Türkiye’de kadim iki yanlış gelenek var… İlki fikir adamlarına ‘bölücü, yıkıcı’ yaftalarını asıp, mahkûm etmek. Diğeri de maalesef bir maşa mesabesinde olan kanun maddelerini hukuk zannetmek. ‘Kanun maşasını elinde tutan, karşısındakine yöneltir. İstediği gibi yargılar, istediği gibi hüküm verir. Biliyorsunuz ki, Salih Bey’in tutuklandığı süreç 28 Şubat’ın hemen ertesi bir dönemdir. En iptidâi anlamda dahi hukukun olmadığı bir süreç. Bu süreçte hukuku da etkileyen, yön veren kara propaganda her yerdedir. Kara propaganda Salih Bey’in emniyet güçlerince alındığı andan itibaren başlamıştır.

‘Örgüt evinde yakalandı’…

Meselâ o cümle... Salih Bey o dönemde sanki 41 tane eser vermemiş, sanki illegal bir adammış, kaçıyormuş, bir yere sığınmış da polisin yaptığı operasyonla kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir hava…

Oysa ki?..

Oysa ki Salih Bey eşi ve çocuklarının yanında alınmıştır. Alındığı yer de çocuğunun okulunun önüdür. Eşiyle birlikte o zaman için ilkokula giden çocuğunu okuldan almaya gidiyor. Polisler geliyor ve hiçbir arama, yakalama izni olmaksızın Salih Bey’i ve eşini ilkokulun önünden alıyor. Daha sonra evde arama yapıyorlar. Medyaya da “örgüt evinde yakalandı” diye servis ediliyor.

Daha sonra…

Daha sonrası, sorgulama aşaması... Burası mühimdir. Polis sorguluyor. Sorgu zabtını istediği gibi tertip edip, kurguluyor ve o kurgu savcının önüne gidiyor. Ve koskoca DGM Savcısı da polis sorgularını maalesef aynen kabul edip, iddianamesini mahkemeye sunuyor. Aynı hatayı mahkeme de işleyerek iddianameyi kabul ediyor ve polis sorgu tutanaklarının üzerine hüküm bina ediyor. Dikkat edin; hukukî süreçten değil, hukuk adına işlenen cinayetlerden bahsediyoruz. Bu süreci özetleyen çok güzel bir olayı anlatayım izninizle…

Buyrun…

Polis sorgusunda Salih Bey’e aynen şunlar söyleniyor: “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!”

Yukarısı?..

Yukarısına geliriz... Sorgulama esnasında Salih Bey’e söylenen şeylerden birisi de şu: “Biliyoruz. Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz… Gelelim şu liderlik mevzuuna…” Salih Bey de; “hiç kimseyle görüşmemişim, talimat vermemişim, bunu siz de biliyorsunuz. Ben bu durumda illegal bir örgütün nasıl başı olabilirim ki?” diye mukabelede bulunuyor. Aynı polis ısrarla devam ediyor: “Gel sen şunu güzellikle kabul et. Hem biz sana kötülük yapmak istemiyoruz. İsteseydik evinin bahçesine eroini gömer, “eroin yakaladık” derdik. Salih Bey bu ‘cazip’ teklifi kabul etmeyip, fikir adamlığından bahsedince aynı polis, hukukun Türkiye’de nasıl işlediğini gösteren fevkalâde bir lâf ediyor: “Aslanım, Savcı senin kitaplarını okuyacak değil ya… Buradan önüne ne giderse o.”

Oradan ne gittiyse aynıyla İddianameye konu mu olmuştur?

Aynen öyle olmuştur. İddianamede Salih Bey için; “örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilmemiş olmakla beraber…” ifadesi mevcuttur.

Tesbit edilemediyse nasıl bir somut suçlamayla yargılanıyor ve ceza alıyor öyleyse?

Tespit yok, münasip görme var. İBDA-C markasıyla illegal faaliyet gösteren örgütler var. Bu örgüt mensupları; hiç kimseden emir ve talimat almadan “kendinden zuhur diyalektiği”ne göre iş yapıyor. Vakıa bu. Bu vakıa karşısında iddia makamı; “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensuplarının Kumandan kod adlı sanık İzzet Erdiş’e bağlılığı…” diyor. Ortada hiyerarşik bir ilişki yok. Hiyerarşi olması bir tarafa tanışıklık yok. Eylem yok. Talimat yok. Fikrî bir yakınlık, bağlılıktır söz konusu olan. O gün için 41 tane eser vermiş bir yazarın fikirlerinin etkisinin olmasından daha tabii ne olabilir? Kaldı ki, tanışıklık da olabilir. Çocukların bile bildiği üzere, suçlar şahsîdir. Meselâ AK Parti’li bir belediye başkanı adam öldürüyor. İşlenen bu suçtan dolayı, sırf o partiye mensup diye “Sanık AK Parti’lidir. Tayip Erdoğan ile aralarında hiyerarşik bir bağ vardır. Talimatı ondan alması kuvvetle muhtemeldir. Madem hiyerarşik bir bağ söz konusudur, o zaman Tayip Erdoğan da suçludur.” denilebilir mi?

Salih Mirzabeyoğlu’nun davasında böyle mi denilmiş oluyor?

Gayet tabi… Salih Bey’in davasındaki hukuk mantığı, verilen örnekten daha kötü bir şekilde işlemiştir. Hiyerarşi yok, eylem yok, eylem talimatı yok, tanışıklık yok… Buna rağmen ‘olsa olsa budur’ mantığı üzerine bina edilen bir hüküm var. Bu sakat mantıkla verilen karar idam olmuştur. İdam kararı “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası”na çevrildi. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının da üzerinde ayrıca durmak gerek.

Şu sıralar, cezaevlerinde yaşanan işkencelerin, gayri insani uygulamaların kalktığı ve sıkı bir denetim altında tutulduğu söyleniyor. Siz Mirzabeyoğlu’nun uzun zamandır işkence gördüğünü ve hatta şu anda da kendisine işkence edildiğini iddia ediyorsunuz. Bunlar ne tür işkenceler. Anlatır mısınız?

Türkiye’de işkencelerin kalktığı sadece söylentiden ibarettir. İşkence şeklinin değişmesi, işkencenin kalktığı anlamına gelmez. İşkence deyince herkes kaba dayağı anlıyor. Ve artık kaba dayak yok deniliyor. Kaldı ki, kaba dayak da kalkmış değil. Yakın bir zamanda yaşanan ve sonu ölümle biten Engin Çeber hâdisesi gibi nice hâdiseler var. İşkence kalkmadı, şekil değiştirdi, daha sofistike, daha sinsi yöntemlerle yapılıyor. Bu çerçevede F Tipi Cezaevlerinin bizatihi kendisi işkencedir meselâ. Salih Mirzabeyoğlu’na gelirsek… Kendisi 98’in sonunda tutuklandı. 11 yıldır cezaevinde. 11 yıllık esaret hayatının son 10 yılı Telegram işkencesine maruz kalarak geçmiştir. Ve bu işkence kendisine hâlâ yapılmaya devam edilmektedir.

Telegram işkencesi nedir ?

Telegram, düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla irâdenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. Telegram’ın hedefi; insan iradesinin teshir ve zapt altına alınıp, istenildiği gibi yönlendirilmesidir. Hâl bu olunca iç içe bahisler hâlinde Telegram’ın birçok veçhesi ortaya çıkmaktadır…

Biraz daha açabilir misiniz?

Hedef; insan iradesidir. ‘İnsan iradesi’ni hedef alan bir işkenceyi anlamak, anlamlandırmak, mukavemet etmek, ciddi bir fikrî seviyeye sahip olmayı gerektirir. Telegram’ın felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs, vs… bir çok yönü var... Şayet bir adamın bu alanlara dair asgari bir malûmatı yoksa şapşallığının göstergesi hâlinde dalga geçip, “böyle bir şey olamaz” demesi tabiî... Teknolojiden hiç haberdar olmayan birine cep telefonunu gösterip, ‘bu kutu gibi şeyi kulağına götür ve dünyanın öbür tarafındaki adamla konuş’ derseniz sizi anlar mı? Anlamaz. Bir de sizinle dalga geçer. Niye? Çünkü görgüsü onu anlamaya müsait değil.

Telegram daha ziyade Salih Mirzabeyoğlu ile konuşulmaya başlandı. Özellikle kendisine uygulanmasının sebebi nedir? Bir de şikâyetlerini soracağız…

Hem Salih Bey’in hem de bizim en büyük şikâyetlerimizden birisi de; meseleye psikiyatr edâsıyla yaklaşılıp, “evet, şikâyetiniz nedir?” denilmesidir. İşkence burada başlıyor. Zira en büyük işkence; işkencenin bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlanamaması, işkenceye muhatap kalan şahsın meseleyi ifade edememesi ve en nihayetinde kendi içinde boğulmasıdır. Telegram’ın bir çok çeşidi var. İspatı en zor ve dolayısıyla en garanti ve fakat en pahalı yöntem, elektro-manyetik dalgalarla yapılanıdır. İlaçla yahut başka usulle yapılanın ispatı nispeten daha mümkün. Alaattin Çakıcı’nın ‘bana mektup geliyordu, adamıma açtırıyordum, bir gün yine bir mektup geldi, adamım açtı ve öldü.’ beyanındaki sözlerini ve bu sözlerin üzerine gidilmesi gerekirken niçin üstünün örtülmek istendiğini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Elektro- manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlamak pek mümkün değil. Zira diyalog en basitinden şöyle gelişecektir: Şikayetin nedir? Derdini anlat… İşte şöyle oluyor, böyle oluyor… İspatlayabilir misin? Psikolojik sıkıntılarından dolayı böyle söylüyor olabilir misin? Malûm hapishane şartları insana sıkıntı verir, psikolojisini bozar… Kişinin dili döner ve meseleyi ifade ederse söylemesi gereken şudur: Bahsettiğim elektirikî dalgaları elimle tutup size gösteremem ya, nasıl bir ispat istiyorsunuz?

Kendi içinde boğmak…

Aynen… Telegramcıların mantığı şu: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış.’ düşüncesi zerkedilir. Majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur: İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır, kişinin en başta kendisine, daha sonra ailesine ve tedricen çevresine yabancılaşması sağlanır.

Fizikî tezahürleri nedir?

İşkence aynı zamanda fizikîdir de. İnsandaki arazın, hastalığın ortaya çıkarılması suretiyle gerçekleşiyor bu saldırılar. Salih Bey’in kendi kendine tespit ettiği bu hâdiseyi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden bir profesöre anlattığımızda Salih Bey’i doğrulamış ve ‘bir noktaya teksif edilen elektro-manyetik dalgalarla o bölgedeki rahatsızlık azdırılabilir, belli yerler bloke edilebilir’ demiştir.

Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifade ve görüntülerden, vurma, yakma, bloke etme, kaşıntı verme şeklinde gerçekleşen fizikî saldırılara kadar işkencenin her türlüsünü yaşayan Salih Mirzabeyoğlu’nun günlerce uyumadığı da oluyor. Uyuyabildiği dönemlerde de fizikî olarak tazyik sürüyor, uyku ile uyanıklık arasında bir hâlle karşılıklı cedelleşme devam ediyor. ‘Deliksiz ve rahat’ bir şekilde 2 saatlik uykunun ardından ‘tamam, bu kadar yeter!’ denilerek yine uyandırılıyor. Gerek görüntülü ve gerekse fizikî saldırı en çok da namazda yapılıyor. Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifadeler, küfürler Salih Bey namaz kılarken ediliyor, yine aynı nispette ahlâksızca görüntüler namaz kılma esnasında veriliyor. Öyle ki namazın bozulduğu dahi oluyor.

Dehşet verici…

İşkence türlü türlü… Mevzuunda ihtisas sahibi olanların da teyit ettiği türden yöntemler:
Her insanın kendine has bir elektriği var. Sevinçli, hüzünlü, sinirli… her hâlde değişen bu elektriğin/enerjinin tespit edilmesi ve daha sonradan insana giydirilmesi...

Yani?

Şöyle… İnsanın hüzünlü ânında tespit edilen elektrik, başka ve farklı bir ânında yine kendisine veriliyor. Ve insan meselâ hiç de hüzünlü değilse birden hüzünlü bir hâle bürünüyor. Salih Mirzabeyoğlu’na sıklıkla yapılmak istenenlerden biri de budur. Meselâ telefon görüşmesi yaparken ve hiç de hüzünlü bir hâli yokken yapılan saldırı ile hüzünlü bir hâle sokulmaya çalışılıyor. Bu, en ‘masum’ saldırı… Gerek suretine ve gerekse bedenine yapılan bunun gibi nice saldırıdan haberdar olduğu için Salih Mirzabeyoğlu mukavemet edebiliyor. Mukavemet edemezse işkencenin tezahürü belli: Durup dururken ağlamalar, yahut gülmeler, yahut sinirlenmeler… Hiçbir saldırının olmadığı ve insanın kendi hâlini kritik ederken düştüğü çelişkiler… Bu çelişkilerle birlikte kendi benine yabancılaşma… Akla-hayale gelmedik olan ve ancak ensest çocuklarının yapabileceği türden ahlâksızca yapılan saldırılarla meydana gelen düşünceleri kendi ‘ben’inden zannetme… Bu düşüncenin hasıl olması ile birlikte yaşananlardan kendini mesul tutma ve ardından kendinden iğrenme… Ve işkenceciler açısından mesut netice: Kendi benine, ardından aileye, ardından çevreye yabancılaşma… Herkese ve her şeye, en başta da kendi benine yabancılaşan mağdurun bütün bu süreçte iradesinin teslim alınıp, istenildiği gibi sevk ve idare edilir hâle gelmesi, güdülmeye teşne bir nesne olması…

Eğer bu uygulama varsa…

Var olduğu için konuşuyoruz…

Bir ihtiyat payı bırakarak konuşmak durumundayım. Bu tip işkencelerden kimlerin haberi var?

Kastettiğiniz; devlet yetkilileriyse durum her türlü vahim. Zira; yetkililerin haberi yoksa, kendi sorumluluk alanında yaşanan bir hâdiseden haberdar olmadıkları için sorumludurlar. Şayet haberleri varsa ve buna rağmen bir şey yapmıyorlarsa yine sorumludurlar.

'YILLARDIR ŞİİR YAZAMIYOR'

Sonuçta Mirzabeyoğlu Müslüman ve İslami bir ideolojiyi savunduğunu söylüyor. Peki neden bu durum İslamcı çevrelerce hiç gündeme getirilmiyor?

Söylediğiniz doğru… Salih Bey, Müslüman ve İslâmî bir dünya görüşünü teklif eden bir fikir adamı. Bu teklif, bir kesime değil, herkesedir. Unutulmasın ki; Salih Mirzabeyoğlu bir fikir adamıdır. Cezaevine konulduğunda 41 eseri vardı. Çok kısaca ve kabaca anlattığım süreçte her şeye rağmen 15 tane daha eser verdi… Konuşmaya buradan başlayalım: 55- 56 eserin altında imzası olan bir fikir adamı niçin cezaevindedir? Kim, hangi mantıkla kendisini mahkûm etmiştir? Ve bu haksızlık karşısında niçin ısrarlı bir suskunluk söz konusudur? Biz, Dreyfus’u Emile Zola’dan tanıyoruz. Siz de biliyorsunuz ki; ‘entelektüel’ kelimesi, hak edilmesi gereken bir sıfat olarak Dreyfus davasından sonra kullanılmaya başlanmıştır. Buradan da anlamak gerekir ki; bir aydını aydın yapan, haksızlığa karşı takındığı tavırdır. 12 Şubat 2010’da yaptığımız avukat görüşünde kendisi; “Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli.” demişti. Her şeye rağmen fikir imâl etmekte ısrar eden ve 56 tane eser yazan bir fikir adamı, maruz kaldığı işkenceden dolayı yıllardır şiir yazamıyor! Bilirsiniz, II.Dünya Savaşı’nda, Polonya’da, Auchwitz’de yaşananlardan sonra Adorno; “Auchwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti... Türkiye’de bu dilden, böylesine bir hassasiyetten anlayacak namuslu aydın sayısı maalesef çok değil. Salih Bey’in yaşadıkları karşısında vicdanların çatlaması gerekmez mi? Bu haksızlığı dile getirmek için kim neyi bekliyor, inanın biliyor değiliz.

Röportaj için çok teşekkür ederiz.

Biz teşekkür ederiz.

9 Mart 2010
HaBertaraf

Beyne müdahale, ahlaki anlayışı değiştiriyor
31 Mart 2010

Beynin belirli bir bölümüne elektromanyetik dalgayla müdahalenin, kişilerin başkaları hakkındaki ahlaki anlayışlarının değişmesine yol açabileceği bildirildi.
Daha önceki araştırmalar beynin, sağ temporoparietal kavşağı denilen bölümünün bir kişinin başka bir kişinin niyeti, düşünceleri ve inan çları hakkında düşündüğünde çok etkin hale geldiğini göstermişti.
PNAS dergisinde yayımlanan araştırmada, Massachusetts Teknoloji Enstitüsünden Liane Young ve ekibi, verilen elektrik akımıyla beynin bu bölümünün faaliyetini bozdu.
Araştırmacılar, Transcranial Magnetic Stimulation-TMS" (Kafaiçi Manyetik Uyarım) adı verilen, zihinsel süreçlerin incelenmesinde kullanılan ve sinir hücrelerinin geçici olarak normal çalışmasını engelleyen bir teknik kullandı.
Akımın oluşturduğu manyetik alanda 25 dakika kalan gönüllülere farklı hikayeler okutuldu ve onlardan bu hikayelerdeki kişilerin ahlakını 1'den (kınanması gereken bir eylem) 7'ye (kabul edilebilir bir eylem) kadar değerlendirmeleri istendi.
Manyetik alanda kalan kişiler, hikayede hiçbir kınanacak eylem görmedi.
Araştırmaya katılan gönüllülerin başkalarının niyetlerini (örneğin bir cinayet girişimi) anlama ve bununla ilgili karar alma ya da durumu değerlendirme becerisinin etkilendiği belirlendi.
Liane Young, sağ kulağın arkasındaki bu bölümün ahlaki değerlendirmelerde önemli rol oynadığını, daha önce, ahlakın beyinle ilgili çok karmaşık bir sürecin sonucu olduğunun düşünüldüğünü ve sadece bir dalgayla ahlaki değerlendirmenin değiştirilebilmesinin şaşırtıcı olduğunu belirtti.
netgazete

BİYOLOJİK SİLAHLAR: KİŞİLİKLERDE DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM!
Prof. Dr. Nurullah Aydın
Gazi Ü. İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon ve Sinema Bölümü Öğr. Gör.

Biyolojik silahlar, her zaman toplumlara yönelik kullanılmıyor.. Kişilere yönelik de belli dozlarda kullanılabilir. Kişilik değişikliğine ya da saldırganlık, pasifleştirici etkilerinden yararlanılabiliyor.. Mesela belli dozda bir kişiye verildiğinde kendini lider sanabilir ya da çok mazbut hayatı olan birini çocuk tacizcisi yapabilir.

Bu ilacı NATO ülkeleri de biliyor, Rusya da, Çin de, İran da.. Ve bölgede son zamanlarda büyük ölçüde kullanıldığı söyleniyor.

Son zamanlardaki bazı hafıza kaybı olayları ya da bazı sanıkların uzun süre tecrit edilmesi de bana kalırsa bu kuşkuyu artırıyor.. Bazılarının kanlarını tahlil etmek gerek.. Bu risk, tanıklar açısından da, sanıklar açısından da önemli. Tanık ya da sanık durumunda olmayan, ama sıranın kendisine gelmesinden kuşku duyulanlar için de kullanılıyor olabilir..

Bu ilacın temininde çalışan bazı gazeteciler, televizyoncular, bilim adamlarından olabilir.. Bazı işadamlarından da. İlaç sektöründen bazı isimlerden de söz edenler oluyor..

Haloperidol tartışması yapılıyor.. Gerçekle gerçek dışını anlamak için iddiaların üzerini örtmek değil, gerçeklerin üzerine gitmek gerek. Bazı kişilerin bu anlamda kan örneklerini almak gerek..

Kişilik değişikliği, kişilik bozukluğu ve hafıza kaybı, bu ilacın dozu ve kullanım şekli ile ilgili.. Eğer deneğinizin işini bitirmek ve onu defterden silmek istiyorsanız, yüksek dozla işini bitiriyorsunuz.. Ama kullanmak istiyorsanız, daha uzun soluklu, sabırlı, düşük dozla paralel olarak ipnozu kullanmanız gerekiyor.. Mesela düşük doz uygulaması ile onu normal şartlarda aklından geçirmeyeceği şeylere zorlayabilir. Sonra bunları kayda alıp belgeleyebilir, daha sonra serbest bırakıp, o utanç içinde köşeye sıkıştırıp, şantaj altında tutabilirsiniz.. İstihbarat örgütleri bunları yapmıyor değil. Özellikle siyasi davalarda buna dikkat etmek gerekiyor..

Aslında adrenalin dedikleri şey de işte böyle bir şey.. Hormon dengesini bozan her şey, bu anlamda uzmanının elinde bir silaha dönüşebilir.. Normal ilaçlarda kullanılan malzemelerden, yüksek dozda kullanarak tehlikeli sonuçlara gitmek mümkün.. Bu ilaçları bulduğunuzda doğrudan bir suç da isnat edemiyorsunuz bu arada.. Önemli olan bu ilaçları, yüksek dozda, kim kime veriyor.

Dünyada birçok olayda böyle bir komplo ortaya çıkarıldı. Birçok kişinin uygulayıcı olmasından kuşkulanılan olay bugün onun hafızasını silmek adına ona karşı kullanılmak isteniyor olabilir.. Kim bilir belki de bazı tipler de eski dostlarının kurbanıdır!..

Olay sadece sorgu için ipnoz kullanmakla ilgili değil.. Mesela cemaati, AKP yi takip eden bir yargı mensubunu alıp, bir süre sonra onu cemaatçi dinci bir zombiye dönüştürebilirsiniz..

Bu sıradan bir komplo yaklaşımı değildir. Bazı ölümlerle ilgili, kalp krizine yol açacak biyolojik tetikleyici etkisi olan bir preperattan söz ediliyordu.. Kişinin saç dibi örneklerini morgtan alınıp daha sonra bu örnekler kaybolabilir. Birçok ölüm böyle bir komplonun kurbanı olmuş olabilir. Yani daha önceki tetikçinin yarım bıraktığı işi beyaz eldivenli biri tamamlamış olabilir..

Tetikçilerin çoğunun çocuksu bir kahramanlık duygusu uyandıran cesaret hapı kullandıkları söylenir hep.. Tetikçileri yakalamak hiçbir şeyi çözmüyor.. Tetikçiyi, bir başka tetikçiye vurduruyorlar.. Onu da bir başkasına. Sonuncusunu bulsanız bile bir yere varamıyorsunuz. Çünkü o kişi, neyi, niçin yaptığını bilmiyor..

Sanıkların sağlık muayenesi sırasında mutlaka kanlarının alınıp, Haloperidol kontrolü yapılması gerekir.. Bu konuda savcılar, yüksek yargı, barolar ve Adalet Bakanlığı'nın da üzerine düşeni yapması şart.. AKP'de de bu denetim mutlaka yapılmalı.. Üzeyir Garih cinayeti sanığı Yener Yermez, mesela bu açıdan tahlil edildi mi?

Soğuk savaşın biyolojik silahları tartışılmıyor. Tek dozda bağımlılık yapan uyuşturuculara kaç politikacının kaç bürokratın, kaç işadamının çocuğunun tuzağa düşürüldüğünü biliyor muyuz? Kaç işadamının sürüklendikleri sex bataklıklarında nelerini kaybettiklerini, nasıl tehdit ve şantajla köşeye sıkıştırıldığını araştırmak gerek.. Birileri birilerini bu yolla, biyonik robotlara dönüştürüyor, biyonik köleliğe zorluyor..

GüNün SöZü: Deşifre olmuş bir sır, sıradan bir bilgiden daha tehlikelidir.
http://ha-ber.net/index.php?option=com_content&task=view&id=7931&Itemid=10

Haloperidol : Siyaset ve İstihbarat İlacı
Prof. Dr. Nurullah Aydın
Gazi Ü. İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon ve Sinema Bölümü Öğr. Gör.

Dünkü yazım üzerine birçok okuyucum konuyu teknik anlamda detaylandırmamı bu ilaçla ilgili çalışmalar hakkında bilgilendirmemi istediler..

Gelen yüzlerce mail ve telefonda dile getirilenler benzer.

Soru şu; kim nasıl neden bu ilacı kullanıyor?

Evet sevgili okuyucular konuyla ilgili bilimsel çalışmalar yapılmıştır.

Haloperidol bir tipik antipsikotiktir ve butyrophenone sınıfından kabul edilir.

Vefarmakolojik etkileri fenotiyazinlere benzer. Haloperidol 1960’dan sonra şizofreni tedavisinde kullanılmaktadır. Ancak daha çok siyasi amaçla kullanılan sabıkalı bir üründür..

Haloperidol markaları: Aloperidin, Bioperidolo, Brotopon, Dozic, Duraperidol (Almanya) Einalon S, Eukystol, Haldol, Halosten, Keselan, Linton, Peluces.. Serenace, Serenase ve Sigaperidol “Tıbbi argo” olarak kullanılır.

Haloperidol bazen H vitamini olarak da adlandırılır.

Haloperidol, ilk olarak Paul Janssen tarafından keşfedilmiştir. 1958 yılında Belçikalı bir şirket Janssen Pharmaceutica tarafından geliştirilmiştir. İlk klinik deneyler de bu ülkede yapılmıştır.

Daha sonra Amerikan şirketi Searle, yan etkileri ve başka amaçlı kullanımı nedeniyle üretimini durdurdu.

Ardından ABD Gıda ve İlaç İdaresi tarafından 12 Nisan 1967 tarihinde kabul edildi ABD'de McNeil Laboratuvarları tarafından üretilmeye devam etti.

Sovyetler Birliği'nde Haloperidol kullanımı ilk defa yaygın bir şekilde siyasi amaçla ve istihbarat faaliyetlerinde kullanılmaya başlandı. Sergey Kovalev ve Leonid Plyushch ilk kurbanlardı.

Dünya Psikiyatri Derneği bu durumu kınayan bir açıklama yaptı. Ancak SSCB’de bu ilaç üretilmeye devam etti.

Haloperidol’un ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza (ICE) tarafından yabancıların sınırdışı sırasında onun sedatif etkilerini dengelemek için düşük dozlarda kullanmaya devam edildiği de ortaya çıktı bu arada. 2002-2008 arasında, federal göçmenlik bürosunun 356 göçmen için Haloperidol kullandığı ileri sürüldü.Bu ilacın istem dışı bazı tutuklulara da verildiği biliniyor..

Şimdi bu tehlikeli ilacın Türkiye’de uzun zamandan beri kötü maksatlı olarak kullanıldığı iddiaları gündemde.

Birilerinin bu iddiaları araştırması gerek, ama o kim?

İddialar çok, bazıları kendine ABD’de yer hazırlıyormuş.

Bu bilginin doğruluğu tartışılıyor... Ülke de korku ülkesi oldu. Devlet bürokrasisi ikiye bölündü. Hukuk ayaklar altına alındı... Hiç kimse yarınlarından emin değil. İktidar birilerini, birileri de iktidarı hasta etmeye uğraşıyor. Ama bu arada birileri de istediği gibi iktidarla da başkalarıyla oyun oynamaya devam ediyor....

Bazen çözüm gibi görünen şey, aslında çözümsüzlüğün tâ kendisidir. Siyasetçilere bu akılları veren dostları, toplum önünde, siyaset dünyasında böyle avukatları varken, onlara düşman gerekmez..

Çevrenizdeki insanlara dikkat edin!

İş adamlarına, gazetecilere, akademisyenler, siyasetçiler bu tip ilaçların müdavimi..

TV ekranlarında görülen tiplere bakın…

Yüzlerine bakın kimi donuk birer robot kimi olabildiğince cıvık.. Bakışlara yansıyan durum daha barizdir.

Ukala, bilgiç, yayvan yansımaları size bir şeyler hatırlatmalı!

Gülüşler, kahkahalar bile bir garip şekilde yansıyor..

Ya söyledikleri, çelişkiler yumağı…

Bu söylediklerimiz amaçlı tanımlamalar değil elbet!

Sadece tespit..

En iyisi inceleyici gözlerle olan bitenlere bir bakın kim ne diyor ne yapıyor!

Yine dünyada ve Türkiye’de neler oluyor sorusunu bir de bu gözle değerlendirin olmaz mı?

Özellikle de her konuda ahkam kesenlere, vazgeçilmez bulunmaz bir şekilde körükörüne biat edilen hırslı tipler kullanılır.

Ne zamana kadar dersiniz?

Sizleri insanları aldatıp hayatını yaşadıktan sonra anlaşılır bu tipler ama siz kullanıldığınızla kalırsınız.

Kuklaya değil, kuklacıya bakın.. Bazıları hâlâ aramızda dolaşıyor..Bunlar abartı değildir.

Günün Sözü: Tereddüt etme hata yaparsın

http://ha-ber.net/index.php?option=com_content&task=view&id=7941&Itemid=10

ZİHİNLER İÇİN SESSİZ SİLAHLAR!
Prof. Dr. Nurullah Aydın
Gazi Ü. İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon ve Sinema Bölümü Öğr. Gör.

Toplumda her kafadan bir ses var. Halkın gündemiyle ülkeyi yönetenlerin gündemi farklı.

Sessiz Silahlar teknolojisi yani on-line silahlar; 1940'lı yıllarda, İngiltere'de Askeri Yönetimce (Eisenhower Doktrini) stratejik, taktiksel operasyon araştırmasıyla geliştirildi. Operasyon dört ana bölümde uygulanır.
-Alt sınıf kontrol altına alınmalı
-Bireyler, kurulacak yeni düzeni sorgulama şansını elde edemeden çok erken yaşta uzun vadeli eğitim sistemiyle boyunduruk altına alınmalı.
-Zihinleri işgal etmek için alt sınıflardaki aileleri parçalamalı ve öksüz çocuklar ordusu için kontrollü çocuk bakım merkezleri kurulmalı.
-Alt sınıf insanlara verilecek eğitimin kalitesi çok düşük tutulacak, üst sınıftan izole edilecek ve alt sınıflar aklı ermeyenler haline getirilecek.

Sosyal Mühendislik adı verilen ve halkın ne zaman teslim olacağını tahmin edebilecek bu yeni düzen projesine yüksek hızda işleyen bilgisayarlara ihtiyaç olduğu görüldü.

1946 yılında J.Presper Eckert ve John W.Mauchly tarafından elektronik bilgisayar geliştirildi. 1947 yılında Matematikçi George B.Dantzing; basit lineer proglama sistemini yaptı. 1948 yılında J.Bardcen,W.H.Brattain ve W.Shockley transistörü geliştirdiler. Bilgisayarın kullanım alanlarının genişlemesi sağlandı. Büyük finans kaynaklarıyla desteklenip geliştirilen bu sistemle güçler; kurulu bir düğmeyle bütün dünyayı kontrol altında tutacaklardı.

1952 yılında Harward Üniversitesine ekonomik destek sağlanarak Amerikan Ekonomik Yapısı çalışmaları başlatıldı. Harward projesi başarılı oldu.1953 yılında Sosyal Mühendislik Uygulaması yayınlandı.(1953 by wassly leontief; international sciences press. inc Newyork).

Bu arada 1940'lı yıllarda çalışmaları başlatılan Meyzer; (Düzenli frekansı olan ve elektromanyetik dalgalar meydana getiren veya frekans ve görünüşü aynen muhafaza ederken, elektromanyetik dalgaları kuvvetlendiren düzenek: Döteryum=Ağır Hidrojen, Füzyon=Atomların birleşmesinden oluşan reaksiyon) projesi 1954 yılında tamamlandı ve Yeni Düzen Güç sahipleri Bilderberg Şehrinde toplandılar. Harward Ekonomik Araştırma projesi 2.Dünya Savaşı sırasında ki "sessiz silahlar" operasyon uzantısıdır.

Amaç: Bütün Dünyada bir ekonomik kontrol bilimini keşfederek uygulamaktı. Önce Amerikan Ekonomisini sonra Dünya Ekonomisini tıpkı bir mermi yörüngesinin tahmin kontrolü ve tüm ekonomilerin işleyişlerinin tahmini ve kontrol altına alınmasıydı.

Ve ekonomiler, bu sessiz silahlar yöntemiyle hedefe güdümlü roketlere dönüştürülecekti. Ekonomilerin en etkili güdümlü roketleri ise enflasyon prensipleriydi. Ve enflasyon prensipleri uygulamaya sokuldu.

Enflasyon; gayri safi milli hasılanın limitlerini aşacak derecede karşılıksız para basılmasıdır. Ancak halkın gerçek niyetleri bilmemesi için,hükümetler enflasyon sebeplerini dünyada artan petrol ve ürün fiyatlarından kaynaklandığını söylerler.Ama gerçek bilerek karşılıksız para basılmasıdır.

Önce enflasyonlarla ve yüksek faizlerle milletlerin elinde büyük tutarlarda para olur. Bu durum milletlerin sahte bir özgüvene kapılmalarını sağlar. Kendileri bu özgüvenlerinin gerçek olduklarını sanarken, aniden ortaya birdenbire ŞOK ekonomik darbe gelir. Milletler neler oluyorumu anlamadan, Hükümetler hemen devreye Uluslararası Ekonomik Gücü ellerinde tutanları çağırırlar ve böylece sessiz silahlar projesi devam eder.

Süreç; Karşılıksız para basılarak uzun süre çok yüksek oranlarla devam eden enflasyonlarla sahte ekonomik özgürlüğü var sanan insanlar, ne olduklarını anlamadan birdenbire kendilerini kıt kanaat geçinmeye çalışan ve yoksulluk içinde bulurlar. Daha önce yönlendirildikleri kredi kartlarına yönelirler. (Ki kredi kartları da sessiz silahlar yönteminin bir aracıdır).Bunlar olurken ülkelere çağrılan Uluslararası ekonomik güç odakları "bu ekonomik kriz yüksek enflasyondan olmuştur düşürün"der.

Enflasyon düşürülüyor programlarıyla da; sessiz silahlar sistemi ülkelerdeki tüm bireysel gelirlere uygulanan artış zamlarını düşürür. İnsanlar gelirleri kısıtlanırken hızla borçlanmalara yönlendirilirler.

Sonuç; Ülkeleri teşkil eden bireyler, geleceklerinden umutlarını kesmiş ve psikolojik yıkımlar içinde kendilerini "sessiz silahlar sistemi"ne teslim ederler! Bireyleri teslim olan ülkelerde, bu sefer finans kurumları çatırtılarla çöker. Artık ülkelerde milyonlarca yoksul bireyler vardır. Böylece bireyleri teslim olan ülkelerde teslim alınmış olur.

Küresel kriz ama bilinçli planlı organize bir küresel kriz. İnsan kılığında androit zebaniler bölge bölge cehenneme çevirdikleri dünyayı artık tamamen cehenneme çevirmek için şimdi şeytani gülüşlerle ellerini oğuşturuyorlar.

Onlar kan, ölüm ve gözyaşlarıyla besleniyorlar. Adını da Demokrasi ve özgürlük koydular.

GüNüN SöZü: Bilgiyle donanmazsan söylenen her söze inanır sürüleşirsin.
http://ha-ber.net/index.php?option=com_content&task=view&id=7781&Itemid=10

ZİHİNLER KONTROL ALTINA ALINABİLİR Mİ?
Prof. Dr. Nurullah Aydın
Gazi Ü. İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon ve Sinema Bölümü Öğr. Gör

Çağdaş dünya da insanları gerek bireysel olarak gerekse kitlesel olarak denetim ve kontrol altına almak üzere bir dizi çalışmalar yapılmaktadır.

Teknolojideki dev atılımlar insan yaşamında hız, kolaylık ve çeşitlilik getirirken insan psikolojisi üzerinde yapılan çalışmalar pek gündeme gelmemektedir.

Konu genellikle gizemli istihbarat örgütleri alanında imiş gibi bilinse de hemen her alanda etkilerini göstermektedir.

Bakın; Colin Ross isimli Amerikalı psikiyatristin yazmış olduğu bazı kitaplar istihbarat örgütlerinin aslında Zihin Kontrolü projelerinde ne kadar ilerlediklerini göstermektedir. Colin Rossun 2006 yılında yayınlanan CIA Doctors (CIA Doktorları) isimli kitabı ve 1995te yayınlanmış Satanic Ritual Abuse (Satanik Rituel Tacizi) isimli kitabı aslında istihbarat örgütlerinin insan beynini kontrol etmek konusunda ne kadar yol almış olduklarını kanıtlıyor.

DID/MPD (Dissociative Identity Disorder ve Multiple Personality Disorder), yani çoğul kişilik, aslında çok az görülen bir psikiyatrik olgu olarak biliniyor. Fakat son çalışmalar ve bazı yazarların yazmış oldukları kitaplar şu ana kadar bildiklerimizin ötesindeki bazı gerçekleri ele almakta. John Marks (The Search for Manchurian Candidate), Colin Ross (Satanic Ritual Abuse, the CIA Doctors, Dissociative İdentity Disorder) , Steven Hassan (Combatting Cult Mind Control), Kathleen Taylor (Brain Washing: The Science of Thought Control), William Sargant (Battle for the Mind: A Physiology of Conversion and Brain Washing), Denise Winn (The Manipulated Mind) gibi yazarların çalışmaları çok net olarak insan beyninin ne kadar zayıf bir psikolojiye sahip olduğunu ve yeterli koşullar sağlandığında hem bireysel zihin kontrolünün, hem de toplumsal zihin kontrolünün nasıl oluşturulabileceğini bizlere sunuyor.

Colin Rossun yapmış olduğu son 20 yıllık çalışmalar çocuklarda ritüel taciz (ritual abuse) ile oluşturulan psikolojik travmanın uygun koşullarda çoğul kişilik bozukluğu meydana getirebileceğini kanıtlar niteliktedir.

DID-MPD hastalarında veya DID kökenli Mançurya Kobaylarında belli dönemlere ait unutkanlık, sürekli ambivalans (çelişkili konuşmalar ve çelişkili davranışlar), paralojik (mantıkdışı) düşünceler, ağlama nöbetleri, sara krizlerine benzer krizler, depresyon, uyku bozuklukları ve rüyalarda bazı sorunlar, çeşitli davranış bozuklukları görülmekte!

Benzer çalışmaları Nöroloji alanında da yapılmaktadır. Bu çalışmada hayvanlarda oluşturulan bir çeşit travma modeli olan farklı epilepsi modellerinde, hayvanlar yetişkin hale gelince, travmanın hem hippokampüsde hem de çeşitli yolaklarda kalıcı elektrofizyolojik etkiye ve uzun süreli psikolojik sorunlara veya öğrenme problemlerine yol açtığı kanıtlanmıştı.
Postnatal (doğum sonrası) dönemde (P20 ve P30 arasında) oluşan travmanın veya aşırı nöronal aktivitenin uzun süreli elektrofizyolojik değişikliklere ve öğrenme ile ilgili sorunlara yol açtığı bilinmektedir. Gelişim nörolojisi çalışmaları aslında yakın bir gelecekte bu konuların sırrını çözecektir.

Zihin Kontrolü konusunda; 1950'lerde ABD'de CIA, NSA ve DoD- Pentagon İngiltere'de MI6, Almanya'da BND, Rusya'da KGB tarafından başlatılan çalışmalar hiç bir zaman durmadı. Bütçeler bu çalışmalara ayrıldı ve çalışmalar değişik ülkelerde ve kültürlerde de sürdürüldü. Bazı subaylar ve politikacıların da bu operasyonlardan geçirildiği konusunda elimizde şüphe uyandırıcı bazı bilgiler vardır.

Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate, Mançurya Adayı), yani beyni yıkanmış, iradesi kontrol altına alınmış ve istenilen bazı eylemleri itiraz etmeden, kayıtsız şartsız gerçekleştiren bazı kişilerin yaratılması konusundaki çalışmaların tamamlandığı söyleniyor. Türkiye'deki politikacılara bakarsak her taraf Mançurya Kobayları ile dolu zaten!

Konu sadece Mançurya Kobayı meselesi değil! Aynı zamanda sosyal zihin kontrolü operasyonları da pek çok ülkede yapılıyor;

Eski CIA direktörü Allen Dulles'a göre; Hedef insan zihnindeki savaşı da kazanmaktır. Bu savaşın ilk cephesi propaganda, depolitizasyon ve sansür ile kitlesel sindirmeyi sağlamaktır. İkinci cephe ise bireyin beyninde kazanılacaktır; hedef beyin yıkama, zihin kontrolü, ideolojiyi değiştirme ve gerektiğinde birçok Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate) yaratabilmektir!

Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate) kendi iradesi dışında, bir takım beyin yıkama seanslarının, ilaçların vaye hipnozun etkisiyle başkalarının istediği bazı eylemleri yapanlara verilen isimdir.

Bilimsel yöntemlerle ideal bir Mançurya Kobayı yaratma arayışı, araştırmalarla hız kazanmıştır. Klinik Poloji, paytri, nöroformakoloji, elektrofizyoloji ve parapoloji bu hedefe ulaşmak için kullanılmaktadır.

GüNüN SöZü: Aklını doğru kullanmak istersen dikkatli ol.
http://ha-ber.net/index.php?option=com_content&task=view&id=7788&Itemid=10

Elektromanyetik dalgaları önleyen perde!

11 Haziran 2010 İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cevdet Işık tarafından geliştirilen özel perdenin, baz istasyonları, kablosuz internet modemi, telsiz ve cep telefonu gibi elektronik aletlerin yaydığı elektromanyetik dalgaları büyük ölçüde emerek, zararsız hale getirdiği bildirildi.
Sağlığa zararı olduğu bilinen elektromanyetik dalgaları engellediği TÜBİTAK tarafından onaylandığı belirtilen perdenin üretimine Bursa'da başlandı.
Görünüş itibarıyla evlerde kullanılan perdelerden hiçbir farkı bulunmayan ürün, benzerlerinden özellikle dokumasında kullanılan elektriksel iletkenliği olan özel ipliklerle ayrılıyor. Söz konusu iplikler, baz istasyonu, kablosuz internet modemi, telsiz ve cep telefonlarının yaydığı elektromanyetik dalgaları, sağlığa zararı bulunmayan elektrik akımlarına dönüştürüyor.
İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cevdet Işık, günlük hayatın vazgeçilmezlerinden biri haline gelen cep telefonlarının iletişimlerinin sağlanması için kullanılan baz istasyonlarının, yaydıkları elektromanyetik dalgalar nedeniyle rahatsız ettiğini söyledi.
Kendisine bu konuda birçok şikayetin geldiğini, bu kapsamda soruna çözüm bulabilmek için çalışmalara başladığını belirten Işık, şöyle devam etti:
"Baz istasyonlarının yaydığı dalgaların yaşam alanlarımıza, haberleşme için gerekenden daha fazla girmesi engellenebilir mi diye araştırmalar yaptım. Konuyu araştırırken, geliştirdiğim perdenin emsalleriyle karşılaştım. Yurt dışında bulunan bu ürünün mikro düzeyde gümüş kaplı ipliklerle örülmüş ağdan oluştuğunu olduğunu gördüm. Ancak bunun metre kare fiyatı çok yüksekti. Bu nedenle halkın kullanamayacağı bir üründü. Geniş halk kesimlerine hitap edebilecek, görselliği olan, evlerde kullanılabilecek bir ürün geliştirmek için 1 yıl çalıştım."
Işık, "Elektromanyetik radyasyonu engelleyen perde" adı altında ortaya çıkardığı ürünün, evlerde rahatlıkla kullanılabileceğini dile getirerek, şunları söyledi:
"Görsel açıdan normal bir perdeden farkı yok. Ürünümüzün elektromanyetik radyasyonu engellediği TÜBİTAK tarafından yapılan testlerle de kanıtlandı. Bununla ilgili belgelerimiz, raporlarımız var. Dolayısıyla ürünü kullanacak kişinin evi baz istasyonu yakınında bulunuyorsa, bu perdeyi taktığı zaman pencereden içeri giren elektromanyetik radyasyonu bin misli azaltmaktadır. Bin misli azaltmanın manası şudur; 30 metre yakınımızda bulunan bir baz istasyonunu pencereden giren radyasyon bakımından yaklaşık 1 kilometreye taşımış gibi oluyoruz. Bu perde takıldığı zaman, elektromanyetik dalgalar, yaşam alanımızda cep telefonu ile normal görüşme yapabilecek düzeyde zayıflatılmış olacak.
Yurt dışında üretilen ürün, kendisine gelen elektromanyetik dalgayı aynen geri yansıtıyordu. Bizim ürünümüz ise üzerine gelen elektromanyetik dalganın büyük bir kısmını, zararsız elektrik akımlarına çevirerek soğ uruyor. Eğer yaşam alanı içerisinde kablosuz modem, telsiz ve cep telefonu gibi cihazların yaydıkları dalgalar da bulunuyorsa, bu dalgalar da perde tarafından yutulmakta. Söz konusu perdenin, özellikle çocuklarımızı, bu cihazların neden olabileceği zararlardan korunmalarında faydalı olacağına inanıyoruz."
Doç. Dr. Işık, ürünün patent koruması altında olduğunu ve üretim aşaması için tekstil firmalarıyla görüştüğünü dile getirerek, sonunda perdeyi Bursa'da faaliyet gösteren bir fabrikada ürettirmeye karar verdiğini vurguladı.
Perdelerin üretimine başlanan Bursa Demirtaş Organize Sanayi Bölgesindeki firmanın ortaklarından Faruk Kış da konuya bir sosyal sorumluluk projesi olarak baktıklarını belirtti.
Ürünü özellikle çocukların korunması açısından önemli bulduklarına değinen Kış, şunları kaydetti:
"Böyle bir ürüne, üretim aşamasında eğer katkı sağlayabilirsek 'ne mutlu bize' diye düşündük. Üretim safhasında uygulamaya geçmek çok kolay olmadı. Çeşitli aşamalardan geçerek belli noktaya geldik. Şu anda özellikle kadınları n hoşuna gidebilecek, ürünün görselliğini artıracak çalışmalar yapıyoruz. Çocuk odaları için ayrı, diğer odalar için ayrı modeller olacak. Bebekler için cibinlik tarzında ürünümüz de tasarlanacak. Ürünümüz birkaç ay içinde piyasaya sunulacak. Daha sonra yurt dışına da göndereceğiz."
netgazete

Dünyaya bakışımızın sırrı beynimizde
07.12.2010
Dünyayı nasıl göreceğimizi beynimizdeki bir bölümün büyüklüğü belirliyor.

Yapılan bir araştırmaya göre, dünyayı nasıl gördüğümüz, beynimizdeki küçük bir bölümün büyüklüğüne bağlı.
Etrafımızda gördüklerimizi işlemekle sorumlu olan ve primer görsel korteks adı verilen arkadaki bölgenin, büyüklüğü bireyden bireye değişebiliyor. Bir bireyde bu alanın büyüklüğü bir başka bireyinkinin üç katı kadar olabiliyor.
London College Üniversitesi'nden Doktor Samuel Schwarzkopf, "Çalışmamız bir kişinin beyninin bu bölümünün büyüklüğüne göre görsel çevrelerini nasıl algıladıklarının belirlenebilmesini göstermeye yönelik bir ilk araştırma niteliğinde" diyor.
Araştırmacı ekip, otuz sağlıklı gönüllüye bir dizi optik göz yanılmasamı gösterdi. Bunlar arasında çok iyi bilinen Ebbinghaus ilüzyonu da vardı (Etrafında büyük daireler olan daire diğerine göre daha küçük görünüyor ama aslında aynı büyüklükteler.) Çoğu insan ilk dairenin ikincisine göre daha küçük oludğunu düşünüyor. Bir dizi bu şekilde testin ardından, araştırmacılar her bir gönüllünün ilüzyonları farklı gördüğünü gösterebildi. Sözgelimi, bazıları testlerdeki şekilleri yanılmakla birlikte, farklı büyüklüklerde gördüler. Bazıları ise büyüklük farkı görmekte zorlandı.
Bu sırada yapılan beyin taramalarıyla beyindeki söz konusu bölgenin her bir bireyde değişkenlik gösterdiği ortaya konuldu. Şaşırtıcı bir şekilde, bu bölgenin büyüklüğü ve gönüllülerin algıladığı ilüzyon büyüklüğü arasında güçlü bir bağlantı tespit edildi. Bölge küçük olduğunda, görsel ilüzyon daha belirgin oluyor. Araştırma sonuçları Nature Neuroscience dergibinde yayınlandı.
(YAŞAM / GAZETEPORT)

Müvekkilime Telegramla işkence yapılıyor
20 Aralk 2010

İBDA-C lideri olduğu iddiasıyla gözaltına alınıp müebbet hapis cezasıyla cezalandırılan Salih Mirzabeyoğlu, 12 yıldır cezaevinde yatıyor. 11 yıldır telegram işkencesine maruz kaldığı söylenen Salih Mirzabeyoğlu, şu anda Bolu F Tipi Cezaevi'nde ve 6 yıldır 3 metrekarelik tek kişilik hücrede tutuluyor.

Av. Ali Rıza Yaman, telegramcıların mantığını şöyle anlattı: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış’ düşüncesi zerkedilir. Kendince majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur. İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır.

28 Şubat medyası “Efsanevi örgüt lideri Salih Mirzabeyoğlu, saklandığı örgüt evinde yakalandı” tarzında haberler yaparak kamuoyunu yanlış mecralara yöneltti. Oysa bu haber kökünden yanlıştı. Yalanlanmalıydı. Fakat 28 Şubat medyası, yalanlama yerine, sanki aranıyormuş, sanki kaçıyormuş ve sanki kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir edayla üzerine gitti. İddianamede “Örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber” denilerek lider olduğundan bahsedilip, işkence altında müebbet hapse çarptırıldı.

Kamuoyunun yakından tanıdığı Salih Mirzabeyoğlu’nun durumunu avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk. Müvekkili Mirzabeyoğlu’na ileri teknolojik yöntemler kullanılarak işkence yapıldığını vurgulayan Ali Rıza Yaman, 56 eser sahibi bir ilim ve sanat adamının hukuksuz bir şekilde alı konulduğunu, yapılan işkencelere rağmen Mirzabeyoğlu’nun insanlığa faydalı olacak eserler üretmeye devam ettiğini ifade etti. Mirzabeyoğlu yargılaması ve Ergenekon iddianamesine de giren telegram işkencesine kadar birçok konuyu Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk.


MURAT ALAN’IN RÖPORTAJI

AKİT: Salih Mirzabeyoğlu’nun yaşam koşullarından başlayalım isterseniz?

Av. Ali Rıza Yaman: Salih bey, biliyorsunuz 12 yıldır cezaevindedir. 11 yıldır telegram işkencesine maruzdur. Şu anda Bolu F Tipi Cezaevi’nde, 6 yıldır kaldığı 3 metrekarelik tek kişilik hücresindedir.

AKİT: Kimlerle görüşebiliyor?

Av. Ali Rıza Yaman: Haftada bir gün, iki saat avukatlarıyla.. İki haftada, o da bir saat ve kapalı olmak üzere ailesiyle...

AKİT: Sizin haricinde?

Yaman: Bizim haricimizde, hiç kimseyle görüşemiyor. İdam cezası verildiği ve bu, ağırlaştırılmış müebbete çevrildiği için tam bir tecrit altında.

AKİT: Röportaj öncesi bahsettiğiniz telegram işkencesine geleceğiz... Ondan önce hukuk sürecini kısaca anlatmanızı rica ediyoruz.

Yaman: Hukuk sürecini; “Fikri idam teşebbüsü” olarak özetleyebiliriz. Mirzabeyoğlu Davası’nda hukuk, fikri idam teşebbüsünün bir âleti, bir maşasıdır. Ve ortada sonucu başından belli bir tiyatro vardır. O dönemin İçişleri ve Adalet Bakanı’ndan polisine medyasına kadar herkesin rolü bu tiyatroda bellidir. Tiyatro, Salih Bey’in 29 Aralık 1998’de, saat 14 sularında o gün için ilkokula giden çocuğunu almak üzere gittiği okulun önünde başlıyor... Salih Bey’in yanında eşi ve diğer çocuğu olduğu hâlde, üzerine saldırılıyor. Okulun önünde, eşinin ve çocuklarının yanında ve hiçbir resmî belge gösterilmeksizin... Aynı hukuk tanımaz tavırla, evi ve arabası aranmış, daha sonra da eşiyle birlikte, emniyete götürülmüştür.

ÖRGÜT EVİNDE YAKALANMIŞ ALGISI OLUŞTURULDU

AKİT: Bakın bu hiç bilinmiyor. Sanki örgüt evinde çatışmada yakalanmış gibi bir algı var kamuoyunda.

Yaman: Bilinmiyor, çünkü 28 Şubat medyası tam da belirttiğiniz gibi “Efsanevî örgüt lideri Salih Mirzabeyoğlu, saklandığı örgüt evinde yakalandı” tarzında haberler yapmıştır. Oysa ki, okulun önünde, ailesinin yanında... Salih Bey, o gün için 41 tane eserin altına imza atmış bir fikir adamıdır. Hakkında hiçbir arama, yakalama, tutuklama kararı yoktur. Ama buna rağmen, sanki aranıyormuş, sanki kaçıyormuş ve sanki kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir havayla haber servis edilmiştir... Daha sonrasında; sorgulama aşaması. Bu sorguda, hukuk adına sergilenen tiyatronun ruhunu veren çok ilginç diyaloglar yaşanıyor. Müsaadenizle aktarmak isterim.

AKİT: Buyurun...

Yaman: Sorguda Salih beye; “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!” deniliyor.

AKİT: Çok ilginç...

MADEM BİR ÖRGÜT VAR, SEN DE LİDERİ OLMALISIN!

Yaman: Daha da ilgincini söyleyeyim... Salih Mirzabeyoğlu’na; “Biliyoruz. Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna...” deniliyor. Salih Bey de; “Hiç kimseyle görüşmemişim, talimat vermemişim, bunu siz de biliyor ve söylüyorsunuz. Ben bu durumda illegal bir örgütün nasıl başı olabilirim ki?” diye mukabelede bulunuyor. Aynı polis ısrarla devam ediyor: “Gel sen şunu güzellikle kabul et. Hem biz sana kötülük yapmak istemiyoruz. İsteseydik evinin bahçesine eroini gömer, ‘Eroin yakaladık’ derdik.” Salih Bey bu ‘cazip’ teklifi kabul etmeyip, fikir adamlığından bahsedince; sorgucular 28 Şubat Türkiye’sinde hukukun nasıl işlediğini gösteren fevkalâde bir lâf ediyor: “Aslanım, savcı senin kitaplarını okuyacak değil ya... Buradan önüne ne giderse o.” O kadar ki iddianamede Salih Bey için; “Örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilmemiş olmakla beraber...” ifadesi mevcuttur.

AKİT: Tespit edilemediyse, neye istinaden ceza veriliyor?..

Yaman: Tespit yok, münasip görme var... İBDA-C markasıyla faaliyet gösteren yapılar var. Bunlar hiç kimseden emir ve talimat almadan eylem yapıyor. Vakıa bu. Bu vakıa karşısında iddia makamı; “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensuplarının Kumandan kod adlı sanık İzzet Erdiş’e bağlılığı...” diyor. Ortada hiyerarşik bir ilişki yok. Hiyerarşi olması bir tarafa, tanışıklık yok. Eylem yok. Talimat yok. Fikrî bir yakınlık, bağlılıktır söz konusu olan. O gün için 41 tane eser vermiş bir yazarın fikirlerinin etkisinin olmasından daha tabii ne olabilir? Kaldı ki, tanışıklık da olabilir. Bu bir şey ifade etmez. Ortada hiyerarşi yok, eylem yok, eylem talimatı yok, tanışıklık yok... Buna rağmen ‘olsa olsa budur’ mantığı üzerine bina edilen bir hüküm var. Bu sakat mantıkla verilen karar, idam olmuştur. Özdemir Sabancı’yı öldürdüğü söylenen Fehriye Erdal’ın yaptığı eylemden, yaşamış olsalardı, Engels ve Marks sorumlu tutulup, onlara idam cezası verilebilir mi? Bunu hangi hukuk mantığı kabul eder?

AKİT: Peki bu kadar aleni bir hukuksuzluk nasıl yapılabilir?

Yaman: Bu kadar aleni bir hukuksuzluk, ancak amir-memur ilişkilerine göre belirlenen bir hukuk sisteminde yapılabilir. Hele bu ilişki tarzı, 28 Şubat gibi hukuk haysiyetinin yerlerde süründüğü bir dönemde daha belirgin hâle gelmişse durum daha vahimdir. 28 Şubat sürecinin ruhunu, mantığını en iyi bilenlerin başında gazeteniz ve okuyucuları gelir. Yeri gelmişken belirtelim; tesbih tanesi gibi dizilip, brifing alan ve aldıkları emre göre hareket eden sözde hukukçulara karşı gazetenizin verdiği mücadele; son derece takdire şayandır.

TELEGRAM METODUYLA İŞKENCE

AKİT: Telegram işkencesine gelelim isterseniz.

Yaman: Belirttiğimiz gibi; Salih Mirzabeyoğlu, 12 yıla yakın bir zamandır cezaevindedir, Kartal F Tipi Cezaevi’ne alındığı günden bu yana, yani 2000 yılından beridir de telegram işkencesine maruzdur. Telegram, yani zihin yönlendirme işkencesi; düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla irâdenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. İşkencenin hedefi; insan iradesinin teshir ve zapt altına alınıp, istenildiği gibi yönlendirilmesidir. Hâl bu olunca iç içe bahisler hâlinde telegramın birçok yönü ortaya çıkmaktadır... Burada hedef; insan iradesidir. ‘İnsan iradesi’ni hedef alan bir işkenceyi anlamak, anlamlandırmak, mukavemet etmek, ciddi bir fikrî seviyeye sahip olmayı gerektirir. Telegramın felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs, vs... birçok yönü var...

AKİT: Salih Mirzabeyoğlu’nun şikâyeti nedir?

Yaman: Daha önceden de ifade edildiği gibi; hem Salih Bey’in ve hem de bizim en büyük şikayetimiz bu... Yani meseleye bir psikiyatr edasıyla yaklaşılıp, “Evet, şikayetiniz nedir?” denilmesi. İşkence; “Evet şikayetiniz nedir?” denildiği ânda başlıyor. Bu soru, işkencenin en önemli unsurlarından biri ve hatta bizatihi kendisidir. Telegramı anlamak için belli bazı mevzulara dair malûmat sahibi olmamız gerekir. Bunlardan biri de mantık ilmidir, özellikle de “yeni mantık”... Zira işkence; hâkim ispat mantığı ve sorunu üzerine bina edilmiştir. Hadi ispatlayalım. Ne yapalım? Elektro-manyetik dalgaları elimizle yakalayıp, gösteremeyeceğimize göre... Mevzu zannediyorum anlaşılıyor. Binlerce km. öteden biri sizi cep telefonundan arıyor. Nasıl arıyor, nasıl sesini duyuruyor? Milyarlarca telefonun frekansı niçin ve nasıl karışmıyor? Elektro-manyetik dalgalarla. Peki bu dalgaları eliyle tutup, “işte bu dalgayla konuşuyorum” diyebilen var mı? O zaman? O zaman evvelâ şunu anlayacağız; bu işkenceyi bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlamaya kalkmak işkencenin bizatihi kendisidir.

AKİT: Ergenekon sanığı Ümit Sayın’ın dediği gibi, kendi içinde boğmak, ...

Yaman: Aynen... Telegramcıların mantığı şu: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış’ düşüncesi zerkedilir. Kendince majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur: İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır, kişinin en başta kendisine, daha sonra ailesine ve tedricen çevresine yabancılaşması sağlanır.

DALGALARLA FİZİKİ İŞKENCE

AKİT: Fizikî tezahürleri nedir?

Yaman: İşkence aynı zamanda fizikîdir de. İnsandaki arazın, hastalığın ortaya çıkarılması suretiyle gerçekleşiyor bu saldırılar. Salih Bey’in kendi kendine tespit ettiği bu hâdiseyi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden bir profesöre anlattığımızda Salih Bey’i doğrulamış ve ‘Bir noktaya teksif edilen elektro-manyetik dalgalarla o bölgedeki rahatsızlık azdırılabilir, belli yerler bloke edilebilir’ demiştir. Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifade ve görüntülerden, vurma, yakma, bloke etme, kaşıntı verme şeklinde gerçekleşen fizikî saldırılara kadar işkencenin her türlüsünü yaşayan Salih Mirzabeyoğlu’nun günlerce uyumadığı da oluyor. Uyuyabildiği dönemlerde de fizikî olarak tazyik sürüyor, uyku ile uyanıklık arasında bir hâlle karşılıklı cedelleşme devam ediyor. ‘Deliksiz ve rahat’ bir şekilde 2 saatlik uykunun ardından ‘tamam, bu kadar yeter!’ denilerek yine uyandırılıyor.

ESER ÜRETMEYE DEVAM EDİYOR

AKİT: Bir adliye muhabiri olarak bu mevzuların çokça konuşulduğuna şahid oluyoruz. O konuşmalarda şöyle bir şey de söyleniyor: “Salih Mirzabeyoğlu’na iddia ettiği işkence yapılsaydı, istediklerini yapar, kitap yazdırmazlardı.” Ne diyorsunuz?

Yaman: Bunu biz de duyduk ve bunların konuşulmasını güzel bir gelişme olarak algıladık. Zira “böyle bir şey olur mu canım, nereden çıkartıyorsunuz, hapishane şartlarının etkisiyle söylenen sözler” evresinden, “böyle bir şey yapılmamıştır, yapılsaydı netice alınırdı” evresine gelinmiş demektir. Ki, bunu telegramcıların mağlubiyetini kamufle çabası olarak görmek mümkün. Zira işkencede istenilen neticenin alınamadığının en büyük göstergesi; Salih Mirzabeyoğlu’nun bu süreçte yazdığı 15-16 tane eserdir. Salih bey, bu eserleri için “Telegram Serisi” der. “Yapılmak istenseydi, yapılırdı.” sözündeki yapılan aynı vahim mantık hatasına ayrıca dikkat çekmek isterim.

AKİT: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Av. Ali Rıza Yaman: Mirzabeyoğlu, cezaevine konulduğunda 41 eseri vardı. Çok kısaca ve kabaca anlattığım süreçte her şeye, en başta da telegram işkencesine rağmen 16-17 tane daha eser verdi... Konuşmaya buradan başlayalım: 56-57 tane eserin altında imzası olan bir fikir adamı niçin cezaevindedir? Kim, hangi mantıkla kendisini mahkûm etmiştir? Ve bu haksızlık niçin olması gerektiği şekil ve kadarıyla konuşulmamaktadır?

“VERİRSİN DALGAYI İSA OLUR... ANLATMAYA KALKSA KİMSE İNANMAZ”

AKİT: Ergenekon İddianamesi’nde buna benzer bir ifadeyi hatırlıyorum...

Av. Ali Rıza Yaman: Evet. Zannediyorum Ümit Sayın’ın ifadesiydi. “Verirsin dalgayı, İsa olur, Musa olur... Anlatmaya kalksa, kimse inanmaz.” diyor. 2000’li yılların Türkiyesi’nde bu mevzu konuşulmaya başlandığı vakit, yarım ağız konuşuluyor ve bütün cehd; nasıl ispatlanacağına veriliyordu. Dayatılan ve sahte olan ispat mantığının dışına çıkan herkes hemen fark eder ki; işkenceden gaye de asıl olarak budur. Özetlersek... Elektro-manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi; bildik türden hâkim ve dayatılan ispat mantığıyla ispatlamak pek mümkün değildir. Zira diyalog şöyle gelişecektir: Şikayetin nedir? Derdini anlat... İşte şöyle oluyor, böyle oluyor... İspatlayabilir misin? Psikolojik sıkıntılarından dolayı böyle söylüyor olabilir misin? Malûm hapishane şartları insana sıkıntı verir, psikolojisini bozar... Kişinin dili döner ve meseleyi ifade ederse söylemesi gereken şudur: Bahsettiğim elektrikî dalgaları elimle tutup size gösteremem ya, nasıl bir ispat istiyorsunuz?
YENİ AKİT GAZETESİ

"Hayatınızı yönlendiren insanlar var ve siz bunun farkında değilsiniz!..."



Jorden Maxwell: Çocuklarınızın eğitilmesini istemiyorlar. Çok fazla düşünmenizi istemiyorlar. Bu yüzden ülkemiz ve dünya gün geçtikçe eğlenceyle, medyayla, televizyon programlarıyla, lunaparklarla, dinleriyle, uyuşturucuyla, alkolle, gıdalarla ve futbol maçları gibi aktivitelerin her çeşidiyle dolu hale geldi ve insanların zihinlerini meşgul etmek için canla başla uğraşıyorlar. Yani çok fazla düşünmeniz, önemli insanların işine gelmiyor. Uyanmanız ve anlamanız gerek ki, hayatınızı yönlendiren insanlar var ve siz bunun farkında değilsiniz!...

FELSEFE ZADE



En son Ekim tarafından Pzr Ağu 18, 2013 11:45 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Oca 14, 2011 1:33 am    Mesaj konusu: 'Mind Control' Alıntıyla Cevap Gönder

"Lâfta Türk ve Türkçü, sebeb ve netice hâlinde Yahudi uşağı bir yapılanma!" (*)
Salih Mirzabeyoğlu



- "Devlet için, devlete rağmen... T.C.’nin İsrail’le yakınlaşmasını da hatırlatarak belirtelim ki, yahudi mistisizmi ve okültizmi içinde şekillenen ve “rejimi ne olursa olsun, aslolan devlettir; İsrail devleti sonsuza kadar yaşayacaktır ve bunun için gereken herşey yapılır!” diyen yapılanmanın bir aplikesi olan sözkonusu odaklar, işbirliği hususunda da onlarla son derece içiçedir; “terörle mücadelede işbirliği” adı altında, İsrail’de eğitildiler ki, işin bu kısmı zaten resmîdir. Bu hususu bilhassa, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden sonra terfien yükseldiği basamaklar ve nihayet DYP’nin İçişleri Bakanlığı’nı yapan M.A, işin içinde olarak pek iyi bilir. “Bütün insanlar, yahudilere hizmet için yaratılmıştır!” dinî anlayışı yerine, “bütün insanlar, Türk’ten geldi, Türkler de Atatürk’ten; bütün insanlar hâkimiyetimize girecek!” anlayışı; bahsettiğimiz rastgele katıştırmalardan meydana gelmiş alt yapı aşuresinde, yahudî okültizmi yanında, alevî mistisizmi ve “alevden alevî” dedikleri zerdüşt motifler ve Orta Asya Şaman unsurlar esaslı bir yer tutarken, iflâh olmaz bir İslâm düşmanlığı asıldır. Lâfta Türk ve Türkçü, sebeb ve netice hâlinde Yahudi uşağı bir yapılanma!"

* Salih Mirzabeyoğlu, Telegram -Zihin Kontrolü-, İBDA Yayınları, İstanbul 2003, s. 24-25. (Başlık metnin içinden tarafımızca seçilmiştir.)

Zihin Kontrol Operasyonu: Telegram
Afşin Selim
Salı, 21 Aralık 2010

Bilinçaltına hükmediş bahsine dâir öncelikle modern zamanların kitle iletişim araçları dikkate alınmalı diye düşünüyorum. Kitle, kitle iletişim araçlarının içinde saklı çünkü... İmha! İnsanoğlu bir zamanlar hayâl bile edemeyeceği imkânlara sahip artık. Günümüz insanı için vazgeçilmezleşen teknoloji, hayatımızı kolaylaştırıyor kolaylaştırmasına da… Durum yalnızca bundan mı ibaret?

Hızla ilerlediği dillendirilen –hattâ hızına yetişilemeyen- teknoloji, her defasında insanlığın yararına olmasa gerek…

İnsan öyle ya da böyle yaşamaya teşebbüs eden bir varlık… Pekiyi, her koyun kendi bacağından mı asılmakta? Her koyun kendi bacağından asılmakta, fakat etrafı kokuttuğu için, herkesi rahatsız etmekte…

***

Telegram, Vikipedi adlı sanal sözlüğün tanımlandırışına göre: Beynin belirli bölgelerine nokta vuruşları yapılarak gerçekleştiriliyor. Dünyada pek çok mağduru var, fakat kanıtlanması güç olduğu için psikiyatrik vaka olarak değerlendirmekte… Esrarengiz değil mi, iç gıdıklandırıcı, lanetli!

İnsan beyninin uzaktan kumandası, yönetilmesi ve yönlendirilmesi, ya mümkünse?

Bir nevî hükümsüzleşme bu; mankurtlaşma, yokoluş…

İleri teknoloji sayesinde dünyanın egemen güçleri ve istihbarat servisleri tarafından insan zihnine yönelik kontrol operasyonlarının yapılabilme ihtimali gözardı edilmemeli… “Teknik” bir mesele, o yüzden şüphelendirici. Mutlaka vardır, uygulanıyordur demiyorum, ama dediğim gibi gözardı edilmemeli…

Yazar Ömer Özkaya anlatıyor: “Amerika’nın Zihin Kontrol Operasyonları deneylerinin en önemli merkezlerinden birisi Guantanamo’dadır. ABD, 11 Eylül yalanıyla işgal ettiği Afganistan’da tam bir cennet buldu. 44 değişik milletten yaklaşık 800 savaşçı, buradan alınarak Guantanamo’ya getirildi. Bu tutsaklar üzerinde halen Irklara Göre Davranış Çözme Deneyleri yapılmaktadır.”

Buraya dikkat şimdi: 16 Temmuz 1977 tarihli New York Times Gazetesi’nde yayımlanan bir haberin başlığı şu: “ABD, insanlığı esir edebilecek görünmez silahlar geliştiriyor.”

Beyin; insan denilen varlığın en tesirli, en önemli, en etkili organlarından biriyken… İlgisiz kalınabilir mi?

Gelgelelim günümüzde, insan zihninin, farklı kanallardan kontrol altına alınabilmesi mümkün gözüküyor açıkçası. “Dijital terörizm” diyorlar ya hani adına…

Meselâ, kişilere suikast yaptırabilme gücünün, gizli servislerin üzerinde çalıştığı bir mesele olduğunu, cinleri dahi kullanabildiklerini işitmişsinizdir muhtemelen?

Hasan Sabbah’ın Haşhaşilerinden bu yana çok şey değişti, malûm! Hatırlayalım: 1090 yılında, Alamut Kalesi’ni alan Hasan Sabbah’ın ve tarikatının hedefi, Selçuklu Devleti’ni hırpalamaktı… Haşhaşın etkin maddesi eroinle keyif duygusuna ve cennet inancına şartlandırılan müritler, Hasan Sabbah’a itaat ederlerse hep böyle yaşayacaklarına inandırılıyorlardı. Böylece intihar saldırılarını zevkle yapıyorlardı falan…

Teknoloji, art niyetli kişilerin elinde insanlık dışı bir canavara da dönüşebilmekte! “İnsanın zihnî yetilerini bozmayı, yok etmeyi, değiştirmeyi hedefleyen sorgulama prosedürü ahlâki suçtur” deniliyor, Dünya Af Örgütü’nün 1992 yılında neşrettiği raporda…

İçeriği itibariyle Telegram; pek tabii ki bedenen, zihnen, ruhen rahatsızlandırıyor kişiyi… Yoruyor. Halisünasyonlar, insan sesleri, hafıza kaybı, davranış bozuklukları, şiddetli kalp çarpıntısı, çınlayan kulaklar, bacaklarda ağrı… olağanüstü psikolojik değişimler! Kişinin üzerine düşüveren ağırlık…

Peki ya Bolu F Tipi Cezaevi’nde neler oluyor?

28 Şubat sürecinden itibaren cezaevinde tutulan Salih Mirzabeyoğlu, Bolu’daki tek kişilik hücresinde, Telegram işkencesine maruz kaldığını belirtiyor. Elektromanyetik sinyallerle yerli işbirlikçi bir çete(?) kullanılarak uygulanan bu işkence metodunun; zihin kontrol maksadı güttüğünü de… Fakat evveliyatı Bolu’dan ibaret değil. 11 yıllık bir süreç... Fikirlerini beğenirsiniz yahut beğenmezsiniz, hâdise çerçevesinde bir kitap dahi yazmış durumda kendisi: “Türkiye’de pratiği -teorisi de!- benimle meşhur” diyor.

Gerçekten de böyle iğrenç bir işkenceye maruz kalıyor mu, ister istemez işkilleniyor insan: Kim, ne adına, niçin uyguluyor?

Hukuk ve vicdan gözeten herkesin rahatsız olabileceği bir durum elbette…
http://www.haberiniz.com/

13.1.11
Selçuk Salih Caydi
'Mind Control' ve kötücül güçlerin Amerikan gizli operasyonlarında kullanıldığı spekülasyonu

Şimdi yukarıdaki başlığı okuyup, "bu da ne böyle" derseniz size hak veririm.
Aynı reaksiyonu ben de gösterdim ve konuyu buraya yazıp yazmamak konusunda derin bir muhasebe yapıp, yazmam gerektiğini anladım.
Bu, büyük bir bölümünü sansürlemeye çalışarak anlatmaya çalışacağım bir cehennem vizyonu.
Araştırıp okuyup düşündükten sonra, insanın zebanilerden bile daha aşağılık bir yaratık olabileceğini görüp, iğrendim. Sırf gizli servislerin en aşağılık operasyonlarını yaptırmak için köleleştirilen insanların, o halde kalabilmeleri için yaşadıkları sistematik taravma, sözlerle anlatılamayacak kadar korkunç. Bunları bir korku romanı olarak okumak bile insanı allak bullak ederken, gizli bir eski Amerikan projesiyle ilgili olduğu "gerçeği", herşeye rağmen, konuyu paylaşmayı zorunlu kılıyor.
Neden?!..
Tamamını okuyamadığım ve okuduklarımı unutmak için de yarın bana özel bir gün geçirmeyi düşündüren ilk kaynak, bu projede yer almış biri. İkincisi, aynı projede hayatta kalmayı başarmış bir kadın. Anlattıkları konunun "gerçek"liğini tırnak içine alıyorum, çünkü gizli servislere ve onlarla ilgili bilgilere/kitaplara falan asla tam anlamıyla güvenilemez.
Konu, ABD'nin 1947 yılında başlattığı ve insan bilincini yönlendirmeyi hedefleyen bir gizli projesiyle ilgili.
İnsan psikolojisiyle ilgilenen bir uzman, sadece bir araştırma sandığı projeye dahil oluyor ve proje dahilinde bir yerden sonra, teorinin pratiğe geçirildiğini ve bu yöntemle, Amerikan gizli servisleri için çalışan köleler programlandığını anlıyor. Ama hemen içinden çıkamıyor olayın ve orada ruhu mahvolmuş bir köle kadını ve onun köleştirilmiş kızını kurtarmaya çalışıyor. Bunda kısmen başarılı olduğu anlaşılıyor (-tabii bunlar spekülasyon veya külliyen yalan da olabilir.)
Şimdi, 'Neden?!' sorusuna gelelim.
Konuya dikkat çekiyoruz, çünkü, aleni kötücüllüğün, tüm eski şeytani pratikleri nasıl kullandığını ve bu işleme dini/inancı da nasıl alet edebildiğini detaylarıyla gösteriyor.
Devletler ve firmalar için anlık informasyonların ve müdahalelerin ne kadar önemli olduğu bilincinden hareketle, en olmadık işleri yapıp sonra unutan insanlar programlıyorlar.
Bu yazının asıl nedeni, insanları nasıl programladıkları, nasıl bir kukla haline getirdikler pratiği...
İşte bunu buraya yazmayacağım, yalnız şukadarını söylemekle yetineyim:
İnsanlara fiziki ve ruhsal öyle travmalar yaşatıyorlar ki, insanlarda bir tür kişilik bölünmesi ortaya çıkıyor. Yani o korkunç ruhsal işkenceleri hatırlamamak için, insanlar o anları kafalarından siliyorlar. bunu da telkin yoluyla yapıyorlar. Yöntem, uykuda hipnoz mesela. Travmalarda, araştırıp buldukları eski şeytani ritüelleri kullanıyorlar.
Proje, doğanın bir kanunu olarak tam anlamıyla gizli kalamıyor ve biryerlerden dışarı sızıyor. 1971'de proje hakkında New York Times'de uzun bir yazı yayımlanıyor. Yazıda, Amerikan kongresine gizli servis tarafından sunulan ve şeytani ritüellerin insan doğasındaki/ruhundaki etki-tepki prensibini incelemek için izin istendiği ve bu izni aldığı anlatılıyor. Amerikan gizli servisinin tesbit ettiği üzere, bu "pratikler", insanı en çok etkileyebilen yöntemler diye değerlendiriliyor. Sistematik özel bir psikolojik işkence altında tutulan kurbanların köleleştirilebilmeleri için inançlı insanlar olmaları, anne olmaları, yani yüksek değerlere bağlı insanlar olmalarına dikkat ediliyor. Bunların ruhsal özgürlükleri tamamen yok ediliyor ve kişiler, bu zebanilere bilmeden "teslim" oluyorlar. Uykuda telkinle, rüyalarına bile karışılıyor. Cematlere kapılanmış inançlı insanların, yeni bir rafine manipülasyon türü kullanılarak köleleştirmeye en yatkın "insan malzemesi"ni oluşturması, konunun en acı yanını oluşturuyor.
Araştırmanın kendi kendine vardığı sonuç, kendi felaketinden yola çıkarak, kitlelerin de çeşitli travmalarla benzeri yöntemler kullanılarak köleleştirilebilecekleri ihtimali...
Bu konuda tecrübe biriktirmiş birilerinin Bütün bu insanlık ötesi olasılıklardan -belki spekülasyonlardan- peşinen özgür olmanın en kesin garantisi, gene özgürlük, özgürlük, özgürlük.
(..)

http://konstantiniye.blogspot.com/2011/01/mind-control-ve-kotucul-guclerin.html

Sevil Kuzu
'Televizyon; Öldüren Eğlence'
18 Ocak 2011



‘Söz’ sahibi artık televizyon mu?

“Gözümüzü 1984’e dikmiştik. O yıl gelip de kehanet gerçekleşmeyince sağduyu sahibi Amerikalılar kendilerine usul usul övgüler düzdüler” (Önsözden)

George Orwell, o yıllarda farklı öngörülere sahipti. 1984’ü yazdı ve bu kitabı daha sonra filme uyarlandı. Kitleler arasında geniş yankı uyandıran fikirlerinin temelinde şu cümle yatıyordu: Büyük birader bizi izliyor. Orwell, gün gelip, özerkliğimizden yoksun kalacağımızdan korkuyordu.

Dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceğine, kitapların yasaklanacağına ve enformasyonsuz kalacağımıza inanan Orwell’ın kehanetlerinin gerçekleşmediğine inanıp, derin bir oh çekilmesine müsaade etmeyecek, tehlike çanlarını tekrar tekrar çaldıracak bir öngörü daha var. Aslında sözlü kültürden yazılı kültüre, basılı yayınlardan televizyon yayınlarına geçimizdeki süreç, bu öngörüyü zaten doğruluyordu ama bir tarafı eksikti. O da, tehlikenin farkında olmadığımızdan kaynaklanıyordu. Aldous Huxley, aynı dönemde farklı bir tehlikeden bahsetmişti. Huxley’nin korkusu artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağına yönelikti. Kitapların hala baş tacı edildiği söylenebilir, tabii ki öyle. Ancak kimse televizyonun algılarımız üzerindeki etkisini yadsıyamaz. Bu yüzden Huxley’in, ‘bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceği’ düşüncesinden yola çıkarak Televizyon Öldüren Eğlence kitabını yazan Neil Postman’a minnettar olmalıyız. Postman, televizyon metaforunun bizde farkındalık yaratması için hayli araştırma yapmış, yazdığı diğer kitaplarda da önemli uyarılar var. Tüm bu çalışmalarının bir sonucu olarak, görsel çağa geçtiğimiz bu yüzyılda televizyonun bizi nasıl içten içe etkilediğini örnekleriyle ispatlıyor.

“Bir kültür sözlü iletişimden yazıya, basılı yayınlardan televizyon yayınlarına kaydıkça, hakikatle ilgili fikirleri de değişir”

Sözlü kültür, alfabe ve matbaa icat edilmeden önce toplumlarda hâkim bir kültürdü. ‘Söylemek inanmaktır’ düsturundan hareketle hakikatlerin hakikat olarak kaldığı bu zamanda sanırım ‘Söz uçar yazı kalır’ diye bir cümle dile getirilseydi, bu kulağa biraz tuhaf gelecekti. Çünkü o dönemlerde söze o kadar riayet ediliyordu ki, adalet atasözleri ve deyişlerle sağlanıyordu. Batı Afrika kabilelerinde bir anlaşmazlık çıktığı zaman sorunu olanlar kabile şefinin huzuruna gelip dertlerini anlatır, kabile şefi ise yazılı bir hukuk bulunmadığından belleğindeki atasözleri ve deyişlerden duruma en uygun olanına göre hareket eder ve adaleti böylelikle sağlamış olurdu. Batı Afrika kabilelerinin uyguladığı bilinen bu adalet sistemini, kendi görüşlerine-medyanın epistemolojilerimize olan etkisine- bir temel oluşturması için sunan Postman, aslında ‘söz’ün ne kadar değerli olduğuna işaret ediyor. Postman, bir yargıcın “Hata yapmak insana, bağışlamak Tanrı’ya özgüdür” diyerek bir davayı karara bağlamasının gülünç olacağını sözlerine ekleyecek kadar dürüst ancak bu yazılı kültürü temize çıkarmaya yetmeyecektir.

Artık Görmek İnanmaktır

Matbaanın icadı ve sonrasında telgrafın kullanılması ve bundan sonraki süreçte de görsel çağın başlaması televizyon kültürüyle birlikte başka bir dünyaya kapı araladı. Yorumlama çağı kapandı, yerini görsel çağa, ‘düşünme’ eylemini sonlandıran görüntülerin konuştuğu bir çağa bıraktı. Artık söylemek, okumak değildi inandırıcı olan, ancak gördüğümüzde inanacaktık. Daha doğrusu gösterilene… Yazının algıda devrim oluşturacağını Platon daha kendi yaşadığı zamanda fark etmişti. Platon’un kitapta yer alan Yedinci Mektubu’ndaki şu sözleri dilden yararlanma organı olarak kulaktan göze doğru bir kaymayı temsil eden bu devrimi haber veriyor: “Hiçbir zeki adam kendi felsefi görüşlerini dille, özellikle değişmez nitelikli dille ifade etme riskine girmez; buna yazılı harflere dökülenler de dâhildir” Platon’a Marx da görüşleriyle destek veriyor aslında. Marx, buna çok benzer bir fikri sözlü kültürün yazılı kültüre dönüşmesini sağlayan matbaanın icadı sonrasında beyan ediyor: Baskı makinelerinin olduğu bir çağda İlyada mümkün müdür? Postman ise, Marx ve Platon’un görüşlerine paralel olarak önemli bir itirafta bulunuyor. Medya değişiminin hiçbir zaman bir dengeyle sonuçlanmayacağını, her yeni düşünme teknolojisinin yenisinden yararlanmak üzere eskisinden vazgeçmeye gerek duyacağının zaten bilindiğini söylüyor.

Bu itiraf bizler için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Postman’ın bahsettiği gibi biz zaten kârsız bir değiş-tokuş gerçekleştirildiğinin farkındayız. Çünkü, fotoğrafların, görüntünün konuşmaktan daha çok anlam ifade ettiği, hakikatlerin aslında görünenin altında ezildiği apaçık ortada. Bir teknoloji olarak televizyondan değil, bizi kumanda eden bir ‘araç’tan bahsederken algılarımızın değiştiğini, kamusal söylemin yönlendirildiğini biliyorsak, Postman’ın görüşleri ya da bu kitap ne işimize yarar?

“Eğlence, televizyondaki her türlü söylemin üst-ideolojisidir”

Postman, televizyonun eğlendirici olduğunu söylemek gibi sıradan bir ifadenin hakkında kitap yazmaya değecek bir saptama olmadığını ifade ederken aslında bizi başka bir sorunla yüzleştiriyor. Onun itirazı televizyon programlarının sadece eğlenceyi vaat etmesi:“Televizyondaki saçma sapan programlara hiçbir itirazım yok. Kaldı ki bence televizyondaki en iyi şeyler bu saçma sapan programlardır. Çünkü hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi ciddi olarak tehdit etmezler.”

Televizyondaki gereksiz, ahlaki değerleri yozlaştıran programlar tartışılırken, kimse bir haber programının müzik eşliğiyle kapatılmasının nedenini sorgulamadı. Haber programlarının ve dini programların sunuluşunda aslında bilginin bir eğlence metasına dönüştüğünü kim tahmin edebilirdi ki! Görsel çağın izin verdiği kadarıyla düşünüldüğünde, haberlerin veriliş biçimi ve buradaki süreksizlik, görüntülerin hızla akması bizleri eğlenceye uygun bir ruh haline büründürüyor. Dahası dini programlarda da maalesef aynı sunuş biçimi karşımıza çıkıyor. Bu programlardan önce ya da sonra yayınlanan reklamlar, dizi ve film tanıtımları aralıksız bir eğlence vaat ediyor.

Yani sorun, televizyonun bize eğlendirici temalar sunması değil, bütün temaların eğlence olarak sunulması. Asıl tehlike, ciddi programların ciddiyetsizce verdiği bilgilerin eğlence unsuruna dönüşmesiyken, belki tutunacak tek bir dal olarak Susam Sokağı’nı hatırlıyor olabilirsiniz. Ancak, televizyonun bizi, eğitim aracı bile olamayacak kadar çok ‘eğlendirdiğini’ düşünürsek, Susam Sokağı’nın da o kadar masum olmadığının üzülerek de olsa farkına varacağız.

Fakat Postman’ın görüntüden yola çıkarak öne sürdüğü görüşlerine sinemayı katmaması çok düşündürücü. Evet, Hollywood sineması da pek bir şey vaat etmiyor ama mesaj kaygısı taşımadan hakikatin olduğu gibi sinemaya aktarılmasına yönelik yapılan ve yapılacak olan filmler bizim için tek umut kaynağı olabilir.

Son olarak Postman, televizyonun hakikati eğlenceye bulayarak göstermesini anlatırken çıkış noktası olarak hep Amerikan toplumunu seçmiş ve şu kanaate varmıştır: “Amerikalılar Batı dünyasında en iyi eğlenen ve en az bilgili halktır” Bu örneklerin, hakikatin ifade edilmesinde Postman için sadece bir destek işlevi gördüğünü düşünsek de, bu sürecin gelişimine ve işleyişine kafa yorarken, süreçteki konumu açısından Amerika’yı yabana atmamalıyız
okudumyazdim.net

"BENİM İŞİM İNSANLARIN BEYİNLERİYLE OYNAMAK"

ABD'li generalden Kongreye psikolojik savaş!
26 Şubat 2011
Afganistan'a daha fazla asker gönderilmesini isteyen Amerikalı general, psikolojik savaş yöntemlerini kongre üyeleri üzerinde kullanmış

Amerika Birleşik Devletleri, ülkede "Afganistan'daki komutanlar bu kadar mı çaresiz" sorusuna neden olan yeni bir skandal iddiayı tartışıyor.
Afganistan'daki Amerikalı komutanların, daha fazla asker gönderilmesi ve savaş bütçesinin artırılması için, askerleri ziyaret eden Kongre üyelerine psikolojik baskı yaptığı ileri sürülüyor.

Rolling Stone dergisinde yayınlanan iddiaya göre, Afganistan'daki psikolojik savaş uzmanlarından, "mesleki becerilerini kullanarak", ziyaretçi Kongre üyelerini etkilemeleri istendi.

Emri, savaş bütçesinin artırılması ve Afganistan'a daha fazla asker gönderilmesini isteyen Orgeneral William Caldwell'in verdiği ileri sürüldü. Yine iddiaya göre Caldwell, görüşlerini kabul ettirmek için, psikolojik savaş uzmanlarının senatörler hakkında hazırladığı kişisel bilgilerden de yararlandı.

YABANCILAR DA NASİBİNİ ALDI

Psikolojik kampanyaya hedef olan Kongre üyeleri arasında Senatör John McCain, Joe Liebarman, Jack Reed, Al Franken ve Carl Levin ile ABD Genelkurmay Başkanı Mark Mullen, Almanya İçişleri Bakanı ve Çekoslovakya'nın Kabil Büyükelçisi de bulunuyor.

Kongre'nin askeri ilişkiler komisyonu başkanlığını yürüten Reed ve Levin, baskılardan etkilendikleri iddialarını reddetti.

Pentagon sözcüsü David Lapan, Afganistan'daki Amerikan kuvvetlerinin komutanı Orgeneral David Petraeus'un, iddialarla ilgili olarak soruşturma açma emri verdiğini bildirdi. Savunma Bakanlığı sözcüsü, komutanların senatörlerle toplantısına psikolojik savaş uzmanı subayların da katılmasının "olağandışı olmadığını" da savundu.

"BENİM İŞİM İNSANLARIN BEYİNLERİYLE OYNAMAK"

Haberlere göre, psikolojik baskı konusunda üstlerine çekincelerini bildiren bir yüzbaşı hakkında, göreviyle ilişkisiz nedenlerle disiplin soruşturması açılarak üzerlerinde baskı kurulmaya çalışıldı.

Rolling Stone dergisine konuşan ve Kongre üyelerine yönelik psikolojik baskı yöntemleri uygulanması istenen isimlerden biri olan Michael Holmes, "benim işim insanların beyinleriyle oynayarak, düşmanlarımın nasıl davranmasını istiyorsam öyle davranmalarını sağlamak. Bunu kendi insanlarıma yapmam yasak. Bu becerileri Kongre üyelerine ya da Senatörlere karşı kullanmamı istediğinizde çizgiyi geçersiniz" dedi.

Kovulması için kampanya başlatılan General Caldwell ise dergide yer alan tüm iddiaları reddetti.
Dünya Bülteni

İÇ VESAYETE İTİRAZ İÇİN DIŞ VESAYETİN BEŞİNCİ KOLU MU OLMAK LAZIM?
Kenan Çamurcu
23 Mart 2011

12 Haziran seçimlerine giderken en ilginç siyasi gerilimin AK Parti ile diğer siyasi partiler arasında değil, bugüne kadar iktidara destek vermenin karşılığında devlet aygıtında derinlemesine örgütlenmiş muhafazakar kesimler ve liberal batıcılar ile AK Parti lideri arasında yaşandığı bilgisine atıfta bulunmanın stratejik anlamı var.

Çünkü bazı muhafazakar kesimler ve liberal batıcılar, seçimlere giderken AK Parti'nin aday listelerinin düzenlenmesinden Erdoğan'ın siyasi üslubuna, Türkiye'nin bölgesel tutumundan batı ve İsrail'le ilişkilere kadar bir dizi konuda etkili olmak, AK Parti'ye nüfuz etmek ve Erdoğan'ı tasarrufları altına almak için her yolu deniyor. Bu kesimler, devasa AK Parti iktidarının azmanlaşmış biçimde yeniden iktidar olmasını, bu büyüklükteki iktidarı diledikleri gibi kullanma şartına bağlı olarak istiyor ve Erdoğan'ın sadece görünür oyuncu olmaya boyun eğmesini bekliyor. Wikileaks Türkiye belgelerinin Washington-Brüksel ekseninin yayın organında tam da seçimin arefesinde yayınlanmaya başlamasına Erdoğan'ın yakın çevresindeki gazetecilerin tepki vermesi bu nedenle anlamlıdır, önemlidir. Gerçekten de Wikileaks Türkiye belgelerinin yayınlandığı mecranın ve bazı muhafazakar kesimlerin AK Parti liderine yönelik tepkisi fazlasıyla aleni, hedef göstererek ve ısrarlıdır.

Erdoğan'ın iç dinamiklerle yeni bir oyun kurma ihtimalini açık ettiği ve milli refleksin gereklerine tabi olacağına dair emareler vermeye başladığı (ya da en azından Haziran seçimlerini bu şekilde geçirmeye niyetlendiğinin hissedildiği) an Washington-Brüksel ekseninin liberal batıcı ve muhafazakar kanatlarının bu yeni duruma karşı adeta şahlanmasının kitaptaki tek tanımı beşinci kol faaliyetidir!

Mevcut durumu bir cümlede özetlemek gerekirse, liberal batıcı kesim Erdoğan'ın görkemli iktidarını ancak AB(D) vesayetinde iş gördüğü müddetçe kutlamakta; muhafazakarlar da iç vesayete itiraz için dış vesayetin hegemonisinde uzantı olmayı, yani beşinci kol faaliyetini normalleştirmekte, makulleştirmekte, makbul ve meşru bir davranış gibi göstermektedirler. Konu Sovyetler Birliği döneminde Moskova'yı eksen alan sosyalist hareket olduğunda veya Türkiye'nin istiklal harbi yıllarında mandater yönetim tartışmaları bahsi açıldığında rahatlıkla “ihanet”ten sözedebilen muhafazakarların Washington-Brüksel vesayetine (mandaterliğine) övgüler düzmesi, bu vesayete kayıtsız şartsız teslim olmayı Erdoğan'a dayatması ve AK Parti'nin bu vesayeti ideoloji olarak benimsemesini özendirmesi hayli manidardır.

Türkiye'deki temel meselenin (askeri/ideolojik) vesayet olduğunu düşünüp buna karşı mücadele kampanyaları açanlar, sıra Washington-Brüksel ekseninin vesayetine (mandaterliğine) geldiğinde sarsılmaz itikatla bağlılık yeminleri ediyor ve iktidarın bu vesayete bağlı kalması için akla hayale gelmeyecek baskılara başvurabiliyorlar.

Nitekim Gülen Hareketi'nin medyasındaki bir yazara göre (H. Gülerce) “liberal, demokrat, muhafazakâr kesimlerden oluşan geniş bir kesim”, Başbakan Erdoğan'ın AB'nin Türkiye'ye yönelik aşağılayıcı üslubundan huzursuzluk duyarak “ne halleri varsa görsünler” noktasına gelmesinden son derece rahatsızdır. Bu kesimler, “Avrupa Birliği'nin, demokratikleşmeye, demokratik laikliğe verdiği desteği hatırlatarak, [iç] vesayetin tuzağına düşme ihtimalinden kaygı duyuyorlar. AB yolundaki kırılmanın, Ergenekon'a en büyük kozu vereceğini düşünüyorlar.” Bütün bunların olmaması için de Washington-Brüksel vesayetinin kesin egemenliğinin tesis edilmesi gerekiyor haliyle!

Erdoğan'ın dinî hayatın kısıtlarından müşteki olanları yoksayması da liberal batıcıların ve bazı muhafazakarların beklentileri arasındadır. “Şeriat tehlikesi”den sözedenlere koz vermemek için mücadele “evrensel standartlar” üzerinden yürütülmeli, yani “yerel” dindarlığa dair durumlar ve sorunlar ertelenmeli, ötelenmeli, geciktirilmeli, oyalanmalı, hatta yok sayılmalıdır. Çünkü Washington-Brüksel vesayetinin iç vesayete karşı mücadeleye vereceği desteğin temel koşulu, “yerel” dindarlığın, meşruiyet çemberinin dışına itilmesidir. Ama “evrensel (ekümenik)” dindarlığın en küçük sorunu bile Washington-Brüksel vesayetinin ajandasındaki listenin en başında yeralabilir. “Evrensel (ekümenik)” dindarlık “evrensel standartlar” cümlesinden olarak etkili koruma ve kollamanın konusu olurken “yerel” dindarlık yeni sömürgeciliğin görmek istemediği gerçekliktir. Liberal batıcıların ve bazı muhafazakar kesimlerin, “evrensel standartlar” namına itaat ve bağlılık çağrısı yaptığı dış vesayet bundan ibarettir.

Evrensel standartlar, batı dünyasının kendisi dışındaki kültürlere dayattığı standartlardan başkası değilken yüzeysel, cahil muhafazakar aklın yaşadığı hipnoz veya narkoz halini, sömürgeciliğin altın çağında sömürgelerdeki sömürgeleşmiş zihinler ile metropol ülke arasındaki ilişkiyi tasvir eden Sartre'ın karikatürüyle açıklamak gerekir: Metropoldeki entelektüeller “insan hakları” diye bağırdığında, bu haykırış, “evrensel standartlar”a meftun sömürgelerdeki sömürgeleşmiş zihinlerde yankılanır: “-ları, -ları, -ları”!

2011 Haziran'ındaki genel seçimlerin gerçek ve asıl rekabet zemini, iç vesayetten kurtulmayı amaç gösteren aklın dış vesayetin beşinci kolu olmayı politik kimlik olarak iktidar yapmak istemesi ile iç vesayete itiraz ve isyanı dış vesayete itiraz ve isyandan ayırmayan yerli, milli ve otoktan dinamiklerin hattı ve sathı müdafaa çabasıdır.

Kaynak: http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=187

GATA'da "Kobay Mehmetçik" İddiası

"Mehmetçiği kobay yaptılar" iddiaları üzerine Genelkurmay ve Sağlık Bakanlığı birer açıklama yaptı.

29.03.2011

Bazı basın yayın organlarında çıkan "Mehmetçiği kobay yaptılar" iddiası bir anda gündeme oturdu.
Yapılan haberlerde Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde çalışan 6 doktorun 20 eri tanı koyma safhasında emir komuta zinciri içinde kullandığı öne sürülüyordu.

İddialara göre Nöroloji Ana Bilim Dalı’nda görev yapan doktorlar, erleri denek olarak kullandı, üstelik bunun için izin alınmadı.

Bilimsel bir çalışma için "kobay" olarak kullanılan erlerin beyinlerine yüksek elektro-manyetik alan uygulandığı öne sürüldü.

Basın-yayın organlarında yer alan görüntülerde, askerlerin manyetik etki sonucu kaskatı kesildiği, hatta bazılarının ismini söyleyemediği görülüyor.

Uygulanan elektroşokun tıp literatüründe yeri olmadığı ileri sürülüyor. Ayrıca çalışmanın ciddi sara nöbetleri ve ölümlere yol açabileceği de iddia ediliyor.

Uzmanlar, bu tür tehlikeli deneylerin, deney hayvanlarında bile yapılması izin gerektirirken askerler üzerinde yapılmasının kabul edilemez olduğunu vurguluyor.

Genelkurmay’dan Açıklama
İşte tüm bu iddialar üzerine Genelkurmay’dan bir açıklama geldi.

Bu çalışma için GATA Etik Kurulu’ndan onay alındığı vurgulandı, hastaların da yazılı olarak izninin bulunduğu belirtildi.

Açıklamada şöyle denildi:

"Çalışma esnasında hastalara zararlı olabilecek herhangi bir uygulama, girişim yapılmamış ve ilaç verilmemiştir. Yapılan, paroksismal kinesijenik diskinezli hastalarda transkallozal geçiş zamanının araştırılmasıdır. Ayrıca iddia edildiği gibi uygulama sırasında hasta ağrı ve acı duymamakta, sadece uyarımla hastada bir sıçrama oluşmaktadır."

Sağlık Bakanlığı Bilgi İstedi
Konuyla ilgili bir açıklama da Sağlık Bakanlığı yaptı.

"Bakanlığımızdan alınmış bir izin ya da izin başvurusu bulunmamaktadır"denilen açıklamada; mevzuata göre bu tür klinik araştırmalar için Sağlık Bakanlığı’ndan izin alınması gerektiğine dikkat çekildi, GATA Komutanlığı’ndan bilgi istendiği belirtildi. TRT

"Kobay Asker" Olayında GATAKULLİ Var
31 Mart 2011

Ülkenin gündemine bomba gibi düşen 'kobay mehmetçik' görüntülerin GATA'yı köşeye sıkıştırdı. Kurum, askerleri önce kobay olarak kullanıp, kurul iznini sonradan almış.
Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Nöroloji Anabilim Dalı'nda görevli 6 doktorun, hareket bozukluğu hastası 20 Mehmetçik'i kobay olarak kullanması Türkiye'nin gündemini sarsmaya devam ediyor.

Askerlerin denek olarak kullanıldığı araştırmanın GATA Bilimsel Araştırmalar Etik Kurulu'nun izni ve kobayların rızası doğrultusunda yapıldığı iddia edilmişti. Edinilen bilgilere göre, GATA Nöroloji Anabilim Dalı'nda yapıldığı öğrenilen klinik ve laboratuvar araştırması 2007-2008 yılları arasında gerçekleşti. Kurul izninin ise bu çalışmanın uluslararası sempozyumun da sunumu yapılabilmesi için 2009'da alındığı ortaya çıktı.

2009 yılında GATA Etik Kurulu'na yapılan müracaatta 20 denek üzerinde çalışma yapılacağı belirtildiği fakat bunların kim olduğu yönünde bilgi verilmediği ileri sürülüyor. Deneklerin isim bilgileri verilmeden araştırmaya izin verilemeyeceği, bu nedenle iznin geçersiz olduğu ve yapılacak çalışmanın yok hükmünde sayılacağı iddia ediliyor. Uluslararası Helsinki bildirgesinde de kısıtlı olarak tanımlanan "erler, erbaşlar ve mahkûmlar" üzerinden klinik araştırmalar yapılamayacağı belirtiliyor.

Kobay olarak kullanıldığı iddia edilen askerlerin rızasının alınmadığı da iddialar arasında. Askerlerin araştırmaya katıldıkları yönündeki onay belgesinin içeriğinde, "tedavi için yapılan işlemleri kabul ediyorum" cümlesi yer alıyor. Ancak bu denekliğin kabulü anlamı taşımıyor. GATA' da yatan hastalardan alınan belgenin genel prosedür olduğu ve bu belge bu kadar kritik bir araştırma için değil hiçbir araştırma için kullanılamayacağı vurgulanıyor. Genelkurmay Başkanlığı'nın açıklamasında yer alan "transkranyal manyetik sitimülasyon nörofizyoloji laboratuvarlarında oldukça yaygın kullanılan elektro fizyolojik bir yöntem olup uygulama günümüzde tanı ve tedavi amacıyla kullanılmaktadır. Bu uygulamada kullanılan manyetik alan MR görüntülemede uygulanan manyetik alanla aynı şiddettedir." açıklamasının da çelişki içerdiği iddia ediliyor. Bu uygulamanın tedavi veya herhangi bir teşhis amacıyla kullanılmadığı, eğer kullanıldıysa neden etik kurul izni almaya gerek duyulduğu soruluyor. Yapılan çalışmanın rutin bir uygulama olmayıp klinik bir araştırmayı kapsamakta olduğu vurgulanıyor.
aktifhaber

Mustafa Balbay: Hedef taammüden beyin öldürmek
05 Mayıs 2011
cumhuriyet gazetesinin Silivri Cezaevi'ndeki yazarı Mustafa Balbay yazdı

Başbakan’a Mektup-4

(..)

Sayın Başbakan,

İstanbul çılgınlığınızı açıkladığınız hafta hücrem hareketliydi.

Cezaevinde soğuk su 4 bölüm halinde günde 6 saat akıyor. Sıcak su 2 bölüm halinde haftada 4 saat.

Hücrenin küçük olmasından şöyle bir iyimserlik ürettim:

Bir saatte her tarafı temizliyorsunuz!

Hücre ve havalandırma çıkışı dahil.

Artık yeni tamir-yıkma-sökme-takma ekibinin gelmeyeceğini düşünüp iyi bir temizlik yaptım. Ertesi gün öğleden sonra demir kapı şangırdadı; bir teknik eleman, bir işçi girdi. Gözetleme kamerasının yeri iyi değilmiş, ters yöne takacaklarmış.

Ellerinde matkap; sök duvar, del duvar 2 saatte her taraf yine toz oldu. Sürgün edildiğimiz 28 Şubat’tan bu yana 36. tamiratı da böylece tamamladık.

Sayın Başbakan,

Önceki mektubumda, ziyaret kısıtlamalarına değinip, sizin cezaevi günlerinizi anımsatmıştım.

Bu mektupta da 36. tamiratın ardından sizin koğuşunuz nasıl hazırlanmıştı, onu anımsatacağım.

Kaynak, yine sizin çevrenizden Hüseyin Besli ve Ömer Özbay’ın “Bir Liderin Doğuşu” kitabı.

Olağanüstü bir başarıyla sizinle aynı cezaevinde, aynı koğuşta kalması sağlanan Hasan Yeşildağ’ın anlatımı da çok insanca.

O bölümden bir kesit:

“Hasan Yeşildağ, Tayyip Bey’le kalacağı Pınarhisar Cezaevi’ne önceden gider gezer. Yapılacak işlerin listesini çıkartır. Yönetimden gerekli izinler alınır. Tahsis edilen koğuşu temizletir. Duvarlara kâğıt kaplatır. Zemine boydan boya halı döşetir. Elektrik ve sıhhi tesisat yenilenir. Sıcak su için şofben taktırır. Kapıları boyatır, ilave sürgü yaptırır. Çatıya manyetik bariyerler, bahçeye elektronik sensörler yerleştirir... Derin donduruculu büyük boy buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi, toplantı ve çalışma masaları, deri koltuklar, oturma grupları, büyük ekran televizyonla kalacakları koğuşu sıkıcılıktan uzak yaşam ve çalışma alanına dönüştürürler... Hasan Yeşildağ, Reis’ten üç gün önce Pınarhisar Cezaevi’ne teslim olduğunda mahkûmlar ve gardiyanlar tarafından krallar gibi karşılanır. TC Pınarhisar Kapalı Ceza ve Tevfikevi mahzun ve utangaç bir çocuk gibi tarihi misafirini beklemektedir...”

***

Sayın Başbakan,

Damdan düşenin halini damdan düşen anlar demişler, siz bunu başka türlü anlamışsınız. Damdan düşünce yaralı kalınacağını bildiğiniz için bizi gökdelenden atmanın yollarını arıyorsunuz.

Siz koğuş ekibi seçmişsiniz...

Biz yalnız...

Size duvardan duvara halı...

Bize beton karo...

36. tamirattan 2 gün sonra Silivri Ceza İnfaz ve Tutukevi Kurumları İzleme Heyeti geldi. Mustafa Özkurt başkanlığındaki 3 kişilik heyeti hücrede oturtabilecek durumda olmadığım için havalandırmaya aldım. İlk şunu söylediler:

“Daha önce geldiğimizde üç kişilik tecritteyiz diyordunuz, şimdi teksiniz...”

Dar zamanda olup bitenleri anlattım.

Yalnızlıkla birleşen acı, sert kaya gibidir. Çarptınız mı, fena. Tutunup üstüne çıkarsanız, yaşam zemininizi sağlamlaştırır. Ama bunu başaramayanlar var. Buna ilişkin gözlemlerimi isim vererek heyete aktardım.

O komşularıma bakınca hedefin şu olduğunu düşünüyorum:

Taammüden beyin öldürmek!

Kaygılarımla...

Beynin bilgiyi kaydetmesi görüntülendi!
[img]http://tugaykececi.com/wp-content/uploads/travma1.jpg [/img]
İsviçreli bilim adamları yeni bilgiyi elde etme sürecinde beyindeki değişimi böyle görüntüledi.
2011/05/05
Bilim adamları, yeni bir bilgi ya da deneyim edinildiğinde beyindeki değişimleri görüntülemeyi başardı. İsviçre merkezli araştırma ekibi tarafından yürütülen çalışmada beynin bellek sisteminin çalışması ayrıntılı olarak incelenirken, elde edilen verilerin bunama ve bazı fobilerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olabileceği bildirildi. Araştırma, aynı zamanda korku, kaygı ve travmaya yol açan bazı anıların moleküler temellerini bulmanın da önünü açacak.

Bilim adamları fareler üzerinde yapılan araştırmada korku anında uzun vadeli bellek rezervlerinin beyin hücrelerine gönderdiği sinyalleri MR’da görüntüledi. Nörolog Dr. Piergiorgio Strata, “Bu sinyallerden bazıları beynin korteks bölgesindeki kalıcı depolama alanlarına gönderiliyor” açıklamasını yaptı.

Deneyim belleğin yapısını değiştiriyor

Dr. Strata şöyle devam etti: Elde ettiğimiz veriler bize aslında şunu anlatıyor: Bir şeyi ezberlemek zorunda kaldığımızda, hatırlamak istenen şeyler beyincik ya da hipocampus tarafından seçiliyor. Bizim elde ettiğimiz görüntülerde belleğin bilgiyi kaydetme sürecinde kendi yapısını ve organizasyonu nasıl kurguladığı açıkça görülüyor. Bir anıyı hatırladığımız zaman nöronlar cılız kolları olan aksonlarını uzatıyor. Aksonlar da diğer sinapslarla iletişime giriyor. Böylece bilgi kaydediliyor ya da kaydedilmiş bilgi hatırlanıyor. Ancak hatırlanmak istenen korku ya da travmaya yol açan bir olaysa beyin, savunmanın hızlı yapılması için anıyı çok daha hızlı çağırıyor” dedi.

Belleğin bilgiyi kaydetme sürecinde gönderdiği sinyaller görüntülendi. Bu süreçte bellek rezervleri beyine sinyal gönderiyor. Daha sonra bilgiler korteks’teki kalıcı depolara gidiyor.

kaynak: www.tugaykececi.com

"Survivor" ve Benzerleri Toplumu Formatlıyor
Banu Avar
9 nisan 2011



Toplantının ardından büyük bir telaşla arkadaşlarının yanından ayrılıyor.. Giderken ‘Survivor başlayacak. Acelem var! Yeah!’ diyor.

Böylece uzun zamandır yazmak isteyip bir türlü vakit bulamadığım Survivor’ın sırası geliyor..


*-*-*

Dünyada onlarca milyon kişi interaktif tv oyunları izliyor..

… Son 10 yılda ekranlara damga vuran REALİTY showlar aslında toplumda ‘algı yönetimi’ sağlıyor. Survivor 1997’den beri ortalığı kasıp kavuruyor.

Fikir İngiliz Charlie Parsons’a ait... Şimdi İngilterenin en zengin medya figürlerinden biri. Hayat arkadaşı ve ortağı Lord Vahid Ali .

Lord Ali İngiltere İşçi partisinde ve Lordlar kamarası mensubu. Gay hakları konusundaki çıkışlarıyla ünlü, medya devi Rupert Murdoch’un kızıyla ortak, İngiltere’nin mülti milyarder medya baronu. Lordlar kamarasında bir dönemTony Blair’in temsilcisi oldu.

Survivor yapımcısı Mark Burnett yine İngiltere doğumlu. 17 yaşında İngiliz ordusuna katıldı. Kuzey irlanda ve Falkland savaşında İngiliz paraşüt birliğinde yeraldı 22 yaşında Amerikaya göçetti. Beverly Hills’de şöför ve güvenlik elemanı olarak çalıştı. Şimdi dünyanın en zengin yapımcısı.

Time dergisi tarafından ‘Dünyanın En etkili şahısları listesinde yeraldı. Hemen her yıl bir Emmy ödülü kazandı… Küresel sermaye ve uzantılarının en gözde adamı.

Survivor’ın ana fikri:

‘Hayatta kalmanın tek şartı var: Kazanmak isteyen her şeyi yapar, herkesi harcar!’

dır.

Bu kapitalizmin de ana kuralıdır.

Kapitalizm orman kanunudur. Güçlü olan öbürlerini yok eder. Kural budur!

Bunun için ekonomiyi, siyasi mekanizmaları, silahlı gücü, bilimi ve medyayı kullanır.

Soğuk savaş döneminde propaganda araçlarının, ve medyanın kullanımını konu alan binlerce çalışma vardır.

Amerikalı bilim adamları ‘yeni dünya düzenine’ geçmek için, işgal kadar ‘kültürel üstünlük yaymanın farz olduğunu’ söylemişlerdir. Buna göre ‘uluslar arası piyasalar genişleyecek, ideolojik taarruz buna eşlik edecektir’..

İdeolojik taarruz!

İdeolojik taarruz’un en önemli araçları eğitim ve medyadır. Medyanın en etkili dalı görsel olandır.

Görsel medyanın toplum şekillendirmesinde önemli rolü vardır.. Algı değişimini en kolay yoldan sinema ve tv yapmaktadır.

Algı yönetimi, ‘görünmez’ bir süreçtir ve ideolojik taarruzun en önemli ilkesidir.

Amerikalı antropolog Nader, söyle der:

‘Görünmez faktör, kontrol süreçlerinin ve mekanizmalarının toplamıdır. Görünmezlik zihinlerin sömürgeleştirilmesi yoluyla başarılmaktadır!Buna göre yanlış olan, doğru görünür. .. Düşünülemeyecek davranışlar normalleşir. İtiraz eden bağımsız düşünceliler, kavgacı ‘çatışmacı’ sayılır…’

Toplumlara çeşitli ‘tipolojiler’ dayatılır ve medya vasıtasıyla o tiplemelerle oynanır.

SURVİVOR ya da benzeri tv programları, son 10 yıldır onlarca ülkede milyonlarca kişiyi ‘Yeni Dünya Düzeni’nin toplum mühendisliği için formatlamaktadır.

Küresel sermaye için, ‘Güc’ün silahlı kullanımı (hard power) yanısıra, ‘yumuşak’ kullanımı da (soft power), had safhada önemlidir

*-*-*

Oyun iki takıma ayrılmış yarışmacıların birbirini kırıp dökmesine dayalıdır.. Açlık soğuk, psikolojik gerginlik ortamında en çok direnen parayı ve ödülleri kazanır.. Arkadaşlarına en sinsi davranan parsayı alır..

Oyunun dekorundan, sunucunun tarzına kadar, ekrana ‘yeni dünya düzeni’ kalıpları damga vurmaktadır.

En yakın dostlar birbirine karşı yırtıcı bir mücadeleye girişir ve işin psikolojik boyutu yarışmacıların insani duygularının törpülenmesini gerektirir.. Bir bir elenirlere ve kalanlar birbirine karşı diş biler……

Oyunlar giderek sinsileşir.

Ekranda ‘yeni dünya düzeni’nin yırtıcı, aktörleri vardır.Gelecek çağın duygusuz robotlarını üretmek için mükemmel bir ekran denemesidir Survivor…

Mesela sevecen karakter Pascal Nouma, Survivor’ın Türkiye versiyonunda, ülkemizde belli bir kesimi temsil eden karikatür tiplemelerce kışkırtılınca oyun dışına itilivermiştir.

‘Dobra’ Asena, dobra olmasının bedelini ödemektedir. Yani bu gibi özellikler ‘iyi’ değildir..

Bu gibi oyunlarda kapitalizmin arkadan vurma yöntemleri geçerlidir ve o yöntemleri en iyi benimseyenler model olarak gösterilir.

İyi niyetle bu gibi yarişmalara yem olan kişiler, ‘dürüst, insanca değerleri savunan’ bireyler olmayı hedefleyebilirler… Ama unutmasınlar , oyun ‘KÜRESEL’.

Kim küresel jungle’a uygunsa o zirveye gider! Giderler de ne mi olur.. Biraz para, biraz ekran söhretine ulaşır ve yeniden sistemin karanlıklarına dönerler. Survivor iştahla yeni kurbanlarını bekler..

Mark Burnett’in, Charlie Parsons’ın ve eşi Lord Alinin banka hesapları ve Survivor pazarlayan yerel şirketlerin hacmi biraz daha genişler!

Ekrana yapışmış milyonlar her geçen saniye yoksullaşır, ve yokluktan çıkmak için gerekli iradeleri bu ve benzeri medya oyunlarıyla felce uğratılır. !

Genç kardeşlerim, ekranlardan üzerinize boşaltılan algı bozucu yayınlara karşı kalkanlarınızı yükseltin!

Orman kanunlarıyla 'hayvanlar' yaşasın biz insanca bir düzen için uğraşalım!

http://www.haberhareket.com/

Angelina Jolie Neden Türkiye'ye Geldi?
18 Haziran 2011



Angelina Jolie Türkiye’ye, dünyaya ABD’nin reklamını yapmak, insani bir problemde nasıl “duyarlı” olduğunu sergilemek, ABD’yi öne çıkarmak ve politikalarına zemin hazırlamak için gönderildi.

Büyük güçler sanat ve sporu, sanatçıları ve sporcuları da politikalarına araç yaparlar. Sporcularını, sanatçılarını, filmlerini, dizilerini dünyaya pazarlayarak kültür ihracatı yaparlar; sanatçılar ve sporcular üzerinden kendilerine sempati toplarlar. Ayrıca bu medyatik şahsiyetleri dünyayı etkilemekte, politikalarını anlatmakta, gündem oluşturmakta, ülkelerinin reklamını yapmakta ustaca kullanırlar. Bunu en iyi yapanlar ABD ve İngilteredir. Diğer batılı ülkeler de imaj oluşturma, tasarımlar üzerinden dünyayı etkileme, politikalarına destek bulma konularında iyidirler.

Hollywood bu konuda çok başarılı bir örnektir. ABD, film sektörü ile hem kendi kültürünü (hamburgere ve bencilliğe dayalı kültürünü) dünyaya yaymakta, hem de global politikalarına sempati oluşturmaktadır. Dünyaya zulmettiği, ülkeleri işgal ettiği, demokrasi adına ülkeleri talan ettiği, insan hakları ihlallerinin her türünü işlediği, pek çok otoriter yönetimin arkasında durduğu, çevreyi acımasızca tahrip ettiği halde dolaşıma soktuğu filmler üzerinden dünyanın heryerinde kendini “adaletli”, “insana değer veren”, “demokrasiyi yayan”, “çevreyi koruyan”, “ötekine toleranslı” bir modda sunabilmektedir. Amerikan filmleriyle zihinleri şekillenen nesiller Amerikanın zulümlerini, işgallerini göremediği gibi, birer Amerikan hayranı olup çıkmaktadır. (..)

Yani büyük güçler önce global şöhretler oluşturmakta, bu şöhretleri dünyaya pazarlamakta, sonra da bunların etinden, sütünden, imajından vs. herşeyinden sonuna kadar yararlanmaktadır. Suriye’ye gelen Angelina Jolie’nin bu tür seyahatlardan çok da memnun olduğunu sanmıyorum. Eğer imaj makerlerinin talimatlarını dikkate almazsa bir günde işini bitirirler, defterini dürerler. Tıpkı Yahudiler aleyhine film çeviren ve atıp tutan Mel Gibson’nun bitirildiği gibi.

Amerikalıların dünyaya pazarladıkları bu türden pek çok figürleri var. İngilizlerin de futbolcu Beckam’ı ve eşi var; bunları her vesileyle dünyaya pazarlıyorlar. Adamın futbol tarafı nasıldır bilemem; futboldan çok anlamam. Ama İngilizler Beckam ve karısı üzerinden bu ailenin herşeyini pazarlıyorlar ve ülkeleri adına bunları reklam vesilesi olarak sonuna kadar kullanıyorlar.

Bizim gibi ülkelerde ise bu tür değerler bir figür haline getirilmez; kendiliğinden çıkan ve dünyada kabul gören bazı kabiliyetler ise imha edilir; bitirilir. Bunun istisnası kökeni beyaz (Orhan Pamuk, Sertap Erener, Fazıl Say gibi) kişiliklerdir. Bunlar da ülke yararına öne çıkarılmaz; hatta yer yer “bu ükede yaşanmaz Türkiye’yi terkediyorum” diyerek dış dünyanın dikkatini başka şekilde çekerler. Global güçler lehine ülkenin adını karalamaktan çekinmezler. Ama eğer sanat ve spor dünyasında öne çıkan kabiliyetler kara Türklerden ise, daha doğrusu sistemle doku uyuşması olmayan figürler ise önü kesilir, karalanır, imha edilir, yaşamasına fırsat verilmez.

İngilizlerin Beckam’ı her kullanmalarında, reklam etmelerinde aklıma Hakan Şükür gelir. Hakan Şükür her yönüyle örnek bir insan, örnek bir baba, değerlerimize sadık bir kişi, nitelikli, dünyaca meşhur bir sporcudur. Dünya kupasında 11 saniyede, rekor sürede gol atan bir futbolcu olduğu halde, bizim medya ve sisteme egemen aristokratlarca “şaban” muamelesi görmüştür. Dünyanın heryerinde, özellikle Ortadoğu, Afrika ve 3. Dünyada çok bilinmesine ve çok sevilmesine rağmen Türkiye adına istihdamı, yararlanılması düşünülmemiştir.

Dünya kupası sırasında İlhan Mansız attığı golle ve saç-giyim vs. modeli, ile Japonların, uzak doğuluların hayranlığını kazanmıştı. Posterleri basıldı ve kendisine büyük bir sempati oluştu. Türkiyeden bir yetkili çıkıpta bunun oluşturduğu bu sempatiyi Türkiye adına kullanmayı düşünmedi. Bu sporcunun kulağına bir şeyler fısıldayıp ona bir misyon yüklemedi. İlhan Mansız da ufuksuzluğundan bu sempatiyi spor bir BMV talep ederek bitirme yolunu tercih etti. Oysa hem Hakan Şükür, hem de İlhan Mansız ülkemiz adına çok iyi değelerndirilebilirdi, kendilerine misyon yüklenebilirdi.

İşte Angelina Jolie Türkiye’ye, dünyaya ABD’nin reklamını yapmak, insani bir problemde nasıl “duyarlı” olduğunu sergilemek, ABD’yi öne çıkarmak ve politikalarına zemin hazırlamak için gönderildi. ABD arkasında yüzlerce kişilik medya ordusuyla bu medyatik kişilik üzerinden dünyaya arzu ettiği mesajı verdi. Bundan sonra kendi politikalarını devreye sokması çok daha kolay olacaktır.

Bundan sonra ABD Suriye problemine eğilir ve bunun çözümü için uğraşır mı?

Hayır, bu hareket öyle bir sonuç doğrumayabilir. ABD gibi ülkeler genellikle bu tür hareketleri çözmeyecekleri, ayak sürüyecekleri konularda yapakar. Ama dünyaya bol görüntü ve gürültü vererek “bir şeyler yapıyor” oldukları yanılsamasını pazarlarlar….

yusufgezgin.com dan alımıştır.

Beynin şifrelerinin çözümü için Beyaz Saray 100 milyon dolar destek verecek
03 Nisan 2013



ABD beynin şifreleri için kesenin ağzını açtı

Amerika Birleşik Devletleri’nden beyin araştırmalarına teşvik geldi. Beyaz Saray, “BRAIN” adı ile duyurulan projeye, 100 milyon dolar destek sağlayacak. 2014 yılında başlayacak çalışmalar ile beynin şifrelerinin çözülmesi hedefleniyor.

BRAIN: “İlerleyen Yenilikçi Nöroteknoloji Işığında; Beyin Araştırmaları”

Önemli akademik kurumları bünyesinde barındıran Amerika Birleşik Devletleri, beyin araştırmalarına öncülük ediyor. İnsan vücudunun en karmaşık yapısı beyin hakkında araştırmalar yapmak amacıyla Amerikan Başkanı Barack Obama yeni bir girişim başlattı.

“İlerleyen Yenilikçi Nöroteknoloji Işığında; Beyin Araştırmaları” adı ile duyurulan proje kısaca “BRAIN” olarak açıklandı.

İnsan beyninin haritalanacağı projede, sinir hücreleri arasındaki etkileşimin nasıl gerçekleştiği sorusuna cevap aranacak.

Beyaz Saray’ın başlangıç olarak 100 milyon dolar yatırım yaptığı projede, beyinin nasıl çalıştığı araştırılacak.

”İKİ KULAĞIMIZIN ARASINDA BÜYÜK BİR GİZEM VAR”

Projeyle ilgili konuşan ABD Başkanı Barak Obama, “İnsanın iki kulağının arasında çözülmeyi bekleyen büyük bir gizem var. Başlatılan girişim ile birlikte bilim insanları beyni daha yakından tanımaya yarayacak araçlar geliştirecek. Böylece nasıl düşündüğümüzü, nasıl öğrendiğimizi ve nasıl hatırladığımızı anlayabileceğiz” diye konuştu.

Başkan Obama, yardım miktarını önümüzdeki hafta Amerikan Kongre’sine sunacak.

Çalışmalar süresince devlet ve özel sektörden araştırmacılar birlikte mesai yapacak. 2014 yılında başlayacak olan proje etik kurulunun denetimi altında ilerleyecek.

Başkan Obama’nın yardım kararı, Avrupa’da başlatılan sinir hücrelerini araştırma haberlerinin üzerine geldi.

Yaklaşık 80 kurumun katkıda bulunduğu İnsan Beyni Projesinin, Avrupa Birliğİ’ne maliyetinin 1 milyar avro olması bekleniyor.

Yaklaşık 80 kurumun katkıda bulunduğu İnsan Beyni Projesinin, Avrupa Birliğİ’ne maliyetinin 1 milyar avro olması bekleniyor.
TRT

Her beyin başka bir ezgi oluşturuyor
27 Mayıs 2013



İspanya da bilim insanları beyin aktivitelerini müzik kullanarak keşfeden yeni bir yöntem geliştirdi. Bu yeni yöntemle sinir hücrelerine ait bilgiler takip edilebiliyor ve bu bilgiler müzik notalarına dönüştürülebiliyor. Böylece beynin kapasitesi hakkında bilgi sahibi olunuyor ve beyindeki rahatsızlıklar tespit edilebiliyor. [SESLENDİRME METNİ] ESS İşleri piyanoyla ancak onlar müzisyen değil bilim insanı. İspanya’da bir grup bilim insanı sinir hücrelerinin araştırılabilmesi için yeni bir yöntem geliştirdi. Projede mikro-elektrotlar ve mikroskop yardımıyla nöron hücrelerinde bulunan dikensi yapıların üç boyutlu bir modeli oluşturuluyor. Bunu gerçekleştirebilmek için de bilim insanları müzikten faydalanıyor. JAVIER DE FELIPE – İSPANYOL BİLİM İNSANI “Nöron hücrelerindeki diken benzeri yapılar için müzik çaldığımızda 'diken müziği' adını verdiğimiz bir bilgi elde ediyoruz. Bu bilgi bize, dikenin boyutu ve konumu ile ilgili bilgi veriyor. Diken üzerinden geçen müziği izlediğimizde nöron dikenleri hakkında önemli bilgilere ulaşıyoruz.” Sinir hücrelerindeki her bir küçük diken benzeri yapı aslında bir bilgisayar gibi çalışıyor. Nöron dikenlerinden, farklı insanlarda faklı müzikler elde ediliyor. ISABEL FERNAUD – İSPANYOL BİLİM İNSANI “Yaşlı bir insan genç birine göre daha az nöron dikenine sahip. Bu da dikenlerin arasında daha büyük boşlukların olması sonucunu doğuruyor. Böylece yaşlı ve gençlerden elde edilen müzikler de farklılık arz ediyor.” Bu çalışmadan elde edilen bilgilerin, Alzhemier (Alzaymır) ve Parkinson gibi önemli hastalıkların anlaşılmasında önemli ilerlemeler sağlaması bekleniyor. Zira bu tür hastalıklar, doğrudan nöron dikenlerinin değişime uğraması sebebiyle ortaya çıkıyor.
İspanya da bilim insanları beyin aktivitelerini müzik kullanarak keşfeden yeni bir yöntem geliştirdi. Bu yöntemle sinir hücrelerine ait bilgiler takip edilebiliyor ve bu bilgiler müzik notalarına dönüştürülebiliyor. Böylece beynin kapasitesi ve beyindeki rahatsızlıklar tespit edilebiliyor.

İşleri piyanoyla ancak onlar müzisyen değil bilim insanı. İspanya’da bir grup bilim insanı sinir hücrelerinin araştırılabilmesi için yeni bir yöntem geliştirdi. Projede mikro-elektrotlar ve mikroskop yardımıyla nöron hücrelerinde bulunan dikensi yapıların üç boyutlu bir modeli oluşturuluyor. Bunu gerçekleştirebilmek için de bilim insanları müzikten faydalanıyor.

Konuyla ilgili İspanyol bilim insanı Javier De Felipe “Nöron hücrelerindeki diken benzeri yapılar için müzik çaldığımızda 'diken müziği' adını verdiğimiz bir bilgi elde ediyoruz. Bu bilgi bize, dikenin boyutu ve konumu ile ilgili bilgi veriyor. Diken üzerinden geçen müziği izlediğimizde nöron dikenleri hakkında önemli bilgilere ulaşıyoruz.” diyor.

Sinir hücrelerindeki her bir küçük diken benzeri yapı aslında bir bilgisayar gibi çalışıyor.Nöron dikenlerinden, farklı insanlarda faklı müzikler elde ediliyor. Bir başka bilim insanı Isabel Fernaud ise “Yaşlı bir insan genç birine göre daha az nöron dikenine sahip. Bu da dikenlerin arasında daha büyük boşlukların olması sonucunu doğuruyor. Böylece yaşlı ve gençlerden elde edilen müzikler de farklılık arz ediyor.” dedi.

Bu çalışmadan elde edilen bilgilerin, Alzhemier (Alzaymır) ve Parkinson gibi önemli hastalıkların anlaşılmasında önemli ilerlemeler sağlaması bekleniyor. Zira bu tür hastalıklar, doğrudan nöron dikenlerinin değişime uğraması sebebiyle ortaya çıkıyor.
TRT

Telegram işkencesi nedir?

Araştırmacı Yazar Ömer Emre Akcebe ile Telegram İşkencesi hakkında 1 Mayıs 2013 tarihinde Seyrialem dergisinde yapılan değerlendirme de şu şekilde tanımlanmış, bilgi mahiyetinde okuyucularımızla paylaşıyoruz…


1-Telegram işkencesi nedir?

Telegram kelimesi, bilindiği üzere Salih Mirzabeyoğlu ile maruf. Literatüre bu kelimenin girişi de, 2003 senesinde Salih Mirzabeyoğlu tarafında kaleme alınan “Telegram” adlı esere dayanıyor. Kelimenin nasıl ortaya çıktığından da kısaca bahsedecek olursak; Kartal F-Tipi Cezaevinde kaldığı hücresinde, kendisiyle uzaktan ve aracısız bir teknikle irtibat kuran Telegramcıların, yaptıkları işi isimlendirirken belki dalga geçme amaçlı, belki de boş bulunarak ağızlarından kaçırarak kullandıkları bir kelime “Telegram”. Salih Mirzabeyoğlu, içinde bulunduğu işkence ortamında bu kelimeyi hemen “yakalayıp” verimlendirir ve “Zihin Kontrolü” genel başlığı altında sıralanan teknikler arasında –özellikle İngilizcede- muhtelif tâbirlerle anılagelen bu “operasyon”u deşifre ve teşhir eder. Bir diğer ifadeyle, Telegramı, diğer zihin kontrol tekniklerinden ayıran kendisine has özellikleriyle belirtici –ki Telegram, niteliği askerî sır olan bir CİHAZLA yapılır ve Türkiye’deki de bir NATO teknolojisidir- ve bu temel üzerinde derinliğine ve genişliğine işleyeceği bir kavram olarak literatüre kazandırır.
Kısaca Telegrama değinecek olursak; ferdin hür iradesine tahakküm etmek için kullanılan, başarılı olsa da olmasa da müzmin bir işkence hâlinde devam eden bir tekniktir. Zihin Kontrol teknikleri, hedef alınan ferde en etkili şekilde telkin edebilmek adına geliştirilen yöntemlerdir. Hedef kişiyle doğrudan kurulan sesli-sessiz, görüntülü-görüntüsüz iletişim, empoze edilebilen duygular ve bedenin korku, heyecan, üzüntü, endişe gibi anlardaki tansiyonunu, kalb ritmini, solunum hızını sun’i bir biçimde kontrol edebilmesiyle, bilinen zihin kontrol teknikleri arasında telkini en güçlü şekilde ileten tekniktir Telegram.*
*SEYRİALEM DERGİSİ l Mayıs 2013
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Çrş Nis 03, 2013 9:55 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt May 21, 2011 10:35 pm    Mesaj konusu: TELEGRAM VE ZİHİN KONTROLÜNÜN TEMELLERİ Alıntıyla Cevap Gönder

TELEGRAM VE ZİHİN KONTROLÜNÜN TEMELLERİ
Sencer Ekin

Dekart’tan beri ruh ve maddeyi birbirinden koparan bir düalist anlayış geleneği var. Schrödinger’in Kedisi isimli düşünce deneyinde “dalga fonksiyonunu çökerterek” kedinin ölmesine veya yaşamasına sebep olan “insan şuuru”, kuantum paradigmasının temel taşlarından “gözlemcinin gözleneni etkilemesi” başlığı altında uzun zamandır fizikçilerin gündeminde... Tüm arayışını madde planına kurup ruh mefhumunu kendinden olabildiğince uzaklaştıran Batı, bugün artık kuantum fiziğinin temelleri önünde neredeyse “ruh ve şuuru” formüllere katacak seviyeye gelmiş ve bunun tabiî neticesi olarak da başta fizikçiler olmak üzere bilim adamları gözlerini “düşüncenin organı” beyine dikmiş durumdalar.
Fizik, kimya, biyoloji, non-linear matematik, elektronik, sibernetik ve deneysel psikolojiye kadar bir çok ilim dalının birleştiği disiplinler arası bir araştırma sahası olarak “life science-canlı bilimi” ve hususen “neuroscience-sinir bilimi” batıda çoktan klasik tıp formasyonunun dışına çıkmış ve her geçen gün de popülerliği artmakta... Öyle ki, yeni fizik ve onun paradigmaları üzerine kalem oynatan büyük fizikçiler, kitaplarında “beyin ve şuur” mevzuuna az yer ayırdıklarında, meslektaşları tarafından ciddi eleştirilere maruz kalıyorlar.
Tüm bu çalışmaların altında, açık açık dillendirilmese de insanı ve zihnini kontrol etme niyeti yatıyor. Literatürdeki akademik çalışmalara yeri geldiğince deyineceğiz. Burada şunu belirtelim ki, “zihin kontrolü teknikleri” sinirbilim veya diğer sahalardaki son ilmî gelişmelerin değil, daha çok pratik mühendislik zekasının bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.
Mühendislikte her sistem kapalı kutu olarak görülür ve önemli olan sistemin belirli girdilere hangi çıktılarla tepki verdiği bilgisidir. Pratik gaye güdüldüğü için sistemin iç dinamiği ile ilgilenilmez. Bir misal: Meraklı bir mühendissiniz ve karşı komşunuzun evini dinlemek istiyorsunuz. İlk akla gelen çok güçlü bir mikrofon tasarlamak olabilir, fakat teknik açıdan oldukça zor ve bir hayli masraflı. Pratik çözüm nedir? Komşunuzun camına lazer ışını göndermek ve geri yansıyan lazeri bir yükseltici devreye bağlamak. Konuşmalardan titreşen odanın camı, lazer ışınını da aynı ölçüde titreştirecek ve camdan yansıyan lazerle hedef odada konuşulanlar kolaylıkla dinlenecek. Belgesellerde gördüğümüz kuşların sesleri de yapraklara gönderilen lazer ışınları ile kaydediliyor.
Bunların yanında işin bir de cin ve büyü boyutu var ki ileride deyineceğiz.
İBDA Mimarı, Metris Cezaevi’nden alınarak Kartal F Tipi Cezaevi’ne nakledilmesinden intihar teşebbüsüne kadar geçen sürede “bir tür modern büyücülük” olarak nitelendirdiği zihin yönlendirme operasyonları sırasında yaşadıklarını “Telegram –Zihin Kontrolü-” isimli eserinde anlattı:
“Telegram: Zihin kontrolü... Bir bakıma Türkiye’de pratiği –teorisi de!- benimle meşhur olan bu iş, “ilim sınır tanımaz!” tesellisiyle Lût kavmine parmak ısırtır melânete ve yardımcı unsurlarla insanı robotlaştırmaya davranmışken, diğer yönüyle “dünyada” da kıstırılmış fertler üzerindeki tecrübelerin sınırını aşamamıştır. Bu ikazdan sonra bildirmeliyim ki, gerek yaşamış kobay ve gerekse mevzuu alâkadar eder buudları işaretlemek bakımından, galiba dünyada da ilk örneğim!
Elinizdeki eser, bir yönüyle eskilerin “istişhad” dedikleri “delil getirme ve şahid kılma” usulüyle felsefeden müsbet ilme ve şamanizmden İslâm tasavvufuna kadar geniş bir sahaya kanat açarken, diğer yönüyle “hatırât” nevine dair olarak işlenmektedir.” (arka kapak)
İBDA Mimarı bu kitabında, “bilinenler vasıtasıyla bilinmeyenlere ışık tutmak” usulüyle ve “bizzat yaşayan” olarak mevzuyu hikemiyat, tasavvuf, felsefe, psikoloji ve edebiyat gibi çeşitli alanlardan işaretlemesi ile gerçekten de dünyada tek...

Dr. Delgado
19. yüzyılın başlarında, ölü kurbağaların kaslarının elektrik ile uyarılarak kımıldatılması şeklinde başlayan çalışmaları, ‘beynin fiziksel kontrolü’ fikrine zemin teşkil eden ilk deneyler olarak gösterebiliriz. Kâmil manada ilk ciddi araştırmaları yapan kişi ise İspanyol doktor Jose Delgado’dur ve 1969’da yayımlanan ‘Beynin Fiziksel Kontrolü - Psikomedeni Bir Topluma Doğru-’ isimli kitabı ile mevzunun mihrak şahsiyeti olarak gösterilebilir. Delgado kitabının takdiminde, tüm çalışmalarına ilham kaynağı olarak Madrid Tıp Enstitüsü’nden hocası Cajal’ın 30 yıl önce kendisine söylemiş olduğu şu sözlerle yer veriyor:
“Hafızanın, duyguların ve fikirlerin psikokimyasal yapısı hakkındaki bulgular insanoğlunu yaratılmışların efendisi yapacak; ve onun en büyük başarısı kendi beynini fethetmesi olacaktır.”
Delgado çalışmalarına, Amerika’da bulunan (‘küresel kraliyetçiler’e karşı çıkışlarıyla maruf Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun da bir kürsü sahibi olduğu ve ‘Kafatası ve Kemik’ mason örgütünün karargahı) Yale Üniversitesi’nde devam ediyor. Rockefeller University, Amerikan Deniz Kuvvetleri Araştırma Dairesi, Birleşmiş Milletler Hava Kuvvetleri 6571. Aeromedikal Araştırma Laboratuarı yine kitabın takdiminde çalışmalara katkıda bulunanlar olarak zikredilen, hepsi de ‘yeni dünya düzenci’ masonik oluşumlar.
Delgado’nun kitabının baskısı World Perspective’den. Bu yayınevinin logosu altlı-üstlü iki kavisli ok arasında küçük bir dünya figürü, yani gözbebeği dünya figürü ile karşılanan bir ‘göz’ şekli. Hani şu Yeni Dünya Düzeni’nin ezoterik-dini altyapısını oluşturan yahudi-mason simgelerinden “herşeyi gören göz”; Lucifer’in gözü... Burada şukadarını söyleyelim ki, ilk günden itibaren mevzunun finansörleri Yeni Dünya Düzeni hayali kuran ‘küresel kraliyetçi’lerdir.
Ruh, Beden ve Şuur
İnsan varoluşunun kökeni konusunda evrim teorisini benimseyen Delgado, kitabına insan, zihin, ruh vb. konulardaki fikirlerini açıklayarak başlıyor:
“Düşünceler ve inançlar beynin nöropsikolojik aktivitelerine bağlıdır. Eğer beyin fonksiyonlarımız çalışmıyorsa, tüm uyarılma kabiliyetleri anestezi ile bloke edilmişse veya düşünme işlevleri elektriksel uyarılma ile durdurulmuşsa o an için sonsuz bir yaşama veya herhangi bir dini mefhuma inanmamız mümkün olmaz. Bu şartlar altında inançlar ve arzular ortadan kalkar, fakat bu hakikatten “iman beynin muayyen bir bölgesinin fonksiyonudur” çıkarımı yapılamaz. Burada gayet tabii bir şekilde şu soru akla geliyor: Deneysel metotlarla ruha tesir etmek mümkün müdür? Çünkü düşünce, vicdan, sorumluluk, edep, hayâ, hepsi de davranışlar ile açığa çıkan olgular; davranışlar ise beyin aktiviteleri ile kontrol ediliyor.”
Delgado’nun, ruhu beyin fonksiyonlarının toplamı olarak açıklamaya çalışan ucuz marksist görüşe bağlılığı görülüyor. Halbuki kendi akıl yürütmelerinin neticesinde varması gereken nokta şu olmalıydı: ‘Ben’imize/ruhumuza ait verimler bedenden AYRI’dır, fakat bu verimler bedenden GAYRI da değildir. İBDA fikriyatındaki AYRILIK-GAYRILIK davası... Sırra açık bir müphemlikte mevzunun hülâsası şu:
“Ceset, ruhtan hesabsız kemâller elde ettiği gibi ruh da cesetten büyük faydalar devşirir. Ruh, bedenden devşirdiği faydalarla işitici, görücü olur ve onunla dile gelir. Ruh, bedenle heykelleşir, alıcı olur ve madde âleminin fiillerine erer. İşitme ve görme hâsseleri bedendendir. Ruh cesede ilişince aynı evin konukları olurlar. Hayli zaman bir yerde kaldıkları için birbirlerinden kemâl alırlar. Bu kemâller de gitgide sabitleşir. Birbirlerinden ayrılınca, birleşmiş sıfatlar silinmez. Ruh işitir, görür, hisseder. Mizaçları, sıfatları ve bilgileri ayrı iki insan bir müddet beraber bulunsalar, birbirlerinin mizaç, tabiat ve bilgilerinden pay alırlar. Ayrıldıkları zaman da, her birinin öbüründen aldığı huy ve bilgi yerli yerinde kalır, kaybolmaz. “Şerh-i Makâsıd” sahibi diyor ki: “Felsefeciler, ruhun maddeyi idrâkinden zâhirî ve bâtınî his âletlerini şart bilmişlerdir. Bu yüzden, bu islerin yuvası olan bedenden ruh ayrılınca, artık maddeyi idrâk etmez. Nitekim ölülerde his kalmaz!”... Hak ehlinin anlayışına göre ise, ruh için bedenden ayrıldıktan sonra yeni bir madde idrâki vardır. Zira ruhun idrak fiilinde his (duyu) âletleri iştirak sahibi değildir... Yukarıdan beri yapılan açıklamaların gayesi, şu veya bu soydan işlerle duyu organları yolundan ruhun etkilenmesine bakıp da, ruhu beynin inikâsı-aksetmesi olarak gören düşüncelere varılmaması içindir; bugün psikolog geçinip de hâlâ modası geçmiş görüşü “ilmî” diye geveleyenler var!..” (s. 330)
Ruhu, beyin fonksiyonlarının neticesi olarak gören bayat marksist görüşten, yine ruhu bir kenara itip beyni holografik modellerle izah etmeye çalışan, ister mistik olsun, ister kaba maddeci, her türlü Allahsız izahı reddediyoruz. Zihin kontrolünün hikemî altyapısına dair bizim tezimiz şu:
İslam kaynaklarında kalp insan iradesi ile birlikte anılırken, beyin de düşüncenin organı olarak nitelendiriliyor. İslam’da ruh, bu organların çalışmalarına verilen bir isim değil, bilakis bizzat yaratılış olarak et ve maddeden üstün, et ve maddeye tesir edici bir keyfiyet olarak bildiriliyor.
Meşhur nörofizyolog Pribram’ın yaptığı deneyler de tezimizi destekleyici mahiyette... Pribram, maymunların görsel korteksinin %90’ının ve kedilerin optik sinirlerinin %98’inin ameliyatla alınması durumunda kompleks görsel işlemleri yapabilme kabiliyetlerinde ciddi bir zayıflama olmadığını görmüştür. “Hasar gören beyin hücrelerinin görevlerinin diğer sağlıklı nöronlara yüklenmesi” diye bilinen hadise ve ruhun beyin üzerindeki tasarrufu meselesi...
Ruh-beden probleminin geçmişi hakkında Nick Herbert şunları söylüyor:
“Geçmişteki beyin araştırmaları yaygın teknolojilerden alınan metaforlarla yönlendiriliyordu. Dolayısıyla, beynin holistik, telegraf, telefon santralı ve holografik modellerine tanık olduk. Son zamanlarda da beyin bilgisayarla karşılaştırılıyor.”
Pratik fayda güden meslekî modellemeler mümkün olsa da hikemiyat planında meselenin nazikliği bakımından kaba teşhis ve teşbihlerden kaçınmak durumundayız. Yukarıdaki iktibasta İslam velisinin söylediği gibi ruh ve bedenin “aynı evin sakinleri gibi” olmasından her ikisinin birbirinden etkilendiklerini anlıyoruz.
Dr. Delgado’ya geri dönersek, yaptığı deneylere zemin teşkil eden tezini şöyle açıklıyor:
“(1) Beyinde, idrak, his, mücerret (soyut) düşünme, sosyal ilişki ve nahif sanat istidadı gibi zihnî aktivitelerden sorumlu basit mekanizmalar vardır. (2) Bu mekanizmalar fizikî ve kimyevî metotlarla tesbit, tahlil ve tahkim edilebilir; bazen de değiştirilebilir. Bu yaklaşım sevginin ve düşüncelerin sadece nöropsikolojik fenomenler olduğunu öne sürmez; fakat merkezi sinir sisteminin davranış göstermedeki mutlak gerekliliğini kabul eder. Bu yaklaşım ile sözü geçen mekanizmalar üzerinde incelemeler yapılacaktır. (3) Beynin doğrudan yönlendirilmesi ile tahmin edilebilir davranışlar ve zihni tepkiler meydana getirilebilir. (4) Sinirsel fonksiyonların haberleşmesi ve tabiî işleyişi şuursuzluk ve otomatik tepkiler verme yönünde değiştirilebilir.”
Ortalama bir insan beyninde yaklaşık olarak 10 trilyon nöron (sinir hücresi) bulunur. Nöronlar arası iletişim temel olarak elektrik sinyalleri ve nöronlar arası boşluktaki (sinaps) kimyevî maddeler vasıtasıyla gerçekleşir. Bugünkü teknolojik vasat göz önüne alındığında, zihin kontrolü önündeki en büyük engellerden birisi, beyinden alınan sinyallerin analiz edilememesi problemidir. EEG, MEG gibi tekniklerle beynin elektriksel aktivasyonlarını görüntülemek mümkün olmakla birlikte, trilyonlarca hücreden aynı anda gelen sinyalleri analiz ederek, kişinin düşünceleri, o an için gördükleri ve işittikleri hakkında bir şey söylemek neredeyse imkansız. Yine de küçük spekülasyonlar yapmak mümkün; ileride yeri gelecek.

Beyne Sokulan Teller
1930’larda Hess’in kullandığı, beynin içine çok ince teller sokulması tekniği beyin üzerinde çalışmayı mümkün kılıyor ve beyne sokulan bu altın, platinum ve çelik teller teflon kaplı olduğu için, canlının nörolojik hayatına negatif bir etkide bulunmuyor. Bu elektrotlar, genellikle sıçanlar, kediler ve maymunlar üzerinde nadir olarak da iri böceklerde, horozlarda, yunuslarda ve boğalarda kullanılmış...
O tarihlerde beynin içine sokulan tellerin dışarıda kalan kısımlarına ‘uyarıcı’ (stimoceivers) denilen kibrit kutusu büyüklüğündeki cihazlar takılıyor ve beyin bu cihazlar yardımıyla uyarılıyordu. Bu cihazlar üzerlerindeki bobinler vasıtasıyla kendi elektriğini kendisi ürettiği için herhangi bir pil veya enerji kaynağına ihtiyaç duyulmuyordu. Günümüz teknolojisinde ise 1-2 santimetre boyunda küçük çipler bu işlemleri fazlasıyla yerine getirebiliyor.
Dr. Delgado, kitabında “Beynin Elektriksel Uyarımı” (BEU) başlığı altında şunları söylüyor:
“Uzaktan beyin uyarıcısının düğmesine basarak hayvanlarda ve insanlarda robotvâri bir kontrol mümkün müdür? Arzular ve düşünceler sunî elektronik komutlar altına alınabilir mi? BEU tarafından meydana getirilen etkileri gösteren ciddi bilgiler bilim literatürüne çoktan girdi. Mesela kalp birkaç atışlık süre için durdurulabiliyor, yavaşlatılıp hızlandırılabiliyor.
Yine beynin belirli kortikal ve altkortikal bölgelerinin uygun şekilde uyarılması ile kalp birkaç atışlık süre için durdurulabiliyor, yavaşlatılabiliyor veya hızlandırılabiliyor. Gastrit salgılanması, ânî hareket göstermeler veya göz bebeğinin çapının artıp azalması yine BEU tarafından yapılabilenler…”
İBDA Mimarı’nın bizzat yaşadığı, kendi ağzından:
“Kalbimin durdurulması ve kalb ritmiyle nefes alma ritminin bozulması sıralarında boğulmalarım ve tam gidecekken o elektrikî tesirinden çıkmakla tekrar dönmelerim vesaire...” (s. 19)
İBDA Mimarı’nın beynine tel sokmadıklarına göre, söz konusu etkiyi cezaevi hücresinde yoğun manyetik alan oluşturarak yaptıklarını tahmin ediyoruz. Manyetik alanın insan vücudu ve bunun tabiî neticesi olarak psikolojisi üzerindeki etkilerine dair birçok makale tıp literatüründe mevcut... Mesela J. I. Jacobson, manyetik alan ile kişilerin beynindeki melatonin seviyesini değiştirmeyi başarmıştır ve 1994’de yayımladığı makalesinde bu konuyu anlatmıştır. Ayrıca elektromanyetik dalgaların “kan-beyin bariyeri”ni etkileyerek sinir sistemini ciddi şekilde etkilediği deneylerde gözlenmiştir. Devamı “Elektromanyetik Dalgaların Tıbbî Etkileri” başlığı altında...

Beynin Elektriksel Uyarımı (BEU)
Dr. Delgado’nun maymunlar üzerinde yaptığı deneyler bir hayli ilgi çekici...
Bir maymun kafesinde oturmuş yiyecek toplarken beyninin talamus bölgesi uyarılıyor. Maymun oturduğu yerden yavaşça kalkıyor ve herhangi bir endişe, korku ve rahatsızlık ifadesi göstermeden, duvarlara veya diğer maymunlara çarpmadan kafesin içinde dolaşmaya başlıyor. 5-10 saniyelik uyarım bittikten sonra maymun tekrar eski haline dönüyor ve oturup yiyecek toplamaya devam ediyor. Uyarım tekrarlandığında aynı hareketler maymunda tekrar gözleniyor.
Başka bir maymun grubu ile yapılan deneyde ise şunlar gözlemleniyor. Beyni 5 saniye uyarılan maymun önce (1) her ne işle uğraşıyorsa onu bırakıyor; (2) yüz ifadesi değişiyor; (3) başını sağa çeviriyor; (4) iki ayak üstünde dikiliyor; (5) sağa dönüyor; (6) kollarını kullanarak kusursuz bir denge ile iki ayak üzerinde yürüyor; (7) direğe tırmanıyor; (8) yere iniyor; (9) hırlamaya başlıyor; (10) diğer maymunları korkutuyor, nadiren de onlara saldırıyor ve ısırıyor; (11) agresifliği bırakıp bu sefer de arkadaşça davranmaya başlıyor; (12) ve barışçıl davranışlarını sürdürüyor. Bu kompleks dizi 10-15 saniye sürüyor ve her farklı uyarımda aynı sıra ile cereyan ediyor.
BEU yardımıyla hayvanlarda korunma mekanizması harekete geçirilebiliyor. Mesela beynindeki gri madde uyarılan bir kedi, köpek görmüş gibi korkuyor ve pençelerini çıkarıp savurmaya başlıyor. Hayvan tükürük saçıyor, horulduyor, hırlıyor. Aynı zaman sırtındaki ve kuyruğundaki tüyler dikiliyor. Gözbebekleri maksimum büyüklüğe ulaşıyor ve kulakları geriye doğru yatıyor. Elektriksel uyarım ile acı meydana getirildiği gibi haz da meydana getirilebiliyor. Maymunlar kafeslerine konulan pedallara bastıklarında 0,5-1 saniye beyinleri hazza yönelik uyarılıyor ve bu maymunlar tarafından yiyecekten daha büyük ödül olarak karşılanıyor. Sıçanlar üzerinde yapılan deneylerde, seçme şansı verildiğinde, yiyeceğe ulaşmak daha kolay olmasına rağmen haz veren uyarım pedalına doğru daha hızlı koştukları gözlemleniyor.
Bunların yanında BEU’nun durdurucu ve yavaşlatıcı etkileri de bulunuyor. Buna örnek olarak beyninin septal bölgesi 30 saniye boyunca uyarılmış bir maymunun uyutulmasını gösterebiliriz. Hayvan önce gözlerini kapatmaya başlıyor, kafası düşüyor, vücudu rahatlıyor, ve tabiî bir halde uykuya dalmış gibi görünüyor. Gürültüye veya dokunmaya karşı hayvan gözlerini yavaşça açıyor, sersem bir şekilde etrafına bakıyor ve tekrar uykuya dalıyor.
Konuyla ilgili olarak Delgado şunları söylüyor:
“Motor hareketlerin BEU ile kesilmesi denek hayvanda yaptığı işin ortasında durmasına sebep oluyor; uyarım sona erdiğinde ise hayvan yaptığı işe kaldığı yerden devam ediyor. Bu film gösteren projektörün durdurulmasına benziyor, durdurulduğu an görüntüdeki tüm hareketlerin o an için donması gibi… Bir kedi süt içerken dili tam dışarıda iken beyni uyarılıyor ve dili dışarıda donuyor; veya kedi merdivenden çıkarken uyarım ile tam iki basamak arasında donduruluyor.”
Efendi maymun tarafından yönetilen ve koloni halinde yaşayan maymunlar üzerinde de kayda değer deneyler yapılıyor. Otokratik sosyal yapıya sahip maymun kolonisinde efendi maymun dişi eşlerin seçiminde, diğer maymunların yerlerinin değiştirilmesinde söz sahibidirler. Kafesin büyük bir kısmını işgal ederken diğer maymunlar ondan çekinir ve uzak bir köşede kalabalık halinde dururlar. Efendi maymun bu hiyerarşik yapıyı duruşuyla ve jestleriyle sağlar.
Bu baskın yapı, efendi maymunun 5 saniyelik uyarılması ile 1 saatliğine ortadan kalkar. Bu süre içerisinde hayvanın yüz ifadesi yumuşar ve diğer maymunların kendisine saygı gösterip göstermediklerini umursamadan kafes içinde özgürce dolaşmaya başlar. Onlar da efendilerini umursamamaya ve onun etrafında dolaşmaya başlarlar. Bir saatlik süre içerisinde efendi maymunun efendiliği yok oluyor; artık kolonideki diğer maymunları korkutmuyor ve onlara karşı agresif davranmıyor. BEU’nın etkisi geçtiğinde ise efendi maymun otoritesini tekrar kuruyor ve önceden olduğu gibi diğer maymunlar tekrar ondan korkmaya başlıyorlar.
Delgado burada şunları söylüyor: “Eskiden beri düşlenen, bir diktatörün gücünün uzaktan kumanda ile yıkılmasını maymunlar üzerinde nörocerrahi ve elektronik yardımıyla başardık.” Uzaktan kumandayla diktatörleri yıkan yeni diktatörler mi!?
Delgado’nun yaptığı en meşhur deney, arenada üzerine gelen boğayı elektriksel uyarım kullanarak durdurmasıdır. Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan bizzat şahit olduğu bu olayı şöyle aktarıyor:
“1970’lerin başlarında Amerika’da çok çarpıcı bir başka ‘dıştan etkileme’ deneyine tanık olmuştum. Deneysel psikolog Dr. Delgado, bir stadyumun ortasında, televizyon kumandasına benzer bir araçla, dört nala saldıran bir boğanın gelişini kıpırdamadan seyrediyordu. 5-10 adım kala elindeki bir düğmeye bastı. Azgın boğa durakladı, sonra da sakin sakin etrafta gezindi. Delgado bir başka düğmeye basınca hayvan yine kızgın haline dönüştü, burnundan köpükler saçıyor, ön ayağıyla tepiniyor ve saldırıya hazırlanıyordu ki bir düğmeyle tekrar uslu öküz oldu! Bu farklı davranışlar, boğaya daha önce deri-altına yerleştirilen çipler sayesinde, beyninin öfke ve huzur bölgelerine elektrik vermekle oluyor.” (Eğitim-Bilim Dergisi, Mayıs 2000)

BEU’nın İnsanlar Üzerindeki Etkileri
Delgado insanlar üzerinde yaptığı deneylerde, denek ile terapist arasında 1 saatlik konuşma esnasında beyindeki değişiklikleri ve bu sırada yapılan uyarımların hasta üzerindeki etkilerini kaydediyor ve daha sonra bu kayıtları değerlendiriyor.
İnsanlar üzerinde yaptığı deneyler Delgado’yu heyecanlandırmış olsa gerek ki şunları söylüyor:
“Yakın gelecekte ‘uyarı’ların insan ve bilgisayar arasında geri beslemeli bir iletişim bağı kurabileceğini tahmin etmek mantıklıdır. Sinir hücreleri ile bu enstrümanlar arasında kurulacak karşılıklı bağ nöropsikolojik fonksiyonların kontrolü konusunda yeni bir program başlatacak. Örneğin bölgesel anormal elektrik uyarım ile epilepsi atağı uzaktan bilgisayarlar tarafından kontrol edilen elektrotlar vasıtasıyla engellenebilir. Elektriksel rahatsızlığın teşhisi anında radyo sinyalleri ile hastanın kafasındaki ‘uyarıcı’ aktive olabilir ve sorunlu bölgeye elektriksel uyarım uygulanabilir; böylece nöbet bloke edilebilir.”
Bir hasta üzerinde yapılan deneyde beyne sokulan elektrotlarla sol parietal korteksin uyarılması hastanın sağ elinin ilk iki parmağının kasılmasına sebep oluyor ve bunu sırayla diğer parmakların kasılması izliyor. Eldeki bu etkinin hasta üzerinde rahatsız edici bir etkisi yok ve bu işlem hasta doktoruyla sohbet ederken veya başka bir işle uğraşırken yaptığı işi kesmesine sebep olmuyor. Yapılan deneylerde hasta elinin kendi iradesi dışında hareket ettiğinin farkına varıyor ve bundan korkmuyor; sorulduğunda ise kolunu ‘dermansız ve sersem’ hissettiğini söylüyor.
Hastaya beyninin uyarıldığı ve büzülen elindeki parmaklarını düzeltmesi söylendiğinde hasta parmaklarını düzeltemiyor ve şunları söylüyor: “ Doktor, sanırım sizin elektriğiniz benim irademden daha güçlü.” Hasta ellerini kullanırken –mesela derginin sayfalarını çevirirken- uyarıldığında yaptığı işe ara vermiyor fakat ellerin kasılıp büzülmesi hareketi yapmasına engel oluyor, sayfaları istemeden buruşturmaya ve yırtmaya başlıyor.
Delgado kendi deneylerinde veya diğer meslektaşlarının raporlarında motor korteksin elektriksel uyarımının düzgün ve becerikli hareketler meydana getiremediğini, ancak sakarca ve anormal hareketlere sebebiyet verdiğini söylüyor.
Kitapta şunlar söyleniyor:
“Ana motor korteksin hemen yanında bulunan yardımcı motor bölgenin uyarılması temel olarak üç etkiye sebep oluyor: (1) Yavaş başlayan bir hareketin son aşamaya geldiğinde vücudun daha fazla veya daha az bir bölümünün işe karışması gibi hareketin gidişatında meydana gelen aksaklıklar… (2) Elin pençe atar gibi sallanması, ayağını adım atar gibi yapması, parmakların ve bileğin büzülüp genişlemesi gibi fazik (sürekli tekrar eden) hareketler… (3) kol ve bacak gibi uzuvların geçici felç edilmesi ve tutarsız hareketler…”
Bu etkilere zıt, BEU ile bazı düzenli tepkiler oluşturmak da mümkün… Yine bir hasta üzerinde yapılan deneyde rastral bölgenin iç kapsülü uyarılıyor, buna tepki olarak hasta sanki o an gördüğü bir şeye bakıyormuş gibi kafasını çevirip vücudunu yavaşça o tarafa doğru hareket ettiriyor. Bu deney iki ayrı gün altı kere tekrarlanıyor ve birbiriyle karşılaştırılabilir sonuçla elde ediliyor. İlginç olan şu ki hasta her defasında yaptığı hareketle ilgili mantıklı bir açıklama sunuyor: “Ne yapıyorsun?” diye sorulduğunda “Terliklerimi arıyorum;” “Bir ses duydum sanki,” “Rahatsız oldum” ve “Yatağın altına bakıyordum” gibi cevaplar alınıyor.
Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin hemen hemen hepsi insanlar üzerinde de tekrarlanıyor. Bir kadın hastanın beyninin thalamus bölgesi uyarılıyor; önce kadının yüzünde tipik bir korku ifadesi beliriyor; sağa sola dönmeye başlıyor ve arkasında kalan bölümü gözleyerek kontrol ediyor. Kendisine ne yaptığı sorulduğunda ise bir tehlike duyumsadığını ve sanki kötü bir şeyler olacakmış gibi hissettiğini söylüyor. Bu korku hissi gerçekmiş gibi hissediliyor ve sanki çok yakında kopacak fakat sebebini bilmediği felaket hakkında bir önseziye sahipmiş gibi hissediyor.
Pallidum bölgeleri saniyede 8 devrin üzerinde bir frekansta uyarılan bazı hastalar, endişe ve rahatsızlık gösteriyorlar ve ayrıca göğüslerinde kasılma ve sıcaklık hissediyorlar. Bazı hastalar sol göğüslerinde huzursuzluk olduğunu bildiriyorlar ve uyarım tekrarlandığında endişeli bir şekilde çığlık atmaya başlıyorlar. Amygdaloid nükleusun uyarılması ile denekte keskin hissi reaksiyonlar gözlemleniyor, fakat aynı hastada uyarım parametreleri aynı olsa bile reaksiyonlar bazen öfke bazen de korku şeklinde deneyden deneye farklılıklar gösterebiliyor. Bir hasta şöyle söylüyor: “Karşıdan üzerime neyin geldiğini kestiremiyorum; sanki bir hayvan…”
Korku hissi herhangi bir acı olmaksızın temporal lobun BEU ile uyarılması ile de oluşturulabiliyor. Bu etki ancak ‘korku hayali’ olarak sınıflandırılabilir, çünkü yapılan deneylerde bazı bedeni yapıların sunî elektriksel yöntemlerle aktive edilmesinin dışında korkmak için hiçbir gerçek sebep yok.
Amygdaloid’in uyarılmasının şiddet hareketlerini doğurduğu başka araştırmacılar tarafından da ispatlanmış. King isminde bir araştırmacı, depresyon ve itilmişlik duyguları içindeki neşesiz bir tonda konuşan, şaşkın ve sabit bir yüz ifadesine sahip bir kadının, beyninin amygdaloid bölgesini 9 mili amperlik akımla uyarıyor ve kadının sesinin değiştiğini ve yüzünün kızgın bir ifade aldığını gözlemliyor. Bu süre zarfında kadın şunları söylüyor: “Bu sandalyeden kalkmayı istediğimi hissediyorum! Lütfen bunu yapmama izin vermeyin! Bunu bana yapmayın! Rezil olmak istemiyorum!” Mülakat yapan kişi hastaya o an vurmak isteyip istemediğini soruyor, kadın “Evet, bir şeylere vurmak istiyorum. Elime bir şeyler alıp onu parçalamak istiyorum sadece. İnanın yapmayacağım!” diyor. Daha sonra kadın, röportajcıya bir tomar kâğıt karşılığında eşarbını veriyor ve bir yandan “Böyle hissetmek istemiyorum” diyor, bir yandan da aldığı kâğıtları yırtmaya başlıyor. Uyarımın şiddeti 4 mili ampere düşürüldüğünde bu sefer ağzını yaya yaya gülmeye başlıyor ve şunları söylüyor: “Bunun aptalca olduğunu biliyorum, ne yapıyorum ben. Şimdi bu sandalyeden kalkıp koşmak istiyorum. Bir şeylere vurmak istiyorum, bir şeyleri parçalamak, her ne olursa… Sizi değil, sadece bir şeyleri… Şimdi sadece kalkmak ve parçalamak istiyorum, kendimi kontrol edemiyorum.” Uyarımın şiddetinin tekrar 5 mili ampere çıkarılması yine aynı agresiflikleri tezahür ettiriyor ve kadın kolunu sanki vuracakmış gibi havaya kaldırıyor.
İnsanlar üzerinde BEU’nun haz uyandırıcı etkilerine yönelik deneyler de en az diğerleri kadar ilgi çekici… Şizofreni ve parkinson hastaları üzerinde yapılan deneyde I. grup rahatladıklarını ve üzerlerine hafif uyku çöktüğünü rapor ediyorlar. II. grup da aynı şekilde rahatlamış görünürken kendilerini iyi hissettiklerini söylüyorlar ve sık sık gülümsüyorlar. III. gruptakiler ise kahkaha atıyorlar, kendilerini çok iyi hissettiklerini söylüyorlar, hatta daha fazla uyarım istiyorlar.
BEU’nun haz etkisinin en iyi gözlemlendiği bir örnek de, üzgün ve sıkkın görünen bir hastanın beyninin rastral bölgesi uyarıldığında hemen gülümsemeye başlaması, uyarım kesildiğinde ise eski üzgün haline dönmesi ve uyarım tekrar uygulanır uygulanmaz yeniden gülümsemeye başlaması…
Hayvanlarda olduğu gibi BEU’nun uyku etkisi insanlarda da gözleniyor. Fornix ve thalamus uyarımları uykulu bir yüz ifadesine, göz kapaklarının düşmesine ve aniden uykusuzluk şikayetleri gözleniyor. Tüm bunlar olurken hastada herhangi bir şuur bozukluğu gözlemlenmiyor. Bazı durumlarda hastaya memnuniyet verici rüyalar meydana getirilebiliyor ve ara sıra da uyku ve uyanıklık aynı bölgenin düşük veya yüksek frekansta uyarımı ile meydana getirilebiliyor. Limbik sistemin farklı noktalarının uyarılmasının, farkında olma, kavrama ve düşünme melekelerini zayıflattığı birçok araştırmacı tarafından gözlemleniyor. Hasta nadiren de soyunmaya başlıyor ve sakarlıklar yapıyor, fakat daha sonra hatırlamıyor. Bazı hastalar sanki bir sürü bira içmiş gibi zihinlerini bomboş hissettiklerini söylüyorlar.
Beynin konuşma ile alakalı bölgesinin uyarıldığı deneylerde en tipik etki olarak hastaların sayı saymada yaşadıkları güçlükler gösterilebir. Örneğin bir bayan hastadan birden başlayarak sayması isteniyor. Kadın on dörde geldiğinde BEU uygulanıyor ve o anda kadın konuşmayı kesiyor: Bu esnada kadının yüz ifadesinde herhangi bir değişiklik veya korku ve endişe hissi gözlemlenmiyor. Uyarım birkaç saniye sonra durdurulduğunda hasta kaldığı yerden devam etmeye başlıyor. Niçin durduğunu bilmediğini söyleyen hasta uyarım anında terapistin onu saymaya devam etmesine yönelik teşviklerine rağmen bunu gerçekleştiremiyor.
Buraya kadar anlatılanlar Dr. Jose Delgado’nun başta sözünü ettiğimiz kitabından... Küçük bir not olarak kitabın basım tarihinin 1969 olduğunu, yani bu deneylerin bundan yaklaşık 35 yıl önce yapıldığını aktaralım. (Kitabın İngilizce orijinali internette mevcut)

Çipler
Delgado’nun stimoceiver’lerinin (uyarıcı çip) üzerinden 35 yıl geçti. Bugün için mikro ölçekte olmasa da kullanım alanına göre birkaç milimetrelik çipler mevcut. Beyne çok yakın olduğu için kafa derisi altına yerleştirilecek çok küçük çipler, cep telefonlarında olduğu gibi yerleşik istasyonlar vasıtasıyla uydu ile iletişim halinde olacak ve bu şekilde çip beynin yaydığı dalgaları okuyup merkeze bildirebilecek veya uygun frekansta dalga yayarak beyni istediği şekilde etkileyebilecek. Aynı şekilde çiplenen insanın yeri kolayca tesbit edilebilecek. Aynı
Çipin beyin dalgalarını okuması ve beyne sinyal göndermesi ne demektir? (1) Çip yardımıyla, beyinden yayılan dalgaların okunup merkeze iletilmesi ve orada analiz edilerek kişinin o an için neşeli mi, üzüntülü mü, uykulu mu yoksa düşünceli mi olduğunun anlaşılması ve çipin beyne sinyal yollayarak kişiyi bu şuur hallerinden birine sürmesi hadisesi ki mümkündür. (2) Kişinin düşüncelerinin, gözünün gördüğünün ve kulağının işittiğinin bilgisine erişilmesi; kişinin “beynine” istenilen düşünce ve görüntünün gönderilmesi (beyne değil de “gözönüne” görüntü ve kulağa ses göndermek mümkün) hadisesi ki bugünlü bilim ve teknoloji birikimiyle mümkün görünmese de gelecek vadeden bazı teknikler yok değil. “Beynin Okunması ve Yazılması” başlığı altında incelenecek.
Yeni Dünya Düzeni’nin öncelikli projelerinin arasında her insana bir çip yerleştirilmesi düşüncesi var. Derinin altına yerleştirilecek ‘pirinç’ büyüklüğündeki bu çipe kişinin tüm kimlik ve sağlık bilgileri depolanabiliyor. Ayrıca çipe para yüklenebiliyor ve nakit para taşımaya gerek kalmıyor. Çipler, marketlerdeki okuyuculara benzer aletler ile aktive oluyor; gerekli enerji okuyucu aletin yaydığı manyetik alandan karşılandığı için pil gerekmiyor ve ömür boyu kullanılıyor. Çok masum gibi görünen bu planın altında, tüm dünya insanlığının koyun gibi damgalandığı ve gerektiğinde kimliğinin iptal edilerek kişinin tüm özgürlüklerinin kısıtlanabileceği bir sistem hayali yatıyor.

Beynin Okunması ve Yazılması
Medikal mühendislik beyni, 1-50 Hz (“Hz”: saniyedeki vuruş sayısı) frekans aralığında ve 50-200 mikro volt genliğinde çalışan elektronik bir cihaz olarak tanımlar. Belirli bir ritmi ve şekli olan beyin dalgaları, gün boyunca insanın aktivitelerine bağlı olarak alfa, beta, teta, delta gibi farklı frekans aralıklarında değişir.
Beynin çalışma frekansı dış uyarıcılar yardımıyla değiştirilebilir. Belirli bir frekansta çakan ışık ile (photic uyarım) veya iki kulağın her birine farklı frekansta müzik veya ses verilerek aradaki frekans farkı (phantom frekans) yardımıyla kişinin beyninin çalışma frekansı istenilen seviyeye getirilebilir. Örneğin bir kulağa 300 Hz, diğerine de 310 Hz frekanslı müzik verirseniz, aradaki 10 Hz’lik fark şuurlu bir şekilde algılanmasa da beyin üzerinde ritmik darbe etkisi yapar. Görsel, işitsel veya elektromanyetik dalgaların kullanımı vasıtasıyla daha başka “uyarım” teknikleri de mevcut...
Bir meditasyon şirketi yukarıda bahsedilen teknikle kaydedilen müzik kasetleri satıyor; tabiî önemli olan kasetteki müzikler değil, kasetin iki kulak için frekans farkı oluşturacak şekilde kaydedilmiş olması. Farklı istekler için farklı paketler mevcut: Aşkı Ateşle, Beyin Masajı, Derin Düşünce, Derin Uyku, Ekstazi, İman, Rahatlama, Başağrısı Tedavisi, Tansiyon Tedavisi, İbadet Hali, Sigarayı Bırakma, Kilo Kaybetme vs... Beyin, kasetteki müzikte bulunan “phantom frekans” etkisi altında çalışma frekansını değiştiriyor ve kişi seçtiği şuur durumuna giriyor. “Şuurun Şamanik Hali” üzerine çalışan Melinde Maxfield, saniyede 4,5 kez (4,5 Hz) vuran ritmik davul sesinin bir şaman için şuurun şamanik haline geçmenin anahtarı olduğunu iddia ediyor.
Yukarıda bahsedilen psikolojik durumların her biri, beynin alfa, beta, teta, delta olarak isimlendirilen farklı frekans aralıklarında çalışmasının bir neticesi... 8-13 Hz frekans aralığında çalışan beyin alfa durumundadır ve yaydığı elektromanyetik dalgalara alfa dalgaları denir. Gevşeme, rahatlama, hayal kurma ve yaratıcılık bu beyin durumunda kendini belli eder. Çocukların beyni genellikle bu frekans aralığında çalışır. “EEG and Behavior” (EEG ve Davranış) isimli kitapta pasif ve sakin mizaçlı kişilerde beynin alfa aktivitelerinin belirgin olduğu, öbür yandan agresif kişilerin beyinlerinin alfa aktivitelerinin minimum olduğu söyleniyor. Gerginlik, korku ve endişe alfa aktivitesini düşürüyor. Yani bir insanın beynini alfa durumuna sokarak o kişiyi sakinleştirmek mümkün... Meditasyon uzmanları stres tedavisinde alfa-yoğunluklu programları tercih ediyorlar.
Beta dalgaları 13 Hz’den hızlı olan dalgaları kapsıyor. Dikkat ve konsantrasyon anlarında, zihnî yoğunlaşmanın ve idrakin arttığı durumlarda, aynı zamanda endişe ve korku anlarında da beynin çalışma frekansı... Beta-yoğunluklu programların tedavisiyle kişinin sınavlardaki başarısı arttırılıyor, bilgiyi organize ve analiz etme istidadı geliştiriliyor. Bu metot aynı zamanda “dikkat eksikliği hastalığı”nın tedavisinde de terapistler tarafından kullanılıyor.
4-7 Hz arası; teta dalgaları... Algının ve sezginin artması, unutulan hatıraların veya rüyaların hatırlanması ve ilhama açık oluş genel psikolojik etkileri... Ayrıca süper-öğrenme, zihni yeniden programlama ve oto-hipnoz için en uygun beyin durumu... Uyuşturucu ve alkol bağımlılığı tedavisinde kullanılıyor.
0-4 Hz aralığı en yavaş olan delta dalgalarına aittir. Genellikle derin uyku sırasında görülür ve bu sırada büyüme hormonu salgılandığı için hastalıkların iyileşmesi ve vücudun gençleşmesi için çok uygundur. Delta dalgaları aynı zamanda şuuraltına tekabül eder ve şuuraltına yönelik araştırmalarda kullanılabilir.
Farklı frekanslar ve genlikler için başka sınıflandırmalar da mevcut fakat beyin dalgaları kabaca bunlar... Yukarıda bahsettiğimiz kitapta beyin dalgaları ile insan davranışları arasında korelasyonlar inceleniyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi, görsel ve işitsel materyal ile veya elektromanyetik dalgalar ile beyin bu frekans aralıklarından birine sürülebilir.
Beyin dalgaları üzerine buraya kadar bahsedilenler beynin çalışma ritmi ile alakalı olanlardır. Ritmin dışında bir de bu dalgaların barındırdıkları bilgiler var. Duyu organlarının çalışmasıyla (görme, işitme vs.) ve düşünce sırasında meydana gelen beyin aktivasyonları bu bilgileri oluşturuyor ki, bu konuda beynin nasıl bir dil kullandığı tam manasıyla çözülebilmiş değil.
Eğer beynin kendi içinde nasıl bir dil kullandığı keşfedilirse, Dr. Delgado’nun hayalini kurduğu zihinleri kontrol altına alınan “psiko-medeni toplum” projesine çok yaklaşılmış olacak ve Matrix filminde olduğu gibi bilgisayar tarafından hangi görüntü, ses veya tad hissi gönderilirse kişi o gerçekliğin içinde yaşayacak.
“The Journal of Physiology” dergisinde 1979 yılında DeValois’lerin yayımlanan makalesi bu konuda çok önemli görünüyor. “Responses of Striate Cortex Cells to Grating and Checkerboard Patterns” (Striate Korteks Hücrelerinin Izgara ve Damatahtası Şekillerine Tepkisi) isimli makalelerinde DeValois’ler, kedilerin ve maymunların beyinlerinin, ızgara ve damatahtası gibi şekillerin kendilerine değil de, bu şekillerin Fourier dönüşümlerine tepki verdiğini görüyorlar. Fourier matematiği her türlü dalga analizinde kullanılan yaygın bir metottur. Beynin dili ile Fourier matematiğinin ciddi bir bağı olduğu açık.
Daha önce de belirttiğimiz gibi tıbbî görüntüleme teknikleri ile beyinden alınan ölçümlerin analiz edilmesi ve barındırdıkları bilgilerin çözülmesi henüz başarılmış değil. Fakat beyin dalgalarının şekline bakarak kabaca bazı tahminlerde bulunmak mümkün oluyor. Örneğin bir deneğe insan suratı ve manzara görüntüleri gösteriyorlar ve bu sırada beyin dalgalarını gözlemliyorlar. Bilim adamları kişinin hangi görüntüye baktığını bilmeden sadece beyin dalgalarının şekline bakarak doğru tahminde bulunabiliyor. Kişinin insan suratına mı yoksa manzara görüntüsüne mi baktığı bilinebilse de henüz hangi surata veya nasıl bir manzaraya baktığı tahmin edilemiyor.

Beyin Dalgalarını Kullanmak
Beyin dalgalarını kullanarak cihazları çalıştırmak, artık hayal olmaktan çıkıyor. Duke Üniversitesi’ndeki bilim adamları maymunların beynine yerleştirdikleri elektrotlarla, beyin dalgalarını bir bilgisayara aktardı. Maymunlar, çeşitli hareketleri yaparken elde edilen dalgalar bir bilgisayarda toplandı. Bir nesneyi tutmak, el çırpmak gibi basit hareketler sırasında elde edilen beyin dalgaları bilgisayar tarafından analiz edilerek sinyallere, bu sinyaller de üç boyutlu görüntülere çevrilerek, bilgisayara bağlı bir robot koluna aktarıldı ve böylece kolun hareketi sağlandı. Bu çalışmalar oldukça umut verici. İkinci aşama, robot kolunun maymunlar tarafından algılanmasını ve idare edilmesini sağlamak. Bilim adamları bu çalışmaları daha da ileri götürdü. Berlin’deki bir grup araştırmacı kafaya 128 adet elektrot yerleştirerek EEG ile insan beyin dalgalarını saptayıp bunları bir bilgisayar programına veri olarak giriyor. Bu program, dalgaların ayırımını yapıyor ve hangi dalganın hangi harekete ait olduğunu kısmen de olsa söyleyebiliyor. Tabiî tüm dalgaların çözümlemesini yapmak oldukça zor; çünkü beyinde aynı anda birçok bölgeden dalgalar yayılıyor. Ancak bazı basit hareketler, bilgisayar sayesinde önceden belirlenebiliyor. Örneğin, kişinin sağ ya da sol elini kullanacağı, yaydığı dalgalar sayesinde önceden anlaşılıyor.
ABD’deki Rochester Üniversitesi bilgisayar bilimleri laboratuarında geliştirilen bir bilgisayar sayesinde, televizyon beyin dalgalarıyla uzaktan kumanda edilebiliyor. Bilgisayarı açıp kapatmak isterken insan beyninden yayılan dalgalar bilgisayar tarafından algılanıyor. Bilgisayar hangi dalganın açma, hangi dalganın kapama olduğunu ayırt edebiliyor. Bu sinyaller televizyona gönderilerek kontrol sağlanıyor. Böylece kişi televizyonu açmak istediğinde yayılan dalgalar “aç” olarak algılanarak televizyon açılıyor. Kapatmak istendiğindeyse bilgisayar tarafından algılanan “kapa” dalgası televizyonu kapatıyor. Tabiî bu buluş tembel televizyon bağımlıları için yapılmış değil. En önemli amacı, yerinden kalkamayan ve hareket edemeyen felçli hastaların kendi kendilerine yeterli olmalarını sağlamak.
Beynimizden yayılan dalgalar oldukça karmaşık. Aynı anda birçok nöron ateşleme yaparak elektrik yayıyor. Bunları tek tek algılayarak çözümlemek oldukça zor. Bir konser salonundaki alkışların tek basına değil de toplu olarak algılanması gibi, beyindeki olumlu ya da olumsuz sinyaller bilgisayar tarafından kabaca algılanabiliyor.
Yalnızca beyin dalgalarıyla çeşitli cihazları kullanmak için yapılan çalışmalar, neredeyse başdöndürücü bir hızla ilerliyor. Artık beyin dalgalarını algılamak için kafaya onlarca elektrot yerleştirmek gerekmeyecek. Geçtiğimiz yıl Brown Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada maymunların beynine yerleştirilen bir mikroçip sayesinde beyin dalgaları algılanarak bilgisayara gönderildi. Bunu yapmak için ilk önce, maymunlara bilgisayar ekranında renkli bir nokta gösterildi. Daha sonra ellerindeki kumandayı kullanarak bu noktayı hedefe götürmeleri öğretildi. Maymunlar bunu öğrendikten sonra beyinlerine bir mikro almaç yerleştirilerek sinyaller bilgisayara yönlendirildi. Ellerinde kumanda olmayan maymunlar ekrana renkli nokta geldiğinde bunu yalnızca düşünerek hedefe yönelttiler. Böylece ellerini hiç kullanmadan oyunlarına devam edebildiler. (Bilim ve Teknik Dergisi Eki, Eylül 2003)

Uzaktan Ses Gönderme
Ses konusunda en büyük problem sesin havada çok fazla dağılması ve bir noktaya odaklanamamasıydı. Birkaç yıl önce Amerika’lı ses mühendisi Joe Pompei, sesi tıpkı elfenerinde olduğu gibi tek bir noktaya göndermeyi başardı. Pompei’nin “Audio Spotlight” (İşitsel Spot Işığı) adını verdiği icadı, insanın duyum eşikleri arasında (20 ilâ 20.000 Hz arası) ses üreten normal bir hoparlörden farklı olarak bir çeşit ultrasonik (20.000 Hz üzeri) ses yayını yapan hoparlör. Normalde duyulan ses dalgalarının aksine ultrasonik dalgaların lazer ışını gibi dağılmadan tek bir noktaya odaklanabilmesi bu tekniğin altında yatan temel prensip. Cihazın yaklaşık 20 metrelik etkin kullanım menzili var. Cihazdan yayılan ultrasonik ses dalgaları hedefe varana kadar havada bozularak normal duyulabilir sese dönüşüyor ve kişi tarafından normal bir şekilde duyulabiliyor. BBC’de “Yarının Dünyası” isimli belgeselde yapılan tanıtımda, cihaz kameranın mikrofonuna çevrildiğinde müzik duyulmaya başlıyor; cihaz başka yöne çevrildiğinde ise müzik tamamen yok oluyor. Bu cihaz yardımıyla kalabalık içerisindeki bir kişiye sadece onun duyabileceği şekilde ses göndermek mümkün oluyor. Gönderilen müzik, konuşma veya başka türlü sesler normal yollarla duyulan sesle kalite açısından aynı. (Satın almak isteyenler için internet adresi: www.holosonics.com)
Birbaşka teknik de içkulakta bununan bezelye büyüklüğündeki sakkula organının ultrasonik ses dalgalarıyla uyarılması... İçinde kalsiyum karbonat kristalleri bulunan sakkula’nın asıl görevi ayakta dikilirken veya yürürken vücudun dengesini sağlamak. İçinde küçük vericiler bulunan saç bandajına benzeyen cihaz alına takılıyor. Çevredeki insanlar hiçbir şey işitmezken cihazı takan kişi sesi kafasının içinde duyuyor. Cihazın direk beynin içinde yerleştirilecek çip versiyonu da kolaylıkla yapılabilir.
Diğer bir işitme yolu da, işitme engellilerin kullandığı işitme cihazlarının temel çalışma prensibi olan, “derinin titreştirilmesi” yoluyla işitme... Deride (veya damarlarda ve kemiklerde) meydana getirilen saf titreşimler kişi tarafından ses olarak duyulabiliyor. Infrasound (alt ses) denilen duyum eşiğinin altındaki (20 Hz altı) sesler ile uzaktan kişinin derisi üzerinde saf titreşimler oluşturmak mümkün olabilir.
Eğer uzaktan gönderilen sesler insan kulağının duyum eşiklerine çok yakın frekanslarda ise, kişi konuşulanları “şuurlu” bir şekilde duymayabilir, fakat beyin tarafından verilen mesaj alınır; “gizli telkin” mevzuu... Amerika’da bir alışveriş mağazası, mağaza içinde çalan müziğin arka planına “Çalmayın... Daha çok alış veriş yapın...” mesajını gizleyerek haksız kazanç elde ettiği için mahkemeye verilmiş ve cezalandırılmıştı. Beyaz ses olarak anılan ve insan tarafından “şuurlu” bir şekilde duyulmasa da beyin tarafından algılanan bu sesler vasıtasıyla hipnoz ihtimali de zikredilebilir...

Uzaktan Görüntü Gönderme
İnsan beyninde istenilen görüntü algısının uzaktan bir etki ile oluşturulması, ses dalgalarında olduğu kadar kolay değil. İlk ihtimal, özel ilaçların tesiriyle veya beynin elektriksel uyarımı ile ortaya çıkan halüsinasyon görme ki, bu yolla kişiye istenilen halüsinasyonları göstermek mümkün değil. Dr. Delgado, elektrotlar vasıtasıyla yaptığı uyarımların halüsinasyon etkisini “Halüsinasyonlar, Hatırlamalar ve Hayaller” başlığı altında şu şekilde açıklıyor:
“Halüsilasyonlar dışardan bir uyarıcının (nesnenin) olmaması durumunda meydana gelen hatalı algılar olarak tanımlanabilir ve çoğu zaman şu iki işleme bağlıdır: Mevcut (önceden depolanmış) bilginin hatırlanması ve (2) duyu organları tarafından algılananların yanlış yorumlanması. Bu fenomenin bedeni mekanizması üzerinde çok az şey biliniyor, fakat galiba beynin frontotemporal bölgesi her nasılsa bu işle alakalı çünkü bu bölgenin elektriksel uyarımı denekte halisülasyon yaratıyor…
Bazı hastalarda temporal lobun uyarılması müzik duyuyormuş hissi yaratıyor. Bazen bu belirli müzik tonu kişi tarafından tanınabiliyor ve kişi bunu mırıldanıyor, bazı durumlarda da bir odada çalan radyo veya teyp sesi gibi geliyor. Duyulan sesler hatırlamadan ziyade hakikaten çalan bir orkestranın enstrümanlarının veya bir şarkının sözlerinin duyulması şeklinde oluyor.
Bu sunî olarak meydana getirilen halisülasyonlar statik değiller, fakat elektrot harekete geçirildiğinde yavaş yavaş görünmeye başlıyorlar. Şarkı hepsi bir defada olmamak üzere baştan sona kadar duyulabiliyor. Rüyada tanıdık yerlerde bulunuluyor ve iyi tanınan insanların konuşmaları ve hareketleri görünüyor.”
Bir hastanın sol temporal bölgesi uyarılıyor ve kendisi şunları söylüyor:
“Bilirsin, komik hissediyorum, şu anda… Tamam o zaman, aniden başka bir şeyler bana doğru geliyor –bu insanlar- bu adamın söylediği gibi… Bu evli çift –ikisi beraber beynimin içine doğru geliyorlar- sanki adam bir şeyler söylüyormuş gibi, ah, beynim tıkandı bir an –aptalca bir şeyler… Sanki o adam bazı kelimeler söylüyormuş gibi geliyor- bazı aptalca kelimeler …”
Dr. Delgado’dan:
“Temporal lobun uyarılmasının kompleks halüsilasyonlara sebep olduğu gerçeği ve bu tip araştırmalar , nöropsikoloji ve psikanaliz arasında önemli bir bağ olduğunu gösteriyor. Ne var ki meydana gelen halüsilasyonların mekanizması henüz açık olarak bilinmiyor; ve hastanın yaşadıklarının hafızadaki geçmişe ait unsurların bir terkibi mi yoksa geçmişin aynen tekrar oynatılması mı olduğunu saptamak oldukça zor.
Her iki durumda da uygulanan elektrik yeni bir fenomen ‘yaratmıyor’, fakat geçmişten gelen malzemenin şuur sayesinde muntazam bir görüntüsünü başlatıyor, bazen de şimdiki algılarla karıştırarak… Algılanan bilginin gidişatındaki sıra belki de bu davranışın en ilginç hususiyetlerinden birisidir, çünkü bu beyinde bilginin depolanmasına dair ipuçları vermektedir. Hatıra tek bir unsur olarak korunmuyor gibi gözüküyor, daha çok aralarında alaka olan hadiselerin birleşmesi şeklinde… İpte dizili inciler gibi; bir inci tanesini çekerek kusursuz bir şekilde dizilmiş tüm seriye ulaşabiliyoruz. Eğer hafıza bu şekilde organize olmuşsa muhtemelen bu protein moleküllerini şekillendiren ve genetik mesajları taşıyan bir sıra üzerinde dizili aminoasitlere benzer. Elektriksel uyarım genel nöronal uyanmayı artırabilir; düşük eşikli hatıra izleri algı seviyesine ulaşarak ve halüsilasyonun muhtevasını şekillenmesiyle diğer izler üzerinde durdurucu etkide bulunarak nihayetinde tekrar aktive olabilir. Uyarımdan önce, şahsi izlerin uyanması çevresel faktörler ve özellikle da hastanın düşüncelerinin ideolojik muhtevası tarafından belirleniyor olabilir. Dolayısıyla aynı noktanın elektriksel uyarılması, bizim hastalarımızda gözlediğimiz veçhile teferruatta hususî değişikliklere izin veren fakat genelde tema olarak birbiriyle alakalı halisülasyonlar serisi oluşturulabilir.”
Hastalarda şu üç fenomenle karşılaşılıyor:
“(1) Hayal (görüntü, ses, iç kulak aktiviteleri, hatıra veya deja vu, uzaktan veya gerçekte varolmayanların duyulması), (2) Duygular (yalnızlık, korku, üzgünlük), (3) Zihnî halüsilasyonlar (canlı hatıralar veya gerçek hayat kadar kompleks rüyalar), ve (4) Zorla düşünme (beyne klişe düşüncelerin üşüşmesi).”
İBDA Mimarı’nın yaşadıklarına bakıldığında hep belirli mekanların ve suratların –Telegramcıların suratları- gösterildiği anlatılıyor. Kişide istenilen görüntünün oluşturulması mevzuundaki akademik çalışmaların ne seviyede olduğunu Nick Herbert’in “Temel Bilinç” isimli kitabından gösterelim:
“Culbertson’ın zihin bağlantısı kavramı, örneğin sesli harflerin görsel olarak farklı renklerde algılanması gibi, bir duyusal biçimin başka bir anlamda deneyimlendiği sinestezi olgusuyla etkilenmiştir. Parmak uçlarına uygulanan dinamik Braille makineleriyle veya sırtlarında titreşen kancalarla bir tür görsel deneyim verme girişimleriyle kör insanlarda görsel duyu dokunma uyarımıyla taklit edilmeye çalışılmıştır.
Tesadüf olarak, optik sinirdeki giriş hatları sayısı (yaklaşık 1 milyon), belkemiğine giren dokunma sinirlerinin sayısına hemen hemen eşittir; yani, prensip olarak dokunma duyumuz en az görme duyumuz kadar karmaşık deneyimler üretebilir.”
Yakın gelecekte bu konuda devrim niteliğinde gelişmelerin olacağı açık. Bugüne dönersek, İBDA Mimarı’na gösterilen görüntülerin “hologram” olması kuvvetle muhtemel. Hologram görüntüler filmlerden de hatırlanacağı gibi havada oluşturulabiliyor ve bu görüntülerin çevresinde dolaşmak, veya içinden geçip gitmek mümkün oluyor. Bu görüntüler hücreye, hücre duvarındaki veya kapısındaki küçük bir delikten gönderilmiş olabilir. Kitaptaki “Işık Hüzmesi” başlıklı bölümde anlatılanlar da bu ihtimali güçlendiriyor. Kitaptan bir iktibas:
“Bir not: Kartal Cezaevi... Ayağında uzun konçlu postalı, pantolu, dizinden üstü görünmez asker... Dizinden üstü görünmez gardiyan... Tehditlere uygun şekilde, uyurken üstüme saldıran ve uyanık gözle gördüğüm dokunma duyusu olarak algıladığım, 15-20 gardiyan eli; dirseklere kadar çıplak ve gerisi görünmeyen adamlar... Uyanıklıkta bir buud farkı gibi yaşanan ve uyanıklıktan uyanıklığa geçişte –tabiî hâl dediğimiz durumda da, hâdisenin devamı olarak, gülerek kapıdan uzaklaşan bir sürü... Yaşadığım bu ve benzeri olaylarda, her türlü ihtimâli gözönüne almakta oluşumu göstermek üzere, hologram tedâisi içinde veriyorum. Şu veya bu surete bürünebilme istidadı olan cin bahsini ve “resim gösterme” büyü veya teknolojisini de hatırlatarak.” (s. 283-284)

Elektromanyetik Dalgaların Tıbbî Etkileri
Elektromanyetik dalgaların insanlar üzerine çevrilmesi 1960 Sovyet Rusya’sına kadar uzanyor. 5 sene boyunca Moskova’daki Amerikan Büyükelçiliği’ne yöneltilen ve “Moskova Sinyali” olarak bilinen bu dalgalar, personel arasında çeşitli fiziksel ve zihinsel hastalıklara yol açmış ve Amerikan elçisinin de ölümüne sebep olmuştur.
İnsanlarda gerek hücre bazında gerekse hücrelerden oluşan organlar bazında çoğu bedeni faaliyetler pozitif ve negatif yüklü iyon veya bileşiklerin taşınması ve depolanması yoluyla sürer.
Elektromanyetik dalgaların vücuttaki iyonlar ve dipoller üzerinde hareket ettirici veya durdurucu etkileri vardır. E.M. dalgalar bu parçacıkların tabi hareketine mani olur ve netice olarak hücrelerde ve organlarda çeşitli rahatsızlıklara sebebiyet verir.
Prof. Dr. Selim Şeker, “Elektromanyetik Alanların Biyolojik Etkileri, Güvenlik Standartları ve Korunma Yöntemleri” isimli kitabının önsözünde şunları aktarıyor:
“Elektromanyetik dalgalar insan organizmasında büyük ölçüde karışıklığa sebep olabilirler. Vücudun molekül ve atomları dengelerini kaybeder, biyokimyasal faaliyetler etkilenir ve vücudun elektrik sirkülasyonu zarar görür. Örneğin bedeni fonksiyonların hepsi 1-250 mikro volt arası çok küçük gerilimli elektrik süreçleriyle devam eder. İnsan sinir sistemi 500.000 km uzunluğu 25 milyar sinir hücresi ile dev bir elektriksel donanıma sahip muazzam bir elektronik sistemdir. Elektrik alanların dışardan bu hassas sisteme tesir etmesi durumunda, doğal sirkülasyon zarar görebilir. Kalp dolaşım sistemi ve sinir sisteminde buna bağlı bozukluklar ortaya çıkabilir. Vücudun bağışıklık sisteminin sürekli zayıflamasının ‘kanseri artıran bir etki’ yapacağı sorusu da artık gündeme gelmiş konulardandır.”
Vücudumuzdaki tüm dokular hücrelerden ve hücresel arası sıvılardan oluşur. Dokular yapıları gereği yerine göre elektrik akımını geçiren direnç (iletken tel) gibi davranırken, yerine göre de elektrik potansiyeli depolayıp boşaltan kapasitör gibi davranır. Dokulara gelen e.m. dalgaların değişen manyetik alanları, dokuların iletken tel gibi davranması sebebiyle doku içinde indüksiyon akımı oluşturur. Böylelikle vücutta biriken elektrik akımı, metal bir cisme yaklaşıldığında veya dokunulduğunda vücuttan metal cisme doğru ark edecek; yani kısa bir süre elektrik çarpılması hissi yaşanacaktır.
Mirzabeyoğlu’nun avukatları müvekkilinin ve aynı hücrede kalan diğer tutukluların ranza veya kapı kolu gibi metal eşyalara dokunduklarında, statik elektrik boşalması diye bilinen küçük elektrik arklarından çok daha şiddetli ve acı verici elektrik çarpılmalarından şikayet ettiklerini aktarmıştı. Belli ki Kartal F Tipi Cezaevinde tutukluların bulunduğu hücreye yakın bir odaya aşırı düşük frekansta (ELF) elektromanyetik dalga üreten bir cihaz yerleştirilmiş, böyle bir işkence metodu tezgahlanmıştı.
Bu tip e.m. tacizlerde özellikle ELF (çok düşük frekans) dalgaları kullanılmaktadır. Düşük frekanslı radyasyon, enerjisi az olmasına rağmen, salınım periyodu daha uzun süreli olduğu için vücuda daha fazla nüfuz eder. Yüksek frekanslı radyasyonun etkisi ise daha çok deride ısınma olarak görülür. İBDA Mimarı yaşadığını aktarıyor:
“Üzerinizde adeta elektrik tesirinin kristalize olması ve adeta bedeninize yapışık görünmez bir elbisenin hapsi içinde kalan hareketiniz; bütün bedeniniz ve beyniniz onun kontrolünde...” (s. 251)
Canlı organizmaların ELF elektrik alanından etkilendiğini söyleyen Prof. Şeker, bu dalgalara maruz kalmanın neticelerinden şöyle bahsediyor:
“Çok düşük frekanslı alanlara belirli sürelerde maruz kalma sonucunda aşağıdaki olaylar ortaya çıkar. a) elektrik şokları, b) yük boşalması, c) doku sıcaklığı artışı, d) yanıklar, e) pacemaker girişi, f) ısı ve şok dışı çeşitli etkiler; doğu bloğu literatüründe bahsedilen neurosthenic (nevrastesi sinir yoğunluğu) sendromlarıdır. Bu son etki dışında diğer tüm etkiler çok iyi biçimde anlaşılmış olaylar olup, literatürde ayrıntılı biçimde incelenmektedir. Sovyetler Birliğine ait literatürde merkezi sinir sistemi, otonom sinir sistemi ve kardiovascular sistemin düşük frekanslı alanlarda etkilendiğinden bahsedebilmektedir.
Biyolojik malzemede radyo frekans enerji (RFR) soğurulmasının en iyi bilinen etkisi ısınmaya yol açmasıdır. En fazla ısı artışı vücudun dış yüzeyi olan deri üzerinde ortaya çıkar ve yerel yanmalar oluşturabilir. İBDA Mimarı, bu ısınma etkisinden “Vücut Isısı” başlığı altında, başka bir kitaptan yaptığı tedai yollu bir iktibasla bahsediyor.
Belirli bir seviyeden sonra ise kan damarları ciddi manada zarar görür ve bu sebeple iç organlarda kanamalar oluşur. Bazı organların aşırı ısınmadan dolayı zarar görmeleri mümkündür. Ayrıca vücudun çeşitli bölgelerine ameliyatla yerleştirilmiş metaller RFR’nin yoğunlaşmasına sebep olabilmektedir.
Prof. Şeker radyo frekans radyasyonunun üreme ile ilgili dokular üzerinde etkisini şöyle özetliyor:
“Üreme ile ilgili dokular: Göz ve sinir sistemlerinden başka, genital organlar RF alanlarına karşı çok duyarlıdır. Santimetrik dalga bölgesindeki yüksek alan yoğunluklarında fark edilir değişmeler olur. Bu şiddetlerde başlıca etki üreme organlar üzerinde oluşan ısı etkisidir. Bu organlarda sıcaklık artışı (kadın ve erkek) morfolojik değişmelere neden olur ve muhtemel dejeneratif işlemler doğurur. Üreme organlarını besleyen kan damarlarının büzülmesi yada yumurtalık veya testislere direk zarar verebilir. Histolojik araştırmalar çeşitli işlem fazında sperm oluşmasının kesildiğini (durakladığını) ortaya koymuştur. Bu morfolojik değişmeler üreme çevriminde, döl azalma, kısırlaşma ve dişi doğum sayısında artış olarak kendini gösterir. RF ışımasının hamile kadınlarda düşük oranında artmaya neden olduğu bilinmektedir. Literatür hamilelik başlangıcında kısadalga diathermy tedavisi gören bir annenin fetusunda embryopatthy durumu oluştuğunu bildirilmektedir. Çocuk doğduğunda normalden çok daha az kemikleşme eksikliği gibi anormallikler görülür.”
Bu çerçevede kan dolaşımında meydana gelen aksaklıklar ve nabız oranında değişmeler söz konusu olabilir. RF alanlarında çalışan personelde (özellikle kadınlarda) tiroid bezi büyümesi gözlenmiştir. Ayrıca kalp bölgesinde ve kaslarda ağrı, saç dökülmesi ve nefes alma zorluğuna da rastlanmıştır.”
Bu noktada üreme organlarında meydana gelen aksaklıkların vücutta şişmanlama ve şişme gibi tesirleri ihtimal olarak zikredilebilir.

Korunma Yöntemleri
Prof. Şeker elektromanyetik silahlardan kitabında bahsetmiyor fakat yüksek gerilim hatlarından veya radyasyon yayan cihazların bulunduğu yerlerde çalışanlar için radyasyon etkilerinden en iyi korunma yönteminin ekranlama olduğunu ve bunun için de özel elbiseler bulunduğunu söylüyor.
Bu elbiseler bir cismin dışının iletken bir kabukla tamamen kuşatılması durumunda içine elektromanyetik dalgaların ve elektrik akımının giremeyeceği prensibinden faydalanılarak imal edilmiştir. “Faraday Kafesi” denilen bu prensipçe, cismi çevreleyen kabuğun iletken olması ve içteki cisimle temas etmemesi gerekir; cisim ile kabuk arasına yalıtkan (elektriği iletmeyen) bir doku koyularak ikinci şart yerine getirilebilir. Eğer dış kabukta delik veya yarık yoksa radyasyonun içteki cisme etkisi sıfırdır. Fakat kabukta varolan küçük bir delik bile radyasyonun içeriye sızmasına sebep olabilir.
Bahsi geçen teknik basit bir deneyle ispatlanabilir. Bir cep telefonu çalışır vaziyette iken önce gazete kağıdı ile (yalıtkan madde), sonra da alüminyum folyo (iletken kabuk) ile boşluk bırakılmadan sarılır. Bu halde başka bir telefondan ekranlanan telefonu arayarak ulaşılamadığını görebilirsiniz. Aynı deney alüminyum folyo yerine kapağı tam kapanan bir tencere ile de yapılabilir.
Bir internet sitesinde yer alan psikotronik silahlardan korunma yöntemi olarak insanların kafalarına alüminyum folyolar sarmaları tavsiyesi, sarılan folyoda boyun, göz ve (nefes alabilmek için) burun bölgesinde zorunlu olarak bırakılan boşluklar sargının kabuk işlemini yerine getirebilmesine mani olduğu için hatalıdır. Ayrıca folyo arada bir yalıtkan olmaksızın direk kafaya sarıldığı için, yani kabuk ile içerideki cisim temas halinde olduğu için Faraday kafesi oluşturamaz. Tabi ki bunun hiç etkisi olmadığını iddia etmiyoruz. Fakat çok yüksek dozdaki e.m. dalgaya maruz kalma anlarında kayda değer bir faydası olmayacaktır. Bu arada, dünyanın kendi manyetik alanında meydana gelen ani değişimlerde veya manyetik alan bombardımanlarında insan saçı, kafatasının üzerinde iletken bir satıh olarak beyni bir miktar koruyabilir.
Teorik olarak e.m. dalgaları engellemek mümkün olsa da, pratikte bunu başarmak oldukça zor. Özel olarak üretilen ekranlama elbiseleri, çevre sıcaklığı 25°C’nin üzerine çıktığında rahatsızlık verebilir. E.M. dalgalardan kurtulmanın en kolay yolu, bulunulan ortamı –mümkünse tabi!- terketmektir. Zaten “telegram” ismi altında incelediğimiz bu teknikler etkin olarak “kıstırılmış” insanlar üzerinde uygulanabiliyor. Meseleyi kendisine açtığımız bir fizik profesörü bu silahların kimler üzerinde kullanıldığını sorduğunda, daha çok “kıstırılmış insanlar” üzerinde kullanıldığını söylemiştik. Kendisi de bunun üzerine, “Bu iş fareyi tut, ağzına zehiri koy işi o zaman” demişti ki aynen öyle. Bakın İBDA Mimarı işkencenin ortasında ve dünyaya kapalı hücresinde meseleyi nasıl çözmüş:
“Telegram’ın başlarında, “bu bir din ve ilim çatışmasıdır!” demeleri üzerine, “bu ipten biri düşecek, ama kim?” demiştim. En sonunda, “Allah belânı versin, o kadar çaba boşa gitti! Zaten yıkmaktan başka neden anlarsın?” diyen karısı berbat olmuş, bu sürünün “pire ilâcı mucidi”nin durumuna düşmesinin en canlı numunesidir: İş gide gide, “Uzaktan kumanda” yerine, “pireyi böyle tutar, ilâcı gözüne sıkarsın!” hesabına dönmüştür. Pireyi tuttuktan sonra ilâca ne hâcet? Üstelik, MİT’le, askerle, gardiyanla, mafya bozuntularıyla fizikî çullanmayı hiç görür bir işkence sürecinde, karşılarındakinin pireleşmediğini de gördüler!” (s. 14)
Hücre Tipi Cezaevleri
Hücre tipi cezaevleri “köşeye sıkışmış kurban” üzerinde istediği tacizi ve işkenceyi yapabilmenin kolaylığını sağladığı için ‘telegram’ için biçilmez bir kaftandır. Kişiye kolayca uzaktan ses ve görüntü göndermenin yanında, yapılan tacizlerin etkilerini yakından görebilmek açısından cezaevlerinin Telegramcılar için ayrı bir avantajı var. Ayrıca bir kaynaktan çıkan elektromanyetik dalgaların şiddetinin mesafe arttıkça azaldığını göz önüne alırsak, yakın mesafenin ciddi sonuçlar alınması açısından zorunluluğunun karşısında hücre tipi cezaevlerinin bu iş için ne derece elverişli olduğu görülür.
Hücre tipi cezaevleri, kurbana ‘kendi ipini kendi eliyle çektirme’ yerleri olarak modern dar ağaçları olarak görülebilir. Bugün tüm dünyada, hukukun devletlerin gayrı meşruluğunu gizlemek için bir paravanadan başka bir işlevi yoktur. Hücre tipi cezaevleri de bu gayrı meşruluğun, devletin elini hiç bulaştırmadan mahkuma ‘kendi ipini kendi eliyle çektirmek’ suretiyle icra edildiği yerlerdir.
Cezaevlerinde zihin kontrolü, bu cihazların uzmanları, cezaevi personeli ve bazı işbirlikçi mahkumların yardımıyla kotarılır. Tacizler esnasında genellikle yalnız olan kurban sadece kendisinin duyabildiği ve nereden geldiği belli olmayan seslerle, düşüncelerine müdahale edilerek tıkırtı, patlama gibi gürültülerle taciz edilir.
Gardiyanlar bir araya gelerek kurban üzerinde kalabalık psikolojisi kurmaya çalışır. Kurban gardiyanların kendi aralarındaki alakasız konuşmaları bile kendi üstüne alınmaya başlar, onların seslerini çok uzakta olmalarına rağmen duyabilir, daha doğrusu o sesler kurbana duyurulur.

Büyü
Büyü, bin yıllardan beri süregelen kadîm bir ilimdir. Kuran-ı Kerim’de, Babil’e insanları imtihan etmek için gönderilen Harut ve Marut isimli iki melekten sözedilmetedir. Bu iki melek insanlara, eğer isterlerse büyü ilmini onlara öğretebileceklerini söylemiş, fakat ileride bu ilimle sapıtabilecekleri konusunda da onları uyarmıştır. İslam dini büyü yapmayı kesin kurallarla men etmiştir.
Papaz büyüsü, Yahudi Kabbala teknikleri, Şaman büyüleri ve birçok büyü tekniği, bu silahlara paralel olarak yerine göre uygun olanı seçilerek kullanılıyor.
İslam kaynaklarında yer alan, ‘cinlerin insana aşırı keder, ani heyecan ve ani sevinç anları gibi vücut dengesinin bozulduğu ve dışa açık olduğu anlarda daha kolay tesir edebildiği’ göz önünde bulundurulursa, elektromanyetik silahların insanın hem ruhî hem de fizikî dengesini bozarak insanı büyü ve cinlerin tesirine açık hale getirebilmesi açısından ayrı bir fonksiyonu var. İBDA Mimarı’nın yaşadıklarından:
“Kollarımı kilitlemek üzere yatarken saldırgan, keçi gibi üçgen yüzlü ve uzun kulaklı, kuyruğu kanguru kuyruğu gibi, hayvanca pençelerinin –o görünüş içinde son derece ürkütücü maymun elli, toplam olarak; şeytan tasvirlerinin canlı hâli... Derisi ve tüylü yerlerinin rengi, siyaha çalan kahverengi... İsmi de İsmail!..” (s. 43)

Kim ve Nasıl Kullanıyor?
Telegramcıgramcıların İBDA Mimarı’na çatmaları ve silahlarının geri tepip, o sıralarda televizyon ekranlarında da toplu seks törenlerinden büyücülüklerine kadar ifşa olmaları, onlar için ne büyük gam... Kim bunlar? Kitapta kafa kağıtları ve ruh fotoğrafları mevcut, kısaca:
“Atatürkçü tarikat” olarak medyaya yansıyan “Dost Tarikati”... “Dost” dedikleri binbaşılıktan emekli, kendisini Atatürk’ün yarattığına inanan İhsan Güven... Onun ilham ve feyz (!) aldığı, okuma ve yazması olmayan, kulaktan Yunus Emre’nin şiirlerini ezberleyip onun gibi şiir söylemeye yeltenen, ilimsiz ve başıboş girdiği tasavvuf mecraında zamanla cin oyuncağı olan, Adanalı Nakşi Şeyhi (!) olarak bilinen İsmail Emre... Zamanında Batı Çalışma Grubu’na (BÇG) belge getirip götüren ve askerliği sırasında JİTEM’de eğitilen popçu Çelik... Popçu Çelik’e aşık olup bestelerini ona kaptıran, sonra da aşkına karşılık göremeyince “bestelerimi geri versinler” diye televizyon ekranlarında bas bas bağıran, İhsan Güven’in eski eşi Ayşe Ersoy vs. vs.
Budizmden şamanizme, zerdüştlük dininden yahudi mistisizmine kadar yamalı bohça felsefeleri ve cin-büyü tesiriyle birlikte Telegramcıların ilk hedefi kurbanın ilk tepkilerini gözlemleyerek onun psikolojisini tanımaya çalışmak. Daha sonra ise “iradenin kırılması ve yönlendirilmesi” geliyor. Tabiî bunun için de kişinin çevresinde olup biten hadiseleri kişide “sistem zihniyeti” oluşturacak biçimde tertiplemek ve kişiye tamamen kuşatıldığının hissettirilmesi temel stratejileri. İBDA Mimarı bu stratejiyi şöyle açıklıyor:
“Korku, cesaret, tedirginlik, yahut emniyet duygularının hiçbirinde karar kıldırmamak ve hususen bunları hiçbir mukavemete sebeb vermemek adına yapmak, teslim almanın bellibaşlı bir usulü olmuştur Telegram’da. Hile yapılır, sonra hile buldurulur; neticede her yaptığınız, düşündüğünüz şeyin onlar vasıtasıyla olduğu, sizin kumanda altında sadece bir robottan başka birşey olmadığınız telkin edilir. Ses, konuşan kişinin suretiyle beraber tedricî olarak değişir; falanca iken, filânca olur. Şu, bu. Belli bir dönem seanslarında, her kurgu, bitmeyecekmiş gibi gelen bir işin yeni kurgusunu haber veren şu nakaratla son bulur:
- “Oyun bunlar oyun! Oyun içinde oyun, oyun içinde oyun!” (s. 25)
İBDA Mimarı bu noktada “Huda” (Rabb. Sahib. Hâlık...) ve “Hud’a” (Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir) kelimeleri arasındaki iştikak alakasını işaretleyerek Telegramcıların “Oyun bunlar oyun!” diye bağırmalarının arkasındaki ilahlık ilanını belirtiyor. Zaten yaptıkları işkenceden zevklenip şöyle bağırıyorlarmış:
“Ben de Tanrı mıyım neyim? Her istediğimi yaptırıyorum sana! Ulan senin ölmen de yaşaman da benim elimde! Ben istemesem, sen ölemezsin bile!” (s. 18)
Acaba!? İBDA Mimarı’nın “intihar teşebbüsü”nün “şahadet eylemi” olarak Telegramcıların başında patlamasına ne demeli?
Bir de kitapta “hadiseyi körüklemek” olarak terimleştirilen, telegram sırasında cinsel içerikli feci görüntülerin kullanılması hadisesi var ki yine temel hedef, kişinin kendisine olan saygısını yitirmesini sağlamak, kişinin iç dengesini yıkmak ve kişiyi işkenceciye kul-bende etmek. İBDA Mimarı, eski devirlerde saçları kesilip kafasına hayvan derisi geçirilen; bu yüzden uzayan saçları geri dönüp beynine saplanan ve neticede insanlıktan çıkan, köle olarak satılan “mankurt adam”ları hatırlatıyor ve Telegram’ı şöyle açıklıyor:
“Makine cinsinden “robot insan” hayâllerinin yanında bu, doğrudan doğruya insanın robotlaştırmak işidir ve bu yüzden hâlimi kimse anlamıyor!” (s. 59)

Korku ve Normatif Şuur Hatası
Buraya kadar anlatılanlar hakikaten ürkütücü... Fakat bu noktada okuyucuyu bekleyen bir tehlike var ki; o da “Acaba benim de beynim
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Hzr 22, 2011 10:30 pm    Mesaj konusu: Doğa belgeselleri, çocuk filmleri ve medyatik paganizm Alıntıyla Cevap Gönder

CIA NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?
Bülent ESİNOĞLU
11.08.2011

Bulanık suda balık avlamak, ya da suyu bulandırmak.
Basit bir hatırlatma yapalım.
Saddam'ın silahları ve radyasyon tehlikesine karşı halk uyarılıyordu.
Hatta bazı anneler çocuklarını radyasyon tehlikesine kaşı okula göndermedi.
Ortalıkta naylon sıkıntısı baş göstermişti.
Radyasyondan korunmak için naylona hücum vardı.
CIA halk arasında bir yönde hassasiyet oluşturmak, ya da oluşmuş bir
hassasiyet varsa, onu dağıtmak için yalan haber yapar.
Fıkralar sızdırır.
Köşe yazıları yazdırır.
Karikatürler yaptırır.
Silah şemaları ve resimleri gazetelerde boy gösterir.
Amerikan ekonomisinin çöktüğü haberler hızla yayılıyor, Amerika'nın
gücü konusunda dünya kamuoyunda şüpheler oluşmaya başladı ya...
Şimdi CIA'nın görevi; Amerika'yı kurşundan hızlı, ışıktan parlak,
attığını vurur güçlü bir devlet olarak yeniden takim etmektedir.
Milliyet Gazetesinin haberine göre; "Amerika sesten tam 20 kat hızlı
giden ve haydut devletler diye tabir ettiği ülkeleri bir saatten az
zamanda vurabilecek silahları test ediyor"
Afganistan'da yenilmiş, Irak'ta on yıldır bir sonuç alamamış Amerika
bir saatte haydut devlet temizleyecekmiş!
Aynı Irak işgalinden önce yaşadığımız senaryonun işaretleri gelmeye
başladı bile...
Gazeteler böyle CIA Haberlerini niye koyarlar?
Böyle bir haber ne işe ve kimin işine yarar?
Kimleri korkutmak ve teslim almak içindir?
Gazeteler şöyle bir haberi neden görmez?
Çin, Çin'in hava sahasında, haber toplamak için uçan Amerikan
uydularının üzerine "sakız yapıştırır gibi" küçük uydu yapıştırıp,
Amerikan uydularını kör ettiğini... Neden haber yapmazlar?
Şimdiye kadar neden böyle bir haber okumadık?
Hiçbir yayın organı artık Amerika'yı melek veya göze hoş gelecek bir
matah gibi gösteremez. Aman şöyle güçlü, böyle güçlü diye anlatamaz.
Her şey artık ortadadır.
Amerika "seri bir katildir". İşbirlikçiler vardır. Kullandığı dini
örgütleri vardır. V.s.
Ama artık oda bitmektedir. Amerika'yı güçlü göstermek ve teslim
olunması gereken bir güç gibi anlatmak sadece Amerika'nın işine gelen
bir şeydir.
ordu millet

Dr. Hayati Bice
“Baykuş İmparatorluğu”nun ‘Cici Kız’ları
29 Haziran 2011

Afganistan’dan, Libya’dan Hatay’a her ‘üretilmiş kriz’ bölgesinde ‘bir halkla ilişkiler kahramanı’ olarak boy gösteren Angelina Jolie’nin gezileri “bir iyi niyet meleği”nin naif uçuşları değildir

-Angelina Bize Niye Geldi?-

Geçtiğimiz günlerde Hatay’a gelerek Suriye’den iltica eden insanlar için teşkil edilen çadırkentleri ziyaret eden ünlü Holywood yıldızı Angelina Jolie bütün dünyada ve tabii ki Türkiye’de ilgi ile izlendi. Angelina Jolie’nin bu birkaç saatlik ziyareti anahaber bültenlerinin flaş haberi olarak verilip, taşıdığı “markalı” çanta için kaç bin dolar reklam bedeli aldığı bile konuşulurken bu davetsiz ziyaretçinin misyonu ve ziyaret ile hedeflenen sonuç gözden kaçtı. Bu ziyaretin ABD emperyalizminin siyasi propagandasının bir parçası olarak, bir PR (=halkla ilişkiler) çalışması nesnesi olarak Holywood yıldızlarını kullanma şeklindeki alışıldık yönteminin bir parçası olarak anlaşılması ve hedefinin bu şekilde değerlendirilmesi gerekir. (1)

“Baykuş İmparatorluğu” ‘Cici Kız’ları Hep Sever!

Cathy O’Brien’ın anıları olarak "Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü" alt başlığı ile yayınlanan “Baykuş İmparatorluğu” kitabında Holywood yıldızları ile Amerikan yönetimin en üst düzeyden yetkilileri arasındaki ilişkiye dair pek çok ipucu yer almaktadır. (2) Dünyanın egemen gücü olarak dünyanın her ülkesine müdahale etmeyi kendilerinin bir hakkı olarak gören ABD elitlerinin sapkın tercihlerini konu alan bu kitabı, dünyada olan biteni anlamak isteyen herkes okumalıdır. Kendisi de bir seks kölesi olarak programlanan yazarın, küçük kızının da daha çocuk yaşta seks kölesi haline getirilme sürecine sokulduğunu anlayan bir annenin, annelik fıtratının koruma içgüdüsü ile harekete geçerek ABD’yi yöneten elitin mahrem hayatının pisliklerini ortaya seren bu itirafları bir yönüyle tiksindirici unsurlar içerse de hayra hizmet açısından takdir edilmelidir.

“Trance-Formation of America” adı ile ABD’de 1995’te yayınlanan ve 2002 yılında da Türkiye’de çevirisi basılan Cathy O’Brien’ın anılar kitabında isminden sözedilen ABD elitlerinden -Hillary Clinton dışında- bugün aktif görevde olan pek kimse kalmamış ise de ABD yönetim erkinin zihniyet yapısını anlamak için bu kitap eşsiz bir kaynak olarak önemini koruyor. Bu anıları psikanalitik bir okumaya tabi tutarsak ABD’nin dünyaya yön vermek iddiasındaki isimlerinin; George W. Bush’dan Dick Cheney’e, Madeleine Albright’tan Hillary Clinton’a pedofiliden homoseksüelliğe nasıl rezilane tablolar sergiledikleri görülür. (4)

İslâm Ülkeleri Liderlerine Cinsel Tuzaklar

Cathy O’Brien’ın kitabında yer alan bir bölüm var ki, özellikle dikkat çekmek isterim. Bu bölümde Suudî Arabistan’ın ABD büyükelçisi olan Suud Kraliyet Ailesi’nden bir prensin (Bender bin Sultan bin Abdulaziz) cinsel ihtiyaçlarının resmi yönetimin bilgisi altında, bazı görevliler tarafından karşılanması hakkındaki bilgiler, sadece bir kişi ile olsa değinmek bile gerekmeyebilirdi. Ancak İslâm ülkeleri yöneticilerinin cinsel içerikli şantajlara muhatap kalmasında, haklarında oluşturulan bu cinsel eğilim dosyalarının -ve muhtemel ki görüntü arşivlerinin- bir yeri olduğu kesindir.

Kitabın başlıbaşına bir bölümünün yakınlarda vefat eden Suud Kralı Fahd bin Abdulaziz’e verilen cinsel hizmete ayrılmış olması bile bu konunun önemini göstermeğe yeter. (5) Aynı sayfalarda Suudi Arabistan’ın en yetkili ismi olan ve ülkesinde burnundan kıl aldırmayan Kral’ın Bush’un elindeki bir “kukla” olduğunu bir ABD Başkanlık Görevlisi olarak kullanılan ‘zavallı bir fahişe’den okumak İslâm dünyasının hal-i pürmelâli açısından ne acıdır!

(Derkenar: Son seçim sürecinde MHP’nin maruz kaldığı şantaja, hattâ CHP Genel Başkanlığı görevini zelîl bir şekilde terk etmek zorunda bırakılan Deniz Baykal’ın başına gelenlere bu açıdan bakılırsa ne demek istediğim daha net anlaşılabilecektir.)

Marilyn Monroe’dan Angelina Jolie’ye…

“Baykuş İmparatorluğu” kitabında O’Brien, Marilyn Monroe’yu Zihin Kontrolü operasyonuna tabi tutularak ABD başkanları için hizmete sunulmuş ‘seks kölelerinin ilk örneği’ olarak takdim etmektedir. Gerçekten de ölüm sebebi resmi evraklarda aşırı dozda yatıştırıcı ilaç alımı sonucu intihar olarak kayıtlara geçen Marilyn Monroe’nun ölümündeki sır hâlâ gizemini korumaktadır. Zamanın ABD bakanı John F. Kennedy ve başkanın erkek kardeşi Bobby Kennedy ile sürdürdüğü eş zamanlı ilişkinin yol açtığı psikolojik ve siyasi sorunların CIA’yi harekete geçirerek Marilyn Monroe’nun 5 Ağustos 1962 tarihinde henüz 36 yaşında ölümü ile sonuçlanan sürecin düğmesine basıldığı yaygın bir kanaattir. (6)

Kendisi de ABD elitlerinin ‘hayvanî’ zevklerinin tatmini için kullanılan Cathy O’Brien’ın anıları; Marilyn Monroe’dan sonra da devam ettiği anlaşılan ‘seks kölesi üretimi’ yanı sıra pek çok Holywood ve müzik sektörü yıldızının CIA operasyonlarında kullanıldığını göstermektedir. Bazı müzik yıldızlarının ülke içi turnelerinin eroin ve kokain sevkiyatı için önemli bir kanal haline getirildiği anlaşılmaktadır. (7)

Daha sonra ABD başkanı olacak Bill Clinton’un daha Arkansas eyaleti valiliği sırasında bir kokain bağımlısı olduğunu dile getiren satırların arka planında CIA’nin ABD içerisinde kokain trafiğinin tam ortasında olduğu da ima edilmektedir. Cathy O’Brien’ın Bill Clinton ile ilgili anılarını içeren bölümde halen ABD Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton’un özel cinsel tercihleri ile ilgili satırlar da okunabilir. (8)

Angelina Jolie’nin bir süredir ABD’nin operasyon bölgelerinde aktif olarak “faaliyet” göstermesi konusuna bu itiraflar ışığında bakıldığında konunun ABD yönetimine uzanan ayaklarını görebiliriz. Afganistan’dan Etyopya’ya, Libya’dan Hatay’a her ‘üretilmiş kriz’ bölgesinde ‘bir halkla ilişkiler kahramanı’ olarak boy gösterip fotoğraf veren Angelina Jolie’nin bu çalışmalarını “bir iyi niyet meleği”nin naif çabaları olarak görmek için oldukça saf olmak gerek. Cinsel yöneliminin biseksüel olduğunu itiraf eden Jolie’nin aktif olarak sürdürdüğü bu faaliyetlerinden bir hayır ummak imkânsızdır.

Kim önce yazacak acaba: Hillary mi Angelina mı ?

Bugünlerin tarihine ışık tutacak olan gizemli ayrıntılar da sanırım birkaç yıl içerisinde açığa çıkacaktır. Ülkemizdeki tarikatların durumunu merak ettiği belgelenen Hillary’nin Amerikan tarihindeki yerini ve Amerikan stratejilerinde ülkemizin yerini merak etmemek mümkün mü? “Hillary’nin Anıları” diye bir kitab çıkarsa birgün, ilk okurlarından birisi olmak isterim bu yüzden.(9) Ya da “Angelina Jolie’nin Günlüğü” başlıklı bir kitabın içerisinde Afganistan, Türkiye kelimelerinin geçtiği birçok sayfaya rastlayacağımız kesindir. Bakalım, bugünlerde ABD politikasında aktif olan bu iki kadından hangisinin itiraflarını daha önce okuyacağız? (Kimbilir belki, Hillary ve Angelina’nın birbirleri hakkında anlatacakları çok özel anıları da vardır. Ama bu özel anıları kendilerine kalsın!)

Konuya magazin olarak bakanlar “Angelina Jolie’nin Günlüğü”nü okumayı, üç biyolojik üç de edinilmiş altı çocuk sahibi bir kadının anılarını herhalde daha çok merak edecektir; ama benim aklım hâlâ şurada: Daha birkaç gün önce Hillary Clinton “Türkiye-Suriye savaşı çıkabilir” (10)

şeklindeki üstü kapalı bir tehdidi içeren açıklamayı niçin yaptı acaba? Bu açıklamanın arkasından gelecek gelişmeler vara vara nereye çıkar? Bu açıklamada R. Tayyip Erdoğan ne yana düşer; Beşşar Esed ne yana?.. vb… Ne çok soru var bu açıklamanın ardından insanın beynine kıymık gibi saplanan…

Hillary’nin Nakşiliğe merakının nedeninden daha fazla, asıl bu açıklamasının arkaplanını öğrenmek isterim doğrusu…

---------------------------------------------------------

İletişim : atahayati@gmail.com

(1) Angelina Jolie Hatay'da, CNNTURK, 17 Haziran 2011 Cuma, http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/06/17/angelina.jolie.hatayda/620426.0/

(2) Baykuş İmparatorluğu, (Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü), Cathy O'Brien-Mark Philips, (Çev. Uğur Alkapar), Aykırı Yayınevi, İstanbul-2002

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=63842

(3) Cathy O'Brien’ın “Trance-Formation of America” kitabının tam metninin İngilizce aslını aşağıdaki linkte görebilirsiniz:

http://www.scribd.com/doc/2448066/Cathy-OBrien-Mark-Philips-Trance-Formation-of-America2

(4) George W. Bush’un iki dönemlik başkanlığı döneminde “gerçek başkan” olduğu kabul edilen Dick Cheney’in azgın bir pedofil olduğu kaydedilmiştir. Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 10, s.170.

(5) “Kral ve Ben” , Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 31, s.315.

(6)Marilyn Monroe’nun ölümü hakkındaki spekülasyonlar için bkz.:

http://www.trutv.com/library/crime/notorious_murders/celebrity/marilyn_monroe/9.html

(7) “Clinton’un Kokain Şeritleri”, Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 14, s.207.

(8) Cathy O’Brien’ın ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un özel cinsel tercihi hakkındaki şu sözleri ibret vericidir: Hillary Clinton is the only female to become sexually aroused at the sight of my mutilated vagina. Bkz. Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 14, s.215.

(9) Hillary Clinton’un ülkemizdeki tarikatlar ve Gülen Cemaati ile ilgili sorularını içeren resmi evraka işaret eden yazıma gelen yorumlara hayret ettim doğrusu. Söz konusu olan “hidayete susamış Hillary”nin ruhunu “nirvana”ya erdirmek için bir yöntem olarak tasavvufu merak etmesi değil… Araştırılan konu, ABD birgün bu ülke üzerinde bir ‘ameliyat’ yapacak ise tasavvufî gruplar arasından bir direnç odağı ortaya çıkar mı? sorusunun yanıtını bulabilmek. Henüz bu niyeti anlayamayan Türkiye Nakşbendi cemaatlerinden korkmanın âlemi yok herhalde ama, varsın korksunlar! İlgili yazım ve yapılan yorumlar için bkz:

“Hillary Nakşîlere Merak Salmış!” http://www.haber10.com/makale/24450/

(10) Sınırda çatışma tehlikesi; Hillary Clinton sınıra dayanan Suriye ordusunun hareketliliğinden kaygı duyduklarını açıkladı. 24 Haziran 2011, http://haber.gazetevatan.com/sinirda-catisma-tehlikesi/385421/30/Dunya
Kaynak: haber10

Doğa belgeselleri, çocuk filmleri ve medyatik paganizm
Yusuf KAPLAN
20/06/2011



Doğa belgesellerinin, pek çok bakımdan pagan metinler olduğunu hiç düşündük mü, merak ediyorum doğrusu.

Doğa belgeselleri, aslında kendi dili ve doğasıyla tabiatı ve hayvanlar âlemini anlatmaz bize: Bizi anlatır; bizim dünyamızı. Hayvanlar "ehlîleştirilir", insana yakınlaştırılır, hatta insansılaştırılır.

O yüzden tabiatı ve hayvanların kendi dünyasını anlama kaygısı güdülmez; tabiata ve hayvanların dünyasına insanın dünyası giydirilir; tabiî ki batılı seküler-çatışmacı insanın. Burada enteresan bir temsil (yeniden-sunum) problemi vardır: Tabiat ve hayvanların dünyası olduğu gibi sunulmaz bize: İnsanların dünyası, tabiat ve hayvanları üzerinden yeniden-sunulur. Antroposentrizm (insanın her şeyin merkezine yerleştirilerek tanrısal bir konum biçilmesi) tabiatın ve hayvanlar âleminin bir kez daha insan tarafından kontrol ve kolonize edilmesinin yegâne aracı ve dili'dir burada.

Bu belgesellerde Hıristiyan sembolizmiyle karışık pagan bir kodifikasyonun atlan alta işlediği görülür: Tabiat, Ana'dır. Hayvanlar ona emanet edilmiştir. Tabiat Ana, cömerttir; doğurur, üretir ve besler; esrarengizdir, tehlikeler barındırır, şimşekler çaktırır, fırtınalar estirir, sıcaktan, soğuktan ve kuraklıktan öldürür vs.

Tabiat Ana, "Dişi Tanrı"dır. Hatta belgesellerde tabiatın bu tür tanrısal niteliklerine sık sık vurgu yapılır. Hıristiyanlık'ta bulduğumuz bu özellikler, esas itibariyle pagan Antik Yunan mitolojisinden ve panteonlar dünyasından Hıristiyanlığa tevarüs etmiş, sızmış ve köksalmıştır.

Peki, Tabiat Ana, "Dişi Tanrı"ysa, bu belgeselleri yapan, kuran, kurgulayan göz ve aklın sahibi insan nedir, öyleyse? Tam da Pagan kültürün Hıristiyan teolojisine ve terminolojisine sirayet ettiği şekliyle insan, "Tanrı Baba"dır. (Bunun, 1960'ların ve 1970'lerin Yeşilçam sineması'na, çocuk kahramanlara "Allah Baba"' dedirtecek kadar girebilmiş olması, nasıl bir şeydir; yeni-sömürgecilikle ne tür bir ilişkisi vardır acaba, diye biraz düşünmek gerekiyor). Tabiata hükmeden, müdahale eden, tabiatı kontrol eden ve değiştiren, istediği şekilde kullanan, hatta tahrip etme kudret ve kuvvetini ("çocuksuluğunu") gösteren odur; yani büyük İ ile İnsan'dır.

İnsanın tahripkârlığı, tabiatı nasıl tahrip ettiği pek verilmez; aksine, bu belgesellerde resmedilen doğa, keşfedilmemiş fakat keşfedilecek yeni bir kıta (terra ingognita) olarak resmedilir. Bir yandan tabiat, doğal hâliyle gösterilmeye çalışılır; öte yandan da, böyle yapmakla, keşfedilecek şeyi keşfedebilecek aktörün sadece insan (tanrısal güç sahibi bir aktör) olduğu örtük bir şekilde zihinlerimize kazınır. İnsanın hayatın ve her şeyin merkezine yerleştirilerek tanrısal bir konuma yükseltilmesi demek olan antroposentrizm, burada da hükmünü icra eder bir kez daha.

Mesele çizgi filmlere, çocuk filmlerine geldiğinde, iş, daha da çetrefilleşir ve çığırından çıkar: Çocuk filmlerinin, çizgi filmlerin büyük çoğunluğu, hayvanlar üzerinden kurgulanır: Hatta bu filmlerin ana veya yan karakterleri büyük ölçüde görünüşte "hayvan kahramanlar"dan seçilir. Böylelikle hayvanların masumiyeti ve saflığı ile çocukların masumiyeti ve saflığı eşitlenerek, hayvanların üzerinden çocuklara her tür kültürel kodlama ve anlamlandırma biçimi dolayımlaması yoluyla tam bir kültürel bombardıman yapılır.

Sonuç itibariyle, bu tür filmlerde yapılan şey, hayvanları insanlaştırmaktır: Bu filmlerde, hayvanlar, insanlar gibi konuşur, insanlar gibi yer, insanlar gibi kavga eder, insanlar gibi hayat sürdürür, insanlar gibi bir hayat tarzı seçer; özetle hayvanlar gibi değil, insanlar gibi yaşarlar.

Meselenin problemli yanı işte burasıdır: Hayvanlara yüklenen roller, kimi zaman, süper-zeki, hatta "süpermen" insan rolleridir; kimi zaman, saf, salak, asalak, tembel, düşük-zekâlı insan-rolleri. Sonuç, tıpkı doğa belgesellerinde olduğu gibi, çocuk filmlerinde veya çizgi filmlerde de hayvanların dünyası kontrol altına alınır, kolonize edilir ve yok sayılır / yok edilir.

Tabiî çocuk filmlerinin ve çizgi filmlerin doğa ve hayvan belgesellerinden açıkça çok daha tehlikeli tarafı, hayvanlar üzerinden çocuklara belli bir kültürün, hayat tarzının, zevklerin, beğenilerin, elbette ki belli bir ideolojinin, ikonolojinin ve mitolojinin (ezici çoğunlukla seküler Batı kültürünün ve çatışmacı, gücü, parayı ve güç sahibi lmayı kutsayan kapitalist sembolik anlam haritasının) empoze edilmesi, enjekte edilmesidir. Böylelikle, sadece hayvanların dünyası değil, çocuklar ve çocukların dünyası da bizzat yetişkinler tarafından kontrol altına alınır, yönlendirilir, biçimlendirilir ve kolonize edilir.
YENİ ŞAFAK

CURCUNALI BİR DÖNEM Mİ GELİYOR ?
PROF.DR.NURULLAH AYDIN



2011-08-04

Demokrasi, milli irade, değişim dönüşüm, açılım saçılım ağızlarda ciklet gibi. Herkes konuşuyor da konuşuyor. ABD Türkiye’yi yönetiyormuş, işsizlik artmış, gelir dengesi bozulmuş, yatırımlar durmuş, kalkınma rafa kaldırılmış kimsenin umurunda değil!

Ağız dalaşı, gözboyayıcı kulaklara hoş gelen sözler TV ekranlarında! Gazete köşe yazarları ise o dedi bu da dedilerle meşgul! Bayan yazarlar ise cinselliği esas alan sokak dedikodularına ayna tutar hale gelmiş!

Herkes ürküyor, herkes çekiniyor. Ya siyasi iktidardan ya, patrondan ürker, korkar hale gelmiş. Düşünen üreten gerçekleri açıklayacak donanımlı birikimli insanlar ise halkı aydınlatma görevinden uzak bırakılmış. Şarlatanlar, laf ebeleri ekranlarda gazetelerde günü kurtarma, kafa karıştırma görevi ile arzı endam eyliyor...

Ne oluyor? Evet ne oluyor? Curcunalı bir dönemin işaretleri!

Peki neden bu söylemler bugün yüksek sesle dile getiriliyor. Her toplumun iç sorunları vardır. Ama bunlar bastırılan duygular olarak kalır. Bu herkesin yararındadır. Bunun için ‘toplumsal mutabakat' sağlanmıştır.

Ortadoğu halklarında ‘geçmişin sorunları neden gün ışığına çıkarılmaya çalışılır' da batılılarda bunlar olmaz.

Batı ülkelerinde; etnik-mezhepsel farklılıklar yanında devletin varlığı, kimliği ve yönü tartışılmaz da Ortadoğu halklarında tartışılır. Türkiye'de de tartışılmaya açılıyor?

Batı, Ortadoğu'nun Yavuz Sultan Selim hanın kurduğu tam 500 yıl süren kardeşlik düzenini, yıkıyor. 1517 den 1918' e kadar süren bu dönemde oluşan halkların kardeşliğinin, 1918 den bugüne kadar İngiliz Fransız ve nihayet ABD işgal süreçlerinde damarları çatırdatıldı. Ve nihayet işbirlikçiler eliyle demokratikleşme ve özgürleştirme adıyla batı emellerine ulaştı.

Bakın Türkiye'de ki akımların çizgisini bir hatırlayalım.

Dinci, İslamcı, Ümmetçi, Arapçı, Milliyetçi, Ulusalcı, Türkiyeci, Amerikancı, Avrupacı, Avrasyacı. Bunların kendilerine verdiği farklı tanımlar da var.

Cumhuriyetçilerin cumhuriyeti anlatma ve anlama zaafı var. Cumhuriyet idealinin tek iddiası laiklik midir? Ya da resmi ideoloji midir? Resmi ideoloji nedir neye dayanır?

Türkiye; özgürlük eşitlik kardeşlik ideallerine uzak sosyal demokrasiyle alakasız demokratikleşmeye öfkeli sağcı bir hale gelen cumhuriyetçi akımı. Sağ bir partiye karşı reaksiyonun koyu bir reaksiyoner sağcılık haline gelmesi. Resmi ideolojiye karşı olan sağın yeni ideologları ise dünün solcuları.

Hukuku, sistemi ve demokratik ilkeyi aşırı zorlamak, hem sisteme hem de sokaktaki insana çok ağır sıkıntılar getirmiştir.

Üretim durdu ve tüketim arttı, muhafazakar kesim modern yaşamla tanıştı. Yoksul ve dar kesimlere dayanışma adı altında yardımlar yapılıyor. Bunlar sağcılık mı solculuk mu?

Yaşanmakta olan sürecin adı kapitalistleşme ve onunla birlikte gelen modernleşmedir. Bu süreç elitin maddi ve manevi imtiyazlarını aşındırdığı için gerilim çıkmaktadır.

Türkiye'nin siyasi ve toplumsal yapısı; Ulusalcılık ile milliyetçiliğin, dindarlık ile işbirlikçiliğin farklılaşması sonucunu doğurmuştur.

Hangisi ülkeyi daha çok düşünmek ve sevmektir? Ulusalcılık mı, milliyetçilik mi, dindarlık mı, işbirlikçilik mi, Avrupacılık mı, Amerikancılık mı, küreselleşmecilik mi, Siyonistleşmecilik mi? Hangisi?

Türkiye'de ifade edilen milli irade üzerinde güç-kurum tanımayız anlayışı, çoğunluğun diktatörlüğüne dayalı otoriter bir rejim oluşturma sevdasıdır. Ve totaliter rejime yani faşizme varan bir süreci ifade der. Hukuk devleti anlayışını yok sayan, yargısal denetimi olmayan çoğunluk oyuna dayalı iktidar yaklaşımı demokrasi değildir.

Ülkeyi kalkındırmamak, büyütmemek, küresel bir güç haline getirmemek için batının pompaladığı, bazı maceraperestlerin ise şöhret olmak için üzerine atladığı o kadar kavram ve konu var ki? Evet yüzyıl öncelerinin tartışılan konuları tekrar gündem de!

Türk insanına faydası ne? Bunu da her siyasi akımda olanlar düşünmelidir.

GüNüN SöZü: Bilinçli cesaret, insanı hedefine ulaştırır.

HALKnet.com

Genel Kurmay Başkanlığı'nda Uzaktan Beyin Kontrolü Brifingi

11 Kasım 2007 Uçak yazılımlarıyla ilgili çalışırken aniden intihar eden üç Aselsan mühendisi olayına Genelkurmay el koydu. İntiharlarda "ölüm dalgası" şüphesi var. Karargahta bu konuşuldu.
"Uzaktan beyin kontrolü ile suikast yapıldı" iddiaları masaya yatırıldı

ASELSAN'daki mühendis intiharları askeri harekete geçirdi. 'Suikast' iddiaları üzerine Genelkurmay, bir uzmanı karargaha davet edip 'Ölüm Dalgası' hakkında brifing aldı.

ASELSAN'da çalışan 3 Türk mühendisinin intihar olarak açıklanan ölümleriyle ilgili "uzaktan beyin kontrolü ile suikast yapıldı" iddialarını Genelkurmay Başkanlığı'nın da dikkate aldığı ortaya çıktı.

Yeni istihbarat teknolojleri ve kozmik savaş uzmanı Prof. Dr. Ahmet Maranki'nin Yeni Şafak'taki "Radyo dalgalarıyla örtülü suikast" başlıklı haberde de dile getirdiği "F 16 uçaklarının ABD tarafından Türkiye'ye verilmek istenmeyen gizli yazılımları üzerinde çalışan 3 Türk mühendisinin 'radyo dalgalarıyla beyinlerine intihar dürtüsü verilmesi sonucu hayatlarını kaybettiler' şeklindeki iddiaları üzerine askeri yetkililerin bir uzmandan brifing aldığı öğrenildi. Genelkurmay Başkanlığı'nın talebi üzerine verilen "Biorezinans ve radyo dalga boylarının manyetik etkileri" konulu brifingte "Değişik dalga boylarının insan beyni üzerindeki tahripleri, elektronik savaş aletlerinin maniple edilerek kontrol dışı kullanımı " gibi başlıklarda bilgi verildiği belirtildi. Brifingte biorezinans ve radyo dalga boylarının manyetik etkilerinin tespit edilmesi ve stratejik anlamda kullanımı konusunda bilinen ve bilinmeyen bütün detayların masaya yatırıldığı kaydedildi
aktifhaber

Kumanda kavgası tarihe karışıyor
06 Eylül 2011
Bu televizyon düşüncenizi okuyor, kanalı ona göre değiştiriyor...

Hem Ucuza Hemde Kolayca Nasıl İngilizce Öğrenebilirim?

Bu televizyon düşüncenizi okuyor, kanalı ona göre değiştiriyor...

Almanya’nın başkenti Berlin’de düzenlenen Uluslararası Radyo-TV Konferansı’nda düşünce gücüyle çalışan televizyon tanıtıldı.

Çinli bir firma tarafından geliştirilen yeni teknoloji, beyin dalgalarını okuyor. Böylece kumandaya gerek kalmadan kanal değiştirebiliyorsunuz.

Habertürk

İsrail’in medya kartı
İşte Laçiner
06 Eylül 2011

Bilgiye hükmeden dünyaya hükmeder, çünkü bilgi üreterek insanların beyinlerini işgal edersiniz. Bugün dünya kültür hayatına büyük ölçüde ABD hâkim: Hollywood sinema pazarlarının %50’den fazlasına sahip. Tüm dünya Hollywood filmleriyle gülüyor, o filmlerle ağlıyor. Aynı şekilde internet alanında da ABD rakipsiz. Görsel medyada ise Fox ve CNN gibi televizyon istasyonları sadece Amerikan kamuoyunu değil, tüm dünyayı şekillendiriyor. Yazılı alanda ise tüm dünyanın ürettiği bilginin yarıdan fazlası İngilizce’de, ABD ve akrabası ülkelerde üretiliyor. New York Times, Newsweek gibi yazılı medya kuruluşlarının ürettiği bilgiler bizim gazeteler de dâhil olmak üzere, tüm dünya tarafından çevrilerek yerel bilgi haline getiriliyor.

ABD'NİN SUNDUĞU DÜNYADA YAŞIYORUZ

Kısacası bildiğimiz, ya bildiğimizi sandığımız dünya biraz da bize ABD ve akrabalarının sunduğu dünya. Hayata bu gözlüklerden bakıyoruz.

Peki, dünya aklını şekillendiren Amerikan kuruluşlarına kim hâkim?

Rakamları alt alta dizdiğimizde Amerikan medyasının % 80’den fazlasının tek bir etnik/dini gruptan gelenlere ait olduğunu görüyoruz: Museviler.

Nüfusları ABD nüfusunun % 2’sini bile bulmayan Yahudiler medya ve eğlence dünyasını adeta ellerinde tutuyorlar. Aklınıza gelebilecek hemen hemen tüm medya kuruluşları bu insanların elinde.

Dilerseniz hangi şirketler Musevi işadamlarına ait kısa bir listesini verelim:

New York Times, en yakın rakibi Washinton Post, New York Post, Wall Street Journal, New York Daily, Boston Post; Newsweek, Time, US News & World; Google, AOL, MTV, CBS, ABC ve NBC; Paramount & DreamWorks film stüdyoları, Blockbuster Videos, Time Warner, Twentieth Century, Walt Disney...

***

İngiltere’de de durum pek farklı değil. Nüfusun sadece % 0.5’ini oluşturmalarına rağmen Yahudilerin İngiliz medyasına ilgisi olağanüstü. ITV, BBC, Carlton, ITN, Granada, Channel 4 gibi belli başlı televizyon istasyonlarında Yahudiler nüfuslarının çok ötesinde temsil ediliyorlar. SKY TV’nin ve pek çok gazetenin sahibi olan Rupert Murdoch ise İngiliz medyasının en çok tanınan Musevi işadamı. Daily Express, Daily Star, News International, the Sun, the Times, Sunday Times vd. Yahudi işadamlarına ait. Başka bir deyişle İngiltere’de de tablo ABD’den pek farklı değil. Nüfus olarak çok küçük bir etnik/dini grup medyanın neredeyse tamamını elinde tutuyor.

***

Elbette ırkçı değiliz. Allah daha çok versin. Ancak tablonun ne kadar sağlıksız olduğu da ortada. Burada kuyumculuktan veya otomobil üretmekten söz etmiyoruz. İnsanların algılarını şekillendirmekten bahsediyoruz. Medyanın tek bir etnik/dini grubun tekelinde olmasının önemli olmadığı, her bir gazetenin ve gazetecinin ayrı tercihleri olabileceği iddia edilebilir. Doğrudur. Nitekim adı geçen yayınlarda zaman zaman İsrail’e dönük bazı eleştiriler de göze çarpıyor. Fakat nihai noktada Anglo-Sakson ülkelerinde medya İsrail’e karşı tarafsız olamıyor. Zaten bu yayın organlarının sahipleri ve yöneticileri de bu gerçeği itiraf ediyorlar, bazıları Siyonizm’e olan bağlılıklarını açıkça ifade ediyorlar. Örneğin Murdoch bir keresinde kendisinin ve sahibi olduğu medya kuruluşunun kaderinin Siyonist kazanımlarını korumakta olduğunu ifade etmişti. Aynı şekilde Telegraph grubu da açıkça İsrail’i her olayda desteklemektedir, bu grubun sahipleri Siyonizm’e olan bağlılığını gizlememektedir. Hatırlayacaksınız AK Parti’nin İran’dan para aldığı yalan haberini yayımlayan gazete de bu gruba aitti.

Türkiye tabiri caizse arı kovanına çomak soktu... İsrail’in bu gerilimdeki en büyük kozu Batı medyasındaki olağanüstü bağlantıları olacaktır. Elbette her Yahudi İsrail’in haksızlıklarına destek vermeyecektir. Fakat bundan sonra uluslararası basında Türkiye aleyhinde haberler artarsa veya bir Amerikan filminde ilgisiz bir yerde Türkiye’yi karalayan bir sahne görürseniz şaşırmayın. Zaten dikkatli gözler Mavi Marmara’dan sonra bu tür haber ve sahnelerdeki artışı çoktan fark etti bile.
Star gazetesi

MİKRO DALGA BEYİN KONTROLÜ
Prof. Dr. Nurullah AYDIN
30.09.2011

Bir çok kişi; gazetelerde, TV ekranlarında yer alan haber, yorum ve analizlere kuşkuyla bakmaktadır. Bir gün söylenenlerin ertesi gün rahatlıkla tersi söylenebilmektedir.

Yani kafa karışıklılığı hemen her kesimde var. Yönü, yolu ve rotası belirsiz bir süreç yaşanıyor. Bunda kuşkusuz ülkede etkin olanların birikimsiz, bilgisiz olması temel etken. Neden ve niçin ise soruluyor. Türkiye’de olan bitenlere farklı bir açıdan bakmak gerek.

Bakın; 80'li yıllarda nükleer silâhlara karşı protesto eylemlerinde bulunan Greenham Genel Kadınları'na yapılan ve çok iyi bilinen uygulama var. Bunların, barış protestoları esnasında, mikrodalga ışımayla, yanıkları, şiddetli baş ağrılarını, göz hasarlarını, geçici felçleri ve kanseri de içeren çeşitli saldırı emarelerine maruz kaldıkları belgelenmiştir. Bunların bir çoğu saldırılar sebebiyle ölmüştür.

Halkın büyük çoğunluğu davranış kontrolü gayesiyle, kendilerine karşı bu silâhların kullanıldığından haberdar olmadığı için, bu, Uzaktan Beyin Kontrolü Silâhları çok güçlüdür.

İstihbarat Ajanları bu gerçeği iyi bilmektedirler ve bu sebeple de, bu bilgiyi toplumun gözünden uzak tutmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar.

İstihbarat Ajanları bu gerçeği açıklamak isteyen kişilerin de itibarını yok etmek için çaba sarf etmektedirler. Yıllardır yetkililer, Uzaktan Beyin Kontrolü silâhlarının varlığını inkar etmek için halka yalan söylediler.

A.B.D. Ordusu'nun Körfez Savaşi sırasında toplu halde Irak taburlarına karşı, Uzaktan Mikrodalga Beyin Kontrolü Silâhlarını kullandığı, medya (Discovery Kanalı) tarafından topluma açıklandı. Daha da önemlisi son günlerde Channel 4 televizyonunda yayınlanan
(Büyük Birader'in...... Sevgisi İçin) isimli belgeselde, İngiltere istihbarat ajanlarının toplumun bir bölümünü bu silâhlarla hedef aldığı gerçeği gösterildi.

İstihbarat ajanları bu öldürücü olmayan silâhların varlığını artık inkâr edememelerine rağmen, hâlâ bu silâhların, sürekli olarak ve artarak toplum üzerinde, Uzaktan Beyin Kontrolü Deneyi"nin Davranış Manipülasyon ve Suikast için kullanıldığını inkâr etmeye devam edeceklerdir.

Yalnızca toplumun büyük çoğunluğu sonunda bu gerçeği gördüğü zaman, bu askerî ve polis istihbarat hiyerarşisinin otoriteci ve vahşi zihniyetinin, toplumumuzu gizli olarak idaresi altına almasını önleyebilecek miyiz?

Uzaktan Beyin Kontrolü Silâhlarının varlığı ile ilgili gerçek aydınlığa çıktığı zaman, bunların bizim masum toplumumuza karşı kullanılmasını ilgilendiren gerçek de ortaya çıkacaktır. Bu yalnızca bir zaman meselesidir.

Birçok bilim adamı, Prenses Diana suikastının sadece, İngiliz ve Fransız istihbarat işbirliği ile yürütüldüğünü değil, fakat başarıya ulaşmak için ve başarı süresince, Uzaktan Beyin Kontrolü Silâhlarının sinsice yaygın olarak kullanıldığı konusunda iknâ olmuştur.

Waco: Büyük Yalan Devam Ediyor video belgeselinde, 130 erkek, kadın ve çocuğun sistematik olarak FBI/BATF ortak operasyonuyla katledildikleri zaman, Waco Teksaitak, Davidien Tarikatı katliamında kullanılan üç ayaklık Uzaktan Beyin Kontrolü
Silahlarını göstermektedir. Bu gerçeklerin delili Özgürlük Projesi/Project Freedom websitesinde sunulmaktadır.

Bu teknolojiyi kendi halkına rahatlıkla kullanan ABD ve İngiltere, sömürmek istedikleri diğer ülkelerde benzerini yapmıyor mu? ABD’nin dünya hakimiyet doktrininde kilit ülkeler; Ortadoğu’da Türkiye, Asya’da Pakistan, Afrika’da Kongo, Amerika’da Panama, Doğu Asya’da Güney Kore’dir. Bu ülke yöneticilerinin; zihinsel şekillendirme uygulamasından geçtiklerini göz ardı etmemek gerekir.

Türkiye’nin siyasetçilerin, akademisyenlerin, gazetecilerin halka yönelik konuşmalarına dikkat ediniz! Ve çevrenizde ülkeyle ilgili ahkam kesenlere bakınız! Onlar belki de çok yakınınızdadır.

Günün Sözü: İnsanı fesatlık kemirir, hasetlik götürür, gurur alçaltır, adalet yüceltir.
ordu millet

Beyin dalgaları ile katili tespit etmek bile mümkün!
21 Ekim 2011



Söz Sende'de bugün psikiyatrist Dr. Tanju Sürmeli ile beraberdik. "Beynin İyileştirme Gücü" adlı kitabını ve bu yönde yaptığı çalışmaları konuştuk.

Tanju Sürmeli, bu yöntemle hiperaktiviteden şizofreniye, zeka geriliğinden otizme pek çok hastalıkta başarıya ulaştıkların ifade etti. Sürmeli, bu yöntemle katilleri bile ayırt etmenin mümkün olduğunu söyleyerek, "Amerika'da bu konuda yapılmış pek çok örnek var. Mesela bu yöntemle geçenlerde bir adamın ömür boyu hapse mahkum olmasına karar verildi. Beyindeki elektirk akımı düzensizliğine bakarak beyin dalgaları kanıt olarak kullanıldı. Bu yöntemi adli psikiyatride kullanma ile ilgili çalışmalar da var. Çünkü katil olarak hüküm giyenlerin çoğu çıktığında aynı suçı işleyerek geri dönüyorlar. Bunu değiştirmek için beynin kendi kendini iyileştirme gücü kullanılabilir, bu yöntemler daha da gelişecek." diye konuştu. Tanju Sürmeli, bu yöntemle kadına şiddetin bile önüne geçilebileceğini belirtiyor.
Habertürk

İnsan Düşüncesi Beyindeki Nöronları kendi iradesi ile, gönüllü olarak kontrol edebiliyor...



Orta temporal loblarına cerrahi olarak elektrod yerleştirilmiş epilepsi hastalarını kapsayan nörobilim araştırması, beyinin derinindeki bireysel nöronları bilinçli olarak düşüncelerle kontrol ettiklerini göstermekte. Denekler, düşünceleri ile mouse cursor-fare imlecini kontrol etmeyi, video oyunları oynamayı ve dijital görüntülerin odaklarını değiştirmeyi öğrenmişlerdir. Bunun için her bir hasta bu araştırma için tasarlanmış
beyin bilgisayarı arayüzleri, derin beyin elektrodları ve software- yazılım kullanmışlardır.

Aşağıdaki makale bu konuyu detaylı olarak açıklanmaktadır...
İnsan Düşüncesi tarafından Kortikal Sinir hücrelerinin Kontrolü

Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü (Caltech) nörobilim insanı Christof Koch ve UCLA Üniversitesi’nden nörocerrah Itzhak Fried ve meslektaşları 5 yıl önce, insan beynindeki tek bir nöronun daha çok gelişmiş bir bilgisayar gibi işleyebilmekte olduğunu ve insanları, manzarayı, objeleri hatırlayabilmekte ve tutarlı ve belirgin,açık kodun karmaşık görsel sunumlarını uzun süreli ve daha soyut hatıralara çevirmeye yardım edebileceğini keşfetmişlerdi.

Koch ve Fried,eski Caltech mezunu ve şimdi Posdoktora öğrencisi Moran Cerf ile beraber şimdi de bireylerin bu nöronların ateşlenmesinde(nöronların daha önceleri beyindeki yerlerinin bilinçli kontrol açısından
ulaşılmaz olduğu düşünülmesine rağmen)bilinçli bir kontrol ortaya koyduklarını ve bu
şekilde de bilgisayar ekranındaki bir görüntüyü çalıştırdığını tespit ettiler.

Caltech’de Bilişsel ve Davranışsal Biyoloji ve Hesaplama ve Nöral Sistemle Profesörü olan Koch, 28 Ekim tarihli Nature Dergisinde yayınlanan bu çalışmanın “bireylerin süratle, bilinçli bir şekilde ve gönüllü olarak beynin derinliklerindeki nöronları kontrol ettiğini”anlatmakta olduğunu dile getiriyor.

Bu çalışma, Fried’in Epilepsi Cerrahi Programını yönettiği, Caltech David Geffen Tıp Okulu’ndaki epilepsi nöbetlerinin ilaçla kontrol edilemediği 12 epilepsi hastası ile yürütülmüştür.Daha sonraki olası cerrahi
duruma hazırlık açısından,nöbetlerinin nereden kaynaklandığını tespit etmeye yardım etmesi
açısından hastaların beyin merkezlerinin derinliklerine elektrod yerleştirilmiştir.Cerf, bu
elektrodları, bilgisayar ekranında spayk olarak gösterilen, orta temporal lobtaki (insan
hafıza ve duygularında önemli bir role sahip) kısımlar halindeki bireysel nöronların
aktivitesini kaydetmek için kullanmıştır.

Nöronların aktivitesini kaydetmeden önce, Cerf her bir hastanın ilgi alanlarını öğrenmek için onlarla görüşme yaptı. Cerf: “Onların nelerden hoşlandıklarını bilmek istediğim. Mesela; Guns N’ Roses grubu,
House adlı dizi ya da Red Sox gibi...”

Bu görüşmelerden elde ettiği bilgiyi kullanarak Cerf,her bir hastanın ilgili olduğu konuya ait 100 görüntülük bir data seti oluşturdu. Daha sonra hastalar bu görüntüleri birbiri ardına izlediler ve onlar bu görüntüleri izlerken, Cerf tek nöronların hedeflenmiş ateşlenme aktivitesini inceledi ve inceledikten sonra şu açıklamayı yaptı:
“100 görüntüden belki 10 tanesi tek bir nöronla güçlü bir korelasyona-karşılıklı iletişime sahip olabiliyor ve bu görüntüler –önbellek hastanın yakınlarda gördüğü şeyleri temsil ediyor olabilir.”

Daha ileri araştırmalar için, 4 ayrı görüntüyü temsil eden en güçlü tepki veren 4 nöron seçildi.Cerf,buradaki amacın hastaların zihinleri ile şeyleri kontrol etmesini saptamak olduğunu dile getirdi. Bireysel görüntüleri -örneğin; Marilyn Monroe’nun resmini-düşünerek, hastalar ilk olarak bilgisayar ekranında cursorı
hareket ettiren ilgili nöronların aktivitesini tetiklediler.Bu yolla hastalar, cursorı yukarı ve aşağı
doğru hareket ettirme idmanı yapıp ve hatta bilgisayar oyunu bile oynadılar.

Ancak Cerf, bunun sadece beyin-makina arabağından ibaret olmaması için, bu işi bir adım daha öteye götürerek zihnimizde yarışan düşünceler arasındaki rekabete dikkat çekmek istediklerini belirtiyor.

Bunu yapmak için, ekip hastanın zihninde birinin diğerine hakim olmak için birbiri ile rekabete girecek iki kavramlı bir durum ayarladılar.Cerf bu konudaki araştırmayı şöyle açıklıyor: “Hastalara boş ekran
karşında oturmalarını ve onlardan bir tane hedef görüntülerini düşünmelerini istedik.
Onlar o görüntüyü düşünürken, ilgili nöron ateşlendi ve biz de o görüntüyü
ekranda gösterdik. Bu görüntü “hedef” görüntüydü.Daha sonra diğer 3
görüntüden bir tanesi “çeldirici” olarak gösterildi.

“Hasta, yarı yarıya-hibrit,karma bir görüntü ile işe başlar. Bu görüntü iki resmin birleşimini temsil eder. Daha sonra sadece zihni kullanarak çeldiriciyi karartıp, hedef görüntüyü açar,ortaya çıkarır.”diye devam ediyor açıklamasına Cerf. Bu testler süresince hastalar doğru görüntünün ortaya çıkması için kendi kişisel startejilerini kullandılar. Örneğin bazısı sadece resmi düşünürken, diğerleri görüntünün ismini
yüksek sesle tekrar ettiler ya da görüntünün belirli bir tarafı üzerine bakışlarını odaklandılar.
Hastaların taktikleri ne olursa olsun,denekler işin püf noktasını çabucak öğrendiler,
ve %70 civarında başarılı oldular.

Ceft bunun üzerine şöyle açıklamada bulundu:“Hastalar,çevredeki şeyleri sadece düşünceleri ile kontrol ettiklerini hisstemeye başladıkları için, bu işi inanılmaz derecede eğlenceli buldular ve çevredeki şeyleri aktive etmeyi sağlayacak düşüncelerin sınırlarını görmek ve yeni şeyleri denemek
için çok fazla hevesliydiler.”

Açıkçası, başarısızlık sınırında olan hastaların durumunda bile, diyelim ki %90 bileşik resim gösteren çeldirici görüntüde bile hastalar, hedef görnütüyü ayrıştırabiliyorlar.

Örneğin; hedef görüntü Bill Clinton ve çeldirici görüntü de George Bush olsun. Hastaların “başarısızlık” durumunda George Bush görüntüsü hakim olacaktır ama onlar Bill Clinton’ı düşünüyor olmaları
gerekmektedir. Dolayısıyla onlar, beyindeki bilgi akışının bir şekilde nasıl kontrol edeceğini
bulmuşlar, Bush’un görüntüsünü kapatıp, diğerinin ortaya çıkmasını sağlamışlardır.

Ceft beyindeki imgelemenin ekrandaki hibrit-karışık görüntüden daha güçlü olduğunu söylemekte. Koch’a göre,en fazla heyecan verici olan şey; “beynin yönerge depolayan kısmının keşfi”. Clinton’ı düşün
yönergesi orta temporal loba ulaşıyor ve Clinton’a tepki veren bir nöron takımını uyarıyor ve aynı
anda Bush’u temsil eden nöron popülasyonunun ateşlenmesini durdururken, bir yandan da diğer
kavramları ya da benzer insanı temsil eden büyük çoğunluktaki hücrelere dokunmuyor...
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

“İnsan temporal lob nöronlarının çevrim-içi gönüllü kontrolü” olan bu çalışma, National Institute of Neurological Disorders and Stroke, the National Institute of Mental Health, the G. Harold & Leila Y.
Mathers Charitable Foundation, and Korea’s World Class University programı tarafından finanse
edilen,Fried ve Koch’un gruplarının işbirliği ile on yıl süren çalışmanın bir parçasıdır.

Çeviren ; AylinER
Kaynak ; http://neurosciencenews.com/human-thought-can-voluntarily-control-neurons-in-brain/

http://okyanusum.com/noron_kontrolu.html#.TrBfyGmkcaQ.facebook

Mevcut Tüm Beyin Teorileri Alt Üst Oldu

Yeni bir araştırmaya göre, tüm yaşamımız boyunca
beyin hücrelerimizin genetik yapısı binlerce kez değişim geçirir.

Edinburgh’da Roslin Enstitüsü’ndeki bilim adamları, retrotransposon denilen genlerin beyin dokusundaki DNA’daki çok küçük değişikliklerden sorumlu olduğunu belirttiler.Retrotransposon genler, DNA içindeki bölümlerdir ve genom içinde kendilerini çoğaltabilirler. Anladığım kadarıyla, fare DNA’ları üzerinde yapılan deneyler göstermiştir ki, retrotransposonların fare genomuna girişleri ve de sonrasında artış göstermeleri
diğer genlerin tanıtımında da değişikliğe yol açmıştır. Bu da, genom içinde kesin mekanik işlevleri olduğu anlamına gelmektedir. Yüzeyde faydalı olmadıkları gerekçesiyle değersiz çöp olarak görülemezler artık.

Bu tavşanların genomları, Kim Kardashian ve SnoopDoggyDogg’un genomlarından alınan retrotransposonlar ile birleştirilmiştir. Araştırmacılar bu süreci anlamanın
çok başlarında olduklarını söylüyorlar.
Keşfettikleri şeyin, beynin işleyişiyle
ilgili bilinen tüm teorileri tamamen
altüst ettiğini söylüyorlar.
Beyin hücrelerinin vücuttaki diğer hücrelerden ve hatta birbirlerinden genetik olarak farklı olduğu ilk kez
bu çalışmalarla ortaya konmuştur.
Araştırma, Hollanda, İtalya, Avustralya, Japonya ve Amerika’dan bilim adamlarının ortaklaşa çalışmasıyla gerçekleştirildi. Retrotransposonların, beyinde özellikle hücre yenilenmesiyle ilgili bölümlerde etkin olduğunu buldular.

GENETİK DEĞİŞİKLİKLER

Edinburgh Üniversitesi’ne bağlı Roslin Enstitüsü’nden DrGeoff Faulkner: “Bu araştırma, beyin
hücrelerinin genetik yapısının yaşam boyunca değişmediği görüşünü tamamen
yıkmaktadır ve de beynin işleyiş sistemiyle ilgili yepyeni bilgiler sunmaktadır” dedi.

Eğer bu hassas genetik değişikliklerin nasıl oluştuğunu daha iyi anlayabilirsek, beyin hücrelerinin
nasıl yeniden oluştuğu, bilgi formasyonu gibi işlemlerin nasıl bir genetik tabanı olduğu hakkında
çok daha geniş bilgi sahibi oluruz ve hatta belki de bu genlerin aktivasyonunun beyin
hastalıklarıyla arasındaki bağlantıyı görebiliriz.

Bilim adamlarının bulguları “Journal” gazetesinde yayımlandı.

Bu bulgu muhtemelen şu anlama gelmektedir: Çocuğun beyninin genetik yapısına katılımı, anne-babanın yaşamlarının farklı dönemlerinde değişiklik gösterebilir. Kişilikteki farklılıklar-sosyal işlev, zeka,
yaratıcılık-beynin durumuna bağlı olduğu için, akla şu soru gelmektedir: Bu değişikliğin
nedenleri nelerdir? Değişiklikler beyindeki stresle ya da ebeveynin duygusal
durumuyla bağlantılı olabilir mi? İstenen doğrultuda değiştirilebilirler mi?

Eğer bir gün gelip de, bilim adamları tüm genetik değişikliklerin, artan düzensiz mutasyonlardan
kaynaklandığını ifade eden tehlikeli bir görüş ortaya atacaksa, aslında belki de o gün çok da
uzağımızda değildir. Anne-babanın içinde bulunduğu duygusal ve ahlaki durum, doğacak
çocuklarının beyin yapısı üzerinde direk etkiye sahiptir. Darwinizm tekrar gözden geçirilmek zorunda olacaktır.

Genomun % 99’unun “çöp DNA” olduğu görüşü şimdiden değişti. Dini görüşlü kişilerin, açıklayamadıkları durumların nedeni olarak tanrıyı gösterdikleri ve gittikçe artan anlayış ışığında, tanrıya atfedilebilecek
alanların gittikçe azaldığı söylenmektedir. Bilim adamları “çöp” kelimesini, işlevi bilinmeyen
herhangi bir şey için söyleseler de, yine de bu alan hızla daralmaktadır.

Çöp DNA’nın hala var olabileceğini düşünüyorum.

Bademciklerin, bağışıklık sisteminde çok önemli bir yere sahip oldukları ve onlar olmazsa hastanın bademcik iltihabından çok daha kötü durumlarla karşılaşabileceği ispatlanana kadar, çok uzun bir süre gözden çıkarılabilir baş belası oldukları düşünülmekteydi.

Hala bademcik ameliyatları yapılıyorsa da, teşhis kriterleri eskiye göre daha sıkı olmaktadır.

Çöp DNA’nın yüksek kopyalama oranı ardındaki nedensel faktörler hala çok tartışılan bir konu.

Retinanın arka yüzeyi, Darwinistler tarafından uzun süre evrimin tesadüfi oluşunun kanıtı olarak gösterilmiştir. Aslında bu çok şaşırtıcıdır çünkü araştırma göstermektedir ki, bu mantığa aykırı oluşum, bu hassas aracın yıllarca gün ışığında son derece iyi bir şekilde işlevine devam edebildiği tek düzendir. Hatalı retina ön yüzeyinin milyonlarca yılda rastgele küçük mutasyonlar ile tamamen değişmesini, böyle bir optik hatalı yaşam formunun tüm bu süre boyunca hayatta kalmasını hayal etmek zordur. Bu yüzden varılabilecek tek sonuç, bu yapının başlangıçtan beri böyle olduğudur. Bu yapının şu özellikleri de başından beri aynıdır: optik güdümlü değişken bir ısı alıcısına sahip olması, kimyasal geri dönüşüm özelliği, özel bağışıklık sistemi, dahili gün ışığı tutucuların mevcut olması
ve her bir hücre çekirdeğinin kendini bölerek, bölümleri dikey istifli diskler halinde yeniden düzenlemesiyle oluşan yüksek hücre yoğunluğunu oluşturması.
Keşke Pasifik Okyanusundaki plastik çöp denizi de insan genomundaki
“çöp” parçaları kadar hızlı azalsa…


3 milyar harften oluşan
insan genom haritasının bir bölümü


Gerhard Richter’in etkileyici 4096 rengi:
Tate Modern Londra’da Ocak 2012’ye
kadar gösterimde.

Farklı miktarlarda 4 ana rengin karışımından
yapıldığını düşünüyorum.

İşte bu yüzden bunu sadece 4 ana
birimi olan insan genomu ile
karşılaştırmak çok ilginç.

Çeviren ; Sıdıka Özemre
Kaynak ; http://iaincarstairs.wordpress.com/2011/10/30/existing-brain-theories-completey-overturned/

http://okyanusum.com/beyin_teorisi.html#.TrBfl09Ie_w.facebook

Psikolojik harekat
Türker Ertürk
04 Kasım 2011

Batı'nın gözetiminde, yurttaşları, dindaşları ve ırkdaşları Kaddafi'yi tüm dünyanın gözleri önünde dövdüler, (..) alay ettiler ve sonunda hunharca ve vahşice öldürdüler. Bu yapılanın ne İslam ile ne de İnsanlık ile bağdaşır tarafı olmadığı çok açıktır. Ama ne yazık ki dünyanın birçok yerinde bu işten direkt çıkarı olmadığı halde ABD Dışişleri Bakanı gibi sevinenlerin veya '' Biraz aşırıya kaçsa da Kaddafi bunu hak etmişti '' diyenlerin olduğunu görüyoruz.
Belki demokrat olma açısından Kaddafi sütten çıkmış ak kaşık değildi ama halkı için çok şeyler yapmıştı. İktidara geldiğinde Libya dünyanın en fakir ülkelerinden biriydi, katledildiğinde ise Afrika'nın yaşam standardı en yüksek ülkesi.

Fakat emperyal güçler Kaddafi'yi istemiyorlardı. Çünkü petrol gelirlerinden anlamlı bir pay vermiyordu. Liderliğindeki Libya bu hali ile Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi için uygun değildi. Ayrıca birçok ürkütücü projesi vardı; Güney Atlantik Savunma Paktı ( Afrika ve Latin Amerika'yı içine alan ), Afrika Birleşik Devletleri, Afrika Merkez Bankası, Afrika Yatırım Bankası, Afrika Para Fonu bunlardan bazılarıdır. En tehlikeli olanı ise Servetin Yeniden Dağıtımı Projesidir (Wealth Redistribution Project ). Bu projenin gerçekleştirilmesi için atılacak adımlar özellikle petrol zengini Arap ülkeleri için önü alınamayan halk ayaklanmalarına neden olabilirdi. Bu nedenle Kaddafi ne yapacağı belli olmayan bir deli, kana susamış bir diktatör ve işbirliğine yanaşmayan bir şeytan olarak dünyaya takdim edildi. Nasıl mı? Psikolojik harekat ile.

Psikolojik harekat bir insanın veya toplumun düşünce ve duygularını kontrol etmek, değiştirmek, yönlendirmek, yılgınlığa ve umutsuzluğa sürüklemek için uygulanan faaliyetlere denir. İnsanların bilinçaltı hedeflendiği için onların farkına varamayacağı şekilde mesajlar kapalı ve örtülü olarak verilir. Amaç toplumun davranışlarını, fikirlerini ve duygularını etkilemek ve yönlendirmektir.

Psikolojik harekat yalnız düşman guruplar için değil dost ve tarafsız unsurlara karşıda kullanılır. Örneğin ABD, Irak'a ve Libya'ya karşı yaptığı saldırıların toplumsal desteği için hem kendi ülkesinde hem de dünyada, kamuoyunu etkilemek ve yönlendirebilmek gerekçesiyle algı operasyonu, yalan, aldatma ve dezenformasyon içerikli yoğun psikolojik harekat yapmıştır.

ABD ve NATO'nun Psikolojik harekat kurslarında 2500 yıl önce yaşamış Çinli General Sun-tuzu öğretileri özel bir öneme sahiptir. Bakınız buralarda neler öğretiliyor.

• Hedef ülkede iyi olan şeyleri gözden düşürünüz.

• Liderlerin ve kurumların şöhretlerini gölgeleyiniz.

• Aşağılık kişilerle işbirliği yapınız.

• Kendi aralarındaki uyuşmazlıkları ve kavgaları kaşıyınız.

Şimdi bu öğreti ışığında Ergenekon'u, Balyozu ve ihbarcı eşcinsel hahamı tekrar değerlendirebilirsiniz.

Psikolojik harekat insanların beyninde sürdürülen bir savaştır. Hedefi, doğru olmayan, yanlış ve yanıltıcı bilgileri çeşitli vasıtalarla '' Gerçekmiş gibi '' göstermektir. Anımsayın Irak savaşından önce bu ülkede olduğu iddia edilen ve yalan-dolanla belgelenen kitle imha silahlarını.

Bu harekatın yok edici unsurları tank top gibi ateşli silahlar değil, internet, sosyal paylaşım siteleri ( Facebook, twitter, youtube ) , yazılı ve görsel basın, sinema filmleri, kitaplar, sipariş doktora tezleri, vakıflar ve sivil toplum kuruluşları gibi yumuşak silahlardır.

Bugün biliyoruz ki, ABD ve İsrail Silahlı Kuvvetlerinin psikolojik harekat kapsamında internette dolaşan, site yapan, yorum gönderen, forumlara katılan, internet sohbetlerine giren, hedef sitelere saldıran ve kamuoyu oluşturan siber timleri mevcuttur. Bu operasyonları tüm dünyada etkin bir şekilde yapabilmek için özel bilgisayar programları yazdırılmış olup bu programlar sayesinde 1 tim üyesi en az 250 kişinin internetteki işlem yapma imkanına sahiptir. Bu timler vasıtası ile Libya'da operasyon yapıldı, Suriye'ye yönelik tüm dünyada ve Türkiye'de yapılıyor, Arap Baharının gelmesi istenmeyen Bahreyn, Sudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt gibi ülkelerde ise yönetim aleyhine oluşacak olumsuz duyguyu engelleyici karşı operasyonlar yürürlüğe konmaktadır.

Şunu biliniz ki, siz bile bu tim mensuplarıyla, bir internet sohbetine girmiş, hazırladıkları sitelerinde araştırma yapıp referans vermiş, haberlere yaptığı yönlendirici yorumu okumuş ve facebook gibi bir sosyal paylaşım sitesinde arkadaş olarak küreselleşme, yenidünya düzeni veya bir başka konu hakkında fikir alış verişinde bulunmuş olabilirsiniz.

Siz hala merak ediyor musunuz, başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere Türkiye Cumhuriyetini dönüştürmek maksatlı psikolojik harekatı kimin yaptığını?

Tekrar Libya'ya dönersek Kaddafi'nin bu şekilde öldürülmesinin bile müteakip hedeflere yönelik psikolojik harekatın bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Burada Suriye ve diğerlerine verilmek istenen mesaj '' Direnmenin faydasızlığı, yılgınlık, umutsuzluk ve korkudur. ''

Korku tanktan ve tüfekten daha etkili bir silahtır. Eğer düşmanınızı veya hedef grubu yeteri kadar korkutabilirseniz onu savaşmadan veya mücadele etmeden teslim alabilirsiniz. Bilmem ''Savaşmadan teslim oldular '' sorusuna bir cevap olur mu?

Saygılar sunarım.

Kaynak: http://tgb.gen.tr/

Kültürel 'zehirlenme' hayatımızda ne kadar yer kaplıyor
BANU AVAR
19.11.2011
Genç arkadaşlar, kültürel 'zehirlenme' hayatımızda ne kadar yer kaplıyor ..Bizleri nasıl bir ikilem içine sürüklüyor... Tüm toplumu nasıl çift ruhlu hale getiriyor...Dikkatinizi çekmek istedim... İzlediğiniz programları, nerelerde nasıl eğlendiğinizi, hangi müziklerle keyiflendiğinizi, hangi dizileri kaçırmadığınızı, hangi şakaları yaptığınızı, gelecek için hayallerinizi ve belli süre içinde nasıl değişime uğradıklarını bir kenara not edin..
Hangi haberleri izlediğinizi, hangi yorumculardan etkilendiğinizi hangi yazarları beğendiğinizi de.. Bir süre sonra hepsini altalta koyduğunuzda SAVUNDUĞUNUZ fikirlerle, YAŞADIĞINIZ hayat arasında nasıl bir UYUM ya da TEZAT olduğu çıkacaktır ortaya.. İşte bunu irdeleyin lütfen...
http://www.facebook.com/

Amerika'nın propaganda yalanı ortaya çıktı
14 Aralk 2011
Fox News televizyon kanalının, Rusya'da seçimlerden sonra sert çatışmalar yaşandığı imajı vermek için, Atina'dan bazı görüntüleri yayınladığı ortaya çıktı.

Amerika'nın Rusya seçimleriyle ilgili propaganda yalanı ortaya çıktı. Fox News televizyon kanalının, Rusya'da seçimlerden sonra sert çatışmalar yaşandığı imajı vermek için, Atina'dan bazı görüntüleri yayınladığı ortaya çıktı.

Rusya Başbakanı Vladimir Putin, genel seçimlerden sonra ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ı suçlayan açıklamalar yapmıştı. Putin Clinton'ın "muhalefet grupları arasındaki bazı eylemcilere gereken ortamı hazırladığını" söylemişti.

Amerika'nın Rusya seçimlerinden sonra propaganda yayınları yürüttüğü de kısa zaman önce ortaya çıktı. Putin'in çok da haksız olmadığı böylece anlaşılmış oldu.

Söz konusu propaganda yayınlarını yapan FOX News kanalının sahte görüntüler kullandığı kısa zamanda ortaya çıktı.

Fox News'un, Rusya'da şiddetli çatışmalar olduğu imajını yaratmak için, Atina'dan gösteri görüntüleri kullandığı anlaşıldı.

Rusya'dan çekildiği öne sürülen görüntülerde Yunan alfabesi ile yazılmış, Yunanistan Ulusal Bankası yazısı ekrana yansıyınca Fox Tv'nin de yalanı ortaya çıkmış oldu.

haberim


Sızma Operasyonu Ve ‘Kültürel İğdiş’…
Banu AVAR,
1 Ağustos 2010



‘Ben ilkokulda olmalıyım. Yakacık’da bir yaz. İstanbul’un o zamanlar bir sayfiye semtinde benden birkaç yaş büyük ablaların, ‘yello submarin’ , ‘Lusin dısıkayin daymaaan::’ gibi sesler çıkararak, Beatles parçalarını gevelediklerini ilk duyuşum. Hey dergisi çıkmıştı, batıdaki son trendleri gençliğin üzerine fışkırtıyordu.. Sinemalarda Hollywood saltanatı sürüyordu..

Hayat dergisi, Amerikalı yıldızların hayat hikayelerini, evlerini, aşklarını konu ediyordu.. Basının her yanında Amerikan rüyası vardı..

Amerikan yardım anlaşmasının bir maddesi de, ‘Türk basınında sürekli Amerikan propagandası’ yapılma şartıydı
***

Amerikan Büyükelçiliği AFS ve Fulbright bursları veriyor, gençler sıraya giriyordu..

O yıllarda yüzlerce barış gönüllüsü Türkiye’yi harmanlıyordu..

Doğu mitingleri hazırlık aşamasındaydı…

ABD Türkiye’nin etnik haritasını bir kez daha incelemeye alıyordu..

112 adet NATO haberalma tesisi Türkiye’de kuruluyordu.

Kıbrıs’da katliam vardı..

Amerikalı ‘uzmanlar’ her yandaydı…..

Bunlar olurken, büyük şehirlerde gençler, PX Amerikan mağazalarından bluejean almak için sıradaydı. Clint Eastwood’un ‘Birkaç Dolar İçin’ filminden sonra, ‘bir kısım’ gençler mahmuzlu çizme ve kovboy pançosu bulma derdine düşmüştü. Kadiköy Cep sinemasında Animals grubunun parçalarını dinleyen salon, film boyunca dans etmişti.. ‘Michele Ma belle’ ya da ‘All hung up in your green eyes’ tınılar2ını bilenle bilmeyen bir olur muydu?! ..

Aynı yıllarda Türk halkının yüzde 80’i Bangladeş fukaralığına eş bir durumda yaşıyordu..’

‘Gimme some Lovin,’

Bu satırları, bir zaman önce Hürriyet gazetesinde bir köşe yazarını okurken yazmıştım.

Yazar, Şakir Eczacıbaşı’nın ölümü üzerine kaleme aldığı köşe yazısında, İstanbul sanat Kültür vakfı’nın faaliyetlerinin onu nasıl başkalaştırdığını anlatmış, ‘yabancı sanatçılardan habersiz yaşarken’ nasıl bir ‘kültür’ zenginliğinin içine düştüğünü uzun uzun anlatmıştı. Artık batının tüm caz sanatçılarını, tanıyor, Tepebaşındaki Amerikan konsolosluğu aracılığıyla tüm trendleri takip ediyordu. Bunları İstanbul festivaline borçluydu!

Bu yıl İstanbul festivali kapsamında Eric Clapton, ve Steve Winwood konserine giden gazeteci Ertuğrul Özkök de kültür kökleri ile ilgili şu satırları yazmıştı:

‘20 yaşımdayken Ankara sokaklarında beni avaz avaz ‘Gimme some lovin’ diye bağırtan adam!... O gece benim ‘an’ımdı.. …63 yaşıma iyi geldi,.’

Ne Ankara’da ‘gimme some lovin,’ diye bağıran Özkök’ün , ne İstanbul’un uzak semtlerinde ‘yello submarin’ diye mırıldanan gençlerin, aynı yıllarda uygulamaya konan Richard Bissel raporundan haberleri yoktu!

Bissel, CIA’ nin Gizli hizmetler Direktörüydü. 1968 de yazdığı gizli raporda, toplumlara ‘sızma’ tekniğinden sözediyordu. Rapora göre, hedef ülkelerde,

‘1) Hükümetlere siyasal tavsiye ve danışmanlık,

2) Tek tek şahıslarla temas, kişisel yardım uygulaması,

3) Siyasal partilere maddi ve teknik yardım,

4) İşçi sendikaları kooperativler ve özel örgütlenmeleri desteklemek,

5) Kişilerin özel olarak eğitilmesi, EĞİTİM TAKASLARI,

6) Ekonomik operasyonlar,

7) Gizli propaganda,

8 ) Bir rejimi desteklemek ya da devirmek için askeri ya da siyasal operasyonlar’

yapılacaktı.

Bissel raporunda yeralan aşamalar, Türkiye’de yıllardır adım adım uygulanmıştır. Toplumlara çeşitli yollarla SIZILMAKTADIR. ‘Sızma tekniği’ , Oltadaki Balık Türkiye (M. Emin Değer) adlı kitapta şöyle özetlenir:

‘Tıb dilinde ‘infiltrasyon/Sızma’, bir mikrobun ya da kanser hücresinin, vücudun en yaşamsal bölgesinin tüm hücrelerine girmesini, mikrobun bünyenin her tarafına yayılmasını gösterir.. İşte Amerika’nın uyguladığı yöntem de budur!’

Amerikalı sosyologlar bu yöntemi ‘Görünmez faktör’ olarak tanımlarlar. Görünmez faktör, ‘kontrol mekanizmalarının toplamı’dır. ve ‘Görünmezlik, zihinlerin sömürgeleştirilmesi yoluyla başarılmaktadır.’

Bu yolda en etkili araç ‘eğitimin ele geçirilmesi’dir.

‘İdeolojik taarruz’

Amerikalı uzman Max Von Thornburg, 1947 Ekim ayında The Fortune dergisindeki ‘Türkiye’ye niçin yardım etmeli?’ başlıklı raporunda ‘İdeolojik taarruzun Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi için, atom bombası kadar önemli olduğunun’ altını çizmiştir.

‘Yalnız sermayemizi değil, hizmetlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü ve ideallerimizi de Türkiye’ye konuşlandıracağız!’ demiştir.

İşte bu nedenle, ekonomik yardımı, eğitim/kültür anlaşmaları takip etmiştir. Ülkenin ‘aydın adayları’nın beynini ‘iğdiş’ etme operasyonudur bu!

Toplumun en üst düzeyinde yeralan elitler ya batıda eğitim almışlar ya batının misyoner şubeleri olan kolejlerde eğitilmişlerdir.

Tümü bir iki yabancı dile vakıftırlar ve tüm yaşam biçimleri Batı tarafından şekillendirilmiştir..

Emre, orta halli bir ailenin oğludur. Osmanlı hanedanı varisi, İsviçre bankeri karışımı bir ailenin kızıyla evlenir.. Robert College mezunudur. 68’lidir. 90’larda Özal’ın prensi olur. Paraya para demez. Soros'la tanışır ve Amerikan gizli devletine bağlanır.

Şule alt orta gruptan gelir. Galatasaray Lisesi'nden mezun olur, ardından bursla Fransa’ya gider… Sorbon’da okur, gelip akademisyen olur… Sol fikirlidir..Üniversitede Latin Amerika’daki direniş hareketlerine merak sarmıştır. Batının gözlüğünü takar kendi ülkesine bakar. Çok vahim şekilde yanılacaktır. ‘Halkların özgürlüğü’yle lafa başlayacak, az sonra PKK’nın en büyük savunucusu olacak, batının görevlisi olarak ekranların vazgeçilmezi olup çıkacaktır.

Falanca edebiyatçı treni kaçırır, üniversite bursu alamaz ama İowa üniversitesi yazarlar kursuna (International Writing Program) gider.. Ermeni ve Kürtleri milyon milyon katlettiğimizden bahsedip Nobel’e hak kazanır, milyar doları cepler.

‘Eğitilenler’

Onlarca Türk genci, Erasmus’la Avrupa yollarını tutar. Elit ailelerin çocukları, her yıl, Turkish Coalition of America ve TÜSİAD’ın Washington Temsilciliği’nin katkılarıyla, ABD Kongresi’nde staja gider.

Önemli bürokratların, üst düzey askerlerin, işadamlarının kızları, oğulları, ABD Temsilciler Meclisi koridorlarında, Cumhuriyetçi Parti’nin veya Demokrat Partinin milletvekillerinin peşinde koştururlar.. Dikkatle seçilen bu gençler, belli bir kıvama geldikten sonra yüksek görevler için ülkelerine birer Amerikalı olarak geri dönerler.

‘Eğitilenler’ dönünce, devletin başına, olmadı, bürokraside bir koltuğa, veya bir üniversitenin başına, siyasette, -iktidar muhalefet fark etmez- liderlerin danışmanlığına, medyanın en en yukarı katlarına OTURTULUVERİRLER!

Hatırlayın, Fulbright, Rockefeller, Eisenhower, Ford Vakfı burslarıyla ‘eğitilenler’ Türkiye’yi uzun yıllar boyunca ’yönetmişlerdir’/ yönetmektedirler.

İslamköylü Demirel’den, büyük kent çocuğu Bülent Ecevit’e, Antalyalı Deniz Baykal’dan Kayserili Abdullah Gül’e, Ünyeli Numan Kurtulmuş’a kadar birçok lider çeşitli ‘imkanlarla’ Avrupa ve Amerika’da ‘ağırlanıp’ ‘eğitilmişlerdir’. Meraklısı nette iki tuşa basarak ayrıntılı cv’lerini bulabilir.

‘Algı değiştirme operasyonu’

Aydınlar yurtdışında eğitimden geçirilirken, büyük yığınlara da ‘algı değiştirme operasyonu’ yapılır. Amerikalı bilim adamları, toplumların algılarıyla nasıl oynandığı, toplumların psikolojik deneme tahtası haline nasıl getirildiği konusunda örnekler verirler:

‘Yanlış olan, doğru ya da tersi olarak algılanabilir. İnsanları katletmek vatanperverlik olarak görünebileceği gibi, nefretle de karşılanabilir.. Asla kabullenilemeyecek davranışlar, normal görülebilir..’

1982 Anayasası, Batının ‘tavsiyesiyle’ hazırlanır. 2010 Anayasası yine batının emriyle gündeme oturmuştur. Ekranlardaki propaganda makinesini çalıştıranlar ‘yedi düvelcilerdir’!

Richard Bissel, raporunda, toplumları değiştirmede basının önemine de değinmiştir. ‘Basın Batı müdahalelerinde en önemli güçtür’ demiştir.

İçinden geçtiğimiz şu günlerde bunun nadide örnekleriyle burun burunayız.

Federasyon ve otonomi tartışmalarının yeri göğü kapladığı bir anda , ABD formatlı bir yarışma programı ekranlara çıkar.

İntercities—ŞEHİRLER YARIŞIYOR’da şehircilik, hemşehrilik hissi kaşınır. Ulusal bütünlüğe karşı YEREL YÖNETİMLERİN propagandası yapılır..

CIA istasyon şefi Paul Henze, ‘Türk halkına sabah akşam ‘federasyondan’ bahsedilmeli, kulakları bu duruma alıştırılmalıdır!’, dememiş midir!

Siyasetten uzaklaştırılmış geniş yığınlara enjekte edilen zehir de ekranlardan yayılır!

Evcilik oyunu gibi yapay evlilik denemeleri, aile yapısını sulandırır, falanca dedenin televizyonda falanca büyükanneye izdivaç teklifi, yaşlılara saygıyı azaltır, bilgeliği şaklabanlığa dönüştürür.

‘Yemekteyiz’ programında, kutsal sofra adabına açıkca hakaret edilmesi, ‘Survivor’da dedikodu ve insanların birbiriyle nefret ve rekabet ilişkisi, ekranlarda bir anda beliren kuralsız box maçlarıyla toplumsal şiddet hissinin arttırılması, ‘Fear Factor’ ile korku duygusunun yaygınlaştırılması, toplumdaki psikolojik operasyona en bariz örneklerdir.

Sıradan insanlar, ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ kültüründen, en yakın ilişkilerini ekrana taşıma noktasına getirilmişlerdir! ABD markalı showların kucağında, ‘ideolojik taarruz’un en sertine muhatap olmuşlardır.

Bunların tümü, batıya bağlı ‘sivil örümcekler’in, ‘ALGIYI DEĞİŞTİRME’ çalışmalarının sonuçlarıdır.

Gençler, anlamadıkları bir dilin ve kültürün, ürkütücü gürültüsünde sallanmaktan haz duyduklarını sanmaktadırlar! …

Her şey psikoloji biliminin yardımıyla yapılacak, toplum psikolojik aygıtlarla şekillendirilecektir..

Üniversiteler ve medya bu çalışmaların merkezidirler.

Medyadan yayılan zehir daha küçük gençlik gruplarında farklı yöntemler dener.

Kısa film yarışmaları düzenlenir . Belediyeler ve AB fonları işbirliği ile ‘Kültürlerarası diyalog’ işlenir. Kim Kürt kimliği der, Ermeni kültürü ile ilgili laf eder, ‘ekümenik’ Ortodoks kilisesi için film yaparsa parayı kapar, kapağı yurtdışına atar...

‘Biz ne mi yapacağız?!’

1947 de Amerikan yardımıyla birlikte Türk halkı özellikle aydınları bir kültür enjeksiyonunun hedefi olmuşlardır.

‘Ecnebi’ okullarda ya da diyarlarda eğitilenler artık bu ülkenin insanları değillerdir. Onlar iki arada bir derede kalanlardır.. Kültürel ‘tecavüze’ uğrayanlardır.

Bu bir ‘sızış’tır. Bir milleti millet yapan tüm özelliklere kezzap atılışıdır.

İşte bugün sızılmış bir Türkiye’nin sızılmış aydınları, tıpkı eskiden olduğu gibi, Türkiye’yi bölme, Amerika’ya manda yapma projesinin gönüllü askerleridir!

Bu taarruza muhatap olan, ve kendi üzerinde oynanan oyunu algılayamayan geniş yığınların , sık sık ‘Biz ne yapacağız?’ diye sorduklarını aktarırdı, Attila İlhan.

''Tuhaftır, soru sahipleri, cevabı bulmakla mükellef olanın da, kendileri olduğunu ne biliyor, ne kestirebiliyor! Çünkü 'kopya', 'alafrangalık' sahici 'yurttaşlık bilincini' bulandırmış….Böyle bir soruyu sordukları anda, yetersizliklerini itiraf edip çareyi başkalarından -muhtemelen 'ecnebi'den- beklediklerini açıklamış oluyorlar. İyi de, 'kültürsüzleşme' dedikleri, 'bizâtihi' bu değil midir?"

http://www.banuavar.com.tr/?pg=articles&id=56

[size=24]Ergenekon Zihin Kontrolü Uyguluyor![/size:fa
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Eyl 25, 2014 8:03 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Oca 10, 2012 7:19 pm    Mesaj konusu: Zafer; Propaganda Savaşını Kazananındır! Alıntıyla Cevap Gönder

Zafer; Propaganda Savaşını Kazananındır!
H. Prof. Dr. Nurullah AYDIN

Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de kapsamlı bir şekilde propaganda faaliyeti yürütülmektedir. İktidarıyla muhalefetiyle hemen her yöntem uygulanmakta her türlü delil, belge, bilgi kamuoyuna sunularak kitlelerin kanaat ve düşüncelerine etki edilmeye çalışılmaktadır. Medya aracılığıyla insanların düşüncelerini şekillendirmeye istenilen konulara odaklanmalarını sağlayacak yöntemler uygulanmaktadır.
Propaganda; bir topluluğun düşüncelerini, duygularını, davranışlarını, tavır ve hareketlerini etki altında tutmak ve onları değiştirmek amacıyla yayınlanan bilgi, belge, doktrin ve görüşlerdir. Amaç; propagandayı yapana doğrudan veya dolaylı fayda sağlamadır. Bununla birlikte propaganda ile hasım grubu ekonomik ve politik yalnızlığa itmek amaçlanır.
Bir savaşta nihai zafer, düşmanın yenilgiyi kabulüne bağlıdır. Yenilgiyi kabul etmeyen düşman, ileride tekrar sorun oluşturacaktır. Düşmanın moral gücü olan maneviyatının çökmesi, ancak psikolojik savaş yöntemi olan propaganda ile mümkündür.
Türkiye; son derece önemli bir coğrafyada bulunmaktadır ve bu yüzden destabilize edilmek istenmesi doğaldır.
Propagandanın cephanesi; söz ve kelimelerdir. En güçlü silah, zamanı gelmiş fikirdir. Propaganda yöntemi, gelişigüzel sarf edilen sözler değildir. Üzerinde çok uzun düşünülmüş, zaman ve zemin iyi hesaplanmış, şekil ve ölçüsü doğru belirlenmiş ve hedef kitlesi tayin edilmiş bir faaliyettir.
Türkiye’de iktidar kavgasında, bu tür psikolojik harp argümanları devreye girmektedir. Psikolojik savaşın önemli yöntemi propagandanın farklı türleri vardır.
Beyaz propaganda; Açık biçimde yapılan bir propagandadır; kaynağı bellidir ve kendisini tanıtmak ister. Açık ve şeffaftır. Doğruluğa önem verilir. Yalan kullanılırsa geri teper, güveni sarsar. Karşı tarafın fikirlerini çürütür, taraftarlarını azaltır. Doğru, açık ve şeffaf propaganda kitlelerde güven uyandırır. Beyaz propagandanın zayıf tarafı, yayılma menzilinin sınırlı olmasıdır. Serbestçe dolaşamaz. Düşman kendini korumak için karşı propaganda imkanlarını hemen kullanırsa tehdit ve bozulmayla sonuçlanabilir. Yapılan propaganda hakkında toplumda şüphe uyanıyorsa, silah geri tepmiş olur, güven zayıflar.
Beyaz propagandanın malzemesi haberlerdir. Hasım tarafın hatalarını, suistimallerini malzeme olarak kullanırlar. Bu malzemenin ne zaman, ne şekilde, nasıl ve hangi ölçüde kullanılacağı planlanmalıdır. Psikolojik savaşın hedefi, kalenin zayıf yönünü iyi belirleyip o hedefe ısrarla ve tekrarla atışlar yapmak, sonuç olarak direnci zayıflatmaktır.
Zihinlerde açılan gedik büyütülecektir. Bunu sağlamak için beyaz propaganda yönteminde belirlenen hedefi, binlerce kez tekrarlamaktan kaçmamak gerekir. Eğer beyaz propagandaya maruz iseniz; sabırla ve ısrarla zihinlerde oluşan gediği kapatacak söz, davranış ve eylemlerde bulunmalısınız. Propagandada kullanılan yanlış bilgilerle ilgili şüpheler, karşı propaganda şeklinde ısrarla anlatılmalıdır.
Gri propaganda; Psikolojik savaşın önemli propaganda unsurlarından birisi olan bulanık bir propagandadır. Burada kaynak belli değildir, doğruluğu kanıtlanamaz. Yalan veya iftira olduğu da kesin değildir. Gri propagandanın ana malzemesi rivayetlerdir. Çalışma tarzı açık propaganda gibi sınırlı değildir, aşağıda tanımını vereceğim kara propaganda gibi serbesttir.
Güçlü yönü, muhatap tarafında iyi kabul görmesidir. İnsan üzerinde propaganda hissi doğurmaz. Propagandayı çıkaranlar belirsiz olduğu için, gri propagandada en heyecanlı konular kullanılabilir. Doğru bir olaya on tane yalan sokulup muhatabı küçük ve gülünç duruma düşürmek amaçlanır. Senaryo iyi yazılmışsa eğer rivayetler dilden dile dolaşır.
Gri propagandanın amacı, kusurlu, noksan ve belirsiz bir şeyi, tam ve yeterli göstermek olabilir. Aksi de olabilir. Tam, yeterli ve açık olan bir şeyi şüpheli göstererek gölgelendirmek, değerden düşürmek amaçlanır. Her türlü çelişki bu yöntemde ustaca kullanılır. Çelişki yoksa bile, varmış gibi davranılır. Böylece zihinlerde istenen soru işareti uyandırılır.
Bu gerçekler ışığında Türkiye’de olan bitenleri de siz yorumlayın, olmaz mı?

Günün Sözü: Her söylenene inanma, düşün değerlendir ve kanaat sahibi ol.

Dergimiz / Sayı: 10
www.Dergimiz.Net

Televizyon çocukları sizi
Kızıl Can Yıldız [K.C.Y]

Televizyon çocukları sizi.. Televizyonun diktatör dediğine diktatör, terörist dediğine terörist, hain dediğine hain, şehit dediğine şehit, şerefsiz dediğine şerefsiz, kahraman dediğine kahraman diyen uydu alıcıları sizi.. Spikerin dudak uçlarında yaşayan, okumaktan, sorgulamaktan, araştırmaktan nefret eden üniversite mezunları sizi.. Hiç okumayın, sorgulamayın, araştırmayın, incelemeyin! Sadece kumandanin tuşuna basıp ezberleyin! Televizyonda yemek yiyenlerin görüntüleriyle beslenip, öpüşenlerin sevdasıyla tatmin olup, askere gidenlerin kanlı elbisesiyle cesur olun! Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığınız birini alçak ilan edin, yine dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığınız birini kahraman... Yalnız dua edin de elektrikler gitmesin!

Devrimci Liseliler Dev-Lis
http://www.facebook.com/

İdeoloji Donanımı Olmadan, Şantajlar Anlaşılmaz
Bülen Esinoğlu
Şub 5th, 2012



İnsanlar olaylara bakarken, gözlemde bulunurken, anlamaya çalışırken farkına varmadan bir yol ve yordam izler. Bu durum insanların ideolojik anlayışlarının bir ürünüdür.

Siyasi olayları ideoloji kullanmadan yorumlamak mümkün değildir.

İnsanları taraf yapan şey ideolojidir.

Benim ideolojim yok diyen insan, benim olayları yorumlamamda, anlamamda bir yolum, yöntemim yok diyor, demektir.

Benim ideolojim yok diyen aydın, ben başkalarının ideolojisi ile düşünüyorum ve anlıyorum demek istiyordur.

Uluslar arası duruma bakarken de durum aynıdır.

Mesela, bir Türk insanı İran/ ABD ilişkilerine, eğer İran’da laiklik yok, demokrasi yok, bir de atom bombası yapıyormuş, orta doğuda etkinliğini artırıyormuş diye algılarsa, ideolojik olarak ABD’nin yanında yer almış olur.

Çünkü saydığımız unsurlar, içinde yaşadığımız süreçte, ABD’nin ileri sürdüğü iddialardır.

Sosyal demokratlarda, dini çerçeveden olaylara bakanlarda ve ırkçılarda bu tür yanılgılara, zihin karışıklıklarına rastlamak mümkündür. Kişi kendini solda sanır, dinci vatanını seviyorum sanır oysa sonuna kadar Amerikan menfaatlerinin yanında akıl yürütmüş olur.

Oysa insanın doğasında sömürüye, haksızlığa karşıtlık vardır. Yani bölgenin insanı kendiliğinden emperyalizme karşıdır.

Irak’ta neler olup bittiğini bilen, emperyalizme karşı olan bir insan ABD’nin yanında yer alamaz, almamalıdır.

Buna rağmen, bir insan, bir gazete, bir televizyon ABD’nin yanında yer alıyorsa, bu durumun tek açıklaması vardır.

Çıkar.

Sözünü ettiğimiz bu çıkar halkın büyük çoğunluğunun çıkarlarına Suriye’de İran’da olduğu gibi aykırı ise artık ihanetten söz edilir.

Ülkemizde, belirli çevrelerde kurumsallaşmış Amerikan ideolojisinin etkisinde kalarak, düşünmek, düzenlemeler yapmak, NATO içinde NATO’nun düzenlerine uymak, farkına varmadan veya vararak Amerikalı gibi düşünmektir.

Amerika’nın belirlediği düzen içinde çareler aramak, Amerika’nın istediği gibi çözümler ile uğraşmak demektir.

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Avukatı aracılığı ile bir açıklama yapmış. “Asıl mücadele şimdi başlıyor” ifadesini kullanmış.

Ben bunu şöyle tercüme ederim. Eskiden, Amerika’nın yapıp ettiklerini yeterince karşı durmuyordum. Ama bundan sonra bu ülkenin bir insanı gibi düşünüp, mücadelemi yapacağım demek istemiştir.

Verili düzen içinde, o düzenin daha iyi işlemesi için verilen mücadele sadece Amerika’nın kurumlarının güçlenmesine yarar. İyi İngilizce bilmek, NATO’ya hizmet, Avrupa Birliğine hizmet, Afganistan’a asker göndermek Türkiye’ye hizmet değildir.

Aslında Hasdal’da tutuklu bulunan çok subayın ruh hali budur. Kendilerine bir Amerikan operasyonu yapıldığının, ancak yıllarca hapis yattıktan sonra anlayabilmesi büyük talihsizliktir.

Asıl mücadele şimdi başlıyor diyen Başbuğ’un bundan sonra, ülkesi adına Amerikan operasyonlarını deşifre edecek açıklamalar yapacağına inanmak isterim.

Aynı durum Yaşar Büyükanıt için de geçerlidir. Büyükanıt’ın durumu daha da önemli görünmektedir.

Amerikancılığın temel yönetim biçimi olan “şantaj operasyonları” Büyükanıt olayında daha acımasız işlediğini görüyoruz.

Polis teşkilatının Amerikan Büyükelçiliğine verdiği brifingde,(bu bilgilendirme bir casusluk faaliyetidir ve suçtur) kızının uygunsuz resimleri ile komploya tabi olması, tam da Amerikan anlayışının bir ürünüdür.

Bu bilgilendirme yapılmasını talimatlayan, brifingi veren yöneticiler ileride muhakkak, casusluk suçundan yargılanacaklardır.

İnsanları kendi halkları önünde, bu zor durumlara düşüren, başta açıklamaya çalıştığım, ideolojik yaklaşımları ve çıkarlarıdır.

Amerika ve bu siyasi iktidar, şantaj işine o kadar çok pirim verdi ki, artık bu oyuncak eskisi gibi meyve vermiyor. Hatta nefret yaratarak, artık tersine işlemeye başladı.

ulusalbakis.com
bulentesinoglu@gmail.com

Suriye'ye ilişkin medya yalanları deşifre edildi
21 Şubat 2012



Suriye Gençliği tarafından hazırlanan bir video, Birleşmiş Milletler'in Suriye'de devlet tarafından öldürüldüğünü iddia ettiği binlerce kişiyi masaya yatırıyor. Video, El Cezire ve El Arabiya gibi kanalların öldürüldüklerini iddia ettiği kişilerle yapılan röportajlardan oluşuyor.

Suriye Gençliği tarafından hazırlanarak bazı video paylaşım sitelerine yüklenen bir video, Suriye'ye ilişkin medya yalanlarının ulaştığı boyutu gözler önüne seriyor. Birleşmiş Milletler tarafından güvenilir bir dayanağı olmamasına karşın resmileştirilen ölü sayılarının nasıl icat edildiği, hazırlanan videoda öldürüldüğü söylenen insanlarla yapılan röportajlar üzerinden ortaya konuluyor.

Bu ilginç videoyu soL okurlarının ilgisine sunuyoruz.

kaynak ve videoyu izlemek için: http://haber.sol.org.tr/medya/suriyeye-iliskin-medya-yalanlari-desifre-edildi-haberi-51847

Öldürüldüğü iddia edildi, canlı yayına çıktı
5 Ekim 2011


Uluslararası Af Örgütü'nün vahşice öldürüldüğünü iddia ettiği Zeyneb el-Hüsni dün canlı yayına çıktı.

Temmuz ayında Suriye güvenlik güçleri tarafından gözaltında vahşice öldürüldüğü iddia edilen, sosyal medyada hakkında onlarca sayfa açılan Zeyneb el-Hüsni dün akşam Suriye televizyonunda canlı yayına çıktı.

Uluslararası Af Örgütü 23 Eylül’de Suriye’nin Humus kentinde Suriye güvenlik güçlerinin vahşi bir cinayet işlediğini rapor etmişti. Raporda 18 yaşındaki Zeyneb el-Hüsni’nin kafası kopartılmış haldeki cesedinin 13 Eylül’de ailesi tarafından teşhis edildiği, el-Hüsni’nin Suriye’deki ayaklanma başladığında bu yana gözaltındayken öldürülen ilk kadın olduğu ileri sürülüyordu. Aynı rapor ailenin, yine gözaltındayken işkence edilerek öldürülen Zeyneb’in ağabeyinin cesedini de teşhis ettiğini belirtiyordu.

Uluslararası Af Örgütü’nün bildirdiğine göre el-Hüsni’nin kafası ve kolları kopartılmış ve derisi yüzülmüştü. Suriye güvenlik güçlerine atfedilen cinayetle ilgili şu iddia dile getiriliyordu:

“Zeyneb el-Hüsni 27 Temmuz’da güvenlik güçleri mensubu oldukları sanılan sivil giyimli kişiler tarafından kaçırıldı. Zeyneb’in kaçırılmasındaki amacın eylemci ağabeyi Muhammed Deeb el-Hüsni’yi teslim olmaya zorlamak olduğu açık.”

Uluslararası Af Örgütü raporunda 18 yaşındaki genç kadının öldürülmesinin Suriye’de kol gezen cinayetlerin ve işkencelerin uluslararası bir soruşturmaya tabi tutulması ihtiyacının altını çizdiğini belirtmekteydi.

Dün canlı yayına çıktı

Uluslararası Af Örgütü’nün bu dehşet verici iddiaları üzerine Zeyneb el-Hüsni’yle ilgili sosyal medyada pek çok sayfa açıldı. Kafası ve kolları kopartılarak öldürüldüğü iddia edilen el-Hüsni’nin dün akşam Suriye devlet televizyonunda canlı yayına çıkması Batı mahreçli medya ve uluslararası kurumların “bildirimleri”nin bir kara propaganda unsuru olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

SANA Haber Ajansı’nın aktarımına göre Zeyneb el-Hüsni’nin canlı yayında ailesine haber vermeksizin bir akrabasının yanına gittiğini, kardeşlerinin dayağından ötürü evden kaçtığını ve kendisiyle ilgili hikayeyi televizyondan öğrendiğini söyledi. El-Hüsni sözlerini şöyle sürdürdü:

“Haberlerde, güvenlik güçlerinin beni tutukladığını, yaktığını, cesedimi parçaladığını ve aileme teslim ettiğini söylüyorlardı.

“Yanlarında kaldığım kişilere, polise gidip gerçeği anlatmak istediğimi söyledim.

“Ama bana bunu yapmamamı tavsiye edip, güvenlik güçlerinin bana işkence edeceğini söylediler ve korkuttular.

“Bugün, gerçekleri anlatmak ve öldürüldüğüm haberini yalanlamak için polis merkezine geldim.

“Yalancı kanalların söylediğinin aksine, ben yaşıyorum… Gerçekleri söylemeyi seçtim. Çünkü bir gün evlenecek ve çocuk yapacağım. Çocuklarımı kaydetmek istiyorum.”

(soL – Dış Haberler)

Kaynak: http://haber.sol.org.tr/dunyadan/olduruldugu-iddia-edildi-canli-yayina-cikti-haberi-47045

Telegram Nedir?
10 Eylül 2012

Telegram, düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla iradenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. Telegram’ın hedefi ; insan iradesinin tesir ve zapt altına alınıp istenildiği gibi yönlendirilmesidir.

Kaynak: GERÇEK HAYAT

Yusuf Kaplan: Telegram İşkencesinin üstü örtülüyor.
26 Mart 2013 Salı

Yusuf Kaplan, bugünkü Yeni Şafak’taki köşesinde, Batı’daki hukuk ve hukuksuzluk anlayışına değindiği yazısında, fikir ve aksiyon adamı Salih Mirzabeyoğlu’na 15 yıldır uygulanan “Telegram” işkencesinin, AKP hükümeti dahil, düzenin iktidarları tarafından görmezden gelindiğini yazdı. İşte Kaplan’ın yazısından bir bölüm.

MODERN HUKUK: HÜKMETME’NİN DAYANAĞI

Modern hukuk, aşırı gelişmiş bir hukuktur. Modern hukukun aşırı gelişmiş olması, hukuk düşüncesinin değil, siyaset düşüncesinin gelişmiş olmasının sonucudur.
Başka bir deyişle, modern Batı hukuku antroposantrik’tir / insan-merkezcidir: İnsanı her şeyin merkezine alır. Tanrılaştırır. Hükümran kılar. Ama sonuçta, insanın, sistemin hükümranlığına kurban gitmesine yol açar.
***
Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan zihin kontrolü işkencesinin, (özellikle Batı’da çok iyi bilinmesine ve her fırsatta uygulanmasına, Mirzabeyoğlu’nun ve avukatlarının Mirzabeyoğlu’na da zihin kontrolü işkencesi uygulandığını yıllarca haykırmalarına rağmen bu ürpertici gerçeğin) bir türlü gün yüzüne çıkarılmaması, sürgit örtbas edilmesi… İnsanı isyan ettiren asıl ürpertici gerçek bu.

Hem suçu ispat edilmemiş bir fikir adamının yaşadığı hukuk/suzluk skandalı, hem de bu yetmiyormuş gibi, Mirzabeyoğlu’nun yıllardır maruz kaldığı, kendisini zihnen ve bedenen perişan eden zihin kontrolü işkencesi, Türkiye’deki hukukun ne kadar hukuksuzlaşabileceğinin bir göstergesidir.

Artık Mirzabeyoğlu’na uygulanan zulüm bitmeli, Mirzabeyoğlu’nun hayatını ‘cehenneme çeviren’ sözümona ruhsuz hukukçular ve hukuksuz hukuk sistemi derhal yargılanmalıdır.

‘Artık yeter!’ diyorum. Bu zulme ne vicdan dayanır, ne de insan!
Makalenin bütünün aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/hukukun-hukuksuzlugu-hukuksuzlugun-hukuku/36928

“Mirzabeyoğlu ve Hilmioğlu ölüme gidiyor”
26 Mart 2013



CHP MALATYA MILLETVEKILI VELI AĞBABA, İBDA-C DAVASINDAN HAPISTE BULUNAN SALIH MIRZABEYOĞLU VE ERGENEKON’DAN TUTUKLU FATIH HILMIOĞLU’NUN ÖLÜME GITTIĞINI SÖYLEDI.

CHP Malatya Milletvekili ve Meclis Cezaevlerini Araştırma Komisyonu Üyesi Veli Ağbaba, katıldığı programdacezaevlerindeki muamele ve yaşam koşullarına dair önemli açıklamalarda bulundu.
Vali Ağbaba, CNN TÜRK’te yayınlanan ‘Aykırı Sorular’ programında, Türkiye’de cezaevlerinde yaşananları değerlendirdi. Cezaevlerinde kalan yüzlerce tutuklumahkumla görüşen komisyonda görev yapan Ağbaba, cezaevlerindeki muamele ve yaşam koşullarına dair önemli açıklamalarda bulundu.
Ağbaba en ilginç açıklamalarıysa çocuk mahkumlara yapılantecavüz iddialarıyla gündeme gelen ve kapatılan Pozantı Cezaevi hakkında yaptı. Cezaevinde kalan çocuklara işkence, taciz ve tecavüzde bulunulduğunu belgelerle ortaya çıkardıklarını belirten Ağbaba, görev yapan cezaevi görevlilerinin bu soruşturma neticesinde hiçbir ceza almadığını aksine müdürlerin terfi ettirildiğini söyledi.
Hizbullah, Ergenekon, Balyoz, İBDA-C ve DHKP-C gibi çeşitli davalardan mahkum ya da tutuklu durumda olan, siyasi fark gözetmeksizin herkese ulaşmaya çalıştıklarını söyleyen Ağbaba, bazı mahkum ve tutuklulara dair çarpıcı örnekler verdi.
İBDA-C davasından hapiste bulunan Salih Mirzabeyoğlu’nun ölüme gittiğini belirten Ağbaba, Ergenekon’dan tutuklu Fatih Hilmioğlu’nun da aynı durumda olduğunu dile getirdi. Meclis Cezaevlerini Araştırma Komisyonu Üyesi Veli Ağbaba, lösemi hastası bir yabancı mahkumun, raporlara rağmen ülkesine iade edilmeyip cezaevinde öldüğünü, şizofreni hastalığı 11 raporla kanıtlanmış bir mahkumun da hala cezaevinde tutulduğunu söyledi.
http://www.chp.org.tr/

Algı operasyonu
Hüsnü Mahalli
hmahalli@hotmail.com
25 Eylül 2014



Günümüzün en moda kavramı ' Algı operasyonu'.
Bir zamanlar 'Toplum mühendisliği' deyimi daha popüler idi.
Her iki söylemde amaç, insanları yalanlar ile bir şeylere inandırmak.
Güçlü bir medya ile.
Bu nedenle AKP iktidara geldiği ilk günden itibaren bu alana özel ilgi gösterdi. Bu 'ilgi' sonucu bugün AKP iktidarı medyanın %80-90'ını kontrol ediyor.
Dönek ve yalakalar sağ olsun.
Doğuştan yandaş olanlara söylenecek hiçbir sözümüz olamaz.
Hepsi el ele vermiş, insanlara sürekli yalan söylüyorlar.
Her konuda ve utanmadan.
Örneğin 'Arap Baharı' tezgahında.
Hükümet ilk andan itibaren yanlış yaptı, yapıyor ama bu medya bu yanlışları mutlak doğrular olarak halka yutturmaya çalıştı, çalışıyor.
Hükümet duvara tosladı ve Türkiye'nin başı belada ama bildik medyanın umurunda değil.
Yalana devam.
Konular çok.
Örneğin Suriyeli göçmenler. Hiç kimse kaç kişi olduklarını bilmiyor.
Ama medya üzerinden yaratılmaya çalışılan algıya bakılırsa 'bunlar Esad'ın zulmünden kaçtı ve kötüler'..
Peki son bir haftada Kobani'den kaçan 150 bin insan kimin zulmünden kaçtı?
Ya da IŞİD işgali altındaki Rakka, Deyrezor, Tel Abyad, Cerablus, Bab ve daha birçok şehir, kasaba ve köyden kaçan 300-400 bin Suriyeli kimden kaçtı?
Peki Irak'ta son bir ayda evini bırakıp kaçan 1.5 milyon Arap, Hıristiyan, Türkmen, Kürt ve Ezidi de mi Esad zulmünden kaçtı?
Dönelim Suriye'ye.
Suriye'den Türkiye'ye gelen ilk mülteciler Haziran 2011 başında Antakya'da kurulan ve Cisr Elşuğur'u işgal ederek katliam yapan ÖSO militanlarının aileleri idi.
ÖSO, Nusra ve benzeri yüzlerce silahlı grubun işgaline uğrayan şehir, kasaba ve köylerin insanları için üç seçenek vardı :
1- Bu işgalci gruplara teslim olmak ve onlar ile işbirliği yapmak.
2- Bu grupların vahşetinden korkup kaçmak.
3- Buralarda yerleşip devlete karşı silahlı mücadeleyi yaymaya çalışan militanlar ile ordu arasındaki kanlı çatışmaların arasında kalarak ölmek ya da kaçmak.
Suriye dışına kaçan 4 milyon insanın hikayesi böyle.
Hepsi Esad zulmünden kaçmış olsaydı Suriye içinde evlerini terk edip daha güvenli bölgelere göç edenler de dışarıya kaçardı.
Bir detay daha : Türkiye, Ürdün, Irak ve Lübnan'a kaçanlara baktığınızda bunların ezici çoğunluğu bu ülkelere sınır bölgelerinden kaçmışlar. Bu bölgeler ise Esad'ın değil ÖSO, Nusra, IŞİD ve benzeri grupların işgali altında. Son üç yılda bu gruplar, saydığım ülkelerin yanı sıra onlarca ülkeden sınırsız askeri, mali, lojistik ve siyasi destek aldı.
Özetle Suriye'den göçün birinci dereceden sorumlusu Esad değil terör örgütlerine destek veren bölgesel ve emperyalist ülkelerdir.
Magazinden bir örnek: Amerikalı güzel oyuncu Angelina Jolie Suriyeli mülteci kamplarını ziyaret edip duruyordu.
Peki Angelina, IŞİD'ten kaçan Suriye ve Iraklıları neden ziyaret etmiyor?
Bir not daha : Türkiye'deki Suriyeliler ile ilgili bir diğer algı, bunların dilenci, kavgacı ve sorunlu olduklarıdır.
Net bir rakam yok ama Suriyeli sayısı 1,5 milyon deniyor. Dilenci sayısı olsa olsa 3-5 bindir.
Kimse bunu söylemez ama Suriyelilerin Türk ekonomisine katkısı milyarlarca doları geçer. Gelenlerin ezici çoğunluğu paralı geldi ve bu ülkede iş kurup çalışıyor, fabrika kurup ihracat yapıyor, ev kiralıyor, ev satın alıyor, şirket kuruyor ve gencecik kızlarını Türkler ile evlendiriyor. Bazıları da ucuz iş gücü olarak çalışıyor. Ama çok az bir bölümü bedavadan yani devletten aldığı yardımlar ile geçiniyor. Bunların ezici çoğunluğu ise Esad'a karşı ÖSO, Nusra, IŞİD ve benzeri grupların saflarında savaşanların aileleridir.
AKP yönetiminin bu kadar kıyağı da olacak.
Kaldı ki bu yardımlar ÖSO, SUK, Nusra, IŞİD ve diğer gruplara üç yıldır dağıtılan milyarlarca dolar yanında devede kulaktır.

http://www.yurtgazetesi.com.tr/algi-operasyonu-makale,8933.html
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Eyl 25, 2014 8:07 pm tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Mar 22, 2012 2:05 am    Mesaj konusu: Japonca "Ölüm Odası - B-Yedi" Seçmeler Alıntıyla Cevap Gönder

Japonca "Ölüm Odası - B-Yedi" Seçmeler
2011-04-15
Rei Takahara



"Ölüm Odası - B-Yedi" Seçmeler
Salih Mirzabeyoğlu

Asılsız suçlamalarla Türkiye’deki yüksek güvenlikli bir hapishânede tutulan eşsiz bir fikir adamı... Bu ismi ilk kez kaç sene önce duydum, hatırlamıyorum.
O, aralıksız 10 yılı aşkın bir süredir, gece-gündüz uygulanan özel bir işkencenin muhatabı... Yıllara dayanan bir dostluğumuz olan Reha’nın ağzından bunu ilk duyduğumda, aslında pek inanmadım, inanamadım. Açıkçası, “haydi canım, böyle bir şey gerçek olabilir mi?” tarzında bir hisse kapıldım.
Fakat, Mirzabeyoğlu’nun hapishânede yaşadığı tecrübeleri, yâni B-YEDİ’yi okuduğumda, bu defa, O’nun ne denli bir yalnızlık ve ümitsizlik içine fırlatıldığını anlayacaktım. Kendisine yapılan tüm o şeyleri anlatsa da, derdini lâyıkıyla anlayan birisini bulamama duygusunu yaşadığını gördüm. Kendisine yardım etmek isteyen yakınlarının ve destekçilerinin dahi hakkıyla anlayamayacağı derin bir karanlığın içinde devam ede geldi hep O’nun savaşı. O’nun [internette yayınlanan] ÖLÜM ODASI / B-YEDİ’nin başına konulmuş fotoğrafındaki o delici bakış; hırpalandığı âşikar yüzünde bile ışığını kaybetmemiş o gözler; evet, tam anlamıyla bir savaşçının ifadesiydi. O gözleri görünce, “ne yapabilirim”in ıztırabını yaşadım.
Neticede, Türkiye’deki yayıncının [H.S.] vesilesiyle, Mirzabeyoğlu’nun ÖLÜM ODASI / B-YEDİ’sinden yaptığımız “Seçmeler”i Japon okurla tanıştırabilme imkânı bulduk. Türkiye’de uzun aralıklarla yayınlanan bir derginin [Akademya] kolayca Japon okuruna ulaşabileceğini beklemek belki zor ama, meselâ bir kişi dahi okusa ve o bir kişi de başka birine aktarsa, şimdilik kâfi. Eserin yazımı hâlen devam ediyor; eser tamamlandığında ve kitabın inşallah Japonya’daki okurla tanışacağı gün geldiğinde, büyük etki yapacağına inanıyorum. Buna vesile olabilmek, bizler için büyük bir mutluluk kaynağı olacak. Yine bu vesileyle, çok uzaklarda, Japonya’da da, Mirzabeyoğlu’nun bir ân evvel hürriyetine kavuşması için dua eden birilerinin olduğunun, hem Türkiye’de, hem dış dünyada, hem de bilhassa Mirzabeyoğlu’nun kendisince bilinmesini isterim.
Bu çalışmamızın, bilinen mânâda bir “tercüme” olmadığının da altını çizmek istiyorum. Yirmi yıldır Japonya’da yaşayan Türk dostum Reha’nın Japonca konuşma açısından hiçbir problemi olmasa da, Japonca yazma ve okuma konusunda yeterli olduğunu söyleyemem. Benim de Türkçem, ihtisas sahası İngilizce-Japonca olan profesyonel bir tercüman olmama rağmen, ancak başlangıç seviyesinde. Pek itimat veren bir ikili gibi görünmesek de, her kelime ve cümlenin tek tek üzerinde durarak, mânâların sağlamasını birlikte yaparak, tüm bu Japonca’ya tercüme çalışmasını sürdürdük.
Reha, Mirzabeyoğlu’na uzun zamandır hürmet duyan, yazdıklarını takib eden, O’nun düşürüldüğü durumu birazcık olsun anlayabilmek için zihin kontrolünü [TELEGRAM’ı] araştıran biri. Mirzabeyoğlu ise, yazı dili ve üslûbunun orijinalliği yanında, yazdıklarının muhtevâsının da ayrıca zorluğu sebebiyle, kolayca sindirilemeyecek bir şahsiyet. Yine de Reha, orijinal metinleri defalarca okuyarak, Mirzabeyoğlu’nun verdiği mesajı-mânâyı mümkün mertebe yakalamak için çalıştı. Ben de Reha’nın açıklamalarını dinleyip, en uygun Japonca karşılığı bulmak için çalıştım. Bununla birlikte, kusursuz bir çalışma yaptık diyemeyiz. Metinler Türkçesi ile beraber verileceğinden, şayet okuyucudan bir tavsiye ve düzeltme gelirse, bu bizi ancak mutlu eder. İlâveten, Japonca okunuş kolaylığını temin için, orijinal metindeki bazı paragrafları bölme yoluna gittiğimizi de belirtmek isterim.
Son sözüm, kendim de bir Müslüman olarak, Mirzabeyoğlu’nun kurtuluşu-huzuru için duacı olduğumdur.
Tokyo, 28 Aralık 2010


サーリヒ・ミルザベイヨール。

トルコの重警備刑務所に無実の罪で投獄されている、類稀な思想家――。

その名を初めて耳にしたのは何年前になるだろうか。彼はもう十年以上も、昼夜を分かたず“特殊な拷問”を受けているという。それは、年来の友であるレハの口から聞かされてもなお、にわかには信じがたい話だった。「まさか現実にそんなことが……」というのが偽らざるところだ。

しかし今回、ミルザベイヨール氏の獄中手記「死の部屋B-7」を読んで、まさにそうした反応が彼をどれほどの孤独と絶望に追いやっていたかを知った。自分の身に何が起きているのかをいくら訴えても、誰もまともに取り合おうとしない。彼を助けたいと願っているはずの家族や支援者たちですら理解できない深い闇の中で、ミルザベイヨール氏は孤立無援の闘いを続けてきたのだ。「死の部屋」の冒頭に掲げられた彼の写真は射るような視線を投げかけてくる。やつれの目立つ顔の中でなお、二つの眼は光を失ってはいなかった。それは、まさしく闘う者のまなざしだった。あの眼を見たとき、「何かしなければ――」という思いに衝き動かされた。

今回、トルコの出版社のご好意で、「死の部屋B-7」をごく一部だが日本語でも紹介できることになった。トルコの季刊誌に掲載される記事が日本人の目に触れることはあまり期待できないかもしれない。しかし、たとえ一人でもこれを読んでくれるならば(そして、それをほかの誰かに伝えてくれるならば)、今はそれで十分だ。獄中での執筆は現在も続いている。いつか、それが一冊の本となり、日本で紹介される日が来れば、きっと大きな反響を呼ぶに違いない。私たちの試みがそのささやかなきっかけになれば、これにまさる喜びはない。と同時に、遠く離れた日本にも、ミルザベイヨール氏が一日も早く自由の身となるよう祈っている者がいることを、トルコや他の国の人々に、そして誰よりミルザベイヨール氏に知ってもらえたらと願っている。

ここでおことわりしておきたいのは、これが厳密な意味での“翻訳”ではないということだ。トルコ人のレハは日本在住20年、日常会話にはまったく問題ないものの、読み書きとなると十分とは言いがたい。かくいう私自身は翻訳を業としているが、英・日が専門で、トルコ語については初級者レベル。なんとも心もとない話だが、一文ずつ、一語一句にこだわって、ふたりで意味を確認しながら日本語にするという作業を続けた。

レハは以前からミルザベイヨール氏に私淑しており、その著作を読んでいるのは無論のこと、氏がおかれた状況を少しでも理解しようと、マインドコントロールについてもいろいろと調べている。氏の文章は表現が独特なうえ、内容的にも簡単に理解できるものではないが、レハは原文を何度となく読み返し、ミルザベイヨール氏の意図するところをできるかぎり正確にとらえようと努め、この私は、彼の口頭での説明をできるかぎり的確な日本語に表すことに腐心した。それでも十分とは言えないだろうが、今回はトルコ語と併記する形になるので、読者からご叱正を賜れば幸いである。なお、日本語での読みやすさに配慮して、原文にはない改行を加えたことをおことわりしておく。

最後に、私自身もイスラム教徒であることを付記し、改めてミルザベイヨール氏に平穏が訪れることを祈りたい。



2010年12月28日 東京にて

高原 礼(たかはら・れい)



死の部屋B-7/抜粋

Ölüm Odası - B-Yedi / Seçmeler



Türkçeden Japoncaya Tercüme:

Rei Takahara

Reha Suvari


●vol.3より


プログラミング


人間の価値観、判断や行動のメカニズムは、さまざまな脳のプログラムから成り立っている。このプログラムは別のものに置き換えることもできる。たとえば、通りを安全に渡るには横断歩道を渡るのが正しいと教えられ、人はそのとおり行動する。しかし、何らかの理由で手近の横断歩道が使えない場合、数百メートル先の横断歩道まで歩くか、頭を切り替えて、多少の危険を冒しても手っ取り早く目の前の車道を横切るか。人がそのどちらを選択するかは、選ばれたプログラムしだいということだ。もっと極端な例を示そう:体に悪いとわかっていて喫煙や飲酒をしたり、命を危うくするような無謀な行為をしたり、あと一歩というところで挫折したり、いつも同じミスをくりかえし、「これが自分の限界だ」と諦めたり、などなど。こうしたマイナスのプログラムを切り替えるには、どうすればいい? NLP(Neuro-Linguistic Programming神経言語プログラミング)を使って、新たなプログラムに置き換えることだ。……

PROGRAMLAMA

Bir insanın değerlendirme ve davranış şekli, değiştirilebilir, yerine başkası ikame edilebilir düzenlemelerden –programlardan– oluşur. Meselâ caddeyi güvenli geçmek için, yaya geçidinin uygun olduğu öğrenildi; bu tatbik edilir. Ama çeşitli sebeblerle kullanamadığımız bir yaya geçidi ile karşılaştığımızda, ya basit bir faaliyetimizi birkaç yüz metre yürüdükten sonra gerçekleştireceğiz, yahut o öğrenilen doğrunun lüzumsuz yorgunluğuna katlanmadan, pratik bir usûle başvurup sözkonusu bomboş caddeyi yürüyerek geçeceğiz… Bunun yanında şu örnek: Sigara, alkol, kör cesaret, başarısını son ânda kendi kendine mahvetme veya diğer şekiller, her zaman aynı hatâları yapma ve kendine sınırlar koyma programlarına ne demeli? Bunların yerine NLP ile yeni programlar koymalı…



NLPはさまざまな場面で用いられているが、主に、日々の生活で直面する問題について、その人間が持つ能力を引き出し、モチベーションを高めて、解決へと向かわせる心理学のテクニック、メソッドであり、ゴールにたどりつくためのさまざまな選択肢を与えてくれるものだ。一方、テレグラムは、他の人間や機械を使って、周囲にはわからない形で人をコントロールしようとする。したがって、この二つは目的も違えば、やり方も違うが、「脳を組み替える/改良する/調整する」という意味では共通する点もあるから、敢えてNLPについても話している。人にあまり知られていないことを説明するには、よく知られていること・事例・話題を例として使ったほうが理解してもらいやすいと考えてのことだ。



Daha ziyâde, insanın günlük hayat problemlerini aşmaya yönelik bir motivasyon-kabiliyetlerini hedefe doğru kışkırtma işi olarak psikolojik bir teknik, usûl ve amaç bakımından da pek çok yol ve tavsiye çeşidi olan NLP, araç ve insanla başkasının dikkatini çekmeden nitelikleri çeşitli zor kullanma ve kişiyi kontol altına alma ve yönlendirme işi olan TELEGRAM’la, gaye-rıza ve mahiyetleri ayrı olmakla birlikte, “BEYNİ DÜZENLEME” ve “ISLAH DİLİ PROGRAMLAMA” şeklinde birbirini tedâi eden yönlerinden dolayı andığımız bir mevzu… Bir şeyi, bilinen veya daha kolay anlaşılabilecek bir şeye temasla anlatabilme ihtiyacı.



もう少し説明を補足しよう:学校教育、職業訓練、CM、プロパガンダ、心理学、医学、そして直接、脳とその機能に関係のある神経学、すなわち最も一般的なレベルから非常に特殊な分野まで、結局、それぞれのテーマ・目的に沿って脳の機能を調整する作業という点ではどれも共通している――頭脳を使うにはロジックが必要なのだ。結論:テレグラムと、それを説明するため引き合いに出した様々な事例や話題、記事などを混同しないように。この点に気をつけないと、テレグラムの本質を見失うことになり、テレグラマー[拷問者]にとっては思うつぼ、ターゲット[ミルザベイヨール]にとっては逆効果だ。わかったつもりで“誤った理解”をすると、実情からどんどん遠ざかってしまう。その結果、ターゲットを待っているのは、[言ってもわかってもらえないという絶望からの]沈黙や諦めか、あるいは発狂するかのいずれかだ。



Bu ihtiyaçla ilgili olarak ikaz edelim: Okuldan, bir meslek öğretmeden, reklâmdan, propagandadan, psikolojiden, tıbtan, doğrudan beyinle ve onun fonksiyonları ile ilgili nörolojiye, en genel anlamda eğitimden en özel branşlara kadar herşey, neticede o mevzu ile ilgili beyni düzenleme ve ona göre ıslah işidir; aklı kullanmak üzere mantık zarureti gibi. Neticede: TELEGRAM’ı anlatırken temas edilen veya misâl olarak kullanılan mevzularla, bizzat TELEGRAM’ı birbirine karıştırmamak lâzımdır. Bu, mevzuyu piç etmesinden TELEGRAMCILAR’ın işine yaramakta, TELEGRAM’a alınan kişiyi anlayanlardan(!) dolayı büsbütün zor duruma düşürmektedir; en sonu büsbütün sükût, teslimiyet veya delirmek gibi.



[テレグラムの]機械が人間の脳や肉体にどれほど強い影響/ダメージを与えるかということを私は身にしみて知っているが、これから何があろうと受け止める覚悟だ。うるさいハエたちが傷口にたかってこようと気にせずに、たった独りで語りつづける:助けようとしてくれる仲間はいるが、力及ばず。今の私は、足に錘(おもり)を結ばれて水に投げ込まれたようなものだが、この状態で生きられる限り、水の下で見たものや感じたことを説明していこうと思う。これまで私が書いてきたことを思い出しながら、足には錘、水に沈められた姿をイメージしてもらえれば、私がどういう状態にあるかわかるはずだ。しかし、間違っても「水の中にいる人間がどうして話ができるのか?!」とは聞かないでくれ――これは、あくまでも“たとえ話”なのだから!



Cihazın fizikî tesir olarak beyin-vücud üzerindeki haşmeti bir yana, o yoldan olanları çekmiş ve olabilecekleri de göze almış şekilde, söz konusu yara üstündeki sinek rahatsızlıklarını kabullenmiş olarak, tek başıma anlatmaya devam ediyorum: İmdad meselesi bazı dostların umurunda, ama yetmiyor. Bu izâhlar çerçevesinde, ayağına bir ağırlık bağlanarak suya atılmış adamın, –o şekilde yaşama müddeti içinde–, suyun altında gördüklerini ve hissettiklerini anlatmasına benzer, anlatıyorum; ayağımda ağırlık, suyun içindeyim, hâlimi bildiklerinize kıyas ederek, suyun altında olduğumu anlayın hesabı. Sakın, “suyun altındaki adam nasıl konuşabilir!” diye MİSÂL’e takılmayın!



テレグラムとは何か?

……

テレグラム:電報=短い手紙、ニュース・情報を伝えるもの。マインドコントロールや人を支配することを「テレグラム」と言えるかどうか、まだわからない。ニンファ[拷問者。訳注]たちは、自分たちがやっていることをミステリアスなものと思わせたいようで、私をあざ笑うような口調で「国際社会では、テレグラムなどと言っても通用しない」と言う。私は、「便宜上、テレグラムという呼び方をしているだけだからかまわない。そのことで、アラル[ニンファのリーダー格]が私をバカにしたいならすればいい」と言い返した。それはそれとして、私自身は、この拷問をテレグラムと呼ぶのは、ハンサムな男に“ジェマル(美しい顔)”という名前をつけるようにぴったりの呼び方だと思っている。結局のところ、連中は私をバカにしているつもりで口をすべらし、[貴重な情報を与えて]この私を助けているのだ。とにかく、私は自分が受けている拷問を「テレグラム」と名づけ、今ではこの名称が一般にも定着しつつあるのだ!



(注)ニンファとは、ギリシャ神話に登場する樹木・山野・川・泉などの精のこと。正体を現さない拷問者たちのことを、目に見えない相手、男らしくない存在という意味をこめて、ミルザベイヨールはこう名づけた。



“TELEGRAM” NE DEMEK?

Telegram; telegraf demek, haber demek. Zihin kontrol ve yönlendirme işine, TELEGRAM denilip denilmediğini hâlen bilmiyorum. NYMPHALAR, alaylı bir şekilde, yaptıkları iş büsbütün esrarengiz bilinsin hevesi de içinde olarak, uluslararası literatürde böyle denmediğini söylüyorlar. Ben de, “ARAR benle alay etmek ve alay etsinler diye böyle bir şey söylediyse bile, bu, meseleyi anlatırken bana yardımı bakımından, benim koyduğum bir isim diye kabulümdür” diyorum. Alay edilmek bir yana, yaşananı anlatmak bakımından, yakışıklı bir adama “Cemâl” ismi gibi, tam uygun; ve alay için söyleyeni, kendime hizmet ettirmiş oluyorum. Yoksa da, bu işe bu isim, literatüre benimle girmiş olsun!



監視-拘束-支配



[参考]メトリス刑務所では普通の獄中生活を送り、グループの仲間たちと一緒に過ごしていた。ところが、ある裁判前夜、兵士の一団による襲撃があり、仲間のひとりが殺された。兵士たちはミルザベイヨールを拉致し、カルタル刑務所に移送。その後、暴力による拷問とテレグラムが始まり、2ヵ月間というもの昼夜問わず、ぶっ通しで肉体的・精神的リンチが加えられた。ミルザベイヨールはテレグラムによる拷問について訴えたが、そのために精神に異常を来たしたと見なされ、バキルコイ病院(トルコ最大の精神医療施設) の医師たちも彼の主張を理解せず、“major depression(大うつ病性障害)”との診断を下した。その態度に失望したミルザベイヨールは以後、口を閉ざす。


メトリス刑務所以後、カルタル刑務所、バキルコイ病院でも、テレグラムによる拷問は続いた。まさに精神的リンチだ。このときはまだ、すべてが未知の体験で、彼らの真意や目的を見抜くことも、うまく対処することもできず、真剣に死の恐怖を味わった―― こう認めると、ニンファたちを喜ばせることになってしまうが―― そして、2005-07年にかけて、今いるボル刑務所でも、ニンファたちはそのときの成功を再現しようと手を尽くした。私がおかれた状況がどんなものか、この雰囲気を感じることができるだろうか? あのときの状態は今もまったく変わらず、続いているのだ。


こうして社会から隔絶された環境の中で何が行われていようと、外の世界にいる人々に真実を知るすべはない。結局、ニンファたちが作り上げたイメージが“真実”になってしまう。あとは、狂い死にするか、彼らの言いなりのロボットになるしか道はない、それがテレグラムなのだ。外見的にはまったく普通で、おそらく家族や仲間でさえも拷問の爪あとには気がつかない。そして、私のためを思っての言動や私のだいじなものすべてが、ニンファたちの手にかかると、私を攻撃し、精神を脅かす材料や道具にされてしまう。

GÖZALTI - YÖNLENDİRME - KONTROLE ALMA
……

TELEGRAM’da, Metris hâdiselerinin hemen akabinde bir linç psikolojisine maruz olarak ve tecrübesizliğimle, hususen KARTAL ve Bakırköy’de, 2005-2007 arası –bu NYMPHALAR’ın hoşuna gidecek bir söz olacak!– o başarıyı yakalama çabası içinde BOLU’da, yaşadığım hava hissediliyor mu? İşe devam edilen bir süreçteyim.

Bir insanı, hangi şartlarda ve ne zannettirerek, nasıl tecrid edersen et, çevreye karşı gerçekliği o olur; ve bu gerçeklik, onu oldurulmak istenendir. TELEGRAM’da, ya delirerek geberirsin, yahut robot olursun işi. Görünüşte herşey normaldir, farkında olmadan belki yakınların bile yardım zannında iken kullanılan; veya tehdit ve şantaj vesilesi.




●vol.7より



衝撃



[参考]テレグラムや電磁波による拷問のために睡眠時間は一日にほんの一、二時間、それもほんとうに眠っているのか、意識を失っているのか、わからないような状態が1999年から現在まで、10年以上も続いている。



……しばらく意識を失っていたか、寝ていたのかもしれない、激しい倦怠感で身動きもとれない状態のなか、テレグラムによって無理やり起こされた。突然、頭のなかで[ニンファたちのリーダー]アラルの声が響く。「おまえの末娘の名前は?」そのとたん、私はパニックの波にのみ込まれ、記憶力を失ったような感覚にとらわれた。思い出せない! 自分の娘の名前だというのに。数分たって、ようやく思い出す。私は、パニックのなかで小さな紙片に妻と子ども、両親、兄弟たちの名前を書きとめた。またこうした状態に陥れられた場合に備えるために。数日後、今度は祈りの言葉を書きとめた。イスラム教徒であれば幼い子どもでさえ知っているはずの言葉だ――検閲の際、私が受けている拷問のことを知らない兵士がこのメモを見たら、私の頭がおかしくなったと決めつけるに違いない。これもまたストレスだ。



ŞOK

… Evet; bayıldım mı, uyudum mu bitkinliğinin ardından, yine elektronik cihazın hüneriyle uyandırıldım. Bana aniden, “küçük kızının ismi ne?” diyen ARAR’ın konuşması; birden kapıldığım-kaptırıldığım PANİK hissi ve ona eşlik eden bir hafıza kaybı. Kızımın ismini HATIRLAMIYORUM! Aradan birkaç dakika geçince, hatırladım; ve aynı panikle, eşimin, çocuklarımın, annemin, babamın, kardeşlerimin isimlerini küçük not kâğıdına, böyle bir duruma tedbir diye yazdım. Sonraki günlerde, ezan ve kameti, hatta Kelime-i Tevhidi ve Kelime-i Şehadeti… Aramalarda, gelenlerin karıştırdığı kâğıtlar arasında bunlar da var; özellikle, askerler bana yapılanı bilmiyorlarsa, kafayı oynattığımın birebir şâhidleri de olmuş oluyorlar. Bu sıkıntı ayrı.





●vol.14より



「ミルザベイヨールが独房の壁に穴を開けて……」



カルタル刑務所についてのメモ(「テレグラム」という私自身の著書からの引用):“性的虐待”という話になると、なぜかテレビでしか知らない退役大将のK.Yを思い出した。テレグラムを通じて“ニンファたちの会話”が直接、私の脳に送られてくる。それが夜通し続いた。詳しい説明は省くが、そのときの私はまさに疲労の極にあった。早朝の6時半か7時頃、ふいに独房の扉が開き、事前に言われていたとおり、「供述調書」を作成するからと外へ引き出された。連れて行かれた先は誰もいない面会室で、それから一時間あまり、私はよどんだ空気のなかで、今にも窒息しそうな息苦しさに耐えていた。そこへようやく、ブルガリア系らしいT (私は本名も知っている) を長とした看守たちの一団が現れた。 「どけ、どけ、司令官のお通りだぞ!」というTの嘲るような声に送られ、出入口の検問所に着く。兵士たちは上からの命令に従い、高圧的な態度で私を車に押し込んだ。しかし、車はエンジンをかけたまま、すぐには出発しようとしない。振動が体を揺さぶる。約30分後、上官が言った。「もう十分疲れただろう、出発だ!」


“MİRZABEYOĞLU DUVARI DELEREK…”

Bir not, (Kartal Cezaevi ile ilgili ve TELEGRAM isimli kitabımdan): “Cinsî saldırganlık” deyince, nedense, televizyonlardan tanıdığımız emekli Orgeneral K.Y. geldi aklıma. Tasviri uzun sürer yorgun ve bitkin şartlarda, sabaha kadar doğrudan beyne yollanan “konuşmalar”dan sonra, saat 6.30-7’de kapı açıldı; söylendiği üzere, sorguda “kaybedilmek” için koğuştan çıkarılıyorum. Tek başıma, havalandırılmamış ve bu yüzden boğucu ve havasızlıktan ölecekmişim gibi gelen ziyaret yerinde 1 saat kadar bekletiliyorum. Nihayet oradan alınıyorum ve başlarında Bulgar kırması T. isimli (soyadı malûmumuz) bir Başgardiyan’ın bulunduğu gardiyan grubu ile çıkış kapısına geliyorum. Onun “açılın açılın, Kumandan geliyor!” alaycı edasıyla, askerin arama yaptığı yerdeyim. Ardından, bu haşin görünmeye emirli çocukların beni arabaya bindirmesi. Araba, hareket etmeden yarım saat kadar sarsıntıyla çalışıyor; başlarındakinin, “yeteri kadar yorulmuştur, gidelim!” demesinin akabinde yola çıkıyoruz.



頭の中では「おまえを銃殺にする」というテレグラムの“声”が絶えずくり返され、車の外では実際に、兵士たちが銃の準備をする音が響いていた。話は前後するが、この前夜、独房の外の通路からテレビの音が聞こえてきた――ATVチャンネルの有名なニュースキャスター、A.K.の声が「今晩、カルタル刑務所で、独房の壁に穴を開けて脱獄しようとしたサーリヒ・ミルザベイヨール(Salih Mirzabeyoğlu)が兵士たちによって射殺されました!」というニュースを伝えていた。そのとき、車が止まった。兵士たちが次々に降りていく。開け放したドアから命令が聞こえた。「銃殺隊、位置につけ!」。銃を手にした兵士が20-25名、一列に並び、次の命令で銃に弾を装填した。テレグラムの“声”が言う――「前に見せただろう、誰に殺されたかわからない死体を捨てる穴が並んでいる光景を。今おまえがいるのはその場所だ」。



Telegram’da, sürekli olarak kurşuna dizilmeye götürüldüğüm şeklinde konuşmalar; öbür bölümde şakur şukur silâh sesleri, silahlara şarjör takıp çıkarmalar. Unutmadan: Akşam, koridordan gelen televizyon sesi - haberlerde, ATV’den A.K.’nın sesiyle, “bu akşam Kartal Cezaevi’nden koğuşun duvarını delerek kaçmaya çalışan Salih Mirzabeyoğlu, askerin açtığı ateş sonucu öldürüldü!” diye bir haber geçmişti. Evet; bir yere geldik. Arabadaki askerler indiler ve kapıyı açık bıraktılar. Dışarıdan, “idam mangası yerine, marş marş!” komutuyla, 20-25 silâhlı asker hizaya geçti, verilen ikinci komutta silâhlara mermi sürüldü. Telegram’daki ses, faili meçhul cinayetleri ve cesedlerin atıldığı çukurları daha önce bana göstermiş olduğunu hatırlatarak, o mekânda bulunduğumuzu hatırlatarak, o mekânda bulunduğumuzu söylüyor.



外ではひとしきり、「生贄はまだか」「処刑はまだか」と言い合う声がしていたが、結局、彼らは戻ってきて、車は再び動き出した。私は、彼らがやっていることには微塵も興味がないという態度を崩さなかった。ひたすら低い声で「すべてをアッラーに委ねます……」という祈りの言葉をくり返し、立ち上がって「ここはどこか?」と問うこともせず、小さな車窓から外を見ようともしなかった。バザールにいるような人々のざわめきが聞こえてくる。「ああ、来て、来て! 見て、テレビにサーリヒ・ミルザベイヨールが出ているよ!」……子どもたちの声、私を非難する女の声、口汚く罵る男の声。まるで本当に、私の映像を見て話しているかのようだ。だが、これが現実であるはずがない! そうだ、ここへ来る前に独房の外から流れてきたテレビのニュースでも同じような人々の声を聞かされていたのだ。



Dışarıda, infaz için birinin beklendiğine ve gelip gelmediklerine dair konuşmalar. Şu, bu derken, arabaya bindiler, hareket ettik. Olanlara karşı –sahiden– son derece ilgisiz bir tavır içinde, tevekkülle “Lâ havle…” çekiyorum ve yerimden kalkıp “nereye geldik?” diye bile küçük pencereden bakmıyorum. Çarşı içi sesler gibi birşeyler; “aa! Gelin gelin, bakın televizyonda Salih Mirzabeyoğlu var!” … Gûya görüntümü millete seyrettiriyorlar; küçük çocuk sesleri, kınayan bir kadın, küfür eden bir erkek. Gerçek olamaz sanıyorum! Evet; bu konuşmalar, ben koğuştayken koridordan gelen televizyon haberleri niyetine de dinletilmişti.



車のドアが開くと、目の前には兵士たちが2列に並び、その周りには得体の知れない人々が大勢群がっていた。私は兵士の列の間を抜けて、ある建物に連れていかれた。「裁判所」の文字が見えたが、いざ中へ入ると、すべてが芝居じみて呆気にとられる展開だった。厳重な警備体制が敷かれるなか、通されたのは四方の壁をファイルに埋め尽くされた大きな部屋だった。テレグラムの“声”が「ここは軍事裁判所だ」と告げる。絶え間なくささやき続ける声にじゃまされて、私は意識を集中することもできず、物事を組み立てて考える気力すら失っていた。思えば、「軍事裁判」の話を初めて聞かされたのは、カルタル刑務所に収監されたときだった。



Kapı açılıyor ve benim için herbir şübheli kalabalığın arasından, askerin oluşturduğu koridor içinden geçirilerek bir binaya giriyorum. “Adliye” filân diye yazı gördüm ama, binaya girince koptum. Tertibat alanlar vesaire derken, büyükçe ve duvarları dosya dolu bir odaya alındım. Telegram’da, Askerî Mahkeme’ye getirildiğim söyleniyor. O kadar biteviye bir konuşma ki, bir şeyi düşünmeye, iki şeyi birbirine münasebetlendirmeye dair gücünüz kalmıyor. Bu Askerî Mahkeme davası, daha Kartal Cezaevi’ne ilk geldiğimiz geceki müşahede odasında başlamıştı



……四方をファイルに囲まれた室内にはデスクが2つと記録をとるタイピストの女性が2人。片隅に置かれた肘掛け椅子には退役大将K.Y.そっくりの精巧なマネキンが腰かけていた。実際、そのマネキンは上目遣いにじっと“探るような視線”を投げかけ、私への好奇心も露わな態度を示していた。私を連行してきた兵士のひとりがK.Y.に近づき、まるで見せつけるかのように、マネキン相手に恭しく声をかける。「司令官、コーヒーはいかがですか?」。……だが私はそちらには目もくれず、タイピストのひとりにここはどこかと尋ねた。彼女は驚いた様子で、ここは私に逮捕状が出たことを直接宣告する場であり、イスタンブール市内のペンディクだと答えた。(その時の私は、これがいったい何のための裁判で、今まで何が行われ、この先どうなっていくのか、何も考えることができなかった。その間もテレグラムによる拷問が執拗に続いていたからだ。言葉による攻撃、肉体への攻撃、脳への攻撃、テレグラムを使って行うことができるありとあらゆる方法で徹底的に痛めつけられ、私は極限状態にあった。今まさに溺れんとするなかで必死に生きようと闘っている人間にとって、そんな“裁判”など“まつげの先のほこり”ほども意味のない絵空事でしかなかった。それは、いまだに変わらない。今、この文章を書いているときも、ニンファたちはテレグラムによって私の尊厳を傷つけようと虚しい努力を続けている。彼らは、&a
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Nis 28, 2012 12:33 am    Mesaj konusu: KÜRESEL ALGI SAVAŞI : WIKILEAKS – STRATFOR Alıntıyla Cevap Gönder

Dr. Ayşe Arslan: "Transkraniyal Manyetik Uyarım (TMS) cihazı ile telegram mümkün"





Akit gazetesinden Murat Alan'ın haberine göre; uzmanlar Salih Mirzabeyoğlu'nun yıllardır dile getirdiği telegram işkencesinin TMS isimli cihaz ve onun yeni nesil versiyonlarıyla kolaylıkla yapılabileceğini açıkladılar.

Cerrahi bir müdahalede bulunmadan sadece uzaktan gönderilen radyo dalgalarıyla kişinin depresyon, şizofreni gibi hastalıklara yakalanmasını sağlayacak tıbbi cihazlar olduğunu belirten uzmanlar, yıllar önce tıbbın hizmetine giren TMS isimli cihazın Telegram’ın atası olduğunu vurguladı. Bilimsel araştırma ve makaleleri ile tanınan Doktor Ayşe Arslan, klinik anlamda 1985 yılında kullanılmaya başlanan Transkraniyal manyetik uyarım (TMS) cihazının Telegram sistemiyle benzerlik gösterdiğini, adı geçen cihazın ileri versiyonlarının kötü ellerde silaha dönüşebilceğini kaydetti.

Haber1001





KÜRESEL ALGI SAVAŞI : WIKILEAKS – STRATFOR
Doç.Dr. Kemal Yeşilçimen
14 Şubat 2011
Bu yazı 4 yıl önce yazılmıştır.



Bu karanlık savaşın hedefi; aklımızı ve beynimizi ele geçirmek. Bilinçaltına gönderilen sinyallerle körpe beyinler yıkanıyor, geleceğin küresel robotları hazırlanıyor. İnsan ve toplumun yaşam tarzını kurgulamanın en kestirme yolu bu.

Slayt indirmek için;
www.slaytyerim.com/component/docman/doc_details/1663-beyin-nakli-nasl-yaplr.html

• Bizi yanıltarak irademizi ele geçirmeye çalışan karanlık bir savaşın kurbanıyız. Dış dünyadan bulaşan algı virüsü uyutuyor, aldatıyor ve algımızı ele geçiriyor. Görmemiz istenenleri görüyor, yapmamız istenenleri yapıyor, küresel algının figuranı oluyoruz. Algı yeteneğimiz bozulduğu için tehlike ve felaketler bitmek bilmiyor.

• İnançları bile sarsan bu karanlık savaşla beyinler çözülüyor, pelte gibi oluyor. Yalan yanlış bilgi bombardımanı altında toplum ne yapacağını bilemiyor. Derin tarihi geçmişi olan milletler bile gözlerine far tutulmuş tavşanlar gibi şaşırmış ve çaresiz. Yaşamsal sorunlarda bile beyinler donmuş, insanlar boş boş bakıyor. Sanki zaman tünelinde aklımız ve dimağımız kayboluyor.

Algı kirlenmesi

• Biz insanlar dünyayı algıladığımız şekilde görür ve yaşarız. Algımız ise beynimize akan bilgi tufanıyla oluşur. Dış dünyadan akan bu bilgi birikiminin hediye ettiği sanal gözlüğün gösterdiği şekilde de dünyayı görürüz. Yıllar içinde oluşan bu pembe gözlük, bilgi kirliliği yüzünden ne yazık ki gerçeği göstermiyor ve bizi sürekli yanıltıyor. Virüs girmiş bilgisayar gibi algımız bozulmuş, zihnimiz karışık. Çağımızın önemli sorunu ; algı kirlenmesi.

• Uzaktan kumanda elimizde, ekran karşısında hipnotize oluyoruz. Kredi kartı ve cep telefonu para ve zamanımızı yönetiyor, tüketiyor. Dış dünyanın yönettiği bir hayata bağımlı olurken, sigaradan alkole her çeşit kötü alışkanlık karşısında, ‘elimde değil’ diye sızlanıp duruyoruz. Yönetim bizim elimizde değilse kimin elinde? Elimizden giden her şeyi dış dünyanın egemenliğine terk ederken irademiz kayboluyor, algımız yabancılaşıyor. Modern denilen yaşam tarzı özgürlüğümüzü teslim alıyor. Cezbedici bir dünyaya bağımlı olurken sonsuz esaret başlıyor. İnsan ve toplumlar bağımlı olurken özgürlüklerini işte böyle kaybediyor.

Algıyı yöneten toplumu esir alıyor

• İnancın, bütün değerlerin hatta vatan savunmasının idrak merkezi; algımız. Algıyı ele geçiren, özgür iradeyi yok ederek toplumları uzaktan kumandayla yönetilen yığınlara dönüştürüyor. Bu yüzden algı savaşı diğer savaşlardan daha etkili, kolay, ucuz ve onların üzerinde bir role sahip. Zaten gerekli algıyı yaratmadan hiçbir savaşı kazanmak mümkün değil. Savaşın kazanımlarını sihirli bir şekilde sağlayan bu karanlık oyun, küreselleşen dünyanın yeni savaş yöntemi.

• Algı yönetimi, akıl ve bilim oyunu. Bu akıl oyunu ile kötü alışkanlıklardan sağlıklı yaşama, ekonomiden milli güvenliğe her şeyi yönetebilirsiniz. Zor kullanmadan insanları Bermuda şeytan üçgenine bile hapsedebilirsiniz: İsterborsa, faiz, döviz ister koltuk, asansör, taşıt. Yoksulluk ve borçlanma yüzünden iradesi çözülen insan ve toplumlar, algı virüsüne karşı tamamen korumasız ve çaresiz. Bağımlı hayatla özgürlüğünü değişmeye ve her istenileni yapmaya hazır.

Bilinçaltı kurgulama ve Algı oluşturma

• Bu akıl oyunu tamamen bilinçaltı kurguya dayanıyor. Küresel film sektörü algı oyununa en iyi örnektir. Hem eğlendiriyor, hem de bilinçaltı teknikleri kullanarak geleceğin küresel algısını mükemmel bir şekilde oluşturuyor. Kanlı ve acımasız savaşlar, kıyamet sahneleri, soygun, hırsızlık, kapkaç, tecavüz ve insanlık dışı ne varsa hepsi, sıradan olaylar gibi zihinlere işleniyor. Amaç, insanlık vicdanını yok ederek vahşet dolu kötü bir dünyaya alıştırma. Hayatın önceden yaşanmış olduğu algısı yüzünden, gerçekle hayal birbirine karışıyor. Bu yüzden Irak’taki vahşeti film gibi izliyoruz. Beyinlere kazınan algı aynı: kötülük dünyasında depremden teröre kadar kötü olan her şeyle beraber yaşamaya alışmalıyız.

• ‘Memleketi sen mi kurtaracaksın?, tecavüz kaçınılmazsa zevk almasını bileceksin, keyfine bak’ gibi sürekli tekrarlanan cümlelerle, reklam ve dizilerde toplumun bilinçaltına teslimiyet tohumları ekiliyor. Bu sinyallerle kurgulanan toplumun, bütün değerlerin satışı karşısında kılını kıpırdatmayışına şaşmamak gerekir. Yöntem son derece basit ve etkili: Altındaki halıyı çekseniz kimse umursamıyor.

• Algı oyununa diğer bir örnek ise ‘hastalık satmak’. Son yıllarda binlerce sanal hastalık uydurulması boşuna değil. Hastalık sattığınız zaman, ilaçtan teknolojiye kadar pek çok şeyi satmış oluyorsunuz. Bunun için sadece hastalıkla ilgili algıyı satmanız yeterli. Tıpkı taşıt sattığınız zaman benzinden otoyola kadar her şeyi sattığınız gibi. Taşıt dışındakilerin reklamını yapmanız gerekmiyor. Taşıtın konfor ve kolaylık algısını satmanız yeterli.

Algı yönetimi nasıl yapılır? Yaşam tarzını nasıl etkiler?

• Algı yönetimi ile kalp krizinden teröre kadar pek çok konuda toplumu yönlendirmek mümkün. Seçilen konu, planlanan davranış modeliyle birlikte toplumun bilinç altına binlerce kere kaydedilir. Mesela ‘kalp krizi belirtileri olduğunda derhal hastaneye gitmek gerekir’ gibi. Aynı yöntemle sigarayı bırakma, şişmanlığı önleme, sağlıklı beslenme ve spor alışkanlığı yaşam tarzına dönüşebilir ve bu yolla çok sayıda hayat kurtarılmış olur.

• Zararlı bir uygulama ise ekonomik kriz ve terör korkusunu kullanarak, yapılması istenen veya istenmeyen davranış modeline doğru toplumu yönlendirmek. Özellikle 11 eylül’den sonra dünya böyle yönetiliyor. Yapılacak iş çok basit. Önce terör veya kriz felaketi, istediğiniz davranış modeliyle kodlanarak zihinlere servis edilir. Sonra da bu kötü olaya ait ses ve görüntü düğmesine basılır. Algı virüsleri hemen harekete geçecektir.

• Gelecekteki felaketi zihinde canlandırma yani korkutma yöntemi yeni değil. Elinizde medya gibi bir silah varsa, karşınızda hiçbir güç duramaz. İstediğiniz her şeyi binlerce kere toplumun bilinç altına üfleyerek, istediğiniz algıyı yaratabilirsiniz. İnsan ve toplumlar bu nedenle kurgulanmış bir hayatın dışına çıkamıyor. Çünkü yaşam tarzımız bu algıya göre şekilleniyor. Bu yüzden beynimize yazılan sanal bir hayatı yaşıyormuş gibi yapıyoruz. Aslında yaşadığımız, benliğimizi silen ve bizi balık sürüsüne çeviren dış dünyanın bitmek bilmeyen istekleri. Bunların hepsi ‘algı yönetimi’ nin eseri.

Beklenti yönetimi

• Diğer bir yöntem ise ‘beklenti yönetimi’. Beklenti yarat ve bu beklentiyi yöneterek istediğini yaptır. Çünkü her şey algıya dayanıyor. Oy verirken bile beklenti ve algımıza göre hareket ediyoruz. Vadedilen geleceğin benimsenmesi, toplumun beklentilerine uymasına bağlı. Bu basit gerçeği bilmeyenlere, toplumun davranışları mantık dışı gelir. Beklentilere uymayan bir yaşam tarzı, ne kadar iyi ve sağlıklı olursa olsun halkın ilgisini çekmez. Planlanan hayata özendirmek ve talep yaratmak gerekir. Bunun için de önce beklenti oluşturmalı, sonra da bunu yönetmelisiniz. İşin özü bu.

• Algı yönetimi bilinçaltı savaş yöntemi olarak kullanıldığında, özgürlük ve demokrasi için en büyük tehdit sayılır. Çünkü algıyı ele geçiren, algı sahibine ait olanları da ele geçirmiş oluyor. Bu savaşın en etkili ve eğlenceli silahı da medya! Gözümüze, kulağımıza, zihnimize hitap eden her şey algımızı ve yaşantımızı etkiliyor, şekillendiriyor. Televole yaşantısı moda oluyor.

Algı savaşını kazanmadan kurtuluş yok !

• Her yaşam tarzının dayandığı temel algı dağları vardır. Bu algılar değişmeden bunun yansıması olan anlayış ve yaşam tarzı değişmez. Üretmeden tüketen, borç alarak lüks ve israf içinde yaşamaya alışan ve bunu konfor olarak algılayan insan ve toplumları, bu bağımlı hayattan kurtarmak kolay değildir. Çünkü tüketime dayalı yaşantı, sigara veya eroin bağımlılığı gibi mutlu ederken, zihinleri bu pembe esarete alıştırıyor. Bu yüzden bağımlı hayattan özgürlüğe geçiş, yoksunluğa yol açan sıkıntılı bir süreçtir.

• Yeni algının hayata yansımasının yolu, bağımlılık yaratan eski algının silinmesine bağlıdır. Silme işlemi ise sancılıdır ve zaman ister. Kötü alışkanlıklardan uzak, özgür ve bağımsız yaşamanın yolu ‘elimde değil’ algısı yerine, ‘özgür ve bağımsız bir iradeyim’ algısını oluşturmaktan geçer. Öncelikle, irademizi esir alan temel algıyı değiştirmemiz gerekiyor. Başka yolu yok !

Ne yapmalı ? Nasıl yapmalı?

Algı yönetimi ; toplum mühendisliğinin temelidir. Öncelikle algımızı ve yaşam tarzımızı bozan dilde yabancılaşma, kültürel yozlaşma ve yolsuzluk virüsünü yok etmeliyiz. Küresel algı virüslerini etkisiz hale getiren ‘anti-virüs’ programları olmadan beynimizi korumak mümkün değildir. Ulusal algıyı bozan her çeşit yozlaşma ve çürümeye önlem almalıyız. Sağlıklı ve temiz bir toplum için milli ve manevi değerlerimizi korumak zorundayız.

• Türk milletini uyutmaya, aldatmaya ve algısını yönetmeye çalışan her türlü bilinçaltı kurgulamaya karşı caydırıcı yaptırımlar getiren ‘Ulusal Algıyı Koruma Kanunu’ çıkarılmalıdır. Hiçbir toplum en değerli hazinesi olan algısını korumasız bırakamaz.

Bütün bunları kim yapacak?
kim yönetecek?


• Ülkeyi temelinden sarsan birçok sorunun altında sinsice sürdürülen algı savaşı vardır. Bu savaşın farkına varmadan ve sorunu çözecek temel algıyı oluşturmadan kaosdan çıkmak mümkün değil. Bunu yapacak olan da ;Ulusal algı yönetimi’dir. Yarın internet ve medyanın gönderdiği gizli mesajlarla, algısı ele geçirilen kitleler sokağa dökülür, halka saldırırsa zamanında önlem alınmadığı için devlet ve millet varlığımız tehlikeye girecektir. Bu kaosu bahane eden dış güçlere müdahele fırsatını önlemenin yolu, algı savaşını bilmek ve buna göre örgütlenmekten geçer.



• Topraklarımızı korumak için milli bir orduya ve toplum güvenliği için de polis teşkilatına neden gerek duyuyorsak, çağımızda beynimizi, zihnimizi, algımızı koruyacak bu kuruma çok daha fazla nedenle ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü sahip olduğumuz her şeyi yöneten bu değerli merkezi korumak zorundayız. Çünkü saldırılar doğrudan veya dolaylı olarak algımızı ele geçirmeye yönelmiş bulunuyor. Sağlıktan ekonomiye, kültürden milli güvenliğe her türlü küresel tehlikeyi algılayan, küresel medyanın algı yönetimini izleyen ve ulusal refleksleri yöneten ‘Ulusal Algı Yönetimi’ acilen kurulmalıdır. Zihinsel özgürlük için !

Kaynak :

• Yeşilçimen K: Hastalık Üreten Yaşam Tarzımız Nasıl Değişir. Hayy kitap 8. Baskı, 2008

http://www.kemalyesilcimen.com/haber.php?haber_id=50


Pentagon-Hollywood İşbirliği Beyin Yıkama Taktikleri
Banu AVAR
27, 08, 2012



Gazetelerin manşetleri ve televizyon ekranlarındaki KABA PROPAGANDA ve Hollywood-Pentagon işbirliği ile servis edilen siyasi sinemaya savaş bilgisayar oyunları ve işgal ve ajanlık yarışma programları eşlik ediyor.. Son ikisi ABD’de çok gözde.. Yakında bunlar kesinlikle Türkiye’de!

Manlio Dinucci İl Manifesto’da yazmış:

‘Helikopterlerden atlayarak sahildeki silah deposunu bombalayan sonra helikoptere tırmanıp uzaklaşan deniz komandoları! Gerçek değiller, NBC reality show’da komando oyunu oynayanlar ünlü aktör, işadamı, sporcu, şarkıcılar… Yarışmada onlara yeşil bereliler ve özel harekat komando birlikleri eşlik ediyor ve yarışmacıları eğitiyor. NBC, yarışma programının amacını ‘savaştan dönen kahramanların, gerçek hayatta nasıl inanılmaz bir görev başardıklarını göstermek ve onlara saygı sunmak’ olarak açıklıyor’

Bu yarışma yakında Survivorvari bir çıkışla ekranlarımızda yeralırsa hiç şaşırmayın! Ünlü yıldızlar sporcular ve şarkıcılar ellerinde bazukalar Suriye İran gibi ülkelerde özel harekat timleri olarak ekranlarda boy gösterebilirler..

Amerika’dakinin ilginç yanı, Yugoslavya’nın işgalini planlayan ve gerçekleştiren NATO generali Wesley Clark’ın program danışmanı olması!

Clark sadece NBC’deki programın danışmanı değil aynı zamanda Pentagon’un Mondovision ‘da gösterime soktuğu savaş propaganda programının akıl hocası.

Bu Pentagon programı halka, savaşın amaç ve yollarını en güzel (!) bir biçimde paketleyip satacak..

İtalyan gazeteci Dinucci, bu programların iki noktaya odaklandığını yazıyor:

‘Halkın dikkatini, 1 numaralı düşmana odaklamak: (Miloseviç, Bin Ladin, Saddam, Kaddafi, Esad, Ahmedinejat) Bunların ne kadar tehlikeli olduğunu kanıtlamak, askeri müdahale ne kadar haklı gerekçeleri olduğuna ikna etmek ve bu savaşların müttefiklerle yapıldığını ama ABD’nin her zaman lider olduğunu kafalara kazımak!’

Bu ‘reality show’larda, ‘düşman’a karşı yalana başvurmak serbest. Mesela 2003’de Colin Powell’ın Irak’a müdahale gerekçesi olarak, Irak’da kimyasal silah olduğu yalanını BM’ye sunması gibi.. Daha sonra Powell bu gerekçenin ‘gerçek dışı’ olduğunu açıklamıştı.

Küresel ekranlarda beyin yıkacak olan bu Pentagon programlarında, gerçekle yalan birbirine karıştırılacak ve Ahmedinejat’ın ‘dünyayı tehdit eden nükleer programına karşı savaşın’ ne kadar gerekli olduğu beyinlerte kazınacak! İsrail’in onlarca yıldır sahip olduğu nükleer silahlar tabii ki program konuları arasında olmayacak!

Suriye'deki 'kimyasal silahları imha eden ünlüler komando birlikleri, vahabi katilleri kahraman gibi gösterek Esad'ı yerlerde sürükleyen reality showlarda çalım atacak!

Sevilen ünlülerin ‘kullanıldığı’ bu gibi programlar, halkta ‘düşman’ algısını tanımlayacak, işsizliğe gark olmuş gençlere yeni ‘kahramanlar’ ve ‘örnek iş’ hayali sunacak...

Dilucci’nin bu yazısını okurken, yıllar önce bir üniversitede, Pentagon-Hollywood işbirliğini, film ve dizi senaryolarının bile ‘denetimden’ geçtiğini, bunun ileri demokrasi gereği olduğunu anlattığımda, ‘Pöh konspiratör!’ diye bağıran genç kolejli aklıma geldi…

Teori ‘kompocularına’ duyurulur…

(Manlio Dinucci’nin ‘The Art of war’ and Pentagon’s Reality Show başlıklı yazısından alınmıştır.)

Güncel Meydan

Psikolojik harp teknikleri üst bilinci değil, alt bilinci hedefller

Subliminal bazı ulkelerin politikası haline gelmiştir...Göz gördüğüne inanır diye bir söz vardır. Bu söz her zaman için geçerlimi acaba? Çünkü gözümüz gördüğü birçok bilgiyi beyne gönderir. Bizim bir anlık bile gördüğümüz her türlü bilgi bir yerlerde daha sonra karşımıza çıkabileceğini hiç düşündünüz mü?. Dünyada 55 ülkede "subliminal" teknoloji yasaklanmıştır. bizim ülkemizde herhangi bir engelleme ve yasaklama bulunmamaktadır.

Psikolojik harp teknikleri üst bilinci değil, alt bilinci hedeflediklerinden, siz farkında olmadan bilinçaltınız, verilmek istenen asıl örtülü mesajı algılar ve bu örtülü mesajlar uzun vadede davranışlarınızı, fikirlerinizi, duygularınızı etkiler ve yönlendirir. Bu sayede psikolojik savaş tekniğini uygulayanlar da amacına ulaşmış olurlar.

Psikolojik harp genelde yazılı ve görsel basın, internet, sinema filmleri ve kitaplar gibi araçlarla uygulanır.

Kaynak: http://www.facebook.com/

Devletin Mirzabeyoğlu’nu Telegram’dan Kurtarma (!) Plânı
Gülçin Şenel
2012-09-28



BOYUN EĞDİR, OLMUYORSA İTİBARSIZLAŞTIR

Bu yazımızda, Türkiye’de hükümetler değişse de “değişmeyen” ve tam 13 yıldır İBDA fikir, sanat ve aksiyon okulunun kurucusu Salih Mirzabeyoğlu’na tatbik edilen Telegram’ın, yâni uzaktan elektromanyetik zihin-beden kontrolü ve yönlendirmesi işkencesinin kendisine niçin tatbik edildiğini, niçin hâlâ devam ettirildiğini ve bitirilmesinin hangi sinsi plânın gerçekleşmesine bağlı olduğunu ifşâ etmeye çalışacağız. Elbette çok girift nitelikleri olan ve çok yönlü değerlendirilmesi gereken bu “azîm” meseleyi, makale hacmimiz ve fikrî çapımız gereği çok kısaca ve kabaca ele alacağız.

İlk olarak şu sorunun cevabını aramakla başlayalım: Mirzabeyoğlu’na Telegram niçin uygulanıyor? Farklı yönlerden bakıldığında çok sayıda ve hepsi doğru olacak cevablar verilebilir ancak şurası çok açık: Çünkü Allahsız ve adaletsiz devlet ve dünya düzenine ruhen, fikren ve fiilen boyun eğmiyor!

İkinci soruya geçelim: Telegram niçin hâlâ devam ettiriliyor? Yine çok sayıda ve hepsi doğru olacak cevablar verilebilirse de şu nokta âşikâr: Çünkü onca barbarlığa rağmen hâlâ boyun eğmiyor ve kendisine giydirilmek istenen “deli gömleği”nin içine girmektense, davasının ve mânâsının haysiyeti adına “ölümden beter” işkencelere katlanmayı seçiyor. Öyleyse, hem boyun eğene kadar işkence sürdürülmeli, hem de boyun eğmese dahi topluma, dünyaya ve tarihe “gaibten sesler duyan adam” yâni “psikiyatrik hasta” olarak empoze edilebilecek bir teknolojinin kurbanı yapılarak itibarsızlaştırılmalı!

Peki bu Allahsız ve insafsız devlet ve dünya hâkimleri Telegram’ı hangi durumda bitirmeyi plânlıyor? Bu kez cevabı galiba çoğu insan bilmiyor: Mirzabeyoğlu’na mutlaka ve mutlaka “psikiyatrik hasta raporu” aldırılmalı!

Hakkında sayısız “manipülatif” film, kitab ve haber hazırlanarak benzer biçimde itibarsızlaştırılmaya çalışılan büyük gerilla kumandanı Carlos yahud müslüman ismiyle Salim Muhammed, bu tezgâhı çok çarpıcı tesbit ediyor ve ilk defa Türkiye’de basılan “Söz Çakal Carlos’ta” adlı eserinde şöyle diyor:

- “Siyonizm ve emperyalizm karşıtı bu insanlar önünde yoldaşımı ve onun gibileri küçük düşürmeye, karalamaya, iftiralar atmaya çalışıyorlar. "Ajandı, casustu" diyerek, kirli işlere bulaştırmaya çalışıyorlar. Niye mi? Çünkü, biz milletlerarası devrimcilerden hâlâ korkuyorlar. Korktukları şey, şahıs olarak bizler değiliz, neticede yaptığımız eylemlerde verdirebildiğimiz zararın çapı ne olabilir ki? Onların asıl korktukları, "örnek" teşkil etmiş olmamızdır, milletlerarası devrimciliği şahıslarımızda örnekleştirmiş olmamızdır. Tam da bu gerekçeyle, bizi umum önünde küçük düşürebilecek her tür iftiradan medet umuyorlar. Biz kimsenin ne ajanı, ne paralı askeri, ne de muhbiri olduk. (...)

Herneyse, işte yoldaşım Weinrich, mahkeme karşısında elden geldiğince kendini savundu, hiçbir şekilde işbirliğine yanaşmadı, davasını orada da haykırdı ve sonunda ağır bir ceza aldı.

Batı, tam da bu yüzden sevmez bizi. Davasını başı dik biçimde savunanlara, prensiblerinden taviz vermeyenlere, siyasî çizgisine sadık kalanlara katlanamaz. Davası uğruna ölüme gidenleri, işbirliğine yanaşmayıp ağır hapis cezaları almayı göze alanları bir türlü kabullenemez. Bu kahramanlara saldırmanın geriye tek yolu kalır onlar için: ONLARI OLDUKLARINDAN FARKLI TANITICI SAHTE İMAJLAR OLUŞTURUP, GÖZDEN DÜŞÜRMEYE BAKMAK!.. (...)

Neticede, biz, Batı`ya ne kadar zayıf olduklarını gösterdik. Sonunda kazanacak olan da biz olacağız. Çünkü hâlâ korkuyorlar bizden; ellerinde esir olmamıza rağmen, cezaevinde olmamıza rağmen, nasıl korkuyorlar hâlâ bizden. BU KORKU YÜZÜNDENDİR Kİ, ARAMIZDAKİ EN İYİLERİ, HEM DE CEZAEVİNDE OLANLARI, BÖYLE AŞAĞILAMAYA, KARALAMAYA, LEKELEMEYE ÇALIŞIYORLAR.

Sanıyorum, Türkiye cezaevlerinde bulunan bazı kardeşlerimin durumu da böyle. En başta, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu!.. O, bir anlaşma, hem de ufacık bir anlaşma yapmış olsaydı, bunca seneyi cezaevinde geçirmez, böyle büyük bir ceza almazdı.

Her ne olursa olsun, hakikat en sonunda âşikâr olacak, bugünün sömürülmüş ve yanıltılmış insanları yarın neyin ne olduğunu farkedecek, hâlâ yaşayanlarımız şereflendirilecek, ölenlerimiz tüm dünyada saygıyla yâdedilecektir.

Burasını anlıyorsunuz, değil mi? Bizden korkuları, başımızı eğmemiş olmamızdandır. Yoksa, maddî neticeleri bakımından biz ne yaptık ki, ben ne yaptım ki, Salih Mirzabeyoğlu ne yaptı ki? Küçücük şeyler. Ne benim, ne de onun fiilen yaptıklarıdır mesele; aksine, ortaya "örnek" olarak neyi koyduğumuzdur onların korkusunu böyle azdıran. Bizim davranış tarzımız, savaşı hâlâ sürdürüyor oluşumuzdur onları en çok ürküten. İşte bizden duydukları bu korkudur ki, bizim doğru yolda gidişimizin de delilidir. Eğer doğru yolda olmasaydık, ne bizden korkarlar ne de umursarlardı.” [1]

Bazılarının aklına gelebilir; Mirzabeyoğlu’nu öldürmek dururken niçin Telegram’dan medet umuyorlar ki? Cevabımız şu olacaktır: Son bir çare olarak “bedenen” öldürmeyi tabiî ki hep düşünüyorlar ancak onlar için asıl hedef, Mirzabeyoğlu’nun “mânen” öldürülmesidir, “psikiyatrik hasta” raporu veya olmazsa etiketiyle itibarsızlaştırılıp “yaşayan bir ölü” hâline getirilmesidir, bedenî işkenceye paralel olarak asıl şahsiyetine ve haysiyetine “suikast” düzenlenmesidir. Yine Kumandan Carlos’a kulak verelim:

- “Çöken emperyalizme, onun ajanlarına karşı başkaldıran ve mücadelelerini yükselten Kumandan Mirzabeyoğlu gibi, benim gibi, diğerleri gibi insanlar, yokedilmesi gereken düşmanlar olarak görülüyoruz. Yokedilmekten kasdettiğim, beden olarak öldürülmek değil; yoksa bundan kolayı yok onlar için. Bir kazayla, elektrikle, çorbaya konulacak birşeyle falan bizleri hemen öldürebilirler; onlar için bu bir problem değil. ANCAK ONLARIN ASIL İSTEDİĞİ, TEK BAŞINA FANÎ BİR BEDENİN HAYATİYETİNE SON VERMEK DEĞİL, BU İNSANLARIN ÖRNEKLEŞTİRDİĞİ DAVRANIŞI VE İDEALLERİ YOKETMEKTİR. BUNUN İÇİN DE, “KÖTÜ ÖRNEK” DEDİKLERİ O SEÇKİN İNSANLARIN MÂNÂSINI ÖLDÜRMEYE YÖNELİK MANİPÜLASYON, KARALAMA VE SABOTAJLAR GELİŞTİRİP TATBİK ETME GAYRETİNDEDİRLER. Kendi durumumla kıyaslamak istemem, çünkü ben bir eylem adamıyım, askerî bir kumandanım, fakat bir “fikir” adamı olarak Kumandan Mirzabeyoğlu’na yönelik tüm bu zulümlerin, tecridin, cezaların sebebi, işte O’nun bu “örneklik” vasfıdır. Yazan, fikirler üreten, ideal düşünceler kaleme alan bu mütefekkirin, işte bu yüzden toplumdan, işçilerden, öğrencilerden, köylülerden, Müslüman olan ve olmayan tüm ideal insanlarından, diğer ülkelerdeki insanlardan, daha iyi bir toplum rüyası görecek olanlardan tecrid edilmesi, uzak tutulması gerekmektedir. Uzak tutulmalıdır ki, bu ideallerini başka insanlara da “bulaştırmasın”!” [2]

MİRZABEYOĞLU SİNSİ TEZGÂHI İFŞÂ EDİYOR

Ehemmiyetine binâen tekrar edelim: Mirzabeyoğlu, İBDA fikriyatıyla kurucusunu “millî (!) güvenlik” için tehdit gören “RESMÎ HINC”ın Telegram metoduyla kendisini “psikiyatrik hasta” gösterme plânını, bu yolla tüm bir İBDA fikriyatını “bir psikiyatrik hastanın hezeyanları” olarak empoze edip kendince bu tehdidi bertaraf etme emelini “Ölüm Odası B-Yedi” adlı eserinin 6. bölümünde şöyle deşifre ediyor:

- “Zihin kontrolü, bir yönüyle yapanın amacına yönelik bir veri edinme yolu, diğer yönüyle o amaç doğrultusunda irâdeyi kontrol etme işidir; yönlendirme de, buna nisbetle gerçekleştirilen… Ben, hep kızdırıcı ve kızılan olarak, METRİS’ten sonra büsbütün kızılan, bir adamı öldürüp diriltmek ve yeniden öldürüp yeniden diriltmek gibi bir resmî hınca maruz olarak beterden betere bir işkenceye tâbi tutulur ve dış yüz tesbitiyle benim için binbir ölümden en kötüsü hâlinde, “yalnız bir yerde tecrid edildiği ve idamla yargılandığı için bunalımına düştü!” şeklinde küçük ve komik düşürme propagandasına mevzu edilmek istenirken, şu oldu, bu oldu, TELEGRAMCILAR’ın “Telegram sineği”, benim TELEGRAM sızıntısı dediğim tezahürlerin devamını yaşamak üzere BOLU F-TİPİ’ne geldim.” [3]

Mirzabeyoğlu’nu Telegram yoluyla “psikiyatrik hasta” gösterme şeklindeki “resmî karar” daha en baştan verilmiştir ve Telegram’ın başladığı Kartal Cezaevi’ne henüz yeni getirildiği demlerde bile bu kendisine karşı alenen ilân edilir. Eserin aynı bölümünden:

- “Kartal’da, benim kaldığım koğuş, B-7 idi: Daha teferruatına girmediğim koğuş için, ARAR, “orasının adı ne biliyor musun? Boku yedi koğuşu” diyordu. O koğuşun koridorlarında, “burası gerçek hapishâne! DELİ! Seni tımarhâneye yollayacağız!” diye çıplak sesle naralar atan görevliler, sözkonusu haberi nasıl değerlendirmek gerektiği hususunda da bir kanaat verebilir.” [4]

Bu vesileyle çok önemli bir hususun altını çizer Mirzabeyoğlu: Kendisini Telegram yoluyla delirtmek, olmazsa “deli” göstermek isteyenlerle, kendisinin “psikiyatrik hasta” olup olmadığını güya tesbit edecek mercî aynıdır; yâni DEVLET! Eserin 3. bölümünden takib ediyoruz:

- “TELEGRAM bahsinin bu türlü, TELEGRAMCILAR’a sağladığı bir örtülü ödenek - imtiyaz tarafı var. Sanki, seni hasta eden doktora hastalığını anlatırken o sırıtıyor ve yanındaki bilen ve bilmeyenler de, hatâ bir yana, gerçeklere de sırıtıyor. Resmiyet önünde bu işin durumu o. Öyleyse ve benim için aslolan olarak, bana biçilen ve içine girmemek için direndiğim deli gömleği ve bu soydan küçük düşürme amaçlı bu işi, ölsem de mühim değil, ama benim durumumun zannettirmek istedikleriyle alâkası yok niyetine, daha sağlama bağlamak üzere, akıllı-uslu başka eserlerin arkasına bıraktım.” [5]

Telegramın “DEVLET İŞİ” olmasından kaynaklanan ve işkenceciyi işkenceciye şikâyet etmek gibi absürd bir durumun sözkonusu olduğu bu durumda, kötü niyetliler bir yana, iyi niyetlilerin muhtemel işgüzarlıklarına da mâni olmaya matuf bir ihtarda bulunur Mirzabeyoğlu. “Ölüm Odası B-Yedi” adlı eserin BARAN dergisinde yayınlanan 108. bölümünden nakledelim:

- “Takdir edersiniz ki, bilgi almasından psikolojik savaşına, bir adamı itibarsızlaştırma gayesine kadar istihbarat bir devlet işi olduğuna göre, bir bakıma hâdiseyi yapanı hadiseyi yapana şikâyet gibi bir komiklik var TELEGRAM’da - kanunda yeri var mı yok mu onu söyle… Ben elektro-manyetik dalgayı elimle yakalayamayacağıma ve kimsenin de onu görmesi kabil olmadığına göre? Neticede, beden ve zihin tezahürlerinden, biri fiziki, diğeri anlatıcının anlattığının kıymeti, tesbit edilir mi edilemez mi? Bunun “evet”inin olmadığı yerde abuk subuk oyalayıcı ve TELEGRAM’a tâbi olanı aslında büsbütün zora atıcı göstermelik tıbbî ilgilere lüzûm yok. TELEGRAM altında bir fizikî rahatsızlığın bile, ondan mı yoksa tâbiî bir şekilde bünyeden mi olduğu, bizzat bunu yaşayan için bile birbirine karışan bir mevzu; sağlam insanın tıbbî tedaviye tâbi olması, hele “kafayı bozmuş” niyetine tedavi bir yana böyle zannettirilmesi? İster iyi, ister kötü niyetle olsun…”

HEP AYNI BAYAT TAKTİK

Kuşkusuz Telegramcıların mağdurlarını “psikiyatrik hasta” gösterme taktiği sadece Mirzabeyoğlu’na özel değil. Dünyadaki hemen tüm örnekler kadar, Türkiye’deki diğer vak’alarda da aynı sinsi kılıf ve güvencenin altına sığınıyorlar.

Bhutanlı eski devlet adamı ve Telegram mağduru Tek Nath Rizal, Tahkim Yayınları’ndan çıkan “Beni Yavaşça Öldüren İşkence” adlı eserinde, cezaevi günlerinde yaşadığı bu RESMÎ itibarsızlaştırma ve “psikiyatrik hasta” gösterme taktiğini şöyle hikâye ediyor:

- “Gelen her ziyaretçiye bu bitmek bilmez işkenceden yakınmaya öylesine devam ettim ki, rejim hapishâneye bir psikiyatrist göndermek zorunda kaldı. Bu doktor, gönüllü olarak Birleşmiş Milletler için çalışan bir Burmalıydı. Üstelik sadece benim için değil, benzer işkence şikâyetlerinde bulunan Indra Bahadur Chhetri, Dambar Rai, Parashuram Sharma ve Barmalal Adhikari gibi mahpusların durumlarını da kontrole gelmişti. Hapishâne yönetimi, daha doktor beni muayene bile etmemiş olmasına rağmen, kendisini benim zihin sağlığımı yitirdiğimi söyleyerek önceden yanlış bilgilendirmişti. ASLINDA REJİM, BİR BİRLEŞMİŞ MİLLETLER DOKTORU TARAFINDAN DA DOĞRULANMIŞ OLARAK, BENİM ZİHNEN HASTALIKLI BİR KİŞİ OLDUĞUMU GÖSTERMEYİ PLÂNLIYORDU.

Doktoru görme sıram geldiğinde, ailemi ve destekçilerimi hatırlatarak beni avutmaya çalıştı, olan bitenlere sabretmemi söyledi. Bu tavrına sinirlenerek, şöyle çıkıştım ona: “İlaçlarınız hiçbir işe yaramayacak, çünkü zihnimdeki sesler yoluyla emirler alıyorum. Şayet bu seslerin zihnime girmesini engelleyebilecekseniz, buyurun söyleyin. Yoksa bana bu tabletleri ve bu tarz tavsiyeleri vermenizin hiçbir anlamı yok.” Ben böyle konuşunca, yaşadığım tecrübeleri anlatmamı rica etti benden. Hikâyemi dinledikten sonra ise, Bhutan’ın bu derece insanlık dışı metodlarla işkence yaptığını öğrenmekten dolayı çok üzüldüğünü belirtti. Burma askerî rejimiyle Bhutan’ın uyguladığı işkencelerin, metod ve şiddet olarak birbirine çok benzediğini ilâve etti. Konuşmasının sonunda, şahsıma duyduğu sempatiyi ifade ederek, bana bazı haplar verdi ve uyuyamadığımda bu hapları kullanmamı söyledi. Ondan sonra da bu Burmalı doktor, hapishâneye bir daha hiç gelmedi.” [6]

Mütefekkir Mirzabeyoğlu dışında, Telegramcıların bu sinsi ve alçakça “psikiyatrik hasta” gösterme taktiğine Türkiye’den çok çarpıcı bir diğer örnek de, kendisinden daha önceki bir yazımızda da bahsettiğimiz emekli askerî hâkim Fehmi Gülseren’in yaşadıkları. Şöyle diyor:

- “Ben de bir zihin kontrol mağduruyum. 15 yıldan beri saldırılara hedef oluyorum. Bana yaptıkları en büyük işkence, uyku bozukluğu yaratmalarıdır. Gece uyumamı engelliyorlar. Bazen bu durum günlerce sürüyor. Ayrıca vucudumda ağrı, sızı, iğne batması gibi acı ve yanmalar ve sayabileceğim yüzlerce taciz şekli mevcut. Bu konuda yapacağınız her türlü yasal girişimi destekliyorum ve tanıklık yapmaya da hazırım. (...)

Emekli askeri hakimim. 58 yaşındayım. Evliyim. İzmir`de oturuyorum. 15 yıldan beri, belki de daha uzun süredir zihin kontrol saldırılarına hedef oluyorum. Bu saldırıların ilk kez farkına 1996 yıllarında vardım. Tabii o zamanlar zihin kontrolü diye bir teknoloji olduğunu bilmiyordum. Klasik yöntemlerle izlendiğimi ve taciz edildiğimi düşünüyordum. Bir çok kez muhtelif makamlara şikayetlerde bulundum. PARANOİD BOZUKLUK TEŞHİSİYLE EMEKLİYE SEVK EDİLDİM. Emekli olduktan sonra da saldırılar devam etti. Ancak o zaman, bunun zihin kontrol denen bir teknolojinin ürünü olduğunu anladım.

ŞU ANDA DA, EN AZ YILDA BİR KEZ, BİR HASTANENİN PSİKİYATRİ BÖLÜMÜNE GİDEREK MUAYENE OLUYOR VE İLAÇ ALIYORUM. BUNU YAPMADIĞIM ZAMAN ŞİDDETLİ SALDIRILARA MARUZ KALIYORUM. Bu konu başka bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, tedavimi aksatınca hastalığım nüksediyor şeklinde görülebilir. Ancak asıl gerçek, beni susturmak istemeleridir.

Emekli olduktan sonra, avukatlık yapmak için başvuruda bulundum. Ancak ruhsal rahatsızlığım bulunduğu bahanesiyle engellendi. Bu nedenle, 2004 yılında İzmir Tabibler Odasına şikayette bulundum. EGE ÜNİVERSİTESİ PSİKİYATRİ BÖLÜMÜNE SEVK EDİLDİM. BURADA 20 GÜN YATARAK MÜŞAHADE ALTINDA TUTULDUKTAN SONRA, PROFESÖRLER KURULUNDAN, HİÇ BİR PSİKİYATRİK RAHATSIZLIĞIMIN BULUNMADIĞINA DAİR RAPOR ALDIM. Bu rapor halen mevcutdur. Ancak bu mücadele beni yıprattığından işin peşini bıraktım. Şu anda da, bu saldırıların bende yarattığı kişilik sorunları dışında, paranoid veya şizofrenik hiçbir rahatsızlığım yoktur. Bu konuda, her türlü tıbbi kurumda muayeneye hazırım.” [7]

RAPOR AL, İŞKENCEDEN KURTUL

Emekli askerî hâkim Fehmi Gülseren’in anlattıkları şu bakımdan da çok dikkat çekici: Kendisine zorla “psikiyatrik hasta raporu” aldırıldıktan sonra, yapılan Telegram işkenceleri yok denecek kadar hafifletiliyor. Kendisiyle görüşen gönüldaşlarımıza en son söylediği, Telegramcıların artık sadece “senede bir veya iki kez” kendisini taciz ettikleri ve “biz buradayız!” mesajı vermekle iktifâ ettikleridir. Çünkü kendileri açısından maksad hâsıl olmuş, “bana Telegram yapılıyor” dediğinde yahud resmî mercîlere şikâyette bulunduğunda, Telegramcılar en büyük “korunma ve saklanma kalkanı”na kavuşmuşlardır. Öyle ya, bir “deli”nin (!) iddialarını kim ciddiye alır!?

Ömer Emre Akcebe’nin Telegram mağduru Erkut Ersoy’la BARAN dergisi için yaptığı röportajda da benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Ersoy da “psikiyatrik” mercîlere başvuruyor, kendisine birtakım ilaçlar veriliyor ve hemen anlaşılacağı üzere bu “ilaçlar” ona yardımcı oluyor(!). Sonuçta Telegram’ın tesiri çok hafifliyor. Oysa olan biten gerçekte şudur: Kurban “rapor” almış ve Telegramcılar için maksad yine hâsıl olmuştur. O hâlde Telegram operasyonu hafifletilebilir! Çünkü “psikiyatrik tedavi” sonucunda güya iyileşme görülmüş, Telegram iddialarının da aslında “psikiyatrik” bir rahatsızlıktan kaynaklandığı böylece isbatlanmıştır.(!) “Hasta tedaviye cevab verdi ve şikâyetler de bu yüzden azaldı, Telegram da zaten psikiyatrik bir hezeyandır” (!) denilebilecektir artık. Erkut Ersoy’dan dinleyelim gerisini:

- “Öncelikle, dayanılmaz hâle gelmiş zihin kontrolünden korunmanın yollarını aradım. Çaresizlik insanı her yola sevk ediyor. Konuyla alâkalı psikiyatrik tedavi aldım. Kullandığım ilaçlar zihin kontrolünün tesirini azaltıyordu fakat, insanın içinde kendisini de kaybetmesine sebeb olacak cinsten ilaçlardı bunlar.

Hemen ilaçların akabinde, zihin kontrolü tesirinin şiddetini bir nebze de olsa azaltır azaltmaz, araştırmalara başladım. Bu konuyla alâkalı olarak bir çok kimseyi de organize ettim. Onlarla beraber bir araştırmaya başladık. Bu çalışmalarımızda hem yabancı kaynaklarda konuyla alâkalı olabilecek materyalleri topladık hem de yurt içinde zihin kontrolü yöntemiyle mağdur edilmiş kimselere ulaştık. Bunlardan müsaade edenlerin ses kayıtlarını DVD ile beraber size de vereceğim.

13. Ağır Ceza Mahkemesinde zihin kontrolüyle alâkalı olarak hâlen incelenme safhasında olan bir de dosyam var. Bu konuyla alâkalı yaptığım araştırmada edindiğim bütün bilgileri mahkemeyle paylaştım.” [8]

Ne oldu peki o “dosya”nın akıbeti? Tam da tahmin ettiğiniz gibi, “raporlu bir deli”nin (!) iddialarını “resmen” ciddiye almak gerekmedi!

MİRZABEYOĞLU’NU NASIL KURTARACAKLAR (!)

Hepimizin çokça örneğine şâhid olduğumuz üzere, hapse atılan birçok kişi, aslında “sağlam” olduğu hâlde “deli” taklidi yapıp kurtulmaya çalışır. Malûm olduğu üzere, “rapor” almış psikiyatrik bir hastanın cezaî ehliyeti yoktur ve derhâl serbest bırakılmalıdır. İşte Mütefekkir Mirzabeyoğlu üzerinde oynanan sinsi oyunun “gözlerden kaçan” bir yönü de budur.

Milat gazetesi köşe yazarı Yakup Köse’nin 17 Eylül 2012 tarihinde İBDA Mimarı’yla yaptığı görüşme bu bakımdan çok önemli. Şöyle diyor Mirzabeyoğlu:

- “Bu yapılanlarla beni itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Ama şu unutulmasın ki, insanlar mahkemelerde deli olduklarını isbat etmek için uğraşırlarken ben akıllı olduğumu isbat etmeye çalışıyorum” [9]

Telegramcıların İBDA fikriyatının kurucusundan YILLARDIR bekledikleri de bizce zaten bu: Barbarca işkencelere artık dayanamayıp soluğu hastahânede alsın, sorulunca "bana Telegram yapılıyor" desin, onlar da –emekli askerî hâkim Fehmi Gülseren’e yaptıkları gibi- “paranoyak” veya "şizofren" raporu versinler, işte hepsi bu kadar. İnanın, Telegram bile hemen o ân bitirilebilecektir. Sebeb? "Psikiyatrik tedaviye cevab verdi"(!).

Hasan Mezarcı misâli, kamuoyu nezdinde “işi bitirilmiş” ve artık “tehlike arzetmez” bir insan olarak hemen peşinden serbest bırakılacaktır Mirzabeyoğlu; ne de olsa bundan böyle "raporlu bir psikiyatrik hasta" olacaktır; yâni "cezaî ehliyeti" olmayacaktır. Böylece, tüm bir İBDA fikriyat ve aksiyonunu boşa düşürüp "bir psikiyatrik hastanın hezeyanları" olarak empoze edebilecek ve Batılı-Batıcı devlet ve dünya düzenini Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyonunun “tehdid”inden ilelebed kurtarabileceklerdir. O`nun insanüstü direnişinden dolayı bir türlü başaramadıkları vahşi, sinsi ve aşağılık hesab işte budur.

Mirzabeyoğlu da elbette bunu bilmekte ve üstelik başka hiç kimsenin dahli yahud yardımı olmaksızın hapisten ve işkenceden "bedenen" bir günde kurtulabilecekken, "devlet"in yaptığı işkenceden ve attığı hücreden aynı "devlet" tarafından "psikiyatrik hasta raporu" verilerek bu yolla kurtarılmaktansa(!), sırf dava ve mânâsının haysiyeti adına tüm o barbarlıklara yıllarca katlanmakta ve direnmektedir.

Mevcud hükümet ise, “ittifak” hâlinde olduğu iç ve dış mihrakların gözünde –haydi hüsnüzan gösterelim!- “kötü puan” almamak için, Allahsız devlet ve dünya düzenini “fikirleriyle tehdid eden” bir mütefekkiri işkenceden kurtarma riskine hiçbir şekilde yanaşmamakta, “millî (!) güvenlik” maskesi ardında Telegram işkencesine rıza göstermekte, üstelik 13 yıllık bu işkencenin 10 yıldır da patronluğunu yapmaktadır. Zaten hükümetin gerçekleştirdiği o Ergenekon türü operasyonlar da, aynı “müttefik” iç ve dış mihrakların izniyle, teşvikiyle ve onların çizdiği sınırlar dahilinde yürütülmekte, bunda da temel faktör tüm bu “müttefik” unsurların Ergenekon unsurlarıyla zıdlaşması olmaktadır.

Sözün özü, Mirzabeyoğlu’nun gördüğü işkence ve çektiği ıztırab, Batılı-Batıcı iç ve dış “müttefik” mihrakların hiçbirisinin zerrece umurunda değildir. Görüntüde birtakım “olumlu” sözler ve gelişmeler varmış gibi de gözükse, Telegram işkencesinin bitirilmesine yönelik en ufak bir irade bu yüzden yoktur. İşkence hiç kesintisiz sürmektedir. Birtakım zâhiren “olumlu” gelişmeler ise, –bizce- tamamen, Mirzabeyoğlu’nun gördüğü işkenceden ve maruz kaldığı hukuk vahşetinden dolayı rahatsızlığını yüksek sesle dillendirmeye başlayan kamuoyunu avutmaya yöneliktir. İBDA bağlılarının son dönemdeki başarılı kampanyası karşısındaki çaresizliktendir. Bu bakımdan, sinsi devlet politikasının yeni dönemdeki temel çizgisi şudur:

- “Mirzabeyoğlu’na selâm, işkenceye devam!”...



DİPNOTLAR

1. Salim Muhammed (Ilich Ramirez Sanchez), Söz Çakal Carlos’ta –İfşâlar, Konuşmalar-, Yazılar- Trc: Hayreddin Soykan, Tahkim Yayınevi, İstanbul 2010, s. 151-152. Büyük harfle vurgular bize âit.

2. A.g.e. s. 282. Büyük harfle vurgular bize âit.

3. Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi –Giriş-, İBDA Yayınları, İstanbul 2012, s. 84-85.

4. A.g.e. s. 85.

5. A.g.e. s. 45.

6. Tek Nath Rizal, Beni Yavaşça Öldüren İşkence –Telegram-, Trc: Yusuf Pazar - Hayreddin Soykan, Tahkim Yayınevi, İstanbul 2011, s. 189. Büyük harfle vurgular bize âit.

7. Gülçin Şenel, “Telegramcıların Bayat Taktiği: Bu Adam Deli”, Sayı 286, 5 Temmuz 2012. Büyük harfle vurgular bize âit.

8. “Erkut Ersoy ile Zihin Kontrolü Üzerine”, Söyleşi: Ömer Emre Akcebe, Baran Dergisi, Sayı 288, 19 Temmuz 2012, s. 20-21.

9. Yakup Köse, “Telegramın Canlı Şahidi Oldum”, Milat Gazetesi, 20 Eylül 2011.

Kaynak: http://yeniakademya.org/yazarkonu-40-gulcin_senel-568-devletin_mirzabeyoglu%E2%80%99nu_telegram%E2%80%99dan_kurtarma__!__pl%C3%A2ni.html

Düşünce ile Hareket Edebilen Yapay El
16 Aralık 2012



Düşünce ile ''kumanda edilebilen yapay el'' felçli bir kadının umudu oldu.

ABD'nin Pittsburgh Üniversitesi'nden Andrew Schwartz ve ekibi, diğer sistemlerden farklı olarak, bilgisayarda beynin uzuvların kontrolünü sağlama şeklini taklit eden bir algoritma programı kullandı.
İnce elektrotlar aracılığıyla beynin hareketlerden sorumlu bölgesi tarafından gönderilen sinyallerin ''robot el'' tarafından tespit edilmesi sağlandı.
Şubatta, 13 yıl önce bir hastalık nedeniyle 4 uzvunu kullanamayan 52 yaşındaki bir kadının beyninin sol motor korteks bölümüne iki mikroelektrot ağı yerleştiren ekip, ameliyattan iki hafta sonra el protezi ile bağlantıyı sağladı.
Nesneleri tutmak, üst üste dizmek gibi 14 haftalık alıştırmalara başlatılan hastanın ikinci günden itibaren düşünce gücü ile yapay elini oynatmayı başardığı görüldü.
Hastanın alıştırmaları tamamlama başarısının yüzde 91,6 olduğu ve giderek hızlandığı belirlendi.
Bilimadamları, sonraki aşamalarda soğuk ve sıcağı saptayan alıcılar geliştirmeyi ve beyin ile protez arasındaki bağlantıyı kablosuz olarak kurmayı hedefliyor.
İngiliz ''The Lancet'' dergisinde yayımlanan araştırma, düşünce ile denetlenen protezlerin geliştirilmesi için önemli bir adım teşkil ediyor.
Bu şekilde bir gün, felçlilerin ya da bir uzvu kesilenlerin hayatının kolaylaştırılabileceği belirtiliyor.
Araştırmacılar daha önce iki maymunun düşünceleriyle hareket ettirdikleri robot protez kollarla yemek yemesini sağlamıştı.
TRT

CHP Milletvekili Veli Ağbaba'nın Başbakan'a Telegramı Sordu: Başbakan'dan tık yok

İşte o sorular:

1) Bolu F Tipi Cezaevinde kalan Salih İzzet Erdiş’in sağlık hizmetlerinden yeteri kadar yararlanamamasının nedeni nedir?

2) Çeşitli sağlık sorunları bulunan Salih İzzet Erdiş’in hâlen 8 metrekare bir hücrede tek başına tutulması sağlık durumunu nasıl etkilemektedir?

3) Salih İzzet Erdiş’in kendisine sürekli olarak işkence yapıldığı iddiasıyla ilgili olarak şimdiye kadar idarî veya adlî bir inceleme başlatılmış mıdır? Başlatılmışsa nasıl sonuçlanmıştır?

4) Salih İzzet Erdiş tarafından kendisine radyo manyetik dalgalar kullanılarak işkence yapıldığı ve TELEGRAM adlı bu yöntemin hapishanelerde kullanıldığı iddia edilmektedir. Erdiş’in bu iddiası şimdiye kadar araştırılmış mıdır? TELEGRAM yöntemi deney veya işkence amacıyla kullanılmakta mıdır? Konuyla ilgili şimdiye kadar yapılan şikayet sayısı kaçtır ve bu şikayet başvuruları nasıl sonuçlanmıştır?

5) F Tipi hapishanelerde tecrit uygulamasının veya bu tür hapishanelerin kaldırılması düşünülmekte midir?
Sıradışı

Doğu Batı Medeniyet Savaşı Arasında Telegramik Devlet Fonksiyonu
Müjde Bayram
Mart 04. 2013



Din mi Bilim mi çatışması, Batı’nın Doğu’dan devşirdiği bilgilerin seküler anlayışla sentezlenerek Doğu’ya pazarlanması anlayışıdır. Doğu’dan devşirdiklerini, Doğu’ya pazarlayan bu anlayış, bilgiyi teknoloji ile kamufule ederek Batı Doğudan üstündür algısını yaymaya çalışır. Bu gerçekte Doğu Medeniyeti karşısında yok olmayla karşı karşıya kalan Batı Medeniyetinin bir var olma savaşıdır.

Tarihsel süreç içinde özellikle 1.Dünya Savaşından sonra keskinlik ve netlik kazanmış bu savaşı Batı, Doğuyu keşfettiği andan itibaren vermektedir.1. Dünya Savaşının tek nedeni İngiltere’nin Uzak doğu ülkelerini sömürme yollarını ele geçirme arzusuydu. Bu arzu tıpkı Haçlı Seferleri gibi Kutsallık etrafında geliştirilerek bir var olma ve üstünlük savaşına dönüştürüldü.

Bugün Devlet, Ulus, Siyaset, Ekonomi, İktidar, Politika, Ordu kanalları ile tüm dünya üzerinde yaşatılmaya çalışılan sosyolojik, psikolojik olaylar ve etrafında şekillenen savaş mevzuları sadece o ülkelerin sahip olduğu zenginliklerle ve jeopolitik konumlarıyla ilişkili değildir. Tıpkı 1.dünya Savaşında olduğu gibi Batının Var Olmak için Doğudan neleri götürebileceği ve neleri götürürken Doğuyu kendisine karşı nasıl ve ne şekilde uyandırtmadan kontrol altında tutacağıyla ilgilidir.

Ünlü Tarihçi Arnold Joseph Toynbee, ‘’Batı medeniyetinin yaşayabilmesi, kendini canlandırabilmesi için bir ihtimal var. Hristiyanlığın, İslam ve uzak doğu dinlerinin en iyi taraflarını alıp aşılanarak, yeni bir sentez meydana getirebilmesi, Batı ve Dünya için umut kaynağıdır. Yoksa batı da tıpkı diğer dünya sahnesinde yok olmuş medeniyetler gibi olacaktır.’’ derken bu tehlikenin boyutlarına dikkat çekmiştir. Bu gün Batı ve Dünya için var olma anlamıyla eş olan Doğu’nun Gerçekliği, Türkiye sahası üzerinden AB çalışmalarında da bariz bir şekilde kendini hissettirmektedir. Avrupa bugün kendi varlığının Türkiye’nin ekonomik gücüne bağlı olduğunu itiraf etmiştir.

12.yy da Doğu’nun ilmini keşfeden Avrupa, ancak 400 yıl sonra bu ilmi akıl düzeyinde sorgulayabilecek bir yapıya kavuşabilmişti. Böyle bir medeniyeti algılamak için bile bir 400 yıla ihtiyaç duyan Ortaçağ Avrupası’nın, bugün Doğu’dan devşirdikleri karşısında bir varlık savaşı vermesine şaşırmamak gerekir. 12 yy. İslam bilgileri ışığında Sanayi devrimini gerçekleştiren batı, bu bilginin siyasetine tesiri ile hümanizm akımı etrafında ekonomisine kadar kendini şekillendirdi. Ve hatta bu bilgilerden kendisine Protestanlık gibi bir mezhepte oluşturdu. İslamın bu derece nufus ve sirayet ettiği Batı Medeniyeti, kendini korumak adına Uluslararası Sistemler etrafında şekillendirdiği koca bir Siyasi Yönetim ağıyla Doğuya tahakkümünü sürdürdü. Bu tahakküm için İslamın hamisi olan Osmanlı Devletine musallat olup onu yıkmakla varlığına ve bahsettiği üstünlüğüne de devam etti.

Bilgiyi keşfettiğinden beri Doğuyla savaşan Batı, ‘’Çağdaşlaşma – Batılaşma ‘’ adı altında kendine bağımlı kurduğu devletçiklerle bütün algılara ‘’Uygarlaşmanın’’ ‘’Medeniyet’’ olabilmenin ‘’Batıya Benzemekten’’ geçtiği düşüncesini yerleştirdi. ‘’Batının Medeni Bir Uygarlık’’ olduğu ve bu ‘’Uygarlığın’’ geçer akçe olarak kabul görülmesi gerektiğini, devletçiklerin varlık iddiasının bununla mümkün olabileceği propagandasını yaptı. Bu propaganda bir zamandan sonra o devletçiklerin dışarıdan yönetileceği ideolojiler haline getirildi. Batı, bu oluşumu ‘’Batıya Benzemek’’ şartı halinde ideoloji haline getirenleri siyasi anlamda desteklerken aynı zamanda model ülke olarak, üzerinden varlık savaşı verdiği Doğu’ya da ‘’Batı Uygarlığını’’ pazarlamaya başladı. Böylelikle 400 yılda anca algılayabildiği 1600 yıllık ‘’Medeniyeti’’ kendince ortadan kaldırarak kendi ‘’Sentez’’ medeniyetinin varlık sürebileceği tezini ileri sürdü.

‘Eksik bir Medeniyet’’ oluşturan batı ‘’İslam’’ üzerine kurguladığı tüm buluşlarını bir yaratıcıdan soyutlayarak, siyasi, askeri, politik ve hukuk yönünden aksaklıklarla dolu bir yapıya dönüştürdü. Bu yapı batıyı ’İdeal Medeniyet’’ noktasına ulaştıramadı.

Medeniyet ve Medeniyet üstünlüğünü bilgi savaşı etrafında şekillendiren batı bu gerçekliği yine var olmak adına bir tezmiş gibi sunar. Huntintong’a göre bu tez ‘’Medeniyetler Savaşı’’ adı altında gelişir. O’na göre bu savaş ‘’ (Batı’nın) Yahudi-Hıristiyan mirasımıza, bugün ulaştığımız seküler noktaya ve bunların tüm dünya ölçeğinde yaygınlaşmasına karşı gösterilen akıldışı, ama hiç kuşkusuz yüzyıllardan bu yana süren eski bir rekabetin tarihi tepkisidir”. Bu tezi ortaya atan Huntintong ‘’Uygarlıklar Çatışması Mı?’’ makalesinden “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması (The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order)” kitabına dönüştürdüğünde AB-D Neo-Con’larının ve A.B.D. başkanı George W. Bush’un politikalarını dolayısı ile dünya politikasını da belirlemiş oluyordu.

Bu politikanın pilot bölgesi Türkiye’de uygulayıcısı olan Özel Harp dairesinde 40 yıl boyunca çalışan Mustafa Aydın, 1949 yılında Mao’nun Çin’de gerçekleştirdiği devrimle aynı yıla denk NATO’nun kuruluş maksadını ‘’Medeniyetler savaşı çerçevesinde, farklı grupları teknolojik askeri yapılanmalarla gayri nizami harp usullerini kullanarak şekillendiren ve çatışmaya sürükleyerek yön veren, böylelikle içinde yer aldığı devletleri istediği iktidarlarla tahakkümü altına alarak kendi medeniyetini empoze etmek’’ olarak tanımlar. NATO üyeliği, İngiltere’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak şartıyla 1952 yılında kabul edilen Türkiye’nin darbeler tarihi, Emekli Yarbay Turhan ifadesiyle Türkiye’nin AB-D yakınlaşması akabinde NATO’ya üyeliği ile başlar. Özel Harp Dairesinin NATO’ya bağlı bir daire olduğunu ve ordu talimnamelerimizin AB-D talimnamelerinin tercümesi olduğunu, AB-D kontrgerilla örgüt talimnamesi FM-31’in, bize ST-31 olarak tercüme edildiğini söyler. (*) Bu ifadeleri Özel Harp Dairesi Eski Başkanı Orgeneral E.Kemal Yamak “Gölgede Kalan İzler Gölgeleşen Bizler” kitabındaki anlatımıyla da doğrular.

Özel Harp Dairesi Eski başkanı Kemal Yamak, Fransa’nın ve İngiltere’nin bizzat kendisinden özel bir yapılanma istediğini ve AB-D’nin her yıl Özel Harp Dairesi için verdiği parada anlaşmazlık çıktığını anlatır kitabında. Bu daire ile ilgili Genelkurmay başkanı ve ikinci başkanların dışında, Başbakana ve C.Başkanına bilgi verilmediği bünyesinde birçok partiden milletvekili barındırdıklarına ifade eder. (**)

Türkiye ve NATO arasında AB-D ile yapılan gizli askeri anlaşmaya göre bu dairenin mensupları özel hukuki anlaşmalara tabidirler. Talat Turhan, bu daireni mensupları resmi talimnameye göre ‘’ “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm haline getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj.” Gibi olaylarda bulunur ve sorumlu tutulmazlar der.

Doç. Dr. Ömer İlhan Akipek NATO KUVVETLERİ SÖZLEŞMESİNE GÖRE
VAZİFE KAVRAMI VE TÜRKİYE’DEKİ TATBİKATI makalesinde NATO’yu «milletlerinin demokrasi prensipleriyle fert hürriyetleri ve hukukun hükümranlığı üzerine müesses bulunan hürriyetlerini, müşterek miraslarını ve medeniyetlerini» korumak ve «müşterek müdafaaları ve barış ve güvenliğin korunması için gayretlerini» birleştirmek olarak niteler. Ve bunun için gerekli olan kanuni anlaşmanın «KUZEY ATLANTİK ANTLAŞMASINA TARAF DEVLETLER ARASINDA KUVVETLERİNİN STATÜSÜNE DAİR SÖZLEŞME» adı altında tanzim edildiğini. Tanzim edilen ‘’Milletlerarası Anlaşma’’nın, Türkiye tarafından 10 Mart 1954 tarihli ve 6375 sayılı kanunla onaylandığını ve 6816 sayılı kanuna dayanarak Türk-AB-D ilişkilerinin özel bir duruma çıkarıldığını yapılan ikili anlaşma ile AB-D askerlerinin tümünün NATO askeriymiş gibi muamele görülmesine karar verildiğini belirtir. Buna göre NATO’ya bağlı devletlerde bu hukuk ve anlaşma çerçevesin de dış tehdit veya iç tehdit unsurlarının neye göre şekillendiği de görülmektedir.

Özel Harp dairesi mensubu Mustafa Aydın, ‘’28 Şubat Darbesi öncesi ve sonrasında ola gelen tüm itiş ve kakışların iç tehdit unsuruna göre dizayn edildiğini, bu işlem için sağ, sol adı altındaki tüm grupların planlı ve programlı bir şekilde kullanıldığını birçok grup içinde yer aldıklarını ve bu grupları yönlendirecek konumlara gelebildiklerini, herhangi bir deşifre tehlikesine karşı ise kendi kendilerini imha planlarını devreye soktuklarını, özel durumlarından ötürü tutuklanmaları halinde 3 günden fazla tutukluluk halini yaşamadıklarını, korunacaklar arasında yer aldıklarını’’ belirtiyor. Kendi yöntemlerini ‘’iki farklı görüşün çatıştırılması ve bu çatışma için uygun ortam ve koşulların hazırlanarak tatbiki’’ şeklinde ifade ediyor. Bu çatışmalar için gerekli psikolojik ve askeri tekniklerin tümünü kullandıklarını da. Örneğin 28 Şubat sürecinin bifiil Özel Harp Dairesi Mensuplarının İşi olduğunu ve öncesinde gazi olaylarının da bi fiil örgüt içinden Özel Harp Dairesi Mensuplarınca yönlendirildiğini.

Medeniyet koruyucusu Nato’ya bağlı ve AB-D finans kaynaklı bir nevi AB-D’nin paralı ordusu gibi çalıştırılan ve mensup ülkenin Genelkurmayına bağlı olarak Ordu içinde faaliyet gösteren bu yapılanma hakkında Mustafa Aydın, bu medeniyetin kendini korumak için, tehlike gördüğü grupları manipülasyonlar yoluyla yıprattığını bu işlemler içinde karşıt grup yarattıklarını veya bu gruba karşı ters konumdaki fikir sahiplerini veya aynı grup içinde var olarak tehlikeli grubu manipüle ettiklerini ifade etmekten de çekinmiyor.

Bütün bu işler de Fikir ve aksiyon adamı Salih Mirzabeyoğlu’nun tanımlaması ve ifadesi ile ‘’Telegram’’ cihazını kullandıklarını, cihazın 1975 yılında İsrail’den temin edildiğini ve Türkiye’ye getirildiğini, cihazın ‘’Beyin Zihin Kontrol’’le alakası olmadığını, bu cihazın sadece çok tehlikeli görülen kişilerin toplum üzerindeki etkilerini kırmak ve zayıf bireyler haline getirerek toplulukları mevcut rejim normlarına göre şekillendirmek için kullanıldığını belirtiyor.

Cihazın herkesin bilgisi dahilin de olmadığını gizli birimlere mahsus havzalarda bulunduğunu aynı zamanda kendi gibiler tarafınca da kendi aralarında da haberleşmede kullanıldığını ifade ediyor. Türkiye’de 3 ana havzadan her birinde mevcut olduğunu, bu cihazların birer ‘’Genetik biyomedikal cihazlar’’ olduğunu belirtiyor.

Cihazın bir nevi İMRG fonksiyonunda olduğunu kan oksijenasyonuna bağlı çalıştığını elektrik ve manyetik aktivitenin telemetrik benzeri radyo (AM) dalgaları şeklinde kayda aldığını genetik yapının çözümlenmesi ile de kan oksijenasyonuna yapılan müdahelelerle nöronlardaki aktivitenin kan akışnı etkilediğini beynin elektrik ve manyetik hareketlerine yön vererek organlarda hareketlilik oluşturabildiğini, kan oksijenasyonuna lazer gibi görünmez ışınlarla verilen sinyaller ve oluşturulan manyetik alanda beynin uzay görüntüsünün alındığını beyin enerjisine müdahale edebildiğini, kişiye ait genetik harita üzerindeki elektriksel enerji kodlarının tespiti ile kişinin beyin aktivitelerinin saniye saniye kayda geçildiğini anlatıyor. Bu işlev için manyetik alan içindeki beyne gönderilecek sinyalin yönünün çok önemli olduğunu belirtiyor.

‘’Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni’’ adlı eserinde Salih Mirzabeyoğlu dünyaya sunduğu teklifle, işte yukarda söz ettiğimiz Batı’nın bir türlü tutturamadığı ideal medeniyeti oluşturacak devlet ve onun yapısından söz etmektedir. Ve bu teklif Batı ‘’Medeniyetler Çatışması ve Yeni Dünya Düzeni’ni’’ konuşmaya başlamadan önce sunulmuştur. Bugün ‘’Medeniyetler Çatışmasının’’ denek alanı olan Türkiye’de sadece Batı Medeniyeti koruyuculuğu mantığında ‘’Üstün Medeniyet’’ ve bu ‘’Medeniyetin Üstün Sınıfı’’ ve ‘’Bu üstün sınıftan oluşan Devlet’’ anlayışının NATO eliyle hangi kanallar aracılığıyla Başyücelik Devlet Anlayışıyla savaştığı herkesin malumu. Batı kendisini özellikle Türkiye’de ortadan kaldıracak ve medeniyetindeki eksiklikleri kendisine haykıracak bir Fikre ve bu Fikrin karşısındaki çöküşüne izin vermemek için Salih Mirzabeyoğlu’nu Doğu-Batı Medeniyetler savaşının Din mi – Bilim mi parçasına dahil ederek Üstün Medeniyet Tezinin yıkılmaması için uğraş vermektedir. Batı Medeniyetinin Paralı Ordusu Özel Harp Dairesi Mensubu Mustafa Aydın’ın deyimi ile ‘’Salih Mirzabeyoğlu bir Deha’dır !’’ Bugün bu Deha iktidarın bilgisi ve keyfiyeti dahilinde böylesi büyük bir Savaşı Fikrinden ve Teklifinden Taviz Vermeden sürdürüyor.

Batı Medeniyetinin İslam’dan çaldıklarını İslam’a iade gayesi ile yola çıkan Salih Mirzabeyoğlu, eserleri boyunca bunu okuyucularına cımbızla çıkarıp gösterme ve ruhunu verebilme yetisine sahiptir. Bu aynı zamanda Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu adıyla taktim edilen Fikrin teoriden pratiğe aktarılmış halidir. Büyük Doğu – İBDA, Salih Mirzabeyoğlu eliyle batıyı doğu tasavvufu anlayışı ile ele alırken, bütün hakikatleri ait olduğu ruh köküne iade eder. Bu iadeden çıkan SENTEZ ‘’Doğu Medeniyeti’’nin kendisidir. Bunu ‘’Başyücelik Devleti –Yeni dünya Düzeni’’ adı altında teklif olarak sunar. Dünya üzerindeki güçler savaşında ‘’Bir Güç Olarak İslam’’ nedir ne değildir ve nerde durmaktadırın bir nevi kendisini dillendirdiği eserleri, batının Osmanlının yıkılışından itibaren uyanmasına izin vermediği ve hegemonyasına karşın ‘’Tek Tehlike’’ olarak gördüğü ‘’İslam’’ın, yeniden uyandığının habercisidir.

1970 yılında ‘’Akıncı’’ ismi altında çalışmalarına başlayan Mirzabeyoğlu 1975 yılında ‘’Gölge’’ dergisi ile ‘’Sisteme Muhalif Anlayışın’’ BD-İBDA adı altında markalaşmasını sağlamıştır. 1919 yılında Abdülhakim Arvsi Hz. Tarafından ‘’Kurtuluş Savaşı’’ yıllarında doğan ve 1943 yılında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ‘’Türk Siyasi Tarihini’’ her yönüyle şekillendirdiği Büyük Doğu Fikriyatı Türkiye’nin NATO üyeliği ile birlikte 1952’li yıllardan itibaren AB-D diplomatlarının İstihbarat bilgilerinde yer almıştır. 1979 yılında BD-İBDA fikriyatının ‘’Fikir İçin Eylem’’ anlayışı ile patlaması ve 1919 yılından 2013 yılına kadar nufüz ettiği ‘’Türk Toplumu ve Siyasi Hayatı Üzerindeki İslami Anlayışı ve Etkisi ’’ başlı başına bir sosyoloji ve siyasi inceleme konusudur. BD-İBDA Fikrinin Türk Siyasi Hayatına Yön Verirken kullanmış olduğu dilin ve tespit yönteminin İslami olmasına karşın, etrafında kendisine zıt ‘’Sol’’ görüşleri ve eylemliklerini etkiliye bilme kabiliyeti ‘’Medeniyetlerin İdeolojiler Üzerinden Savaştırıldığı’’ Türkiye’de ayakta tutulan, tutulmaya çalışılan ‘’Batı Modeli Devlet’’ varlığına ve anlayışına 1952’li yıllardan itibaren en büyük tehlike olarak görülmüştür. İslam’a Muhalefet etmek üzere varlık idame eden Türkiyede’ki Devlet Sistemini, Batı Medeniyeti Üstünlüğü üzerinden koruyup kollayan sınıf ve elit tabakanın Batı İşbirliği ile çarpıştırarak ayakta tutmaya çalıştığı devletin bütün zıt argümanlarını yerle bir eden İBDA, ‘’Geliştirdiği Dil ve Anlayış’’ ile farklı görüşleri bünyesinde toplamayabilme üstünlüğünü ortaya koyabilmiştir. Salih Mirzabeyoğlu BD-İBDA markasıyla külliyatlaştırdığı eserleri boyunca ‘’Dünya Meselelerine’’ getirmiş olduğu çözümlemelerle ‘’İslam’ın’’ ‘’Kuşatıcı ve İdeal Ölçü anlayışını’’ ortaya koyarken, nasıl bir ‘’Dünya Görüşü Teklifinde’’ bulunduğunu da gösterir.

Özel Harp Dairesinde 40 yıl boyunca çalışan Mustafa Aydın; ‘’1984 yılından, 28 Şubat Sürecine kadar geçen zamanda BD-İBDA’nın hakimiyetine aldığı toplum ve etkisinde tuttuğu zıt görüşlerle olan ilişkilerinin korkutucu boyutlara ulaşması ve açık bir şekilde dergilerinde 1999 yılına işaret edip ‘’Meydan Okurcasına’’ geliyoruz demeleri, Darbeye Zemin hazırlayan sebepti. Aslında 28 Şubat Darbesi ona buna veya şu bu partiye değil, O partileri ve milletvekillerine kadar etkisi altına almış olan ve toplumun içinden açıkça geliyorum diyen bu güce karşın yapıldı, o dönemlerde Aczmendilerin içinde bende vazifeliydim.’’ Derken BD-İBDA’nın Türk siyaseti üzerinde bugünde hala nasıl bir etki içinde olduğunu söylemektedir.

Makalenin devamı için: http://turkiyetime.com/m%C3%BCjde-bayram-telegramik-devlet/#.UTo-hNZPgdU

Telegram Teknolojisi Üzerine
Ali Selman Demirbağ
Söyleşi: Ömer Emre Akcebe



ALİ SELMAN DEMİRBAĞ KİMDİR

1981 Kütahya doğumlu. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde bio-medikal cihazlar üzerine eğitim gördü ve yine İzmir’de uzun yıllar bio-medikal cihaz teknikeri olarak çalıştı. 2012 yılı içerisinde (Hakan Yılmaz Çebi ile birlikte) Anatolia Yayınları arasından ilk eseri “BEYNİMDEKİ YABANCI – Kuantum Evreninde Elektromanyetik Beyin Kontrol”, Profil Yayınları arasından ise bir grub yazarla birlikte hazırladığı “ZİHİN KONTROL OPERASYONLARI” adlı ikinci eseri çıktı. İstanbul’da yaşıyor.

İlk olarak, uzuvların beyin tarafından kontrol edilmesini sağlamakta aracı vazifesi gören sinir sisteminin çalışmasından bahsedelim ki, bundan sonra söyleyeceklerimiz havada kalmasın.

Bizim vücud sistemimiz elektrikle çalışır. Kalbimizdeki kas hareketleri elektrikî uyarımlarla çalışır, kol kaslarımız elektirikî uyarımlarla çalışır… Beynimiz bu elektrik sinyallerini üretir ve sinir sistemi vasıtasıyla iletir. Bizim hücrelerimiz tıpkı pillerde olduğu gibi kimyevî enerjiyi elektrik enerjisine çevirir. Zihnin çalışması, kan deveranı, uzuvların hareketleri, kasların kontrolü hep bu elektrik sinyalleriyle gerçekleşir. Elektrikle çalışmamız ve elektriğin olduğu her yerde elektromanyetik bir alan olması hasebiyle aynı zamanda da elektromanyetik canlılarızdır. Bu sebeble elektrikle etkileşimimiz söz konusudur, meselâ elektriğe tutulduğumuzda kaslarımızın tamamı kasılır ve kendimizi kurtaramayız. Elektromanyetik alana gelecek olursak, bu da bizim auramızdır, bizim bedenimizin dışına kadar sarkan elektromanyetik alanımız, ezoterik tabirle auramızdır.

Kiril fotoğrafçılığında görülen o hâle, değil mi?

Aynen öyle, o hâle bizim elektromanyetik alanımızı ifade eder. Bütün canlı varlıklarda bu şekildedir; kiminde daha az, kiminde daha yüksek. Meselâ bitkilerde yapraklarının etrafında çok dar bir seviyededir, hemen yüzeyindedir. Çünkü bitkilerde hareket çok azdır… Zihnî ve fiilî hareket arttıkça bu hâle yâni manyetik alan genişlemekte, hareket azaldıkça daralmaktadır. Bu enerji türü, kötü düşünce sahiblerinde negatif, iyi düşünce sahiblerindeyse pozitif ve daha güçlü durumdadır.

Peki, bu frekanslar ölçülerek insan beynine müdahale edilebilir mi? Edilebilirse hangi teknik kullanılarak nasıl müdahale edilir?

Bizim her algımızın bir frekansı var, gözümüzün gördüğü ışığı algıladığı bir frekans aralığı var, kulağımızın işittiği bir frekans aralığı var.

Bu idrak kuvvetlerinin, müşahede ettiklerini beyne iletmelerinin de ayrıca frekansları var değil mi?

Tabiî, göz, burun, kulak, dil ve derimiz aslında aynı zamanda birer transmitter yâni dönüştürücüdür. Müşahede ettiği imaj, ses, koku, tat ve dokunma duyularını beynin idrak edeceği cinsten elektrik sinyallerine dönüştürür. Ayrıca bizim beş duyu haricinde hissettiğimiz bazı şeyler vardır. Meselâ ardımızdan biri geçse, bir kedi geçse, duymasak da onun oradan geçtiğini hissederiz. Yani idrak kuvvetlerimizle direkt olarak müşahede edemesek de, tıpkı elektromanyetik bir yayınımız olduğu gibi, diğer canlıların elektromanyetik alanlarını da hissederiz. Beşerî sevgi ve aşk gibi hususlar da buna tâbidir. Bunu vücudumuz hormonlar vasıtasıyla kendisi üretir. Daha evvel de bahsettiğimiz üzere, kimyevî enerjilerden üretilen elektrik enerjisinin diğer insanlarla olan etkileşimi uyum ve uyumsuzluk gibi durumların temel kaynağı durumundadır. Aynı zamanda duygu, düşünce yâni ruh hâlimizi belirleyen temel faktör de bu enerjilerdir.

Yanî bizim beş idrak kuvvetimizin idrak edemediklerini de müşahede ediyor ve buna göre davranıyoruz.

Aynen bu şekilde ve bu bizlerin metafizik canlılar olduğumuzun da delilidir.

Göz örneğinden gidecek olursak; göze gelen bir imaj, göz bu imajı beynin idrak edeceği bir sinyale çevirerek beyne iletiyor. Peki bu irtibata müdahale etmek, bu irtibatı manipüle etmek mümkün müdür?

Müdahale edilebilir. Hattâ en basitinden başlayalım, meselâ gözün aldanması… Perspektif farkları sebebiyle aynı buudtaki cisimlerin buudlarının farklı gibi idrak edilmesi… Bundan başka gözün çevirerek beyne ilettiği sinyalin frekansını yakalayıp, o sinyalde frekans gönderdiğinizde beyin bunu direkt olarak bir görüntü olarak algılar ve bu frekansı beynin arka kısmında bulanan karanlık odada imaja çevirerek, kendisi için hakikat hâline getirir. Bu bahsettiğimiz manipülasyon aynı şekilde kulak, burun, dil ve deri için de geçerlidir. Görüntü, ses, tad, koku ve dokunma hissi oluşturup bu yöntemle beyne iletebilirsiniz. Beyne ilettiğiniz gibi aynı zamanda beyinden uzuvlara giden sinyallerin frekanslarını taklid ederek uzuvları da manipüle edebilirsiniz; dilediğiniz hareketleri yaptırtabilir, solunum, dolaşım ve boşaltımı düzenleyebilir, hormonları kontrol edebilirsiniz. Beynin sinyallerini taklid edebilir ve bunu hedefe iletebilirseniz, tüm bunları pekâlâ yapabilirsiniz.

Telegram ile alâkalı olarak Salih Mirzabeyoğlu`nun “Ölüm Odası B-Yedi” adlı eserinde anlattıklarına bakacak olursak, karşılıklı diyalog, müdahale ve manipülasyonlar son derece ânlık olarak cereyan ediyor. Telegramcıların bir monitör ve klavye başında bu işi yapmadıkları aşikâr. Peki ne kullanıyorlar? Meselâ oyunlar için beyin aktivitelerini okuyan, problarla bezeli, tıpkı Roma İmparatorlarının başlarına taktıkları zeytin dallarının şeklini andıran cihazlar var, Telegram`da bunlar mı kullanılmaktadır? Yâni acaba cihaz, iki zihin arasında köprü vazifesinde midir?

Şimdi Telegram gibi bir sürecin öncelikle başlangıcına bakmak lâzım. Başlangıcında hipnoz ve bu hipnozla beraber şartlandırma yapılması gerekmektedir. Bunun için de o kişiyi ya kaçırmak, yahud esaret altında tutmak gerekir.

Kıstırılmış olması gerekiyor yani.

Evet, kıstırılmış olması gerekiyor. Telegram zaten bilindiği üzere ferdî bir zihin kontrol tekniğidir. Telegram`ın başlangıcında kontrol edilecek olan beynin hazırlanması süreci vardır. Sürekli bir video izlettirilerek, fasılalar hâlinde göz önünde flaş çakılarak, ısrarlı telkinlerle bu hazırlık yapılabilir.

Yahud şok veyahut şiddetli bir travma üzerine de yapılabilir mi?

Zaten bu yöntemlerle yapılmak istenen de bir nev`i travma… Travma şuuraltını savunmasız bir şekilde ortaya çıkartır. Bu esnada yapılacak telkinlerle beyin hazırlanır. Ferdî planda hadise böyle iken umumî planda da meselâ subliminal yâni şuuraltı mesajlar vasıtasıyla birçok şey insanlara kanıksatılıyor. Telegramdaysa bu uygulama ferdî olarak ve çok daha şiddetli bir şekil
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Nis 01, 2013 11:30 pm    Mesaj konusu: Çocuklara izlettirdiğimiz çizgi filmlerde neler var Alıntıyla Cevap Gönder

TV 'Programları sizin gerçeklik algınızı değiştirmek için tasarlanmıştır. . Zihninizi açmak.için televizyonunuzu kapatın:




Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın,Ülke Tv'de "Mirzabeyoğlu ve telegram" hakkında söyledikleri...
Mehmet Atılgan



*** *** **** **** ***
Turgay Güler : Salih Mirzabeyoğlu sürekli gündeme geliyor. Kendisine Telegram yapıldığı söyleniyor. Nedir bu Telegram ? Tespit edilebilir mi ?

Nevzat Tarhan : Telegram tarzında söylenen yaklaşım aslında zihin kontrolünün popüler kültürde çok ifade biçimi diyebiliriz. Zihin kontrolde elektromanyetik alan oluşturularak ve radyo dalgalarıyla, radyo frekanslarıyla bir insanın beyni etkilenebilir. Mikro dalgalarıyla etkilenebilir bununla ilgili çok deneyler var yapılıyor. Bunun gibi bu Aselsan intiharlarında da bu çok soruşturuluyor. Bir kimse bir yerde çalışıyor ya da hücrede duruyor bu kimsenin idaresi dışında ona radyo frekansı dalgalarla beynine sürekli mikro dalgalarla kişide zaman ve mekan algısı bozulabilir, zihninde bir kaos oluşturulabilir, "Burası neresi, ben nerdeyim" gibi bir his oluşturulabilir. Bir insana devamlı yaptığın zaman o insanda müthiş bir yorgunluk, bitkinlik, baş ağrısı gibi belirtiler oluşur. Bilimsel olarak bir kimseye elektromanyetik alan oluşturarak bir hücerede tutarak mahvetmek mümkündür. Ama onu tuşlarla yönetmek tarzında bir zihin kontrolü kast ediliyorsa Telegram'dan, şuanda bununla ilgili bir bilimsel bilgi yok. Irak'ta ki Saddam'ın direnç gösterememesinin sebeplerinden birisinin bu olduğu söyleniyor yani elektro manyetik silah. Geleceğin silahı, önümüzdeki yılların en etkili silahı. İnsan beynini isterse pişirebiliyor tabi.

Turgay Güler : Bu anlaşılabilir mi ? Bir insana böyle bir elektro manyetik uygulamayla alan oluşturularak beyninde hasar oluşturulabilirse anlaşılabilir mi ? Mesela Salih Mirzabeyoğlu Telegram'a maruz kaldı mı ?

Nevzat Tarhan : (Teknik incelemelerden bahsediyor) Mirzabeyoğlu'nun gerçekten Telegram'a maruz kaldığı gözüküyor ama bu zulmün nasıl bir zulüm olduğu bilinmiyor ve ortada tanımlanmış, kamuoyunu aydınlatan bir bilgi de yok. Yani burada bir mazlumun ahı, o bölge insanlarına musibet olarak yeter. Eğer burda bir zülüm varsa, bu zülume duyarlı olmak gerekiyor. Bunun için bu boyutta 28 Şubat'ın devam eden bir zulmü gibi gözüküyor Buna karşı duyarlılık, muhakkak bir duyarlılık gösterilmesi gerekiyor. Emniyet güçlerinin, devlet istihbaratının bu konuda aşırı bir gereksiz bir hassasiyet içerisinde, bu kişileri mağdur ettiği ile ilgili toplumda bir algı oluştu. Bu alıgının değiştirilmesi gerekiyor. Adelet herkese lâzım. Yani burada adaletin işlemediğini söyleyebiliriz.

Turgay Güler : Herkes farklı düşünebilir ama burada onun mağruz kaldığı bir zülüm var ve çok tuhaf bir şekilde herkes sessiz kalıyor

Nevzat Tarhan : İmraliya karşı sempati başladı toplumda ama burada Salih Mirzabeyoğlu'nun durumu çok ilginç .

Kaynak: http://www.turkiyetime.com/

'Küçük Adamlara Büyük Oyunlar' oynanıyor
8 Şubat 2013



Küresel çizgi film ve bilgisayar oyunlarının çocuk ve gençleri olumsuz etkilediği yolundaki tartışmalar Ömür Kurt’un “Küçük Adamlara Büyük Oyunlar” adlı kitabıyla yeniden alevlendi.

Gün boyunca çizgi film izleyen ya da çok uzun süre bilgisayar oyunu oynayan çocuk ve gençlerin bu durumdan hem ruhsal hem de bedensel olarak olumsuz etkilendiği, toplumda zaman zaman tartışılıyor. Son olarak Amerika’daki Newtown okul saldırısında 20 yaşındaki bir gencin 27 kişiyi öldürmesiyle birlikte bu konu yeniden gündeme oturmuş, Electronic Arts firması, ürettiği savaş oyunlarının içindeki Amerikan silah şirketlerinin erişim bağlantılarını kaldırmak zorunda kalmıştı.

“Küçük Adamlara Büyük Oyunlar” adlı kitabında, çizgi film ve bilgisayar oyunlarından örnekler sunarak, bu kültür ürünlerinin içine yerleştirilen mesajları irdeleyen Ömür Kurt, araştırmayı yaparken dehşete kapıldığını belirtiyor. Amacının ailelerin ve eğitimcilerin bu konularda bilinçlendirilmesi olduğunu söyleyen Kurt, “Çocuk ve gençlere yönelik bilgisayar oyunları ve çizgi filmlerdeki mesajlar, genellikle aileler farkında olmadan çocuklara ulaşıyor. Aileler çocuklarını kimlerin eline emanet ettiğini bilmeli” diyor. İşte kitapta işlenen konulardan satırbaşları:

çizgi filmler ve bilgisayar oyunları yoluyla propaganda

Oyunların ve çizgi filmlerin içinde çok ciddi siyasi ve kültürel propaganda yapılıyor. Özellikle Amerikan kaynaklı Ben10, Bakugan, Süpermen, He-man, Batman, Örümcek Adam gibi çizgi filmlerde “En büyük güç Amerika”, “Dünyayı -yani aslında Amerika’yı- kötülüklerden kurtar”, “Teröristleri öldür” deniliyor. Bilgisayar oyunlarında ise “Bush Savunmada”, “Amerikan Başkanlık Yarışı”, “Başkomutan”, “Başkanlık Seçimi Sokak Dövüşü 2008”, “Obama Mc Cain’e Karşı” gibi oyunlarla çocuklar, Amerikalı siyasilerin yerine geçiriliyor. Özellikle 3 boyutlu oyunlarda ise Araplar ve Doğulu halklar ‘terörist’, Amerikalılar ise ‘kurtarıcı’ olarak gösteriliyor. Bilgisayar oyunlarının bir propaganda aracı olması konusunda, Amerika’nın ünlü Neo-Nazi gruplarından National Alliance’ın sözcüsü William Pierce “Genç insanlara ulaşmak istiyoruz ve bunun en iyi yolu da bilgisayar oyunları! Bilgisayar oyunları olduğu sürece ve bu oyunlar insanları etkiledikleri sürece, bu metaları politik görüşlerimizi yaymak için kullanmak zorundayız” diyor. Bu kuruluşun ürettiği oyunlar arasında “Etnik Temizlik” adlı ırkçı oyunlar bulunuyor. Ayrıca Amerikan bağımsızlık gününde tüm dünyada aynı anda yayımlanan America’s Army adlı oyunda da “Ben Amerikan yaşam tarzının bekçisiyim, ben Amerikan askeriyim” deniliyor. Pentagon ise bu oyunun üretilmesi konusunda “Bu oyun Amerikan ordusunun iletişim stratejilerinin sadece bir parçası” diyor.

10 yaş altı çocuklara cinsellik öğretiliyor

Düşünün ki 10 yaş altı hedef kitle için üretilen bir çizgi film eşcinselliği özendirsin… Düşünün ki bir bilgisayar oyunu çocuklara “Samanlıkta kimseye görünmeden gizlice öpüş” desin, çizgi filmlerde kan davası, adam öldürme, şiddet, cinsellik, gasp, hırsızlık, ırkçılık, tecavüz, satanist ayinler aralıksız işlensin... Özellikle 7-8 yaşlarındaki çocuklar için üretilen “öpüşme oyunları”, “çıplak çocukları giydirme oyunları” bunların başında geliyor. Bu tür oyunların isimleri bile bizi dehşete düşürmeye yeter. “Ofiste öpüşme”, “Ahırda öpüşme”, “Sualtında Öpüşme”, “Yatakta aşk oyunu”, “Okul servisinde gizlice öpüşme”, “İş arkadaşını öpme”, “Komşu kızını öpme” ve yine Amerikalı bir firma tarafından üretilen “Antalya’da tatil öpücükleri” bu oyunlara örnek olarak verilebilir. “Sınıfta öpüşme” oyunu ile de çocuklara “öğretmenine görünmeden sınıf arkadaşını gizlice öp” denilmektedir. Son zamanlarda bilim insanlarının sıkça dile getirdiği ergenlik yaşının düşmesinin nedenlerinden biri de, çizgi filmler ve bilgisayar oyunları yoluyla cinselliğin bu kadar yoğun bir şekilde işlenmesidir.

Bilgisayar oyunu üreten askerlikten kurtuluyor

Bilgisayar oyunları büyük bir güç! Örneğin, Güney Kore’de bilgisayar oyunu üretmesini bilen gençler zorunluk askerlik görevlerinden muaf tutuluyor ve askerlik hizmetini Güney Kore adına bilgisayar oyunu üreterek tamamlıyorlar. Başta Amerika, Çin, İngiltere, Fransa ve Kanada olmak üzere pek çok ülkede bilgisayar oyunu üretimi, devlet tarafından destekleniyor. Amerika’da bilgisayar oyunları üretmek için üniversiteler bünyesinde araştırmalar yapılıyor ve askeri teknolojinin geliştirilmesinde kullanılıyor. Bu oyunların pek çoğu çocuk ve gençler tarafından da oynanıyor.

Bilgisayar oyunlarıyla savaş propagandası yapılıyor

Oyun üreticileri tarafından en çok üretilen oyun türlerinin başında savaş oyunları geliyor. Bu oyunlarda ise ciddi birer Amerikan ordusu propagandası yapılıyor. Call of Duty, Modern Warfare, Battlefield, Generals, Cross Fire gibi oyunları oynayanlar sanal olarak Amerikan askeri oluyor ve Amerikan silahlarını ve ‘gücünü’ tanıyor. Savaşılan yerler ise genellikle Afganistan, Irak, Rusya, Küba, Çin gibi ülkeler…

Amerika’da bilgisayar oyun sanayi Hollywood ile yarışıyor

Dünya oyun sanayi hızla gelişirken, bu sanayinin milyarlarca dolara varan geliri, sadece Amerika’da Hollywood ile yarışacak düzeyde. 2012’nin ilk çeyreğinde sadece Amerika’nın oyun geliri %17’lik büyüme ile 3 milyar dolar seviyesine ulaştı. ABD’de kurulu olan The Interactive Digital Software Association (IDSA) yazılım mühendisliği, bu alanın her yıl %26 büyüdüğünü belirtiyor.

Oyun bağımlılığı git gide artıyor

Son yıllarda bilgisayar oyunu oynarken hayatını kaybeden gençler ya da kendini ‘süper’ kahraman zannedip camdan atlayan çocuklar ile ilgili haberlerin ardı arkası kesilmiyor. Küresel oyun sanayinin %50’lik payını elinde bulunduran Amerika, üniversiteler bünyesinde bu konularda araştırmalar yapıyor. Özellikle “şiddet içerikli oyunların saldırganlaştırdığı” yapılan araştırmaların sonuçları arasında. Ayrıca saatlerce bilgisayar başında hareketsiz bir şekilde vakit geçirenlerin öldüğü gerçeği de göz önünde bulundurulursa, bu alanda araştırmalar yapmanın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkacaktır.

Türkiye de oyun ve çizgi film üretmeli

Türkiye’de oyun ve çizgi film üretimi çok kısıtlı. Devlet desteği ile üniversitelerle el ele verilerek doğru mesajları olan ve çocuk ve gençlerin gelişimine de katkıda bulunabilecek hem eğlenceli hem de eğitici oyunlar üretilmelidir. Bu alanda ancak bu şekilde söz sahibi olunabilir.


http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/kitap-cd/22550377.asp

" Ömür KURT, "Küçük Adamlara Büyük Oyunlar" Pozitif Yayınları, 155 sayısı: 155

Yiğit Bulut'a kıyak yapıyoruz
Haluk Hepkon
21.07.2013



Çiçeği burnunda danışman Yiğit Bulut geçtiğimiz günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “telekinezi” yöntemiyle öldürülmek istendiğini söylemişti. Bulut’a göre Türkiye 170 yıllık boyunduruğunu kırmaktaydı ve bunu engellemek isteyen “bazı dış merkezler” Erdoğan’a karşı telekinezi yöntemiyle harekete geçmişti. 1843 yılında ne olduğu tam olarak anlaşılamasa da Bulut’un iddiaları kısa süre içinde uluslararası basında da hak ettiği yeri buldu; taze danışman nasıl bir cevher olduğunu anlayanların yeni alay konusu haline geldi.

Bulut’un televizyon ekranlarında esrarengiz bir ses tonuyla bahsettiği telekinezi Yunanca "uzak" anlamındaki "tele" sözcüğü ile "hareket" anlamındaki "kinesis" sözcüklerinden türetilmiş bir kavram. Bir takım psişik güçlerle uzaktan eşyalara ya da insanlara müdahale anlamına geliyor. Böyle bir olgunun varlığına dair hiçbir bilimsel kanıt yok. Yapılan araştırmalar telekinezi deneylerinin kontrollü ve tekrarlanabilir olmadığını gösteriyor. Biraz açalım. Bilim insanlarına göre telekinezi yeteneğine sahip olduğunu iddia eden kişiler deneylerin tarafsız gözlemciler tarafından izlenmesine izin vermiyorlar ve söz konusu yeteneği ancak bazı durumlarda “gösterebiliyorlar”. Bu da telekinezi deneylerinin, Yiğit Bulut ne derse desin, şarlatanlık dışında bir şey olmadığını kanıtlıyor.

GELLER’İN KAŞIKLARI

Telekinezi ve şarlatanlık dendiğinde akla hemen Uri Geller geliyor. Bir ara Sinan Çetin’le birlikte “Fenomen” isminde bir televizyon programı da yapan Geller psişik güçleriyle kaşıkları bükebildiğini iddia ediyordu. Ama kısa süre içinde Geller’in bu bükme işini sadece kendi kaşıklarıyla yapabildiği görüldü. “Yeteneklerini” başkalarının getirdiği materyallerle göstermeyi reddediyor; sıkıştırıldığında o gün kendisini iyi hissetmediğini söylüyor ve gösteri alanını terk ediyordu. Yani deneylerinin ve deney koşullarının kontrol edilmesini kabul etmiyor; sözde yeteneğini istendiğinde tekrarlayamıyordu. Bu yüzden eski bir illüzyonist olan James Randi tarafından şarlatanlıkla itham edildi.

Tam da bu noktada hayatını metafizik şarlatanlıklarla mücadeleye adayan James Randi’den bahsetmek gerekiyor. Randi doğaüstü güçlere sahip olduğunu iddia edenlerin hepsinin yalan söylediğini ve basit illüzyon numaraları kullanarak insanları kandırdıklarını belirtiyor. Üstelik bu konuda çok da iddialı. Randi yıllar önce kendisine psişik bir yeteneği olduğunu kanıtlayacak ilk kişiye bir milyon dolar vereceğini ilan etmişti. Tek şartı söz konusu “yeteneğin” kendisinin önünde gösterilmesiydi. Ödülün talibi çok oldu. Ama Randi illüzyonist geçmişi sayesinde bunların gizli numaralarını ya da el çabukluklarını hemen yakaladı. Milyon dolarlık ödülü yıllardır kimsenin alamadığını söylemeye gerek yok sanırım.

Randi, “telekinezi üstadı” Geller’e de meydan okumuştu. Geller’in hatası bu meydan okumayı kabul etmek oldu. Randi onun “büktüğü” kaşıkların vücut ısısıyla bile yumuşayan metallerden olduğunu kanıtladı ve Geller’i milyonların önünde rezil etti. Bunun üzerine Geller, Randi’ye hakaret davası açtı. Sonunda ne mi oldu? Tabii ki Geller davayı kaybetti ve mahkeme masraflarını bile ödemek zorunda kaldı. Böylelikle Sinan Çetin ve Yiğit Bulut dışında kimse tarafından ciddiye alınmayan telekinezinin bir nevi hokkabazlık olduğu gerçeği “bağımsız yargı” tarafından da onaylanmış oldu.

TELEKİNEZİ KİMLERİ ÖLDÜRDÜ?

Yiğit Bulut’un böylesi iş kazalarını dert edeceğini düşünmek kuşkusuz safdillik olur. Bulut’un, bu türden iddiaların ülkemizdeki İslamcı çevreler arasında rağbet gördüğünü bildiğine kesin gözüyle bakabiliriz. Nitekim görüyor da. Örneğin İBDA-C örgütü lideri Salih Mirzabeyoğlu yıllardır “telegram” yöntemiyle işkence gördüğünü iddia ediyor. Mirzabeyoğlu bu konuda bir de kitap yazmış.[1] Buna göre kurbanın beynine resimler ve sesler gönderiliyor, vücudun çeşitli bölgelerine acı veriliyor; böylelikle hedef kişinin iradesi kırılarak zihni kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Mirzabeyoğlu kendisine yıllardır bu yöntemle işkence edildiğini ve öldürülmek istendiğini ileri sürüyor.

Telegram dendiğinde Bulut’un telekinezisine benzer bir kavramın kastedildiği açıktır. Nitekim gazeteci Fikri Akyüz de yazdığı bir tweet’te “Başbakana telekinezi yöntemiyle bir öldürme plan ve teşebbüsü var mı bilmem. Ama Mirzabeyoğlu telegram yöntemiyle yavaş yavaş öldürülüyor” diyor.

Sadece Akyüz mü? Hükümete yakınlığıyla bilinen, Üsküdar Üniversitesi Rektörü Profesör Nevzat Tarhan da telegramın varlığına inananlardan. Solculuğun bir hastalık olduğunu ileri süren, hamile öğrenciyi tekmeleyen polisi “Ama o öğrenci canlı bomba olabilirdi” diye savunan, internetin dabbet-ül arz denilen kıyamet alametlerinden olabileceğini söyleyen Tarhan, Mirzabeyoğlu ile ilgili yaptığı bir söyleşide “Telegram işkencesi 28 Şubat’ın devam eden zulmüdür” buyuruyor.[2]

İslamcı çevrelerin meseleye ilgisi yazmayla çizmeyle sınırlı değil. Örneğin Mirzabeyoğlu telegram hakkında yazdığı kitabında Dost tarikatının lideri emekli binbaşı İhsan Güven’in uzaktan zihnini kontrol altına almaya ve kendisine Atatürk hakkında bir kitap yazdırmaya çalıştığını iddia etmişti. Mirzabeyoğlu “telegramcılar ordusunun başı” ilan ettiği Güven için “80 yaşlarında parkinson hastası bir manyak; ama öyle alelâde soydan değil de, kitabi yönü zengin zannedilen muhteşem bir manyak... Tehlikeli bir zırdeli. Ama bütün örgütüyle -belki de- talihsizliği, belâsını bulmak üzere bana çatmış olması” diyordu. Bir süre sonra Güven gerçekten de “belasını buldu”; evine yapılan bir baskın sonucunda eşi Sibel Güven ile birlikte öldürüldü. Böylelikle Güven, telekinezi ya da telegram yüzünden ölen ilk kişi olarak tarihe geçti.

TARİHİ FIRSATLAR KAÇMADAN

Yukarıda anlatılanlardan İslamcı çevrelerin bu türden konularda Yiğit Bulut’un danışmanlık hizmetine çok da ihtiyaç duymayacağı sonucu çıkarılabilir. Gerçekten de Bulut’un bu çevrelere telekineziden ya da telegramdan bahsetmesi tereciye tere satmaya benzemektedir. Zor olduğu kesindir. Ama zaten Bulut gibi bir danışman marifetlerini bu tür durumlarda göstermeli ve benzerlerinden bir fark yaratarak ayrılmalıdır. Bunun için Bulut’un önünde cazip fırsatlar bulunmaktadır. Örneğin Güven’in öldürülmesinin ardından yapılan soruşturmada Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz görev almış ve Ergün Poyraz ile Ümit Sayın’ı sorgulamıştı. Bulut’un meseleye hemen el atıp telekinezi iddialarını Ergenekon örgütüyle birleştirmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Buradan yürünürse “Çelik Erişçi’nin şarkı sözlerinde uluslararası faiz lobisinin etkisi” gibi hakikaten göz yaşartıcı noktalara ulaşmak işten bile değildir.

Başka parlak yöntemler de önerebiliriz. Örneğin 2012 yılında CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik verdiği bir soru önergesinde Mirzabeyoğlu’na telegramla işkence yapılıp yapılmadığını sormuş; ancak bu sorusuna bir yanıt alamamıştı. Bulut’un o dönemde henüz Erdoğan’ın danışmanı olmadığı düşünüldüğünde, bu tepkisizliği doğal karşılamak gerekir. Ama siyasette hiçbir zaman hiçbir şey için geç değildir; Yiğit Bulut gibi bir dehanın Mirzabeyoğlu’nun tutuklanma tarihinden yola çıkarak 170 sene öncesinden 28 Şubat’a uzanan, Ergenekon ile başlayıp Haziran Ayaklanması’yla devam eden dev bir senaryoyla karşımıza çıkması doğrusu şaşırtıcı olmayacaktır. Bunlar ayaküstü aklımıza gelenler. Bulut’un işaret etmeye çalıştığımız bu tarihi fırsatı her halükarda değerlendireceğine, bu anlatılanların fersah fersah ötesinde bir kurguyla kamuoyunun karşısına çıkacağına inancımız tamdır.

Odatv.com

[1] Salih Mirzabeyoğlu, Telegram Zihin Kontrolü, İBDA Yayınları, 2003.

[2] http://millibirlikruhu.blogspot.com/2013/04/nevzat-tarhan-mirzabeyoglunun-gercekten.html?spref=fb

Rollerini Oynayanlar
Nurullah Aydın
21 Temmuz 2013
ANKARA



Güç ve paraya ulaşmak için her yolu mübah kılan bu virüs, esir aldığı toplumu çökertir, yaşam tarzını hastalık üreten bataklığa çevirir. Çünkü tüm kaynaklar yolsuzluğa kurban gittiği için, ruhsal ve sosyal hastalıklar içinde kıvranan toplum yeni kurban olacaktır.

Kendisinde bir takım özellikler olduğunu düşünen her insan yaşamında bir rol oynar. Roller de; ya başrol, ya oyuncu, ya da figüranlıktır. Kimi efendi kimi emireri. Kimi bey hanım, kimi hizmetli, hizmetçi. Kimi mutlu, kimi mutsuz. Kimi bu dünya, kimi öte dünya umudunda. Yani insanın beynine yapılan düşünce- inanç şırıngası insanı tercihe yönlendirir.

Gerçek hayattan rol modeli olarak zihinlere yansıyan; güç ve paranın değerleri ezerek yerine geçmesi, toplumun yaşam tarzını kemiren başka bir salgın hastalığa daha yol açıyor.

Bu tehlikeli salgın yolsuzluktur. Güç ve paraya ulaşmak için her yolu mübah kılan bu virüs, esir aldığı toplumu çökertir, yaşam tarzını hastalık üreten bataklığa çevirir. Çünkü tüm kaynaklar yolsuzluğa kurban gittiği için, ruhsal ve sosyal hastalıklar içinde kıvranan toplum yeni kurban olacaktır.

Önlenemeyen sosyal hastalıklar, zincirleme yolla ve çığ etkisiyle yaşam tarzımızı işte böyle kirletiyor.

Zihinsel işgale uğrayan toplumlar; beyinleri sığlaştığı için soygunun boyutunu kavrayamaz, neden ve nasıl gittiğini anlayamaz, önlem alamaz. Alık alık seyreder. Kaybettiğinin binde birini bile tekrar alabilmek için, kedinin kendi kuyruğuyla oynadığı gibi sürekli dolanır durur. Sürekli sahte şifreleri çözmekle oyalanır. Halbuki, asıl şifresi;kendi hayatının ve sağlığının kilitlendiği bu şifredir, bilemez ve çözemez!

İşte bu zihinsel işgal ve esaret; içinde yaşadığımız akvaryumu kirleten, zihinleri kilitleyen ve toplumları acınacak hale getiren böylesine acımasız bir akıl oyunudur.

Zihinsel esatete uğrayan toplumlar, içine düştükleri hastalık üreten bataklığı idrak edecek ve kurutacak zihinsel yetenek ve derinliği de kaybederler. Onların yapabileceği tek şey; bu bataklığın sürekli ürettiği sivrisinek ordusuyla savaşmak ve kıt kaynaklarını ahmakça harcamaktan ibarettir. Ama bu sivrisinek bulutları hiç bitmeyecektir.

Toplumu beyinsiz hale getirecek her işlem; zihinsel köleliği sağlamanın en kısa yoludur. Bunun üzerine algı yönetimi de eklenirse, bir tek kurşun bile atmadan bilinçaltı kurgulama ile toplumlar kolayca yönetilir. Bilim ve akıl gücünü koruyamayan devletler, yöneten aklı kaybettiği için yönetilen duruma düşerler. Çağdaş kölelik işte böyle oluşuyor.

Bu akıl oyununda, sağlıktan ekonomiye her alanda devam eden küresel savaşın değişik şekillerini bilmeyen toplumların yaşama şansı yok.

Herkes bir tuhaf durumda. Şaşkın şaşkın bakıyor. Anlamıyor, anlamış görünüyor veya anlamaya çalışıyor. Günümüz karmaşasında dikkatlerimiz çok farklı düzlemde seyrediyor.

İnsanlar nelerle meşgul? Söz ve yazı şarlatanlarını görmemek, bunları tartışmamak ne kadar doğrudur?

İster buna ırkçı ister dinci emperyalizm denilsin nihayetinde insanlar kuşatılmış bulunuyor. Umutları daha küçük parçalara bölüyor, tamamen kendi kontrolüne alıyor. İnsan ölümleri, kültür tarihinin tahribi, psikolojik travmalar çok daha etkili ve tehlikeli durumda.

Bunları görmemek, bunların üzerinde durmamak gaflet değil midir? Bütün bu tehlikeler göz ardı edilerek salt geçmişte de böyleydi bahanesiyle zihinlerin, yaşamın işgaline göz yummak ne kadar sağlıklı bir bakıştır?

Güç odakları medyayı çok güçlü olarak kullanıyor. Ne yazık ki bunun içinde farkında olunarak ve olmayarak iblisin yolunda olanlara hizmet konumuna düşülüyor.

Neden evrensel boyutta değil de yerel düzlemde olaylara bakıyoruz?

Neden evrensel insani değerler açısından değil de şarlatanların rahat yaşaması için gerçekleri görmemeye direniyoruz. Zihinlerimize, enerjimize, zaman israfımıza yazık oluyor.

Günün Sözü: Kin nefret ve öfke içinde olanlar, kendi oyunları içinde kalırlar.

Kaynak: http://kayserikenthaber.blogspot.com/

Disney'den 'fısıldayan parmaklar' teknolojisi
10 EYLÜL 2013



Disney şirketi sesi, insan vücudunun iletken özelliğini kullanarak nakledebilen bir cihaz geliştirdi.

Ishin-Den-Shin adı verilen teknolojiyle, sesi kaydetmek için sıradan bir mikrofon kullanılıyor. Cihaz, kaydedilen sesi, mikrofonu tutan kişinin vücudu tarafından iletilen, duyulmayan bir sinyale çeviriyor.

Mikrofonu tutan kişi, bir başka kişinin kulağına dokunduğunda, organik bir hoparlör oluşuyor ve ses duyulabilir bir hâle dönüşüyor.

Ses sinyali, her türlü fiziksel dokunuşla insandan insana nakledilebiliyor.

Mikrofona bağlanan ses kayıt cihazı, kullanıcının cildi çevresinde bir elektrostatik alan oluşturuyor.

Disney Araştırma Birimi'nin internet sitesi, bu teknolojiyi şöyle tanımlıyor: "Bir başka kişinin kulağına dokunulduğunda, elektrostatik alan çok küçük titreşimlere neden oluyor. Bunun sonucunda parmak ve kulak bir hoparlör oluşturuyor ve ses sinyalleri, dokunulan kişi için duyulabilir hâle geliyor."

Bu cihaz kullanılarak yapılan ses kaydı, sadece dokunulan kişi tarafından duyulabiliyor.

Sesi iletmek için insan vücudunun kullanıldığı çalışmalarda son dönemde önemli bir artış kaydedildi.
İç kulak ve kafatasındaki kemiklerin kullanıldığı ses iletim sistemi son olarak Google tarafından geliştirilen gözlüklerde ve bazı özel kulaklıklarda kullanıldı.

Salford Üniversitesi'nden Ses Mühendisi Profesör Trevor Cox "İnsan vücudu iletken olduğu için sinyalleri bu şekilde iletmeniz elbette mümkün. Ancak bu teknolojiyle ne yapabileceklerini henüz tam olarak anlayamıyorum." dedi.

Profesör Cox, her şeye rağmen, bu teknolojinin, 'nereden geldiği belli olmayan bir büyüsü' olduğunu vurguladı.
BBCT

"Haberler, olay üretmeye yarayan bir tezgahtır."
TC Nuray Doğan

11 Eylül ve Irak Savaşı üzerine yaptığı değerlendirmede Baudrillard, Steven Spielberg'in "Azınlık Raporu (Minority Report)" filmine göndermelerde bulunarak şunları söyledi: "Günümüzde, dünyada gerçekleşebilecek tüm olayları önceden öngörecek bir güvenlik sistemi kurulmaya çalışılıyor. Örneğin Irak Savaşı'nda henüz gerçekleşmemiş bir eylem, Saddam'ın kimyasal silah kullanma ihtimali, safdışı bırakılmıştır. Yani suç henüz sanalken sistem tarafından gerçek anlamda cezalandırılmıştır. Bu yüzden suçun gerçekten işlenip işlenmeyeceğini asla tespit edemeyeceğiz."

Sistemin, başka bir deyişle "iktidar"ın, güvenliği korumak adına uyguladığı bu "caydırıcı düzen", "eylemsiz bir dünya sistemi" özleminden kaynaklanmaktadır. "İktidar terörü yenmeye çalışırken kendisi bir terör kaynağı olmakta, şiddetin yayılmasına katkıda bulunduğu için terörü meşrulaştırmaktadır. Tüm dünyayı caydırmaya yönelik bu evrensel soğuk savaşta, halk potansiyel terörist olarak görülmekte, böylece tüm iktidarlar tüm halklara karşı işbirliğinde bulunmaktadır." Kısacası, "terör ile ceza arasında bir eşdeğerliğin kurulması sözkonusudur."

Baudrillard konuşmasını "haber dünyası"nın "olay" üzerindeki etkilerine yönelik yaptığı yorumlarla sürdürdü. Ona göre, Irak Savaşı gibi "olay olmayan olay"lar, "haberler" aracılığıyla eşzamanlı olarak tüm dünyaya yayılır. "Haberler, olay üretmeye yarayan bir tezgahtır. Ancak, haberin asıl ürettiği olaysızlıktır, çünkü olaylar soyutlanır. Günümüzde ekonomi nasıl salt paraya indirgeniyorsa, olaylar da salt imajlara indirgenmektedir." Haberlerin olaysızlık yaratmasında, canlı yayının ayrıcalıklı bir etkisi vardır: " Canlı yayın ile olay tözünden ve tarihsel özünden ayrılır, eşzamanlılığa indirgenerek boşlukta kaybolur." Naklen sunulan olaylarda olaya "kısa devre yaptırılmaktadır", çünkü "gazeteciler neredeyse yardım ekiplerinden önce olay yerine gelerek olay spekülatörlüğü yapmakta, olay daha başlamadan bitmektedir." Dolayısıyla günümüz dünyasında olay, "dünya çapına taşınabilen, olay olmayan olay" olarak tanımlanabilir.

ORGANİK VE BİYOLOJİK BİLGİSAYAR
Nurullah AYDIN
15 Aralık 2013
ANKARA



Milyarlarca insanı sanal ortamda birbirine bağlayan internet, bundan 30 yıl önce Pentagon’un kendi bünyesindeki bilgisayarlar arasındaki iletişimini sağlamak için geliştirdiği Arpanet isimli program sayesinde ortaya çıktı.

ABD, şimdi de internet kadar tarihi değiştirecek ve çok daha fazla tartışmaya yol açacak Brain-net isimli bir programı yürürlüğe sokmaya hazırlanıyor.

Gelişmiş Savunma Araştırmaları Proje Ajansı’nca (DARPA) yürütülen çalışmalarda, özellikle ABD Başkanı Obama döneminde gelişme sağlandı. Bu projeler gelişme aşamasında.

Beyin gücü ile kontrol edilen insansız hava aracı dronelar gökyüzünde uçabilir. Ancak bu gelişmeler etik tartışmaları da beraberinde getiriyor. Bazıları ise, beyinleri kontrol edilen ya da kendi iradesi ile hareket etmeyen asker ve makinelerin yer alacağı savaşların bugünün savaşlarından daha acımasız olacağını ve bugün tartışılmayan yeni ahlaki, insani ve etik sorunları ortaya çıkaracağını savunuyor.

Biyolojik bilgisayar; Bir kişi tarafından çözülmesi çok zor olan problemlerin insan beyinlerinin birbirine bağlanması ile oluşturulacak ortak bir beyin gücüyle çok daha kolay bir şekilde çözülmesi amaçlanıyor.

Reuters’ın haberine göre, bilim adamları bu tekniği beyin bağlantısı olarak nitelendiriyor. Pentagona bağlı DARPA’nın projeyi desteklemesindeki asıl amaç ise bu düşünce transferi ve beyin kontrolü teknolojisini insanlar üzerinde etkin hale getirmek.

Pentagon; DARPA programıyla tarihi değiştirecek projeyi yürürlüğe koymaya hazırlanıyor. Zihin kontrolü ve iletişimine dayalı brain-net fareler üzerinde olumlu sonuçlar verdi.

Bilim insanları 15 yıllık araştırma neticesinde; bir beyinden diğerine bilgi yollamanın yolunu buldu. Deneyler neticesinde Brezilya’daki bir farenin düşünceleri internet vasıtasıyla ABD’deki başka bir fareye aktarıldı. ABD’deki kobay, Güney Amerika’dan gönderilen beyin sinyallerini aldığı anda diğer kobayın davranışlarını taklit etmeye başladı.

Bir farenin beynindeki görsel imaj, bağlı elektrodların dışında herhangi bir aracı nesne kullanılmadan diğer farenin beyninde oluşturuldu. Yani iki farenin beyni doğrudan iletişim kurdu. Bu bağlantı kullanılarak gelişmiş organik bilgisayarlar üretmek amaçlanıyor.

Pentagon’un beyin gözlükleri projesiyle bu gözlükleri takan askerin bilinçaltındaki tehditleri bilinç düzeyine çıkmadan tespit etmesi hedefleniyor.

Çalışılan yorulmaz ve uyumaz asker projesi ile beynin uyku gereksinimini kontrol eden bölümlerini geliştirerek askerlerin uzun süre uyumadan görev yapmasını amaçlıyor.

Bugün havaalanlarında kullanılan tarayıcıların yerini alacak sistemle, kalp atışları, bakışlar ya da göz bebeklerindeki en ufak değişiklikler bile algılanacak.

Beyin gücüyle hareket; Bir farenin beynindeki görsel imaj, elektrodlar dışında herhangi bir başka aracı nesne kullanılmadan diğer farenin beyninde oluşturuldu.

Casus böcekler; Gelişmiş sistemlerle beyinleri kontrol edilen robot böceklerin casuslara dönüştürülmesi amaçlanıyor.

Patlama ölçer; Askerlerin maruz kaldığı patlamaları ölçerek, dışarıdan fark edilmeyen yaralanmaları tespit edecek.

Son projelerden biri Beyin yıkama. Nöro bilimle, yabancı halkların düşüncelerini etkileyecek haber ve öyküler oluşturmak.

Proestetik projesinde ise yapay uzuvların beyin sinyalleri ile hareket ettirilmesi planlanıyor.

Türkiye ve İslam dünyasının bilim adamları, nelerle meşgul dersiniz?

Günün Sözü: Bilgiyi kontrol eden, dünyayı da kontrol eder.

Kaynak: https://www.facebook.com/profile.php?id=1377782887&hc_location=stream

ABD’nin ‘akıl hocası’: ‘Halkın birlikte hareket etmesi tehlikelidir!’
Erkan Güçiz »
Ara 04, 2013



‘Hang The Bankers’ web sitesinde, Clark Kent imzalı, 26 Kasım 2013 tarihli yazı şu başlığı taşıyor:

“Brzezinski, “Dünya Çapında Direniş”in Yeni Dünya Düzeni’ne tehlike arzettiğini kabulleniyor”

Küresel sırtlanların akıl hocası Zbigniew Brzezinski* neden korktuklarını açıkça anlatıyor.

“ ‘Halkın kendi iradesiyle yapılan eylemler’in yön verdiği, dünya çapında bir ‘direniş’ hareketi, yeni bir dünya düzenine gidişi bozar. ”

Obama’nın ‘arkasındaki adam’ olarak bilinen Brzezinski, ‘milletin birliği’nin kendileri için tehlike arzettiğini vurguluyor. Ve ‘ne yapmamız’ gerektiği, küresel aktörlerin korkularında dile geliyor.

Onlar, bizim “BİRLİK OLMAMIZDAN” korkuyor. Halkın iradesiyle hareket etmesinden korkuyor. Dil, din, etnik köken, parti, ideoloji, hiçbir şeyin ayırıp bölemeyeceği milli birlikteliğin küresel hesapları bozacağından korkuyorlar…

Ne yazık ki bu korkuyu onların yüreklerine salanlar, BİRLİK olmanın yolunu henüz bulamadılar.

Clark Kent yazısında şöyle diyor:

Polonya'da, yakın zamanlardaki bir konuşmasında, ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, 21. yüzyılın, Amerikan’ın bir “paylaşılan yanılgı” yüzyılı olduğu fikrini hatırlattı. “Radyo, televizyon ve internet gibi anlık kitle iletişim araçlarının” topluca yönlendirdiği, “kitlesel, politik bilincin evrensel bir uyanışı” olan bu ortamda, artık Amerika’nın üstünlüğünü sürdürmesinin mümkün olmadığını belirtti.
ABD'nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı, “dünya çapında halk eylemlerinin büyümesi, sömürgecilik ve emperyalizm çağında hâkim olan yabancıların egemenliğini zora sokuyor” diye ekledi.
Brzezinski, “tarihsel hınçlara sahip ve politik olarak uyanık toplumların, toplumun içinden kaynaklanan direnç hareketlerini, dışarıdan kontrol etmek gittikçe güçleşiyor” diyor.
Brzezinski, bu ifadesinin “halk direniş”in kutlanması değil aksine, bu halk hareketlerinin “dışarıdan kontrol”ünün artık zora girdiği ve bu nedenle “dıştan kontrol”e ‘ağıt’ niteliği taşıdığını söyledi.
Avrupa Birliğini anti-demokratik federal bir süper-devlete dönüştürme taraftarı ENFI (Yeni Fikirler Avrupa Forumu) konferansında Brzezinski, “dışarıdan kontrol” gücünün tehlikede olduğunu belirtti.
Bu bağlamda, Brzezinski, yeni bir dünya düzenini için büyük bir engel olan “halk iradesine dayalı direniş” konusunda ciddi bir uyarı yaptığı ortadadır.
Brzezinski’nin, İki Yüzyıl Arasında: Technotronic Çağda Amerika’nın Rolü başlıklı kitabında, toplumların bir politik elit sınıf tarafından technotronic araçlarla kontrol edilmesini savunduğunu da göz önünde tutmak lâzım.
Brzezinski bu kitabında, “Technotronic dönem, kademeli olarak daha kontrollü bir toplum görünümünü içerir. Böyle bir topluma, geleneksel değerler ile sınırlandırılmamış bir seçkin grup egemen olacaktır. Yakında, her vatandaşı sürekli gözetim altında tutan ve devamlı güncellenen, tüm kişisel verileri içeren dosyaları hazırda tutmak mümkün olacaktır. Bu dosyalar yetkililer tarafından anında ulaşılabilecek durumda olacaktır” diyor.
“Technotronic toplumda düzen, en yeni iletişim tekniklerini kullanan karizmatik ve çekici kişilikleriyle insanların duygu ve mantığını kontrol edenlerin, milyonlarca birbirinden habersiz vatandaşın bireysel desteğini bir araya toplaması gibi görünüyor”, diye yazıyor aynı kitapta.
Brzezinski'nin, siyasi olarak uyanmış kitlelerin etkileri hakkında bu ani endişesi, onların davasına inanmış olmasından değil. Brzezinski, seçkinlerin içyüzünü en iyi bilen kişidir; Üçlü Komisyon (Trilateral Commission) kurucusu, Dış İlişkiler Konseyi (CFR) önderlerinden biri, ve Bilderberg’de de olan bir kişiden sözediyoruz. Brzezinski, Barack Obama tarafından, “Bizim en önemli düşünürlerimizden biri” olarak tanıtılmıştır.

Kaynak:http://www.hangthebankers.com/brzezinski-admits-worldwide-resistance-is-derailing-the-new-world-order/

* Zbigniew Brzezinski, Polonya kökenli ABD'li siyaset bilimci, devlet adamıdır.
Dünyanın en önemli stratejistleri arasında ismi sayılan Brzezinski ABD'de 1977-1981 yılları arasında Jimmy Carter'ın Ulusal Güvenlik Yardımcısı idi.


Kaynak: http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-nin-akil-hocasi-halkin-birlikte-hareket-etmesi-tehlikelidir-t36223.html

Amerika'nın dünyayı dinlediği 4 kulaktan en büyüğü Ankara'dan çıktı

Amerika'nın dünyayı dinlediği 4 kulaktan en büyüğü Ankara'dan çıktı. Gölbaşı'ndaki dinleme merkezinde 70 ülkenin telefonları dinleniyor. Dğer dinleme merkezleri İngiltere'nin başkenti Londra, Almanya'nın başkenti Münih, Güney Kore'nin başkenti Seul'de bulunuyor.

Amerika'nın dünya genelinde dinleme yaptığı 4 ülkeden biri Tükiye. Amerika'nın en büyük dinleme merkezi Ankara'daki Gölbaşı ilçesiden bulunuyor.

Bu çarpıcı bilgi, Türkiye Bilgisayar Mühendisleri ve Programcıları Derneği Başkanı Yılmaz Sönmez'e ait. Vatan'a konuşan Sönmez, Amerika'nın kendi ülkesi haricinde dört merkezde dinleme yaptığını belirtti. Sönmez, bu merkezlerin İngiltere'nin başkenti Londra, Almanya'nın başkenti Münih, Güney Kore'nin başkenti Seul ve Türkiye'nin başkenti Ankara olduğunu açıkladı.

Sönmez, "Bu ülkelerden en kuvvetli ve en çok ülkeyi dinlediği ülke tabii ki Türkiye. 70 ülkeyi kapsayan bir dinleme ağı Türkiye üzerinden geçen fiber hattır" dedi. Sönmez, halktan saklanan bu bilginin tüm istihbarat örgütleri tarafından bilindiğini vurguladı. Ankara'daki dinleme merkezinin de Gölbaşı'nda olduğunu kaydetti.

Sönmez, "Türk Telekom’un dünyanın en büyük Data merkezini Gölbaşı’nda kurması manidar. Türk Telekom da sözde Lübnanlı birilerinin alması ve CIA'da çalışmış mühendislerin burada çalışması da manidardır" ifadelerini kullandı.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Oca 29, 2015 11:44 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ekm 26, 2014 10:14 pm    Mesaj konusu: VATANI İŞGÂL VE BÖLME SALDIRISI OLARAK; TELEGRAM Alıntıyla Cevap Gönder

TİLKİ GÜNLÜĞÜ’NÜN İZİNDE 16 AĞUSTOS – DEVAMI YARIN
Faik IŞIK
16 Ağustos 2017



Tilki Günlüğü’nün bu son günü…

Yarın yeni bir başlangıç ve devam…

Hemen “Vâridât: Yarınlara Notlar” kısmından şu satırları paylaşayım:

“Mehmet Fatih Aydın, Ender Erdem, Şaban Çavdar, Gürsel Avcı, Ramazan Güngör, Baki Aytemiz, Harun Akdere, Şamil İğde, Olcay Oğuz, Mehmet Şahin… 21 Ağustos 1995 tarihli, DGM’deki duruşma… Ali Osman da… Televizyonda görüyorum… Beklediğim gibi haykırıyor:

– “İşkenceciler ve onlara prim verenlerle, göz yuman ve onları cesaretlendirenler, ben ve benim gibi binlerce vatan evlâdı arasında kan vardır!.. Ve bu kan, İlâhî adaletin tecellisiyle kanla temizlenecektir!.. Eğer bizim kadınlarımız ve çocuklarımız ağlıyorsa, onlarınki de ağlayacak!.. Eğer bizim analarımız babalarımız, çekilen bu acılara dayanamayıp felç oluyor, ıstıraplar içinde kıvranıyor ve vefât ediyorsa onların da anaları ve babaları, hattâ ve hattâ sülâlelerinde yediden yetmişe herkes bu acıları tadacak!”

Adımlar Platformu Başkanı Sayın Ali Osman Zor’un, o gün DGM’de, DGM heyetinin şahsında rejimin işkenceci karakteri ve işkencecilerine karşılık haykırışı böyleydi…

Bu günlerde işkence haberleri yine meydan yerini tutmaya başlamışken, şubelerden, cezaevlerinden, Doğu’dan 80’leri, 90’ları aratmayacak işkence haberleri gelmekteyken, en önemlisi de TELEGRAM işkencesi kesintisiz olarak uygulanmaya devam ediliyor.

İşkence ve işkencecilere karşı Sayın Ali Osman Zor’un 1995’teki haykırışını ayniyle sahiplenmeye devam ediyoruz!

TELEGRAM’la “Remz Şahsiyet”i hedef alan ve “Remz Şahsiyet”in şahsında da bütün bir insanlığı hedef almış olarak bütün bir insanlığı yok etmek isteyen insanlık düşmanları ve onlara yardım eden, onları cesaretlendiren, onları görmezden gelen bütün etkili ve yetkili zevat da –en tepeden en alta kadar tamamı– bu işkencenin ortağı olarak lâyık oldukları muameleyi göreceklerdir.

Kumandan Mirzabeyoğlu’nun zihnini kontrol etme gayesi güden TELEGRAM işkencesi karşısında etkili ve yetkili zevatın ne düşündüğü ve neler yaptığı meçhul (!). İşte, onlar da bu seyredişleri ile işkencenin ortağı oluyorlar. Tabii doğrudan katkı vermiyorlarsa… Pozisyonları net olmasa da, hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar, son tahlilde ve en azından Sayın Ali Osman Zor’un “göz yumanlar, cesaretlendirenler” tasnifi içinde işkencecilerden oldukları kesin…

“Asıl”a sahip olunmadan parçalara sahip olunmuş sayılmayız.

“TELEGRAM”, anti-emperyalist mücadelede bir “asıl” ve yukarıdaki tasniflerde belirtilen unsurlar da TELEGRAM “asıl”ının ışığı altında değerlendirilmek kaydıyla Kumandan ve İBDA’ya karşı aldıkları tavırlarla yerli yerine oturur. Yoksa öyle mihraksız bir şekilde, o onu yaptı, bu bunu yaptı filân diyerek mücadele olmaz; mücadelenin dost ve düşman kutupları tayin edilemez. Bunu böyle yapmaya kalkan da cevap veremediği suallerin karşısında komik duruma düşmekten, mücadeleyi çarpıtmaya ve hedefinden saptırıcı hain olarak damgalanmaya kadar neler ve nelerle karşı karşıya kalması kaçınılmaz olur. Mücadele açısından en büyük tehlikeyi, düşmanı doğru hedef alamayışlarındaki ahmaklıklarıyla düşmanı –işkencecileri– cesaretlendirenler teşkil eder.

İşkencecilere göz yuman etkili ve yetkililer, etkili ve yetkililere ses edemeyen, etkili ve yetkilileri “asıl” olan işkence-Telegram karşısındaki tavırları ile değil de parçadaki gûya müsbet tavırları üzerinden değerlendirerek, işkenceyi-Telegram’ı görünmez kılmaya çalışanlar…

Kumandan, “Devamı Yarın” demiş; evet, mücadele devam ediyor…

Kaynak: Adımlar dergisi

VATANI İŞGÂL VE BÖLME SALDIRISI OLARAK; TELEGRAM
Aydın Kalkan
25 Ekim 2014



“kimlerin yüreğine kabus gibi çöktüğümüz belli”
K.S. Mirzabeyoğlu


Geçtiğimiz haftalarda “dinleme skandalı” şeklinde haberleştirilen, Almanya’nın Türkiye’yi dinlediği yönündeki haberler, ancak birkaç gün gündemde kalabildi.

Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere hükümet temsilcilerinin ilgi göstermediği, daha doğrusu geçiştirdikleri bu konu, Anadolu’nun temel problemini, gizlenen gerçeğini gün yüzüne çıkaran bir hadiseydi kuşkusuz.

Neydi o gerçek?

İşgal altıntayız!

Anadolu, Hıristiyan-Yahudi Batılı güçler tarafından tam bir kontrol altında tutulmak isteniyor ve bunun için son derece pervasız ve cüretkâr davranıyor yıllardır.

“Bir kurumu temsil iddiasında olanla, kurum arasındaki fark” davası bir yana, geniş mânâsıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm bakanları, Başbakan, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanı’nın Batılı istihbarat örgütleri tarafından dinlendiği yönündeki haberler ilgililerine sorulunca, muhatapların sürekli geçiştirici cevaplar vermeleri dikkat çekiciydi.

Belli ki bu dinleme skandalı, dinleyen ve dinlenenler açısından gayet tabiî bir prosedür hâlini almış bir uygulamaymış. Öyle ki, Batı Medyası’nda fırtına etkisi yapan konuyla ilgili sorulan sorulara Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Büyük devletler diğer devletleri dinler” şeklinde cevap veriyordu…

Dinlemenin Gayesi

İstihbarat Örgütleri, “Örümcek Ağı Örgütleri” olarak hedef kişi, topluluk veya ülkeyi tanıma, kontrol altına alma, yönlendirme, yönlendirilemediği noktada kendi lehine olacak şekilde dönüştürme veya parçalayıp bambaşka bir biçime sokma ve nihâyet yok etmeye dönük; siyasi, sosyal ve iktisadi tüm faaliyetler hakkında doğru bilgiyi elde etme, bu bilgileri yine doğru bir şekilde değerlendirip doğruca bir tarzda harekete geçmek şeklindeki safhaları kapsayan bir savaş aracıdır.

İstihbarat ile ilgili şöyle bir denklem kurulur genellikle: İstihbarat = Bilgi + Değerlendirme.

Dolayısıyla İstihbarat’ın gayesi olan hedefe hâkimiyet kurma, hasmını ağ içine alma, ancak hakkında bilgi elde etmeyle olur… Değerlendirilecek bilgi elde edilememiş her hedef, İstihbari birimler için meçhul ve dolayısıyla ne yapacağı bilinemeyen korkutucu bir düşmandır.

Türkiye’ye Atılan Ağlar

Amerika, İsrail başta olmak üzere İstihbarat Örgütlerinin Türkiye’de büroları olduğu hükümet çevrelerince söylenmiş bir gerçektir. Hattâ bu büroların Türkiye içinde operasyonlar ve soruşturmalar yürüttükleri de açıkca ifâde edilen gerçeklerden…

Aslında Aytunç Altındal’ın “Türkiye, sadece son zamanlarda değil, son 200 yıldır casusların, ajanların, askeri istihbaratçıların cirit attıkları bir bölgedir.” şeklinde ifâde ettiği; yabancı-düşman İstihbarat örgütlerinin Türkiye’de faaliyet yürüttükleri gerçeği yanında, özellikle son 30 yıldır, bu örgütlerin bütün imkân ve kabiliyetleriyle ortaya koydukları stratejik mücadelelerinin de merkez üssü olarak Anadolu’yu hedef tahtasında gördükleri bir gerçektir… Artık bir bedahet ifâde eden bir diğer gerçeği hatırlatır bu;

“Dünyada en çok istihbarat ajanının bulunduğu coğrafya Türkiye’dir!”

Büyük Örümcek Ağı

Bölgemizde gerçekten Milli bir istihbarat teşkilâtı tesis edilemediği için, yabancı İstihbarat teşkilâtlarının kendi aralarında bir rekabet olduğu görüntüsü veren yasadışı faaliyetlerinin, aslında nihâî olarak tek elde toplanan verimler olduğu gerçeğini de ifâde etmek gerekmektedir.

Bu çerçevede, İsrail’in Mossad’ı, Alman BND’si, Fransa’nın DGSE’si, İngiliz’in MI6’sı… Hepsinin yürüttükleri faaliyetler ve elde ettikleri istihbari verilerin toplandığı ve aktığı tek bir nokta-merkez üssü vardır. O da bütün bu ülkelerin de ağabeyliğini yapan, onlar için ve onlar adına dünyanın Jandarmalığını üstlenen Amerikan istihbarat örgütleridir. Ve bunların da bir nevî çatı örgütü olan National Security Agency (NSA)…

İstihbarat elde etmenin ve bu çerçevede kurulan örgütlerinin “hâkimiyet kurma” gayesi ve bu gayelerinin Batı Dünyası’nı temsilen yürütücüsü olan ABD, bütün İstihbarat örgütlerinin elde ettikleri verileri kendi elinde toplarken, bu verileri kullanım biçimleri değişiyor…

Kukla İstihbarat

Batılı İstihbarat örgütlerinin hâkimiyeti “lider ülke” olarak ABD’de görmesi ve bu çerçevede “istihbarat paylaşımı” adı altında ABD lehine bilgi akışı sağlaması yanında, daha da kritik öneme hâiz bilgilerin bizzat Doğulu İstihbarat örgütleri üzerinden elde edildiği de bir diğer önemli gerçek.

Arabistan, Ürdün, Katar ve BAE başta olmak üzere Arab ülkelerinin bir çoğunda faaliyet yürüten “yerli” istihbarat örgütleri, sebeb oldukları netice itibariyle tamamıyla topraklarına yabancıdır… MİT için de söylenebilecek olan bu gerçek, içerisindeki yerli ve samimi unsurların “bağımsız bir istihbarat” yolundaki bütün emeklerini Batı’ya peşkeş çeken Hükümetler, yani sorumlu Siyasi İrade tarafından yürütülmektedir; “ikili antlaşmalar”, “bilgi paylaşımı”, “teknolojik destek ve altyapı antlaşmaları” ve saire… İşbirlikçi hükümetler tarafından ABD bölgemizdeki hâkimiyenin devamlılığı için yapılan bu çalışmalar, Türkiye başta olmak üzere, bütün İslâm Coğrafyası’nın ABD hâkimiyet alanı içinde değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Batı’ya içimizdeki işbirlikçiler tarafından verilen bu “hâkimiyet iradesi”nin çarpıcı örnekleri ve itirafları vardır.
Meselâ çıkarılan yasalarla FBI adlı Amerikan iç istihbrat örgütü, rahatlıkla Türkiye’de operasyon düzenleyebilme ve soruşturma yürütme hakkına sahiptir. Hatta geçtiğimiz yılın 1 Şubat’ında Amerika Büyükelçiliği’ne DHKP-C savaşçıları tarafından bir fedâ saldırısı düzenlenmesi üzerine dönemin Başbakanı Erdoğan, “FBI bu konuda ülkemizde emniyet birimlerimizle birlikte bir soruşturma yürütmektedir. FBI, iktidarımız boyunca ülkemizde 42 farklı soruşturma yürütmüş ve bu konuda kendilerine gerekli kolaylıklar sağlanmıştır” şeklinde açıklama yapmış ve ilk defa bu ilişkiler hakkında resmi rakamları beyan etmiştir.

FBI’ın Türkiye’de elde ettiği bu haklar, Anadolu’nun ABD’nin hâkimiyeti altında bulunduğunun bir göstergesi kabul edilebilir. Bir ülkenin, başka bir ülkede kendi iç hukuku doğrultusunda operasyon yürütebilmesinin mânâsı ancak budur. Tabiî “Millî İrade” oyunuyla gelenlerin temsil ettikleri iradeyi başkalarına (ABD’ye) devretmeleri, Anadolu’yu sessiz-sedâsız bir Kuşatma içine sokmaları, İktidarın pozisyonunu tayin açısından gözlerden kaçırılan en önemli gerçeklerden birisidir.

Diğer Unsurlar

Ülkemizde Yabancı-Düşman istihbarat örgütlerinin açık büro faaliyeti yürütebilecek kadar rahat olması, “istihbarat”ın sadece bu yasadışı örgütlerin faaliyetleriyle yürütüldüğü mânâsına gelmiyor kuşkusuz.

Batı’nın sistemli, araştırmacı ve tahlilci yapısı gereği istihbari bir veri olarak değerlendirdiği bilgilerin büyük bir kısmı, “araştırma şirketleri” kılıfı altında yığınların kannatlerini elde etmek, bölge bölge, şehirden mahalleye ve hattâ tek tek fertleri fişlemek üzerine faaliyet yürüten “yasal” kuruluşlardan sağlanır. Demokratik rejimlerin ana unsurlarından sayılan bu örgütler, istihbarat örgütlerince Sivil Örümcek Ağı olarak isimlendirilirler… Bir çok “Sivil Toplum Kuruluşu” kılıflı yapılanmaların yürüttükleri çalışmalar, bu şekilde değerlendirilebilir. Bu çerçevede özellikle Batılılaşma’nın ülkemizdeki pratik düzenlemelerini sağlayan Avrupa Birliği – TC Hükümeti ilişkilerinin diğer sac ayağı olarak AB destekli “Sivil Toplum Örgütleri”nin faaliyetleri unutulmamalıdır.

Türkiye’de Batı karşıtı muhalif bir çizgide kalem oynatan bir çok ismin üzerine yazdığı, dikkat çektiği bu tip “yasal kılıklı” yasadışı istihbarat merkezlerinin yanında, asıl kişilere yönelik operasyonel saldırıların da ifâ edildiği düşündürebilecek “insanî” görünümlü kuruluşlar gözlerden kaçmaktadır.

Yabancı ve “Yerli” Özel Hastahaneler

Başta Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na 16 yıldır uygulanan biçimiyle TELEGRAM Saldırısı olmak üzere, bir insanın en temel ve biricik mahremiyet sahası olan fizikî ve ruhî sağlığı hakkında elde edilen bilgiler ve o bilgilerle toplumun öncü şahsiyetleri üzerinde hâkimiyet kurma ve gerekli görüldüğü hâllerde yok etme… Yabancı ülke adlarıyla faaliyet gösteren hastahanelerin tamamı için geçerli olan bu duruma yönetimi yerli isimlerden oluşan “yerli” hastahaneler içinde geçerli.

Özetle Türkiye’de istihbarat, hâkimiyetin kendisinde görüldüğü “süper güç”e yakın olunulduğu nisbette iktidara gelişin manivelası olmuştur. Bu çerçevede son otuz yıldır ülkemizde iktidarların geliş ve gidişlerinde, geleni parlatma (sırasıyla “Cuma namazını kılan adam”, “halkçı”, “Belediyeci”, “ekonomiden anlar” ve “mağduriyet”) ve gideni ise itibarsızlaştırma (Amerikancı, hırsız, çeteci, kemalist, bankaların içini boşaltan, ülkeyi krize sokanlar) şeklinde yürütülen propaganda; gelendeki sahte müsbet ve gidenin yıllarca yaşattığı gerçek menfilik öne çıkarılarak yapılmıştır. Fakat özellikle 2000 sonrası daha grift tekniklerin kullanıldığı bu parlatma ve itibarsızlaştıma operasyonlarında rakip görünenler şantaj kasetleri ve yakın görünenler de uluslararası mizansenlerle ön plâna çıkarılmıştır.

İstihbaratın Özü

-“Sarı saçlı, mavi gözlü adam bir taraftan piposunu çekiştiriyor, diğer taraftan da yarı Türkçe yarı İngilizce kelimeler kullanarak karşısındakilere derdini anlatmaya çalışırken şunları söylüyordu: “Siz Türkleri anlamak mümkün değil. Nasıl oluyor da bir İslam Devrimi’nin eşiğinde olduğunuzu göremiyorsunuz!”… Sözlerin sahibi, Andrew Craig adlı bir Amerikalı idi. Ülkesinde Türkiye ile ilgili doktora yapmıştı ve kendini tam bir Türkiye uzmanı sayıyordu. Elinde tuttuğu dergide, gazlı “yeşil” kalemle altını çizdiği satırları Türk dostlarına gösteriyor ve böylece telaşının boş olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu. Amerikalı oryantalistin elinde tuttuğu dergi, son yıllarda BÜYÜK GELİŞME GÖSTEREN İslami yayınlardan biriydi ve Necip Fazıl’a yakın bir İslâmcı İdeolojiyi savunduğu bilinmekteydi. Altı çizili satırlarda ise şu görüş ileri sürülmekteydi: İslâmî dünya görüşüne bağlı bir tarih ve hâl muhasebesi yaptığımızda, içinde bulunulan dönemde Türkiye’de büyük bir İslâmî zuhur gerçek bir İslâm İnkılâbı bekleniyor!” (1)

11 Ocak 1987 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde habere konu olan İslâmcı İdeoloji İBDA ve “Oryantalist”i paniğe sevkeden dergi de TAVIR’dır…

Batılı’nın neye ne gözle baktığı ve değerlendirdiğini gösteren bu sahne, aslında Batı’nın Türkiye’ye bakışının da harikulâde bir göstergesidir.

Soğuk Savaş dönemi boyunca iki kutuplu istihbarat savaşlarının merkezi olan Türkiye, Rusya’nın dağılmasını takiben “tek güç” ABD’nin rakipsiz nüfûz alanı olmuş ve Özal ile birlikte tüm unsurlarıyla coğrafyamıza kurulmuştur… 1990 yılında Saddam’ın çıkışıyla bu çalışmalarını verimlendirmek isteyen söz konusu istihbarat örgütleri ve bu örgütlerin verdiği güvencelerle harekete geçen Turgut Özal, Irak’a saldırı için Türkiye’nin Güney Doğusu’ndan bir cephe açmak istemiş ve “1 koyup 3 alacağız!” diyerek Türkiye’yi iknâ etme kampanyasını başlatmıştır.

Yukarıda “istihbarat” kavramı çerçevesinde kaydettiğimiz bütün faaliyet alanlarıyla harekete geçen yabancı istihbarat kuruluşları ve yerli görünümlü işbirlikçileri “Canavar Saddam” edebiyatıyla kamuoyu algısını yönlendirmek ve böylece, en azından Saddam’a destek verilmemesi noktasından Anadolu halkını pasifize etmek için, tam bir seferberlik mantığı içinde çalışmışlardır.

Bir benzerini 2003’te ve şu ân IŞİD vesilesiyle günümüzde yaşadığımız bu “canavarlaştırma” şeklindeki algı operasyonunu boşa çıkartan ve Batı’nın bütün hesapları bozan çıkış o dönem İBDA’dan gelmiştir: 25 Ocak 1991 tarihinde İstanbul merkezli Cuma gösterileriyle büyük bir zuhur hâlinde gerçekleşen eylemler bütün Anadoluya yayılmış ve bütün ezberleri bozmuştur… Bu mânâda 25 Ocak 1991, Dünya çapında gerçekleştirilen saldırıya, aynı çapta verilmiş bir karşılıktır.

Bütün “İstihbarat” faaliyetlerini boşa düşüren ve bütün plânlamaları bozan bu çıkış 91 Irak Saldırısı’nın bütün seyrini değiştirmiş ve günümüze sarkacak şekilde zamana yayılan Irak İstiklâl Savaşı sürecin önünü açıcı olmuştur…

Hedef Mirzabeyoğlu ve İBDA

Batılı oryantalistin gördüğünü tabiî ki Türkiye’deki istihbarat örgütleri görmekte ve durumu merkez karargâhlarına bildirmekteydiler. Bu çerçevede “son yıllarda büyük gelişme gösteren” İBDA’ya karşı oluşturulan “Yeşil Kuşak” projesi, ilk uygulama olarak (daha yeni yeni Batı ajanı olmakla suçlanan) “paralel” cemaatin lideri Gülen’in, İBDA’ya karşı İslâmcılar içerisinde fitne ve düzene baskı altına alınması için ispiyonlama biçimindeki saldırılarıyla olmuştur. Gülen Cemaati’nin çıkışı, İBDA düşmanlığıyla olmuştur. İBDA’cıların öncülüğünde başlatılan 1986 tarihli Türban Eylemleri’ne katılanlar için “çarşaf giymiş provokatörler”, “Devlete karşı ayaklanılmaz” şeklinde vaazlarıyla ekmek istediği fitne tohumları, İBDA’nın pervasız çıkışları karşısında etkisiz kalmıştır.

25 Ocak 1991 Cuma günü ilk kurşunun atılmasıyla ürken Özal, “Savaşa girmemizi istemeyen güçler var” diyerek İBDA’yı hedef göstermiş ve bizzat verdiği talimatla Salih Mirzabeyoğlu ve bir çok İBDA bağlısına operasyon yapılmasını sağlamıştır.

İBDA’nın Batılı güçler nazarında topladığı bu ilgi, asıl Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun “Körfez Krizi” etrafında verdiği bir dizi röportaj ve bölgenin dinamiklerini altüst edecek potansiyeli müjdeleyen “Kürt Meselesi” ile ilgili röportajıyla korkuya dönüşmüştür… Batı ve işbirlikçileri tarafından “çözümsüzlük” olarak gösterilen bütün meselelerin çözümünü kendisinde gösteren, “çözüm” diye dayatılan bütün projeleri de bedihî ifâdelerle reddeden ve bunu büyük bir itminan hissiyle yapan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, Batı için Esas Düşman ve Gerçek Hedef olmuştur.

İslâmcı partiler tarafından “ben gelmezsem İBDA gelir” denerek Batı’dan kabul görmeye kadar gidilen bir dönemde İBDA Mimarı ve bağlıları, Düzenin Küfür Yobazı karşısında gösterdikleri dik duruştaki samimiyetleri sayesinde bütün Batı karşıtlarının hayranlığını toplarken, Batı ve Batıcıların öfkesini kazanmaya devam ediyorlardı.

Özellikle 28 Şubat Dönemi denilen süreçte Türkiye’deki bir çok cemaat lideri ve önde gelenlerine karşı suikast ve binlerce müslümanı zindana atma teşebbüsü karşısında “İslâmcılar silaha sarılacak” korkusu veren İBDA, o dönemde İslâm haysiyet ve şerefini tek başına omzunda taşımıştır.

Bu uğurda onlarca İbdacı şehid olmuş, binlercesi işkence görmüş ve bir o kadar İbdacı da günümüzde de devam eden bir işkence hâlinde zindanlara alınmıştır.

Türkiye’de 28 Şubat Dönemi’nde Esas Düşman ve Gerçek Hedef olarak saldırılara maruz bırakılan ve buna göğüs geren İBDA, İslâm Düşmanı – Batıcı düzen sahiplerini etkisizleştirmiş ve 1999 yılında karşı taarruza geçmiştir.

1999 Kurtuluş Yılı ilânına Anadolu insanının büyük teveccühü dolayısıyla, eskiyen düzen sahiplerinin nefret çeken yobazlıklarıyla düzeni devam ettirmenin mümkün olmadığını -gayet tabiî olarak- tahlil eden Batılı mihraklar düzenin yumuşak bir geçişle İBDA’yı andıran, fakat daha Ilımlı ve Batıcı söylemlere sahip bir “İslâmcı” anlayışa devrini mümkün kılan operasyonları yürüttüler.

Bu operasyonun “yumuşak bir geçiş olması” zarureti, operasyonun tamamıyla istihbari bir nitelik taşıdığını da gösterir. Zira, andırır şekilde de olsa “devrimci” gibi algılanabilecek değişim, altından yine İBDA’nın çıkması gibi sürprizleri doğurabileceğinden, buna izin verilemezdi.

Bu çerçevede 25 Ocak 2000 “Noel Baba Saldırısı” ile başlayan süreç, İBDA Mimarı için TELEGRAM İşkencesi’nin başladığı tarih olmanın yanında, saldırının yaptırıldığı Ecevit Hükümeti’nin de tersinden bir operasyonla iktidardan uzaklaştırıldığı bir operasyonunun başladığı dönemdir.

Örümcek Ağına Alma ve Parçalama

İBDA’nın düzen karşısında verdiği çileli mücadele, yeni kurulacak İslâm görünümlü bir partiye zemin oluştururken, İBDA’nın fethettiği alanlar bu partiye “kazanım” olarak makyajlanıyordu.

Bu sırada Bülent Ecevit hükümeti tam bir mizansen hâlini alan bir darbe ile yıkılıyordu: Bizzat Ecevit’in özel bir hastahane marifetiyle önce hastalanması, hastalığının azdırılması ve nihayet ölümüne uzanan bir süreçte yürütülen “Devleti temsil edemez zavallı adam” algısı; ardından gelecek olan “dik duran başbakan” imajı için yürütülen; yukarıda bahsettiğimiz istihbari süreçlerin tümünün tatbik edildiği ibretlik bir süreçtir.

Artık Türkiye “maksadı dinmiş gibi görünen bir iktidar” eliyle, Batı’nın en cüretkâr operasyonlarını dahi yürütebilecek bir teselliye kavuşmuştur; “28 Şubat bitti!”, “iktidar müslümanlarda”…

Batıyı coğrafyamızda düzenleyeceği operasyonlar için şevklendiren yeni iktidar, Batı’ya Büyük Ortadoğu Projesi’ni ilhâm etmiştir…

Düzen düşmanı Mirzabeyoğlu’nun TELEGRAM Ağı’na alındığı, Telegramcıların “parça parça bölmek” dedikleri biçimde işkencelerini tatbik ettikleri bu dönem, aynı zamanda başta Anadolu olmak üzere, bütün bir İslâm Coğrafyası’nın bir ağ içine alındığı ve parça parça bölünmesine karar verildiği Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi dönemdir…

TELEGRAM Mirzabeyoğlu’na ve O’nun şahsında İslâm Coğrafyası’na

Batı’nın esas düşman olarak hedef aldığı Sembol Şahsiyeti nasıl tesbit ettiğinin misâlini Andrew Craig misâlinden verdik. Batı, fikre değer vermiş ve “hakikati bir kişi bulur, milyonlara tasdik ettirir” ölçüsünü kabul edici bir strateji izlemiştir daima. Bu çerçevede Mirzabeyoğlu’nun eserlerinin Batı’da didik didik edildiğini tahmin etmek zor değil… Nitekim, ilk olarak alt başlığı “İktidar, Siyaset, Hareket” olan “Bütün Fikrin Gerekliliği” ve ardından kaleme aldığı “İdeolocya İhtilâl” adlı eserleri Batı dünyasını paniğe sevketmekte yeterli olmuştur… Bu çerçevede Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu Halk İhtilâli tezi karşısında Batı, “Turuncu”, “Kadife”, “Bahar” adlarıyla, süreç içinde şahid olduğumuz, neticesi Demokratik Rejime çıkan “Batıcı Devrimler” şeklinde antitezini ortaya atmıştır. Batı, bu “sulandırılmış devrimler” konusunda medya gücü başta, algı yönetiminde pek zorlanmamış ve daha da ileri bir hamleyle, cihad eden müslümanların cihadına kendi stratejisini yerleştirebilecek kadar pervasızlaşmıştır…

İBDA’nın, “denenmemiş tek nizâm” olarak, 25 Ocak 1991 ve 1999 Kurtuluş Yılı taarruzlarıyla niyetini ve potansiyelini açık eden çıkışları Batı’yı ürküttüğü nisbette, düşmanlığını çekmiştir. Batı emperyalizminin Sovyetler’in yıkılmasından sonra ortaya attığı “Yeni Dünya Düzeni” tezi (günümüz “Yeni Türkiye”sini hatırlatan bir yönüyle) daha ilk çıkışıyla Irak ve Anadolu’da çökmüş ve bu çöküşün sorumluları cezalandırılmak istenmiştir. Üstelik Batı’nın projesinin karşısına 95 yılında yayınlanan eseriyle karşı çıkmıştır: Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-

Bu çerçevede yaşanan süreç içerisinde Şehid Saddam ve Şehid Usame Bin Ladin perde önündeki düşmanlar olarak hedefe konmuşken, Kumandan Mirzabeyoğlu, Kartal’da tek kişilik hücreye konularak, kurduğu fikir sistemiyle birlikte teslim alınmak istenmiştir.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun İslâm Coğrafyası’nı Temsil plânında ve Merkez Anadolu coğrafyasında ortaya çıkması, Devlet plânında gerçekleşmeden Batı tarafından farkedilmiş ve hedef alınmıştır… İslâm Âlemini didik didik eden Batı, Mirzabeyoğlu’nun bir çok eserinde ifâde ettiği temel fikri görmüş ve ürkmüştür:

“Fertte toplu topluluk hakikati”nin ÜMMET hâlinde hayırlılarından sonra, münzevî topluluklara ve fertlere doğru çekilmesi… Zamanımızda ÜMMET olarak bu durum nedir ayrı mesele, ÖRNEK ÜMMET’in gölgesinin uzandığı, yâni Allah Resûlü’nün gölgesinin uzandığı bir devirdeyiz; Zamanın gayesi olan O’ndan sonra, tersinden veya düzünden yine O’nu isbatlayan bir devir… İslâmı eşya ve hâdiselere tatbikten bahsedilirken, Büyük Doğu-İBDA dışında hiçbir kişi ve zümrenin asıl ihtiyacı işaretleyemediği bir devir. Yenilemeden kasdının ne olduğu belirsiz dünyadaki örneklerine hiç benzemeyen, İdeolocya Manzumesi hâlinde “İslâma muhatab anlayışı yenileyen” tek – biziz.” (2)

Araştırmacı Ömer Özkaya’nın “Mirzabeyoğlu sembol bir şahıs olduğu için hedef seçildi” dediği bu hakikati Batı da tersinden takdir etmiş ve hasmı kabul ettiği Salih Mirzabeyoğlu’na yüzyılların verimi hâlinde elde ettiği ilim-bilimlerle saldırmıştır. Mirzabeyoğlu ise fikrinin arkasında sonuna kadar durarak, hayatını ortaya koymuş ve tek başına verdiği bu savaşı başlatmıştır…

Bu süreçte Batı’nın Mirzabeyoğlu’na olan düşmanlığını da aşan bir şirretlikle kendisine saldıran ve hayatına kasteden “yerli” unsurların çeyrek zekâları bir yana, Batılı, Mirzabeyoğlu karşısında artık çatlatıcı bir merak duygusundan kendisini alamıyor kanaatindeyiz.

“Acaba bu adam ne yapmaya çalışıyor?”

“Hedefi ne?”

İBDA Mimarı’nın günümüzde dahi sürmekte olan bu işkence boyunca kaleme aldığı eserler, Telegram’ın hem sebebi ve hem de neticesinin Batı açısından bu sorulara cevap bulma merakıyla yapıldığını da düşündürmüyor değil.

Sistem içinde olan her siyasi hareket ve lideri kontrol altındayken, Mirzabeyoğlu bir türlü bu sisteme entegre edilemiyor. Hiçbir sözünü “sistemin içinden” söylemiyor… Dolayısıyla pratik olarak ne yapmak istediği hayretle merak uyandırıyor.

Batı ve Telegramcılar okuyor okuyor anlayamıyor… Yazdığı eserlerden ibaret olmadığını anladıkları için, artık Kumandan’ın yazdıkları değil, yazdıklarının “toplamından fazla” olan yapacakları, onları daha da meraklandırıyor… “Mirzabeyoğlu’nun ‘Öz’ünde ne olduğu?” sorusu…

Hani, İBDA Mimarı’nın kendisinin dahi bilmediğini ifâde ettiği, “gerçekleşmelerle ortaya çıkacak olan” Tarihi Misyonu… Sahteleri üretilen, ancak yine de tüketilemeyen Misyonu…

Üstad’ın kaleminden “Tarih Muhasebemiz” ve Kumandan’ın ortaya koyduğu “Terkibi Dava Şeması”, artık Batı için de bedahet ifâde eden şu hükmü davet ediyor:

“İstikbâl İslâmındır!”

Batı, Mirzabeyoğlu’na karşı TELEGRAM silâhını kullanmakla bu beklentisinin adını da koymuş oluyor:

“İstikbâl İBDA’nındır!”

Ve Batı, tam da böylesi karışık duygular içinde bütün insanlığın Mirzabeyoğlu’na muhtaç olduğunu hâl diliyle ifâde etmekte…

Burada bir “sempati”den ziyâde, yüzyıllardır tecrübe ettiği ilimler tarihi boyunca tatbik ettiği şekliyle bir şeyi kavramanın onu kıstırmak ve anlamanın da parçalamakla mümkün olduğu zannı vardır… İBDA Mimarı’nın ruhunu ele geçirmek gayesiyle bütün tarihi birikim ve ilmi tecrübeleriyle kendisine saldıran Batı, savaşın taraflarını ortaya koymuştur: İBDA = ABD

Ve bu savaşın adı da “Ruh ve Madde’nin Savaşı”!

İBDA’ya karşı verdiği bu savaşta Batı ve Batıcıların nasıl bu kadar pervasızca TELEGRAM İşkencesini tatbik edebildikleri sorusu, Türkiye Cumhuriyeti’nin “bağımsızlık” problemidir.

Bu noktada Türiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne Düşen Borç;

Günümüzde tüm eğitim kurumlarında farklı biçimlerde okutulmakta olan; “hayata renk katan farklı yeni buluşlar” olarak bir çok yönüyle medyada haberleştirilen; konuyla ilgili bütün akademisyen ve İlim adamlarının hakkında doğrulayıcı beyanatlar verdiği; MİT, TÜBİTAK ve MKE gibi kurumlarda bizzat tatbik sahası bulan bu TELEGRAM İşkencesini deşifre etmek…

Ve Ancak devlet eliyle ortaya çıkarılabilecek bu saldırının önce resmi olarak kabulü ve ardından bütün delilleriyle bu saldırının failleri ve biçimlerinin deşifre edilmesidir.

Saldırının Devlet imkânlarını da istismar edebilen çevrelerce gerçekleştirildiği ortada. Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun bu imkânlara sahip olmadığı, dolayısıyla delilleri elde edebilmesinin mümkün olmadığı zannıyla yürütülmeye devam eden bu saldırı karşısında Salih Mirzabeyoğlu’dan beklenen nedir?

“Elleriyle elektromanyetik dalgaları kavraması” ve size bu “harika”yı göstermesi mi?

Bu çilenin, Mirzabeyoğlu için ayrı bir işkence olduğu ve TELEGRAM Saldırısının pervasızlığının da buradan ileri geldiğini hatırlatarak başa dönelim:

“Türkiye dinleniyor” haberleri…

Geçmiş dönemler boyunca medya eliyle yürütülen algı şekillendirmesi operasyonları, “dinleme” haberlerinin su yüzüne çıkardığı günümüzde çok daha sofistike yöntemlerle yürütülmekte.

17 ve 25 Aralık’ta saldırıya uğradığını ifâde eden ve “hedef bana ulaşmak” diyen Erdoğan, hemen ardından Dışişleri Bakanı Davutoğlu, MİT Müsteşarı Fidan, MİT’ten Sinirlioğlu ve Genelkurmay’dan Güler’in Suriye üzerine yaptıkları gizli toplantıların nasıl olup da sızdırıldığını bir türlü anlayamamış görünüyorlar.

Dönemin Başbakan ve Dışişleri bakanının hayretle kurmaylar ve uzmanları görevlendirdiği ve üzerine gittikleri konu, aslında bizzat Salih Mirzabeyoğlu’nun 16 yıldır tek başına savaştığı TELEGRAM ile alâkalıdır da… Görüşme yaptıkları ve Jammer (Sinyal kesici cihazlar) kullanılan özel odalar hakkında soru sordukları uzmanlar “sinyal kesici cihazların yeterli olmadığını, tüm güvenlik önlemlerine rağmen ‘sağır oda’ olarak nitelendirilen özel mekanların dahi belirli yöntemlerle dinlenebildiğini” söz konusu haberlerde öğrendiğimiz kadarıyla ifâde etmişler sayın Başbakan ve Dışişleri Bakanına.

Başta da belirttiğimiz gibi İBDA Mimarının “Örümcek Ağı” ile sembolize ettiği TELEGRAM ve onun teknolojik unsurları bir ülkeye girdikten; Devlet içinde bir hizip şeklinde yuvalandıktan; Devlet imkânlarını da kullandıktan sonra o ülkenin esasta Bağımsız bir politika yürütebilmesi mümkün gözükmemektedir.

Nihayetinde “istemekte hürüm; peki istemeyi istemekte hür müyüm?” şeklindeki asli probleme çöreklenen TELEGRAM İşkencesi ve Telegramcılar, “dik durduğu” zannıyla yürüyen hükmetlerin de politikalarını “istetecek” bir ağ içine almak gayesini gütmekte.

Bu ahlâksız saldırı karşısında, haberdar olanlar susarak kurtulacaklarını sanıyorken, gafili olanlar da kör bir inkârcılık yoluna sapmakta bir beis görmemekteler.

TELEGRAM’ı bilen, duyan ve hattâ kıyısından köşesinden bulaştığı için suçluluk duygusuyla susanlar belki konuşur ve İnsanlık Tarihini değiştirecek bir tesirin dönüm noktasında yer almak gibi bir şerefe yükselir de; gafili olup da yobazca inkâr edenden bir şey beklenmez bir zamandayız.

Demek ki, TELEGRAM bütün yönleriyle ortaya çıkacak!

Bakalım Devlet içinden kim yada kimler bu kirli şebekeyi enseleyip, gerçek birer kahraman olarak insanlığın karşısına çıkacak…

Görünen o ki, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun bizzat yürüttüğü mücadelenin bir yansıması hâlinde toplumun, sosyal ve siyasî kuruluşların anlamakta zorluk yaşamayacağı bu saldırı tarzını izahta da zorlanılmayacak… Tek, delilleriyle, vicdan ve şahsiyetleriyle çıksınlar!

İlâhî hududa, Din’e karşı, İlmin kibrini koyan bu sapkın anlayış, 16 yıldır Anadolu ve İslâm Coğrafyasıyla Mirzabeyoğlu’nun şahsında savaşıyor.

Batı Vatanımızı ağ içine almış ve bölüp parçalıyorken, 16 yıldır aynı saldırı aralıksız bir işkence ile TELEGRAMCILAR tarafından Anadolu’nun Ruhu ve kaidesi gözüyle bakılan Mirzabeyoğlu’na yapılıyor.

Niçin Telegram?.. Niçin Mirzabeyoğlu?..

“Allah ruhu yarattıktan sonra, onun karşısında hevâ’yı (arzu gücü) yaratmış, aklı ruhun, şehveti ise hevânın veziri kılmıştır. Ruh, kendi tecellîsine engel olanı bilemeyince akıl ona demiştir ki;

- Senin karşında, kendisine itaat edilen ve güçlü bir otorite sahibi hevâ adında bir hükümdar vardır. Onun lütufları peşindir ve bütün süsü ve ziynetiyle dünya ona âittir.”(3)

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, hayattaki bütün mücadelenin temelde, “fazilete göre mi yoksa hazza göre mi yaşamak” isteği ile bu isteğe bağlı fiillerin çatışmasından ibaret olduğunu söylemişlerdi. Kime karşı yapıldığı düşünüldüğünde, ruhun ve faziletin temsilcisinin kim olduğunun görüldüğü, ruh ve hevâ arasında insanoğlu yaratılmadan evvel başlamış mücadelede, hevânın ve hazzın çağımızdaki âletidir Telegram…

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, ilimlerin ve onlara bağlı uzmanlık şubelerinin bugünkü kalabalık hâliyle ihtisaslaştırılmasının, “bütün”e dair fikri örselediğini belirtmişlerdi. Bu ihtisaslaştırma usûlünün sahibi olan Batı’nın, usûlün neticesi olarak ortaya çıkan “bütünleştirme” ve bunu sağlayacak olan “bütünleştirici” insan ve fikir ihtiyacını en fazla hisseden olması tabiîdir. Kendi içinden gözlediği bu idrâkin, İslâm coğrafyası içinden çıkması sonucu, lâteşbih “Peygamberlik İsrailoğullarından gitti!” çığlığının ve bu paniğin çağımızdaki âletidir Telegram…

Kendi hilelerinin ve yokmuş gibi davrandığı çelişkilerinin muhatabındaki farkındalığına gizli bir hayranlık duyup, onunla girdiği mücadelede bir gün kendisine katılabileceği ihtimâlini asla göz ardı etmemek, Batı medeniyetinin geleneğidir. Daha evvel, fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed’e yaptığı Hıristiyanlık davetinin çağımızdaki âletidir Telegram…

Devlet olana; kendi hakimiyet alanında, kendi vatandaşına yapılan böylesi bir saldırının, -tefekkürü, kuruluş amacına kadar genişletmeyi mecbur bırakacak- bir bağımsızlık problemine çıktığını ihtar etmenin âletidir Telegram…

İnsan olana; “nasıl” yapıldığıyla birlikte ve hatta ondan çok “niçin” yapıldığı kilidinin çözülmesinin -doğru tavır alabilmek adına- ahlâkî gerekliliğini hatırlatmanın âletidir Telegram…

Bu kilidi kıracak farkındalığın oluşmadığı yerde “iyi niyetler”, istese de istemese de ve farkında olsa da olmasa da hep “düşman”ın askeri olmaya mahkûmdur. Nasıl ki, fiîle geçirilmeyen hikmeti bilmek bir suç ise, kavranılamamış hikmeti fiîle geçirmeye kalkışmak da cinayettir. Sebebine dair hiçbir fikrin olmadığı ve olmasına bir ihtiyacın da hissedilmediği yerde, birtakım teknolojik yöntemlerden, faziletten, hazdan ve nihayet Telegram’dan bahsedilmesinin hiçbir anlamı yoktur.

Mirzabeyoğlu birlik ve bütünlüğün savaşını veriyor.

Birlik ve bütünlüğün savaşı Mirzabeyoğlu’ndan geçiyor.

Anlayın artık:

Vatanın ruhu olan Mirzabeyoğlu, bu savaşı sizin için veriyor!

Dipnotlar:

1- İstikbâl İslâmındır -”Denenmemiş Tek Nizâm”-… Salih Mirzabeyoğlu… İbda Yayınları… 4. Basım… Shf: 171

2- Ölüm Odası B-7… 80. Bölüm… Salih Mirzabeyoğlu

3- Fütuhat-ı Mekkiyye… İbn Arabî


KAYNAK: ADIMLAR DERGİSİ

Enjektörle beyne nakledilebilecek ağ görünümlü elektronik alıcı geliştirildi
9 Haz 2015



Al Jazeera'nın haberine göre; enjektörle beyne nakledilebilecek ağ görünümlü elektronik alıcı geliştirildi. Elektronik ilaç, beyindeki tümörleri tedavi etmekte hatta sinir uçlarını birleştirmekte kullanılabilir.

Elektronik alıcı, yapısı sayesinde hücre geçişine izin veriyor.

Harvard Üniversitesi tarafından geliştirilen ağ benzeri elektronik alıcı, yakın gelecekte beyin ve omurilikteki rahatsızlıkları tedavi etmekte kullanılabilir.

Son küçük ve esnek olması sayesinde canlı dokuya zarar vermeyeceği belirtilen elektronik ağ, kıvrılarak bir enjektöre yerleştirilecek ve beyin veya omuriliğe nakledilecek. Elektronik alıcı ile cerrahların tıbbi malzemeler kullanarak yaptığı işlemlerin ameliyat gerektirmeden gerçekleştirilmesi ümit ediliyor.

Araştırmada yer alan kimya profesörü Charles Lieber, beyin protezlerinde yeni bir adım atabileceklerini belirterek, 'elektronik alıcının yapısı sayesinde hücrelerin geçişine izin verdiğini, böylece bağışıklık sistemiyle çakışmayacağını' belirtti.

Elektronik polimer bir maddeden yapılan protez, ilk olarak farelerin beyninde denendi. Bilim insanları, birkaç santimetre derine yerleştirilen elektronik alıcı ile farelerin beyinlerindeki sinyalleri takip etmeyi başardı.

Ameliyat gerektirmeyen çözüm

Elektronik alıcının insanlar üzerinde başarılı olması halinde, beyin protezlerinin nakledilmesi için yapılan zorlu süreç aşılabilir. Araştırmada yer alan isimlerden Zhenan Bao, 'protez naklinin dokuları zorlayan prosedürünü rafa kaldırabileceklerini' belirtti.

Discovery News'e konuşan Bao, "Yeni yöntem doğrudan ve neredeyse acı olmadan nakil sağlıyor. Protez alanında oyunun kurallarını değiştiren bir yenilik olabilir" ifadesini kullandı.

Lieber, fareler üzerinde başarılı olan yöntemin insanlarda sonuca ulaşması için önlerinde birkaç yıl olduğunu söyledi. Araştırmanın bir sonraki basamağında, elektronik ağ kullanılarak beyne kök hücre taşınması denenecek.
Haber 93

Facebook'un CEO'su Mark Zuckerberg: Telepati gerçek olacak
02.07.2015

Facebook'un CEO'su Mark Zuckerberg, gelecekte insanların hislerini sanal ortamda hissedebileceklerini söyledi.
Facebook'ta kullanıcıların sorularını yanıtladığı bir oturuma katılan Mark Zuckerberg, bilimkurgunun en ilginç içeriklerinden biri olan telepatinin bir gün gerçek olacağını savundu.

Zuckerberg, 'İnsanların gelecekte düşüncelerini sanal ortamda doğrudan birbirlerine iletebileceklerini, böylece hislerin de ortak olarak tecrübe edilebileceğini' söyledi. Zuckerberg sanal ortamda geçerli olacak telepatiyi, 'nihai iletişim teknolojisi' olarak tanımladı.

VİDEO FOTOĞRAFTAN ÇOK DAHA ÖNEMLİ…

Al Jazeera'nın haberine göre videonun gelecekte fotoğraflardan çok daha önemli bir yer tutacağını ifade eden Zuckerberg, sanal ve artırılmış gerçekliğin geleceğin dijital medya platformları olacağını öne sürdü. Zuckerberg sanal gerçeklik teknolojilerinin norm haline geleceğini ve zamanla tüm algı ve hislerin insanlar arasında paylaşılabilecek noktaya erişeceğini belirtti.

İnsanların gelişen teknoloji sayesinde iletişim birçok yeni iletişim yöntemi kazanacağını söyleyen Zuckerberg, sevdiğimiz ve önemsediğimiz insanlarla daha iyi iletişim kuracağımızı ve iş ve sosyal hayatımızda çok daha iyi kararlar alacağımızı belirtti.

Nihai iletişim teknolojisinin toplumsal yaşamı da doğrudan etkileyeceğini savunan Zuckerberg, 'dünyayı döndüren en temel kuvvetlerden birinin insanlar arasındaki paylaşım gücünün artması olduğunu' söyledi.

Facebook, sanal gerçeklik firması Oculus'u geçtiğimiz yıl 2 milyar dolara satın almıştı. Oculus son kullanıcılar için hazırlanan sanal gerçeklik gözlüğü Rift'i gelecek yıl piyasaya sürecek.

http://tr.sputniknews.com/bilim/20150702/1016331502.html#ixzz3enDujj55

Bilim adamlarından "beyin pili" çalışması
20 Temmuz 2015

Beyin ve Sinir Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Ali Zırh, hayvanlar üzerinde beyin piline ilişkin yapılan deneylerin, unutkanlık ve hafıza problemlerinin giderilmesi konusunda başarılı olduğunu söyledi.

Op. Dr. Zırh, "Dünyada, üzerinde bilimsel çalışmaların devam ettiği beyin pilinin, gelecekte, Alzheimer, obezite, epilepsi, unutkanlık ve madde bağımlılığı gibi hastalıkların tedavisinde umut ışığı olacağı düşünülüyor" dedi.

Konuya ilişkin Kanada'da yürütülen çalışmalarda, beyin pilinin bilimsel yararlılığının kanıtlanmasının ardından, yöntemin Alzheimer ve obezite gibi hastalıkların tedavisinde kullanabileceğini dile getiren Zırh, bu verilerin ekim ayında ABD'de yapılacak kongrede açıklanacağını kaydetti.

Zırh, madde bağımlılığı tedavisinde kullanılabilmesi için çalışmaların yürütüldüğü beyin pilinin aynı zamanda, epilepsi ve ağır depresyonların tedavisinde de önemli bir yere sahip olduğunu söyledi.

Beyin piliyle beynin belirli noktalarını uyarıp, hafızayı geri getirebileceklerini tespit ettiklerini belirten Zırh, "Bu bölgeleri uyardığımızda beyin pilinin unutkanlık ya da hafıza problemlerinde yararlı olabildiğini düşünüyoruz. Yani şunu söyleyebiliriz, dünyada, üzerinde bilimsel çalışmaların devam ettiği beyin pilinin, gelecekte, Alzheimer, obezite, epilepsi, unutkanlık ve madde bağımlılığı gibi hastalıkların tedavisinde umut ışığı olacağı düşünülüyor" değerlendirmesinde bulundu.
TRT Türk

Uzaktan kumandayla beyin kontrolü gerçekleşti
04:46 01.08.

Amerikalı bilim insanları, geliştirdikleri bir implant sayesinde farelerin hareketlerini uzaktan kumandayla kontrol edebilmeyi başardı.

St. Louis'deki Washington Üniversitesi Tıp Fakültesi, Illinois Üniversitesi ve Ulusal Sağlık Enstitüsü araştırmacıları, beynin derinliklerindeki nöronların yapısını ve işleyişini anlamak için ilaçları doğrudan dokuya enjekte etmekte kullanılacak, uzaktan kumandayla kontrol edilebilen bir beyin implantı geliştirdi.

Laboratuvar ortamında denek farelerinin beyinlerine yerleştirilen implant, farelerin hareketlerini uzaktan kumandayla kontrol edebildi. Geleceğin tıbbı için çok önemli bir gelişme olarak nitelenen buluş, "Journal Cell" dergisinde yayımlandı.

Sıvının ışıkla aktarımını sağlayan teknolojinin kullanıldığı araştırmada yumuşak maddeden, insan saçının çapının onda biri küçüklüğünde bir implant yapıldı. Gelecek nesil implant, bir yandan ilaçları dokuya gönderirken bir yandan da ışığı yayabiliyor.

MADDE BAĞIMLILIĞI TEDAVİSİNE KATKI SAĞLAYACAK

Washington Üniversitesi'nden Doçent Dr. Michael R. Bruchas, "Araştırma, beyindeki devrelerin nasıl çalıştığını görmemizi sağlayacak" dedi.

Beynin şifreleri çözülecek
Bruchas, araştırmanın ağrı, depresyon, madde bağımlılığı gibi rahatsızlıkların tedavisine büyük katkıda bulunabileceğine dikkati çekti.
Araştırmacılardan John A. Rogers, "Araştırmada beynin derinliklerindeki dokulara en az zararı verecek şekilde ulaşmamızı sağlayacak kadar küçük bir implant yapmak için nano-teknikler kullandık. Bu kadar minik cihazlar, bilim insanlarına ve tıbba çok büyük olanaklar sunuyor" dedi.
http://tr.sputniknews.com/bilim/20150801/1016890853.html#ixzz3hWgKnw2q

Mustafa Balbay: Hedef taammüden beyin öldürmek
05 Mayıs 2011
cumhuriyet gazetesinin Silivri Cezaevi'ndeki yazarı Mustafa Balbay yazdı

Başbakan’a Mektup-4

(..)

Sayın Başbakan,

İstanbul çılgınlığınızı açıkladığınız hafta hücrem hareketliydi.

Cezaevinde soğuk su 4 bölüm halinde günde 6 saat akıyor. Sıcak su 2 bölüm halinde haftada 4 saat.

Hücrenin küçük olmasından şöyle bir iyimserlik ürettim:

Bir saatte her tarafı temizliyorsunuz!

Hücre ve havalandırma çıkışı dahil.

Artık yeni tamir-yıkma-sökme-takma ekibinin gelmeyeceğini düşünüp iyi bir temizlik yaptım. Ertesi gün öğleden sonra demir kapı şangırdadı; bir teknik eleman, bir işçi girdi. Gözetleme kamerasının yeri iyi değilmiş, ters yöne takacaklarmış.

Ellerinde matkap; sök duvar, del duvar 2 saatte her taraf yine toz oldu. Sürgün edildiğimiz 28 Şubat’tan bu yana 36. tamiratı da böylece tamamladık.

Sayın Başbakan,

Önceki mektubumda, ziyaret kısıtlamalarına değinip, sizin cezaevi günlerinizi anımsatmıştım.

Bu mektupta da 36. tamiratın ardından sizin koğuşunuz nasıl hazırlanmıştı, onu anımsatacağım.

Kaynak, yine sizin çevrenizden Hüseyin Besli ve Ömer Özbay’ın “Bir Liderin Doğuşu” kitabı.

Olağanüstü bir başarıyla sizinle aynı cezaevinde, aynı koğuşta kalması sağlanan Hasan Yeşildağ’ın anlatımı da çok insanca.

O bölümden bir kesit:

“Hasan Yeşildağ, Tayyip Bey’le kalacağı Pınarhisar Cezaevi’ne önceden gider gezer. Yapılacak işlerin listesini çıkartır. Yönetimden gerekli izinler alınır. Tahsis edilen koğuşu temizletir. Duvarlara kâğıt kaplatır. Zemine boydan boya halı döşetir. Elektrik ve sıhhi tesisat yenilenir. Sıcak su için şofben taktırır. Kapıları boyatır, ilave sürgü yaptırır. Çatıya manyetik bariyerler, bahçeye elektronik sensörler yerleştirir... Derin donduruculu büyük boy buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi, toplantı ve çalışma masaları, deri koltuklar, oturma grupları, büyük ekran televizyonla kalacakları koğuşu sıkıcılıktan uzak yaşam ve çalışma alanına dönüştürürler... Hasan Yeşildağ, Reis’ten üç gün önce Pınarhisar Cezaevi’ne teslim olduğunda mahkûmlar ve gardiyanlar tarafından krallar gibi karşılanır. TC Pınarhisar Kapalı Ceza ve Tevfikevi mahzun ve utangaç bir çocuk gibi tarihi misafirini beklemektedir...”

***

Sayın Başbakan,

Damdan düşenin halini damdan düşen anlar demişler, siz bunu başka türlü anlamışsınız. Damdan düşünce yaralı kalınacağını bildiğiniz için bizi gökdelenden atmanın yollarını arıyorsunuz.

Siz koğuş ekibi seçmişsiniz...

Biz yalnız...

Size duvardan duvara halı...

Bize beton karo...

36. tamirattan 2 gün sonra Silivri Ceza İnfaz ve Tutukevi Kurumları İzleme Heyeti geldi. Mustafa Özkurt başkanlığındaki 3 kişilik heyeti hücrede oturtabilecek durumda olmadığım için havalandırmaya aldım. İlk şunu söylediler:

“Daha önce geldiğimizde üç kişilik tecritteyiz diyordunuz, şimdi teksiniz...”

Dar zamanda olup bitenleri anlattım.

Yalnızlıkla birleşen acı, sert kaya gibidir. Çarptınız mı, fena. Tutunup üstüne çıkarsanız, yaşam zemininizi sağlamlaştırır. Ama bunu başaramayanlar var. Buna ilişkin gözlemlerimi isim vererek heyete aktardım.

O komşularıma bakınca hedefin şu olduğunu düşünüyorum:

Taammüden beyin öldürmek!

Kaygılarımla...

Muhalifgazete

Bilim insanları ilk kez ses dalgalarını kullanarak beyin hücrelerini kontrol etmeyi başardı
17 Eyl 2015



Yeni teknik ilk olarak farelerde denenecek

"Nature Communications" dergisinde yayımlanan çalışmaya göre, araştırmacılar, laboratuvar ortamında ultrason dalgalarıyla minik bir kurtçuğun beynindeki bazı nöronları faaliyete geçirerek hayvanın farklı bir yöne hareket etmesini sağladı.

California'daki Salk Biyolojik Araştırmalar Enstitüsü'nden Stuart Ibsen, "Bu teknik, beynin derinliklerindeki belirli bir bölgeyi harekete geçirmek için büyük avantaj yaratacak. Tekniği, şimdi de farelerde deneyeceğiz ve bir memelinin beyninde işe yarayıp yaramadığını kontrol edeceğiz" dedi.

Deneylerde daha önce beyin haritası çıkarılan "Caenorhabditis elegans" cinsi kurtçuk kullanıldı. Yeryüzündeki canlılar arasında en basit sinir sistemlerinden birine sahip olan bu kurtçukların beyninde 302 nöron bulunuyor. Nöronların yüzeyindeki hücre zarı, ultrason dalgalarıyla geriliyor ve zardaki TRP-4 diye adlandırılan bir kanal harekete geçiyor. Araştırmacılar, kurtçuğun beynini kontrol etmek için diğer hücrelerdeki kanalları genetik değişime uğrattı. Kurtçuklar, alçak frekanslı ultrason dalgalarının etkisini artırmak için de minik kabarcıkların içine yerleştirildi.

Daha önce beyin hücrelerinin kontrol edilmesi için ışığın kullanıldığı bir teknik geliştirilmişti. Ancak ışığın dokulara nüfuz edememesi ve hızla dağılması nedeniyle yöntemin başarılı olması için fiber-optik implanta ihtiyaç duyulmuştu.
Kaynak: El Cezire

Beyinden beyine iletişim gerçek oldu
BİLİM
29.09.2015



Washington Üniversitesi Öğrenme ve Beyin Bilimleri Enstitüsü araştırmacıları, internet üzerinden birbirleriyle soru cevap oyunu oynayan katılımcıların beyinleriyle birbirlerine sinyal göndererek iletişim kurmayı başardığını açıkladı.

Araştırmayı yöneten Doç. Dr. Andrea Stocco, şimdiye kadar insanlar üzerinde yapılan en kapsamlı beyinden beyine iletişim deneyinde iki bireyin görsel deneyimlerini birbirlerine aktardığını belirtti.

Deney, birbirinden yaklaşık 2 kilometre uzaklıktaki iki ayrı laboratuvarda kurulan karanlık odalarda 10 gönüllünün katılımıyla yapıldı. İkişerli 5 gruba ayrılan gönüllüler, internet üzerinden 20 aşamalı bir soru cevap oyunu oynadı. Gönüllülerin, her bir aşamadaki nesneleri birbirlerine sorular sorarak bulması gerekiyordu.

Oyun sırasında katılımcılar, beyindeki elektriksel aktiviteleri kaydeden elektroensefalografi makinesine (EEG) bağlandı ve kafalarına görsel korteks bölgesinin üzerine manyetik bir halka gelecek şekilde başlık geçirildi. Bir katılımcıya bilgisayar ekranında bir nesnenin resmi gösterilirken diğer laboratuvardaki katılımcının ekranına da resimlerle ilgili sorular yansıtıldı ve bu soruları "mouse"a tıklayarak diğer deneğe göndermesi istendi.

'ŞİMDİYE KADAR GÖRMEDİĞİMİZ BİR ŞEYDİ'

İlk katılımcı, soruları monitörde beliren ve yanıp sönen iki LED ışıktan birine odaklanarak "evet" ya da "hayır" olarak yanıtlama çalıştı. Deney sırasında katılımcılar, birbirlerine beyinleriyle sinyal göndererek nesneleri yüzde 72 doğruluk oranıyla tahmin etti.

Araştırmacılardan Chantel Prat, "Katılımcılar, beyinleriyle gördükleri bir şeyi yorumlayıp birbirlerine beyinleriyle sinyal göndererek iletişim kurdular. Bu, şimdiye kadar hiç görmediğimiz bir şeydi" dedi.

Araştırma, "PLOS ONE" dergisinde yayımlandı.

http://tr.sputniknews.com/bilim/20150929/1018009091.html#ixzz3n5HWsDyO

"ZİHİNSEL SOYKIRIM" ÜZERİNE (*)
Banu Avar

Bissel, CIA’ nin Gizli hizmetler Direktörüydü. 1968 de yazdığı gizli raporda, toplumlara ‘sızma’ tekniğinden sözediyordu. Rapora göre, hedef ülkelerde,

‘1) Hükümetlere siyasal tavsiye ve danışmanlık,

2) Tek tek şahıslarla temas, kişisel yardım uygulaması,

3) Siyasal partilere maddi ve teknik yardım,

4) İşçi sendikaları kooperativler ve özel örgütlenmeleri desteklemek,

5) Kişilerin özel olarak eğitilmesi, EĞİTİM TAKASLARI,

6) Ekonomik operasyonlar,

7) Gizli propaganda,

8 ) Bir rejimi desteklemek ya da devirmek için askeri ya da siyasal operasyonlar’ yapılacaktı.

Bissel raporunda yeralan aşamalar, Türkiye’de yıllardır adım adım uygulanmıştır. Toplumlara çeşitli yollarla SIZILMAKTADIR. ‘Sızma tekniği’ , Oltadaki Balık Türkiye (M. Emin Değer) adlı kitapta şöyle özetlenir:

‘Tıb dilinde ‘infiltrasyon/Sızma’, bir mikrobun ya da kanser hücresinin, vücudun en yaşamsal bölgesinin tüm hücrelerine girmesini, mikrobun bünyenin her tarafına yayılmasını gösterir.. İşte Amerika’nın uyguladığı yöntem de budur!’

Amerikalı sosyologlar bu yöntemi ‘Görünmez faktör’ olarak tanımlarlar. Görünmez faktör, ‘kontrol mekanizmalarının toplamı’dır. ve ‘Görünmezlik, zihinlerin sömürgeleştirilmesi yoluyla başarılmaktadır.’

Bu yolda en etkili araç ‘eğitimin ele geçirilmesi’dir.

Amerikalı uzman Max Von Thornburg, 1947 Ekim ayında The Fortune dergisindeki ‘Türkiye’ye niçin yardım etmeli?’ başlıklı raporunda ‘İdeolojik taarruzun Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi için, atom bombası kadar önemli olduğunun’ altını çizmiştir.

‘Yalnız sermayemizi değil, hizmetlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü ve ideallerimizi de Türkiye’ye konuşlandıracağız!’ demiştir.

İşte bu nedenle, ekonomik yardımı, eğitim/kültür anlaşmaları takip etmiştir. Ülkenin ‘aydın adayları’nın beynini ‘iğdiş’ etme operasyonudur bu!

*Banu Avar ; GÜN "O GÜN"DÜR! sayfa:108

Kaynak: http://www.facebook.com/BanuAVAR?ref=stream

"Küçük Adamlara Büyük Oyunlar"
Banu AVAR
08, 2013



"Küçük Adamlara Büyük Oyunlar"

Sanal hapı yutan çocuklar, bir ekranın önünde Hristiyan batı medeniyetinin yarattığı ‘idol’lerle hayata başlarlar.. Taze beyin hapı yutar ve kendini BenTen , Süpermen, Bakugan zannederek yaşar.. İç dünyasını ele geçiren karakterler, oluşmakta olan bir kimliği baskılar!

İşte sevgili kardeşim Ömür Kurt tüm örnekleriyle bilgisayar kahramanlarının akıttığı zehiri yazdı.. Tüm gençler, öğretmen ve aileler bu kitabı okumalı..

Emperyal güçlerin yarattığı, çocukluktan itibaren bizi ele geçiren sanal kahramanlara karşı nasıl bir kalkan oluşturabiliriz, KÜLTÜREL SOYKIRIM araçlarının en etkilisiyle nasıl başa çıkabiliriz, okumalı, farketmeli ve çözüm üretmeliyiz.

Ömür Kurt’un bu konuda Türkiye’de bir ilk olan araştırması, temel tehlikeyi olanca açıklığıyla ortaya koyuyor.. Hristiyan kültüründe temel olan ‘ İyiler ve Kötüler’ kavramlarıdır.. Asyatik toplumlarda , İslamda iyi kötü basitleştirmesi yoktur..

Sanal kahramanların bir kısmı İYİ bir kısmı KÖTÜ’dür.. Ve ne hikmetse kötü olan hep Batı karşıtları, doğulu, Müslüman, iyiler hep batılı Hristiyan emperyalizme aşkla bağlı olanlardır.

Artık ne Keloğlan ne Nasreddin Hoca ne Hacivat ne karagöz çocuklarımızın dağarcığında değildir.. Onlar Miki fare, Kayu, Süpermen etkisine çoktan girmiş, onsuz bir giysi bile düşünemez haldedir.

İlk eğitim sonrası, genç beyinler, ‘tek dünya düzeni’ için hazırlanmaya başlarlar.. Voltran adlı filmde kahraman, ‘evrenin koruyucusudur’! Galaksi Birliği’nde ‘barış’ı tesis eden ‘güç’tür...

Ninja kahramanları ABD'nin dünyanın merkezi olduğu işlenir. Tüm süper kahramanlar, Amerikan tiplidir ve kimsenin başa çıkamayacağı güce sahiptir.. Bu kusursuz bir beyin yıkama şeklidir..

Ve tiryaki edicidir. Bir kez çizgi filmler ve bilgisayar oyunlarına bulaşan çocuk ya da gençten etkiyi silmek mümkün değildir..

Ömür sadece çizgi film ve bilgisayar oyunlarından sözetmiyor, tv ekranlarından yayılan zehiri geniş bir örneklemeyle size aktarıyor. Bizi biz olmaktan çıkaran, robotlaştıran süreci akıcı bir dille anlatıyor. Ve en önemlisi çözümler öneriyor.

Bu teknolojik yıkıma karşı hepimizin uyanık olması, çareler bulması ve uygulaması had safhada önemli..

KÜÇÜK ADAMLARA BÜYÜK OYUNLAR tüm eğitim kurumlarında okutulmalı, aileler ve öğretmenler ve ana hedef gençler kitabı dikkatle incelemeli ve bu gibi çalışmalara hız verilmeli.. Bu ve benzer çalışmalar emperyalizme karşı söylenensoyut sözlerden çok daha etkili…

Eline sağlık Ömür Kurt kardeşim..

Güncel Meydan

Prof. Dr. Tülay Özüerman: GERÇEĞİN YALANLA İMTİHANI
24 Ara, 2016



ozuerman-2 “Post-truth” Oxford sözlüğü tarafından, sonuna geldiğimiz yılın kelimesi seçilmiş, Türkçe’ye “gerçek sonrası”, “gerçek ötesi” …. diye çevriliyor. Yanlışlar ve yalan üzerine kurulu düzensizliğin sürgit halinin süslü ifadesi diye de özetleyebiliriz. Yalanla inşa edilen herşeyi anlatan bir kelime türetmişler. Ne kadar çok yalan söyleyebiliyorsanız o kadar fazla yer kaplıyorsunuz da diyebiliriz.

Post-truth politics (gerçek ötesi siyaset); gerçeğin, doğruların, olguların önemini yitirmesini anlatan bir kavram olarak günümüz sürecini özetliyor… Gerçeklerden ve doğrulardan hızla uzaklaştığınız, uydurulan yalanları doğruların ve gerçeğin yerine ikame ettiğiniz…

“Söylenenin yalan olduğunu bildiğiniz halde, onu önceki doğrunuzun yerine yerleştirmelerine seyircilik etme hali” için de bir kelime icat edildi mi onu bilmiyorum. Öncekinin önemsiz ve değersiz olduğunu anlatıp, elinize “bu senin yeni doğrun” diye tutuşturulanla ilerleyenin peşinden gitmenin adına, “gerçeklerden kaçış” diyebiliriz, ya da gerçeğin yalanla imtihanı!… Önceki sizi var eden değerleri boşaltıp, kendinizin terk ettiği alan yarattıkça sizi yeniden inşa eden yalanlarla kuşatılma halinden söz ediyorum.

Dünya sistemi dönüş(türül)ürken, yeniden kurgulanan düzen(sizliğ)i meşrulaştıracak ne kadar çok süslü kavram üretildi!..

Önceki süreçleri anlatan, açıklayan, doğrular üzerine inşa edilmiş ne varsa, hepsini kendimizin terk etmemiz tembih edilirken, yeni bir dilin inşası üzerinden önceki kavramlar, süreçler, kişiler, kurumlar….. sorgulanıyor. Gerçeklerin üstünü tam örtemiyor, ama olsun; yalanın üzerine yeni bir şey inşa edilebiliyor.

İdeolojilerden artık kimse söz etmiyor; “önceki siz”i sürekli kuşatan hızlı bir döngünün içinde, karşı ideolojinin inşa sürecine dahil ediliyorsunuz bir şekilde. Önceki ideolojinin temel kurum ve değerlerini boşaltarak, “ben geliyorum” demeden ilerliyor. Benliğinizi tanımladığınız ortak değerlerin sürekli aşındırılışına tanıklık eder buluyorsunuz kendinizi. Anılarınız siliniyor. Bakıyorsunuz, önceki yaşadığınız yerlerin adlarını, yollarını, binalarını bir bahane ile değişmiş buluyorsunuz.

“Yeni” kavramı ile, rejimin, yani devleti var eden ideolojinin dönüştürüldüğünü anlatmaya çalışırlarken, bir yandan da, önceki süreçlerle ilgili karalayıcı propagandaya da maruz bırakılıyorsunuz. Bazen dizilerle, bazen doğrudan siyasetle, bazen de siyasetin memur ettikleri ile yoğun bir tek yönlü propaganda ağı ile kuşatılmış beyinleriniz, diğer yandan sürekli ama çeşitlenen içerikli terör başlıklı felaketlerle, bir de sınırlarınızda yoğunlaşmış savaş tehdidi altında, her gün yitirilen canlarla başka bir Türkiye’nin inşa sürecine tanıklık eder buluyorsunuz kendinizi. Bu arada, Başkanlık, Cumhurbaşkanlığı derken…. süreci kalıcılaştıracak BOP Anayasası’na doğru çalışmalar hız kesmeden devam ediyor.

Siyasal rejimin dönüşümü için, bir yandan önceki sistemin işleyişi zorlaştırılırken, diğer yandan yeniden inşa edilenin üretilmesini sağlayacak koşullar yaratılır.

Türkiye, BOP sürecinde yaratılan ideolojik kırılmayı, anayasa ile meşrulaştırmaya sürükleniyor. Aslında; bugün yaşayan ikna edilmiş halkın oylarıyla egemenliğin geniş yetkilerle donatılmış tek kişiye devrini öngören bir ön değişiklikten sonra, köklü dönüşüm sürecine geçişi o(na)ylamayı konuşuyoruz. Buna, sandıktan çık(arıl)ınca, “milli irade” deniliyor. Ancak iradeler karşı duruş ile var ediliyorsa, o “milli irade” sayılmıyor; susturulması gereken irade sınıfına giriyor.

İktidar yanında olanın iradesi makbul; diğerleri, yok hükmünde!…

(..)

Batı’ya kafa tutuyor, yüzümüzü doğuya dönüyoruz; ama bir yandan da tam da Batı’nın istediği gibi, Ortadoğu’ya örnek bir İslam devleti olma yolunda ilerliyoruz.

Düşününce; kendisine yapıştırılan post-truth kelimesi, sadece geride bırakacağımız yılı değil, içinden geçtiğimiz süreci en iyi tanımlayan olduğu konusunda desteği hak ediyor.

* * * * *

(..)
Bunu göremeyenlere gösterecek akıl hala var. İş, bu aklı devreye sokacak iradeyi ortaya koymakta. Muhalefete çok iş düşüyor. Sadece siyasal değil, toplumsal muhalefeti de yeniden var etmek ve görünür kılmak için ne çok sebep var!…
İLK KURŞUN

İktidar frekans avına çıktı: Cemaatin cezaevlerinde ‘kulağı olabilir’
04/06/2017



Darbe girişimi sanıklarının davalarda önceki ifadeleriyle çelişen savunmalar vermesi ve artan soru işaretlerinin artması üzerine, hükümet cezaevleri çevresinde kaçak yayın olup olmadığını incelemeye başladı.

Darbe girişimi çatı davasının görüldüğü mahkeme salonuna getirilen sanıklara idamı temsilen urgan atılmıştı. (Fotoğraf: Reuters)
Darbe girişimi sanıklarının savunmalarının önceki ifadeleriyle çelişmesi, akıllara dışarıdan bir talimat alıp almadıkları sorusunu getirdi. Son dönemde, içlerinde Yurtta Sulh Konseyi üyelerinin de olduğu iddia edilen 221 kişinin yargılandığı Genelkurmay çatı davasındaki ifadelerin de benzer bir yöne kayması, bilhassa basında, ‘Tek tip savunmalar veriliyor, dışarıdan talimat mı var’ sorusunun yükselmesine neden olmuştu.

Cumhuriyet’ten Sinan Tartanoğlu’nun haberine göre, Adalet Bakanlığı’nın talebi ile Başbakanlık, cezaevlerinin çevresinde elektronik haberleşme vericisi veya alıcı olup olmadığının tespiti için frekans tespit-spektrum uzmanlarını görevlendirdi. Böylece sanıkların dışarıyla iletişim kurmasını sağlayacak elektronik haberleşme cihazlarının olup olmadığı tespit edilecek.

Uzmanların üst düzey askerlerin tutulduğu cezaevilerini incelediği, frekans dağıtan vericinin tespitiyle birlikte, vericinin ana kaynağının ve cezaevi içindeki alıcısının belirlenmek istediği ifade edildi.

Diken

ETME BULMA DÜNYASI: ABD'Lİ DİPLOMATLAR HAVANA'DA SONİK CİHAZ SALDIRISINA UĞRADI!
17.09.2017



Haberiyakala'nın haberine göre; Tillerson, CBS televizyonunda katıldığı bir programda, ülkesinin 50 yıl aradan sonra Küba'da 14 Ağustos 2015'te açtığı Havana Büyükelçiliğini kapatma konusunu değerlendirdiklerini bildirdi.

Dışişleri Bakanı, büyükelçiliğin kapatılma olasılığı için, "Şu an için değerlendiriyoruz. Bazı bireylerin gördüğü zarar çok ciddi bir mesele. Bu insanların bazılarını ülkeye geri getirdik. Değerlendiriliyor." ifadesini kullandı.

Rex Tillerson'ın yorumları, ABD yönetiminin Havana Büyükelçiliğinde yaşanan olaylara karşı en sert tepkisi oldu.

DİPLOMATLAR SONİK CİHAZ SALDIRISINA UĞRADI!

ABD'nin Havanadaki büyükelçiliğinde ağustos ayından bu yana diplomatlar ve aile üyelerinin aralarında bulunduğu 21 kişi bilinmeyen nedenlerle işitme kaybı, beyin sarsıntısı veya bulantı, baş ağrısı ve kulak çınlanması gibi durumlardan muzdarip olmuştu.

Diplomatların sağırlığa yol açabilen bir tür sonik cihaz ile saldırıya uğradığı iddia ediliyor.

Ana Haber
Dünyaabdabd diplomatları rahatsızlandıabd diplomatlarıtrumpdünya

Eski Facebook Başkanı'ndan uyarı: Çocuklarımızın beyinlerine ne yaptığını sadece Tanrı biliyor
10.11.2017



Facebook‘un eski başkanı Sean Parker, sosyal medyanın insan psikolojisinin zayıf noktalarını kullandığını söyleyerek, "Çocuklarımızın beynine neler olduğunu sadece Tanrı biliyor" uyarısı yaptı.

Müzik paylaşım sitesi Napster'in kurucusu ve Facebook eski başkanı Sean Parker, sosyal medya kullanımının sonuçları konusunda uyarılarda bulundu.
Philadelphia merkezli haber sitesi Axios'a demeç veren Parker, Facebook kurucularının siteyi yaratırken kasıtlı olarak kullancıların mümkün olduğunca sitede uzun süre zaman geçirmelerini sağlama amacı güttüğünü işaret etti.

'İNSAN PSİKOLOJİSİNİN ZAYIF NOKTALARINDAN FAYDALANILIYOR'

Bu hedef doğrultusunda 'beğen' gibi tepkilerle Facebook'un kullanıcıların dikkatini ayakta tutmaya çalıştığını, bu dopamin etkisinin kullanıcıları Facebook'ta biraz daha vakit geçirmeye teşvik ettiğini söyledi.

Sosyal medyanın insan psikolojisinin zayıf noktalarını kullandığını belirten Parker, dopamin ile uyarılan kullanıcının kendisinin de daha fazla içerik ve tepki üretmeye devam ettiğini kaydetti. Bu mekanizmayı toplumsal kabul görmek üzere içine girilen bir devridaime benzeten Parker, "Bu tam da benim gibi bilgisayar korsanlarının aklına gelebilecek birşey. Çünkü burada insan psikolojisinin zayıf noktalarından yararlanılıyor" diye konuştu.

'FACEBOOK TOPLUMLA VE BİRBİRİMİZLE OLAN İLİŞKİLERİ GERÇEKTEN DEĞİŞTİRİYOR'

Facebook'un ilk aylarında Facebook kurucusu Marc Zuckerberg'in ekibine katılan ve bu sayde milyarlarca dolarlık servet elde eden Parker, sitenin çocuklar üzerindeki etkileri konusunda da uyarılarda bulundu.

Parker, Facebook gerçekten toplumla ve birbirimizle olan ilişkileri değiştiriyor. Sizin üretkenliğinize tuhaf şekillerde müdahale ediyor. Çocuklarımızın beynine neler yaptığını Tanrı bilir" ifadelerini kullandı.

'YİNE DE BUNU YAPTIK'

Eski bir hacker olan Parker sözlerini şöyle sürdürdü: "Yaratıcıları bunun bilinçli bir şekilde farkındaydı. Ve yine de bunu yaptık."
Parker kısa süreli görevinden kokain skandalı sonrası 2005'te istifa etmişti.

Facebook ve intermet bağımlılığının beyin taramalarında uyuşturucu bağımlılığı ile benzer sonuçları verdiği konusunda haberler yapılmıştı.

Facebook'un sahibi olduğu Instagram'ın da gençlerin özsaygıları üzerinde olumsuz etkileri olduğu dile getirilmişti.

'BEYİN SAPININ SONUNA YAPILAN YARIŞ BİR GERÇEK'

Başka Silikon Vadisi girişimcileri de teknoloji devlerinin kullanıcıların dikkatini canlı tutma amaçlı uygulamaları konusunda benzer endişeleri dile getirdi.

Eski bir Google mühendisi olan Tristan Harris Twitter'dan yaptığı açıklamada "Daha önce bahsettiğim dikkat çekme ekonomisi ve beyin sapının sonuna yapılan yarış benim yorumum değil, bir gerçek. Sistemin nasıl çalıştığını anlatıyorum. Bu teknoloji endüstrisini eleştirmekle ilgili değil, dikkat çekme ekonomisinin işleyişi konusunda reform yapma ihtiyacının acilliğiyle ilgili" dedi.

Sputnik

Facebook’un beyin üzerindeki etkisi kokainle aynı
18.02.2016



Yeni bir araştırmanın sonuçlarına göre, sosyal medya sitesi Facebook insan beyninde uyuşturucu maddelere benzer bir etki yaratıyor.

Teknolojinin hayatımız üzerindeki negatif etkileriyle ilgili çalışan California Devlet Üniversitesi'nden Profesör Ofir Turel, 20 katılımcının beyinlerinin sosyal medyaya verdiği tepkileri inceledi.
Turel, araştırmalarının sonunda, uyuşturucu bağımlılığından etkilenen beynin amigdal katmanının sosyal medya siteleriyle ilgili görsellere de benzer şekilde tepki verdiğini tespit etti.

Birçok kişinin ev ya da iş hayatını etkileyecek derecede sosyal medya kullandığını belirten Turel, "Bütün belirtiler bağımlı olarak tanımlanan kişilerle benzerlik gösterdiği için, beyindeki bağımlılık mekanizmasını etkileyen sistemleri incelemek mantıklı geldi" dedi.

Sputnik

İŞGAL MEDYASI / SAVAŞ SUÇLUSU
Av. Mehmet TIĞLI
24 Kasım 2017



Öncesi de değerlendirilebilinir ama son 35 yıldır Batı gücünün her hangi bir hedef ülkeyi işgal etmeden önce, bu işgal için kamuoyu oluşturma taktiğidir;“üretilmiş bir haber” olarak hedefe konulan örgüt ya da ülkelerden kaçan kadın haberleri… Diğeri de kimyasal silah üretim haberleri…

Önce bir konu mankeni bulunur, sonra konu mankeni üzerinden itiraflar adı altında iftiralar… Konu mankeni kimdir, necidir, hadisenin aslı nedir, olay nasıl gelişmiştir, tüü bunların hepsi denetime ve araştırmaya uzaktır. Hazırda bekleyen kendine
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Ksm 24, 2017 10:50 pm    Mesaj konusu: İŞGAL MEDYASI / SAVAŞ SUÇLUSU Alıntıyla Cevap Gönder

BEYNE ELEKTROMANYETİK KURŞUN: TELEGRAM
4 Ocak 2018



Geçtiğimiz Aralık ayının 23’ünde Star gazetesinde, Salih Mirzabeyoğlu'na yapılmaya devam eden TELEGRAM işkencesi ile ilgili olarak Ömer Emre Akcebe ile yapılan ilginç bir bir röportaj yayınlandı. Bu röportajın mevzuyla alakalı bölümlerini bölümleri şöyle:

BEYNE ELEKTROMANYETİK KURŞUN

Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerinden birinin de adı olan, zihin kontrol tekniği Telegram terimini son günlerde sıkça duyar olduk. Hedef alınan kişinin algısını manipule ederek yeri geldiğinde işkence aracına dönüşen Telegram gerçeğini, zihin kontrolü meselesi üzerine araştırmalar yapan Baran Dergisi yazarı Ömer Emre Akbece ile masaya yatırdık.

TELEGRAM BİLİM KURGU DEĞİL GERÇEK

– Son yıllarda ‘Telegram’ ve ‘Telegram işkencesi’ gibi ifadeleri sıklıkla işitiyoruz fakat ne olduğu da pek bilinen bir mesele değil. Telegram kavramı nasıl doğdu ve ne anlama geliyor?

Telegram kelimesi, bilindiği üzere Salih Mirzabeyoğlu ile maruf. Literatüre bu kelimenin girişi de, 2003 senesinde Salih Mirzabeyoğlu tarafında kaleme alınan ve alt başlığı ‘Zihin Kontrolü’ olan Telegram adlı esere dayanıyor. Mirzabeyoğlu, Kartal F-Tipi Cezaevinde kaldığı hücresinde, kendisine ‘elektronik taciz’ yapan kişilerin, yaptıkları işi isimlendirirken ‘Telegram’ denildiğini ifade ediyor. Yani bu tabir, ilk başta telegramcılar tarafından kullanılıyor. Mirzabeyoğlu, kendisini sürekli taciz edenlerin kullandığı bu kelimeyi yakalayıp verimlendiriyor ve ‘Zihin Kontrolü’ genel başlığı altında sıralanan teknikler arasında -özellikle İngilizcede- muhtelif tâbirlerle anılan bu operasyonu böylelikle isimlendirerek deşifre ve teşhir ediyor.

DEVLET SIRRI KAPSAMINDAKİ CİHAZ

– Peki, telegram ve telegram işkencesi nedir?

Telegram, kabaca tarif etmek gerekirse, İngilizce literatürde ‘öldürücü olmayan elektromanyetik silâhlar’ arasında gösterilmekle beraber, yol açtığı tesirler bakımından ölümcül potansiyel taşıyor. Bu aslında bir zihin kontrol tekniği, ama telkine değil, fiziki olarak, duyuları manipüle etmeye ve zihin okumaya kadar gidiyor. Tarihteki hiçbir işkence şeklinin ulaşamayacağı en yoğun bir taciz boyutunu da içeriyor. Dünyada ve ülkemizde ise ‘zihin kontrolü’ olarak isimlendiriliyor. Ne var ki ‘zihin kontrolü’ kavramı, içine propaganda, basın, hipnoz, şuuraltı mesajları, eğitim, siyaset, reklamlar, NLP, şartlandırma, ilaç ve uyuşturucu gibi birbirinden çok farklı ‘kontrol ve yönlendirme’ araç ve metotlarının da sokulabileceği çok geniş bir alanın üst başlığı birbirine karıştırılıyor. Zira yeryüzündeki bütün iktidar ve sermaye odakları, muhtelif telkin ve tesir vasıtaları kullanırlar. Telegram ile kastedilen ise, devlet sırrı kapsamında olduğu için niteliği henüz tam olarak deşifre edilememiş, elbette akademik literatüre de yeterince aksettirilmemiş ileri teknoloji eseri olan bir ‘cihaz’ veya ‘cihazlar bütünü’ marifetiyle uygulanan, diğer yöntemlerden farklı bir teknik. Kesintisiz 365 gün ve 24 saat süren, insanı uykusunda ve en mahrem zamanlarında bile tacizi sürdüren, insan aklına gelebilecek en şeytanî icat.



– Telegram’ı diğer zihin kontrol tekniklerinden ayıran hususiyeti nedir?

Bütün zihin kontrol tekniklerinin müşterek özelliği, hedef alınan kişiyi bir şeye ikna etmektir. Birbirlerinden ayrıldıkları nokta ise ikna etmekte kullandıkları metottur. Meselâ hipnozda, hedef alınan kişi, odaklanması sağlanarak bütün dış faktörlerden tecrit edilir ve telkin vasıtasıyla ikna edilir. Telegram’ı tüm bunlardan farklı kılan hususiyetiyse, birden fazla Zihin Kontrol tekniğinin bir cihaz marifetiyle eş zamanlı olarak hedefe karşı kullanılması şeklinde tarif edilebilir. Burada ne kastettiğimizin anlaşılması için telegram cihazının marifetlerinden de bahsetmemiz gerekiyor.

– Bahsedelim öyleyse buyurun.

Telegram, hedef kişiyle doğrudan kurulan sesli-sessiz, görüntülü-görüntüsüz iletişim, empoze edilebilen duygular ve bedenin korku, heyecan, üzüntü, endişe gibi anlardaki tansiyonunu, kalp ritmini, solunum hızını sun’i bir biçimde kontrol edebilmesiyle, bilinen zihin kontrol teknikleri arasında telkini en güçlü şekilde iletendir. Bunun yanı sıra hedef alınan kişinin kendisine yönelik bir kontrol girişimi olduğunu fark etmesi de son derece güçtür. Telegram, kimyevi aracı kullanmadan doğrudan zihne müdahale eder. Buna biz zihin okuma da diyebiliriz. Zaten en büyük işkence aracı denilmesinin sebebi de budur.

– Peki bu nasıl bir cihaz ki, böylesi marifetler sergileyebiliyor?

Aslına bakacak olursanız, insan sinir sistemindeki elektirikî aktivitenin deşifre edilmesi neticesinde ortaya çıkmış bir tekniktir. Meselâ görme hadisesini ele alalım. Göz, gördüğü görüntüyü, ışık yansımalarını, beynin tanıyacağı şekilde kodlayarak sinyaller hâlinde ilgili sinirlerden beyne ileten organ. Bir bakıma dekoder. Beyinde, gözden gelen sinyallerin alındığı bölgeye, tıpkı gözden geliyormuş gibi kodlanmış sinyaller verilirse ne olur? Gözden bağımsız görme hadisesi gerçekleşir. Bütün duyu organlarında geçekleşen idrakin de benzer şekilde beyne aktarıldığını hesaba katacak olursak, bütün idrak kuvvetlerinin pekâlâ manipüle edilebileceği rahatlıkla anlaşılır. Bugün beyne cihazlar ekleyerek herhangi bir engeli olanları tedavi etme noktasında insanları şaşırtan gelişmeler var. Bu çalışmalar 1970’lerde yapılanların kıyıya vurmuş hali. Yeni bilgisayar tekniklerini kullanmaları dışında yenilikleri yok. Bilhassa büyük istihbarat servislerine vereceği bir hizmet kalmadığından, yerine daha iyisi konduğundan piyasaya sürülüyorlar. Aslında bu II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bir çok tecrübede tekrarlanmıştır: Yenilikler ilk önce, özellikle de ABD tarafından askeri sahada kullanılır, birkaç gömlek üstü bulununca piyasaya verilirdi. Bu hakikat bugün de aynı. Meselâ, gözünü kaybetmiş hastaların kamera ve ilgili sinir sistemine bağlanan implantlarla yeniden görmeye başladığına dair pek çok haber çıktı. Telegram teknolojisinin temel farkı bu işi kablosuz olarak gerçekleştirebiliyor olması. Tıp ilminde görme mesesini çözmekte kullanılan kablolu tekniğin daha 1969 senesinde zaten bilindiği ve uygulandığını varsayacak olursak, telegram tekniğinin bugün izhar edilmiş teknolojiden ne kadar ileri olduğunu varın siz hesap edin.

– Yani Telegram cihazının temel marifeti sinir sistemi üzerinden beynin manipülasyonu, doğru mu?

Beynin dış dünyayı idrak etmek ve vücudu işletmekte kullandığı iki ana sistem var. Bunlardan birincisi sinir sistemi. Sinir sistemi üzerinden kontrol edilebilen bir diğer sistem endokrinin manipüle edilmesi. Telegram cihazı sinir sisteminin merkezinde kurduğu hâkimiyet vesilesiyle hormon salgılanması sürecine de müdahil olabilir. Bilhassa telkine açık hâle gelinmesinde hormonal denge, sinir sisteminden daha önemli bir mevkidedir.

– Ya Telegram işkencesi?

Telegram sinsi bir şekilde, âdeta insanın kendi ‘iç sesi’ gibi hedef kişiye sokulmayı ve bu şekilde kontrol altına almayı amaçlayan bir teknik. Ne var ki deşifre olduğu takdirde, operatörleri tarafından son derece acımasız bir işkence âletine de dönüşebilir. Bu cihazın bir insanın zihnine musallat olmayı marifet sayacak kadar insanlık haysiyetinden nasipsiz birinin elinde olduğunu düşünün. Rüyamızda bile sevdiklerimizin başına bir şey geldiğinde nasıl uyanıyoruz. Hem de bunun bir rüya olduğunun şuurunda olduğumuz hâlde. Bir de bunun sistemli şekilde bir işkence vesilesi olarak kullanıldığını düşünün. Hele bir de sevdiklerinizden haber alamadığınız cezaevi şartlarında…

Telegram literatürde öldürücü olmayan elektromanyetik silah olarak geçse de sonuçları itibariyle ölümcül potansiyele sahip.

Tekniğin babası Prof. Jose Delgado 1960’larda telegramla bir boğayı yönetebildiğini basına ilan etmişti.

Tıpta 1969’larda adı geçen tekniğin bugün izhar edilmiş teknolojiden ne kadar ileri olduğunu varın siz hesap edin.

MİRZABEYOĞLU HALA İŞKENCEDEN KURTULAMADI

– Peki bu cihazın baz istasyonu gibi bir menzili yok mu?

Cihazın ne gibi marifetleri olduğunu, cihazın uygulandığı kişinin, yani Salih Mirzabeyoğlu’nun anlattıklarından biliyoruz. Bunun dışında cihazın nasıl çalıştığı ile alâkalı söylediklerimiz tahminlerden öteye gitmiyor. Sadece beynin ürettiği dalgaların frekanslarıyla aynı boyda olduğunu, her beynin ürettiği dalgaların frekansları farklı olduğundan, cihazdan çıkan dalgaların, o insanın beyin dalgalarına ayarlandığında, bir nevi telefon gibi, sadece o insana tesir ettiğini biliyoruz. Moskova’daki Popov Radyo Elektronik Enstitüsü’nden Prof. Dr. Ippolit M. Kogan, 1966-1967 yıllarında yapılan denemelerden çıkartılan sonuçlara göre, zirveleri arasında 25-1000 kilometre mesafe bulunan uzun elektromanyetik dalgaların, insan düşüncelerini çok uzaklara kadar ulaştırabileceğini söylemiştir. Kogan, Kaliforniya Üniversitesi’nin ‘Altıncı His’ raporunda, ‘elektromanyetik alan vasıtası ile telepatinin çok uzaklara kadar ulaştırılabileceği anlaşılmıştır’ der. Kogan’ın sonuçlarını Kaliforniya Üniversitesi Tıbbî Psikoloji Profesörü Dr. Thelma Moss da yakalamıştır. Kogan’a göre, insan vücudu, çok uzun mesafeler arasında telepati için gerekli olan elektriğin 4-5 mislini üretir. Bu bilgiden yola çıkacak olursak, telegram alıcısının hedef kişi peşinde dolaştırılmasına gerek olmadığını söyleyebiliriz. Eğer, telepati için gerekli olan elektriğin 4-5 mislini insan vücudu üretebiliyorsa, pekâlâ bir cihaz da insan vücudunun ürettiğinden binlerce kat elektrik tüketerek bu işi yapabilir.

– Telegram gibi bir cihaz var ve devlet yahut gizli servisler bunu kullanabiliyorsa neden hedef Salih Mirzabeyoğlu?

Mirzabeyoğlu, bütün İslâm aleminde yankısını bulacak bir fikrin, bir fikriyatın, yani Büyük Doğu’nun bayraktarlığını yapıyor. ‘Göz hasmını tanır’ diye bir tabir vardır. İşte Mirzabeyoğlu, İslam’ı yeni şartlara tatbik edecek bir vasıta sistem geliştirdiği ve hayatta olduğu için de sözlerinin manipüle edilmesi, fikriyâtının abese edilmesi mümkün olmadığından hedef. Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu ideolocyasına sistemli bir şekilde bağlanmış bir ideolog. Aynı zamanda ideallerini gerçekleştirmenin kavgasını veren bir aksiyoner. Dolayısıyla Salih Mirzabeyoğlu’nun hedef seçilmesi, bilhassa İslâm’a düşmanlık eden bir güruh için aslına bakacak olursanız tam isabet. Öncesinde, daha 1991’de cezaevi ve işkence fasılları başlamıştı Mirzabeyoğlu için. Akabinde 1998’de, yargılayanların kendi ifadeleriyle hiçbir isbatlanmış suçu yok iken idama mahkum edilmişti. Bu bile dediklerimizi isbata yeter; Telegram bunlardan ayrı düşünülmemelidir.

– Konjonktüre baktığınızda da aynı fikirde misiniz?

Elbette. Amerika ve Yahudi müşterekliğinde ortaya konulan Büyük Ortadoğu Projesi’nin amacı İslâm’ı tahrif ederek, Müslümanları global sistemin bir unsuru hâline getirebilmek. (…) Bu saldırıya daha en başından (…) itibaren karşı koyan isim Mirzabeyoğlu idi. Bedel ödemekten korkmayan, sindirilemeyen, satın alınamayan, pazarlıksız bir şekilde İslâm diyen biri var karşılarında. Mutlaka tasfiye edilmesi gereken ama bunun karikatürize edilerek yapılaması gereken biri. Onlar açısından büyük bir baş belâsı, bizim içinse lütuf. Sadece böylesi bir projenin gerçekleşmesi önünde mani teşkil ettiği için bile Mirzabeyoğlu’nun hedef alınmasından daha tabiî ne olabilir? (…)

– Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan Telegram İşkencesi tahliyesi sonrasında da devam ediyor mu?

Devam ediyor. Zaten tutuklu olduğu dönemde mahkemeye çıkartılmak üzere cezaevinden çıkmış, hattâ bir keresinde İstanbul’a da gelmişti. O zamandan biliyorduk ki, kendisine uygulanan Telegram işkencesi yolda ve mahkeme esnasında da sürdürülmüştü. Bu bilgiye dayanarak tahliye olduktan sonra da süreceği kanaati bizde hâsıl olmuştu. Ne yazık ki öyle de oldu.

Kaynak: Adımlar dergisi

İŞGAL MEDYASI / SAVAŞ SUÇLUSU
Av. Mehmet TIĞLI
24 Kasım 2017



Öncesi de değerlendirilebilinir ama son 35 yıldır Batı gücünün her hangi bir hedef ülkeyi işgal etmeden önce, bu işgal için kamuoyu oluşturma taktiğidir;“üretilmiş bir haber” olarak hedefe konulan örgüt ya da ülkelerden kaçan kadın haberleri… Diğeri de kimyasal silah üretim haberleri…

Önce bir konu mankeni bulunur, sonra konu mankeni üzerinden itiraflar adı altında iftiralar… Konu mankeni kimdir, necidir, hadisenin aslı nedir, olay nasıl gelişmiştir, tüü bunların hepsi denetime ve araştırmaya uzaktır. Hazırda bekleyen kendine “Türk”,”İslamcı”,”Liberal”, “Sol”, “Milliyetçi” bilmem ne dese de aslında “Amerikan işgal medyası” olan yasa dışı TERÖR ÖRGÜTLERİ hedefe konulan ülke ya da örgüte halklardan gelebilecek yerel desteğin önünü kesecek ve kamuoyunu işgal ve imhaya hazır hale getirecek algı operasyonlarına başlar. Ülke yahut örgüt toprakları, uçaklarla bombalanmadan önce “üretilmiş haberler” ile ZİHİNLER bombalanır.

Bizim ülkemizde kendine “TÜRK MEDYASI” diyen bu İŞGAL MEDYASI özellikle 90’daki ilk Irak istilasından bu yana işlediği suçlardan dolayı “askeri hedef” konumunu çoktan hak etmiştir. Bu suçları işlemeye halen de devam ediyor.

Konu mankeni, başlar tiyatrosunu oynamaya, “IŞİD’ın elinden bin bir güçlükle kaçıp kurtulan tecavüze uğramış Yezidi kadın” rolünü… Ya da İran’dan kaçan kız çocuğu”…91’DEKİ İLK Irak saldırısında olduğu gibi bazen “Kuveyt’ten kaçan Esma” olur bu kadın, şimdi de “Kuzey Kore’den kaçan kadın Asker”…

Saddam döneminde Kuveyt’ten, “Saddam’ın askerlerinin zulmünden kaçan Kuveytli bir kız” vardı, bilmem hatırlayanınız var mı? Yıllar sonra bu kadının Kuveytli bir bakanın Amerika’da yaşayan kızı olduğu ortaya çıkmıştı.

Yeni yetme şen sıpa tipi hatırlamaz ama 24 saat ekranlarda verilen petrole bulanmış bir kuş vardı, hani sonradan bu görüntünün Fransa sahillerinde tespit edildiği ortaya çıkmıştı. Duygusal bir müzik eşliğinde verilen bu kuşun görüntüleriyle Saddam’ın ne kadar “zalim” olduğuna hükmedilmiş, kitleler de bu şekilde inandırılmıştı; ve, o görüntülerin yayınlandığı günden bu güne 10 milyona yakın Müslüman farklı bölgelerde Amerika ve işbirlikçileri tarafından boğazlandı.

Tiyatrocu sahte gözyaşlarını dökerken, sözde milli, özde İşgal medyası haberleri dünyanın ve ülkenin dört bir tarafına servis eder. Ve artık hedef “Şeytanlaşmıştır”. “Üretilmiş haber” bombardımanına maruz kalan masum(!) ahmaklar kendine gösterilen kadının haline gözyaşları dökerken işgal çoktan başlamıştır. Akan gözyaşlarından göremez hale gelen gözler hiçbir şeyin farkına varamaz. Farkına varmaya başladığında önündeki manzara: işgal ile birlikte yok olan şehirler, milyonları geçen mülteciler, öldürülen, tecavüze uğrayan yüzbinlerce çocuk, kadın, ihtiyar… Sonrası malum…

Batı, kendisinin en iyi yaptığı pislikle itham eder avını… Ve ne gariptir ki Batı’nın zehirledikleri de 16 yıldan beri epey misalini gördüğümüz üzere hep aynı yöntemle hareket ederler.

Bizzat Amerika’dır neredeyse tüm Uzak Doğu’yu kerhaneye çevirip, çoluk çocuğu ile seks turizminin merkezi haline getiren. Ki, Filipinlerdeki bağımsızlık mücadelesi bu ahlaksızlığa itiraz üzerine gelişiyor yarım asrı geçkin bir süredir…

Tespit edilebildiği kadarıyla şu an sadece Almanya’da on bin mülteci çocuk kayıp…

İslâmcı, solcu, liberal, milliyetçi fark etmez hangi medyada böyle bir haber görürseniz doğrudan ve şüpheye düşmeden etiketi yapıştırın : “İşgal Medyası!!!!”. Bu tür haberleri yapan aynı zamanda öldürülen, tecavüze uğrayan milyonların katili ve tecavüzcüsü olarak “Savaş Suçlusu”dur. Yargılanacağı ve hesap vereceği zaman gelecektir.

Adımlar Dergisi

Beyin hücrelerimiz hakkında, 100 yıllık gerçeği tarihe gömen keşif!
6 Aralık 2017

İnsan beyni, 80 katrilyon civarında nöron içeriyor ve her bir hücre, sinaps adı verilen trilyonlarca bağlantı noktasına sahip. Aralarındaki iletişim ise elektrik sinyalleri ile sağlanıyor. Bilim insanları, beynimizdeki gizemli hücreler olan nöronlarla ilgili bir asırlık problemi çözmeyi başardılar.

Beynimizle ilgili bütün rakamlar fazlasıyla akıl karıştırıcı görünüyor. Aklımız karışırken bile nöronlarımızın bu işi anlamak için harıl harıl çalıştığını bilmek, insan doğasının en büyük ironilerinden olsa gerek. Ancak sinir hücrelerinin beynin işlevlerine katkısı hala bilimsel bir tartışma konusudur.
Yeni tamamlanan bir araştırmaya göre bazı nörolojik rahatsızlıkların ardında bambaşka dinamiklerin olduğu anlaşıldı. Aynı zamanda, beynimizdeki sinir hücreleri olan nöronların arasındaki sinyal alışverişinin tam olarak ne şekilde ortaya çıktığına dair yaklaşık 100 yıllık bir varsayım yerle bir oldu.

Bar-Ilan Üniversitesi’nde görevli olan ve fizikçilerden oluşan bir ekip, bir nöronun diğer hücrelerden aldığı sinyallere nasıl tepki verdiğini tam olarak belirlemek için fareler üzerinde çalışmalar yürüttü.

1907 yılında Farnsız sinirbilimci Louis Lapicque, iki sinir hücresi arasındaki elektrik akımının nasıl ve ne şartlara bağlı olduğunu ortaya koymak için bir varsayım geliştirmişti. Bu varsayıma göre belirli bir eşiğe ulaşan bir nöron, tepki vermek için hazır hale gelir ve sinyali ilettikten sonra üzerindeki elektrik voltajı sıfırlanır.

Bu varsayımdan hareketle çıkartılacak diğer anlam, bir nöronun yeterince elektrik gücüne sahip olmadan mesaj gönderemeyeceğidir. Elbette bu konuda son sözü söyleyen Lapicque değildi. Bugüne kadar beyin hücrelerinin iletişimi hakkında çok farklı hesaplama modelleri ve varsayımlar geliştirildi. Fakat bir ilk sayılabilecek bu varsayım geçerliliğini koruyordu.

Yapılan son araştırmanın baş yetkilisi Ido Kanter, “Bu sonuca yeni bir deneysel kurulumla ulaştık, ancak prensip itibariyle sonuçlarımız 1980’lerden beri var olan teknolojiyi kullanarak ancak keşfedilebilirdi. Bilim dünyasında 100 yıldır kök salmış olan varsayım, tespitimizin onlarca yıl gecikmesine yol açtı” açıklamasında bulundu.

Yapılan deneyler iki aşamada gerçekleştirildi. Bunlardan ilki, elektriksel akımının bir nörona tam olarak nerede ulaştığına dayanan aktivitenin doğasını mercek altına aldı. İkinci aşamada ise birden çok sinyali aynı anda alıp verebilen nöronların bu sinyalleri nasıl ateşledikleri (ürettikleri) araştırıldı.

Sonuçlar, nöronların aldıkları sinyal yönüne göre, gönderdikleri sinyallerin yani verdikleri tepkilerin değiştiğini ortaya koydu:

Eğer bir beyin hücresi sol tarafından ya da sağ tarafından farklı şiddetlerde uyarı alırsa, hangisi daha güçlüyse ona göre yanıt veriyor. Yani elektriksel akım şiddeti olarak baskın olan sinyal, nöronların verdikleri tepkileri değiştiriyor.

Bu tespitin çok farklı faydaları var. Nöronların bu sinyalleri nasıl hesapladıkları zamanla anlaşılabileceği gibi, bazı nörolojik rahatsızlıkların kökenleri de daha iyi anlaşılabilir.

Çığır açıcı ve 100 yıllık varsayımı ortadan kaldıran bu keşfin ardından detaylı araştırmalar devam ediyor.

Alıntı: webtekno.com
Kaynak: sciencealert.com

Ahmet Hakan: Devlet televizyonunda Nuh Peygamber'in cep telefonuyla konuştuğunu anlattırıyorlar
07 Ocak 2018



Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, TRT'de bir programa katılan İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Dr. Yavuz Örnek'in "Hz. Nuh Peygamber oğluyla cep telefonuyl konuştu" sözlerini tiye aldı. "Öteki dünyaya göç etsem, karşıma Türkiye'den biri çıksa..." diyen Hakan, ülkede yaşanan gelişmelerle ilgili olarak “Vallaha doçent titri taşıyan bir bilim adamını devletin televizyonu TRT’ye çıkarıp Nuh Peygamber’in oğluyla telefon görüşmesi yaptığını ciddi ciddi anlattırıyorlar” söyleyeceğini yazdı.

Ahmet Hakan'ın "İşte 32 kısım tekmili birden yerli ve milli ortak değerlerimiz" başlığıyla yayımlanan (7 Ocak 2018) yazısı şöyle

Doçent, TRT, Nuh, cep telefonu falan

ÖTEKİ dünyaya göç etsem...

Karşıma Türkiye’den biri çıksa...

Bana dese ki:

“Eeee ne var ne yok bizim Türkiye’de Ahmet Hakan? Neler oluyor ülkede?”

Ona şöyle cevap veririm:

“Vallaha doçent titri taşıyan bir bilim adamını devletin televizyonu TRT’ye çıkarıp Nuh Peygamber’in oğluyla telefon görüşmesi yaptığını ciddi ciddi anlattırıyorlar”.

*

Sanırım muhatabım...

“Tamam, tamam... Anladım. Gerisini anlatmana gerek yok” diyecektir.


ETİKETLER
ahmet hakan hürriyet yavuz örnek nuh peygamber oğluyla konuştu
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com