EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Ontolojik felaketi aşmanın yolu: Sünnet-i Seniyye

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Sal May 27, 2008 8:28 pm    Mesaj konusu: Ontolojik felaketi aşmanın yolu: Sünnet-i Seniyye Alıntıyla Cevap Gönder

İmam Rabbanî' Hazretlerinin Mektubat'ından



193. MEKTUP

MEVZUU :

a) Ehl-i sünnet vel-cemaat görüşüne göre, itikadı düzeltmek...

b) Fıkha dair hükümleri öğrenmek...

c) İslâm’ın garipliğinden şikâyet ve onun tervicine, teyidine (üstün gelip güçlenmesine, yardıma) teşvik...


NOT : İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Seyyid Ferid’e yazmıştır.

ooo

Allah-ü Taâla muininiz ve yardımcınız olsun... Bilhassa, sizin için ayıp sayılacak ve yersiz düşecek işlerde...

ooo

Bilmiş olasın ki,

Teklif erbabına (aklı başında büluğ çağına gelenlere) vacib olan işlerin başında; Ehl-i sünnet vel-cemaat ulemasının reyine uygun şekilde itikadı düzeltmek gelir... Allah-ü Taâlâ, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin... Çünkü, necat: O büyüklerin görüşlerine göre hareket etmeye bağlıdır; onlar fırka-i naciyedir. Onlar, Resulüllah’ın ve ashabının yolundadır...

Allah’ın salâtları ve selâmları ona ve diğerlerine olsun...

Kur’an’dan ve hadisten çıkarılan muteber ilimler; ancak bu zatların çıkarıp aldıkları kısımlardır.

Her müptedi (bid’atçı) ve sapık, fasid akidesini, fasid zannı ile, Kur’an’dan ve hadisten alır. Halbuki, Kur’an ve hadisten alınan her mana mefhumu, muteber değildir.

ooo

Kıymetli İmam Turpeştî’nin, itikadları tashih için yazdığı risale, cidden münasiptir. Daha kolay anlaşılır. Ancak, anlatılan bu risalede, deliller üzerinde enine boyuna durulmuştur. Bunun için, ondan bir mesele çıkarabilmek zordur.

Sırf itikada dair meseleleri tazammum eden bir başka risale olsa daha uygun ve daha münasib olur.

ooo

Bu arada hatırıma şöyle bir şey geldi: Bu babda bir risale yazayım. Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını tazammum etsin. Ondan bir şey almak dahi kolay olsun.

Eğer böyle bir şey yapmak müyesser olursa... yazdıktan sonra, emrinize yollayacağım.

ooo

İtikadı, anlatıldığı biçimde tashih ettikten sonra, mutlaka lâzımdır ki: Helâl, haram, farz, vacib, sünnet, mendup, mekruh ve fıkıh ilminin mükellef kıldığı diğer ilimleri öğrenesin. Aynı şekilde, bunları öğrenip muktazasına göre amel etmek dahi zarurîdir.

ooo

Uygun düşer ki: Talebelerden bazılarına, Farisî ibarelerle yazılan bazı fıkıh kitaplarını okumak emri verile... Meselâ: Mecmua-i Hanî ve Umdet-ül-İslâm gibi...

Allah korusun, zarurî sayılan itikada dair meselelerden birine halel gelirse,.. ebedî necattan mahrumiyet tahakkuk eder; (gerçekleşir.)

Ama amelî işler böyle değildir. Onlarda bir yanlışlık olursa... tevbe edilmemiş olsa dahi, affolunup geçilmesi mümkündür. İsterse, onlarla muaheze olunsun...

Zira, işin sonunda, necat tahakkuk edecektir. İşin aslı itikadı düzeltmektir.

ooo

Hazret-i Hace Ahrar’dan naklen söyle dediği anlatıldı:

- Bize hallerin ve vecidlerin tümü verilse... hakikatimiz dahî ehl-i sünnet vel-cemaat akidesi ile temiz ve müzeyyen olmayınca; o halleri ve vecidleri hızlandan başka bir şey yerine koymayız... Eğer bizde kusur ve noksanlık olsa; hakikatimiz dahi, ehl-i sünnet vel-cemaat itikadına uygun olsa... böyle bir şeyde hiç beis görmeyiz...

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, bizi ve sizi onların hoşnut olunan yolunda sabit kılsın. Ona ve âline salât ve selâm..

ooo

Lahor tarafından bir derviş geldi; şöyle anlattı,

- Şeyh Ciyo, Cuma namazına eski Nuhhas mescidine gitmiş.

Daha sonra dedi ki:

- Meyan Refiüddin, Şeyh’e iltifat ettikten sonra, Şeyh Ciyo için evinin yakınına bir büyük mescid yaptırmıştır..

Bunun için Allah’a hamd ettim. Allah-ü Teâlâ, ihsan buyurduğu başarısını artırsın... Bu gibi sevindirici haberleri duyunca, gayet sürur hâsıl oluyor. Son derece seviniyoruz.

ooo

Ey Seyyid,

Bu zamanda İslâm, cidden gariptir. İslâm’ın takviyesi için bu zamanda bir fulüs sarf etmek, altından ve gümüşten binlercesinin sarfı yerine geçer...

Ne saadettir ki, bu devlete erenin nasibi olur!..

Dinin takviyesi; her zaman ve bütün insanlar tarafından yapılması her nekadar güzel ise de, bu İslâm’ın garip kaldığı zamanlarda ve sizin gibi mürüvvet, himmet, fütüvvet, ehl-i beyt-i nübüvvet sahibi kimselerden gelmesi daha güzel ve daha iyi olur... Zira, bu devlet, sizin taife-i aliyyenizden yayılmaktadır.

Böyle bir şey, sizde zatîdir; sizin dışınızdakilerde arızîdir. Veraset-i nebeviyyenin hakikatı ise... bu büyük işin tahsilidir.

Resulüllah S.A. efendimiz, bu manada ashaba şöyle buyurdu:

- “Siz, öyle bir zamandasınız ki, emredilenin onda birini biri terk etse helâk olur. Sizden sonra bir zaman gelecek; o zaman, bunların onda biri ile amel eden necat bulacak...”

İşbu vakit, Resulüllah S.A. efendimizin anlattığı vakittir; bu kavim ise, geleceği anlatılan kavimdir.

Bir şiir :

Geliniz ey kahramanlar toptan bu yana;
Ganimet var, müdafii yok andan yana...


ooo

Bu sıralarda, Guyenduval kâfir lâinin katledilmesi iyi oldu. Onun katli hangi niyetle olursa olsun; merdud Hinduların kırılmasına sebeb olmuştur. Ama helâk edilmesi hangi garaza mebni olursa olsun. Küffarın bu şekilde açık düşürülmesi, Müslümanların zamandan kazandıklarıdır.

Fakir, o kâfiri katlinden önce rüyada gördüm: Bu zamanın sultanı, şirk ehli reisinin başını koparıyordu. Gerçek olan şu ki: Bu katledilen kâfir, şirk ehlinin reisi ve küfür ehlinin önde gideni idi... Allah onları hizlana uğratsın.

Resulüllah S.A. efendimiz, şirk ehline şu ibare ile beddua etmiştir:

- “Allahım, onların topluluklarını dağıt, cemiyetlerini böl; binalarını harap et; onların güçlü kuvvetlilerini al...”

İslâm’ın ve Müslümanların izzeti, ancak kâfirlerin ve küfrün açık düşürülmesindedir. Cizye almaktan dahi gaye: Küffarı açık düşürmek ve onları alçaltmaktır.

İslâm ehlinin düşkünlüğü, kâfirlerin üstünlüğü kadar olur. Bu iş üzerinde iyi uyanık olmak gerek. Çokları bu manayı zayi etti. Şumluğundan dinini harab etti. Onu toz duman edip savurdu. Halbuki Allah-ü Teâlâ’nın emri şudur:

- “Ey Nebi, kâfirlerle, münafıklarla cihad eyle; onlara sert çık...” (9/73)

Bu manadan ötürü, küffarla cihad etmek ve onlara sert davranmak, dinî zaruretler arasındadır.

ooo

Geçen asırlarda çıkan kâfir âdetlerinin kalıntısı, cidden Müslümanların kalblerine ağır gelmektedir. Halbuki bu zamanda, zamanın sultanının küfür ehline bir teveccühü kalmamıştır. Bu durumda Müslümanlara gereken, ama gücü yeten Müslümanlara... bu şerlilerin âdetlerindeki kötülükleri sultana bildirmektir.

Onların def edilip giderilmesi için çabalamaktır. Onların öyle kalmasının sebebi. Kendilerinin kötü olduklarını sultanın bilmemesidir. Bu durumda İslâm ulemasına uygun düşer ki: Gideler ve bu küfür ehli âdetlerinin şenaatını bildireler. Zira, şer’î hükümlerin tebliği için, harikulâde işler göstermeye ve kerametler izhar etmeye hacet yoktur.

Kıyamet günü; şeriat hükümlerini tebliğ etmeden oturmak, bu manada bir tasarrufta bulunmamak özrü kabul edilmeyecektir.

Peygamberler, mevcudatın en faziletlileri oldukları halda, şer’î hükümleri tebliğ ettiler. Kendilerinden bir mucize ve âyet talep edildiği zaman, şöyle dediler:

- Âyetler ve mucizeler ancak Allah katındadır. Bize düşen vazife ancak açıktan tebliğdir.

Ancak, Allah-ü taâlâ, dilerse.. bu sıralarda bu cemaatın hakikatına uygun bir hadise yaratır... (Yani: Mucize veya keramet kabilinden.)

ooo

Her hal ü kârda, şer’î meselelerin hakikatına muttali olmak zarurîdir. Eğer bu işte bir ihmal vaki olursa... bu işin ahdi (yükü) ulemanın ve sultana yakın olanların boynunda borç olarak kalır.

Bu işlerin ifası sırasında, dedikodu mahiyetinde eziyet hâsıl olursa, bunu büyük bir saadet bilmelidir. Görmez misin peygamberler ne kadar eziyete katlandılar ve nekadar zahmet çektiler. Hatta onların en faziletlisi olan Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

- “Bana eziyet olunduğu gibi, hiçbir peygambere eziyet olunmamıştır.”

Bir şiir:

Ömrüm bitti, söz vecdim bitmez saymakla;
Gece sona erdi, yetin bu kadarla...

Vesselâm vel-ikram...

Ontolojik felaketi aşmanın yolu: Sünnet-i Seniyye
16/01/2017
Yusuf KAPLAN



Çağımızın en parlak düşünürü Heidegger, “felsefenin / 'düşünme'nin Socrates'le birlikte bittiğini” söylemiş, 2500 yıllık küsur yıllık bir ezberi bozmuştu.
Oysa bize anlatılan hikâye neydi, şimdiye kadar?
Felsefeyi, dolayısıyla düşünmeyi Socrates, Eflatun ve Aristo'yla başlatmaktı.
Bugün yaşadığımız temel varoluşsal sorunların gerisinde Socrates'in imzası vardır.
SOCRATES'İN SEVABI VE GÜNAHI
Socrates'in bir günahı bir de sevabı var.
Socrates'in sevabı, Grek putlarını yıkması.
Socrates'in günahı ise, iki bin küsur yıldır insanlığa pahalıya malolan, insanın tanrılaştırılması(antroposantrizm) yolculuğunun temellerini atması.
Birinci sınıf felsefe tarihçileri bize, Socrates'in yaptığı işi / işlediği cinayeti, tek bir kavramla anlatırlar:Disconnection. Yani irtibatın-kopması.
Socrates, insanın gök'le irtibatını kopardı, yer'e mahkûm etti insanı.
ONTOLOJİK FELÂKET: İNSANIN TANRILAŞTIRILMASI
İnsanın beşerüstüyle, tabiatüstüyle, ilâhî olan'la irtibatının kopması ve tanrılaşması, insanın Tanrı'ya, Tabiata, İnsana hâkim olma güdüsü tarafından güdülmesine yol açtı.
Yani Socrates'le birlikte, Batı uygarlığı, ontolojisini yitirdi; yolculuğunu yalnızca epistemoloji / bilme çabası üzerinden sürdürdü...
O yüzden, Greklerin insanı tanrılaştırması, Kiliseçağlarında Hıristiyanların Tanrı'yı insanlaştırmaları şaşırtıcı değildir.
Hümanizm, Rönesans ve Reformasyon yolculuklarıyla gerçekleştirilen modern meydan okuma, yeniden insanın-tanrılaştırılmasıyla sonuçlandı.
İçinden geçtiğimiz postmodern süreç ise, insan'sız (post-hümanizm) ve Tanrı'sız (post-teistik) bir dünya. Hakikat fikrinin reddedildiği, her şeyin izafileştirildiği, yarı-insan, yarı-makina (cynorg) ruhsuz bir tür'ün hayata çeki düzen verdiği ontolojik felâketler çağı.
Descartes, “tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız” demişti: İnsanın tanrılaştırılmasının ürpertici bir örneğiydi bu.
Modernler, tabiatın nasıl efendileri ve hâkimleri olacaktı? Bu sorunun cevabını, Bacon, “bilgi güçtür”, diyerek vermiş, gücü, güç elde etme güdüsünü kutsamıştı.
İnsanın tanrılaştırılması, insanın ontolojik güvensizlik sorunu yaşamasına yol açacaktı. İnsanın böyle bir sorunla varlığını bile sürdürebilmesi mümkün değildi.
Çıkış yolu bulunmuştu: Ontolojik güvensizlik sorunu, güç üreten araçların kontrol edilmesini sağlayan epistemolojik güvenlik alanlarının genişletilmesiyle aşılacaktı.
Modernler, bilgiyi güç olarak konumlandırdılar; bilgiye sahip olarak güç üreten araçlara (tabiata, bilime, teknolojiye) sahip oldular: Sahte ama muazzam bir aşırı özgüven duygusu icat ettiler: İnsan artık her şeyi bilebilirdi, her şeyi kontrol edebilirdi, her şeye çeki düzen verebilirdi.
Nedir bu? İnsanın tanrılaştırılması elbette.
Bilgi üzerinden güç üreten araçlara sahip olunması, zamanla araçlara sahip olma güdüsünün amaç hâline gelmesiyle, bu da her şeyin yerle bir olmasıyla sonuçlandı.
Sema'dan Arz'a düşen, hayatı yalnızca Arz'dan ibaret gören modern / seküler insan, arzın, arizîliklerinin yol açtığı maraziliklerin taarruzlarına maruz kalmaktan kurtulamayacaktı.
Yalnızca bilgilenme / epistemoloji üzerinden bir dünya kuramazsınız. Bütün dünyaları da yıkarsınız. Yapılan da bu oldu.
Ontolojisi olmayan bir uygarlık, dünyayı cehenneme çevirecekti; bu kaçınılmazdı.
Bizim terimlerimiz üzerinden gidersek... Melekûtî âlemle irtibatını koparan, dünyayı / hayatı yalnızca mülk alemine kilitleyen bir uygarlık, melekûtî âlemden süt ememediği için insanın meleksi melekelerini yok edecek ve yalnızca mülk âlemine mâlik / sâhip olma, mülk âleminde meliklik taslama / hegemonya kurma kaygısıyla yaşayacaktı.
ONTOLOJİK FELÂKETİ GÖRME'NİN VE AŞMA'NIN YOLU: SÜNNET-İ SENİYYE
Asıl can alıcı meseleye geliyorum: Peygamberlik fikri ve hakikati olmadığı için, insan tanrılaştırılmıştı: Araçlar, amaçların yerine yerleştirilmiş, güç kutsanmış, epistemolojinin / bilginin güç üreten araçları (bilim, teknoloji, hız, haz vs) çoğaltarak bu araçlara sahip olma güdüsünün insanın amaçlarını yitirmesine yol açması engellenememişti.
İşte Sünnet-i Seniyye'nin hayatî rolü, ontolojik bir imkân sunması: İki bin küsur yıllık pagan Batı uygarlığı tarihinin ürpertici serüveni, Kitab'ın, sadece okunarak, bilgilenerek hayata geçirilmesinin, sadece bilgilenerek insanca bir dünya kurabilmenin peygambersiz imkânsız olduğunu gözler önüne sermeye yetiyor.
SÜNNET-İ SENİYYE: İNSANIN FITRATINI KORUMASININ TEK SİGORTASI
Oysa Sünnet-i Seniyye, bilginin hayat hâline nasıl dönüştürülebileceğinin yegâne anahtarı. Çünkü Sünnet-i Seniyye, hakikatin doğrudan hayat olmasının,insanın fıtratını korumasının tek sigortası.
Hakikate, bilme yolculuğuna çıkarak değil, olma yolculuğuna çıkarak ulaşabilirsiniz.
“Ben Kitabı okurum, anlarım” diyen kişi, ne dediğinin farkında bile olmayan zavallının tekidir.
Çünkü aslolan Kur'ân'dır ama Kur'ân'ı hayat hâline getirecek yol, Sünnet-i Seniyye'dir. Yani Kur'an asıldır; Sünnet usûl. Amaç hakikate vusûl'dür / ulaşmak. Ama usûl olmadan vusûl olmaz. Fusûl / sapma, savrulma olur ancak.
Peygamber'in olmadığı bir yerde bilgi hayata değemez, aksine kör bilinç üretir, hayatı da, hakikati de linç eder.
Peygamber'in olmadığı bir yerde, hakikatle doğrudan, dolayısıyla doğurgan bir irtibat kurulamaz. Yalnızca dolaylı, dolayısıyla dolandıran, deneme-yamulma trajedisi yaşatan bir ilişki kurulabilir.
SÜNNET-İ SENİYYE VE MEZHEPLERİN HAYATÎ ONTOLOJİK FONKSİYONU
Mezhepler, Sünnet-i Seniyye'nin fonksiyonunu icra eder. Mezhepler, usûl yolculuklarıdır çünkü.
Sünnet-i Seniyye, dolayısıyla mezhepler hem sâbitelerin değişkenler (kültür) tarafından yutulmasını önler; hem değişkenlerin (kültür'ün) sâbite katına yükseltilmesinin önüne set çeker; hem de değişkenlerin (kültür'ün) sâbiteler ışığında sonsuz bir şekilde yorumlanmasının yolunu açar.
Çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız.
Biz çağı da hakkıyla tanımıyoruz, kendi kavramlarımıza, dünyamıza da nüfûz edemiyoruz ve tanımlanıyoruz yalnızca.
Daha da vahimi, Müslüman zihnini ve Müslümanca yaşama zeminini yitirdiğimiz için de, tanıyamadığımız,sürekli tanımlandığımız bir ç/ağ'da zihnimiz, çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşüyor ama bunu göremiyoruz bile; çağın ağlarının, bağlarının, dünyasının içinde sürüklenip duruyoruz sadece.
Sünnet-i Seniyye, bize ontolojik bir alan açıyor: Bizim hem ümmîleşmemizi (çağın ağlarından, bağlarından ve dünyasından arınmamızı) hem de hakikati her dâim hayat hâline getirme, fıtratı yitirmeme kaygısı ile hareket etmemizi sağladığı için ontolojik felâketi önleyecek yegâne kaynaktır.
Şimdi insanın fıtratını korumasının yolunun nereden geçtiğini ve Batılıların çeyrek asırdır neden hadislere, Hz. Peygambere (sav) ve mezheplere saldırdıklarınıdaha iyi anlıyor olmalısınız.
TV5

EHLİ SÜNNETTEN AYRILMAYIN!
Mahmut USTAOSMANOĞLU
13 Temmuz 2009



"Benzeri ve ortağı olmayan Hak Sübhanehü Hazretlerine i’tikad beyânındadır.”
Akâid kelime olarak Akîde’nin cemîsi olup “Akîdeler” demektir. Akîde: İnsanın inanması icab eden şeylerin tümüdür. Edille-i şer’iyyeden olan kitap ve sünnetten çıkarılmıştır. Fıkıh ve tasavvuf da gene Edille-i Şer’iyye’den çıkarılmıştır.
Mevlâ’ya i’tikad; evvelâ bilmek sonra inanmakla olur. İşte o inanmaya i’tikad denir. Bu i’tikadı kimden öğrenmek lâzımdır? Hakkıyla bilenden. Hakkıyla bilen de kimdir? ALLAH’ın kitabını okuyanlardır.
Yahudi ve Hristiyanlar tembellik ettiler, kitaplarını açıp okumadılar. Bundan sebep de Mevlâ’yı hakkıyla bilemediler. Hak’dan habersiz kötü niyetli insanlar da onları kolaylıkla dalâlete sürüklediler.
Bugün de Kur’an-ı Kerim’in muhteviyâtından habersiz olan insanları Şiiler, hâriciler, mutezileler ve bunun gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebinin dışında olan diğer bir takım fırkalar kendilerine çekerek, onlara kendi inançlarını aşılamaktadırlar. Ama bir kimse Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaata mensup bir alimden i’tikadını tam olarak öğrenmiş olsa, bu durumlara düşmez.
Şu halde erkek, kadın herkesin şer’î ilimlerden okuması lâzımdır. Akâidi doğru olarak bilmeyen insanlar ALLAH hakkında suizanda bulunuyorlar, günahları işliyorlar sonra da “Kaderimiz böyleymiş.” Diyorlar.
Meselâ bir insan içki içiyorsa ALLAH (Celle Celalühü)mü ona zorla içiriyor? Kumar oynuyorsa Mevlâ mı ona zorla oynatıyor? Bir insan bile bunu başka bir insana az bir merhametinden dolayı yapmazken, Mevlâ o kadar çok merhametiyle bunu nasıl yapar? ALLAH (Celle Celalühü) da irâde-i külliye, bizde irâde-i cüziye vardır. ALLAH (Celle Celalühü) buyuruyor: “Ey kulum! Benim irâdem senin irâdene bağlıdır. Sen murad etmeden Ben Murat etmiyorum.” Kul irâdesini içki içmeye kullandığında Allâh-u Teâlâ Hazretleri dilerse ona o fiili yaratır. Kul o işte irâdesini kullanmasaydı, Allâh-u Teâlâ’da irâdesini kullanmayacaktı. Kulun irâdesini kullanmasına “kesb” denir. Allâh-u Teâlâ’nın irâdesini kullanmasına da “hâlk” denir. Ef’ali ihtiyâriyeden olan bir fiil bu iki şeyle olur.
Bazen de bir kul kötülüğü istemediği halde meydana gelir. Meselâ bir adamın elini ayağını bağlasalar, zorla ağzına şarap dökseler, bu adamın günahı olur mu? Olmaz. Bütün bunların bilinmesi için herkesin dinî ilimlerden okuması lâzımdır. Bir beyitte der ki:
“Kolunu paçanı sıva, din işlerinde müctehid ol.
Çekilipte çekilmekliği kabul eden deve misali olma.”
Eskiden araba, otobüs, kamyon, tren gibi taşıma araçları yoktu. Ticaret eşyaları develerle taşınırdı. Kervanlar vardı. Develer birbiri ardında peşpeşe giderlerdi. Bir defasında bir deve kervanı bir yerden başka bir beldeye giderken develerin üstünde bulunanlar uyuyuvermişler. En öndeki deve sahibi tarafından güdülmeyince durmuş, o durunca diğerleri de durmuşlar, develerin yularları sarkmış. En arkadaki devenin yularını bir fare gelip kemirmiş, kervandan onu ayırmış. Fare yuların kopan kısmına dişini geçirmiş, deveyi çekmeye başlamış. Yuların hafif hareketiyle sahibi tarafından güdüldüğünü zanneden deve, farenin peşinden gitmeye başlamış. Sahibi uyandığında bir de görmüş ki devesi, bir küçük farenin peşinde gidiyor. İşte cahil olan insan da onun gibidir, kim çekerse onun ardından sürüklenir.
İnsan, bir masonun mu, yahudinin mi, yahovacının mı, şiinin mi, bidat ehlinin mi? kimin peşinden gittiğine bakmalıdır. Şeyhim, Ali Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu) Hazretleri: “Cehâlet alâ vezni rezalet.” derdi. Ey ALLAH’ın kulları! Bundan evvelki beyitte müctehid ol deniyordu. Kolu paçayı sıva, din işlerinde müctehid ol, ama İmâm-ı Â’zam’ı geçmeye çalışma. Onu geçmeyi beceremezsin. Onların ictihadlarını anlayınca müctehid sayılırsın. Yani âyet-i kerimeleri o kadar çok tekrar tekrar oku ki, onlar nasıl anladıysa sen de öyle anlamaya çalış. İmâm-ı Muhammed İmâm-ı Â’zam’a geldi. “Ben okumak istiyorum.” Dedi. İmâm-ı Â’zam’da: “Hâfız olmadan olmaz.” Dedi. İmâm-ı Muhammed gitti. Bir hafta sonra geldi yine. “Okumak istiyorum.” Dedi. O zaman İmâm-ı Â’zam “Ben sana hâfız olmadan olmaz demedim mi?” deyince İmâm-ı Muhammed; “Ben hâfız oldum da öyle geldim.” Diye cevap verdi.
Böyle adamlar müctehid olur işte. Bizim de onların yolundan ayrılmamamız lâzım.
Usûlü Fıkh’ın başında şöyle bir ibâre vardır:
“Hangi tilki aslanın izlerine uyarsa, vahşi eşeklerin taze etlerine nail olur. Çünkü o aslan otlayıcı (et yiyici)dir.” Şimdi o tilki biziz. Eğer aslan gibi olan büyük hoca ve şeyhlerimizin peşine tabi olursak, taze taze marifetlere ulaşırız. Kendi başımıza kalırsak “Nasara” nedir? diye sorsalar mastar bile diyemeyiz.
Resûlüllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz ve O’nun izinde giden Hulefâ-i Râşidîn, Selefe-i Sâlihîn, İmâm-ı Â’zam, İmâm-ı Şafiî, Ahmet İbn-i Hanbel, İmâm-ı Mâlik gibi büyük zatlar varken, câhil insanlar izlenir mi?
Bakara suresinde Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
“İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki tarafta) azabı görmüş ve nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.” (Bakara Suresi: 166)
Dünyada hiç düşünmeden bazı kimseleri kendilerine önder edinen ve böylece batıl yola giden kimseler, âhirette o önderlerin kendilerinden uzaklaştıklarını görürler. Ancak her iki taraf da içine girecekleri azâbı görecekler ve ondan kurtuluş olmadığını anlayacaklardır. Dünyadakinin tersine bu sefer uyanlar konuşurlar, ama artık faydası yok.
“Kötülere uyanlar şöyle derler: Ah keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi bizde onlardan uzaklaşsaydık! Böylece ALLAH onlara işlerini pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.” (Bakara Suresi: 167)
Onun için dünyada kime uyuyoruz iyi bakalım. “Bir kavmin delili karga olduğu vakit, onu leşli bir araziye götürür” Önderi bülbül olursa, o da gülistana götürür. Bülbül varken kargaya uyulur mu? Efendi Babam şöyle anlatmıştı: Bir gece seher vakti, uyanıkken aşikâre olarak Şeytan yanıma geldi ve bana: “Sen hangi mezheptensin?” diye sordu. Ben de: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebindenim” dedim. “Peki mezhebinin hak olduğuna delilin nedir?” dedi. Ben: “Kur’an-ı Kerim’dir.” Dedim. O: “Her mezhep sahibi haklı olduğuna dair Kur’an’ı delil getiriyor. O halde onların haksız olup senin haklı olduğun ne malum? Dedi. Bunun üzerine ben ona nice âyet ve hadisleri okuyarak cevap verdiysem de, bir türlü ikna olmadı ve önüme bir taş yuvarladı. Böylece uzun müddet mücadeleye devam etti, çok yoruldum, âciz kaldım ve yanımda duran yatağa düştüm, uzandım. O anda Mevlâ Teâlâ Hazretleri, Bakara Sûresi 137. Âyet-i celîlesini hatırıma getirdi. Ben de hemen yatağımdan doğrulup ona cevap olarak bu âyeti okudum ve dedim ki: “Bu âyet-i celilede Mevlâ Teâlâ habibine ve ashâbına hitâben buyuruyor ki;
“Eğer onlar (kendi dinlerini hak bilip insanları ona davet eden Yahudi, Hristiyan vesair din mensupları) senin ve ashabının inandığı gibi inanırlarsa, muhakkak (ancak o zaman) hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse ancak onlar haktan büyük bir ayrılık içindedirler.”
Ve devamla şeytana dedim ki: “İşte bu âyet-i celile nâzil olduğu zaman ne Mu’tezile, ne Şîa, ne Cebriye, ne de Kaderiye gibi bâtıl mezhepler mevcut değildi.” Ancak Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ve ashâbı mevcuttular ve hak üzere olanlar da ancak bunlardır.
Öyle ise dünya yıkılıncaya kadar ancak onlar gibi inanıp, onların amelleri gibi amel edenler, onlara hakkıyla tabi olmuş ve hidâyet üzere bulunmuş olur. “Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat” işte bunlardır. Şeytan bu izahata karşılık veremedi ve gitti. Şu halde ey Müslümanlar! Bizler, Resûlüllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) nasıl inandı ise, ashâbı nasıl inandı ise, öyle inanırsak doğru yoldayızdır. Dünya halkı ise, siz nasıl inanıyorsanız öyle inanırsa, o zaman hidâyettedirler. Başka tarafa dönerlerse onlar o zaman ancak ayrılıktadırlar. Kur’an’dan ayrıldın mı işin bitti: Hadisten aydıldın mı işin bitti. Kendilerini birbirlerine beğendirmek için bir o yana bir bu yana dönüyorlar. Fitne çok. “Cihan fitne dolmuş gel gidelim, Cemâli bâ kemâli seyridelim.” Benim doğduğum köyün az ötesinde, “aşağı köy” diye isimlendirdiğimiz bir köy vardır. Oradan bir ırmak geçer, ırmağın kenarında irili ufaklı hemen hemen aynı ebatta bir çok taşlar bulunur. Bunlardan başka ırmağın tam ortasında nerede ise bir oda büyüklüğünde siyah bir taş var. Yurkarıdan akıp gelen su büyük bir coşku ile onu yuvarlamak istercesine ona vurur. Lâkin taş oraya öyle yerleşmiştir ki; yerinden dahi kımıldamaz. Kendisine vuran sular yarılıp gider. İşte Müslüman da o taş gibi olmalı, ona çatan fitneler, o su gibi yarılıp gitmelidir. Bir âyet-i celilede şöyle buyurulur:
“Bir de hanginiz sabırlıdır, bilelim diye, bir kısmınızı diğer bir kısmınız için bir imtihan vesilesi kıldık. Senin Rabbin ziyâde görücüdür.” (Furkan Suresi: 20)
“Bakalım çatan fitneler îmânını, İslâm’ını değiştirecek mi?” diye insan imtihandadır. Gazete, Televizyon, (dini sevmeyen) anne, baba, Şeytan, Nefis… gibi. Daha bir çok fitneler vardır. İşte bunlardan biri veya bir kaçı ya da hepsi insana çatabilir. Mevlâ Teâlâ bakıyor bakalım, bizim ırmağın içerisindeki büyük taş gibi, insan, çatan şeylere karşı sabredip durabilecek mi? Yoksa “Ne yapayım dayanamıyorum, ben de onların keyiflerine uyayım” mı? Diyecek. Allâh-u Teâlâ âyet-i kerimede ne buyurmak dilemişti? “Habibim! Sen ve ashâbın tam hidâyettesiniz, Ben sizden memnunun, zira size bildirdiğim hak yol üzeresiniz. Eğer bu yoldan ayrılmazsanız memnuniyetle yaşarsınız ve memnuniyetle Bana kavuşursunuz.” Her vakit bizim sırtımızı okşayıp: “Sen hak yoldasın” diyecek değiller ya… Bazen: “Sen yanlış yoldasın, inancın yanlış, yaşayışın yanlış, kıyafetin yanlış” diyenler de olacak! Müslüman olan canından ayrılacak hidâyet yolundan ayrılmayacak. Çünkü Mevlâ Teâlâ: “Canından ayrılma!” buyurmadı, “Hak yolundan ayrılma” buyurdu. ALLAH yolunda ölenler şehid oluyor. Bize anamızdan babamızdan çok acıyan ALLAHımız, daima uyanık olmamız için böyle açık âyetleriyle bizlere vaaz ediyor. Şimdi vaktimiz varken tedbirlerimizi alalım. Âhiret için gerekli vazifelerimizi yoluna koyalım. Sonra özür dilemenin faidesi olmadığı günde, özür dileme mecburiyetinde kalmayalım.

NOT; Bu yazı Kasrı Arifan dergisi Aralık 2008 sayısından Alıntıdır...



27 Mayıs 2008 Salı
Gerçek İslam Ehl-i Sünnet İslamlığıdır Naylon Müctehidler İslam'ı Öğretemez
Mehmet Şevket Eygi

BENDENİZ din âlimi değilim, dinî konulara temas ediyorum. Yanılabilir miyim? Cevabım: Beş vakit namazın farz olduğu, âqil ve baliğ her Müslümanın bunu mutlaka kılması gerektiği gibi muhkem, müttefakun aleyh (üzerinde kesin ittifak/birlik olan) konuları yazmak için din âlimi olmak gerekmez. Nasıl ki, iki kere ikinin dört ettiğini söylemek için matematik profesörü olmanın gerekli olmaması gibi...

Bir Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanı olarak ilmihal fıkıh, akaid, ahlâk kitaplarındaki bazı kesin bilgileri halkımıza hatırlatıyorum. Kendimden bir ilave ve yorum yaptığım yoktur.
Tesettür konusunu ele alalım;
Tesettür Kitab ile yani Kur’ân-ı Kerîm’in kesin ayetiyle, Sünnet ile on dört asırlık icmâ-i ümmet ile bilinen kesin bir farzdır. Tesettürün farz olduğunu inkâr eden, “Hayır, İslâm dininde böyle bir şey yoktur!..” diyen kişi dinden çıkar. Dinimizde tesettürün farz olduğunu savunmak, yazmak, hatırlatmak için fakih olmak, gerekmez.
İlmihal, fıkıh, akaid kitaplarına sımsıkı bağlı olan bendeniz yanılmam ama müctehid olmadığı halde ictihad yapan, gerçek müftü olmadığı halde fetva veren, Kur’an-ı Kerim’i kendi re’y, heva ve hevesi ile tefsire yeltenen bid’atçiler, reformcular, naylon müctehidler, ilahiyatçı kisvesine bürünmüş olsalar da hatâ edebilirler. Nitekim de ediyorlar.
Şu zata bakınız, defalarca yazdı, meydan okudu. Özetle şunları söyledi: “Müslümanların inandığı ilmihal Müslümanlığı yanlıştır. Gerçek Müslümanlık benim anlattığım Kur’ân Müslümanlığıdır...”
Bu adam doğru mu söylüyor, yoksa yalan mı?
Onun iddiası kabul edilirse on dört asırdır gelip geçen büyük müctehidler, allameler, gerçek âlimler, gerçek müfessirler, gerçek muhaddisler, ‘âmil ve rabbanî din bilginleri yanılmışlar, bizim hazret doğruyu bulmuş. Aklı başında bir Müslüman böyle bir hezeyanı kabul eder mi?
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ne buyurmuşlar: “Benim ümmetim yanlış üzerinde ittifak etmez...”
On dört asırdan beri gerçek İslâm vardır, devam etmektedir. Gerçek İslâm’da bir kopukluk olmamıştır. Bundan önceki dinlerde olduğu gibi gerçek İslâm’da tahrif vuku bulmamıştır.
Gerçek İslâm’ı on dört asır boyunca müctehid imamlar, allameler, gerçek büyük müfessirler, büyük muhaddisler, gerçek fakihler, gerçek ulemâ, ‘âmil ve rabbanî din bilginleri; Resulullah Efendimizin varisleri, vekilleri, halifeleri halka öğretmişler, hizmetlerini yürütecek halifeler yetiştirmişlerdir.
Ülkemizde medaris-i İslâmiye kapatılmıştır ama Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta, Hindistan’da, Pakistan’da, Fas’ta ve diğer bilad-i islâmiyede medreseler açıktır ve lehülhamd gerçek ulemâ yetiştirmektedir.
Peygamberimizin haber verdiği gibi İslâm dünyasında bozuk fırkalar ve hizipler zuhur etmiştir. Lâkin doğru, katışıksız, gerçek İslâm’ı anlatan Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolu da hiçbir zaman kapanmamıştır ve inşaallah ila kıyame (dünyanın sonuna kadar) mevcut olacaktır.
Merhum Mevdudî’nin, “Kur’an’da Dört terim” kitabındaki iddiası yanlıştır. Ona göre, Müslümanlar üçüncü hicrî asırdan sonra Kur’ân’ın dört temel değeri/kavramı olan Rab, İlah, din, ibadet konusunda doğru yoldan çıkmışlar da doğruyu kendisi bulmuş!.. Çağımızın büyük din âlimi merhum Ebu’l-Hasen en-Nedvî “Kur’ân’ın Siyasî Yorumu” adlı kitabında Mevdudî’nin bu tezini çürütmektedir. (Bedir Yayınevi. Tel. 0212/519 36 18)
Hülasa (özet) olarak derim ki:
1. Ehl-i Sünnetin ilmihal kitaplarında yazılı olan kesin bilgilere bağlı kalan kimse, din bilgini olmasa da yanılmaz.
2- Ehl-i Sünnetin sınırlarını ve haddini aşan reformcu, naylon müctehid, kendi kafasından konuşan kişi ilahiyatçı olsa da yanılır.
3. İslâm dininde ve Şeriatında on dört asırdan beri üzerinde ittifak edilmiş tesettür gibi dinî hükümleri, değerleri, kavramları inkar edenler dinden çıkar.
4. Kendisinde tefsir yapma, müfessir olma ehliyeti bulunmayan kimseler Arapça bilmekle, ilahiyatçı olmakla tefsir yapamazlar. Böyle bir şeye yeltendikleri takdirde “Men fessere’l-Kur’âne bire’yihi fekad kefer” büyük tehdidi üzerlerinde olur.
5. Binlerce çok büyük âlimin, on binlerce büyük alimin, yüz binlerce alimin gösterdikleri Kur’ân, Sünnet ve icmâ Müslümanlığını bırakıp da kendi kafalarına göre yeni İslâmlar türetmeye kalkışanlar sapıktır ve sapıttırmaktadır. Onların peşinden gidenler, Mevlâlarını değil, belâlarını bulur.
6. Akıllı, vicdanlı, firasetli Müslümanlar dinlerini muteber/güvenilir ilmihal, fıkıh, akaid kitaplarından okuyup öğrenirler.
7. Ehliyetsizlerin yazdığı tefsirlerden din öğrenilmez. Mukallid Müslümanlar, temel ilmihal bilgilerini muteber tefsirlerden bile öğrenemezler. Namaz kılmasını bilmeyen bir kimse Râzî Tefsiri’nden iki rekat namaz kılmayı iki sene çalışsa öğrenemez. Küçük bir ilmihal okuyarak iki saatte öğrenir.
Sevgili Müslüman kardeşlerim, sakın Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığından ayrılmayınız. Reformculara, naylon müctehidlere, mezhepsizlere, telfik-i mezahip taraftarlarına, selefilere, şuculara buculara kulak vermeyiniz. Din işinin şakası yoktur. Cenâb-ı Hak cümlemizi doğru yoldan, Kendi rızasına ve Resulünün rızasına ve Salih seleflerin anlayışına uygun gerçek İslâm’dan ayırmasın.

Millî Gazete

08 Aralık 2008
Kimler Mezhepsizlik Yapıyor
Mehmet Şevket Eygi

İİTİKAT ve amelde Ehl-i Sünnet mezhebinin (Dört hak mezhep Ehl-i Sünnet’in şubeleridir) aleyhinde kimler bulunuyor?

1. Mutezile mezhebine bağlı olanlar.

2. Neo-haricîler.

3. Vehhabîler.

4. İbn Teymiyye mezhebinden olanlar.

5. İbahiyye fırkasına mensup olanlar (İbahiyye: Herşey caiz ve mübahtır diyenler.)

6. Biz Kur’ân’dan başka kaynak tanımayız diyen fırkanın mensupları.

7. Müslüman görünen oryantalistler.

8. Resmî ideoloji ile İslâm’ı, (resmî ideoloji lehine) bağdaştırmak ve uzlaştırmak isteyenler.

9. Hem Firavunu hem Musa’yı, hem küfrü hem imanı sevdiklerini söyleyen çelişkili kafalar.

10. Dinde reform, yenilik, değişiklik yapılmasını isteyenler.

11. Tarihselciler yani Fazlurrahman fırkası mensupları.

12. Kalplerinde nifak olanlar.

13. Rafizîler.

14. Dıştan Müslüman görünenler, gerçekte ise bir Yahudi sektine (tarikatına) bağlı olanlar... vs vs...

Bunlardan başka bir grup daha var ki, onlar kandırılmış, beyinleri yıkanmış, saptırılmış samimî kimselerdir.

Ehl-i Sünneti yıkmak isteyenlerin bazı söylemleri şunlardır:

Mezhepler puttur.

Mezhepçiler mezheplerini din haline getirmiştir.

Peygamber zamanında mezhep mi vardı?

Mezhep bid’attir.

Mezhepler kalksın, Müslümanlar bir olsun...

Adam mezhep aleyhinde ama kendisi mutezile mezhebinden.

Adam mezhepleri kötülüyor ama kendisinin de mezhebi var, Vehhabidir. (Gerçi o kendisine Selefî diyor!..)

Bendeniz Ehl-i Sünnet mezhebine bağlıyım ve bunu açıkça ve iftiharla beyan ediyorum. Karşıtlarımız niçin Mutezile, Haricî, Vehhabî, Rafizî, Reşad Halifeci, şu veya bu olduklarını gizliyorlar?

Ehl-i Sünneti yıkma ve mezhepsizliği yayma konusunda bir takım adamlar dıştan para alıyor, destek görüyorlar mı? Bu konuda çok rivayetler var.

Yine bu konuda Müslümanların arasına birtakım casuslar, ajanlar, istihbaratçılar, Ergenekoncular, provokatörler sızmış mıdır? Bundan kimsenin şüphesi olmasın, sızmıştır sızmıştır...

İnternette büyük ve dehşet verici bir kirlilik hüküm sürmektedir. İnternet mesajlarının bir kısmı kesinlikle samimî değildir; provokasyon, dezenformasyon, kafa karıştırmak, Müslümanları birbirine düşürmek için yapılmaktadır.


Şu mesaja bakınız:

BU NE PİŞKİNCE TAVIR...

Yazar: azadi - 2008-12-04-09:06:06

bunları diyen siz misiniz sayın (?) eğri: siz yazılarınızla müslümanlar arasında tartışma ortamı yaratan ve böylelikle müslümanların birbirlerinden kopmasına sebep olanların en önde gidenisiniz.erzurumlu İbrahim hakkı gibi bir saray uleması(?)nı, alim ve mücahidinden olan İbn-i teymiyye’ye tercih etmeniz sizin sorununuz.biz sarıklarından kan, gözlerinden yaş, alnından ter akan alimlere tabi oluruz.saray yaltakçısı, padişah uşağı, masabaşı mollası kesilenler size kalsın.yazdıklarını kanlarıyla mühürleyen şehid ali şeriati, seyyid kutup, el-benna, mevdudi, İbni teymiyye...vd rehberlerimizdir.

http://www.habervaktim.com/yazaryorum.php?id=9508


Takma bir isimle yukarıdaki satırları yazan kimse, bunları bir Müslüman olarak ve samimiyetle yazdıysa vah halimize!..

Provokasyon olarak yazdıysa yine vah halimize...

Bütün uyanık, şuurlu, firasetli Müslümanların itikatta, fıkıhta, ahlakta Ehl-i Sünnet mezhebini korumak ve savunmak hususunda, en güzel metotlarla seferber olması zamanıdır.

İslâm Şinasi isimli kitabında Yüce Yaratanımız için “Allah gerçek bir Janustur” (Janus iki çehreli bir Roma putudur) diyenŞeriati mücahid oluyor, iyi oluyor, mübarek bir şehid oluyor. Buna mukabil Ehlullahın büyüklerinden büyük alim, büyük veli Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerine hakaretler yağdırılıyor.

Biz Ehl-i Sünnet Müslümanları elbette böyle bir üslupla konuşmaz ve yazmayız. Lakin mutlaka doğru yolu, hak mezhebi savunmamız ve korumamız gerekir.

Başta ulema olmak üzere, Sünnî Müslümanları min gayri haddin uyarıyorum:

Ehl-i Sünnete yapılan hakaretleri, düşmanlıkları, iftiraları; ilim, irfan, kültür yoluyla en uygun ve en güzel şekilde red ve cerh etmezsek, ileride büyük bir yıkım olacaktır ve enkazın altında Sünnîler de kalacaktır.

Bayram Tebriki

BÜTÜN Müslümanların Kurban bayramını tebrik ediyorum. Bu vesileyle bazı önemli konuları ve uyarıları, haddim olmayarak hatırlatmak istiyorum:

1. Dünya ve para sevgisi nice kötülüğün başıdır.

2. İyi Müslüman aynı zamanda iyi insandır. İyi Müslüman ama iyi insan değil, onda bir bozukluk vardır.

3. Servetinizi, sermayenizi, paranızın bir kısmını, Allah ile ticaret yaparak verimli, bereketli, hayırlı, meymenetli hale getiriniz. Zekat veriniz (Şeriata ve fıkha uygun olmayarak verilen zekatlarla zekat borcu ödenmiş olmaz...), sadaka veriniz, Şeriata uygun hayır hasenat yapınız, fakir fukaraya yardım ediniz, malî ibadetler yapınız.

3. Her Müslümana ilmihalini öğrenmek farzdır.

4. Vasıflı, üstün, güçlü Müslüman ahlakı, karakteri, huyu iyi olan faziletli Müslümandır.

5. Ribaya (faize) bulaşan Müslüman kendini ateşe atmış olur. Riba muamelesinin katipliğini yapmak bile haramdır.

6. İçinde yaşadığımız fitne ve fesad asrında kurtarılacak en önemli ve hayatî şey imandır. Hem kendi imanımızı korumak, hem de halkımızın ve bilhassa gençlerin imanını korumak için ne yapmak gerekiyorsa öyle çalışmamız lazımdır.

7. Türkiye Müslümanları İslâm’ın kanaat, tevâzu, ortahallilik, iktisat ahlakına riayet etseler ülkede bir tek aç ve sefil vatandaş kalmaz.

8. Din sömürüsü yapan münafıklar, karı satan rezillerden daha rezildir.

9. Allah’ın ayetlerini ucuza pahalıya satan sahtekârlardan uzak duralım.

10. Peygamberimizin (salat ve selam olsun ona) buyruğu üzere her günümüz, bir öncekinden hayırlar bakımından ileri olmalıdır. Buna göre yaşayalım.

11. En büyük düşmanımız kendi nefsimizdir.

12. Malıyla, eviyle, giysisiyle, otomobiliyle, kaldığı otelle, yemek yediği restoranla, mobilyası ile dünyalığı ile övünen, bunlar dolayısıyla gurur ve kibre kapılan kimseler beyinsizdir. Bu gibi beyinsizlerden olmayalım.

13. Müslümanlık sadece namaz kılmakla, oruç tutmakla olmaz. Müslümanca düşünmek, Müslümanca yaşamak kendini İslâm dininin ve şeriatinin hükümlerine uydurmak gerekir. Kafirler gibi düşünen, dünyaya kafirlerin gözüyle bakan, kafirler gibi yaşayan kimse çok bozuk bir Müslümandır ve onun ayağının kaymasından korkulur.

14. Dine cep telefonuna verdikleri değer kadar değer vermeyenler gerçekten büyük bir gaflet ve sapıklık içindedir.

15. Dünya rahatlık, keyif, oh kekâh yeri değildir. Dünyanın musibetleri, çileleri vardır. Dünya kafire saray, mü’mine zindandır.

Lâ rahate fi’d-dünya buyurulmuştur. Asıl gerçek ve ebedî mutluluk dünya imtihanını kazandıktan sonra elde edilendir.


milli gazete

*Millî Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi, Yaşar Nuri Öztürk'e ateş püskürdü: "Mezhepsiz ilahiyatçı!"


02 Nisan 2009

Mehmet Şevket Eygi ile Yaşar Nuri Öztürk tam manasıyla birbirine girdi. Eygi, Milli Gazete'deki köşesinde Öztürk'e "Mezhepsiz bir ilâhiyatçı..." dedi. İşte Mehmet Şevket Eygi'nin yazısı:

Niçin Haklıyım?

Bir tarafta şazz (mânâsını açıklayacağım), aykırı, bozuk, Ehl-i sünnet dışı, cumhur-i ulemânın görüşlerine muhalif fikir ve re'ylere sahip, ana caddeden sapmış icazetsiz, yerli oryantalist, mezhepsiz bir ilâhiyatçı...

Onun karşısında, ilâhiyatçı olmayan, fakat Ehl-i Sünnet çizgisinde duran, geleneksel Kur'ân, Sünnet ve icmâ-i ümmet Müslümanlığına sımsıkı bağlı bulunan, kendi kafasından konuşmayan bendeniz...

Acaba bu ikisinden hangisi yanılıyor?

Elbette bozuk ilâhiyatçı.

Çünkü, o kendinden konuşuyor, kendi re'y ve hevasıyla bozuk ictihadlar yapıyor, bozuk fetvalar veriyor.

Bendeniz ise kendimden konuşmuyorum. Muteber Ehl-i Sünnet kitaplarına, kaynaklarına bağlı kalıyorum, onlardaki bilgi ve hükümleri nakl ve arz ediyorum.

Şazz fikirlere sahip bir ilâhiyatçı bendeniz için "O bir ilâhiyatçı değildir, geçelim..." demiş.

Hayır geçemezsin.

Seni, yakın zamanın büyük icazetli gerçek din âlimi, Kur'ân, Sünnet, fıkıh, şeriat hâdimi, Şumnu Nüvvab Medresesi ve Mısır Ezher Üniversitesi mezunu büyük âlim Ahmed Davudoğlu merhum tenkit etmişti. Niçin tenkit ettiğini öğrenmek isteyenler "Dini Tâmir Dâvâsında Din Tahripçileri" (Bedir Yayınevi, 0212/519 36 18) adlı kitabı okusunlar.

Ben ilâhiyatçıyım diyeceksin ve sonra:

* Ehliyet ve liyakatin olmadığı halde bozuk ictihadlar yapacaksın.

*Mevrid-i nassa aykırı bozuk fetvalar vereceksin.

* Mason, yalancı, taqiyyeci, Müslümanları aldatan, aktivist, bulaşık, Bahailerle ve Bahailikle gizli ve karanlık ilişkileri olan, Blunt adlı bir İngiliz ajanı ile birlikte Halife Sultan Abdülhamid'i tahtından indirmek için çalışan ve daha bir sürü şâibeli tarafı bulunan Cemalüddin Afganî'yi önder, kurtarıcı ve rehber ilan edeceksin.

* Onun tilmizi Mason Abduh'u, yanlış fikirlere sahip Reşid Rıza'yı ve emsalini göklere çıkartacaksın.

* Kur'ân Yahudileri ve Hıristiyanları İslâm'a çağırmıyor diyeceksin.

* Erkekler altın ziynet eşyası kullanabilir diye Şeriata aykırı fetva vereceksin.

* Ehl-i Sünnete aykırı bir çığır açmaya çalışacaksın.

* Dini, fıkhı, şeriatı oyuncak haline getiren telfik-i mezahip propagandası yapacaksın ve sen doğru yolda olacaksın, bunlara karşı çıkan Sünnî Mehmed Şevket Eygi yanlış yolda olacak. Yooo yağma yok!..

Bendeniz haddimi biliyorum, ictihad yapmıyorum, saçma sapan fetvalar vermiyorum, şazz fikir, re'y ve görüşler sergilemiyorum.

Müslümanlar İslâm'ı ve ilmihallerini öğrenmek için şu kitapları okusunlar diyorum:

1. Merhum dersiâm Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslâm ilmihali.

2. Hacı Zihni efendinin Nimet-i İslâm'ı.

3. Şafiî fıkhına bağlı olanlar büyük bir Şafiî ilmihali.

4. İslâm ahlâkını ve edebini öğrenmek için İmamı Gazalî'nin İhyau Ulumiddin adlı dört ciltlik eseri.

5. Ehil, icazetli, liyakatli âlimler, müfessirler tarafından telif ve tasnif edilmiş meal ve tefsirler.

6. Yine icazetli, ehliyetli âlimlerin hazırladıkları hadîs külliyatları...

Bunları tavsiye ettiğim için niçin yanılacakmışım?

İpe sapa gelir gerekçen var mı?

İlm-i Kelam okumuş olanlar bilirler ki, bozuk ilahiyatçılar, yeni bozuk fırkalar çıkartmakta veya eski bozuk fırkaların sinsice propagandasını yapmaktadır.

Bendeniz din sahasında bir otorite değilim ama merhum ve mağfur Ahmed Davudoğlu Hocaefendi büyük bir otorite idi. O, bir kimseyi tenkit ettiyse, bozuk fikirlere ve görüşlere sahip olmakla suçladıysa elbette bir hikmeti vardır. O Davudoğlu Hoca ki, şeriat hükümlerini müdafaa ettiği için bozuk düzen tarafından hapse atılmış, nice çileler çekmişti. Hem Bulgaristan'da, hem Türkiye'de...

Bozuk, dall, mudil ilahiyatçıların şu fikirleri yanlıştır:

1. Ahir zamanda İsa aleyhisselam nüzul etmeyecektir diyorlar. Halbuki nüzul edeceğine dair 100'den fazla hadîs vardır. Bu konuda ulema müstakil kitaplar yazmıştır. Tevâtür derecesinde dinî bir bilgiyi ve hükmü inkar eden bozuktur, sapıktır.

2. Ashab-ı Kiram'dan Ebû Hureyre radiyallahu anh hadîs uydurmuştur diyenler de sapıktır, bozuktur.

3. Kur'ân'daki birtakım muhkem/kesin emirler ve yasaklar tarihseldir, bugün geçerli değildir diyenler de yoldan çıkmıştır. Sadece yoldan mı?

4. Hadîsleri ayıklayan ilahiyatçılar çok bozuk, çok tehlikeli bir yoldadır. Ayakları kayar ve Cehennem'e yuvarlanırlar... Üstelik bu ayıklama işinde bir Cizvit papazını danışman olarak kullanmaktadırlar. Bilmiyor değiliz...

5. Pakistanlı Fazlurrahman bozuktur. Ülkesindeki binden fazla ulema, fukaha, müftü tarafından tenkit, red ve cerh edilmiş ve sürülmüştür.

6. Bazı bozuk ilahiyatçıların, hayızlı (ay hali) kadınların namaz kılabileceklerine dair verdikleri fetva yanlıştır. On dört asırlık icmâya, cumhur-i ulemanın ittifakına aykırıdır.

7. Bozuk ilahiyatçılar, feministleri memnun etmek için kadınlarla ilgili sahih hadîsleri inkar ediyorlar. Onların yaptığı doğru mudur, yoksa sapıklık mıdır?

Evet, bendeniz Ehl-i Sünneti, fıkhı, şeriatı müdafaa ederken haklıyım, doğru yoldayım.

Bozuk ilahiyatçılar ise, Ehl-i Sünnete aykırı bütün ictihad, fetva ve görüşlerinde yanılıyorlar.

Ben kendimden konuşmuyorum.

Onlar kendi kafalarına göre, kendi re'y ve hevalarıyla konuşuyor ve yazıyor.

İslâm dünyasının muteber fetva merkezlerine müracaat edelim, bakalım kim haklı çıkacak? Cesaretleri var mı?

(Not. "Şazz" Kaide ve kural dışı olan, marjinal görüş.)

Neo-Haricîler

AHMET CEVDET Paşa Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa adlı eserinde yazar. Haricilerden bir grup yolda Ashab-ı kiramdan muhterem bir zat ile karşılaşmışlar, yanında binit üzerinde hamile zevcesi de varmış. Sıygaya çekmişler. Ebubekir'i nasıl bilirsin?.. İyi bilirim demiş. Tamam demişler. İkinci soruları "Ömer'i nasıl bilirsin?" Onu da iyi bilirim demiş. Bu da tamam demişler. Gelmiş üçüncü soru: Osman'ı ve Ali'yi nasıl bilirsin? Onları da iyi bilirim deyince ya öyle mi demişler, muhterem zatı ve hamile eşini katl etmişler... Sonra yollarına devam etmişler. Ehl-i zimmet Hıristiyanların yaşadığı bir yerden geçerken Haricilerden biri bir domuz görmüş, pis murdar hayvan demiş kılıcıyla öldürmüş. Diğer Hariciler kaşlarını çatmışlar, bu bir zulümdür demişler, git hemen domuzun tazminatını öde ve Nasranî sahibinden af iste...

İşte Haricî zihniyeti budur.

Maalesef zamanımız Türkiye'sinde Neo-Hariciler diyebileceğimiz katı insanlar vardır. Bunlar Nuh derler Peygamber demezler... Adalet ve insaf onların semtine uğramamıştır... Bu Neo-Hariciler hem savcılık, hem hakimlik, hem de cellatlık yapar... Mantık bilmezler, mutedil olmazlar... Vurdukları vurduk, astıkları astık, kestikleri kestiktir...

Bu dar kafalı mutaassıplar mü'min kardeşlerini tekfir eder, şirkle suçlar.

Bunlar, savunmanın kutsal olduğunu bilmezler, savunma hakkı tanımazlar.

Ehliyet, icazet ve liyakatleri olmadığı halde işkembe-i kübradan ictihad yaparlar, yanlış fetvalar verirler. Haramı helal, helali haram yapanları bile var.

Bunlar gerekçesiz konuşurlar. Gerekçeye ihtiyaçları yoktur. Söyledikleri, iddia ettikleri her şey doğrudur. İtiraz edenler sapıktır. Onlar Haricî oldukları için hiç yanılmazlar.

1970'lerden bu yana bu yeni Hariciler İslâm toplumu içinde çok tahribat yaptı.

Zamanla bazıları sertliklerini bıraktı, eskiden bozuk ve kafir dedikleri düzenin haram ve necis rantlarına saldırdı. Nice sabık Haricî mücahid şimdi müteahhit oldu, malı götürdü, köşeyi döndü, kara para zengini oldu.

Müslümanlardan ilim ve irfan sahibi olanlar elbette bazı konuları mütalaa edecekler ve gerekirse tartışacaklardır ama her şeyin bir edebi, erkanı, usûlü, metodu, etiği olduğu gibi bu müzakere ve tartışmaların da vardır. Tartışma ve müzakereler olumlu ve yapıcı olacak. İlmî kaynaklara dayalı tutarlı gerekçeleri olacak. Yalan, dolan, mugalata karıştırılmayacak.Müslümanlar yanıltılmayacak, aldatılmayacak.

Çağımızda İslâm dünyasında çok az klasik Haricî kalmıştır. Onların da kendilerine göre hocaları vardır, sofuları vardır, mücahidleri vardır. Sorarsanız "Ah, bu dünyada Müslüman olarak bir biz kaldık..." derler.

Neo Haricilerin bir kısmı Haricî olduğunu bilmez veya kabul etmez. Onlara sorarsanız en iyi, en has, en halis, Müslümanlar kendileridir.

Cenab-ı Hak Ümmet-i Muhammed'i şerlerinden korusun. Amin...

11 Mayıs 2009 Pazartesi
Ebubekir Sifil'den önemli uyarı!

Milli Gazete ve Rıhle Dergisi yazarlarından Dr. Ebubekir Sifil, ayak oyunlarıyla ayağımızın altındaki zeminin kaydırılmakta olduğunu söyledi.

Oynanan oyunların farkında olunmazsa tarihin bir kez daha ve korkunç bir biçimde tekerrür edeceği uyarısında bulunan Sifil, Mutezile, Haricilik ve Şia gibi Ehli Sünnet dışı mezheplerin "İslam'ın zenginliği" olarak görülmesini de "absürtlük" olarak değerlendirdi. Milli Gazete'deki son iki makalesinde Sünnet'in korunmuşluğu konusunu işleyen Dr. Ebubekir Sifil, "Bu din Sahabe'ye gereği gibi hem tebliğ hem de beyan edilmiş, onlar da Efendimiz (s.a.v)'den aldıklarını kendilerinden sonraki kuşağa aktarmışlardır" dedi...

İşte Sifil'in o iki yazısı...

Korunmuşluk açısından Sünnet Modern zamanlarda bilincimize musallat edilen virüslerden birisi de, Kur'an'ın korunacağının Allah Teala tarafından garanti edildiği, buna mukabil Sünnet'in ilahî korumanın dışında kaldığı iddiasıdır. Bu iddia ayağına yer edindiğinde kaçınılmaz olarak sadece Kur'an, 6 bin küsur ayetten ibaret bir metin olarak itimada şayan olacak, onun dışındaki her şey modern müslümanın şüphe oklarının hedefinde bulunacaktır.

Bilincimize bu virüsü musallat edenler, "uydurma hadis" diye bir vakıa bulunduğunu herkesin itiraf ettiğini, ancak "uydurma Kur'an" diye bir şeyin hiçbir zaman söz konusu olmadığını, olamayacağını kabul etmemizi isterler.

Evet, Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğunda şüphe yok. Ancak bu gerçek iki noktada manipüle ediliyor:

1. Kur'an'ın korunmuşluğu, "Kur'an" adı altında birtakım metinlerin uydurulmadığı/uydurulmayacağı anlamına gelmez. Birkaç yıl önce "el-Furkânu'l-Hakk" isimli uydurma bir kitabın ABD'de peydahlanıp piyasaya sürüldüğü haberi hafızalarımızdaki tazeliğini henüz kaybetmiş değil. (Kur'an surelerine nazire tarzında kaleme alınmış sureler ve pasajlar ihtiva eden bu müzevver kitap, bekleneni vermemiş olacak ki, gündemden çabuk düştü!)

Daha önemlisi var: Hindistan'ın Bankipore şehrindeki Genel Şark Kütüphanesi'nde bulunan nüsha, tam anlamıyla bir "uydurma Kur'an"dır. Nüzul sırasına göre tertip edilmiş bulunan bu nüsha, sadece kimi ayetlerin içine serpiştirilmiş eklemelerle temayüz etmez; sonunda bulunan iki "sure" de onu farklı kılmaktadır. Bu "sure"lerden birisi, "Sûretu'n-Nûreyn" adını taşımaktadır. Kırk bir cümleden müteşekkil olan bu "sure", Efendimiz (s.a.v) ve Hz. Ali (r.a)'den bahsetmektedir. Diğeri ise Şii Hüseyin b. Muhammed Takî en-Nûrî et-Tabersî'ye ait Faslu'l-Hitâb fî İsbâti Tahrîfi Kitâbi Rabbi'l-Erbâb'da zikredilen Sûretu'l-Velâye'dir.1 (Bu "sure", Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî'nin oğlu Şah Abdülazîz'in kaleme aldığı Muhtasaru't-Tuhfeti'l-İsnâaşeriyye isimli eserde de zikredilmiştir.)

Şu halde, nasıl ki "Kur'an" adı altında uydurulmuş birtakım metinlerin mevcudiyeti Kur'an'ın korunmuşluğuna gölge düşüremezse, "hadis" adı altında uydurulmuş birtakım metinlerin bulunması da bütün olarak Hadis sahasını itham altına sokmaya yetmez!

2. Kur'an'ın korunmuşluğu, ne dediği okuyana göre değişen 6 bin küsur cümlenin korunmuşluğu değildir. Bilakis Kur'an'ın korunmuşluğu, Kur'an'ın bizden ne istediği konusundaki netliğin de korunmuşluğu demektir. Yani Allah Teala Kur'an'ı göndermekle iman, ahlak, tefekkür, tasavvur ve amel olarak nasıl bir çizgi izlememiz gerektiğini biz kullarına iletmiştir. Eğer Kur'an'daki 6 bin küsur cümle muradullahın tecellisi için bu noktalarda yeterli olsaydı, "Kur'an'ın beyanı" gibi hayatî bir rolün Sünnet'e -yine bizzat Kur'an tarafından- verilmesinin hiçbir anlamı olmazdı!

Kur'an, Efendimiz (s.a.v)'e iki görev yüklemiştir: Tebliğ ve Beyan. Ve bize de ihtar etmiştir ki, Kur'an, Sünnet'in beyanına/açıklamasına ihtiyaç gösteren ayetler ihtiva etmektedir.

Öyleyse şunu söylemek zorundayız: Eğer Allah Teala'nın bizden ne istediğini Efendimiz (s.a.v)'in beyanı olmadan anlayamıyorsak, Kur'an'ın sadece "tebliğ"inin değil, aynı zamanda "beyan"ının da korunmuş olması gerekir! Aksi halde Kur'an'ın sadece "tebliğ"inin korunmuş olmasının pratik hiçbir anlamı olmayacaktır.

Pazartesi günü devam edelim.

Bütün bunlar şu noktayı açık bir şekilde önümüze koyuyor: Tarih içinde şu veya bu çevre tarafından şu veya bu gerekçeyle hadis uydurulmuş olmasından hareketle hadislerin tamamını "şüpheli" görmek ve töhmet altına sokmak, bir sonraki adımda Kur'an'ı da aynı töhmet tavrının hedefine koyacaktır.

Burada denebilir ki: "Sünnet başka, Hadis başkadır. Sünnet, Kur'an'ın beyana muhtaç ayetlerinin fiilî/amelî olarak tefsir edilmesiyle oluşur ve Ümmet tarafından nesilden nesile "amelî olarak" aktarılmıştır. Burada herhangi bir şüphe yoktur. Ancak hadisler "amelî" olarak değil, "kavlî" olarak nakledilmişler ve nakledilirken de unutmak, yanılmak, eksik ya da fazla nakletmek... gibi birtakım ravi tasarruflarına maruz kalmışlardır. Dolayısıyla Sünnet'in korunmuşluğundan söz edebiliriz, ama hadislerin korunmuşluğundan söz edemeyiz!

Bu yaklaşım ilk bakışta makul gibi görünmektedir. Ama birkaç noktada problemlidir:

A. Güvenilirliği, amelî olarak aktarılan namaz, oruç... gibi bazı temel ibadetlere indirgemek, dinin büyük bir kısmını bize aktaran hadisleri devre dışı bırakmak demektir. Bu da dinin büyük kısmının fiilen lağvedilmesi anlamına gelir.

B. Pek çok alanda "amelî rivayet" ile "kavlî rivayet"i birbirinden ayırmak mümkün değildir. Söz gelimi feraiz, alım-satım, nikâh-talak... ile ilgili rivayetler bu kapsamdadır. Hatta oruç, zekât gibi temel ibadetlerin de bu kapsamda olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. Açıktır ki yüzyıllar boyunca Ümmet bunlar ve benzeri konularda "görerek" değil, "işiterek", yani "amelî" nakle değil, "kavlî" nakle dayanarak amel etmiştir.

C. Bu Ümmet'in ulemasının sıhhati üzerinde söz birliği ve gereğince amel ettiği rivayetler, güvenilirlik bakımından "amelî nakil"den aşağı değildir.

Şu halde hadisleri -hangi gerekçeyle olursa olsun- toptan zan ve töhmet altına alan herhangi bir yaklaşımın sahih bir din tasavvuru ile alakası kurulamaz!

Yazının başında zikrettiğim "sadece Kur'an metninin korunduğu" tezi de aslında havadadır. Zira Allah Teala Kur'an'ı gökten indirdiği melekler vasıtasıyla ya da bir başka şekilde korumuyor. Bu ümmetin hafızları ve hafgızası vasıtasıyla koruyor.

Öte yandan şunu da gözden kaçırmayalım: "metnin/delilin korunması", "muradın/medlulün korunması" anlamına gelmemektedir.

1) Geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I, 406 vd Korunmuşluk açısından Sünnet 2 Cumartesi günkü yazıyı "metnin/delilin" korunması, "mananın/medlulün" korunması anlamına gelmez diyerek bitirmiştik. Bu nokta üzerinden devam edelim: Cebrail (a.s), Efendimiz (s.a.v)'e bir tek din getirmiştir. Efendimiz (s.a.v) de bu dini Cebrail (a.s)'dan aldığı gibi ashabına aktarmıştır. Bir önceki yazıda altını çizdiğim gibi bu "aktarış"ın iki boyutu vardır: "Tebliğ" ve "beyan."

Bu din Sahabe'ye gereği gibi hem tebliğ hem de beyan edilmiş, onlar da Efendimiz (s.a.v)'den aldıklarını kendilerinden sonraki kuşağa aktarmışlardır. Sahabe kuşağı henüz hayattayken zuhur eden birtakım fırkalar, yeni ve farklı din telakkileri ile ortaya çıkmışlardır.

Bu noktaya dikkatinizi özellikle çekmek isterim. Bu fırkalar bu din telakkilerini Sahabe'den almamışlardır. "İ'tizal" kelimesinin ilk defa kim tarafından ve hangi bağlamda kullanıldığı konusunda Kelam Tarihi kitaplarında okuduğumuz nakillerden birisi şudur: el-Hasenu'l-Basrî'nin ilim meclisinde büyük günah işleyen kimsenin durumu tartışma konusu olmuş, talebelerinden Vâsıl b. Atâ, böyle kimselerin dinden çıkacağını, ancak küfre de girmeyeceğini, yani mü'min de kâfir de sayılmayacağını söylemiştir. el-Hasenu'l-Basrî'nin Sahabe'den devralınan din telakkisine uymadığı için reddettiği bu kabul neticesinde Vâsıl b. Atâ, onun meclisinden ayrılarak (i'tizal ederek) kendi halkasını oluşturmuştur.

Bu olay bize, sadece "i'tizal" kelimesinin kavramsal menşei hakkında bilgi vermekle kalmıyor; aynı zamanda "i'tizal"in "nev-zuhur" bir hareket olarak Sahabe'nin dünyasında yerinin bulunmadığını da anlatıyor.

Nitekim Tabakâtu'l-Mu'tezile yazarlarının, i'tizal anlayışını gerilere atfetme gayretinin, birkaç sahabî ismine ve zorlama yorumlara dayandığını açık bir şekilde görüyoruz. İlgili eserlerde Sahabe'nin ileri gelenlerine dayandırılan görüşler kısaca şöyledir: Hz. Ebû Bekr, Abdullah b. Mes'ûd gibi sahabîlerin, hakkında nass bulunmayan bazı konularda ictihad ederken, "Kendi görüşümle hükmediyorum; doğruysa Allah Teala'dan, yanlışsa benden ve şaytandandır" demeleri, Hz. Ömer'in, hırsızlık yaptıktan sonra "Allah'ın bana yazdığı kaderle hırsızlık yaptım" diyen birine, el kesme cezasının üstüne kırbaç vurdurması ve elinin kesilmesinin hırsızlık suçunun, kırbaçlanmasının ise Allah Teala'ya iftira etmesinin cezası olduğunu söylemesi, Hz. Osman'a ok atanların "Allah attı" iddiasına karşılık, "Yalan söylüyorsunuz, Allah atsaydı ok hedefini şaşırmazdı" demesi, Hz. Ali'nin Sıffin sonrası Şam'a gitmelerinin de gitmemelerinin de Allah'ın kaderiyle (takdiriyle) olduğunu söylemesi, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'ın da bunlara benzer tarzda Cebriye'nin görüşlerini çağrıştıran iddiaları reddetmeleri...

Bu argümanların, bu sahabîlerin (Allah hepsinden razı olsun) Mu'tezile'nin ilk tabakası olarak zikredilmesi için kesinlikle yeterli ve tatmin edici olmadığı açıktır. Yine açıktır ki, "Zikredilen bu örnekler neden Mu'tezile'nin görüşlerine delildir de Ehl-i Sünnet inancına delil değildir?" sorusunun cevabı yoktur...

Bu zorlama yorumları bir yana bırakacak olursak, şu nokta gün gibi aşikârdır ki, Mu'tezile'ye karakterini veren "el-menzile beyne'l-menzileteyn" (büyük günah işleyenin mü'min de kâfir de olmayacağı, bu ikisi arasında bir yerde bulunacağı), Allah Teala'nın ahirette görülmesinin söz konusu olmayacağı, (özellikle bazı ilk mu'tezilîlerden sadır olan) şefaat, kabir azabı... gibi hususların inkârı noktasında Sahabe'den tek bir nakil bulmak dahi mümkün değildir.

Öyleyse i'tizal tavrının da, haricîliğin de, diğerlerinin de Sahabe'den devralınan İslam'dan kaynaklanmadığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. Bid'at fırkaların bu noktada Sahabe ile kendi aralarında kurduğu ilişki, "geçmişi kurgulamak"tan başka bir şey değildir.

Bu gerçek bizi kaçınılmaz olarak şu noktaya götürecektir: Bid'at fırkaların her biri Sünnet'le ve Sahabe nesli ile şu veya bu ölçüde/şekilde çatışma içindedir. Zira bid'at fırkalar ancak Sünnet ve Sahabe unsurlarını devre dışı bırakarak ya da istismar ederek bid'at görüşlerini savunma/terviç etme şansına sahip olabilmişlerdir.

Efendimiz (s.a.v) bu fırkaların savunduğu farklı din telakkilerinin hepsini Sahabe'ye aktarmış/öğretmiş olamayacağına göre, soru şudur: Efendimiz (s.a.v)'den Sahabe'ye (Allah hepsinden razı olsun) intikal eden din nerededir?

Mu'tezile'nin tasavvurundaki Allah ile Cebriye'ninki, Haricîler'in Sünnet tasavvuru ile Şia'nınki... birbirine uymadığına göre, Efendimiz (s.a.v)'den Sahabe'ye intikal eden İslam'ı nerede arayacağız? "Bunlar bizim zenginliğimizdir" absürtlüğüne prim vermeden hakikati nerede aramalıyız?

Kur'an'ın 6 bin küsur cümleden oluşan bir "metin" olarak korunmuşluğu bu probleme cevap teşkil etmediğine göre, ya ayağımızın altındaki zeminin hangi ayak oyunlarıyla kaydırılmakta olduğunu acilen fark edeceğiz, ya da tarih bir kere daha ve korkunç biçimde tekerrür edecek...

20 Mayıs 2009 Çarşamba
ŞİA DÜŞMANLIĞI?!

EBUBEKİR SIFİL

fikritakip sitesinde neler oluyor?

Son dönemde Milli Gazete'de "Sünni-Şii ihtilafını körükleyen" yazıların yer almaya başladığı gibi "kendilerinden menkul" bir tesbitten hareket eden, benim ve muhterem Mehmet Şevket Eygi'nin adını da açıkça zikreden itham yüklü yazılar yer almaya başladı sitede. Tesbit edebildiğim kadarıyla sitenin anasayfasında bu muhtevada tam 5 yazı var.
Yazılarda iki tema işleniyor:
1. İran'ın bölgedeki çekim alanı ve nüfuzu genişledikçe Şia karşıtı yazılarda artma gözleniyor ve bu tesadüf değil.
2. Emperyalizm karşıtı duruşuyla bilinen Milli Görüş hareketinin yayın organı durumundaki Milli Gazete'de emperyalizmin ekmeğine yağ süren bu yazıların yer alması şaşırtıcıdır.
Kendi adıma konuşacak olursam, yaklaşık 10 yıldır yazmakta olduğum Milli Gazete'de münhasıran İran'ı hedefleyen politik içerikli tek yazı dahi kaleme almış değilim. Bu, İran'ın izlemekte olduğu politikaların tamamını onayladığımdan değil, siyasî analiz yazıları yazmamayı tercih ettiğimdendir.
Elbette bu durum, İran'ı hiçbir yazıda söz konusu etmediğim, hatta eleştirmediğim anlamına gelmez. Milli Görüş'ün yayın organında yazıyor olmak, zımnî bir "İran'ı eleştirmeme ahdi" olarak mı anlaşılmalı?
Şia'yı "ehl-i bid'at" kategorisi içinde değerlendiren yazılar yazıp yazmadığıma gelince, elbette yazdım. Ancak burada birkaç noktayı insaf sahibi ve art niyetsiz okuyucunun dikkatine sunmak isterim:
1. Sitede takdim edilmeye çalışıldığı gibi bu tarz yazılar münhasıran son dönemde kaleme alınmış değildir. Milli Gazete'deki yazılarımı izleyeler veya www.ebubekirsifil.com'u takip edenler, Ehl-i Sünnet'in "ehl-i bid'at" olarak gördüğü mezhep ve ekolleri konu edinen, onların tarihteki ve günümüzdeki durumlarını çeşitli bağlamlarda irdeleyen yazıları başından beri yazdığımı biliyor. Siteme veya Milli Gazete'nin arşivlerine girilerek bu durumu tahkik etmek son derece kolay.
2. Yıllardan beri kaleme aldığım bu yazılar, bir bütün olarak "ehl-i bid'at"ı hedeflemektedir. Bir kimsenin, bunlar arasında münhasıran Şia'yı ya da Mu'tezile'yi yahut bir başka bid'at ehli ekolü hedeflediğimi, hele –fikritakip.com sitesinde iddia edildiği gibi– Şia'yı bir bütün olarak tekfir ettiğimi söylemesi en hafif ifadesiyle iftiradır! İsbat edemeyeceğini bile bile böyle bir iftiranın faili olmayı göze alanların, "çamur at, izi kalsın" hafifliğinden başka bir hasleti olmasa gerek!
3. Ehl-i bid'at hakkında yazdıklarım, İran'da herhangi bir Şii yazarın Sünnîlik ve Sünnîler hakkında yazdığından daha ağır değildir.
4. Ehl-i bid'at temalı yazılarımı Amerika-İsrail politikalarıyla irtibatlandırma talihsizliği, ilgili yazıları kaleme alanların nasıl "manipülatif" hareket ettiğinin en güzel delili. Ehl-i bid'atı tenkit etmekle Amerika-İsrail politikalarını onaylamak arasında neden lazım-melzum ilişkisi bulunsun?
Tersi bir mantık yürüten birisi pekala şöyle diyebilir: "Küresel emperyalizmin Irak ve Afganistan işgalleri, İran'ın örtülü veya açık işbirliği olmadan gerçekleşmezdi. Bu durumda İran yanlısı politika izlemek emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmektir!!"
Tam bir köylü kurnazlığı bu!
5. Hakkımdaki "mezhepçilik" iddiası, Ehl-i Sünnet'in kabullerine uymayan –şu veya bu ekole ait– bid'at inanışlar hakkında yazdıklarıma dayandırılıyor. Bir kimsenin inandığı itikadî umdeleri savunmasına "mezhepçilik" yaftasını vurmak doğru bir mantığın ürünüyse, bu mantığı yürütenlerin, Caferiyye'yi "resmî mezhep" olarak kabul ettiğini anayasasına yazma gereği duyan İran'ı bu tutumundan dolayı ayrımı ve mezhepçiliği anayasal zeminde yapmakla suçlaması tutarlılığın gereği değil midir?
6. Milli Gazete'deki yazılarımı izleyenler, Ehl-i Sünnet ile Şia arasında yakınlaşma temini için neler yapılabileceği konusundaki yazılarımı hatırlayacaklardır. Bu mesele beni "mezhepçilik"le suçlayanların yaptığı gibi "emperyalizm karşıtlığı"na indirgenemeyecek kadar ciddi ve uzun soluklu çalışmalar isteyen bir meseledir. Bu arkadaşlara tavsiyem, yapabiliyorlarsa gidip bu meselenin ilmî ve sosyokültürel zemini hakkında biraz kafa yorsunlar!
Son olarak bir kere daha tekrar edeyim: Ehl-i Sünnet ilkelerle örtüşmeyen her kabulü ilmî zeminde tenkit etmeyi vazife olarak bilirim. İran'daki bir şiinin Ehl-i Sünnet eleştirisi yapması nasıl normal karşılanıyorsa, aynı durum benim için de geçerlidir. 50'sine merdiven dayamış birisi olarak bugüne kadar Amerika, İsrail ya da bir başka emperyalist güç hakkında olumlayıcı değil cümle kurmak, imada dahi bulunmadım elhamdülillah. Hiçbir emperyalist politikaya doğrudan ya da dolaylı destek anlamına gelecek bir faaliyetim olmadı. Dünyanın neresinde bir müslümanın burnu kanasa, canımın yandığını hissettim. Kimsenin kimseye zulüm ve haksızlık yapmasını onaylamadım. Eleştiri ile basitliği, sövgüyü, karalamayı ömrüm boyunca birbirinden titizlikle ayırmanın gayreti içinde oldum. Bunların şahsıma karşı sergilenmesine de asla tahammülkâr davranmadım.

Milli Gazete

"De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...."

Cenab-ı Allah’ın (c.c) Kur’an-ı Kerim’de "Şüphesiz sen en güzel ahlâk üzerindesin" şeklinde buyurduğu Peygamberimiz (sav) için yine Kur’an-ı Kerim’de "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...." buyurmaktadır. Resulullah’ın (sav) yürüdüğü yola ‘Sünnet’, Onun sözleri ve davranışlarının yanısıra başkalarında görüp beğendiği ve hoş karşıladığı şeylere ‘sünnet-i seniyye’ denir. Veda Hutbesi’nde "Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu şaşırmazsınız. Bunlardan biri Allah'ın kitabı Kur'ân'ı Kerim, diğeri de Sünnetimdir" buyuran Efendimizin (sav) sünnetine uygun olarak yaşayan kişi günlük hal ve hareketlerini ibadete ve inşallah sevaba dönüştürecektir. Peygamberimiz (sav) Sünnete uyanları, "Kim ümmetimin bozulduğu bir zamanda Sünnetime sarılırsa ona yüz şehid sevabı verilir" buyurarak müjdelemiştir. Bu müjdeyi yaşayanlara dahil olmak duasıyla…
Risale Haber

Kayan Yıldız Sırrı (*)

(Kıpçak dilinde, Kayma-Her ne olursa olsun. Her kim olursa olsun: 151: Mehdî Muhammed… Kur’ân’da, Allah Sevgilisi kasdıyla “Kayan Yıldız” tâbiri geçtiği malûm… Kayan Yıldız Sırrı: Topyekün varlık ve insanlığın O’nda toplu olması bakımından, “Her ne?” ve “Her kim?”, aslını ve esasını, hakikatini, sırrını O’nda saklar, kulda “malik” hikmeti, en başta O’nda; “Li Küllî Emrin Fehîm”; Küllî işlerin anlayışında olan Allah, için)

Salih Mirzabeyoğlu / Ölüm Odası [B-7]

* Başlık metnin içinden tarasfımızca seçilmiştir. (EF)

“İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ”A DAİR: 3 – KURÂN MÜSLÜMANI
Selim GÜRSELGİL
26 Ağustos 2017

“KUR
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Mar 20, 2010 7:09 pm    Mesaj konusu: Ehl-i Sünnet, İslâm’ın omurgasıdır Alıntıyla Cevap Gönder

Ehl-i Sünnet, İslâm’ın omurgasıdır; omurga çökerse, İslâm büyük darbe yer!
Yusuf Kaplan
27 Nisan 2016


İslâm dünyasının sorunu sanki mezhep çatışmasıymış gibi bir atmosfer oluşturmaya, bunun için mezhepleri kaşımaya, mezhep çatışması icat etmeye çalışıyorlar!

SORUN, MEZHEP ÇATIŞMASI DEĞİL, BAĞIMSIZLIK SORUNU!

Oysa İslâm dünyasının sorunu, mezhep çatışması değildir. İslâm dünyasının sorunu bağımsızlık sorunudur.

İslâm dünyasının asıl sorununu hem gizlemeye hem de mezhep çatışması gibi sahte sorunlar icat ederek Müslümanları birbirine düşürmeye, kırdırmaya çalışıyorlar; böyle böyle tam anlamıyla hedef saptırıyorlar!
Önce şunu bilelim: İslâm dünyasında tarih boyunca mezhepler arasında çatışmadan ötürü Müslümanlar birbirleriyle boğuşmadılar. Tarih boyunca İslâm dünyasının belini büken asıl çatışmalar dışarıdan gelen saldırılardan ötürü yaşandı.

DIŞARDAN SALDIRILAR İSLÂM DÜNYASINI PERİŞAN ETTİ!

Sözgelişi, birinci büyük medeniyet buhranı, Müslümanların kendi aralarındaki gerilimlerden veya sorunlardan değil, bizatihî dışarıdan yani Moğol ve Haçlı saldırılarından kaynaklanmıştı.

Bir başka hayatî nokta da şu: Mezhep çatışması gibi görünen çatışmalar, aslında siyasî gerilimlerden, iktidar çatışmalarından ibaretti esas itibariyle.
Bugün de, iki asırdır iliklerimize kadar yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı, esas itibariyle, modernliğin meydan okuması, dolayısıyla Batılıların bütün medeniyetlerin, dinlerin ve kültürlerin kökünü kazıma saldırılarının bir sonucudur.

MÜSLÜMAN ZİHİN VE MÜSLÜMAN ZEMİN ÇÖKTÜ!

Batılılar, önce sömürgecilik tecavüzüyle ardından emperyalizm tecavüzüyle hem mevcut medeniyetlerin varlık nedenlerini hem de varoluş ve yaşama zemin'lerini yerle bir ettiler.

Bunun “dış güçler paranoyası"yla filan bir alakası yok. Yaşanan acı gerçek açıkça şu: Batılılar, modern ve postmodern süreçlerde önce fiilen sonra zihnen bütün medeniyetlerin zihin'lerini ve zemin'lerini tarumar ettiler. Dünyayı köleleştirdiler.

Eğer bu yakıcı gerçeği göremezseniz, dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan hiç bir temel varoluşsal sorunu anlama, anlamlandırma ve aşabilme konusunda hiç bir entellektüel mesafe katedemezsiniz.

Özetle ve altını çizerek söylüyorum: Batı uygarlığı, bütün medeniyetlere, dinlere ve kültürlere ölümcül darbe vurdu, geliştirdiği, Heidegger'in “vahşî canavar" olarak tarif ettiği kaba veya smart teknolojik silahlarla bütün medeniyetleri kendine boyun eğdirdi.

Cins bilim felsefecisi Paul Feyerabend, “Batı uygarlığı dünya üzerindeki hâkimiyetini iki şeye borçlu: Silah ve reklam / medya" dememişti boşuna değil mi?

Buradan geleceğim nokta önemli: Batılılar, İslâm dünyasını önce kaba güç'le işgal ettiler, böl, parçala, yönet ilkesiyle her şeylerini ele geçirdiler ve kaynaklarını talan ettiler; sonra da postkolonyal süreçte, kendilerinin kontrol ettiği uydu elitleri devletlerin başına diktiler!

Şu ân Batı uygarlığının dışında hiç bir medeniyet varlık nedenini ve varoluş zeminini koruyabilecek durumda değil tam da bu nedenle.
Batılılar, bir yandan özgürlükler, insan hakları, demokrasi retorikleri geliştiriyorlar ama öte yandan da istedikleri yeri işgal ediyor, istedikleri lideri deviriyorlar.

İşte bu nedenledir ki, Obama, Türkiye›deki demokrasiden şikâyet ederken, Mısır'daki darbeden ve diktatörlükten şikâyet etmeyi aklının ucundan bile geçirmiyor!

Bütün bunları bundan sonra söyleyeceklerimin arkaplanını ve teorik temelini oluşturması için yazdım.

Şunu bileceksiniz: İslâm dünyasının en temel sorunu bağımsızlık sorunudur. Mezhep çatışması vesaire sorunu değildir.

HARİCÎLER VE ŞİA'NIN ÖNÜ AÇILIYOR!

Batılıların 100 yıllık en hayatî projesi şu: Bin yıldır, İslâm dünyasını dimdik ayakta tutan, içerden ve dışardan gerçekleştirilen bütün teorik ve pratik nitelikli saldırıları püskürtmesine yol açan Ehl-i Sünnet Omurga'yı çökertmek!
O yüzden Batılılar, özellikle de İngilizler, 200 yıldır, önce Vehhâbilik, ardından tam anlamıyla selefsizlik anlamına gelen neo-selefilik üzerinden İslâm tarihinde hiç bir zaman omurga konuma yükselemeyen haricî mantığına İslâm anlayışının omurgası hâline getiriyorlar. Afrika'dan Asya'nın en ücra noktalarına, Arap dünyasından Balkanlar ve Kafkaslara kadar bu haricî mantığı şu ân omurga konumuna yükseltilmiş durumda.
Şimdi ikinci aşamasını hayata geçiriyor Batılılar bu stratejilerinin: Şia'nın önünü alabildiğine açarak, İslâm dünyasında bu hâricî mantığını benimseyen aktörlerle Şia'yı karşı karşıya getirmek ve sonra da “bakın İslâm dünyası mezhep çatışmalarıyla birbirinin boğazına çökmek üzere!" diyebilecekleri yapay ve sahte bir çatışma ortamı icat etmek ve maalesef bunu gerçeğe dönüştürmek için inanılmaz çaba gösteriyorlar!
Biz de bu zokayı yutuyoruz!

HEDEF: EHL-İ SÜNNET OMURGAYI ÇÖKERTMEK!

Sonuçta hedef Ehl-i Sünnet Omurga'yı çökertmek! Şunu çok iyi biliyor Batılılar: Eğer Ehl-i Sünnet Omurga çökertilirse, İslâm akidevî olarak çok büyük darbe yer. Müslüman toplumları akidevî olarak bir daha bir araya toplayacak, ayağa kaldıracak, saldırıları püskürtecek sütun çöker!
Biraz basiret, feraset ve stratejik zekâ lütfen!
Bu mesele çok hayatî! Yarınki yazıda bu meseleyi mercek altına almaya devam edeceğim.

Kaynak: yeni Şafak

Dikkat! Âmentümüze, İslâm’ın temellerine saldırıyorlar!
Yusuf Kaplan
Nisan 18, 2016

Tarihin silbaştan yeniden yapıldığı zorlu bir süreçten geçiyoruz.
Bütün büyük doğumlar büyük sancıların çocuğudur.
Tarihi, fikir, oluş ve varoluş çilesi çekmeyi göze alan, bedel ödemekten kaçınmayan toplumlar yapar.

SELÇUKLU MAYASI VE OSMANLI RUHU, KÜRESEL BARIŞ YURDU KURDU

Anadolu, işte böylesi bir çileyle yoğruldu.

O yüzden Anadolu'ya ekilen Selçuklu mayası tuttu.

O yüzden Anadolu'da yeşertilen, hakikatten süt emen, Hakikat'in “çocukları” Mekke'den ve Medine'den beslenen, esinlenen, kendini her şeyden önce Devlet-i Âliyye-i Muhammediye olarak gören, hâdimü'l-harameyn olarak nefes alıp veren Osmanlı ruhu, Anadolu'da hayat buldu, Anadolu'da hayat oldu ve dünyaya Anadolu'dan hayat sundu.

Dünyada gerçek anlamda küresel adalet ve barış düzenini, küresel Dâru's-Selâm'ı (Barış Yurdu'nu) ve Dâru'l-İnsan'ı (İnsanlık Yurdu'nu) Osmanlı kurdu.
Özetle Selçuklu'nun ve Selahaddin'in çocuklarının ektiği tohumlar, Osmanlı'yla meyveye durdu: Üç kıta, işte ancak o zaman tam altı asır, küresel ölçekte huzura ve sükûna kavuştu. Bu, tarihte ilk ve son defa küresel ölçekte sözkonusu oldu.

Sadece bu gerçek bile, geleceği, geleceğin tarihini kimin, ne'yin, hangi ilkelerin ve ne tür bir medeniyet fikrinin belirleyebileceğini göstermeye çok iyi yetiyor olsa gerek.

ÂKÎDEYİ SARSACAK TEHLİKELİ İŞLER...

İşte tam da bu nedenle, dün Osmanlı'yı durduran ve dünyayı bir asırda -üstelik de özgürlükler, insan hakları ve demokrasi retoriğiyle- cehenneme çevirenler, aynı gerekçelerle çeyrek asırdır Türkiye'yi kuşatıyor, etrafını ateş çemberine çeviriyor, ülkede mezhepleri, hadisleri, Efendimiz'in (sav) konumunu tartışmaya açarak bu Müslüman Omurga'yı birbirine düşürmeye ve içerden çökertmeye çalışıyorlar.

Burada yalnızca Batılıların değil, içerideki Sünnet-i Seniyye ve mezhepleri tartışmaya açan, zihinlerinin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştüğünü göremeyecek kadar sığlaşan bazı çapsızların ve aymazların da aynı ölçüde sorumlu olduklarını hatırlatmama bile gerek yok.

Ama asıl kavranması gereken mesele şu: İslâm'a karşı İslâm savaşı stratejisini Batılılar geliştirdiler. İslâm'ın terörle özdeşleştirilmesi, “ılımlı İslâm”, “siyasal İslâm” gibi nitelemeleri ve projeleri yine bizzat Batılılar geliştirdiler.

Hadisleri tartışmaya açarak, Hz. Peygamber'in (sav) konumunu sarsma projesini önce iki asır evvelinden Batılı akademide, sonra da medya üzerinden bütün dünya ölçeğinde Batılılar bir proje olarak yine Batılılar geliştirdiler.

Mezheplerin tartışmaya açılması projesi de yine önce Batılı akademyanın, sonra da Batılı medyanın ve siyasanın geliştirdiği bir projedir.

Hedef: İslâm akîdesini sarsmak, önce Müslüman entelijansiyasının, sonra da Müslüman halkın zihnini çağdaş hurafelerle doldurmak ve yıkmak, böylelikle Müslüman kitlelerin İslâm inançlarını tarumâr etmek!

MEZHEP ÇATIŞMASI DEĞİL, İKTİDAR SAVAŞI

Tam bin yıl önce Selçuk çocukları Haçlılarla, Selahaddin çocukları da daha çok Mısır'dan Tunus'a kadar fitneci Şia'yla savaştı.

Burada Şia'yla savaşta, mesele, mezhep meselesi değil, iktidar meselesiydi. Üstelik de Moğol ve Haçlı saldırılarıyla boğuşulurken, Müslümanların birliğinin, dirliğinin önünde takoz gibi duran Şia / Fars tehdidiyle ve fitnesiyle savaşılmak zorunda kalınmıştı.

Ayrıca İslâm tarihinde mezhep savaşı gibi görünen çatışmalar, aslında, temelde, siyasiydi ve iktidar çatışmalarıydı.

İSLÂM'I, EHL-İ SÜNNET OMURGA AYAKTA TUTTU

Kritik soru şu: İslâm dünyası, Şia üzerinden birleştirilebilir miydi? En fazla % 10 oranında olan bir aktör, İslâm dünyasını elbette birleştiremezdi!
O yüzden ana Omurga'nın güçlendirilmesi gerekiyordu: İşte Ehl-i Sünnet Omurga, bu hem tarihî hem de akîdevî gerekçelerle tahkim edilmek zorundaydı.

Selçuk, Selahaddin ve Osman çocukları tam da bunu yaptılar: Bin yıl önce, İslâm dünyasını Ehl-i Sünnet Omurga üzerinden akîdevî, fikrî ve siyasî olarak birleştirecek üç sarsılmaz sütun diktiler. İşte bu üç ana sütun, bin yıl İslâm dünyasının iç ve dış saldırılardan korunmasının garantisi oldu.

Bugün de bin yıl sonra yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizinde benzer sorunların yaşanıyor olması oldukça dikkat çekici.

Bin yıl önceki gibi 100 yıldır, Batılıların kuşatması altında İslâm dünyası.

Yine bin yıl önceki gibi, Müslümanların birlik, dirlik ve kardeşliklerinin teminatı akîdevî, fikrî ve siyasî üç ana sütun yıkılmaya çalışılıyor.

Hz. Peygamber'in konumunu sarsacak tartışmalar da, mezhepleri yoksayan tartışmalar da akîdeyi, fikrî temelleri ve siyasî bütünleşme zeminini yerle bir etmekle sonuçlanacak tehlikeli tartışmalar.

Hz. Peygamberi (sav) devre dışı bırakırsanız, din kısa devre yapar: Önüne gelen, dini kafasına göre yorumlar ve ortaya sahte bir din çıkar.

MEZHEPLER, DEĞİŞKENLERİN SÂBİTELERİ YUTMASINI ÖNLER

Mezhepleri kaldırıp atarsanız, mezhepsizlik tek din olur: Ortaya kelle sayısı kadar Kur'ân, kelle sayısı kadar İslâm çıkar! Herkes din'e uyacağına, kafasına göre din uydurur. Protestanlığın tarihine bakın göreceksiniz bu ürpertici gerçeği.

Şunu üç temel gerçeği iyi bileceksiniz:

1-Mezhepler, değişkenlerin, sâbiteleri yutmasını önler.2-Mezhepler, değişkenlerin, sâbite'ler tarafından yorumlanmasını mümkün kılar.3-Mezhepler, değişkenlerin, sâbite katına yükseltilmesinin önüne set çeker.

Özetle: Hadislerin, mezheplerin tartışılmaya açılması, Müslüman toplumlarda Müslüman Omurga'nın çökertilmesini hedefliyor. Müslüman Omurga'nın korunması, ancak akîde, fikir ve siyasî bütünlüğün teminatı Ehl-i Sünnet Omurga'nın korunmasıyla mümkün olabilir.

Ehl-i Sünnet Omurga çökerse, Müslümanların birlik hayalleri de suya düşer. Dolayısıyla tarihin yeniden yapıldığı bir süreçte, Müslümanların tarihin yapılmasında kilit rol oynamaları aslâ mümkün olamaz.

Elbette ki, mezhepçilik yapmayalım. Ama mezhepsizliğin tek mezhep hatta kaçınılmaz olarak din katına yükseltilmesine de aslâ gözyummayalım. Yoksa önüne gelen dini kafasına göre yorumlar ve ortada hiç bir muhkem ortak payda kalmaz. Benden uyarması...

Yeni Şafak

Çoğunluğu oluşturan Müslümanlara tam din hürriyeti verilmelidir
Mehmet Şevket EYGİ

Türkiye Müslüman bir ülkedir. Bu ülkede çoğunluğu Sünnî Müslümanlar oluşturur. Uzun yıllardan beri Sünnî Müslümanların temel hakları çiğnenmektedir. Aşağıda madde madde sıralayacağım hususlar insan haklarına, demokrasiye, âdil hukuka, aklıselime, vicdana aykırıdır:

1. Laik olduğunu iddia eden düzen ve sistem Müslümanlara baskı yapmakta, onların din, inanç ve inandığı gibi yaşamak hürriyetlerini zalimce kısıtlamakta ve daraltmaktadır. İslâm'ın yerine, onunla bağdaşması mümkün olmayan resmî ideoloji bir pseudo din olarak konulmak istenmektedir.

2. Ortodoks Rumların, Gregoryen Ermenilerin, Musevî cemaatinin, Süryanilerin, bütün azınlıkların kendi hür ve özerk dinî teşkilatları olduğu halde Müslüman çoğunluğa bu hak tanınmamakta; onların din işleri bir genel müdürlük seviyesinde olan resmî Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından görülmektedir.

3. Bir tür tarikat olan Mason locaları tamamen hür, serbest ve denetimsiz olduğu halde, 1926'da haksız yere kapatılmış ve yasaklanmış olan tasavvuf tarikatları, dergahları, tekke ve zaviyeleri hâlâ kapalı tutulmaktadır.

4. Her tür dernek kurulabilmektedir ama din derneği kurmak yasaktır.

5. Müslümanlara, İslâm okulları kurma izni verilmemektedir. Tevhid-i tedrisat kanunu, Tevhidî tedrisatı yasaklamıştır.

6. İslâm dini, kadınların ve kızların tesettüre girmesini emretmektedir. Tesettür Kur'ân'la, Sünnetle, icmâ-i ümmetle, fıkıhla sabit bir farzdır. Diyanet'in, tesettürün farz olduğuna dair gerekçeli iki resmî kararı (fetvası) bulunmaktadır. Buna rağmen Müslüman kız öğrencilerin başörtülü olarak okumasına, Müslüman kadın avukatların başörtülü olarak mesleklerini icra etmelerine, Müslüman memurelerin başörtülü olarak çalışmalarına izin verilmemektedir.

7. Türkiye iddia edildiği gibi lâik bir ülke değil, lâikçi bir ülkedir.Bu lâikçilik ideolojisi terör estirmektedir.

8. Çoğunluğu oluşturan Sünnî Müslümanların kıyafet hürriyeti, serpuş ve tesettür hürriyeti, lisan ve yazı hürriyeti, dernek kurma hürriyeti, devletten bağımsız hür dinî cemaat oluşturma hürriyeti, başlarına ruhanî bir din başkanı seçme hürriyeti, eğitim hürriyeti, okul açma hürriyeti ve daha birçok temel hak ve hürriyetler ayaklar altına alınmıştır.

Sünnî Müslüman çoğunluğa mensup bir vatandaş olarak yukarıda saydığım bütün hürriyetleri talep ediyorum.

Türkiye'de İngiltere'de olduğu gibi geniş bir din, inanç, inandığı gibi yaşamak, tesettür, dinî eğitim ve diğer bütün hürriyetlerin ve hakların olmasını istiyorum.

Lâik Fransa'da nasıl Katolik okulları varsa ve devlet bunlara bütçesinden yardım ediyorsa bizde de İslâm okulları, İslâm liseleri olmasını istiyorum.

Tesettürün tamamen serbest olmasını istiyorum.

Serbest ve hür Mason locaları olduğu gibi serbest ve hür tarikatlar, tekkeler, zaviye ve dergahlar olmasını istiyorum.

Türkiye Müslümanlarının en az Sabataycılar kadar hür, güvenli, korkusuz olmalarını istiyorum.

Din hürriyeti istismar edilebilir iddiası kof ve boş bir bahanedir. İstismar edilebilir diye hiçbir hürriyet askıya alınamaz.

Her şey istismar edilebilir. Hukuk edilebilir... Demokrasi edilebilir... Hürriyet edilebilir...

Çoğunluktaki Sünnî Müslümanlar, en az Farmasonlar ve Sabataycılar kadar hak ve hürriyet istemektedir.

İngiltere'de, ABD'de, Norveç'te, Finlandiya'da, Almanya'da, hattâ lâik Fransa'da olduğu gibi gerçek, geniş, kısıtlanmamış bir din, inanç, inandığı gibi yaşamak, dinine göre teşkilâtlanmak, devletten bağımsız din teşkilâtı kurmak, İslâm okulları ve liseleri açmak, İslâmî kılık kıyafet, ruhanî bir İslâm başkanı seçmek ve din işlerinde ona itaat etmek ve öteki bütün diğer haklar ve hürriyetler...

Bu hürriyeti millete veriniz ve sonra bunların istismar edilmemesi için ne gibi çareler ve tedbirler düşünülecekse birlikte düşünelim.

Geniş bir din hürriyeti istismar edilebilir...Öyleyse bu hürriyeti çoğunluğa tanımayalım...Bu ne kadar saçma ve diktatörce bir gerekçedir!..

Kaynak: Millî Gazete

MERTOLALIM, AÇIKOLALIM..

Muhterem kardeşlerimiz...

Sünnîliği bırakıp Şiî olmuş bir Müslümanın açık, mert, doğru hareket etmesi ve "BenSünnîliği beğenmedim, Şiîliğe geçtim" diye ilan etmesi gerekir. Tabiî, bu açıklamayı yaparken provokatif (kışkırtıcı) hareket etmeyecektir.

Bir başka Müslüman da, şayet Muhammed ibn Abdilvehhab'ın yolunu beğenip onun taraftarı olmuşsa, o da açık ve mert hareket etmelidir.

Müslümanlığın temel kurallarından biri de istikamettir, doğruluktur.

Müslüman, din kardeşlerini aldatmaz.

Peygamber aleyhissalatü vesselam "Bizi aldatan bizden değildir" buyurmuşlardır.

Bugün ülkemizde öyle Müslümanlar var ki, hem Şiî, hem de Vehhabî. Böyle çelişki olamaz. Şiîlik ile Vehhabîlik birbiriyle asla bağdaşmayan, uzlaşmayan iki yoldur. Ya samimî Şiî olacaksın, ya samimi Vehhabî.

Bazıları da "Vehhabîlik Sünnîlik demektir, ben hem Sünnîyim, hem Vehhabî" diyor. Bu söylem de doğru değildir. Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolu ile Vehhabîlik asla, kesinlikle bağdaşmaz, uzlaşmaz.

Hazret-i Mevlânâ "Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün" buyurmuşlar.

Vehhabîler, kendilerine Vehhabî denilmesinden hoşlanmıyor, bunu bir hakaret olarak kabul ediyorlar. Niçin?.. Muhammed ibn Abdilvehhab'ı imam, önder, müceddid kabul etmiyorlar mı?Evet niçin gocunuyorlar. Biz Ehl-i Sünnet Müslümanları Hanefî, Malikî, Şafiî veya Hanbelî olmakla iftihar ediyoruz.

Lütfen dinî kimliğimizi, dinî mensubiyetimizi saklamayalım. İslâmî çeşitlilik içinde neysek onu açıkça beyan edelim.

Hem koyu, militan, mutaassıp Vehhabî olacak, Vehhabîlik yapacak, hem de "Bu ayrılık gayrılık kalksın. Hepimiz Kur'ân'da birleşelim..." deyip duracak. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu...

Ayrılığın gayrılığın kalkmasını samimi olarak istiyorsan, sen önce şu Vehhabîliği bırak...
Kaynak: Millî Gazete

Sünnî Müslüman Çoğunluk İçin de Açılım Yapılmalıdır
Mehmet Şevket EYGİ

YAKIN tarihimizde İsmet Paşa devrinde Türkiye halkının temel hak ve hürriyetleri çiğnendi, büyük zulümler yapıldı.

En fazla zulüm, çoğunluğu oluşturan Sünnî Müslümanlara yapıldı.

Neler yapıldı? Bir kısmını sayayım:

1. Karakuşî mahkemelerle, kanunsuz suç ve ceza olmaz temel prensibi çiğnenerek din âlimleri idam edildi, zindanlarda çürütüldü, sürüldü, terör kasırgaları estirildi.

2. Tarikat şeyhlerine ve dervişlerine de çok zulüm edildi. Nicesi asıldı, nicesi zindana atıldı, kimisi süründürüldü.

3. Evkaf-ı islâmiye yağma edildi. Yurt çapında on binlerce hayrat ve akar vakfı yok edildi. Binlerce cami kapatıldı, satıldı, kiraya verildi, yıktırıldı. Türbelerdeki kıymetli eşya bile yağmalandı.

4. Tarihî İslâm kabristanlarının ve hazirelerin çoğu düzlendi.

5. Din ve Kur'ân eğitimi yasaklandı.

6. Müslüman çoğunluğa, inançlarına, kimliklerine, millî kültürlerine uymayan yabancı bir ideoloji empoze edildi.

7. Devletin din işlerine karışmaması gerekirken, Ezan-ı Muhammedî okumak yasaklandı. Okuyanlara çok zulm edildi.

8. Medaris-i islâmiye, tekke ve zaviyeler, imaretler, dinî dernekler kapatıldı.

9. Müslümanlara baskı yapılarak zekât ve fitrelerin, dinî prensip, hüküm ve kurallara aykırı olarak birtakım derneklere verdirildi.

10. Kitabına "Kahr olsun Şeriat" başlıklı bir bölüm koyan Moiz Kohen (nâm-ı diğer Tekin Alp)Yahudinin sapık ideolojisi benimsendi.

Yapılan zulümlerin, baskıların birkaçıdır bu saydıklarım.

İsmet İnönü'nün partisi CHP bütün bu yapılanlardan dolayı Türkiye'nin Müslüman halkından özür dilemelidir.

Bu yapılanlar doğruydu, biz yine aynı kafadayız derlerse sittîn sene iktidar olamazlar.

Din, inanç, inandığı gibi yaşamak, din derneği kurmak, dinî ve tasavvufî faaliyette bulunmak, din adamı yetiştirmek, din eğitimi vermek insanların en temel hakkıdır. Bu hakların çiğnenmesi büyük zulümdür, büyük haksızlıktır.

İsmet Paşa rejimi lâikliği dine karşı yeni bir din veya anti-din haline getirmiştir.

İnsan haklarıyla ilgili bütün metinlerde din ve inanç hürriyeti vardır ama lâiklik diye bir değer yoktur. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi'nde, Avrupa İnsanHakları Sözleşmesi'nde, diğer bütün metinlerde yoktur. Lâiklik evrensel bir hak değildir, evrensel bir vazife değildir, evrensel bir değer değildir.

(..)

Masonlar ne kadar hürse, kendi localarında serbestçe Mason ayinleri yapıyorsa, Müslümanların da kendi kurumlarında toplanıp tasavvufî faaliyet yapmaya hakları vardır.

Lâik Fransa'da Katoliklerin hür ve bağımsız okulları ve liseleri varsa Türkiye Müslümanlarının da böyle özel hür okulları olmalıdır.

Lâik Fransa'da İslâm derneği kurmak, tarikat tekkesi açmak nasıl serbestse, Türkiye'de de serbest olmalıdır.

Lâik Fransa'da Müslüman kızlar başörtüsüyle üniversitelerde okuyabiliyorlarsa, Türkiye'de de okuyabilmelidir.

Türkiye'de hiçbir devirde gerçek lâiklik olmamıştır. Bizdeki lâiklik değil, lâikçiliktir.

Devletin resmî bir Diyanet başkanının, resmî memur statüsünde yüz binden fazla imam, müezzin, vaiz ve müftüsünün bulunduğu bir sisteme lâik denilebilir mi?

İş o raddeye gelmiştir ki, Avrupa Birliği sorumluları bir ara camilerde hutbelerde "Allah katında (hak) din İslâm'dır" âyeti okunmasın diyecek kadar küstahlaşmıştır.

Yakın tarihimizde çeşit çeşit dinî, etnik, kültürel gruplar, azınlıklar ezilmiştir, zulme uğramıştır ama en fazla ezilenler Sünnî Müslümanlar olmuştur.

Bozuk düzen veya sistem dinî açıdan Sünnîleri ezerken, sosyolojik kimlik açısından onlara dayanır görünmüştür.

İktidar Sumela Rum-Pontus manastırında, Van gölündeki Ahtamar Ermeni kilisesinde Nasranî dinine göre âyin ve ibadet yapılmasına izin verecekmiş.

Müslümanlara da aynı hakları tanırlarsa, Müslümanların da dergahlarda toplanıp zikrullah yapmalarına imkân tanırlarsa eyvallah... Lakin Sünnî Müslümanlarla ilgili açılım yapmazlar, açılımı sadece Hıristiyanlara yaparlarsa itiraz ve feryat ederiz.

Temel haklar ve hürriyetler önce çoğunluğa tanınsın.

Çoğunluk baskı altında, azınlıklara haklar hürriyetler tanınıyor. Olur mu böyle eşitsizlik?

Sumela'da, Ahtamar'da Teslis âyini yapılacak, Ayasofya'da ezan okunamayacak, namaz kılınamayacak...Olur mu böyle şey!
Millî Gazete


Camilere Sandalye Dolduruyorlar
Mehmet Şevket Eygi

Birileri, bir zihniyet camilerimizi kiliselere benzetmek istiyor! Bir başka zihniyet, Cuma namazından sonra sünnet ve âhir zuhur namazının kılınmasını istemiyor.

Bunlar BOP'çu mudur?

Açık İstihbarat'ın Notu: Camilerin kiliseleştirilmesi kapsamında ilk örnek İhsan Doğramacı'nın Bilkent'te açtığı camide ortaya çıktı. Bilkent'teki camilere de sandalyeler dizimişti. Doğramacı'nın Bülent Arınç ve Fethullah Gülen ile olan dostluğu ve bu dostluğa binaen aldığı ödüller kamuoyunun hafızasındadır...

1400 yıllık İslam tarihinde görülmemiş bir hadise ile karşı karşıyayız. Konu şudur: Camilerin arka tarafına haddinden fazla sandalyalar konulmuştur ve yaşlı kimselerin bir kısmının sandalyada oturarak namaz kılması istenmektedir. Bu sandalya işi kendi kendine oluşmamıştır. Bazı imamlara baskı yapılmış, sandalya sayısını çoğaltmaları istenmiştir.Ne lüzumu var efendim diyenler, üstü kapalı bir şekilde tehdit edilmiştir.

Müslüman 80 yaşında... Yaş icabı dizlerinde biraz kireçlenme var ama rükua, secdeye varabiliyor. Bu zat namaz kılarken secde etmelidir. Etmezse namazı sahih olmaz.

Dizlerindeki romatizma secde etmesine imkan vermeyecek derecededir. Bu taktirde yere oturarak namaz kılar.

Birileri, bir zihniyet camilerimizi kiliselere benzetmek istiyor! Bir başka zihniyet, Cuma namazından sonra sünnet ve âhir zuhur namazının kılınmasını istemiyor.

Bunlar BOP'çu mudur?

Dinimizde reform yapılmak isteniyor.

Camilerde eskiden olduğu gibi bir iki tabure olabilir. Kasıtlı olarak koydurulan fazla tabureler ve sandalyeler kaldırılmalıdır.

Ehl-i Kitab da cennetliktir diyenler camilerimize karışmasınlar. Fıkıh kitaplarımızda, camilere sandalye konulmaz diye bir hüküm yoktur diyen çok bilmişlere kanmayınız.

Resulullahı, Kur'anı, İslam'ı inkar ve tekzib eden Yahudiler ve Hıristiyanlar da ehl-i necat ve ehl-i Cennettir diyenlerin imamlık yapması caiz olamaz.

Böyle kişilerin kıldıkları namaz, itikatlarındaki büyük bozukluk dolayısıyla sahih değildir.Böyle kimselerin ardında namaz kılınmaz. Kılındıysa, o namazların iadesi gerekir.

Fiziken secde edemeyecek derecede hasta ve mâlül kişiler dışındakiler secde ederek namaz kılmalıdır.

İslam dini tek hak dindir, onda reform, yenilik, değişiklik yapılamaz.

Fazlurrahman'ın tâtiliye mezhebi sapık bir mezheptir.

Genç Kur'an kursu kadın öğretmenlerinden ve vâizelerinden müteşekkil bir koro kurup bunun erkeklere konser vermesi haramdır.Böyle şeylerŞeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye aykırıdır.

Mardin'in Kasımiyye medresesinde papazlarla bir müftünün toplanıp diyalog yapmaları, çan ve ezan sesleri içinde havuz üzerindeki (sözde Sıratmış!) köprüden geçmeler hep bâtıldır, sapıklıktır.

Ehl-i Sünnet dünyasının büyük müftülerine, ulema ve fukahasına soralım: Böyle tiyatrolar İslam dinine uygun mudur, yoksa küfre kadar giden hokkabazlıklar mıdır?

Bütün dindar ve şuurlu Müslümanların dikkatini, bu anlattığım konulara çekmek istiyorum.

Dinî kültürü, ilmihal ve fıkıh bilgisi yetersiz olan kimselerin sandalyede namaz kılmalarını teşvik etmek bir zulümdür, bir aldatmacadır.

Cuma namazlarından sonra zuhr-i âhir namazının kılınmasına engel olmak zulümdür. Çünkü, cumanın şartlarının hepsi bu devirde var mıdır konusunda ihtilaf vardır, dindar halkın zuhr-i âhir kılması nur üzerine nurdur. Ey zalimler!.. Halkın namaz kılmasına niçin mani oluyorsunuz?

Vaktiyle Mısır'da Fâtımîler zamanında teravih namazını cemaatle kılmak yasak edilmişti diye okumuştum. Bugünün Türkiyesinde cumanın sünnetinin ve âhir zuhur namazının kılınmasının engellenmesi de böyle bir zulüm ve aşırılıktır.

Zaten kılmayan kılmıyor, kılanlardan ne istiyorsunuz?

Camilerdeki sandalyeler konusunda bir kitapçık yazan muhterem Enver Baytan hocaefendiyi, bu kitapçığı yayınlayan Vakit gazetesini tekrar tekrar tebrik ediyorum.

Sinsi metotlarla camileri kiliselere benzetmek isteyenlere teessüf ediyorum.

Müslümanlar uyumayınız.

Kaynak: Milli Gazete

Ehli Sünnet ve Cemaat Doğru ve Haklıdır
27 Eylül 2010
M.Şevket Eygi

Ehl-i Sünnet ve Cemaat dışı birtakım bağımsız fırkalar, mezhepler ve cemaatler vardır. Bazıları çok eskiden beri vardır, bazıları az çok yenidir. Birkaçını sayayım: Haricîlik, Şia, Mutezile mezhebi, Vehhabîlik, Selefîlik, Cemalüddin Afganî'yi imam (din önderi)kabul eden Afganî mezhebi Mezhepsizlik mezhebi; Kur'ânı, Hz. Peygamber'i (Salat ve selam olsun ona), İslam'ı inkar eden kafirleri ehl-i necat ve ehl-i Cennet kabul eden Diyalog mezhebi, Telfik-i mezahib mezhebi, Sünneti inkar eden Kur'aniyyûn mezhebi... vs... vs...

Bu Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin HEPSİ, Sünnîlikle ihtilaf halinde bulunduğu konularda kendisini haklı, Ehl-i Sünnet'i haksız ve yanlış bulur.

Tekrar ediyorum hepsi...

Bendeniz bir Ehl-i Sünnet ve cemaat mensubu Müslüman olarak, yukarıda saydığım ve saymadığım Ehl-i Sünnet dışı mezhep ve fırkalarla Ehl-i Sünnet arasındaki BÜTÜN (tekrar ediyorum bütün) ihtilaflarda Ehl-i Sünnet'in haklı, doğru, isabetli olduğunu kabul eder ve buna inanırım.

Böyle bilmesem, kabul etmesem, inanmasam zaten Ehl-i Sünnet Müslümanı olmam.

Buraya kadar yazdığım satırlarda çok açık bir gerçeği çok objektif ve mantıklı olarak ortaya koymuş bulunuyorum. Bunu kimse inkar edemez.

Bir Vehhabî kendi inançlarına uymayan inançları inkar eder, meselâ tasavvuf ve tarikat mensubu Müslümanlara kafir ve müşrik der, tarikat evliyasını "Evliyâuşşeytan" olarak görür. Bendeniz ise bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak bu evliyayı "Evliyaurrahman" olarak görürüm.

Ehl-i Sünnet'in itikatta iki imamı (din önderi), fıkıhta şu anda uygulanan dört mezhebi ve imamı vardır. İmamı Ebû Hanife hazretleri, itikat konusunda da imam sayılır.

Ehl-i Sünnet mensubu Müslümanlar temel itikat ve fıkıh konularında müttefik ve birdirler. Üzerinde ittifak edilmiş temel konulara müttefakun aleyh hükümler (ve bilgiler) denir.

Bir de teferruata (ayrıntılara) ait bazı konular vardır ki, bunlara muhtelefün fih hükümler denir. Bu ihtilâflar Ehl-i Sünnet mensupları arasında bir rahmet ve zenginliktir.

Kader, Âmentü'nün altı temel şartından biridir. Bu hususta İslam dünyasında ittifak vardır. Kaderi inkar eden dinden çıkmış olur.

Bütün Ehl-i Sünnet dairesi içinde, Ashab-ı Kiram Efendilerimizin (Radıyallahu anhüm ecmaîn) din konusunda âdil oldukları konusunda icmâ bulunmaktadır. Bunun Kur'anda ve Sünnette kuvvetli delilleri vardır. Ben Sünnî bir Müslüman olarak Ashabın adaleti mevzuunda elbette Ehl-i Sünnetin yanında ve içindeyim.

Ehl-i Sünnet mezhebinde Kur'anın bütünlüğüne iman edilir. Kur'an, 23 yıl boyunca ceste ceste Resulullah Efendimize nasıl vahy edilmişse, Efendimizin son Ramazanında Cibril-i Emîn ile son ve tamamlanmış şekliyle nasıl iki kere mukabele edilmişse, işte bu ilahî metin şu anda elimizdedir. Bu metinde değişiklik, çıkartma, ilave, tağyir asla olmamıştır.

Bazı Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin "Kur'anda Velâyet sûresi vardı, sonradan çıkartıldı...Hz. Fâtıma'nın mushafı bugünkü Kur'anın birkaç misliydi..." gibi iddialarını kesinlikle kabul etmem.

Müslümanların taqiyye ve kitman yaparak birbirini aldatmalarını Ehl-i Sünnet kabul etmez. Çünkü Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz hazretleri "Bizi aldatan ve kandıran bizden değildir" buyurmuşlardır.

Sevgili Ehl-i Sünnet Müslümanı kardeşlerime yazımın başında belirttiğim temel kuralı min gayri haddin âcizâne hatırlatıyorum ve ezberlemelerini tavsiye ediyorum:

Ehl-i Sünnet dışı mezhep ve fırkalarla Ehl-i Sünnet mezhebi arasında ne kadar esasa, temele, usûle ait ihtilâf varsa, bunların hepsinde Ehl-i Sünnet doğrudur ve haklıdır.

Sevgili kardeşlerimin reformcu, bid'atçi, dinde yenilikçi, dinde değişimci, ılımlı din taraftarı, BOP'çu kimselere inanmamalarını, onların Ehl-i Sünnete aykırı ve zıt ictihat ve fetvalarını kabul etmemelerini, din ve imanlarının selameti için temenni edirim.

Ehl-i Sünnet:

Cadde-i kübradır.

Sevad-ı âzamdır.

Ehl-iSünnet:

Cumhur-i Ulema yoludur.

Ehl-iSünnet Selef-i Sâlihîn Efendilerimizin yorumu ve devamıdır.

Ehl-i Sünnet'in temiz inancına göre Allahü Teâlâ ve Tekaddes hazretleri kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzehtir.

Sevgili Peygamberimizin (Salat ve selam olsun ona) "Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya parçalanacaktır. Biri dışında, diğerleri Cehennemliktir. Ehl-i necat olan fırka benim ve Ashabımın yolundan gidenlerdir" mealindeki hadis-i şerifi unutmayalım.

Millî Gazete

İslam'ı içinden yıkmak istiyorlar
Mehmet Şevket EYGİ
21 Kasım 2010 -

Açık ve net konuşuyorum. İddialarım şunlardır:

1. Sinsi, gizli ve derin çeteler Kur'ânı, içlerinde vahim yanlışlar ve çarpık yorumlar bulunan bozuk mealler, tercümeler ve tefsirlerle tahrif etmeye çalışıyor.

2. Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) Sünnetinin işlerine gelmeyen önemli bir kısmını, "ayıklama" metoduyla tasfiye etmek istiyorlar.

3. Batı'dan aldıkları talimat gereğince, feminizm inanç ve ideolojisine uymayan sahih hadislere mevzudur damgasını vuruyorlar.

4. Kiliselere benzetmek için camilerin arka tarafına, gerekenden/ihtiyaçtan çok fazla tabure, sandalye koyduruyorlar.

5. Genç Kur'ân kursu kadın öğretmenlerinden, kadın vaizlerden, kadın personelden ilahi grupları kurarak erkeklere konser verdirtiyorlar.

6. Taqiyyeci, azılı Farmason, Şiî olduğu halde kendisini Sünnî göstererek, İranlı olduğu halde Afganım diyerek Müslümanları aldatan bulaşık, karışık Cemaleddin Afganî'yi büyük rehber, mürşid ve kurtarıcı olarak gösteriyorlar.

7. Sünneti ayıklayıp darbeleyerek mezhepleri ve fıkhı yıkmak istiyorlar.

8. İslâm Şeriatını ve fıkhını oyuncak etmek demek olan telfik-i mezahib fikrini yayıyorlar.

9. Zaruriyat-ı diniyeden olan, Kitab ile, Sünnet ile, icmâ-i ümmet ile sabit bulunan "Allah katında tek hak din İslâm'dır" temel inancını yıkmak; onun yerine "Üç hak ibrahimî din vardır. İslâm'ı, Kur'ânı, Hz. Peygamber'i inkâr ve tekzib de etseler Ehl-i Kitab Cennetliktir" batıl inancını getirmek istiyorlar.

10. Üç ibrahimî din vardır diyerek, tahrife uğramış, nesh edilmiş, hükümleri yürürlükten kaldırılmış dinleri de hak din olarak göstermek istiyorlar.

11. İmanın temel şartlarından olan kaderi inkâr ediyorlar, İslâm'da kader yoktur diyorlar.

12. Şefaati, kabir ahvalini, soru meleklerini inkâr ediyorlar.

13. Dall ve mudil olanlardan bazısı Kitab,Sünnet, icmâ ile sâbit tesettür farz-ı 'aynını inkâr ediyor.

14. Pakistan'da binden fazla ulemânın, fukahanın, müftülerin protesto ettiği Fazlurrahman adındaki adamın bozuk mezhebini Türkiye'ye hakim kılmak istiyorlar.

15. Bozuk fikirlerini yaymak, Ehl-i Sünnet Müslümanlığını yıkmak için yekun olarak çok büyük rakamlara ulaşan telif ücretleri dağıtıyorlar.

16. Müslüman halk kitlelerini sekülerleştirerek Dinden ve Şeriattan uzaklaştırmak istiyorlar.

17. Hak katından indirilmiş gerçek İslâm'ın yerine, uydurulmuş ılımlı bir İslâm türetmek istiyorlar.

Din düşmanları İslâm'ı, Ehl-i Sünneti dıştan saldırarak yıkamamışlardı. Şimdiki sinsi, gizli, derin şer güçler dinimizi mihraptan yıkmaya çalışıyor.

Dindar, ihlâslı, samimî Müslümanlara hitap ediyorum:

Hz.Peygamberin, Ashab-ı Kiramın, Tâbiînin, Tebe-i Tâbiînin, Eimme-i müctehidînin icazetli ulemâ ve fukahanın, kâmil mürşidlerin yolundan ayrılmayınız.

Bütün yasal yollarla "ılımlı yeni bir İslâm türetme" hareketine karşı çıkınız ve protesto ediniz.

Millî Gazete

SELEF-İ SÂLİHÎN'İ DIŞLAYAN İLÂHİYATÇI
Mehmet Şevket EYGİ
27 Kasım 2010

BİR İLÂHİYATÇI, "İslâm'ı ilk üç asırdakilerin anladığı gibi anlamaya mecbur değiliz, dinimizi çağın anlayışı ile anlayacağız..." mealinde bir lâf etti.

O ilâhiyatçının kasd ettiği Selef-i Sâlihîndir. Yâni Ashab-ı Kiram, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîndir.

Ehl-i Sünnete göre bu üç kuşak, İslâm'ı en iyi anlayan insanlardan oluşmuştur.

Ashab-ı Kirâm, Efendimizi (Salat ve selâm olsun ona) görmüş, ona iman etmiş, onunla birlikte İslâm için savaşmış, canlarını ve mallarını feda etmiştir.Onların hocası Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya idi.

İkinci kuşak, İslâm'ı Ashab'tan öğrendi.

Üçüncü kuşak da Tâbiînden öğrendi.

Hiçbir aklı başında Müslüman Ashabı, Tâbiîni, Tebe-i Tâbiîni hafife alamaz, dışlayamaz, hor göremez, devre dışı bırakamaz.

Böyle yapanlar, Ehl-i Sünnetten vahim şekilde ayrılmış olurlar.

Selef-i Sâlihîn'i aradan çıkartırsak İslâm'ı anlamakta, Kur'ân ve Sünneti yorumlamakta yanılabiliriz.

Muhterem Selefi aradan çıkartıp da bugünkü birtakım bid'atçi ilâhiyatçılara mı tâbi olacağız?

Onların kimisi ribaya bile cevaz veriyor.

Kimisi tesettürü inkâr ediyor.

Kimisi, Resulullahı ve Kur'ânı inkâr edenleri cennete sokuyor.

Kimisi kaderi inkâr ediyor.

Kimisi (Allah'ın izniyle yapılacak) şefaati inkâr ediyor.

Kimisi Ümmet'i sekülerleştirmek istiyor.

Kimisi Din-i Mübin-i İslâm ile Kemalizmi uyuşturmaya, bağdaştırmaya yelteniyor.

Öyle ilâhiyatçılar var ki, "Kur'ân Yahudileri İslâm'a çağırmıyor... Kur'ân Hıristiyanları İslâm'a çağırmıyor..." diyecek kadar ileri gittiler.

Selef-i Sâlihîni bırakıp da azılı Farmason, taqiyyeci, yalancı, aldatıcı, aktivist Cemaleddin Afgani'nin, onun Mason talebesi Muhammed Abduh'un, onun tilmizi Reşid Rıza'nın peşinden mi gideceğiz?

Peygamber Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) "Ashabım (yol bulduran) yıldızlar gibidir. Onların hangisine tâbi olursanız hidayeti (doğru yolu) bulursunuz" buyurmuşlardır.

Bugün öyle bozuk ilâhiyatçılar vardır ki. Bazı zaruriyat-ı diniyeyi bile inkâr ediyorlar.

Bozuk ve bid'atçi ilâhiyatçıların hizmetlerini maaş, telif ücreti, tercüme ücreti ve başka menfaatler karşılığında yapıyorlar.

Zekâtların toplanması ve sarf edilmesi konusunda bazı ilâhiyatçıların verdikleri bozuk fetvalar, yaptıkları geçersiz ictihadlar Kur'âna, Sünnete, icmâya, Şeriata, fıkha aykırıdır.

Bu bozuk ve bid'atçi ilâhiyatçılar dinimizi münzel (Hak katından indirilmiş) ve ilâhî bir din olmaktan çıkartıp uydurulmuş bir İslâm Protestanlığı haline getirmek istiyor.

Fazlurrahmanın Tâtiliye ve Tarihsellik mezhebine ve inancına bağlı İlâhiyatçılara kalırsa ortada İslâm diye bir din kalmaz.

Gerçek şudur:

İslâm'ın anlaşılmasında, Kur'ânın yorumlanmasında, Sünnetin şerhinde, Şeriatın tanziminde mutlaka ve mutlaka Selef-i Sâlihîn Efendilerimize tâbi olmalıyız. Onları örnek olarak almalıyız.

Onların firâsetleri, ihlâsları, cihadları, fedakârlıkları, ahlâk ve faziletleri, takvaları, mürüvvetleri bize ışık tutmalıdır.

Onların devrinde insanlar yürüyerek, at veya deve ile, yelkenli gemi ile seyahat ediyorlarmış; bu çağda ise otomobil, otobüs, tren, uçak, vapur ile sefer yapılıyormuş. Bunun esasa taalluk eden bir tarafı yoktur.İslâm evrenseldir, ahkamı da evrenseldir.

O devirde at ile seyahat ediliyordu, bu devirde uçaklarla yolculuk yapıyoruz diye Selef-i Sâlihîni dışlamak akıl kârı mıdır?

(Ehl-i Sünnet dairesi ve çizgisinde olan, İslâm'ı ve Kur'ânı anlamak ve yorumlamakta Selef-i Sâlihîni esas alan, bid'atlerden uzak duran değerli ilâhiyatçıları tenzih eder, kendilerine selâm, teşekkür, minnet ve hürmetlerimi takdim ederim.)

Millî Gazete

Ehl-i Sünnet ve Vehhabîlik
13 Ocak 2011
Yıllarca önce Batumlu bir hocaefendinin matbu Arapça bir kitabını görmüştüm. Kapağında isminin altına "İtikaden Mâturidî, amelen Hanefî, meşreben Nakşibendî" yazmıştı. Kendisini böylece pek güzel bir şekilde tanıtmıştı.

Ehl-i Sünnet Müslümanları itikad konusunda iki büyük imama bağlıdır. İmam Eş'arî ve İmam Mâturidî. Bunların ikisi esasta ve usulde birdir. Teferruata ait kırk kadar ayrıntıda küçük ve önemsiz farklılıklar vardır.

İmam Ebû Hanife itikad konusunda da imamdır ama daha sonra Eş'arî ve Mâturidî hazretleri itikad konularını bir araya getirmiştir.

Vehhabîler Ehl-i Sünnetin iki itikad imamını kabul etmezler, onların aleyhinde konuşurlar.

Bazı Vehhabîler bendenizi tenkit ediyor, hattâ kimisi çok ağır konuşuyor. Onların mezhebi onlara, benim mezhebim bana...

Ehl-i Sünnet itikadında Yüce Allah kemal sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan münezzehtir.

İtikadî konularda müteşabih ayetler ve hadîsler lügavî manasına alınmaz.

Cenab-ı Hakk'ın "yed" sıfatı vardır. Yed'in Türkçeye el olarak tercümesi bile sakıncalıdır. Allahın, biz insanlar gibi etten, kemikten, deriden, damardan, sinirden oluşan bir eli olduğu düşünülebilir mi? Cenab-ı Hakkın sıfatlarından biri de muhalefetün lilhavadis'tir, yâni O kendisinden başka şeylere, yaratıklara benzemez.

Bazı bozuk mezhepler, müteşabihata lügavî manalar verip, Allah'a noksan sıfatlar isnad edince, bir kısım ulema bunları te'vil etmek mecburiyetinde kalmıştır. Mesela "Allah'ın yedd'i cemaat üzerinedir" kelamındaki yedd'e "yardım, nusret, destek" manasını vermişlerdir.

Allahü Teala hazretleri zamandan, mekandan, cihetten, inmekten çıkmaktan, insanlar gibi eli, yüzü, ayağı olmaktan münezzehtir.

Bazı bozuk mezhepler tecsim dalaletine düşmüşlerdir.

Ehl-i Sünnetin itikadı en doğru itikattır. Kur'ana ve Sünnete uygundur.

Vehhabîliği tenkit eden binlerce ilmî kitap ve risale yazılmıştır.

Ehl-i Sünnet bir vâdide, Vehhabîlik başka bir vâdidedir.

İslam tarihinde, Hulefa-i Râşidîn'den sonra Ehl-i Sünnetin en güzel meyvesi ve sünbülesi Osmanlı devlet-i aliyyesidir. Vehhabîliğin meyvesi ise Arabistan'daki Suudî krallığıdır. Ehl-i insaf bu iki devleti mukayese edebilir.
Millî Gazete
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ekm 25, 2010 1:16 am    Mesaj konusu: Ehli Sünnet Alimleri İstanbul'da toplandı Alıntıyla Cevap Gönder

Ehli Sünnet Alimleri toplantısı başladı

42 ülkeden yaklaşık 300 İslam âliminin katılımıyla düzenlenen Uluslararası İnsanlığa Hizmet Sempozyumu WOW otelde başladı.

23 Ekim 2010
Anadolu Haber

42 ülkeden yaklaşık 300 Ehli Sünnet İslam âliminin katılımıyla düzenlenen Uluslararası İnsanlığa Hizmet Sempozyumu WOW otelde başladı.

Marifet Derneği ve Hindistan AL MAHAD-UL-AALi AL-iSLAMi Üniversitesi tarafından düzenlenen sempozyuma İslam dünyasından birçok âlim katıldı.

Sempozyuma sağlık sorunları sebebiyle katılamayan ünlü İslam Âlimi Yusuf Karadavi’nin daha önce kameraya çekilen konuşması sinevizyon sunumuyla verildi. Karadavi konuşmasında İslam dünyasına birlik çağrısında bulundu. Hıristiyan ve Yahudilerin Müslümanlara karşı dört koldan mücadele ettiklerini, Müslümanların bu saldırılara karşı koyması için mutlaka birlikte hareket etmesi gerektiğini vurguladı.

İslam dünyasının bugün mağlup durumuna düştüğünü belirten Karadavi, “Bir avuç Yahudi bizi istediği hale getiriyor. Yahudiler, kanlarımızı akıtıyor, topraklarımızı işgal ediyor. Filistin toprakları kan ağlıyor, Mescid-i Aksa işgal altında. Filistin meselesi bütün Müslüman toplumların meselesidir. Kanayan yaralar hepimizindir.

Müslüman toplumların askeri, siyasi, iktisadi, kültürel ve dini olmak üzere her alanda mücadele etmesi gerekiyor. Çünkü bütün bu alanlarda düşmanlarımız bize saldırıyor. Türlü türlü planlar kuruyorlar ve bunları hayata geçiriyorlar. Bu noktada uyanık olmamız lazım.

Dünyada 1 milyar 600 milyon Müslüman var. Her dört insandan biri Müslüman. Bu çok önemli bir rakam. Bu gücümüzü harekete geçirmemiz lazım. Bunun için ihtiyacımız olan en önemli husus birleşmektir. Burada âlimlere düşen çok şey var. Size tavsiyem mensup olduğunuz toplumları sürekli uyarın” dedi.

Dr. Faruk Hamade, Şeyh Halid Seyfullah Rahmani, ve Dr. Yahya Abdurrahim da konuşmalarında İslam toplumlarına birleşme ve birlikte hareket etme çağrısında bulundular. Sempozyumun ilk gün tebliğleri sona erdi.

Ödül töreni yarın WOW Otelde, Sinan Erdem Spor Salonu iptal

Sempozyum yarın sabah saat 09.00’de yeniden başlayacak. Akşam saat 19.00’da ise WOW otelde Hindistan Hyderabad Al Mahad Ul Aaali Al-İslami Üniversitesi tarafından Mahmut Usta Osmanoğlu’na İslam’a Üstün Hizmet Ödülü takdim edilecektir.

ABD'ye taahhüt verenler programı iptal ettirdi

Yeni Şafak Gazetesi tarafından yapılan ve büyük bir tepkiçeken provokasyon habere Cübbeli Ahmet adı ile bilinen Ahmet Mahmut Ünlü Hoca Efendi'den Ajans5.com aracılığı ile cevap geldi. Selim Akduman'a açıklamalarda bulunan Cübbeli Ahmet Hoca, ABD'ye taahhüt verenler programı iptal ettirdi.'dedi.

23 Ekim 2010
Anadolu Haber

Dün Yeni Şafakta çıkan habere göre, kendisi gereken her şeyi söyledi ama. Ajans5 okurlarıyla süreci değerlendireceğiz.

Dün bir haber vardı, provokasyon dolu bir haberdi. Önce bu haberin yapılış mantığını değerlendirelim. Bir dönem kartel medya yapardı. Ama bugün muhafazakâr medyanın size karşı linç girişimi var. Nedir bunların derdi?

Şimdi bu kadar iyi haberler çıkıyor hakkımda, hatta laik kesimde, liberal basında çok güzel konuşmalarımız oldu. Herkes bunlara itibar etti. Türkiye’de bir kamuoyu oluştu bu hususta. Bundan bir kelam bile etmediler. Bir fazilet olsa gömerler. 1-2 yıldır hiç iyi haber çıkmadı. İşte Yeni Şafağı var. Zamanı var, Sabahı var. Başlıca bildiklerim bunlar. Bunlarda iyilik namına hakkımızda hiç iyi bir şey çıkmaz. Hâlbuki biz en sevmediğimiz adamın iyiliği olsa da söyleriz onu. Çünkü İslam’da böyle söyler. Biz Müslümanız, bunu yapamayız. Düşmanımızın bile doğru lafı olsa, hikmettir, onu bile alırız. Bunlar müslümanız diyorlar, bir Müslüman hakkında bir fazilet anlatılsa şöyle oldu böyle oldu diye. Ama bunu hiç yapmadılar. Bu düşmanlığın bir göstergesiydi. Biz sesimizi çıkartmadık ama halkın tepkisini gösterdi. Ama şimdi böyle şeyler olunca ..


Hadi Taraf Gazetesi Belli bir taraf artık. Tamamen Amerika ile taraflı. Gazetenin menşeini sorunca kendileri de cevap veremiyorlar. Bir askeriye hakkında haber, görüntü çıkıyor, Türkiye’nin hiçbir yerinde çıkamayacak haberler çıkartıyor. Hadi dedik ki o muhafazakâr değil. Şimdi bu Yeni Şafak, Deniz Baykal meselesini de o çıkarttı. Bende hatırlıyorum onlar çıkarttı. Şimdi şöyle anlıyorum: bir yere gelenler maddi bakımdan, tavizler vermek zorunda kalıyorlar. Kalmamaları lazım. Ben taviz veremem, kaderdir, haktan ne gelirse gelsin. Ben haktan ayrılamam. Yahudilere, Masonlara hizmet edemem. Batıla hizmet edemem. Tabi Erbakan Hoca gibi müstesnalar var. Allah sayılarını artırsın. Ama bak geldi 6 ay durabildi. Hâlbuki ekonomiyi düzeltti, maaşlara zam yaptı. Ama 6 ay durabildi. Neden? Çünkü taviz vermiyor o noktada.

Erbakan hoca, Ramazandı, bir gece sahura geldi. Ben bulunamadım. Başım yine dertteydi o zaman. Feshane’ye geldi. Ne dedi; bunlar boş şeyler, Yahudi’nin oyunları dedi. Ama hoca devamlı istikrarlı. E ben onu bilirsem, o beni bilirse, Müslüman Müslüman’a destek olursa, yani bu istikamet göstergesi. Doğru bir tespittir. Şimdi bunlar bir haber bulsak da yayınlasak diyor. E birde jetsiki resmini koyuyor bu habere. Bu demek istiyor ki ben en İslam düşmanı gazetenin yaptığından beterim.

Burada size karşı bir şey mi var acaba, yoksa direk cemaate karşılık bir şey mi?

Yok, cemaate karşılık bir şey yok. Dünkü toplantıda da söyledim. Türkiye’de misyonerlik faaliyeti var. Vatikan’ın projesi var. Büyük İsrail projesi var. Buna hizmet edilmesi için. Tabi Yahudi’ye ‘ben Yahudi olacağım’ desen kabul etmez. Irk dinidir. Ama Hıristiyan olsan mutlu olur. Çünkü onun alt kuruluşu gibidir. Haktan ayrıldıktan sonra da onla oynamak kolay olur. Bundan dolayı Hıristiyanlığın artmasını ister. Şimdi bu faaliyetler içerisinde 2 sene oldu biz reddiyeler başlattık. Ben bunu Adapazarı’ndan başlattım. 28 Şubattan sonra gitmedim 10 sene. Sonra 2 sene evvel gittim, kalabalık bir sohbet oldu salonlarda. Yeni Şafak diyor ki neden camilerde olmuyor, büyük camiler var. Hangi cami müsaade ediyor. Yeni şafak izin alsın bize Süleymaniye’yi orda yapalım biz. Süleymaniye’den izin alsın gelsin konuşsun. Hiçbir törenin camide yapıldığını gördün mü? Aslında yapılması gerekir İslam’i bir törenin. Ama vermiyor bunu.

Oradaki konuşmalarda ‘iki vasiyetim’ diye konuşmalar var. Sonra sohbet kitap olarak çıkacak, 3 vasiyete çevirdim onu. Dedim bak ben ölürüm, kalırım. Bu memlekette iki büyük tehlike var. Biri ‘teşeyyudur’. Yani Şialaşma. Bu Mustafa İslamoğlu’nun ekolüdür. Çok büyük tehlike görüyorum, mezhep açısından, Zaten Şia ve Mutezile kardeş mezheptir. Yani onlar büyük bir dalalet içerisindedir. Babasıyla konuştum, evlatlıktan reddettim dedi. ‘Mutezile, Şia her mezhepten çorba etti bıraktı.’ Babası Ahmet İslamoğlu Hoca Efendi, ehlisünnet bir âlim. Dedi ki bana ‘Allah razı olsun. Bu reddiyeleri yap, şeker hastası olmasam ben de geleceğim senle yapacağım. Buna anası abdestsiz süt vermedi. Bu nasıl böyle şeyler der. Mahvetti bizi.’

Şimdi bu tehlikeye dikkat çektim. Bir de ‘diyaloga’ dikkat çektim. Bu diyalog bazı hocalar tarafından savunuluyor. İşte Hayrettin Karaman, Bekir Hoca, Ahmet Şahin… Bunların hepsinin adlarını da zikrettim. Dedi; Amentüde ittifakımız var Yahudilerle. Bir tekzip yaptıramadım. Zaman gazetesinin adamları geldi. Dedi hoca sıkıntı oluyor. Antalya’da da o zaman konuştum. Tabi baya bölgelerde konuştuk ortalık sallandı. Dedim e mübarek sizin yazarınız yanlış yazmış. Çıkar yanlışı. E dedi Ahmet Şahin hoca bizi dinler mi? O bizim gruptan değil ki. Bunlar grup grupmuş. Senin bir gazeten var, yüz binlerce eve giriyor. Kapılara dağıtılıyor. Tamam, İslam’i gazete girsin milletin evine. E bu yazıyı yazdın sen. Buna bir tekzip. Üç ay geçti bir şey yok. Dedi işte orda ismini unuttum; Şu hoca var onla görüştürelim seni. E tamam. Yok. Hiçbir şey yok. Sonra Mustafa İslamoğlu meselesinde Mustafa Karahasanoğlu geldi, hocam aramızda sıkıntı olmasın Müslümanlar birbirine girmesin. Nasıl düzelteceğiz dedim. E işte toplanalım. 3 ay geçti gelmedi. Gelmez. E mübarek burada kadere inanmak tartışmalı fazlalık lafı var, ters ilişki lafı var. Çıkarttık hepsini internetteki kendi resmi sitesinden, sonra baktı aaa, dedi ki ben bu kadar olduğunu bilmiyordum. Yine de bu konuda konuşma. Kendi aramızda halledelim.. Yav nasıl konuşmayacaksın. Adam kitaba yazmış, TV de söylüyor. Alenen söylenene gizli cevap verilmez ki, alenen söylenir. Aramızda çözülmez ki. O da öyle gitti. Hiçbiri bu hususta bir ıslah olarak…

O da dedi böyle ihtilaflı konulara girme. İyide ehlisünnette ittifaklı bu, ihtilaflı değil ki. Ama onu susturursak bu iş düzelir.

Bizzat kendisinin bugün beyanları var. Yani burada Cübbeli Ahmet Hoca diye bir şey yok. Buradaki bütün âlimler beni tanımaz. Ama Mahmut Efendi Hazretleri var. Adı sanı var. 60-70 senelik hizmetleri var. İrşat faaliyetleri talebeleri var. Rusya’nın buzullarında hatmi şerifler yapılıyor. Ama bu rahatsız etti. Kimi rahatsız etti. Vatikan projesine hizmet edip de Türkiye adına dışarılara taahhüt veren Türkiye biziz, istediğimiz gibi oynarız, din adına da hocalar bizde, fetvayı değiştiririz. Dini değiştiririz. İman şartını ikiye düşürürüz. Ilımlı İslam’ı çıkarırız.

Bunlar söz verilmiş Vatikan’a Amerika’ya. Ama bunlar tutmuyor. Niye tutmuyor. Mahmut Efendi gibi zatlar varken tutmaz. Bu sefer dünyada tek biziz, hoca biziz, âlim biziz. Kendileri toplantı yapıyorlar 5 bin kişi gelmiyor. Şimdi Mahmut Efendi toplantı yapıyor. Emniyet açıklama yapıyor 20-30 bin kişilik personel yetmeyecek diyor. Milyon da gelir. Kazlı çeşmeyi verseler 1-2 milyon insan gelir. Bir kere görmek için Mahmut Efendiyi 20-30 bin kişi geliyor tek seferde. Bunlar ne zannediyorlar Mahmut Efendiyi. İtibarı var. Böyle istedikleri gibi iptal ederiz kimse bize bir şey demez. Bu halk aptal değil.

Hal böyle olunca bu sıkıntı 2 yerden geldi. Birinci sıkıntı diyalog projesine hizmet edenlerin verdikleri bazı sözlerin zamanı gecikiyor. Amerika bunlara diyor ki: “Ne oluyor? %10 sizden taahhüt aldık. Şu kadar kişi Hıristiyan olacak dediniz. %10 olması lazım ki ekalliyet tespit edilsin. Ekalliyet olduğu zaman azınlıklar bunlara haklarıyla beraber her türlü imkânlar sağlanacak bu sefer adam arsa, tarla isteyecek. Yani şimdi azınlığa da giremiyor hepten 5-10 bin tane Yahudi kalmış. Ya da Hıristiyan’ın sayısı belli yani… Ama şimdi bunu % 10 yapmaları lazım. Bu çok büyük bir rakam. Bana bunları söyleyen de Yiğit Bulut. Reklam arasında dedi ki Habertürk’te: Türkiye’de 20 yıl içinde %10 Hıristiyan olması için söz verilmiş.

Resmi bir söz mü?

Hayır, resmi bir söz değil. Bunu devlet bazında demiyoruz. Bunu söyleyenler bazı gruplar ve lobiler. Bunu yaparken din ayağı kullanılıyor. Yani adam din adına Profösörüm diyerek çıkıp iman şartında 2’dir. Onlar cennete gidecek derse bizim millette Hıristiyan’da cennete girecek diye yumuşar. Bizim gibilerin de nesli tükenmeye başladı. İlk Süleyman Ateş bu görüşü ortaya attığı zaman tek kaldı. Herkes çullandı. Hayrettin Karaman’ın ona reddiyesi var. 20 senede ne değişti? Bunlar artık alenen konuşulur hale geldi. Şimdi reddiye yapan bir iki kişi kaldı.

Birkaç sanatçı da evlenip dinlerini değiştirdi?

Tabii ki İbrahim-i dinler adına organizasyonlar yaptılar bunlara Mehmet Aydın katıldı. O haberleri ben seyrettim. Mardin’de cennete girme merasimi yaptılar.

Akdamar’da bir ayin düzenlediler…

Tabii Akdamar ayini yeni. O dinler arası diyaloga girmez. Orda kiliseyi açmışlar Hıristiyanlar gelsin demişler. O ayrı bir konu. Burada ise Müftü-Papaz-Haham üçlü görünümü var. Bu diyalog işi. Tabi bunu hükümet ya da devlet yapmıyor. Hükümetin böyle bir projesini duymadık. Ama bunu bazı lobiler, fırkalar yürütüyor. Fetvalarıyla da yürütüyor.

Ben Mahmut Efendi Hazretlerine sordum. Ne yapsak ne etsek böyle batıl görüşler var. O da bana: Şeytan’ın dostlarıyla mücadele edin, Şeytan’ın hilesi zayıftır ayetini okudu. Startı bizzat efendi hazretleri verdi. Ondan sonra ben bu reddiyeleri başladım. Yani bir himmet geldiği için bu tuttu. Benim o kadar bir gücüm yok.

Bir haber geliyor başımıza Kanal7’ye rica ettik dedik ki

Bir jetski olayı oldu bir beyanat verelim. Bize cevap olumsuz geldi. Show TV çağırdı o bizi çağırmadı. Bunlar böyle adam. Bir Müslüman’a bir iftira atılmış ama bana ne diyorlar. Hadi onu da bırakın iftirayı kendi atmaya başladı. O zamanlar bananecilik vardı şimdi iftirayı kendi atmaya başladı.

Programın organizesinde siz yoksunuz bildiğim kadarıyla…

Resmiyette hiçbir müracaatta yokum. Hiçbir yerde imzam yok. Yalnız Muhammed Avvam hocanın oğlu Muhittin Avvam dün basın toplantısında da açıkladı. Efendi hazretlerine geldi bu talebi iletti bende ona şahit oldum. Efendi hazretleri Arapça’yı herkesten iyi anlıyor. Türkçe’den iyi anlıyor. Efendi hazretleri onu dinledi ve kabul etti bunu. Şimdi de canlı beyanatı var: Âlimleri ben çağırdım, benim emrimle toplandılar, Cübbeli’nin ya da Muhammet Keskin Hoca’nın bir ilgisi yok dedi.

Mahmut Efendi hazretleri bu olaydan çok üzüldü. Bu kadar âlimin Türkiye’ye gelmesinden memnun oldum diyor. Bu Türkiye’ye bir bereket, bir rahmettir. Mahmut Efendi hazretlerinin çevresinde ehl-i sünnetin toplanması birilerini rahatsız etti.

Bir de bizim İsmailağa Cemaati’nde bir takım kişilerin efendiden sonra kalırsak köşe kapmacadan üç kişi mi çıkar beş kişi mi çıkar ve bunlardan biri de ben olur muyum hesabını yapan ucuzcu, basit adamlar var. Maalesef bunların kimisi hoca kılığında, kimisi yaşlı. Eskiden belki hizmet etmiş etmemiş ama şuanda akılları beyinleri mi sulanmış, ne olmuş bilmiyorum. Yani efendiden sonrasını yapan bir takım kişiler var.

Özel olarak size medya konusunda izin verilmiş sanırım…

Özel derken belki başkasına da verir. Bu sadece sana mahsus buyurmadı ama becerebilen çıksın diye kayıt koydu. Çünkü çıkıpta orda mahcup olma durumu var. Benim çıktığım insanlar dindar insanlar değil. Eskiden çok korkulan insanlar. Şimdi onlar İslam’ın tebliğinde aracı oluyorlar, bizimkiler takoz oluyorlar.

Çok büyük bir zarar verdiler İslamiyet’e büyük iftiralar attılar. Yani burada bir menfaat birleşmesi var. İsmail Ağa’nın içinden bir haber sızlamalar var. Mahmut Efendi’nin çevresi çevresi. Yakınları. Kimmiş bu? İsmini ver. Veremiyor. Bunun soyadı tutanları mı kastediyorsun? Efendim yerine kalmayı bekleyen birkaç tane yaşlıyı mı kastediyorsun? Genci mi kastediyorsun? Kimi kastediyorsun. Yani bu çevre kim? Şimdi bugün de haber yapmış, çevresi memnun oldu. Ya sen kardeşim anladıkta senin Mahmut Efendi’nin yanına geldiğin yok, gittiğin yok, sorduğun yok. Bu çevre kim? Biz hiç tanımıyoruz bu çevreyi. Hep yanında Hoca efendiler var.

Mahmut Efendi’nin kendisi memnun değil çevresi nasıl memnun oluyor? Diye sormak gerekiyor sanırım değil mi?

Sorulur ama Mahmut Efendi’de memnun diyor. Birde Mahmut Efendi’ye iftira var. E bugün de Mübarek onu tekzip etti.

Hal böyle olunca bu uzun bir süreç, uzun soluklu bir şey. Kardeşlerimiz hani bunlara alışıldı artık. Dikkatli olsunlar, uyanık olsunlar. Ehli Sünnet’in kaderidir bu. Ehli Sünnet’e saldırı olur. Ehli Sünneti bölmek içinde dış güçler bazı gruplara yardımcı da olur. Tabi bu da açıkça görülüyor.

Hocam bundan sonra Cemaate bir tavsiyeniz var mı? Tabii ki çok büyük bir beklenti vardı. Yani 400 İslam âlimini bir salonda görmeyi bekliyordu cemaat. Hayal kırıklığı yaşadılar…

İnsanlar çok ah ediyorlarmış, çok beddua ediyorlarmış. Bursa’dan 20 otobüs tutulmuş. Yani bu kadar ahı belayı musibeti almak çok büyük bir olaydır. Ne günah işlemişler ki acaba? Erbakan Hoca’nın bir lafı vardır: ‘Bunlar ne günah işlemişler ki Hayrın yoluna takoz etti Allah bunları’ diye güzel bir lafı vardı. Yani bir günahları var ki bu kadar aha vebale sebep oldular. Biz iyi yaptık diyorlarmış. Neyi iyi yaptın sen? Burada ne olacaktı? Yani yüz bin kişi gelse dahi sessiz sakin bir şekilde dağılır. Bizim cemaatlerimizde külliyelerde binlerce kişi toplandık dağıldık. Bugüne kadar hiçbir vukuat olmamıştır. Yine de olmayacaktı. Ben buna emindim. Ama tabi şuanda Emniyetin, valiliğin kararına saygılıyız. Onlar bize bir gerekçe gösteremiyorlar. Diyorlar ki böyle bir bilgi ulaştı iptal kararı aldık. E tamam iptal kararı aldıysanız biz saygılıyız. O zaman Yeni Şafak nereden bu provokasyonu yaptı? İptalden sonra yazsaydı, iptal oldu deseydi bugün. İyi niyetli olsaydı, halk sokağa dökülmesin diye iptalini yazsaydı. İyi niyet düşünecektik. Benim şahsıma iftirayı bıraktık. O kadar fazla iftira içinde, bir gün evvelden tetikçilik yaptı. Aynı gün tebligat tebdil edildi Marifet Derneği’ne. Bu kadar da denk gelmez ki. Kimseyi bulamadı bu tetikçiliğe, bir yerler, birileri demek ki bunlar da buna hazırmış. İçerden de işte diyorum sıkıntılı insanlar var bu camiadan. Bunlarda bu yakın çevreyi kullanarak, yakın dediğim işte, ailevi olabilir, oradaki yetkili etkili görünen merkezden olabilir. Yani bu kuvvetle muhtemel. Çünkü bu bu kadar olamaz.

Hocam medyanın özellikle Muhafazakâr medyanın iftiraları zorunuza gidiyordur.

Çok zoruma gidiyor. Çok ağırımıza gidiyor. Bunu Hürriyet, Milliyet şu bu yapsa bugün bunu konuşmayız ki. Kaç kere yaptı hiç beyanat verdik mi?

Hocam bu kadar yoğun bir baskı var üzerinizde. Sağlık açısından da rahatsızlıklarınız var. Bu kadar yoğun bir tempo ve bu iftiralar nasıl bir etki yapıyor sizde?

Yani tabi ruhen ve bedenen yoruyor bizi. Ama biz bu işe girdik bir defa. Yani geri dönüşümüz yok. Bu Ehli Sünnet müdafaasıdır. Yani Efendi Hazretlerimizin hayatta olduğum müddetçe hizmetkârı olacağız. Onu tanıtmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Yani bu hizmetten Allah’ın izniyle, Rabbim bir mani vermediği müddetçe bizi bu tehdit, iftiralar korkutmaz. Biz çekilemeyiz. Biz bu işin içerisindeyiz. Efendi Hazretleri bana bu sabah ‘BİZ SENİN ARKANDAYIZ’ dedi. Hem de Arapça bir ibare kullandı. Nahnu min veraik. Bu Arapça ibareyle söyledi. Biz senin arkandayız. Devam et Korkma. Bu sabah namazda daha bunları söyledi. Bundan evvel de beyanları çok var. Onun içindir ki biz bundan korkarsak bir Allah dostunun, bir mürşidimizin sözünü dinlememiş oluruz. Ben kaç kere izin istedim. Biraz kenara çekilsem. Hastalığım da arttı. Kitap çalışırız, yazarız ederiz. Bir şeylere hizmet ederiz de yine bu gibi ortada kaldık. Yok, durmak yok, emri bil mağrufa devam. Tebliğ durmaz. Korkmak yok. Tebliğ durmaz. Asla geri çekinilmeyecek. Böyle buyurduğu için söz kıramam ben. Ben memurum şimdi. Ben memur olduğum için Allah bizi bu memuriyetten ayırmasın. Ama kendisi derse ki Ahmet çekil, sus. Tamam, susar çekiliriz.

Hocam son olarak cemaate göndermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Cemaate göndermek istediğim mesaj bu yayın organına karşı artık çok ihtiyatlı davransınlar. Haber ve iftiralarına aldanmasınlar. Ve bu yayın organının bir yerlere çalıştığı tescillendi artık kendi yaptığı ile. Onun içindir ki Müslüman halkımız gazete alırken, bilgi alırken, mutlaka doğru seçim yapmak zorunda. Çünkü diğerlerine hep acaba ile bakıyor. Ama bunlara ne diyorsa doğru zannıyla yaklaşıyor. Orada da zokayı yutuyor. Bunlar çünkü yarın bir gün diğer İslami faaliyetler hakkında da aynı takozlukları yapacaklar. Onun işaretini gösteriyor. Diğer Ehli Sünnet hizmetleri, memlekette ne hizmetler olur. Demek ki artık takozu bunlara koydurtacaklar. Artık öbürlerinden beklemeyelim. Yeni adres belli oldu. Buna göre halkımız bunlara inanıp itibar etmesin.

Efendim çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun.

Allah sizlerden de razı olsun. Biz teşekkür ederiz.

AJANS5

"İslam dünyasının merkezi anlayışı ve küresel duruşu Sünniliktir"

Sünni düşmanlığı
Mustafa Özcan
"İslam dünyasının merkezi anlayışı ve küresel duruşu Sünniliktir. Küresel siyasi aktörü ise Türklerdir. Bu ikisi birleşmedikçe ve terkip haline gelmedikçe Ortadoğunun sorunları çözülemez

23 Mays 2011
Anadolu Haber

Sünniliğin ve Türklerin merkezde olmadığı bir yapı Ortadoğu sorunlarını çözemez. Çözmek yerine daha da düğümler ve karmaşık hale getirir. Zira İslam’ın Serüveni adlı kitabın yazarı Amerikalı Marshal G. S. Hodgson’ın da belirttiği gibi, İslam dünyasının merkezi anlayışı ve küresel duruşu Sünniliktir. Küresel siyasi aktörü ise Türklerdir. Bu ikisi birleşmedikçe ve terkip haline gelmedikçe Ortadoğu’nun sorunları çözülemez. Arap dünyasında rejimleri yıkan ve partileri aşan bir halk hareketi var. Bu halk hareketi kesinlikle bir cereyandır ve akımdır. Bu akımın içinde her türlü eğilim barınmaktadır. İleride siyasi olarak bu değişimin merkezinde değişen ve gelişen Türkiye olmalıdır. ABD’nin vuruşarak çekildiği bölgedeki boşluğu bu terkip doldurmalıdır. Sünni düşmanlığı ile Türk düşmanlığı sonuçta aynı istikamete dökülmekte ve aynı mecraya akmaktadır. Zira, Fatimileri yıkan ve Safevileri gerileten ve İslam birliğini siyasi ve fikri olarak büyük çapta temin eden Türk-Sünni (elbette Arap ve Kürtler de dahil olmak üzere) terkibi ve damarı olmuştur. Türklerin ve Sünniliğin merkezde olmadığı yani çoğunluğu temsil etmeyen yapılar ancak bölünmeyi ve dolayısıyla çekişmeyi artırır ve çileyi ve süreci uzatırlar. Tarih bunun en önemli tanığıdır. Bir müddet önce Lübnan’la alakalı bir kamuoyu yoklaması okumuştum. Buna göre Sünni kesimler arasında Hizbullah’ı tasvip edenlerin oranı yüzde 8’de kalırken Maruniler arasında bu oranın yüzde 20’ye çıktığını gördüm. Yani Hizbullah’ın en az popüler olduğu kesim Sünnilerdi. Doğrusu bu sonucu yorumlamakta zorlandım. Ama zamanla bunun nedenini anladım. Türkiye’de ve dışında bunu Sünnilerin Amerikan muhibbanlığına veya sempatizanlığına bağlayanlar olabilir. Lakin böyle olmadığı güneş kadar aşikar. Zira, Lübnan Sünnileri arasında yapılacak bir kamuoyu yoklaması ile Amerikan düşmanlığının diğer Sünni ülkelerdeki gibi yüksek olduğu ve tavan yaptığı görülecektir. Öyle ise Lübnanlı Sünniler hem ABD hem de Hizbullah’ı eşit şekilde karşılar. Neden acaba?
¥
Bunun nedeni karşı cephenin derin Sünni düşmanlığında yatmaktadır. Son Wikileaks belgeleri de bunu açıkça ortaya koymuştur. Lübnan’daki Amerikan Elçisi Jeffrey D. Feltman, Washington’a bir rapor yolluyor. 2007 yılına ait olan rapor bugünlerde Wikileaks belgeleri arasında yayınlanıyor. Raporun konusu Hizbullah’ın müttefiklerinden Michael Aoun’un Sünnilere karşı bakışı ve yaklaşımı. Sünnilere olan kin ve nefretinin Michael Aoun’u nasıl Hizbullah ile ittifaka yönlendirdiği ve ortak hale getirdiği belgede açıkça görülüyor. 6 Şubat 2006 tarihinde taraflar ortaklık zaptı imzalıyor. Böylece ortak Sünni düşmanlığı marjinal alandaki rakipleri bir araya getiriyor. Amerikan Elçisi Feltman’a, Michael Aoun’un bakışını aktaran ve hikaye eden Maruni bakanlardan Şarl Rızk oluyor. Michael Aoun’un Paris dönüşünden sonra Hizbullah ile siyasi ortaklığa gitmesinin hikayesi aynı zamanda Kerim Bakradoni’nin “Şok ve Devrim” kitabında da tafsilatlı bir şekilde anlatılıyor. ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ zemininden hareket eden Michael Aoun, Wikileaks raporuna göre Sünnileri ‘hayvanlar’ olarak nitelendiriyor. Aoun, ittifaka girdiği Şiileri ve Hizbullah’ı ‘Lübnan’ı (toprağı) seven Lübnanlılar’ olarak tanımlıyor. Aoun Hizbullah üzerinden Suriye rejimiyle ittifakını da şöyle gerekçelendiriyor: Çok hazzetmesem de Lübnan’ı Sünnilerden korumak ve onlara bırakmamak için Nuseyrilerle ittifaka gitmekten başka çarem yok.
¥
Michael Aoun, Nasrallah ve kendisinin Suriye’nin ötesinde İran’ı yeğlediklerini söylüyor. Bunun üç nedeni var: Birincisi İranlılar Sünni değil. İkincisi Arapça bilmiyorlar. Üçüncüsü de, Lübnan sınırından çok uzaklar. Raporda en dikkat çekici husus, Beyrut’taki İran Büyükelçisi Muhammed Rıza Şeybani ile Amerikan Büyükelçisi Jeffrey D. Feltman arasında zımni anlayış iklimidir. Aoun, Şeybani’den bizzat Amerikan-İran diyalogunun önemini duymuş ve bu ittifakın bir gün kendisini cumhurbaşkanlığı koltuğuna taşıyacağına da inanmıştır. Aoun’a göre, Amerikan Elçisi Feltman da Sünni tehlikesinin farkındadır ve bu hususta Sünni kesimin düşmanlarını anlayışla karşılamaktadır (Lübnan’da yayınlanan En Nahar gazetesi, Ahmet Ayyaş: Hulefau İran ve suku’t en nizam es Suri, 21 Mart, 2001/ http://www.elaph.com/ Web/NewsPapers/2011/5/656512.html?entry=homepagenewspapers). Ulusalcılar, Amerikancılar ve siyasi teşeyyü ve taraftarları hepsi Sünniliğin siyasi rolünden ürkmektedir. Zira hepsinin hesaplarını bozacak İslam dünyasının en büyük denklemi Sünniliktir. Bu mezhepçilik değil aksine uçların mezhepçiliğine karşı bir savunma düzeni ve halidir. Zira Sünnilik İslam dünyasının küresel gücü ve ortak bölenidir. Sünnilik çoğunluk olmasına rağmen her cephede savunmadadır. Bazı hesap kitap bilmez Sünniler ise kiminle aynı hendekte olduğunu bilmeyecek kadar habu gaflet içinde gözüküyorlar

Hâce Ubeydullah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehul’azîz” buyurdu ki:



-"Bütün keşfleri, kerâmetleri bana verseler, fekat, Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdını vermeseler, kendimi harâb bilirim. Keşf ve kerâmetim olmasa ve kabâhatim çok olsa, fekat Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdını ihsân eyleseler, hiç üzülmem."
http://www.facebook.com/Reddiyeler

[size=124RESULLAH EFENDİMİZ ŞÖYLE BUYURDULAR:[/size]

"Kim, hidayete [Ehl-i sünnete] davet ederse, o yola girenlerin bütün sevapları ona da yazılır, diğerlerinin ecrinden bir şey eksilmez. Kim de, sapıklığa davet ederse, o yola girenlerin günahları, ona da verilir, o kötü yolda gidenlerin günahından da hiçbir şey eksilmez." [Tirmizi]

"Allah'a yemin ederim ki, Cenab-ı Hakkın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidayete kavuşturması, en kıymetli dünya malından, kırmızı develere sahip olmaktan daha iyidir." [Buhari, Müslim]

http://www.facebook.com/Reddiyeler

El-Kaide’den Suudilere Sünni düşmanlığı suçlaması
16-03-2013



YDH-Arap Yarımadası el-Kaidesi, Suudi Arabistan'ı Yemen'deki Ehl-i Sünnete ve davetçilerine karşı savaş açmakla suçladı.

Yemen'deki el-Kaide örgütünün önde gelen liderlerinden Memun Abdulhamid Hatim, Suudi Arabistan'ı Yemen'deki Ehli Sünnet Müslümanlarına yönelik saldırılar düzenlemekle suçladı.

Yemen el-Yovm gazetesinde yer alan habere göre "Tevhid ve Sünnet devleti Suudi Arabistan, Ehli Sünnet'e davetçilerine ve gerçek savunucularına savaş açtı. Bize casus insansız uçaklar gönderiyor" dedi.

Hatim, Suudi Arabistan'ın Abyan şehrindeki el-Kaide'ye karşı sürdürülen savaşa katılıp katılmadığı yönündeki bir soruya yönelik olarak "Gerçekte Yemen, Abyan savaşında Suudi Arabistan'a katıldı. Yemen'in ne gücü ne de kudreti var. Haçlılarla mücahitler arasında devam eden savaşta iş, Amerika ve Suudi Arabistan'da bitiyor. Suudi Arabistan da bize karşı Amerika adına savaşıyor" dedi.

Afganistan, Irak, Somali başta olmak üzere birçok bölgede devam eden çatışmalara dikkat çeken Hatim, Suudi Arabistan'ı İslam’a ve Müslümanlara karşı yürütülen savaşın ön cephesinde yer almakla suçladı.

Hatim "Amerika'yı İslam topraklarına sokan, Şeriata karşı yürütülen savaşa önderlik eden, mücahitlerin izini sürerek tutuklayan ve hapseden Suudi Arabistan'dır" diye konuştu.

Aralarında kadınların da bulunduğu binlerce alim ve davetçinin Suudi Arabistan hapishanelerinde zulme maruz kaldığını hatırlatan Hatim, "Müslüman kadınların gelecekleri Suudi Arabistan hapishanelerinde meçhuldür. Bazen de namusları çiğneniyor" dedi.
http://www.ydh.com.tr/

Mustafa İslamoğlu’nun babası: Keşke onun babası olmasaydım

Daru’l Hikme’den Muhammed Zahid bey, Mustafa İslamoğlu’nun babası Ahmed İslamoğlu’nu ziyaretlerini anlatıyor. Okurken insanın vicdanı sızlıyor. Bir babanın çaresizliğini görüyorsunuz adeta. Nuh Aleyhisselam’ın oğlunu gemiye alabilmek için çabalaması gibi O da oğlunu delalet kuyusundan çıkarmak için gayret ediyor. Her gleenden oğlu için dua istiyor. Oğlunun bir kitabını bile evine sokmamış. Ve en acısı da: ‘Keşke onun babası olmasaydım’ demek zorunda kalıyor…

İşte o hatıra:

Ahmed İslâmoğlu Hoca’yı ziyaretimize gelince; Elhamdülillâh daha önce hiç duymadığımız şeyleri Ahmed İslâmoğlu Hoca’dan duyduk. Hoca kitaplarla dolu bir odada hasta bir şekilde yatmasına rağmen bizim geldiğimizi görünce toparlandı ve önemli nasihatlerde bulundu. Hoca’da beni en çok etkileyen sünnet-î seniyyeye olan bağlılığıydı. Şeker ikram ettiğinde, iki adet şeker alanlara; ‘Ya bir tane daha şeker al, ya da bir tanesini geri bırak. Allah tektir teki sever’ diyerek çok tatlı bir üslûpla bizleri karşılamıştı. Çayımızın şekerini nasıl karıştırmamız gerektiğinden, saatimizi sağ kolumuza takmanın daha uygun olacağına kadar pek çok konuda bizleri bilgilendirdi. Talebe olmamıza rağmen sakal bırakmamız konusunda da ciddi teşvikleri ve duaları oldu. Dedim ya hasta olmasına rağmen bizimle özel ilgilendi. Bunda kendisinin de mürşidi Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin evlâdları olmamızın payı elbette büyüktü. Yani Ahmed İslâmoğlu Hoca bizim hem büyüğümüz, hem muhterem bir hocamız hem de ihvanımızdı. Rabbimiz Hoca’ya sağlık sıhhat versin.

Ahmed İslâmoğlu Hoca’yı ziyaret ettiğimiz günler, oğlu Mustafa İslâmoğlu’nun hayli etkili olduğu, hatalı görüşleri insanlara empoze etmekte tavan yaptığı günlerdi. Kendi adıma konuşayım, Ahmed Hoca’nın oğlu Mustafa İslâmoğlu ile alakalı bir iki şey söylemesini temenni etmiyor değildim. Ahmed İslâmoğlu Hoca’nın, oğlu ile alakalı söylediklerini duyduğumuzda ben de dâhil hepimiz hem çok üzüldük, hem de tabir-î caizse ağzımız açık kaldı. Ahmed Hoca’nın, Mustafa İslâmoğlu ile alakalı söylediklerini birkaç paragrafta ele alalım;

Bilindiği gibi Ahmed İslâmoğlu Hoca, Ali Eren’e yazdığı mektupta oğlu Mustafa İslâmoğlu’nun saptığını ve insanları da saptırdığını yazmıştı. Ahmed Hoca’nın bizim yanımızda söylediklerini duyunca bu mektubun kesinlikle doğru olduğuna kanaat getirdim ve zerre kadar şüphem kalmadı. Ahmed İslâmoğlu Hoca, Mustafa İslâmoğlu’nun hidayeti için bizlerden dua istedi ve ekledi; ‘Mustafa’nın hidayeti için ziyarete gelen dostlarımdan özel dua istiyorum.’ Gerçekten de üzücü bir tablo ile karşı karşıyaydık. Hatta bir ara ‘Keşke onun babası olmasaydım’ şeklinde hepimizi derinden yaralayan bir ifade kullandı. Bir babanın evlâdı hakkında bunları söylemesi ne kadar da acı değil mi? Rabbimiz Ahmed Hoca’nın ve dua istediği zatların dualarını kabul buyursun da Mustafa İslâmoğlu’na hidayet versin.

Ahmed İslâmoğlu Hoca, Mustafa İslâmoğlu’nun kustuğu zehirlerden de bahsetmeyi ihmal etmedi. Çünkü hidayeti için dua istenilen birisinin bir şeyler yapmış olması lazım ki hidayet çizgisinden uzaklaşmış olsun ve hidayeti için dua edilsin. Öyle değil mi? Ahmed Hoca benim çok dikkatimi çeken ve sizin de şaşıracağınızı düşündüğüm şu ifadeleri kullandı; ‘Bugüne kadar Mustafa’nın bir tane bile kitabını evime sokmadım, sokmam da.’ Ardından Mustafa İslâmoğlu’nun kitaplarında kullandığı yöntemlere de değinerek kelimeleri şeytanca kullandığını, birçoklarına hiç fark ettirmeden zehrini empoze ettiğini açıkça dile getirdi. Eğer Mustafa İslâmoğlu’nun batıl düşüncelerinden dönmezse kendisiyle birlikte peşinden giden onbinlerce insanı da helâk edeceğini anlattı. Ahmed Hoca’nın anlattığı şeyler son derece önemli olmakla birlikte bir o kadar da üzücüydü maalesef…

Ahmed Hoca’nın temas ettiği bir diğer husus ise Mustafa İslamoğlu’nun tasavvufla ilişkisine dairdi. Şimdi bazılarınız Mustafa İslâmoğlu’nu tasavvuf ve tarikat münkiri olarak görüyor olabilirsiniz ve doğal olarak da; ‘Mustafa İslâmoğlu ve tasavvuf? Ne alaka?’ diye sorabilirsiniz. Mustafa İslâmoğlu sanılanın aksine baştan beri tasavvuf münkiri olan veya tarikata mesafeli duran birisi değildir. Kendi resmî sitesinde yer alan bilgide ifade edildiği gibi Mustafa İslâmoğlu küçük yaştan itibaren Yahyalı Dergâhı’ndaki manevî havayı tenefüz eden birisidir. Bildiğiniz gibi Mustafa İslamoğlu’nun edebiyatçı yönü de var. Ahmed İslâmoğlu Hoca’nın naklettiğine göre Mustafa İslâmoğlu’na mahlasını Yahyalılı Hacı Hasan Efendi vermiş, Mustafa İslâmoğlu da silsilede yer alan mürşidlerden Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi için şiirler yazmıştır. Bu bilgileri bizzat Ahmed İslâmoğlu Hoca ziyaretimiz sırasında anlatmıştır. Gelin görün ki Mustafa İslâmoğlu bugün rabıta konusunda beşik şeyhi Ferit Aydın’ın kitaplarını tavsiye edebilecek kadar yozlaşmıştır. Ahmed Hoca’nın isteği üzerine Mustafa İslâmoğlu’nun hidayeti için dua ediyoruz.

BABALARA KULAK VERİN!
Değerli kardeşlerimiz bu babalara kulak veriniz. Bakın mesela Edip Yüksel’in babası da kendi oğlunun bir mürted olduğunu açıklamıştır. Edip Yüksel’in uyarak sapıttığı Reşat Halife’nin babası da oğlunun kafir olduğu ve katlinin vacip olduğu fetvasını vermiştir.

Bu çok acı bir tablodur… Ancak bu kişileri takip edenler, bu kişileri en iyi tanıyan babalarına kulak versinler. Bir kişinin çocuğu hakkında bu ifadeleri kullanması hele hele Allah’a tevekkülde zirve olan bir insanın “keşke benim çocuğum olmasaydı” demesi çok basit bir hadise değildir. O yüzden bu insanları takip edenler bir değil bin kere daha düşünsünler.

Bu arada bizlerde Ahmed İslamoğlu’nun isteği üzerine oğlunun hidayeti için çok dua ediyoruz…

Rabbimiz, neslimizden inkârcı, küfür ehli kimse yaratmasın… Böyle acılar yaşatmasın…

www.ihvanlar.net
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal May 03, 2016 10:57 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal May 03, 2016 10:45 pm    Mesaj konusu: Ehli Sünnet Anti-Emperyalisttir[ Alıntıyla Cevap Gönder

Ehli Sünnet Anti-Emperyalisttir
14 Mayıs 2010

Sünniliğin Türkiye;de varoş diliyle savunulduğunu ifade eden Ömer Faruk Tokat, Ehli Sünnetin iddia edilenin aksine statükocu değil; Anti-Emperyalist olduğunu söyledi.

Arapça’da Hikmet Evi anlamına gelen Darul Hikme İslam dünyasının farklı bölgelerinde eğitim gören Türkiyeli bir grup idealist genç tarafından İstanbul’da kuruldu. Fıkıh, Hadis, Tefsir, Siyer gibi ilimlerde son derece yetkin olan Darul Hikme’yi kuran gençler; edebiyat, sanat, felsefe gibi ilimlerde de ortalama bir entellektüelin bilgisine sahipler.

Rıhle isminde üç aylık bir dergi çıkarıyorlar, Türkiye ile İslam dünyası arasında ilmi bir köprü oluşturmak için İslam dünyasının birbirinden değerli âlimlerini Türkiye’ye getiriyorlar, İstanbul-Fatih’teki merkez binalarında her Müslüman’ı ilgilendiren konular hakkında seminerler düzenliyorlar ve ilim meraklısı gençlere başta Arapça olmak üzere İslami ilimler alanında dersler veriyorlar. Darul Hikme’nin kurucularından olan Araştırmacı-Yazar Ömer Faruk Tokat ile zevkli bir röportaj gerçekleştirdik.

Darul Hikme’nin öyküsüyle başlayalım. Darul Hikme’yi nasıl kurdunuz? İlim ehli olan bu kadar genç insanı nasıl bir araya getirdiniz?

Pakistan, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde uzun yıllar Fıkıh, Hadis, Tefsir, Akaid, Siyer, Arapça, İngilizce dersleri aldık. Zaten bu arkadaşların bir kısmıyla yurtdışına eğitim almaya gitmeden önce de tanışıyorduk. Türkiye’de aynı medreselerde birlikte eğitim görmüştük. Yıllar sonra Türkiye’ye dönünce öncelikli olarak Türkiye’deki gündemi okumaya çalıştık. Kendi sahalarımızla ilgili Türkiye’deki çalışmaların nasıl yapıldığını inceledik. Bu araştırmalarımız sonucu Türkiye’deki egemen din dilinin arızalı olduğu yönünde bir tespite ulaştık.

Adem Özköse - Türkiye’de egemen olan din dilinde nasıl bir arıza var?

Mesela İslam’ın temel nasları rasyonalist okuma biçimlerine göre yorumlanıyor. Protestanların Hıristiyanlık üzerinde uyguladıkları yöntemin aynısı bugün bir takım çevreler tarafından Kur’an ve Sünnet üzerinde uygulanmaya çalışılıyor. Dini bu şekilde yorumlamaya, okumaya çalışan akımların savundukları fikirler konjonktüre de uygun. Bundan dolayı sesleri gür çıkıyor. Biz yüzyıllarca bu topraklarda etkili olan Ehli Sünnet anlayışının tekrar canlanmasını arzuluyoruz.

Adem Özköse - Bugün kendilerini Ehli Sünnet’e nispet eden çevreler birbirinden farklı Ehli Sünnet anlayışlarına sahipler. Ayrıca bu çevrelerin Ehli Sünnet tanımları da farklılık içeriyor. Siz Ehli Sünnet’i nasıl tanımlıyorsunuz?

Ehli Sünnet nedir?

Ehli Sünnet vel Cemaat derken Sahabeyi Kiram’ın,Tabiin’in, Selef’in üzerinde olduğu yolu kastediyoruz. Sonraki dönemlerde de Maturidiliği ve Eş’ariliği Ehli Sünnet anlayışını devam ettirenler olarak görüyoruz. Fıkhi alanda da Şafi, Hanefi, Hanbeli, Maliki ekollerini Ehli Sünnet çizgisi olarak kabul ediyoruz. Bizim Ehli Sünnet anlayışımızın bir ucunda İbni Arabi diğer ucunda da İbni Teymiye vardır.

Adem Özköse - Burada bir çelişki yok mu? İbni Teymiye ile İbni Arabi bildiğimiz kadarıyla farklı ekolleri temsil ediyorlar. Hatta İbni Arabi’yi eleştirenler bu eleştirilerini yaparken daha çok İbni Teymiye’nin argümanlarını kullanırlar. Fakat siz bu iki zıt ismin aslında aynı karenin içinde olduğunu söylüyorsunuz.

İbni Arabi ile İbni Teymiye arasındaki ihtilafın nedenleri araştırıldığında temel itikadi noktalarda aslında farklılığın olmadığı görülür. Âlimler itikadi olmayan meselelerde farklı düşünebilirler. Ehli Sünnet âlimleri de birçok meselede farklı görüşler öne sürmüşler, bunun sonucunda da ortaya farklı ekoller çıkmıştır. Fakat bu âlimler itikadi konularda aynı fikirlere, aynı sabitelere sahiptir. Ehli Sünnet Türkiye’de yıllarca bir varoş diliyle savunuldu. Ayrıca Ehli Sünnet’i kısır bir şekilde temsil eden ve dillerinden düşürmeyen bir takım çevrelerin de aslında Ehli Sünnet’i bilmedikleri tespitini yapabiliriz. 1979 yılında İran devrimi de olunca işler iyice birbirine karıştı.

Adem Özköse - Nasıl?

İran devrimi Türkiye’ye bir külliyatla birlikte geldi. Ali Şeriatilerin, Mutahharilerin kitaplarının tercümeleri yapıldı. Bu kitaplarda Ehli Sünnet yanlış bir şekilde tasvir edildi ve statükocu olarak gösterildi.

Adem Özköse - Ehli Sünnet statükocu değil midir?

Kesinlikle değildir. Bu kitaplarla beslenen kuşak ne yazık ki bu yanlış Ehli Sünnet tasvirine inandırıldı. Türkiye’deki bir takım tasavvufi yapılar da bu imajı besleyen bir tavır takındılar. Bu çevrelerin iktidarlarla geliştirdikleri kirli ilişkiler Ehli Sünnet’e yönelik tercüme kitaplarda çizilen tasviri daha da pekiştirdi. Halbuki İmam Ebu Hanife statükonun zindanlarında bir Ehli Sünnet âlimi olarak can verdi. Ahmet bin Hanbel mevcut iktidarın uygulamalarına bir Ehli Sünnet âlimi olarak karşı çıktı ve bunun bedelini de en ağır şekilde ödedi. İran devrimi ile birlikte Türkiye’ye giren tercüme eserlerde Şia hep devrimci, direnişçi ve muhalif; Ehli Sünnet ise işbirlikçi olarak gösterilerek insanların zihinleri karıştırıldı. Tarih bize Ehli Sünnete yönelik bu suçlamanın yanlış olduğunu gösteriyor. İnandıklarının bedelini canıyla ödeyen Seyyid Kutup, Sünni düşünceye sahip bir düşünürdü. Kuzey Afrika’ya baktığımızda Emperyalizme karşı direnen bağımsızlıkçı hareketlerin hepsi Ehli Sünnet anlayışına sahiptir. Orta Asya’da da komünizme rağmen İslam’ı ayakta tutan akımların hemen hemen hepsi Sünni akımlardır. Emperyalistlerin Ortadoğu’yu kuşatmasının ardından ortaya çıkan direnişçi hareketlerin birçoğu da köken itibariyle Sünni hareketler. Ayrıca İslam dünyasının bütününe yakınında etkisi olan Müslüman Kardeşler hareketi de selefi temayülleri olan bir Ehli Sünnet hareketidir. Bu hareketi kuran Hasan el Benna Ehli Sünnet inancına sahip bir mücadele adamıdır. Bütün bu örnekleri göz önünde bulundurduğumuzda Ehli Sünnet’in aslında Anti-Emperyalist bir düşünceye sahip olduğunu görürüz.


Adem Özköse - Ehli Sünnet Şia’ya nasıl bakar? Şiiler Ehli Sünnetin içinde midirler?

Ulema Müslümanları iki kısma ayırır. Bir taraf Ehli Sünnet, diğer taraf da Ehli Bidattir. Şiilerin içindeki Caferilik gibi akımlar Ehli Sünnet âlimleri tarafından Müslüman olarak kabul edilirler. Şiiler Müslüman olmalarının yanında Ehli Bidat kategorisine girerler.

Adem Özköse - Son yıllarda İslam dünyasının geri kalmasının en büyük nedeninin geleneksel anlayış ve geleneksel âlimler olduğu yönünde bir retorik gelişti. Geleneksel ifadesiyle de daha çok Ehli Sünnet anlayışı ima ediliyor. Bu fikri savunan çevrelerin haklı oldukları yönler yok mu?

Bu fikir ve retorik ilk defa Batılı oryantalistler tarafından ortaya atıldı. Daha sonra da İslam dünyasında bir takım çevreler tarafından benimsendi. Bu çevreler önce Müslümanların zihinlerindeki tarih algısıyla oynayıp, tarihe bakışlarını problemli bir hale getirdiler.

Adem Özköse - Buna örnekler verebilir misiniz?

Mesela bazı Müslümanlar Dört Halife döneminden sonra İslamiyet’in aslını kaybettiğini, daha sonraki dönemlerde tiranlık, saltanat ve zulmün hâkim olduğu yönünde bir tarih tasavvuruna sahipler. Silahlı güçleriyle Müslümanların topraklarını işgal eden Batılılar kaba güçle Müslümanları dönüştüremeyeceklerini anlayınca farklı yöntemler geliştirdiler. Önce oryantalizmi ortaya çıkardılar. Daha sonra da oryantalistlerin ortaya attığı fikirleri Müslümanların zihinlerine zerk ederek İslam dünyasını çözmeye başladılar. İnsanın tarihe bakışı çok önemlidir. Siz 1400 yıllık bir tarihe dayanıp, dünyaya bakışınızı böyle güçlü bir zemin üzerinde temellendirirseniz kendinize özgüveniniz olur. Fakat kendinizi bütünüyle problemli bir tarihin, problemli bir medeniyetin çocuğu olarak görürseniz özgüveninizi kaybedersiniz. Müslümanların çözülmelerindeki en büyük neden özgüvenlerini kaybetmeleridir. İslam dünyası önce tarihiyle problemli hale getirildi, daha sonra da kendine olan özgüvenini kaybetti. 1400 yıllık İslam kültürünün, geleneğin Müslümanları geri bıraktığını iddia etmek bizi ilim tarihimizle, siyasi tarihimizle problemli bir hale getirir. Bu da oryantalistlerin hedeflerine ulaştığı anlamına gelir.

Adem Özköse - Makalelerinizde Modern İslam düşüncesi ile birlikte ortaya çıkan anlayışa göndermeler yapıp, Modern İslam düşüncesinin Müslümanların zihninde ciddi sapmalara neden olduğunu ifade ediyorsunuz.

Hilafetin zayıflayıp İslam dünyasının güçsüz duruma düşmesiyle birlikte Müslümanlar çıkış yolu aramaya başladı. İslam dünyasını askeri ve kültürel işgalden kurtarmak için Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Hind alt kıtasında Sör Seyyid gibi isimler bir takım projeler geliştirdiler. Müslüman Kardeşler hareketi de aynı şekilde Müslümanların problemlerine çözümler üretmek için Müslümanlara bir takım kurtuluş reçeteleri sundu. Bu süreçte din aşırı derecede siyasallaştırıldı.


Adem Özköse - Bu normal bir durum değil mi? Mesela ahlakın zayıfladığı dönemlerde de buna tepki olarak tasavvufi akımlar ortaya çıkmış.

Bu insanların niyetlerinde bir problem yok. Çünkü İslam dünyasını Emperyalistlerin kuşatmasından kurtarıp yeniden ayağa kaldırmak istemişler. Fakat sundukları proje ve teklifler problemli. Bu proje ve tekliflerin sonucunda ortaya İslam’ın siyasi boyutunun aşırı şekilde ön planda tutulduğu bir din söylemi çıktı. İnsanın bireysel olarak Allah’la olan ilişkisi sağlıklı olmazsa toplumla olan ilişkisi de sağlıklı olmuyor. Bu da insanın siyasi bakış açısının, devlet tasavvurunun sağlıksız olmasına yol açıyor. İslam’ın manevi boyutuyla siyasal boyutu arasında bir denge kurulması gerekir. Hasan el Benna bu anlamda bir istisnadır. Benna İslam’ın manevi boyutuyla siyasal boyutunu dengeleyebilmiş örnek insanlardan biridir. Bu dengeyi kurduğu için de başarılı olmuştur. “Hasan el Benna başarılı olmuştur.” şeklinde bir cümle kurduğumda hemen insanlar bana; “İslam devleti kuramamış ki, nasıl başarılı olmuş.” şeklinde tepki gösteriyorlar. Çünkü biz başarılı olmayı devlet kurmak gibi seküler bir temaya indirgemişiz. Oysaki İslam’a göre başarılı olmak Allah’ın dinini geniş kitlelere ulaştırmak, bir ahlak abidesi olmayı başarmak ve Allah’ın rızasını kazanacak davranışlarda bulunmaktır. Devlet kurmak, bu amaçları gerçekleştirmek için kullanılacak araçlardan sadece biridir. 1990’lı yıllara kadar Türkiye’deki Müslümanların din tasavvurları sadece devlet kurmaya yönelik bir tasavvurdu. Bu din tasavvuru cihad dendiği zaman heyecanlanan; fakat komşusuyla problemli, ticaret ahlakı olmayan, anne ve babasıyla iyi geçinmeyen, namazlarına yeterince dikkat etmeyen bir Müslüman tipi ortaya çıkardı. Siz dini, dünyevi söyleme indirgerseniz bu şekilde Müslüman tiplerinin ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Bizim Müslümanlar olarak aslında kavramlarla da problemimiz var.

Tesettürün içi boşaltıldı

Adem Özköse - Ne tür problemler?

Bugün Müslümanlar ilerlemeden, gelişmeden teknolojik olarak ilerlemeyi anlıyorlar. Oysa bir Müslüman’ın dünyasında ilerlemenin karşılığı daha muttaki olabilmek olmalıdır. Tesettür de günümüzde sadece şekilsel olarak algılanıyor. Fakat tesettürün kadına yüklediği bir takım ahlaki emirler vardır. Tesettürlü kadın edepli de olmak zorundadır. Edepli olmadan, İslam’ın emrettiği ahlaki bir takım zorunluluklar yerine getirilmeden aslında tesettür çok da fazla bir anlam ifade etmez. Bugün sokağa baktığımızda İslam’ın, ulemanın çerçevesini çizdiği bir tesettür anlayışı göremiyoruz. Tesettür salt baştaki örtüye indirgenip tesettür kavramının içi boşaltılmış. Bir takım çevreler şura ile demokrasiyi de aynı tutuyorlar. Bu da zihni bulanıklığın bir göstergesidir.

Adem Özköse - Şura ile demokrasi arasında ne gibi bir fark var?

Liberal bir dünyada yaşıyoruz. Liberal dünya bize bir takım değerler dayatıyor. Biz de kendi kavramlarımızı liberal dünyanın bize sunduğu değerlerle ifade ediyoruz ve İslami olmadığı halde demokrasiyi savunuyoruz.

Demokrasi her şeyden önce seküler zihnin ürettiği bir sistemdir ve sadece insanın maddi dünyasına dair düzenlemeler yapar. Şura ise insanın hem maddi hem de manevi dünyasını gözetir. Sadece bu yönüyle bile demokrasiden üstündür. Bugün fıkıhçının görevi modern hayat tarafından nefsi azmanlaştırılmış, sürekli tüketmek isteyen insanın sorunlarına çözümler bulmak mıdır; yoksa o insanı takvaya, zühde davet etmek midir? Kavram dünyamız karıştığı için ne Müslüman gibi düşünebiliyoruz, ne de Müslüman gibi yaşayabiliyoruz. Müslümanlar olarak mevcut paradigmanın dayattığı şekilde değil de, İslam’ın bizden istediği şekilde düşünmeye, yaşamaya çabalamalıyız.


Ömer Faruk Tokat kimdir?

1972 yılında İstanbul’da doğan Ömer Faruk Tokat
asıl olarak Orduludur. İstanbul-Fatihteki medreselerde temel dini eğitimini aldıktan sonra Pakistan’a giden Tokat, İslamabad Uluslararası İslam Üniversitesi’nde İslam Fıkhı ve Anglo-Sakson Kanunları bölümünden mezun oldu. Tokat Türkiye’ye döndükten sonra Darul Hikme’nin kurucuları arasında bulundu. İngilizce, Arapça ve Urduca bilen Tokat’ın makale ve yazıları Rıhle dergisi ile www. darulhikme.org adreslerinde yayınlanmaktadır.

Adem Özköse - Gerçek Hayat

ŞİA-ŞİİLİK(*)
Necip Fazıl Kısakürek

Haricilikle at başı giden, beraberce yürüyen, hangisinin önce olduğu ve tesir veya aks-i tesir aldığı belli olmayan, o da türlü kollara ayrılan ve nihayet devletleşmiş bulunan bu mezhep,itikadi bir dalalet mektebi olarak, «Doğru Yolun Sapık Kolları» arasında, belirttiği yaygınlık noktasından, bazı örnekleriyle başlıca uçurum koludur. Haricilik dış yüzler üzerinde akamet mantığı müessesesiyse , Şiilik, iç yüzlere dönük ve selim aklın her desteğinden mahrum, bir sınır bozuculuk ve insanı şeytani çapta yüceltme ve putlaştırma kuruluşudur.

Şiilik, «Beyt Ehli-Peygamber Evinin kadrosu»na üstünlük tanıma noktasından temayülünü Hazret-i Osman'ın Halife seçildiği zamana kadar gerilere götürse de gayet tabii olan bu sevginin itikat hududunu zorlayıcı, bazen de yıkıcı şekilde mübalağalara vardınlması, Hazret-i Ali devrinde başlar ve bu felaketin tohumları, Haricileri de geriden körükleyici İbni Sebe eliyle atılır.

Yahudiliğin özü ve Haricilikle beraber Şiiliğin mayalandırıcısı bu tarihi şeamet heykeli, Hazret-i Ali'ye:
- Sen Allah'sın!
Demeye kadar gitmiş ve korkunç küfrüne karşı ateşte yakılması emri verilince de:
- Demedim mi, insanlan yakmak yalnız Allah'a mahsus olduğuna göre, Allah olmasaydın bu emri vermezdin. Diye mukabele etmiştir.

Doğruluk derecesini bilmediğimiz bu rivayetin mutlak doğru tarafı İbn-i Sebe ekferinin Hazret-i Ali'ye ilah gözüyle baktığı ve bu görüşünü açıkladığı, Hazret-i Ali'nin ise hiçbir insanı şeriatte haram olan bir cezalandıma şekliyle ölüme sürmeyeceğidir.

İbn-i Sebe bu sert davranış üzerine Hazret-i Ali muhitinden kaçtı ve tohumlarını her tarafa serpmeye koyuldu. Ve yığınlara açıkça kabul ettiremeyeceğini bilmesine rağmen, İslamda ilk ciddi rahneyi açıcı, Hazret-i Ali'ye insan üstü bir hüviyet verme ve onu, hatta Kainatın Efendisine takdim etme dalaletini tohumlandırmış oldu

Öyle ki, Şii sınıf, Cebrail'in şaşınp da vahyi Hazret-i Ali yerine Resule götürdüğü hezeyanına kadar vardı.

Her karşılığın müstağni kaldığı ve hiçbir cinnet nevinin eşine rastlanmadığı bu gibi hezeyanlara rağmen, Şiiliğin, Hazret-i Ali'yi mübalağayla sevmek ve halifelik hakkını onda ve sülalesinde görmek, diğer üç büyük Sahabiyi de küfürle suçlamamak şeklinde sınırlı ve itidalli Şiiliğe küfür kondurulamaz ve böylesi bazı sapıklıkları olsa da «Kıble Ehli»sayılır.

Nitekim «Şii» adını Hazret-i Hüseyin'in misilsiz bir şenaat üslubu içinde şehit edildiği Kerbela vak'asından sonra alan ve nihayetlerine kadar Emevilere düşmanlıkta devam eden Hazret-i Ali taraflıları, o güne değin bir şahıs ve aile imtiyazı üzerinde sadece hissilik belirtirken, ileriye doğru itikadi manada mezhepleşmiş, binbir parçaya ayrılmış, bir kısmiyle de ismine «Gulataşırılar » denilen bölümlere ayrılmıştır.

Üç ana şube:
GALİYE: (Gulat-aşırılar)
Bu şube ayrıca 15 bölümlü.
RAFIZA: (İlk iki Halifeyi reddedenler)
Bu şube de 24 fırka.
ZEYDİYE: ( Rafızaya karşı çıkanlar)
Bunlar da 6 kısım.

Görülüyor ki, sayılabildiği kadarıyla 45 kollu bir «Şia-Şiilik» hareketi İslam'ın ilk asrında başını almış gidiyor.

Şiilerin her ölçüyü devirici ve çiğneyici azgınlar ve aşırılar sınıflarını kasdederek kaydedelim ki, aynı hal, babasız hak peygamber Hazret-i İsa'dan sonra da meydana gelmiş ve bir Yahudi eliyle bozulan İsevilik, yüce Resulü Allah'ın oğlu diye İlan etmişti.

Bu şeytani mübalağa belası, en küçük dereceden en üstününe ve nihayet erişilmez olanına kadar topyekun tarihe ve insanoğluna musallattır.

ŞİİLİK ETRAFINDA
İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri -ki bugün onun açtığı devre içinde ve o devrenin ortasındayız- Şiiliği ve kollarından «Rafıza»yı, Alevilik tabirini de ekleyerek sapıklıkların en korkunçlariyle vasfeder ve belli başlı şubelerini tek tek sayarak, Hazret-i Ali'ye uluhiyet konduran dallarına kadar belirtir

«Tutan; bir şahsı mübalağayla tutan» manasına Şiilik ve onun neticede aynı, fakat tespitte tersinden, «Bırakan» anlamında Rafızilik, biri Hazret-i Ali'yi sınırının üstüne çıkarmak, ikincisi de yüksek Sahabileri düşürmek hedefinde toplanır ve Aleviliği de kelime farkıyla içinde taşır. Bu şekilde hulasa edilebilecek olan Şiilik yolunun ayrıca kaydettiğimiz Rafızilikten başka kolları, dalları ve onların da kolları ve dalları, bir sürü... Hak nasıl bir, batıl da sayısızsa, Şiilik batılının da bölümleri öyle; ve sayısız batılını ilan etmekte. Sapıt sapıtabildiğin kadar!... Bu bölümleri
teker teker ele almaya lüzum görmüyor ve hangi inanışın hangi kola ait olduğunu belirtmeden, ifrattakilerin hepsini birden Şiilik ve Alevilik dairesine alarak gösteriyoruz.

En başta İbn-i Sebe kolu olarak Haricilerden başlayıp Hazret-i Ali'nin hilafeti boyunca süren ve Şillik mektebinin temelini kuran cereyan... Hazret-i Ali'yi ilah ve Cebrail'i yanılmış bilenler... (Bu rivayet İmam-ı Rabbani Hazretlerinin tasdikinde olduğuna göre, vaki...)

Büyük imameti, yani devlet reisliğini, Hazret-i Ali ve soyundan kabul edip, başkalarını o makama müstehak görmeyenler ve Peygamber soyu haklarının gaspedilmiş olduğunu iddia edenler.

«İsna Aşeriyye» adı altında Hazret-i Ali soyundan «12 İmam» nazariyesini güdenler ve hepsini birden insanüstü sayanlar... Bu imamlardan onikincisi, nazarlarında gaip ve son zamanlarda zuhuru bildirilen Mehdi'yi temsil etmekte...

«Tenasuh»a, ölümden sonra ruhun başka cesetlere hululüne inananlar; Allah'ı insan
şeklinde hayal edip zamanla yıprandığını, yalnız yüzünün kaldığını, ruhunun da Ali'ye geçtiğini
öne sürenler....

Herşeyi batına, içyüze bağlayanlar ve zahire, dış yüze ait bütün yasakları ve emirleri inkar edenler... Hazret-i Ali'nin öldürülmediğini, ölmediğini, yerine şeytanın öldürüldüğünü ve onun göğe kaldınldığını, bulutlarla sarılı olduğunu, «şimşek onun kamçısı ve gök gürültüsü sesidir!» iddiasında bulunanlar... Dünyanın en galiz teşbihiyle, Allah'ın Resulünü, iki karganın birbirine benzediği kadar Hazret-i Ali'ye benzetip Vahy meleğini bu yüzden şaşırmış ve Kur'anı Ali yerine Peygambere indirmiş sananlar...

Hazret-i Ali'yi ilah kabul ettikten sonra, onun, Peygamberi Resul olarak gönderdiğini fakat Resulün insanları Ali'ye bağlayacağı yerde kendisine bağladığını iddia etmeye dek gidenler... Daha neler ve neler!... Başıboş hayalin en süfli madde ve fiilden çizebileceği nispetleri en ulvi mana ve hakikate yakıştıranlar ve sakat hayal ile sıhhatli hakikat görüşü arasında hiçbir mizana sahip bulunmayanlar...

Geniş ve toplu teşhis dairesi içinde Şiilik budur; ve onlardan «mutedil» diye
sıfatlandırdığımız, Hazret-i Ali'yi «tafdil-üstün tutma» yolunda olsa da büyük Sahabileri tasdik; ve AIlahı, Resulünü, Kitabını ve şeriati doğrulayanlar müstesna, gerisi, «EI-küfrü milletün vahide - Küfür tek bir millettir!» hükmü altındadır.
Tefessüh ocağı Bizans'ın vecd kurutuculuğu, hayal puthanesi İran'ın ölçü bozuculuğu ve Hazret-i Musa'dan beri bütün bu nefsani ve şeytani fakültelerin başlıca işleticisi Yahudi dehasının tesiriyle İslamda ilk defa büyük sapık kol Şiilik, o gidişin ismidir ki, Haricilerin kurduğu sığ ve kaba küfre dayalı baş kaldırma zemini üzerinde yüzde yüz mecnun ve hiçbir tartışmaya değmez itikadi hastalıklar kapısını açmış, kendisinden sonra gelenler üzerinde daima aşısını göstermiş ve ileride, çok ileride -belki bugün- arınmasını bekleyen hak dinin hiçbir devrinde tam kapatılamayan yarası olmuştur.

DEVLETLEŞEN ŞİİLİK
Kol kol, isim isim üzerlerinde durmaksızın ve bağlı oldukları şahısları göstermeksizin, itikat şekilleri halinde kısaca çerçevelediğimiz Şiilik, bazı ellerde birtakım huruç hareketleri kaydettikten sonra, çoğunda olduğu gibi sahiplerinin ismini taşıyan bir şube olarak Hicri Üçüncü Asırda, Irak taraflarında ve «Kıramıta» ismi altında bir devletçik kurdu. Şiiliğin en mecnun kolu
İsmailiye’den bir dal olan Kıramıta topluluğu bir asır kadar kendi havzasında
hükümranlığını sürdürdü, Sünnet ve Cemaat ehline yapmadığı zulüm bırakmadı; Mekke'yi bastı, binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi ve «Hacer-i Esvet»i söküp Irak'a götürdü. Hicri 378 yılında ortadan kaldırıldı.

Ayrıca Mısır'da Fatımiler...
Şii kollarından asıl devletleşebilen ciddi örnek, (Hicri 473) Hasan Sabbah isimli bir mecnunun bayrağını açtığı doğrudan doğruya İsmailiye, bir ismiyle de Batınıye şubesidir.

- «Cevizin içiyle kabuğu gibi Kur'an'ın bir batını (içi), bir de zahiri (dışı) vardır. İş batındadır ve zahirdeki emirler ve yasaklar vardır. Batına bağlananlar murada zahmetsiz ve eziyetsiz erer. Haram diye bir şey yoktur ve her şey helaldir. Şeriat sahibi Peygamberler yedidir; bunlar Adem, Nuh, İbrahim, Nusa, İsa,
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ağu 27, 2017 9:47 pm    Mesaj konusu: KURÂN MÜSLÜMANI Alıntıyla Cevap Gönder

“İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ”A DAİR: 3 – KURÂN MÜSLÜMANI
Selim GÜRSELGİL
26 Ağustos 2017

“KUR’ÂN MÜSLÜMANI – I”

Yaşar Nuri ve Edip Yüksel‘in sapkın mezhebine taraftar olanlar, kendilerini diğer Müslümanlardan ayırarak, kendilerine “Kur’ân Müslümanı” diyorlar.

Bunları komik bir paradoks kuşatmıştır ki, dişi akrep gibi ilk visalin ardından kendi kendilerini öldürüyorlar. “Kur’ân’daki Din – Kur’ân’daki İslâm” diye kitablar yazıyorlar ve ilk bakışta kulağa hoş geliyor. Ama dikkat edince yazdıkları kitablar kendi fikirlerinin imhâsı mânâsına geliyor.

Kur’ân, onların yazacağı kitabla açıklanması gerekiyorsa, onun adı “Kur’ân’daki din” olmuyor ki; bu, “onun kitabındaki din” oluyor. O da vahiy olmadığına göre, iş yine zanna, içtihada, reye dayanıyor.

E iş yine mezhebe (reye, içtihada, görüşe) geliyorsa, ben niye İmâm-ı Azam varken onun içtihadına (!) uyayım?

Şunu sorayım basitçe: Niye bu kadar davarsınız olum siz?

12 Kasım 2012



“KUR’ÂN MÜSLÜMANI – II”

Özde değil sözde müslümandır. Namazın 5 vakit ve orucun 30 gün olduğunu asla bilemeyecektir. Bunlar Kur’ân’da geçmiyor. Hadi buldun, zorladın, çıkardın, vakit, niyet, abdest hiçbiri yok…

Ee, daha neyin palavrasını sıkıyorsunuz ki siz? Hadisler yoksa İslâm diye bir şey de yok!

12 Kasım 2012



HADİSLERE İNANMAYAN MÜSLÜMAN – I

Bak hâlâ benim soruma cevap vermiyor, boş kafasıyla vır vır ediyor:

– Hadis yoksa namazı nasıl kılıyorsun, aloo? Abdesti nasıl alıyorsun? Kur’ân’da bunların açık tarifleri yok. Hadislerin iyi yanlarını mı alıyorsun?

Bunlar Hollywood müslümanı. Müslüman demeye dilim varmıyor ya, ben müslümanım diyene de Müslüman değilsin diyemiyorsun.

13 Kasım 2012



HADİSLERE İNANMAYAN MÜSLÜMAN – II

Ağzımda tüy bitti ama anlamak isteyen yok. Çok afedersin ama;

– Hadis yoksa namazı nasıl kılıyorsun? Abdesti nasıl alıyorsun? Cenazeni nasıl gömüyorsun? Hadislerin iyi yanlarını mı alıyorsun?

Benim başka sorum yok, sanığı değerli jüri üyelerine bırakıyorum.

Hadi bırakmayayım: Şimdi bunlar “namazla niyazla işimiz yok” diyemiyorlar; çünkü Kur’ân’da namaz emrediliyor. Hadislerden ve mezheblerden alsalar, o zaman da “Kur’ân müslümanı” olamıyorlar, mezheblerini kendileri yalanlamış oluyor.

Geriye bir tek şey kalıyor: Kur’ân’da namaz diye geçen “salât” kelimesinin aslında lûgat anlamı şöyledir, aslında namaz diye bir şey yoktur; lâfı buraya getirmek… Traş hattı!

13 Kasım 2012



HADİS DİNİ – I

Buradaki kullanıcılardan biri literatüre soktu bu kavramı. Belki sosyolojide bir yeri, bir karşılığı olabilir; ama dinde hiçbir anlamı yok. Hadisle amel etmiyorsun ki, fıkıhla ediyorsun.

Hadis dini, âyet dini, Kur’ân dini, Kur’ân’daki İslâm vs gibi kavramları çok duyuyoruz son senelerde. Bunların bilerek veya bilmeyerek din düşmanlığından başka mânâsı yoktur. Edille-i şeriyye dörttür: Âyet, hadis, icmâ, kıyas… Bunlardan birini yıktığın zaman, dini yıkmış olursun. Din bu yönüyle sistematik bir bütündür.

Aslında bunu söylerken, günümüzün curcunası içinde bu gerçeği anlayanların pek kalmadığını ve aslında havanda su dövdüğümü biliyorum. Çünkü gerçekten ortalığın ağzına ettiler. Mezheblere saldırıyla başladı her şey: Onları ortadan kaldırmanın kişiyi daha dindar yapacağını söylediler. Sonra hadislere geldi sıra: Şimdi onların da çok mantıksız olduğunu, âyetlerin daha mantıklı olduğunu savunan kesimler çıktı.

Hâlbuki baktığın zaman, tam aksine izlenim uyanır: Hadis, beşer lisanına ve mantığına daha yakındır âyetten… O bir yana, Kur’ân’ın birinci muhatabı sen değilsin ki, ona istediğin türlü el at ve kendi mantığına uygun din yap… Kim? Allah Sevgilisi… O olmasaydı Kur’ân olur muydu? O gayrı şahsî bir telgraf şebekesi değil ki canım! Âyetler, sana bana değil, O’na indi ve O, onların ilk muhatabı olmak bakımından, hayatın dinamik yapısı içinde hemen oradan aldığını izhar etti, “ilk uygulama”yı gösterdi. (Hadisin dayanağı budur.)

Bunların sistematize hâle getirilmesi, neyin neye nisbetle söylendiğinin ölçülendirilmesi ve bu ölçülendirme üzerinde ümmetin ittifak etmesi ile (icmâ) hak mezheblerin temeli ortaya çıktı. Ve dikkat edin, mezheblerde, onların temel noktalarında birbiriyle hemfikir olanları olan Hak mezheblerde bile, bazı gamızalarda ihtilâf vardır. Çünkü âyet ve hadis üzerinde kesin tayinde bulunulamaz. Bu budur diyemezsin. O senin boyunu aşar. Diyemediğin için de “en yüksek kesinlik ihtimâli”ni ortaya koyanlara uyarsın. (Her mevzuda, her şey hakkında olduğu gibi!)

Böylece fıkıh ortaya çıktı. Ve yine hayatın dinamik yapısı içinde, her zaman yeni meseleler doğdu. Bunların doğrudan doğruya Kur’ân’da ve sünnette yeri tesbit edilemedi. Dikkat edin, hâlâ 1300-1400 sene öncesinden bahsediyorum. Yeni meseleler ortaya çıktı ve bunlar hakkında apaçık âyet ve hadis hükümleri bulunamadı. Bunlar da hakkında hüküm bulunan konulara nisbet edildiler. Fıkıh âlimleri tarafından… “Kıyas” diyoruz ona da; veya “kıyas-ı fukahâ”; fakihlerin kıyasları…

Din, hep böyle nisbet içinde bir dinamizm belirtir. Daha o zaman bile yeni meseleler ortaya çıkması karşısında bu türlü bir sistematik kurulmuşsa, bugünden bakıp, “ben âyetle amel ederim, ben hadisle amel ederim” diyenlerin nasıl bir hezeyan içinde oldukları görülür. Yahu senin hayatında, âyette ve hadiste açıkça yerini bulamayacağın bir dünya şey var; sen bunlar hakkındaki tefekküre giden yolu baltaladıktan sonra, âyet veya hadisle nasıl amel edeceksin? Dalga mı geçiyorsun?

Aslında pek çoğu, dalga geçtiğinin de farkında değil. Sabah akşam hadislere ve mezheb imamlarına atıp tutarlarsa dinî bir şey yaptıklarını zannediyorlar. Oysa bu mevzular, onlara ihtiyaç kalmadan çoktan hâlledildi. Her devir, ayrı ihtiyaçlar doğurur. Her devir, bir İslâma Muhatap Anlayış gerektirir. Her çağın meseleleri ayrı ayrıdır. Hayat nasıl daima yeniyse, din de öyledir. Hani Mevlânâ‘yı hatırlayın – nasıldı o söz:

-“Eski pazar dağıldı, yeni pazar kuruldu… Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım!“

Öyle ya, o günden bugüne insanlar arasında binbir mesele doğmuş, binbir ilim, binbir sanat doğmuş; psikolojisinden sosyolojisine, materyalizminden kübizmine neler; ama sen hâlâ Ali-Muaviye didişmesinden, zayıf hadis kuvvetli hadis münakaşasından çıkamamışsın. Ve bunu da dinî bir şey yapmak zannediyorsun. Onu yapan yaptı, senin orada buradan yapacağın bir şey yok!

Bu sefil anlayıştan iki tip insan doğuyor: Birisi, İslâm dünyasında bol örneğini gördüğümüz, ülkemizde de az görmediğimiz, bazı ilkel adamlar… İkincisi, dinî sorumluluğu sırtından atmış, onun yerine kalkıp İslâm tefekkürü kurmaya çalışan bazı modern ilahiyatçılar, müçtehid taslakları… Ve bu ikisi arasında düzinelerce yeni fraksiyon ve ton farkı!

Arkadaş, sen hadisleri kaldırıp attın; onlarla nasıl amel edileceğini gösteren mezhebleri kaldırıp attın; onlarda hangi hikmetler bulunduğunu söyleyen Muhiddin-i Arabî‘yi, İmam-ı Gazalî‘yi, İmam-ı Rabbanî‘yi kaldırıp attın; ferdî oluş ve eriş yönünü tamimleştiren bütün bir tasavvuf külliyatını aradan çıkardın ve “bid’at” saydın… Ee, İslâm tefekkürünü nasıl kuracaksın? Tasavvuf olmadan tefekkür olur mu? Neye göre ne? Kur’ân’da psikoloji, antropoloji zâhir ölçüsüyle yok ki! Bunlar çekirdekler halinde tasavvufta var. O olmayınca tefekkür de olmuyor nitekim… (Zaten tefekkür olması bu tiplerin itikadına aykırı!) Dön dolaş aynı yer, dön dolaş aynı yer… İslâm, sen 1400 sene boyunca abdestin sünnetlerini tartış diye indirilmedi ki! O iş konuşuldu ve halledildi. İslâm zamanı bütünleye bütünleye, her çağın ihtiyacına cevap vere vere geldi.

İslâm, kökü ezelde ve dalları ebedde olan bir ağaçtır. Bir tek kitabdan, Kur’ân’dan çıkmış, sünnetle gövdelenmiş, mezheblerle dallanmış ve tasavvufla çiçeğe durmuştur. O çiçekler arasından sonsuza dek bütün ilimlerin, fenlerin ve sanatların meyveleri devşirilir. Sen bu meyveleri devşirmek dururken, yok gövdeyi keselim, yok dalları kıralım, yok çiçekleri dökelim dersen, o ağaçtan nasibini alamazsın!

14 Kasım 2012



HADİS DİNİ – II

Dünden beri çok yoğun mesaj aldım, bazı yorumlardan dolayı; onların azımsanmayacak bir kısmı da benim “hadis yoksa namazı nereden biliyorsunuz?” dememe karşılık, şöyle cevap veriyorlardı:

– Hadis başka sünnet başkadır!

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Hadis, sünnetin haberidir, havadisidir zaten. Hadisleri attığın zaman sünneti kimden öğreniyorsun? CNN İnternational’dan mı? Öyle ya, hadisleri aradan çıkararak sünnetten haber veren yeni bir portal mı çıktı da ben mi bilmiyorum?

Sünnet başka hadis başkaymış… Not ettim kenara. 100 gün her sabah aç karına tekrarlarsam belki ben de sizin kafaya erişirim. Bir şey soracağım yalnız: Gülünce bilinç bozuluyor mu?

14 Kasım 2012
Adımlar Dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com