EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Medyavole
Sayfaya git 1, 2  Sonraki
 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pzr Hzr 22, 2008 8:19 pm    Mesaj konusu: Medyavole Alıntıyla Cevap Gönder

İbrahim Karagül'e 16 Nisan cevabı: Sen 15 Temmuz'da neredeydin?
18.03.2017



Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül'ün dün yazdığı köşe yazısında "Nerelerdesiniz?, Neden ortada yoksunuz?" diye sorduğu soruya enpolitik haber sitesi yazarı Kerime Yıldız cevap verdi. Yıldız, "Bu soruyu soranlara verilecek en güzel cevap 'Sen, 15 Temmuz gecesi sen neredeydin? Bu soruyu sorma hakkın var mı?' olur" diye yazdı.

16 Nisan referandumu için "evet" ve "hayır" kamplaşmasının en büyük figürü olan medyada restleşmeler başladı. Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül, dün AK Partili olarak bilinen ancak referandum kampanyasında yorum yapmayanlara seslendi. Karagül, "Neredesiniz siz? Neden meydanlarda yoksunuz? Bu nasıl bir suskunluk?" başlıklı yazısında "16 Nisan referandum kampanyasında güçlü bir “Evet"le neden öne çıkmıyorsunuz? Neden şehir şehir, sokak sokak dolaşmıyorsunuz... Neden çıkıp meydanları inletmiyorsunuz? Meydan meydan dolaşanların yanında yer almıyorsunuz? Neden milletimizi daha da coşturacak fotoğraf kareleri vermiyorsunuz? Omuz omuza vererek Anadolu'yu gezmiyorsunuz?" diye yazmıştı.

Eski Vahdet gazetesi yazarı Kerime Yıldız, İbrahim Karagül'ün yazısının yayınlandığı gün, yazılarını yayınladığı enpolitik haber sitesinden Karagül'e cevap verdi. "15 Temmuz gecesi arâzi olan gazetecilerin 16 Nisan çağrısı yapmaya hakkı var mı?" başlıklı bir yazı kaleme alan Yıldız, "Sabah sabah okuduğum bir yazı o kadar canımı sıktı ki anlatamam. Cumhurbaşkanlığı uçağından inmeyen ve köşelerinde efelenmeyi gazetecilik sanan birisi, “Neredesiniz?” çağrısı yapmış. “16 Nisan ölüm kalım savaşı! Niye meydanlarda yoksunuz?” diye soruyor?" cümleleri ile yazısına başladı.

Yazısında 15 Temmuz darbe girişimi sırasında yaşanan ilginç bir detaya da yer veren Kerime Yıldız'ın yazısının tamamı şöyle:

"Sabah sabah okuduğum bir yazı o kadar canımı sıktı ki anlatamam. Cumhurbaşkanlığı uçağından inmeyen ve köşelerinde efelenmeyi gazetecilik sanan birisi, “Neredesiniz?” çağrısı yapmış. “16 Nisan ölüm kalım savaşı! Niye meydanlarda yoksunuz?” diye soruyor?

Kesin bilgi olmadan isim yazamıyorum, bir gazeteciyi duydum geçenlerde. 15 Temmuz’da “Dışarı çıkalım!” denince, “Ölecek kadar enâyi değilim!” demiş. Baktım uçakta poz veriyor. Ölecek kadar enâyi değil ama uçağa binecek kadar uyanık!

Neredesiniz diye efelenenlere söyleyecek tek şey var: “Sen, 15 Temmuz gecesi sen neredeydin? Bu soruyu sorma hakkın var mı?”

Bu iş kişisel değil, târihî hesaplaşmaymış. 15 Temmuz neydi peki? Mahalle kavgası mıydı?

Daha evvel bu köşede yazdım. Haksız yere içeride yattığı hâlde Nedim Şener, 15 Temmuz gecesi dışarı çıkıp darbecilere karşı durdu. Tekrar ediyorum, doğuran ana övünsün! Mustafa Canbaz, şehid oldu. Doğuran ana övünsün! Bir de Hakan Albayrak’ı duydum meydana çıkan! Şaşırmadım. Gözü kara, her şeyi yapar. Onun da anası övünsün!

Reklam gibi olacak ama e bir de ben! Beş evladımı evde bırakıp çıktım. Elim ayağım titreye titreye…. Ödüm patlaya patlaya… Yine de çıktım. Çocuklarıma korkuyu miras bırakmamak için çıktım.

Fakat iki gün sonra bir de baktım ki bizim mahallenin gazetecileri, “Şöyle öldüm, böyle öldüm” yarışında. Her gittikleri yerden konum atan, selfi çekenlerin tek bir fotoğrafı yok. Kimisi o geceki twitter hesabını kapatmayı sonradan akıl etti. Rezillik diz boyu!

Tekrar soruyorum, iktidarın nimetini yiyen gazeteciler, 15 Temmuz gecesi neredeydiler? Ölmeye çıkmalarını beklemiyorum ama köşelerinde aslan kesilmelerine tahammül edemiyorum.

“Neredesiniz?” sorusunu, 15 Temmuz gecesi meydana çıkanların sorma hakkı var.

Er meydanından kaçanların değil!"
Millî Gazete

Yeni Akit 'doğru haber' yaptı, sosyal medya şaşırdı: Alışık değiliz
05.03.2017

AKP'ye olan yakınlığıyla ve gerici haberleriyle tanınan Yeni Akit gazetesi, geçtiğimiz yıl açılan Osmangazi Köprüsü'ndeki yüksek ücretleri eleştirerek "Devletin geçiş garantisi milletin cebinden çıkıyor" paylaşımında bulundu.

Yeni Akit'in Erdoğan'ın dilinden düşürmediği ve halka bedava gibi sunduğu köprü ile ilgili yaptığı haberine sosyal medyada yorum yağdı.

Yeni Akit'in haberinde şu ifadeler yer aldı:

"Geçtiğimiz yıl açılan Osmangazi Köprüsü'nde yüksek ücretler nedeniyle geçen olmuyor. Devletin şirkete verdiği söz nedeniyle 50 günde kasasından çıkan rakam ise resmi kaynaklar tarafından 225 milyon lira olarak açıklandı

Günlük 40 bin araç garantisi verilen Osmangazi Köprüsü'nün geçiş rakamları açıklandı. Ocak ayında köprüden geçen araç sayısı günde 12 bin olurken, vatandaş 2017 yılının ilk 50 günü için köprüye cebinden 225 milyon TL ödeyecek.

Karayolları Genel Müdürlüğü İşletmeler Dairesi Başkanlığı Osmangazi Köprüsü'nden geçen araç sayılarını şöyle açıkladı:

Aralık 2016-271 bin 671 otomobil eşdeğer/gün araç

Ocak 2017-380 bin 814 otomobil eşdeğer/gün araç

Şubat 2017-(20 Şubat 2017 dahil)-288 bin 797 otomobil eşdeğer/gün araç."

Sosyal medyada Yeni Akit'e yapılan yorumların bir kısmı şu şekilde:


BirGün

Merkez medya çökerken…
Elif Ilgaz
05.03.2017



Geçen hafta cumartesi günü Hürriyet gazetesinde yayımlanan Hande Fırat imzalı “Karagah rahatsız” haberi medya ve siyaset gündeminde fırtınalar kopardı. İktidarın basın üzerindeki tahakkümü bir kez daha gözler önüne serildi. Özgür basın mücadelesi verenlerin işsizlik, parasızlık, gözaltı ve hatta cezaeviyle sınandığı, gazetelerin, televizyonların kapatıldığı, bu dönemde ana akım medya ya da merkez medya da baskılardan payına düşeni almakta.

Bunun son örneği Hürriyet Gazetesi’nde yaşananlardı. Önce neler yaşandığını hatırlayalım. Hürriyet gazetesinin 25 Şubat 2017 Cumartesi günü manşetinde, Hande Fırat imzasıyla ‘Yedi Soruya Yedi Yanıt’ başlığıyla yer alan haberde, isimsiz bir kaynağın Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) getirilen yedi eleştiriye verdiği yanıtlar yer alıyordu. Neydi bu TSK’yı ‘yıprattığı’ düşünülen eleştiriler; başörtüsünün orduda serbest bırakılması, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın Yeni Akit yazarına taziye telefonu açması, Cumhurbaşkanı ile yurt dışı ziyaretlere katılması ‘ABD’li generalin ayağına gitmesi’, ‘Çuvalcı Komutan’ın madalya takması, ‘Turistik gezi’ye benzetilen Kardak ziyareti ve FETÖ’cü Mehmet Dişli ile ortak villa aldığı iddiası.

Bir haber çok fazla senaryo

Bu başlıklara bakıldığında aslında her okuyanın çok rahat anlayacağı üzere TSK, muhalefetin eleştirdiği konulara yanıt vererek ‘yıpranan’ imajını onarmayı amaçlamıştı. Ve çok netti ki, açıklamaların muhatabı muhalefetten başkası olamazdı.

Asıl tepki manşetteki haberin, iç sayfadaki devamının başlığına geldi. ‘Karargah Rahatsız’ deniyordu. Bu başlık başta sosyal medyada olmak üzere bir çok mecrada çok tartışıldı. Kimileri Hürriyet’in eskiden olduğu gibi ordunun halkla ilişkiler görevini üstlendiği ve bu kez önceki yılların aksine iktidara karşı değil, iktidarla birlikte hareket ettiğine dikkat çekerken, kimileri ise bu başlığın 23 Mayıs 2003’te Mustafa Balbay’ın Cumhuriyet Gazetesi’nde attığı ve yıllarca cezaevinde yatmasına da sebep olan ‘Genç Subaylar Tedirgin’ manşetini çağrıştırdığını iddia etti.

Çok geçmeden ‘yandaş’ medyadan ve AKP’li cenahtan sesler yükselmeye başladı. Hande Fırat ve Aydın Doğan, darbe kışkırtıcılığı ile suçlandı, “Tutuklanacaksınız”, “Bedelini ödeyeceksiniz” tehditleri yine havada uçuştu.
Muhalefet de, yaratılan bu suni gerilimle yine, yeniden Erdoğan için bir mağduriyet yaratıldığını ve böylece referandum öncesi düşen ‘Evet’ oylarının arttırılmasının amaçlandığını öne sürdü.

Muhalefetin eleştirilerine yanıttı

Açıkçası ben de haberi ilk okuduğumda neden böyle bir başlık attıklarını düşündüm. Ne ‘darbe tehdidi, ne de mağduriyet yaratma çabası’ göremedim. Haberde içerik o kadar açık ki, farklı bir yorum yapılması zorlama oluyor. TSK net bir biçimde kendisine yönelik eleştirilere yanıt veriyor. Hatta bu eleştirilerin neredeyse tamamı ana muhalefet partisi CHP’ye aitti. Dolayısıyla, TSK’nın bu açıklaması için tehdit değil, olsa olsa savunma denilebilir. Ama haberin mağduriyet yaratma çabası içermiyor oluşu mağduriyet yaratılamayacağı anlamına gelmiyor. Durumdan vazife çıkaran bir öğretim üyesi suç duyurusunda bulundu ve terör suçu kapsamında soruşturma başlatıldı.

Bitmeyen gerilim

Aydın Doğan ve iktidar arasındaki gerilim çok uzun zamandır devam etmekte. Maliyecilerin sık sık Doğan Holding’i ziyaret etmesi, akabinde milyarlarca dolarlık vergi borcu çıkarmasıyla başladı gerilim. Ergenekon, Balyoz, Şike gibi kumpas davalarının görüldüğü bu dönem Doğan Grubu tavizler vermeye başladı. Medyada büyük güç ele geçirmiş Doğan Holding, ilk olarak Milliyet ve Vatan gazeteleriyle, Star Televizyonu’nu sattı. Gezi olayları ardından bir çok muhalif isimle yollarını ayırdı. Radikal Gazetesi, dijitale geçiyor denildi fakat çok geçmeden kapatıldı. Gazetelerinde eleştirel yazılar giderek azaldı. Ülkede yaşanan ayrışmanın da etkisiyle, iktidar güç kazandı, Doğan Grubu’nun ‘verdikleri yetmedi’, baskılar da azalmadı. Ahmet Hakan bir gece program çıkışı evine giderken saldırıya uğradı. Bir başka gün Hürriyet binası önünde toplanan bir grup, bina içine girmeye çalıştı, camları kırdı. Gazeteye ‘yandaş’ isimler alındı. İktidara en yakın isim olarak bilinen Abdülkadir Selvi transfer edilerek köşe yazmaya başladı. Bir dönem Hürriyet’e genel yayın yönetmeni olacağı bile iddia edildi.

Buzlar eriyor sanılmıştı

Darbe girişiminin yaşandığı gece Cumhurbaşkanın CNNTürk’te Hande Fırat’a facetime’dan bağlanıp yaptığı yayının aradaki buzları erittiğini düşündürmüştü. Hakikaten kısa da olsa bir dönem bahar havası esti. AKP’lilerin Doğan’ın televizyonlarına çıkmadığı boykot sona ermişti. Cumhurbaşkanıyla Hande Fırat’ın şakalaşması, bakanların Doğan Grubu’nu ziyareti ve karşılıklı övgüler…

Verilen kurbanlar

Fakat bunlar da yetmedi. Ne kadar istenildiği gibi davranılsa da bir kusur bulunuyordu. Son dönem baskılar iyice arttı. Önce Doğan Holding Ankara İdari temsilcisi Barboros Muratoğlu, FETÖ’ye yardımla suçlandı, tutuklandı. Ardından Erdoğan’ın ‘rahatsız’ olduğu isimlerden Hürriyet Ankara temsilcisi Deniz Zeyrek görevinden alındı, yerine Hande Fırat getirildi. Nevşin Mengü’nün programı bir saate indirildi. Washington temsilcisi Tolga Tanış önce görevinden alındı, ardından da geçtiğimiz hafta istifa ettiğini açıkladı. Kanal D sabah kuşağı haber programı sunucusu İrfan Değirmenci’nin işine son verildi.

Son olarak da Sedat Ergin, Hürriyet Gazetesi’ndeki görevinden ayrıldı yerine Fikret Bila getirildi. Doğan Grubu’ndakiler bu görev değişiminin son yaşananlarla alakalı olmadığını bu kararın daha önce verildiğini açıkladılar. Doğruydu, bir aydır yoğun konuşuluyor hatta yerine gelecek isimlerin Fikret Bila veya Fatih Çekirge olacağı söyleniyordu. İşte tam bu sırada Fatih Çekirge referandum oyunun, ‘Evet’ olacağını açıkladı. Çekirge’nin bu hamleyi, Fikret Bila’yı geride bırakmak için yaptığı iddia edildi.

Doğan Grubu, bu açıklamayı görmezden gelmeyi tercih etti. Oysa aynı yetkililer, İrfan Değirmenci’yi twitter’da ‘Hayır’ oyunu açıkladığı için kovdu. Şimdi halen Hürriyet’te işten çıkarılacak isimler konuşuluyor, Hürriyet’e yönelik bir operasyon yapılacağı iddiaları da var.

Merkez medyanın sonu
Merkez medyanın bitişine şahit oluyoruz. Doğan Holding gibi bir medya devi can çekişiyor. Fox TV yabancı sermayeye rağmen inanılmaz baskı görüyor.

Direnmek sermaye sahiplerinden beklenecek bir hareket değil, biliyoruz. Ama bizler için enerji, inşaat ihaleleri kovalayan medya patronlarının sonunun bu olacağını tahmin etmek de güç değildi. Bu nedenledir ki bu sonuca gelinmesinde sorumlulukları baskıcı iktidarlardan daha az değil.

Sadece medya patronları mı? Onlar kadar olmasa da okurlar da sahip çıkmadılar gazetecilerine… Basın özgürlüğünü savunurken bunu bir mesleki sorun olarak görenler çoktu. ‘Haber yapma hakkımız elimizden gitti’ diye dert yandığımızda bunu bizim sorunumuz sandılar, ‘haber alma hakkınız’ dediğimizde, diğer gazetelerle idare ettiler. Bugün ‘haber olma hakkınız’ diyoruz ama sesinizi kimse duymuyor, farkında mısınız?
Bugün cezaevlerinde 150’yi aşkın gazeteci yatıyor. Mesleğe başladığım Cumhuriyet Gazetesi’nin yöneticileri ve yazarları, dostlarım 122 gündür nedensiz tutuklu. Ahmet kardeşim 66 gündür absürt bir gerekçeyle içeride. Ve gerçeğin peşindeki diğer meslektaşlarım… Direnmeyi en iyi siz bilirsiniz. Çünkü haklısınız!
BirGün

Bahçeli Abdülkadir Selvi'ye Aleviliğini mi hatırlattı
28.02.2017

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bugün gerçekleştirdiği grup toplantısında, Hürriyet gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi'yi hedef gösterdi.

Bahçeli konuşmasında, “Biz Selvi’nin soy isim olduğunu düşünürken araştırıp at arabalarının yanlarındaki küçük direkler olduğunu da öğrenmiş olduk” demesinin yanı sıra, "Bu zatın şuursuz ve ucube sözleri bizim nezdimizde küçücük kalmaya, ufalanmaya, çiğnenmeye mecbur ve mahkûmdur" ifadelerle Selvi'ye hakaret etmesi de dikkat çekti.

Ancak Devlet Bahçeli, konuşmasının bir bölümünde Abdülkadir Selvi'ye bu sözlerinden daha ağır hakaret içeren ifadeler kullandı. Bahçeli konuşmasında, "Bu kalem ve kılıç artığı şahsın MHP’ye menfi tutumu hadi bellidir diyelim; peki AKP’ye dost mu, yoksa hasım mıdır? Bu sorunun cevabı ise belirsizdir" dedi.

Peki Devlet Bahçeli, Abdülkadir Selvi'ye "Kılıç artığı" derken ne demek istedi..?

Kılıç artığı, siyasi literatürde, dinsel katliamlardan sonra kılıç zoruyla Müslüman yapılmış ya da herhangi bir dini değiştirilmiş kişilere deniyor. Türkiye’de katliamlardan sağ kalan Alevilere veya Müslüman yapılan Ermenilere de hakaret etmek için kullanılıyor.

Öyle ki Abdülkadir Selvi'nin de Alevi kökenli olduğu birçok kez yazılmıştı. Odatv yazarı Murtaza Demir, Abdülkadir Selvi'ye ilişkin şunları yazmıştı.

Abdülkadir Selvi, Sivas/Yıdızeli, Deremahalle doğumludur. Bir Yıldızeli’li olarak, İlçeyi de, mahalleyi de iyi bilirim. Birçok il-ilçede olduğu gibi Deremahalle’li Alevilerin yaşamı zor ve külfetlerle doludur. Ya sığıntı gibi yaşamak, küfür ve hakaret yerine kullanılan “Kızılbaş” nitelemelerini duymazlıktan gelmek, ya da benim gibi, Abdül ve daha birçokları gibi kaçmak zorundadırlar. Aksi halde o kasabalarda kimlik ve kişilikleriyle yaşama şansları yoktur.

Bitmedi!

Dahası Abdülkadir Selvi'nin ablası yıllar önce ailesiyle bütün bağlarını koparan Selvi’yi İleri Haber’den Rıfat Doğan’a anlatmıştı. 66 yaşındaki abla Fatma Kaya, “Keşke simit satıp onurlu yaşasaydı… Bu saatten sonra da konuşmak ve yüzüne bakmak istemiyorum. Biz Aleviyiz. Değerlerimize bağlıyız” ifadelerini kullanmıştı.

Şimdi ise MHP lideri Devlet Bahçeli'nin "kılıç artığı" diyerek aşağıladığı Abdülkadir Selvi'nin Alevi kimliğinden dolayı, Alevilerin Bahçeli'ye tepki gösterip göstermeyeceği merak konusu oldu.

Odatv.com

Nagehan Alçı'dan "Saldırıya uğradım" iddiası
21.02.2017



Milliyet yazarı Nagehan Alçı, Etiler'de kahve almak için girdiği bir kafede piyano sanatçısı Nazlı Işıldak'ın saldırısına uğradığını iddia ederek şikayetçi oldu.

Sabah'ın haberine göre yaşadığı olayla ilgili açıklamada bulunan Nagehan Alçı, kahve almak için kafeye girdiği sırada önündeki kadının kendisini görünce bir anda bağırmaya başladığını belirterek şunları söyledi:

"ŞEREFSİZ TERBİYESİZ"

"Şerefsiz, terbiyesiz, senden nefret ediyorum, çocukların gün yüzü görmesin gibi bir sürü şey söylüyordu. Çığlık çığlığa bağırıyordu. Hiç cevap vermedim. Daha da üzerime gelmeye başladı. 'Sizinle muhatap olmuyorum, nefret suçu işliyorsunuz' dedim. Bunun üzerine 'Hadi ne kadar polis varsa çağır, hiçbir şey yapamazsın' dedi. Çok yüksek sesle bağırıyordu. Bütün herkes bize bakıyordu. Ben dışarı çıkmak için kapıya yöneldiğimde 'Defol korkak, kaçıyor musun?' diye bağırmaya devam etti. Polis korumam kapının dışındaydı. O geldi, kadının kimlik bilgilerini aldı. Daha sonra karakolda ifade verip kendisinden şikayetçi oldum. Burada çok açık hakaret ve nefret suçu var."

Yandaş yazar Nagehan Alçı, daha önce dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından ortaya atılan Kabataş yalanını savunanlar furyasına katlarak dikkat çekmişti.
BirGün

BEYAZ BAYRAK FALAN DEĞİL, DOĞAN'IN BİTİŞ DÜDÜĞÜ
Yavuz Baydar
12 Ocak 2016



Meslektaşlarım uzunca bir zamandır uyarıyordu.

"Doğan grubunu yazmayalım, zor durumdalar, sektördeki yer ve payları önemli, medyaya yönelik zulüm karşısında takınacakları tavrın nasıl olacağı çok önemli çünkü bizim meslek onuru ve özgürlük mücadelemizde belirleyici olacak."

Gerçekten de haklılık payı vardı bunda.

7 Haziran seçimlerine kadar Doğan'ın seçmen üzerinde etkili TV kanalları, gerçekten de hakkaniyetli yayıncılığa tüm baskılara rağmen özen göstermiş, muhalefete - bu arada HDP'ye - herhangi bir demokratik ülkede olduğu gibi söz hakkı tanımıştı.

Başkanlık rejimi hayallerini tuzbuz eden 7 Haziran seçimi sonrasında hakkaniyetli yayıncılığın etkisinin AKP'de nasıl algılandığı, 7 Haziran sonrasında havuz medyasında başlatılan şeytanlaştırma kapmanyasıyla açık seçik görüldü.

Madem başta Demirtaş olmak üzere HDP'yi ekrana çıkarmış ve o partinin söylemini halka duyurmuştu, madem yüzde 13'e katkıda bulunup başkanlık hayallerini yerle bir etmişti, Aydın Doğan ve şirketler grubunun burnundan fitil fitil getirilmeliydi.

Sözlü tehditler, Hürriyet gazetesine saldırı, cam çerçeve, ardından da grupta çalışan bir gazetecinin dövülmesi bunların üzerine eklendi.

Medyanın dört kolunda hapis, mahkeme, soruşturma ve işten atmalarla mağduriyet üzerine mağduriyet yaşanırken, elbette ki bağımsız medya gözlemcileri olarak asli görevimiz, Doğan'ın kayda geçmiş hata ve yanlışlarını bir yana bırakıp, onun hak ve onurunu korumaktı.

Aynı hassasiyeti kendileri gösterdi mi, emin değilim. Geçen sonbaharda Türkiye'yi ziyaret eden, 7 uluslararası gazetecilik örgütünün oluşturduğu karma heyet (ki böyle bir karma oluşum ilk defa oluyordu, ülkede durumun kırmızı alarm seviyesinde olması dolayısıyla) pek çok medya kesimi gibi Doğan'ı da ziyaret etmiş, sektörde yaşanan eziyetlerle, siyasi baskılarla ilgili görüşlerini almak istemişti.
Heyetten bir meslektaşla sonradan konuşurken, sıkıntılı bir yüzle, Doğan grubu mensupları ile görüşmesi konusunda şunu söylemişti:

"Yaşananlardan rahatsız ve endişeliler ama sadece kendilerinden bahsediyorlar. Varsa yoksa inen cam çerçeve... Sanki Türkiye'de büyük bir medya kesimine yapılanlar, Kürt gazeteciler, cemaat basını vs onları hiç ilgilendirmiyor. Dudak büküyorlar. Ben sektörel dayanışma konusunda olumlu bir izlenim edinmedim."

Geldik Ocak 2015'e ve şimdi resim çok daha net.

Grubun bazı omurgasız yazarlarının bukalemun gibi 1 Kasım seçim sonucu ardından renk değiştirerek, aynı refleksle, yani sanki kendileri de bir siyasi parti temsilcisiymiş gibi HDP'ye karşı bayrak açmaları, Güneydoğu'yu saran ateş çemberi ile ilgili yoğun otosansür, resmi bülten ve "zırhlı araçtan izlenimler" haberciliği, grup tepesinde gerçekleşen kritik atamalar, ardından patlak veren Ayşe Öğretmen olayı, bir turnusol kağıdı.

Önce gruptan alelacele yapılan, 'hadise sehven olmuştur' manasında, 'devletin yanındayız' açıklaması, yetmiyormuş gibi sunucu Beyaz'ın 'ben ne ettim, ben ettim siz etmeyin' özürü grubun nereye kadar savrulduğunu, büyük olasılıkla dönüşü olmayan bir yola girdiğini, varoluşunu iktidarın merhametine endekslediğini kuvvetle düşündürüyor.

Asıl vahim gelişme, Doğan'a sert iddialarla yüklenen HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın söyledikleri ve ona karşı Doğan adına Ahter Kutadgu imzasıyla yayınlanan 'cevap'.

Demirtaş, bir yat limanı sözleşmesi nedeniyle Doğan ile resmi makamlar arasındaki ihtilafı gündeme getirdiği önceki günkü açıklamasında, ihtilafın "Saray'a taşındığını", buna karşılık "Saray'ın" Doğan Grubu'na karşı dört şart koştuğunu söylüyor.

Şöyle açıklıyor bu koşulları Demirtaş:

"Birincisi, ‘Yayın grubunun başındaki CEO’yu değiştirip, bizim istediğimiz kişiyi atayın’ diyorlar. İkincisi; ‘26 kişilik liste vereceğiz. Onları işten çıkarıp, bizim istediğimizi işe alacaksınız.’ Üçüncüsü; ‘Bütün yayınlarınızda AKP lehine ve HDP aleyhinde propaganda yapacaksınız.’ Dördüncüsü ise ‘Ahmet Hakan’ı işten çıkarmayacaksınız, gece gündüz AKP propagandası yaptıracaksınız.’ Saray 4 şartı Doğan Medya’ya sunuyor. Bodrum grubunu işleten Doğan Grubu’dur. Hükümet medyayı bu şekilde satın alıyor.”

Grup adına yapılan açıklamada bu dört koşulla ilgili iddiaların doğru olmadığı vurgulanıyor. Grup cevap hakkını kullanmış oluyor ki, bu gayet normal.

Ama açıklamanın son bölümü tüyler ürpertici.

Şöyle deniyor o metinde:

"Geçmişte ülke birliğimiz adına çözüm sürecini desteklemiş olan Grubumuz, bugün ülkemizin birliğini ve bütünlüğünü, vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğini ve özgürlüğünü tehdit eden PKK terörünün karşısındadır. Grubumuz ayrıca, devletimizin Anayasa ve yasalarla kurulu düzeni dışında, kendi özel amaçları için yapılanmış paralel oluşumu da açıklıkla reddeder ve bu gibi yapılarla hukuk içinde mücadele edilmesi gereğine inanır. Grubumuz, gerek PKK ve diğer terörist odaklar ve paralel yapılarla mücadelenin Anayasal bir görev ve sorumluluk olduğuna inanır ve destekler."

Ne alaka?

İlkokul eğitimi düzeyindeki herhangi bir okur bile, bu bölümün Demirtaş'ın sözleriyle en ufak bir alakası olmadığını, medyayı cendere içinde yavaş yavaş boğan bir iktidar yapısına karşı "bizi kullanın, sifonu çekmeyin" yalvarması ve güzellemesi olduğunu anlar.

Terörün her türlüsünün herkes karşısında.

Ayrıca size ne?

Sizin işiniz halka haber vermek, halkı doğru ve dürüst bir habercilikle bilgilendirmek.

Sizin işiniz iktidar karşısında - sebebi ne olursa olsun - eğilip bükülmek, yaltaklanmak, kendini küçük düşürmek değil.

Sizin işiniz her ne ise aldırmadan, şerefli bir duruşla onun gereğini, ahlaktan vicdandan sapmadan yapmak.

Bitmiyor.

"Devlet içine yapılanmış paralel oluşum" lafları da gene iktidarın tepesine yaltaklanmak için sos olarak yerleştirilmiş.

Nereden biliyorsunuz bunu?

Siz polis misiniz, yargıç mı?

Sizin işiniz, aynen Cumhuriyet gazetesinin TIR haberinde yaptığı gibi, haber değeri taşıyan bir hadiseyi - varsa paralel yapılanma kanıtlarını bularak - haber yapmak.

Peşin hüküm vermek, yargısız infaz yapmak değil.

Bu kadar.

Madem terörün her türlüsünün karşısındasınız...

Güneydoğu'da çocuklar, kadınlar ölürken, oradaki çapraz ateşte "devlet adına iş yapan JİTEM türevi yapılara" dair iddiaları neden haberci gibi izlemiyorsunuz?

Devlet gücünü ve yaltakçı medyayı alabildiğine kullanan AKP'nin, Ayşe Öğretmen olayında görüldüğü gibi, en temel insanlık değerleri adına ağzını açan herkesi aforoz ettirip, topyekun susmuş bir toplum yaratmak istediğini, sizin de bu "özür üzerine özür"le bu kötülük değirmenine pis su taşıdığınızı, ülkeye hasar verdiğinizi görmüyor musunuz?

Bu toplumda vicdanını satmayan, satmayacak yığınla insan var.

Bunların öfkesini nasıl çektiğinizi, eziyet gören insanların nasıl ahını aldığınızı anlamayacak mısınız?

Şimdi...

Bin 100 akademisyen, aynen Ayşe Öğretmen gibi, "durdurun artık insan öldürmeyi, barış masasına dönün" dedi hep beraber.

İktidara göre bunlar terör yardım ve yatakçısı.

Belki de işten atılacaklar. Onu da göze almışlar.

Hadi o zaman son açıklamanıza sadık kalın ve bunların haberini de - vermeye cesaretiniz varsa tabii - "terörist akademisyenler suları bulandırdı, gene paralel kokusu" vs gibi başlıklarla verin.

"Paralel"miş.

Şu anda hapiste yatan Erdem Gül ve Can Dündar aylardır "paralel" olmakla suçlanıyor. Muhtemelen iddianamenin bir yerine bunlar da sokuşturulacak.

İyi o zaman, siz de madem iktidarınıza söz verdiniz, öyle "Dündar ve Gül de paralelci çıktı" diye verirsiniz bu haberleri.

Zaten bu saatten sonra başta Gül, Dündar ve Baransu olmak üzere, hapisteki 30 küsur, hakkında hakaret davası açılmış yüzlerce gazeteci, Doğan'a "aman gölge etme başka ihsan istemez" diyecektir, keskin bir acıma duygusuyla.

Korkunuz bu kadar mı büyük?

"İktidarınız" bu korku üzerinden, korkuyu satın alanları şebek maymununa çevirmiş durumda.

Fırıl fırıl ortalık.

Bakın, Hürriyet gazetesinde 7 haziran öncesinde demokrasi naraları atan, HDP'nin meşruiyetine karşı övgüler yağdıran başyazar kılıklı biri bugün utanmadan arlanmadan ne yazmış:

"PKK, kanlı eylemleri, hendekleri, özerklik saçmalıkları ile 7 Haziran’ı mahvetti...
Şimdi ‘Beyaz Show’a, üç metrekare kalmış eğlence kantonlarımıza da hendek kazmaya çalışıyor.
Olayın özeti budur..."

Evet, gelinen noktada bir grubun özeti budur.

Bu bazılarının yazdığı gibi "beyaz bayrak" filan değildir.

Bu, çok kritik bir zamanda, ifade ve medya özgürlükleri bakımından (kendini aşarak) çok kritik, etkili ve olumlu rol üstlenebilecek bir büyük medya grubunun "biz bittik, ruhumuza el fatiha" düdüğünü çalma hadisesidir.

Bunun sonuçlarını da acı içinde izleyeceğiz.

Kaynak: HABERDAR

Hürriyet yazarı Bekir Coşkun'dan bomba itiraflar: "Dürüst olmak lazım! Ben kovulmuş olsam Emin'in (Çölaşan) kılı kıpırdamazdı"

22 Şubat 2009 Hürriyet gazetesi yazarı Bekir Coşkun, gazeteden kovulan arkadaşı Emin Çölaşan ile ilgili Vatan gazetesinden Sanem Altan'a bomba açıklamalar yaptı: Dürüst olmak lazım! Ben atılsam, Emin kılını kıpırdatmazdı.

Emin Çölaşan’ın kovulmasından sonra da siz zor günler yaşadınız değil mi? Çok mu yakın iki arkadaşsınız siz gerçekten?

Kanka değiliz. Rakibiz bir yerde. Dürüst olmak lazım. Grup çalışması yapamazsın gazetecilikte. Bireyseldir. Yazılarından dolayı kim kovulmuş olsa ben onun için de aynı tepkiyi verirdim Hürriyet’te. Ama beni atsalar Emin’in kılı kıpırdamazdı. Umrunda bile olmazdı. Ne diyeceğini de biliyorum “Bekirciğim geçmiş olsun. Olur böyle şeyler, üzülme, herkesin başına gelir” diyecekti. Bir daha da aramazdı. Yemin ediyorum böyle olurdu. Bu benim gerçek düşüncem..
netgazete

Dündar ekibinin (utanç) açıklaması
14 Ekim 2008
7 Gölge, Uğur Dündar'la ilgili mahkemeye taşınan bir olayı açıkladı. Dündar'ın ekibi bir metin kaleme alarak açıklama diye gönderdi. İşte kelimesi kelimesine o metin:

Bugün 7 Gölge, Uğur Dündar ile ilgili bazı bilgileri gündeme taşıdı.


İki farklı dönemde Uğur Dündar ile çalışan gazeteci Ulvi Yanardağ’ın kıdem tazminatı ve bazı haklarını almak amacıyla açtığı davayı kamuoyu gündemine taşıyan bir yazı idi bu.

Uğur Dündar, 7 Gölge’nin yazdıklarına cevap verme yerine, kendi sitesinden Ulvi Yanardağ’a hakaret etme yolunu seçmiş. Her türlü aşağılama, her türlü hakaret var açıklamanın içinde.

Gelin hiç uzun laf etmeden, bir gazeteciye üstelik halen de aktif olarak gazetecilik yapan birine neler söylendiğini siz okuyun.

ARENAHABER'İN AÇIKLAMASININ TAM METNİ



Vefa ve nankörlük
Ulvi Yanardağ’ın anlamakta zorlandığı gerçekler..... Arena ekibinden zorunlu bir açıklama…

Bu sektörde kimse kimseyi sırtında taşımaz, vefa göstermez. Ancak vefanın ne olduğunu Uğur Dündar, Ulvi Yanardağ’a yıllarca gösterdi... Nankörlüğün ne olduğunu da, yine sağolsun Ulvi Yanardağ gösterdi...

Birincisi, Arena ekibinde çalışan hiç kimse sigortasız ve sosyal güvencesiz değildir, maaşlarını da hak ettikleri gibi son kuruşuna kadar alırlar, hem de zamanından önce.

Her gün kul hakkını dilinden düşürmeyen malum bazı yayın organlarının, özellikle kadınları nasıl köle gibi sigortasız çalıştırdıklarını biz çok iyi biliyoruz.....

Ulvi Yanardağ’ın konumuna gelince... Uğur Dündar, “gün gelir hepimiz yaşlanır bu sektör tarafından dışlanırız. Bir meslek büyüğümüzü kimse çalıştırmak istemeyebilir, bunca yılın hatırına biz destek olalım, sosyal yardımda bulunalım” diyerek ulvi yanardağ’ı yıllarca kelimenin tam anlamıyla sırtında taşıdı. Ulvi Yanardağ tamamen Uğur Dündar’ın kişisel kontenjanından, bir sosyal yardım projesi olarak Arena’da oturmuştur!!

“Çalışmıştır” demiyoruz çünkü gerçekten oturmuştur. Bu oturmasının karşılığı olarak da Uğur Dündar her ay onun ailesinin rahatlıkla geçinebileceği imkanı kendi birikimlerinden sağlamıştır. Ulvi Yanardağ, oturmasının karşılığı olarak, Uğur Dündar’ın cebinden, her ay kendisini gül gibi geçinderecek maddi yardımlar almıştır..

Aslında Ulvi Yanardağ bir parça ince fikirli, kendisini bilen, düşünceli biri olsa iş bu noktaya gelmeden çok daha önce, en az iki yıl önce, “Bana artık müsaade. Bugüne kadar yaptıklarınız için çok teşekkür ederim!” deyip gitmeyi bilirdi.

Çünkü Ulvi Yanardağ’ın artık doğal sebeplerden dolayı çok normal olarak kulakları duymuyor, gözleri görmüyor. Arena İhbar Hattına arayan ve haber vermek isteyen seyircileri –hele sarhoş olduğu, dilinin zor döndüğü zamanlar- nasıl azarladığına tanık olmayan kimse yok. Bu yüzden bazı önemli haberleri kaçırdığımız da oldu, hoşgördük. Hatta Uğur Dündar’a hiç yansıtmadık bile....

Kendisi saat 11’e doğru gelir, gazeteleri okur, at yarışlarını oynar, saat 16 sularında da “hadi bana eyvallah” diyerek, içki içmeye gider. Ha bu arada at yarışlarından fırsatı olduğun da ise masanın başında uyuklar, kaç kez arena’ya gelen konuklarımız Ulvi Yanardağ’ı uyuklarken gördü, mahcubiyeti o değil, biz yaşadık.

Böyle bir insan Star Ana Haber gibi son derece dinamik bir ortamda ne iş yapacaktı? Hangi haber merkezinde Ulvi Yanardağ’ın durumunda bir kişi çalışıyor? Ulvi Yanardağ Arena’dan ayrıldıktan sonra hangi haber merkezinde iş bulmuş? İş bulması mümkün mü?

Bu sektörde onca parayı, sadece bir vefa duygusuyla ve oturmasının karşılığı olarak kim kime vermiş?

Ulvi Yanardağ, Uğur Dündar’ı mahkemeye vermiş, tazminat istiyormuş!... Bunu da Deniz Feneri yardımlarını hortumlamakla suçlanan, Arena’da otururken sabah akşam veryansın ettiği bir televizyon kanalında söylüyor... sığınacak yer olarak onları buluyor! Yazık!... Gerçekten çok yazık... İnsan vicdanını bu kadar köreltmemeli, akıldan bu kadar uzaklaşmamalı!..

Alacağını umduğu tazminatla, kumar borçlarını mı temizleyecek acaba? Alacağını umduğu tazminat, kumar borcunu temizlemeye yetecek mi? Zira kendisinin ciddi boyutta iki önemli hastalığı var; biri içki, diğeri ise at yarışları ve kumar...

Ve bütün bunlara rağmen, Uğur Dündar bir efendilik daha yapıp, “Ulvi sen her gün Maltepe’den kalkıp gelme, Star Haber Merkezinin işleyişi artık Arena’dan çok farklı. Ben yine sana her ay, geçinebileceğin parayı sosyal yardım olarak göndermeye devam edeyim” dedi. Kim kime yapar bunu? Bir parça yüzü olan kızarır, utanır!.... Bir parça kendisini bilen insan, şu sözü işitecek noktaya gelmeden, izin isteyip efendice gitmesini bilirdi. Ulvi Yanardağ’ın yıllarca Uğur Dündar, tarafından himaye edilmesi, “iyilikten maraz doğar” sözünü ne yazık ki bir kez daha doğruluyor.

Not: Ulvi Yanardağ'ın kalemi bunları yazamaz! Kimin yazdığını çok iyi biliyoruz! Bir yandan Ulvi'ye gaz verip, diğer yandan Uğur Dündar'a telefon açarak ''Ulvi böyle bir yanlış yapacak!'' diyerek ihbar eden ''o'' kişiyi yakında açıklayacağız.

Mine Özbek - Arena Genel Koordinatörü
Hatice Demircan - Arena muhabiri
Serap Belet - Arena muhabiri
haber7

A. İhsan KARAHASANOĞLU
Doğan Grubu, kağıt işinde, sonun başlangıcında!
29 09 2008
Vakit

Doğan Grubu’ndaki gazetecilik anlayışına bakın! Nal toplatıyorlar nal..

Patronlarının, halka açık şirketlerine sattığı yüksek fiyatlı gazete kağıdı haberlerinden tek satır bile bahsetmiyorlar. Muhabirleri haber yapamadıkları gibi, köşe yazarları da, patron aleyhine yazmalarına ömür boyu yasak getirildiği için, tek kelime ile de olsa değinemiyorlar..
Ama durduk yerden, damadın cevabi mahiyetteki açıklamasına, tüm patron gazeteleri harfi harfine yer vererek, savunma refleksine geçiyorlar..
Hani sizler bağımsız gazeteci idiniz?
Hani siz özgürdünüz?
Patrondan, patronun menfaatlerinden ayrı bir kimliğiniz vardı?..
30-40 tane yazarınız var, niçin bir tanesi bile, kağıt yolsuzluğu ile ilgili tek satır yazamadı?
Haydi; şunu da beklemeyelim sizden; “Patron kağıt işinde yolsuzluk yapmıştır.” Böyle bir tespitte bulunmayın. Ama en azından, “Bu konu nedir? Niçin böyle bir iddiada bulunuluyor? Şu şu noktalarda bir karışıklık yok mu?” türünden bir şeyler yazsınlar..
Tek satır yok. Tek kelime yok.
Yasaklılar çünkü.
Bakmayın siz onların, “Bağımsızız. Özgürüz. Patron bize karışmaz” ayakları ile yaptıkları süslü konuşmalara..
Damat açıklamasından anlıyoruz ki, üst yönetim kızgınlıktan küplere binmiş; “iftiracılık” mı dersiniz, “sahtekarlık” mı dersiniz, “Hükümet’ten cesaret alıyorlar” suçlaması mı dersiniz, ne kadar sokak muhabbeti suçlamaları varsa, hepsini sıralamışlar!
Ama Hürriyet, Milliyet, Posta, Radikal, Referans vesair gazete ve televizyonlarının hiçbirisinde, bu kızgınlığın sebebi olan haberle ilgili tek satır bilgi yok!
Gazeteci bunlara denir işte!..
Patronun menfaatine dokunan şeyi, görmeyeceksiniz, duymayacaksınız, bilmiyorsunuz!
En güzel gazetecilik, işte budur.
Patron bir açıklama yaparsa, hemen atlarsınız üstüne..
Yapmazsa, siz de gözlerinizi kapatır, emredilen vazifeleri yaparsınız.
Patron dediysek, açıklamayı illa patron yapacak diye bir kural yok tabii..
Konunun önemine, vehametine, sonraki aşamalarda izlenecek taktiğe, işten sıyrılma ihtimaline göre; genel yayın yönetmeni, bazen de damat görevlendirilir bu işle..
Yapılan açıklamanın palavra olduğunun ortaya çıkacağını kendileri yakinen biliyorlar ya, onun içindir ki patrona değil, damada yaptırdılar açıklamayı..
Damat ne yapsın?
“Kayınbaba.. Bu işin sonu pis. Yarın gümrük beyannamaleri ile, faturaları ile her şeyi adamlar yayınlarlarsa, kağıdın beyazlatılmış olmadığını/vadeli olmadığını/farklı gramajda olmadığını ispatlarlarsa, ne diyeceğim ben? Nasıl çıkacağım milletin huzuruna” diyecek hali yok tabii ki!
“Senin yerine ben mi rezil olacağım? Zaten olacağımız kadar olduk. Sen yap açıklamayı, belki üzerimize gelmezler, bu kadarıyla yırtarız” düşüncesi ile, patron, damadı görevlendirdi.
Şimdi bekliyoruz..
Sermaye Piyasası Kurulu, ne zaman konuyla ilgili net bir açıklama yapacak?
Önceki yıllarda aynı konu ile ilgili bir soruşturma yapıldı ise, bunun sonucu ne olmuştur?
O sonuçtaki bilgiler doğru mudur? Yoksa, orda da apayrı bir başka skandal mı vardır?
Maliye Bakanlığı bu işe ne diyecektir?
Şişirilmiş faturalarla yapılan alımların gerçek dışı olduğunu, piyasa fiyatlarının çok üstündeki rakamların masraf olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığını belirtip, ek tarhiyat yapacak mıdır? Bu tarhiyatlara, kaçakçılık cezaları uygulanacak mıdır?
Küçük yatırımcılar, uğradıkları zararlar için, toplu davalar açmaya hazırlanacaklar mı?
Bakalım herkes üzerine düşeni yapacak mı?
Yoksa patronun yazarları gibi, “Görmedik, duymadık, bilmiyoruz” mu diyecekler?

Ali Karahasanoğlu / Vakit
akarahasanoglu@vakit.com.tr


Fatih Altaylı'ya Havaalanında Şok
29 Eylül 2008 08:58

Fatih Altaylı, yurt dışına çıkmak için gittiği Atatürk Havalimanı'nda durduruldu. Hakkında yakalama emri ve yurt dışına çıkış yasağı varmış. Gerekçe "taciz" diyaloğu..

Bayram Tatilini yurt dışında geçirmek için önceki gün ailesi ile Atatürk havalimanına gelen Gazeteci Fatih Altaylı pasaport kontrolü sırasında hakkında ‘yakalama kararı ve yurt dışı çıkış yasağı’ olduğu için polis tarafından yurt dışına çıkışı engellendi. Altaylı, dün yurt dışına çıkabildi.

Gazeteci Fatih Altaylı bayram tatilini yurt dışında geçirmek için önceki gece saat 23.00 sıralarında ailesiyle birlikte Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminaline geldi. Bilet işlemlerini tamamlayan Altaylı ailesi pasaport kontrolünden geçerken kötü bir süprizle karşılaştı.

Fatih Altaylı’nın Şişli Cumhuriyet Savcılığı tarafından verilen yakalama kararı olduğunun anlaşılması üzerine Altaylı, gerekli işlemlerin yapılması için havalimanı kısım amirliğine götürüldü. Burada Cumhuriyet Savcılığının Altaylı hakkında verdiği karar kendisine tebliğ edildi. Altaylı ve ailesi gece geç saatlerde evlerine dönmek zorunda kaldı. Altaylı, hakkındaki karar gereğince gereken işlemleri yaptırarak dün öğle saatlerinde tatiline kaldığı yerden devam etmek için yurt dışı yasağını kaldırarak çıkış yaptığı öğrenildi. Altaylı’nın yasağının 140 bin YTL’lik bir borç yüzünden olduğu iddia edildi.

"BU KADINA CİNSEL TACİZDE BULUNMAZSAM NAMERDİM"

Almanya'nın Köln Kentinde 2002'de yapılan "Kadın Hakları: İnsan Hakları mıdır?" başlıklı panelde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kadınlara tecavüz ettiğini ve gebe kadınlara dahi bekaret kontrolüne göndererek göz altına alınan kadınların cinsel tacize uğradığını iddia etmişti. Keskin'in bu konuşmanın ardından Altay'lı Radyo D'de gazete haberlerini yorumladığı programında Keskin'e yönelik olarak "Bu kadını ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim" demişti. Bu açıklamanın arnıdan Altay'lı hakkında tazminat davası açılmış ve ceza almıştı. Aynı zamanda 2002'de konuyla ilgli olarak Altay'lı Basın Konseyi'ne de şikayet edilmişti. Bu şikayetin ardından Konsey, Altaylı'ya kınama cezası vermişti.

aktifhaber


Evli Gazeteci Mehmet Yılmaz Torunu Yaşındaki Sevgilisiyle Basıldı

28 Ağustos 2008 11:23Hep gazeteciler birilerinin özel hayatına girecek değil ya, bu sefer de Doğan Grubu'nun çok önemli bir "evli" kurmayı sevgilisiyle "el ele" basıldı.

Geçtiğimiz günlerde Akşam gazetesi yazarı Tuğçe Tatari, medya dünyasını sarsacak şok bir bilgi aktarmıştı.

Tatari'nin verdiği bilgilere göre; internette Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz'ın “metresiyle” el ele dolaşırken çekilmiş fotoğrafları dolaşıyordu. Tatari, bu fotoğraflar nedeniyle Mehmet Yılmaz'ın eşiyle boşanma noktasına geldiğini yazdı.

Fakat Tatari'nin yazdığı gibi fotoğraflar “internette dolaşmıyor”

Fotoğraflar, Mehmet Yılmaz kız arkadaşıyla bir gece kulübünden el ele çıkarken çekildi.

Postmedya.com, Mehmet Y. Yılmaz'ın o olay fotoğraflarını yayınladı.

Metresi, sevgilisi veya arkadaşı; biz fotoğrafı yorumsuz aktarıyoruz, yorum sizin…
aktifhaber

Mehmet Yılmaz'dan Açıklama Var
09 Eylül 2008

Hürriyet Gazetesi Yazarı Mehmet Y. Yılmaz'ın, bir genç kızla el ele fotoğrafları ortaya çıkmıştı. Mehmet Yılmaz "yardım için tuttum" diyor. Buyrun siz karar verin..

Akşam Gazetesi yazarı Tuğçe Tatari 16 Ağustos'ta Hürriyet Gazetesi yazarı Mehmet Yılmaz'la ilgili olarak "Mehmet Yılmaz boşanıyor mu?" başlıklı bir yazı kaleme almış ve şöyle demişti:

"İki hafta önce imzasız bir mail aldım. Mailin adı “Gazeteci Mehmet Yılmaz'ın metresiyle resimleri” idi. Gerçekten de fotoğraflarda basın dünyasının önde gelen isimlerinden Mehmet Y. Yılmaz genç bir kadınla el ele görünüyordu...."

Tuğçe Tatari'nin bu yazısı medya dünyasında hızla yayıldı ve yazıyı Aktifhaber olarak sütunlarımıza taşıdık.

Ancak Tuğçe Tatari, sözkonusu fotoğrafları gazetesinden yayınlamadı. Daha sonra fotoğraflar internet ortamında yayıldı ve Aktifhaber de kaynak göstererek fotoğrafları yayınladı.

Fotoğraflarda Mehmet Yılmaz'ın genç bir kızla "el ele" ve "arabasına bindirmiş olarak" görüntüleri yeralıyordu.

Tuğçe Tatari'nin yazısı ve fotoğrafların ortaya çıkmasıyla birlikte konu medyada iyice tartışılmaya başlandı.

Polemiklerin alevlenmesi sonrası Mehmet Yılmaz, sitemize sözkonusu haberin kaldırılması için ihtarname gönderdi. Ama işin ilginci Mehmet Yılmız, "fotoğrafların yayınlandığı" haberin kaldırılmasını istemiyor, Akşam Gazetesi'nden alıntı yaptığımız Tuğçe Tatari'nin yazısının kaldırılmasını istiyordu.

YARDIM İÇİN ELİNİ TUTMUŞ
Biz de sözkonusu yazıyı kaldırdık. Gerçi yazı Akşam Gazetesi'nin sitesinde duruyor ama Mehmet Yılmaz'ın "genç bir kızla el ele dolaşma" iddiasıyla ilgili gönderdiği ihtarnamedeki savunma çok ama çok ilginçti.

Mehmet Yılmaz'ın savunması şöyle:

"Müvekkilimizin özel yaşamı hiç kimseyi ilgilendirmemekle birlikte yardım amaçlı el tutma olayının böylesine abartılarak çirkin bir şekilde kamuya duyurulması sırf müvekkilimizin kamuoyu nezdinde itibarını sarsmak amacına yöneliktir"
aktifhaber

Aktif haber sitesinin okuyucuları bu durumu şöyle yorumladı:

Yorum Oku
iranı eleştirenler!aykut
iranı eleştirenler!en azından orada ikinci eşi almak için karısından izin almak gerekiyor.ama buradakiler izin almadan gizli gizli yürütüyorlar işlerini:)..işte doğan ın kalemşörlerinden biri!..utanmadan yardım için elinden tuttum diyebiliyor..ve insanlar bu adamın makalesini okuyarak gerçekler hakkında bilgilendiklerini düşünüyorlar..!
09 Eylül 2008 Salı 11:00
Yardım için nelerHipo Kırat
tutulmaz ki. Eminim yardım için arabasına almistir, hatta, evinin kapısını açmıştır. Belki de üşümesin diye elbiseler alıp kızcağıza giydirmistir. Haa el tutuştaki o parmak kenetleme hareketi de yardım parmaklar arasından kayıp düşmesin diye sıkı tutmak içindir.
09 Eylül 2008 Salı 11:02
ayıpmelike
yardım için eve de götürmüştür bu şimdi. yardım için daha neler yapmamıştır kızı yaşındaki bayana... ayıp ayıp insanlara akıl vereceğinize kendi hayatınıza çeki düzen verin...
09 Eylül 2008 Salı 11:09
ZORLANMIŞ YARDIM EDERKEN :)HASAN SEDAT
Bir el cepte ne zor yardım ama, arka plandaki siyah giyimli genç ise hiçde yardımsever değilmiş, yılmaza kalmış bu zor durum. Yardım etmişken evine kadarda bırakmak lazım tabi, insanlık öldümü, sakın yanlış anlamayın arabasına almasını, yardımdır o yardım. Kesin.
09 Eylül 2008 Salı 11:10
yardım içindir kesin canımmewet
allahtan yardım için tutmuş bide evine bırakmıştır arabaya bindirdigne göre ge ne dersiniz zuhahahah buna cocuk bile inanmazzzzzz
09 Eylül 2008 Salı 11:15
Odule layik yalanHOLLANDA
Yalanlara odul verilse mutlaka 1 gelirdi cok guzel ve orginel yalan.Helal ama Yutan yok
09 Eylül 2008 Salı 11:18
KIZ TOPALMI KÖTÜRÜMMÜYMÜŞZafer YILDIZ
Kızımız maşallah pek sağlıklı görünüyor,yardım ne yardımıki
09 Eylül 2008 Salı 11:19
YardımHakim
...Ne günlere kaldık,70 milyonu aptal yerine koymanın bir izahatı olmalı.
09 Eylül 2008 Salı 11:26
A KIZIMMKK
BAŞKA ERKEK Mİ KALMADI BUNU BULDUN CİVAN GİBİ DELİKANLILAR DURURKEN A KIZIM ALİ KIRCA DA AYNI MAYADAN DI PARA PARA PARA
09 Eylül 2008 Salı 11:28
YARDIMSEVER!Kenan TAN
YAHU TEK BİR FOTOĞRAF GÖRÜNCE; KIZCAĞIZ DÜŞTÜDE KALKMASINA YARDIM ETMİŞTİR DİYE DÜŞÜNMÜŞTÜM. AMA DİĞER FOTOĞRAFLARDA KIZI ARABASINA BİNDİRDİĞİNİ FİLAN GÖRÜNCE KANAATİM DEĞİŞTİ. HA! BİRDE YARDIM SÖZÜNE TAKILDIM. DENİZ FENERİNİN YARDIMI GİBİ MAŞAALLAH. YARDIM LAFINI DUYUNCA, HEMEN BİR İÇİNDE HAKKA TECAVÜZ ORTAYA ÇIKIYOR. YARDIMSEVER DEYİNCE DE NE ANLAŞILYOR KİM BİLİR?
09 Eylül 2008 Salı 11:28
İtibarı Neden Sarsılsın?mülayim
Güzel Bir Bayan ile beraber dolaşmak insana itibar kazandırır.İtibar kaybettirmez.Sarsılsa sarsılsa baayanın itibarı sarsılır.Gencecik bir kız tenezzül edip seninle arkadaşlık etmişse bunda itibar kaybı diye bakmak,Bir Bayana hakaret değil de nedir?Bunlar nasıl gazeteci olmuş anlayamıyorum.Sayın Yılmaz'ın Bayandan özür dilemesi gerekmez mi?
09 Eylül 2008 Salı 11:45
avukatin yazisina bakin lütfenismail karabacak
avukati müvekkilinin kamu nezdindeki itibarindan bahsediyor.HANGI KAMUOYU? HANGI ITIBAR? Eger kamuoyu biz isek bizim gözümüzde itibari yoktur.Eger kamuoyu dedikleri halktan kopuklarsa onlarin nezdinde itibari artmistir.ÖYLE ADAMLAR GÖRDÜM ÜZERLERINDE ELBISE YOKTU,ÖYLE ELBISELER GÖRDÜM ICINDE ADAM YOKTU.anlayan anlamistir.ama o anlamaz cünkü anlayamaz...
09 Eylül 2008 Salı 11:46
tazelerbeyböyrek
Tabiki ayıp etmişsin memet bak hüseyin üzmez daha çouk yaşta birinin elini tutmaktan ileri gitti tık yok sana mı kalmış yaş ortalamasını yükseltmek.Beyler ayıp bizide kendinize benzettiniz.Tıpkı mağazin fotuğrafçıları gibi elinizde kamera yok ağlama duvarında paşayı görüntülemek bilmem ne ayıptır göz zinası diye bir şey var.bu dedikodularla cehenneme zümera.
09 Eylül 2008 Salı 11:51
Olsun (mu?)Helal(?)
İlk resimde gercekten de stresli gibi görünen kızcağızın M. Yılmaz'ın elini tuttuktan ve hatta aracına bindikten sonra gayet neşeli görüntüsü bunun gerçekten sadece yardım amaçlı bir el tutma olduğunu göstermiyor mu size de? NE OLUR GÜLMEYİN. adam öyle diyorsa öyledir canıım.Ne güzel Toplumda böyle EL TUTAN birilerinin olduğundan haberdar olmak. Yoksa halimiz perişendı gerçekten
09 Eylül 2008 Salı 11:54
DAHA NE İSTİYORSUNUZ...!MAXIMUM
MEHMET YILMAZ GENÇ KIZIN ELİNDEN TUTARKEN ONA YARDIM ETMİŞ, YOLDA AÇ KURTLAR YEMESİN DİYE ARABASINA ALMIŞ YARDIM ETMİŞ! BUNDAN DAHA GÜZEL İTİBAR MI OLUR? DAHA NE İSTİYORSUNUZ? SAYIN YAZARIMIZ YARDIMSEVERLİĞİ İLE HERKESE ÖRNEK OLMUŞ! BENCE BU İYİLİĞİNİN HERKES TARAFINDAN BİLİNMESİ GEREKİR Kİ, MİLLETİMİZE ÖRNEK OLMUŞ OLUR.BU ZAMANDA BÖYLE YARDIMSEVERLERLER VARMIŞ...!!!
09 Eylül 2008 Salı 11:56
...A.OLCAY
SENİ GİDİ SENİ YARDIM HA BENDE SANA Bİ YARDIM YAPİM DE GÖR OZAMAN ESKİ SEXSİ DERGİLERİN USLANMAZ YAZARI-----
09 Eylül 2008 Salı 11:59
LAİK YARDIMSEVERLİK...MAXIMUM
MEHMET YILMAZ LAİKLİĞE UYGUN BİR YARDIMDA BULUNMUŞ.ZİRA YAPILAN YARDIMLARIN İNSANLAR TARAFINDAN BİLİNMEMESİ HEM DİNİN RUHUNA HEMDE LAİK MEVZUATIMIZA UYGUN.
09 Eylül 2008 Salı 11:59
buna olsa olsamelike
sübyancılık derler.
09 Eylül 2008 Salı 12:09
xafyonlu
arkadaşlar onlara her şey mübah başkası aynı şekilde yakalansa o gurubun tümü öyle bir saldırırki insanın iflahı kesilir sakına söz etmeyin seçilmiş elit tabakaya bu dünyada güç onların elinde ama öbürtarafı allah bilir
09 Eylül 2008 Salı 12:26
yardımmıtuncay
yardım böyleyse öbür iş nasıl olur acaba sen bunu karına yutturduysan gerisi önemli değil... aydın doğanın şeyleri bunlar...
09 Eylül 2008 Salı 12:29
Sen dedesimisinMüge
Lolitacı Aydın Doğan savunucusu..
09 Eylül 2008 Salı 12:30
Ne olduAlish
Hadi ötsenize Yeni şafak gazetesi yazari Hüseyin Bey'e Namussuz muamelesi yapan arkadaşlar nerdesiniz gelin ötünde göreyim boyunuzu. O yapınca suç bu yapınca yardım değilmi. utanmıyor birde adi herif torunu yaşında beee.
09 Eylül 2008 Salı 12:32
HADİ YA...Sinan
VALLA NE DİYİM..MUTHİŞ KIZ. ŞEY YANİ ASIL KONUYA DÖNEYİM.ADAM KESİN GÖTÜRÜYOR GİBİ.

09 Eylül 2008 Salı 12:51
Ben de yardım etmek istiyom ya..Şaban
Ben de yardım etmek istiyom ya.. Ne güzel işte. Yardımlaşma bu ise ben de yardım etmek istiyom..
09 Eylül 2008 Salı 12:53
bunların yardımı böylemehmet kurt
Düğmeci Ali Kırca da böyle yardım etmişti o meşhur görüntülerde bir hatuna :)) Bunların yardımı böyle oluyor.
09 Eylül 2008 Salı 12:58
Alish, Afyonlu ve habereIbrahim Mammadli
Sapla samanı karıştırmayalım lütfen.. Akıl, izan lütfen.. Vakit yazarı Hüseyin Üzmez'in ( Yeni Şafak değil) küçük bir kızla kirli ilişkilerde bulunduğu şikayet edilmiştir. Kendisi bile doğru düzgün karşı çıkamadı. Mehmet Yılmaz ise yaşının 18'i geçtiği rahatlıkla belli olan bir kızla elele görülmüştür. Ayıptır, hoş değildir, etik değildir, tamam.. Ama öteki durumdaki gibi değildir. Lütfen müslüman sıfatı gösterelim.

09 Eylül 2008 Salı 13:07
ne yardım amametehan akça
ne yardım ama o bayanın hiç yardıma ihticı varmış gibi gözüküyomu yoksa yardım derken başka şeylerimi kastetmiş
09 Eylül 2008 Salı 13:18
Avukat Hikayesidahilleyyk
Avukatın ihtarını okuyunca bir avukat fıkrası hatırıma geldi.Sıkılmasanız okuyun.Adamın biri, kümese girmiş,her yeri tüy ve toz içinde bir şekilde, köy halkı tarafından yakalanmış.Kümese giren,"bana avukatımı çağırın" demiş.Köylü,"yahu kümestesin,elinde tavuk,her yerin toz içinde,avukat gelip senin bu haline ne diyecek" diye çıkışmış.Kümesteki,"yahu kardeşler ben de bu halime ne diyecek diye merak ediyorum ya" demiş.Yılmaz Beyefendi,mertçe "kime ne benim keyfimden" diyeceğine,avukat tutm
09 Eylül 2008 Salı 13:33
Dereden geçmesine yardım etmiştirTonguç Akarsu
Doğru doğru sabinın dereden geçmesine yardımcı olmuştur eminiz. Sayın Yılmaz bunun adı toplumda “Sübyancılıktır” Ayıp ya. Yaşın kaç başın kaç. Bırak bunları.
09 Eylül 2008 Salı 13:50
YARDIMBAŞKAN
Böyle yardıma can kurban....
09 Eylül 2008 Salı 14:14
dereden geçiriyordurmedyacı ismet
belediyenin bir müdürü sekreterini çaydan geçiriyordu, bu da muhtemelen izzet çapa'nın mekanından çıktıktan sonra kızı köprüden geçirecek. türk erkeği centilmendir. müdür kucağına alıyor, mehmet yılmaz elini tutuyor.helal olsun. adam gelmiş atmışına yıkılmadım ayaktayım mesajı veriyor
09 Eylül 2008 Salı 14:22
bana ne sana neemre
yahu bu adam bu adam zinakarsa ve aydın ve yazar olduğunu söylüyorda bunlarıda kendi ailesine çevresine sıkılmadan utanmadan anlatıyorsa tescilli beraberliğin ahlaki ve dini yönünü de belki düşünüp ruzi mahşerde vereceği hesabı avukatsıs verecekse.bana ne sana ne...
09 Eylül 2008 Salı 15:24
KOMEDİYOLCU
BİZE NE ŞİMDİ BU HABERMİ ALLAH AŞKINA HERKESİN KENDİ ÖZEL HAYATI..ZORLAMA VARMI YOK ALI KOYMA VARMI YOK EEEEE
09 Eylül 2008 Salı 15:46
YARDIMTARAFSIZ
IYIDE, YARDIM AMACLI TUTTUYSA, KADININ HALSIZLIGINDEN, YERE DUSME IHTIMALINDEN OLMALIDIR FAKAT BU DURUMDA YILMAZ`IN , BEDEN DILINDE PSIKOLOJIK TEDIRGINLIK OLMALIDIR. HE HE, YILMAZ`IN BI ELI CEBINDE, RAHAT, OLABILDIGINCE RAHAT VEDE GEVSEMIS, YUZUNDE BELI BELIRSIZ BIR TEBESSUM, HE HE:))) HATUNDA GEVSEK VEDE RAHAT :))) ARABADA DA GULUMSUYOR HATUN:))) BU YARDIM YATAK ODASINA KADAR UZANIR:)))

09 Eylül 2008 Salı 16:40
YardımAkın Tunç
Ne olur biz de yardım edelim, insanlık öldü mü?

09 Eylül 2008 Salı 17:47
PARMAKLAR KENETLENMISOZGUR
BOYLE YARDIM POZISYONLARI KAMA SUTRA`DA BILE YOK!:))))
09 Eylül 2008 Salı 20:21
aktifhaber

Hürriyet'in Yaman Çelişkisi
13 Temmuz 2008 10:31
'Kafalarının karışık olduğunu biliyorum, ama insan yine de bir çelişkiye düşmeme titizliği bekliyor '60. Yıl' iddiası bulunan gazete ile ...kadar uzun başyazarından...'

Fehmi Koru/Yeni Şafak

Yandı gülüm keten helva

Kafalarının karışık olduğunu biliyorum bilmesine, ama insan yine de bir iç tutarlılık, bir çelişkiye düşmeme titizliği bekliyor '60. Yıl' iddiası bulunan gazete ile meslek hayatı gazetesi kadar uzun başyazarından...

Önceki gün, Oktay Ekşi, 'yargıya intikal etmiş konularda yazı yazmama ve haber yayımlamama' erdeminden söz ederek kim olduğunu bilmediğimiz birileriyle gölge boksu yapıyordu. Şu satırlar ona ait: “Hürriyet'in 60 yılı bulan geçmişinde, bu temel inancımıza aykırı tek satır yoktur. O nedenle burada yargı sürecini etkileyecek yayın yapılmaz. Çünkü hukuka saygı onu gerektirir.”

Yazının çıktığı gün, 60 yıllık Hürriyet gazetesi, tutuklulardan Sinan Aygün'ün sorgu hakimliğinde verdiği, “Ben esnaf sokağa dökülsün istedim” ifadesini manşetine taşımıştı. Aynı haberi tamamlayan başka sorgu ifadeleri daha yer alıyordu aynı günün Hürriyet'inde.

Eskiler buna “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” derlerdi.

Gazetecilik heyecanı Hürriyet'e de yeni yeni avdet ediyor. Gazetenin yönetmeni, dün, Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alınan yüksek rütbeli emekli askerlerin arşivinden zihnindeki bir soruya cevap teşkil edecek bir belge çıkmasını iştiyakla beklediğini yazabildi. Heyecan bütünüyle geri döndüğünde, Hürriyet, yakın zamana kadar şikayetçi olduğu uygulamayı yeniden başlatabilir. Başyazarının böbürlenmesine aldanmayın, Emniyet ve Savcılık sorgulamalarında alınan ifadelerin habere ve oradan da yoruma dönüştürülmesinin şampiyonluğu Türk medyasında Hürriyet'e aittir.

Sırf bu alanda çalışan birden fazla muhabiri vardır gazetenin...

Tabii resmi ağızların veya yetkililerin ilettiği bilgi ve belgelerden “Ne olmaz, ne olur” ihtiyatiyle uzak durunca, Aydın Doğan'ın sahibi olduğu gazetelerin sayfaları, operasyonun değerini küçültmek, hatta amacından saptırmak isteyen kişi ve çevrelerin uyduruk fetvaları ve iler-tutar tarafı bulunmayan sahte haberleriyle dolup taşıyor.

Bir gün sonra yanlışlığı ortaya çıkan haberlerle uçuk-kaçık yorumların okurlar üzerinde meydana getirdiği şaşkınlığı varın siz hesap edin.

İçinden geçtiğimiz süreç sona erdiğinde, bazı kişiler, kurumlar ve bu arada medya organları ile gruplarının itibarlarında önemli bir hareketlilik görülecek; kimileri kazançlı çıkarken kimileri büyük bir ziyana uğrayacak. Kuyruğu her dönemde dik tutmaya alışmış bir grubun kendisini bu denli büyük bir risk altına sokmasını anlamak gerçekten çok güç.

Unutmayalım: 2003 ve 2004 yıllarındaki darbe girişimlerinin boşa çıkartılmasında, o günlerde darbecilere pek yüz vermediği şimdilerde anlaşılan o medya grubunun da kısmi katkıları olmuştu. 2007 Nisan ayından bu yana farklı bir tavır sergiliyor grup.

Bir de yavuz hırsızlığa soyunup, “Madem Hilmi Özkök, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül darbe hazırlıklarından haberdardı, neden suç duyurusunda bulunmadı, darbecilerin peşine düşmediler?” diye sormaları yok mu?

O dönemdeki darbe girişimlerinden kendileri de haberdardı, ama yazmadılar.

Düşünün: Gazetenin başyazarı geçmişte sorguda alınan ifadelerle yüzlerce kez manşet kotardıklarını unutmuş, Ergenekon'la birlikte başlayan sessiz kalma uygulamasını 'medya etiğine bağlılık' olarak sunma gayretinde; aynı gün onun bu kendi kendini övme girişimini boşa çıkartan bir manşet atabiliyor yayın yönetmeni. Kısa süre öncesine kadar başyazarını aratmayacak self-övgülerle okur karşısına çıkan aynı yayın yönetmeni, kendisiyle çelişmeyi de göze alarak, bavulda belge arıyor şimdilerde...

Ne yaman çelişkidir bunlar...

25 Haziran 2008
Zaman gazetesi tirajının 800 bin ulaştığını belirtiyor. Peki bu rakam ne kadar doğru?
Gazeteport sitesi, Zaman Gazetesinin tirajını sorgulayan bir haber yayımladı. Zaman Gazetesi cephesinde çok ses getireceği aşikar olan yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

BİAK VE ABC ENGELİ

Biri Reklamverenler, Reklam Ajansları ve Medya kuruluşları tarafından kurulan; BİAK (Basın İzleme Araştırma Kurumu) diğeri de şu anda Zaman gazetesinin davası sonucu Rekabet Kurumu tarafından çalışmaları askıya alınmış olan yine Reklamverenler, Reklam Ajansları, Medya Kuruluşları ve Dağıtım şirketleri tarafından kurulu ABC Türkiye (Audit Bureau Of Circulation, Tiraj Denetim Kurumu)

Bu iki kurumdan özellikle ABC, Zaman'ın belalısı.

Aslında Zaman'ın da kurucu üyesi olduğu ABC, tümü bağımsız ve kararları Reklamcılar ve Reklamverenler derneği mutabakatı olmaksızın verilemeyen bir platform. Gazete satışlarının manipüle edilmesini önlemek amacıyla çok ciddi bir denetim şartnamesi oluşturulan ve bu denetimin uluslarası kabul gören bir denetim şirketi tarafından yapılmasını şart koşan altında Zaman gazetesinin de imzası olan bu denetim standartlarını uygulanması aşamasında Zaman gazetesinin sözde aboneliklerinin tespiti yapılamamış..

Nasıl mı? Bir gazetenin tirajdan sayılabilmesi için çok basit bir kural var; Bu gazetenin öncelikle basılması, satışı ya da dağıtımı yapılacak okura tarafından satın alınması ve parasının tahsil edilmesi.

Aboneler için manipülasyonu engellemek amacı ile ilave olarak, bir kişinin birden fazla aboneliğinin olmaması, bir adreste birden fazla abonelik olmaması (istisnalar var) adreslerin ve kişileri gerçek olması vb. gibi.

Bu denetimler sonucunda ise Zaman gazetesinin sözde aboneliklerinin adreslerinin(yüzbinlerce) eksik olması, tahsilat makbuzlarının bulunmaması, aynı adreste onlarca gazete abonesinin bulunması, yine okullarda (Fethullah Hoca okulları, yurtları ve dershaneleri) onlarca mükerrer abonelik bulunması, abone olmayan insanlara gazete gönderilmesi vb. ciddi anomalilerin bulunması sebebi ile durum ABC tarafından Zaman gazetesine bildirilmiş, sözkonusu durumun düzeltilmesi, abonelik sisteminin denetlenebilir hale gelmesi durumunda tekrar başvurmaları karara bağlanmış ve en çok satan gazete olması sebebiyle hak ettikleri ABC yönetim kurulu üyeliği düşürülmüş.

Bu durumda Zaman ne yapmış?

Karara saygılı oldukları ve derhal kendi abonelik sistemlerini düzeltme yoluna gidecekleri ve tekrar başvuracakları bildirilmiş ancak bunun tam tersi olarak ABC rekabet kurumuna şikayet edilerek olay yargıya intikal edecek duruma gelmiş.

Bugün ise ABC Türkiye yönetimi, Rekabet Kurumunun aldığı karara itiraz ederek yürütmeyi durdurma kararı almış ve ABC Türkiye'nin yoluna devam etmesi konusunda çalışmalarını bu kez yargı karşısında hak etme yoluna gitmiş...

Zaman bununla kalmamış BPA adı verilen; ve denetim standartları sipariş üzerine oluşturan tek taraflı bir denetim yoluna gitmiştir..Evet Zaman gazetesi bu adetlerde baskıyı yapıyor ve dağıtıyor..Buna kimsenin itirazı yok ama gazetenin parasını kim ödüyor, gerçekten talep edene mi gidiyor, aynı adreslere onlarca dağıtım mı yapılıyor vs. soruların cevabı yok.
haber10

M. Ali Birand'a Hırsızlık İddiası
22 Haziran 2008

Kanal D Haber Anchorman'i Mehmet Ali Birand, Atv'deki maç görüntülerini izinsiz yayınladığı gerekçesi ile aleyhine dava açılacak.

Kanal D Haber tüm hakları atv'ye ait olan Türkiye- Hırvatistan çeyrek final karşılaşmasının görüntülerini yasalara ve yayın ahlakına aykırı olarak yayınladı..

Hırvatistan'ı önceki akşam eleyerek tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası'nda yarı finale yükselen ay yıldızlı ekibimiz Türkiye'yi sevince boğdu. Türk televizyonları da dünkü ana haber bültenlerinin büyük bölümünü Milli Takım'a ayırdı. Euro 2008'in yayın hakkına sahip olan atv, ana haber bülteninde inanılmaz geceyi maç görüntüleriyle birlikte yayınladı. Diğer kanallar ise haberi maçtan fotoğraflar ve maç sonrası yaşanan sevinç gösterilerinin görüntüleriyle verdi. Ancak Doğan Yayın Grubu'na ait Kanal D yayıncılık ilkelerini çiğneyerek, tüm yayın hakları atv'ye ait olan görüntüleri ana haber bülteninde yayınladı.

YASAL İŞLEM YAPILACAK
Ünlü haberci Mehmet Ali Birand'ın sunduğu Kanal D Haber'dei Milli Takım'ın Hırvatistan maçına geniş yer verildi. Haberin bazı bölümlerinde ise Milli Takım'ın maç görüntüleri yayınlandı. atv'den kopyalandığı apaçık belli olan ve atv logosu görülen görüntülerde, Milli Takım'ın Hırvatistan ve Çek Cumhuriyeti maçlarından bazı bölümlere yer verildi. Doğan Yayın Grubu ve Kanal D hakkında gerekli yasal işlemin yapılacağı öğrenildi.
aktifhaber

Gazetecilik dersleri
Ahmet Altan/Taraf

Aslında içimdeki mahalle çocuğunu serbest bıraksam bu bizim oğlanlarla çok dalga geçeceğim ama...
Yaşımı başımı aldım, artık efendi olmalıyım diye düşünüyorum.
Babıâli’de suyun başını tutanlar haber “yapmamaya” öyle alışmışlar ki ciddi bir haber gördüklerinde garip bir biçimde şaşırıyorlar.
Bir gazeteci, devletin herhangi bir kurumuyla ilgili bir yolsuzluk haberi gördüğünde ne yapar?
Önce, “bu haber doğru mu” diye merak eder.
Eğer ortada haberin belgeleri varsa, “ben bu haberi nasıl bir adım öteye götürebilirim” diye sorar kendisine.
Peki, bizimkiler ne yapıyor?
Onlar, “bu haber Taraf’ın eline nasıl geçti?” diye soruyorlar.
Beğenmediği bir yasayı protesto ettiği için hapse giren Waldo Emerson’un, “niye hapistesin” diye soran arkadaşına, “sen niye değilsin” diye sorması gibi...
Bizim de o gazetelere sormamız gerekiyor.
“Niye bu haberler sizin elinize geçmiyor?”
Bizim gazete, Türkiye’nin en yeni gazetesi.
Diğer gazetelerin imkânları ve bağlantıları bizden çok daha fazla.
Niye onlara gelmiyor bu haberler?
Çünkü onlar bu haberleri basmıyorlar.
Biz, haber değeri olan, belgelerini bulduğumuz, doğruluğuna emin olduğumuz her haberi basarız.
Kimin hakkında olduğu hiç umurumuzda değil.
Doğru olması yeter bize.
Zaten de basıyoruz.
Her haberin yanına belgelerini de koyuyoruz.
Bize, “bu haberler size nasıl geliyor” diye soranlar dönüp kendi gazetelerinin arşivlerini bir karıştırsınlar.
Ergenekon çetesiyle ilgili haberleri nasıl vermişler...
Dağlıca’da hayatları yok edilmek istenen çocuklarla ilgili haberleri nasıl vermişler...
Tuzla tersanelerinde işçilerin ölümüne göz yuman başbakanla ilgili haberleri nasıl vermişler.
O zaman anlayacaklar bu haberlerin niye bize geldiğini.
Hani kendimizi tutmasak, gazetenin üstüne, kamyon şoförleri gibi, “haset etme ne olur, dürüst ol senin de olur” diye yazacağız.
Üstelik gazete yöneten, tirajlarını artırmak isteyen gazete yöneticilerine küçük bir sır vereyim.
Dürüst bir gazeteciliğin karşılığı var bu ülkede.
Bu dürüstlüğü fark eder etmez okuyucular kitleler halinde geliyor.
“Haber gibi haberleri” yayınlayan gazeteler istiyorlar çünkü.
Ama siz, Türkiye’nin en önemli kavşaklarından birinde çok kritik bir buluşmanın haberini verdiğinizde, diğer gazeteler bu haberin özüyle ilgilenmek yerine, bu haberin yayınlanmasına karşı çıkarlarsa...
Bu haberi etkisizleştirmeye uğraşırlarsa...
Bu haberi kendi okuyucularından saklamaya çabalarlarsa...
“Niye bu haber yayınlanıyor” diye sorarlarsa...
“Bu haberler niye size geliyor” diye de çok sorarlar.
Bize geliyor, çünkü biz yayınlıyoruz çocuklar.
Siz de yayınlayın size de gelsin...
Bakın benim bu Taraf gazetesinde çok sözüm geçiyor, varsa aranızda “ben böyle haberleri manşetten veririm arkadaş” diyen delikanlılar, ben bu gazetedeki haberleri onlara gönderirim.
O zaman böyle “haber düşmanı” gazeteciler gibi gözükmezsiniz.
Hele, haberleri karartmaya çalışan “psikolojik savaş” elemanı gibi hiç gözükmezsiniz.
Ayrıca öyle zor bir şey değil bu.
Ben size anlatayım.
Böyle belgeli iyi bir haber gelince...
O haberi alıyorsunuz...
Sayfayı açıyorsunuz...
Tepesine yerleştiriyorsunuz.
Bu kadar kolay.
Biraz dürüstlük, biraz cesaret yetiyor.
O zaman haberler size geliyor, herkes sizden söz ediyor, tirajınız roket gibi fırlıyor.
Niye istemiyorsunuz bunu?
Siz gazeteci değil misiniz?
Hayatınızı sürekli olarak bize, “bu haberler size nasıl geliyor” diye sorarak mı geçireceksiniz.
Böyle yapmayın.
Ben iyi kalpli bir ihtiyar olmasaydım sizinle çok dalga geçerdim.
Ama rikkat dolu bir yüreğe sahibim.
Sizin bu durumlara düşmenizi istemiyorum işte çocuklar.
“Haberler saklanmalı” anlayışından vazgeçin, “haberler yayınlanmalı” anlayışını benimseyin...
Sanıyorum, bu “haberler yayınlansın” anlayışı gazeteciliğe daha uygun.
Size uygun gelmiyorsa...
Bu, belki de sizin gazeteci olmamanızdandır.
O zaman da günlerinizi “bu haberler size nasıl geliyor” diye sorarak geçireceksiniz.
Ve, ben sizin için çok üzüleceğim.
Üzmeyin beni çocuklar.

SANSÜR DEĞİL YAYINCILIK İLKESİ
24 Ekim 2008
Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Aydın Doğan'ın, gazeteci Emin Çölaşan'a açtığı tazminat davasına dün Üsküdar 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde devam edildi.
Tanık olarak ifade veren Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Çölaşan'ın kitabında 'yazılara müdahale' olarak anlattığı konuların, Doğan grubunun tüm yayın organlarında geçerli yayıncılık ilkeleri olduğunu söyledi. Bu müdahalelerin sansür anlamına gelmediğini ifade eden Özkök, Çölaşan'ın şahsi meselelerini takıntı haline getirdiğini belirtti. Çölaşan'ın Hürriyet'ten ayrıldığı güne kadar iktidarla ilgili yazı ve eleştirilerini istediği şekilde yaptığını anlatan Özkök, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Çölaşan her görüşmemizde bana, 'Grubumuzun menfaatleri yönünden hükümet aleyhine yazmamızı istemiyor musunuz?' sorusunu sormuştur. Bu, bende Çölaşan'ın sanki üzerinde bir teyp var, bunu kayıt etmek istediği intibaını uyandırmıştır. Her görüşmemizde kendisine şunu söyledim: 'Siz, Özal, Çiller, Ecevit, Mesut Yılmaz ve Tayyip Erdoğan aleyhine istediğiniz her yazıyı yazdınız. Ancak evrensel gazetecilik ilkelerinin ve yasaların zorunlu kıldığı bazı sınırlar vardır. Biz şunu istiyoruz; şahsi meselelerinizi takıntı haline getirmeyeceksiniz. İnsanlara küçültücü lakaplar takmayacaksınız, iftira atmayacaksınız. Melih Gökçek ile ilgili yazdığınız yazılar yüzünden hakkımızda 76 dava açıldı. Kaybettiğimiz davalar nedeniyle 100 bin doların üzerinde tazminat ödedik. Bunları gazetemiz ödüyor. Kazandığınız davaların tazminatlarını ise kendiniz alıyorsunuz. Ama burada paradan daha önemlisi, yayın ilkelerimizle ters düşm


En son admin tarafından Pts Ekm 13, 2008 9:21 pm tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pts Tem 21, 2008 6:04 pm    Mesaj konusu: VE TARAF'IN PATRONU KONU$TU Alıntıyla Cevap Gönder

Hıncal Uluç'tan haber kanallarına 'Afrin' harekâtı tepkisi: Alay ediyorsunuz milletle, utanma özürlüler!
23 Ocak 2018



"Bir gece evvel bıraktığım alt yazılar aynen dönüyor"

Sabah yazarı Hıncal Uluç, haber kanalarının TSK'nın Afrin'e düzenlediği operasyonuna dair son dakika bantı altında yeni bilgiler vermemesine tepki gösterdi. Uluç, Afrin operasyonunda neler olduğuna dair televizyonuna baktığını belirterek "Afrin'de ne oldu, oluyor!.Kırmızı yazılarla "Son Dakika" dönüyor.. NTV, CNN, HaberTurk, benim Tv'de de arka arkaya. Afrin Harekâtı'ndan son haberi alacağım yani.." Hayır!. Üçünde de, yeni tek haber, tek satır, tek kelime yok. Bir gece evvel bıraktığım alt yazılar aynen dönüyor.." dedi. Uluç, " 24 saat ayni yazı, ayni haberle "Son Dakika".. Alay ediyorsunuz milletle, utanma özürlüler:." diye eleştirdi.

Uluç'un "Son dakikanız batsın haber kanalları!.." başlığıyla yayımlanan (23 Ocak 2018) yazısı şöyle:

Dün sabah kalktım.. Tabii doğru ekran başına..
Afrin'de ne oldu, oluyor!.
NTV, CNN, HaberTurk, benim Tv'de de arka arkaya..
Tıkladım. Üçünde de kırmızı yazılarla "Son Dakika" dönüyor..
Afrin Harekâtı'ndan son haberi alacağım yani..
Hayır!. Üçünde de, yeni tek haber, tek satır, tek kelime yok. Bir gece evvelbıraktığım alt yazılar aynen dönüyor..
"Son Dakika" kocaman kırmızı uyarısıyla 24 saatlik haberi veriyorlar. Hiç utanmaları, hiç sıkılmaları yok.. Ekran kızarmış.
Onların yüzü kızarmıyor.
Bu rezilliğin farkında bile değiller. Çünkü içlerinden bir tanesi bile, kendi ekranına bakmıyor. İçlerinden bir tanesi bile, "Gazetecilik" peşinde değil.. İçlerinden bir tanesi bile "Türkiye'nin gözü, aklı Afrin Harekâtı'nda..İşte bize 'Fark yaratmak, nasıl bir haber kanalı olduğumuzu göstermek fırsatı doğdu" iddiasında, hırsında değil..
Kör değneğini bellemiş. Hepsi birbirinin kötü kopyası.. Kötü gazeteciliklerinin kötü kopyası.. Biri "Son Dakika" diye kırmızı yazıya döndü mü, ötekiler hemen taklit ediyor..

Onlar da Son Dakika..
Onlar da kırmızı yazı.. Sonra artık dönsün dursun o yazılar, 24 saat ayni yazı, ayni haberle "Son Dakika"..
Alay ediyorsunuz milletle, utanma özürlüler:.
24 saatlik haber "Son Dakika" olur mu?.
Kaldı ki!.. Siz haber kanalısınız..
Halkın merak ettiği Afrin'den başka olay yok mu?. 24 saatte küflenmiş, kokuşmuş bayat cümleleri dönme uğruna, milletin merak ettiği başka haberleri vermemek ne oluyor?.
Bir haber kanalı, 24 saatini tek habere bağlar mı?.
Bizimkiler bağlar.. Çünkü böyle bir olay oldu mu, tatile girerler.. Bütün servisler sırt üstü yatar.. 15 yaşındaki bir stajyere emanet edilmiş Son Dakika yazıları da, bir kere yazılır ve kalır. Onlar artık döner de döner..
Şanlı Ordumuz Afrin yollarını açar.. 8 köy, teröristlerden geri alınır.. Bunlar masalarında sabahtan akşama playstation oynadıkları ekran başında iki satır gerçek "Son Dakika" haberi yazmaya üşenirler.. "Son Dakika" olduğu zaman, öbür tüm konular da kapandığı için de hepten tatile girerler.
Ordu Afrin'e girer, Haber Kanalları tatile..
Yuh olsun!. Yazıklar olsun!. Ne olur biraz utanmanız olsun!.
Bakın size öğreteyim.. Harekât başlayınca "Son Dakika" dersiniz. Tamam.. Ama bir süre sonra haberciliğe dönersiniz.. Mesela Fener- Beşiktaş Voleybol derbisinin sonucunu, Manisa'da dört üniversite öğrencisinin öldüğü kazayı, harekâtın döviz kurlarına etkisini de verirsiniz.. Bunlar beyaz yazı ile dönerken, Afrin'den yeni bir haber gelirse, onu, sadece onu, ama sadece o satırı yazıyla verirsiniz. Bu şu demektir?. Yani dönen loopun başında minnacık bir zahmete girersiniz, hepsi o.. Bu ne manaya gelir?.
"Ey seyircim. Biz Afrin'i dakika dakika izliyoruz. En yeni haberleri de anında veriyoruz.
Merak ettiğiniz öbür haberler arasındaki Kırmızı yazı, 24 saatlik bayat haber değil, Afrin'den şu anda gelen en yeni, en son haberdir. Bizden ayrılmayın!." Koskoca üç kanalda kafası çalışan, gazetecilik yapmak, fark yaratmak isteyen tek kişi yok mu, gördükleri kötü örneği taklitten başka şey bilmeyen tembeller ordusu!.

T24
ETİKETLER
son dakika afrin operasyon ntv hınal uluç

Gazetecilik Dersi: “Vatanınız ve Vatanseverliğiniz Yoksa Mesleğiniz de Yoktur”

Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi’nin tahliye olduktan sonra meslektaşlarına verdiği bu mesajı, bizim “ulusal medya” görmezden geldi…


ABD eski Başkan’ı George Bush’a ayakkabılarını fırlaratak işgali protesto eden gazeteci Muntazar El Zeydi’yi Irak halkı bağrına bastı. Cezaevi’nde 9 ay yattıktan sonra önceki gün tahliye olan El Zeydi, kendisini kendisini davul zurnalarla karşılayan acılı Irak halkına tarihe geçecek bir konuşma yaptı.

El Zeydi’nin konuşmasında en önemli mesajlardan birisi, “gazetecilik mesleği” ile ilgiliydi. Bush ile Maliki’nin basın toplantısını izleyen gazetecilere “Soru sormayacaksınız” talimatının verildiğini açıklayan El Zeydi, gazetecilerin de bu talimata uyduğunu söyledi. Zeydi, ülkesinde yabancılar ve işbirlikçileri tarafından yapılanlar sessiz kalan, bazen ortak olan tüm gazetecilere “Vatanınız ve vatanseverliğiniz yoksa mesleğiniz de yoktur” diye seslendi. El Zeydi’nin konuşmasındaki bu bölümün “Türk medyasında” hiç yer almaması dikkat çekti.

Irak halkının ulusal kahramanı El Zeydi, şunları söyledi:

“Hergün kendimle hesaplaşıyordum. Kurbanlara söz verdim, intikam alacağım diye. Ayakkabı atarak savaş suçlusu Bush’a tepkimi göstermek istedim. Katil ülkeme geliyor, ’demokrasi ve özgürlük’ diye... Bizimle dalga geçer gibi. Ülkemdeki katliamlar beni yıktı. Felluce, Ebu Garip. Ben işgali reddetme yolunu seçtim.Amerika Irak’ta ayrımcılık tohumları ekti, bizi birbirimize düşürdül. Ben özgürüm ama ülkem hala esir. Ülkemdeki herkes acı çekti. 10 yıldan fazla süren ABD amborgosunda aç kaldık. Sokaklarımız, mezara döndü.”

Kaynak: Açık İstihbarat


02 Ocak 2009 Cuma
Vatansevmez!
Cumali DALKILIÇ

Çapulcunun sevdiği ve savunduğu bir “kıymet” yoktur. Hiçbir şeye inanmamak da çapulcunun tabusudur. Tek “kıymet”, ona bu imkânı tanıyor: İnsan suretinde olmak… Yaşayıp yaşamadıklarının hiç de önemi olmayan bu çapulculardan bir avuç kadarı, Türkiye’de de yaşıyor.

Aralarında, çapulculuğun “edebiyat” ını da yapabilen, aile boyu çapulcu Altan familyasını tanıyorsunuzdur. Çetin, Ahmet ve Mehmet Altanlar… “Değer”lendiriyoruz... Altanlar için Türkiye’nin manzarası çok karışık. Tablo fena halde karanlıkmış. Bunalımlarını gizlemiyorlar.

Altanlardan Ahmet yazmış: “Öylesine karışık bir dönemden geçiyoruz ki “tabular” bizi boğuyor. Soluk alamaz hale geliyoruz. Vatan, millet, Atatürk, din, ırk... Sıkılıyorum ben bazen bunlardan. Ne olur vatanımı sevmezsem? Niye milletimi seveyim? Atatürk’ün fikirlerinden hoşlanmıyorsam ne olacak? Dinsiz olma hakkımı niye kaptırayım? Irk sözünün eninde sonunda bir baskıya dönüşeceğini neden söyleyemeyeceğim?” (09.12.08 BERTaraf) 90’lı yıllardan beri dinsiz oluşuna önce “empati”, şimdi de Atatürk’ü “sevmeyebilmek” le Atatürk ismi üzerinden müslümanlarda sempati uyandırmak sıkıntısına giren Altan’ı baskı altında tutan şeyler nelerdir? Din, vatan, millet… Bu üç şeyi “sorgulayarak”, dinsiz, vatansız, milliyetsiz bir “hayat tarzı”nı - geçirdiği evreler bir tarafa- savunuyor ve başlıyor savurmaya: “En sevilen klişelerden biri “vatan sevgisidir”. Bu ülkede vatanını sevmeyen kimse yoktur. Peki, neden seviyorsunuz vatanınızı? Vatan, bir toprak parçasıdır.” Şimdi burada yürütülen mantığa dikkat: “Bu toprak parçasını, o toprağın üstünde doğduğunuz için mi seviyorsunuz? Eğer öyleyse, başka bir toprakta doğsaydınız, o toprağı sevecektiniz.” (24.10.2008 BERTaraf)


Anlaşılan Altan için insanın doğduğu yere olan bağlılığı, yerlilik, “sevgi sorunu” oluyor. Buna göre Altan yanlış yerde doğmuş, hatta yanlış yerden doğmuş. Onun yanlışı vatan... Ve “vatan sevgisi”. İnsanın toprakla olan temasına ters bakan Altan’a göre bu toprağın üstü bunalımlı ve uyumsuz...

Buna “kriz entelektüel” mi diyeceğiz? Tabi ki hayır. Entelektüelin krizi, toprağıyla ideali arasında, toprağına idealini hakim kılabildiği kadar. Dünyada “tekâmül” şuuru ve duygusuyla yaşayan insanın –bunun aksini iddia eden var mı?- “vatan duygusu”, inanılan değerlerden ayrı düşünülebilir mi? En başta ruhî müeyyidelerimiz buna izin vermez. Bir davayı, şahsiyetlerini yok sayarak izah etmek mümkün mü? “Aranan idealle bağlanılan toprak arası (berzah!) muvazenenin kurulduğu yer”dir vatan. Altan’ın dediği “kuru toprak parçası” tabi ki değil.

Biz, bunalımı önümüze tabu dikerek kritik etmiyoruz. İnanan insanın tabu sorunu olur mu? Hiçbir şeye inanmayan hedonist çapulcuların olur! İnananlar inandığıyla mutludur. Kriz, inananların eşya ve hadiseleri teshir etmekle mükellef olduğu hayatta, tercihler (irade) yanlış kullanıldığı zaman patlak veriyor. Altan’ın irade davasının anlattığımızla uzaktan yakından alakası yok. “Kuru toprak parçası”… Tabi ki öyle. O halde bir “fikir”in var mı?

Toprağı idealine kavuşturacak bir fikir? “Yaşanmaya değer hayat tarzı”nı kuracak bir fikir? Üzerinde fikrin hüküm sürmediği bir toprak parçasında ahmak avlayarak, Batı hayat tarzının haz ve zevk merkezinde (sapık merkezde!) fani olup, demokratikleşerek hayvanlaşmak? Senin fikrin bu mu?

Batı çamurunda debelenmek? “Din hakkı”ndan muradın, dine istediğin gibi küfretmek?

Biz teklifimizi yapmışız; Reçetemiz: Başyücelik Devleti Ve O’nun dünya görüşü: Büyük Doğu-İBDA! Din, vatan, millet, dünya... Ne ararsan var. Teşhisler kesin, tesbitler doğru... Bütün işler tutarlı. Seni boğan, sıkan çelişkilerinden, Batı çamurunda debelenirken peşine bir kitle takarak mı kurtulacaksın?

Senin asıl çelişkini söyleyeyim: Yaşamak… “Fikri yaşamak” bilen İBDA bağlıları için fikir yoksa, yaşamanın, sevmenin, bağlanmanın, mekân tutmanın ne anlamı var? Kuru toprağın üzerinde, havaya bakıp ıslık çalan bu tipler hakkında umumî teşhis ne olabilir? Hadise ne merkezde? Gönüldaş Dr. Açık Açıkalın’ın teşhisiyle, “Sapık Merkez”e doğru seyahat halinde… Ahmet Altan’ın 1985 yılında verdiği bir röportajdan hareketle, Altan’ın ruhiyatına dair şunları söylemişti Dr. Hakkı Açıkalın: “Ahmet Altan bir şey yapmak istediğini söylüyor. Ne o? düşünelim: Orji yapmak istiyorum, parti à douze yapmak istiyorum ? Zoofil’im? Pederast’ım? Eşcinsel’im? Travestilerle birlikte olmak istiyorum? Oral, anal, 69, kırbaçla(n)ma vs. vs... fantezileri arttırmak mümkün, hayâl gücü mes’elesi. Soralım Ahmet Altan’a: Yukarıda saydığım ve dahi saymadığım cümle ilişki biçimlerini sana yasaklayan kimdir ve eğer sen kendin dışında toplum için de bir talebde bulunuyorsan toplumun fantastik dünyâsına ilişkin hangi istatistiklere sahibsin? Üstelik, bunları yaşamakla kalmayıp yazıyorsun da. Üstelik, diyor, ‘bunun kimseye zararı yok’. Şimdi ve o hâlde, bir adamın kızıyla, bir oğulun anasıyla, dedeler ve nineler de katılabilir, erkek ve kız kardeşleriyle, evdeki kedi, köpek veya başka hayvanla, grup hâlinde, çocuklarıyla, sado-mazo ve ve... ilişki hâlinde olmasında bir sakınca yok. Ama yaptırmıyorlar!” (BARAN- 94)

Kararsız bir irade sözkonusu... Bu irade, hayvanlarda rastlanan türden bir irade diyeceğiz fakat bu tip, “düşünmek taraf olmaktır” diyebilen türden olduğu için, ayrı bir kategori kazanıyor ve dolayısıyla “doğru düşünce faaliyeti” nin dışında bir yerde olduğundan –ele gelmeyecek ama- “saçma”laşıyor. Biz “tesadüfen” sevmiyoruz. 1000 yıllık hafızamız var.

Altan’ın sevgisi “küçük” bir yanlıştan doğmuş. Aslında senin toprağın üstünde veya altında olman hiç önemli değil. Toprağın üstüne de, altına da inanmayan için “mekân” neresi olabilir? Bunun de önemi yok. “Saçma”ya mekân verilir mi? Bizim vatanımıza olan sevgimiz, İslâm toprağı/vatanı olmuş Türkiye’de, din de, vatan da, millet de doğru anlaşıldıkça “büyük” olacaktır. Büyüklüğü, “Vatan sevgisi imandandır” hikmetinde saklı. Bu kadar büyük! Bunalım bıradırlar Altan’lar hakkında “topluma kazandırmak” diye bir müsamaha sözkonusu olabilir mi?

Röportajı okudunuz işte… İnsan sevgisi mi? O bir vatansevmez. Topluma kazandırmak mı? Saçmalık.

Tek yol kaldı: Toplumun bu tür sapıklık ve saçmalıklardan arındırılarak toplumun kendisinin kazanması…

Kaynak:Baran Dergisi



08 Ekim 2008

Ahmet Hakan Hürriyet'teki köşesinin bir kısmını bugün Fehmi Koru'ya ayırdı. İşte Hakan'ın yazısından ilgili bölüm:

Kaçma Fehmi Koru

Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru ile bir türlü anlaşamıyoruz...

Aramızda gerçekten çok vahim bir iletişim sorunu var...

Ben ne dersem diyeyim, o hep "mangal tahtası" diye anlamayı tercih ediyor...

Neyse...

En iyisi...

Hüküm vermeyi bırakayım da olayın nasıl cereyan ettiğini anlatayım...

* * *

Ben Fehmi Koru’ya diyorum ki:

"Başbakan’ın arkasına geçip, onun savaş açtıklarına savaş açmak bir gazeteci tavrı olmasa gerek..."

O diyor ki:

"Ha! Ha! Doğan Grubu yenildi..."

Ben diyorum ki:

"Bu zamana kadar Tayyip Erdoğan’ı pek eleştirmemiş olmanı anlayışla karşılıyorum... Çünkü muktedir değildi... Çünkü asıl güç değildi... Çünkü ikide bir mağdur ediliyordu... Ama şimdi işin rengi değişti... Artık Erdoğan çok güçlü..."

O diyor ki:

"Ha! Ha! İşte itiraf ettin... Erdoğan çok güçlü... Bu kadar büyük bir güç karşısında sinip oturacaksınız... O kadar."

Ben diyorum ki:

"Fehmi Abi! Ayıp oluyor ama... Çok güçlü diye karşısında ezilip büzülecek miyiz? Öbür yanağımızı mı uzatacağız?"

O diyor ki:

"Ne sandın ya... Tabii ezilip büzüleceksin... Ezilip büzülmezsen gör başına neler gelir."

Ben diyorum ki:

"Mesele bu mu yani?"

O diyor ki:

"Ha! Ha! Tayyip Erdoğan çok güçlü..."

Ben diyorum ki:

"İyi de Fehmi Abi... Esas meseleye gelsene... Senin durumun ne olacak? Güçlü iktidarların güçlü başbakanlarına iki çift laf söylemeyen gazetecilere, onun kavga ettikleriyle kavga eden yazar / çizerlere, biz eskiden ağzımızı doldurarak ’yalaka’ derdik... Peki şimdi sana ne diyeceğiz?"

O diyor ki:

"Ha! Ha! Bittiniz oğlum siz bittiniz... Herkes bitti... Burası artık ’Tayyibistan’ oldu... Ha! Ha!"

* * *

Ne diyeyim bilmiyorum ki...

Bu kahredici iletişimsizlikle Fehmi Koru’yu mindere nasıl çekebilirim?

Rakibimdeki bu kaçış psikolojisiyle nasıl baş edilebilirim?

Belki de en iyisi eski bir tekerlemeyi anımsamak ve anımsatmak:

"Fehmi Koru... Pabucu yarım... Çık dışarıya oynayalım..."


Kanal 7'de Ani Küçülme
19 Eylül 2008 10:27

Deniz Feneri davasından sonra gözlerin çevrildiği Kanal 7'de dikkatleri çeken bir küçültme operasyonu yapıldı.

Deniz Feneri davasından sonra gözlerin çevrildiği Kanal 7'de dikkatleri çeken bir küçültme operasyonu yapıldı.

Almanya’daki Deniz Feneri davasında, bağış paralarının bir kısmının aktarıldığı belirlenen Kanal 7 TV’de garip bir sermaye küçültme operasyonu yapıldı. Alman savcının, ’olayın asıl sorumluları’ olarak gösterdiği Zekeriya Karaman, Mustafa Çelik ve İsmail Karahan’ın da ortak olduğu şirketin sermayesi 14.6 milyon YTL’den 403.2 bin YTL’ye indirildi. 14.2 milyon YTL’lik indirimin de ortaklara dağıtılması kararlaştırıldı.

Almanya’daki Deniz Feneri davasında Türkiye’ye aktarılan bağış paralarının adresi olarak gösterilen Kanal 7 TV’de kafaları karıştıran bir sermaye operasyonu yapıldı. Hürriyet'in haberine göre Alman hakimin ’asıl sorumlular’ olarak nitelendirdiği Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman, Kanal 7 Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik ve Kanal 7 Reklam ve Mali İşler Müdürü İsmail Karahan’ın da büyük ortağı olduğu Kanal 7 markasının sahibi Yeni Dünya İletişim A.Ş.’nin 14.6 milyon YTL olan sermayesi, 403.2 bin YTL’ye indirildi. Almanya’daki Deniz Feneri e.V. davası sürerken geçtiğimiz ağustos ayı içinde yapılan bu operasyon ile, Yeni Dünya İletişim’in 1 yıl önce 16 Temmuz 2007’de 8.6 milyon YTL’den 14.6 milyon YTL’ye artırılan sermayesi, 14.2 milyon YTL indirildi.

Şirket ortakları, yasal prosedür gereği sermaye indirimi ile ilgili Ticaret Sicili Gazetesi’nde birer hafta ara ile 3 kez ilan ile duyuru yaptı. Tamamen Türk Ticaret Kanunu’na uygun götürülen bu operasyon ile indirilen 14.2 milyon YTL’lik sermayenin de şirket ortaklarına dağıtılmasına karar verildi.

Almanya’da Deniz Feneri e.V davası tüm hızıyla devam ederken, sanıkların sorumlu olarak işaret ettikleri ve kuryelerle Türkiye’ye taşınan bağış paralarını teslim ettikleri kişi ya da kişilerin hissedar oldukları şirkette böyle bir ’şok sermaye indiriminin’ Türkiye’de başlayabilecek bir adli süreçte şirkete el konulması ihtimaline karşı önlem olduğu bildiriliyor. Bu konuda görüşüne başvurduğumuz Prof. Dr. Şükrü Kızılot, "Normal şartlarda her şirket sermaye artırır. Eğer sermayeyi azaltıyorsa bu o şirketin faaliyetlerineson vereceğini gösteriyor. Böyle bir sermaye indirimde, hissedarlar ortaklıkları oranında şirketin sermayesini şahsi olarak çekerler ve paylaşırlar. Tabii ki borcu varsa o da ödenir" dedi.

Avans almış olabilirler

Yeni Dünya İleşitim A.Ş.’nin sermaye indirimi ilanında yer alan ve bu şirketten alacaklıların üçüncü ilandan sonra 2 ay içinde müracaatlarını öngören ibarenin şirketin ortaklarının paylarına karşılık gelen paraları almalarını da 2 ay süreyle bağladığı ancak, ’avans adı altında’ söz konusu iki aylık süreyi beklemeden ortaklara ödeme yapılabileceği bildirildi. Uzmanlar bu gibi durumlarda ortaklara ödenen avanslar için ’sonradan bilinmeyen alacaklı çıkmasına karşı’ şerh içerdiği ancak genellikle alacaklı çıkmadığını ve avans müessesesinin çalıştığını belirtiyorlar.

Sermaye indiren ilanda ne yazıyor

Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde ilki 8, ikincisi 15 ve üçüncüsü de 22 Ağustos 2008’de olmak üzere tekrarlanan ilanda, "İstanbul Ticaret Sicil Memurluğunda 295461 sicil numarasıyla kayıtlı bulunan şirketimiz TTK 396-397-398 madde hükümleri çerçevesinde 14.600.000 YTL olan şirket sermayesini 14.196.793,52 YTL azaltarak 403.206,48 YTL’ye indirmeye karar vermiş bulunmaktadır. Şirketin sermaye azaltımı sonucu şirket alacaklarının haklarının korunacağı hususu istanbul Asliye 4. Ticaret Mahkemesinin 27.05.2008 tarihli 2008/788 D iş sayılı kararı ve 14.07.2008 tarihli bilirkişi raporu ile tesbit edilmiş bulunmaktadır. Şirketimiz alacaklılarının beyan ederek ödeme veya teminat istemek üzere bu ilanın üçüncü defa yayınlanmasından itibaren iki ay içinde Defterdar Mahallesi Ortakçılar Caddesi No: 60 Eyüp İstanbul adresinde bulunan şirket merkezine gelerek yönetim kuruluna müracaatları ilan olunur" deniliyor. Sermaye indiriminden Zekeriya Karaman’ın 5.1 milyon YTL, Mustafa Çelik 3.5 milyon YTL, İsmail Karaman ve Ahmet Hüküm de yaklaşık 2.8 milyon YTL alması bekleniyor.
aktifhaber

Umur TALU
Bu kadar tesadüf fazla değil mi!
23 Temmuz 2008
Sabah

Böyle bir tesadüf tabii mümkündür de, mümkün olmasını sağlayan başka bir tesadüf var mıdır?

26 Eylül 1999: Ankara'da Ulucanlar Cezaevi'ni (direniş gerekçesiyle) jandarma basar. 10 "tutuklu", bir deyişe göre "hayatını kaybeder"; bir başka deyişe göre de "öldürülür." Operasyonun yönetiminde Yarbay A. Ö. v ardır.

21 Ekim 1999: Prof. Ahmet Taner Kışlalı Ankara'da arabasına binerken, kaputun üstünde gördüğü naylon torbayı alır ve patlama sonucu ölür; daha doğrusu "öldürülür". Olay yerini inceleyen ve sonradan çok tartışıldığı üzere, arabayı oradan hemen çektiren "komutan" Yarbay A. Ö.' dür.

19 Ocak 2007: Gazeteci Hrant Dink, İstanbul'da "öldürülür". Sonradan ortaya çıktığına göre, Ağustos 2006'da, Astsubay Şimşek ile Uzman Çavuş Şahin, daha önce bomba koymaktan tutuklanan, davası sürerken serbest kalan Yasin Hayal' in "Dink'i öldüreceğini" Yüzbaşı Yıldız'a, o da Jandarma Alay Komutanı'na bildirir. "Komutan" Albay A. Ö.' dür.

Tetikçi "genç" de jandarma bölgesi olan Pelitli'den çıkmıştır.

Bu tesadüflerin manasını bulmak elbet gazetecinin de işi.

Ama şu anda yargının da, ilgili kurumların da görevi.

Lakin, "tesadüf bu ya", dünden hatırlayacağınız gibi, onca operasyon yönetmiş, Türkiye'yi sarsan bir suikastın tetkikini yapmış "komutan" A. Ö. hiçbir şey hatırlamıyor.

İhbarı unutup durduğu için birinin öldürülmüş olması, anlaşılan vicdan hafızasında da bir yer kaplamamış.

İleride emekli olunca belki kitap yazarmış.

Zaten görevi ihmalden yargılanmak ile tesadüflerin manasının anlaşılması için yargılanmak arasında da fark bulunmakta.

Muhtemelen Şura'da da onu, hükümetin çıkardığı yeni yasa sonucu, "bekleme süresini doldurmadan tazminat hakkı" kazanmış bir emeklilik beklemekte!

Ama yarbaydı, albaydı, A idi, Ö idi, bir yana.

Girişteki üç tarihi, üç olayı ardı ardına bir daha okuyun. En azından siz hatırlayın. (Bu arada Kışlalı olayını ısrarla hatırlatan Alper Görmüş'e teşekkürle.)

Cezaevinde katledilen 10 "sol örgüt" tutuklusu, bombayla katledilen Atatürkçü bir profesör, ensesinden kurşunlanarak katledilen Ermeni gazeteci.

Bu zincirler size bir şey söylemeli.

Bu zincirler düşünce ve ifade özgürlüğü ile yaşama hakkı arasındaki bağı anlatabilmeli bize.

Bu zincirler, o olaylar olduğunda ne düşündüğümüzü, nasıl yargılara vardığımızı, neleri bildiğimizi sandığımızı, neleri sorgulamaktan kaçındığımızı hatırlatmalı.

Bu zincirler, hangi başlıkları attıklarını, nasıl sayfalar yaptıklarını, ne tür yazılar yazdıklarını, kimleri suçladıklarını, hangi (ön)yargıları verdiklerini hatırlatmalı çok çok ünlü pek pek büyük meslektaşlara.

"Bir türlü hazırlanmayan Ergenekon iddianamesi" ile şüphelisi olduğu konu ne olursa olsun, tutukluluktan kanserle ölüme giden Okkır için bir çoğumuz (haklı) hassasiyet ve tepki koydu.

Lakin;

O gün Türkiye'nin üç büyük gazetesi Hürriyet, SABAH, Milliyet'i yöneten, hazırlayan, şimdi de etkili konumda bulunanlar, mesela "Ulucanlar katliamı" üstüne ne yaptı?

"Öldürülmeye müstahak terörist" diye tanımlananlar, henüz sonuçlanmamış, uzun davalar bir yana, çoğunlukla daha tutuklu idiler, mahkum olmamışlardı, suçları sabit değildi. Suçları ne olursa olsun, ölüm cezası almamışlardı!
Cezaevinden görüntü diye basılmış bayraklı, parkalı fotoğraftakiler onlar değildi, tutukluluk sebepleri ise cinayet, suikasttan ziyade, "örgüt üyeliği" suçlamasıydı.

Ama o günün ve bugünün nice şöhretli gazetecisi o cesetler üstünde dans etti, kıvırdı, coştu.

Ellerine ulaşmış delik deşik otopsi fotoğraflarına asgari merakla bakmadılar bile.

Nice muhafazakar, demokrat, cumhuriyetçi, liberal, ulusalcı gazeteci, o gün, katliamı aklama seferberliğindeydi; ne "insan" olmanın, ne "vicdan"ın, ne "meslekleri"nin, ne de "hakikat"in yanındaydı.
Ama Yarbay A. Ö. o gün Ulucanlar'da idi.

Bir ay sonra Kışlalı'nın cesedi ile paramparça otomobilinin başında.

Sekiz yıl sonra ise Trabzon'da.

A.Ö.' nün seyir defteri belki de tesadüften ibarettir...

Ya büyük medya ile büyük gazetecilerinki?..

Bu kadar tesadüf fazla değil mi!
sabah.com.tr

Umur TALU
24 Temmuz 2008
Sabah
100'süzlük!

Birçok önemli gün var, kutlanırlar. Bugün nasıl yorumlanırsa yorumlansın, olmuş bitmiş vakalara, kazanımlara dair.
Ama "Basında sansürün kaldırılışı" olmamış, bitmemiş, gerçekleşmemiş bir şeyin kutlanması.
Mesleki sorunların aktarılmasına vesile olmasına hiç itirazım yok...
Ama adı faul.
Koskoca Cumhuriyet ile matbuatı, kendisinden önce, "Padişah"a karşı kazanılmış bir muharebeyi, nihai zafer gibi kutlayıp durmanın utancını da taşıyor esasında.
Bugün "gazeteci, yazar, yayıncı" kimliği ve işleviyle, bu ülkede cezaevine girmek mümkün mü, değil mi?
Bugün, son olarak muhalif Hayat Televizyonu'nda olduğu gibi, yayın durdurmak, TV kapatmak mümkün mü, değil mi?
Kitap, dergi, gazete toplatmak?..
Gazete kundaklatmış olanların itibarlı devlet adamı ve kadını olması?
Ayrıca şunlar ne:
1. İktidar yanlısı sansür
2. Ordu yanlısı sansür
3. Devlet yanlısı sansür
4. Sermaye yanlısı sansür
5. Patron korkusundan veya patron menfaati yanlısı sansür
6. Reklam, ilan yanlısı sansür
7. Ahbap çavuş yanlısı sansür
8. İş, kariyer, gelir, geçim tehdidi (veya teşviki) altında sansür
9. Örgütsüz, güvencesiz gazetecinin sığındığı sansür
10. Tam tersine, kimi örgüt yanlısı, örgütlü sansür
11. Mesleğini layıkıyla yapmamanın, merak, bilgi ve sorgulama zaafının sonucu dolaylı sansür
12. Siyasetten spora, emniyetten magazine kayırıcı sansür
13. Kamuoyu korkusuyla, tabu mevzularda sansür vb.
Siz bunların çoğuna sanki kendiliğindenmiş gibi "oto sansür" dendiğine bakmayın; "oto mobil" kendi başına gider mi?
Bir enerji, bir kuvvet, bir kudret, gaz veya fren pedalına baskı şarttır!
umur.talu@sabah.com.tr

VE TARAF'IN PATRONU KONUŞTU
21 Temmuz 2008 08:35

Türkiye'nin en çok merak edilen patronu, tüm sorulara cevap verdi...

Sabah Gazetesi'nden Ecevit Kılıç, Taraf gazetesi ve Alkım Yayınları'nın sahibi iki kardeşten Başar Arslan'la görüştü.

Sekiz ay önce yayın hayatına başlayan Taraf, bir süredir en çok konuşulan gazete. Özellikle Ergenekon soruşturmasıyla ilgili her gün yeni bir belge yayımlıyor. Ama gazetenin Fethullah Gülen cemaati tarafından finanse edildiği ve belgelerin kaynağının da burası olduğu iddiaları var. Belgeler Taraf'a nereden geliyor? Gazeteyi nasıl finanse ediyorlar? Tirajları fazla olmasına rağmen neden ilan alamıyorlar? Kitap piyasasından çekiliyorlar mı? İlk kez
konuşan Başar Arslan'a göre sorun Taraf'ın bu belgeleri yayımlaması değil diğer gazetelerin yayımlamaması.

* Taraf sekiz ayı geride bıraktı. Patron olarak nasıl buluyorsunuz gazetenizi?
Tam böyle bir gazete çıkarmak istiyorduk. Gazete çıkmadan önce "Diğerlerinin söylemediğini söyleyeceğiz" dedik. Gerçekten diğerlerinin söyleyemediğini söyleyen, diğerlerinin yapamadığını yapan bir gazete oldu. Tek isteğimiz dürüst ve prestijli gazete yapmaktı. Bugün eğer başka bir gazetede çıkan haberi Taraf yayımlamazsa, haberin doğruluğu sorgulanır hale geliyor.

GİZLİ KAYNAK YOK
* Gazeteyle ilgili finansör tartışmaları var. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da "O gazeteyi finanse eden kim? Ona bakın anlarsınız" dedi...
Ahmet Altan bununla ilgili yazı yazdı orgeneral Yaşar Büyükanıt'a; "Bizim bir gizli kaynakla ilişkimizi gösterin o gün gazeteyi kapatacağım" dedi. Gizli bir kaynaktan para alan bir gazete çıkarmak utanç vericidir benim için. Böyle bir utanç öldürür beni. Böyle iddiaları ileri sürenler sanırım utanç duygusuna pek aşina değiller.

* Bazı gazetelerde ve internet sitelerinde Taraf'ın Fethullah Gülen cemaati tarafından finanse edildiği şeklinde yazılar yazılıyor...
Açıkçası bu tür iddiaları ahlaksızca buluyorum. Yalan söylüyorlar. Biz gazetemizde her söylediğimizi belgeliyoruz, onlar ise bizim hakkımızda yazdıklarını belgeleyemiyorlar. Aramızdaki fark da bu zaten. Bizim dürüst, onların yalancı olması.

* Ulusal çapta gazete çıkarmak ekonomik açıdan zordur. Nasıl karşılıyorsunuz?
Yayıncılık yapıyoruz, dergilerimiz var. Milyonlar satan kitaplarımız oldu. Dün alınmış bir karar değildi gazete çıkarmak. Ama ekonomik açıdan büyük zarar. Zorlanıyoruz oldukça, maliyetli bir iş. Ama gelecek açısından da bakıyoruz. Zarar ediyoruz ama bir yandan da bir değer yaratıyoruz. Taraf çok iyi bir marka oldu. Zaman içerisinde bu yatırımın karşılığını alacağımızı düşünüyoruz.

* Sekiz aylık zararınız ne kadar?
Epey.

* Peki, nasıl karşılıyorsunuz?
Çok sıkıştığımız zaman hisse karşılığında borç alıyoruz. Gerekirse hisse vereceğiz. Zaten bize destek olanlar da ortak olmaktan gocunmayacağımız insanlar.

* Kimlerden aldınız?
Bu şekilde işadamı Mehmet Betil'den destek aldık. Zor zamanımızda destek oldu bize.

GÜLEN'LE İLİŞKİŞİ GÖSTERİN GAZETEYİ KAPATAYIM

* Gülen cemaati ile ilgili iddiaların kaynağı ne?
Bunların kaynağı yok. Cumhuriyet, çocuğumu parasızlıktan kolejden aldığımı yazdı. Benim çocuğum yok. Bu gazetede ortağım olan ağabeyimin de çocuğu yok. Diğer ağabeyimin de henüz iki yaşında bir çocuğu var. Aynı şekilde Oray Eğin, yazarımız Leyla İpekçi'nin Gülen bursuyla Amerika'ya gittiğini yazdı. Oysa İpekçi hayatında hiç Amerika'ya ayak basmamış. Bu açıklık ve netlikte yalan nasıl yazılabilir? Serdar Akinan, Zaman gazetesinin tesislerinde basıldığımızı yazdı. Fakat gazetenin künyesine baksaydı; orada basılmadığımızı görürdü. Taraf'ı çıkarttıktan sonra Türkiye'deki gazetecilerin ne kadar kolay yalan yazabildiğini gördüm. Dürüst bir gazete çıkartabildiğimiz için de bin kere daha seviniyorum. Gülen veya herhangi başka bir kaynakla ilişkimizi gösteren bir belge çıkarsınlar ya da herhangi bir yerle böyle bir ilişkiyi düşündürecek bir bağ bulsunlar gazeteyi o saatte kapatırım.

* AKP'ye yakın olduğunuz ve enerji ihalesine gireceğiniz yazılıyor...
Yeri geldiğinde AKP'yi de eleştiren bir gazeteyiz. Eğer bilinçli bir okuyucu, AKP'ye yakın olduğumuzu söylerse şaşarım. Ama o tür isimlerin söylemesi beni hiç şaşırtmıyor. Bu iftiralar çok ahlaksızca. Sorun onların iyi gazeteci olmaması ve Taraf'ın iyi gazetecilik yapması. İhale peşinde olan gazete sahiplerinden değilim. Olmayacağım da...

NOKTA GİBİ OLACAĞIZ DİYE KAYGIM YOK

* Taraf, haberleriyle Ergenekon operasyonunda simge haline gelmedi mi?
Simge haline geldiğini biz de görüyoruz. Ama darbelere, çetelere karşı dürüstlükten ve şeffaflıktan yana bir simge. Hukuk dışı her işin üstüne gidiyoruz konuyu ve kişileri ayırt etmiyoruz. Bu gazete her gerçeği yazar. Peki, o belgeleri yayımlayacak olup da eline gitmeyen gazete var mı sizce? Yoktur.

* Gazetecilik anlamında başarılı ama bir o kadar da belli kesimleri rahatsız ediyor. Geçmişte bir Nokta dergisi örneği var. Nokta da benzeri belgeleri yayımladı. Ama kapandı. Bu noktada bir kaygınız yok mu?
Hiçbir kaygımız yok. Çünkü hukuk dışı işleri, karanlık ve gizlenen işleri açığa çıkartıyoruz. Darbeler ve çeteler gibi... O nedenle bunların üstüne gidiyoruz. Prestijli, cesur ve aynı zamanda eğlenceli, kısacası iyi bir gazete yapmak istedik. Saygın bir gazete olsun istedik. Güvenilir bir gazete olmak istedik. Bunu başardık. Doğruları yazıyoruz ve doğru olanı yaptığımıza inanıyorum ve öyle olduğunu da görüyorum. Yaptığımız işlerin hepsi de belgeli. Ben hayalini kurduğum bir gazeteye sahibim. İnsanın hayalini gerçekleştirmesinden daha büyük bir mutluluk olabilir mi? Hangi kaygıdan dolayı insan bu mutluluktan vazgeçebilir?

BELGELER KİMDEN GELİRSE GELSİN YAYINLARIZ
* Ergenekon ve diğer kritik dosyalarda belgeler neden Taraf'a geliyor?
Eğer cesaret gösterip onları yayımlayacak başka gazeteler veya yazarlar varsa biz elimizdeki tüm belgeleri onlarla paylaşmaya hazırız. Asıl soru, niye diğer gazetelerde bu haberler yok. Eğer Taraf çıkmamış olsaydı, halk bu haberlerden nasıl haberdar olacaktı? Bu haberlerin niye bizde olduğunu merak edenlerin, neden diğerlerinin yayımlamadığını merak etmemeleri beni şaşırtıyor.

* Eleştiriler farklı noktada; bu belgelerin servis edildiği...
Belgeli olan her bilgiyi yayımlarız. Kim getirirse getirsin ve kiminle ilgili olursa olsun. Gazetecilik de bu değil mi? Haberlerin üstünü örtmek değil, açmak. Neden Taraf'ta toplandığı ise; yayımlamayacağını bildiğiniz birisine götürüp eline belge koymanın anlamı var mı? Belgelerin darbelere ve çetelere karşı durmayan gazetelere gitmesine gerek yok.

* Yazı işleri toplantılarına katıldığınız oluyor mu?
Hayır.

* Yayımlanan belgelerden veya haberlerden önceden haberdar oluyor musunuz?
Gazeteden okuyorum.

* Kaynağını merak edip de, sorduğunuz oluyor mu?
Sormuyorum. Yazıişlerinin her şeyin doğrusunu yaptığına inancım tam. Haberim olsa da hiç tereddüt etmem. Eğer yayımlanacak bir haberden korkacak olsaydım bu işe girmezdim. Korku, alışkın olduğum bir duygu değil.

RADİKAL'DEN 20 BİN FAZLA SATIYORUZ
* Tirajınız kaç?
Satış ortalamamız altmış binin üstünde. Biz Radikal'den yirmi bin daha fazla satıyoruz. Niye kimse Radikal'in üstündeki o promosyonlarla kaça mal olduğunu merak etmiyor da bizim gazeteyi merak ediyor...

* İlan alabiliyor musunuz?
Şu anda gelişme sürecinde. Her geçen gün aldığımız ilanlar artıyor. Tiraj artışının ilana dönüşeceğini düşünüyoruz. Bizden çok daha az tiraja sahip gazeteler bizden daha fazla ilana sahip.

* Medyada büyümeyi düşünüyor musunuz?
Büyümeye bakıyoruz ama şu anda gazeteye odaklandık. Taraf artık birçok yazarın bulunmak istediği gazete. Kitap işini de biraz yavaşlattık. Ama çok yakında yeniden hız vereceğiz.

* Bu iddialar üzerine Taraf'ı çıkarttığınıza pişman mısınız?
Hayır. Bilerek girdik. Bu rahatsızlığı yaratacağımızı da biliyorduk. Çok ağır, zor zamanlar atlattık. Cenneti de cehennemi de yaşıyorum. İkisini de aynı anda. Gazete çıkarmak benim çocukluk hayalim. İnsanın çocukluk hayalini de gerçekleştirmesi çok kıymetli.
aktifhaber

4 Eylül 2008
Oray Eğin'in
İşte Taraf’ın para kaynağı

Dünkü yazıma bir not olarak ekleyeyim: Bana saldıranların bir kısmının gerekçesi sadece kıskançlık değil. Yazdıklarımdan rahatsız olan büyük bir kesim var. Bu köşede dile getirdiğim kimi bilgiler onları rahatsız ediyor. Saldırıların yoğun olarak geldiği bir yer Taraf gazetesi ve çevresi. Beni hedefe oturtmalarının altında neyin yattığı ise ortada: İlk günden beri Taraf’ın sermaye yapısının şeffaflığa kavuşması gerektiğini yazıyorum, sahiplerini ve gelir kaynaklarını sorguluyorum.

Ahmet Altan köşesinden bağırıyor, Taraf’ı sorgulayan herkese yönelik “İspat edin” diyor. Taraf’ın Cemaat tarafından beslendiğini, bir misyon uğruna bu gazetenin yaşatıldığını defalarca yazdım. Bazı yazarlar da AlkımYayınevi’nin bankalardan aldığı kredileri yazdı; bu apayrı bir konu.

Ben başka bir açıdan yaklaşıyorum.

“Rüşvetin belgesi olur mu”, ama ben yine de yazayım.

Gelin Taraf gazetesinin sayfalarını inceleyerek bu sermaye yapısı hakkında nasıl biraz düşününce gerçeklerin ortaya döküldüğüne bakalım...

Sizce Taraf gazetesinin entelektüel, kentli, liberal ve şehirli okurları Kanal 7’yi izler mi?

Ya da TV Net diye adını ilk kez duyduğum bir kanalda “Düşüne Taşına” programında ‘Ramazan Medeniyeti’ başlıklı bir tartışmaya ilgi duyar mı?

Taraf’ın kentli okurları BİM mağazalarından alışveriş yapar mı? Buzdolaplarını buralardan aldıkları ürünlerle doldurur mu?

Mesela Taraf okuru parasını faizsiz bankacılığa yatırır mı?

Ya da Ramazan ayı dolayısıyla ‘Kumanya bedeli 60 YTL’yi İnsani Yardım Vakfı’na ve bu vakfın Kuveyt Türk, Albaraka Türk gibi bankalardaki hesaplarına yatırır mı?

Birkaç bin satışı var Taraf’ın. Küçümsemek için söylemiyorum. Nasıl dar bir çevre için çıktığını gösteriyor bu kısıtlı tiraj. Hedef kitlesi son derece sınırlı. Zaten gazetenin yayın çizgisi de fazlasıyla eğitimli ve üst gelir grubuna mensup insanlara hitap ediyor. ‘Kentli ve eğitimli’ okur için çıktığını iddia ediyor Taraf.

Ancak yukarıda bahsettiğim kurumların neredeyse hiçbirinin kitlesiyle örtüşmüyor. Mesela Nişantaşı, Etiler gibi semtlerde BİM mağazası bulamazsınız. Taraf gazetesini çıkartan Ahmet Altan’ın evinin etrafında da.

Ne garip bir reklam planlamasıdır ki BİM gibi bir market, çeşitli İslami bankalar, Cemaat’in kanalları Taraf’a ilan veriyor. Çok ilginç değil mi? Genellikle İslami Basın’a ilan veren yerler buralar. Ama Taraf’ı da katmışlar. Her gün Taraf’ı açınca bu gibi ilanlara rastlamak mümkün. Daha dünkü sayısında bile iki tane vardı.

İslami gazetelerinin gelir kaynaklarını aşağı yukarı biliyoruz. Nasıl desteklendikleri ortada. Bu mecralarda gördüğümüz bir reklam bizi şaşırtmıyor: Kanal 7’nin bir ilanı Vakit’te çıkınca yadırgamıyoruz. Ya da BİM’in, Bank Asya’nın.

Ama tekrar ediyorum: Bu kurumlar Taraf’a da ilan veriyor. Dahası Taraf kendisini İslamcı Basın olarak da adlandırmıyor.

O zaman bu bir anlamda para aktarımının belgesi mi acaba? İslami sermayenin Taraf’a nasıl destek çıktığının, Cemaat’in nasıl para verdiğinin bir anlamda kanıtı mı?

Ahmet Altan diyor ki “Kamu bankalarından bir kuruş para almadık.” Peki şunu soralım: Siz Vakıfbank ilanını hiç BirGün gazetesinde gördünüz mü? Vakıfbank, Cumhuriyet’e de ilan veriyor elbette. Ama Cumhuriyet’e bir kere ilan veriyorsa, Taraf’a 10 kere veriyor.

Mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sanatsal faaliyetlerinin de reklamları hep Taraf’ta çıkıyor. Sahi, Kadir Topbaş bu ilanları neden Cumhuriyet’e vermiyor? Cumhuriyet okurlarının kültür sanatla ilgilenmediğini mi düşünüyor?

Şaka bir yana, Topbaş’ın bu ilanları neden Taraf’a verdiği belli. Taraf bu sayede Belediye’den de maddi destek görmüş oluyor.

Türk meydasındaki insanlar bu ilişkiyi bilmez mi? İlan akışının nasıl sağlandığını, bunun ne anlama geldiğini anlamazlar mı?

Taraf’ın sahibi de, genel yayın yönetmeni de “Bize nasıl para aktartıldığını söylesinler” diye bas bas bağırıyor. Herhalde hiç kimsenin kamyonlarla onlara un çuvalları içinde para vereceğini düşünmüyor herhalde. Ama bir sayfalık BİM ilanı tam da bunun karşılığı değil midir? Taraf’ın okurlarının ilgisini bile çekmez bu ilan, bir tek müşteri bile kazanamazlar...

Güya bizi bir yayınevinin kitap satarak kazandığı parayla bu gazeteyi çıkarttırabileceğine inandıracaklar. Beşiktaş’ta bir kitapçı dükkanı koskoca bir gazeteyi çıkartabilir mi? Alkım bir kere Ahmet Altan’ın kitabını çok sattırdı, o kadar. Habire bunu önümüze koyuyorlar, başka satan kitap var mı? Alkım Kitapevi’nin geliri Yasemin Çongar’ın uçak parasına yetmez!

Kaldı ki Türkiye’de ne çok yayınevi kuruldu, ne çok kitapevi battı. Hepsi ortada. Yazarların ne kadar kazandığını da gördük bu ayki Forbes’ta. Çok satan kitap yazarlarının bütün mali dökümü dergide var. En çok Orhan Pamuk kazanıyor; onun bile kazancı Taraf’ı çıkartmaya yeterli değil.

Kandırmasınlar Taraf çalışanlarını, işte belgesiyle Taraf’ın gelir kaynakları. Umarım aydınlaşmıştır Başar Bey ve Ahmet Bey. Bunlar görünen aktarımlar, görünmeyenler de zamanla ortaya çıkar.

Taraf bir tane ilanı hak ediyor. O da Alkım Yayınları’nın verdiği yarım sayfalık kitap ilanları... Bilmeyenlere söyleyeyim: Alkım zaten Taraf’ın sahibi...
Oray Eğin - Akşam

Tüm Yollar Kanal 7'ye Çıkıyor



Almanya’daki Deniz Feneri davasının savcıları, toplanan milyonlarca euro’luk yardımın “usulsüz kullanımıyla” ilgili Türkiye’deki isimlerin rolünü ortaya koymak için çalışıyor. Salı günü yapılacak duruşmada özellikle Almanya’daki Euro 7 ve çok sayıdaki şirkette ortaklığı bulunan Kanal 7 yöneticileriyle ilgili iddialar gündeme gelecek. Sanıkların itiraflarında yer alan “Paraları İstanbul Eyüp’teki Kanal 7 binasının üçüncü katında Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’a teslim edip, buradan naylon bağış makbuzları alıyorduk” ifadesinin tüm gözlerin Türkiye’ye çevrilmesine neden olacağı belirtiliyor. İddianamede, dosyanın ’gereğinin yapılması için’ Türkiye’ye gönderilmesine de neden olacak ilginç bağlantılar şöyle:

Almanya’da aynı adres

Frankfurt Savcılığı soruşturma sırasında Almanya’daki Deniz Feneri Derneği ile Kanal 7 ’nin Almanya yayınını yapan Euro 7 adlı şirketin aynı binada bulunduğunu saptadı. İdidanemede, ”Yimpaş Verwaltungs GmbH’nın merkezi ile, halen aranan Faik Gürler’in yazıhanesi, Deniz Feneri e.V. ve Kanal 7 Int. gibi te-

levizyon’un yeri de, aynı binada, 60388 Frank-furt am Main, Flinschstrasse 45 adresindedir“ deniliyor. Bu binanın 3. katında Deniz Feneri’nin muhasebecileri bulunuyordu.

Eyüp’teki 3. kat

İddianame incelendiğinde Türkiye’deki Kanal 7 binasının önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Paraların ve makbuzların teslim edildiği yer olarak Defterdar Mahallesi Otakılar Caddesi No:60 Eyüp adresi gösteriliyor. Sanık Mustafa Taşkan’ın ifadesi şöyle: “2004 yılı Kasım ayında Türkiye’ye gittiğimde Zekeriya Karaman’a 200 bin Euro götürdüm. Kendisine bu parayı, İstanbul’da, bürosunun bulunduğu Kanal 7’nin de aynı yerde olduğu, 3. katta verdim. Parayı verdiğimde yanımızda kimse yoktu. Parayı, beyaz renkli bir zarfın içinde eline verdim.”

Naylon belgeler

İddinamedeki bir diğer sanık Firdevsi Ermiş ise ifadesinde bavul dolusu makbuzu yine 3. kattan aldığını itiraf ediyor: “Yardım alındı makbuzları Türkiye’de düzenlendi. Bizzat kendim bir bavul dolusu “Alındı Makbuzu” nu Almanya’ya getirdim. Hepsinde tarih ve meblağ yerleri boş bırakılmıştı. Bunları İstanbul’da Kanal 7’nin binasında, 3. katta Harun Kapıyoldaş’tan teslim aldım.“

Kanal 7, 18 kez geçiyor

Söz konusu davada Kanal 7’nin bağlantıları sadece 3. katla sınırlı değil. 193 sayfadan oluşan iddianamede tam 18 kez İstanbul’daki Kanal 7’nin adı geçiyor. Sanıklardan Firdevsi Ermiş ifadesinde Kanal 7 ile ilgili şunları söyledi: ”Anadolu Tekstil’e giden paralar, gayri resmi muhasebeye yardım olarak geçti. Faturalar, hakkında ayrıca soruşturma açılan Harun Kapıyoldaş tarafından Türkiye’deki Kanal 7’den şahsen alınıp getirildi. Sadece zaruri durumlarda faturalar faxla geliyordu.

Çok yakın ilişkiler

İddinamede Türkiye bağlantıları ile ilgili Kanal 7 ilişkisi olduğu söyleniyor ve bu saptama şu ifadelerle anlatılıyor: “Yapılan soruşturma ve araştırmaların neticelerinden, Almanya’daki Deniz Feneri ve Türkiye’deki Deniz Feneri’nde olduğu gibi Almanya’daki Kanal 7 ile Türkiye’deki Kanal 7 televizyon yayınları sorumlularının çok yakın ilişkilerinin olduğu ortaya çıkmıştır.” Bu saptamadan sonra iddianemede Türkiye’deki Kanal ile Almanya’daki Kanal 7’nin ortaklık yapısı bütün detayları ile anlatılıyor.

VATAN iddianamede adı geçen kişilerin İstanbul Ticaret Odası kayıtlarını incelediğindi. Üç ismin ortağı olduğu şirketlere gidildiğinde Kanal 7 binası ile karşılaştı.

Adımız geçmiyor

Kanal 7 bütün bu iddilara karşılık yazılı bir açıklama yaptı. İddinamede İstanbul’daki Kanal’inin 18 kez adı geçmesine rağmen Kanal 7 açıklamasında “Yürütülen davada hiçbir şekilde adı geçmediği gibi ilgisi dahi olmayan kişi ve kuruluşlara da sardırılması, bu iftira kampanyasının başka amaç ve hedefleri vurmaya yönelik olduğunu ortaya koymuştur” ifadesi kullanıldı.

Karaman imzalamadı

Sanık Ermiş’in ifadelerine göre paralar, Türküye’ye götürülüp orada ortak olan ve aynı zamanda Yeni Dünya İletişim’in Genel Müdürü olan, hakkında ayrıca soruşturma yapılan Zekeriya Karaman’a veriliyordu. Bizzat kendisi de takriben on kez Zekeriya Karaman’a para götürmüş (4 Temmuz 2007 tarihli ifade tutanağı, sayfa 12 ve devamı). Paranın Zekeriya Karaman’a teslim edildi-ğine dair ondan imza istenmiş, ancak kendisi o kadar imza atmak istemediğinden, bazan sanık Mehmet Gürhan’ın amcası) olan Hakkı Sadal’ın imza atmasını rica etmiş. Ssanki parayı kendisi değil, Hakkı Sadal teslim almış gibi görünüyordu (4 temuz 2007 tarihli ifade tutanağı, sayfa 47).
(Vatan)

ERGUN BABAHAN KİME REST ÇEKTİ?

8 Eylül 2008 13:36
Babahan sabah toplantısına girmek üzereyken, kiminle karşılaştı ve ne dedi? Babahan ne yapmak istiyor?
Sabah Gazetesi Yayın Yönetmeni Ergun Babahan, birkaç gün önce Yönetim Kurulu Yayın Danışmanlığı'na getirilen Ahmet Tezcan'ı yazı işleri toplantısına almadı.

Gazeteciler.com'a ulaşan bilgiye göre olay şöyle gelişti;

Ergun Babahan, odasında otururken Ahmet Tezcan'ı gördü ve hiç tepki vermeden "evet" dedi...

-Bir merhaba diyeyim dedim.

Babahan hiç istifini bozmadı:

-Eh de bakalım merhabanı..

Ahmet Tezcan hiç bir şey olmamış gibi hareket etti:

-5 dakika yazı işleri toplantısına gireyim.

-Hayır giremezssin.

-Ben Yönetim Kurulu 'na karşı Yayından Sorumlu Danışman'ım.

-Hayır kardeşim giremezssin.

-Ergun bunları söylerken ciddi misin?

-Evet kardeşim.

"Peki" diyor ve gidiyor Ahmet Tezcan...

Gazeteciler.com'un notu: Bize gelen bilgiye göre, Ergun Babahan Doğan Grubu ile kesin anlaştı. Gelen bilgi Babahan'ın savaşarak çekilmek istediği yönünde.. Ahmet Tezcan'ı toplantıya almamak, aynı zamanda Ahmet Çalık'ı almamak anlamı taşıdığı için, Babahan'ın bu tavrı kesin gideceğini ortaya koyuyor. Yani Fatih Altaylı haklı çıkıyor...
gazeteciler.com

İlk Kanca Vatan Gazetesi'ne
16 Eylül 2008
Erdoğan&Doğan kavgasında gündeme gelen "SPK" olayının ayrıntıları netleşti. İlk kıskaç Vatan Gazetesi üzerinden. SPK, Vatan'ı çapraza almış durumda.

SPK’nın Doğan Grubu’na yönelik incelemesinin ayrıntıları netleşti. SPK, hem Vatan’ın satışını, hem de satış öncesi örtülü sermaye transferi yapılıp yapılmadığını araştırıyor

Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tarafından Doğan Grubu şirketleri hakkında yürütülen incelemenin odağında, Vatan Gazetesi’nin halka açık Doğan Gazetecilik tarafından satın alınmasının bulunduğu ortaya çıktı. SPK uzmanlarının, Vatan’ın satışı ile ilgili yaptıkları incelemenin geriye dönük olarak derinleştirildiği ve beş yıl süresince Doğan Grubu’nun Vatan’a yaptığı kaynak aktarımlarının mercek altına alındığı bildirildi.

İNCELEME KAFA KARIŞTIRDI

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Aydın Doğan ile ilgili açıklamalarının ardından gündeme gelen SPK’nın Doğan Grubu şirketleri ile ilgili yaptığı incelemeler kafaları karıştırdı. Özellikle Doğan Grubu’nun yaptığı açıklamalar ile SPK’nın grup şirketleri ile ilgili yaptığı araştırmaların anlaşılması konusunda büyük bir bulanıklık yaratıyor. star, SPK’nın Doğan Grubu şirketleri ile ilgili yürüttüğü incelemelerin ayrıntılarına ulaştı. Buna göre SPK’nın Doğan Grubu şirketleri ile ilgili yaptığı incelemenin merkezinde Vatan’ın Doğan tarafından satın alınması yer alıyor. Doğan Grubu, Vatan’ı 22 milyon YTL’ye peşin para ödeyerek aldı. Bu satın almanın ardından şirketin geçmiş döneme ait borcu ise 78.1 milyon YTL idi. Yani halka açık olan ve borsada küçük yatırımcının da ortağı olduğu Doğan Gazetecilik, Vatan’a toplam 100 milyon YTL ödemiş oldu. Rekabet Kurulu’nun incelemesinde Vatan için ‘batık’ ifadesi kullanılırken, satışa onay ancak iki yıl içinde satma şartıyla verildi. Küçük yatırımcıdan gelen şikayetler üzerine SPK da, satışı 2008 yılının başında mercek altına aldı. Yapılan ilk değerlendirmede, Vatan’ın bedelini şüpheli bulan SPK uzmanları, gazetenin değer tespitini yeniden yaptırdı. Bu incelemelerde uzmanlar, Vatan ile Doğan arasında karmaşık bir parasal ilişki olduğunu tespit ettiler.

5 YIL GERİYE DÖNÜK TAKİP

Bu tespitler doğrultusunda, satış incelemesi geriye doğru derinleştirildi. Geriye dönük beş yıllık süre içinde, Doğan’ın Vatan’a ucuz kağıt ve baskı sağlayarak örtülü sermaye transferi yapıp yapmadığı kontrol ediliyor. Bu yöntemle, Vatan’a aktarılan kaynakların ne kadarının muhasebeleştirildiği de inceleniyor. İncelemenin bugün kadar bitmemesinde incelemenin derinleştirilmesinin etkili olduğu belirtildi. Yapılan denetim sonucunda, satışın iptali, suç duyurusu, para cezası gibi yaptırımlar gündeme gelecek.
Kaynak: Star

"Çocuk pornosu"nda "liberalizm" aramak!..
Serdar Arseven
2008-09-16

Geçtiğimiz Perşembe, "kartel" kaynaklı "D. Feneri" gündemine kendi usullerimce girmiştim!..
Baktım;
"Ergenekoncusundan pornocusuna kadar" bir dolu zevat "makalemde olmayan ifadeleri bana mal etmek" konusunda anlaşmışçasına saldırmış, saldırmakta…
Arada, birkaç muhafazakâr da var… Onları şimdilik "muhafaza" edelim!..

"Müslümanlar Kardeştir!.."
Ben buna inanırım…
Bu "Müslüman olmayana haksızlık yapılmalıdır" anlamına mı gelir, ne alakası var!..
Sadece; bir Müslüman hakkında "suçlama" söz konusu olmuşsa…
Ve hele bu suçlama, "Pornoculukları, yalancılıkları mahkeme kararlarıyla belgelenmişlerden" sadır olmuşsa…
Ve hele de… Suçlayanın suçlanandan bir şeyler istediğini, ancak alamadığını biliyorsam… Araştırmaya, iddianın "asılsız" olabileceği "önyargısından" hareketle başlarım!..
Mevzu budur!.. İsteyen kudurur!..

Ya; aslında girmek istemiyordum…
"Tarif" için kullanmak mecburiyetinde kaldığım "pornocu" tabiri, yazımı "saptırmak" suretiyle beni hedef gösteren bir "yazar"ın "çocuk pornografisi"ne dair "iğrenç" yaklaşımını (!) getirdi aklıma…
Hadi ismini de vereyim; Gülay Göktürk, bana saldırmış!..
Hem de ne saldırma!..
Belki bilirsiniz; "Liberal"dir…
"Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ekolünden…
Baktım, özgürlük alanını bu kadar geniş tutması "gereken" bir yazar, benim "Müslümanları diğerlerinin üzerinde tutma" özgürlüğüme müdahale etmeye yelteniyor!..
Ve beni… Bu tercihimden dolayı, tavrını "sürmanşet"ten verdiği destekle ortaya koymuş olan "Vakit Yönetimi"ne şikâyet ediyor!..
Burada; "Liberalizmin iflası" var!..
Peki hangi durumda iflas eder liberalizm?..
Örneğimizden hareketle ifade edeyim:
Bir kişi, hem "liberal" hem "ateist" ise…
Ve bir gün, "liberal"liği ile "ateist"liği karşı karşıya gelirse…
İkincisini yani "inancını" tercih edecektir!..
Göktürk de, "Müslümanları üstün tutan" yaklaşımıma "özgürlük hakkı" tanımayan tavrı ile…
Seçimini yapmış oluyor!..
***
Göktürk'ün D. Feneri tartışmasını "yolsuzlukla mücadele" kapsamında değerlendirdiğine gerçekten de inanmak isterdim…
Lakin, ne yapayım bu konuda da bazı önyargılarım var!..
Ben diyorum ki;
"Göktürk söylediklerinde samimiyse…
Hoş bakar mı, hırsızın elinin kesilmesine!.."

Bir hassasiyet daha;
Yazısının bir yerinde "eş aldatmasından" bahsetmiş…
Yani… "Zina"dan!..
Kocasının zina yapmasına aile şerefi adına göz yuman kadınları alenen "şerefsizlikle" suçluyor…
Ne güzel!..
Ben de katılırım buna, hem göz yumandır "şerefsiz", hem de aldatan!..
Katılırım da…
Yetmez; "Zina edenin en ağır cezaya çarptırılmasını" talep ederim…
Göktürk ise… "Zinanın suç olmasını öngören düzenlemeye karşı çıkışı"yla kalmıştır zihinlerimizde!..
"Şerefsizlik suç olmasın!.."
Bu ne perhiz böyle!..
***
Şu "porno" meselesine gelince… Ben bir "liberal-ateist" olmadığımdan… "Çocuk pornosu"na sonuna kadar karşıyım!..
Göktürk ise, "çocuk pornosunu" –belli şartlara bağlayarak- savunur!..
Nasıl mı?
Sabah'ın 9 Ocak 2002 tarihli sayısında "nasıl"a cevap var!..
Göktürk'ten "Çocuk pornosu" başlıklı bir makale!..
Bakın; insanı insanlıktan çıkartıp, "Belhum Adal" yani "hayvandan aşağı" pozisyonuna düşüren bu iğrenç fiil hakkında neler diyor, Göktürk:
"…Bence biz büyüklerin çocuk pornosunu neredeyse 'insanlığın tanıdığı en büyük suç' haline getirişimizin altında yatan psikolojiye dikkatle bakmamız lazım. (…) Benim görebildiğim kadarıyla, çocuk pornografisini lanetleyip yasaklama isteğinin iki farklı kaynağı var. Bunlardan biri sübyancı büyüklerin bir fantezilerinin yasaklanması... 'Koskoca adamlar nasıl olur da bacak kadar çocuklara cinsel haz nesnesi olarak bakarlar!' İşte sansürün (!!!) asıl dürtüsü bu. Asıl bu arzu lanetleniyor, yasaklanmaya ve cezalandırılmaya çalışılıyor. Çünkü mevcut cinsel ahlak, (!!!) çocuk bedeninin arzulanmasını en büyük cinsel suç olarak görüyor."

Hale bak…
"Çocuk pornosu şerefsizliğine" nasıl da sahip çıkmış, Göktürk…
O makaleden bir bölüm daha: "Ben, arzunun bu lanetlenişini haklı bulmuyorum. (!!!) Yani, insanların çocuklara zarar vermedikleri sürece (!!!) "sübyancı olma hakkı"nı savunuyorum. (!!!)
(Ünlemler bana aittir. Ve de, o iğrenç yazının tam metnine www.habervaktim.com'dan ulaşılabilir. S.A.)

Bir sübyancı, nasıl olur da çocuğa zarar vermeden icra edebilir bu "şerefsizliği?!.."
Hakkını yemeyelim; Göktürk bunun da cevabını veriyor…
Burada tekrarlamaktan hicap duyduğum tarif biçimleriyle, uygun şartların ve ortamların sağlanması halinde sübyancı erkeklerin özgürlüklerinin kısıtlanmamış olacağından (!!!) bahsediyor, Göktürk!..
Hey hey!..
Karşımızda "sübyancı erkeklerin özgürlüğünü" savunabilen bir "liberal kadın" var!..
Ve anladığım kadarıyla bunu yapmak "ateizm"e de zeval vermiyor!..
Ha bu arada; "Göktürk'ün çocuk pornografisine ilişkin yazısı günü birlik heyecandan kaynaklanmıştır. Kendisi devam etmemiştir" diye düşünenler de olabilir…
Maalesef, öyle değil…
Bu iğrenç yazıdan dört gün sonra yine "çocuk pornosu" mevzuuna girmiş, Göktürk…
Orada da aynen şu ifadeyi kullanıyor:
"Bir sübyancının arzusunu tehdit gibi algılamak ve cezalandırmak neye benziyor biliyor musunuz? Erkekler kadınları arzularlarsa mutlaka tecavüz edeceklerdir diye düşünüp kadına duyulan arzuyu yasaklamaya!.."
***
Göktürk'e ait bu "çirkin ifadeleri", tepki gösterdiği yazımın "doğruluğunu" gösteren bir misal olarak yansıttım, efendim.
"Ben çocuk pornografisini savunabilen kişilerin iddialarını esas alarak, Müslüman kardeşime saldırmam!" diyerek bağlıyorum bu yazıyı!..
Vakit


En son admin tarafından Çrş Ekm 08, 2008 12:50 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pts Eyl 22, 2008 6:10 pm    Mesaj konusu: Bütün Hürriyet Çöla$an Oldu Alıntıyla Cevap Gönder

Dündar ve Hoştan'ın 'garip' ilişkisi
15 Ekim 2008 16:40
Sami Hoştan, Susurluk Kazasını Veli Küçük'e bildiren ve “Kumarhaneler Kralı” Ö. Lütfi Topal cinayetinin tek tutuklu sanığı. Peki Uğur Dündar'la işi ne?


Uğur Dündar'ın sigortasız çalıştırdığı gazeteci Ulvi Yanardağ'ın açtığı davayı gündeme getiren 7 Gölge, yine gündem oluşturacak bir konuyu ortaya çıkarıyor: Önceki gün Uğur Dündar'ın yanında çalıştırdığı gazeteci Ulvi Yanardağ'ı 6 yıl boyunca sigorta yaptırmadığı ve tazminatını ödemediği gerekçesiyle açtığı davayı ortaya çıkardı. 30 Ekim'de Bakırköy İş Mahkemesi'nde ilk duruşması yapılacak dava ile ilgili Uğur Dündar ekibinin verdiği cevabı da Haber 7, okuyucusu ile paylaştı.

Şimdi sırada Uğur Dündar'ın derin ilişkileri var. Gölge 7 bu kez bu ilişkileri gündeme getirecek dosyanın kapağını aralıyor. Başlangıç gündemdeki Ergenekon İddianamesinden. 7 Gölge'nin açıkladığı ilk ilişki yeraltı dünyasının en önemli isimlerinden Sami Hoştan ile ilgili olanı:

Uğur Dündar - Sami Hoştan ilişkisini anlamak için önce Sami Hoştan’ın kim olduğunu iyi anlamak gerekli.

Bilindiği gibi, Sami Hoştan “Kumarhaneler Kralı” olarak bilinen Ömer Lütfi Topal cinayeti davasında tek tutuklu sanık olarak yargılandı. Daha sonra Susurluk kazasında da adı hiç gündemden düşmedi, yargılandı ve mahkum edildi.

Sami Hoştan böyle biri. Cumhuriyet tarihinin en büyük çete davası olarak görülmeye başlanan Ergenekon iddianamesinde de Hoştan adı çok sık geçiyor. Veli Küçük’ün, mafyayı Sami Hoştan üzerinden kontrol ettiğine dikkat çekiliyor.

İşte Sami Hoştan, yer altı dünyasının bu kadar önemli bir ismi. İlişkilere geçmeden Sami Hoştan hakkında birkaç cümlelik bilgi paylaşayım sizinle:

Sami Hoştan, 1947 yılında Üsküp’te doğdu. 7 yaşında iken İstanbul’a geldi. Daha sonraları, hayatını İstanbul ve Hollanda’da kumarhanecilik yaparak kazandı. Sık sık yurt dışına gidip geldi. Almanya’da uyuşturucu kaçakçılığından yakalandı ve 38 ay tutuklu kaldı. Daha sonraki dönemlerde de Türkiye’de defalarca uyuşturucu kaçakçılığından hakim karşısına çıktı.

Sami Hoştan, Ergenekon davasının en önemli sanığı olarak bilinen Veli Küçük ile 1986’dan bu yana tanışıyor. Veli Küçük’ün Edirne’de İl Jandarma Komutanı olarak görev yaptığı dönemde başlayan bu ilişki hep devam etti. Veli Küçük, “Hoştan’ın kumarhane işlettiğini öğrendikten sonra ilişkiyi kestim” sözlerini yapılan telefon konuşmaları yalanlıyor.

Sami Hoştan 1995 yılında Ömer Lütfi Topal ile ortaklık kurdu ve birlikte Sheraton Gazinosu’nu işletmeye başladılar. Bu ortaklıktan bir yıl sonra 28 Temmuz 1996 günü Ömer Lütfi Topal öldürüldü. 4 ay sonra da yani 3 Kasım 1996’da Susurluk’taki malum kaza meydana geldi.

Bu noktaya dikkat. Sami Hoştan - Veli Küçük ilişkisinin derinliği burada ortaya çıkıyor.

VELİ KÜÇÜK'E SUSURLUK KAZASINI BİLDİREN SAMİ HOŞTAN İDİ

Kazanın meydana geldiği sırada Veli Küçük Giresun Jandarma Bölge Komutanı olarak görev yapıyordu. Sami Hoştan, kazadan hemen sonra telefonla Veli Küçük’ü arıyor ve Susurluk’ta bir kaza meydana geldiğini, ölenlerin olduğunu ve kaza yapan araçta Sedat Bucak’ın bulunduğunu öteki isimlerin de önemli kişiler olduğunu ama detaylara henüz sahip olmadığını söylüyor.

Veli Küçük hemen devreye giriyor ve önce Balıkesir İl Jandarma Komutanı’nı arıyor, onun bilgisi olmadığını öğrenince ardından Balıkesir Emniyet Müdürü’ne ulaşıyor. Küçük, Emniyet Müdürü’nden araçta bulunan Hüseyin Kocadağ ve Mehmet Özbay isimli kişilerin öldüğünü, Sedat Bucak’ın yaralandığını öğreniyor. Küçük, Emniyet Müdürü’ne Mehmet Özbay isimli şahsın Abdullah Çatlı olması gerektiğine dikkat çekiyor.

Bu olayın devamı, Ergenekon iddianamesinde şöyle anlatılıyor:

“Dolayısıyla nasıl bir ilişkidir ki Veli KÜÇÜK, kumarcılık yaptığı için uzaklaştığını söylediği Sami HOŞTAN, ülkenin gündemine bomba gibi düşen bir kaza olayını önce Veli KÜÇÜK’e haber vermiş ve Veli KÜÇÜK'te aldığı haber üzerine derhal Balıkesir Emniyet Müdürünü arayarak olayla ilgili gerekli yardımı yapması konusunda girişimde bulunmuştur.”

Daha sonra Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş, hazırladığı Susurluk Raporu’nda Sami Hoştan’ın, 1996’da Veli Küçük ile 34 kez telefon konuşması yaptığını yazdı.

Ergenekon iddianamesinde, Veli Küçük’ün mafya gruplarını Sami Hoştan üzerinden o tarihten beri kontrolü altında tuttuğuna dikkat çekiliyor. İddianamede Hoştan ile ilgili şu ifadelere yer veriliyor:

”Bu güne kadar suç örgütlerine yönelik yapılan soruşturmalarda, hemen hemen birçok suç örgütü liderinin Sami HOŞTAN’a abi diye hitap ettiği, saygı duyduğu, suç örgütleri arasında yaşanan problemleri Sami HOŞTAN’a getirdikleri ve Sami’nin hakemlik yaparak çözüm ürettiği, kısaca Sami HOŞTAN’ın yeraltı dünyasında ciddi etkinliğinin olduğu, bu nedenle Veli KÜÇÜK’ün diğer MAFYA gruplarını Sami HOŞTAN üzerinden kontrol ettiği ve yönlendirdiği değerlendirilmektedir.”

“Bütün bunların Uğur Dündar ile ne ilgisi var?” demeyin sakın. Yukarıda da dedim ya “Uğur Dündar - Sami Hoştan ilişkisini anlamak için önce Sami Hoştan’ın kim olduğuna bakmak gerekir” diye. Buraya kadar yazdıklarım, Sami Hoştan’ın kim olduğunu anlatmaktan ibaretti.

UĞUR DÜNDAR’A HOŞTAN TEMİNATI

Uğur Dündar - Sami Hoştan ikilisini anlatmaya daha yeni başlıyorum. Aslında işin heyecanlı tarafı da burada zaten. Korkmanıza, endişe etmenize gerek yok. Yazdıklarım bütünüyle Ergenekon İddianamesi’nin 7 Gölge tarafından gözden geçirilmesi ile oluştu. İddianame ortada. Merak edenler girip bakabilir.

Susurluk kazasından sonra Uğur Dündar, bu kaza ile Arena’da haberler yapmaya başladı. O dönemde kendisine gönderilen kimi bilgileri ekrana taşıdı. Sami Hoştan hakkında bazı iddialar gündeme getirdi. (Meraklısına not: Uğur Dündar, Sami Hoştan’ın yargılandığı sıralarda tanık olarak dinlendi. 7 Gölge o yargılamalara ilişkin de belki önümüzdeki günlerde bir şeyler yazabilir)

İşte tam o günlerde, yani Uğur Dündar’ın Sami Hoştan ile haberler yaptığı günlerde bir gün Hoştan’ın telefonu çaldı. Arayan Uğur Dündar’dı. Kendisinin, “Susurluk Çetesi” tarafından öldürüleceği yolundaki iddiaları sordu. Sami Hoştan, “Ben bu insanlarla 15 yıldan bu yana tanışırım. Hala bu insanlar benim yanımdalar. Bir gün sizin isiminiz zikredilmedi” diye teminat verdi.

Uğur Dündar, bu görüşmeden sonra Susurluk konusunda bir iki dosya daha hazırladı. Bir gün yine Hoştan’ın telefonu çaldı. Hoştan telefonunu açıp “Alo” dediğinde karşısındaki isim yine Uğur Dündar idi. Susurluk sanıklarından Ayhan Çarkın’ın kendisine sıkıntı yaşattığını söyledi. Sami Hoştan, bu kez daha emin konuştu:

“Ya benim kontrolümdeki bir adam… Benden habersiz bir şey olmaz ya… Zaten böyle şeyler yapmaz.”

Aradan yine epey zaman geçti. Sami Hoştan, 16 Kasım 2007 günü, saat 15.05’te önce gazeteci Mehmet Şehirli’yi aradı, hemen ardından da saat 15.24’te Uğur Dündar’ın telefonu çaldı:

- Alo merhaba Uğur Bey nasılsınız iyi misin ben Sami Hoştan. Dedim ki şeyle ilgili dedim bi ariyayım bu Mehmet demişti ki Ayhan Çarkın’la bi görüşmüştü. Ben tabi Mehmet bişey söyleyince ben bi anda algılayamadım dedim bide .. size sorayım dedim böyle bişey.

- Var, valla yani o konuşmak isterse ben de konuşurum.

Hemen ardından konu yine Uğur Dündar ile gazetelerde çıkan haberlere geldi.

Sami Hoştan:

- İnanın siz de, o gün de ben kendim de görüşmüştüm Tansu Çiller’in yanındaki Mehmet Üstünkaya’nın zamanında… Ama sizle ilgili hiç bir öyle mevzu bile…

Uğur Dündar, bu konuyu Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu’ndan duyduğunu, Hanefi Avcı’nın da bunu söylediğini belirtti. Sami Hoştan, yine Uğur Dündar adının hiç zikredilmediği yolunda teminat verdi.

DÜNDAR-HOŞTAN’IN SAMATYA MUHABBETİ

Bütün bu ayrıntılardan sonra 13 Ekim’de Vakit gazetesinin Ergenekon İddianamesinde yer alan metinlere dayanak ortaya koyduğu telefon görüşmesinin önemi daha iyi anlaşılıyor. Dündar-Hoştan ilişkisinin nasıl bir zemin üzerinde yürüdüğünü anlamak açısından iddianamenin 442. klasörünün 23. sayfasında yer alan telefon konuşması kayıtlarına bir kez daha bakalım.

Uğur Dündar: Efendim
Sami Hoştan: Alo, merhaba Uğur bey. Nasılsınız, iyi misin, ben Sami Hoştan
U: A buyurun Sami Bey
S: Nasılsınız iyi misiniz?
U: Sağ olun iyiyim iyiyim iyiyim
S: Spora devam mı
U: Tabii tabii
(...)
S: Benim kızım ekonomi okuyor. Koç üniversitesinde son sınıfta…
U: Ben valla yapılan bütün haksızlıklara karşı çıkıyorum kızım olduktan sonra
S: Evet
U: Çok merhametli çok şefkatli ondan oldum samimi söylüyorum
S: Evet evet herkes onu öyle söylüyor ama neden
U: Bütün dünya görüşüm değişti benim Sami Bey
S: Aynen aynen doğru çünkü evlatlarınızdan sorumlusunuz
U: Yarın da Samatya'daki arkadaşlarla buluşucam
S: Ya benim canım çok kebap istedi. Atilla Atilla da falan var mı içinde
U: Gelecekler valla işte bilmiyorum 10-12 olacağız
S: Evet iyi iyi Samatya'lı olmak
U: Orda balık yicez
S: Samatya'lı olmak bambaşka
U: Gayet tabii canım gayet tabii ya ben hâlâ oralara
S: Öz öz insanlar
U: Kökle bağlı olan bir insanım
S: Öz insanlardır öz. Oranın insanları öz insanlardır
U: Gayet tabii gayet tabii
S: Bir şey daha sorucam geçenlerde Ertuğrul Özkök Bey bi yazı yazdı Susurlukla ilgili çok ama çok önemli dedi ki bu insanlara biz haksızlık ettik
U: Öyle mi
S: Bu insanları kırdık tabi yazılarında bu insanları biz kırdık bu insanları biz köşeye attık bize kırgın olarak karşıdan izliyorlar şimdiki bu durum dedi bu insanlar işte şimdiki bu insanlar lazım olan insanlardı. Buna ne diyeceksiniz yani şimdi düşünebiliyor musun yani…
U: Neyse bi gün otururuz uzun uzun konuşuruz
S: Tamam olur saygılar sunuyorum
U: Telefonda ayaküstü olacak meseleler değil
S: Oldu tamam

Haber 7


Hürriyet yazarı Bekir Coşkun'dan mahkemede şok ifade; "Hükümet aleyhine yazı istenmiyordu. Ertuğrul Özkök, Emin Çölaşan'ın yazılarına sansür uyguladı, makasladı"


22 Ekim 2008 - Hürriyet Gazetesi yazarı Bekir Coşkun, Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesinde şok açıklamalar yaptı ve ‘’EminÇölaşan’a, Hürriyet’te çalışırken yazıları nedeniyle müdahale edildi. Bunu Ertuğrul Özkök yaptı. Yazıları makaslandı. Sansür uygulandı. Hükümet aleyhine yazmaması isteniyordu. Bana da müdahale edildi’’ dedi. Coşkun, Gazeteport'un izlediği duruşmada, ‘’Çölaşan’ın yazıları, yönetimde rahatsızlık yaratıyordu. Ertuğrul Özkök, Ankara’ya Aydın Doğan’ın talimatı ile gelip, Çölaşan’ı uyardı. Buna birkaç kez tanık oldum’’ açıklaması yaptı. Gazeteci Emin Çölaşan, ‘’Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi’’ adlı kitabı nedeniyle Aydın Doğan tarafından mahkemeye verilmiş ve hakkında 50 bin YTL’lik tazminat davası açılmıştı. İstanbul Üsküdar Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen dava için, talimatla Ankara’da ifadesi alınan Coşkun, bu sabah Ankara Adliyesine gelerek, 25. Asliye Hukuk Hakimi Ömer Kızılkaya’ya ifade verdi.

SANSÜR VE MAKAS VARDI
Emin Çölaşan tarafından kaleme alınan ‘’Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi’’ adlı kitapta kendi isminin de geçtiğini ve bu bölümlerin doğru olduğunu belirten Bekir Coşkun, daha sonra aynen şunları söyledi:‘’Zaman zaman Ertuğrul Özkök, Emin Bey’e (İktidarı eleştiriyorsun, takıntı halinde devamlı iktidarı eleştiriyorsun, eleştiriler çok sert, bazen hakaretvari yazılar var, bundan vazgeç) şeklinde uyarıda bulunuyordu. Kitapta yazıldığı şekilde uyarıldığını biliyorum. Ertuğrul Özkök bu uyarılarını, davacı Aydın Doğan’ın talimatına istinaden yaptığı söylüyordu. Bu uzun süre sorun oldu. Ben de Hürriyet gazetesinde yazı yazmaktayım. Üç beş senelik süreçte, bir iki kez benim yazılarıma da Ertuğrul Özkök tarafından müdahaleler olmakla birlikte sorun çıkmadı. Bana müdahale edilen yazılar, hükümet ile ilgili olan yazılardı. Genel olarak bana sansür uygulanmadı ama, Emin Bey’e uygulandığı kanaatindeyim. Benim üslubum genel olarak meramını anlatmakla birlikte, yumuşak bir üsluptur. Emin Bey’in üslubu ise biraz daha sert mizaçtadır. Ben ve Emin Bey, yan yana oda arkadaşı idik. Zaman zaman da bir araya gelerek konuşurduk. Yazılarımızı yazdıktan sonra kontrol ederek gönderirdik. Ertesi gün çıkan yazıda makaslanma, yani bazı cümlelerin ve paragrafın çıktığı olurdu. Bu hususta benim yazılarım ile ilgili olmadı ancak, Emin Bey’in yazılarında makaslama diye tabir ettiğim husus meydana geldi. Benim yazıma müdahaleleri ben normal karşılamıştım. Bana müdahale edildiğinde benim yazılarımda kişisel haklara saldırı ve hakaretvari sözler bulunmuyordu’’

ZEREN ‘’İKTİDAR ELEŞTİRLMEZDİ’’
Çölaşan’ın diğer tanığı Hürriyet Gazetesi Ankara Bürosu eski muhabiri Kamuran Zeren de aynı dava kapsamında ifade verdi. Zeren ‘’Ben 1994 yılında Hürriyet Gazetesinin Ankara Bürosunda muhabir olarak çalışmaya başladım. O dönemden beri de Emin Bey ile tanışırım’’ dedi ve şöyle devam etti: ‘’Son 5-6 senedir gazetenin yayın politikasında ben de muhabir olarak bazı değişiklikler hissetmeye başladım. Sanki iktidarı fazla eleştirmemesi için bir algılama olmaya başladı. Ankara bürosundan İstanbul’a gönderilen haber ve yazılar geçildiğinde ekranda görülürdü ve biz yazarların yazıları ile haberlerini görebilirdik. Ertesi gün ise, çıkan yazıları tekrar olurduk. Emin Bey’in yazdığı yazıların bir kısmının yumuşatıldığını, bir kısmının da bazen çıkartıldığını görürdük. Bunlar genellikle hükümeti ve AKP iktidarının ileri gelenlerine yönelik olan yazı ve eleştirilerdi. Hatta bir gün Emin Bey Ankara’dan iki defa yazı geçti ve bunun sebebini sorduğumuzda, İstanbul’dan Ertuğrul Bey ‘den telefon geldiğini ve ilk yazının değiştirilmesini isteyerek, bunu patronun istemediği şeklinde beyanda bulunmuştu. Emin Bey’in üslubu biraz serttir. Bekir Bey’in yazıları konusunda da makaslama diye tabir edilen hususlara şahit olmadım, ancak hükümeti eleştirmeyecek şekilde yazı yazılması hususunda uyarıldığını duydum. Bu konu arkadaşlar ile aramızdaki konuşmalarda geçiyordu. Bekir Bey’den bizzat duymadım’’

‘’VİCDANIMIN SESİNİ DİNLEDİM ‘’
Bekir Coşkun ve Kamuran Zeren’in ifadeleri İstanbul’a gönderilecek ve Üsküdar Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından yürütülen dava kapsamında değerlendirilecek. Bekir Coşkun bugünkü ifadesini ardından Adliye’den ayrılırken GAZETEPORT’a ‘’ Vicdanımın sesini dinledim ve ifademi verdim. Elimi vicdanıma koydum’’ dedi. Bugünkü duruşmaya Çölaşan’ın avukatı Serhan Özdemir’in yanı sıra Aydın Doğan’ın avukatı Deniz Ketenci de katıldı. Ketenci, Bekir Coşkun ve Kamuran Zeren’in ifadesinde yer alan bazı ifadelere itiraz ettiğini belirterek ‘’ Aleyhte olan hususları kabul etmiyoruz’’ dedi. Ketenci’nin bu itirazı da tutanağa geçirildi.

netgazete

Bütün Hürriyet Çölaşan Oldu
22 Eylül 2008 08:38

Çölaşan kovuldu ama başta Özkök, bütün Hürriyet Gazetesi Çölaşan oldu. Mehmet Barlas'tan Doğan Grubu üzerine çok çarpıcı bir röportaj...

Yenişafak'tan Mehmet Gündem'in Mehmet Barlas'la yaptığı röportaj:

Aydın Doğan ile Başbakan Erdoğan arasında süren bir kavga var. Medya ile siyaset arasında geçmişte daha büyük kavgalar olmuş…

27 Mayıs'ı Akis dergisi okuyarak yaptık dediler. 12 Mart gökten mi indi. Kanunsuz Süleyman manşetleri çok atıldı. Darbeleri yapanlar gazeteleri okuyarak yaptılar.

Gazeteler darbe süreçlerinin içinde bilinçli mi yer alırlar, yoksa başka bir mekanizma tarafından kullanılır mı?

Bazen bilinçli yer alırlar, Talat Aydemir olayında büyük basın patronları yazarlar da vardı. 12 Mart'a dayanan Madanoğlu cuntasında gazeteciler yok muydu? 28 Şubat'ta ne olduğunu hepimiz biliyoruz…

Bugüne Doğan-Erdoğan kavgasına gelirsek…

Kavgalar hep var ama Türkiye değişiyor, aktörler değişiyor, aktörlerin nitelikleri değişiyor. Eski kavgalar İstanbul medyasıyla -ki İstanbul sermayesini temsil ediyorlar- Ankara siyaseti arasında kavgalar var. İstanbul sermayesi yerleşik sermaye, eskiden gayrimüslim sermaye vardı bunlar varlık vergisiyle tasfiye edildiler. Koçlar, Adanalı Sabancılar, İzmirli Eczacıbaşılar İstanbul sermayesi rolünü üstlendiler, Anadolulular İstanbullu oldu ve karşısındaki Ankara siyasetine tepki gösterdiler. Buradaki sorun her iki tarafın da birbirlerinin 'yeni' olduklarını kabul etmemesidir. Eski Ankara siyasetinde siyasetin bir ayağı devletti, öbür ayağı kent merkezli laikler. Şimdi AK Parti'yle birlikte yeni bir Ankara çıktı, eskisine benzemiyor.

Nedir bu yeni Ankara?

Daha Anadolu merkezli. Aktörleri çevreden gelmişler ve yeniler. Burada geleneksel olan eski Ankara. Çünkü değiştirmek istemediği ritüelleri, alışkanlıklar var.

Bugün kapatma davasından tutun da medyayla kavgalara kadar yeniyle eskinin hazımsızlığı söz konusu?

Bir tanesi bu. İstanbul sermayesi de yapı değiştirmeye çalışıyor, yabancı ortaklıklar dışa açılmalar var. Özal onları çok değiştirdi ama yine de AKP'ye göre eskiler. Hatırlıyorum Özal işadamları toplantısındaydı, Koç grubundan bir sözcü Özal'ı çok ağır eleştirdi. Özal kızdı, “ne biçim konuşuyorsunuz, babanız Vehbi Bey bir aktardı. Şimdi siz bana gelmişsiniz ikinci kuşak olarak Türkiye'nin aristokratları gibi davranıyorsunuz. Siz aristokratsınız biz de sefil halk mıyız? Hiçbirimizin kökünde aristokrasi, ayrıcalıklı sınıflar yok, hepimiz birlikte gelişiyoruz, büyüyoruz. Şimdi biz iktidarız siz de holdingsiniz, bu sizin gökten indiğinizi benim de yerin dibinden çıktığımı göstermez ki… Hepimiz eşitiz” dedi.

'YENİ'LİKLERİNİN FARKINA VARMALILAR

Bugün de bakış aynı mı?

Taraflara bakalım, bir tanesi Aydın Doğan. Doğan 1980'de Milliyet'i aldığında Koç'un bayii olan genç bir girişimciydi. 28 yılda bu noktaya geldi. Aydın Doğan da yeni, Koçların, Sabancıların arasında kendine zorla yer açtı, kabul ettirdi. Tayyip Erdoğan da kendine yeni yer açtı. Doğan da Erdoğan de yeni. İkisi de bu yeniliklerinin farkına varmalılar.

Bir yazınızda Doğan Grubu'nun içinde bulunduğu durumu Hürriyet'in içindeki yönetim sorunlarına bağladınız. Nedir o sorun?

Hürriyet grubu yazarı Emin Çölaşan'ı susturdu. Nedeni de Aydın Doğan'ın memleketi Kelkit'te bir olay. Çölaşan konuyu çarpıttı, Doğan da haksızlığı yakından gördüğü için işine son verdi.

Bu durum Hürriyet'in yönetiminde nasıl bir sorun oluşturdu ki…

Çölaşan sürekli aynı şeyleri yazarken Ertuğrul Özkök onu dengelemeye çalışırdı, liberal demokratları överdi, AKP'ye karşı insaflı olunması gerektiğini söyler, genel yayın müdürü olarak dengeyi korumaya çalışırdı. Çölaşan susturulunca okuyucudan reaksiyon geldi, otuz bin okuyucu terk etti. Özkök telaşa düştü, Emin Çölaşan'ın rolünü oynamaya başladı. Çölaşan kadar tutucu olduğu zaman o boşluğu dolduracağını düşündü. Ama o rolü o kadar benimsedi ki Oscar'a aday oldu.

Yani Hürriyet'te denge bozuldu…

Evet, bütün Hürriyet gazetesi Çölaşan oldu. Eskiden Çölaşan vardı ama Özkök de vardı. Özkök kendini kaybedince bütün gazete bir Emin Çölaşan sütununa döndü. Bunu her olayda gördük. Cumhurbaşkanı seçiminde, kapatma davasında… Aydın Doğan da bu rüzgârda hükümetle karşı karşıya geldi. Doğan'ın Ceyhan Rafinerisi, Hilton arazisi gibi konular dolayısıyla mutlaka rahatsızlıkları vardır, ama ben kendisiyle uzun yıllar çalıştım, Milliyet'te 7 yıl başyazarlık yaptım, bir kere olsun 'şunu şöyle yazalım' dediğini görmedim. 28 Şubat'ta yazarlarını korudu. Aydın Doğan'ın huzursuz olduğu kesin ama sadece o mu huzursuz, diğer sermaye sahipleri, AKP'li olmayanlar çok mu huzurlu.

ÖZ VARLIĞIMIZLA ALABİLİRDİK

Sabah Grubu'nun oluşumu sizde nasıl değerlendirildi?

Biz yazarlar olarak Çalık'ı sorguladık. Siz büyük bir grupsunuz, Sabah-Atv'yi iki kamu bankasından kredi almadan alamaz mıydınız dedik. Çalık; 'Vakıflar Bankası'yla kurulduğundan beri çalışıyorum, benim için kamu bankası değil. Sabah ve Atv'yi alırken kullandığım kredi 750 milyon dolardır. Bunu kendi öz varlıklarımızla da alabilirdik ama böyle bir imkan bulduk, ticari açıdan değerlendirdik' dedi.

Başbakan'ın damadının Ahmet Çalık'la beraber çalışması da karşı grupta sık sık gündeme getiriliyor.

Başbakan'ın damadı, Tayyip Erdoğan Başbakan olmadan da, hapisteyken de yine Çalık'ın yanında çalışıyormuş, yani Çalık grubuna sonradan girmiş değil…

Medya patronu olmak ve medyada kalıcılığı sağlamak çok zor… Çalık bunun farkında mı?

Farkında olduğunu sanıyorum. Bu noktaya geldiğinde göre akıllı bir adam, içinde bulunduğu durunun hesabını yapıyordur…

Fakat bu sektöre giren başka akıllı adamlar da vardı ama şimdi yoklar…

Orada galiba akılla ihtirası dengede tutmak lazım. Tabii burası piyangolar ülkesi, yarın ne olacağını kim bilebilir ki…

TARAFTAR DEĞİLİZ, TARAFIZ

Ergenekon, Hilton, Şaban Dişli ve Deniz Feneri haberleri medyada bir cepheleşme oluşturdu…

“Taraf olmak” ve “taraftar olmak” arasında fark var. AKP'nin seçimle iktidara gelip yönetimi ele almasına alkış tutuyorum. Bu demokrasinin zaferi diyorum. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olmasına alkış tutuyorum. Ne olursa olsun aman AKP'ye zarar gelmesin fikrinde değilim, aynı şekilde Ergenekon konusunda da böyle. Deniz Feneri davasında Alman yargısı kararını verdi. Keşke AKP iktidarı savcılara baskı yapsa, iddialar Türkiye'de de araştırılsa…

MEDYAYA KALSAYDI ERDOĞAN BİR HİÇTİ

Medya patronunun da içinde olduğu bir grup Ecevit'i indirip yerine Hüsamettin Özkan'ı düşünmüşler… Medya iktidar değiştirmek için plan yapar mı?

Amerika'yla yakın ilişkisi olan bir uzmanla 28 Şubat'ı konuşuyorduk; siz 28 Şubat'ı askerler yaptı zannediyorsunuz ama 28 Şubat Mesut Yılmaz ve Süleyman Demirel'in planladığı bir olaydır. Taşıyıcılığını da Batı Çalışma Grubu ve medya yaptı dedi.

Medya siyasete bizim tahayyül ettiğimiz oranda hükmedebiliyor mu?

Medya kimseyi iktidar yapamıyor. Eğer medyaya, büyük tirajlı gazetelere kalsaydı Tayip Erdoğan şu anda bir hiçti. Demirel hayatta başbakan olamazdı. Medya kimseyi iktidar yapamaz ama şartlar elverir, toplum da destek verirse iktidarı devirebilir… Bu tehlike her iktidar için geçerlidir, dengeler bir anda değişebilir.

Bu tartışmalar basın özgürlüğünü tehdit ediyor mu?

Basın özgürlüğü çok izafi bir kavram. Basın özgürlüğü her zaman tehlikede ve basın özgürlüğü her zaman da var. Şu anda basın özgür Türkiye'de.

Basının güvenilirliği zedeleniyor…

Hatırlarım 1950'lerin sonunda basın Menderes'le kavgaya girdi. O günlerde en büyük yatırım Seyhan Barajı'ydı. Menderes açılışa gitti, İstanbul gazeteleri Türkiye'nin en büyük yatırımını küçük haber olarak verdiler.

CEPHE GENİŞLETMEK HATADIR

Aydın Doğan, Başbakan'la kavgasında stratejik hata yaptı, karşı cepheyi genişletti, biat medyası değiliz dedi, yayınlarda da kendi dışındaki bütün medyayı hedef aldı..

Bunu Ekrem Dumanlı çok güzel yazdı; herkes yanlış da bir siz mi doğrusunuz dedi…

Kavgaya gireceksen insan daha 'akıllıca' davranmaz mı?

Aydın Doğan neticede bir Anadolu çocuğu, o da konuşmaya başladığı zaman duygularına hâkim olamıyor. Aydın Doğan böyle bir kavganın içinde olmak ister miydi, bence hayır. Başbakan da bu kavgayı böyle yapacağına bir sürü yardımcısı var, onlardan birisi üstlenseydi daha iyi olurdu…

Şık bir durum değil…

Başbakan'ın ikinci konuşmasından sonra Doğan Grubu yazarları; bu muydu, başka bir şey yok muydu dediler. Daha ne olsun. Aydın Doğan'ın da, Erdoğan'ın da çevrelerinde onları yanlış yola sürükleyenler ver.

Fehmi Koru; “Umarız önceki dönemlerde olduğu gibi sonu iki tarafın birbiriyle yanlışta anlaştıkları bir ateşkesle sona ermez” dedi. Kavga nereye gider?

Dramatik bir noktaya varmamalı. Türkiye'de Doğan basını varolmalı, AKP de seçildiği sürece varolmalı. Akılcı yolda bir uzlaşmayla sorun çözülmeli. Kimse imtiyazlı olmasın Erdoğan da basınla mesafeli bir ilişki içinde olsun.


Medyanın göreceğini bilseydim yapmazdım


Sizin Başbakan Erdoğan'ın yanağını okşamanız medya siyasetçi ilişkisinde nasıl bir fotoğraf verdi?

“Ben orada bir sorun görmüyorum. Bu bir vücut dilidir, Başbakan'a yukarıdan bakıp, takdir etme durumu değil. O gün ekonomi konusunda Özal'ı aşan bir konuşma yapmıştı, ben de beğendiğimi bu şekilde ifade etmiş, ne güzel hep böyle olsun demiştim. Medyanın yakalayacağını bilseydim yapmazdım. Ben Aydın Doğan'ın da yanağını okşadım…

Peki İsmet Paşa'nın gazetecilerin kulaklarını çekmesi ne anlama geliyor…

O mesleki bir durum değil, yaşlı ve tonton bir adamın sevecen tavrı… Takdir ya da azar değil.


Mafyaya biat eden var


Ertuğrul Özkök “biat medyası” diye bir kavram ortaya attı. 28 Şubat sürecini, brifingleri ve bugün AKP'nin icraatları karşısında medyayı gözönüne aldığınızda sizde neler çağrıştırıyor…

Biat Arapça kökenli olduğu için genellikle AKP'ye karşı kullanılıyor. Takiyye de öyle. Siz eğer AKP'nin kapatılmasını istiyorsanız ama aynı zamanda demokrasi kutsaldır diyorsanız takiyye yapıyorsunuz demektir. Türkiye'de orduya da biat eden, mafyaya da biat edenler var. Bazılarının Veli Küçük'ü var, bazılarının velinimeti var, bazılarının da Veli Göçer'i var. Herkesin bir velisi var. Biat etmek böyle bir şeydir bazıları karısına biat eder, bazısı bir generale rastlar, o general; ne biçim yazıyorsun bölücü müsün der, ertesi gün başka türlü yazmaya başlar. Bazısı Başbakan'dan fırça yer…

Bir yazar patronunun iş ve ilişkilerine rağmen gazetecilik yapabilir mi?

Yapabilir. Somut bir örnek; Dinç Bilgin banka aldı Necati Doğru Sabah'ta, basın patronunun banka sahibi olması yanlıştır diye yazdı. Dinç Bilgin banka almaktan vazgeçti. Fakat sonraki yıllarda o hatayı yaptı ve battı. Böyle örnekler çok ama bazen de anlaşamazsınız, çekip gidersiniz…

Ciner başına gelenleri hak etti mi?

Turgay Ciner'e çok büyük haksızlık yapıldı, Ciner'in elinden gazete alındı. Eğer o şekilde alınmasaydı bugün bu tartışmalar yaşanmazdı.

Nasıl bir gazete yapacaklar?

Onu hiç bilmiyorum. Ama başarılı olmalarını çok isterim, çok seslilik her zaman iyidir. Her şey bir patronda olunca hareket imkanı çalışanlar açısından da kısıtlanıyor.


Bilgin'i Doğan bitirdi


Medya patronları niye bu kadar hızla gelip gidiyorlar…

3-4 grubun dışında Türkiye'de bütün sermaye gidip geliyor. Türkiye'de başka sektörlerde de çok zengin ve itibarlı olduğu halde batan patronlar var.

Patronların genel hatası ne oldu?

Simaviler çekindikleri için kaçtılar, yani işin çapına hakim olamayacaklarını anladılar. Nadir Nadi vefat etti, gazeteci ailesi bitti. Onun dışında gelip gidenler önemli değildi ki. Önemli isimlerden birisi de Dinç Bilgin, onun da ihtirası aklını geçti. Aslında Dinç Bilgin'i Aydın Doğan bitirdi.

Medyayı ustaca kullanan siyasiler var mı bizde?

İktidarlarını ilk dönemlerinde iyi kullananlar var. Menderes, Özal, Demirel… Erdoğan da ilk dönemde medyayı çok iyi kullandı, ikince dönemde ilişkiler bozuluyor. İktidar yoruluyor ya da iktidardan istediklerini alamıyor patronlar…

Ne istiyorlar?

Gördük işte imtiyazlı olmak istiyor, sıradan vatandaş olmak istemiyor, ben basın patronuyum diyor.

Doğan Bedava Gazete Dağıtıyor
22 Eylül 2008 08:16

Erdoğan "boykot" çağrısı yaptı, Doğan Grubu tiraj erimesine karşı "bedava gazete" önlemini devreye soktu ama bu gizleniyor. İşte olayın şahidi...

Milliyet gazetesi, 9 günlük Ramazan Bayramı tatili süresince otellere ücretsiz gönderilecek. Başbakan'ın 'yalan haber veren gazeteleri evlerinize sokmayın' çağrısı sonrası Doğan Grubu'nun muhtemel tiraj düşüşünün önüne ücretsiz gazete dağıtarak geçeceği öne sürüldü.

Antalya'nın Manavgat ilçesi Sertkaya Hotel sahibi Harun Sertkaya, 19 Eylül'de Milliyet Gazetesi'nden Demet isimli bir bayanın kendisini arayarak bayram tatili süresince 20 ücretsiz gazete gönderme teklifinde bulunduğunu iddia etti.

Telefonda görüştüğü bayanın otelin adres ve telefonlarını YAY-SAT'ın Manavgat şubesinden aldığını söylediğini ifade eden Sertkaya, "Beni arayan bayan, 9 günlük tatil süresince en az 20 adet ücretsiz Milliyet gazetesi gönderme teklifinde bulundu. İlk önce otelde çalışan personel sayısını sordu. Ben de Ramazan dolayısıyla 8 kişi olduğunu söyledim. Bayan, 'Biz yine de 20 gazete gönderelim.' dedi. Ben de kabul ettim. Ayrıca 4 saat içinde 34 otelle bu şekilde anlaştıklarını ifade etti." diye konuştu. YAY-SAT Akdeniz Bölge Müdürü Bülent Gümüş, ücretsiz gazete kampanyasından haberinin olmadığını söyledi.

Dağıtılan gazetelerin hiçbir şekilde tiraja yansımayacağını iddia eden Gümüş
aktifhaber

Taha Kıvanç
Anan güzel mi?29 09 2008
Yeni Şafak

Osman Şerafettin Yardımedici adı size neyi hatırlatıyor?



Sultanahmet ve Kocatepe'deki kitap fuarlarına gittiğinizde İslâm'ın temel kitabı Kur'an-ı Kerim ile ilgili eserler arasında bu adla yazılmış olanları da görürsünüz. Şerafettin Yardımedici Hoca Ankara ve çevresinde yetiştirdiği yüzlerce hafız tarafından iyi bilinir.

Kendisi Türkiye'nin hiç unutulmaması gereken medya kurbanlarındandır.

1996 yılında, kendisine musallat edilen bir kadın yüzünden, şimdilerde adları değişik vesilelerle gündeme gelen iki televizyoncu tarafından tezgâha getirilmişti Hoca... İki hafta üst üste "Kadınları taciz eden büyü bozucu hoca" diye tanıtıldı televizyon ekranından ve bu durumu onuruna yediremediği için kendi eliyle hayatına kıyıverdi...

Düşünün, yıllar ve yıllarca, vaaz kürsüsünden "İntihar en büyük günahtır, müntehirin cenaze namazı kılınmaz" deyip durmuş bir Hocaefendi, kendi zaafı üzerinden inançlarına saldırıldığı için, intiharı çare olarak görebildi. Allah rahmetini esirgemesin.

Biz bunları da, öldüresiye yayınlarını da biliriz.

Dikkat ederseniz, haftalardır sürdürdükleri 'Deniz Feneri' eksenli yayınlarda istedikleri sonucu alamamanın şaşkınlığı içerisindeler. Onlara göre her şey âşikâr: Alman polisi Deniz Feneri binasını bastı, bir Alman mahkemesi de derdest edilen belgelerle yöneticilerini yargıladı ve mahkûm etti. Yalnız yargıladıklarını mahkûm etmekle kalmadı Alman mahkemesi, önüne sanık olarak getirilmediği ve yargılamadığı halde dört kişiyi daha 'suçlu' ilân etti.

Bizdekiler şunu beklediler: "Almanya'da verilen kararı halkımız da benimsesin ve Deniz Feneri'nin kapısına kilit, Almanların suçladığı kişilerin bileklerine de kelepçe vurulsun..." Pek öyle olmadı. Dün bir gazete, etekleri zil çalarak, "Yardımlar yüzde 60 azaldı" haberini veriyordu, ama orta vadede o kadar bile etkisi olmayabilir kopardıkları yaygaranın...

Sebebini buraya yazayım da okuyup öğrensinler: "Biz bu tür yayınları yapanları da, yaptıkları öldüresiye haberleri de biliyoruz çünkü..." İşi tadında bırakmıyor, illâ zora sokmak, mümkünse kan dökmek istiyorlar. İşi tadında bırakabilseler belki daha fazla et-kileyecekler insanlarımızı; ancak öldüresiye yürüttükleri kampanya, insanlarımıza 'Haçlı Seferi' buruk tadını veriyor...

70 yaşındaki bir din adamını başına kadın musallat edip rezillendirmeleri intihara yol açmıştı; şimdi de yapmak istedikleri bundan farklı değil. Hedef seçtikleri bir-iki kişiyi her gün manşetlerinden düşürmeyerek ele güne rezil etme gayretindeler.

Onlar gayretlerine devam ettikçe, el-gün, ne yapmak istediklerini fark edip tuzaklarına düşmüyor.

"Şaban Dişli" diyorlar... Şaban Bey uzun yıllar Aydın Doğan'ın yurtdışındaki bankasının genel müdürlüğünü yapmıştı. Ak Parti içerisinde Doğan Grubu'na en yakın kişi odur. Arşive girin, Doğan'ın düzenlediği hemen bütün etkinliklerde iktidar partisini Şaban Dişli'nin temsil ettiğini görürsünüz...

Bunu bilmiyoruz sanıp 'Dişlemek' diye bir tabire dönüştürdüler Şaban Dişli'nin adını.

Dengir Fırat için yaptıkları da aynı şey. New York'taki otel odamdan izlediğim Kemal Kılıçdaroğlu ile Dengir Fırat atışmasında Ak Partili'nin yenildiğini ilân eden yine onlar... Kazanan tarafı ilân etme hakkını ellerinde tutuyorlar ya, bu defa Tayyip Erdoğan'la Deniz Baykal'ı da arenaya sürmek istiyorlar...

Neymiş, medya yoluyla yolsuzlukları sorguluyorlarmış... Helâl olsun.

Bizde böyle fazla akıllılara, "Anan güzel mi?" diye sorulur.

Bir belediye başkanı "Bizim yamyamları doyuramıyorum" diyor, zapta alınan konuşmasında milyarlık rüşvetler adlı adınca sayıldığı halde, başkan CHP'li olduğu için, itirafları duymazdan-işitmezden geliniyor; buna karşılık Dengir Fırat'ın siyasete atıldığı gün bağını kopardığı şirket bahane edilerek bütün bir siyasî kadro yıpratılmak isteniyor.

Biz bunları da, öldürücü yayınlarını da çok iyi biliyoruz.

"Biz" dememe bakmayın, geçmişi çabucak unutanlar, Şerafettin Yardımedici'ye tuzak kurup ölümüne sebep olanların adaletli davranabileceğini düşünenler de çıkabiliyor içimizden... Onların yeniden yaşattıkları benzer olaylar yüzünden bizlerin geçmişi sürekli hatırlatmamız gerekiyor.

Olan gazeteciliğe oluyor. Bir siyasi kadronun emrine veriyorlar gazeteciler kendilerini, onların tezgâhlarının bir parçası haline dönüşüyorlar ve konuyu bütün boyutlarıyla araştırarak sonuca varacak yerde tarafları tokuşturarak karşı tarafı rezil etmeye bakıyorlar.

Kendilerine yazık oluyor.

Ama biz bunları da, yok etmeden doyuma ulaşmayan iştahlarını da çok iyi bili-yoruz.

Hiç değilse bazılarımız biliyor.

Taha Kıvanç/ Yeni Şafak
tahakivanc@hotmail.com
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Ekm 23, 2008 10:36 pm    Mesaj konusu: Ergenekoncu genç oglan dön de arkana bak Alıntıyla Cevap Gönder

Bana 'Sen Pis Bir Faşistsin' Dedi
24 Ekim 2008 11:50
Ergenekon tutuklusu Zekeriya Öztürk'le evlenen Güler Kömürcü, Akşam Gazetesi'nden işten atılması konusunda ilginç açıklamalar yaptı.

Güler Kömürcü ilk kez açıkladı. Bakın ona hangi yayın yönetmeni "Sen pis bir faşistsin" demiş?

Gazeteci Güler Kömürcü Akşam Gazetesi'nden niye atıldığını açıkladı. Gazetenin yayın yönetmeni Serdar Turgut'un kendisine "sen pis bir faşistsin!" dediğini söyledi.

32. Gün Programı'nda Mehmet Ali Birand'ın konukları Ergenekon Davası sanıklarının yakınlarıydı. Kendi de sanık olan Güler Kömürcü, programa tutuklu sanık Zekeriya Öztürk'ün eşi olma sıfatıyla katılmıştı.

SUÇ UNSURU BULUNMADI

Söz sırası kendine geldiğinde heyecanı ve siniri konuşmasına yansıyordu.

"Evimden alınan her şey 3 ay sonra suç unsuru bulunmadığı için bana iade edildi. Beni tamamen telefon görüşmelerin nedeniyle suçluyorlar. Hukuk bir sınav verecek? Telefonla konuşmak ne kadar yasal göreceğiz" dedi.

SEN PİS BİR FAŞİSTSİN

Akşam Gazetesi'nden neden çıkarıldığını ise şöyle anlattı:

"Zekeriya Öztürk'le evlenme kararı aldığımda bunu Serdar Turgut'a söyledim. O da 'Nasıl yani? Ergenekon'dan hapse düşmüş bir adamla mı?' diye sordu. Ben de Hürriyet Gazetesi'nin yıllarca eşi hapiste olan bayan gazetecisine sahip çıktığını hatırlattım. Serdar Turgut bana 'Ona tabii ki sahip çıkarlar. O solcuydu. Sen pis bir ülkücü, pis bir faşistsin!' dedi. Ben yurtseverim ve kendimle gurur duyuyorum."

SAVCILIĞA DAVA AÇTIM

Bu konuşmayı ilk kez açıkladığını söyleyen Kömürcü özel konuşmalarının yayınlanmasıyla ilgili de çok dertliydi: " Savcı bizim özel konuşmalarımızı yayınlanarak magazin malzemesi yaptı. Ama 12-13 gazeteye ve savcılığa dava açtım"

Uğur Dündar'ın Soramadığı Soru
29 Ekim 2008 08:51Tuncay Özkan'ın aleyhine yazıp yazıp aniden çok samimi olduğu derin isim ve Uğur Dündar'ın Mehmet Eymür'e soramadığı o soru.

Aykut Işıklar/Bugün

Anlat anlat severim masalı

Önceki akşam, eski MİT Kontrgerilla Daire Başkanı Mehmet Eymür, hem Star TV Ana Haberleri'nde hem de Arena programında idi. Bir zamanların efsane MİT 'cisi yeraltı dünyasını en iyi bilen kişidir. Kim nasıl zengin olmuş, kim nerede-nasıl ölmüş, kim nasıl sıyrılmış, korunmuş kitabını yazacak tek kişi...

Bütün Mafya babalarını (bence) en iyi tanıyan kişidir. Susurluk ve Ergenekon ile ilgili düşüncelerini üstü kapalı geçti, Deniz Feneri olayı ile şüphelerini dile getirdi. Pek çok eski devlet memurunun ismi geçti. Pardon Başbakan bile bir iki cümlede anıldı. Hep Uğur Dündar'dan şu soruyu sormasını bekledim.

'Sayın Mehmet Eymür siz son yıllarda hangi patronun en üst düzeyde yöneticisi olarak çalışıyorsunuz? Veya kimin otelinde patron temsilcisi olarak bulunuyorsunuz?'

Ama gelmedi böyle bir soru. Niye acaba? Dündar, Deniz Feneri ve Başbakan hakkında ilginç bir cümle kaparım hesabı yaparken kelimeleri o kadar güzel seçiyor ve laf almaya çalışıyordu ki...

Belki de bu arada Eymür'ün bir zamanlar Casino'lar Kralı olan Sudi Özkan'ın en önemli kişisi olduğunu soramadı. Eymür, Türel'in Türkiye deki otellerini yönetiyor. O günlerde iki büyük Casino grubu vardı. Birinin patronu Ömer Topal, diğerinin ise Sudi Özkan idiÖ Topal öldürüldü, Özkan ise tam zamanında yurt dışına kaçtı. Yıllardır yurt dışında yaşıyor. Ne hikmetse Tuncay Özkan'ın hep bir numaralı hedefi olmştu..

Aylarca yazdı- çizdi. Sonra bir gün ekranda ne göreyim... Tuncay Özkan ile Sudi Özkan çok şık bir limanda karşı karşıya konuşuyorlar. Abi-kardeş gibi. Etliye sütlüye dokunmayan bir röportajdan sonra Özkanlar'ın aralarından su sızmadı. Ya Sudi Özkan'ı iyi tanıyıp, yazdıklarını hak etmediğini anladı, ya da gereksiz tartışmaya son vermeyi daha uygun buldu. Ama günlerce ekranlardan 'Bilet paramı kendim aldım, davetli gitmedim' diye anons ederek.

Emekli paşaların holdinglerde, bankalarda yönetim kurlu üyesi olmasını ve iş bitirmesini çok eleştirdik. Peki bir emekli MİT müdürünün, Casino patronunun müdürü olmasına ne diyorsunuz? Yorumu size bırakıyorum. Ve hemen bir başka gazeteci Güler Kömürcü'ye dönüyorum. Neden eksik veya yanlış konuşuyor? Güler'in bu saatten sonra kimseden korkacağını sanmıyorum.

32. Gün programında Mehmet Ali Birand'ın sorularını yanıtlarken konu bir ara Akşam'ın Genel Yayın Müdürü Serdar Turgut'a geldi.. Güler, 'Bir arkadaşımızın eşi de cezaevinde idi. Ama çalıştığı Hürriyet Gazetesi bu konu ile ilgili en küçük baskı yapmadı' dedi. (Turgut daha sonra 'Onun eşi solcu idi. Sen ise pis faşistsin' demiş). Ertesi gün aranıp durdum. Bir arkadaş çıkar da bu teknik yanlışı düzeltir diye...

O gazeteci halen NTV grubunda genel müdür yardımcısı olan Neyyire Özkan'dır. Eşi gerçekten efsane solcudur. Kimi için olumlu, kimi için çok kötü efsane... Bin yıl hapis ile yargılanarak rekor kırmıştı. Hakkında o kadar çok iddia vardır ki, neden kitap olmadı bunlar şaşarım. Ve Neyyire Özkan, Güler'in dediği gibi yıllarca cezaevindeki eşine temiz çamaşır götürdü.

Çocuğunu büyüttü ve gazetecilikte en üst noktaya sadece ve sadece çalışarak geldi. Ama ona bu fırsatı tanıyan Hürriyet değil, Sabah Gazetesi'nin patronu Dinç Bilgin'dir. Neyyire Özkan Hürriyet'e geçtiği zaman eşi zaten vefat etmişti. Daha önemlisi gazetelerin ilaveleri hakkında en birinci otorite olmuştu. Özür dilerim yerim bitti. Yoksa iş yerlerinde masada oturarak çalışan...

Motosiklet ve kask kullanmayan, sesi tenor değil karga gibi olan ama... evine ekmek parası götürmek için çalışan kızlara 'dediklerimi yapmazsan seni işten atarım' diyen manyakları anlatırdım. Birini Ankara polis yakalayıp, hücreye gönderdi ne değişti. Modern iş yerlerinde bile onlardan o kadar çok var ki...

24 Ekim 2008
Taha Kıvanç/Yenişafak

Sansürlen, boş at dolu tut

Hey Allah'ım, ne büyüksün; bu günleri de mi bana gösterecektin!

Son haberi herhalde almışsınızdır. Hürriyet'ten kovulan Emin Çölaşan'ın yazdığı kitapta ileri sürdüğü iddialara itirazı olan Aydın Doğan yargı yoluna başvurmuştu. Aydın Bey gazete yazarlarına sansür uyguladığı iddiasına itiraz ediyor. Emin Çölaşan da tanık da göstererek Türkiye'nin en büyük medya patronunun kendisini sansürlediğini ispata çalışıyor.

Bir ara konuyla ilgili eski yazılarımı kanıt olarak mahkemeye sunacağını işitmiştim. Şimdilik Bekir Coşkun'la idare edeceği anlaşılıyor. Halen Hürriyet'te yazan Bekir Coşkun Ankara'da yargıca ifade vermiş. “Evet” demiş Hürriyet yazarı, “Hürriyet'te sansür uygulanıyor.”

Dediği şu: “Zaman zaman Ertuğrul Özkök, Emin Bey'e 'İktidarı eleştiriyorsun, takıntı halinde devamlı iktidarı eleştiriyorsun, eleştiriler çok sert, bazen hakaretvari yazılar var, bundan vazgeç' şeklinde uyarıda bulunuyordu. Kitapta yazıldığı şekilde uyarıldığını biliyorum. Ertuğrul Özkök bu uyarılarını davacı Aydın Doğan'ın talimatına istinaden yaptığını söylüyordu. (..) Ben de Hürriyet gazetesinde yazı yazmaktayım. Üç beş senelik süreçte, bir iki kez benim yazılarıma da Ertuğrul Özkök tarafından müdahaleler olmakla birlikte sorun çıkmadı. Bana müdahale edilen yazılar, hükümet ile ilgili olan yazılardı.”

Kovulduğu için patronu aleyhine yazıp konuşan birinin tanıklığı neyse, ama Bekir Coşkun Hürriyet'te halen yazıyor ve çok okunduğu için de itibar görüyor. Onun “Bizim grupta sansür var” demesinin ağırlığı başka.

Konunun beni ilgilendiren tarafı şu: Uzun yıllar önce, benim çok değerli bir dostum olan Hürriyet'in bir başka yazarı merhum Yavuz Gökmen'e demediğini bırakmazdı Emin Çölaşan; vefatından kısa süre önce de, “Yazıları patron tarafından sansürleniyor, bir tek kelimesinin bile sansürlenmesine razı olan yazar şerefsizdir” diye yazıp dururdu.

Şimdi kendisine o zamanlar bile 'sansür' uygulandığını mahkeme önünde ispat edebilmek için belge topluyor, yakın dostlarını tanık olarak kullanıyor.

Düşmez kalkmaz bir Allah, gerçekten...

İyi de, Bekir Coşkun'un “Bizim gazetede patron hepimizi sansürlüyor, beni bile” demesinden sonra Doğan Medya Grubu'nun yazarları ne yapacaklar? Bekir Coşkun sözgelimi? Kendilerine 'sansür' uygulandığı mahkeme tutanaklarına geçmiş gazetelerde yazarlık yapmaları kendilerini hiç mi rahatsız etmeyecek? Her yazısından sonra, Bekir Coşkun'a dönüp, “Bu yazına da sansür uygulandı mı Bekir Bey?” diye sorsak haksız olur muyuz? Mehmet Y. Yılmaz'a, Yalçın Doğan'a ve diğerlerine...

Yalçın Doğan'ın dünkü yazısının altına eklediği notu okurken beni bir gülme tuttu, görmeliydiniz... Hükümetin önemli bir bakanını hedefe koymuş, iddianın asıl sahibi olan CHP milletvekilini bile sollayarak şunu yazıyor: “Böyle durumlarda insanlar görevlerinden istifa ediyor. 'Ahlaki olmaz' diyerek, istifa ediyor. Beşir Bey klasını konuşturup, istifa eder mi? Sanmıyorum, ama başı çok ağrıyacak, o belli.”

Peki bir yazar ne zaman istifa eder? Aynı gazeteden iki yazarın, mahkemeye çıkıp yemin altında “Bizim gazetede patron sansür uyguluyor” demeleri yeterince bir istifa sebebi sayılmaz mı? “Bana olmadı” demesi bir anlam taşımıyor, çünkü o zaman ya kendisinin müdahale edilecek kadar önemli sayılmadığını, ya da yazdıklarının 'oto-sansür' sonucu olduğunu kabul etmemiz gerekebilir.

Yazarların da istifa etmesini gerektirecek bir dönüm noktası mutlaka vardır.

Bir ay kadar önce “New York'ta bizimkiler kuleye çarptı” diye bir yazıyla çıktı okur karşısına Yalçın Doğan. İşlediği konu Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne geçici üye olarak seçilme arzusuydu. O sırada ben de New York'taydım ve yazıyı okuyunca gülmüş, Türkiye arzusunu gerçeğe döndürdüğünde ele almak üzere bir kenara iliştirmiştim.

O yazıda, İzlanda ve Avusturya karşısında Türkiye'nin şanssız olduğunu dillendiriyor ve bunu BM'deki büyükelçi Baki İlkin'in seçimden kısa süre önce emekli olmasına bağlıyordu. “Büyükelçimiz yok, lobi çalışması boşuna, seçilemeyeceğiz” keskinliğinde bir yazıydı.

Oysa Büyükelçi İlkin'i devrede tutacak formül çoktan bulunmuş, geçici de olsa Cumhurbaşkanı Başdanışmanı sıfatı kendisine verilerek çalışmalarını sürdürmesi sağlanmıştı. Türkiye 191 ülkeden 151'inin oyunu alarak Güvenlik Konseyi'ne seçildi.

Bunu öngöremeyen bir yazıya imza atan yazar “Benden bu kadar” deyip istifayı düşünmezse, kim düşünür Allah aşkına?

Sansürleniyor, ses yok! İddialı yazısı fos çıkıyor, yine ses yok!

Aydın Bey kendine uygun bir yazar kadrosu kurmuş; kovulmadıkça gıkları çıkmıyor.


23 Ekim 2008
Şamil Tayyar/Star

Ergenekoncu genç oğlan dön de arkana bak

Bir süredir Ergenekon’un karşımıza çıkardığı bir genç oğlan var. Milliyet’te gazeteciliğe başladığımda sanıyorum o anaokulundaydı. Muhabir olarak Sabah’ta en parlak günlerimi yaşarken, o, muhtemeldir güzellik salonunda vanilyalı prezervatif uzmanı genel yayın yönetmeninin kendini keşfetmesini bekliyordu!

Ağda yaptırırken mi, prezervatif seçerken mi, ‘Double Jameson on the rocks - duble Jameson buzlu’ diyerek garsonla ‘çak’ yaptıkları sırada mı yoksa cinsel tercihi nedeniyle sağlık raporu alarak askerlikten kaçtığı dönemde mi tanıştılar, bilemem.

Allah sahibine bağışlasın. Perihan Mağden’in öğüdünü tutup ‘komando minderi’ yapsalar belki daha iyi olurdu ama yazar yaptıklarına göre bir bildikleri vardır. Hep öyle düşündüm, aradan geçen zaman yanılttı beni.

Sevgili Mağden sen haklı çıktın.

Güzelim, okuyacaksın

Efendim, bizim gazetecilik geçmişimizi bilmiyormuş!

17 yılı Milliyet ve Sabah’ta geçen24 yıllık meslek hayatımdan haberdar değilsen, bana değil ömrünü geçirdiğin güzellik salonlarının patronlarına kız. Seni keşfeden genel yayın yönetmenine tepki göster, de ki, ‘Canım, bana prezervatif kokularını değil gazeteciliği öğret...’

‘Sen öğret’ diyorsan, kusura bakma, adam olmayacaklarla boşuna vakit geçirmem. Çünkü, gazetecilik ciddi bir iştir.

Efendim, star künyesi yeteneksizlerle doluymuş, asli işleri gazetecilik değilmiş, isimlerini kimse bilmiyormuş!

Mustafa Karaalioğlu’nu, Prof. Dr. Mehmet Altan’ı, Prof. Dr. Eser Karakaş’ı, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ı, Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’u, Aziz Üstel’i, Ahmet Kekeç’i ve nice yetişmiş diğer kalemleri tanımıyorsan, sana ben ne yapabilirim.

Çok istiyorsan, tavsiyede bulunabilirim. Biraz sıkıcı olacak ama güzelim, okuyacaksın. ‘Prezervatif arkadaşlığı’ seni bir yere kadar taşıyabilir, ötesi yok. Gördün mü? Tıkanıp kaldın, son umut Ergenekon’dan çıkış arıyorsun. Ama arkana bakmadan...

Grupta maaş isyanı

Efendim, star’ın patronları ve yöneticileri işi bilmediği için çöküşteymiş, batıyormuş!

Sordum arkadaşlara. Maaşını almayan var mı? Yok. Gazetecilik yaptığı halde Basın Kanunu’na tabi olmadan çalışan var mı? Yok. Yemek servisleri aksıyor mu? Yok. İzinlerde bir sorun var mı? Yok.

Peki bu genç oğlanın çalıştığı Akşam Gazetesi’nde durum nedir?

Ayın 23’ü olduğu halde maaşlarını henüz alamadılar. 120 YTL’lik yol paraları bile hala ödenmiş değil. Gazete yönetimi toplantı üstüne toplantı yapıyor, 120 kişinin işten çıkarılacağı konuşuluyor.

Sadece Akşam mı? Show TV, Sky Türk, Tercüman, Güneş...

Grupta bıçak kemiğe dayanmış durumda. Personel isyan ediyor. Güneş Gazetesi’nin Spor Yazarı Halis Güler, dünkü köşesinde adeta isyan etti: ‘Bugün ayın kaçı? 22’si. Dün itibariyle cebinizde sadece 10 kuruş varsa ne yaparsınız! Türkiye’nin en büyük gazetelerinden birinde çalışacaksınız, ama sefilden daha sefil duruma düşürüleceksiniz.’

Belki de ilk kez bir yazar, patrona isyanını köşesinden duyurmak zorunda kaldı.

Akşam’ın Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut ve ekürisi Oray Eğin ne yapıyor? ‘Georgetown’da Nathan’s bara girip kendime ‘Double Jameson on the rocks’ söyledim’ diyerek, cebinde 10 lirası olmayan yazarlara inat edercesine tatil izlenimlerini yazmakla meşgul.

Bu duruma aynı grubun çalışanları bile kayıtsız kalamadı. Tercüman Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Büyükçelebi, Serdar Turgut ve ekibini Akşam’ı yönetememekle suçladı. Turgut da Büyükçelebi’ye aynı sertlikle karşılık verdi.

Çukurova grubunda bir curcunadır, gidiyor. Medya grubun başı sonu belli değil. ‘Çöküş’ sözcüğünü kullanacaksak tam da yeri.

Karamehmet zorda

Yöneticiler kavga ededursun, personel isyanını sürdüredursun Çukurova Grubu ise günden güne eriyor. Kötü yönetim ve patron basiretsizliği, grubu çöküşün eşiğine getirdi.

Önce Türkiye’nin en büyük GSM operatörü olan Turkcell’in yaklaşık yarısını kaybettiler. Yapı Kredi Bankası ve Pamukbank elden uçuverdi. SHOW TV’nin yüzde 17’si TMSF’ye geçti.

Ve TMSF’ye ayrıca 400 milyon dolar borç var.

Sıkışmış vaziyetteler, borçlarını ödemekte zorlanıyorlar. TMSF alacağına karşılık teminat istiyor, grup şirketlerinin neredeyse tamamı başka alacaklılara teminat verilmiş. TMSF, ‘Kusura bakmayın ben 2.,3. alacaklı olmam’ diyor.

Belki el konacak, medya şirketleri 400 milyon dolar etmiyor.

Çukurova’nın patronu Mehmet Karamehmet, dost çevresinde dert yakınıyor: ‘Sadece şu iki bankadan 7 milyar dolar kaybettim...’

Akşam kararıyor

Peki, Akşam Gazetesi ne halde? Hani, bu genç oğlanın çalıştığı ve iyi yönetildiğini iddia ettiği, işin ehli gazetecilerin çalıştığı ve yandaş olmayan bu medya organından söz ediyoruz.

Efendim, star’ın boyu ne uzuyor ne kısalıyormuş ya...

Akşam’ın tirajı 179 bin. Bunun 78 bini de İddia bayilerinde ücretsiz olarak dağıtılıyor. Yani tirajı 100 bin civarında. El altından alımları ise hesaba katmıyoruz. Bir taraftan da reklam veren kuruluşlara illüzyon gösterisi yapılıyor.

Bir de yandaş medya nakaratı var. Başbakan istedi diye medya patronluğu yapılmazmış!

Evet, haklısın. Haklısın da önce şu hesabı ver bakalım. 2002 yılında Pamukbank’ı kurtarmak için Mesut Yılmaz’ın talimatıyla Reha Muhtar’ı görevden alıp yerine Tuncay Özkan’ı getiren, bu transfer için cepten 3 milyon dolar ve ayda 64 bin dolar ödeyen Karamehmet değil mi?

Yani Akşam’ın patronu... Yani bu genç oğlanın çalıştığı gazetenin sahibi...

Yoğun bar temposundan vakit bulamamış olabilirsin, söyleyeyim, Reha Muhtar’ın 21 Şubat 2007 tarihli köşesini oku, orada bu konuda hayli ayrıntı var. Bu iyiliğimi de unutma, akıl hocan bunları anlatmaz sana.

Genç oğlan, dön de arkana bak şimdi. Hangi gazete kötü yönetiliyor, hangi gazete çöküşün eşiğinde, kim daha kötü yönetici?

Lafın sonuna gelmişken bir de Ergenekon’dan küçük ricam var: Ne olur, karşıma daha aklı başında, ciddi bir adam çıkarın. Ya da kendi arkasına bakmadan, sırf Ergenekon’un üzerine gidiyor diye star’a kara çalmaya çalışan bu cahile iyi taktik verin.

Unutmayın ha...

AKŞAM'DA NELER OLUYOR?

24 Ekim 2008 13:19
Ekonomik kriz, Akşam Gazetesi’ni de vurdu. Gazetede birçok muhabir ve çalışanının işine son verildi. Bu işten çıkarmalarla birlikte, Akşam yazarları Halit Kakınç ve Ali Saydam’a da ücretsiz yazmaları teklif edildi.

Ekonomik kriz, Akşam Gazetesi’ni de vurdu. Gazetede birçok muhabir ve çalışanının işine son verildi. Bu işten çıkarmalarla birlikte, Akşam yazarları Halit Kakınç ve Ali Saydam’a da ücretsiz yazmaları teklif edildi.


Eğer Halit Kakınç, bu teklifi kabul etmezse, Kakınç’ın 3. sayfadaki yerinde bir diğer Akşam yazarı Serdar Akinan’ın yazması düşünülüyor.


Hatırlanacağı gibi Halit Kakınç, geçtiğimiz Ağustos ayında Akşam'la anlaşmıştı.


Sedat Sertoğlu'nun işine son verilirken, dergiler için Akşam grubuna alınan Mansur Forutan ile de yolların ayrılacağı konuşuluyor.


Bir başka gelişme ise yazarlardan Sevim Gözay'ın da Akşam gazetesinden gideceği yönünde.


İnternet sitelerinde ayrılacağı yönünde haberler çıkan Yazı İşleri Müdürü Mehmet Kenan Kaya'nın gideceği doğru değil.


Akşam'ın sürprizi ise, eğer Oray Eğin kabul ederse, 6. sayfada 'Fehmi Koru' takma ismiyle köşe yazması istenecek.

odatv.com

Anka Ajansı (Basen ve Kalem)
Fatma Sibel Yüksek


ANKA Ajansı 36 yıllık bir kuruluş. İnternet sayfasına şimdiye kadar “yetiştirdiği ünlü gazetecilerin” fotoğrafını koyarak, basında ne kadar “saygın” bir yerinin olduğunu göstermeye çalışmış..

ANKA’nın bir “okul” olduğu söylenir; doğrudur…Ben de 1996-1998 yılları arasında burada Başbakanlık muhabiri olarak gece-gündüz mesai yaptım. O dönemin Ankara haber müdürleri Timur ve Attila’dan sık sık didişsek de meslek adına pek çok şey öğrendim.

Ergenekon duruşmasını daimi olarak izlemelerine izin verilen 6 ajans arasında ANKA’nın adını görünce içim rahatladı. Salondaki gelişmelerin ANKA vasıtasıyla kamuoyuna doğru ve objektif biçimde yansıtılacağını düşündüm…

Ve tabii yanıldım…

Dakka bir, gol bir…

Ergenekon duruşmalarının 3. gününde ANKA Ajansı’ndan şöyle bir haber geçti:

“İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Köksal Şengün, Ergenekon davasında tutuklu olarak yargılanan Halil Behiç Gürcihan’a jest yaptı.

Sanık yakınlarının duruşma salonuna alınması sırasında Mahkeme Başkanı Şengün, “Halil Behiç oğlun burada görüyor musun? diye seslendi. Gürcihan da bunun üzerine ayağa kalkarak, izleyici sıralarında bulanan 18 yaşındaki oğlunu görme ve el sallama imkanı elde edince mahkemede duygulu anlar yaşandı.

Bazı sanık avukatları müvekkillerini cezaevinde ziyaret etmekte zorlandıklarını belirterek, duruşma öncesi sanıklarla yarım saat görüşme imkanı tanınmasını talep ettiler.”

Bu haber, gazetelerin internet sayfaları tarafından pek medyatik bulundu, “Mahkeme Başkanı’ndan duygulandıran jest” başlığıyla saatlerce manşetlerinde tuttular.

Şimdi siz bu haberden ne anladınız Allahaşkına?

Halil Behiç Gürcihan sanık mı, yoksa “oğlunu görmeye çalışan anne veya baba mı? (O da belli değil)


18 yaşında olan kim? Halil Behiç’in kendisi mi, oğlu mu?

Neresini düzelteceksiniz?

Haberden, "Halil Behiç Gürcihan adlı bir tutuklu yakınının 18 yaşındaki oğlunu görmek istediği, Hakim Köksal Şengün’ün de anlayış gösterdiği" anlaşılıyor.

İyi ama,

Halil Behiç Gürcihan “tutuklu yakını” değil, tutuklu sanık…18 yaşında oğlu falan yok…Kendisi de 36 yaşında…

Olayın aslı şu:

Duruşma salonunda boş yer kaldığını gören Behiç Gürcihan’ın annesi Nurten Gürcihan, mahkeme başkanlığına bir dilekçe vererek tutuklu yakınlarının iç salona alınmasını talep ediyor. Köksal Şengün de bu dilekçe önüne gelince, “Nurten Gürcihan, oğlunuzu görebiliyor musunuz?” diye soruyor, anne Gürcihan “Teşekkür ederim hakim bey, görüyorum” diyor. Behiç Gürcihan da annesine el sallıyor.

Olay bundan ibaret..

ANKA Ajansı adına duruşmaları izlemekle görevlendirilen Yasemin Güneri isimli kadın, ya “salondayım” diye ajansını kandırarak “başka salonlardan” haber geçiyor, ya da salonda olduğu halde topu topu 46 kişi olan sanıklardan kimin kim olduğunu, kimin tutuklu sanık, kimin tutuksuz sanık; kimin tutuklu yakını olduğunu birbirine karıştırıyor…

Olayın bundan sonrası daha komik…

Ankara’dan tanıdığım Zafer Gedik’i aradım. Zafer Gedik, Anka Ajansı’nın “haber yayın yönetmeni”…

Dedim ki;

“Haberiniz maddi hatalarla dolu. Behiç Gürcihan sanık yakını değil, tutuklu sanık. Ayrıca 18 yaşında değil 36 yaşında…18 yaşında bir oğlu da yok..Siz Ergenekon duruşmalarını böyle mi izleyeceksiniz?”

Beyefendi, bu kadar somut bir maddi hatayı kabul etmek istemedi. Ne dese beğenirsiniz?

“Ben, muhabirimin haberine güvenmek durumundayım”

Bana “muhabirine sahip çıkan yönetici” pozu kesmesin mi?

Dedim ki:

“İyi de… O senin muhabirinse, ben de Behiç Gürcihan’ın nişanlısıyım…Sence, nişanlımın 18 yaşında değil 36 yaşında olduğunu veya 18 yaşında bir oğlu olmadığını ‘muhabirin mi daha iyi bilebilir, yoksa ben mi?”

Baba bu kez, “muhabirini savunan haber yöneticisi” konumudan, “kurumunu savunan Ertuğrul Özkök” moduna geçti…

“Haberimizi geri çekmemiz söz konusu olamaz, istediğiniz hakkınızı kullanabilirsiniz. Bir açıklama yapın, yarın değerlendirelim”

Bak,.bak,bak…

Ben bu arkadaş Star’dan 5 parasız atılıp sağda solda ağladığında, TMSF yöneticileriyle kavga ediyordum, “Zafer Gedik’in tazminatlarını ödeyin” diye…

Şimdi bana “İstediğiniz yere başvurabilirsiniz hanımefendi” tavırları yapıyor..

İstediğim de sadece “falanca haberimizdeki bilgileri düzeltiyoruz” şeklinde yeni bir haber geçmeleri…

Ha, Zafer Efendi bunu yapsa ne olur, yapmasa ne olur?

Bana bir şey olmaz…

Sadece, 36 yaşında olduğunu zannettiğim nişanlımın 18 yaşında çıkmasıyla kendimi daha genç hissetmeye başlarım(!)

Ama Zafer Gedik’in yönettiği 36 yıllık ajans, aboneleri karşısında aynı latif durumlara düşmeyebilir..

Yani, “Bu ajans Ergenekon duruşmasını böyle mi izliyor kardeşim” falan demeye başlarlar..

Hoş olmaz.

Sonra, Zafer Gedik’in “9 yıl beraber çalıştım, müthiş bir yargı muhabiri” şeklinde (nedense?) çok cansiperane savunduğu kadının da sadece 6 ajansa izleme hakkı verilen “tarihi bir davayı”…

Hangi “salonda” izlediği,

Nasıl izlediği?

Ne yaparak izlediği,

İzleyip izlemediği…

Yoksa o sırada başka işler yapıyor olup da, basenden salladığı haberleri mi ajansına kakaladığı sorulur hâle gelir..

Bazılarının kalemi, bazılarının da baseni güçlü bu dünyada ne yaparsınız…

(Başbuğ’un Bakanlar Kurulu brifingine ilişkin bir yazı yazacaktım, bir ‘basen’e kurban gitti cânım yazı.. Yarın okursunuz artık)

Kaynak: Fatlma Sibel Yüksek-Açık İstihbarat

27 Eylül 2009
"Yazarlık Yolları Yataktan Geçti"

Serdar Akinan, kadın köşe yazarlarının iktidar sahibi erkekler sayesinde yazar olduğunu iddia etti, medyada yine ortalık karıştı. Kadın yazarlar iseHaberi Paylaş : Google Yahoo Facebook Digg Del.icio.us Reddit

Serdar Akinan, kadın köşe yazarlarının iktidar sahibi erkekler sayesinde yazar olduğunu iddia etti, medyada yine ortalık karıştı. Kadın yazarlar ise köşelerin kendilerine hediye edilmediğini savunuyorlar.

Kimileri bu ne cüret diye küplere bindi; kimileri de Akianan'ın 'rakı sofraları'nda konuşulanları köşesine taşıdığını belirtti. Kadın yazarlara göre kadınlara saldırmak kolay; köşeler ise onlara birer hediye değil.

Gazeteci Serdar Akinan'ın geçtiğimiz hafta kaleme aldığı yazı, medyayı karıştırdı. "Bugün medyada köşe tutan kadın yazarlarımızın kaçı şimdi, bir kısmı rahmetli olan, kudret sahibi yayın yönetmenlerinin yataklarından geçmemiştir." diyen Akinan, kimilerine göre yıllardır basın sektöründe kulaktan kulağa fısıldananları yazmıştı; kimilerine göre ise kadın yazarları itham ediyor, zan altında bırakıyordu. Akinan, yazısında isim vermemişti, genelleyici ifadeler kullanmıştı; ancak bu bile köşe yazarlarını kadın-erkek galeyana getirmeye yetti. Akinan daha sonra gelen tepkiler üzerine geri adım attı, yazısında kastetmediği kadın yazarlardan özür de diledi; ama söz bir kere yazıya dökülmüştü! Akinan'ın ifadeleri, Yeşilçam'da yönetmen-oyuncu ilişkilerindeki yakıştırmayı andırması açısından da dikkat çekiciydi...

Akinan, Can Dündar'ın bir kadınla görüntülenmesiyle başlayan tartışmanın ardından böyle bir yazı kaleme alsa da aslında bu konuda yazan ilk isim değil. Benzer bir iddiayı aylar önce Aykut Işıklar da ortaya atmıştı. Işıklar da erkek patronların zaaflarının kadınları vaktinden önce üst noktaya taşıdığını yazmıştı. Yıllardır medyanın içerisinde yer alan iki ismin dile getirdiği bu iddialara göre "yükselen kadınlara" şüpheyle mi bakmamız gerekiyordu?

Peki bu konuda kadın gazeteciler ne düşünüyor? Kadın yazarların bazıları itirazlarını yükseltiyor kimi de 'bilinen gerçeğin dile getirilmesinin nesi yanlış' diye soruyor.

Gizli sözleşme bozuldu!

Köşelerin birer hediye gibi sunulduğu fikrine en büyük itiraz köşe sahibi Mutlu Tönbekici'den geliyor. Ona göre herkes kadınlara karşı çok daha acımasız davranıyor. Tönbekici "Köşeler kimsenin babasının malı değil." diyor ve köşelerin kadınlara bir nişan yüzüğü gibi sunulabileceği düşüncesinin de gerçeği yansıtmadığına inanıyor. İddiaların tümevarımcı olmasına sinirlenen isimlerden biri de Nagehan Alçı. Fakat o Tönbekici kadar yazılanların gerçek dışı olmadığını da dile getirmekte bir sakınca görmüyor.

"Zira geçmişte de günümüzde de özel ilişkiler sayesinde medyada basamak çıkmak için çabalayan kadınların varlığını herkes biliyor." diyor. Alçı, insanları kızdıran şeyin, bilinen bu gerçeğin medyanın içinden bir isim tarafından seslendirilip gizli sözleşmenin bozulması olduğunu düşünüyor. Yani ona göre Akinan'ın bu yazısı, birilerini rahatsız etse de artık medyanın biraz da iğneyi kendine batırması için bir fırsat oluşturdu. Serdar Akinan'a en büyük destek Flash TV'den Yalçın Çakır'dan geldi. Çakır "okur ve izleyici bilmez ama bizler biliriz içimizde yaşananları" diyerek birçok vakanın varlığından söz ediyordu.

Erkeklerden ses yok

Diğer taraftan Pakize Suda, Mutlu Tönbekici, Nagehan Alçı, Sevim Gözay gibi kadın köşe yazarları konuyu köşelerine taşıdı. Fakat erkeklerden bir iki ismi saymazsak kayda değer bir ses çıkmadı. Akinan'ın itham ettiği erkek yöneticiler ya üzerlerine alınmadıklarından ya da durumdan rahatsız olmadıklarından konuya değinmek gereği dahi duymadı. Oysa Mutlu Tönbekici yazısında konuya esas alınması ve cevap vermesi gerekenin erkek yöneticiler olduğunu söylüyordu. O erkeklerdeki bu suskunluğun daha çok korkudan kaynaklandığını düşünüyor. Herkesin bir sabıkası olabileceğini söyleyen Tönbekici, kimsenin kimseye bulaşmamak tercihi bundan, diyor.

Nagehan Alçı'ya göre, medyada ilişkiler sayesinde yükselen yeteneksiz isimler bünyeden atılacak. Mutlu Tönbekici ise kadınların iş dünyasındaki yeri konusunda oturmamışlık olduğunu, bu yüzden de böyle kötü yakıştırmalar olabileceğini söylüyor. Ona göre bir kadın eğer aktüel, magazin yazıyorsa bu tür yakıştırmalara daha müsait bir hal alıyor.

Tartışma köşelere nasıl yansıdı?

Pakize Suda- Habertürk: "Evet, patronuyla, müdürüyle, mesai arkadaşıyla, ama âşık olduğu için, ama karşısındakinin konumundan yararlanmak için ilişkiye giren kadınlardan bizim sektörde de var."

Sevim Gözay-Akşam: "Kadın gazeteciler, yerli yersiz, imzalı imzasız, sinsi ve kalleşçe etiketlenir, dedikodu malzemesi yapılıp dururken hepsi dut yemiş bülbül gibi oturur bu beyzadeler. Ne zaman ki kendi başları yanar, iplikleri pazara çıkar, 'Masum değiliz hiçbirimiz' şarkısına başlarlar kol kola girip. En komiği de kimseyle bir ceviz kırdığı ortaya çıkmamışların, dudak dudağa pozları renkli baskıya girmemişlerin, videosu internete düşmemişlerin iştahla iştirak ettiği 'su samuru' itirafları... 'Hepimiz su samuruyuz' diye yazdı dün hatta Serdar Akinan... Üzgünüm ama tipik erkek egosundan daha güçlü bir tablo göremedim ben o yazıda."

Yalçın Çakır-Flash TV: "Akinan tamamen haksız mı? Bana göre Serdar Akinan derdini tam olarak anlatamadı. Zaten sonunda ironik bir dille hatta alay ederek özür diledi. "Bu camianın 'tertemiz' sicilini o yazıyla kirlettiğime inanmıyorum." Şimdi... "medyanın yetki-para-şan-şöhret sahibi bazı yöneticileri, bazı yazarları, bazı anchormenleri" deyince yarası olan üstüne alınsın. Hem de fazlasıyla alınsın. Yarası olmayanlar da durduk yere gocunmasın.

İsmail Küçükkaya-Akşam: "Akinan benim yüreğine hep inandığım bir arkadaşım, samimiyetine daima güvendiğim bir meslektaşım oldu. Ama dünkü yazısında özellikle kadın gazetecilere büyük, çok büyük bir haksızlık yapmış. Kimse kişisel deneyimlerini genellemelere taşıyarak aşırı yoruma malzeme yapmamalı."

Sevilay Yükselir-Sabah: "Bakalım her zaman elalemin bohçasını açmaya meraklı bu ahalinin bohçasından neler çıkacak? Çıkan kirlileri görüp, varsa eğer yıkansa da temizlenmeyecek, lekesi çıkmayacakları kaldırır atarız çöp tenekesine! Hiç olmazsa gelecek nesil gazetecilere böyle saçma sapan geleneği olan değil, adam gibi ritüelleri olan tertemiz bir sektör bırakırız..."

Kim, ne dedi?

Kötü yakıştırma her zaman kadınlar için

Mutlu Tönbekici - Vatan Gazetesi: Serdar yöneticilik de yapmış, aklı başında bir arkadaşımızdı. Niye durup dururken böyle bir şey yazdı anlamıyorum. Kadınlar özel ilişkileri sayesinde yükseliyor, derken erkeklerde durum ne? Maça, meyhaneye yöneticilerle gidip "ağabey" diye diye yöneticilerin çevresinde pervane olan erkekler de var. Bir erkeği bir yöneticiyle otelde görseniz en fazla ne diyebilirsiniz ama bir kadın için her zaman böyle kötü yakıştırmalar yapılabiliyor.

Erkek köşe yazarları da masum değil

Aykut Işıklar -Bugün Gazetesi: Dünyanın hiçbir yerinde bizde olduğu gibi ahbap-çavuş ilişkisiyle işler yürümüyor. Hepimiz neyin ne olduğunu biliyoruz. Kadınlar sadece bu işin bir parçası. Bu tür ilişkiler medyada geçmişte de vardı, hâlâ var. Erkek köşe yazarları da o köşeleri elde ederken en az kadınlar kadar masum değiller. Bugün genç kızlarımız Ayşe Arman gibi gazeteci olmak istiyorum, deyince kızıyoruz. Bunun suçlusu onun her yaptığını olay haline getiren medya.

Herkesi zan altında bırakmak etik değil

Nagehan Alçı - Akşam Gazetesi: Yöneticileriyle beraber olarak bir yerlere gelmiş kadınlar olduğunu bir tek ben değil, yazımda da bahsettiğim gibi herkes biliyor. Burada vurgu kadınların yöneticileriyle beraber olmasında değil, yöneticilerin genelde erkek olmasında. Maalesef medyada da gücün olduğu her yerde olduğu gibi o gücü istismar etme geleneği mevcut.

Güç de hep ve hâlâ erkeklerde. O nedenle zaman zaman güç sahibi erkekler bu güçlerini kadınları istismar etmek için kullanmaya teşebbüs ettiler. Ama medyada bir yerlere gelmiş biraz da eli yüzü düzgün tüm kadınları zan altında bırakmak etik değil. Bizim sektör hata kaldırmayan bir sektör.

Kendimizi bizi izleyen ya da okuyana her gün yeniden sunduğumuz bir sektör. O nedenle mesleki yetenekleriyle değil de başka yetenekleriyle bir yerlere gelenleri çok fazla o yerlerde barındırmıyor. Geçmişte belki başka türlü yükselmenin ömrü bir nebze daha uzun sürüyordu. Oysa şimdi medyanın çeşitlenmesi ve rekabetin artması ile yeterli değilseniz bünye sizi bir gün bile kabul etmiyor.


Zaman


En son Ekim tarafından Pzr Eyl 27, 2009 8:36 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 31, 2008 9:31 pm    Mesaj konusu: Ek$i ek$i saçmalıyor Alıntıyla Cevap Gönder

AHMET HAKAN'I FENA VURDULAR!

6 Kasım 2008 10:40
Vakit ile Ahmet Hakan arasındaki savaş büyüyor. Vakit, Hakan'a 'kahpe' dedi, Hakan ise ağzına geleni söyledi.
Vakit ile Ahmet Hakan arasındaki savaş giderek büyüyor. İlk olarak Vakit cephesindeyiz! Vakit, uzun zamandır peşinde olduğu mahkeme kararını Ahmet Hakan'a yayınlatmanın mutluluğunu yaşıyor. "Vakit dürst gazetedir" başlıklı tekzip yazısının yayınlayan Ahmet Hakan ise sinirden zehir küpü gibi!

Vakit ile Ahmet Hakan arasındaki kavga giderek büyüyor. Vakit, Ahmet Hakan'a mahkeme kararıyla bugün bir tekzip yayınlattı ve okuyucularına bu haberi "Kahpeyi, mahkeme çarptı" duyurdu. Haberin detayında ise yine Ahmet Hakan'a yönelik ağır suçlamalar yer aldı. İşte Vakit'in Ahmet Hakan'a yönelttiği o ağır sözler;

Ahmet Hakan pisikotik epizod!: Daha önce Vakit gazetesinin defalarca gönderdiği cevap hakkını yayınlamayan Ahmet Hakan Coşkun, bugünkü köşesinde, TC Bakırköy 2. Sulh Hukuk Mahkemesi'nin aldığı kararı yayınlamak zorunda kaldı.

Askere gitmemek için midesini kestiren birkaç ay sonra da trafik kazası nedeniyle dalağı kesilen Coşkun'un, Vakit'in tekzip yazısını yayınlamadan önce de, hakaret ve küfürlerine devam etti ve tıpta düşünce bozukluğu ve karakter değişimini ifade eden ‘psikotik epizod' bir hal sergilediği gözlerden kaçmadı.

Ahmet Hakan'dan aynı gün cevap!

Vakit'ten gönderilen mahkeme kararını bugünkü köşesinde yayınlayan Ahmet Hakan, boş durmadı ve "Vakit dürüst gazetedir" başlıklı tekzip yazısından önce Vakit'e, çok ağır sözler söyledi.

İşte Ahmet Hakan'ın o sözleri;

İstediğiniz kadar "tekzip" edin... İstediğiniz kadar "yalanlama" gönderin... İstediğiniz kadar mahkeme kararı getirin... İstediğiniz kadar üst mahkeme kararlarıyla olayı cilalayın...

Hiç fark etmez...

Sizin ahlaksızlıklarınızla mücadele edeceğim...

Hiç üşenmeden... Hiç yılmadan... Hiç çekinmeden... Hiç korkmadan...

Etkilediğiniz ya da etkiyebileceğiniz meczuplardan korkmuyorum...

Her gün manşetlerinizden atacağınız çamurlardan da çekinmiyorum...

Değil mi ki siz, İslam davasını savunmak adına, "çocuk tacizcisi"ni savunma pozisyonundasınız...

Elbette durmayacağım, yola devam edeceğim...

* * *

Dün bana gönderdiğiniz soruları da gördüm...

"Biz Vakit Gazetesi’nde, Vakit’i eleştiren yazıyı yayınladık... Hadi sen de sıkıysa şunu yaz, bunu yaz" diyorsunuz...

Size hiçbir şeyimi emanet etmeyeceğim gibi, cevaplarımı da emanet edemem... Çünkü siz, emanete hıyanet edenlerdensiniz...

Bu nedenle cevabımı işte buradan veriyorum:

Eğer Hürriyet Gazetesi’nde yazıp çizen biri, küçük bir kız çocuğunu taciz etse... Bu kişi daha sonra da tartışmalı bir raporla hapisten çıksa... En sonunda da ekranlara çıkıp Müslümanlık adına yaptığı onca çirkefliği aşağılık bir dille savunmaya kalksa...

Ve Hürriyet Gazetesi de "Bu tacizci bizim abimizdir" diye tavır koysa...

Ben böyle bir Hürriyet gazetesinde bir saniye bile durmam...

Tamam mı?

Hiç köylü kurnazlığı yapmaya kalkmayın...

Mütekabiliyet kurulacaksa, böyle kurulur...
haber10

Hasan KARAKAYA
Tepki kime, Üzmez’e mi, Vakit’e mi?
06 Kasım 2008
Vakit
O başlığı atmadan önce, "Yayın Kurulu"nda çok tartıştık... "Olayı en güzel yansıtan" başlık ne olmalıydı?.. Yayın Kurulu üyelerimizden bazıları, "Ergenekon avukatlığına soyunan CHP'liler, Silivri'den sonra gazetemizi de bastı" ifadesinin öne çıkarılmasını isterken, bir kısmı da "CHP'li eylemciler"in "CHP'li belediyelerin resmi plâkalı araçları" ile taşınmasına vurgu yapılarak, "Resmi araçlarla provokasyon" başlığının kullanılmasını teklif ettiler...

Bazı arkadaşlarımız ise; "CHP'li yaşlı kadınlar"ın derdinin "Baykal'ın dostu Hüseyin Üzmez" değil, doğrudan "Vakit" olduğunun ortaya çıktığını ifade ederek, "CHP'nin derdi Vakit" başlığının kullanılmasını istediler... Ancak, ortada bir "saldırı" vardı... CHP'liler, idare binamızın önüne sanki "gösteri" için değil, "saldırı" ve "arbede" için gelmişlerdi...
Öyle ya; hem "muhabirlerimizi" iteklemeye, hem de yazarımız Ali İhsan Karahasanoğlu'na saldırmaya cür'et etmişlerdi... O halde, bu durumu yansıtan bir başlık kullanmalıydık... Sonunda, "CHP'den şirretlik" başlığını uygun bulduk... Zira, 100-150 kadar "bindirilmiş tayfa"nın dün yaptığı, resmen ve alenen "şirretlik"ti!

HÜSEYİN ÜZMEZ’İ HİÇ SAVUNMADIK Kİ!

Evet, hem "şirretlik"ti, hem “çirkeflik”ti...
Çünkü yaptıkları eylem, bir "kınama" eylemini aşmış, açık ve net bir "saldırı"ya dönüşmüştü!..
Hem, niye "Vakit önünde eylem" yapıyorlardı ki?.. "Protesto" ettikleri Hüseyin Üzmez ise, niye onun evinin önüne gitmiyorlar da, bizim kapımıza geliyorlardı?..
Kaldı ki, bu gazete; Hüseyin Üzmez'in yaptığı iddia edilen "cinsel taciz"i de, tahliye edildikten sonra çıktığı "televizyon ekranları"nda yaptığı "konuşma"ları da "onaylamadığını" ve kesinlikle "tasvip etmediğini" deklâre etmiştir!..
Sadece bununla yetinmemiş, "Üzmez'in tutuklanışı"ndan bu yana geçen "6 aylık süre"de, Hüseyin Üzmez'e "tek bir yazı dahi" yazdırmamış, yazdırmayı da düşünmemektedir!..
Bütün bunlara rağmen, gerek "CHP'li provokatör"lerin, gerek "başkaları"nın; doğrudan Hüseyin Üzmez'i hedef almak yerine hâlâ Vakit'e saldırması; sadece ve sadece "kuyruk acılarının tatmini" olsa gerek!..
KANAL D SAPIĞINA GIKLARI ÇIKMADI
Küçük kız çocuklarına taciz "suç"tur ve "ahlâksızlık"tır da, "erkek çocukları"na tecavüz suç ve ahlâksızlık değil midir?.. Tecavüzle suçlanan kişi "Kanal D çalışanı" olunca "tepki gösterilmez" de; "Vakit'le yollarını ayıran" bir kişi olunca mı tepki gösterilir?..
Bir ayrıntı daha:
Biraz önce ifade ettiğimiz gibi; "kesinlikle tasvip etmediğimiz olay"dan bu yana, "Hüseyin Üzmez lehinde" bir tek satır çıkmadı bu gazetede...
Dahası; "6 aydır, bir tek yazısını da yayınlamadık!"
Peki, bizi "Üzmez aleyhinde haber yapmamak"la suçlayanlara sormak lâzım değil mi;
Hürriyet gazetesi, "Kanal D'nin sapık kameramanı" hakkında kaç haber yaptı acaba?..
Bilebildiğim kadarıyla, "3. sayfadan üç-beş satırla tutuklandığını" yazdılar, o kadar!..
O haberde de; kameramanın "5 yaşında bir çocuğa tacizde bulunduğu"ndan hiç bahis yoktu, iyi mi?..
Tabiî, "CHP'li bağyanlar"a şunu da sormak lâzım: Tamam, "14 yaşındaki kız çocuğuna cinsel taciz"den dolayı Hüseyin Üzmez'e, daha doğrusu "Hüseyin Üzmez üzerinden Vakit'e" saldırıyorsunuz, "Vakit binasına baskın" düzenliyorsunuz da; aynı eylemi, meselâ "Kanal D önünde" niye yapmadınız?..
Öyle ya; "Kanal D kameramanı" olan bir sapık, "14 yaşında bir kıza" değil, hem de "5 yaşındaki bir erkek çocuğu"na "tecavüz"de bulunmak isterken, "suçüstü" yakalanmış, tutuklanmış ve mahkeme tarafından "suçlu" bulunarak "mahkûm" edilmişti!..
Peki, sormaz mıyım ben şimdi;
"CHP'li eylemciler"in ve "Ergenekoncu medyatörler"in bu çifte standartlı tavrı, en az "taciz" kadar "iğrenç, pespaye, müptezel ve alçakça" değil midir?..

ALİ KIRCA’YI NİYE PROTESTO ETMEDİNİZ?

"CHP'li bağyan"lara ve elbette "ahlâksızlığın sembolü" oldukları halde başımıza "ahlâk bekçisi" kesilen "medyatör"lere şunu da sormak hakkımız değil mi?..
"Ahlâk" konusuna madem bu kadar önem veriyorsunuz, madem "taciz ve tecavüz"e karşı çıkıp, bunun "çok büyük bir ayıp" olduğunu söylüyorsunuz, o halde cevap verin:
"Zina suç olmasın!.. Zina serbest bırakılsın!" diye bas bas bağıran sizler, yani "CHP'liler" ve "karteloz"lar değil miydi?..
Neredeyse "zinaya özgürlük" kampanyası yürüttüğünüzü unuttuk mu sanıyorsunuz?..
Sorarım sizlere;
"Taciz", "tecavüz" ve "zina"nın mağduru olanlar, sonuç itibariyle "kadın"lar değil midir?..
Öyle ya;
Kadınlar hem "taciz" edilmekte, hem "tecavüz"e uğramakta, hem de "eşleri tarafından aldatılmakta" ve dolayısıyla "büyük bir travma" yaşamaktadır!..
Heeeyyy CHP'li hanımlar; "taciz, tecavüz ve zina"ya karşı madem bu kadar "duyarlı"sınız, peki Ali Kırca, hem de "döve döve kadın severken(!)" neredeydiniz? Yoksa, “regl partisi”ne mi gitmiştiniz!..
Evet, evet; 2006 Ağustos'unda internet sitelerinde yayınlanan "porno görüntü"lerde Ali Kırca, yatak odasında "seviştiği" kadına hem "şaplak" indiriyor, hem eline, koluna, yüzüne vuruyor ve hem de "kalça"sını tokatlıyordu!..
Ali Kırca "sadist", kadın "mazoşist" olmalı ki, tepki yok!.. Kimbilir, belki bu da "cinsel bir fantezi"dir!..
Ama, ortada bir gerçek var:
"Ali Kırca, o an eşini aldatmaktadır!"
Hayır, "o an" da değil, bir "gece kulübü"nde tanıştıkları 2005'in Ağustos ayından 2006'nın Mayıs ayına kadar sürdürdükleri ilişki boyunca, Ali Kırca; "defalarca" aldatmıştır karısını!..
Peki, "CHP'li bağyanlar" o zamanlar neredeydi?.. "Ali Kırca'nın aldattığı karısı"na niye sahip çıkmadılar?.. Ya da, "karısını aldattığı" için Ali Kırca'yı niye protesto etmediler?..
Ne yani;
Bir başkasına "haram" olan sapıkça ilişkiler, Ali Kırca'ya "helâl" midir?..
Ne ilginç değil mi;
"Karısını aldattığı"ndan dolayı başta CHP'liler olmak üzere hiçbir kadın kuruluşunun tepkisine maruz kalmayan Ali Kırca, olaydan birkaç hafta sonra "işbaşı" yapıp ekranlara döndü ve hiç kimseden de "gık" çıkmadı ama, "Hüseyin Üzmez'e sayfalarını açmadığı" halde, hâlâ Vakit'e saldırıyorlar ya, "çifte standart"ın böylesine yuh olsun!..

ÜZMEZ, BİR BAYKAL HAYRANI!

Kaldı ki;
Gerek "şuyuu, vukuundan beter rezalet"ini , gerek "ekranlardaki sözleri"ni kesinlikle tasvip etmediğimiz, bunu da açıkça deklâre ettiğimiz Hüseyin Üzmez, bizim değil "Baykal'ın dostu"dur!..
Evet, evet;
"Hüseyin Üzmez, Baykal'ın dostudur!"
"Vakit'in hiç onaylamadığı" bu dostluk o kadar "ileri boyutta"dır ki; işte o "övgü"lerden bir cümle:
¥ "Sayın Deniz Baykal'ı takdir ediyorum... Açık, net ve mert!" (30.07.1997)
¥ "Sayın Deniz Baykal'ın ismi, hiçbir pisliğe karışmadı... Dürüstlüğünden ve yurtseverliğinden kuşkumuz yok!" (13.05.2005)
¥ "Bizim bildiğimiz, CHP'ye; Sayın Baykal kadar dine saygılı bir genel başkan gelmemiştir" (05.06.2005)
¥ "Bizce Sayın Baykal, adı pisliklere karışmamış, yüzde yüz yerli, temiz bir Anadolu çocuğudur. Bugün Ana Muhalefet olan CHP'nin başında bulunması da milletimiz için bir şanstır." (12.10.2005)
Üzmez’in; Baykal hakkında bunun gibi, daha nice "yıkama-yağlama" ve övgü yazısı var...
Ama, "Hüseyin Üzmez'in dostluğu"ndan "Deniz Baykal'ın da ne kadar memnun olduğunu" gösteren son bir örnek vereyim:
Yazan Hüseyin Üzmez... Tarih, 15 Şubat 2008.
¥ "Sayın Baykal'ın nezaketi - 13 Şubat Çarşamba günü, saat 20.00 sularında CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal telefonla beni aradı. 12 Şubat Salı günü de Sayın Emin Çölaşan aramıştı. Bu iki dostun, birer gün arayla, art arda aramaları doğrusu beni memnun etti.
O konuda ‘Birer gün arayla iki dost aradı’ başlığı altında bir yazı yazdım. Ancak her iki dostun söylediklerini köşeme sığdıramadım. Onun için bu yazıyı yazıyorum. Sayın Baykal zaman zaman kendileri için yazdığım yazıları okuyormuş...
Onun için beni aramış. Konuşmamız epeyce uzun sürdü. Sağ olsun. Bana teşekkür ediyordu."
Sadece yukarıdaki şu satırlar, "Üzmez-Baykal dostluğu"nun hangi boyutlarda olduğunu görmeye ve göstermeye herhalde yeterlidir!..
Bu, "ne yaman çelişki"dir ki;
Hüseyin Üzmez'i ilk protesto edenler, "CHP'li dostları" oldu!..
Eee, ne demiş atalarımız;
"Besle kargayı, oysun gözünü!"
Sen, "CHP ve Baykal ile bu kadar dost olur" isen ve hemen her yazında "Baykal dostluğu"nu beslersen, sonunda olacağı budur!..
Bu da Üzmez'e "kapak" olsun!..
RESMİ ARAÇLARLA PROVOKASYON!
Dünkü olayın, bir de "CHP'li provokatörlere tahsis edilen belediye otobüsleri" boyutu vardı ki, ona da değinmeden geçemeyeceğim...
Malûm;
Danıştay, daha 2 ay kadar önce, Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi'nin, "Ankara'da gönüllü kuruluşlarca açılmış, kâr amacı gütmeyen öğrenci yurtları ile Diyanet'e bağlı Kur'an Kurslarına destek olmak üzere kış mevsiminde yakacak ve giyim yardımı" yapılmasına imkân sağlayan kararının yürütmesini durdurmuştu!..
Evet durdurmuştu, çünkü;
"Gariban çocukları"na yapılacak "yakacak ve giyecek yardımı"nda "kamu yararı yok"tu!!!.
Ben demiyorum, bunu mahkeme diyordu:
"Kamu yararı yok!.. Dolayısıyla, belediyenin imkânlarını yurt ve kurslara tahsis edemezsiniz!"
Şimdi sormak istiyorum;
"Belediye imkânlarının gariban öğrencilere tahsis edilmesi"ne karşı çıkan Danıştay, bakalım "CHP'li Belediyelerin, CHP'li provokatörlere otobüs tahsis etmesine" ne diyecek?..
Hesap mı soracak, yoksa "Olur böyle vakalar" deyip geçiştirecek mi?..
Bekleyelim ve görelim...

BU SALDIRILAR KUYRUK ACISINDAN MI?

Ama, bazı gerçekleri görmek için beklemeye herhalde gerek yok!..
O gerçeklerden biri şu:
CHP'li bağyanlar, dün "kimi ve neyi protesto" etti?.. Eğer "Baykal'ın en büyük dostu Hüseyin Üzmez'i protesto" ettilerse, niye Hüseyin Üzmez’in evinin önüne gitmediler de, "Vakit'in önü"nde höykürdüler?!?..
Yoksa, yaşadıkları "kuyruk acıları"nın intikamını mı almak istiyorlar Vakit'ten?
Aynı soru, "Üzmez bahanesiyle Vakit'e saldıranlar" için de geçerlidir!..
"Altı aydır Vakit'te yazmayan" bir adama, hâlâ "Vakit yazarı" demenin sebebi nedir acep?..
"Kuyruk acısı" olanlar parmak kaldırsın!..
İki “şehvet” birleşince!
Ben olsam; "suçlu" olarak gördüğüm adamla yan yana gelmekten mümkün olduğu kadar kaçınır, yüzüne bile bakmam!..
Ama "kartel televizyonları" ve "kartel gazeteleri" ne yapıyor?.. Hem "Üzmez'i ayıplıyorlar", hem de "kendisini ekranlara konuk, sözlerini gazetelerine manşet" yapıyorlar!..
Sorarım size; bu durumda, "Hüseyin Üzmez'e sahip çıkan" kimdir?.. "Ona yazı yazdırmayan Vakit" mi, yoksa ona ayıplarını anlattıran "kartel medyası" mı?..
Şu hale bakın; "ekran şehveti" duyanlarla "reyting şehveti" yaşayanlar bir olmuşlar, "ayıpta işbirliği" yapıyorlar ama "suçlanan" yine biz oluyoruz!.. Ya hu, Üzmez'i hem "afaroz" edip, hem de ekranlara çıkaran siz değil misiniz?..
Eee, bizim suçumuz ne?..
Evet, Hüseyin Üzmez 6 ay önce "yazarımız"dı, ama şu anda "Vakit yazarı" değil... Bundan sonra olacak da değil!..
O halde, "Vakit'e saldırı" niye?..
Yoksa, bu da "Ergenekoncu taktikleri"nden biri mi?..

Hasan Karakaya - Vakit

hasankarakaya@vakit.com.tr


31 Ekim 2008
Ekşi ekşi saçmalıyor
Engin Ardıç / Sabah

Beyefendi hazretleri buyurmuşlar: "Başka bir eleştiri nedeni bulamayınca", İnönü'nün paraların üstünden Atatürk'ün resmini kaldırıp kendi resmini koymuş olmasını eleştirenler varmış...
Bunlar "zıpırlarmış" ...
Zıpırlar arasında ben de varım. Beyefendi iltifat buyurmuşlar.
Fakat İnönü'ye yöneltilmiş seksen çeşit eleştiriyi görmeyip "başka şey bulamıyorlar" diyenlere nasıl bir sıfat uydurmalı acaba?
Bu para meselesi neymiş, biliyor musunuz? İnönü, paralara kendi resmini "kurucumuz gittikten sonra cumhuriyetin yeni simgelerle yaşadığını" göstermek için koydurmuş!
Beyefendi hazretleri bunu nereden mi biliyorlarmış? Çünkü paşa hazretleri, beyefendi hazretlerine bir tarihte bunu kendileri söylemişler!..
O söyleyince akan sular durur tabii.
Demek ki üçüncü cumhurbaşkanımız Celal Bayar, "gerici" olduğu için Atatürk gibi "eski bir simgeye" dönmüş paralarda...
Ondan sonra gelen yedi cumhurbaşkanı da her nedense yeni simgelere ihtiyaç duymamış.
Vallahi bir "Cevdet Sunay banknotu", bir "Kenan Evren banknotu" pek eğlenceli olurdu...
Şimdi bir "Abdullah Gül parası" çıkarsalar kıyameti koparacak olanların başında beyefendi hazretleri gelirler.
Peki böyle bir durumda, ya cumhurbaşkanı, sözde basın sorunlarını tartışmak, aslında patronunun işlerini yürütmek için ara sıra gittiği -ve yanına da başka gazetelerden kimsecikleri almadığı-Ankara gezilerinden birinde beyefendiyi bir kenara çekse de, "cumhuriyetimizin seksen beşinci yılında da sapasağlam ayakta olduğunu ve yeni simgelerle de yaşadığını göstermek için paralara kendi resmimi koydurdum" dese... Beyefendi ne yapacaktır?
Gelecek kuşaklara aktarmak için bir köşeye mi yazacaktır, yoksa bağırıp çağırmaya mı başlayacaktır?
Beyefendi hazretleri gene buyurmuşlar: Cumhuriyetin kuruluşunda demokrasiye hemen geçilmemiş olmasının nedeni, Türkiye'nin o sıralarda kişi başına geliri 45 dolar ve halkının yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen geri ve yoksul bir ülke olmasıymış...
Beyefendi çocuk değil ki, tepesinde saç kalmamış kazık kadar adam... Çocuk olsa, Türkiye'de demokrasi deneyinin 1876 ve 1908 yıllarında iki kere yapıldığını, Osmanlı Mebusan Meclisi'nin İttihatçılar döneminde bile tıkır tıkır çalıştığını, cumhuriyet kurulduğunda ülkede demokrasi ve Komünist Partisi bile dahil olmak üzere birçok da parti olduğunu, beyefendinin partisi olan CHP'nin ve beyefendinin lideri İsmet Paşa'nın diktaya iki sene sonra, 1925'te yöneldiğini öğretelim!
Beyefendi, o dönemde, yani cumhuriyet kurulduğunda "hukuk ve ekonomi gibi kavramların varlığının bile bilinmediğini" söyleyerek, başta kendi İttihatçı maliye vekilleri Cavit Bey olmak üzere bütün Osmanlı hukukçularına ve iktisatçılarına da hakaret etmiş... (Cavit'i de kendileri astılar.)
Neyse canım... Beyefendi özürlüdür diyelim, ciddiye almayalım... Fakat, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez genel başkanı olduğu "Babasının" Konseyi'nin üyeleri arasında, "cumhuriyet olmasaydı bayrağımız ve nüfus kâğıdımız bile olmayacaktı" diyenler var... Onlar daha da beter.
Can Dündar'ın "Mustafa" filmine gitmesinler, orada Atatürk içki ve sigara içerken gösteriliyormuş... Vatana ihanet!
Zaten filmi Deniz Baykal da beğenmemiş. Eminim beyefendi de bozulacaktır. Kafa yapısı bunu gerektirir.

Taha Kıvanç
Demek bunu da yapacaklardı...
31 Ekim 2008
Yeni Şafak

Neredeyse haberimiz olmayacaktı; bereket ülkemizin en büyük medya grubunun amiral gemisinin kaptanı tersten çakmaya kalktı da öğrendik: Cep telefonu servis sağlayıcısı Turkcell, eriştiği lider konumuna, Aydın Doğan'ın sahibi olduğu gazetelere ve televizyon kanallarına beş kuruşluk reklâm vermediği halde gelmiş... Sabah'ta, Yeni Şafak'ta, Star'da, Zaman'da, Akşam'da çıkan reklâmlar Turkcell'in serpilmesi ve alanının en büyüğü haline gelmesi için yeterli olmuş...

İşi bilenlerin aktardığına göre, Turkcell'in 100 milyon dolarlık reklâm bütçesi varmış; medyada reklâmın yüzde 50'sinden fazlasına Doğan Grubu hükmediyor; Turkcell'den üç yıllık reklâm kayıplarını varın siz hesap edin.

Şimdi kriz yüzünden reklâm bütçelerinin kısıtlanma zamanı ve bundan en ciddi darbeyi Doğan Grubu yiyor doğal olarak; 'fırsat bu fırsat' deyip Turkcell'i yeniden reklâm vermeye zorlamayı düşünüyorlarsa hiç yadırgamam...

Ancak bunun yolu, bel altından vurmak, 'şantaj' yöntemine başvurmak mıdır? Hem de yayın yönetmeninin sütununda?

Medyada 'reklâm alabilmek için şantaj' iyi bilinen bir yöntem... 1999 yılında bir gazete ve grubun televizyonu SÜTAŞ'a çamur atan yayınlar yaptı. 2004 yılında da, İş Bankası, bir gazete sahibinin “Bize reklâm vermezseniz aleyhte haberlerimizle iflâhınızı sökeriz” notunu genel müdür sekreterine bıraktığını açıkladı. İkisi de davalık oldu bu şantajların...

Sonucu bir başka açıdan özetleyeyim: SÜTAŞ ve İş Bankası ile ilgili şantaj haber yapanlar bugün artık gazete ve televizyon sahibi değiller; bu tür uygulamalar uğur getirmiyor sizin anlayacağınız...

Üç yıldır gruplarına beş kuruşluk reklâm vermeyen Turkcell ile ilgili aleyhte yayınlara Vatan başladı her zamanki gibi, arkasını pop sosyologun başında bulunduğu Hürriyet getiriyor... İddia şu: Atatürk'ün hayatıyla ilgili bir belgesele 'destekçi' (sponsor) olmaya söz veren Turkcell sonradan vazgeçmiş. Pop sosyolog, bunu 'devlet mahallesi baskısı' ile açıklıyor. “Yüksek sesle soralım” diye yazdı önceki gün, “Türkiye Avrupa Birliği'ne doğru mu gidiyor, yoksa bölgede Saddam'ın bıraktığı 'müstesna' boşluğu doldurmaya mı?”

Meğer Türkiye, reklâm vermeyenler için aleyhte yayın yapılan 'şantajcı gazetecilik' anlayışının merkez medyada hortladığı bir Türkiye olmaya doğru gidiyormuş...

Turkcell'in açıklamasını okuyunca gerçeğin Hürriyet yönetmeninin yansıttığının tam tersi olduğunu anlıyorsunuz: Atatürkçü çevrelerin tepkisini almaktan çekindiği için 'Mustafa' belgeselini desteklemekten vazgeçmiş Turkcell...

Belgeselin yapımcısı Can Dündar, dün, Turkcell'in açıklamasını doğrulayan bir yazı yazdı. Okuyalım: “Filmde verdiğimiz bazı bilgilerin onları (Turkcell yönetimini, TK) yadırgattığını fark ettim._Film, Atatürk'ün imza attığı büyük devrimi belgelemekle birlikte özel hayatına da giriyor, sofrasından, yalnızlığından dem vuruyor, dinin toplumsal hayattan tasfiye edilmesi gereğine ilişkin radikal görüşlerine yer veriyordu.”

Nitekim, CHP lideri Deniz Baykal belgeseli yerden yere vurdu: “YALNIZ ADAM _* Atatürk'ün sofrası, içki içilen, coşku bulunmayan, sanki başarısız olmuş, bıkmış, umutsuz, yalnız ve yaşlı bir adamın sofrası olarak lanse ediliyor. Atatürk günde bir büyük rakı içen, kadınlara zaafı olan birisi olarak gösterilmiş. Zaafları olabilir. Ancak, Atatürk gibi bir adamın sofrası bu resim olamaz. Atatürk'ün sofrası Cumhuriyet coşkusunun yaşandığı bir sofradır. __* Böyle bir filmde Atatürk için önde gelen algılama zaafları değil, eserleri olmalıydı. __* Atatürk kendi döneminin tüm liderleri diktatör olduğu halde bu yönde hiçbir eğilimi olmayan bir liderdi. Hep çoğulcu demokrasi istedi. __* Filmde, cumhuriyeti kurmak için birlikte hareket ettiği arkadaşlarını sonradan yemiş, onlara ihanet etmiş gibi gösteriliyor. Bunlar gerçek değil. Arkadaşlarına saygı duymuş, sevmiş ama devrimler sırasında yolları ayrılmış.”

Gerçek bu olduğu halde, Hürriyet, dün de yayın yönetmeninin görmemizi arzu ettiği yönde yayınlarını sürdürdü. “Turkcell'e tepki seli” başlığı altında yazdıklarını bütün reklâmverenler duvarlarına asmalı bence. Baksınlar ve hangi zihniyete para aktardıklarını iyice görsünler diye...

Turkcell son üç yıldır Doğan Grubu'na zırnık reklâm vermeden bu kadar büyüyebilmişse bu farklı bir gerçeğin işareti. Yayın yönetmenininin sütununda suçüstü yapılan Turkcell'i yayın yoluyla hizaya getirme girişiminden önce bile, okur bir şeyleri sezmiş demek ki...

Bazen umutlanıyorum, ama galiba boşuna; bunlar kendi patronlarını da öncekilerin durumuna düşürmeden rahat etmeyecekler...

Taha Kıvanç - Yeni Şafak
tahakivanc@hotmail.com

Emre AKÖZ
Atatürk cahilleri
31 Ekim 2008
Sabah

Turkcell firması, Atatürk'ün özel hayatını da anlatan 'Mustafa' adlı filme sponsor olmadığı, daha doğrusu önce niyetlenip sonra vazgeçtiği için Aydın Doğan medyası tarafından topa tutuldu.
( Not: Bu eleştiriyi yapmalarının nedeni " fevkalade Atatürkçü " olmalarından değil. Turkcell, Doğan Grubu'na reklam vermiyor, ona köpürüyorlar.

Madem o kadar Atatürkçüler kendileri niye desteklemedi? Hem verdikleri para da yabana gitmezdi: Yönetmen Can Dündar kendi çalışanları.)

Turkcell çekinmekte haklı. Filmi destekleseydi, bu kez de " Vay efendim, Atatürk'ün özel hayatına giren bir filme nasıl arka çıkarsınız " diye laf edilirdi.
Siz bakmayın Doğan medyasının Turkcell'e vurabilmek için ' Mustafa'yı çok önemli bir filmmiş gibi göstermelerine.
Tersi olsaydı, yani Turkcell filmi destekleseydi; bu kez de önce filme çamur atar, sonra " Böyle bir filme nasıl sponsor olursunuz, siz Atatürk düşmanı mısınız " derlerdi.
Çünkü bunların amacı 'gerçek' değildir.
Onların gözünde gerçek ikiye ayrılır.
1) Çıkarlarına yarayan gerçek.
2) Çıkarlarını zedeleyen gerçek.

Mesela CHP Başkanı Deniz Baykal ne diyor?
- " Atatürk günde bir büyük rakı içen, kadınlara zaafı olan birisi olarak gösterilmiş. Zaafları olabilir. Ancak, Atatürk gibi bir adamın sofrası bu resim olamaz. Atatürk'ün sofrası Cumhuriyet coşkusunun yaşandığı bir sofradır. "
Deniz Baykal da biliyor o sofrada yaşanan tuhaflıkları. Mesela koca koca bürokratlar ve bilimciler; Atatürk'ün sorularına " onu tatmin/mutlu edecek bir cevap veremeyip fırça yiyecekleri korkusuyla " birbirinin ardına saklanırdı.
O sofrada " cumhuriyet coşkusu " yaşandı elbette. Ama tavana kurşun da sıkıldı, davetliler olur olmaz güreştirildi de! (Vereyim mi başka örnekler?)
- Şu cümle de Baykal'a ait: " Böyle bir filmde Atatürk için önde gelen algılama zaafları değil, eserleri olmalıydı. " Her gün bu ülkede Atatürk'ün eserleri anlatılıyor. Anaokulundan başlayıp ölene dek aynı şeyleri dinliyoruz. Bıkmadınız mı? Sıkılmadınız mı? Bazıları da başka gerçeklerden, yani sizin saklamaya çalıştığınız olaylardan söz etsin.
- " Atatürk kendi döneminin tüm liderleri diktatör olduğu halde bu yönde hiçbir eğilimi olmayan bir liderdi. Hep çoğulcu demokrasi istedi " diyor Baykal.
Madem Atatürk hep demokrasiyi istedi; niye Terakkiperver ve Serbest fırkaları kapattı? Niye çok partili yaşama geçmedi? ( Osmanlı bile son döneminde çok partiliydi!)
Niye en azından bir " hedef olarak " CHP'nin 6 Ok'unda 'Demokrasi' yok? Hadi eskiden olmadı, şimdi niye yok?
Baykal da biliyor söylediklerinin uydurma olduğunu. Ama işine böyle konuşmak geliyor.
- " Filmde, cumhuriyeti kurmak için birlikte hareket ettiği arkadaşlarını sonradan yemiş, onlara ihanet etmiş gibi gösteriliyor. Bunlar gerçek değil. Arkadaşlarına saygı duymuş, sevmiş ama devrimler sırasında yolları ayrılmış " diyor Baykal.
Milli Mücadele döneminin kalburüstü simalarından sadece ikisini çevresinde tutmuştur Atatürk. Bunlar İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'tır.
Ortak özellikleri şunlardır: 1) İkisi de Kurtuluş Savaşı'na önceleri inanmamıştır. (Yani zaafları vardır.) 2) İkisi de Atatürk'e yürekten bağlıdır. Onun verdiği kadar yetkiyle yetinirler. 3) İkisi de statükocu tiplerdir; atılım yapabilmek için Atatürk'e muhtaçtırlar.
Ne demiş şair: " İnsanoğlu gerçeğin fazlasına tahammül edemez. "
EMRE AKÖZ - SABAH
emre.akoz@sabah.com.tr

Ali SAYDAM
Can Dündar zekidir31 Ekim 2008
Akşam

Sevgili Can Dündar’ı hayranlıkla izliyorum. Sadece çalışmalarını değil; özellikle iletişimini yönetmekteki başarısını da... Bir kere yaptığı her ticari işi; belgeseli, kurumsal şirket filmini sanki herhangi bir ücret almadan Hilal-i Ahmer uğruna yapıyormuş gibi algılatmayı başarmasına hayranım. Köşe yazarlığını, TV programını ve yapım şirketini aynı anda başarıyla yönetiyor olma tarzındaki ‘nefasete’ hayranım mesela.

Onun yeri ayrıdır piyasada... Gel de hayran olma! Sesinden mi yüzünden mi bilmem, şeytan tüyü vardır Can Dündar’da... Sevmemek zordur. Ne onu, ne işini...

İşte Mustafa filminin çevresinde dönen iletişimi de engin bir hayranlıkla izlemekteyim... Spontan oluşmuş bile olabilir... O, bu sahneyi iyi yönetiyor yine de... Mükemmel bir ‘gündem yönetimi’ salvosu... Millet filmi bıraktı Turkcell’i konuşuyor... Eminim Can’ın tercihi böyleydi... Dikkatleri o yana çekmek...

Çarşamba günkü yazıma şöyle girmişim: “Gazi Can Dündar... Türk Dil Kurumu sözlüğünde Gazi kelimesini aradığınızda üç anlam çıkıyor karşınıza. Üçüncüsü şöyle: ‘Savaştan sağ olarak dönen kimse!’.. Bu tanım Can Dündar kardeşime tam uyuyor... Çünkü Can Dündar’ın başına çok daha büyük felaketler gelebilirdi... Çünkü Düş kırıklığı, yarattığınız beklenti ile gerçeklik arasındaki mesafenin büyüklüğü oranında büyük olur...”

Amma şom ağızlıymışım... İşte şu sıra olan da tastamam budur ne yazık ki... Bu kez Can Dündar kardeşim hiç yara almadan sıyıramayacak sanki... Filmin aldığı olumsuz eleştirilerden kurtulmak ya da filme ilgiyi artırmak adına olabilir. Konuyu durduk yerde hayli zaman önce cereyan etmiş bir sponsorluk ilişkisine çekmeye çalışmak, kendini kurtarırken hem sponsor olmamış firmayı hem de fiilen sponsor olmuş başarılı kuruluşu şaibe altında bırakmak ve tartışmanın ortasına çekmek, iletişim özürlülük değilse, nedir bilemiyorum...

Uzun bir süre önce bir firmanın filme sponsor olmasını istiyorsunuz. Teklif götürüyorsunuz. Amacınız herhalde para kazanmak, ya da kaybetmemek. Yani ticaret...

O firmanın da amacı sizinki gibi ticaret. “İyi fikir, bakalım”, diyorlar. Sonra filmi gösteriyorsunuz. Gandi gibi bir film bekliyorlar (çünkü yaratılan beklenti o). Gele gele, tarlada karga kovalamaktan, 10’uncu yıl nutkuna kadar Emin Oktay’ın lise III Tarih Kitabı’na uygun, bir iki özel görüntü dışında binlerce kez izlediğimiz yüzeysel ve her şey olsun duygusuyla çok anlatılmış hızlı çekim (!) filmler; karanlıktan korkan, yalnız, hastalıklı, cılız, ayyaş, depresyonlar içinde kıvranan, iktidarı bırakıp her an kırlara kaçmayı planlayan, hafif psikopat ve sosyopat bir ‘anti-hero’ (anti-kahraman) çıkıyor karşılarına. Gazi böyle olabilir mi? Diyelim ki olabilir. Daha da ekstrem ‘hasletleri’ olmuş olabilir... Gandi’de de neler vardı kim bilir? Ya da Churchill’de, General Patton’da, J.F.Kennedy’de... Hangisini anti-hero olarak gösterdiler acaba?... Hiçbir ulus, ulusal kahramanını ‘anti-hero’ yapmaz... Yaparsa, onu yapan anti-hero haline gelir... Oysa Can Dündar da benim kahramanım değil miydi?..

Neyse, filmi izledikten sonra potansiyel sponsor firma, her ne gerekçeyle olursa olsun “Yokuz biz bu işte”, diyor... Neymiş efendim? Geç kalmışlar bunu demekte. Bunu demek için filmin çok önceden gönderilmiş olması ve potansiyel sponsorun kararı günlerce bekletmesi gerekir, değil mi? Ancak böyle olmamış... Her şey sıkışık bir zaman diliminde cereyan etmiş...

Önce filmle ilgili görüşümüzü bir kez daha ifade edelim: “Biz ‘Aslan vurması’nı beklemiştik Can Dündar’dan... Ancak o geyik vurmuştu mesela... Oysa geyik vurmuş olacağını düşünerek gitseydik tamamen tatmin olmuş olarak ayrılabilirdik o filmden...”

Can Dündar bir iletişim hatası yapmıştı filmle ilgili beklentiyi yukarı çekerek. Şimdi ikinci ve daha vahim bir iletişim hatası yapıyor. Mevcut ve potansiyel sponsorlar Dündar’ın en önemli sosyal paydaşlarıdır. Onları küstürüyor, endişeye sokuyor Can Dündar. Bir sonraki projede insanlar Deli Dumrul benzetmesi ile Can kardeşime randevu dahi vermezlerse hep birlikte üzülürüz. Hani Deli Dumrul oturmuş köprünün başına, geçenden 5 akçe, geçmeyenden döve döve 10 akçe alıyormuş... O misal... Ya insanlar “Biz buna sponsor olmazsak, bu da bizi sonradan döverse!” diye korkmaya başlarlarsa?..

Allah korusun...

Şimdi bazı aklı evveller benim daha önce defalarca Turkcell’i eleştirdiğim, bu yüzden de oradaki arkadaşları küstürdüğüm yazılarımı unutup, aynı grupta olduğumuz için böyle yazdığımı iddia edecek kadar ufalabilirler... Olsun... Can kardeşim, benim bu yazıyı onu sevdiğim ve bir an önce doğru iletişim stratejilerine dönmesi için uyarmak adına yazdığımı bilecek kadar ve hatta onun çok daha ötesinde zekidir...

Ali Saydam - Akşam

Serdar Turgut

Medya Faşizmi nedir?

Bir medya grubu düşünün; yazılı ve görüntülü ürünleri ile reklam piyasasında mutlak ve acımasız hâkimiyeti var. Buna rağmen bu medya grubu doyumsuz da... Hep bana gelsin, daha da gelsin istiyor ve kendinden başka medya grubu da kalmasın diyor.

Bir şirket, bu grubun medyasına reklam vermediği takdirde acımasız bir süreç başlıyor. Grubun tüm ürünleri sırasıyla, reklam vermeyi reddeden firma ve ürününe yıpratıcı bir kampanya başlatıyor. Arıyorlar ve ne bulurlarsa oradan saldırıyorlar. Saldırı konusunun doğru olup olmadığının da onlar açısından önemi yok. Saldırının planlayıcıları çok profesyonel. Saldırıcı güçlerini planlayıp, sırayla salıyorlar meydana. Kişilik hakları, gerçekler, etik, her şey ayaklar altına alınabiliyor.

Yalan atmak hiç problem edilmiyor.

Türkiye’nin en çok reklam veren şirketlerinden bir tanesi olan Turkcell sadece, bu uygulamaları var, belki biraz ders olur diye Doğan grubu gazetelerine reklam vermeyi kesti.

O günden bu yana, o grup ne yapsak da Turkcell’e zarar versek diye hazır bekliyor. Buldukları her fırsatta, yok eğer fırsat olmazsa, kendileri yaratarak haberler yayınlıyorlar.

Son olay ‘Mustafa’ filmi vesilesiyle oldu. Bu grubun gazeteleri filme sponsor olmaktan çekilen Turkcell’i neredeyse Atatürk düşmanı olmakla suçladılar.

Bu yazıyı bazı tartışmaların neden çıktığını anlamakta zorlanan okuyucularımızın, kavgaların altında yatan temel nedeni anlamaları için yazıyorum.

Turkcell’in sponsorluktan çekilmesinin bu gruba ait gazetelerde haber yapılmasının gayet tabii Atatürk’e yaklaşımla ve şirketin ideolojik tavrı ile filan ilgisi bulunmuyor. Çünkü şirketin ideolojik tavrı yok ortada.

Atatürk’e sevgi, saygı besleyen ortalama Türk insanının duygularına sahip olan yöneticileri bulunan, başarılı bir Türk şirketi söz konusu burada.

Ama reklam piyasasını sadece tek başına kontrol etmekte olan medya grubu için saldırdıkları şirketin konumu, önemi ve hakları önemli değil. Onlar sadece ceplerine girebilecek daha fazla parayla ilgililer.

Medya faşizmi değil mi bu?

Ayıp değil mi?

Peki ne oldu gazetecilik ahlakı ve etiği üzerine yayınlamış olduğunuz yazılı metinlere? Size haksızlık yapıldığı zaman o metni ortaya çıkarıp, siz haksızlık yaparken metni yırtıp atıyor musunuz?

Gerçekte hiçbir neden, olay yokken, ortaya çıkarılan Mustafa filminin sponsorluğu tartışması çok ayıptır.

AKŞAM
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Ksm 11, 2008 8:51 pm    Mesaj konusu: TERCÜMAN Alıntıyla Cevap Gönder

Doğan Grubunda İlk Halka Koptu
27 Aralık 2008 14:11
Zor günler geçirmeye başlayan Doğan Grubu'ndan ilk halka koptu. Doğan Grubu 25 yıldır devam ettirdiği bir medya organını kapattı...

25 Yıllık Tempo Dergisi Kapatıldı

Doğan Grubu, haftalık yayınlarından 'Tempo' ve 'Seda Magazin' dergilerini kapatma kararı aldı. Doğan Burda Dergi Yayıncılık ve Pazarlama AŞ adına İMKB'ye gönderilen yazılı açıklamada, "Söz konusu dergilerin kârlılığımız üzerinde önemli bir etkisi bulunmamaktadır.

Ayrıca Ocak-Eylül 2008 döneminde net satış gelirlerimiz içindeki payı yaklaşık yüzde 5'tir." denildi. Yayın durdurma kararı dün sabah yapılan toplantıda çalışanlara tebliğ edilirken; dergilerde görev yapan gazetecilerin durumuyla ilgili herhangi bir açıklama yapılmadı.

Yaklaşık 25 yıldır yayınlanan haber dergisi Tempo, gelecek hafta çıkacak son sayısında okurlarına veda edecek. Ortalama tirajı 6-7 bin arasında değişen dergi, yüzde 10'luk bir pazar payına sahipti. Derginin başında Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz'ın yeğeni Çınar Oskay bulunuyordu.
aktifhaber

Ahmet Altan/Taraf

Can, şimdi açıklamak zorundasın...

Annem, beni kırmamaya uğraşarak yumuşacık bir sesle, “yazılarında aşağılayıcı kelimeler kullanma, onlar hoş değil” derdi bana.
Anlardım ki fazla öfkelenmişim, onun tasvip etmediği bir kelime kaçmış kalemin ucundan.
O zamandan beri elimden geldiğince dikkat ederim “annemi huzursuz edecek” kelimeler kullanmamaya.
Şimdi de onun ruhunu muazzep etmemek için çok istediğim halde “aşağılık” kelimesini yazmayacağım.
Onun yerine başka bir söz bulmaya uğraşacağım.
Şunu deneyelim mesela.
“Çok efendi olmayan” birileri hakkımızda yalanlar yaymaya uğraşıyor.
Bu yalanların bir örneğine önceki gün Can Dündar’ın sütununda rastladık.
Can, “başbakanın çok yakınındaki” birinin “söylediklerini” yazmıştı.
“Başbakanın çok yakını”, Aktütün baskınıyla ilgili görüntülerin “yabancı devlet servislerinden” geldiğini iddia ediyordu.
Can’ın yazısında, “başbakanın çok yakınının” söyledikleri tırnak içinde verilmişti ve aynen şöyleydi:
“Başbakan, Genelkurmay Başkanı’nı korurken kimi yabancı servislere tepki göstermek istemiştir.”
Başbakanın, neden Genelkurmay Başkanı’nın o tehditkâr açıklamalarına destek olduğunu, “yakını” bizi suçlayarak açıklamaya çalışıyordu.
Bu, tabii, “çok efendice olmayan” bir iddiaydı.
Çünkü görüntülerin nerden çıktığını Genelkurmay biliyordu.
Biz görüntüleri onlara göndermiştik.
Kaçınılmaz olarak biz de dün başbakana sorduk, “kim bu yakınınız”, “niye böyle iftiralar atıyor”, “siz mi bunun için emir veriyorsunuz” diye.
Bugün Başbakanlık Basın Danışmanı Akif Beki’den bir açıklama geldi.
“Sayın Başbakan’ın ve Başbakan’ın yakınlarının Can Dündar’ın yazdığı, Taraf’ın sürmanşetine taşıdığı türden bir beyanı ya da ifadesi kesinlikle olmamıştır. Bu yazılardaki iddiaları reddediyorum. Dolayısıyla, Ahmet Altan’ın yazısında yönelttiği soruların muhatabı Sayın Başbakan değildir, olamaz.”
Başbakanlık basın danışmanı “bizden kimse öyle laflar söylemedi,” diyor.
Şimdi mecburen Can’a soracağız.
Can, sana bu lafları kim söyledi?
Sen benden çok daha gençsin ama gazetecilik kurallarını benden çok daha iyi bilirsin, bu, “kaynağımı açıklamam” denilebilecek bir durum değil.
Yazdığın bir “haber” değil ki kaynağını saklama hakkın olsun.
Bu bir iftira.
“Kimin söylediğini açıklamam” diyerek herkes, herkes hakkında aklına geleni söyler o zaman.
Sen böyle bir şey yapmak istemezsin.
Üstelik, başbakanlık basın danışmanı yaptığı açıklamayla bütün sorumluluğu senin sırtına bıraktı.
“Biz söylemedik, Can Dündar uydurdu” demeye getiriyor.
Senin uydurduğunu sanmam.
Her ne kadar o yazıyı niye yazdığını tam anlamasam da bunu birisinden duyup yazmış olmalısın.
O kim?
Kim söyledi bunları sana?
“Başbakanın çok yakını” diyorsun ama başbakanlık basın danışmanı “öyle biri yok” diyor.
Bu iftiraları sütununa taşıyan biri olarak açıklama yapman gerekiyor.
Kimden duydun bunları?
Hakkımızdaki “çok efendice olmayan” o kampanyayı yürütenler adına kim söyledi bu lafları sana?
Bunu açıklamak zorundasın, çünkü biri yalan söylüyor.
Söyleyen ismi açıklamazsan bu yalan senin üstüne kalacak.
Bunu istemem.
“Başbakanın çok yakını” diyerek hem okuyucularına, hem de bize bir “hedef” gösterdin.
Biz o “hedefe” açıkça sorduk.
“Söylemedik” diyorlar.
Şimdi açıkla lütfen.
Biri sana bunları söyledi mi, söylemedi mi?
Söylediyse kim söyledi?
Tam olarak ne dedi?
Eğer sana bunu söyleyen gerçekten “başbakanın çok yakınıysa”, sadece seni tuzağa düşürmemiş, aynı zamanda başbakanı da çok zor durumda bırakacak, onu “iftiracı” biri haline sokacak bir işi, başbakandan habersiz yapmış demektir.
Bugün bunu yapan, yarın daha beter işler yapacaktır.
Başbakanın çevresinde, hem gazetecileri hem de başbakanı tuzağa düşüren biri mi var?
Birisi hem başbakanı hem de gazetecileri mi kandırıyor?
Niye yapıyor bunu?
Ne amaçla yapıyor?
Kimin adamı?
Başka ne işler çeviriyor?
Biri yalan söylüyor Can.
Bu, başbakanlık değilse sensin, sen değilsen başbakanlık.
Senin yalancı olduğuna inanmam, başbakanlığın yalan söylediğine de inanmak istemem ama biriniz yalancısınız.
Yalancının adını açıklamalısın.
Biz, bize atılan iftiraların peşini bırakmayız, bütün bunları o 17 çocuğun hesabı sorulmasın, başka rezillikler açığa çıkmasın diye yapıyorlar.
Bunu yaptırmayacağız.
Gerçekleri her zaman açıklayacağız, iftiraların hesabını her zaman soracağız.
Şimdi, lütfen “çok efendi olmayan” o iftiracının adını ve bu iftiraların nedenini açıkla sütununda.
Gazetecilik adına lütfen yap bunu.

Taha Kıvanç
AGB'nin denek listesi elden ele
12 Kasım 2008 18:25
Yeni Şafak

Yıllar önceydi. Televizyonlarda rekabetin nasıl sağlandığına dair dinlediğim bir konuşma sonrasında, “İyi de, birileri bu reyting sistemini kötüye kullanmaya kalkarsa?” soruma hayretten açılmış gözlerle bakıldığını fark etmiştim. Nasıl yani? Kendilerini denek haline getirmiş evlerin adreslerini elde eder, ev sahiplerini hediyeye boğarlarsa? Elde edilen verilerle oynarlarsa?

Konuşmacının “Bu sistemde her şey güven üzerine oturur; kimse o dediğiniz aldatmacaları yapmaz, yapmayı aklından bile geçirmez” cevabı hâlâ zihnimde kazılıdır.

'Reyting' sisteminden ilk haberdar olduğumda aklımdan geçen aldatma usullerinin şimdilerde bizde uygulandığına dair güçlü söylentiler var. Ben söyleyenlerin yalancısıyım, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin eline geçen 'denek adresleri listesi'ni sistemi elinde tutan şirket yetkilisinin eline tutuşturmuş...

Yetkili çok şaşırmış olmalı.

Adresleri bilirseniz, hiç bir etki altında kalmadan televizyon izlemesi beklenen deneklerin davranışlarını yapaylaştırmanız işten bile değil. Birkaç güzel söz, bir-iki hediye ile insanların istediğiniz kanalı izlemesini sağlayabilirsiniz...

İddia, bunun yaygın bir biçimde yapıldığı...

Acaba verilerle de oynanıyor mu?

Verilerle oynanmasını engellemeye yarayan bir sistemleri var bu işte ön alan ülkelerin: Verilere insan eli değmiyor oralarda... Deneklerin evlerinde izledikleri televizyona bağlı cihazda biriken hassas veriler sabahın erken bir saatinde ölçmeyi yapan şirketin merkezindeki ana-bilgisayara erişiyor ve program bilgileri listeledikten sonra sonucu ilgili taraflara derhal iletiyor...

Araya hiçbir zaman boşluğu girmeksizin...

Bizde ise, deneklerden şirket merkezine ulaşan bilgiler ilgili taraflara tam dört saatlik bir aradan sonra gönderiliyor... O dört saat içerisinde ne oluyor? sorusuna da, Neden hiç bekletmeden gönderilmiyor? sorusuna da mantıklı bir cevap verildiğini işitmedim bugüne kadar...

Bildiğim bir şey var: Şimdi benim yaptığım türden itirazlar dile getirildiğinde, hemen ertesi günün reyting ölçümleri öncekilerden hayli farklı olabiliyor. Konuyu en son burada 1 Kasım tarihinde işlemiştim; 2 ve 3 Kasım'ın reyting sonuçları öncekilerden dikkat çekecek kadar farklı geldi.

Bu konuyu dert edenlere göre, kim sesini yükseltiyor ve mevcut sisteme itiraz ediyorsa, ölçümlerdeki yeri bir süreliğine yükseliveriyor...

Star-TV'nin 'Pop Star Alaturka' yarışması... TRT programları... İbrahim Tatlıses'in 'İbo Şov'u... İlgilisinin reyting sistemine kuşkuyla bakılmayı getirecek sözleri üzerine üst sıralara çıkmaya başladı.

Reytinglerin sıhhatini dillerine dolayanlara göre bu böyle...

İki kanal özellikle kayrılıyor deniliyor. O iki kanalın programları kadar reklâmları da müthiş ilgi görüyor, ölçümlere göre... 'Diziden veya haberden daha fazla izlenen reklâm' gerçeğindeki tuhaflığı görüyor musunuz?

atv kanalında haberin patronu Fuat Uğur itirazını esprili bir dille şöyle formüle etmiş: Programlardan çıkışta reklâm reytingleri yüzde 50-60 oranında azalır. Ancak son aylarda özellikle iki televizyonda reklâm reytinglerinin, bırakın azalmayı arttığını görmekteyiz. Bu büyük bir skandal. Para da bunun üzerinden vurulmakta. Bu iki televizyonun artık program yayınlamak yerine reklâm yayınlamaları daha iyi bence. Çünkü çok iyi reyting alıyorlar.

Bu işten anlayan bir üniversite hocası, Zaman'dan Nuriye Akman'a, Reyting sistemi değişirse, devletin taşları yerinden oynar gibi çarpıcı bir cümle söylemiş...

Ölçüm yapan şirketin uzun yıllar 'hakem' olarak yararlandığı Prof. Ali Atıf Bir de yeri geldiğinde yazılarında tehlikeye dikkat çeker...

İtirazcıların iddialarını okuyunca izleyici olarak 'aptal' yerine konulduğunuzu anlıyorsunuz...

İzlenen programlar izlenmez gösterilerek nice başarılı projenin büyük zararlarla yarıda kalması sağlandı? İpe-sapa gelmez nice program, veriler 2500 kadar denek tarafından izlendiğini gösterdiği için, ısrarla sürdürüldü?

TRT ve atv itirazlarını sistem dışına çıkmaya kadar vardıracaklar mı? Ya da RTÜK yasasının reyting alanını düzenlemeyi kendisine görev olarak verdiğini hatırlayıp duruma müdahale edecek mi? Yoksa, ölçüm sistemini tekelinde tutan AGB şirketi, itirazlara kulak verip deneklerin manüplasyonunu engellemek üzere tedbir alıp verilerin el değmeden taraflara ulaşmasını kendiliğinden sağlayacak mı?

Altından bir tuğla çekilirse çökecek ne çok duvar var ülkemizde? Reyting duvarı çökerse nasıl bir gürültü kopar, enkazın altında kim kalır dersiniz?

Taha KIVANÇ / Yeni Şafak
t.kivanc@yenisafak.com.tr

Bu yazı 4749 okundu.

TERCÜMAN BÖYLE BİTİRİLDİ

11 Kasım 2008 07:35
Türkiye'nin en köklü markalarından Tercüman'ı bir adam bitirdi.

Tercüman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Büyükçelebi adını kamuoyu ilk kez kendisinin 8 adet fotoğrafını gazetenin birinci sayfasına taşımasıyla duyurdu.

Hemen arkasından eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın yanaklarını okşamasıyla gündeme geldi. Kuponla Şişme Barzani hediye edeceği açıklaması ise Büyükçelebi'nin kişiliği ve gazete yöneticiliği hakkında net fikirler oluşmasını sağladı.

Büyükçelebi, Ergenekon operasyonunda halen tutuksuz olarak yargılanıyor. Günler geçtikçe de Tercüman gazetesini eritiyor.

36 binden aldığı gazete tirajını 20 bine düşüren Büyükçelebi’nin yayın politikasına dayanamayan Yayın Koordinatörü Celalettin Kafesoğlu, Yazı İşleri Müdürü Bahri Badembağları, Yazı İşleri Müdürü Kenan Sönmezler başta olmak üzere bir çok gazeteci istifa ettiler.

Büyükçelebi’nin Tercüman’ı tiraj ve etkinlik olarak bitirmesinde en etkili unsur sık sık değiştirdiği yayın politikası oldu. Yayın yönetmenliğinin ilk zamanlarında AKP karşıtı bir politika izleyen Büyükçelebi bir süre sonra bu politikasını değiştirerek, AKP’yi destekledi. Ergenekon’dan gözaltına alınınca yeniden muhalefete başladı.

GÖLGE YAYIN YÖNETMENİ UFUK SÖYLEMEZ Mİ?

Ufuk Büyükçelebi’nin Tercüman’ı bitiren ölümcü hatası ise , gazeteyi gazeteciler yerine, siyasetçilere teslim etmesi oldu.

Şu anda Tercüman’da 10 köşe yazarı var. Bunlardan yalnızca iki tanesi (Behiç Kılıç ve Metin Özkan) meslekten gelme, diğer 8 yazar siyasetçi. Bu başka hiçbir gazetede görülmeyecek bir tablo.

Bu siyasetçilerin çoğu ise Ufuk Söylemez'e yakın isimler halen "zimmet suçundan" yargılanan Ufuk Söylemez'in gazetede bu derece etkili olması tartışılıyor.

Tercüman'da DYP'li eski Devlet Bakanı Ufuk Söylemez'in referansıyla yazdığı belirtilen isimler şöyle:

CHP Milletvekili Esfender Korkmaz

Bülent Kuşoğlu D(Y)P eski Ankara İl Başkanı

Aydın Menderes D(Y)P Genel Başkan Danışmanı

Mete Alpman D(Y)P’li eski Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna’nın danışmanı

Ayşem Kalyoncu - DYP Büyük Kongre Üyesi (DYP İzmir eski il başkanı Mete Kalyoncu'nun eşi)

Hasan Ünal – Ufuk Söylemez’in BRT’deki program partneri-öğretim üyesi

Veli Sarıtoprak- DSP PM Üyesi

Caner Soner Göksel- D(Y)P Eski İl Başkanı

TERCÜMAN'I BİTİRDİ GÖZÜNÜ DOĞAN'A DİKTİ

Ufuk Söylemez'in gölge yayın yönetmeni olması ve ekibin bu isimlerden kurulması Tercüman'ı bitiren en önemli nokta. Ama bununla da sınırlı değil. Ufuk Büyükçelebi'nin Tercüman Gazetesi'nin imajını muhafazakar çizgiden alıp şahin milliyetçi/ulusalcı çizgiye taşıması gazetenin onlarca yıldır oluşturduğu tabanını kaybetmesine neden oldu. Bunun üstüne keyfi, gazetecilikle ilgisi olmayan manşetlerin atılması da tuz biber oldu.

Karamehmet Grubu'nda artık tahammül sınırlarını zorladığı konuşulan Büyükçelebi yeni yer arayışına da erken başladı. Doğan Grubu'na geçmek isteyen Büyükçelebi temas kurdu ancak olumlu yanıt alamadı.

TERCÜMAN YAZARI UFUK SÖYLEMEZ AŞAĞIDAKİ NİTELİKLİ DOLANDIRICILIKTAN YARGILANDIĞI DAVADAN DA ZAMAN AŞIMI NEDEYİYLE KURTULDU

Nitelikli Dolandırıcılık Nitelikli Zimmet Banka

Ekleyen: Av.tayfun Eyilik | Tarih: 17-03-2007 | Kategori: İçtihat | Not

YARGITAY CEZA GENEL KURULU

E. 2004/11-158 K. 2005/58 T. 31.5.2005

14.12.1995 tarih ve 11 sayılı Yönetim Kurulu Kararı ile tahsis edilen ve kullandırılan 10 milyon USD tutarındaki DNTM kredisinde, Şube Müdürü Mualla Halistürk'ün; Ticari Krediler Müdürü Muazzez Ela, Genel Müdür Yardımcısı S. Şevki Doruk, Genel Müdür Söylemez ile krediyi açan Yönetim Kurulu üyeleri A.İhsan Elgin, A.Haydar Emre, Yücel Dirik ve Yenal Ansen'in TCK.nun 240 ıncı maddesine göre sorumlu oldukları, ancak TCK.nun 102 nci maddesi hükmü gereği eylemin zamanaşımına uğradığı ve bu kapsamda mütalaa edilmesi gerektiği,
aktifhaber


15 Kasım 2008

Ümit Kıvanç/Taraf

Bunu niye yaptın Can?

Tam Mustafa filmini görmüş ve tezvirattan, hezeyandan uzak, eli yüzü düzgün bir eleştiri yazısı yazmaya hazırlanıyordum ki, filmin esasen gazeteci olan yazarı ve yönetmeni benim de yazdığım Taraf gazetesini hedef alan tuhaf bir eylem yaptı. Can Dündar, tanıştığım, bir dönem arada sırada karşılaşıp sohbet ettiğim, şimdi de karşılaşsak samimi bir şekilde konuşabileceğim bir insan. Bu yazıdaki samimi hitap tarzını yadırgamayacaktır; siz de yadırgamayın diye belirtiyorum bunu.

Can, bir başbakanlık yetkilisine dayanarak, Taraf’ın Aktütün belgelerini yabancı gizli servislerden elde ettiği iddiasını yazdı. Doğrusu çok ama çok şaşırdım. Ve minik buz tanelerinin soluk borumdan ciğerlerime doğru kaydığını hissettim. Sonra hafifçe midem kasıldı.

Taraf’ı yöneten meslektaşlarıma şimdiye kadar bir tek defa, imâ yollu olsun, “o belgeler nereden geliyor,” gibi sorular sormadım. Sormam. Nokta’da Alper Görmüş meşhur “darbe günlükleri”ni yayımladığında da sormamıştım. Hâlâ da sormadım.

Niye? Çünkü bunun ilkesel bir mesele olduğuna inanıyorum. Bırakın yabancı gizli servislerin beslemesini falan, eline gelen belgenin, haberin doğruluğunu, benim için de geçerli kıstaslarla sınamayacağına inandığım birilerinin yanında gazetecilik yapmam, onların yönettiği yayın organında yazı yazmam, aç kalmazsam hiçbir şekilde yeralmam. Gazeteciliğin, “haber vermek” dışında sahip olabileceği tek meşru amacın, yapıldığı ortamdaki fikir ve ifade özgürlüğünü geliştirmek olduğuna inananlardanım.

Değerli okurlar, bunları, “aman ne erdemliyim, lütfen bana hayran olunuz” diye yazmadığımı biliyorsunuz. Dert anlatmaya çalışıyorum burada; germeyin insanı.

Demek istiyorum ki, bu konularda güven duymuyorsanız zaten orada ne işiniz var? Bile bile oradaysanız sizin de gizli niyetlerinizden bahsedilebilir.

Evet, Can’a döneyim. Sorularımızdan biri şu: Sen benim, yabancı gizli servislerden beslenen bir gazetede bunu bilerek yazdığımı mı düşünüyorsun yoksa Taraf yönetiminin bizleri de kandırdığını mı?

İkisinden birine gözümün içine bakarak “evet” cevabı veremeyeceğini ikimiz de biliyoruz. O halde ikinci ve esas sorumuza geçebiliriz: Sen o yazıyı neden yazdın, Can?

Sakın, “başbakanlık yetkilisi söylemişse haberdir” deme. Bunun haber olmadığını, kibarca dezenformasyon, kabaca psikolojik savaş denen uygulamalara yaraşır bir iftira olduğunu, eminim, yine ikimiz de biliyoruz. Yalan çıksa bile akıllarda kalsın diye üretilir bunlar.

Bu yazı yayımlanana kadar o lafı sana kimin söylediğini açıklamış olabilirsin, fark etmez. Velev ki söyledi. Sen inandın mı Can?

Bir daha sormak istiyorum, cevap vermezsen de bari soru kalsın akıllarda: Sen o yazdığına inandın mı?

Yine bir ricam olacak: lütfen, “yazmak için inanmam şart mı?” deme. Yazdığın şeyin bir haber olmadığını, sen dahil birçok gazetecinin cesaret edemediği işlere cesaret eden birilerini kamuoyu nezdinde küçük düşürmek ve şaibeli hale getirmek için düşünülmüş bir işlem, bir eylem, bir kampanya unsuru olduğunu ikimiz de biliyoruz.

Ne çok şeyi ikimiz de biliyoruz aslında, değil mi Can? Yalnız ben senin o yazıyı niye yazdığını bilmiyorum.

Cevabı öğrenmekten de korkuyorum açıkçası. Çünkü öyle bir âna denk geldi ki yazın, azıcık düşününce insanın elleri soğuk soğuk terlemeye başlıyor. Ben sana Taraf gazetesinin beğenmediğim yönleri hakkında bir sürü şey söyleyebilirim. Ama –yine!- ikimiz de biliyoruz ki, bugün birinci yaşına giren bu gazete cesaretini koruyarak ve şımarmadan yaşarsa Türkiye medyasında başka kimsenin rüyasını göremeyeceği bir saygınlığa sahip olacak, yaşayamazsa da sık sık insanların rüyalarına girecek. Kâbus dememi mi tercih ederdin yoksa, Can? Şahsen, köşesinde başbakana söylemediği kalmamış biri olarak, annemin bile, “ama o gazete için hükümet yanlısı diyorlar” laflarını göğüsleyerek yaşıyorum. Mustafa filmini Atatürk’ü kötülemek için yapmış olabileceğinden şüphelenen babamla senin adına tartışıyorum bir yandan da. Taraf’ın konumu da budur aşağı yukarı.

Başka meslektaşlarımız, aslı astarı olmadığını bal gibi bildikleri halde Taraf’ı ısrarla “AKP yanlısı” diye damgaladılar. Gazete başbakanla açıkça papaz olduğu için şimdi bu sökmüyor. Yaşanan parasal zorluklar artık kimse için sır değil. Aylardır para alamıyor ve durumun düzelmesini umuyoruz. Dolayısıyla “arkalarında Fethullah var/ Soros var” lafları da gülünçlükten trajikomikliğe terfi etti.

İşte sen karşılaşmanın bu dakikasında oyuna girdin ve yeni bir malzeme sundun: yabancı gizli servisler. Peki, bu malzemeyi kime sundun, Can?

Gerçi fark ettiysen bu bile eskisi kadar tutmuyor artık. Niye acaba? Sanırım bu da cevabını ikimizin de bildiği sorulardan.

O iftirayı niye yaydın, Can? Karşılaştığımızda selam verip hatırını sorabilmem için mucizevî bir cevap bekliyorum senden.

Zaman&Milliyet Kavgası Raund: 4
04 Aralık 2008 08:06Zaman Gazetesi ve Milliyet Gazetesi arasında giderek dallanıp budaklanan kavgada bugün 4. raund günüydü. Ve Milliyet'in patronu maddeler halinde vurdu.

Zaman Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı'yla Milliyet Yayın Yönetmeni Sedat Ergin arasında "Tuncay Güney" üzerinden başlayan ancak çok farklı boyutlara ilerleyen kavganın 4. raundunda vuruş sırası Sedat Ergin'deydi...

Sedat Ergin/Milliyet


Zaman gazetesine yanıtlar -ikinci bölüm

Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, önceki gün kendisine verdiğimiz yanıt üzerine kaleme aldığı ve dün yayımlanan “Tuncay Güney ve Milliyet Gazetesi” başlıklı ikinci yazısında bana şu soruyu yöneltiyor:
“Tuncay Güney Milliyet için referans mı değil mi?”
Dumanlı, bu soruyu yönelttikten sonra Milliyet’in temel bir çelişki içinde olduğunu ileri sürüyor.
Ona göre, Milliyet bilinçli bir şekilde Güney’in güvenilmez biri olduğunu kanıtlamaya çalışıyor, ancak bir taraftan da Güney’le bağlantılı olarak ortaya çıkan Fethullah Gülen hakkındaki haberleri - Gülen cemaatini zora sokmak için - yayımlamakta tereddüt etmiyor.
Dumanlı, bu durumu bir çelişki olarak görüyor. Onun mantığına göre, Güney’i güvenilir bulmuyorsanız, ama bir taraftan da açıklamalarını yayımlıyorsanız kendinizle çelişkiye düşmüş olursunuz.
* * *
Sorunun özünde galiba, Dumanlı ile gazeteciliğe bakışımız ve olayları analiz ederken kullandığımız yöntemdeki farklılık yatıyor.
Öncelikle, Tuncay Güney gibi son derece karmaşık bir şahsiyeti analiz ederken, onun her söylediğinin “tümüyle doğru” ya da “tümüyle saçma” kabul edilemeyeceğini belirtmekte fayda var.
Tuncay Güney, JİTEM’in önde gelen ismi Veli Küçük ile uzun yıllar boyunca yakın çalışmış, bu bağlantıyı korurken Milliyet, Akşam ve Samanyolu TV gibi pek çok basın kuruluşunda görev yapmış, aynı zamanda MİT’e de muhbirlik yapmış olan biri.
Bu şahıs MİT’in 1997’den sonra kendisiyle resmen irtibatını kesmesinin ardından Küçük’le temasını sürdürmüş, bu arada dolandırıcılık faaliyetlerine karışmış, çalıntı bir otomobili üçüncü bir şahsa satmaya çalışırken gözaltına alınmıştır. Güney, emniyete verdiği ifadesinde Ergenekon organizasyonuyla ilgili önemli ifşaatlarda da bulunmuş, serbest bırakıldıktan sonra ABD’ye gitmiş, bir daha Türkiye’ye dönmemiştir.
Güney, halen sahtecilik ve dolandırıcılık suçlarından açılan dava çerçevesinde İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde gıyabında yargılanıyor. Hakkında yakalama emri bulunduğundan Türkiye’ye geldiğinde sınır kapısında hemen tutuklanacak.
* * *
Bu kadar karmaşık bir kişiye kategorik bir şekilde yaklaşamayız. Söylediklerini hem ciddiye almak, hem de şüpheyle yaklaşmak durumundayız.
Şüphecilik gazeteciliğin olmazsa olmazıdır. Milliyet olarak Tuncay Güney’e bu çerçevede yaklaştık. Hahamlık iddiasında sahtekârlık yaptığından şüphe ettik ve sonuçta yalan söylediğini kamuoyuna teşhir ettik.
Bu çerçevede Dumanlı’nın yazısında bana yönelttiği suçlamalara şu yanıtları verebilirim:

1- Tuncay Güney’in 72 milyonun gözünün içine baka baka söylediği haham olduğu yalanını ortaya çıkartmak bir gazetecilik görevidir.

2- Tuncay Güney’i çürüterek Ergenekon’u boşluğa itmek gibi bir çaba içinde olduğumuz iddiasını reddediyorum. Ergenekon’u boşluğa itebilir kaygısıyla Güney’in dezenformasyonunu görmezden mi gelmemiz gerekiyordu?

3- Ergenekon’da işin sonuna kadar götürülmesini savunuyoruz. Bu konuda en titiz gazetecilik çalışmalarından biri Milliyet’te 20-25 Temmuz tarihleri arasında yayımlanan, Tolga Şardan ve Gökçer Tahincioğlu imzalı yazı dizisidir. Dizinin editörlüğünü büyük bir gazetecilik heyecanı duyarak ve çok şey öğrenerek bizzat ben yaptım. İddia ediyorum, Türk basınında Ergenekon üzerine yapılmış en mükemmel çalışmalardan biridir. Tek bir tekzip almadığı için diğer Ergenekon dizilerinin çoğundan farklıdır.

4- Tuncay Güney’in 2001 yılındaki polise verdiği ifadede Ergenekon organizasyonunu ifşa etmesi üzerine başlatılan soruşturmanın o dönemde hasır altı edilmesinin öyküsünü anlatan Belma Akçura’nın yazı dizisi Milliyet’te geçen ağustos ayında yayımlandı. Akçura’nın bu örnek yazı dizisinin Zaman gazetesi tarafından da geniş bir şekilde iktibas edildiğini hatırlıyorum.

5- Ergenekon’un üzerine gidilmesini savunmamız, bu soruşturma sürecinde yapılan hukuken problemli uygulamaları, örneğin dinlenen telefon kayıtlarının özel hayata ilişkin bölümlerinin kamuoyuna açıklanmasının yanlışlığını gündeme getirip eleştirmekten bizi alıkoyamaz. İkisini birlikte yapacağız. Avrupa Birliği’nin İlerleme Raporu ve son olarak Avrupa Parlamentosu karar tasarısı taslağında da Ergenekon soruşturmasında adil yargılanma hakkının yeterince gözetilmediği hususunda soru işaretlerine yer verilmiştir. Ergenekon’u asıl boşluğa itecek olan, bu tür hukuken tartışmalı uygulamalardır. Bunlara işaret etmek de gazetecilik görevidir.

6- Dumanlı, kendisinin bana yönelttiği en ağır eleştiriyi cevapsız bıraktığımı söylüyor. Konu şu: Cumhuriyet gazetesi, geçen cuma günü eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın “Emniyet’te yalnızca devlete değil, Fethullahçılara da çalışan bir yapılanma var” başlıklı bir mülakatını yayımlamıştı. Milliyet, ertesi gün bu mülakatı alıntıladı. İlginçtir ki, Yılmaz daha sonra Zaman gazetesine bu açıklamasını tekzip etti, ancak Cumhuriyet gazetesine bir tekzip göndermedi. Aksine, aynı akşam Kanal D’ye çıkarak “Emniyet teşkilatı içinde kendi başına hareket eden bir oluşumdan” da söz etti. “Fethullahçılar olabilir mi?” sorusuna da “F tipi yapılanma diye adlandırılan gruplar söz konusu olabilir” yanıtını verdi. Yılmaz, bu sözleriyle herhalde Cumhuriyet’e verdiği mülakatın arkasında durmuş oluyor.

7- Dumanlı’nın bu sorusuna ileri sürdüğü gibi kayıtsız kalmış değilim. Salı günü çıkan yazımda yer kalmadığı için bu konudaki suçlamasına yanıt verememiştim. Şimdi veriyorum. Yılmaz’ın Kanal D’ye mülakatının tam metninin deşifresini ve videosunu bugün milliyet.com.tr adresindeki web sitemizde yayımlıyoruz. İsteyen okurlarımız izleyebilirler.

8- Avrupa Parlamentosu üyesi Hannes Swoboda konusuna gelince, evet bu konuda yayımladığımız haber tekzip aldı. Hiçbir kompleks duymadan Swoboda’nın tekzibini birinci sayfamızdan yayımladık. Hatalarımızı gizlemiyoruz, aksine onların üzerine gidiyoruz. İlginçtir ki, kendileriyle ilgili bir mevzu olmadığı halde Zaman gazetesi de bu tekzibi birinci sayfasından yayımladı. Bizim Zaman’la ilgili böyle bir çabamız yok oysa...Bundan Milliyet’le ilgili bir takıntının olduğuna mı hükmetmeliyiz?

9- Milliyet’in haberleriyle bu kadar yakından ilgilenilmesi, bizleri de Zaman gazetesindeki problemli konularla yakından ilgilenmeye teşvik ediyor. Burada uzun bir liste yapabilmek mümkün. Benim favoriler listemde, bir ilanda evrim teorisini anlatan karikatürdeki maymunun silinmesi, bir başka ilanda kolu açık kadınların kollarının bilgisayar teknikleriyle örtülmesi, spor sayfalarında çıkan fotoğraflarda kadın sporcuların bacaklarının gözükmemesi için yalnızca belden yukarılarının gösterilmesi aklıma ilk gelenler.

10- Bunları bir tarafa bırakalım. Kimse kendisini Türk basınının yüksek fetva makamı yerine koymasın. Yaşı küçük bir kıza “cinsel tacizle” suçlanan Hüseyin Üzmez’in Türk toplumunda infial yaratan durumunu gazete içinde tek paragraflık haberlerle geçiştirip, birinci sayfasında görmezden gelenlerden alacak gazetecilik dersimiz yok. Önce Hüseyin Üzmez haberlerini cesur bir şekilde verin, ondan sonra başka gazetelerin haberlerine laf edin. Cesaret konusunda bakın, Yeni Şafak’tan öğreneceğiniz çok şey var.

BİRAND'DAN TARİHE GEÇECEK KIVIRTMA
28 Ocak 2009 10:46

Mehmet Ali Birand, Andıç konusunda öyle bir kıvırttı ki, maskesi resmen paramparça oldu.

28 Şubat sürecinde, PKK’lı Şemdin Sakık’ın ifadelerine eklemeler yapılmış ve pek çok önemli gazeteci ve ismin PKK’ya yardım yaptığı yönünde sahte belgeler üretilmişti.

Tarihe “ANDIÇ” olarak geçen bu sahte ve uydurma belgeler sonrasında, Andıçlananlardan Akın Birdal, Türk İntikam Tugayı tarafından vurulmuş, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar gibi isimler işlerinden atılmıştılar.

Üstelik bu sahte Andıçı Hürriyet ve Sabah gibi gazeteler gerçekliğini hiç sorgulamadan büyük haberler şeklinde vermişlerdi. Hürriyet’in başyazarı Oktay Ekşi, “Kim bu alçaklar” başlıklı bir yazı kaleme almıştı.

Daha sonra bu andıçları Çevik Bir ve ekibinin uydurduğu ortaya çıkmıştı.
Ancak andıçlananlar arasından bir ismin; Mehmet Ali Birand’ın son dönemlerdeki tavırları, kendisini andıçlayanlarla yaptığı işbirliği ve Ergenekon konusunda Kanal D haberde yaptığı sert muhalefet tepki çekmişti.

VE NTV’DE BİRAND'IN BİTTİĞİ AN
Dün NTV’de Birand’ın bu tavrının maskesi düştü. Sözde hep 'Andıç olayı iyi araştırılmadı, tahkik edilmedi' diyen Birand, NTV’de yayınlanan Yazı İşleri programında Ruşen Çakır’ın ani bir sorusuyla karşılaştı ve inanılmaz bir çark yaptı.

Birand yine hep söylediği sözleri tekrarladı "Andıç kapatılmamalı, araştırılmalı" dedi ama Andıç'ı araştırtacak esas soru karşısında resmen kala kaldı ve tarihe geçecek bir çark yaptı.

Ruşen Çakır aniden, “Andıç Ergenekon’a girsin ister misin?” dedi. Birand bir anda durdu, kekelemeye başladı ve lafı çevirip çevirip bu soruya cevap vermedi. İşte Birand’ın tarihe geçecek çarkının videosu…
aktifhaber


En son Ekim tarafından Çrş Oca 28, 2009 9:10 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Ksm 19, 2008 5:37 pm    Mesaj konusu: Ugur Dündar Bir HayatI Mahvetti Alıntıyla Cevap Gönder

Anahaberlerde İmralı kışkırtıcılığı
PERİHAN MAĞDEN
29/11/2008

ABC Grubu’na hitap ettiğini ‘varsayan’ Ana Haber Bültenleri, bir nevi muhalefet partisi kimliğinde hazırlıyorlar haberlerini.
İnanılmaz bir Savaş Taraftarlığı/Askeriye Kutsamacılığı ve Şehit Edebiyatlaması’yla bezdirdikleri yetmedi: Şimdilerde, feci bir Krizden Batan Memleket yelpazelemesine, dadandılar.
Daha bu yaz nerdeyse Alışveriş Kanalı kılığında; her akşam ‘Orda ucuz daire’, ‘Burda bedavadan gibi araba’ diye diye milletin Kredi Kartı Kullanma ve Borçlanma Bağımlılığını azdıran bu kanallar değildi sanki!
Bunca SATIŞ’tan hazin bir tamamen BATIŞ’a nasıl da kaygısızca geçiverdiler!
Diyelim Vatan Gazetesi’nin, Milliyet’in, Cumhuriyet’in satış rakamları ortada: Yani, Türkiye Geneli böylesi bir kendini sosyaldemokrat zanneden yobazlaikçilik, zımni ya da açık ulusalcılık ve de ordu+savaş sevicilikten her nevi kıblesini şaşırmış Seçkin(ci)
Azınlık’tan oluşmuyor!
Böylesine; Genel Seyircinin siyasi temayüllerini YOK sayarak hazırlanmakta olan Büyük Kanalların Ana Haberleri, son zamanlarda Kürt Düşmanlığının, Zımni Ulusalcılığın ve Savaş Kışkırtıcılığının sembol haberi olarak kafayı (kaz modeli görüşsüzlüklerini)
İmralı’daki ‘gelişmelere’ taktı.
Bir nevi CHP Kafası’ndan da tutucu/tutturuk bir kıvamı tutturmakta ısrarcı bu ana haberlere kalırsa; İmralı’ya Abdullah Öcalan’ın yanına başka mahkûmların da gönderilmesi
demek, ülkenin ‘bölünmez bütünlüğüne’ kast etmesine 5 kalmış bir ‘gelişme’ demek.
Onlara kalırsa yalnızca gelişmeme olsun bu topraklarda. İç savaşın hızını kesebilecek hiçbir girişimde bulunulmasın. (Giden gitsin: onlar da uzun uzadıya Şehit Cenazesi gösterip zırlar bir dille uğurlarlar el âlemin çocuklarını. Bir güzel. Ağır yapmacık.)
Hep böyle bir ultra ulusalcı (olduğunu çaktırmadıklarını varsaydıkları) yaklaşım! DTP’li vekillerin seçim gezilerini, konuşmalarını yansıtırken de aynen öyle. Gelen kalabalıkları eksik, az göstermece. Lafları makaslayarak en zararlı kolajları yaratıklandırmaca!
SÜREKLİ bir yangına körükle gitme hali! Provokasyon dili!
Bütün bu MedyaAltılamalara karşın, CHP gitti çarşaf+başörtüsü ‘açılımını’ gerçekleştirdi. Apansızın.
İkiyüzlülükle, çıkarcılıkla, denize düşen yılan’a sarılır kafasıyla: neyse ne!
Bu ‘açılım’ın olumsuz olduğunu söylemek için kafayı ÖlmüşCHPÇizgisi’yle çizmiş bir Vatan/ Mill(iy)et yazarı filan olmak lazım.
Şimdi AK Parti’nin yakın zamanda bakanlarıyla, başbakanıyla yaptığı onca şoven edebiyattan sonra; çaktırmadan da olsa (ya da anahaberlerin ‘tonu’ sayesinde
bütünüyle tü kaka’lanarak+müzevirlenerek) İmralı’da ‘insani’ hapishane koşullarını tesis
etmeye çalışması-
Son ‘bahtsız’ zamanlarımızın yegâne olumlu gelişmesidir- bu kadar.
Bu memlekette ‘Savaşa Hayır!’ demek konusunda samimiyseniz- Büyük İnsan Hakları İhlâlcisi Hürriyet’in İnsanHaklarıÇufÇuf’u gibi değil diyelim-
Şovdan tren, üfürükten tayyare; yar bana da bir doğrumsu artist kimlik! değil de; harbiden ülkenize ARTIK barış gelsin, Türk’ün de Kürt’ün de çocuğu ölmesin artık! hissiyatınızda yüzde yüz samimiyseniz-
Hakikaten BARIŞTAN YANAYSANIZ: Abdullah Öcalan gerçeğini ‘acknowledge’ etmek (Türkler’de olmadığı için karşılığı bulunmayan bir kelime) durumundasınız.
Bu kadar. Nokta.
Abdullah Öcalan’a tecritte, hapiste yaşatılan koşulların ‘insani’ olmaması bir yana-
Ona yapılan herrr kötü muamele, Savaş’ta yolsuelektrik: daha çok ölüm, daha çok kin, daha da bilenme, olarak dönüyor işte bize.
“İmralı’da NELER oluyor ayol komşu huuuu!” diye adi bir jurnalcilikle, anahabercilik
görevlerini ifa ettiği intibaını gazlamak isteyenler-
Esasında: yıllardır bezdirici bir kıvama ulaştırdıkları Militarist Dil+Savaş Kışkırtıcılığından taviz vermeme savaşındalar.
‘Oturtmuşlar’ bir kere dilleri. Dillerini.
Alışmışlar (kudurmuştan bin beter) sürekli Askeriye Yağdanlığına. Savaş Borazanlığına.
Şehit cenazelerinde ‘istenmeyen’ şeyler söylerse yavrularını ‘ne idüğü belirsizleşmiş büsbütün’ bir savaşa kurban verenler-
Cırt (makas hamleleri) göstermeyiverirler. Duymayız bu ‘sakıncalı’, samimi isyanları!
Ama SavaşDilininGönüllüRobotları “Babamın yerine, ben giderim!” “Bu oğlum gitti; yenisini alın!” filan gibi insanoğlunun/kızının her nevi güdüsüne aykırı laflar etmekteyseler: DAYA anahaberlerde! Ver gazı, ver tuzu: giden senden çok uzaklardaki sınıfların/toprakların evlatları.
Ne kadar savaş gazlarsan, militarizm gazlarsan o kadar sınıf birinç’i sensin. Paşan,
okşar belki resepsiyonlarda, yanaklarını. Avrupa Birliği Standartlarının nemalanma oranını düşürmesinden korkan patronun, saçlarını tarar.
Son zamanlarda sardırdıkları Ekonomik Kriz Titanikçiliği’yle olsun, “Amanin: bugün İmralı’ya başka mahkûmlar; yarın ne olur dostlar?” kışkırtıcılığıyla olsun-
Bütün büyük kanalların anahaber bültenleri “Yuh olsun sizin küflenmiş dilinize! Kandan
beslenen kariyerlerinize!”
denmeyi suratlarına, suratlarına; ziyadesiyle HAK ediyorlar.
Diyoruz işte.


Uğur Dündar Bir Hayatı Mahvetti

19 Kasım 2008 13:13
Uğur Dündar önce cinsel saldırıya uğrayan dizi oyuncusu genç kızı oynadığı dizileri göstererek ekranda ifşa etti. Kız canlı yayını arayınca da etik takıldı.

Önce Kızı İfşa Etti; Sonra Etik Gazeteci Takıldı

Büyükadada tecavüze uğrayan dizi oyuncusu kızla ile ilgili haberleri biliyorsunuz. O kız Star habere bağlandı. Uğur Dündar, biraz şaşkın yayına aldı onu... Belli ki önceden planlanmamış bağlantı. Zaten kız da sözleri ile bunu doğruladı. Star'daki buzlu görüntülerini görünce panik olmuş ve yayını aramış. Söyledikleri ile hem Uğur Dündar'a hem de tüm medyaya "etik" dersi verdi.

O anları aktarmadan önce bir notu iletelim...
Uğur Dündar, ana haberde genç kızla ilgili haberi sunarken,
-"Star haberin ortaya çıkardığı olay tüm medyada yer aldı" gibisinden bir cümle kullandı. Yani haberi biz patlattık edasında...

Aradan iki haber geçtikten sonra dizi oyuncusu kız yayına bağlandı...
Sözleri ile Uğur Dündar'ı 'sus-pus' etti, herkese güzel bir 'etik' dersi verdi.

A.A.-"Bu ana haber bültenin bile olmaması gerken bir haber... Cinsel saldırı yerine "tecavüz" kelimesini kullanmanız bile acıtıyor. Böyle bir şey yaşayan insanların tanımlanmasın da daha dikkatli olmalı..." diyerek ilk darbeyi vurdu.

Daha sonra da görüntülerinin ekrandan verilmesine getirdi sözü...
Diziden alınan karelerin Star'da yayınlanması onu dehşete düşürmüştü.

A.A; "Sizin VTR'nizi gördükten sonra dehşete kapıldım. O kadar ödüm koptu ki bunun nereye gideceğinden endişe edip aradım. Bundan sonra daha fazla bir şey söylemek istemiyorum."

DÜNDAR'IN UTANDIĞI ANLAR

Genç kız tam dozunda eleştirisi ve haber değerinden önce insan değerini hatırlatan sözleri ile Uğur Dündar'ı mahçup etti... Canlı yayında şu diyalog yaşandı;

DÜNDAR: Ben de burdan bir çağrıda bulunuyorum. Bu hanımefendi zaten bir talihsizlik yaşamış, tekrar tekrar mağdur duruma düşürmeyelim. Onu kaçar duruma sokmayalım.

A.A : Ben İstanbul'da özgür olarak devam etmek istiyorum. Şu anda bir kabusa dönüştü. Lütfen bu kabusu sürdürmeyin.

DÜNDAR: Biz size elimizden geleni yapmaya hazırız...
A.A : Ben şu anda haber değeri olan biriyim. Ama ben insan olarak değerli olmak istiyorum... Sizin VTR'nizi gördükten sonra dehşete kapıldım.
O kadar ödüm koptu ki bunun nereye gideceğinden endişe edip aradım.

DÜNDAR: Beni bir televizyoncu gazeteci olarak görmeyin...
A.A: Zaten öyle görüyorum sizi. 3 yaşından beri tanıyorum

DÜNDAR: Sürçü lisan ettimse bağışlayın...
A.A : Estağfurullah... Haber değeri ile insan değeri arasında seçim yapmak lazım.
DÜNDAR : Yüreğim sızlayarak sizlere geçmiş olsun diyorum.

ASIL TECAVÜZ ŞİMDİ OLAN

Dizi oyuncusu AA'nın mahkemeye verdiği ifade ise medya tarafından ele geçirilmiş. "Bu ifade nasıl sızdırılır" diyerek isyan ediyor. Bütün gazetelerin yarınki baskısında çıkacak olmasının kabusunu şimdiden yaşıyor...

Medyaya şu mesajı veriyor;

"Yarın ben gazetelerde bu olayın ayrıntılarını görmek zorunda mıyım. Cinsel saldırının değişik bir türünü yaşamak zorunda mıyım... Bu olay aylar önce yaşandı, ben terapi gördüm iyileştim. Ama konu şimdi yeniden açıldı ve asıl saldırı şimdi başladı. Şimdi herkes öğrendi... Binler onbinler, milyonlar biliyor... Ben bunların karşısında nasıl duracağım..."

KOLUMA DAMGA BASTILAR

Olayın izlerini hala zihninde taşıyan A.A, Kartal adliyesine sevk edilirken adada koluna damga basıldığını söylüyor. "Bundan fena halde rencide oldum" diyen A.A'nın polislerle yaşadığı diyalog ise inanılmaz...

Saldırıya uğradıktan hemen sonra karakolda ifade veren AA'ya polisler, "
"Aaa siz şu dizide oynayan kişisiniz değil mi" diye sorular sormuşlar...


20 Kasım 2008
Aykut Işıklar/Bugün

Haber değeri ve insanlık değeri

Cehalet, ucuz halk şovları, çıkarcılık, ahlaksızlık, utanmazlık almış başını gidiyor. Kim 'dur' diyecek ve nasıl diyebilecek belli değil.

Allah sonumuzu iyi etsin. Böyle devam edersek, bırakın ahlaki erozyona uğramış Avrupa ülkelerini, Uzak Doğu'da çocuklarını turistlere satan ülkelerden beter oluruz.

Şu ana kadar olmadık ise iki nedeni var. Biri içimizdeki Allah korkusu, dini inanç duyguları ikincisi de büyüklerimizden kalma Türk gelenekleri...

Ama bu kutsal emanetleri çocuklarımıza ne kadar aşılıyoruz, geleceğe taşıyoruz? İşte bu tartışılır. Şu son olay çok şeyi anlatıyor.

Özellikle medyanın içler acısı halini. Kadının biri bisikletle dolaşırken, 17 yaşındaki cahil bir genç buna izin vermiyor. Zorla bir şeyler yapıyor veya yapmaya çalışıyor. Klasik bir cinsel taciz veya tecavüz olayı... Ama bir farkı var. Kahramanı TV dizilerinde oynuyor. Duruşu sağlam, onurlu bir kadın...

Aslında öyle ünlü filan da değil. Sadece dizilere meraklı olanlar tanıyor.

Aradan da aylar geçmiş, çoktan unutuluyor. Ama medya için başlık çok önemli. İhbarı alan TV yapımcısı, (nedense yönetici olduğu kendi gazetesinde değil de) Kanaltürk'teki magazin sunucusu Gülşen Yüksel'i yem olarak kullanıyor.

Yüksel 'emir kulu', ne derlerse onu yapıyor. Yapımcısının öğrettiği gibi 'kusura bakmayın haber değeri' var derken, A.A 'bu iğrenç olayın haber değeri var da, benim insanlık değerim hiç mi yok' diye yalvarıyorsa...

Tabii ki bu ülkede insanlık değeri hiç yok. Olsa idi ertesi akşam koskoca Uğur Dündar, Star TV Ana Haberler'inde A.A'nın başına gelenleri bu kadar dakika anlatır mıydı? O muhabbeti hep birlikte izledik. Dündar'ın yüz ifadesini de yakın planda gördük. Daha açıkçası 'mosmor' olduğuna tanık olduk. Ne kadar güzel konuştu dizi oyuncusu A.A...

Kullandığı her kelime insanlık dersi idi. Peki konuştu da ne değişti? Hiç... Üç saat sonra bu kez atv'de 'Özel Hat' programında tecavüz sahnesi 'canlandırma' tekniği ile anlatıldı. Cahil halk film gibi izledi. Dizi oyuncusu A.A. yerine birisi rol yaptı?

Bisikletten aşağıya zorla çekildi, üzerine saldırıldı, bağırdı, yalvardı falan filan... Şimdi soruyorum. Bu sahneleri ekrana getiren Özel Hat programının yapımcısı Müslüm Demirci düşünsün bakalım. 'Eşini ekranlarda böyle görmek ister mi?' Peki iğrenç olayı müthiş haber gibi anlatan magazinci Gülşen Yüksel'e bir sapık genç böyle tecavüz etse...

Aylar sonra Star TV 'ana haberler'de kendini görse...

Veya 'haber değeri var' denilerek 'canlandırma' ile anlatılsa... Ve sevgili Uğur Dündar her gün binlerce işçinin kapı önüne konulduğu bir ülkede... Allah'ını seversen haber mi yok? Aylar önce yaşanmış bir olayın mesajı ne? 18 yaşından küçük cahil delikanlılara 'bisikletli kadın görünce saldırın. Hiç cezası yok' demek mi? Ne öğrendi milletimiz bu olaydan?..

Tamam işte yine 'Günün en çok izlenen haber programının patronu' olmuşsun. Bu tür haberler, alınlara yazılan dövme gibidir. Aradan yıllar geçse de silinmez.

Hasan KARAKAYA
Vakit
Dâvâlar ve tehditlere rağmen susmayacağız!


Yayın hayatımıza atıldığımız günden bu yana “çok yoğun sözlü ve fiili saldırılara” maruz kaldığımızı biliyorsunuz... Bu baskıların kimi “yasal kılıflı” baskılardı, kimi de “illegal” saldırılar... “Ölüm” temalı “tehdit telefonları”nı zaten saymıyoruz... Merkez binamızın önüne “el bombası” bırakıldı, geceyarısı “Kaleşnikof”tan kurşunlar sıkıldı, “400 polis, iki panzer ve keskin nişancılar” eşliğinde “baskın”lara maruz kaldık!.. “Mafya bozuntusu” kişilerin “iftira”ları üzerine “gözaltı”lar yaşadık...

Ve, son olarak da; değil Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, dünya tarihinde bile eşi-benzeri görülmemiş bir “dâvâ”ya, evet “312 General Dâvâsı”na ve Aydın Doğan tarafından açılan “trilyonluk tazminat dâvâsı”na muhatap olduk... Kısacası; yayın hayatımıza atıldığımızdan bu yana; hem “linç girişimleri”ne, hem de “yargısız infaz” teşebbüslerine maruz kaldık... Ama, her “sözlü ve fiili saldırı”nın ardından, bir tek söz söyledik:
“Susmayacağız!”
“Bizi susturamazsınız!”
Çünkü, biz “yerli”yiz!.. Çünkü biz “bu ülkenin evlâtları”yız!.. Çünkü bizim arkamızda “Hak ve halk” var!..
Hatırlarsınız;
Yayın hayatımıza atıldığımız ilk gün “Halkın gören gözü, işiten kulağı ve haykıran sesi” olacağımıza söz verdik... Sözümüz hâlâ geçerli...
Belki de bu yüzdendir ki;
Yukarıda da özetlediğimiz gibi; “legal ve illegal yoğun saldırılara” maruz kaldık.

KİM, NİYE SALDIRIYOR VAKİT’E?

Peki, niye saldırıyorlar Vakit’e?..
Çünkü Vakit, birilerini rahatsız ediyor!.. Kâh “kafa konforlarını” bozuyor, kâh “kovan”larına çomak sokuyor, kâh “rahatlarını ve rantlarını” bozuyor, kâh “yolsuzluk ve soysuzluk”larını deşifre ediyor!..
Ama, en önemlisi “saltanat”larını sallıyor!..
“Saltanatının tehlikede olduğunu” görenlerden biri de Aydın Doğan olmalı ki; Vakit’i “linç” edebilmek için tam “1 Trilyon 355 Milyar Liralık tazminat dâvâsı” açtı...
Bu dâvâ; hep “sansür”den yakınan ve “basın özgürlüğü”nü dilinden düşürmeyen Aydın Doğan’ın uyguladığı “sansür”ün dikalâsıdır!..
Bu dâvâ, “susturma operasyonunun zirvesi”dir!..
Ve “Türkiye’de bir ilk”tir!..
Hayır, Türkiye’de değil, “dünyada bir ilk!”
Çünkü, dünyada;
Bir “gazete” hakkında açılmış “1 Trilyon 355 Milyar Lira”lık başka bir dâvâ örneği yoktur!..

VAKİT’İN YAŞADIĞI “İLK”LER!

Sadece “Aydın Doğan’ın açtığı dâvâ” değil, Vakit, daha nice “ilk”lere maruz kaldı!..
Meselâ;
“Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk” olarak, “Vakit’in susturulması” için “Yunanistan’dan kanun ithal edilmesini” isteyen Vural Savaş gibi Yargıtay Başsavcıları’na tanık olduk!..
Yine, “Türkiye Cumhuriyeti’nde bir ilk” olarak, “400 polis, 2 panzer ve keskin nişancılar” eşliğinde “baskın”a maruz kaldık!..
Bırakın Türkiye’yi, dünya tarihinde rastlanmamış bir rekor kırdık... Evet, Vakit aleyhinde “bir günde 40 dâvâ” açıldı!..
“312 General tarafından açılan dâvâ” da, dünyada eşi-benzeri görülmemiş bir dâvâdır ve “ilk”tir!..
“Almanya” örneğinde olduğu gibi, Vakit; “bir dış ülkede yayını yasaklanan ilk ve tek gazete”dir!..

VAKİT, KİMLERLE, NEDEN UĞRAŞIYOR?

Peki, kim ve niye, bu kadar uğraşıyor Vakit’le?..
Kim, niye “rahatsız” oluyor Vakit’ten?..
Bu soruya cevap verebilmek için, öncelikle “Vakit’in kimlerle uğraştığı”nı gözler önüne sermek gerekir...
Gerçekten de, kimlerle uğraşıyor Vakit?..
“Sarıyer ormanları”nı talan edip, oraya “para makinası üniversite” kuran ve o üniversiteyi, darphane olarak kullanan Koç’larla uğraşıyor Vakit!..
“Halkın inancı ve giyimi-kuşamı” aleyhinde kararlar veren “Brifingli yargı” ile uğraşıyor!..
“Tüyü bitmemiş yetimin hakkı”nı umursamayıp, “milletin alın teri”ni ona-buna “peşkeş” çeken “bürokrasi” ile uğraşıyor!..
“Milletin giydirdiği üniforma”nın şerefine sahip çıkamayıp, ne idüğü belirsiz şaibeli kişiler önünde “esas duruş”a geçen komutanlarla uğraşıyor Vakit!..
“Şehit cenazeleri”nde sırtını sıvazladığı “başörtülü şehit anaları”nı “askerî garnizon”lara almayan, evlatlarının yemin törenini “tel örgüler ardından izlettiren” generallerle uğraşıyor!..
Mehmetçik PKK ile çarpışıp şehit olurken, “golf” oynamaya devam eden komutanla uğraşıyor!..
“Aktütün karakolunu ödenek olmadığı için taşıyamadık” deyip de “para yokluğu”ndan şikâyet eden, ama “askeri helikopterle pikniğe giden komutanlar” ile uğraşıyor Vakit!..
“On yıl sonrasını görebiliyoruz” deyip de, “burunlarının ucunu görmekten aciz” oldukları, “2001 Krizi” ile ortaya çıkan “işadamı” sıfatlı “İstanbul dükaları” ile uğraşıyor Vakit!..
“POAŞ’lama”larla, “Hiltonlama”larla, “kağıt üçkağıdı” yapanlarla uğraşıyor!..
“Kadına şiddet ve taciz”in edebiyatını yapıp “Lolita yarışmaları” düzenleyen “namussuzlar”la uğraşıyor!..
Listeyi uzatmak mümkün!..
Ama, kısaca ifade etmek gerekirse;
Kim ki “Hak düşmanı”dır, kim ki “halk düşmanı”dır ve kim ki “halktan kopuk”tur, Vakit, işte onlarla uğraşıyor, onlarla boğuşuyor!..

VAKİT’İ, KİMLER LİNÇ ETMEK İSTİYOR?

“Vakit’le uğraşanlar”ın, “Vakit’e saldıranlar”ın, “Vakit’i linç etmeye kalkanlar”ın ve “Vakit’e iftira atanlar”ın kimliğine gelince...
Hiç şüphe yok ki;
“Vakit’i bir kaşık suda boğmak isteyen” odak ve mahfiller, “kökleri dışarıda” olan “siyonist loca”lar ve onların “yerli işbirlikçileri”dir!..
Bunun en çarpıcı örneği de, yazarımız Abdurrahim Karakoç’un 17 Ağustos 2004 tarihli yazısında; “Ha Hitler, ha Şaron!.. İkisi de zalim!..” diye yazmasına gösterilen aşırı ve agresif tepkilerdir!..
Hatırlıyor olmalısınız;
Bu yazıdan 4 gün sonra, “Vakit ve Karakoç aleyhinde bir kampanya” açılmış, Vakit ve Karakoç, “6 ayrı köşe yazarı”nın saldırılarına maruz kalmıştı!..
Sonradan ortaya çıkmıştı ki;
Köşe yazarlarının yazıları “kendi ifadeleri” değil, “Yahudi Hahambaşı İshak Haleva’nın mektubu”dur!..
Evet evet;
Hahambaşı Haleva, kartel yazarlarına yol gösterip, “Vakit’e nasıl saldırılması gerektiği”ni anlatan bir “mektup” yazmış, “özgürlükçü(!) ve bağımsız(!) geçinen köşe yazarları” da, bu mektubu köşelerinde yayınlamışlardı!..
Evet evet;
“Düğmeye basan” kişi, Türkiye Hahambaşılığı idi...
Yazarlar da “komuta hazır robot” ya, anında üstlenmişlerdi “Saldır Co” görevini!..
Uzun lafın kısası;
“Kampanya”ya dönüşen “topyekun saldırı”nın perde gerisinde “Hahambaşı” vardı!.. Sizlerin perde önünde “kalem oynatıyor” zannettikleriniz ise “emre amade kukla”lardan başkası değildi!..
İşin hazin tarafı;
“Haham’ın gizli emelleri”ne alet olan bu meslektaşlarımız, “İsrail tarafından uygulanan devlet terörü”nü ya görmemiş, ya da görmezlikten gelmişti!..
Hem de;
İsrail’in, dünyada ilk defa “Bakanlar Kurulu kararıyla cinayet” işleyip, felçli ve yaşlı Şeyh Ahmed Yasin’i füze ile vurduğunu bile bile!..

ALMANYA’DA NİYE YASAKLANDIK?

Felçli, yaşlı ve “tekerlekli sandalyeye mahkûm” Şeyh Ahmed Yasin’i hem de “sabah namazı çıkışı”nda füze ile vurup susturan İsrail, Almanya’da da gazetemiz Vakit’i susturdu. Evet evet, İsrail susturdu Vakit’i!..
Olayı biliyorsunuz...
Vakit’in Almanya baskısı yasaklandı...
Hem de, hiçbir “yasal gerekçe” ve “mahkeme kararı” olmadan!..
Sebep şuydu:
“İsrail karşıtı, ABD ve Batılı yaşam tarzı aleyhinde yayınlar yapmak!..”
Evet, evet; “İsrail karşıtı” yayınlarından dolayı, “İsrail güdümündeki Alman Hükümeti” tarafından susturulduk!..
“İsrail’in, Avrupa’nın ve ABD’nin güdümüne girmediğimiz için” susturulduk!..
“Siyonistler ve onların işbirlikçileri” tarafından susturulduk!..
Hiç şüpheniz olmasın ki;
Almanya’da “Vakit’e düşman” olan odak ve mahfiller kimlerse, Türkiye’de Vakit’le uğraşanlar, Vakit’in sesini kesmek isteyenler de, o mahfil ve odakların “yerli işbirlikçi”leridir!..

BİR KAVGADIR BU, SÜRECEK!
Ne var ki;
Yayın hayatına atıldığı günden bu yana nice “badire”ler atlatan, nice “saldırı”lara maruz kalan, hakkında nice “dâvâ”lar açılan, nice “tehdit” ve “şantaj”ların hedefi olan, nice “iftira”lara uğrayan Vakit, bundan böyle de “Hak bildiği yolda ilerlemeye” devam edecek, “millet düşmanlarının güdümü”ne girmeyecektir!..
Bu gazeteyi; ne “trilyonluk dâvâ”lar döndürür yolundan, ne de silahlı “tehdit” ve “saldırı”lar!..
Biz, yolumuza devam edeceğiz...
Korkmadan!.. Yılmadan!.. Tırsmadan!..
Ve de, “hiçbir kişi, kuruluş, mahfil, loca ve odağın güdümüne girmeden!..”
Çünkü, taaa kuruluşumuzda söz verdik:
“Türkiye’nin tek bağımsız, bağlantısız ve güdümsüz gazetesi olacağız!”
Sözümüz söz...
Susmayacağız!..
Çünkü biz “yerli”yiz!..
Çünkü biz, “bu ülkenin sesiyiz!”
“Kökü dışarıda”larla kavgamız var bizim!..
Bu kavga; bu asil millet için!..
Bu kavga, bu güzel ülke için!..
Çünkü biz;
Ülkemizi ve insanımızı çok seviyoruz!..

==================
Öfkenin zirvesi
Hani biraz yaşlananlar, eski enerjilerini kaybedip elden-ayaktan kesilince, kahvelerde oturup “nostalji” yaparlar ya!.. “Ahh, ahh nerede o eski günler” deyip, iç geçirirler ya... Sanıyorum, Aydın Doğan da, şu anda iç geçirip, “Ahh, ahh, nerede eski günler” diyor olmalıdır!.
Öyle ya; eski günlerde “yalan” nedir, “doğru” nedir test eden gazeteler yoktu!.. Eski günlerde, “iftira” da atsalar, “çamur” da püskürtseler, “kara” da çalsalar, karşılarında duracak bir gazete yoktu!..
Eski günlerde; “Susurluk’a düşmandınız, Ergenekon’a niye dostsunuz?” diye hesap soran yoktu...
“POAŞ” nedir, “Hilton” nedir, “kâğıt üçkâğıdı” nedir bilen yoktu ki, hesap sorsun!.
Eski günlerde ne güzeldi şu gazetecilik...
Ne kakalarsan onu yutuyordu millet!..
Ama şimdi, Vakit var... “Yalan”ları gözlerine çarpan, “gerçek”leri gözler önüne seren ve “dolap”ları deşifre eden bir Vakit!..
Bana sorarsanız; Aydın Doğan’ın Vakit’e açtığı “1 Trilyon 355 Milyarlık Dâvâ” neyin işaretidir biliyor musunuz?..
Bu dâvâ, Aydın Doğan’ın “öfke desibeli”nin göstergesidir!...
Ahh, ahh, eski günlerde ne rahattı, şu gazetecilik!..

Hasan Karakaya - Vakit

hasankarakaya@vakit.com.tr

MİT'e Çalışan 23 Gazeteci
29 Kasım 2008
Taha Kıvanç/Yenişafak

'Günaydın' demeyeyim de ne diyeyim?

Bu iş gerçek 'çift meslekliler' listesinin açıklanmasına kadar varır mı acaba?

2000 yılının haziran ayıydı. Ankara'da siyasetin zorunlu tatile girdiği günler... Bir dostum, “Seni de aradı mı bakan?” sorusunu iletmek için aradı ve tatil öncesi fazla çalışmamaktan muzdarip gri beyin hücrelerimi ateşleyiverdi. Sonraki birkaç hafta hayatımın en mutlu günleridir.

Hayır, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan beni aramamıştı, ama hangi meslektaşları aradığını ve onlarla ne konuştuğunu öğrenmem zor olmadı. Bakan hepsine aynı soruyu soruyordu: “Bugünkü Ortadoğu gazetesini gördün mü?”

Konuya o zaman şöyle girmişim:

“İçişleri bakanı Sadettin Tantan, geçen hafta, yarım gününü telefon başında geçirdi. Her konuştuğuna, bir punduna getirip, 'Bugünkü Ortadoğu gazetesini gördünüz mü?' demeyi ihmal etmedi. Tabii herkes gazeteyi buldu, bakanın dikkat çektiği yazıyı okudu.

“Bakan bana telefon etmedi. Olsun, 24 saat gecikmeyle de olsa, onun okunmasını arzu ettiği yazıya ben de göz attım. Alişan Satılmış imzasıyla çıkan 'Umut operasyonu' başlıklı ve 'Kıskaçtaki Türkiye ve İran'la ilişkilerimiz' altbaşlıklı dizinin ikinci gününde (30 Mayıs 2000), hep bildiğimiz bilgiler vardı; önce bakanın neden bu kadar zahmete katlandığını telefon ettiği kişiler gibi ben de anlayamadım, sonra, sayfanın ortalarındaki bir cümle dikkatimi çekti.

“Şu satırları okuyun: 'Yerli basındaki kimi yazar ve gazetecinin MİT mensubu veya görevlendirilmiş elemanı olması, devlet güvenliği çerçevesi içinde varolan gereklilik ve ihtiyaçtan doğan rutin bir uygulamadır. Halen MİT mensubu veya güvenlik elemanı olan 23 yazar, gazeteci ve yöneticinin isimleri elimizde mevcuttur. Ancak isimlerini deşifre etmeyeceğiz.”

O isimler hâlâ deşifre olmuş değil...

Şimdilerde Ergenekon örgütlenmesiyle ilgili olarak adı sıkça geçen Tuncay Güney'le ilgili her kafadan bir ses çıkıyor. Yeni Şafak'ın istihbarat müdürü Şaban Arslan'ın Truva Yayınları'ndan çıkan 'Rabay' ve Bedir Acar'ın Timaş'ın yayınladığı 'Tuncay Güney Anlatıyor' adlı kitaplarında kopuk gibi görünen ipleri birbirine bağlayacak pek çok malzeme bulunuyor.

Yeter ki, açık bir zihinle o malzemelere yaklaşılsın...

Zihnim Sadettin Tantan'ın tüyosu ile açılmışken gözlerimi etrafta dolaştırmaya başlayınca ne göreyim, o sırada hizmete sunduğu internet sitesinden birilerinin ipliğini pazara çıkarmakla meşgul Mehmet Eymür de 'Çift Meslekliler' başlıklı yazısıyla benzer bir olayı ele almıyor mu?

Aslına bakılırsa bizim meslekte birden fazla tarafa çalışanların varlığı evvel eski bilinir. Hürriyet'te köşe sahibi de olmuş kıdemli bir meslektaş gazetecilikten kendini emekli ettikten sonra MİT'teki kadrosuna geçivermişti. Bir gazete yayın yönetmeni, aramız iyiyken, “Beni MİT sevmez, çünkü yönetime gelir gelmez onların adamlarına kapıyı gösterdim” demişti.

Şimdilerde yeni bir gazete çıkarma hazırlığı içerisinde bir grubun bu işle görevlendirdiği yazarın her hafta MİT'e uğrayıp zarf aldığını açıklamıştı Mehmet Eymür. Kod adı 'Siyah' imiş... Hakkını yemeyeyim; aynı kişinin MİT'e çalıştığını ilk açıklayan Eymür değildi. O ifşaatı ilk yapan, kendisi de MİT'le irtibatlı olduğu ithamına maruz MİT'in en kapsamlı tarihini yazmış olan bir başka 'gazeteci' kılıklı kişiydi.

Ergenekon örgütünü ilk fâş eden kişi vaktiyle değişik gazetelerde çalışmış... Yolu neredeyse herkesle kesişmiş... “Ben iki satırı biraraya getiremezdim, ama ilginç haberlerim yüzünden gazeteler benden vazgeçemezdi” dediğini bir yerlerde okudum. Birlikte çalıştığı gazete yöneticileri, “Değişik ilişkileri vardı, habere kolay ulaşırdı” diye kendisinden söz ediyorlar.

Bunları neden anlatıyorum?

Şundan: Böyleleri bu meslekte hâlâ var ve kimi bayağı önemli yerlerde, kimi yeniden ortaya çıkma hazırlığında. Hakkında “MİT'in adamı” ithamı yapılmış, teşkilâttan her hafta zarf aldığına ve hatta kod adına kadar ipliği pazara çıkartılmış biri, meselâ ABD'de, İngiltere'de, Almanya'da olsa 'gazetecilik' mesleğine veda eder; bizde ise öyleleri muteber bir gazeteciymiş gibi akşamları ekrandan yüzümüze 'nanik' yapabiliyor...

Hem de dürüst gazeteciler hakkında ahkâm da keserek...

Tantan'ın dikkat çektiği yazıda bu tiplerin sayısının 23 olduğu açıklanmıştı. Mesut Yılmaz'ın başbakan iken kendisini ziyaret gelen bir gazete yöneticisine 22 kişilik bir liste gösterdiği de biliniyor.

Öyleyse neden pislikler ortalığa saçıldığında birileri şaşırmış rolü yapıyor?

Dün, İsmet Berkan, Uğur Dündar'a, “Tuncay Özkan bir fotoğraf getirmişti, Tuncay Güney'den mi satın almıştı o fotoğrafı?” diye sorduğunu yazmış da...

Tuncay Güney’in rolü
İSMET BERKAN
28/11/2008

ismet.berkan@radikal.com.trsayfayı yazdırarkadaşına gönderarşive ekle
Kaderin cilvesi işte. Halen Ergenekon soruşturmasından tutuklu olarak cezaevinde hakkında dava açılmasını bekleyen gazeteci Tuncay Özkan, bundan
12 yıl önce, Susurluk kazası ve skandalının Türkiye’yi sarstığı günlerde, bir gün elinde
bir dizi fotoğrafla çıkagelmişti.
Fotoğraflarda, Susurluk skandalının başkahramanları, Abdullah Çatlı, İbrahim Şahin ve Ayhan Çarkın gibi isimler hep birlikte göbek atıyorlardı. Göbek atma vesilesi, bir başka özel timci arkadaşlarının oğlunun sünnetiydi. Fotoğraflar Radikal’de ve Kanal D Haber’de yayınlandığında yer yerinde oynamıştı.
Önceki gün, o zamanlar Tuncay Özkan’ın Kanal D Haber’deki yöneticisi olan, halen Star Haber Genel Yönetmeni Uğur Dündar’a, bu fotoğrafların nasıl elde edildiğini hatırlayıp hatırlamadığını sordum, “Tuncay Özkan bunları Akşam gazetesinde çalışan iki
muhabirden aldığını söylemişti” dedi.
O iki muhabirden biri Tuncay Güney’di! Yani, bugün Tuncay Özkan’ın tutuklu olmasına neden olan soruşturmanın baş aktörlerinden biri!
***
12 yıl önce Radikal’de o fotoğrafları yayımlarken, Susurluk’un aslında herkes tarafından bilinen bir yönünü artık inkâr edilemez bir gerçek olarak insanların beynine kazıyacağımızı düşünüyorduk. Yani, yıllardır aranan bir katliam suçlusu olan Abdullah Çatlı ile devletin resmi polis üniformasını giyen, hatta polis teşkilatında çok önemli bir yerde yöneticilik yapan insanların bağını kanıtlıyorduk.
Bugünden dönüp geriye baktığımda, Susurluk olayıyla ilgili olarak sadece o polislerin ve Abdullah Çatlı’ya bir yerden değen insanların yargılanıp mahkûm olduğunu görüyoruz. O grupta en büyük eksik Mehmet Ağar’dı, şimdi o da yargılanacak.
Ama Susurluk sadece Emniyet teşkilatının içinde yuvalanıp sonra da ‘kötü yol’a düşen isimlerden ve onların yaptıklarından ibaret değildi ki... İstanbul’da, Kocaeli-Sakarya arasında, Güneydoğu’nun dört bir yanında, PKK ile ilgili veya PKK’ya destek olduğu öne sürülen yüzlerce kişi faili meçhul cinayetlere kurban gitmişti. Bu cinayetlerin önemli bir bölümü Hizbullah tarafından işlenmiş veya Hizbullah’a işlettirilmişti ama geri kalanları ‘Susurluk’ kapsamında değerlendirilmeliydi.
Nitekim, 1997 yazında, biraz da Susurluk’u çözme iddiasıyla Başbakan olan Mesut Yılmaz, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu, orada da spesifik olarak Kutlu Savaş’ı görevlendirdi. Kutlu Savaş, meşhur raporunda bu faili meçhul cinayetler dahil pek çok olayı salt devletin arşiv bilgilerine bakarak bile çözdü. Ama Başbakanlık tarafından yazılmış resmi bir rapora konu olmasına rağmen bu cinayetlerle ilgili ne tek tek ne de bir çete davası açıldı.
Susurluk, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in deyimiyle ‘devletin rutin dışına çıkması’ olayıydı. ‘Rutin dışı’ndan kasıt ‘hukuk dışı’ elbette. Hukuk dışına da sadece Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki özel birim çıkmadı, Milli İstihbarat Teşkilatı da çıktı, Jandarma Genel Komutanlığı bünyesindeki JİTEM de çıktı.
Ama yargı önüne, biraz da Tuncay Güney’in ortaya çıkardığı, bizim de yayımladığımız fotoğraflar yüzünden sadece polisler çıkarıldı, JİTEM ve MİT bırakın yargılanmayı incelenmedi bile.
Bugün Ergenekon davası iddianamesini okuduğumuzda, savcıların Tuncay Güney’in
2001 yılında İstanbul polisine verdiği ifadeye büyük ölçüde yaslandıklarını görüyoruz. Ergenekon’un temel belgesi kabul edilen ‘lobi’ başlıklı dokümanın yazarı veya yazarlarından biri de büyük ihtimalle Güney’in kendisi.
Ve şimdi Tuncay Güney’in kurumsal olarak MİT’le değilse bile MİT’in o dönem önde gelen bir mensubu olan Mehmet Eymür’le ilişkide olduğunu, JİTEM’in içine sızan bir ‘ajan’ olduğunu iddia etme noktasına geldik.
Bundan 12 yıl önce Susurluk’u olduğundan küçük hale getirmekte bir rol üstlenen Tuncay Güney’in bu kez de Ergenekon’da nasıl bir rol oynadığını merak ediyor insan.
Bundan 12 yıl önce, Susurluk bağlamında bir polis-asker mücadelesi vardı. Hanefi Avcı, Meclis Komisyonu’na verdiği ifadeyle MİT ve JİTEM’i de deşifre etmişti ama kimse üstüne gitmedi, yani bir anlamda polis o gün girdiği kavgayı kaybetti. Bugün, Ergenekon bağlamında yürütülen soruşturmaların polise hiçbir yerinden değmemesi benim ilgimi çekiyor doğrusu.
Acaba 1997’de MİT’te Mehmet Eymür ve birimi tasfiye edilince açıkta kalan Tuncay
Güney kendine başka ve yeni bir ‘koruyucu’ ve ‘patron’ mu aradı? Acaba Güney, Türkiye’den kaçtığı güne kadar JİTEM içinde ajanlık faaliyetlerini sürdürdü mü? Sürdürdüyse,
yeni ‘patron’u kim veya kimlerdi?
radikal

Merak ediyorum

Taha Kıvanç/Yenişafak

İçişleri bakanı Sadettin Tantan, geçen hafta, yarım gününü telefon başında geçirdi. Her konuştuğuna, bir punduna getirip, "Bugünkü Ortadoğu gazetesini gördünüz mü?" demeyi ihmal etmedi. Tabii herkes gazeteyi buldu, bakanın dikkat çektiği yazıyı okudu.

Bakan bana telefon etmedi. Olsun, 24 saat gecikmeyle de olsa, onun okunmasını arzu ettiği yazıya ben de göz attım. Alişan Satılmış imzasıyla çıkan 'Umut operasyonu' başlıklı ve "Kıskaçtaki Türkiye ve İran'la ilişkilerimiz" altbaşlıklı dizinin ikinci gününde (30 Mayıs 2000), hep bildiğimiz bilgiler vardı; önce bakanın neden bu kadar zahmete katlandığını telefon ettiği kişiler gibi ben de anlayamadım, sonra, sayfanın ortalarındaki bir cümle dikkatimi çekti.

Şu satırları okuyun: "Yerli basındaki kimi yazar ve gazetecinin MİT mensubu veya görevlendirilmiş elemanı olması, devlet güvenliği çerçevesi içinde varolan gereklilik ve ihtiyaçtan doğan rutin bir uygulamadır. Halen MİT mensubu veya güvenlik elemanı olan 23 yazar, gazeteci ve yöneticinin isimleri elimizde mevcuttur. Ancak isimlerini deşifre etmeyeceğiz."

İçişleri bakanı Tantan'ın yönlendirmesiyle, döndük, yine 'ajan-gazeteci' olayına geldik. Ortadoğu yazarının elinde MİT'e çalışan muhabir, yazar ve yönetici düzeyinde 23 gazetecinin listesi varmış... Bir başka kaynak 22 kişilik listeden söz etmişti, Ortadoğu gazetesi bir ekleyerek sayıyı 23'e çıkarmış oldu. Bakanın dikkat çekecek kadar değer verdiği bir yayın olduğuna göre, önceki kaynağın hatalı olduğunu, ya da arada geçen süre içerisinde bir kişinin daha 'kod adlı' gazeteciler arasına katıldığını varsaymamız gerekiyor...

Bu tartışmayı, vaktiyle MİT'te 'kontr-espiyonaj' dairesi başkanı sıfatıyla '2. adam' konumunda bulunan Mehmet Eymür web-sitesinde başlatmıştı. Çok satan gazetelerden birinde 'Siyah' kod adlı bir 'ajan-gazeteci' bulunduğunu biliyor, kim olduğunu da tahmin ediyorduk; ama ona bir ad ve soyadı veren Eymür oldu...

23 kişilik listeden elimizde kesinleşmiş 'Siyah' var... Bir de, o sırada başbakan olan ANAP lideri Mesut Yılmaz'la sohbet ederken, onun "Medyada MİT ajanları var" açıklamasına muhatap olmuş iki ünlü meslektaşımızın bildiği geçmişin bir ünlü gazetecisi... Etti iki... Ondan öteye -şimdilik- gidemiyoruz... Bir gazeteci kendi mesleğini de ilgilendiren böyle bir olayın üstüne hangi hakla şal örter?

Mehmet Eymür zihin çelmeye devam ediyor... Dün de web-sitesine yeni bilgiler yerleştirdi. Sayılarının 23 olduğunu öğrendiğimiz MİT ile irtibatlı gazetecilerin varlığına kendimizi henüz alıştırmıştık ki, bu defa da, "JİTEM'e çalışan gazeteciler" gerçeğini gündeme getirdi... Kullandığı kavram da 'çift meslekliler'...

Eymür'ün iki kişi arasında geçtiğini söyleyerek naklettiği konuşmanın ekseni olayı hatırlayacaksınız... Susurluk Skandalı patladığında, Abdullah Çatlı ile skandalda adı geçen başta İbrahim Şahin olmak üzere polis memurlarını aynı karede birleştiren fotoğraflar ortalığı karıştırmıştı. Polislerden birinin çocuğunun sünnet töreninden, kolkola halay çeken Çatlı ve Şahin fotoğrafları...

Eymür'ün 'Tunca' adını yakıştırdığı kişi, muhatabına (Eymür ona da 'Baha' adını veriyor) şunları söylüyor: "Hasan, özel timcilerle Çatlı'yı birlikte görüntüleyen sünnet düğünü resimlerini Kanal-D'ye iki milyara sattı." Bu kadar değil; 'çift meslekli' Tunca'nın kendi vukuatı da var: "Çatlı ile Mesut Yılmaz'ın birlikte olduğu resmi bir DYP milletvekiline sattım. Milletvekili daha sonra emniyet genel müdürlüğü laboratuvarından resimlerin montaj olmadığına dair rapor aldı."

Ya benim belleğim zayıf, ya da ajan-gazeteciden para karşılığı fotoğraf satın alan DYP milletvekili müthiş ketum; çünkü böyle bir fotoğrafa herhangi bir yerde rastladığımı hatırlamıyorum. "Çatlı'yla görüştünüz mü?" sorusuna muhatap olduğunda, Mesut Yılmaz, "Hayır" cevabını vermeye devam ediyor... Tunca'nın sonraki anlatımlarından, fotoğrafları temin eden birimin elinde, Tansu Çiller ile Oral Çelik'i birarada gösteren fotoğraflar olduğunu da öğreniyoruz.

Eymür'ün Tunca dediği kişinin en ilginç sözleri şu: "Son günlerde basında çıkan Jitem'le ilgili haberlerden dolayı sıkıntıdayım. Biliyorsun ben de oraya bağlı çalışıyorum. Hanefi Avcı'nın ifadesi ile Jitem zor durumda kaldı. Yapılanlar ortaya çıkarsa Cem Ersever'in öldürülmesi olayı da açığa çıkacak..."

Eymür, herhalde bir telefon konuşması yapılırken kaydedilmiş bu ifadelerin 1997 yılına ait olduğunu bildiriyor. O tarihte, Jitem diye bir örgütün 'resmen' var olmadığı biliniyor. Resmen bulunmayan bir yerle irtibatlanmak herhalde daha kolay olsa gerek. Benim zihnimi zonklatan 'çift meslekli' kişilerin karşı karşıya kaldıkları açmaz: Türkiye'yi sarsacak bazı cinayetlerin nasıl işlendiğini biliyor, onları açığa çıkartsa belki 'yılın gazetecisi' seçilebilecek adam; ama bunu yapmak yerine gerçekler ortaya çıkıyor diye sıkıntı çekiyor...

'Atin' (www.atin.org) sitesindeki yazı şu tespitle bitiyor: "Çift meslekli gazetecilerin, resim satışlarından bir hayli para kazandığı anlaşılıyor. Acaba bu gazetecilere, ikinci mesleklerinde ne kadar maaş ve 'resim satışı' dışında başka ne gibi görevler veriyorlar? Biz merak ediyoruz. Herhalde siz de..."

Ben diğer 21 ajan-gazeteciyi de merak ediyorum...

tkivanc@yenisafak.com
6 HAZİRAN 2000

Poyraz: Bu Üçü De MİT'çi
29 Kasım 2008

Ergenekon Sanıkları Mahkemede, çok çarpıcı yeni açıklamalar yapıyor. Ergun Poyraz, MİT'le irtibatlı üç gazeteci ve bir dernek ismi verdi...

Gazeteci-Yazar Mehmet Metiner, Eymür’ün sağ kolu Cemal Alparslan Ertuğ, AKP’li vekil Mahmut Arslan...

Ergenekon davasının dünkü duruşmasında da ana gündem Tuncay Güney’di. Tutuklu sanık Ümit Oğuztan, Güney’in yalan söylediğini iddia etti.

GÜNEY YANIMDA EYMÜR’LE KONUŞTU:

Oğuztan, Tuncay Güney’in 27 Kasım 2008 tarihinde Kanal D’de yayınlanan 32. Gün programında Mehmet Eymür’ü tanımadığını söylediğini, ancak bunun doğru olmadığını öne sürdü: “Güney, İran Konsolosluğu’nda siyasi işler müsteşarı Muhsin Karger ile tanışıp dostluk kurduğunu ve doğrudan Eymür’e bilgi ve fotoğraflar aktardığını Muhsin Karger’in İran’da MOD adıyla anılan gladyo mensubu olduğunu bizzat şahsıma anlatmıştır. Dolayısıyla Mehmet Eymür’e tanımadığı yalan beyandır. Kendisiyle telefonda görüştüğünü de beyan etmiştir ve bizzat benim tarafımdan da görülmüştür. Gerçeğin ortaya çıkması için 32. Gün programının istenmesini talep ediyorum.” Savcı, Oğuztan’ın bu talebinin kabul edilmesini istedi.

MAZLUM-DER’LE MİT’İN BAĞLANTISI:

Tutuklu sanık Ergün Poyraz da, Tuncay Güney’in ön plana çıkmasına rağmen, 3 ismin daha Güney’le bağlantılı olduğunu iddia etti. Poyraz bu isimlerin Gazeteci-Yazar Mehmet Metiner, Eymür’ün sağ kolu Cemal Alparslan Ertuğ, AKP Milletvekili Mahmut Arslan olduğunu ileri sürdü. Poyraz Cemal Alparslan Ertuğ’un Alparslan Arslan’ın bağlı olduğu Yeditepe Hukuk Bürosu’nun ortağı olduğunu ileri sürdü. AKP’li Mahmut Arslan’ın Türkiye’de sahip olduğu şirketlerin asıl sahiplerinin de Barzani olduğunu savundu.

Poyraz Mehmet Metiner’in MİT’in İran masasında ya da başka bir biriminde görevli olup olmadığının, Mazlum-Der ile MİT arasındaki bağlantıyı Metiner’in kurup kurmadığının, Cemal Alparslan Ertuğ’un Mahmut Arslan’ın şirketlerinde çalışıp çalışmadığının ve diğer verdiği bilgilerin MİT’e sorulmasını istedi.

Ergenekon heyetine koruma

Adalet Bakanlığı, Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ü 15 kişilik ekip korurken, Mahkeme Başkanı Köksal Şengün ve üyelerin koruma sayılarının yetersiz olduğunu fark edince harekete geçti. Şengün ve üyeleri korumak için, emniyet teşkilatının gözbebeği olarak bilinen ’özel harekat’ timleri geçtiğimiz günlerde görevlerine başladı.

‘Mehmet Ağar’ı da burada görürsün’

Tutuklu sanık Mete Yalazangil de çarpıcı bir iddiada bulundu: “Yedek hakimlik sorgusunda bana ’Senin genel başkanın kim?’ diye soruldu. Ben DYP Kadıköy Genel Sekreterliği yaptım. Ama parti DP adını alınca istifa ettim. Dolayısıyla bu soruya yanıt vermedim. Hakim, ‘Susuyorsun ama onu da burada görürsün’ dedi. Şimdi Yargıtay Başsavcılığı Ağar’a dava açtı. Dolayısıyla ne demek istediğini anladım.”

aktifhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Arl 05, 2008 12:59 am    Mesaj konusu: Gazeteci Kılığındaki Aja Alıntıyla Cevap Gönder

Akşam gazetesi genel yayın yönetmeliğinden alınınca yazarlığa dönen Serdar Turgut, yöneticilik günlerini anlattı: Yakın ilişki içine girdiğim hiçbir insandan hoşlanmadım. Çoğu puşt, arkadan bıçaklayıcı o...pu çocukları


28 Aralık 2008 - Serdar Turgut, kısa süre önce Akşam gazetesinde yapılan operasyonun ardından yıllarca sürdürdüğü Genel Yayın Yönetmenliği görevinden ayrıldı. Aynı gazetede yazarlık yapmayı sürdüren Turgut, yöneticilik yaptığı günlerden tiksindiğini söylüyor. Sabah gazetesine konuşan Serdar Turgut, gazetecilik mesleği sırasında tanıdığı insanlar için de ağır ifadeler kullandı. İşte Turgut'un o ilginç röportajı;

- Babanızla bir röportaj yayınlandı Akşam'da. O da sizin gibi matrak biri galiba?
Serdar Turgut: O mülakat ben yayın yönetmeniyken yapıldı, yayınlatmamıştım. Yayın yönetmeni olarak kendi babamı çıkarıp sunmak istemedim. Geçen hafta kullanmışlar, hoşuma gitti. Babam benim için çok şey yapmıştır ama bana yaptığı en büyük katkı okuma zevki aşılamasıdır. Okumaya müthiş açılmış biriyim sayesinde, çok da iyi okurum. Odama kitap bırakarak sağladı bunu. Ben de oğluma aynısını yapıyorum. Televizyon seyretmek yerine kitaba bakmaya tercih ediyor, roman okuma tekniğini öğretiyorum ona. Çok iyi bir okuyucu olacak. Tabii köşe yazarı da olabilir, o kötü olur gerçi ya!

- Neden?
İstemem; çünkü bu meslekte, size söylediğimi zannetmeyin, tanıdığım insanlardan hoşlanmadım.

- Dolayısıyla benden de hoşlanmamış olabilirsiniz!
Hayır, öyle değil, tanımıyorum sizi. Yakın ilişki içine girdiğim hiçbir insandan hoşlanmadım.

- Bu çok ciddi bir şey!
Ne yapalım, çoğu puşt, arkadan bıçaklayıcı o...pu çocukları.

- Nedir sizi inciten?
Oyunlar, yalanlar, bunlar çok sıktı 15 yıldır. Yöneticilikten de tamamen tiksinmiş durumundayım. Olanlara da üzülüyorum. Kıskançlık değil. Çok yıpratıcı bir iş ama kimse de kendiliğinden bırakmaz.

- Neden bırakılmaz?
Parasal imkânları iyidir, güçtür, sekreteriniz, şoförünüz vardır, hayat kolaydır, insani duygularınızla oynarlar, bunlar insana güzel gelir, tutunmak istersiniz. Ama biz bitişi çok iyi yaptık Allah'tan... Yazmaya âşık olduğum için sorun yok benim için.
netgazete

Gazeteci Kılığındaki Ajanlar
04 Aralık 2008 14:14

Gazeteciler bu işin üstüne gitmeli ve bu çift kimlikli ucubeleri deşifre etmeliler..

Mustafa Erdoğan/Star

Gazeteci kılığında ajanlar

Öteden beri zaman zaman dillendirilen bir iddia bugünlerde yeniden gündeme geldi: ‘Halihazırda medyada ‘gazeteci’ kılığında çalışan yirmiden fazla MİT ajanı var.’

Eğer doğruysa, hepimizi, özellikle de sahici gazetecileri ürkütmesi ve harekete geçirmesi gereken bir bilgi bu. Ama bakıyorum da, ne gazeteciler arasında, ne genel kamu oyunda ne de parlamentoda heyecan yarattı bu haber. Oysa, sahiden gazeteci olanların öncelikle kendi meslek haysiyetleri için, yasama organının ise temsil ettiği ‘ulusal yarar’ uğruna üstüne gitmeleri şart olan bir olaydan söz ediyoruz.

Gazeteciler bu işin üstüne gitmeli ve bu çift kimlikli ucubeleri deşifre etmeliler. Çünkü, her şeyden önce, bu sektörde çalışan herkesin şaibe altında kalmaması buna bağlı. Daha önemlisi, gazeteciliğin halk nezdindeki güvenilirliğini sağlamak için de buna ihtiyaç var. Yoksa, bilgi kaynağı olarak gördüğümüz kimi haberlerin gerçekte ‘hikmeti-i hükümet’ düşüncesiyle imal edilmiş olmadıklarından nasıl emin olabiliriz?.. Hangimiz, ülkede olup bitenler hakkında -kimbilir nasıl bir hesapla- aldatılmış olmayı isteriz ki?...

Öyle ya, bazı gazetelerin veya münferit gazetecilerin bilhassa özgürlükçü tutumlarıyla bilinen kimi kişi veya kurumlara karşı zaman zaman yürüttükleri şüpheli kampanyaların, askerleri seçilmiş hükümetlere karşı kalkışmaya kışkırtan haberlerin, her eleştirel seste ‘vatan hainliği’ keşfetmeye çalışan gazetecilik örneklerinin, sıkça rastladığımız manipüle edilmiş veya abartılmış haberlerin, bazı medya organlarınca ısrarla görmezden gelinen veya kamunun bilgisinden saklanmak istenen olayların tanığı değil miyiz hepimiz? Ajan gazetecilerin medyamızda cirit attığını öğrendikten sonra bütün bunlardan işkillenmemiz normal değil mi?...

Şu veya bu istihbarat teşkilátıyla irtibatlı olan bir sözde gazetecinin ‘gerektiğinde’ seçilmiş siyasetçilere, devletçe ‘sakıncalı’ yurttaşlara, hatta kendi ‘meslekdaşları’na şantaj yapabilecek konumda olması olağan karşılanacak bir şey midir? Peki, gazeteci kılıklı kişinin irtibatlı olduğu istihbarat teşkilátının yabancı olmaması (‘milli’ olması) onun hayırhah davranacağının garantisi midir? Bu gibi örgütlerin dünyanın her yerinde hiç de hayırlı olmayan nice muzır işlere bulaştıklarını bilmiyor muyuz?...

Öte yandan, yasama organı da bu habere kayıtsız kalamaz, kalmamalıdır. Bu, TBMM için, tam da Anayasanın ‘toplumu ve devlet faaliyetlerini ilgilendiren’ (m. 98/4) dediği türden bir ‘genel görüşme’ nedenidir. Yukarıda işaret edilen kaygılar nazara alındığında, bu olayın toplumu birçok bakımdan ilgilendirdiği açık.

Ajan gazetecilerin varlığı iddiasının ‘Devlet faaliyetleri’ni ilgilendirdiğinde de şüphe yok. Çünkü, doğru olması halinde, devletin bazı karanlık yollardan toplumu kontrol ve manipüle etmeye çalıştığını gösterir. Daha özel olarak da, böyle bir faaliyetin parlamentonun denetimine tabi olan hükümetin bilgisi dahilinde yapıldığını varsaymamız gerekir. Bu varsayımın bu hükümet için doğru olmadığını söyleyenler çıkabilir. O zaman da hükümet adına ‘özrü kabahatinden büyük’ dememiz gerekecektir.

Hasılı, hem medyanın hem de parlamentonun bu konuyu ciddiyetle ele almasına ihtiyaç var. Hatta, bu konudaki araştırma ve soruşturmanın medyayla sınırlı kalmayıp, başka kurumlara, bu arada üniversitelere de teşmil edilmesi iyi olur. Ben bu türden ‘köstebek’lerin üniversitelerde de faaliyet halinde olabileceklerinden kaygı duyuyorum.

Anlı şanlı ‘araştırmacı gazeteciler’in asıl böyle nazik konuların üstüne gitmeleri gerekmez mi?...

Cevheri GÜVEN

Enis Berberoğlu ve MİT'teki kankası

Türk medyasındaki 23 kişilik istihbaratçı gazeteci listesi, son günlerde yeniden tartışılıyor.

Gizli istihbaratçı gazeteciler olduğu gibi açık istihbaratçılar da var. Köşelerini bir Kontr Terör Merkezi gibi kullanır, onlarca görevliyle yapılamayacak operasyonları tek yazıyla yapabilirler.

Susurluk / 28 Şubat sürecinde yazdığı tek yazıyla suyun akışını değiştiren Enis Berberoğlu, Ergenekon Davası aleyhine pek çok şey söyleyip yazmıştı. Ancak “altın vuruş” değildi hiçbiri.

Hürriyet’in Ankara Temsilcisi olan Enis Berberoğlu, geçtiğimiz Cumartesi günü nihayet “altın vuruş”unu yaptı ve kılıcını kınından çıkardı.

Bu; Ergenekon Davası’nda çok ciddi bir noktaya gelindiğinin kritik göstergesi.

Berberoğlu’nun “altın vuruş”una geçmeden, sizi Berberoğlu tarihinde bir yolculuğa çıkarmak istiyorum.

Yıl 1997… Ülke Susurluk Kazasının depremiyle çalkalanıyor, Refah Yol iktidarda, Asker-Hükümet ilişkileri berbat, Emniyet Özel Harekat timleri PKK’ya yönelik operasyonlarıyla halkın gözdesi… Ve Emniyet İstihbarat Dairesi’nin başına demokratlığıyla bilinen, aynı zamanda da Mehmet Ağar’la yıldızı hiçbir dönem barışmamış olan Bülent Orakoğlu atanıyor.

Orakoğlu atandıktan yaklaşık bir hafta sonra, yani 17 Mart 1997 tarihinde bahsettiğimiz yazı geliyor. Enis Berberoğlu köşesinde, 28 Şubat tarihli kritik Milli Güvenlik Kurulu toplantısı günü, isminin saklı kalması koşuluyla üst düzey bir emniyet yetkilisinin gazetecilere artık Askeri darbe olmayacağını söylediğini ve şöyle konuştuğunu yazıyor:

“Üstelik darbe için 167 bin kişilik polis gücünün desteğinin de alınması gerekli. Çok özel eğitim gören, gerilla taktiğiyle savaşan 7 bine yakın özel tim görevlisi var. Polisin desteği alınmazsa iç savaşa bile neden olabilirler…. Ankara'da herkes bu meçhul polisin kimliğini merak ediyor. Ve bu polis şefinin Bülent Orakoğlu olduğu konuşuluyor. Ama biz ihtimal vermiyoruz. Askerle polisin savaşacağına inanan bir dangalağı 4 bin istihbaratçının başına hiç getirirler mi? O vatan haini polisin Orakoğlu olması mümkün değil. Zaten Genelkurmay bu polisin kimliğini tespit ederse, savcılığa suç duyurusunda bulunacak. Refahyol'u ülkesinden çok seven o malum polisin işi çok zor, çok''

Susurluk gündemi ve 28 Şubat’ın göbeğinde yazılan bu yazı, Türkiye’de asker ve polis arasındaki ipi kopardı.28 Şubat’ın Paşaları Emniyet’i topa tutmaya başladı, Bülent Orakoğlu hedef tahtası haline geldi.

Orakoğlu defalarca bu sözleri yalanladı ama yazı yazılmış, operasyon yapılmıştı.

Çünkü Orakoğlu o sırada bir şey yapmaktaydı: Darbeyi Deşifre…

Sözkonusu süreçte Orakoğlu önce Batı Çalışma Grubu’nu deşifre etmiş, sonra da hazırlanmakta olan darbeyi ifşa ederek çökertmişti.

Orakoğlu, işin sonunda mavi tulum giydirilip, kelepçelenip, askeri cezaevine atılsa da önemli bir iş yapmıştı. Berberoğlu’nun yazısının kopardığı asker-polis arasındaki ilişkiler ise daha da gerginleşmiş ve Emniyet Özel Harekat Birlikleri’nin dağıtılmasına ve polislerin bütün ağır silahlarının alınmasına varan süreç işlemişti.

Bülent Orakoğlu, Hanefi Avcı’yla bir ekip kurmuştu ve bu ekipten nefret eden biri vardı: MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür...

Nitekim Hanefi Avcı TBMM Susurluk Komisyonu’nda , Eymür’ün bulaştığı kirli ilişkiler hakkında bildiklerinin tamamını anlatmış, telefon dökümleriyle YEŞİL’le olan bağlantılarını ortaya çıkarmıştı.

Eymür’ün, Orakoğlu’nu sevmemesi elbette ki Enis Berberoğlu’nun da sevmemesi demekti.

Berberoğlu&Eymür aşkının derinliğine birazdan geçeceğiz ama önce filmi ileri sarıp geçen haftaya dönelim….

28 Şubat’ın en kritik yazısına imza attığını yukarıda okuduğunuz Enis Berberoğlu geçtiğimiz Cumartesi günü Ergenekon Davası’yla ilgili altın vuruşunu yaptı.

Okuyalım: “Ergenekon davasının ekseni artık kaydı. Savcılığın önünde iki yol kaldı: 1) Ya Ergenekon'u darbe soruşturmasına dönüştürürler, 2) Ya da generallerin dosyasını ayırıp Genelkurmay'a yollarlar. Bakalım hangi yolu seçecekler?”

Berberoğlu iki seçenek sunuyor ama aslında ikisi tek seçenek. Hangisinden gidilirse gidilsin Ergenekon Davası’nın kapatılması demek. Berberoğlu’nun, yol haritası 28 Şubat’taki gibi…

-97’deki darbecilerin karşısındaki Orakoğlu…

-2000’li yıllardaki darbecilerin karşısındaki Ergenekon savcıları…

-Orakoğlu’nu biçen o yazı ve Ergenekon savcılarına yönelik bu yazı…

Ergenekon Davası’nın zamanlaması için “midemi bulandırıyor” diyen Berberoğlu’nun yazısının zamanlaması bu…

İki yıla yaklaşan süredir alt perdeden ilerleyen Berberoğlu’na ne oldu da bir anda bu seviyede devreye girdi?

Berberoğlu, altın vuruşundan sonra Salı günü de NTV’de Can Dündar’ın programındaydı. Ergenekon Davası hakkında ağır ifadeler, dalga geçme, küçümseme, hafife alma, bulandırma dahil her şeyi yaptı.

Ama konuşmasında önemli bir an vardı; Mehmet Eymür’le ilgili konuştuğu an…

Berberoğlu, MİT’in son açıklamasındaki Eymür’le ilgili vurguları eleştirdikten sonra bir an durmak zorunda kaldı ve “savunuyor değilim yanlış anlamayın” dedi… Devamında ise Eymür’ün Susurluk’taki rolünü övmeye devam etti.

Aslında Berberoğlu’nun Eymür’ü savunması ya da övmesi yeni bir şey değil. Mehmet Eymür’ü Yeşil’le olan bağlantıları konusunda temize çıkarmak için yazdığı 8 Temmuz 1997 tarihli yazısına, göz atmanız bile yeterli.

Berberoğlu, Salı akşamı NTV’de Mehmet Eymür’ü temize çıkartırken; ertesi gün yani Çarşamba günü Mehmet Eymür, sahibi olduğu atin.org sitesine yeni bir yazı koydu. Pekçok kişiye ve kuruma karşı eleştiriler sıralayan Eymür, tesadüfe bakın ki yazısında Enis Berberoğlu’nu övüyordu…

Hem de ne övme: “…Mesela Enis Berberoğlu’nun 30 Kasım 2008’de yazdığı,“Önce tarihe bakın” başlıklı yazısı. Ajan gazetecilere, fabrikatörlere, sulandırma, yönlendirme görevi yapanlara, ön yargılılara, tahlil yeteneği olmayan, palavracı naylon gazetecilere okumalarını tavsiye ederim... Bir bilgi nasıl tahlil edilir öğrensinler.”

Tahmin edeceğiniz üzere Mehmet Eymür’ün ballandıra ballandıra övdüğü Enis Berberoğlu’nun 30 Kasım 2008 tarihli yazısı kendisi hakkında.

İşte, Enis Berberoğlu’nun aniden Ergenekon Davası’na Hürriyet’ten “altın vuruş” yapması ve NTV’den “yakında hamamcılara, kebapçılara da operasyon yapılacak” biçiminde aşağılaması bu bağlantılardan.

Yani, MİT’in geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamadan…

Ergenekon’un kilit ismi Tuncay Güney’le ilgili açıklamada MİT, direkt olarak Mehmet Eymür’ü ve onun kurduğu Kontrterör Merkezi’ni hedef almıştı.

Eymür'ün ismi Ergenekon'a bulaşıyordu... Aslında bunun olacağı belliydi…

3 yıldır Atin.org sitesini yenilemeyen Eymür, geçtiğimiz haftalarda bir anda uykudan uyanmış ve sitesini güncellemeye başlamıştı. Eymür’ün uyandığı anla Berberoğlu’nun uyandığı anın zamanlaması, midenizi mi bulandırıyor; zihninizi mi?

ERGENEKON YÖNETİCİSİ ÜNLÜ GAZETECİ
11 Aralık 2008 10:07

Kim bu, çok satan bir gazetede çalışan önemli gazeteci?

Ergenekon soruşturmasında 2001 yılında polise verdiği ifadelerle kilit rol oynayan gazeteci Tuncay Güney, Yeni Şafak'a çarpıcı açıklamalar yaptı... Güney, Türkiye'deki çok satan bir gazetede çalışan önemli bir gazetecinin, Ergenekon terör örgütünde de üst düzey yönetici olduğunu ileri sürdü. Güney, Türkiye'yi sarsan, mafya-siyaset-derin devlet ilişkilerinin ortaya çıktığı Susurluk kazasından hemen sonra, dönemin Kocaeli İl Jandarma Alay Komutanı Veli Küçük'ü arayan gazetecinin de aynı kişi olduğunu söyledi.

ADI RAPORLARDA VAR

MİT'e çalıştığı ve Ergenekon örgütünü deşifre etmekle görevlendirildiği ileri sürülen Tuncay Güney, “Türkiye'de önemli bir gazetede çalışan, önemli bir gazeteci, Ergenekon terör örgütünün üst düzey yönetecisidir. O gazetecinin Ergenekon ile bağlantısı raporlarda bütün detaylarıyla yer almaktadır” dedi.

AĞAR'I HOŞTAN KURTARDI

Türk halkının, Abdullah Çatlı'nın Türkiye'ye geldiğini ilk defa Aydınlık Dergisi'nde yayınlanan 'Susurluk kazası' haberi ile öğrendiğini söyleyen Tuncay Güney şöyle konuştu: “Yapılan suikast planına göre Mehmet Ağar da Susurluk kazasında ölecekti. Fakat Sami Hoştan, Ağar'a durumu anlattı. Ağar da otelde kaldı. Çatlılara 'Siz gidin, ben daha sonra geleceğim' diyerek arabaya binmedi. Bu olayı her iki Mehmet de biliyordu.”

GAZETECİ ÇATLI'YI SORDU

Güney, mafya-siyaset-derin devlet ilişkilerinin ortaya çıktığı, polis müdürü Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı ile Gonca Us'un öldüğü, DYP milletvekili Sedat Edip Bucak'ın yaralandığı Susurluk kazasından hemen sonra Ergenekon yöneticisi gazetecinin Veli Küçük'ü aradığını belirterek şunları söyledi: “Susurluk kazasından hemen sonra, Ergenekon'un yöneticisi olan önemli gazeteci isimleri öğrenmek için Veli Küçük'ü aradı. İsimleri aldıktan sonra 'Abdullah Çatlı'yı da yazayım mı' diye sordu. Veli Küçük kendisini arayan gazeteciye biraz beklemesi gerektiğini, Sami Hoştan'a arabada bulunan Çatlı'ya ait çantayı almasını söylediğini anlattı.” Güney, “Ali Yasak lakaplı Drej Ali'nin adamları o çantayı Veli Küçük'e getirdi' diye konuştu.

Ergenekon haberiyle köşeye sıkıştırdılar

Tuncay Güney, Ergenekon üst düzey yöneticilerinden birinin bir dergiye 'Ahmet Özal: Babamı Ergenekon öldürdü' kapağı yaptırarak kendi başına hareket etmeye başlayan Veli Küçük'ü yola getirdiğini ileri sürdü. Veli Küçük'ün haberin dergide yayınlanmaması için, dergi yöneticilerine baskı yaptığını ileri süren Güney şöyle konuştu: 'Veli Küçük'ün baskıları üzerine haber, bazı bölümleri çıkartılarak yayınlandı. Haberin yayınlanması üzerine Veli Küçük de başka bir dergiye '22 MİT Ajanı PKK'nın elinde' başlığı ile bir haber yayınlatarak rövanşı aldı. Haberin bütün detayları Veli Küçük'teydi. Küçük haberi yaptırmak için elindeki bütün belgeleri ve dokümanları o dergiye verdi.'

'2 numara' ünlü işadamı

Ergenekon'un kilit ismi Tuncay Güney örgütün 1 ve 2 numaralı yöneticileriyle ilgili ilginç bir benzetme yaptı. Ergnekon terör örgütünün 1 numarasını komünizmin kurucusu Karl Marks'a, 2 numaralı yöneticisini de Marks'ın takipçisi Engels'e benzeten Güney, “Engels, Ergenekon'a para yardımı yapan ünlü bir işadamıdır” dedi.

(Yeni Şafak)

TUNCAY GÜNEY'E AHLAKSIZ TEKLİF
11 Aralık 2008 10:14

Tuncay Güney, aleyhlerinde konuşmaması için Doğan grubunun kendisine para teklif ettiğini açıkladı.

Güney, Tolga Tanış'ın kendisine 'Yeni Şafak'ta yayınlanan 'Hürriyet'in korkusu benim konuşmam' (28 Kasım 2008) başlıklı haber üze-rine gazete yönetimi beni gönderdi' dediğini iddia etti.

Ergenekon'un soruşturmasının karakutusu Tuncay Güney, Hürriyet gazetesinin, muhabir Tolga Tanış aracılığı ile kendisine "Para sıkıntısı çekmeyeceksin. Sadece Doğan grubu hakkında konuşma" teklifinde bulunduğunu ileri sürdü. Tolga Tanış'ın talebi üzerine 30 Kasım'da Toronto'da bir lokantada gerçekleşen görüşmeyi şöyle aktardı:

Tanış: Beni Hürriyet yolladı. Sana bir teklifimiz var.

Guney: Nedir? Buyurun dinliyorum.

Tanış: Hayatın boyunca göremeyeceğin bir teklif bu. Ömrün boyunca rahat edeceksin. Ekonomik sıkıntı çekmeyeceksin. Sadece Doğan Grubu hakkında konuşma, birşey açıklama. Bu teklifi değerlendirmelisin, böyle bir fırsat karşına çıkmaz.

Muhabir Tolga Tanış'ın teklifini komplo olarak nitelendirdiğini ve reddettiğini ileri süren Tuncay Güney, konuşmanın devamını şöyle anlattı:

Tanış: AKP ve Tayyip, Doğan'ın karşısında duramadı sen nasıl dayanacaksın?

Guney: Bu doğru, istediklerini iktidar yapıyorlar. Fakat ben sizin para teklifinizi, bu komplonuzu kabul edemem. Bu ülkede başımı belaya sokar, yani bu sizin teklifiniz bir oyun, komplo kuruyorsunuz.

Tanış: Kabul etmiyorsun yani.

Guney: Hayır.

Tanış: Sanık olacaksın bu gidişle.

Guney: Her türlü karara saygılıyım.

(Yeni Şafak)


04 Aralık 2008 Perşembe
aktifhaber
MİT Müsteşarı Ahbabı 3 Gazeteci

04 Aralık 2008 10:29

Fatih Altaylı, MİT ajanı olduğu iddialarına sert çıktı. Altaylı kendisiyle beraber MİT müsteşarıyla arası çok iyi olan iki ünlü gazetecinin de ismini verdi...

Sevilay Yükselir Olaylar ve Gerçekler programında Fatih Altaylı'ya "Siz MİT ajanı mısınız Fatih Bey" diye sordu. Altaylı'nın ilk tepkisi "Ciddi ciddi soruyor musun? Tövbe estağfurullah!" oldu.

Bu soru Altaylı'ya göre abuk sabuk bir soruydu: "Diyelim ki ben MİT ajanıyım hatta MİT müsteşarıyım. 007'yim.. Bunu söyler miyim? Söylemem. İnkar ederim. MİT ajanı değilsim de 'değilim' derim... İsteyen inanır, isteyen inanmaz" dedi.

BİZ GAZETE ÇIKARACAĞIZ DİYE ÜSTÜMÜZE GELİYORLAR

Altaylı bu yazıyı Fehmi Koru'ya patronlarının yazdırdığını söyledi ve “Fehmi Koru birkaç zamandan beri bize 'gazeteyi çıkarmayın' diye yazıyor. Belli ki bizim çıkaracağımız gazeteden rahatsızlık var. Belli ki Fehmi Koru'nun amirlerinin bir rahatsızlığı var. Bunlar gazete çıkarmasın diyorlar. Çıkarsa da Fatih Altaylı ile çıkarmasın diyorlar…. Bu şimdi yine başımıza bela olacak diyorlar… Ben kimsenin şimdiye kadar başına bela olmadım. Ama pisliğin kokusunu alırım ve oradan da pislik çıkar” dedi.

ALTAYLI BAŞLARDA ÜZÜLMÜŞ

Altaylı'nın MİT ajanı olduğunu ilk yazan Haluk Şahin olmuş. Altaylı ilk başlarda üzülmüş. “Ama sonra ne derlerse desinler deyip umursamamaya başladım. İnsan kendini biliyor. Bugüne kadar bana hırsız, uğursuz diyemediler ama MİT ajanı diyorlar. 'Bunu sevmiyorum, karala' diyorlar”

FEHMİ KORU MİT'TEN DAVET Mİ BEKLİYOR?

“Koru enteresan bir adam..” diyen Altaylı şunları söyledi: “Yıllarca Bilderbergcileri yazdı. Sonra koşa koşa onların toplantısına gitti. Acaba şimdi de MİT'ten bir davet mi bekliyor?... Koru Kime çamur atarsa oradan davet bekliyor.”

KORU CIA AJANI MI?

Tam bu noktada Fatih Altaylı ilginç bir örnek de veriyor: “Erol Bilbilik son kitabında Fehmi Koru'nun CIA mensubu olduğunu ima ediyor. Koru bir CIA mensubunun kitabına önsöz yazmış. Peki Koru CIA ajanı mı? Bence bu CIA ajanı olduğunu göstermez ama CIA ajanı olabilir mi olabilir, olmayabilir mi olmayabilir...”

GAZETECİ GEREKİRSE ŞEYLANLA BİLE GÖRÜŞÜR

MİT Ajanı olmak ayıp değildir diyen Altaylı MİT'in Ankara'daki merkezine 2 kere gittiğini, İstanbul'daki merkeze ise son 10 yıldır gitmediğini söyledi. MİT'in eski müsteşarı Galip Tuğcu ile arasının iyi olduğunu söyleyen Altaylı “Sadece benimle değil, Enis Berberoğlu ile de Uğur Dündar ile de arası iyiydi” dedi ve şöyle devam etti: “Bir gazetecinin bir istihbaratçıyla tanışıklığıyla hiçbir sakınca yoktur... Bu onun MİT mensubu olmasını gerektirmez. Biz gazeteciyiz, gerekirse şeytanla bile görüşürüz”

GAZETECİLİK DIŞINDA İŞ YAPAN AHLAKSIZDIR

Ancak Altaylı'ya göre bir gazeteci gazetecilik dışında iş yapamaz. Altaylı şöyle devam etit: “Benim borsada sadece Galatasaray halka açılırken destek olsun diye aldığım sembolik bir rakam haricinde kağıdım yok. Her şeyim ortada... Bir gazeteci gazetesi dışında başka yerden para alıyorsa bu ahlaksızlıktır.” dedi.

SİZ İT AJANISINIZ

İddiaları yanıtlarken gittikçe sinirlenen Altaylı kendisine karşı yazanlar hakkında da “Siz it ajanısınız” dedi ve şöyle devam etti: “Fehmi Koru'dan mı korkacağım, yazı yazdırılan üçkağıtçılardan ahlaksızlıklardan mı korkacağım – Koru'dan bahsetmiyorum-…. Ölümden öte köy var mı? canın ne istiyorsa onu de?”

CENGİZ SEMERCİOĞLU'NU KIZDIRACAK SÖZLER

Fatih Altaylı kendini anlatırken sarf ettiği bir cümle ise yeni bir polemiği ateşledi. “Benim hayatımda yapım şirketim olmadı. Televizyonlardan bir şey kazanmadım.” Derken televizyon yazarı ve programcı Cengiz Semercioğlu'nu işaret etti. Bilindiği gibi Semercioğlu'nun kardeşi adına bir yapım şirketi var…
aktifhaber

Özkök: Hükümet Bizi Bitirecek
04 Aralık 2008 13:49

"Kendimizi rejimi koruma görevlisi ilan ediyoruz. Bazen bu işleri yapması gerekenler yapmadıkları için, bu görevi biz üstleniyoruz. Hükümet bizi bitirmeye uğraşıyor"

Hürriyet Gazetesi'nin Hürriyet Okur Meclisi’nin ilk toplantısında Ertuğrul Özkök'ün sözleri gündeme damgasını vurdu.

Üyelerin yönelttikleri görüşler ve sorulara Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Özkök’ün verdiği yanıtlardan biri çok önemliydi.

Özkök okurun sorusuna cevap verirken, "Kendimizi rejimi koruma görevlisi ilan ediyoruz. Bazen bu işleri yapması gerekenler yapmadıkları için, bu görevi biz üstleniyoruz." şeklinde açıklama yaptı.

Özkök, hükümetin kendilerini bitirmek için elinden gelen herşeyi yaptığını da söyledi.

İktidara karşı 6 yıl dik durdunuz mu

Serdar Aykut (Hakkari): "Mevcut iktidar sayesinde son 6 yıldır, 30 yıl geriye gittik. Peki siz hükümetin karşısında 6 yıldır sağlam durdunuz mu?"

Ertuğrul Özkök: "Atatürk ilkelerine damardan bağlıyız. Kendimizi rejimi koruma görevlisi ilan ediyoruz. Bazen bu işleri yapması gerekenler yapmadıkları için, bu görevi biz üstleniyoruz. Şu anda hükümet bizi ortadan kaldırmak için elinden gelen herşeyi yapıyor. Okurların bağlılığı ve ilan gelirlerimiz olmasa bugün ayakta duramazdık. Keşke yelpaze daha çok genişlese de insanlar ne düşündüklerini açıkça söyleyebilse."
aktifhaber
'Arkanı Da O Ordu Koruyor'
04 Aralık 2008 10:41

"Bacak arası" polemiğini başlatan Fatih Altaylı'ya zehir zemberek cevap...

Mehveş Evin/Akşam

Bacak arası

Hanımefendi o ordu aslında neyi koruyor biliyor musunuz? Belki farkındasınız, belki değilsiniz ama o ordu, sizin bacak aranızı da koruyor...

Fatih Altaylı’nın ‘orduya sallayan bir hanımefendi’ye kızıp kaleme aldığı yazı aynen böyle. Başta Mediz olmak üzere, kadın kuruluşlarından büyük tepki aldı.

Bense kızmadım Altaylı’nın bu sözlerine. Neden mi? Çünkü şaşırtmadı beni. Çünkü etrafımız, onun gibi düşünen ve pervasızca konuşan adamlarla dolu. Çünkü hepimiz onları kabullendik...

Kendi aralarında birbirinden önemli mevzularda fikir çarpıştırırken, dünyaları yıkıp yeniden yarattığını düşünen iktidardaki erkek karakterinin tezahürüdür bu sözler. (Hoş, bu adamlar aslında fikir falan da çarpıştırmazlar, bir araya geldiklerinde konuştuklarının yüzde 90’ı dedikodudan ibarettir.)

Eğlensinler kendi aralarında elbet, mahzuru yok. Ama kamuoyunun önünde eleştiri yapıyorsanız iş değişir. Memleketimizde en kolayı ve en çok yapılanı bel altına vurmak, bacak arasına gönderme yapmak. Varsa altyapın, içeriği eleştirir, bilgini konuşturursun.

Sırf beğenmediği fikirlerin sahibi -ki bu adamlara göre zaten kadının aklı vardır, fikri yoktur- bir kadın diye cinselliğine, namusa gönderme yapmak, kahvedeki adamın bile yüzünü kızartır.

Tersten düşünelim... Misal, ‘orduya sallayan’ bir erkek gazeteci olsaydı...

‘Senin erkekliğini de, arkanı da o ordu koruyor’ diye çıkış yapmak aklınızdan geçer mi, yapsanız ne olur?

BİRAZ EDEP

Öğrencilerinin yüzde 80’i erkek olan bir lisede okudum. Halk deyimiyle ‘erkek Fatma’ gibi büyüdüm. Çalıştığım sektörde yöneticilerin çoğu erkek, her yerde olduğu gibi. Erkek jargonunu da esprilerini de bilirim, bazen ben de katılır ve eğlenirim. Yazıişleri masasında Serdar Turgut’la en absürd konuları konuştuğumuzu, güldüğümüzü, tartıştığımızı bilirim.

Bu ortamların da yazılı olmayan kuralları, kırmızı çizgileri vardır. Belirleyici olan, terbiyedir. Asıl mesele, feministlerin hep tekrarladığı erkek mantalitesi veya söylemi değil, terbiyeden nasibini almamış bir insan evladı olmaktır. Örnek vereyim: Beş erkek ve bir kadının katıldığı bir iş toplantısını düşünün. Erkeklerden biri, iş örneği verme bahanesiyle kadına ‘Ben ne yaptığını değil, kiminle yattığını merak ederim’ diyebiliyorsa, ciddi bir terbiye sorunu vardır. Bu uslubu samimiyetle, liberallikle, modernlikle karıştırmamak gerek...

James Brown’ın 1966’da söylediği gibi ‘It’s a man’s world-Bu erkeklerin dünyası’ şarkısı, yerkürenin bu tarafında halen geçerli olabilir... Kendi iktidar alanlarında top oynayadursunlar ama terbiyelerini de bozmasınlar.

Hürriyet Bir Yazarı Çıkardı
04 Aralık 2008 13:37

Hürriyet Gazetesi ekonomik krizi gerekçe göstererek, yılların yazarının işine son verdi.

Yaşanan ekonomik kriz nedeniyle tasarruf tedbirleri alan Hürriyet gazetesi yönetimi bununla da yetinmeyip tensikat için düğmeye bastı.

Gazete bugün Pakize Suda'ya teşekkür ederek yollarını ayırdı.
aktifhaber

AYDIN DOĞAN BİLE İSYAN ETMİŞ
20 Aralık 2008 09:11

Melih Gökçek, Aydın Doğan ile Fikret Bila arasında geçen çok ilginç bir olay anlattı..

Canlı yayında CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu ile bir araya gelen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, gazeteci-yazar Uğur Dündar'ın program öncesi kendisine verdiği sözü tutmadığını belirterek, İstanbul'da bazı baronların kendisi hakkında karalama kampanyalarına başladığını iddia etti.

Basın Merkezi'nde düzenlediği basın toplantısına 13 balonla çıkan Melih Gökçek, gazeteci-yazar Uğur Dündar ve CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu'na yüklendi. Gökçek, programdan önce Uğur Dündar ile 9 konu konuşulması üzere anlaştıklarını, Dündar'ın kendisine söz verdiğini ama programda bu konuların sorularına cevap verilmediğini kaydetti. 9 sorunun CHP medyası tarafından görmezden gelindiğini ve bu medya tarafından bir kampanya başlatıldığını savunan Gökçek, Uğur Dündar'ın programdan önce Kemal Kılıçdaroğlu ile bir araya gelerek kendisine kumpas kurduğunu ileri sürdü. Gökçek, Doğan Holding Kurulu Başkanı Aydın Doğan'ı takdir ettiğini belirterek şöyle konuştu:

AYDIN DOĞAN BİLE İSYAN ETTİ

"Aydın Doğan Ankara'ya geliyor. Kendi medya grubunu toplayarak görüşme yapıyor. O sırada Çankaya Belediyesi'ndeki yamyam konusu gündemde. Aydın Doğan neden bu konunun genişletilmediğini sorup, 'Bunu Melih Gökçek yapsaydı manşetlerden inmezdi' diyerek gazetecilerine sitem ediyor.

O programda Fikret Bila, 'Kalkıp Çankaya'ya da mı yüklenelim. Elimizde bir tek orası kaldı' diyor. İşte CHP medyası, AK Parti ve bana ciddi savaş açmıştır. İstanbul'da bazı baronlar, 'AK Parti'nin yıkılması için Ankara ve İstanbul'un bitmesi gerek. Bunun için Gökçek'in devrilmesi gerekir' şeklinde kararlar aldı."
aktifhaber

M. Yılmaz'ın Aşkı Kavga Çıkardı
20 Aralık 2008 16:26

Evli olan Hürriyet yazarı Yılmaz'ın birlikteliği ortalığı karıştırdı. Tuğçe Tatari, kendisine ilginç bir mail gönderen kızın ablası Vatan yazarını yerin dibine soktu..

İbret-i âlem

Geçen hafta iki 'gazeteci'den yazdıklarım üzerine birer mail aldım. Bu mailleri sizin huzurunuzda yanıtlamak en doğrusu diye düşündüm. Noktasına, virgülüne dokunmadan yayınlıyorum... Sonuçta gülmek sizin de hakkınız.


İşte Akşam'dan Tuğçe Tatari'nin yazısının ilgili bölümü...

AYŞE BRAV- VATAN GAZETESİ

ASLINDA bir daha bu konuya girmek istemiyordum. Ama ‘abla’dan mektup gelince mecbur kaldım. Mehmet Yılmaz’la ilşkilerini yazdığım Elif Mısırlı’nın ablasından gelen mektup huzurlarınızda...


ARİSTOKRATIZ

Sayın Tugce hanım Emin olun bu maili çok umrumda olduğu için değil ama madem paparazilige soyunmussunuz işinini doğru yapın diye yazıyorum.Herseyden önce benim icin insanların özel hayatını orda burda görmek okumak benim hiç ilgimi çekmiyen gayet avam bulduğum hadiseler.Bunu yazanlarda malesef seviye ve entellektüel düzey olarak malum durumda zavallılar.Şimdi gelelim benimle ilgili duruma ben sizi tanımam ortak arkadaşımız hiç yok yani o Ayse Brav övüne övüne anlatıyor dediğinizi ancak bir iki tane geri zekali paparaziden duymus olabilirsiniz.Kaldıki böyle bir hadiseyle övünülse övünülse o biz değil Mehmet olur.Çünkü tanımadıgınız BRAV ailesi 3 Jenerasyon üniversite mezunu çerkez ıbıh vorku yani aristokrat bir ailedir. Büyük halamız Dina Ürdün Kralı Hüseyinin ilk eşidir.Babamız Galatasaraylı milli kürekçi ve saygın bir hukukçudur.Ben kolej bogaziçi double mecır ve amerika eğitimliyim keza kardeşimde aynı tahsilleri görmüştür dolayısıyla bizimle arkadaşlık edenler ayrıcalık sahibidir.Sizin MEHMET le bir meseleniz olduğu çok aşikar zira İstanbulda YÜZLERCE benzer üstelik düzgün hiç kimseyi alakadar etmiyen durumlardan bir bunu seçmenizden çok belli ama siz mehmetle meselenizi onunla halledin bana sakın bulaşmayın ben pek bulaşılınabinecek bir tür değilimdir çünkü .Sağlıcakla ve akılla yapabileceğinizi sanmıyorum ama seviyeyle kalın


CEVAP:

Uzun zamandır karşılaştığım en patetik yazıyı kaleme almışsınız. Bir köşe yazarından diğer köşe yazarına gönderilen imla hatalarıyla dolu bu metinden utanmalısınız. Keşke yıllarınızı harcayıp okuduğunuz okulları, yaptığınız ihtisasları övünmek için kullanmadan önce doğru yazılışını öğrenseydiniz. Double mecır ne demek Ayşe Hanım? Peki “biz aristokratız” ne demek onu anlatın bari... Aristokrasi eğitimi almış köklü ailelere mensup kadınlar bu dili kullanarak yazmaz, estetik ameliyatlarıyla övünmez, sabah programlarına katılıp göbeğini açmaz, kız kardeşinin evli bir adamla ilişkiye girmesine razı olmaz, bu ilişkiyi olabildiğince saklamaya çalışır.

İşte benim “övüne övüne anlatıyor” yazmam da bu anlamdaydı zaten. Köşemin tarzı itibarıyla, yazılarımın alanı içinde Mehmet Y. Yılmaz’ın özel hayatını konu edebilirim, bunun için şahsi meseleye ihtiyaç yoktur. Dünyanın her yerinde ünlü bir yazarın evliliği süresince bir başka kadınla ilişki yaşaması haber değeri taşır. Ama ya sizin bu mailiniz? “Mehmet” diye bahsettiğiniz kişiye esas büyük zararı siz, kaleminiz ve durmayan çenenizle veriyorsunuz bence...

Aileniz öğretmemiş anlaşılan, tehdit bir Hanım-efendi’ye yakışmaz. Size bulaşmamam gerektiğinden kastınız yazmaksa eğer; tek başınıza haber değeri taşımıyorsunuz. Beraberinde isminizin anıldığı Beyefendi’yi yerin dibine çekmeyiniz lütfen.

aktifhaber

Nejat Paşa Seks Kaseti İstemiş
23 Aralık 2008 10:03

Ergenekon Tutuklusu Vedat Yenerer, kendisinden bir gazetecinin seks kasetini isteyen Tuğgeneral'in ismini Ergenekon duruşmasında açıklamak zorunda kaldı.

Yenerer, evinde ele geçirilen ünlü bir televizyoncunun yatak odası görüntülerini Nejat Eslen’in kendisinden istediğini ama vermediğini belirterek ‘Paşa ile klasik erkek muhabbeti yaptık’ dedi.

Ergenekon terör örgütü davasının 30 oturumunda tutuklu sanık Vedat Yenerer savunmasını yaptı. PKK kamplarında terör örgütü elebaşlarından Murat Karayılan’la fotoğrafları bulunduğunu bunları da bir gazeteci olarak haber amacıyla çektiğini söyledi. Evinde çıkan ünlü bir televizyoncuya ait gizlice çekilmiş yatak odası görüntülerini de doğrulayan Yenerer, görüntüleri emekli bir paşanın istediğini iddia etti.

KASET BENİM ELİME DÜŞTÜ

Mesleğe yeni başlayan genç kızlar ve genç erkeklerin, medyada mevki makam sahibi kişiler tarafından kötü emellerine alet edildiklerini savunan Yenerer, ‘Medyaya bir bakın spiker, sunucu veya birçok ünlünün videoları ortaya çıkıyor. Bu görüntüleri çıkanlar gelişmiş ülkelerin aksine daha da ün kazanır ve büyük paralarla başka kanalara transfer olurlar. Bu kasetler elden ele dolaşır. Bunlardan bir tanesi benim elime düştü’ dedi.

CEMİYETİ UYARMAK İÇİN

Görüntülerin mevki, makam sahibi yaşlı bir televizyoncunun makamını kullanarak mesleğe yeni başlamış bir genç kızı nasıl kötü emellerine alt ettiğini gördüğünü anlatan Yenerer ‘Gözaltına alınmadan önce kasetin içeriğiyle ilgili bir yazı yazdım. Amacım Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin ve Basın Konseyi’nin dikkatini çekmekti. Şantaj kaseti olduğu öne sürülen kaset budur. Bunu santaj amaçlı kullanılmadığım görüntüdeki kişiler tarafından da kabul edilmiştir’ dedi.

KLASİK ERKEK MUHABBETİ

Kendisindeki kasedi emekli Tuğgeneral Nejat Eslen’in istediğini doğrulayan Vedat Yenerer, ‘Nejat Eslen beni arayarak kaseti sordu ve kaseti görmek istediğini söyledi. Ancak ben kaseti vermedim, aramızda klasik bir erkek muhabbeti oldu’ diye konuştu. Bir gazeteci olarak meslektaşlarına kırgın olduğunu anlatan Yenerer ‘ Buradan çıktığımda basın kartımı iptal edeceğim. Gazeteciler Cemiyeti bize sahip çıkmadı’ dedi.

Kaynak: Star Gazetesi

KORU: SİZİ BEN BİLE KURTARAMAM
23 Mart 2009

İdamlıkların son gecelerini ve infaz hikayelerini anlatan Fehmi Koru, dostu Aydın Dogan ve hiç tanımadığı Mehmet Emin Karamehmet'e üzüldüğünü ama bir şey yapamayacağını söyledi!
Taha Kıvanç'ın köşe yazısı

Son zamanlarda leyleği yeniden havada gördüm ya, Hürriyet yazılarımın arkasının kesilmesini buna bağlıyormuş bazı dostlar; “Yanlıştasınız” dedim ve ekledim: “Artık ilgimi yitirdim, çünkü düşene vurmak gibi bir âdetim yoktur benim...”

Birileri kaydını tutmuş, son bir-iki ay içerisinde yazılarımın çoğu ülkemizin en büyük medya patronu olan Aydın Doğan ve yayın organlarıyla ilgiliymiş... Ezbere kayıt tutacaklarına o yazılarda neler anlattığıma dikkat etselerdi, derdimin grubun bugünkü duruma düşmesini engellemek olduğunu fark ederlerdi. Bana kulak vermek yerine kendisini bu hale getirenleri dinlemeye devam etti Aydın Bey, hâlâ ediyor da; umarım o akıllar bundan sonra işine yarar...

Çin'de eskiden bir âdet varmış: Ölüm cezasına çarpılan suçlular infaz arefesinde saatlerce eğlendirilir, sabah şafak sökerken de kelleleri alınırmış... Yine böyle bir vesileyle büyük bir eğlence düzenlenmiş. Kelleleri alınacak suçlular partiye getirilmiş. Vur patlasın çal oynasın eğlence başlamış. Hokkabazlar, jonklörler, kuklacılar... Bir ara kılıç-kalkan ekibi devreye girip katılanlar arasında dolaşarak gösteri yapmış, kılıçları üzerine tüy düşürerek ikiye bölmeyi de başarmış...

Sabah olup şafak sökünce suçluları almış bir sevinç. Şafaktan önce kelleleri alınacaktı ya, hâlâ yaşıyor olmanın sevinciymiş bu... Merakla bir gardiyana “Hani kellemiz gidecekti” diye sorduklarında muhatapları gülmüş, “Kelleniz çoktan gitti, ama siz henüz hissedemiyorsunuz; kafanızı sallayın bakın” demiş...

Meğer, kılıç-kalkan ekibi aralarında dolaşırken kelleleri de almış, ama o kadar mahirmiş ki ekip, başlar hâlâ omuzlar üzerinde duruyormuş... Kafasını sallayanın kellesi düşüvermiş...

Sözüm meclisten dışarı, şu anda gelişen olayları izlerken aklıma hep eskiye ait bu Çin fıkrası geliyor...

Gücün, iktidarın böyle bir yanıltıcı etkisi vardır: Sürekli güç kullanmaya alışmış olanlar her kullanımla gücün aşındığını pek fark edemez. Güç pil gibidir halbuki, kullandıkça eksilir ve bir gün biter... Güç akılla birleşmiş ise, güçlü kişi veya kişiler, güçlerinin sona ermekte olduğunu zamanında anlar ve ona göre tedbir alırlar.

Akılla taçlanmamış güç sahiplerinin düştükleri zor durumlara özellikle politikacılardan âşinayız. Zirvedeyken ellerindeki gücü öylesine keyfi kullanıp durdular ve bir gün ondan mahrum kalabileceklerini o kadar az düşündüler ki, bugün etraflarında kimsecikler kalmadı.

Politikanın güç sahiplerini körleten etkisi Makyavelli'den beri biliniyor da, politikacı olmayan güç sahipleri arasında da yanlışları yüzünden körleşenlerin bulunduğunu daha önce pek görmemiştim. Bunu da görmek varmış demek ki...

Nazlı Ilıcak bir ara gazetesinde yazdığı Mehmet Emin Karamehmet'e serzenişini bir kez daha hatırlattı geçenlerde. “Para insanı güçlü ve korkulardan azade kılar” demiş Nazlı Hanım, “Ama sizin servetinizle birlikte korkunuz da artıyor.” Kendisine iletilen “Gelin görüşelim” tekliflerine hiç “Hayır, gelemem” diyemediğini M.B.'nin notlarından bir kez daha öğrendik...

Show-TV ve Akşam gazetesinin sahibi M. Emin Karamehmet'le karargâhta görüşenler bütün oturumu baştan sona görüntülü olarak kayda almışlar; şimdi Ergenekon dosyasında o görüşmenin bandı da var. M.B.'nin notlarına bakılırsa, kendisiyle görüşenler üzerinde 'zavallı' bir görüntü bırakmış koskoca patron...

Sesli, yazılı ve görüntülü olarak bilgimiz dahiline giren 2002 ile 2005 dönemiyle ilgili medya patronları davranış çizelgesinde Aydın Doğan kırık not alanlardan değil. Onun bugünkü durumuna gelişi yayın organlarının 2006 sonrasında izlediği yanlış çizgi yüzünden: Var olan gücünün bir kısmını Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı seçtirmeme kampanyasında yitirdi; bir kısmını 367 krizi sırasında... 22 Temmuz seçiminde de yanlış amaçla kullandı gücünü; ardından anayasa değişikliği (“411 el kaosa kalktı” manşetini hatırlayın) ve Ak Parti kapatma davaları geldi, bir miktar da orada harcandı güç...

Kendisi veya onun adına güç kullanan birileri varolan bütün gücü böylece zâyi etti... Güç kendisine esas şimdilerde lâzım, ama ne çare, ara ki o gücü bulasın! Seçime koydukları ağırlığın hiçbir kıymet-i harbiyesi olmadığını herkes gibi kendileri de görüyor. Şunu lâtife de sayabilirsiniz: Etrafındakilerin beni harcamak için kullandığı aşırı güce zamanında engel olsaydı, hiç değilse o gücü şimdi kullanabilirdi.

Tezlerimin doğru çıkmasının beni sevindirdiğini sanmayın; tersine üzülüyorum...

Aydın Bey'e üzülüyorum, hadi o benim dostum; ama hiç tanışıklığımız olmayan Mehmet Emin Bey'e de üzülüyorum ben. Umarım, başka patronlara da üzülmem gerekmez...

t.kivanc@yenisafak.com.tr

(Yeni Şafak)


En son Ekim tarafından Pts Mar 23, 2009 11:41 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Oca 05, 2009 12:32 am    Mesaj konusu: Ergun Babahan Alıntıyla Cevap Gönder

Serdar Akinan
Karamehmet 'Ergenekon'cu mu?

Taraf gazetesi Mehmet Emin Karamehmet'le ilgili Ergenekon davasında tutuklu iki askerle görüşmesine binaen 'ortam dinlemesi kayıtları' yayınladı.
Aynı gün, Ahmet Altan köşe yazısında yöneticisi olduğum SKYTURK'e de sataştı.
Cevabını verdim... Sustu.
O yazımda ne Mehmet Emin Karamehmet'i ne de AKŞAM'ı andım. Zira onlar adına konuşmak benim işim değil.
Gene, onlar adına konuşacak değilim... Ancak, samimi bir tespitte bulunacağım. Çünkü yapılan büyük bir haksızlık...
O gün o gazeteyi elime alıp 'ortam dinlemesi' olduğu iddia edilen metni okuduğumda ilk tepkim şu oldu:
'Bu konuşma şayet doğruysa... Kayıtta kriminal hiçbir şey yok. Asker, Mehmet Emin Karamehmet'e Tuncay Özkan'ı işe geri alması için açıkça baskı yapmış. Bu ortaya çıkıyor... Bu kaydın yapıldığı günden sonra da Tuncay Özkan işe alınmadığına göre bu haberin bu şekilde büyütülmesinde bir iş var...'
O manşetten bir gün önce AKŞAM'da Oray Eğin'in Altan'lara dair uzun yazısını hatırladım. Son derece ağır bir yazıydı.
Ahmet Altan öfkesini köşesine taşımak yerine gazetesine taşımıştı. Patrona gözdağı veriyordu...
Kronik öfkesine yenilerek gazete yapmıştı. Serdar Turgut bunu çok iyi yakaladı ve içten bir çağrı yaptı ona...
Medya sermayesinin çarpık yapılanması Türkiye demokrasisi açısından en büyük sorunlardan biridir... Bunu kim inkar edebilir?
Mehmet Emin Karamehmet'in avukatlığı bana düşmez... SKYTURK'ün ve bu yazıyı yayınlayan AKŞAM'ın sahibidir kendisi...
Diğer işleriyle ilgili; geçmişte olan bitenlerle ilgili özellikle Doğan Grubu binlerce kez yayın yaptı...
Yıllarca 'Hortumcu' yaftası yapıştırdılar. Boy boy fotoğraflarını bastılar... Hep sustu...
Bu arada bankalarına nasıl el konulduğunu çok iyi öğrendim. Haksızlığa uğradığına vicdanen ikna oldum...
O süreçten sonra çıkartılan milyar dolarlık faturayı ödeyen tek patron o oldu. İnancım pekişti...
Şimdi 'Ergenekon'cu yaftası asmaya çabalıyorlar.
Yarın bu grupta çalışırım veya çalışmam... İnanın önemi yok. Ancak hangi şart altında olursa olsun mesleğimi yapmaya devam edeceğim...
Beş yıldır bu gruptayım... Kendisinden bu süre zarfında tek bir kez telefon aldım... Çok yakın bir arkadaşının, haber değeri taşıyan bir yatırımına, kamera yollayıp yollayamayacağımızı büyük bir nezaketle sordu... Ben de kamera yolladım...
Sahibi olduğu kanala dair bazı şeyleri, muhtemelen, bu satırlarda öğrenecek kendisi...
SKYTURK geçtiğimiz dönemde 83 çalışanıyla yollarını ayırmak zorunda kaldı... Yani üç kişiden biri işten çıkartıldı... Bu son derece ağır karara rağmen... Binamızda en temel temizlik hizmetleri haftalardır aksıyor... Haber merkezimizde aylardır tamir bekleyen onlarca teknik malzeme var ve hepsini geçelim mesela Gazze'ye bile muhabir yollayamadık... Zaten tek muhabirin görev yaptığı bir haber kanalında bu çok da anlamlı olmayabilirdi.
Karamehmet, Turkcell gibi bir devin sahibi ama kendisinden ne para ne talimat alıyoruz... Halimizden de çok şikayetçi değiliz...
Bu meslekte vicdan, namus ve samimiyet önemli şeyledir. Hepimiz insanız... Hata yaparız... Hele özel hayatlarımızda her türlü hatayı yapabiliriz... Ama mesleki olarak kasti işler yapamayız. Yapmamalıyız...
Bir gazetecinin gay veya alkolik olmasından kime ne?
Mesela rahmetli Halit Çapın muhteşem bir röportajcıydı ama alkolikti...
Gazetecinin ayağını basarak güç alacağı yegane coğrafyanın 'haymatlos bir vicdan' olması gerektiğini bana ilk o öğretmişti...
'Bazen bir gerçeği öğrenirsiniz ama ebediyen susmak zorunda kalırsınız. Referansınız vicdanınızdır artık... Siz ve öteki bilir. '
Taraf, Karamehmet olayında neden ve nasıl bu pozisyonu aldı?
Şu kadarını bilin yukarıda yazdıklarımdan ötürü vicdanen çok müsterihim.
Zaman içinde bazı gerçekler ortaya saçılırsa bu yazıyı bir kez daha yayınlayacağım. O zaman anlarsınız neden bu kadar müsterih olduğumu...

AKŞaM

Star gazetesi, eleştirilere; JİTEM'ci Albay hakkında geçmişte birçok gazetede yer alan haberlerle cevap verdi


21 Ocak 2009 Yaptığı haberle Emekli Jandarma Albay Abdülkerim Kırca'yı intihara sürüklediği iddia edilen Star gazetesi eleştirilere cevap verdi. İşte gazetenin internet sitesinde yayınlanan haber...

İntihar eden JİTEMci hakkında hangi gazete, daha önce ne yazmıştı?

3 faili meçhul cinayetin araştırıldığı JİTEM davasında ismi geçen Emekli Jandarma Albay Abdülkerim Kırca'nın intiharı son dönemde hakkında çıkan iddialara bağlandı.
Oysa bu iddialar kamuoyunun yakından bildiği ve yıllardır hemen tüm medya organlarında dillendirilen konulardı. İddiaların kaynağı olarak bilinen eski JİTEM çalışanı ve PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan ile yapılan röportajlarda 2005'li yıllardan itibaren aralarında Hürriyet, Milliyet ve Radikal'in de bulunduğu pek çok gazetede yer aldı. Aygan'ın anlattıkları arasında intihar eden komutan Abdülkerim Kırca'ya dönük iddialar net bir biçimde yer almıştı. Kırca, Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı'nca hazırlanan 29 Mart 2005 tarihli iddianamede de 20 Ocak 1992 ile 21 Aralık 1994 tarihleri arasında işlenen cinayetlerle ilgili olarak suçlanıyordu.

İŞTE O HABERLER
Milliyet gazetesi 3 Şubat 2005 tarihinde Genelkurmay açıklamasına neden olan haberi aynen yayınladı. Milliyet, Abdülkadir Aygan'ın ağzından tim komutanı Abdülkerim Kırca'nın oynadığı rolü ve kaçırılan şahsın yakılarak öldürüldüğü iddialarına da ayrıntılı olarak yer verdi. İddialar, "İHD Şube Başkanı Selahattin Demirtaş, PKK itirafçısı Abdulkadir Aygan'a göre Aslan'ın, JİTEM'de tim komutanı olduğu öne sürülen Abdülkerim Kırca'nın da aralarında bulunduğu kişilerce kaçırıldığını anımsattı. Demirtaş, Aslan'ın daha sonra Silopi JİTEM'e götürüldüğünü, sorgulandıktan sonra da yakılarak gömüldüğünü öne sürdü. Demirtaş şöyle dedi: "Köylüler, cesedin bir çoban tarafından 15 santimlik çukura gömüldüğünü, mezar yeri kaybolmasın diye etrafını beyaz taşlarla çevirdiklerini belirtince çukur kazıldı" dedi." şeklinde verildi.

Radikal Gazetesi de 3 Şubat tarihli sayısında bu haberi "Acı bir Susurluk öyküsü" başlığıyla kullandı. Baba İzzettin Aslan, 10 yıldır hiçbir haber alamadığı oğlunun ancak mezarına ulaşabildiği belirtilen haberde "Resmi makamlar tarafından varlığı kabul edilmeyen JİTEM'in bir cinayeti aydınlandı: Savcının ve askeri yetkililerin gözetiminde açılan mezarda çıkan kemiklerin Aslan'a ait olduğu DNA testiyle de doğrulandı" denildi. Haberin hemen giriş bölümünde ise Abdülkadir Aygan'ın itirafları hatırlatılarak intihar eden Abdülkerim Kırca'nın olaylarla bağlantılı olduğu iddiasına yer ayrıldı. Haberde, "Aygan, itiraflarında dönemin Bölge Jandarma İstihbarat Grup Komutanı emekli Albay Abdülkerim Kırca'nın da bizzat olayın içinde olduğunu vurguladığı Aslan cinayetini şöyle anlattı:

"Murat Aslan isimli şahıs, Yenişehir Semti'nde, yani Diyarbakır Belediyesi civarından alınarak, (Abdülkerim Kırca o sırada bizzat oradaydı) zorla sivil Toros arabaya bindirildi ve JİTEM'e getirildi. Daha sonra Silopi JİTEM İstihbarat Tim Komutanlığı'na götürüldü. Burada işkenceyle sorgulandıktan sonra Dicle Nehri'nin kenarındaki bir dereye götürüldü. Derede öldürülerek üzerine benzin döküldü ve yakıldı. Bu dere Körtük Köyü'nün karşısına düşen bir dere idi." ifadeleri yer alıyordu.

5 Nisan 2006 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde "JİTEM'ciler için suç duyurusu" başlığı altında verilen haberde, "Aralarında 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım, Musa Anter cinayeti zanlısı PKK itirafçısı Abdulkadir Aygan ile rütbeli askerlerin de bulunduğu 'Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Komutanlığı (JİTEM) elemanı oldukları' öne sürülen 18 kişi hakkında yeni bir soruşturma başlatıldı." denilirken rütbeli askerlerin de kimliğine yer verildi. Haberde bu isimler "İtirafçılar Abdulkadir Aygan, Fethi Çetin, Kemal Emlük, Selahattin Görgülü, Ali Ozansoy, Hüseyin Tilki, Hanım Beyaz, Mustafa Deniz, Cemil Işık, 'Şırnaklı Hamit', Binbaşılar Aytekin Özen, Abdulkerim Kırca, Ahmet Cem Ersever, Yüzbaşı Tuna Yanardağ, uzman çavuşlar Uğur Yüksel, Abdulkadir Uğur, Astsubay Nuri Ateş ve istihbarat elemanı Mahmut Yıldırım (Yeşil)." olarak duyuruldu. Hürriyet JİTEM personeli tarafından kaçırılarak öldürüldükleri ileri sürülen isimleri de haberleştirmişti: "1991-96 yılları arasında kaçırıp sorguladıktan sonra öldürdükleri öne sürülen kişiler ise şöyle:

Vedat Aydın (Kapatılan HEP'in Diyarbakır İl Başkanı), Talat Akyıldız (Bismil-Tepe köyü muhtarı), Zahid Turan, Harbi Arman (HEP Malazgirt İlçe Başkanı), Musa Anter (Yazar), Hasan Kaya (Doktor), Metin Can (Avukat-İHD Elazığ Şube Başkanı), Mehmet Şen (Kapatılan DEP'in Nizip İlçe Başkanı), Necati Aydın (Sağlık-Sen Şube Başkanı), Ramazan Keskin, Mehmet Aydın, Murat Aslan, İdris Yıldırım, Servet Aslan, Edip Aksoy, Mehmet Sıddık Etyemez, Ahmet Ceylan, Şahabettin Latifeci, Abdulkadir Çelikbilek, Mehmet Salih Dönen, İhsan Baran, Fehti Yıldırım, Abdulkerim Zuğurli, Zana Zuğurli, Melle İzzettin ve soyadı tespit edilemeyen Hasan adlı kişi. Yazar Musa Anter'in öldürüldüğü sırada yanında bulunan DTP Genel Merkez yöneticisi Orhan Miroğlu soruşturma dosyasına yaralı mağdur olarak geçti."

2 Nisan 2005 tarihli Milliyet Gazetesi "JİTEM iddianamesi" başlıklı haberinde Diyarbakır Başsavcılığı'nın 13 yıl sonra hazırladığı iddianamede 8 cinayetin failinin 'JİTEM' olduğu belirlediğini yazdı. Haberde iddianameye atıf yapılarak JİTEM'in bir 'çete' olarak nitelendiği ve 'sözde' devlet adına cinayet işlediğini vurgulandı. Haberde, "İddianamede, 1992 - 1994 arasındaki 8 faili meçhul cinayeti işleyen isimler şöyle sıralandı:

"PKK itirafçıları Mahmut Yıldırım, Abdülkadir Aygan, Muhsin Gül, Fethi Çetin, Diyarbakır Emniyet Güvenlik Şube Görevlisi Kemal Emlük, Askerlik Şubesi'nde sivil memur Saniye Emlük, Uzman Çavuş Yüksel Uğur ile emekli Binbaşı Abdülkerim Kırca." bilgisine yer verildi.

2 Nisan 2005 tarihli Radikal Gazetesi de JİTEM iddianamesini "Susurluk hortladı" başlığıyla duyurdu. Haberin kutusunda ise şu ifadeler yer aldı: "'Emirleri Kırca verdi' Bir gazeteye yaptığı itiraflarla 12 yıl önce gözaltında öldürülen birinin cesedinin bulunmasını sağlayan PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan'ın ifadeleri doğrultusunda altı itirafçıyla biri emekli binbaşı iki asker hakkında Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. Aygan, emekli binbaşı Abdülkerim Kırca, halen Siirt Jandarma Komutanlığı'nda görevli uzman çavuş Uğur Yüksel'in yanı sıra 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım'ın da aralarında olduğu sanıklar, 'Cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak ve taammüden adam öldürmekten yargılanacak.' (Zaman)

Milliyet (3 Nisan 2005): " JİTEM'ciye madalya" başlıklı haberde;" Savcılığın hazırladığı iddianamede JİTEM'i yönlendiren Binbaşı Abdulkerim Kırca'ya devlet övünç madalyası verildiği bilgisi yer aldı."

Yeni Şafak (6 Nisan 2005): "Cumhurbaşkanı madalya verdi savcı çeteden dava açtı" başlıklı haberde;" Abdulkadir Aygan'ın isim isim suçladığ dava arkadaşlarının içerisinde Cumhurbaşkanı Sezer'in elinden devlet övünç madalyası almış."

Cumhuriyet (27 Ocak 2006): "Yeşi çetesi yargılanacak" başlıklı haberde ;" Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım ile devlet övünç madalyası verilen binbaşı Abdulkerim Kırca'nın da aralarında bulunduğu itirafçı ve JİTEM elemanlarından oluşan çete bugün asker mahkemede yargı karşısına çıkıyor."

Zaman (18 Ocak 2009): " Oğlumu öldüren JİTEM'ciye A.Necdet Sezer Madalya verdi" Murat Aslan isimli gencin babası televizyonda izlediği eski bir PKK itirafçısının anlattıklarına göre oğlunun ölüm emrini binbaşı Abdulkerim Kırca'nın verdiği bilgisini öğrendiğine yer verildi.

Ciner & Doğan Kavgası Yeniden
21 Ocak 2009 16:27

Ciner Grubu ile Doğan Grubu arasında konjonktürel olarak küllenen kavga, Emin Çölaşan ve Nükleer Santral üzerinden yeniden patladı.

Fatih Altaylı/Habertürk

Doğan Grubu neden yazar kovduğunu açıkladı

Doğan Grubu, daha Habertürk Gazetesi çıkmadan korkuya kapılmış olmalı ki, her fırsatta bize saldırmaya çalışıyor.
Alışkınız.
Dün de grubun tekikçi gazetesi Vatan Ciner Grubu'nun nükleer santral ihalesini fırsat bilip saldırırken, yanına bir de Emin Çölaşan eklemiş ve demiş ki, "İhaleyi almak için mi Emin Çölaşan'ın işine son verdiniz"
Buna iftira değil, itiraf demek lazım.
Çünkü yıllarca yazdığı Doğan Grubu Emin Çölaşan'ı kovmuştu.
Neden kovduklarını anlamış olduk.
Demek ki, hükümet istemiş.
Kendi tecrübelerini aktarmışlar.
Bizim durumumuz bu değil.
Şimdi Türkiye'nin en süfli medya grubuna bir yanıt vermem lazım.
Sakın ha benim Park Teknik'in nükleer santral ihalesi ile ile ilgili bir yanıt vereceğimi düşünmesinler.
Biz Doğan Grubu'na benzemeyiz.
Burada grubun diğer işleri ile yayıncılığı arasında kalın ve kesin bir çizgi vardır.
Gazeteciler grubun diğer alanlardaki doğrularını veya yanlışlarını savunmak zorunda değildir.
Tabii Doğan'ın tetikçileri bunu anlamazlar.
Gelelim konunun beni ilgilendiren Emin Çölaşan tarafına.
Doğrudur, Habertürk gazetesinde yazması için Emin Çölaşan'la anlaşmıştım.
Bunu Habertürk'teki arkadaşlarım da biliyor, çünkü pek çok kararı gazeteciler ortak alıyoruz.
Çok tartıştık.
Emin Bey, bizim hazırlamakta olduğumuz gazeteye yüzde yüz uygun bir yazar değildi.
Ama yine de bizimle olmasını istedik.
Tek bir nedeni vardı.
Kimsenin yazı yazdırmaya cesaret edemediği bir yazara bile biz gazetemizde yer verebilirdik.
Fikirlerinin tümüne katılmasak bile.
Emin Çölaşan'la bu ülkeyi sevmek gibi tek bir ortak çizgimiz olması bile yeterliydi.
Görüştük anlaştık.
Eğer dedikleri gibi hükümetten bir korkumuz, bir çekincemiz olsaydı, baştan Çölaşan'a mesafeli dururduk.
Hiç böyle bir kaygımız olmadı.
Peki neden daha yola çıkmadan yolumuzu ayırdık?
Bu soruyu sadece bana değil, Emin Çölaşan'a da sormak lazım.
Belki hatırlayacaksınız, Emin Çölaşan bir internet sitesine röportaj verdi.
Bu röportajda kendisi ile bir dost, yeni çıkılacak bir yolun arkadaşı olarak yapılan özel sohbetleri aktardı.
Bu sohbette bana "Yazar olarak kimleri düşünüyorsun" diye sorduğu bir soruya verdiğim yanıtı anlatarak hem beni, hem de diğer yazar dostlarımızı zor duruma soktu.
Allah aşkına böyle bir durumu göz önüne getirin.
Ürktüm.
Kendisine ailevi sorunlarımı anlatmış olabilirdim ve bunları bile bir internet sitesinde okumak zorunda kalabilirdim.
Gerçekten ürktüm.
Söylediklerimde bir ayıp, bir yanlış yoktu.
Ama özeldi.
Projelerimizdi.
Fikirlerimizdi.
Düşünün bir, evinize bir dost olarak geliyorum ve o evde gördüklerimi, yaşadıklarımı belki eşinizle yaptığınız tartışmayı ertesi gün herkese anlatıyorum.
Ne yaparsınız?
Emin Çölaşan bunu yaptı bana.
Ben de bir kaç gün sonra yayınlanan bir röportajımda "Emin Bey'in yanlış yaptığını kendisi ile çalışma fikrimi gözden geçireceğimi söyledim"
Benim bu söylediklerimden ne Ciner Grubu'nun haberi vardı, ne bir başkasının.
Sadece beni zor durumda bırakan bir şey olsaydı önemli değildi.
Alışkınım.
Ama gazetemizi, o gazetenin geleceğini, başka meslektaşlarımızı, herkesi sıkıntıya sokan bir durumdu.
Ben "Gözden geçireceğiz" diyince Emin Çölaşan bozuldu ve bizde yazmaktan vazgeçtiğini açıkladı.
Durum tamamen bundan ibarettir.
Biz ne rafineri izni almak için yazar kovarız, ne de vergi kaçakçılığını koruyan yazılar yazarız.
Kendi kriterleri ile bizi değerlendirmesinler.
Neden yazar kovduklarını ilan etmiş oluyorlar.
aktifhaber

Ergun Babahan, 'ağır bir' yazı ile Sabah gazetesine veda etti,'' Tahakküme karşı çıktım. Dün karşı çıktım, bugün karşı çıkıyorum, yarın da karşı çıkacağım. Belki de biraz bu yüzden gidiyorum''


04 Ocak 2009 Pazar 08:00

İSTANBUL - - Sabah gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği görevinden alınan Ergun Babahan bugün bir veda yazısı yazdı. Babahan, 'Gönüllü Sürgün' başlıklı yazısında,''Paranın alamayacağı şeyler vardır, bunların başında inanç gelir. İnandığım SABAH'ı yapamayacağım için gidiyorum.
Gidiyorum çünkü ben gazeteciyim. Çünkü ben solcu gençliğimden kalan isyancı ruhumu hiç kaybetmedim. Hiçbir arkadaşımın yazısına müdahale etmedim, eleştiri okları en ağır biçimde bana yöneldiğinde bile. Türkiye bugün gazetecilik mesleğinin çok ciddi sınavdan geçtiği bir ülke.
Bu sınavın iyi verildiğini söylemek mümkün değil'' dedi.

ERGUN BABAHAN'IN YAZISI ŞÖYLE:


Gönüllü bir sürgün

Kendimi zorunlu bir sürgüne yolluyorum, ne kadar süreceğini bilmediğim bir sürgün bu. Belki de hiç bitmez, bilemiyorum.
Ama gönlüm ferah olarak çıkıyorum bu yolculuğa.
Evet, bakmak zorunda olduğum iki küçük çocuğum var ve bu kararı verirken bunun sıkıntısını yaşamadım dersem yalan olur.
Bir aydır geceleri uykum bu düşünceyle kaçtı, açıkça itiraf edeyim.
Çünkü temelli gidiyorum.
Gün gelir başımı alır giderim diyorum.
Bir hayat tarzını, ayrıcalıkları bırakıp gidiyorum, çünkü inancımı kaybettim.
Paranın alamayacağı şeyler vardır, bunların başında inanç gelir.
O yüzden gün gelir, başını alıp gitmek zorunda kalırsın.
Bu vicdani ve kişisel bir karardır ve kimseden aynı şekilde davranmayı bekleme hakkım yoktur.
İnancın bedeli şahsi ödenir.
Gün, bedeli benim ödeme günüm.
Ben bu bedeli öderim.
Kendime saygım, dostlarımın ve çalışma arkadaşlarımın yüzüne bakabilme uğruna, çocuğum bildiğim SABAH'a veda etme zamanı geldiğine karar verdim.
Bu karar bir günde alınmadı.
Vicdanım rahat.
İnancım uğruna gidiyorum.
İnandığım SABAH'ı yapamayacağım için gidiyorum.
Gidiyorum çünkü ben gazeteciyim.
Unuttunuz belki ama gazetecilik bazen gitmeyi bilmektir.
Ben bu vaktin geldiğini fark ettim.
20 yılı doldurduğum SABAH'tan gidiyorum, hem de dönmemek üzere.
Kalanlara selam olsun.
Gidiyorum, çünkü artık bildiğim, inandığım SABAH'ı yapma imkânım yok.
Bu gazeteye Ağustos 1989'da girdim.
Giriş o giriş.
2001 krizi nedeniyle uzakta geçen 1.5 yılı saymazsak burası gerçek anlamda yuvam oldu.
Belki de SABAH'ı gereğinden fazla sahiplendim.
Ama bu süreçte gazetenin gerçek sahibinin okur olduğunu bildim ve bu gerçeğe saygı gösterdim.
Gazeteci olarak iyi bir okulda yetiştim ve bunun için ortalama bir gazeteciden daha ağır bedel ödedim.
İki çocuğumun doğumunda da karımın yanında olamadım mesela.
Pişman mıyım, asla.
SABAH'ta çalışmak bir keyifti ama Dinç Bilgin gibi bir gazeteci patronla çalışmak zordu.
Yine de o zorluk, bana yıllar sonra bu koltuğa oturtacak deneyimi kazandırdı.
Ben de işimi çok ciddiye aldım, cumartesipazar demedim çalıştım, kızım Ayşe'yi sadece gazeteye götürdüğüm günlerde görebildim.
Gece yarıları çok sayfa yıkıp yaptığımız oldu; atladığımız bir haber yüzünden Dinç Bilgin'den köşe bucak saklanmaya çalıştığımız da oldu...
Kötü yaptığımızda en ağır şekilde fırçalayan, iyi işimizde "Sizinle çalışmaktan gurur duyuyorum" diyen bir patrondu.
Ne biliyorsam, o öğretti, ben de iyi öğrendim açıkçası.
Zaten 1984'ten bu yana patronumdu, Yeni Asır'da başlayıp 2008'in son gününde noktalanan bu serüvende istifa kararımı eleştirenlerden biri de oydu.
Ona "Siz nerelerdesiniz, bizi niye ortalarda bıraktınız" diyemedim elbette.
Ama bize verdiği emeğe saygımı bir an olsun eksiltmedim.
Gün be gün ilgilendi bizimle.
2002 Ağustos'unda Dinç Bilgin ve Turgay Ciner'in isteğiyle yayın yönetmeni olarak göreve döndüğümde, onun da büyük desteğiyle de bu gazeteyi 190 binlerden alıp Hürriyet'in ensesine dayadım.
Burada tevazu göstermeyeyim, işimi iyi yaptım, hem de çok iyi...
Sadece o dönemde değil, SABAH'ın son 7 senesinde de...
Çünkü bu gazetenin genetik kodlarını biliyorum, okurunu tanıyorum.
Hâlâ iddiam, bu gazeteyi yapabilecek en iyi gazetecilerden biri olduğumdur, bunu önümüzdeki günler sınayacak zaten.
Gazetecilik bir inanç ve liderlik işidir.
Liderliğe inanç ve gerçeği yazabilme iddiası...
Artık bunu yapabileceğime inanmadığım için gönüllü bir sürgünü tercih ediyorum.
Bu bir bedel, benim koşullarımdaki bir çalışan için çok ağır bedel.
Sonucu ne olursa olsun, bugün bu bedeli ödemeye hazırım ve bugün ödüyorum.
Çünkü ben solcu gençliğimden kalan isyancı ruhumu hiç kaybetmedim.
Bu işi yaparken hep demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü korudum, haberin gücüne inandım.
Yorumun da özgürlüğüne...
Hiçbir arkadaşımın yazısına müdahale etmedim, eleştiri okları en ağır biçimde bana yöneldiğinde bile.
Aldığım kararı küçümseyenler, bana "Aptal" diyenler veya "Çok geç kalmış bir karar" diyenler çıkabilir elbette.
Ama başta ben, ailem ve yakın dostlarım gerçeğin bu olmadığını biliyoruz.
Bu kararı medyada pek çok insanın imrenerek baktığı bir pozisyondayken aldım.
Dedim ya bu tercih edilmiş bir sürgün.
"Ne var bu kararın ardında" derseniz, cevaplayayım:
Atıp tutarken mangalda kül bırakmayıp hayatın en kritik sınavında tavırsız kalmak yok.
Yüzümü bir gün bile kara çıkarmayan çalışma arkadaşlarımı üzdüğümü, sıkıntıda bıraktığımı biliyorum ama dediğim gibi bana artık gitmek yakışırdı.
İkincisi, bildiğim, inandığım, büyümesine destek olduğum SABAH'ı yapma gücüm, olanağım kalmamıştı.
Dinç Bilgin "Gazete memurları ile çalışma" derdi, ben de memur bir yayın yönetmeni olmayı istemedim.
Türkiye bugün gazetecilik mesleğinin çok ciddi sınavdan geçtiği bir ülke.
Bu sınavın iyi verildiğini söylemek mümkün değil.
Bu sınavdan pekiyi alacak tavırlarım olduğu kadar, "0"ı hak ettiğim de olmuştur tabii.
Ama bu sadece benim sorunum değil.
Rengini, tadını, özgürlüğünü giderek yitiren tüm basının sorunu.
25 yıldır elimden geldiğince, gücüm yettiğince demokrasinin, halk iradesinin, azınlık hakkına saygının yanında oldum, tahakküme karşı çıktım.
Dün karşı çıktım, bugün karşı çıkıyorum, yarın da karşı çıkacağım.
Belki de biraz bu yüzden gidiyorum.
Sağlıcakla kalın.
Sakın anneme işsiz olduğumu söylemeyin, o beni hâlâ SABAH'ın yayın yönetmeni sanıyor.

Basın "Medya" olmadan önce kol kırılır yen içinde kalırdı... 05 Ocak 2009

Gazetelerin ve gazetecilerin haber konusu olması yeni medyatik düzenimizin bir özelliği. Eski basın döneminde, bırakın genel yayın yönetmenlerinin görevlerinden ayrılmalarını, gazetelerin sahip değiştirmeleri bile pek haber yapılmazdı.
Sabah'ın Genel Yayın Yönetmenliği'nden istifa ederek ayrılan arkadaşım Ergun Babahan'ın "Veda Yazısı" nı okurken, bu eski günleri ve tanıdığım eski genel yayın yönetmenlerini düşündüm.
Meslek hayatımın ilk dönemindeki Cumhuriyet Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni Ecvet Güresin'in odasında her sabah toplanır ve günün konularını tartışırdık.
Bir sabah yine odasına girdim. Ecvet Bey yoktu.
Sabah gazeteye geldiğinde binaya girerken, kapıcı işine son verildiğini bildiren mektubu vermiş ona.
Daha sonra da "Aile" nin bu defa Nadir Nadi'nin başyazarlığına son vermesine tanık olmuştum.
12 Mart arifesindeki ideolojik kavgalarda Cumhuriyet sermayesi Ecvet Güresin'in tasfiyesine karar vermişti.
Aydın Doğan Ercüment Karacan'dan Milliyet'i aldığında Turan Aytul Genel Yayın Yönetmeni'ydi.
Bir İsrail gezisindeyken işine son verildi ve geziden döndüğü zaman artık Genel Yayın Yönetmeni olmadığını öğrendi.
Benim gazetem

Bir öğle yemeği randevusu için Divan Oteli'nin restoranında konuklarımı bekliyordum.
O dönemde Hürriyet'in sahibi olan Erol Simavi'yi, restoranın barında otururken gördüm. Erol Bey o sabah Nezih Demirkent'i Hürriyet'in Genel yayın Yönetmenliği'nden almıştı.
Yanına gittim.
- Erol Bey neden Nezih'in işine son verdiniz. Çok çalışkandı ve Hürriyet'i yeniden Hürriyet yapmıştı, dedim.
Erol Simavi'nin cevabı çok kısaydı:
- Nezih Hürriyet'i kendi malı sanmaya başlamıştı. Bu gazetenin patronunun kim olduğunu unutmaya başlamıştı...
Basına "Basın" denildiği ve henüz "Medya "
kavramının kullanılmadığı dönemlerdi bunlar.
Patronların evlilik dışı çocukları olur ve bunu herkes bilirdi ama hiçbir gazetede tek satır haber çıkmazdı böyle durumlarda.
Genel yayın yönetmenleri de, Abdi İpekçi veya Çetin Emeç gibi ya öldürüldüklerinde ya da askeri rejimlerde tutuklandıklarında haber olurlardı.
Son askeri müdahale rejimi olan 28 Şubat postmodern darbesinde ise, ortaya bir de "Kartel Medyası" kavramı çıktı.
Kartel'in genel yayın yönetmenleri, kimlerin bakan olacağı, hangi gazete sermayelerine devletin ne tür maddi imkânlar vermesi gerektiği gibi konularda, Ankara'da pazarlıklar yapıyorlardı. Bunun karşılığında da gerektiğinde gazeteler ortak manşetlerle çıkıyor, istenmeyen yazarlar hemen susturuluyordu.
O dönemin nihai değerlendirmede en fazla yaralanan gazetesi Sabah oldu.
O günden bugüne beş kez el değiştirdi Sabah. İki dönem de TMSF'nin mülkiyetine girerek kamu malı veya bir KİT oluverdi.

Memur gazeteciler

Ergun Babahan'ın istifasının gerekçelerini açıklarken "memur bir yayın yönetmeni olmayı istemedim" içerikli cümlesini okuyunca, herkesin suspus edildiği 28 Şubat dönemini de, hepimizin topyekûn memur edildiğimiz TMSF dönemini de hatırladım...
Ahmet Çalık'ın Sabah'ı aldığı günden bu yana bu gazetedeki 1'inci yıl yakında dolacak.
Diğer hiçbir gazetede böylesine radikal özeleştirilerin yapılmadığını okurlarımız da görmüştür.
Bunlara bir örnek Hıncal Uluç'un yazılarından, bir diğer örnek de Sevgili Ergun Babahan'ın veda yazısından verilebilir.
Keşke yönetim biçimindeki üslup farklarından ötürü Ergun Babahan kendisini "Zorunlu Sürgün" e göndermeseydi. O benim hem arkadaşım, hem de yıllarca kader ortaklığı yaptığım değerli bir meslektaşım.
Ama bazen geri dönüşü mümkün olmayan noktalar geçiliyor iş ilişkilerinde.
Biz Sabah çalışanları ise eskiden olduğu gibi yine kendimizi "memur" değil "Bağımsız ve bağlantısız gazeteciler" olarak görmeyi sürdüreceğiz.
Bunun böyle kalmasını en fazla isteyen kişinin de Ahmet Çalık olduğunu söylemeliyim.
Mehmet Barlas / Sabah

TUNCAY ÖZKAN, 32. GÜN PROGRAMINI 1 HAFTA KAPATTIRDI

"Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç İBDA-C kökenlidir” diyen Özkan’ın bu sözleri 32.Gün’ü bir hafta kapattırdı.
“Biz kaç kişiyiz” hareketinin lideri ve şu anda Ergenekon davasında tutkulu olarak yargılanan Tuncay Özkan geçtiğimiz Haziran ayında 32.Gün’e konuk olmuş, Kanaltürk’ün satılması ve “Biz Kaç Kişiyiz” hareketiyle ilgili soruları yanıtlamıştı. Medyatava sitesine yeralan habere göre, Tuncay Özkan programda, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’la ilgili olarak “Aydınlık” dergisinde yayınlanan Haşim Kılıç’ın İBDA-C kökenli olduğuna dair haberi kameralara göstermişti. Tuncay Özkan “Bunu ben değil İBDA-C’nin lideri söylüyor” şeklinde konuşmuştu.
Banttan çekilen 32.Gün’ün yapımcıları programdan hemen sonra Haşim Kılıç’ı aramış “Tuncay Özkan’ın sizinle ilgili iddiaları var. Bir cevap ya da düzeltme hakkı kullanmak ister misiniz” diye sormuştu. Haşim Kılıç da cevap metnini kaleme almış ve program yapımcılarına iletmişti. Bunun üzerine banttan yayınlanan programda Tuncay Özkan’ın iddialarının hemen ardından Haşim Kılıç’ın cevap metni yayınlanmıştı.
Ancak RTÜK’e bu cevap hakkı yeterli görünmemiş olacak ki, 32.Gün’ü bir hafta yayından kaldırdı. Program 8 Ocak gecesi yayınlanmayacak.
netgazete

Star'da İstifa Depremi...
12 Ocak 2009 16:14

Gazetenin iki ayrı servisinde görev yapan 5 isim gazete ile yollarını ayırma kararı verdi. İşte o isimler...

Star Gazetesi yazıişleri editörlerinden Murat Kıvanç ve Volkan Demir ile gazetenin gece yazıişleri müdürlüğünü yapan Nurhan Fıratlı istifa eti.

Dış Haberler servisinden Uğur Kart ve Nazmiye Gül de istifa edenler arasında yeraldı.

STAR'DA İSTİFALAR SÜRÜYOR
Star Gazetesi'nin kuruluşundan itibaren kadrosunda yer alan deneyimli bir isim daha istifa etti. ÖSS 2008'de puan skandalını ortaya çıkaran ve görev yaptığı 10 yıl boyunca çok sayıda manşet habere imza atan başarılı eğitim ve özel haber muhabiri Sultan Uçar, 1999 yılından bu yana Star'da çalışıyordu. Medyaradar sitesinde yer alan habere göre; 15 yıldır aktif gazetecilik yapan Uçar, mesleğe Sabah Gazetesi'nde başlamıştı.
aktifhaber/netgazete

Fatih Altaylı'nın iddiası, "Hürriyet gazetesine ait bir araç, gizlice Habertürk binasının fotoğraflarını çekiyor"


24 Şubat 2009 Habertürk'ün Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, çok tartışılacak bir yazıya imza attı. Altaylı'ya göre, Habertürk'ün önündeki gizlice çekim yapmaya çalışan araç, Hürriyet gazetesine aitti ve güvenlik görevlilerine ağza alınmayacak küfürler etti... İşte o yazı...

Dün sabah Taksim’deki merkez binamızın önünde gri renkli bir Doblo güvenlik kameramızı izleyen arkadaşlarımızın dikkatini çekti.
Ardından aynı gri Doblo binamızın arka tarafına geçti.
Camlardan birinin aralanarak Habertürk binasının fotoğraflarının çekildiğini farkeden güvenlik görevlilerimizden ikisi, 34 DE 5429 plakalı Doblo’nun yanına giderek amaçlarını öğrenmek istediler.

Ancak Doblo’nun sürücüsü güvenlik görevlilerimize galiz küfürler etti ve arkadaşlarımızdan birinin üzerine otomobili sürerek ve çarparak kaçtılar.
Bir saldırı şüphesiyle yaptığımız araştırma sonucunda söz konusu Doblo ticari aracın Hürriyet Gazetesi’ne ait olduğunu öğrenince rahatladık.

Hürriyet Gazetesi'nin yönetiminden bir ricam var.
Binamızın dışının, hatta içinin fotoğraflarına ihtiyaçları var ise beni aramaları kafi.
Hemen yollarım.
Hatta isterlerse helikopterle yapılmış çekimleri de var.
Onları da yollarım.
Doğan Grubu'nun bizim gelişimizle ilgili rahatsızlığı ortada.
Habertürk gazetesinin hemen hemen bütün televizyon kanallarında izlediğiniz reklam filmleri iki kanalda yayınlanmıyor.
Bunlardan biri Kanal D diğeri ise Star.
Doğan Grubu’na ait bu iki televizyon reklam filmlerimizi yayınlamayı reddetti.
Aslında ihtiyacımız da yoktu. Biz de Turkcell gibi Doğan’a reklam vermeden de pazarda birinci olabileceğimizi biliyorduk ama kimseyi dışlamadığımızı göstermek için reklamlarımızı Doğan grubu televizyonlarında da yayınlamak istemiştik.
Ancak onlar bu filmleri yayınlamayı reddettiler.
Bizce bir sıkıntı yok.
Ancak onlarda bir sıkıntı olduğu belli.
Bir yandan kendilerine kesilen vergi cezası ile basın özgürlüğü, basına destek havası estirmeye çalışıyorlar.
Diğer yandan, her zamanki alışkanlıklarını koruyarak bir rakibi daha yola çıkmadan engellemek için kendi çaplarında ellerinden geleni yapıyorlar.
Bunları niye yazıyorum biliyor musunuz, gerçek yüzlerini görün diye.
Sabah’a hükümet tarafından el koyulmasını şampanyayla kutlamışlardı.
Ben de “Bizden sonra sıra size gelir” diye yazmıştım.
Belli ki, hala akıllanmamışlar.
Belli ki, “Bir şekilde pazarlık ederiz. Bunu da atlatırız” diye düşünüyorlar.
Atlatırlar veya atlatamazlar.
Bilemem.
İlgilenmiyorum da.
Ama hem basına, hem de Türkiye’ye çok zarar verdiklerini biliyorum.

NOT: Geçtiğimiz günlerde Doğan Holding CEO’su Mehmet Ali Yalçındağ’ı ziyaret eden bir işadamı, Yalçındağ’ın masasında Habertürk’ün deneme baskılarından biri görmüş ve çok beğenmiş. O baskılarda yer alan bazı haberleri ben de Doğan Grubu gazetelerinde gördükçe çok gülüyorum.

NOT2: Değerli okurlar, Doğan Grubu'na kesilen vergi cezası ile ilgili elimden geldiğince tarafsız olmaya çalışıyorum. Ne kimsenin basın olduğu için cezalandırılmasını isterim, ne de kimsenin basın olduğu için yaptıklarının cezasız kalmasını. Tek beklentim adalettir.


Dündar İntihardan Yakalandı

23 Ocak 2009 08:53

JİTEM'ci Abdülkerim Kırca'nın intiharını medya üzerinden işleyen Uğur Dündar, ölümüne sebep olduğu kişiyi unuttu..

Ahmet Kekeç/Star

Uğur Dündar neye kafa sallıyor?

Bu yazıyı dikkatli bir şekilde kaleme almalıyım... Çünkü Uğur Dündar, sıfır toleransa sahip bir ‘meslektaşımız’ ve hakkında yazanları hemen mahkemeye veriyor.

Açtığı davaların çoğunu da kazanıyor...

Meslektaşlara para ödeme kotamı Mehmet Yakup Yılmaz’la doldurdum.

Uğur Bey’e para kaptıramam.

Belki Aydın Doğan’a birkaç bin liracık uçlanabilirim... 300 bin liralık dava açmıştı.

Dilerim kazanır da, ‘müptezel, çirkef, aşağılık adam, alçak’ diye sağa sola çemkiren Ahmet Hakan Coşkun adlı ağzı bozuk Hürriyet yazarının maaşına mütevazı bir katkımız olur...

Neyse, ‘Uğur Dündar’ diyorduk...

Ne zaman Star televizyonunun ‘haber saati’ni açsam, değerli büyüğüm Uğur Dündar’ı ibretle bir şeylere kafa sallarken görüyorum.

Bir defasında, Saadettin Tantan’ı konuk etmişti...

Eski İçişleri Bakanı Tantan, bize, ‘Ergenekon davasının Türkiye’yi bölüp parçalamaya niyetli iç ve dış düşmanların bir operasyonu’ olduğunu anlattı.

Kıymetli büyüğüm Uğur Dündar ibretle kafa salladı.

Derken, emekli Albay Erdal Sarızeybek arzı endam ediverdi ekranda...

Erdal Albayım da, kazılarla elde edilen Ergenekon bombalarının ve silahlarının ne anlama geldiğini anlattı.

Esasında hiçbir şey anlatmadı...

Erdal Albayıma göre, ‘Ergenekon’ diye bir şey yoktu. Maksat, bir zamanlar teröre karşı savaşmış insanları cezalandırmaktı.

O bombalar ve silahlar da da neyin nesiydi? Hiç belli değildi.

Bu konuyu Genelkurmay Başkanlığı araştırmalıydı.

Kıymetli büyüğüm Uğur Dündar, yüzünde ‘ibret mimikleri’, bu açıklamalara da kafa salladı.

Böylece, Ergenekon konusunda ‘birinci ağızdan’ aydınlanmış olduk.

Kıymetli büyüğüm Uğur Dündar, JİTEM’ci Albayın intiharıyla ilgili haberi de, yine yüzünde ibret mimikleri, olayı dramatize ederek, Albayı intihara götüren saikleri es geçmeden ve tabii intihar olayından sorumlu tuttuğu ‘yandaş medya’yı suçlayarak okudu...

Şunu anladık:

Bir Albay intihar etmişti.

Bu intihardan bir gazete sorumluydu.

Bu gazete, çünkü, müntehir Albay hakkında bazı haberler yayınlamıştı.

Bidon kafa yazarının ‘şerefsiz basın’ olarak tavsif ettiği bu gazeteyi ne yapmak lazımdı?

Derhal kapatmak ve sorumlularını asmak mı?

Uğur Dündar büyüğüm nerden bilsin, ‘bu gazete’de çıkan JİTEM’ci Albay haberlerinin, yıllardır başka gazetelerde de çıktığını, bu ‘başka gazeteler’in künyesinde ‘sahibi’ hanesinde Aydın Doğan isminin yazılı olduğunu...

Bilemeyebilir...

Ama, Şerafettin Yardımedici’yi bilecektir.

Çok iyi bilecektir hem de...

Şimdi ben de, yüzümde ibret mimikleri, ‘gizli kamera kurbanı’ Şerafettin Yardımedici’nin intiharını hatırlıyorum.

Bu intihardan (ille bir sorumlu arayacaksak) birinci dereceden, ‘Arena’ adlı televizyon programı sorumluydu.

Bu programın yapımcısı ve sunucusu kimdi?

Bunu açıklamayı da bidon kafa yazarına bırakıyorum, neme lazım.

Peki, bugün bir ‘Uğur Dündar haberciliği’nden söz edebilir miyiz?

Edebiliriz.

Elinde mikrofon kameralarla imalathane basan, muhataplarını ‘gizli kamera’yla suçüstü yaparak maksadını ve sınırını aşan, ‘herkes kapısının önünü temiz tutarsa...’ düsturunca bir gün hepimizin başına bone geçirecek ve mutlaka ‘steril Türkiye’yi gerçekleştirecek Uğur Dündar, aynı zamanda bir tarzın sahibidir.

Bu ‘tarz’ın ne olduğunu öğrenmek isteyenler, Hürriyet gazetesinin sürmanşetini süsleyen ‘testis’ haberine bakabilirler.

Ben usulca aradan çekiliyorum...
aktifhaber

Reytin Uğruna Analarını Bile...
27 Ocak 2009 09:51
Habertürk gazetesine geçeciği iddia edilen Hıncal Uluç, Sabah'ı kurtarmanın yollarını arıyor! "İktidar Gazetesi" damgasını yersek biteriz"

Hıncal Uluç / Sabah

TRT ve Sabah!..

Yüksel Aytuğ'dan sonra, Yavuz Baydar'ın da TRT'nin o iğrenç, o utanç verici, o utanmazca yayınını "Habercilik" diye savunması inanın beni dehşete düşürdü ve Sabah'ın "İktidar uşağı" olduğunu iddia edenlere yeni bir koz verdi..

Yazarların ve yazı işlerinin çok ama çok duyarlı olması gereken günler yaşıyoruz. "İktidar Gazetesi" damgasını yersek biteriz.. Sabah markasına büyük gölge düşer ve Sabah biter.. Böyle zamanlarda yazarken iki kez düşünmemiz gerek..

O haham bozuntusu, zamanında güya Fethullah Efendi müridi, ne idüğü belirsiz sapığı ekrana çıkarıp saatlerce konuşturan bir özel televizyon olabilir. Onlar reyting uğruna analarını bile satmak hakkına sahipler. Çünkü o sayede yaşıyorlar.

Oysa TRT anayasal bir kurum ve Türk halkının vergileriyle yaşıyor, reytinge ve reklama muhtaç olmasın, BBC gibi bağımsız yayın yapsın diye..

Bu mudur TRT'nin bağımsız yayıncılığı.. Bir sapığı ekrana getirip Ana Muhalefet Partisi liderine sövdürmek..

Utanmazlığın daniskasına bakar mısınız?.

Deniz Baykal'a cevap hakkı tanımışlar da gelmemiş..

Gelir mi?..

Ana muhalefet lideri, Atatürk'ün Partisinin Başkanı bir sapıkla ayni düzeye inip ona cevap vermeye tenezzül eder mi?..

Ederse o koltukta kalmaya devam edebilir mi?.

Sabah da bu TRT'yi savunursa, yazıklar olsun.. Yerel seçimler yaklaştıkça, göreceğiz, Yüksel'le Yavuz'un sevgili TRT'lerini

FOX Genel Müdürü açıkladı: Tarikat Üyesiyim
04 Şubat 2009 11:17FOX Genel Müdürü açıkladı; Tarikat üyesiyim, Alkol ve kahve içmem...

Murdoch'un görevden aldığı FOX Genel Müdürü Dave Reid Türkiye'den ayrılmadan önce Habertürk'e konuştu.

Gülin Yıldırımkaya: ABD'de ne iş yapıyordunuz? Neden Türkiye için siz görevlendirildiniz?

Dave Reid Parker: 1985'ten beri televizyonlarda genel müdür olarak çalıştım. Bu programların satış direktörlüğünü de yaptım Genel Müdür olarak çalıştığım kanallarda. 30 yıl içinde birçok televizyon kanalında çalıştım. Küçük ve orta büyüklükte televizyon kanallarında bulundum. Aynı zamanda Kanada'da da çalıştım. News Corp TGRT'yi satın alacağı zaman, benim yaptığım da benzeri şeyler vardı, tecrübem vardı ABD'de çalışırken. Ama gelince gördüm ki, ABD'de bir televizyonu yönetmek, buradakinden çok farklı.

Ne gibi farklar var?

Oradaki program yapımcıları, distribütörler bütün ABD'de yaygın ve aynı distrübitörlerden alıyorlar. Buradaki gibi değil. Televizyonlardaki genel müdürlerin bu programlarda çok belirli etkinliği yok.
Hollywood'da yapılıyor bu programlar ve satın almak istediklerini içinden seçiyorsun. Türkiye'de ise direkt yapımcılarla çalışıyoruz ve projenin yaratılışında onlara yardımcı oluyoruz. İşte biz bu yaratış yani programlarla
ilgili bütün yıl boyunca uğraşıyoruz, onlara yardımcı olmak için. Bu da ABD'dekinden çok daha heyecanlı.

Siz FOX'u nereden aldınız? Nereye getirdiniz?

TGRT çok fazla program yatırımı yapamıyordu ben ilk geldiğimde. Ve belirli bütçeleri vardı. İlk 3-4'teki kanallarla yarışacak durumda değillerdi. TGRT için çalışanlar kendilerini adamışlardı ve çok çalışıyorlardı.
Ama bütçe olmadığı için, yarışacak durumları kalmadığı için durdular yarışa son verdiler. Malzemeleri de eskiydi. Bozulmaya başladı ekipmanları.
Okuyucuların bazılarını bilebileceği uydu ekipmanları diğer kanalların çekiş gücünden daha zayıftı. Bu da İhlas Holding'in önemsememe durumundan değil, tamamen şartlardan kaynaklanıyordu. İmkanları olmadığı için de teknik ekipmanları güçlendiremediler. İhlas'ın sahipleri diğer kanallarla yarışabilecek bir yatırımcı aramaya başladılar. Gördüler ki News Corp'un dünyanın diğer bölgelerinde çok fazla ve başarılı kanalları var. İkisi de birbirini seçmiş oldu bu anlaşma için. İlk görüşmede kanal çok mücadele eden zor bir durumdaydı. İlk beş ayı ben kendi yönetim ekibimi oluşturmak için harcadım. Ve ben de şanslıyım ki şu an FOX'un bulunduğu ortam, Türk idareciler ve
ekibimizle birlikte oluştu. Ocak 2007'de FOX başlamadan önce TGRT 8'inci sıradaydı. O zamanlar 24 kanal birbiriyle mücadele ediyordu.
Ve bu 24'ten 15'i arasında mücadele etmek iyiydi ve 15 kanal arasında yarış başladı. FOX, başladığımızda 3.7 share'di. Bizler tabii kanalın konseptini değiştirmiş olduk. Daha önce muhafazakar ve dini yapıda bir kanaldı.
Tamamen değiştirmiş olduk. Ben kanala yardımcılarımı, idarecileri işe aldığım zaman Türkçe konuşamıyordum. Deseydim ki 'Şunları yapmamız lazım' çok büyük bir hataya düşmüş olurduk. Bana üst yönetimden 'Şu şu şeyleri yap' dediler. Ama ben düşündüm ki öyle başarılı olamayız.
Ve kanalın başlamasından önce dedim ki 'Bazı değişiklikler yapmak lazım'. En son şu an yönetimde olan kadro 2007 Şubat'ta büyük kararlar
almak için başlayalım dedik ve Mayıs'ta başladı. Yönetim Kurulu benim yardımcım Aslı Keskinoğlu, yine yardımcım ve satıştan sorumlu olan Koray
Altınsoy, Kemal Coşkuner de yaratıcı ve promosyondan sorumlu müdür, Haber Müdürü de Doğan Şentürk, IT'deki Necip mühendislikle ilgili işlerden sorumlu, finansman başmüdürü de Hakan Bey, Gül Arslan da program müdürü olarak çalışıyor. Biz hepsini FOX'un bir ekibi olarak düşündük.
FOX bu ekiple ciddi bir yükselme yaşadı.

Burada News Corp'un yaratıcılığı değil, Türk'ün yaratıcılığı oldu. News Corp'un bilgeliği onların önünü açtı. Ve bu takım kalacak. Devam edecek.

FOX DİGİTURK'E RAKİP BİR PLATFORM HAZIRLIĞINDA

Ekip kalacak ama siz neden görevden alındınız? Yarın dönüyorsunuz…

Sekizincilikten üçüncülüğe çıktık sıralamada. Karasal yayın olarak biz ilk baştaki kanalların üçte biri para harcayarak bunu başardık. .
News Corp'un da vizyonu bu başarının da ötesinde bir ağ televizyonu olması.
Tam bilemiyorum hangi planları var diye ama benim yerime almış oldukları biri var. Dijital platformlarda çok tecrübeli biri. Digitürk gibi bir dijital platform düşünceleri olabilir. İngiltere ve İtalya'daki SKY gibi. Bana söylemediler, kesin bir şey yok. Ama Türkiye'de çok büyük bir piyasa istiyorlar.
Kendilerine sunulan fırsatları da değerlendirmek istiyorlar. Televizyon kanalı olarak devam etmek isteselerdi beni burada tutarlardı. Hazırlıklı olmaları gerekiyordu bu ivmeyi yakaladıkları için. Belki 1 ay belki 6 ay sonra düşündükleri şeyi gerçekleştirmek için hazırlık yapmaları gerekiyordu. Dijital platformda başarılı olmak için gerçekten bir uzmana ihtiyaç var.
O kişiler de gelip benim yerime geçtiler. Yakın gelecekte FOX Dijital Platform'u oluşturmak için.

Üzüldünüz mü görevden alındığınıza?

Ben genel müdür olarak devam etseydim normal televizyon kanalı olarak gelişmemiz devam edecekti. Ama dijital platforma çevirmek istediler. Ben dijital platformu bilmiyorum. News Corp da böyle çalışıyor. Doğru insanı işin başına getiriyorlar.

Türkiye'den ayrıldığınız için üzülüyor musunuz?

Türkiye'de bulunmaktan çok zevk aldım. Memnun oldum. Çalıştığım yönetimle çok zengin tecrübeler kazandım. İnsanları bırakıp gitmek beni üzüyor.
Ben buraya gelmeden önce hiç olmazsa 1 yıl News Corp'la yarışmayacağım diye anlaşma yapmıştım. Bu başarıyı sağlayanlar yönetimdeki arkadaşlardır. Ben sadece orkestrayı idare ettim, hiçbir enstrümanı çalmadım.
News Corp da biliyor başarıda anahtar kişilerin olduğunu. Ekipten hiç kimseyi görevden almayacaklar, değiştirmeyecekler.
Ben de olsam aynısını yapardım. Çünkü başarı onlara ait. Türkiye'ye dönersem bir televizyon için herhalde 1 yıl sonra olur.
Ben Türkiye'yi çok seviyorum ve bir davet olursa dönerim. Diğer kanallar benim gidişime sevinmişlerdir. Bir Amerikalı gelip 2 yıldan az bir sürede kanalı 8'incilikten 3'üncü sıraya getiriyor.

Ne hoşunuza gitti Türkiye'de, ilginç bir anınız var mı sizi şaşırtan, güldüren?

Çok rekabet içeren bir piyasa. Türkiye'de harcanan yüksek rakamlara Amerikada'da zor inanırlar.Bazı televizyon programları mesela Kurtlar Vadisi,
Arka Sıradakiler, Bez Bebek yüksek kalitede programlar bunlar gerçekten. Türkiye'nin ihtiyacı olanı fikirleri çok iyi biliyorlar.

Türkiye'deki dizi piyasası Amerika'dakinden daha mı iyi?

Türkiye'de başardığımız bu kalite için bu fiyatlar az. Örneğin Kurtlar Vadisi Amerika'da olsaydı daha yüksek fiyatlara çekilebilirdi,
2 katından bile fazla. Türk yapımcıların burada yaptığı Amerika'da imkansız olan bir şey.

MEHMET ALİ ERBİL DÜNYANIN EN İYİ ŞOVMENİ

Türkiye'de yapılan hangi iş Amerika'da da tutar sizce?

Mesela Arka Sıradakiler adapte edilebilir.Veya Bez Bebek. Cuma Akşamları Atv'de yayınlanan yeni başlayan bir dizi var 9-10 hafta önce başladı
ama adını hatırlayamadım. Kurtlar Vadisi ABD'ye uyarlansa film olabilir Hollywood'da ama bütçesi buradakinin 2 katını aşar. Çok fazla Türk teması olan şeylerin adapte edilmesi gerekiyor tabi. Türkiye'de idareciler, yapımcılar senaristler her hafta bir film yaratıyorlar aslında. Çünkü 85 dakika daha uzun sürüyor. Çok yorucu bir alan. Amerika'da aynı cins bir dizi dramalar mesela daha kısa sürüyor.

Türkiye'de televizyon yıldızı, star olarak kimi görüyorsunuz? Mesela Türkiye'de kalsaydınız diğer kanallardan kimi almak isterdiniz?

Mehmet Ali Erbil dünyanın en iyi şovmeni bence. İnanılmaz bir şovmen. Ben Türkçe bilmiyorum, ona rağmen Mehmet Ali Erbil'i izlerken gülüyorum çok. Çok eğlendirici ve zevk veriyor, kameradan kendi sıcaklığını iletebiliyor. Ancak Mehmet Ali Brand'ı en iyilerden biri diyebilirim. Birand'a büyük bir saygım var.
O çok önem veriyor haberi olduğu gibi yansıtıyor, aşırıya kaçmadan.

6 çocuğunuz 7 torununuz olduğu doğru mu?

Evet.

Oldukça genç görünüyorsunuz.

Çünkü eşim beni genç tutuyor. 28 yıllık evliyim.

Batılıların çok cocuk sahibi olmasına pek alışkın değiliz. Bizim Başbakanımız da en az 3 çocuk yapın” diyor.

Genelde Amerikalılar'ın 2 çocuğu oluyor.Çocuklar insana büyük bir neşe getirir. Kızım ve eşim de Türkiye'deydi. O bizim bebeğimiz. 18 yaşında.

O da dönecek mi şimdi?

Eşimle birlikte bu sabah gittiler.

Farklı bir yaşam tarzınız olduğunu duydum, mesela içki içmiyorsunuz doğru mu?

Evet doğru.

MORMAN TARİKARTI ÜYESİYİM

Bunun özel bir nedeni var mı, Mormon tarikatı üyesi olduğunuz söyleniyor?

Evet doğru. İnancım gereği benim bunları tüketmemem gerekiyor. Bağımlılık yaratacak bir şey ise seçim yapmam gerekiyor. Dinim maddelere bağımlı olmamam gerektiğini söylüyor.Tütün, sigara gibi. O yüzden çay kahve de içmiyorum.

Başka nelere dikkat etmeniz gerekiyor? Özel bir kıyafet giymek gerekiyor mu?

Diğer insanlar gibi giyiniyoruz. Diğerlerinden farklı olarak çay, kahve, içki kullanılmaması. Biz de İsa'ya inanıyoruz. İnancımıza göre büyük bir sapkınlık olduktan sonra kilisenin yok oluşu ve ondan sonra tekrar iade edilmesine inanıyoruz. Saf öğretilerini kaybettiklerini düşünüyoruz. Zamanla çirkin savaşlar sonucu değiştiğini düşünüyoruz. Savaşla ilgili söylenenler yanlış Hz. İsa hiçbir zaman savaş yapın demedi. Müslümanlara zarar verin demedi, Hristiyanlarla benzerliğimiz yok daha çok İslamiyet'le benzerliklerimiz var.

İslamiyet'le ne tür benzerlikler var?

Heyecanlı benzerlikler benim için. Biz de peygamberlere inanıyoruz. Ve bir peygamber var şu anda.

Şu anda dünyada yaşayan bir peygamber olduğuna inanıyorsunuz yani. Kim olduğu belli mi,bir ismi var mı?

Evet. Thomas Monson.

Amerika'da mı yaşıyor?

Evet. Dünyaya yolculuk yapıyor.Onun amacı insanları Hz İsa'ya getirmek, biz inanıyoruz ki İsa Tanrı'nın oğludur. Öldükten sonra dirildiğine inanıyoruz. İslamiyet'te öğretilen Hz İsa peygamber biliyorum. Ama bizim inancımızda İslamiyet'ten farklı Tanrı'nın oğlu ve öldükten sonra dirildi.

Tanıştınız mı Thomas Monson ile?

Tanışmadım.

Nasıl duyuruyor kendisini Thomas Monson?

Yılda iki defa konuşmalar yapıyor Utah'taki merkezden.

Siz Mormon tarikatı mensubu olarak inancınızı özgür yaşayabildiniz mi Türkiye'de, içki içmemeniz bir ABD'li olarak tuhaf karşılanmadı mı?

Bu konuda bir sorunla karşılaşmadım.
aktifhaber

Kanal 7'de Neler Oluyor !
04 Şubat 2009 11:14Kanal 7, kâğıt üzerinde yapılan bir değişiklikle başka bir şirkete aktarıldı. İşte Cumhuriyet'in ilginç haberi

Deniz Feneri derneğiyle birlikte Almanya temsilciliği “dolandırıcılık ve para aklama” şüphesiyle basılan Kanal 7, kâğıt üzerinde yapılan bir değişiklikle başka bir şirkete aktarıldı. Buna karşın Deniz Feneri hortumculuğunun Türkiye ayağı için baş sorumlu gösterilen Zekeriya Karaman, yeni şirkette de en yüksek paya sahip oldu.

Bünyesindeki Kanal 7 ve Radyo 7 ile uydu ve kablo ortamından yayın yapmak üzere kablolu televizyon, uydu televizyon ve uydu radyo yayın lisans ve izni olan, ayrıca RTÜK’e ulusal televizyon ve ulusal radyo lisans başvurusunda bulunan ve bu başvuruya dayanarak karasal yayın yapan “Yeni Dünya İletişim AŞ” şirket değişimi için bir süre önce RTÜK’e başvurdu. Şirket, üst kurul nezdinde sahip olduğu yayın lisans ve izinlerini “Hayat Görsel Yayıncılık AŞ”ye devretmek istediğini bildirdi.

Başvuruyu değerlendiren RTÜK İzin ve Tahsisler Dairesi Başkanlığı, 26 Ocak 2009’da Kurul Başkanlığı’na gönderdiği yazıda, RTÜK Yasası’na göre kurulun yayın lisansı verdiği bir kuruluşun bu lisansı, yayın istasyonlarını ve şebekelerini, yine kurulun izniyle bir üçüncü kuruluşa devredebileceği bildirildi.

Daire Başkanı Yılmaz Kesmeci durumu bir yazıyla üst kurula sundu. Üst kurula sunulan yazı anında işleme konuldu ve geçen çarşamba yapılan toplantıda devir masaya yatırıldı.

Deniz Feneri davasında olayın Türkiye’deki baş sorumlusu olarak gösterilen Zekeriya Karaman, yeni şirkette yüzde 40’lık paya sahip olurken davada adı geçen İsmail Karahan ve Mustafa Çelik de yüzde 15’er hisse aldı. Yeni Dünya İletişim AŞ’nin hâkim ortakları yeni şirkette de değişmedi.

Söz konusu operasyonun Almanya’daki Deniz Feneri davası ile ilgili dosyanın Türkiye’ye gönderilmesinden önce yapılması dikkat çekti.

Kaynak: Cumhuriyet

Gazeteci Nuray Başaran'dan bir dönemin özeti: Aydın Doğan, gitmemi istemedi, yine de Doğan Grubu'ndan ayrıldım. Tuncay Özkan, 'bu kadını attıramazsak, Çukurova Grubu'
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Şub 25, 2009 9:41 pm    Mesaj konusu: Derdin ne senin Fehmi Abi Alıntıyla Cevap Gönder

Enverabi&Sabo'nun Medya Sırları

08 Mart 2009 12:46Sabahattin Önkibar, eski patronu Enver Ören'e çok kızgın anlaşılan. Enver Abi'siyle birlikteyken şahit olduğu, önemli kişilerle sır iş(!) görüşmelerini bir bir deşifre ediyor...

Sabahattin Önkibar/Yeniçağ

Yazısına kızdığı Oktay Ekşi için, 'onu dövdürtmek lazım' diyen cumhurbaşkanı kim?

Bu pazar bire bir şahit olduğum medya-siyasetçi ilişkisi ve bakışlardan kesitler sunacağım.
Birinci sahne:
Yıl: 1990.
Turgut Özal Cumhurbaşkanı.
Enver Ören’le beraber Çankaya Köşkü’nde erken saatte randevumuz var.
Bekletilmeden Ahşap Köşk’teki deri koltuklu mini odaya alınıyoruz.
Rahmetli Özal gömülmüş gazete okuyor... Bizim alındığımızı görünce kafasını kaldırıp, “Çocuklar gelin. Hoş geldiniz, oturun şöyle. Şunu bir bitireyim...”
Turgut bey bitireyim dediği yazıyı okurken hıımmm diye bir ses çıkarıyor ve kafasını kızgınlıkla sağa sola çevirirken birden ağzından kelimesi kelimesine şu sözcükler dökülüyor:
- “Şunun yazdıklarına bak!.. Şunu iyi
bir dövdürtmek lazım. Başka türlü anlamaz bu.”
Enver beyle ben donakalıyoruz.
Öyle ya yazısına kızdığı yazar için
dövdürtmek lazım diyen ülkenin Cumhurbaşkanı.
Peki Rahmetli Özal’ın okuduğu ya da kastettiği yazar kim miydi?
Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi’ydi.
Peki böyle bir sözü gazetecilerin yanında nasıl mı etti?Türkiye gazetesi tıpkı bugünkü gibi yine yandaş medyanın önde geleniydi, ama o zaman Tayyip beyin değil Turgut beyin yandaşıydı.

Tayyip beyin kızgınlığı
ve mühür
İkinci fotoğraf:
Yıl: 1994.
Mahalli genel seçimler var.
Türkiye gazetesi, TGRT ve İhlas camiası Tansu Çiller’i destekliyor.
İhlas mensuplarının oturduğu Yenibosna’daki dev siteden Tayyip Erdoğan’a tek bir oy bile çıkmıyor.
Tayyip bey bu duruma müthiş tepki verir ve seçildikten sonra belediyenin kapılarını İhlas’a kapatır.
Derken tam bu süreçte Enver Ören’in Sarıyer’deki yalısında devam eden restorasyonla ilave kat olayına anında müdahale olur ve inşaat mühürlenir.
Yapılan yorum mühürlenmede Tayyip beyin kızgınlığının olmasıdır.
Bunun üzerine Enver bey Erdoğan’a Nevzat Yalçıntaş’la Fuat Bol’u gönderir. Dahası aynı gün beni de arayarak şunları söyler:
- “Sabahattin, bu Tayyip bize çok kızgın, senin de hemşerin, programlarına geliyor.. Aran iyi imiş öyle duydum. Yalçıntaş Hoca ile Fuat’ı gönderdim, ama bir de sen devreye gir, aramızın düzelmesi lazım. Hemen İstanbul’a gel ve görüş.”
Enver beyin iyi niyet mesajını Tayyip beye ben de iletiyorum.
Erdoğan mühür olayı ile zerre alakam yok diyor, ama İhlas’a ve patronuna olan kızgınlığını da saklamıyor.
Peki sonuç ne mi oluyor?
Aradan birkaç gün geçiyor.
Aaa o da ne?
Tesadüf herhalde kaçak inşaattaki mühür belediye tarafından sökülüyor.

Karımı müsteşar yapın
diyen bakan!
Üçüncü resim:
Yıl: 1995.
İktidarda DYP-SHP koalisyonu var ve Çiller başbakan!
Faizsiz İhlas Finans Kurumu’nun kuruluşuna direnç gösteren SHP’li bakanların imza atmaları için rahmetli Yalçın Özer’le tek tek ikna turlarındayız.
SHP’li Bakan Azimet Köylüoğlu, ancak bir şartla imzalarım dedi.
Nedir dedim ve şu karşılığı aldım:
- “Eşim Sağlık Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı. Müsteşarlığa vekâleten bakıyor. Onun müsteşarlığına yardımcı olun ben de İhlas Finans’ın kuruluşuna imza atayım.”
Şaşırarak sordum:
-Efendim biz gazeteciyiz siz de hükümetin bakanısınız ve siz bizden eşinizi müsteşar yaptırmamızı istiyorsunuz. Yanlış mı anladım!
Köylüoğlu: “Hayır doğru anladın. Bak Sağlık Bakanlığı SHP’de değil DYP’de ve sizin kurumsal olarak DYP ile yakın ilişkileriniz var. Tansu hanım patronunuzu kırmaz. Müsteşarlık eşimin hakkı, ama SHP’liyiz diye ayak sürtüyorlar. Bu konuda yardımcı olun, ben de imzamı atayım.”
Peki bu tekliften sonra sonuç ne mi oldu?
Medya Grubu olarak Çiller’e durumu bildirdik ve o da şimdi merhum olan Azimet beyin eşleri Sanem Köylüoğlu’nu müsteşar olarak atadı. Azimet bey de İhlas Finans’ın kuruluş imzasını attı.
Olur mu öyle şey demeyin, burası Türkiye, oluyor işte. Bu atamanın bir sürü tanığı var ki bir tanesi sonradan Sağlık müsteşarı olan Turktime yazarı sevgili Aytun Çıray’dır.

Erbakan hoca
ne istedi?
Dördüncü sahne:
Yıl: 1996’nın sonları.
Enver beyle Başbakanlık koltuğuna oturan Prof. Erbakan’ı ziyarete gidiyoruz.
Enver bey: Hocam emrinize girmeye
geldim.
Erbakan: Öyle mi, hoş geldin ama bu iş lafla olmaz
Enver bey: Nasıl olur hocam?
Erbakan: Televizyonunu hemen bize devredeceksin!
Enver bey: Anlamadım, size satmamı mı istiyorsunuz?
Erbakan: Hayır satmak yok. Parayı sen vereceksin biz yöneteceğiz. Yönetimi oluşturacağımız heyete teslim edeceksin.
Enver bey: Hocam bunun başka türlüsü olmaz mı?
Erbakan: Olmaz... Emrinize girmeye geldim diyorsan tövbe edip bunları yapacaksın!
Enver bey: Hocam heyeti bırakın da, yayınlarımızla size destek olalım!
Erbakan: Boş sözü bırak, ne demek yayınla destek. Çocuk mu kandırıyorsun Enver bey. Teslim olmaya geldim diyorsan önce tabi olacaksın.
Sonuç:
Randevu çıkışında Enver beyin ağzından şunlar dökülür:
-Adama bak yahu, dişimle tırnağımla kurduğum televizyonumu adamlarına yönettirecek! Bir daha buraya gelirsem!



DERDİN NE SENİN FEHMİ ABİ
25 Şubat 2009 08:07
İlk kez bir gazeteci, bir medya patronuna, açıktan ve bodoslama "Onları at / Beni al" iması içeren mektuplar yazıyor...- Ahmet Hakan'ın yazısı...

Derdin ne senin Fehmi Abi

YENİ Şafak gazetesindeki köşenden son günlerde...

İkide bir yazıp çiziyorsun...

Diyorsun ki:

"Aydın Doğan iyidir ama etrafı kötüdür."

Devam ediyorsun:

"Vergi cezasının nedeni Aydın Doğan’ın etrafıdır."

Durmuyorsun:

"Aydın Bey fasıl sever ama gazetelerini yönetenler arya dinler."

Hüküm veriyorsun:

"Aydın Bey halk adamıdır ama gazetelerinde çalışanlar halktan kopuktur."

Kısacası...

Diyorsun da diyorsun...

* * *

Seninle açık konuşacağım Fehmi Abi...

Bilmem farkında mısın?

Dost düşman herkes, senin bu yazıp çizdiklerini, bir tür "Aydın Doğan’dan pozisyon talebi" olarak okuyorlar...

Ne yalan söyleyeyim?

Benim okuma biçimim de böyle...

Bence de sen, bu yazıp çizdiklerinle, Aydın Bey’e "Onları at / Beni al" diyorsun...

Fehmi Abi!

Çok da uzun olmayan çalışma hayatımda...

Yaptıkları kariyer planının hırsına kapılanların, perde arkasından attıkları kulislerle en yakın iş arkadaşlarının ayaklarını kaydırmaya çalıştıklarına çok tanıklık ettim... Ama matbuat tarihimiz sanırım böylesine ilk kez tanık oluyor...

İlk kez bir gazeteci, bir medya patronuna, açıktan ve bodoslama "Onları at / Beni al" iması içeren mektuplar yazıyor...

"Kulis atan / çelme takan" adamların yaptıklarını yadırgayıp ayıpladığımız çok olmuştu... Ama meslektaşlarının pozisyonlarını bu tür "patrona mektuplar" ile ele geçirmeye çalışan bir gazeteci için ne diyeceğimi doğrusu bilemiyorum...

* * *

Fehmi Abi, hadi diyelim ki emeklerin karşılık buldu ve Hürriyet’in başına geçtin...

Peki Hürriyet bunu kaldırabilir mi?

60 yıllık bir gelenek, bunu içine sindirebilir mi?

Hadi diyelim ki...

Hürriyet kaldırdı, 60 yıllık gelenek de içine sindirdi...

Ve Aydın Bey "hükümetle arayı düzeltmek için" seni Hürriyet’in başına getirdi...

İyi de Fehmi Abi, Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayalım, Başbakan Erdoğan senden de pek hazzetmez ki?

Ha Ertuğrul Özkök, ha sen...

Başbakan için fark etmez ki.

Senin Hürriyet’in başına geçmen durumunda...

Başbakan kafayı bozup, yeni vergi cezaları salmaya kalkarsa ne olacak?

* * *

Fehmi Abi...

Al benden sana bir "kardeş tavsiyesi"...

Bence bu türden heva ve heveslere kapılacağına...

Geç Yeni Şafak’ın başına...

Öyle bir gazete yap ki, álem gazete görsün...

Şıkır şıkır manşetler at, vurduğun yerden ses getir, gazetenin tirajını beşe katla, reklam gelirlerini arttır, kára geçir...

Şu Doğan Medya Grubu’na...

Gazete nasıl yapılırmış göster...

Öyle bir gazetecilik yap ki...

Kuşaklar boyu anlatılsın, "fasıl dinleyen gazeteci"nin "arya dinleyen gazeteci"yi ezip geçme efsanesi...

Hadi Fehmi Abi...

Başkasının gazetesini Yeni Şafak yapacağına...

Kendi gazeteni Hürriyet yap...

Ahmet Hakan - Hürriyet

Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru'nun "Fasıl Gecesi'nden ilk ağızdan notlar: Aydın Doğan ve Nazlı Ilıcak şarap içti. Aydın bey "Bir sevgi istiyorum" şarkısına eşlik etti


22 Şubat 2009 Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, patronu Aydın Doğan ile katıldıkları fasıl gecesini köşesine taşıdı. İşte o yazı...

Cuma günü Aydın Bey aradı...

Dedi ki:

"Fehmi Koru beni aramış... Eresin Otel’de fasıl yapacaklarmış... Sen de davetliymişsin... Beraber gidelim mi?"

Aydın Bey daha cümleyi bitirir bitirmez, kafamda "başlıklar" uçuşmaya başladı:

"Aydın Doğan muhafazakâr camiaya açılıyor..."

Bulduğum ilk başlık buydu...

Sonra içimden "Ama davet Fehmi Koru’dan gelmiş" diye geçirdim...

Ve başlığı şu şekilde revize ettim:

"Muhafazakâr camia Aydın Doğan’a açılıyor."

Ben başlıklara dalmışken...

Aydın Bey’in sesiyle kendime geldim:

"Ne diyorsun?"

Kendimi toparlayıp cevap verdim:

"Tabii Aydın Bey... Gideriz..."

Epey bir süredir aksatmıştım fasılları... Aylar sonra ilk kez gidecektim...

"Bakalım bizim eski mahallenin aylık popüler eğlencesi nasıl bir hal almış" diye düşündüm ve akşamı beklemeye başladım...

* * *

Ve Cuma akşamı... Saat 20.00...

Aydın Doğan’la birlikte Topkapı’daki Eresin Oteli’nin kapısındayız...

Yanımızda kadim dostumuz ve sosyal ilişkilerin efendisi Taylan Bilgel var...

"Bu üçlü çok güçlü" edasına zerre kadar prim vermeden içeri girdik...

Manzarayı görünce az kalsın küçük dilimi yutacaktım...

Nasıl yutmayayım?

Fehmi Koru, Erhan Köknar, Nuray Mert, Ahmet Hakan, Mustafa Karaalioğlu, Levent Güntekin gibi isimlerden oluşan "çelik çekirdek"in Tophane’deki hayli mütevazı bir kıraathanede başlattığı "düşük profilli" fasıl eğlencesi gitmiş...

Yerine beş yıldızlı otelde, hiçbir masraftan kaçılmamış, yemekli, hatta isteyene alkol ikram edilen, ünlü sanatçıların da teşrif ettikleri dört başı mamur ve şatafatlı bir eğlence gelmiş...

İşin şekli değişmiş:

Amatör heyecan, yerini profesyonel kurumsallaşmaya bırakmış...

Eskiden muhafazakár gazetelerden birkaç arkadaş ile alçakgönüllü takılmayı şiar edinmiş birkaç bürokrat Tophane’deki kıraathanede buluşurduk...

Derken yüzüne bakıldığında insana "itimat" ve "sükûnet" telkin eden Dr. Deniz Adnan Çoban, uduyla gelir ve bizden gelen istek şarkı ve türkülere sabırla karşılık verirdi...

Oysa yeni "fasıl konsepti" şöyleydi:

Geniş bir salon... Şık masalarda yemek... İsteyene şarap... Ustalardan oluşan bir fasıl heyeti... Söylenecek şarkıların listesi... Dev ekranda şarkıların notalarının belirmesi falan...

* * *

Aydın Doğan gecenin hem "onur konuğu", hem de "ilgi odağı" idi...

Fakat muhafazakár dostlarımız, yine de "ilgi" ile bunaltmadılar onu...

Haberin büyüklüğünün farkındaydılar ama bu fark ettirmeme nezaketinden de zerre kadar taviz vermediler...

Arada baktım:

Aydın Bey gayet mutlu ve mesut görünüyordu...

Hele Samime Sanay’ın seslendirdiği ve beni 12 Eylül sonrasının apolitik günlerine götüren "Bir sevgi istiyorum" şarkısını dinlerken Aydın Bey’in şarkıya eşlik edişini görünce...

Son günlerde yaşadığım depresyon nedeniyle kendimi antidepresanlara vurduğumu hatırlayıp, "Maliye’den cezayı biz mi aldık, yoksa Aydın Bey mi?" diye sordum kendime...

Gelelim muhabbete:

Kimse "netameli" konulara girmedi... Biraz "matbuat dedikoduları", biraz "yerel seçimlere dair saptamalar" falan...

Aydın Bey, her zaman olduğu gibi yine "önemsiz" gibi görünen sorular sorarak "önemli" bilgiler aldı muhataplarından...

Muhatapları da Aydın Bey’e "netameli" olmayan sorular sordular...

Ve böylece ilk gerginlikler çabucak atlatıldı ve muhabbet kıvamına geldi...

Bu arada ben bazı konuklarla Aydın Bey’i tanıştırmak için işgüzarlık yapmaya kalktım...

Bir de ne göreyim?

Aydın Bey’le tanışmayan yok gibiydi...

Yani "bir açılım"dan ziyade, bir "buluşma" idi gerçekleşen...

Eksik kalmış, gecikmiş bir buluşma...

GECEDEN NOTLAR

BİR: Gecede "Maliye", "Vergi", "Haksızlık", "Doğan Yayın Holding" gibi sözcüklerin hiçbiri geçmedi...

İKİ: Gecenin keyfini en fazla çıkaran ismi Aydın Doğan oldu...

ÜÇ: Hanendeler ve sazendeler işlerini acayip ciddiye aldılar...

DÖRT: Fehmi Koru temas ve mesafeyi mükemmel ayarlayarak iyi bir ev sahipliği yaptı...

BEŞ: Gecenin sosyal kaynaştırmayı sağlama ve sohbeti ilerletme görevini Nazlı Ilıcak üstlendi...

ALTI: Benim oturduğum masada Nazlı Ilıcak ve Aydın Doğan şarap içmeyi tercih etti... Diğer masalardaki alkol durumu saptanamadı...

YEDİ: Centilmenlik had safhadaydı: "Yandaş medya" lafına şaka yollu olsa bile yer verilmedi...

SEKİZ: Gecenin en sempatik ismi Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan idi... Demircan, bir sonraki "fasıl gecesi"nin sponsorluğuna talip oldu...

DOKUZ: Gecenin sponsoru Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, seçim kampanyasının etkisindeydi... Hem işlerin aksamaması için özen gösterdi, hem de Fatih’teki çalışmalarını fırsat buldukça anlatmaya çalıştı...

ON: THY Yönetim Kurulu Başkanı Candan Karlıtekin protokolden uzak durdu...

ON BİR: Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ziya Cömert gecenin en kafa dengi konuğuydu...

ON İKİ: Edebiyat profesörü İskender Pala, etrafındakilere ağır şarkıların sözlerinin anlamını açıkladı...

ON ÜÇ: Fasıl gecelerinin organizasyon işini yürüten "Yeni Şafak Spor’dan" Erhan Köknar, detaycılığı ve iş bitiriciliğiyle göz doldurdu...

FASIL GECESİNDE KİMLER VARDI?
AYDIN Doğan, Taylan Bilgel, Mustafa Demir (Fatih Belediye Başkanı), Fehmi Koru, Nazlı Ilıcak, Mustafa Karaalioğlu (Star ve Kanal 24 Grup Başkanı), Yusuf Ziya Cömert (Yeni Şafak Yayın Yönetmeni), Selahattin Sadıkoğlu (Bugün TV Yayın Yönetmeni), Atilla Koç (Eski Kültür Bakanı), Candan Karlıtekin (THY Yönetim Kurulu Başkanı), Hamdi Topçu (THY Yönetim Kurulu Üyesi), Bircan Eresin (Eresin Oteli’nin sahibi), Mehmet Ali Akben (Türkiye Finans Genel Müdür Yardımcısı), Samime Sanay, Ahmet Misbah Demircan (Beyoğlu Belediye Başkanı), Sezen Cumhur Önal, Alaattin Kaya (Zaman Gazetesi’nin eski sahiplerinden), Erhan Çelik (Kanal 7), Metin Yurdagül (Ülker İstişare Kurulu Üyesi), Ali Bayramoğlu, Ömer Erdem (TRT İstanbul TV Müdürü), Hakan Peker, Elif Çakır (Taraf Yazarı), Aylin Taşçı (Sanatçı), Ergün Diler (Yeni Şafak Yayın Koordinatörü), Prof. İskender Pala...

CNBC-e'de program yapan Murat Birsel hakkında şok iddia, "Çekimler sırasında engelli kameraman asistanını, tekme tokat dövüp hastanelik etti"


10 Şubat 2009 CNBC-e'de hafta içi her gün 16:00-17:45 saatleri arasında yayınlanan "Son Baskı" programının sunucusu Murat Birsel hakkında internette ilginç bir iddia dolaşıyor... www.medyasozluk.com adlı internet sitesinde yazan bir yazar, Murat Birsel'in engelli bir kameraman asistanını dövdüğünü iddia ediyor ve olayı şöyle anlatıyor: "Geçtiğimiz günlerde, canlı yayındayken, stüdyodaki sesten rahatsız olup sesi engellemediğini düşündüğü (kanalda engelli kadrosundan görev yapan) kameraman asistanını tekme tokat dövüp hastanelik ettikten sonra, yayın masasına geri dönüp canlı yayınını sürdürmüştür.
Kameraman ise, şok geçiren arkadaşları tarafından hastaneye kaldırılmış, 3 günlük rapor verilmiştir. Olayın ertesinde Murat Birsel, özür dilemek için CNBC-e haber merkezine baklava; hastanede yatan asistana da özür maili yollamıştır..." Babıalihaber.com sitesinde yer alan habere göre; bu iddia, 7 Şubat günü siteye girilmiş. Bu iddianın doğru olup olmadığı henüz netlik kazanmadı ancak en ince detayına kadar yazılan bu haber doğruysa Birsel'in ne cevap vereceği merak konusu...

netgazete

26 Mayıs 2008
Mehmet Barlas / Haber X
İş Takipçiliği Konusunda Zafer Mutlu Doktora Dersi Verebilir

28 Şubat'ta Sabah'ta susturulduğum ve daha sonra Sabah'ın iki yazarının da andıçlanıp susturulduğu dönemde, Cavit Çağlar'la ortak banka almak için, kimin gövdesi kimlerin karşısında eğilip bükülüyordu, tahmin edilebilir.Bu durumu sadece 'Kadersiz Dinç Bilgin' ve 'İşbilir Zafer Mutlu' sözcükleri ile sonuçlandırabiliriz.

Geçen Pazar, Sabah'taki köşemde şunları yazmıştım:

"Dünkü Vatan gazetesinde "Halkbank' tan Vatan' a reklam ambargosu" diye bir başlık vardı. Haberde şu bilgiler verilmişti:
- Halkbank'ın toplamda yaklaşık yarım milyon YTL' ye mal olan ilanları dün başta Hürriyet, Sabah, Milliyet olmak üzere bütün günlük gazetelerde çıktı. Halkbank' ın ilan verdiği gazetelerin listesi şöyle: Hürriyet, Sabah, Milliyet, Posta, Akşam, Zaman, Türkiye, Radikal, Cumhuriyet, Bugün, Star, Takvim, Yeni Şafak, Referans, Güneş ve Taraf.

Bu haberi okuyunca belleğimde buna benzer bilgilerin depolandığı gri hücrelerin ısındığını hissettim.

1990'ların başında, Sabah'ın o zamanki sahibi Dinç Bilgin gazetedeki odama girdi...
- Kamu bankaları Sabah'a ilanları kesti. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner için yaptığımız haber yüzünden kamu bankaları bize artık ilan vermeyecek. Durum çok ciddi, dedi.
İki gün önce Güneş Taner hakkında gerçekten asılsız ve uygunsuz bir haber Sabah'ın manşetinde yayınlanmıştı.
Dinç Bilgin'in çok endişeli hali beni üzmüştü. Arkadaşım olan Güneş Taner'i telefonla aradım ve bir gazeteye kamu bankalarının ilan boykotu uygulamasının basın özgürlüğü ile bağdaşamayacağını söyledim.
Güneş Taner gazetenin manşetinden uğradığı haksız saldırının aile hayatında yarattığı krizi anlattı... Sonra, "Bu haberin sorumlusu olan Zafer Mutlu Ankara'ya gelsin, bakanlıktaki odamda benden özür dilesin" dedi.
Ben Taner'in bu sözlerini Dinç Bilgin'e naklettim. O da, Sabah'ın o dönemdeki Genel Yayın Yönetmeni Zafer Mutlu'yu hemen Ankara'ya gönderdi. "Diz çökülerek" özür dilendi ve ilan boykotu sona erdi.
Aradan 20 yıl geçtikten sonra Zafer Mutlu'nun yönetimindeki bir başka gazetenin kamu bankalarının ilanlarının dağıtımı konusunda haksızlığa uğradığını haber yapması, güçlü bellek sahibi olmanın özenilecek bir şey olmadığını tekrar düşündürdü bana."

Buna Zafer Mutlu'dan Vatan'ın internet sitesinde şu cevap geldi:

"Benimle ilgili Pazar günü yazdığınız hayal mahsulü yazıyı eve SABAH girmesine eşim tarafından izin verilmediği için bir gün gecikmeyle başka gazetelerin yaptığı alıntıyla okudum.
Anlattığınız olayda gerçekleri saptırmaktaki uzmanlığınız beni hiç şaşırtmadı.
Önce olayın doğrusunu ben anlatayım.
Gerçekten Güneş Taner özel hayatıyla ilgili bir haber üzerine SABAH’a reklam ambargosu koydu. Ben sizi hatırlamıyorum.
Rahmetli Özal’ın devreye girmesiyle Güneş Taner’i makamında ziyaret ettim.
Ziyaretimden önce ilan ambargosunun kalkacağı bizzat bana rahmetli Özal tarafından söylenmişti. Ben doğrudur, haberin Güneş Taner’i ve ailesini rencide eden bölümleri için özür diledim. Taner de bana kendisiyle ilgili bir haber için kamu baskısı yapmasının yanlış olduğunu ama başka çaresi kalmadığı için bu yola başvurduğunu soyledı. 'Diz çöküp ilan için özür dilemem' gibi bir şey asla söz konusu olmadı.
Bu iddia şerefsizce bir karalamadır.Ama sizin gibi SABAH’ın manşetlerinden 'İhale takipçiliği’ ilan edilmiş birisinin yine nasıl SABAH’ta (eski SABAH’ı kast ediyorum) yazdığını okurların hayal gücüne bırakıyorum.O koca gövdenizle nasıl eğilip büküldüğünüzü bütün Türkiye ama daha detaylı olarak da bütün meslektaşlarımız nasıl olsa çok iyi biliyor."

SON SÖZLER...

Bu konuda herhalde son olarak bir şeyler söylemem gerekiyor...

Sabah'ta o zaman çıkan haber için diz çökerek mi,yere yatarak mı özür dilendiği, anlaşılan doktrinde tartışmalıdır.

O günlerde olup bitenler konusunda "rahmetli" Özal yerine hayatta olan Dinç Bilgin'i ve güneş Taner'i dayanak olarak alması herhalde ddaha doğru olurdu.
Ayrıca kendisinden özür dilenen Güneş Taner'in de 28 Şubat döneminde danışman olarak Sabah'a alındığı da herhalde bilinmelidir.

Kesin olan şu ki, kamu bankalarının ilanları kesilmesin diye "özür dilenmiş"tir.
Bunu bir balet kadar ince ve zarif gövdeye sahip olan Zafer Mutlu da doğrulamış.

Benim koca gövdemle kime eğilip bükülmediğimin tanığı da herhalde Zafer Mutlu olamaz. Çünkü 28 Şubat'ta Sabah'ta susturulduğum ve daha sonra Sabah'ın iki yazarının da andıçlanıp susturulduğu dönemde, Cavit Çağlar'la ortak banka almak için, kimin gövdesi kimlerin karşısında eğilip bükülüyordu, tahmin edilebilir.

Bu durumu sadece "Kadersiz Dinç Bilgin" ve "İşbilir Zafer Mutlu" sözcükleri ile sonuçlandırabiliriz.

"İş takipçiliği" konusunda da Zafer Mutlu'nun doktora kursu açacak bilgi ve deneyime sahip olduğunu eklemeliyim.

Banka batırmaktan gazete batırmaya uzanan iş takipçiliği ihtisasını, dilerim girmeye çalıştığı yeni medya grubuna da aktarmaz.

Sabah'ın eve girmesine eşinin izin vermemesi meselesine hiç girmiyorum.

Hangi evlere nelerin girip nelerin giremediği konusu benim ilgi alanımda değil çünkü.


Cevheri GÜVEN
Ali Kırca’nın oğulları üzerine

“Ali Kırca'nın oğlu alkollü kaza yaptı”

“Ali Kırca'nın oğlu Bodrum'da dayak yedi”

“Ali Kırca'nın oğlu da bizim gruptaydı”

Ali Kırca'nın evlatlarıyla ilgili bu tip haberlere alışığız..

Perihan Mağden'in yazdığı şu satırlar ise alışmadığımız türden:

“Mesela Şov Haber'e geçti geçeli, handiyse Askeriye'nin ve İç Savaşın Reklam Kuşağı gibi çalışan (askerlikten/darbecilikten atılma) Ali Kırca'nın iki oğlu acep nerde yaptı askerlik görevini?”

Kırca, BMW'siyle kaza yapan oğlu için hemen Arnavutköy Polis Merkezi`ne koşmuş “işlemlerine” refakat etmişti. Çarptığı yaya şikayetçi olmaktan vazgeçmiş, iki Kırca gazetecilerin görüntü almaması için karakoldan gizlice polis minibüsüne binerek ayrılmıştı.. Kırca'nın oğlunun işini halletmişti…

Yine başka bir sefer oğlu, Bodrum'da ortalığı birbirine katmış, kavga ettiği Burhan Gülay olayı şöyle anlatmıştı: "Ne kullanmış bilmiyorum ama Kırca'nın kafası iyiydi. Bizim masamıza gelip bize terbiyesizlik yaptı. Herhalde babasının düştüğü zor duruma üzülmüştü. (Kaset olayını kastediyor) Biz onun Ali Kırca'nın oğlu olduğunu sonradan öğrendik" demişti. Burnu kırılan Kırca'nın oğlu yine karakolda tarafların birbirinden şikayetçi olmamasıyla kurtulmuştu...

“Ali Kırca'nın oğlu da bizim gruptaydı” sözleri ise Pınar Altuğ'a ait.. Askerdeki kocasını bırakıp Tony'e demir atan sonra da Can isimli bir çocukla ismi anılan Pınar Altuğ'un bahsettiği bu “grup” Clup 81 isimli tuhaf ilişkilerle anılan gençlerden müteşekkil.

Bu maceralı hayatı bilseydi Perihan Mağden, Ali Kırca'ya oğlunun askerlik durumuyla ilgili soru sormazdı. Junior Kırca, Güneydoğu dağlarında macera yaşamaz..

Ama Ahmet Hakan ve Tuncay Özkan gibi isimlerden başlayarak yapılacak derinlemesine askerlik araştırmaları, bizi farklı maceralara götürebilir…

20 Nisan 2008 Pazar
aktifhaber

TMSF Hürriyet'e El Koyabilir
21 Nisan 2008 12:04

TMSF'nin Show TV'ye yaptığı operasyonla sarsılan medya dünyası yeni bir şok geçirebilir. Bu kez operasyonun adresi Hürriyet olabilir. İşte kritik "hisse" ayrıntısı.

Fatih Altaylı/Habertürk

Erol Aksoy'un Hürriyet'te de hissesi var

TMSF, Show TV'nin Erol Aksoy'a ait olduğunu iddia ettiği yüzde 17 civarındaki hissesine el koydu.
Show TV'nin sahibi Çukurova Grubu bu hisse oranının yüzde 3 küsur olduğunu söylüyor ve işlemin hukuksuz olduğunu iddia ediyor.
Mesele yargı önünde, bir şey söyleyemem.
Ancak TMSF, eğer gerçekten Erol Aksoy'dan alacaklarını tahsil etmek için böyle bir işlem yapıyorsa, onlara bir tavsiyede bulunabilirim.
Bilmem biliyor musunuz; Erol Akoy, Hürriyet Gazetesi'ne de ortak.
1990'ların başında Hürriyet'in o zamanki sahibi Erol Simavi, nakit sıkıntısına düştüğü zaman Hürriyet'in yüzde 25 hissesini Erol Aksoy'a satmıştı.
1994'te de geri kalan yüzde 75'i Aydın Doğan'a satınca, Erol Aksoy ile Aydın Doğan ister istemez Hürriyet'te ortak oldular.
Başta işler iyi gitti.
Ancak daha sonra Aydın Doğan sermaye artışlarıyla, Erol Aksoy'un Hürriyet'teki payını küçülttü ve etkisiz hale getirdi.
Ancak her şeye rağmen Erol Aksoy'un Hürriyet Gazetecilikte küçük de olsa bir miktar hissesi kaldı.
Bildiğim kadarıyla, bu hisse oranı yüzde 3'ler civarındaydı.
İşte TMSF'ye yeni bir tahsilat fırsatı.
Eğer Show TV'deki Erol Aksoy hisselerine “Tahsilat” maksatlı el koyulduysa, aynı şey Erol Aksoy'un Hürriyet'teki hisselerine de yapılabilir.
Hürriyet'in bugünkü piyasa değeri 2 milyar dolar olarak düşünülürse, Erol Aksoy'un buradaki hisseleri 60 milyon dolar yapar.
60 milyon dolar, hiç de azımsanmayacak bir miktardır.
TMSF, milyarlarca dolar alacaklı olduğu pek çok hortumcudan bu miktarda bir para tahsil edemedi.
Bakalım herkesin üzerine büyük bir kararlılıkla giden TMSF Başkanı Ahmet Ertürk, Hürriyet'teki Erol Aksoy hisselerine sahip çıkabilecek mi?

Oray Eğin/Akşam

Hangi gazeteci kime oy verecek?

Seçim heyecanı dorukta ama henüz köşelerden oy beyanı görmedik. Acaba yılların geleneği bozuluyor mu? Gelin köşe yazarları kendileri açıklamadan bir seçim-toto oynayalım, bakalım tahminler tutacak mı...

Başbakan'ın 'Hasan Abi'si Hasan Cemal belli ki Deniz Baykal ve CHP'ye karşı olan tutumunu belediye seçimlerinde de gösterecek ve mührünü AKP'ye basacak. Bu seçimde Doğan Grubu çalışanlarının birkaç istisna dışında CHP'yi destekleyecekleri tahmin ediliyor. Hasan Cemal o istisnalardan biri...

Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök geçtiğimiz günlerde köşesinde kendisine Kılıçdaroğlu'nun sakin siyaset tonunun iyi geldiğini söyledi ve bir anlamda açık destek verdi. Öyle görünüyor ki mührü CHP'de bu seçimde.

Sabah'ın Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak her ne kadar AKP'nin yayın organı gibi duran bir gazetede çalışsa da özünde 28 Şubat'çıdır. Bunu herkes bilir. Zannedersem kendisi eşe dosta, patrona falan AKP'ye oy verdiğini söyleyip gizlice CHP'den yana kullanacaktır tercihini.

Sabah başyazarı Mehmet Barlas köşesinde defalarca övdüğü Kadir Topbaş'a oy vermekte hiçbir sakınca görmeyecektir.

Engin Ardıç oy vermemekten yana kullanabilir tercihini. CHP'ye oy vermeyeceği ortada, AKP'ye de oy vermeye gönlü razı olmaz. O yüzden protestocular arasında yer alır bu seçimde.

Hıncal Uluç'un oyu sandıkta belli olacak. Etiler'de oturan Hıncal Abi ilçe belediyesi için CHP'li İsmail Ünal'ı destekleyecek, o belli. Ama ya büyükşehirde? CHP'ye oy vermeme çağrısı yapmıştı genel seçimde, ama MHP'ye oy verip pişman da olmuştu... Bana kalırsa Kemal Kılıçdaroğlu'ndan (CHP) yana kullanır oyunu ama belli olmaz.

Uğur Dündar'ın bu seçimde yolsuzluklarla mücadeleyi misyon edinmiş Kemal Kılıçdaroğlu'na oy vereceğine şüphe yok.

Yıllar önce ekranda CHP'ye oy verdiğini gönül rahatlığıyla açıklayan Mehmet Ali Birand'ın ise kafasını bu seçim karıştırmış olabilir. AKP'ye oy vermek isteyen elleri son anda sandıktan onu CHP'ye mühür basmaya götürebilir. Bir de 'Cemre baskısı'nı unutmamak gerek.

Yavuz Donat tercihini MHP'den yana kullanacak. Ankara seçmeni olan Donat köşesinde defalarca Beypazarı'nın çehresini değiştirdiği için Mansur Yavaş'ı (MHP) övmüştü...

Ankara seçmenlerinden Emin Çölaşan da kuşkusuz Melih Gökçek'e karşı oyunu yakın arkadaşı Murat Karayalçın'dan (CHP) yana kullanacaktır.

Nihal Bengisu Karaca 'mahalle baskısı' ve 'Cemaat gazetesi'nden kurtulmanın verdiği ferahlıkla mı belirleyecek acaba tercihini? Kemal Kılıçdaroğlu'yla arası çok iyi: CHP'nin türban açılımına katkısı olabilir.

Taraf gazetesinin kafaları karışacak bu seçimde kuşkusuz. Ahmet Altan ve Yasemin Çongar seçimin olduğu pazar gününü sandıktansa Göztepe Parkı'nda çiçekler, böcekler ve baharda yeşeren yapraklar arasında geçirmeyi tercih edebilir. Prostestoculara ekleyelim adlarını. Taraf'ın reklamcılıktan dönme muhalif yazarı ise Akın Birdal'dan yana oy kullanır.

Umur Talu da AKP'ye oy vermemek için 'protestocular safı'nda yer alır büyük ihtimalle.

Yiğit Bulut'un ileride başına geçmek istediği parti olan MHP'ye oy vereceği de tartışılmaz gibi görünüyor, ama son anda oyları bölmemek adına CHP'ye oy verebilir.

Güneri Cıvaoğlu'nun durumu karışık. İstanbul için Kemal Kılıçdaroğlu'nu tercih edecek ancak Cıvaoğlu'nun birkaç farklı ilçede evi var. Şişli'deki gökdelende kayıtlıysa kütüğe oyu Mustafa Sarıgül'e (DSP) gider. Eğer Beşiktaş Plaza'da kayıtlıysa geçenlerde köşesinden destek attığı CHP'nin İsmail Ünal'ına oy verir.


Fehmi Koru'nun da oy durumu biraz karışık. Büyükşehir'de Kadir Topbaş'a (AKP) verecektir oyunu. Ancak Beykoz'da Saadet Partisi'nden yana tercihini kullanabilir. Zira kaçak olduğu iddia edilen yalısı Beykoz'da. Ve Koru, Beykoz'un AKP tarafından bir daha aday gösterilmeyen eski belediye başkanını epey yıkayıp yağlamıştı köşesinden. Bu yüzden öfkeli olduğu bilinen Koru protestosunu sandıkta gösterecektir.

aktifhaber

Uğur Dündar, Ergenekon soruşturmasının 2. iddianamesinde eşi ile ilgili yer alan iddialara isyan etti, "İspat etsinler görevi bırakır, hatta intihar ederim"


25 Mart 2009 Star Haber Grup Başkanı Uğur Dündar, kelimenin tam anlamıyla çıldırdı. Karısıyla ilgili iddialar Ergenekon'un 2. iddianamesine girdi... Eşinin sık sık Brezilya'ya gittiği ve birtakım fotoğraflar olduğu öne sürüldü. İşte bu iddiaya Dündar, canlı yayında isyan etti; "Bu namus meselesi intihar ederim..." Milliyet gazetesinin haberine göre; işte Dündar'ın canlı yayındaki o sözleri...

NAMUSUMA KURŞUN SIKILDI
Bu bizim yargımızın Ergenekon iddianamesini hazırlayan savcılar benim onuruma, şerefime aile namusuma kurşun sıktı. B TV'nin haber müdürünün bir mailinde yazanlar: Uğur Dündar ve Aydın Doğan ile ilgili ciddi belgeler ve fotoğraflar vardı. Mesela Uğur Dündar'ın aile ilişkileri. Karısının sürekli Brezilya'ya gidişi...
İntihar ederim: Benim eşim evlendikten sonra hiç bir zaman tek başına yurt dışına çıkmadığı gibi hayatında Brezilya'ya gitmedi. Evliliğimiz döneminde Brezilya'ya gittiğini biri çıksın ispat etsin. Ben şu dakikada görevimi bırakacağım. Hatta intihar bile ederim. Bu namus meselesi.
Yandaş basına malzeme: Birisi iftira atacak ve siz savcı olarak onun peşine düşmek varken onu aynen alacak ve onu yandaş basının kullanması için malzeme hazırlayacaksınız. Bunun ergenekon davası ile ne ilgisi var.
Namusum beş paralık ediliyor: Aile namusumuz şerefimiz beş paralık edilmek isteniyor. Ben Sayın Başbakana sesleniyorum, Sayın Başbakanın temiz olduğuna inandığım yüreğine sesleniyorum. Sayın Başbakan Emine Hanım'ın sık sık Brezilya'ya gittiğine dair size bir iftira atılsa, aile namusunuz karalanmak isterse ne yaparsınız.
Bari gelin öldürün: Sayın Savcı size sesleniyorum. Bunun altına nasıl imza atarsınız... Vicdanı nasırlaşmamış cesareti prangalanmamış bütün hukuk adamlarına sesleniyorum; biri bizim namusumuzla oynarsa bunun hesabını yargıda sorarız. Ama yargı bunu yaparsa ne yapacağız...
Bari gelin öldürün...

EŞİ ESKİ TÜRKİYE GÜZELİ
Uğur Dündar'ın eşi Yasemin Baradan, 1989 yılında Türkiye güzellik kraliçesi seçilmişti. Daha sonra podyumlara transfer olan Baradan evlenmeden önce çok ünlü bir mankendi. Uğur Dündar ile evlendikten sonra ise medyadan tamamen uzaklaştı. Ortalıkta hiç görünmeyen Yasemin
Baradan üç çocuk doğurdu... Son doğumunda ikiz bebekler dünyaya getirdi.

İŞTE DÜNDAR'I ÇILDIRTAN İDDİA
Uğur Dündar'ı deliye çeviren iddianamedeki bölüm eşine dair. İddianamede bir mail yer alıyor. Bu mail, Özer Çiller'in bir zamanlar sahibi olduğu BTV kanalının eski haber müdürü İlhami Yangın tarafından gazeteci Güler Kömürcü'ye gönderilmiş. Mailde şunlar yazıyor... (aynen yayınlıyoruz)

"BTV kanalında haber müdürü olarak göreve başladım ama bu Özer Çiller çok küfürlü haberler yazdırmak istedi. Bir müddet sonra yöneticilikten ayrıldım. Yine kütüphaneye kapanmıştım ama bir baktım ki benim ismim silinmemiş künyeden. Ve bütün mahkemeler bana açılıyor. Hemen Uğur Dündar'a haber yolladım bana dava açma diye. Tuncay Özkan da o sıralar arenada çalışıyordu. hemen araya girerek benle görüşmek istedi. görüştük, bana arenaya çıkmamı teklif etti."

DÜNDAR'IN EŞİNİN FOTOĞRAFLARI
"Ayrıca uğur dündar ve aydın doğanla ilgili elimde ciddi belgeler resimler vardı. mesela uğur dündarın aile ilişkileri karısının sürekli brezilyaya gidişi kayınvalidesinin evi vs."

*"sonra bir kızgınlık anında tuncaya dedim ki tamam bu iş ama bi şartla para isterim" "ankarada paramı aldım ve arenaya çıktım. naklen yayın değildi. çillerle ilgili attım tuttum."

*"ertesi hafta aydınlık haber yaptı özer çiller ilhami yangın a 500 bin dolar önerdi diye. bilsem o parayı da alır onu savunurdum.."

*"eğer bu işi buradakesmez de sabah gazetelerde falan sürdürürseniz elimde banka dekontlarıyla kanal kanal gezer sizi rezil ederim dedim. o sıra tuncay ankaraya geldi yalvardı beni rezil etme diye."

AYDIN DOĞAN BÖYLE KULLANIYOR

*"savcı çağırdı beni ankara basın savcısı çiller hakkında tatbikat yapmak için. anlat bildiklerini de di. ne anlatacağım dedim. basında böyle ne kadar para verilirse o kadar konuşuluyor. ben de aldığım para kadar yalan söyledim dedim. savcılık hiç bir şey yapmadı."

*"bu aydın doğan hep böyle yapıyor baskı ve şantajla insanları kullanıyor. gerçi ben isteyerek yaptım ama yapmasaydım senelerce hapis ve milyarlarca para cezası ödemem gerekiyordu."
netgazete

Ayşe Arman: "Ben sadece ..m .ik.. öt'müyüm"26 Mart 2009

Bugün yazarı Ali Atıf Bir'i eski bir anısı:

Çok değil 5 yıl önce CNN Türk'te 'Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet' adlı program yapan Bir, konuk olarak Arman'ı davet etmiş. Gerisini Ali Atıf Bir'den dinliyoruz.

(...)Program öncesinde her konuğa hazırlandığım gibi Ayşe Arman'a da hazırlandım.. Röportajlarını tekrar okudum, çeşitli gazete ve dergilere onun vermiş olduğu röportajları inceledim. Ve programda önüne çektirdiği çok sayıda değişik "fotoğrafı" koydum ve Ayşe Arman imajının içindeki "cinselliği" konuştum..

Program bittiğinde ne olduğunu anlamadığım biçimde Ayşe Arman sinirlendi ve "Niye böyle yapıyorsun, ben sadece ..m .ik.. öt'müyüm. Ben bir gazeteciyim, ben bir gazeteciyim" diye ortalığı ayağa kaldırdı.

Zaman'dan Habertürk'e geçen Nihal Bengisu Karaca, pişman oldu, "Bunları hak etmedim, kırgın ve kızgınım"



29 Mart 2009 Zaman'dan Gazete Haberturk'e transfer olan Nihal Bengisu Karaca, geçtiğimiz günlerde cinayete kurban giden güzel kadınlarla ilgili yazdığı yazı sebebiyle meslektaşlarınca topa tutulmuştu. Kendi gazetesinden de sert tepkiler alan Karaca, Haberturk'e verdiği röportajda, eleştirilere cevap verdi.

Öncelikle hoşgeldiniz Habertürk'e. Ne değişti hayatınızda 3 haftadır? Mutlu musunuz?
Mutluluk göz teması kurduğun anda kaçıveren kedilere benzer, o yüzden hiç o tarafa bakmamaya çalışırım. Biraz da, ancak elden gittiği zaman anlaşılan bir değerdir. Kendimi tartıyorum, üç ay önce ne hissediyorsam, hala onu hissediyorum, demek ki mutluyum

Habertürk'e geliş öykünüzü anlatır mısınız? Ne hissettiniz teklif aldığınızda?
Teklif anı güzeldi. Bir Yeşilçam filmi parodisi gibiydi, muzipti. Ayrıca Kenan bey'in merkez medya havalisinde çok az rastlanılan bir duyguyu verebilmesi, güven verici olması oldukça önemliydi. Fatih Altaylı'yı çok sert, kavgacı ve özellikle dindar insanlarla uzlaşmazlık içinde olmayı kendisine şiar edinmiş biri olarak görüyordum. Biraz araştırınca kafasına yatmayan hemen her şeye ve herkese karşı tavır alan ve yanlışı olduğu zaman da tashih etmekten çekinmeyen bir portre olduğunu hissettim. Tanıştığımızda beklediğimden çok daha medeni bir diyalog oluştu. İnsanların birlikte çalışabilmesi için birbirlerinin tüm geçmişlerini ve fikirlerini yüzde yüz onaylamaları gerekmiyor zaten. Son günlere kadar herşey iyiydi diyebilirim.

'Maktulun bir Femme Fatale olarak portresi' başlıklı yazınıza sert eleştiriler geldi. Hem de kendi gazetenizden. Ne düşündünüz okuyunca, ilk tepkiniz ne oldu?
'Too good to be true' diye bir İngiliz deyimi var, herhalde işler gerçek olmak için fazla iyi gidiyordu, gerçek olamayacak kadar iyiydi. İlk 23 günden bahsediyorum. Bana bu tepkileri veren, köşelerinden 'seninle tartışılmaz' deyip gayet kaba bir biçimde "hadi oradan" çeken insanlarla arkadaş olduğumu bile sanmıştım. Aslına bakarsan ilk başta gayet anlayışla karşılamaya çalıştım durumu. Keyfimi bozmak istemiyordum çünkü. Doğan beyi aradım gülerek, bu ne ? dedim, 'demokrasi' dedi. 'Haaa iyi, herkes için yeterli miktarda demokrasiniz vardır umarım' deyince o da gayet sakin 'tabii ki Nihal hanım siz de cevap yazın ' dedi. Herkesin fikrini ifade edebilmesi güzel bir şeydir sonuçta ama pazartesi günkü nüshayı görenin Çarşamba günü benim verdiğim cevabı okuyacağının bir garantisi yok, nitekim hala o günkü nüshanın gazıyla orada burada gayet manasız şekilde bana çemkirenler var. Dolayısıyla bunun telafisi yok. Üstelik ben bu gazetenin yazarıyım senin de dediğin gibi. Kendi yazarına aynı gün içinde üç köşe yazısı bir polemik sayfası ile yüklenen başka bir gazete hatırlayamayınca, keyfim kaçtı diyebilirim. Dahası telefonlarım hiç susmadı ve kendileri de 'merkez medyada' çalışan arkadaşlarım durumun hiç hoş görünmediğini söylediler. Yaa işte gazeteni bırakır oralara gidersen bunlar olur diyenlere, 'yok aslında kötü bi niyet …arkadaşlar..hani demokrasi.. estek kelestek' diye gazetemi savunmak durumunda kaldım ki, görünen bunun bana düşmediğiydi artık. Benim yazımı değil, o günkü gazeteyi gören maktul çevrelerinin 'sen kızımıza o…pu demişsin, Allah da senin cezanı versin' telefonları ise artık can acıtıydı. Son kertede iyimserliğin lüzumu yok, bunları hak ettiğimi düşünmüyorum.

'Kırgın mısınız?
Kırgınım ve kızgınım. Yazımın üzerinden 'her cazibeli kadın öldürülmeli mi?' başlığını da çok sorumsuzca buldum. Hesapta ben 'cinayetleri meşrulaştırmak' ile suçlanıyorum, ama böyle bir başlık atılarak bana malediliyor ve bu sorunun adamın birinin aklına yatmasından hiç çekinilmiyor. Yazıişlerindeki kadınların 'kendisiyle yan yana bile gelmeyiz' filan demiş olmalarını medyatavadan öğrenmem ise tüy dikti diyebilirim. Siz medyada çalışan ve bu denli onuruna düşkün kadın çalışanlar olarak, merkez medya ürünlerinin hemen hepsindeki soruna, kadın bedeninin sayfa sayfa teşhir edilip metalaştırılmasına hiç ses etmeyeceksiniz, her köşede seksist ve ayrımcı bir erkek bakışaçısıyla karşılaşacak ve onunla uzlaşmayı tercih edeceksiniz, sonra benimle yan yana gelmeyeceksiniz öyle mi? Kimse kadınlık gururunu ve onurunu benim üzerimden temize çekmeye kalkışmasın, bu gülünç bir çaba olur, kimse de bunu yutmaz.

Transferiniz dolayısıyla eski mahalle, yeni mahalle gibi kavramlar yeniden hatırlandı. Siz mahalle değiştirdiğinizi düşünüyor musunuz, ya da bir mahalle olsanız hangi mahalle olurdunuz?
Nasıl ki İstanbul Etiler ve Fatih'ten oluşmuyor, hayat da böyle vagonlara mahallelere ayrılmış bir şekilde gitmiyor. İnsanın evinin Fatih'te işyerinin Etiler'de olması nasıl mümkünse, bir insanın bir mahallenin bagajını tümüyle iktisap etmeden iki hatta üç mahalle arasında mekik dokuması da mümkün. Hatta hayat böyle. Üstelik bunun Bahçelievler'i var, Merter'i var, İstinye'si, Kuzguncuk'u var. Şu saydığım semtleri Fatih mi temsil eder Etiler mi? İkisi de etmez. O zaman yok mu sayacaksınız? Normal şartlarda benden müftü ya da molla tavrı çıkmaz, ama kendi varoluşunu değilleyen bir tavır da çıkmaz. Ne Etiler ne Fatih, ben Taksim-Tünel-Beyazıt senteziyim herhalde. Semtler üzerinden bir tanımlama yapacaksak.

netgazete

TRT MUTLU'YU YERİN DİBİNE SOKTU

5 Nisan 2009 09:48
TRT, tarihinin en ağır yalanlamalarından birini yazdı. TRT, Vatan Yazarı Mustafa Mutlu'yu yaptığı açıklama ile yerin dibine soktu...
04.04.2009 tarihli Vatan Gazetesi’nde Mustafa Mutlu imzasıyla çıkan “TRT, FGRT oldu; 1400 kişi işe alındı” başlıklı yazı için aşağıdaki kamuoyu açıklaması yapılmıştır.

Vatan Gazetesi yazarı Mustafa Mutlu, TRT’den tasarruf gerekçesiyle 900 kişinin emekli edildiğini ve tamamı Zaman, Aksiyon, STV, Cihan Haber Ajansı kadrolarından olmak üzere 1400 kişinin işe alındığını ve bu kişilerinden astronomik ücretler aldığını iddia ediyor.

Bir ulusal gazete yazarının küçük bir paragrafta okuyucusuna 3 büyük yalan yazdığını ve Cumhuriyetimizin en köklü kuruluşlarından olan TRT’ye ve TRT yönetimine iftira attığını ilan ediyoruz.

1-TRT’den kimse tasarruf gerekçesiyle emekli edilmemiştir; emekli olanların sayısı da 900 değildir!

2-TRT’ye işe girenlerin tamamının Zaman, Aksiyon, Cihan Haber Ajansı kadroları olduğunu iddia eden zihniyet; bunu ispatlamak zorundadır. 1400 kişinin TRT’ye işe alındığını iddia etmek olsa olsa büyük bir yalandır. İlgili yazarınız bahsedilen yayın kuruluşlarının tamamında kaç kişinin çalıştığını biliyor mu?

Son 7 ayda 3 yeni kanal açan; 30 farklı dilde 30 farklı web sitesini kuran ve değişik dillerde radyo yayınını arttıran TRT, ihtiyaç duyduğu alanlarda minumum sayıda elaman almaktadır. Bu alınan elamanlarında mesleki bilgilerine bakılmıştır.

Mustafa Mutlu isimli yazar; 1400 kişinin Zaman, STV, Cihan Haber Ajansı’ndan geldiğini iddia ediyor. İlgili yazarının yanılma payı oldukça vahimdir; çünkü bahsedilen bu yayın kuruluşlarından alınan eleman sayısı yaklaşık 14’tür!

14 kişilik çalışanımızı 1400 kişi olarak yazan bir yazarın güvenilirliğini kamuoyunun takdirine bırakıyoruz.

3-İlgili yazarın bir diğer yalanı da; TRT’nin personel giderinin arttığıdır. Bu iddiasını tek bir cümleyle bile ispatlayamaz. Çünkü TRT tüm yayın ve kurumsal büyüme atağına karşın son yılların en düşük personel sayısıyla çalışmaktadır. İki kanallı TRT yıllarındaki personel sayısıyla çalışan bugünkü yönetimimiz; 41 yıllık televizyon tarihinin en düşük personel alan yönetimlerindendir. Gazeteci sıfatını taşıyan bir yazarın “TRT’de kadrolaşma tanımını” öğrenebilmesi için biraz araştırma yapması yeterlidir.

TRT’ye işe giren gazeteci kökenli çalışanlarımız, Türk basınının birer mozaiğidir. Bu mozaik içinde hangi gazetecilerin olduğu ve daha önce nerelerde çalıştıkları ise çok açıktır. Türkiye’yi bütün dünyaya temsil edecek bir sanatçımız üzerinden de TRT’ye iftira atmak büyük bir suçtur.

TRT bünyesinden çıkarı kesilenlerin iftiralarına aldanıp okuyucusunu yalan bilgi veren ve TRT’ye ve TRT yönetimine iftira atanları kamuoyuna ilan ediyoruz.

Son günlerde bazı basın yayın organlarında çıkan “TRT’ye STV kökenli müdür” başlıklı haberlerde gerçeği yansıtmamaktadır. Ahmet Böken isimli çalışanımızın hiçbir idari görevi bulunmamaktadır. Hazırlıklarını sürdürdüğümüz haber kanalının koordinatörü 25 yıldır TRT’de çalışan Muharrem Sevil’dir; yardımcısı ise NTV’den transfer edilen Ümit Sezgin’dir.

TRT GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

samanyoluhaber.com

Oray Eğin
oray.egin@aksam.com.tr
Hangi gazeteciler medyadan gidecek?

Basında kendilerine liberal, demokrat gibi isimler takan ve yıllardır katıksız bir şekilde AKP'yi destekleyen bir grup yazarın süngüsü fena halde düştü. Yaptıkları hesabı yüzlerine gözlerine bulaştırdılar, fena yanıldılar. Bu isimler 70'lerde de yanılmıştı, 80'lerde de, 90'larda da... Ve maalesef günümüzde de... Hep yanlış atlara oynayan, hep yanlış yorumlar yapan yarı-aydınların hamleleri bunlar.
29 Mart'tan bir gün önce bile hala AKP'nin yüzde 50'nin üzerinde oy alacağına inanıyorlardı. Ona göre strateji kurmuşlardı.
'Yeteri kadar yağcılık yaptık, önümüzdeki dönemde de rahat ederiz' diye kendilerini rahatlamışlardı, 'Ne de olsa AKP 10 yıl daha başımızda, belli ki basın yeniden şekilenecek, Tayyip Erdoğan tek adam olur, biz paçayı kurtardık.'
Oysa AKP şimdi düşme bandına girdi...
Ama aksi yönde hesap yapanlar da ortada kaldı...
Zaten bu koronun ortak özelliği her zaman yanılmış olmalarıdır. Ama bir başka özellikleri de pişkin olmalarıdır. Bir mahalleden kovulsalar, gider başka mahalleye yanaşırlardı.
Ama şimdi mahalle bitti! 'Köşedeki' hesap sandığa uymadı... Gerçi dediğim gibi, bunlar pişkindir...
Kimileri şimdiden ufak ufak dokundurmaya başlamış AKP'ye... Göreceksiniz, bu ufak eleştirilerin devamı da gelecektir. Tayyip Erdoğan güç kaybettikçe onun uçağında karınlarını doyuran, onun çantasını taşımaya talip, televizyonlarda onu öven bu zavallı güruh ona saldırmaya başlayacaktır...
Peki hani bu kadar eminlerdi kendilerinden? Hani çok net, çok keskin konuşuyorlardı, hiçbir kuşkuya mahal vermeyecek şekilde gevrek kahkahalar atıyorlardı ekranlarda...
Dedim ya pişkinler... Dün hiç yaşanmamış gibi davranacaklar...
Şimdi güya gazetecilik yapıyorlar... Şimdi güya objektifler... Yeni mi aklınıza geldi?
Ancak maalesef eski mahallede kapılar kapalı...
Defalarca uyarıldılar, 'Bu kadar angaje olmayın, bugünün bir de yarını var, gazeteci mesafenizi koruyun, mesleğinize saygı gösterin, itibarınızı zedelemeyin' diye...
Dinlemediler, bir de üste çıktılar. Kendilerini eleştirenleri küçümsediler, damgaladılar, hakaret ettiler.
Çünkü bir daha buralara dönmeyeceklerini düşünüyorlardı... Sadece yandaş gazeteciliğin varolacağına inanıyorlardı...
Ya şimdi?
Birkaç kozmetik eleştiriyle, birkaç göstermelik muhalif duruşla AKP iktidarı süresince kaybettikleri gazetecilik kimliğini yeniden kazanmak kolay mı? Şimdi gülme, sizi küçümseme, aşağılama sırası bizde değil mi?
Elbette bunun keyfini çıkaracağız... Zalimle ancak zalimce mücadele edilir...
Kusura bakmayın, bir kere bu mahalleden kovuldunuz. Artık geri dönüş yok... Gazetecilik öyle rüzgarın dönmesiyle yapılıyor... Hem dön dön nereye kadar, bütün bu liberaller dönme haklarını fazlasıyla kullandılar...
Bundan böyle AKP'lilikten geri dönüş yok...
Uzun vadede... Oral Çalışlar, evde İnternet sözlüklerine yazar artık... Şahin Alpay meyhane masalarında 'Ben bir zamanlar Banu Güven'i keşfetmiştim' diye anı anlatır... Mehmet Altan belki aile bireylerine özenir ve 'aşk romanı' kaleme alır... Eser Karakaş, dandik taşra bir üniversitesinde sınav kağıtları okur... Ali Bayramoğlu, sanat galerisine yollanmak üzere ressam eşi Arzu Başaran'ın bültenlerini düzeltir... Emre Aköz gider Şemsa'nın restoranına sabahtan akşama kadar yer yer yer... Taha Akyol oğluyla beraber hayatını Evrim Teorisi'ni yalanlamaya adar...
Ve bu böyle sürer gider...
Bu arkadaşlar artık AKP'nin taşınmazlırıdır... Merkez medya, onları bir daha geri almamak üzere AKP'ye verdi... Kaderleri de AKP'ye endekslidir ve oylardaki düşüşe paralel olarak medyanın gidişleri de yavaş yavaş kaçınılmaz olacaklar.
Sakın 'geri dönmeyi' düşünmesinler, tekrarlıyorum kapılar kapalı.
Bari son beş-altı yıldır onlara güzel günler yaşatan Başbakan'ı arkadan vurmasınlar, 'gerileme' döneminde hep yanında kalsınlar, en azından saygıdan, geçmiş günlerin hatrına bunu Erdoğan'a borçlular...

Aydın Doğan'a yanaşma turları başladı
Fehmi Koru, NTV'deki 'Yazıişleri' programına çıkmış ve Başbakan'ın seçim mağlubiyetinde Doğan Grubu'yla girdiği kavganın etkili olduğunu vurgulamış. 'Aydın Doğan'la kavga etmek yanlıştı' demiş...
Başbakan onu sevmezdi zaten, bu biliniyor. Ama AKP'nin oy kaybetmesi Koru'ya eleştirme fırsatı vermiş. Belli ki partiden, AKP yandaşlığından pek bir şey kazanamayacağını anlamış.
Ancak Aydın Doğan'a göz kırpmaktan da vazgeçmemiş. Belli ki hala bir beklentisi, hala bir umudu var. Acaba kendisini bu sefer de Hürriyet'e 'muhalif yazar' olarak mı pazarlamaya çalışıyor?
Malum, 30 Nisan'da Aydın Doğan'ın ev sahipliğinde fasıl var. Hilton'da... Fehmi Koru da bu faslın baş davetlilerinden biri... Sakın orada bir 'iş bağlama' girişiminde bulunmasın?
Aynı faslın bir diğer muhtemel konuğu da Nazlı Ilıcak... Ne büyük tesadüf ki o da dün televizyona çıkıp Sabah'ın 'yalan' haberine çakan Başbakan'ı eleştirmiş... 'Üslubunu' düzeltmesi gerektiğini söylemiş... Başbakan'ın üslubu aynı da, Nazlı Ilıcak'ın da algı kapakları yeni açıldı galiba...

UĞUR DÜNDAR BUNLARI UNUTMA
07 Nisan 2009 10:55

Uğur Dündar, kamuoyuna yönelik iki büyük taahhüdde bulundu. Kayda geçsin diye yazıyoruz...

Uğur Dündar son günlerde kamuoyuna yönelik iki büyük söz verdi. İki çok iddialı taahhütte bulundu:

BİRİNCİ TAAHHÜT

Dündar birinci sözünü, Ergenekon iddianamesinde eşinin sık sık yurt dışına çıkışıyla ilgili yeralan bölümlerle ilgili verdi.

Dündar Ergenekon 2. İddianamesi’nin kabul edildiği akşam televizyonda bağırarak iddialı bir taahhütte bulunmuştu.

Eşinin evlendikten sonra hiç bir zaman tek başına yurt dışına çıkmadığını söyleyen Dündar, “Evliliğimiz döneminde Brezilya'ya gittiğini biri çıksın ispat etsin. Ben şu dakikada görevimi bırakacağım. Hatta intihar bile ederim. Bu namus meselesi.” dedi.

Dündar, dün Turktime.com’da yayınlanan röportajında ise; “Mesela, Ergenekon iddianamesinde eşimle ilgili astı astarı olmayan bilgilere yer verildi. Güya benim eşim yurtdışına çıkıyormuş, uzun süre kalıyormuş, Brezilya’ya sık sık gidiyormuş. Tabii ki çıkabilir yurtdışına tek başına. Bunda bir şey yok. Ancak benim eşim tek başına asla gitmedi. Ama gitse ne olur yani?” diyerek, önceki taahhüdünü “ama gitse ne olur” şeklinde yumuşattı. Ancak taahhüdü ortada duruyor.

İKİNCİ TAAHHÜT

Dündar ikinci taahhüdünü ise Turktime’da yayınlanan röportajında verdi. Dündar, Doğan Grubu’nun vergi kaçakçılığıyla ilgili soruya “işi bırakma” taahhüdüyle
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Nis 07, 2009 8:27 pm    Mesaj konusu: DÜNDAR BUNLARI UNUTMA Alıntıyla Cevap Gönder

'Ergenekon'dan tutuklanan Cumhuriyet gazetesi yazarı Prof. Dr. Erol Manisalı, Taraf gazetesine cevap verdi, "Sizden farklı düşündüğüm için her türlü cezaya müstehak mıyım?"

23 Nisan 2009 İSTANBUL - - Ergenekon operasyonu kapsamında İstanbul’da gözaltına alındıktan sonra tutuklanan İstanbul Üniversitesi (İÜ) emekli öğretim üyesi ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Prof. Dr. Erol Manisalı, 2. iddianamede yer alan “Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un talimatıyla Tuğgeneral Levent Ersöz ve Kurmay Albay Atilla Uğur ile görüştüğü ve bu görüşmeye katılan kişilere, hükümete karşı medya, sendika ve akademisyenlerin nasıl yönlendirileceğine ilişkin bilgi verdiği” iddialarını yalanladı. Manisalı ayrıca, Taraf Gazetesi yazarlarına da bir mesaj gönderdi.

HABERLER UYDURMA
Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Manisalı, avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada, Taraf gazetesinin 23 Mart 2009 tarihli sayısında manşetinden yayımladığı “Hocasından Ergenekon Dersleri” haberinin tamamen yalan ve uydurma olduğunu belirtti. Taraf gazetesine, habere ilişkin doğru bilgileri belirten açıklama gönderdiğini, aynı zamanda Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde de 27 Mart tarihinde bu konuyu yazdığına dikkat çeken Prof. Manisalı, açıklamasında şu ifadelere yer verdi. “Ben ne dersem diyeyim. Kendisine, ‘demokrasi, insan hakları ve özgürlükler şampiyonu’, ‘demokrat’, ‘liberal’ gibi tanımlamaları uygun görenler için haberde verilen bilgi doğruydu. Ben ne yapabilirim ki?.. Hakkımda, olmayan, uydurma gerçek dışı bilgileri yalanladım. Başka ne yapmalıydım? Öyle ya, bana inanacaklarına, ortada her şeyi tüm çıplaklığı ile anlatan, temel başvuru kaynağı dev bir eser vardı. İkinci Ergenekon iddianamesi. Ona bakmak yeterliydi: Bu iddianamede, gazetenin haberine kaynaklık ettiği anlaşılan bölüm şu şekilde yer alıyordu:

‘12 Şubat 2004 günü saat 12.00’de Harbiye Ordu Evi lobisinde Erol Manisalı ile buluşulduğu, restoranda öğle yemeği ikramını müteakip, 1007 numaralı odada görüşmeye başlanıldığı, bütün görüşme süresince kendisinden habersiz ses kaydı yapıldığı, Erol Manisalı’nın konuları dikkat, ilgi ve takdirle dinlediği, her konu ile ilgili görüşlerini açıkladığı belirtilmiştir...’

İddianamede, benim 12 Şubat 2004’te Harbiye Orduevi’nde bir odada askerlerle görüştüğüm ve gazete haberinde yer alan değerlendirmeler yaptığım, bu görüşmenin benden habersiz ses kaydının yapıldığı, daha sonra görüşme içeriğinin bir rapora bağlandığı ve bu raporun da Şener Eruygur’da yapılan arama sırasında ele geçirildiği yazıyor. Neresini düzelteyim bilmem ki. Meşhur meseldeki gibi ‘İsa Değil, Musa...’ diye başlamam gerekiyor.

‘FARKLI HUKUKA TABİYİM’

Şimdi, adı üzerinde bir iddiadan ibaret olan iddianamedeki bu çarpık, uyduruk ve tümüyle yalan bilgi birileri tarafından özellikle kamuoyunun belleğine nakşediliyor ki, ben ağzımla kuş tutsam, bunun altından kalkamayayım diye. İyi de bu iddiaların tamamı yalan diyorum, uydurma diyorum. Daha ne diyeyim?.. Olmayan bir şeyin olmadığını nasıl ispatlayayım? Hukukçulara soruyorum. Diyorlar ki, siz değil iddia eden ispatlayacak. Bir kişinin, kendisine atfedilen ve esasen olmayan bir şeyi ispatlaması -çok özel durumlar dışında- mümkün olamaz. Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır diyorlar.

‘GÖRÜŞMENİN KAYDI YOK’

Benim ne Şener Eruygur ile ne de adı geçen diğer askeri personel ile belirtilen bağlamda bir görüşmem olmadığını açıkça söyledim. Şener Eruygur’la, Jandarma Genel Komutanı iken bir kez, resmi bir yazıyla konferans vermek üzere Ankara’ya davet etmesi nedeniyle Ankara’da Türkiye-AB ilişkileri konulu konferansta karşılaştığımı, bunun dışında bir kez de ADD başkanı seçildikten sonra İstanbul’da Harbiye Orduevi’nde öğle yemeğinde birlikte olduğumu Cumhuriyet’teki yazılarımda belirttim. Levent Ersöz ve Atilla Uğur isimli asker kişilerle ise yaşamımın hiçbir döneminde tanışmadığımı ve konuşmadığımı da ifade edeyim. Yine birileri için çok anlam ifade etmese de söyleyeyim. Benim iddianamede belirtilen şekilde bir görüşme yaptığıma dair kuru gürültü, yakıştırma dışında bir dayanak yok. Ben soruyorum şimdi: Hani nerede bu görüşmenin ses kaydı, nerede video kaydı? Olmayan bir görüşmenin kaydı nasıl olabilir ki?

GAZETECİLERE SESLENDİ

Taraf gazetesi ve onun malum bazı köşe yazarları ile buradaki haberden ya da iddianameden alıntı yaparak, olmayan bir şeyi varmış kabul eden diğer köşe yazarlarına, belki adalet, hak, hukuk, ahlak, vicdan denilen kavramların kırıntısına denk getiririm diyerek bir kez daha sesleniyorum: Sizce, sizden farklı düşündüğüm için ben her suçlamaya, yargısız infaza, her türlü cezaya müstehak mıyım?

OKURLARINA MESAJ

Peki ey okur, ya sizce?.. Ben bu açıklamaları yapmak zorunda mıydım? Yoksa, haberi yazan ve benim bu şahıslarla ilgim, irtibatım, ilişkim olduğunu söyleyenler mi bunu ispatlamalıydı? Ergenekon denilen cadı kazanı kaynadıkça, hukukun ortaçağda bile kabul gören en temel kurallarının hiçe sayıldığı, herkesin ‘masum olduğunu ispatlamak’ zorunda kaldığı ilkel dönemlere döndüğümüz görülüyor. Üstelik bu acımasız durumu ve koşulları yaratanlar ile kullananların kendilerine ‘demokrat’, ‘liberal’ sıfatları yakıştıranların olduğunu gördükçe, insan söyleyecek sözü seçmekte de zorlanıyor...”

netgazete

Kadın gazeteciler, basından şikayetçi, "İstediğiniz kadar başarılı ya da zeki olun, güzel değilseniz medyada yeriniz yok"

07 Nisan 2009TRT 2'de yayınlanan 'Medya Medya'nın bu haftaki konukları; bayan gazeteciler Tuluhan Tekelioğlu ve Özlem Gürses'ti. "Amerika'da ne kadar yaşlanırsanız o kadar kıymetlenirsiniz" diyen Tekelioğlu, Türk medyasında bunun tam tersi olduğunu, kadınların yaşı geçtikçe önemini kaybettiğini söyledi.
40 yaş üstünü kadının Türk medyasında yeri olmadığı konusunda Tekelioğlu'nun sözlerine destek veren Gürses de, "Ayrıca erkek kişinin söylediği sözler inandırıcı ancak eli yüzü düzgün bakımlı bir kadının çıkıp haber okuması şer olarak algılanıyor" dedi.

MUHABİRSEN AVANTAJLISIN
Gazeteciler.com'un haberine göre; muhabir olma konusunda kadınların daha avantajlı olduğunu söyleyen Gürses'e, Tekelioğlu karşı çıkarak şunları söyledi: "Ama kadınların yanlış anlaşılma ihtimali var. Yapılan bir haberin üstüne yemek daveti geliyor..."
"Benzer işi yapan erkekler, çok daha yüksek maaş alırken bizler çok daha düşük maaş alıyoruz" diyen Sedef Kabaş'ın sözlerini Özlem Gürses, şöyle tamamladı: “Çünkü kadınlar başka yerlerde kullanılırken erkekler çok daha başka alanlara kullanılabiliyor.”
"Medyada bir kriter var, kadınlar için" diyen Özlem Gürses, şunları kaydetti: "Eğer eliniz yüzün düzgün değilse, güzel bir kadın değilsen asla medyada yer bulamıyorsun. Çünkü izleyici de bunu istiyor. Bu yüzden istediğiniz kadar başarılı olun, istediğiniz kadar zeki olun, güzel değilseniz medyada yeriniz yok..."

netgazete

Vakit gazetesinin Ermeni asıllı diyerek hedef gösterdiği Yeni Şafak muhabiri Gül Kireklo: "Atatürk'ün memleketi Selanikliyim"

18 Nisan 2009 Vakit gazetesi ile Yeni Şafak arasındaki tartışmaya bugün Gül Kireklo da katıldı. Yeni Şafak'ta istihdam edilmesinde Ali Bayramoğlu ve Etyen Mahçupyan faktörünün etkili olduğunu savunan Vakit'e cevap veren Kireklo, "İnsan aslını inkar edemez" diyerek cevap verdi. İşte o açıklama...

"Yeni Şafak gazetesi, bugünkü sayısında Ermeni asıllı muhabirlerinden Gül Kireklo'nun haberiyle bir skandala daha imza attı’’ tanımlamasıyla bölücülük yapan Vakit gazetesi'nin, bu tutumunu eski yazarları Hüseyin Üzmez’in küçük bir çocuğa cinsel tacizde bulunması olayında sürdürmesi daha doğrudur. Kaldı ki Ermeni asıllı da olsam bunu gururla söylerdim. İnsan aslını inkar edemez.

Bu memlekette gazetecilik yapılıyorsa, bunun insanların kimliklerinden yola çıkılarak değil haberci refleksiyle yapılması gazete etiğini oluşturur. Vakit Gazetesi sanırım, bu haberci refleksini oluşturamamış ve gazetecilik etiğiyle bağdaşmayan çizgide ahlak anlayışını sürdürüyor.

Hüseyin Üzmez kamuoyunda Vakit Gazetesi Yazarı olarak tanınıyor. Eski ifadesi bu gazeteyle kökleşmiş ismi değiştirmiyor. Kaldı ki Vakit, bu kadar çirkin bir olayla yargılanan eski yazarının karıştığı olayla uğraşacağına benim gibi gazetecilik emeğiyle geçinen kadın bir gazeteciye böylesine bir kimliklendirme yaparak, hedef göstermesi gazetecilik etiğiyle bağdaşmaz.

Şunun da altını çizmeliyim. Ben Atatürk’ün memleketi Selanik kökenliyim. Ailem ve soyum Selanik’ten Edirne’ye göç etmiştir. Yine altını çiziyorum Ermeni asıllı olsam bunu da açıkça ifade etmekte sakınca görmezdim.

Şunu da belirtmeliyim ki Vakitçilerin “Gül Kireklo'nun Yeni Şafak'ta istihdam edilmesinde Ali Bayramoğlu ve Etyen Mahçupyan faktörü’dür’’ altında da çirkin bir saldırı vardır. Gül Kireklo’nun Yeni Şafak’ta çalışması tamamiyle kendi gazeteci kimliği ve başarısıdır."

netgazete

UĞUR DÜNDAR BUNLARI UNUTMA
07 Nisan 2009 10:55

Uğur Dündar, kamuoyuna yönelik iki büyük taahhüdde bulundu. Kayda geçsin diye yazıyoruz...

Uğur Dündar son günlerde kamuoyuna yönelik iki büyük söz verdi. İki çok iddialı taahhütte bulundu:

BİRİNCİ TAAHHÜT

Dündar birinci sözünü, Ergenekon iddianamesinde eşinin sık sık yurt dışına çıkışıyla ilgili yeralan bölümlerle ilgili verdi.

Dündar Ergenekon 2. İddianamesi’nin kabul edildiği akşam televizyonda bağırarak iddialı bir taahhütte bulunmuştu.

Eşinin evlendikten sonra hiç bir zaman tek başına yurt dışına çıkmadığını söyleyen Dündar, “Evliliğimiz döneminde Brezilya'ya gittiğini biri çıksın ispat etsin. Ben şu dakikada görevimi bırakacağım. Hatta intihar bile ederim. Bu namus meselesi.” dedi.

Dündar, dün Turktime.com’da yayınlanan röportajında ise; “Mesela, Ergenekon iddianamesinde eşimle ilgili astı astarı olmayan bilgilere yer verildi. Güya benim eşim yurtdışına çıkıyormuş, uzun süre kalıyormuş, Brezilya’ya sık sık gidiyormuş. Tabii ki çıkabilir yurtdışına tek başına. Bunda bir şey yok. Ancak benim eşim tek başına asla gitmedi. Ama gitse ne olur yani?” diyerek, önceki taahhüdünü “ama gitse ne olur” şeklinde yumuşattı. Ancak taahhüdü ortada duruyor.

İKİNCİ TAAHHÜT

Dündar ikinci taahhüdünü ise Turktime’da yayınlanan röportajında verdi. Dündar, Doğan Grubu’nun vergi kaçakçılığıyla ilgili soruya “işi bırakma” taahhüdüyle cevap verdi.

O soru cevap şöyle:

“Soru: Çalıştığınız medya grubunun vergi kaçırdığı iddia ediliyor. Siz ki, bütün meslek hayatınız boyunca kaçakçılık ve bu tür yanlış işlerle mücadele etmiş bir kişisiniz. Bu durum sizi nasıl etkiliyor?

UĞUR DÜNDAR: Ben bunun siyasi bir karar olduğuna inanıyorum. Ben herhangi bir mali ahlaksızlığın ufacık bir parçasını görsem burada çalışmam. Bu kurum güvenerek çalıştığım bir kurumdur ve patronu da vergi rekortmeni olmakla iftihar eden bir insandır. Ama siyasi nedenlerle siz eğer bir kuruluşu yok etmek isterseniz, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ilk kullanacağınız güç kamusal güçtür, devlet kurumlarıdır. Beş tane müfettişi görevlendirirsiniz, o müfettişler eğer bulmak niyeti ile gelmişlerse mutlaka bir şey bulurlar. Sonuçta burada önemli olan yargının vereceği karardır.”

Dündar, “Sonuçta burada önemli olan yargının vereceği karardır.” diyerek, Aydın Doğan’ın mali bir ahlaksızlığı olup olmadığının yargının vereceği kararla kesinleşeceğini net biçimde söyledi. Dündar, bu durumda “mali ahlaksızlığın ufacık bir parçasını görsem burada çalışmam” diyor. Bunu da yargı kararına bağladığına göre yargı kararı çıktığı an görevini bırakacağını taahhüd etmiş oldu.

GİZLİ KAMERALARIN ŞAHI, GİZLİ KAYITTAKİ AHLAKSIZLIĞI GÖRMEDİ

Hayatı gizli kameralarla yapılan çekimlerle geçen ve şöhretini bu görüntüler sayesinde elde eden Uğur Dündar, Doğan Yayın Holding Başkan Yardımcısı Soner Gedik ile Gelir İdaresi Başkanı Mehmet Akif Ulusoy arasındaki gizli kayıttaki “çekirdek parasına çevirme” gibi ahlaksız sohbeti görmedi. Hatta, “Ben herhangi bir mali ahlaksızlığın ufacık bir parçasını görsem burada çalışmam.” Diyen Dündar, bunu “ahlaksızlığın ufacık parçası” olarak bile görmüyor.

Oysa Dündar aynı röportajında, “gizli kameranın, gizli kaydın” yapılması gerektiğini açıkça savunuyor. Hatta Dündar, özel hayat dışında bunun habercilik açısından önemli bir belgeleme enstrümanı olduğunu söylüyor.

Bu durumda Dündar, Doğan Grubu’nun 1 milyar TL’lik vergi borcunu “çekirdek parasına çevirme” muhabbetinin özel hayat olduğunu düşünüyor olmalı.

Bu tartışma bir yana Dündar’ın verdiği iki büyük söz ortada:

1 – Karım tek başına yurt dışına gitmedi, ispat eden olursa görevimi bırakırım, intihar ederim.

2 - Ben herhangi bir mali ahlaksızlığın ufacık bir parçasını görsem burada çalışmam. Sonuçta burada önemli olan yargının vereceği karardır.
aktifhaber

Ertuğrul Özkök'ün BALLI Damadı
07 Nisan 2009 12:42

Hürriyet TRT'deki bir memuru "ballı damat" diye yerden yere vurdu ama asıl "süper süper ballı damat" Ertuğrul Özkök'ünki çıktı. TRT'den ayda 1 trilyon alıyor...

Hürriyet gazetesi iki gündür "ballı damat" haberleri yapıyor ama kendi "ballı damadını" 'es' geçiyor! İşte ayrıntılar...

Hürriyet Gazetesi iki gündür AKP Uşak milletvekili Mustafa Çetin'in damadını haber yapıyor.

Gazete ilk gün TRT'de memur olarak çalışan 24 yaşındaki “damadı” manşetine taşımıştı.

Bir milletvekilinin damadının çeşitli hüllelerle memuriyete alınması ne kadar etik tartışılır; ancak konunun hukuki olduğunda kimsenin şüphesi yok…

Bahsetmek istediğimiz konu ise Uşak Milletvekilinin damadının ne kadar “ballı” olduğu değil. Çünkü sözkonusu “damat” düz memur kadrosuyla çalışıyor ve eline aylık 1400 TL geçiyor…

GELELİM ASIL TRT'DEN AYDA 1 TRİLYON ALAN BALLI DAMADA

1400 TL'lik damadı “ballı” olarak niteleyen Hürriyet'in “bal küpü” damadı görmemesi ilginç.

Türkiye'nin süper ballı damadı Ertuğrul Özkök'ün damadı Ercan Saatçi değil mi?

Nasıl mı?

Ercan Saatçi en son cd'sini 17 yıl önce yaptı…

Kayınbabasının hatrına DMC 'de genel müdürlük yaptı ve elini öpemediği sanatçılara emir verdi.

Fenerbahçe taraftarlığını kayınbabasının gazetesinde Fenebahçe yazarlığına dönüştürdü…

Bitti mi? Hayır.

Unutuldum diye bütün popcular orda burada gezerken o; Kanal D'de jüri üyelikleri yaptı Türkiye gündemine girdi. Bu jüri üyeliklerini yaparken de karısı aynı programın yapımcıydı…

Ve süper damatlık bitecek gibi değil…

Askerliğini ise öyle bir rahat yaptı ki; 18 ay tatil çabuk bitiverdi…

Popçu, spor yazarı “Süper Ballı Damat Ercan” asıl bombayı film yapımcısı olarak patlattı.

Hayatında film yönetmemiş Ercan Saatçi TRT'de halen yayınlanan MAT dizisinin yönetmeni ve yapımcısı olarak karşımıza çıktı.…

Hayatında tek film çekmeden yönetmen oldu; yapımcı oldu ve Türkiye'nin en büyük kanalında prime time da kendine yer buldu…

Eeee süper damatlık kolay değil…

Damat film çekerde kayınpeder boş durur mu?

Bütün Doğan medyası MAT dizisini haber yapma yarışına girdi…

Ama ortada bir gazetecilik sorunu var.

Hürriyet ve Ertuğrul Özkök, milletvekilinin düz memurluk yapan damadını manşete çekerken; TRT'den bölüm başına 250 milyar alan; reytingi yerlerde sürünmesine rağmen aylık ortalama 1 tirilyon lira alan kendi damadını görmedi…

Kaynak: Postmedya

Habertürk’te Sarsıcı İstifa
10 Nisan 2009 11:21

Habertürk Gazetesi kurulalı kısa süre oldu ama peş peşe itibar sarsıcı olaylar oluyor. Son olay gazetenin Ankara Temsilcisi'nin çok ilginç bir skandalla istifası oldu.


Habertürk Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Çiğdem Toker görevinden istifa etti.


Hürriyet Gazetesi’nde ekonomi muhabiriyken Habertürk’e temsilci olarak transfer olan Çiğdem Toker’in istifası Habertürk’te itibar açısından sarsıntı yapacak cinsten.

Habertürk’ün AKP muhabiri Veli Toprak, iki gün önce işten çıkartılmıştı. Vatan Gazetesi’nden transfer edilen Veli Toprak’ın işten çıkartılmasının, Ciner Grubu’nun Başbakan’a şirin gözükmek için yaptığı iddia edilmişti.

Veli Toprak, Vatan Gazetesi’nde çalışırken Başbakanlık tarafından akreditasyona tabi tutulmuştu. Habertürk buna bilerek Veli Toprak’ı transfer etmişti. Ancak Turgay Ciner, Başbakan’la ilişkilerinin bozulmasını istemediği için iddiaya göre Fatih Altaylı’ya bile haber vermeden Veli Toprak’ı işten çıkardı.

Konu TBMM Gündemine de geldi ve Fatih Altaylı bu işten çıkarmayı savundu. Habertürk TBMM’ye gönderdiği açıklamada; “Söz konusu gazetecinin deneme süreci sonunda işe başlatılmaması, tamamen gazetenin editoryal yönetiminin habercilik performans kriterlerini göz önüne alarak gerçekleştirdiği bir tasarruftur" cümlelerini kullandı.

Gerilen ipler üzerine, Çiğdem Toker işe aldığı muhabirin kendisine haber verilmeden işten bir ayda çıkartılmasına tepki göstererek istifasını sundu.

Odasını toplayan Çiğdem Toker’in yerine Sabah Gazetesi’nden transfer edilen Muharrem Sarıkaya’nın geçeceği konuşuluyor.
aktifhaber

Tayyar'a: Siz Ajan Mısınız?
15 Nisan 2009 16:25

Reha Muhtar'la 'Çok Farklı' programında, Yazgülü Aldoğan ile Şamil Tayyar arasındaki 'ajanlık' tartışması sinirlerin gerilmesine neden oldu. İşte o anlar:

Programın konuklarından Posta yazarı Yazgülü Aldoğan ile Star yazarı Şamil Tayyar arasındaki 'ajanlık' tartışması sinirlerin gerilmesine neden oldu.

İşte Şamil Tayyar'ın ilginç açıklamaları ve iki gazeteci arasındaki sert tartışma...

Şamil Tayyar: 27 Nisan bildirisinin ilerde ayrıntıları ortaya çıkarsa o gece nelerin yaşandığını bildirinin nasıl kaleme alındığını, nasıl internet sitesine konduğu da açıklığa kavuşacaktır. Orada komuta kademesinin o bildiri üzerinde çok ciddi görüş birliği içerisinde olduğunu olmadığını düşünüyorum. Çok ciddi ihtilafların yaşandığını düşünenlerden birisiyim. Yaşar paşa'nın da belli bir süre sonra Ergenekon taifesinin hem TÜrkiye'yi hem TSK'yı nereye götürmeye çalıştığını iyi anladığını ama bunu da zamanla farkettiğini düşünüyorum. O nedenle 27 Nisan bildirisinden sonra dikkat edersinizi yaşar Büyükanıt'ın da çok fazlaca iç siyasete yönelik müdahaleci tavırlarının olmadığını görürsünüz. Soruşturmayı yürüten savcılar bu süreci iyi yönettiler diye düşünüyorum çünkü ele geçirilen her türlü bilgi ve belgeyi askeri savcılık üzerinden Genelkurmay'a ilettiler. İlker Başbuğ'un ve karargahın her şeyden haberleri var. Zaten devletin tepesinde zımni bir mütabakat olmadan siz iki tane generali askeri garnizondan alıp götüremezsiniz. Tavuk bile götüremezsiniz. Hatta 10. dalgada bir yere gidilemediğini biliyoruz. Bir evin kapısından döndüğünü biliyoruz. Hatta, Sabih Kanadoğlu'nun evine dön talimatı verildiğini ama polislerin kapıya kadar geldiği için orada gazeteciler olduğu gerekçesiyle dönemediğini de biliyoruz.

Yazgülü Aldoğan: Siz bu savcıların, polislerin falan neyi nasıl yaptığını nereden biliyorsunuz? Yani bir gazeteci bilgisinden farklı bir bilginiz varmış gibi geliyor bana. Sanki, savcılarla birlikte çalışıyorsunuz, bir taraftan polisle birlikte çalışıyorsunuz, kimin kapısının önünden nasıl döndüler falan. Biz sadece raporları okuyoruz, siz maşallah her şeyi biliyorsunuz...

ŞM: Yani buna biz gazetecilik diyoruz, ama sizin yaptığınıza ne denir ben bilmiyorum.

YA: Valla sizin yaptığınız biraz ajanlık gibi bir şey.

ŞM: Bak, terbiyesizlik yapmayın.

YA: Asıl siz terbiyesizlik yapmayın.

ŞM: Bakın düzgün konuşun.

YA: (Masaya sert bir şekilde vurarak) Ne kadar kolay bu lafları ediyorsunuz ya! Bu cesareti nereden alıyorsunuz?

aktifhaber

'Ergenekon'dan tutuklanan Cumhuriyet gazetesi yazarı Prof. Dr. Erol Manisalı, Taraf gazetesine cevap verdi, "Sizden farklı düşündüğüm için her türlü cezaya müstehak mıyım?"

23 Nisan 2009 İSTANBUL - - Ergenekon operasyonu kapsamında İstanbul’da gözaltına alındıktan sonra tutuklanan İstanbul Üniversitesi (İÜ) emekli öğretim üyesi ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Prof. Dr. Erol Manisalı, 2. iddianamede yer alan “Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un talimatıyla Tuğgeneral Levent Ersöz ve Kurmay Albay Atilla Uğur ile görüştüğü ve bu görüşmeye katılan kişilere, hükümete karşı medya, sendika ve akademisyenlerin nasıl yönlendirileceğine ilişkin bilgi verdiği” iddialarını yalanladı. Manisalı ayrıca, Taraf Gazetesi yazarlarına da bir mesaj gönderdi.

HABERLER UYDURMA
Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Manisalı, avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada, Taraf gazetesinin 23 Mart 2009 tarihli sayısında manşetinden yayımladığı “Hocasından Ergenekon Dersleri” haberinin tamamen yalan ve uydurma olduğunu belirtti. Taraf gazetesine, habere ilişkin doğru bilgileri belirten açıklama gönderdiğini, aynı zamanda Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde de 27 Mart tarihinde bu konuyu yazdığına dikkat çeken Prof. Manisalı, açıklamasında şu ifadelere yer verdi. “Ben ne dersem diyeyim. Kendisine, ‘demokrasi, insan hakları ve özgürlükler şampiyonu’, ‘demokrat’, ‘liberal’ gibi tanımlamaları uygun görenler için haberde verilen bilgi doğruydu. Ben ne yapabilirim ki?.. Hakkımda, olmayan, uydurma gerçek dışı bilgileri yalanladım. Başka ne yapmalıydım? Öyle ya, bana inanacaklarına, ortada her şeyi tüm çıplaklığı ile anlatan, temel başvuru kaynağı dev bir eser vardı. İkinci Ergenekon iddianamesi. Ona bakmak yeterliydi: Bu iddianamede, gazetenin haberine kaynaklık ettiği anlaşılan bölüm şu şekilde yer alıyordu:

‘12 Şubat 2004 günü saat 12.00’de Harbiye Ordu Evi lobisinde Erol Manisalı ile buluşulduğu, restoranda öğle yemeği ikramını müteakip, 1007 numaralı odada görüşmeye başlanıldığı, bütün görüşme süresince kendisinden habersiz ses kaydı yapıldığı, Erol Manisalı’nın konuları dikkat, ilgi ve takdirle dinlediği, her konu ile ilgili görüşlerini açıkladığı belirtilmiştir...’

İddianamede, benim 12 Şubat 2004’te Harbiye Orduevi’nde bir odada askerlerle görüştüğüm ve gazete haberinde yer alan değerlendirmeler yaptığım, bu görüşmenin benden habersiz ses kaydının yapıldığı, daha sonra görüşme içeriğinin bir rapora bağlandığı ve bu raporun da Şener Eruygur’da yapılan arama sırasında ele geçirildiği yazıyor. Neresini düzelteyim bilmem ki. Meşhur meseldeki gibi ‘İsa Değil, Musa...’ diye başlamam gerekiyor.

‘FARKLI HUKUKA TABİYİM’

Şimdi, adı üzerinde bir iddiadan ibaret olan iddianamedeki bu çarpık, uyduruk ve tümüyle yalan bilgi birileri tarafından özellikle kamuoyunun belleğine nakşediliyor ki, ben ağzımla kuş tutsam, bunun altından kalkamayayım diye. İyi de bu iddiaların tamamı yalan diyorum, uydurma diyorum. Daha ne diyeyim?.. Olmayan bir şeyin olmadığını nasıl ispatlayayım? Hukukçulara soruyorum. Diyorlar ki, siz değil iddia eden ispatlayacak. Bir kişinin, kendisine atfedilen ve esasen olmayan bir şeyi ispatlaması -çok özel durumlar dışında- mümkün olamaz. Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır diyorlar.

‘GÖRÜŞMENİN KAYDI YOK’

Benim ne Şener Eruygur ile ne de adı geçen diğer askeri personel ile belirtilen bağlamda bir görüşmem olmadığını açıkça söyledim. Şener Eruygur’la, Jandarma Genel Komutanı iken bir kez, resmi bir yazıyla konferans vermek üzere Ankara’ya davet etmesi nedeniyle Ankara’da Türkiye-AB ilişkileri konulu konferansta karşılaştığımı, bunun dışında bir kez de ADD başkanı seçildikten sonra İstanbul’da Harbiye Orduevi’nde öğle yemeğinde birlikte olduğumu Cumhuriyet’teki yazılarımda belirttim. Levent Ersöz ve Atilla Uğur isimli asker kişilerle ise yaşamımın hiçbir döneminde tanışmadığımı ve konuşmadığımı da ifade edeyim. Yine birileri için çok anlam ifade etmese de söyleyeyim. Benim iddianamede belirtilen şekilde bir görüşme yaptığıma dair kuru gürültü, yakıştırma dışında bir dayanak yok. Ben soruyorum şimdi: Hani nerede bu görüşmenin ses kaydı, nerede video kaydı? Olmayan bir görüşmenin kaydı nasıl olabilir ki?

GAZETECİLERE SESLENDİ

Taraf gazetesi ve onun malum bazı köşe yazarları ile buradaki haberden ya da iddianameden alıntı yaparak, olmayan bir şeyi varmış kabul eden diğer köşe yazarlarına, belki adalet, hak, hukuk, ahlak, vicdan denilen kavramların kırıntısına denk getiririm diyerek bir kez daha sesleniyorum: Sizce, sizden farklı düşündüğüm için ben her suçlamaya, yargısız infaza, her türlü cezaya müstehak mıyım?

OKURLARINA MESAJ

Peki ey okur, ya sizce?.. Ben bu açıklamaları yapmak zorunda mıydım? Yoksa, haberi yazan ve benim bu şahıslarla ilgim, irtibatım, ilişkim olduğunu söyleyenler mi bunu ispatlamalıydı? Ergenekon denilen cadı kazanı kaynadıkça, hukukun ortaçağda bile kabul gören en temel kurallarının hiçe sayıldığı, herkesin ‘masum olduğunu ispatlamak’ zorunda kaldığı ilkel dönemlere döndüğümüz görülüyor. Üstelik bu acımasız durumu ve koşulları yaratanlar ile kullananların kendilerine ‘demokrat’, ‘liberal’ sıfatları yakıştıranların olduğunu gördükçe, insan söyleyecek sözü seçmekte de zorlanıyor...”

netgazete

Uğur Dündar Kontrolden Çıktı
29 Nisan 2009 08:59Vergi kaçırdığı belgeleriyle ortaya çıkan Uğur Dündar, Star Ana Haber'de cevap verirken suçluluk psikolojisiyle kontrolden çıktı, haberi yapanlara "it" dedi
İlgili Haberler
DÜNDAR VERGİ KAÇAKÇISI ÇIKTI Dündar'dan Kaçakçılık Açıklaması Uğur Dündar'a Okuyucu Cevabı

SAYGIN GAZETECİ KONTROLDEN ÇIKTI

Star gazetesi, sürekli kendisine "dürüst gazeteci" etiketi yapıştıran Uğur Dündar'ın, Trilyonlarca liralık hesaplarındaki faiz gelirini beyan etmeyerek 'vergi kaçırdığı'nı belgeleriyle yayınlamıştı.

Konu "vergi kaçırmak" gibi Dündar'ın bütün imajını yerle bir edecek belge olunca Uğur Dündar, oldukça sinirlendi....

Vergi kaçırdığı iddiasını 'Yılın komedisi' ilan eden Dündar, "Vay vay vay! Meğer ben azılı bir vergi kaçakçıymışım" diyerek öfkesini dile getirdi.

Dündar bugün yaptığı bu açıklamanın ardından ekrandan haberi yapanlara "it" dedi.. Dündar Eşinin yurt dışına tek başına çıktığıyla ilgili Ergenekon İdianamesi'nde yeralan haberler üzerine de böyle sinirlenmişti. İşte "saygın" gazetecinin vergi kaçırma belgeleri üzerine kontrolden çıktığı anın videosu:
http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=219819

aktifhaber

Fehmi Koru'nun 18'lik Kırgız kayınvalidesi
03 Mayıs 2009 Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru'nun kayınbabası Süleyman Karagülle, eşi ölmeden bir sene önce Kırgızistan'da 18 yaşında bir kızla evlenmiş. Akşam gazetesi yazarı Tuğçe Tatari, 4-5 yıl önce gerçekleşen ve herkesin unuttuğu bu evliliği, bugünkü yazısında tekrar hatırlattı.

Fehmi Koru'nun 18'lik kayınvalidesi

Geçenlerde fazlaca 'ağır' bir masada sohbet konumuz 'küçük kızlarla evlenen adamlar'a geldi...
En az masa kadar ağır konuklardan biri,'Fehmi Koru'nun kayınpederi de bunlardan biri. Oray Eğin yazmıştı' dedi. İnatçılığım tuttu 'Hayır, yazmadı. Yazsa okumuş olurdum' dedim. İtirazım olaya değil, Oray'aydı...
Eve döner dönmez Oray'ın birkaç ay önce çıkan 'Bunları Kimse Yazamadı' adlı kitabını indirdim kütüphaneden. Gece karanlığında sayfaları çevirirken zafer hazzı yaşıyordum, yoktu işte, ben kazandım! Derken 'Yeni Şafak'ta bir ölüm ilanı' başlıklı yazıyı görür görmez hatırladım.
Efendim; Fehmi Koru'nun eşi Nebahat Koru'nun annesi Zülfiye Karagülle'nin vefat ilanı dikkatini çekmiş Oray'ın. İlanda herkesin adı varmış ama Koru'nun kayınpederi yokmuş. Bunun üzerine araştırmış ve ortaya çıkan sonuç hayli ilginç olmuş. 1928 doğumlu kayınpeder Süleyman Karagülle eşi ölmeden bir sene önce Kırgızistan'da 18 yaşında bir kızla evlenmiş. Sanırım bu olayın üzerinden 4-5 sene geçmiştir. Yani kayınvalide şimdilerde 23 olsa gerek!

netgazete

Daha önce 'Alperenler'den dayak yiyen Taraf gazetesi yazarı Rasim Ozan Kütahyalı, bu sefer Etiler'deki bir kafeden kovuldu



13 Mayıs 2009 Kanal 7'de yayınlanan "İskele Sancak" programını basan Alperen Ocakları üyelerinden dayak yiyen Taraf yazarı Rasim Ozan Kütahyalı, Etiler Mado'da yaşadığı tacizi bugün köşesine taşıdı. İşte Kütahyalı'nın "Etiler Mado'da Beyaz Türk faşizmi" başlıklı yazısında aktardığı anektodun ayrıntıları..

Pazar öğleden sonra CNN TÜRK'te yayınlanan Reha Muhtar ile Çok Farklı programının ekibi olarak toplanmıştık... Ahmet Tulgar, Eylem Doğan ve ben... Haftaiçi işleyeceğimiz konuları belirliyorduk... Buluştuğumuz yer Etiler Mado idi...

Biz muhtemel konuları ve konukları müzakere ederken, arka masadan yarı homurtulu sesler işitmeye başladım... Yüzlerini görmediğim bir adam ve hanımının sesleri... “Bu o Taraf gazetesindeki yazar diğ mi, TV'lere çıkan?” “Hııı... Hani o Kürtçüleri ve dincileri savunan...”

Bir pazar öğle sonrası Etiler'in göbeğinde, Mado gibi tanınmış bir mekânda dakikalar böyle geçerken, biz muhtemel konular ve konuklar üzerine konuşurken, baktım aniden arkadaki masada volüm hafif hafif yükselmeye başladı... Arka masadaki kişinin ağzından “hain, bölücü vs.” gibi standart psikopata bağlamış ulusalcı lafları çıkmaya başladı... Sonra ani bir hareketle ve yüksek sesle garsonu çağırdı... Garsona “Böyle şerefsiz, haysiyetsiz, vatan satan, bölücü adamları buraya alıyorsanız ben burada oturmam. Böyle kişilerin burada olacağını söyleseydiniz, biz ailecek buraya gelmezdik...” dedi...“Karım ve çocuğum yanımda olmasaydı ben gününü gösterirdim bu adama...” gibi “bilindik” maganda söylemine devam etti...

(..)

Fakat esas felaket bundan sonrasıydı... Etiler Mado'nun yöneticisinin talimatıyla bir garson geldi ve bizden mekândan ayrılmamızı istedi... Biraz evvel Mado'dan ayrılan patolojik kişinin “Böyle şerefsiz, bölücü, vatan satan kişiler burda varsa, ben yokum” sözlerini emir olarak kabul etmişti herhalde buranın yöneticisi... (..) başka bir garson bize hesabı getirdi, ayrılmamızı istedi.

TARAF'TAN ŞOK AYRILIK

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Taraf Gazetesi'nde gündem oluşturan haberler yapan muhabir Mehmet Baransu, istifa etti. Baransu bugüne kadar Dağlıca'dan Aktütün'e kadar birçok önemli habere imza atmıştı. Ayrılığın nedeni tam olarak kesinleşmese de kulislerde Baransu'nun haberlerine müdahale olduğu için bu kararı aldığı konuşuluyor.
netgazete

Cuma toplantılarına kimler katılıyor? Akşam yazarı Oray Eğin: "Medyadan bazı isimler Nişantaşı'nda buluşuyor. Her cuma bir araya geliyorlar"

15 Mayıs 2009 - Her cuma bir araya geliyorlar. Onun deyimi ile "medyanın köylü ilişkisi"nden farklı bir yapı bu... Bir nevi medyanın düşünce kurumu... Peki kimler katılıyormuş o toplantıya derseniz...

Akşam yazarı Oray Eğin, Altan ailesinin adı geçince alevlendi: "Her cuma bir araya geliyorlar...".

"Nedir bu cuma toplantıları derseniz söyleyelim...
Her hafta cuma günü medyadan bazı isimler bir araya geliyormuş...
Tahmin edin bakalım nerede?
Elbetteki Nişantaşı'nda...
Sosyetiklerin mekanında...

Onlar medyanın "köy takımı"ndan olmayanlarmış...
Bizim Oray Eğin'in sözlerinden çıkardığımız bunlar oldu...

Peki kimler katılıyormuş derseniz!...
Saydığı isimler şunlar;

-Hıncal Uluç,
-Serdar Turgut
-Soner Yalçın
-Ahmet Hakan
-Oray Eğin

Aradada da değişken konukları oluyormuş...
"Çok abartılmaması gereken bir toplantı. Böyle dönemlerde bir yerlere çekmeye müsait bu tür toplantılar. Biz orda hiç bir şey planlamıyoruz" diyerek Oray Eğin, Ergenekon toplantılarına da gönderme yaptı.

Bu cuma toplantılarına dönecek olursak...
Mesela son toplantılarına Altan ailesinden bir isim de katılmış.

Ayşenur Arslan da hemen sordu;
-"Altanlar'dan hangisi? Ahmet Altan mı?" diye...
Oray Eğin'in yanıtı enterasandı;
-"Onlar çok düşmanca... Sanem Altan katıldı. Diğerleri Sanem Altan kadar medeni değiller..."

Oray Eğin'in Altan ailesi takıntısı da bu muhabbetle açıldı...
Bir anda dökülmeye başladı canlı yayında;
-"Altan ailesinin demokrasi kahramanları gibi, kılıçla mücadele veriyormuş imajları hoşuma gitmiyor... Çetin Altan 12 Mart muhtırasının için "muhteşem bir darbe" diye yazmış biri... Altan ailesi o kadar da muhteşem ve dokunulmaz değiller."

netgazete

Taraf gazetesinin polis yazarları Emrullah Uslu ile Doç. Dr. Önder Aytaç, Bakanlık izin verirse 301. maddeden yargılanacak

17 Mayıs 2009 AB’nin dönem dönem “ifade özgürlüğü” kapsamında eleştiriler yönelttiği TCK’nın 301. maddesinin son mağdurları bu kez iki polis oldu. Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM), aynı zamanda Taraf gazetesinde birlikte köşe yazısı yazan başkomiser Emrullah Uslu ile Polis Akademisi öğretim üyesi Doç. Dr. Önder Aytaç hakkında TCK’nın 301/2. maddesi uyarınca suç duyurusunda bulundu. Milliyet gazetesinin haberine göre; EGM, suç duyurusuna, Uslu ve Aytaç’ın köşe yazılarında TSK, emniyet, yargı ve devlet görevlileri hakkındaki görüşlerini gerekçe gösterdi.
ABD’deki eğitim çalışmaları sırasında aldığı doktor raporlarıyla Türkiye’ye dönüşünü geciktirdiği ortaya çıkan ve hakkındaki ön inceleme sonucunda EGM Disiplin Kurulu kararıyla Türkiye’ye geri çağrılan Uslu’yla ilgili olarak yeni bir gelişme daha yaşandı.
Aldığı sağlık raporları ve ABD’deki eğitim çalışmaları çerçevesinde Uslu hakkında disiplin soruşturması başlatan EGM, yeni bir müfettiş görevlendirerek Uslu’nun, Taraf gazetesindeki köşe yazılarını da mercek altına alındı. Uslu’nun, Aytaç’la birlikte görüşlerini yayımladığı yazıları inceleyen müfettişler, suç unsuru saptadı.

KÜÇÜK DÜŞÜRÜCÜ İFADELER

Apoletika adlı köşedeki yazıları inceleyen müfettişler, Uslu ve Aytaç’ın yazıların bazı bölümlerinde TSK, emniyet teşkilatı, yargı ve devlet görevlileri hakkında “küçük düşürücü” ve “eleştiri amacını aşan ifadeler” kullandıklarını belirledi. Müfettişler, tespitlerini içeren bir rapor hazırlayarak, Uslu ve Aytaç’ın TCK’nın 301/2 ve 125. maddelerine göre yargılanmaları istemiyle suç duyurusunda bulundu.
Suç duyurusu kapsamındaki TCK’nın 301/2. maddesine göre adli soruşturma için Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in izni gerekecek. İzin verilmesi halinde Uslu ve Aytaç, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanacak. EGM adına yapılan suç duyurusunun iki hafta önce adli soruşturma başlatılması için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildiği, Uslu’yla ilgili olarak TSK’yı yıpratan yazıları konusunda da ayrıca disiplin soruşturmasının devam ettiği öğrenildi.

netgazete

Star'a stratejik ortak

Günlerdir medya sektörünün gündeminde olan Star Gazetesi ve Kanal 24 televizyonunun satışında son aşamaya gelindi. Star Medya Yayıncılık A.Ş’nin patronu Ethem Sancak, sahip olduğu hisselerin yüzde 50’sini Rixos Otelleri’nin işletmecisi Fettah Tamince’ye devredeceğini açıkladı. İkili turizm ve sağlık alanında da işbirliği yapacak.

Rixos Grubu’nun patronu Fettah Tamince medya patronluğuna adım atıyor. Ethem Sancak, bünyesinde Star Gazetesi ve Kanal 24 televizyonunu barındıran Star Medya Yayıncılık A.Ş’nin yüzde 50’sini “Çok yakın arkadaşım” dediği Fettah Tamince’ye devretmeye hazırlandığını açıkladı.

Fettah Tamince ile öncelikle medya sektöründe stratejik ortaklık kuracaklarını söyleyen Ethem Sancak, ilk hedeflerinin her iki markayı da büyütmek olduğunu belirtti.

Yurtdışına bakacağız
Tamince ile birlikte medya dünyasındaki farklı fırsatları değerlendireceklerini vurgulayan Ethem Sancak, “Hem ülke içinde hem ülke dışında büyüyeceğiz. Hedeflerimizi ona göre koyacağız. Birimiz Vanlı, birimiz Siirtli... Sırt sırta verip büyüyeceğiz. Medya grubundaki ortaklığı zayıflık veya güçsüzlük söz konusu olduğu için yapmıyorum. Biz güçlerimizi birleştiriyoruz. Allah’a şükür krize rağmen işlerimiz iyi gidiyor. Yeni ortaklıkla birlikte büyüme planlarımızı hayata geçireceğiz” diye konuştu.

Sancak, Fettah Tamince ile farklı alanlarda da ortaklıklara gideceklerini kaydetti. Hastane yatırımlarını yurtdışına taşıyacaklarını anlatan Sancak, sözlerini şöyle sürdürdü:

“İlaç dağıtımında lideriz. Medical Park markasıyla girdiğimiz hastane işinde de Fettah Tamince ile birlikte büyüyeceğiz. Şu anda 13 tane hastanemiz var. 14’üncü için pazarlıklarımız devam ediyor. Türkiye dışında Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Mısır ve Cezayir’de hastane açmayı planlıyoruz. Her alanda ortak olacağız diyebilirim. Ben istersem Tamince’nin işlerinde, o isterse benim işlerimde ortaklık kuracağız. Krizi fırsata çevirmeye çalışacağız.”

Hanutçuluktan geldi, Rixos oteller zinciri AKP’lilerin tatillerini geçirdiği yer oldu
- Manifaturacı bir babanın oğlu ve 9 kardeşin en küçüğü olan Fettah Tamince, 1985 yılında Van’dan Antalya’ya geldi ve halıcılıkla iş hayatına adım attı. 18 yaşına geldiğinde üniversite eğitimi almak ve halı satmaya devam etmek için Almanya’ya gittiğinde deri çanta üretimi ve konfeksiyon üzerine iki şirketi vardı.

- Tamince, 1994’te de mücevher işine başladı ve Kemer’de ilk mağazasını kurdu. Bu mağaza ona 1995’te Rusya’nın kapılarını açtı. Mücevher mağazasına gelen Rus turistlerle iyi ilişkiler kuran Tamince, Rusya’da da mücevher mağazasını hizmete soktu. Sonra kendi deyişiyle her klasik esnafın denediği yollardan geçerken turistlere gayrimenkul satmaya, villa ve konut geliştirmeye başladı.

- İnşaat işiyle uğraştığı sırada şimdilerde ’dünya markası’ yapmayı hedeflediği Rixos Otelleri’nin ilk tohumları da atıldı ve ilk otelini 2000 yılında açtı.

- Bugün adını Perge şehrinin yedi kahraman kurucusundan biri olan Rixos’tan alan grubun patronu. Grubun Antalya, Konya ve Ankara dışında Kazakistan, Ukrayna, Hırvatistan, Avusturya ve Dubai’de 12 oteli bulunuyor.

- Rixos’un en lüks otelleri arasında yer alan Belek Premium ve Bodrum Rixos son dönemde başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere üst düzey AKP’lilerin tatillerini geçirdikleri yer haline geldi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de tatil için Rixos’u tercih etti. Fettah Tamince, Rixos otellerinde Kazak ve Ortadoğulu önemli misafirlerini de ağırlıyor.

Ben saf tüccar değilim zararına şirket satmam
İş dünyasında son dönemde Ethem Sancak’ın başta hastaneleri olmak üzere sahibi bulunduğu şirketlere ortak aradığı hatta Medical Park hastanelerini zararına da olsa satmaya çalıştığı dedikoduları yayılmıştı. Bu iddiaları hatırlattığımız Ethem Sancak, “Ben saf tüccar değilim. Bahçelievler’deki arazinin sadece mülkünü 59 milyon dolara aldım. 30 milyon dolara alıcı aradığıma ilişkin iddialar doğru değil. Niye daha altına satayım? Hastane işinden çıkmıyoruz. Tam tersine büyüme planları yapıyoruz. Birkaç tane uluslararası ortaklık görüşmemiz devam ediyor. Bu görüşmelerin olumsuz sonuçlanmasını isteyenler bu iddiaları çıkartıyor” diye konuştu.

Sağlığın ana iş kolları olduğunu kaydeden Sancak, “Hastane işimiz geçen yıl Sağlık Bakanlığı’nın yeni uygulamaları yüzünden biraz sekteye uğradı ama kendimizi yeni kurallara adapte ettik. Bu işten çekilmiyoruz. Aksine Medical Park’ı dünya markası haline getireceğiz” dedi.

“Başbakan’ın hayranıyım” diyen Sancak’ın şirketleri 5 milyar dolar ciro yapıyor
- 1987 yılında küçük bir ecza deposuyla iş hayatına atılan Ethem Sancak, 1 milyon lira sermaye ve 11 kişiyle Hedef Ecza Deposu’nu kurdu. 2000 yılında ilaç dağıtımında pazar lideri olan bu şirketin yüzde 50’sini Londra merkezli Alliace Unichem’e sattı.

- Sadece ilaç dağıtımının cirosu 3.5 milyar dolara yaklaşıyor. Tüm şirketlerinin cirosu ise 5 milyar dolar civarında.

- Şanlıurfa’daki Koç-Ata Besi Çiftliği’ne ortak olan Sancak, daha sonra hisselerini sattı. Denizli Acıpayam’da 50 milyon dolara süt ve besi çiftliği kurdu. Iğdır’da 50 milyon dolara kuracağı çiftlik ise bürokrasiye takıldı.

- Sancak, Özel Hastaneciler ve Sağlık Kuruluşları Derneği Başkanı Muharrem Usta ile Medical Park Hastanesi’nde yarı yarıya ortaklık imzaladı. 3 yılda 300 milyon dolarlık yatırımla 20 bin kişiyi istihdam edecek hastaneler inşa etmeyi hedefleyen Sancak’ın şu anda 13 hastanesi var.

- Geçtiğimiz dönem TÜSİAD’da Yönetim Kurulu Üyesi ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı olarak görev yapan Sancak, bir zamanlar Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) üyesiydi. Ancak daha sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın en yakınındaki isimlerden biri oldu. Başbakan Erdoğan için “Ona hayranım” ifadesini kullandı.

Star’ı Kıbrıslı Ali Özmen Safa aldı, Sancak sonra ortak oldu
Uzanlar’dan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devrolan Star Gazetesi 19 milyon dolar fiyatla satışa çıkmış ancak ilgi görmemişti. 2006 yılında yenilenen ihalede gazete 5 milyon 150 bin dolara Kıbrıslı işadamı Ali Özmen Safa’ya satıldı.

Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na Başkanı Ahmet Ertürk, daha sonra yaptığı açıklamada Özmen’le ihalede verdiği 5 milyon 150 bin dolarlık teklifi 8 milyon dolara çıkarması karşılığında el sıkıştıklarını söyledi.

İhaleden sonra gazetenin yeni sahibi Ali Özmen Safa, Alaaddin Kaya ve oğlu Cüneyt Kaya birlikte şirket kurduklarını, şirketin yüzde 60’ının Kaya Ailesi’ne, yüzde 40’ının ise kendisine ait olacağını açıkladı. Ancak Ethem Sancak, 2007 yılında Star gazetesine geçen yıl vefat eden Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan ile birlikte ortak oldu.

Sancak, daha sonra Ali Özmen Safa ve Hasan Doğan’ın da hisselerini alarak gazetenin tek sahibi oldu. Star Medya Grubu, gazetenin yanısıra Kanal 24’ü oluşturarak yayın hayatına soktu.
(Vatan Gazetesi)

32. GÜN'DE KAVGA!

21 Mayıs 2009 21:50
Bugün 32. Gün'ün bant çekimlerinde Vakit yazarı ile Cumhuriyet yazarı arasında sert bir kavga yaşandı.
Cumhuriyet yazarı Muharrem Coşkun ile Vakit yazarı Serdar Arseven 32. Gün'ün bant çekimleri için Kanal D'ye geldi. Ancak kısa bir süre sonra tartışmaya başlayan ikilinin arasındaki gerginlik yumruklaşmaya kadar gitti.

gazeteport

32. Gün programında Cumhuriyet yazarının bardak fırlattığı Vakit gazetesi yazarı Serdar Arseven: "Ölümden döndüm"

24 Mayıs 2009 32. Gün programında Vakit ile Cumhuriyet gazetelerinin yazarları arasında yaşanan kavgayla ilgili tartışma sürüyor. Kendisine iki kez bardak fırlatıldığını ancak bunun kamuoyundan gizlendiğini öne süren Vakit gazetesi yazarı Serdar Arseven yaşananları Star gazetesine şöyle anlattı: "Mehmet Faraç bana ‘Seni sustururum’ dedi. Programda hakaretler edildi. Saldırılar yapıldı. Mehmet Faraç ilk bardağı yayın arasında fırlattı. Eğer başıma isabet etseydi ölebilirdim de. Arada bayanlar da vardı. Onlara da isabet de edebilirdi.

GÖRÜNTÜLERİ VERMİYORLAR
Birincisini attı, duvara isabet etti. Ben de ‘gel dışarıda tartışalım, bu kadar insanın hayatını tehlikeye atıyorsun’ dedim. Bunun üzerine ikinci bardağı fırtlattı. 32. Gün ekibinden görüntüleri istedim. Ancak ‘prensiplerimize aykırı’ diye verilmedi. Bana orada birşey olsa pronsepleri ne olacaktı? O bardakları ben atsaydım ‘Vakit terörü’ denecekti. Günlerce haber yapılacaktı. Orada resmen ‘Cumhuriyet gazetesi terörü’ yaşandı.

‘TERÖR ESTİRİLDİ’ DEDİM
Programın bir diğer konuğu Hilal TV Haber Müdürü Muharrem Coşkun ise, "Asıl olay, yani teröre varan bir şiddet, reklam arasında yaşandı. Rıdvan Akar’a ‘terör estirildi’ dedim. Mehmet Faraç resmen Serdar Arseven’in üzerine yürüdü. Mehmet Faraç’ı tuttum ‘Yakışmıyor size’ dedim. Ancak yine bağırmaya başlayıp ikinci bardağı fırlattı. Hakaret ve tehtidler havada uçuştu" dedi.

VAKİT BENİ HEDEF GÖSTERİYOR
Mehmet Faraç ise, "Vakit gazetesinin yazarına bardak Türkan Saylan’ın ruhundan düşmüştür. Bardak atma olayı olmuşsa arkasından konuşulan bir ölünün ruhundan düşmüştür" diyerek bardak attığını doğruladı. Vakit’in kendisini hedef gösterdiğini öne süren Faraç, "Vakit’in hedef gösterdiği kişilerin hepsi öldürülmüştür" iddiasında bulundu.

netgazete

Serdar Turgut
serdarturgut@superonline.com
Bu bir savaştır ve kan olacak

İçinde olan bizler biliyoruz diye okuyucunun da bilmek zorunluluğu yok tabii ki ama medyada büyük bir iç savaş yaşanıyor. Önümüzdeki günlerde bütün taşların yerinden oynaması muhtemel. Yetenekliler ile yeteneksizler arasındaki iç savaş zaten derinden sürmekteydi ama buna aniden yetenekliler grubunun içindeki iç savaş da eklendi.

Hızla yaklaşan taşların yerinden radikal biçimde oynama zamanı geldiğinde sürpriz isimlerin fena halde etkilendiğini göreceksiniz. Bunları şu an isimlendirmeyeceğim. Çünkü isim verdiğimde tek tek nedenini anlatmam gerekecek. Bu abartılı bir yük olur gazete üzerine. Gerekirse ileride adları vererek girerim meseleye.

Şimdilik sadece şunu söylemeliyim ki; her gazete etkilenecek bu depremden. (Buna Hürriyet, SABAH, AKŞAM gazeteleri de dahil. Büyük ihtimalle bir tek MİLLİYET'e bir şey olmayabilir. Çünkü onun yazarları zaten zombi gibiler ve o gazete intiharını tamamlamak için kendi zombilerinin doğal biçimde ölmelerini bekliyor.)
İyi tanıdığınız ve okuduğunuz birçok isim şu günlerde paniklemiş durumda. Paniklerini de, yapmaya başladıkları yanlışlardan anlayabiliyorsunuz. Hatta çok 'Cool' sandığınız bazıları da açıkça ve muazzam yanlışlar yapmaya başladılar panikten.

Belki sancılı bir süreç yaşanacak önümüzdeki günlerde. Emin olun ki; medya ve Türkiye açısından çok daha güzel olacak. Bu yaklaştığını gördüğüm depremden ben de hayli etkilenecek olmama rağmen sürecin sonuç itibarıyla iyi olacağını söylemekten çekinmem.
Bugün yazıya başladım ama bitirebileceğimden kuşkuluyum. Çünkü tüm gazetelerdeki köşe yazarlarına bir göz atmış durumdayım.
İnsan bir dizi 'O kadar manasız anlamsız ve hiç söylenmese de olurdu' dedirten yazıyı okumak zorunda kaldıktan sonra, yazarın işinin, yazısında farklı bakış açıları sunma veya bilgi verme veya bunların hiçbirisi olamıyorsa da en azından okuyucuyu eğlendirmek olması gerektiğini düşünen bir yazarın içinde yazı yazmak arzusu hiç kalmıyor.
Ama zorlayacağım kendimi, bunlara teslim olmayacağım. Biz bir savaştayız, onlar da düşmanım benim ve mutlaka kan olacak. Onlara inat yazacağım.
Bu satırları kaleme alırken televizyonda, bir Milliyet yazarı olan Rıza Türmen'in yazısı okunuyordu. Sedat Ergin'in en büyük günahlarından bir tanesi olan bu yazar, Heidegger'i bile kıskandırabilecek kadar ağdalı ve uzun cümlelerle anlatıyor derdini. (Derdi de ne, belli değil.)
Televizyondaki spiker, canlı yayında adamın yazısının tümünü okumak gibi bir intihar girişiminde bulundu. Bir köşe yazısının okunması yaklaşık 10 dakika sürebilir mi? Adamın yazısının uzunluğu bazen MİLLİYET'in başyazısı olarak birinci sayfadan verilen yazının uzunluğunu bile aşmıştı ki; bu kendi başına bir dünya rekoru olmalıydı.
Sonra bunları düşünürken iç savaştaki görevleri medyada düşüncenin seviyesini düşürmek ve genelde yazarları aptallaştırmak olan bir buçuk insanın, NTV'de sundukları 'Yazı İşleri' programı başladı ve benim bir süredir köşe yazarları hakkında oluşturmaya çalıştığım yeni tezimi doğrulama imkanım oldu.

YETENEKSİZ YAZARLAR, SAHTE DİŞ DOKTORUNA BENZER
Mutlaka bir ara denk gelmişinizdir, televizyon reklamlarında diş macunu reklamlarında oynayan bazı sözde diş doktorları var. Medyadaki ciddi ve ağır köşe yazarlarının bu sözde diş doktorlarına çok benzediklerini düşünüyorum.
O reklamlar genelde şöyle oluyor: İnsanlar rutin, normal yaşamlarını mutlu bir şekilde sürdürürken birden hayatlarına katiyen davet etmedikleri ve var olmasını istemedikleri bir adet diş doktoru müdahale ediyor.
Gazetelerde ciddi yazar diye yazdırılmaya başlanan bazı insanlar da aynen bu durumda işte.
Haklarında hiçbir fikre sahip olmayan ve onlardan da fikir talep etmeyen insanlara ısrarla fikirler falan sunuyorlar.
Sonra diş doktoru insanlara hiç düşünmeye gerek duymadıkları lüzumsuz bir soru soruyor. Örneğin; 'Diş etlerinizdeki bakterilerin farkında mısınız' deyiveriyor. İnsanlar 'Hoppala, nereden çıktı bu sorun da, al başına bela' diyor. Aynen açıklanması zor nedenlerden dolayı o gün bir konuya takmış ve üstelik bunu yazmaya çalışan köşe yazarlarına da 'Hoppala neden zırvalıyor bütün bunları' dedikleri gibi.
Diş doktoru soruyu ortaya attıktan sonra lafı lüzumsuz uzatan ciddi köşe yazarları gibi birtakım lüzumsuz işlemler yapıyor reklamda. İnsanın ağzının içindeki bakterileri filan ölçüyor hatta insanlara bu bakterleri onlar istemediği halde gösteriyor.
Yazar da önemi olmayan ve hiç de önemsenmeyecek fikirlerini büyük ciddiyetle yazmayı sürdürüyor.
Bütün bu sancılı ve gereksiz süreç sonunda yazısını sancılı ve lafı uzatarak yazan köşe yazarının yaptığı gibi lafı tamamen banal ve zaten herkesin baştan bildiği 'Çözüm' önerisi ile bitiriveriyor diş doktoru. 'Diş macunu kullanın ve dişinizi fırçalayın' filan diyor. Bunun yazıdaki muadili ise 'Sorunlarımızın temelinde sosyal ve ekonomik politika oluşturulmamış olmasıdır' gibi temelde tamamen anlamsız olan bir fikir yazısı bitişidir veya aynı yeteneksiz yazarlar yazılarını 'Avrupa Birliği normlarından uzaklaşıldığı için Türkiye sorunlarını sancılı yaşıyor' türünde bir anlamsızlık ile de bitirebilirler.
Görüyorsunuz televizyon reklamlarındaki diş doktorları ile ciddi, ağır köşe yazarları arasında çarpıcı benzerlikler var.

Kayıp bağlantı
Tam bilim dünyasındaki son gelişmeyi anlatan ve insan ile maymun arasındaki kayıp bağlantının nihayet bulunduğu haberini veren yazıyı okuyordum. İnsan ile maymun arasındaki kayıp bağlantının hemen her yıl keşfedildiği haberi gelir ama arayış bir türlü bitirilemez nedense. Arayanlar bulduklarından bir türlü tatmin olmazlar.
Bunun nedeni üzerinde düşünürken yazısından bölümler okunan Mehmet Altan'ın fotoğrafı geldi ekrana. Birden anladım meseleyi, kayıp bağlantı arayışının bir türlü neden sonuçlandırılamadığını kavrayıverdim...
Kayıp bağlantıyı araştıranlar bir süreliğine Türkiye'ye gelseler ve Mehmet Altan ile Eser Karakaş'ı bir görseler mutlaka kayıp bağlantıyı arayış çabalarını sonuçlandırmanın mutluluğuyla ülkelerine dönerlerdi.

Banu Güven neden gergin?
Kanalındaki başını 'Yazı İşleri' programının çektiği yeteneklerin ve zekaların aşağıya çekilerek düşük düzeyde eşitlenmesi çabasının üzerinde kalan bir zeka ve yeteneğe sahip olduğuna inandığım Banu Güven'i son izlediğimde hayli gergin gördüm. Gerginliği ekrana da yansıyordu. Gülümsemekte zorlanıyordu ve her an kavga çıkaracak gibiydi. Etrafındaki militan yeteneksizlik onu yiyip bitirmeye başlamış.
Bir zamanlar 'Adam's Family' adlı bir dizi vardı. O dizideki ailenin küçük kızına fiziksel olarak da benzemiş. Banu Güven kendi sağlığı için ya 'Yazı İşleri' programının hemen bitirilmesini talep etmeli ya da hemen başka bir kanala transfer olmalı.
Akşam

Taraf'a 'Aşırma' Suçlaması

02 Haziran 2009 11:22
Medya Mahallesi, Posta gazetesindeydi. Rıfat Ababay, Taraf'a 'Çalıntı haberle ödül' suçlamasında bulundu. Zaman ve Posta'nın tirajıyla ilgili de şunları söyledi:
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Taraf'ta Ergenekon HaberleriTaraf'ta Ergenekon HaberleriHakan Yavuz'u Deşifre EttiResmen Dün Ak Bugün Kara DediAylin'i Para Dolu Tekne Yakmış

CNN Türk'te ekrana gelen "Medya Mahallesi"nde Ayşenur Arslan bugün, Posta gazetesinin yazıişlerine konuk oldu. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Rıfat Ababay ve başyazarı Mehmet Ali Birand'ın bulunduğu toplantıda öne çıkan başlıklar şöyleydi...

Gazeteciler sitesinde yer alan habere göre; bizim kadar okuyucusundan mektup alan başka bir gazete yok diyen Rıfat Ababay, sözlerine şöyle devam etti: "Her gün 100 tane Haydar Dümen mektup alıyor, şiir köşesi her gün alyor 200 tane, çocuk resimleri alıyor 1000 tane, doktorumuz alıyor 100 tane yani günde Posta'ya gelen mektup 2000 tanenin üzerindedir..."

BİRAND NEDEN POSTA'DA YAZIYOR?
Mehmet Ali Birand, "Niye Posta'da yazıyorsun" sorusuna, "1997'den beri bu gazetede yazıyorum. Posta kadar diri dişi renkli bir başka gazete daha yok! Ve özellikle buradaki kadar rahat ettiğim hiç bir yer olmadı. Neredeyse her yerde yazdım ama burada hiç bana karışılmadı" cevabını verdi.
Ababay ise, "Bizimle ters düştüğü zaman bile, Birand'ın yazılarını manşete taşıyoruz" dedi.

SOSEYETE BİZİ OKUYOR
Ayşenur Arslan "Diğer gazetelere göre en çok kadın okur Posta'da" deyince, Birand, "Sosyete bunu okuyor" Posta gazetesinin 2'nci sayfasını gösterdi. "Posta, bulmaca yüzünden satıyor" şeklindeki yorumlara da karşı çıkan Ababay, "Neredeyse bütün gazetelerin bulmaca ilavesi var, bu iş bir bütündür. Ucuz olduğu için çok satıyor diyenler de var. Bu da yalan. Çünkü biz 45 kuruşa satıyoruz, Hürriyet 50 kuruşa satıyor" ifadelerini kullandı.

ZAMAN MI POSTA MI HANGİSİ LİDER?
Ayşenur Arslan, "Tiraj sıralamasında hep Zaman gazetesini önde görüyoruz, bu aslında çok konuşuldu ama doğrudan muhatabı siz olduğunuz için" deyince Ababay, "Marifet gazeteyi bayiide satmaktır. Yani bu sokağa düştüğü zaman, parasız dağıtılmaya başlandığı zaman bizim grubumuzdan da yapan var bunu. Ben onu satış kabul etmiyorum. Bence satış, bayiden satın alınan, parası verilen gazetedir. Bedava verilen gazeteyi ben satılmış ve okunmuş olarak görmüyorum" şeklinde konuştu...

TARAF ÇALINTI HABERLE ÖDÜL KAZANDI
Ababay, sözlerini şöyle sürdürdü: "Biz geçen yıl bir haber yaptık, çok ses getirdi. Başta Mehmet Ali Birand olmak üzere pek çok gazete ve televizyon kullandı bu haberi.. Biz Sarkozy'nin büyük dedesini bulduk. Galatasaray Lisesi mezunu olduğunu, İstanbul'da uzun bir süre kaldığını, dahası İttihat ve Terakki'nin üyesi olduğunu filan ortaya çıkardık. Biz Posta olarak bu haberi sürmanşetten verdik. Bizden 4- 5 ay sonra Taraf gazetesi bu haberi yaptı ve Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti Taraf'a ödül verdi. Yani çalıntı haberden ödül aldılar....

TÜRKİYE'DE KAR EDEN İKİ GAZETEDEN BİRİYİZ
Türkiye'de kara geçen iki gazete vardır, o da biri Hürriyet diğeri Postadır yani biz Türkiye'de kar eden iki gazeteden biriyiz...."
aktifhaber

Mutlu Tönbekici/Vatan
Sevgili Yılmaz Özdil

Bu İzmir muhabbetine devam edecek değildim ancak Pazar günü, adımı vermeden ama çok açık bir şekilde benim yazdığım İzmir yazım üzerine koca bir yazı, pardon koca bir liste döktürünce siz, dayanamadım.

Sevgili Yılmaz Bey, size çok çok teşekkür ederim. Her şeyden önce “bir arkadaş” demişsiniz bana ki “bir eleman” da diyebilirdiniz. Sizin yaştaki yazarlar pek sever böyle kendilerinden gençlerin ismini anmamayı.

Fakat esas teşekkür nedenim bu değil.

Hiç kimse yazdığım yazıyı sizin kadar güzel teyit edemezdi. Allah razı olsun, ben ne dediysem hepsini tek tek doğrulamışsınız. Hakikaten size minnet borçluyum. Sağ olun, var olun.

“İzmirli durmadan geçmişiyle övünüyor, artık kalmadı o günler” demiştim bana 1923’ten kalma bir Gazi anısı anlatmışsınız.

Üstelik de Gazi Hazretlerinin rakı içtiği ve gün batımına hayran kaldığı o cânım kordondaki dantel gibi binaların çatır çatır yıkılıp yerine duvar gibi korkunç beton apartmanların yapıldığını, bu nedenle İzmir’in meşhur imbatının arka sokaklara gidemez olduğunu ve bir zamanlar püfür püfür olan Punta’nın arka sokaklarının bu nedenle kavrulduğunu bile bile..

“İzmirli iyidir hoştur ama İzmir’in lağım koktuğunu inkar eder, fakat durmadan medeniyetten söz eder” demiştim...

Yine çok teşekkür ederim sevgili “bir arkadaşım”. Hiç kimse gerçeği sizden daha iyi inkar edemezdi. “Gavur zaten derlerdi, baktılar ki biz gavuru iltifat olarak kabul ediyoruz “lağım” diyen bile oldu” demişsiniz ki üstadım vallahi bravo! Gerçek bir İzmirli olduğunuzu şıp diye ispat ettiniz. “Evet Körfez zaman zaman kokuyor” demediniz de (sahi ne zamandır gitmiyorsunuz İzmir’e?) bana “sofu” muamelesi yaptınız. Evet tabii! Nasıl anlayamadım ben bu güne kadar bilinçaltımı? Hiç belli etmesem de belli ki süper bağnaz bir Müslümanım ve sırf orası “Gavur İzmir” diye beynime nakşolduğu için her gittiğimde burnum acayip acayip kokular alıyor. Burun halüsinasyonu dedikleri bu olmalı.

Ömrümün yarısı İzmir’de geçti, etrafımda neredeyse sadece İzmirli var ama bu kadar ileri düzey bir inkarı ilk sizden görüyorum.

Gelelim koca listenize.

Demiştim ki İzmir efsanesini köpürtüp duranlar da İzmir dışında yaşayan İzmirliler. 30-40 yıl önce terk ettikleri İzmirlerini böyle hatırlamak istiyorlar. Ama gerçekler acı, İzmir bıraktığınız İzmir değil, tüm Türkiye’nin kekolaşmasından o da nasibini ziyadesiyle aldı.

Zahmet etmişsiniz bana İzmir dışında yaşayan ne kadar İzmirli varsa hepsinin listesini yapmışsınız. Vallahi çok teşekkür ederim.

Verdiğiniz listede rahmetli fil Pak Bahadur, tatlıcı Sefer Usta, Susuz Dede, Satebay Sevi diye bilerek mi yanlış yazdığınızı bilemediğim Sabetay Sevi ve isimlerini anmak İzmir için iyi midir kötü müdür pek emin olamadığım gazinocu Atalay Noyaner ile yine gazinocu kanlısı Bornovalı Nuri dışında kendiniz dahil İzmir’de yaşamış veya yaşayan yok.

Ezici çoğunluğu İstanbul’da, gerisi de Ankara’da, Amerika’da, Yunanistan’da ve İsrail’de yaşıyor veya yaşamış.

İzmirlinin memlekete faydası yok demedim ki sevgili yanlış anlama üstadım! İzmir’in yok! Zira İzmir üzerine ölü toprağı serilmiş bir emekli kenti olmaya doğru hızla gidiyor. 60 yıl önce Türkiye’nin gayrı safi milli hasılasının yüzde 25’ini üreten İzmir şimdi yüzde 5’ini ancak üretiyor.

Bu mudur fayda? İzmir’den son on yılda çıkan iyi bir şey söyleyin bana?

Ben söyleyeyim: İhsan Oktay Anar. Türkiye’nin son 20 yıldaki en büyük edebiyatçısı. İzmir’in Türkiye’ye en şahane armağanı. Üstelik sizin gibi uzaktan İzmir güzellemeleri yapmak yerine İzmir’de Bostanlı’da oturmaya da devam ediyor.

Ben varyantı pek iyi bilirim, trafiği de tıkamam ama siz de Bornovalı Nuri dışına biraz çıkın artık derim.

Efendim? Bu da mı Gavur İzmir takıntısı yüzünden? Peki, öyle olsun.. Kültür, sanat ve bilim şehri İzmir’e merhaba öyleyse se se se
aktifhaber

Oray Eğin
oray.egin@aksam.com.tr
Yeni muhafazakar muhalifler geliyor

Hemen bir zaman yolculuğuna çıkıp 28 Şubat sürecine dönelim ve o zamanki İslamcı gazetelerin performansını inceleyelim: Aralarında Mehmet Barlas ve Cengiz Çandar gibi 'merkez' medyadan çeşitli sebeplerle dışlanmış gazetecilere kendileri ifade etmeleri için sayfalarını açmıştı Zaman'dan Yeni Şafak'a 'marjinal' dediğimiz
basın.
Dönemin doğası gereği de son derece düzeyli ve sert muhalif bir çizgi tutturmuşlardı: Özgürlüklere sahip çıkan, kimsenin yazamadığını yazıp kendi çizgilerinden hiçbir taviz vermeyen bir gazetecilik anlayışı... İster istemez de muhalif duruşları alkışlara mazhar oluyordu.
Sonra rüzgar değişti tabii ki...
Dünün 'mağdur'u bugünün 'mağrur'u oldu. Muhalif gazeteler yandaş basına dönüştü, 28 Şubat'ın üzerini çizdikleri AKP şakşakçısı oldu... Gazetecilik yapmak yerini uçaklarda ağırlanmak ve 'hatırı sayılır tanıdıklar' üzerinden rant elde etmeye bıraktı... Kaçak inşa edilen yalılar, 105 bin liralık aylık gelirler bu dönemin ürünü oldu...
İslamcı mahallelerden olmayan yazarlara sayfa açmanın da altında başka bir plan yattığı anlaşıldı kanımca: Meşruiyet kazanmak ve 'bağımsız medya' gibi görünmek adına bu insanlara ihtiyaç duyuldu. Bir anlamda kullanıldılar. Sağolsun, Şahin Alpay ya Eser Karakaş gibi omurgasızlar kendilerini onların hizmetine açmaktan hiç gocunmadı...
Bütün bu süreçte İslamcı Basın'dan iki kişi gündemimize 'yandaş basın' tabusunu yıkacak şekilde yerleşti.
Biri, Ahmet Taşgetiren. Romantik-siyasi yazılarıyla Yeni Şafak'ın başyazarı olarak tanınan Ahmet Taşgetiren'in sadece bir tek yazısından sonra üzeri çizildi, uzun bir süre sessizliğe mahkum edildi. Gazetesiyle 'yolları ayrıldı.'
Şimdi de Hakan Albayrak... Geçen hafta yine Yeni Şafak'ta bir yazısı gitti-geldi. Zamanında söz gelimi Emin Çölaşan'ın başına böyle bir şey geldiğinde ortalığı ayağa kaldıran İslamcı gazeteler nedense bu konuyu görmezden gelmeyi tercih etti. Hakan Albayrak da belli ki mecburiyetten meseleyi büyütüp, gazetesini yakmamayı tercih etti.
Ahmet Taşgetiren'le Hakan Albayrak'ın iki yazısından dolayı başlarının epey ağrımasının simgesel bir anlamı var.
Doğrusu, İslamcı basını homojen zannederdim ben... Bu yandaş basında yükselme arzusundaki elit tabakanın ağababaları gibi parayı ve parfümü bulup kendilerini birilerinin hizmetine vermeye teşne olduğunu düşünürdüm... Tek dertlerinin sınıf atlamak, iktidara yaltaklanarak zengin olmak olduğuna inanırdım...
Ki 28 Şubat bitip kendi destekledikleri iktidara geçince bu tezlerimi doğrulayacak hamleler yaptılar... Bir tek muhalif haber, bir tek eleştiriye yer vermediler...
Ama bu iki adam ezber bozdu... Bu iki adam öyle ya da böyle gazetecilik yapmanın muhalefette olmakla eşdeğer olduğuna inanmış gibiler...
Eğer bu fırsat doğru kullanılırsa yeni muhafazakar bir muhalefet dilinin doğacağını düşünüyorum. Bütün sağcıların Taha Akyol gibi iktidara tapınarak gazetecilik yapmadığını göreceğiz. İktidardaki parti dünya görüşünüze yakınsa bile gazetecilik kendi inandıklarınızı da sorgulamayı gerektirir; belki biri genç, biri daha yaşını başını almış iki İslamcı gazeteci bu mesleği kendi mahallelerine de öğretecekler...
Tabii ki servet yapıp yalılarda oturmayacaklar... Hatta belki kısa vadede kaybedecekler. Ama gazetecilikte ısrar ettiklerinde izlerinden giden pek çok İslamcı genç için gazetecilik kapısını açacaklar. Bunun kazanımı daha büyüktür kuşkusuz.
akşam

Bulut Doğan Grubu'ndan Ayrıldı
10 Haziran 2009 14:38

Ertuğrul Özkök'e yönelik ağır eleştirileriyle gündeme gelen Vatan yazarı Yiğit Bulut, Doğan Grubu'ndan ayrıldı. Peki hangi gazeteye geçti?

CNNTÜRK'te sabahları Parametre'yi sunan ve Vatan'da yazan Yiğit Bulut, hangi grup ile el sıkıştı? İşte ayrıntılar...

Yiğit Bulut, Ciner Grubu ile el sıkıştı.

BULUT, Habertürk TV'de ekonomi programları yapacak, Gazete Haberturk'te finans ve para piyasaları üzerine yazılar yazacak...

Doğan Grubu'nun Radikal, Referans ve Hürriyet Emlak gazetelerinde yazan Bulut, 1 yılı aşkın süredir Vatan'da yazıyordu. Ve, Vatan internet sitesinin de en çok okunan yazarlarından...

Enis Berberoğlu ve Bilal Çetin ile her sabah CNNTÜRK'te Parametre'yi sunan Bulut, geçtiğimiz pazar Zaman'a verdiği söyleşide Doğan Grubu ve Ertuğrul Özkök için sert ifadeler kullanmıştı...

Bilkent Üniversitesi bankacılık ve finans bölümünü bitiren 37 yaşındaki Yiğit Bulut, Kanal D spikeri Şule Bulut ile evli. Şule Bulut'un babası Namık Kemal Zeybek de Aydın Doğan'ın bacana
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Tem 01, 2009 10:33 pm    Mesaj konusu: Yeni Şafak Alıntıyla Cevap Gönder

Serdar Turgut
serdarturgut@superonline.com
Tasfiye edilecek gazeteciler listesi

Zaman Gazetesi Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, ben tatildeyken yakın bir gelecekte bazı gazeteler ve gazetecilerin tasfiye olacağını nedenlerini vererek anlattığı bir yazı yazdı. Bir süre önce ben de 'medyada mutlaka kan olacak' diyerek bir ayıklanmanın olacağını yazdığımdan, onun bu düşüncesine prensipte karşı çıkmam mümkün değil tabii ki. Üstelik tasfiyede temel alınacak diye belirttiği prensiplerde de hemfikiriz (sadece benim başka ilave kriterlerim de var). Ancak Dumanlı yazısında tasfiye edilmesi gereken gazetecilerin adını vermemiş nedense. Bugün ben bu eksikliği dolduracağım ve onun verdiği kriterlere göre medyada tasfiye edilmesi gereken isimlerin bir listesini vereceğim.
İşte belirtilen prensipler doğrultusunda tasfiyesi gereken gazetecilerin listesi:

1-EKREM DUMANLI: Bu durumda ilginç bir Freudyen sendrom söz konusu. Galiba Dumanlı'nın bilinçaltı kendisi hakkında hiç de olumlu düşüncelere sahip değil. Çünkü tasfiye için verdiği kriterlerden en fazlasına uyan kişi bizzat kendisi. Dolayısıyla onun böyle yazılar yazması intihar arzusu gibi bir şey olmalı. Kendinden nedense nefret eden Ekrem Dumanlı bir süredir kendisine Tanrı yazar muamelesi yapıyor. Gazete ve gazetecilik konularında öğretmen edasıyla yazılar yazıyor ve kimsenin talep etmediği nasihatlar filan veriyor. Kendisine Tanrı yazar ve yönetici muamelesi yapan gazeteciler eğer tasfiye olacaklarsa ilk sırada kendisinin gitmesi gerekecek.
Onu intihar arzusunu daha belirginleştiren diğer bir kriteri ise 'Bu saatten sonra grupçuluk, cemaatçilik yapmanın mümkün olmadığını' yazıp bunu yapanların da tasfiye olunmasını yazmasıdır. Bir insan cemaatin yayın organının yayın yönetmeniyken bu şekilde yazabilmesi bana enteresan geldi. Acaba kendisinin cemaatten kopmak gibi bir baskı altına alınmış bilinçaltı isyanı mı var ki?

2-TAHA KIVANÇ: O, bir diğer tasfiye kriteri olan fındık- fıstık- yastık mantığıyla köşe yazarlığı yapmak saptamasına uyuyor. 'Otur televizyonun başına (otur gazetelerin başına) incir çekirdeğini doldurmayan olayları izle (oku) oradaki izlenimlerinle bol bol cerzebe yap, sonra bunun adına da köşe yazısı de' diyor Dumanlı yazısında bunların tasfiye edilmesini istiyor. Biz de kabul ediyoruz bunu. Üstelik son zamanlarda yeni düşmanlık hedefi haline getirilen life style yazısı yazmaktan daha da kötü olan bir şey yapıyor Taha Kıvanç. Dedikodu yazıyor o nedenle mutlaka tasfiye edilmeli. Ekrem Dumanlı'nın onu aynen tarif eden bir kriter de koymuş olması bazılarınca cemaat içinde bir güç savaşı olarak görülebilir.

3-MEHMET ALTAN: Grupçuluk yapıp beyin yıkıyor ve de 'öteki' üzerinden düşmanlık aşılayarak kendisine değer biçip avantaj sağlıyor. Dumanlı'nın bu kriterine uyduğu için mutlaka bir an önce tasfiye edimeli.

4-AHMET ALTAN: Zaman Gazetesi Yayın Yönetmeni şöyle yazmış yazısında: 'Yalan yazıyorlar. Yazdıklarının yalan olduğu gün yüzüne çıkıyor, yer yerinden oynuyor ama onlar tınmıyor. Daha da kötüsü araştırmadan kaleme aldıkları yazılardaki (manşetlerdeki haberlerdeki) hatalardan dolayı özür de dilemiyorlar. Bu alışkanlığın sonsuza kadar sürmesi mümkün mü?' Değil tabii ki Ekremciğim o nedenle Ahmet Altan hemen tasfiye edilirse durumun biraz düzelmesi yolunda bir adım atabiliriz bence.

5-YASEMİN ÇONGAR: Dördüncü maddedeki son cümleyi 'Ekremciğim o nedenle Yasemin Çongar hemen tasfiye edilirse durumun biraz düzelmesi yolunda bir adım atabiliriz bence' şeklinde değiştirirsek yeterli olur. Kendimi tekrarlamaktan kurtulmuş olurum.

6-RAGIP DURAN: Türkiye'de kıymetleri kendilerinden menkul bazı isimler vardır. Onlar kendilerini yıllardır çok kıymetli ve bilge kişiler şeklinde lanse ederler. Kendilerini tanımlayış biçimlerinin dibi hiç dolmaz ama bu önemli de değildir çünkü önemli olan kendi kendilerini PR'ı iyi yapılacak konu olarak ele almaktaki becerileridir. Bunlar genellikle solcu ve liberallerden çıkar. Ragıp Duran 'güneşi arkasına alıp uzayan gölgesine secde eden hiçbir kişi manasına da vakıf olamaz, temiz kalplerde de iz bırakamaz' kriterine yüzde 100 uymaktadır. Bu nedenle hemen tasfiye edilmelidir.
BİZİ TASFİYEYİ
DÜŞÜNMEK KİMSENİN HADDİNE DEĞİLDİR
Durum böyle, keşke Ekrem Dumanlı kafasında olan adları da verseydi de davasını daha iyi anlayabilseydik. Benim aklıma gelen tasfiye edilecek gazeteciler isimleriyle onun kafasındakilerin fazla çakışmadığı gibi bir kuşkum var, umarım yanılmıyorumdur. İnşallah ileride şöyle bir deney yapabilme imkanımız olur. Onun tasfiye listesinde yer alacak isimler (Umarım ben de varımdır o listede, yoksa kırılırım) ile benim listemde yer alan isimler tek bir gazetede çalışmaya başlarız da sonra görürüz bakalım okuyucu kimlerin tasfiye edilmesini arzulayacak diye.
Serdar Turgut adı öyle kolay kazanılmadı. Yıllardır her gün yazarak hem de en tuhaf konularda yazarak, okuyucunun alışık olmadığı konulara dalarak, akıntıya karşı kürek çekerek yazılarımı sevdirdim ben. Dolayısıyla beni ve benim gibi insanları tasfiye etmek kimsenin haddine düşmez. Bunu yapacaksa okuyucu okumayı keserek yapar. Ben her dönemde kendime güvendim, bu dönemde de durumun farklı olması için bir neden yok.
Yukarıdaki liste sadece bir zihin jimnastiğinden ibaret tabii ki. Yoksa benim medyanın Goebbels'i olmak arzum yok ve olamaz tabii ki. Benim yukarıda Dumanlı kriterlerini somutlaştırmak için verdiğim isimler bile, en azından bizlere nasıl olunmaması yolunda örnek oluşturdukları için medyada mutlaka kalmalıdırlar.

akşam

Medyada kimler ayakta kalacak
Ahmet Hakan

EKREM DUMANLI - Cemaat gücünü korudukça, “Hocaefendi” duasını eksik etmedikçe, gayret ve himmet sürdükçe, şakirtler her tarafa hâkim oldukça... Ekrem Dumanlı ismi de medyada ilelebet payidar olacaktır...

AKİF BEKİ - Hiç meraklanmasın... Onun Tayyip Erdoğan’a övgüleri sürdükçe... Tayyip Erdoğan’ın da yüzde 40’ın üzerinde oy alma potansiyeli devam ettikçe... Akif Beki medyada hep müdür olur...

HÜSEYİN GÜLERCE - Her konuda “Acaba bu işe cemaat ne der?” sorusu soruldukça, yani “cemaat uzmanlığı” para ettikçe... Hüseyin Gülerce’nin medyadaki varlığı da sürecektir.

HASAN KARAKAYA - İslami camiada cehalet ve küfürbazlık, cihatla eşdeğer görüldükçe... Ve “köy” değneksiz kaldıkça... Bu vatandaş da prim yapmaya devam edecektir...

ŞAMİL TAYYAR - Ergenekon’da dalgalar sürdükçe... Bu arkadaşın “Dalgaların Prensi” olma durumu da sürecektir...

EMRE AKÖZ - Gözü kapalı iktidar yandaşlığı ile gözü kapalı muhalefet düşmanlığı prim yapmaya devam ettikçe... Bu babayiğide kimseler dokunamayacaktır...

Hürriyet

Oray Eğin oray.egin@aksam.com.tr
Murat Belge'ye zorunlu bir yanıt

Geçen günkü Zaman gazetesinde Murat Belge'yle yapılmış bir röportaj vardı. Üniversiteden hocama söyleşinin bir yerinde benimle de ilgili bir soru sormuşlar, o da 'Öğrencimdi, nasıl bir adam olduğunu bilirim' demiş. Beraber geçirdiğimiz ders saatleri ikimizde de karşılıklı birtakım fikirler oluşmasına vesile olmuştur illa ki; bunları geçiyorum.
Son zamanlarda dikkatimi çekiyor, Zaman gazetesi kendince amatör bir 'ödüllendirme' yöntemi olarak işine gelen fikirleri savunan, ya da savunur gibi yapan insanlara sayfalarını açıyor, onlarla röportaj yaptırıyor. O insanlarla röportaj yapılarak bir tür 'teşekkür' ediliyor.
Murat Belge'yle yapılan röportajda benim en çok dikkatimi çeken nokta ortalıkta 'Ben Türkiye'nin en büyük entelektüeliyim' havasında dolaşan, etrafındaki müritleri tarafından 'Tanrımızsın Belge, sana taparız' havalarında ağırlanan bir profesörün sığlığı oldu.
Doğrusu şaşırdım ve üzüldüm. Türkiye'nin siyasi gelişmelerine ve yaşanan sürece tek kaynak olarak gazete haberleri üzerinden bakabilmesine, haberlerin spot diliyle konuşmasına ve derin bir analiz çıkaramamasına... Referans aldıkları da tabii ki kendisinin yazdığı türde spekülatif, yalancı, misyon gazeteleri.
Mesela Türkiye'de herhangi bir şekilde darbe ihtimali olmamasına rağmen böyle bir iklim olduğuna inanmaya ve karşısındaki inandırmaya çalışıyor Belge. 'Dış destek' bulsa TSK'nın darbe yapacağına inandığını söylüyor... Genelkurmay Başkanı'nın açıklamaları bile onu kesmiyor.
Oysa Soğuk Savaş sonrası dünya dinamiklerinin değiştiğini, 'bizim çocuklar'ın yani dış desteğin artık sivil darbe için çalıştığını görmezden geliyor. Darbenin illa askerlerle olmayacağını ya anlamıyor, ya anlatmıyor.
Henüz hakkında herhangi bir hüküm bulunmamasına rağmen Mustafa Balbay'ın gazeteciliğini kendisinde eleştirme hakkı buluyor, onu yargısız infazla kendi akıl mahkemesinde mahkum ediyor... Ama yalancılığı ve manipülasyonu tescilli Taraf gazetesine laf söyletmiyor: 'Belgeli Murat' sahte belge üzerine konuşamıyor.
Bunlar bazı örnekler ama temel problem Murat Belge'nin dünyayı hala geçmiş yıllardaki bakış açısına göre okuma inadı. Bugün artık geçersiz olan kuramlarla dünyayı açıklamaya çalışıyor ve maalesef geri kalıyor; Soğuk Savaş sonrası şekillendirilmeye çalışılan dünyada Türkiye'ye biçilen rolün farkında değil gibi...
Ya da farkında ama söylemek işine gelmiyor... Zira Murat Belge aynı zamanda şeytani bir zekaya sahiptir.
Belki de mecburen böyle konuşuyor... Bilerek bu kadar sığ açıklamalarda bulunuyor...
Ne de olsa yurtdışıyla yakın temasları olan, Batı başkentlerine sıklıkla gidip gelen, oralardaki Sivil Toplum Kuruluşları'yla görüşen, Soros bağlantılı bir akademisyen o.
Olur da işlerine gelmeyecek bir şey ağzından çıksa, neo-con'ların, Washington DC'deki lobicilerin, NGO'ların papağanlığını yapmasa belki de bu bağlantılar kopacak, kabul edildiği kulüplerden dışlanacak.
Hocalığı süresince de ders kitaplarını mükemmel İngilizce'siyle ezberleyip üzerine tek bir özgün fikir katmadan aktaran biri olan Murat Belge'nin bu sığ görüşlerinin açıklaması pekala böyle olabilir.
Akşam

Yeni Şafak gazetesinin hem istihbarat müdürü ve hem de 3 çalışanı bir hafta içerisinde hastanelik oldu


30 Haziran 2009 Yeni Şafak gazetesinde çalışanların peşini şansızlıklar bırakmıyor. Gazetenin hem istihbarat müdürü ve hem de 3 çalışanı birden bir hafta içerisinde hastanelik oldu. Medyaradar sitesinde yer alan habere göre; gazetenin deneyimli muhabirlerinden Ergün Çolakoğlu cumartesi akşamı aniden rahatsızlandı. "Kum döküyorsun" dediler. Ancak Çolakoğlu'nun ağrıları pazar günü iyice arttı. Acilen Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne götürüldü. Apandisiti patlamış, karnına yayılmıştı. Üstelik yarım saat geciktirilse hayatını kaybedecekti. Çolakoğlu halen Haydarpaşa Numune Hastanesi 5.Cerrahi Bölümü'nde yatıyor.

TEŞHİS: MENİSKÜS

Yine cumartesi akşamı gazetenin İstihbarat Müdürü Mevlüt Yüksel'in sol diz kapağı kilitlendi. Yüksel pazar günü hastaneye gitti. Emar çekildi. Teşhis: Menisküs. Yüksel, önümüzdeki hafta sol diz kapağından menisküs ameliyatı olacak.
Bir diğer talihsizlik pazar günü yaşandı. Sabah saatlerinde gazeteye gelmek üzere yola çıkan muhabir Yeşim Bener'in bindiği taksi, şoförünün uyuması sonucunda kaza yaptı. Hastanelik olan Bener'in Emarı çekildi. Sağ kolu, omzu ve boynunun zedelendiği ortaya çıktı.
Aynı gün gazetenin bir diğer deneyimli muhabiri Oktay Memet rahatsızlandı. Sefaköy'deki Rumeli Hospital'a kaldırıldı. Memet'in safrakesesinde 12 cm. taş çıktı. Memet bugün ameliyat olacak.

netgazete

Kim bu gazeteci? Aykut Işıklar, isim vermeden yazdı: "Yanında çalışan stajyer kızları Facebook'tan seçip taciz eden TV mafyası üyesi"

21 Haziran 2009 Bugün gazetesi yazarı Aykut Işıklar, çarpıcı iddialarda bulundu. İsim vermeden eski TV eleştirmeni, sunucu, programcı, gazeteci olarak tanının bir isim hakkında "Yanında çalışan stajyer kızları Facebook'tan seçip taciz eden TV mafyası üyesi" yorumunu yaptı. İşte o yazı...

Haftanın değil yılın TV dedikodusu

Yine Patagonya'ya gideceğim bugün. Ne yapayım bizim ülkemizde herkes o kadar iyi insan ki!.. Yazacak bir şey bulamıyorum. Hele TV'ciler sanki melek gibi. Bu yüzden mecburen (!) Patagonya'daki TV'ciyi anlatacağım.

Kendini haberci filan sanıyor ama aslında soytarı... Hiçbir şey değil demek daha doğru olur. Devamlı birileri ile dalga geçiyor oysa kendisi baştan sona faul. Gerek karakter olarak, gerek görüntü olarak. Eskiden her Patagonya gecesinde karşılaşırdım. Elinde mikrofon dolaşırdı. Davetlerde törenlerde şaklabanlık yaptığı günlerden beri tanırım. Yanıma sokulup 'sempatik delikanlı'yı oynayarak hep sorardı 'Aykut abi ne diyorsun ben ilerde TV'ci olacak mıyım?' Ne diyeceksin ki...' Oldun bile deyip sallardım. 'Oğlum sen bu koca kafan ile bu patlak gözlerin ile ekrandan antipati saçıyorsun. Bu göz kırpma ile halka sevimli görünemezsin. Ekranda görünmek zorunda değilsin, Allah herkesi TV'ci olarak yaratmıyor. Git marangoz filan ol' diyemiyordum. Genç çocuk hayallerinle yaşasın, yıkılmasın diye. Ama böyle içten pazarlıklı olduğunu bilsem...

Şurası da bir gerçek. Tahmin ettiğimden daha akıllı çıktı. Daldan dala konup para kazandı. Hiçbir işte başarılı olamadığı halde yine de hep iş buldu. Haberci de oldu, özel şov programı da sundu. Çünkü çarkın nasıl döndüğünü iyi öğrendi. Önce internet çöplüğündeki bazı şantajcılar ile arkadaş oldu sonra TV mafyasına girdi. Hatta TV programları hakkında yazı bile yazan gazeteci! oldu. Patagonya halkını çok geri zekalı sanıp, showman bile olmaya kalktı. Yani her taşın altından çıktı.

Haa... En önemli konuyu unuttum. Cebi para görüp birkaç ceket alırken, tabii ki arabasını ve eşini de değiştirdi. Yeni eşi zaten yapımcı. Üstelik çok akıllı ve şirin bir kadın. Adama işler yaratıyor. Zaten TV mafyasına karısı tarafından sokuldu.

Buraya kadar tamam. Çünkü Patagonya'da hepsi olağan işler. Kaç kişi var böyle. Halkın 'örnek insan, büyük TV'ci' diye bildiği, ciğeri beş para etmeyen ırz düşmanları...

Ama son aylardaki detaylar önemli. Üçüncü sayfa haberleri çünkü. TV dedikodusundan çok ötede iğrenç boyutlarda. Kahramanımız iyice sapıtmış. Yanında çalışan stajyer kızlara merak sarmış. Kızları da Facebook'tan seçiyormuş. Yani iyice ahlaksızlaşmış. Küçücük kızları Etiler'deki garsoniyerine götürüyormuş. Ne yaptığını anlayın artık. Bir sarışın gitmediği için işten kovulmuş. Çok ilginç karısı da şikayetlere inanmıyormuş... 'Benim kocam yapmaz böyle şey' diyormuş. Hatta bir küçük kızı 'Kocama iftira attın, kocamda gözün var' diye resmen dövmüş. Bu herkesin tanıdığı bir TV yapımcısı... Düşünün artık.

Zamane çocukları, onlarla başa çıkmak zor. Bakın ne planlamışlar. TV'ci arkadaşımız garsoniyerine gidince karısına haber verecekler. 'Git de güvendiğin kocanın halini gör' diyeceklermiş. Hatta bir TV'ci kız (ama peşinden koşulan ve sık sık tacize uğrayan kız) kendini bu iş için feda etmiş. Yakalanmayı göze almış, sırf bu adamın içyüzü ortaya çıksın diye...

Ne dersiniz 2009 yılının Haziran ayında Patagonya'da neler oluyor görüyorsunuz... Üstelik bunların kahramanları kültürlü kişiler. Karısından Allah gibi korkan paranın bozduğu kişiliksizler bunlar. Ben çok kibarca yazdım. Daha neler var da... Patagonya'ya meraklı iseniz araştırın. Ama duyduklarınızı halkla da paylaşın

netgazete

Akşam yazarı Tuğçe Tatari'den şok iddia! "Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever, kendisini eleştiren okuyucu maillerine küfürle karşılık veriyor"

20 Temmuz 2009 Akşam yazarı Tuğçe Tatari, "Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever, kendisini eleştiren okuyucu maillerine küfürle karşılık veriyor" dedi. Tatari'nin yazı şöyle:

"Bir sene önce yazmıştım. Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever'e gelen eleştiri maillerine küfürle yanıt veriliyordu. Mailler CÜ'nün asistanı imzasıyla yanıtlanıyordu.

Ağıza alınmayacak çirkinlikte küfürler içeren mailleri yayınlamış ve Ülsever'den konuya dair herhangi bir açıklama almamıştım. Açıkçası asistanının işine son vermiştir diye düşünmüştüm.

Şimdilerde Cüneyt Ülsever'in okurları yine aynı durumdan muzdarip. Benim mail kutum ise Ülsever'den şikayet eden okur mektuplarıyla dolu.
Mesela bir okur 'Yuh olsun sana bay Cüneyt!' diye bir mail göndermiş, geri dönen cevap 'Beynine oksijen gitmeyen dangalak okur; Ulan süzme salak, ulan şapşal; Belli ki kıçınla düşünüyor, beyninle dışkılıyorsun. Hadi şimdi marş, marş git başka kapıda çemkir. Benden yemini aldın.' Asistan. Tüm hakaretleşmeler culsever@hurriyet.com.tr adresi üzerinden yaşanıyor. Yani altında 'asistan' da yazsa tek sorumlu Cüneyt Ülsever.
Ya Ülsever'in maili hackleniyor ve kendi bunun farkında değil ya da ciddi bir psikolojik problem var ortada."

netgazete

Star gazetesi ile Kanal 24'ün ortağı ve Rixos Otelleri'nin sahibi Fettah Tamince, Hırvatistan'da Aydın Doğan, Ferit Şahenk ve Turgay Ciner'i biraraya getirdi


26 Temmuz 2009 Star gazetesi ile Kanal 24'ün ortağı ve Rixos Otelleri'nin sahibi Fettah Tamince, son otelini Hırvatistan'ın sahil kenti Dubrovnik'te açıyor.

Ultra lüks Dubrovnik Rixos'un açılışına katılmak için çok sayıda misafir ve gazeteci Dubrovnik'te buluştu. Bu açılışın asıl dikkat çeken kısmı ise 4 büyük medya patronunu buluşturuyor olması. Geceye ev sahipliği yapan Fettah Tamince, Aydın Doğan, Ferit Şahenk ve Turgay Ciner'i biraraya getirmiş oldu.

Diğer konuklardan bazıları ise, Telman İsmailov, Fatih Terim, Güneri Civaoğlu, Reha Muhtar, Nazlı Ilıcak, eski bakan Hüseyin Çelik.

netgazete

Bir Soner Yalçın Portresi

29 Temmuz 2009 07:46
Ergenekon karşıtlığıyla dikkat çeken Aydınlık ekölünden gelen Soner Yalçın'ın ilginç portresi...


Perinçek’in son eri!

Zamanla Perinçek’le davalık olmasına rağmen bugün Ergenekon’a taraf yazılar yazan, Aydınlık ekolünden Hüseyin Soner Yalçın, anne tarafından Tercan, baba tarafından Horasanlı bir aileye mensup.

'Nerelisiniz?” dedim. Güldü. “Selanikliyim” dedi, “Medyada yükselmek istiyorsan sen de öyle yap, Selanikliyim de.”

Soner Yalçın söylemişti bunu, kendisine nereli olduğunu soran gazeteciye özel sohbette. Espri yapıyordu, ama kankası Yalçın Küçük’e göre pekâlâ dediği gibi de olabilirdi!

Kamuoyu onu, 1993’te Aydınlık’ta yayımlanan Cem Ersever röportajı ile tanıdı. Daha sonra bunu Binbaşı Ersever’in İtirafları adıyla Doğu Perinçek’in yayınevinden kitaplaştırdı. Onu böyle popüler yapan, Ersever’in, yıllarca varlığı inkâr edilen ancak Ergenekon mahkemelerinde artık tescillenen Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele’den (JİTEM) olmasıydı.

Yani Soner Yalçın, Doğu Perinçek’in Aydınlık ekolünden yetişmiş günümüzdeki önemli temsilcilerinden biriydi. Bunun ne anlama geldiğini birazdan anlatmaya çalışacağız. Şimdi geçelim.

1995’te Aydınlıkçılarla yollarını ayırdığında Doğu Perinçek’le arası iyi değildi. Bütün diğer ayrılanlar gibi o da artık Perinçek için ‘dönekti’. Geçen sürede tarz olarak aynı olsa da ayrı yollardan yürüdüler. Perinçek’in, Aydınlık’ta, Yalçın için ‘aramıza sokuldu’ suçlamalarıyla iyice kanlı bıçaklı olan ikili, zamanla mahkemelik hâle gelmişti.

Fakat bir şey oldu. Türk Solu çevresinin de tespit ettiği gibi ‘özellikle Ergenekon soruşturmasıyla birlikte Soner Yalçın’ın sahibi olduğu odatv internet sitesi işlevsellik kazandı.’ Burada Perinçek için yazılar kaleme almaya başlayan Yalçın, Hürriyet ve odatv’de Ergenekon’u savunan yazılar yazdı, İşçi Partisi’nden Ergenekon tutuklusu Ferit İlsever’i ‘Oradaydım’ belgeseline konuk etti. Bunun öncesinde ise Perinçek, Vatan’da, Sanem Altan’a verdiği röportajda, Yalçın’a, bir anlamda ‘zeytin ağacı (!)’ uzatmıştı. Peki, neler oluyordu? Bir yandan mahkemelik olan Perinçek ve Yalçın ikilisini son süreçte tekrar aynı noktada buluşturan neydi?

Aslında bunun için belli başlı bir sebep yoktu. Zira bir-iki yıl geriye gittiğimizde Perinçek ile Soner Yalçın’ın mesafesini gösteren önemli bir iddia duruyordu karşımızda. Tarih 25 Şubat 2007. Aydınlık Dergisi ‘4 gazeteciye daha teklif edilmişti, reddettiler’ üst başlığıyla birlikte ‘Soner Yalçın’a “Efendi”yi MİT yazıp verdi’ kapağıyla çıkmıştı okur karşısına.

Habere göre, Efendi kitabı, Yalçın’dan önce dört gazeteciye daha teklif edilmiş, onlar bunu kabul etmemişti. Ayrıca, eski mesai arkadaşları Soner Yalçın’ın İngilizce bilmediği ve bilgi alabilmek için arkadaşlarını başkalarına kötülemeyi meşru sayan biri olduğu bilgisine yer veriyordu. Haberin devamında, Yalçın’ın, Tansu Çiller’in başbakan olduğu ilk dönemde, Aydınlık’ın dağıtımla ilgili bir problemini gidermek için Çorum’dan hemşerisi de olan, dönemin MGK Sekreteri Orgeneral Ahmet Çörekçi ile görüşüp sorunu çözebileceğini söyledikten sonra kontrol altına girdiği iddiasına da yer veriliyordu. Bu satırlar da Aydınlık’ın o sayısında yer almıştı: “Aydınlık’taki çalışma arkadaşları, ‘Soner Yalçın o görüşmeden sonra temelli değişti’ diye anlatıyorlar.”

Dergi, Yalçın’ın, Aydınlık’taki en kritik haberi olarak 1994’te, gazete haftalığa döndükten sonra yaptığı haberi örnek gösteriyordu; “Soner Yalçın’ın getirdiği yalan bilgiyle yapılan habere göre Karadayı Türk-İslam sentezci! Soner Yalçın kitaplarını da işte böyle yazıyor!” idi.

Derginin satırlarında gezinmeye devam edelim. Yine Aydınlık’tan aynen aktaralım: “Askerî İstihbarat’ın 2000 yılında hazırladığı gazeteciler raporunda Soner Yalçın’ın adı da geçiyor ve isminin karşısında bağlı bulunduğu kurum şöyle yazıyor: (Mikdat Alpay ekibinden.)”

Aydınlık’ın, 1987 ile 1995 yılları arasındaki eski çalışanı Soner Yalçın hakkındaki kapağı şu şekilde nihayetleniyordu: “Bir general ise, Soner Yalçın, Aydınlık gazetesinden ayrıldıktan uzun bir zaman sonra şunları söylemişti: ‘Biz, Yüzbaşı Cem Ersever’i Aydınlık’a hayatını kurtarması için gönderdik. Ancak Aydınlık önemli bir hata yaparak, Yüzbaşı Cem Ersever’le görüşme işine Soner Yalçın’ı da kattı. Bu yanlış, Cem Ersever’in hayatına mal oldu.”

Evet, Soner Yalçın, bu haber üzerine Perinçek’le mahkemelik oldu. Yalçın’ın 100 bin TL isteğine mahkeme 3 bin TL vererek Aydınlık’ın iddialarının yüzde 3’ünü mü cezalandırmıştı acaba? Öyle ise onlar hangileri idi? Bilinmiyor. Geçelim. (Bu tarz Soner Yalçın üslubudur, hatırlatalım! C.K.)

Perinçek ile Yalçın arasındaki ikinci bir gelişme de 18 Kasım 2007 tarihli Aydınlık’ın kapağından sonra yaşandı. Aydınlık, 1990’lı yıllarda PKK ile yan yana durmasına ve Bekaa’da Öcalan’la görüşüp ondan çiçek alışverişinde bulunmasına rağmen her nedense 18 Kasım 2007 tarihli sayısında PKK’yı MİT’in kurduğunu yazdı. Soner Yalçın da topa girince, ortaya birbirini çok iyi tanıyan iki kişinin ifşaatları çıkıverdi.

Bunun üzerine Soner Yalçın, yine internet sitesinden bu haberin analizini yapan bir yazı kaleme aldı. Yazının başlığı bu sefer ‘Doğu Perinçek aslında kimdir?’ idi. Yalçın, Perinçek’in ‘dün dündür bugün ise bugün’ geleneğinden gelen birisi olduğunu belirtip, bunun nedenlerini sıralıyordu. Buna göre Aydınlık hareketi, 1970’li yıllarda PKK ile mücadele etmişti. Ancak 12 Eylül 1980’den sonra Aydınlık hareketi özeleştiri yaptı ve PKK’ya yakınlaştı. Yalçın’a göre bu yakınlık öyle bir hâl aldı ki, Aydınlıkçılar o zamanki yayın organları 2000’e Doğru dergisinde ‘gerillalar komutan kaçırdı’ tarzı propaganda kokan, yalan haberler bile yapmıştı. Bunun sonucunda ödüllendirilmişlerdi de. Soner Yalçın’dan okuyoruz: “Ödüllerini de aldılar: Öcalan başta Doğu Perinçek olmak üzere üç Aydınlıkçının SHP listesinden TBMM’ye girmesini teklif etti. Ancak Perinçek daha çok milletvekili istedi. Anlaşamadılar.”

Yalçın, devam ediyordu: “1990’ların ikinci yarısından sonra Aydınlık ile PKK arasında soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Son yıllarda Aydınlık, PKK’ya tıpkı 1970’li yıllarda olduğu gibi savaş açtı.” Olayı Uğur Mumcu ile ilişkilendiren Soner Yalçın, Mumcu’nun öldürülmeden önce Öcalan-MİT ilişkisini araştırdığını, o dönemde Perinçek’in ise Öcalan’a Bekaa’da kırmızı karanfil verdiğini’ anlatıyordu yazısında. Bugün ‘PKK’yı MİT kurdu’ kapağı ile çıkan Aydınlık ve Perinçek, o zaman Mumcu’ya en büyük tepkiyi veren kişiydi. Perinçek, Mumcu’yu CIA-MOSSAD ajanlığı ile itham etmişti o zaman.”

Soner Yalçın, bu yazısını “Sahi 1990’lı yılların başında Öcalan’ın istihbarat ilişkilerinden rahatsız olan Aydınlık bugün neden ‘PKK’yı MİT kurdu’ diye haber yapmaktadır. Siz siz olun, Perinçek’in ne dediğine değil, ne demediğine bakın!” diyerek bitiriyordu. Bunun üzerine Perinçek de İP Basın Bürosu Başkanı, Ergenekon tutuklusu Hikmet Çiçek aracılığı ile yaptığı açıklamada, Soner Yalçın’a Aydınlıkçıların geçmişiyle neden uğraşıyorsunuz’ diye sorduktan sonra, bu yazılanları ‘psikolojik savaşın bir ürünü’ olarak gördüğünü ifade ediyordu.

Hüseyin Soner Yalçın da bu açıklamaya bir cevap daha yazarak, “2000’e Doğru Dergisi PKK’nın yayın organı mıydı? Öyle olmadığını söyleyeceksiniz. Peki, neden PKK’nın ‘psikolojik harp merkezi’ gibi çalıştınız? 2000’e Doğru Dergisi’nde bu haberleri neden yaptınız?” sorularını soruyor ve 1989 ile 1991 yılları arasında dergide yayımlanmış bazı haberlerin başlıklarını sıralıyordu.

2007 yılının sonlarında cereyan eden bu karşılıklı atışmada Yalçın, “Perinçek’in dün söylediği ve yazdığını bugün hemen değiştirmesindeki kurnazlığının sebebini anlamaya” çalıştığını anlatıyordu. Ve Yalçın, dün öyle diyen, bugün tersini söyleyen Perinçek’in en çok yarın ne diyeceğini merak ettiğiyle bitiriyordu yazısını.

Aradan biraz daha zaman geçince bu sefer başka bir yayın çıkıyor karşımıza. Vatan Gazetesi, tarih 15 Mart 2009. Sanem Altan, hem Şule Perinçek hem de tutuklu Doğu Perinçek ile bir röportaj yapıyor. Altan, Doğu Perinçek’e soruyor: “Aydınlık hareketine beraber başladığınız Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Nuri Çolakoğlu, Gün Zileli, Soner Yalçın ve daha birçok isimle ayrı düştünüz. Sizi terk ettiler. Hepsi mi hatalı?” Perinçek ne cevap verse beğenirsiniz: “Soner Yalçın kardeşimizi nasıl o listeye yazarsınız!”

Yalçın ise bu sözlere karşılık “Benim derdim değil, onların derdi. Onlara sorun. Ben aynı yolda yürüyorum.” diyordu.

İlginç olan Soner Yalçın ile Perinçek arasındaki yukarıdaki karşılıklı yazışmaları, Yalçın’ın sahibi olduğu odatv’de aramaya koyuluyoruz. Ancak ilgili yazıları sitede bulmak ne mümkün. Yalçın’a soruyoruz, cevabı ‘sitenin deposu dolduğu için arkadaşlar bazı haberleri silmişler.’ oluyor. Silinecek başka haber kalmamış gibi bu seçilmiş. Ertesi gün bakıyoruz, ‘Doğu Perinçek, Uğur Mumcu’nun kemiklerini sızlattı!’ haberi yeniden konmuş siteye.

15 sene önce faili meçhulleri, JİTEM’i ilk yazan olduğunu iddia eden Soner Yalçın, ortada Ergenekon diye bir şey olmadığını düşünüyor bugün. Ergenekon’a inanmamanın kendisine yüklediği görev anlayışı ile olsa gerek, bir yandan mahkemelik olduğu Perinçek’e dair yazılar yazarken geçmişi de hatırlıyor sanki. ‘Bir inanmış adam: Doğu Perinçek’ yazısının giriş cümlesinde şöyle yazıyor mesela: “Evet, çok insanın günahını almıştır. Kafasındaki komplolara inanmış; karşı çıkanlar karşısında cellât kesilmiştir. Keza kuşkuculuğu paranoyaya dönüştürmüştür.” Yazının tarihi 4 Nisan 2008. Yani Perinçek’in tutuklanmasından 10 gün sonra.

Neyse, bunu da geçelim!

Artık asıl konumuza dönelim. Sağlık meslek lisesini bitiren Soner Yalçın, yazları belediyelerde sünnetçilik yaptı. 1987’de 2000’e Doğru’da gazeteciliğe başladı. Çorumlu hemşehrisi, zamanın MGK Genel Sekreteri, sonradan Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi ile görüştükten sonra hayatı değişti. Zaten kendisi için Aydınlık Dergisi de, MİT’te bir kanadı temsil eden Mikdat Alpay’ın ekibinden olduğunu yazmıştı. Ergenekon tutuklusu Ergun Poyraz tarzında çalıştığını iddia edenler de vardı. ‘Soner Yalçın sadece ölüler hakkında yazar’ deniyordu. Çünkü ölülerin tekzip etme imkânları yoktu onlara göre.

Kendisi hakkında Ankara ve Aydınlık’taki çevresi ‘dezenformasyonun efendisi’ yakıştırmasını yapıyordu. Birlikte yazdıkları ve MİT’çi Hiram Abas’ı anlatan ‘Bay Pipo’ kitabının geliri yüzünden de Doğan Yurdakul’la araları da, şimdilerde Yalçın’ın sahibi olduğu odatv portalında beraber olsa da epey süre bozulmuştu. Onunla ilgili söylenenlerden biri de yalan yanlış, ilgisi olmayan insanları suçluyor olmasıydı.

Hatta Vikipedi’deki Soner Yalçın maddesinin altında ‘Meşhur Maliye Nazırı Mehmed Cavid Bey’in torunu’ bilgisi yazılıydı. Bu iddiayı Yaşar Kaya da birkaç yazısında gündeme getirmişti. Yalçın için artık ‘Yandaş Ergenekon’ yakıştırması da yapılıyordu.

Evet, çok az bir araştırma sonucunda Hüseyin Soner Yalçın’la ilgili karşımıza çıkan ilk bilgiler bunlardı. Bunlardan yola çıkarak bir Soner Yalçın portresi pekâlâ yapabilirdik. Ama o zaman Soner Yalçın durumuna düşerdik. Zira Soner Yalçın, aklına ilk düşenlerle yola çıkar, iddialarını kuvvetlendirecek delil peşinde koşmazdı. İnternet sitesinde haberlere attığı başlıkları ile haberlerinin çapının aynı olmaması da bunun önemli bir delili idi. Kafamızdaki kurguya denk düşsün yeterdi. Yazıları ve kitapları için yapılan en önemli eleştiri de buydu. Teşkilatın İki Silahşoru, MİT’i iyi bilen biri olan Mehmet Eymür tarafından yerden yere vurulmuştu: “Sayısız maddi hatalar, hiçbir kanıtı olmayan isnatlar ve hayal ürünü komplo teorileriyle dolu ‘Bay Pipo’yu ‘Türk İstihbaratının Alternatif Tarihi’ olarak tescil ettirdikten sonra şimdi de bir ruh hastasının anlatımlarını yakın tarihimizin perde arkasında kalmış olayları diye Türkiye’nin tarihine mal edecek.”

Efendi 1, Efendi 2, hangi kitabını alsanız hep aynı mantıkla örülmüştü satırlar. Efendi 2’de benim de tanıdığım, aslen Kırımlı bir hemşerimi, kuşku uyandıracak şekilde Sabataycı ilan etmesinden biliyordum bu tarzını.

Biz hem araştırdık, hem yukarıda yer alan bazı iddiaları kendisine sorma yolunu seçtik. Demeç vermediğini söyleyip iddiaları yalanladı. Özeli ile ilgili ise “sünnetçi” iddiasına karşılık “Sünnetçi de olduk ya!” deyiverdi. Hâlbuki onun kitaplarında ne çok kişi Sabataycı olmuş, ne çok kişi başka dine geçmişti; belli ki o bunların farkında değildi, ya da…

Neyse, geçelim!

Peki kimdi aslında Soner Yalçın?

Gazeteciliğe 1987’de başlayan Hüseyin Soner Yalçın, Cemile Hanım ile Mehmet Ali Bey’in oğlu olarak 1 Ocak 1966’da Çorum’da dünyaya gelmişti. Ya da nüfus idaresine o tarihte kaydı yapılmıştı. Annesi rahmetli Cemile Hanım’ın baba tarafı Erzincan Tercanlı idi. Mehmet Ali Yalçın’ın geçmişi ise Horasan’a uzanıyordu. Çorum’a yerleşmişti aile. Mehmet Ali Bey’in babası, yani Soner Yalçın’ın dedesi Beşiktaş Mevlevi Tekkesi’nden Zeynel Abidin diye bir zatın kızı ile evlenmişti.

Cemile Hanım ev hanımı idi. Mehmet Ali Yalçın ise gıda üzerine ticaretle meşgul oldu.

Hüseyin Soner’in hayatı Çorum-Ankara-İstanbul arasında geçti. Emekli Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi, İsmail Beşikçi, Derviş Günday gibi isimlerin yetiştiği Çorum, 12 Eylül 1980 darbesine hazırlık için, bir benzerleri Maraş ve Sivas’ta meydana gelen/getirilen Alevi-Sünni çatışmalarının yaşandığı yerlerden biri olarak hafızalara kazındı. İlki 28 Mayıs 1980’de patlak veren olaylar 4 Temmuz 1980’de kanlı hadiselerle zirve yaptı. Bu hadiselerden sonra merkezden çok sayıda aile Çorum’dan göç etmişti.

Üniversite eğitimine Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’nde başlayan Soner Yalçın, tıp fakültesindeki eğitimini tamamlayamadan okuldan atıldı. Sonra idari bilimler konusunda yüksek tahsile karar verdi. Gazeteciliği sevmesine rağmen neden gazetecilik okumadığına “Okul araçtı bizim için, amaç değil” cevabını veriyordu.

1987’de, 21 yaşında iken 2000’e Doğru’nun kapısını çaldı. Kabul gördü. Ekipte Aydınlıkçı olmayan tek kişi olduğu vurgusunu yapıyordu. Ankara bürosunda uzun süre muhabirlik yaptı. Perinçek, Genel Yayın Yönetmeni, Hasan Yalçın da Ankara Temsilcisi idi 1990’larda. Derginin haber müdürü, bugün Ergenekon’da tutuksuz sanık olan Serhan Bolluk, bir başka Ergenekon tutuklu sanığı Adnan Akfırat da özel haber müdürü idi. Ergenekon’daki bir başka isim Hikmet Çiçek’le Ankara’da beraber çalıştı Yalçın. Ersever’in İtirafları ve Behçet Cantürk’ün Anıları’nı yazarken kendisine en büyük yardımı, 7 yıl beraber çalıştığı Çiçek’in yaptığını söylüyordu. Dergide daha çok “DYP’nin gündeminde artık erken seçim yok” tarzında sıradan siyasi, kısmen de Alevi haberleri yazan Soner Yalçın, 6 Mayıs 1990’da Ankara İstihbarat Şefliğine getirildi.

2000’e Doğru, o zaman Ankara İstihbarat Şefi olan Yalçın’ın ifadesi ile 1989–93 arasında PKK’nın propaganda yayını gibi çıktı. Derginin yayına başladığında kapak dosyaları genellikle bugünkü gibi, her zaman işlediği konulardı: Polis, tarikat vs vs.

Derginin adı 5 Ağustos 1990’da Yüzyıl olarak değiştirildi. Ekibin, bu dönemde, Soner Yalçın’ın da belirttiği gibi PKK’ya destek niteliğindeki yayınları dikkat çekiciydi. Bir haberden dolayı, 4 Eylül 1990’da öldürülen eski müftü, derginin de köşe yazarlarından Turan Dursun’un cenaze töreninden sonra Soner Yalçın ve birkaç kişi gözaltına alındı. Yalçın burada işkence gördü. Ailesi de işin içine karıştırıldı. Bu olay, hayatındaki kırılma noktası oldu. Ailesi ile ilgili hiçbir şey konuşmamaya orada karar verdi. Hayata bakışı değişmişti adeta.

Yüzyıl Dergisi’nin Ankara Bürosu, ‘gizli örgüt’ suçlaması ile 5 Mart 1991’de bir defa daha basıldı. Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Hasan Yalçın ve birkaç kişi 15 gün cezaevinde tutuldu. Ardından dergi yine isim değiştirdi. Bu sefer Aydınlık olarak çıkmaya başladı. 1993 yılı Soner Yalçın için parladığı yıl oldu. JİTEM elemanı Binbaşı Cem Ersever, Aydınlık’a gelerek röportaj verince Soner Yalçın ismi gündeme geldi. Röportajın ardından Cem Ersever’in öldürülmesi olayı daha da gizemli hâle getirdi. Yalçın, Hikmet Çiçek’in ismini göz ardı edip Binbaşı Ersever’in İtirafları kitabını çıkardı.

1993-94’te günlük gazete olarak çıkmaya başlayan Aydınlık’ta, Soner Yalçın’ın ismi 18 Şubat 1995 tarihindeki 400. sayıda haber araştırma müdürü olarak girdi. Ve 1995 senesinde artık Aydınlıkçılardan ayrılma vakti gelmişti onun için. Bütün ayrılan diğerleri gibi o da bir ‘dönekti’ artık Perinçek ve arkadaşları bakımından. Gittiği yer Doğan Yurdakul’un yönetici olduğu Siyah Beyaz Gazetesi idi. Burada fazla çalışmadı.

Ardından televizyon dönemi başladı. Ufuk Güldemir’in başında bulunduğu Show’un Ankara bürosuna sıçradı. Güldemir, 1996’da ikinci kez Star Haber’in başına geçince, Hakan Aygün de Yalçın’dan İstanbul’a gelmesi için ısrarcı oldu. Ufuk Güldemir önce istemese de sonra kabul edip Yalçın’ı haber müdürlüğüne getirdi. Sonra uzun süre Ufuk Güldemir’le beraber yol alan Yalçın, Güldemir’le beraber Star’dan kovuldu; onunla beraber Sabah’a geçti. Yazı işleri müdürlüğü yaptığı Sabah’tan yine Güldemir’le beraber atıldı. Güldemir dahasonra Habertürk internet portalı ile kendi mecrasını oluşturduğunda, Soner Yalçın, kimlik değiştirerek Uğur İpekçi adıyla burada yazılar yazdı. Bu arada Hangi Erbakan, Mehmet Ali Birand’la The Özal, Doğan Yurdakul’la beraber Hiram Abas’ın hayatını ele alan Bay Pipo ve Abdullah Çatlı’yı anlattıkları Reis kitaplarını sürdü piyasaya. Teşkilatın İki Silahşoru kitabı da Bay Pipo ve sonrakiler kadar tartışmalı kitaplardı. Özellikle bu işleri bilenler, MİT’i tanıyanlar bu iki kitabı yerden yere vurdu. Derken Soner Yalçın, Sabataycılığı keşfetti! Uluç Gürkan’ın deyimiyle, Yalçın Küçük gibi perakendeciliği bırakıp toptancı yaklaşımla aklına gelen bütün isimleri Sabataycı yaptı. Bu kitapla vergi rekortmenleri arasına girdi. Bu sefer Efendi’leri ikileyip Müslümanlar arasında ‘zihin’ bulandırmaya koyuldu. Otla saman birbirine karışınca ortaya karışık bir eser çıktı! Ama kitapta adı geçenlerden hep yalanlama aldı. Bilgilerde sarih yanlışları ortaya çıktı. Yalçın tekzip edenleri hiç dinlemedi. Ne Uluç Gürkan’ı kâle aldı, ne Baki Tuğ’un cevabını dikkate aldı. Mehmet Şevket Eygi kendisini mahkemeye verdi. İlk aşamayı Eygi kazandı.

Prof. Dr. Hakan Erdem, Soner Yalçın’la aynı yayınevinden çıkan Tarih-Lenk kitabında Yalçın’ın hatalarının bir kısmına yer verebildi, çoğunu kitap dışında bıraktı.

Zihin bulandırma iddialarına ‘Bir olgu koyuyorum ortaya’ diye cevap veren Soner Yalçın’ın, Mikdat Alpay’ın ekibinden olduğunu ileri sürenler, Alpay’ın 2005’te MİT Müsteşar Yardımcılığı görevinden emekli olmasından sonra Yalçın’ın tarz değiştirdiğini savunuyordu. Ve Yalçın’ın son kitabı, Siz Kimi Kandırıyorsunuz!’u buna örnek gösteriyordu.

Yalçın ise hayatında ne Çörekçi Paşa ile ne de Alpay’la irtibatı olduğunu iddialarını kabul etmiyordu. Türkiye’de Efendi’yi yazdırtacak kadar bir MİT teşkilatı yoktu ona göre.

Efendi 1 için 350 kadar kitap okumuştu, Efendi 2’de daha fazla okuduğunu anlatıyordu.

Hüseyin Soner Yalçın, bir yandan kitaplarını çıkarırken diğer yandan da CNN Türk’te çalışmalarını sürdürdü. Oradaydım belgeselinin yanında Sağır Oda dizisini yaptı, başarılı olamadı. Bu arada bir başka televizyoncu, Cüneyt Özdemir’le beraber CNN Türk’e 5N+1K adlı bir programı hazırlıyordu. Özdemir’le, Proje-ct ismiyle halkla ilişkiler ve yapım şirketi de kuran Yalçın’ın bu ortaklığı uzun sürmedi. Özdemir hisselerini Didem Yalçın’a devretti. 2007 Şubatından itibaren de Doğan Grubu’nun amiral gemisi Hürriyet’te tam sayfa görüşlerini serdeden Soner Yalçın, evli ve bir çocuk sahibi.

Günlük konuşma dilinde, ‘o benim kültürüm’ diyerek ‘inşallah’, ‘âmin’ gibi sözcükleri kullansa da bu onun ateist olmasını değiştirmiyordu. YÖK’e de karşı olan Yalçın, bu arada Sabataycı, Ülkücü, herkesten tehditler aldığını söylüyordu.

Kurtlar Vadisi’nin ilk iki yıllık bölümlerinde danışmanlık yapan Soner Yalçın, dizinin başladığı 2003 yılının 16 Ocağında kendisiyle röportaj yapan gazeteci Ufuk Şanlı’ya verdiği cevapla sanki bugünlere de ışık tutuyordu:

“- Osman Sınav ile birlikteliğinizi sağlayan düşünceyi nasıl tanımlıyorsunuz?”

“Buna kısaca ‘ulusalcı bakış açısı’ diyebiliriz. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu hassas dönem, sıkıntıları gören insanların bir çatı altında toplanmasını sağladı. Türkiye pazarını korumak isteyenlerle, bu pazarı dışarıya açmak isteyenler arasında artık adı konulmuş bir savaş yaşanıyor ve biz bu savaşta aynı taraftayız.”

Durun yahu! O tarihte daha AK Parti iktidara geleli 2,5 ay olmamıştı. Ne çabuk karar veriyorsunuz ülkenin satıldığına! O zaman insanın, ‘ne farkınız var Ayışığı veya Yakamozcularla, ya da ne birlikteliğiniz vardı onlarla?’ diye sorası geliyor. Sahi, Siz Kimi Kandırıyorsunuz!

Neyse, bunu da geçelim.

Bütün bunlara rağmen beni en çok meraklandıran Gülriz Sururi’nin, Soner Yalçın için “Mutlaka kendi kitabını da yazması gerekiyor” diyerek neyi kastettiği. Merakımı arttıran ise Hüseyin Soner Yalçın’ın, Sururi’ye cevaben “Vallahi, ne demek istediğini ben de bilmiyorum.” demesiydi.

Kaynak: Cemal A. Kalyoncu/Aksiyon

CEMAAT ÇAMUR ATIYOR

Bu hafta iki dergide hakkımda yazılar çıktı:
Taraf Gazetesi'ne yakın isimlerin çalıştığı "Yeni Aktüel" ile cemaatin yayın organı "Aksiyon."
Tesadüf mü?
Aslında bunlara yanıt vermeyecektim.
Ancak bu iki yazıyı; samanyoluhaber, zaman, haberciniz.biz, haberpusula, tumgazeteler,postmedya, yurtgundemi, tevhidhaber, aktifhaber,ulusalstrateji gibi onlarca site copy paste yapınca cevap vermek kaçınılmaz oldu.
Yani Cemaat çamur atmaya başladı.
Açıklama yapmamın nedeni üzerimde çamur izini bırakmamaktır.
Bakınız...
Her iki dergideki söyleşi ve yazıda sadece ;
1) kendi adım,
2) rahmetli annemin adı,
3) Aydınlık'a dava açıp kazandığım doğrudur.
Bunun dışındaki tüm bilgiler yalandır.
Yalan bilgiler üzerine inşa edilen yorumlar ise sadece karalamadır.
Bu kadar yalanı-yanlışı-iftirayı sayfalarca yazmak da aslında büyük hünerdir!
Peki...
Hakkımda konuşanlar, sözüm ona biyografimi yazanlar ve bunları copy paste edenler gazeteci midir?
Değildir.
Bunlar psikolojik harbin maşalarıdır..
Bunlar soru sormasını bilmeyen, düşünmeyen, sorgulamayan cemaat kuklalarıdır.
Bunlar google çöplüğünde eşinenlerdir.
Bunun adı gazetecilik değildir.
Bu saldırganlığın nedenini biliyoruz; çünkü bitiyorlar.
Çünkü ne oldukları artık açığa çıktı.
Odatv.com, cemaatin gizli ajandalarını tek tek ortaya döküyor.
Böylesine iftiralarla bizi susturacaklarını sanıyorlar.
Odatv.com'un inandırıcılığına gölge düşürmek istiyorlar.
Ne yaparlarsa yapsınlar; gazetecilikten vazgeçmeyeceğiz.
Habercilikte ısrar edeceğiz.
Biz haberciliği unutan medyaya nasıl gazetecilik yapılacağını gösterme kararlılığındayız.
Biz ne kimseyi seviyoruz ne de kimseye düşmanız.
Biz haberin namusuna inanan gazetecileriz...

Soner Yalçın
Odatv.com
30 Temmuz 2009

Gazete Habertürk'le ilişiği kesilen muhabir Lube Ayar, Fatih Altaylı'yla görüşemeyince tepesi attı: "Sizinle konuşmak için Berlusconi ile yatmam mı lazım?"

07 Ağustos 2009 Ayar daha önce Milliyet gazeteside muhabirlik yapmış ancak Ciner Grubu gazete kurunca Fatih Altaylı tarafından Gazete Habertürk'e transfer edilmiş başarılı bir muhabir. Ancak Ciner Haber Ajansı'nın (CNA) başında bulunan Ramazan Kurnaz bundan yaklaşık bir ay önce Lube Ayar'la yaptığı konuşmasında artık kendisiyle çalışmak istemediğini belirtip ve CNA'da istemediğini söyledi.
Bunun üzerine Ayar, Fatih Altaylı'nın yolunu tuttu; defalarca sekreterine not bıraktı fakat bir türlü olanları anlatmak derdini paylaşmak için Altaylı'ya ulşamadı.
Medyaradar sitesinde yer alan habere göre; olayın üzerinden 1 ay geçti ve Fatih Altaylı programına Teke Tek'te Berlusconi ile para karşılığında birlikte olan Patrizia D'Addairo'yu konuk etti.
Kendisiyle bir türlü görüşemeyen ve bu duruma içerleyen Lube Ayar aldı cep telefonunu eline ve Genel Yayın Yönetmeni olan Fatih Altaylı'ya "Sizinle görüşebilmek için Berlusconi ile yatmam mı gerekiyor" diye bir mesaj gönderdi.
Altaylı bu durum karşısında neye uğradığını şaşırdı.
Bugün olay muhabir Lube Ayar'ın sözleşmesi fesedilerek Habertürk ile ilişkisi kesildi.

netgazete

BİR FATİH ALTAYLI OPERASYONU
18 Ağustos 2009 12:29

Org. Özkök'e yönelik Habertürk Grubu'nun operasyonunun deşifresi.

Habertürk Gazetesi, tüm gücüyle emekli Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ü hedefine oturtmuş durumda. Hem de “saçmalıyor” “kimler genelkurmay başkanı olmuş” “Öcalan’ı aratmayan” gibi nitelemelerle.

Özkök’e yüklenen metinler gazetede hem haber olarak yer alıyor hem de Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı ve Ankara Temsilcisi Muharrem Sarıkaya’nın köşelerinde.

Terör Örgütü Elebaşısı Abdullah Öcalan’ın açıklamalarını en büyük gören gazete Habertürk oldu. Bu durum büyük tepki de çekti. Çoğu gazete, hatta örgütle işbirliği içinde olmakla suçlanan Hükümete yakın, “yandaş” gazeteler bile açıklamaları iç sayfalarda, küçük ve sıradan verdiler.

Habertürk Öcalan’ı çok önemsedi ve açıklamaları manşete çekti. Altaylı köşesinde bugün, “İstanbul’daki Kürt çalıştayına katılanlar okusun diye koyduk” gibi saçma sapan bir açıklama getirse de, kimse bunu yemedi. Habertürk bu konuda açığa düştü.

Gelelim viraj alıp Org. Özkök’e savaş açma boyutuna. Altaylı köşesinden ve gazetesinden Org. Özkök’e, Kürt sorunuyla ilgili yaptığı açıklamalar nedeniyle yükleniyor gözükse de olay farklı.

Altaylı, Org. Özkök’ün “Türkiye” ismini tartışmaya açtığını iddia ediyor ve buradan yükleniyor. Oysa Özkök’ün Milliyet’ten Fikret Bila’ya yaptığı açıklamalara bakan orta düzey okur yazar kişi, Türkiye ismini tartışmaya açmadığını anlardı. Altaylı da anladı elbet ama uzun süredir Org. Özkök’ü dövecek bir fırsat aranıyordu.

Bunun sebebi de Ergenekon Savcıları’na yaptığı açıklamalar. Özkök’ün her şeye rağmen savcılara “üç maymunu” oynaması hesaplanıyordu. Ancak öyle olmadı, Özkök bildiklerini “devlet adamlığı sınırları içinde” ve delilsiz suçlayıcılık noktasına kaymadan anlattı. Bu ipi koparan noktaydı.

Madem Org. Özkök konuştu, o halde klasik olarak ve mecburen ikinci aşamaya geçildi. Daha önce pek çok örneğinde en çok da Ergenekon Davasında gördüğümüz aşamaya. “Konuşanı itibarsızlaştırma” aşamasına.

Org. Özkök konuşmuştu ve artık yapacak bir şey yoktu. İlk fırsatta sözleri itirabsızlaştırılmalıydı. İddianamenin didik didik edilip, sözlerinde bu yönde bir açık bulunamadığı aşikar. Beklenen fırsat, çarpıtma yöntemiyle Fikret Bila’ya yaptığı açıklamalarda bulundu.

Saldırı en ağır ve hiçbir paşaya yapılmadık ölçüde suçlayıcıydı:

“Belli ki, artık PKK’dan gelecek öneriler doğrultusunda bir açılım yapmak mümkün değil. Öcalan’ın sözleri bunu ortaya koyuyor. Zaten onu aratmayan eski Genelkurmay Başkanı’mız var”

Tırnak içi cümleler Fatih Altaylı’nın “Kimler Genelkurmay Başkanı Olmuş” başlıklı köşesinden. Kimler bu ülkede yayın yönetmeni oluyor, dedirtecek kadar ölçüsüz ifadeler.

Özkök’ün herkesi eşek yerine koyup kendisini uyanık zannettiği gibi edep sınırının altında nitelemeler de var yazıda.

Karşısında bir çavuş görse, donunun bağının çözüldüğünü 28 Şubat’ta ve 27 Nisan Muhtırası’nda canlı olarak yaşadığımız Fatih Altaylı nasıl oldu da eski bir Genelkurmay Başkanı hakkında sınır tanımaz noktada?

Ne demiş eskiler; Söyleyene değil söyletene bak!

M. Ertuğrul YÜCEL / Aktif Haber

KONJOKTÜR ERBABI...
Sebahattin Önkibar/Yeni Çağ

Livaneli hakkında bilmedikleriniz

Yıl: 1997.. Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’le Türkmenistan’dayız. Seyahatte Zülfü Livaneli de var.. Akşam Fatih Çekirge, ben ve Zülfü Livaneli çarşı pazar gezmeye ve ardından yemeğe gittik.. Zülfü Bey orada şöyle bir söz etti: “Yahu Cumhuriyet Gazetesi’nden Doğan Akın uçakta beni gördü ama bana saygı göstermedi. Beni görünce ayağa fırlamayan biri Cumhuriyet Gazetesinde nasıl çalıştırılır..” Bu sözler üzerine biz dik ve doğrucuyuz ya, hemen Doğan Akın’ı savunmaya geçtik ve yüzüne karşı Zülfü’yü eleştirdik. Dahası o gün Livaneli hakkında hükmümüzü de verdik. Hemşehrim olan ve babası ile kardeşi millilikleri ile bilinen Zülfü Livaneli sadece kompleksli değil aynı zamanda narsistti. Evet Zülfü Livaneli’ye bazı şeyleri hiç mi hiç yakıştıramıyorum. Tevazu nedir bilmez, ilkesi ve tanımlanabilir bir fikir çizgisi yok. Popüler ne varsa kapağı oraya atıyor. Fikir ve ideoloji onun için statü aracı. Gün gelir Baykal’a karşı olduğu ve kendini solu toparlayacak adam diye gördüğü için Kürtçü bile olur ki bugünlerde o rollerdedir. Oysa hatırlayın revaçta iken bir ara ulusalcı takılmıştı. Tam bir konjonktür erbabı. Kısacası Can Dündar’ın bir başka versiyonu...

Hürriyet yazarından Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'e açık mektup: "Gazeteye mescit isterim"

09 Ağustos 2009 - Akşam yazarı Nagehan Alçı'nın başlattığı mescit tartışmasına Hürriyet Pazar'ın arka sayfa yazarı Ahmet Arsan da katıldı. Bir süredir tatilde olan ARsan, tatil dönüşü ilk yazısında Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ten mescit istedi. İşte o yazı...

Bu bir açık dilekçedir: Hürriyet’te mescit açılsın

Sayın Ertuğrul Özkök...

Sanırım, bilmiyorsunuzdur...

60’lı ve 70’li yıllarda İslami kesimde bir "hidayet romanları fırtınası" eserdi...

Batılı, dejenere, köklerinden kopmuş, şuursuz, yabancılaşmış insanlarımızın, çeşitli vesilelerle özlerine, köklerine dönüşlerini anlatan, edebiyat değeri açısından zayıf, propagandist romanlardı bunlar...

Bu romanlarda "dindarların yaşadıkları zorluklar" bahsine de yer verilirdi.

Zorlukların en başında ise "mescit sıkıntısı" gelirdi.

"Mescit sıkıntısı", okuduğum sayısız hidayet romanının ana temalardan biriydi.

NAMAZ KILAN MÜHENDİS BEY

Olay şudur:

İyi bir eğitim almış ve mesela mühendis olmuş dindar genç, memleketin önemli kuruluşlarından birinde iş bulmuştur.

Çalıştığı modern iş yerinde namaz kılmak istemektedir.

Fakat bunu nasıl yapacaktır?

Bir mescit talebinde bulunsa, nasıl bir tutumla karşılaşacağı ortadadır. Ya Nurcu denecektir kendisine, ya da mürteci...

Bu durumda tek çare vardır:

İşyerindeki müstahdemlere (Dikkat: Müstahdemin namaz kılmasını kimse anormal karşılamaz!) başvurmak...

Müstahdemler, namaz kılma işini, iş yerinin zemin katındaki örümceklerin yuva yaptığı, farelerin cirit attığı kalorifer dairesinin yanındaki boş bir odada çaktırmadan halletmektedirler.

Ve böylece bizim dindar mühendis de, müstahdemlere takılıp namazlarını o izbe yerde kılmaya başlar...

Müstahdemler de gözyaşları içinde "Namaz kılan mühendis bey" olgusunu seyre dalarlar...

Evet... İşte böyle dokunaklı öyküler...

Bugün Türkiye’nin iktidarında olanlar 60’lı ya da 70’li yıllarda bu tür romanları okuyarak yetiştiler...

MESCİTLİ KİŞİLİKLİ YAYIN

Sayın Ertuğrul Özkök...

Sabah gazetesinde mescit açıldığı haberini ilk okuduğumda aklıma bunlar geldi...

Ama bundan daha önemlisi var:

Bir gazetede mescit açılması için...

O gazetenin, ille de kamu bankalarından elde edilen kredilerle satın alınması ve iktidarın emrine tahsis edilmesi gerekmiyor...

İlke basittir:

Gazetenin bir köşesinde küçük bir odada bir "mescit" açarsınız... İsteyen gider namazını orada kılar, istemeyen kılmaz...

Gazetede bar var, kuaför var, spor salonu var... Mescit neden olmasın?

Ha bir de şöyle bir şey var:

Bünyesinde mescit barındıran bir gazetenin, bugünkü iktidarı yeri geldiğinde eleştirmesinin acayip havalı, acayip etkileyici bir edası da olur...

Hadi bir el atın şu olaya da millet, "Mescitli iktidar yalakalığı" ile "Mescitli kişilikli yayın" arasındaki farkı fark etsin...

Onlar hep basında kalacaksa... Gerisi boş iş!
HAŞMET BABAOĞLU

Okuru gerçekten ilgilendiriyor mu, emin değilim.
Ama malum...
Köşe yazarları medya içindeki tartışmaları, çekişmeleri, atışmaları sık sık köşelerine taşıyorlar.
Mesela bu açıdan geçen hafta epey fırtınalı geçti.
Zaman gazetesi yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı köşesinde önce yakın gelecekte "tasfiye olacak gazeteciler" listesi verdi; ardından da "ayakta kalacak gazetecileri" listeledi.
Ortalık bir anda karıştı.
Oysa iki listede de somut isimler yoktu. Tipler, vasıflar vardı.
Fakat gereksiz "gazetecilik dersi" havası bir yana, yalan habercilik ve hakarete dayalı yazarlığın biteceğine dair fazla iyimser bir bakış açısı taşıyordu bu yazılar.
Belli ki, Dumanlı medyayı şöyle bir sarsmak istemişti.
Doğrusu, bunu becerdi de.
Fakat arkası kötü geldi...
Nefret ettiklerini ad vererek listeleyenler; bu listeler sayesinde eski hesaplarını görmek isteyenler çıktı.

***

Bana kalırsa...
Yakın gelecekte tasfiye olacakları veya ayakta kalacakları listelemeye kalkıp hoş hayaller kurmak yerine...
Düzen böyle sürerse merkez medyada hep vazgeçilmez sayılacak gazeteci tipini listeleyip üzerinde düşünmek gerekiyor!
Uzun değil bu liste!
Sadece tetikçiler ve soytarılardan oluşuyor.
Patron çıkarlarının tetikçileri...
Ve yayın yönetmenini eğlendiren (bu vesileyle ve ne hikmetse okuru da eğlendirdiği varsayılan)soytarılar....
Biliyorum tetikçilerin ve soytarıların biri gider, öbürü gelir. Ama bazı gazetelerde bu iki kurum hep el üstünde tutulur.
Eh, böyle bir basından da anca bu kadar güvenilirlik çıkar.

***

Tetikçiler ve soytarılar işlerini nasıl görürler? Belirleyici nokta budur.
Tetikçiler, kurumsal çıkarlar adına haber ve yazı kisvesi altında sağa sola ateş ederken esas olarak düşmanlık ve nefret üretirler.
Soytarılar ise yayın yönetmenlerinin sırt sıvazlamalarıyla halkı aşağılarlar; hakaret dolu sözlerini mizah veya zekâ olarak yuttururlar. (Bu soytarıların hakaretlerine bir kez karşı çıkmaya görün, "küfürbaz" diye yaftalanan siz olursunuz da şaşar kalırsınız!)
Düzen böyle sürüp gider işte!

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2009/08/21/onlar_hep_basinda_kalacaksa_gerisi_bos_is



En son Ekim tarafından Pts Ağu 24, 2009 9:46 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ağu 21, 2009 11:33 pm    Mesaj konusu: Medyada kim kimi nasıl tasfiye edecek Alıntıyla Cevap Gönder

Hocaefendi'nin Prensleri Aydın Doğan'ı Kurtaramadı
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
13.09.2009

Doğan Yayın Holding’e kesilen muazzam vergi cezası, bugünlerde medyadaki züğürtlerin çenesini acayip yoruyor. Çenesini yormayanların başında –züğürt olmadığı için olsa gerek- her zamanki gibi Hürriyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök geldi.. Cezanın açıklandığı gün, umreye gittiği için içkiyi bırakıp bırakmayacağına dair bir yazı yazan Özkök, ertesi gün olaydan hiç bahsetmemenin biraz tuhaf kaçacağını düşünmüş olmalı ki açıkça “Batabiliriz” mesajı veren başka bir yazı kaleme aldı.

Peki, Aydın Doğan’a “Efendim, Tayyip Bey aldı başını gidiyor. Ne CHP, ne MHP, ne de TSK artık onu durduramaz. Kasımpaşalı’yı frenleyebilecek iki odak var. Biri Utah’taki, diğeri Çankaya’daki…Gelin biz Tayyip’in şerrinden Hocaefendi’ye sığınalım” aklını veren kim?

Tabii ki Ertuğrul Özkök…

Nasıl sığınılacaktı Hocaeefendi’nin himayesine?

“Aracılar” vasıtasıyla…

Kimdi o aracılar?

Kim olacak, jöleli Eyüp ile Akif…

Jöleli için, “Aydın Bey, bu çocukta istikbâl var. Hem Hocaefendi ile arası çok iyi, biliyorsunuz yeni trend cemaatçilik. Gelin biz bu yetenekli arkadaşı yazarlarımız arasına katalım” diyen kim?

Şarapsever Ertuğrul…

Aydın Bey’in “Yahu kimdir bu çocuk, tanımam etmem” şeklindeki yaklaşımı üzerine Eyüp Can’ın Zaman’dan Hürriyet’e devşirilmesi tehlikeye girmesin diye Doğan’ın kızlarına Jöleli için kulis yapan kimdir?

Yine Şarapsever Ertuğrul…

Şarapsever’in gazına gelen kızlar, Aydın Bey’e gidip “Baba, biz bu Eyüpcan’ı çok sevdik, n’ooolur alalım onu” diye şirinlik yaparak babalarının kalbini yumuşatmışlar mıdır?

Yumuşatmışlardır.

Peki, işler karışmaya ve grup üzerindeki baskılar artmaya başlayınca, gemiyi Utah limanına yanaştırma politikasının mimarı Şarapsever Ertuğrul ne yapmıştır?

Eyüp Can’ı gazetede üst düzey yetkili konumuna getirmiş, “Bir de takviye yapmak lazım” diyerek o günlerde Başbakan tarafından azarlanmaktan ve getir götür işlerine koşturulmaktan depresyona girmiş olan Akif’i Radikal gazetesine yamamıştır…

Başbakan’dan şamar yedikçe Başbakanlık muhabiri döven Akif’in tek marifeti, “Ne güzel azarlandın Akif” dedirtecek hareketler değildir.

Kendileri, ABD’de Kanal-7 temsilcisiyken, “Ülkenin gezilip görülecek yerleri” kapsamında Türkiye’den gelenleri Hocaefendi ile buluşturma görevini de üstlenmişlerdir.

Örneğin, bugün Ergenekon davasının sanıklarından olan eski AKP ve Genç Parti milletvekili Emin Şirin, vaktinde ABD’de Hocaefendi ile Akif’in aracılığı sayesinde bir araya gelebilmiştir. Bu ziyaretler sırasında Akif, gözleri yere dikili ve bacakları dizden bitişik şekilde oturmakta, Hocaefendi izin vermedikçe söze karışamamaktadır. Gelenlere gül suyu dökme işini yaptığı da söylenmiştir ama ben bunun tezvirat olduğunu düşünenlerdenim…

Şarapsever'in strateji dehâsına göre bu ikisi, Edi ile Büdü gibi, Aydın Bey’in başı sıkıştıkça Hocaefendi’ye koşup lojistik ve manevi destek alacaklar, böylece Tayyip Bey’in kontrolsüz öfkesine set vurulacaktı.

Bu dahiyâne planın bir diğer “yandan çarklısı” da hürriyet.com.tr'nin başına getirilen Fatih Çekirge olup, kendisi Doğan Medya’nın Çankaya şubesi olarak vazife yapmaktadır.

Hürriyet’in internet sitesinde Abdullah Gül ile ilgili haberlerin altına eleştirel yorum bile alınmamaktadır. Bu arkadaşın, Star gazetesindeki meşhur “Hikmetyar’la dizdize” manşetinin mimarı olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır? Tayyip Bey’in tüylerini diken diken eden bu şahsın, Abdullah Bey tarafından baş tacı edilmesi belki de sadece tesadüften ibarettir; kim bilir?

Gelinen noktada Aydın Bey, TÜSİAD’ı ve Koç Grubu’nu bile lâl eden büyük bir vergi cezasıyla karşı karşıya kalmıştır, Şarapsever'in planı çökmüş, “Hocaefendi’nin prensleri” ünvanıyla makam, mevki, para sahibi yapılanlar çürük çıkmıştır.

Bu ikisi ya Hocaefendi nezdinde itibarları olmayıp Aydın Bey’e kakalanmışlar, ya da Şarapsever'in planının tam tersine (Belki Şarapçı’yı da aralarıan alarak) karşı casusluk faaliyetinde bulunmuşlardır.

Kısacası, Aydın Doğan kandırılmış, Jöleli’nin karısının zorlama kitaplarına ödenen trilyonluk telifler başta olmak üzere bir sürü avanta da sokağa atılmıştır.

Şimdi ne yapıyorlar?

Hiç. Şarapsever, “Valla batacak gibi görünüyoruz” şeklinde ortadan felaket tellallığı yapan yazılar döşeniyor.

Jöleli, kendini “gazeteciliğe” verdi. Doğan Medya Grubu hakkında 3.755 milyar TL ceza öngören rapor ile Citibank’a verilen cezanın raporunu aynı kişinin yazdığını ortaya çıkıp müthiş bir gazetecilik yaptı!

Kardeşim, seni “gazetecilik” yapasın diye mi oraya getirdiler?

“Akif ne yapıyor “ diye soracak olursanız, kendisi “Medya grubunun Aydın Doğan sonrası yeniden yapılandırılması konusunda kafa yoruyor.

Geçenlerde “Medya Efendilerinin Raconu” diye bir yazı yazarak,

“Bedelini Aydın Doğan’ın ödeyeceği bir kavgayı başlatma, büyütme, sürdürme hakkı kimindir?” sorusunu gündeme getirdi.

“Efeyi efe yapan, kızanlarıdır. Kolpacı çakalların düşmanlığı değil, dostluğu bozar efeyi.
Etrafında toplandıkları gün, efenin kirlenmeye başladığı gündür.Efelerin değişmez yasasıdır.

Töreye, racona karşı gelinmez.O töre der ki; tuzak kurmayacaksın, pusu atmayacaksın... Arkadan hançerlemeyecek, kiralık katil tutmayacaksın.Talihsiz efelerin akıbeti, çakal-meşrep kızanların eline düşmektir.O tarz kızanların talihsizliği de, bir gün efelerinin tepesinin atacak olmasıdır.Benden söylemesi” dedi…

Söyledikleri de doğru hani..

“Kolpacı çakal” lafından bir tek Ahmet Hakan alındı nedense..

Allah geçinden versin ama bu olaylar Aydın Bey’in yaşlı kalbini yorabilir. “Godfather”ın lokması döküldükten sonra “Utah’a yanaşalım” siyasetinin sorumlularından ve arabayı duvara toslatanlardan kim hesap soracak dersiniz?

Taha Kıvanç
Medyada kim kimi nasıl tasfiye edecek

Medyada 'tasfiye' ihtimali, günün üzerinde en çok mürekkep tüketilen tartışması; herhalde televizyonlar da tartışmayı ekrandan sürdürüyordur. Eli kalem tutan, gazetelerde köşesi olanlar ortak bir konu bulup işlemeye başladı mı, onu ülkenin en önemli sorunu sanmaları da arkadan gelir... Bütün Türkiye'nin 'Kürt sorunu açılımı'nı bir tarafa bırakmış “Medyada kimler tasfiye olacak?” sorusuna cevap aradığını sanıyor medyamız...

Konuya çok önce giriş yapıp diyeceklerimi dediğim için bu kez tartışmanın dışında kalmak istiyordum. Olmadı, olamadı. Bir Hürriyet yazarı beni 'Türk matbuatı tasfiye kurulu' başkanlığına lâyık gördü; Akşam yazarlarından biri de, aynı gün, hazırladığı 'medyadan ilk tasfiye edilecekler listesi'nde ikinci sıraya beni yerleştirdi.

Her ikisine de teşekkür ederim.

Konuyla ilgili ilk yazımı geçen yıl (26 Temmuz 2008, 'Gerçekler de yalan söyleyebilir') okumuştunuz. Birkaç ay önce (15 Mayıs 2009, 'Bu ne nefret, bu ne sevgisizlik') konuya tekrar dönmem gerekti.

Medyada bugün yürürlükte olan düzenin 27 Mayıs (1960) sonrasında ihtilâlciler tarafından oluşturulduğuna inanıyorum ben. Bir bankanın parasıyla 'Öncü' adında bir gazete çıkardı ihtilâlciler; bugünlerde çeşitli gazetelerde köşeleri tutan yaşı kemale ermişlerin çoğu o gazetede görev almıştır.

Öncü'nün tespit edebildiğim ana kadrosu ilginç isimlerden oluşuyor: Yazı işleri müdürü Altan Öymen, istihbarat şefi Oktay Ekşi'ydi. Orhan Duru, Nilüfer Yalçın, Oktay Kurtböke, Mustafa Özkan, Mete Akyol, Mehmet Ali Kışlalı, Mustafa Ekmekçi, Yaşar Aysev, Erdoğan Tokatlı, Hıncal ve Öcal Uluç kardeşler...

Kadrodan Altan Öymen ile Oktay Ekşi 27 Mayıs sonrasının Kurucu Meclisi'nde üyelik de yaptılar. Arkasındaki sermaye çekilip Öncü gazetesi yönetim değişikliğine uğrayınca, Altan Bey Bonn'a basın ataşesi, Oktay Bey de Londra'ya büyükelçilik mahalli kâtibi olarak atandı (1962). Altan Öymen ile yurda dört yıl sonra aynı gün döndüğünü Oktay Ekşi'nin anlatımından biliyoruz...

Yukarıdaki kadro sonraki yıllarda gazete ve dergilerde önemli konumlara gelerek kendilerinde 'umut' gördükleri gençlere de el verdi... Bir örnek: Şimdilerde Hürriyet'te orta sayfayı işgal eden yazar, mesleğe, Öncü kadrosunun 12 Mart (1971) öncesinde çıkardığı 'Yankı' dergisinde Ankara'da başladı; yıllardır Sabah'ın orta sayfasını işgal eden Öncü kadrosundan Hıncal Uluç'un çıkardığı 'Erkekçe' dergisiyle İstanbul'a geçti. Şimdi de Öncü kadrosundan Oktay Ekşi'nin başyazarı olduğu Hürriyet'te...

Tesadüftür...

12 yıl kesintisiz süren '90 Dakika' programının NTV tarafından 'izlenmediği' gerekçesiyle âniden bitirilmesini bir türlü anlayamadı Hıncal Uluç; oysa sonu getiren gelişme, son katılan program konuğu Hürriyet yazarıyla başlayan ilgi azalışıydı...

'İyi günde, kötü günde birbirini kollama' alışkanlığı bazen aleyhte sonuçlar da doğurabiliyor.

Şöyle bir özelliği de var bugüne kadar süregelen bu düzenin: İçinde yer alanlar birbirleriyle sürekli paslaşarak dayanışıyor -hatta bazen yalancıktan kavga eder gibi de yapıyorlar-, 'ötekileri' de elele vererek yıpratmaya ve mümkünse yok etmeye çalışıyorlar...

Yeni hedefleri Ekrem Dumanlı; iki yazısıyla medyadaki yanlışlıklara değindi diye demedikleri kalmadı Zaman'ın yayın yönetmenine...

Hürriyet'in pop sosyologu bile 'tasfiye edilecek gazeteciler listesi' hazırladığını ileri sürerek ayıpladı kendisini. Gerçi söylediği şeylerin çoğuna katılıyormuş, ama... “Mesleğin kriterlerini saymak ve o evsafa uymayan gazetecilerin tasfiye edileceğini tebliğ etmek başka bir şey” imiş...

Oysa Ekrem Dumanlı yazılarında 'mesleğin kriterlerini saymak' dışında bir şey yapmamış, herhangi bir isim için 'tasfiye edilmeli' dememişti...

'Pop sosyolog' lâkabı boşuna değil, o masum yazıdan şu sonucu da çıkardı: “Sadece iş dünyası ve medyada değil, belli ki, çok daha geniş çerçeveli bir 'toplumsal tasfiye' planı uygulamaya konuyor.”

'Komplocu' zihin herhalde böyle çalışıyor...

Aynı yazar tarafından birkaç ay önce kaleme alınmış bir yazıyı hatırlatmanın bir yararı olur mu, emin değilim. Emin değilim, çünkü 'tutarlı olmak' nicedir mesleğin gereği sayılmıyor; biraz da 'pop sosyolog' sayesinde... Mehmet Barlas, 'gazeteciler.com' sitesinden alarak, Hürriyet yayın yönetmeninin 26 Mayıs 2009 tarihinde kimlerin 'tasfiye edileceğini' yazdığını hatırlatıverdi...

Ben her fırsatta hayranlığımı belirtmeden edemiyorum ya, sebebi bu işte...

Mehmet Barlas'la aynı görüşteyim: Bugünlerde yaşadığımız medyayla ilgili tartışma, gazetecileri değil patronları daha fazla ilgilendiriyor...

Bazı gazeteciler kendi patronlarını tasfiye ediyorlar...

Patronlarından bu kadar mı nefret ediyorlar sahi?

Yenişafak

23 Ağustos 2009
Gülay Göktürk/Bugün
"Kabile"den kovulmayı göze almak

Livaneli'nin Bekir Coşkun'un hışmını çeken yazısını biliyor olmalısınız; öyle çok söz edildi ki, tekrar özetlemeyeceğim.
Geçen gün Bekir Coşkun yazıyor: Zülfü Livaneli onu aramış. Sen ki benim en sevdiğim yazarsın, tüm duygularımı paylaştığım insansın, benim hakkımda böyle bir yazıyı nasıl yazarsın; ben böyle bir yazıyı hak etmedim, demiş...
O da biraz yumuşamış bunun üzerine; ama hepten de indirmemiş yelkenleri; esas olarak onu okurlarına havale etmiş.
Şimdi, Livaneli gayet iyi biliyor ki, bunlar uyarı yazılarıdır. Üstü iyice çizilmeden önce kendisine bir şans daha verilir. Geçen gün yazdığı gibi bir yazıyı bir daha yazmazsa affedilir, insanlık hali, herkesin kafası karışabilir, denip unutulur.
Ama bir daha yazarsa...
İşte o zaman "kabileden kovulur."
Ben böyle bir yazıyı hak etmemiştim, diyor Livaneli.
Hangimiz hak etmiştik ki...
Hangimiz can dostlarımızdan ahlaksızca iftiralar duymayı, üç kuruşa satılmakla, vatan hainliğiyle, şeriatçılıkla suçlanmayı hak etmiştik...
İlk başta ağır gelir, kabullenemezsin. "Bu işte bir hata var, yakında beni anlayacaklar" dersin ama aylar, yıllar geçer bir türlü "anlamazlar." Bu arada birçok insan, yeni yolunda yürürken eski dostlarına göz kırpmak için hiçbir fırsatı kaçırmamaya çalışır. Yeni müttefiklerinin yaptığı en ufak bir hatanın üstüne atlar; eleştireceğim bir şey çıksa da farklılığımı ortaya koyabilsem diye fırsat kollar; çıkınca da abartılı bir biçimde verip veriştirir. Hatta bu uğurda sık sık çiğlik etmeyi de göze alır. Böyle yaparsa, her fırsatta muhalefet şerhi düşmeyi ihmal etmezse ve her lafına "Elbette eleştirilecek yanları var" diye başlarsa kendisini gözden çıkarmayacaklarını umar. Ama bu umut boşa çıkar. Zamanla umudun yerini kızgınlık alır.
Oysa onların anlamaya niyetleri yoktur. Zaten sorun anlayışsız oluşlarında değil, cesaretsiz oluşlarındadır.
Tıpkı Livaneli'nin böyle bir yazıyı sekiz on yıl önce değil de şimdi yazabilmesinin sebebinin anlayışsızlık değil, cesaretsizlik oluşu gibi...
Aslında, Zülfü Livaneli'nin yazısında dile getirdiği fikirleri yeni keşfettiğini düşünmüyorsunuz herhalde... O ve onun gibi nice solcu-sosyal demokrat, AK Parti iktidarının daha ilk iki yılından itibaren farkındalar durumun garipliğinin. Sağla solun, ilericilikle gericiliğin, statükoculukla reformculuğun -her ne derseniz deyin- eski adreslerinin değiştiğini, siyasi yelpazenin eski koordinatlarının tamamen kaybolduğunu uzun yıllardır görüyorlar. Ama akıllarının kabul ettiğini duyguları kabul etmiyor bir türlü.
Şu akıl dediğimiz şey, "iç tutarlılığı sağlamak uğruna" öyle oyunlar oynar ki insanoğluna... Öyle ince taktiklerle, öyle güzel kandırır ki kendi kendini, şaşar kalırsınız.
İşte burada da olan budur. Akıl, bu uyumsuzluğu çözmek üzere devreye girip, duygusal durumla aklı yeniden "uyumlu" hale getirebilmek için bütün maharetiyle gerekçeler üretir. Ve bu gerekçelerle insan yıllar yılı kendini kandırabilir.
Ama bir gün, kimileri için kandırılmaya dayalı bu hayat artık çekilmez hale gelir ve entelektüel namus bütün cesaretini toplayıp isyan eder.
Evet, gerçeği görmek akıl meselesi değildir; cesaret ister. Bu cesaret de en başta insanın kendi kendine karşı cesaretidir. Kendisine karşı dürüst olma; sonra kabileden kovulmayı ve sudan çıkmış bir balık kadar yalnız kalmayı göze alma cesaretidir.
Şimdi hep beraber Zülfü Livaneli'nin bu cesareti gösterip gösteremeyeceğini izleyeceğiz.
Bakalım, "en sevdiği" yazarlarla ters düşmeyi; "tüm duygularını paylaştığı" eski çevresi tarafından aforoz edilmeyi göğüsleyebilecek mi?
Daha da zoru, eski 45'liklerini dinleyerek büyüyen solcu hayran kitlesini hayal kırıklığına uğratmayı göze alabilecek mi?
Allah kolaylık versin.

Haşmet Babaoğlu/Sabah
Şaşırmadım, üzüldüm!

Geçen Cumartesi basının öteki ağır abileri gibi Hasan Pulur da Sezen Aksu'yla dalga geçmenin dayanılmaz hafifliğine kendini kaptırmış.
Şaşırmadım hiç.
Üzüldüm.
Peki Pulur'un yazısına "her nefs ölümü tadacaktır" ayetini (Al-i İmran; 185) koymasına; üstelik bunu bir hadis sanmasına...
Bu sözü kullanarak siyasi bir espri yapabileceğini düşünmesine...
Şaşırdım mı?
Hayır!
Biliyorum ki, kırk yıl boyunca basının baş köşelerinde yer alan ve "duayen" sayılan meslektaşlarımızın toplumun inançları ve kültürü hakkındaki "bilgi ve görgü"leri gerçekte bu kadardır.

Bu Konuda Vatandaş ne diyo?

Ne DuayeniApankuvanKörlerle sağırlar birbirini ağırlar misali, duayenlik payesini bunlara kim vermiş. Ömürleri çöplüklerinde ötmekle geçmiş bu zavallıların siz sadede dini konularda mı yetersiz bilgiye sahip olduğuna inanıyorsunuz. Hayır, her konuda böyleler.. Halkına yabancı, müstemleke münevverleri(!) mübarek ramazanda açtırmayın ağzımı..
26 Ağustos 2009 Çarşamba 19:03
Bu sene de kurban Hac Mevsimine Rastladı.memettoHürriyet gazetesinin bu ilginç haberini unutmadık unutmayacağız.bu haberin üzerinden 15 yıl geçti ama haLa kurban ibadeti, Hac farizası ile çakışmaya devam ediyor.Olasılık yasalarını alt üst eden bir olgu!!!!!
26 Ağustos 2009 Çarşamba 18:03
çakma duayenlerKAMİLYILMAZkitabın ortasından konuşur babaoğlu.eyvallah.yol göründü çakma duayenlere e.özkök ün bugünkü yazısını okuyun.korkuyu farkedeceksiniz.
26 Ağustos 2009 Çarşamba 17:41
haklıadamadam haklı, duayen(ne demek se) gazetecı gecınenlerın cogunun dını ımanı para oldugu ıcın normaldır.
26 Ağustos 2009 Çarşamba 17:28

AYDINLARIMIZAklı Selimİşte ülkemizin acı gerçeği yıllardır aydın deiler bbizde yedik ülkede milletine devletine küfretmek aydınlığın ilk adımı oluyordu. milletin değerleri ile dalga geçmek hatta bilmedikleri değerleri hafife almak aydınlıktı cehaletin koll gezdiği iki süzülü ecnebi cümleleriyle köşeler işgal edip eline sıkıştırılanları yazan sözüm ona yazarlar nihayet takke düştü kel göründe ne bilelim altın yoktuki tenekeyle kıyas edelim şimdi kıyas yapma imkanı oldu işler değişti hadi kolay gele
26 Ağustos 2009 Çarşamba 16:35
BRAVO VE TEŞEKKÜRLERXXXX XXXXSAYIN HAŞMET BABAOĞLU BRAVO TEŞEKKÜR EDERİM. BİZİM MEDYA CAHİL CÜHELA OLMASAYDI. HALK CAHİL CÜHELA OLMAZDI. HALKIDA CAHİLLEŞTİREN, HURAFEYE TAPAR HALE GETİREN, LAİKLİĞİ İÇKİ İÇMEKTEN İBARET SANILIR HALE GETİREN BU CAHİL VE CÜHELA MEDYADIR. BU MEDYAYI BIRAKIN BANA SANA BAŞKASINA; KENDİ KENDİSİNE SAYGISI OLMAYAN BİR MEDYA HALİNE GETİREN İŞTE O CAHİL CÜHELA MEDYANIN KENDİSİDİR. SANA YENİDEN TEŞEKKÜR EDERİM. HEPİMİZ VE HERKES TÜRK'TÜR. NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!
26 Ağustos 2009 Çarşamba 16:37
can'aahmetKuran Allahın Kelamıdır.
26 Ağustos 2009 Çarşamba 17:08

http://www.aktifhaber.com/news_view_comment.php?id=241559

Tuğçe Tatari
tugce.tatari@aksam.com.tr
Kendi 'açıklarından' bahset Sevilay

Elbette bazılarınız onun varlığından haberdarsınız. Sabah'ta yazmaya başladığı günden beri saldırmadığı kimse kalmadı. En sükseli hamlesi ise Çalık Grubu'na geçer geçmez eski patronu Fatih Altaylı'yı satması oldu.
'Saldırgan gazeteci' kabulümdür. Ancak Sevilay Yükselir'in saldırganlığının sadece şöhret amaçlı olabileceğine inanıyorum. Gazeteci geçmişinin lekesiz olması gerektiğini bilir. Leken varsa yokmuş gibi davranamazsın. Çünkü birilerine saldırırken senin de geçmişinin araştırılacağını bilirsin...
Hemen geçelim konuya: Sevilay Yükselir kendisine verilen köşede sık sık gazetecilik ahlakı ve etiği üzerine ahkam kesiyor. Mesela diyor ki, 'Bir gazeteci ancak işsizse ticaret yapabilir. Ama işsiz değilse hesabını sormak lazım'.
Oysa bundan sadece birkaç yıl önce Ufuk Güldemir 'Gazetecilikle şahsi kazançları birbirinden ayıramadığı, konumunu kocasının işleri için kullandığını' tespit edip kendisine kapıyı göstermişti.
Habertürk'te yaptığı işe de kısaca bakalım: Haftada bir gün yarım saat belediye başkanlarını konuk ettiği bir program hazırlıyordu. Programına bulduğu sponsoru, daha sonraları yönetime 'sponsor şantajı' yapmak için kullanacaktı. Hazırladığı programların en dikkat çekenleri canlı yayında çözmeye çalıştığı belli bir konuydu. Avcılar'da bir mahallede toprak kayması yaşanıyordu ve Sevilay Yükselir, KadirTopbaş'la kıran kırana bir 'mahalle' kavgası içindeydi, canlı yayında. Sonra anlaşıldı ki Yükselir o mahallede oturuyor. Derdi de basın gücüyle 'Bizim mahalleyi afet bölgesi ilan et, bize para öde'ydi...
Bilmem dikkatinizi çekti mi, Yükselir rüştünü ispat etme çabasını, 'Ben ustalar tarafından yetiştirildim' mesajı ile Ufuk Güldemir'in adı üzerinden yapıyor. 'Büyük usta Ufuk Güldemir'le geçen o muhteşem 4 buçuk yıl' tarzında cümleler kuruyor. Oysa ben biliyorum ki Güldemir kendisini gazeteci olarak kabul etmediği gibi yaka paça işten attı. Neyse... Gelelim medyadaki konumuyla kocasının ilişkilerine... Mustafa Yükselir kömür alır ve kömür satar. İşi budur. Çoğunlukla belediyelerdir kömür sattıkları. Mustafa Bey kömürcülükten hemen sonra Cem TV'nin Genel Koordinatörü oldu.
Her zaman 'Abi ya! Yap bize bir kıyak' şeklindeki konuşmasıyla tanınan Yükselir, 'Abi kocam burada dursun, ben sizi destekleyeyim' tarzı bir anlaşmayla bunu sağlamıştır. Ancak Cem TV karı-koca Yükselir'leri tatmin etmemiş olsa gerek ki, Yükselir'in son günlerde kocasını TRT'ye transfer etmek için tam güç kulis çevirdiği konuşuluyor.
Tabii AKP'ye yakınlık mesajlarının verilmesi ihmal edilmeden... Kendisine 'köşe yazarı' sıfatı verilen Sevilay Yükselir'in, Ciner Grubu'nda çalışırken de 'TMSF'yle bütün işleri ben hallediyorum' duruşunda olduğu, bir süre sonra bu duruşun yönetimin kulağına gittiği ve rahatsızlık yarattığı biliniyor. Bir de kendi hakkında 'AKP hangi gazeteciye Çankaya Belediye başkanlığı adaylığı teklif etti?' başlıklı yalan haber yaptırdığı ortaya çıkınca, Ciner Grubu tarafından sınırların zorlandığına karar verildiği biliniyor.
Yani işin özeti: Sevilay Yükselir 'Benim gibi iyi bir gazeteciyle kim çalışmak istemez ki' diyor ama çalıştığı kurumlar arkasından yaka silkiyor, 'esnaf' benzetmesi yapıyor. Benim tek anlamadığım şey ise şu: Çalık Grubu, Sevilay Yükselir'i işe almadan önce geçmişine baktı mı? Eskiden çalıştığı medya kuruluşlarına sordu mu? Şimdi Sevilay Yükselir'in defteri açıldı, ama henüz sayfaları karıştırmaya başlamadık... Bunlar sadece birinci sayfada yazılanlar...Ve işin bu safhasında şunu söyleyebiliriz: Eğer Çalık, işe almadan önce Sevilay Yükselir'i araştırsaydı, Yükselir şu anda Sabah gazetesinin sütunlarını değil bulmacasını dolduruyor olurdu.

Akşam

Sevilay Yükselir/Sabah
Bingoooo! Sıra bende...

Yurt dışındayım iş için. Türkiye'de neler olup bittiğini takip edebilmek pek mümkün olamıyor ama sağolsun arkadaşlar beni yakından ilgilendireceğini düşündükleri mevzuları telefonla bildirmeyi ihmal etmiyorlar. Duydum ki, Soner Yalçın denen zat-ı muhteremin kendilerine dair yaptığım eleştirilere pek bir canı sıkılmış!
Öyle canı sıkılmış ki yine her zaman ki yöntemini kullanarak, yani yalan, dolan ve iftira dolu bir metinle aleni bir şekilde saldırıya geçmiş bana karşı.
Demiştim size... İşte bunlar canlarını sıkan herkese böyle saldırdılar. Yani, "At sen çamuru, tutmazsa bile izi kalsın" kafasıyla...
Şimdi sıra bende!
Epeyce çalışmış Soner ve tayfası hakkımda atıp tutabilmek için... Eee tabii adam kallavi bir istihbaratçı. Türkiye'de binlerce insanın sabetayist olduğunu ortaya çıkaran bir Soner Yalçın için ben neyim ki!
Eşimin kömür pazarlamacısı olduğundan tutun da, toprak kayması nedeniyle kaybettiğim evime, çalıştığımız işyerlerimize dair tüm bilgileri toplamış, sonra da altına alabildiğince döşenmiş yalan ve iftiralarını...
Ama minik kuşları onu fena yanıltmış...
Mesela kömürü eşimin sattığını, benim de ona yardımcı olduğunu yazdırmış kankasının köşesinde.
Vallahi yalan!
Çünkü, kömürü eşim değil bizzat ben satıyordum... Hem de kapı kapı dolanarak... İkimiz de İletişim Fakültesi'ni bitirip gazete ya da televizyonlarda iş bulamayınca bir aile dostumuzun sayesinde kömür pazarlaması yapan bir şirkette çalışmaya başladık pazarlamacı olarak. O yıl kömür satışından kazandığım paralarla kalktım dil öğrenmek için İngiltere'ye gittim. O arada eşim pazarlamada ustalaştı. Döndüğümde bölge müdürü olarak buldum karşımda. İşte o İstanbul Üniversitesi gazetecilik mezunu olan ancak hayatını idame ettirmek için kömür pazarlaması yapan adamla hayatımı birleştirip ve sonra da onun yanında çalışmaya başladım...
Uzatmayayım... Kömür İstanbul'da yerini doğalgaza bırakmaya, küçük Denizde büyümeye başlayınca çok ama çok sevdiğim mesleğime yani gazeteciliğe yeniden dönmeye karar verdim... Ama tabii benim jet sosyetenin göbeğinde olan "Beyaz Türk" bir teyzem, medyatik arkadaşları olan bir anneciğim yok! Uzun süre iş bulamayınca yaşadığım bölgede yayın yapan yerel bir gazetede çalışmaya başladım. Sonra bir gün usta Yalçın Bayer'in kapısını çaldım," Ulusal basında bir yol açsın bana" diye...
2002 yılının Haziran ayıydı...
Bana, "Bağımsız ve işsiz gazetecilerin adresi" sloganı ile yayın hayatına giren Habertürk'ü işaret etti. Sağolsun aradı rahmetli Ufuk Güldemir'i; "Bak bu kız iyi habercidir. Pişman olmazsın" diyerek referans oldu...
2007'ye kadar Yalçın Ağabey'imin yüzünü karartmadan çalıştım Ufuk Güldemir'in yanında. Kendimi bu yüzden çok şanslı kabul ediyorum her zaman. Çok şey öğrendim ondan. En başta, yalana, dolana sarılmadan habercilik yapmanın hangi ritüelleri gerektirdiğini... Gün oldu bağırdı, gün oldu sarıldı... Yaptığım bir haberden sonra başarımı övmek için Habertürk'teki yetkililere attığı o sms'leri hala gözüm gibi saklarım. Miadı geçmiş olsa da o mesajların saklı olduğu eski telefonumu ara sıra alıp tekrar tekrar okurum...
Hele de ben ayrılmaya karar verdiğim gün tüm müdürlere gönderdiği o son mesajı... Melih Meric'e, eşi Gaya'ya ve diğerlerine...
Tüm bu gerçeğe rağmen, "Ufuk yaka paça attı Sevilay'ı Habertürk'ten" diye yazmışlar...
Ha bir de programıma sponsor olan kişileri şantaj aracı olarak Habertürk'ün yöneticilerine karşı kullandığımı...
E be alçaklar... Hadi bana saldırmak için kocama, aileme iftira ettiniz anladım...
Peki, her alanda adını kullandığınız, üzerinden prim yaptığınız, sayesinde adam olduğunuz Ufuk Güldemir'i niye bu işe karıştırdınız.
Hiç utanmadınız mı, arlanmadınız mı, benim şantajcı olduğumu, UG gibi bir ustanın da bu şantaja para için boyun eğdiğini yazmaya...
Ha hadi söyleyin bana!

Medyadan Portreler: Kasabın Oğlu Şıh Şamil
Fatma Sibel Yüksek

Ergenekon sürecine damgasını vuran Ankaralı gazeteci Şamil Tayyar’la ilgili yazı yazmayı hep erteledim. Sebebi şu: Ergenekon soruşturmaları sırasında her türlü hukuksuzluğa, iftiraya ve insan haklarına aykırı uygulamalara maruz kalanlar, haklı olarak kızacaklar ama ben Şamil Tayyar’ı her şeye rağmen severim. Cellatın kalemi olma konusunda birbiriyle yarışan soysuzlar sürüsüne karşı duyduğum tiksintiyi, Tayyar’ın yazdıklarına değil ama kendisine hiçbir zaman duyamadım. Belki de “sınıfsal” bir psikolojik dayanışmadır bu. Bizim gibi toplumun alt tabakalarından gelip, dişiyle tırnağıyla –vebal üstlenerek de olsa-medyada dikiş tutturmaya çalışmasını, içten içe anlayışla ve hüzünle karşılıyor da olabilirim…

Zaten, yoksul cenahtan gelip de medyada ayakta kalabilmenin kuralları pek azdır ve katıdır. Ya akşama kadar kapı bekleyip Anadolu Ajansı ile birlikte giriş-çıkış saatlerini büroya bildiren, kendisine ait hiçbir kişiliği ve fikri olmayan, işten atılma korkusuyla yaşayan bir amele olacaksınız;

Yada, şayet sizi bu zavallı kölelerden ayıran bir zekanız veya yeteneğiniz varsa bunu, iktidarlarla her zaman (kimin iktidarı olursa olsun) kucak kucağa yaşamış olan medya baronlarına, onların belirlediği şartlarda kiralayacaksınız. Alternatifi işsiz kalmaktır, çoluk çocuğunuza ekmek götürememektir, yalnızlığa mahkûm edilmektir.

Şamil Tayyar, kişilik kumaşı ve yıllardır ruhunda tortu oluşturan “değerim bilinmedi” duygusu itibarıyla kendi yolunu bu şekilde seçmiş bir arkadaşımızdır. Bu arkadaşımız, yandaş medyadaki kariyerine, islamcı medyadan gelen badem bıyıklıların ilk başlarda sahip olmadıkları sağa sola saldırma yeteneğini kiraya vererek başlamıştır. Badem bıyıklıların giderek eşi benzeri görülmemiş bir cüret ve özgüven kazanması, artık Tayyar’dan daha okkalı küfür ve iftira savurabilen nesiller yetiştirmeye başlamasıyla, bu arkadaşımızın misyonu sona eriyor gibidir.

Belki bunu hissettiği içindir, kendisini özellikle son günlerde kontrolsüz bir öfke selinin önünde sürüklenirken izliyoruz. Mehmet Bekâroğlu ile giriştiği polemikte kendini tamamen kaybedip ağabeyi yaşındaki bu kişiye “Kimsin sen lan” diyebilmiştir. Bekaroğlu, Ankara’da siyaset yaptığı yıllarda tanıdığımız kadarıyla kimseyi kırıp dökmüş bir insan değildir. Gazetecilerle de arası hep iyi oldu. Acaba, Şamil Tayyar ile bu noktaya gelecek ne geçti aralarında? Mesele sadece “Bana Ergenekoncu dedin” meselesi mi? Desin, ne olacak? Şamil Tayyar, oturduğu apartmanın görevlisini bile çöpleri geç aldığı için “Ergenekon bağlantılı” ilan edebilecek kadar kendini paranoyaya kaptırmış bir kişilik, Şamil dedi diye Bekaroğlu’nun Ergenekon’cu olduğuna kim inanır?

Yalnız, Mehmet Bekaroğlu’nun Star gazetesi tarafından “Ergenekoncu” ilan edilmesinde şöyle gözden kaçmış bir tehlike var:

Bekâroğlu, “Tüketici Test” adlı bir derginin reklam satış elemanlığından AKP’nin destekleriyle “medya grup başkanlığına” kadar yükselmiş olan Mustafa Karaalioğlu üzerinde çok emeği olan bir isimdir. Karaalioğlu, Ankara’da herkes tarafından dışlanmış fakir bir gazeteciyken, Bekaroğlu kendisine kol kanat germiş, evinde yatırmış, sahip çıkmıştır. 28 Şubat döneminde Yeni Şafak’ın Ankara temsilciliğini yapan Karaalioğlu, parasızlıktan evini Ankara’ya taşıyamadığı için Ulus’taki Elif Otel’de yatıp kalkardı. O dönem, oda- kahvaltı fiyatı 10 TL olan bu otelle Yeni Şafak’ın sahipleri anlaşmışlardı. Yeni Şafak’ın sahipleri öyle cimri adamlardır ki, temsilcilerini doğru düzgün bir otelde barındırmadıkları gibi, Elif Otel’e günlük 10 lira ödememek için kök söktürdüler. Bu otelin belki hâlâ alacağı vardır.

İşte o dönem, RP milletvekili olarak Oran Şehri’ndeki Meclis lojmanlarında oturan Bekâroğlu, cimri patronlar sayesinde bakımsız kalmış olan Karaalioğlu’nu evine götürür, temiz çarşaflarda yatırır, banyosunu yaptırıp üste bir de mükellef kahvaltı verirdi.

Şimdi, Mustafa Karaalioğlu’nun yönettiği Star gazetesinde Mehmet Bekaroğlu’na “Kimsin lan sen” diye yazılar yazıyorlar. Kahpe dünya işte!

Bu şartlar altında Bekaroğlu çıkıp, yukarıda anlattıklarımızı ve daha fazlasını anlatır, “İşte o benim” derse ne olacak? O da şöyle bir yazı mı yazsın: “Ulan Ben Senin Patrununun Aç Karnını Doyurmuş Adamım Cibiliyetsiz!”

Karaalioğlu’nun eski velinimetine yapılan bu hakaretleri nasıl karşıladığını bilmiyoruz. Bu konu Tayyar’la aralarında epey sorun olmuş olmalı ki Şamil, “Her bedeli ödemeye hazırım” diye yazılar yazdı.

Bekâroğlu’nun Şamil Tayyar tarafından “Ergenekoncu” ilan edilmesinin bir diğer “tehlikesi” de şu:

Eğer Bekaroğlu Ergenekoncuysa, evinde yatırıp kaldırdığı Mustafa Karaalioğlu’nun da Ergenekoncu olma ihtimali vardır. Yazdıkları iddianamelerde , karı-koca ilişkisini bile “örgüt ilişkisi” kapsamına sokan savcıların mantığıyla bakarsak, bunun böyle olması gerekir..

Gelelim, yazımıza neden “Kasabın Oğlu Şıh Şamil” başlığını koyduğumuza..

Bu başlığın öyküsü şu:

Geçtiğimiz aylarda, Şamil Tayyar’ın katıldığı bir televizyon programına İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in avukatı Hasan Basri Özbey telefonla bağlandı. Konu tabii yine Tayyar’ın Fethullahçı çeteden servis edilen iftiraları hiçbir elemeye tabi tutmadan ard arda sıralaması..Tartışmanın bir yerinde, Tayyar her zamanki saygısızlığıyla Özbey’e “Sen avukat diplomasını kasaptan mı aldın?” diye bir soru yöneltti. Son derece beyefendi bir kişiliğe sahip olan Özbey şaşırdı haliyle, böyle bir mahalle ağzına ne cevap vereceğini bilemedi.

Şimdi sıkı durun...

Kasaplık mesleğini bu kadar aşağılayan Şamil Tayyar’ın babasının mesleği nedir biliyor musunuz?

Şamil Tayyar’ın babası Gaziantepli bir kasaptır.

Kuşkusuz, hepimizin babası gibi, evladını alın teriyle okutup “adam ettiği” için eli öpülecek bir babadır. Kasaplık mesleği de bütün meslekler gibi saygıyı hak eden bir meslektir. Bir zamanlar Şamil Tayyar da böyle düşünüyor olmalı ki Sabah gazetesinden atılıp işsiz kaldığında, gazeteciliği tamamen bırakıp Ankara’da kasap dükkânı açma planları yaptı. Yani bugün aşağıladığı baba mesleği, yeri geldiğinde insanın kimseye muhtaç olmadan, onuruyla yaşaması için bir can kurtaran olabiliyor. (Ben de işsiz kaldığım dönemlerde, veteriner kliniğinde köpek tıraş etmiştim meselâ . Bildiğim tek meslek buydu ve oradan kazandığım üç kuruş ekmek parasının bereketini anlatamam size…)

Şamil Tayyar keşke yoluna babası gibi onurlu bir kasap olarak devam etseydi…Hiç değilse ileride çocukları, iftiralarla insanların hayatını karartan, makam ve para için polisle işbirliği yapan, iktidar sahiplerinin cellatlığına soyunan bir babanın çocukları olma utancını yaşamazlardı.

Uzatmadan, “Şıh Şamil” meselesine de açıklık getireyim. Şamil Tayyar’ın nüfus cüzdanındaki adı “Şıh Şamil”dir..”Şıh”, bildiğiniz gibi halk arasında “Şeyh” yerine kullanılan kelimedir. Belli ki babası, oğluna Kafkas kahramanı Şeyh Şamil’in ismini vermek istemiş, o devrin eğitimi yetersiz nüfus memurları da deftere halkın kullandığı şekliyle “Şıh Şamil”olarak yazmışlar.

Arkadaşımız, adının önündeki “Şıh” ismini de kullanmıyor.

Herhalde, kasabın oğlu olmaktan utandığı gibi, “Şıh” olmaktan da utanıyor…
AÇIK İSTİHBARAT

Şıh Şamil "28 Şubat'ta Darbe Şakşakçısıydı"
Gazete Vatan
03.09.2009

(Açık İstihbarat : Sitemiz yazarlarından Fatma Sibel Yüksek'in Medyadan Portreler: Kasabın Oğlu Şıh Şamil yazısı ile birlikte okuyunuz)

SP’li Mehmet Bekaroğlu, kendisi için ‘Ergenekoncu’ diyen Şamil Tayyar’a yanıt verdi...

Saadet Partisi’nin radikal söylemleriyle tanınan ismi Mehmet Bekaroğlu, Star gazetesindeki köşesinden kendisini “Ergenekoncu” ilan eden Şamil Tayyar’a yeniHarman dergisinden yanıt verdi.

Başar Başaran’ın sorularını yanıtlayan Bekaroğlu, Tayyar’ın 28 Şubat sürecindeki tavrını hatırlatarak, “Ben dünün zalimlerine yaptığım gibi bunların da karşısına dikiliyorum” dedi.

İşte Bekaroğlu’nun açıklamalarından öne çıkanlar:

Şamil Tayyar geçtiğimiz günlerde Numan Kurtulmuş ile yediği bir yemeği anlattığı yazısında sizden ve Veysel Candan’dan ‘Ergenekoncu’ diye bahsediverdi.

Ergenekon bir darbe teşebbüsünün adı ise size bir anlamda ‘darbeci’ tanımı atfeden bu yazıyı okuyunca ne hissettiniz? Sizce neden böyle bir tanımı hak ettiniz?

Sadece bu kadarla kalmadı, kendisine bazı hatırlatmalar yapıp cevap verince daha da çirkinleşti, saldırdı, hakaret etti. Bana yapılan bu saldırı ilk değil. Daha önce de belli bir çevre, sürekli olarak Şamil Tayyar gibi tetikçiler kullanarak üzerime geldi, gelmeye de devam ediyor.

Ben baştan beri Ergenekon soruşturmasını destekledim, bunu Türkiye’de hukuk devletinin tesis edilmesi için bir fırsat olarak gördüm. Buna rağmen ben ve benim gibi düşünen bir sürü insan en azından Ergenekon’u desteklemekle suçlandık.

Bunun nedeni, Ergenekon’un bir darbe soruşturmasından çıkartılıp siyasetin aracı haline getirilmesidir. Bazı çevreler, kendilerine teslim olmayan, bağımsız davranabilen ve olup bitenleri sorgulayan herkesi Ergenekonculukla suçlayarak etkisiz hala getirmeye çalışıyor. Ben siyasi iktidarı ve siyasi iktidarla işbirliği yapan bu çevreleri eleştiren bir insanım.

Özellikle 29 Mart seçimlerinde mevcut iktidara ve onunla iş tutan çevrelere ciddi eleştiriler getirdim. Bu eleştiriler, onları iyi tanıyan birisinden geliyordu, içten bir eleştiriydi, vicdanlara hitap ediyordu ve etkili oldu. Dikkat ederseniz, bu eleştirilerime hiç cevap vermediler, veremediler.

Yaptıkları şey, çamur atmak oldu. Bugün yaptıkları da bundan farklı bir şey değil.

“İşçinin emeğinin karşılığını vermeyen, sendika hakkını gasp eden dindar işverenle laik işverenin ne farkı var?”

diye sordum. Buna verecekleri bir cevapları olmadığı için “Sen Ergenekoncusun” çamurunu atıyorlar.

'BUGÜNÜN GÜÇ SAHİPLERİ DÜNÜN GÜÇ SAHİPLERİ GİBİ'

28 Şubat çok zor bir dönemdi. Psikolojik savaş işkence düzeyine varmıştı. Milli Görüşçü, İslamcı, Müslüman olarak bilinenlere hayat hakkı tanınmıyordu. Üniversite hocasından kasaba, bakkaldan bürokratına kadar tüm dindar insanlar yargısız infazlara tabi tutuldu.

Ben KTÜ’de ‘örnek mürteci’ olarak seçilmiştim, Atatürk düşmanlığı, Cumhuriyet karşıtlığı ile suçlandım, yargılandım. Sadece bana değil ilkokulda okuyan kızıma bile saldırdılar, arkadaşları ‘baban gerici’ diye sıralarında oturtmadılar.

Bugünün güç sahipleri dünün güç sahipleri gibi davranıyorlar, bunlar da daha öncekiler gibi insaf ve adaletli olmayı ihmal ediyor, iktidar güçlerini kullanarak insanları mahrum ediyorlar, zulmediyorlar. Ben dünün zalimlerine yaptığım gibi bunların da karşısına dikeliyorum. Olay budur.

Bu duruma şaşmıyorum. Ben yalnızlıktan korkmuyorum, iktidar sahiplerinizden çekinmiyorum. Onların bana verebilecekleri bir zarar yok. Onlar mahrum ederek, yalnızlaştırarak zarar veriyorlar. Beni mahrum edebilecekleri hiçbir şey yok, ben onları zaten elimin tersiyle itmişim. Yalnızlıktan da korkmuyorum. Kaldı ki beni yalnızlaştırmaları da mümkün değil. Bu söylediklerim meydan okumadır ama büyüklenme değil. Ben isimsiz insanlarla, sokaktakilerle birlikteyim, beni onlar hiç yalnız bırakmıyor.

'BU ZAT SAHİBİNİN SESİDİR'

Bakın, bu Şamil Tayyar tipi insanlara her dönemde rastlanır.

Bilmiyorum, siz bu Tayyar’ı ne kadar tanıyorsunuz? Bu adam 28 Şubat’ta darbe şakşakçısıydı. 28 Şubat sonrasında yapılan 1999 seçimlerinde ara dönem partisi DSP’den milletvekili adayı oldu.

Sonra bir başka 28 Şubat partisinden aday adayı oldu. Daha sonra işler değişinde, ‘demokratlığa’ dümen kırarak AKP’ye aday olmak için başvurdu. Bu arada ‘iyi istihbaratçılar’dan aldığı bilgilerle Ergenekon kitapları yazdı.

Denk geldi, bu kitaplardan iyi para da kazandı. Şimdi köşesinden kendisine imkân sağlayanlara yaranmak için herkesi karalıyor, hakaret ediyor, küfrediyor. Bu zat sahibinin sesidir, kendisinin hiçbir önemi yok.

Siz esas oğlanlara bakın. Bu esas oğlanlar, bir taraftan mevcut derin devletle mücadele ediyor gibi görünüyorlar ama öbür taraftan kendileri yeni bir derin devlet inşa ediyor. Bu derin devlet öncekinden faksız, bunlar da en az öncekiler kadar otoriter ve totaliter, bunlarda da kendilerinden olmayanlara hayat hakkı tanımıyor.

'BAŞ DARBECİYİ BAŞKÖŞELERDE AĞIRLIYORLAR

'Kenan Evren'in Çankaya Köşkü'nde ağırlanmasının hatırlatılması üzerine...

Ne garip değil mi, darbelerle mücadele edenler baş darbeciyi başköşelerde ağırlıyor. Bu ayıp onlara yeter. Bu ülkede darbelerin anası 12 Eylül’dür. Yüz binlerce insanın işkence tezgâhlarından geçirildiği 12 Eylül’ü unutmamalıyız.

Ben 12 Eylül’le hesaplaşmadan bu ülkede demokrasi ve hukuk devletinin inşa edilemeyeceğini düşünüyorum. Benim darbem senin darben ayırımı yapanlara da acıyorum. Hala 12 Eylül anayasasını değiştiremeyenler, hala Geçici 15. Madde ayıbını kaldıramayanların bu ülkede demokrasi kuracaklarına inanmak akla ziyandır.

"Yılmaz Özdil, Hürriyet'in pisliği; bu yüzden temizlenmeli..." Star yazarı Şamil Tayyar'dan öfke dolu yazı


28 Ağustos 2009 - Star gazetesi yazarı Şamil Tayyar, bugünkü yazısında, vekillerin özel plaka isteğini yeren Hürriyet'in sivri dilli yazarı Yılmaz Özdil'i isim vermeden sert bir şekilde eleştirdi. Tayyar'a göre, milletvekillerine hakaret eden Yılmaz Özdil, Hürriyet'in pisliği ve mutlaka temizlenmeli... İşte o yazı...

Hürriyet'in pisliği

Hürriyet'in bidon kafalı yazarı, kırmızı plaka önerisini eleştirirken “O TBMM yazılı kırmızı plaka bunları destekleyenlerin götüne takılmalı ki, bunları desteklemeyenler de bilsin, kimin sayesinde sağlanıyor bu geçiş üstünlüğü” demiş. Kıyamet kopuyor.
Tepki büyük. Samimi olmak gerekirse, niye kızdıklarını anlamış değilim.
Kafasıyla kıçı (biz biraz kibar olalım) yer değiştirmiş bir yazar müsveddesinden daha ne bekliyorsunuz?
Pisliği Hürriyet temizlesin. Bu zat plaka takmaya çok hevesliyse Aydın Doğan'a koşsun, o daha yakın.

netgazete

Milliyet yazarına şok! intihal iddiası mahkemelik

[img]http://www.medyasavar.com/thumbnail.php?file=hasan_pulur_886975937.jpg&size=article_medium[/img]

2009-09-06
Alman mahkemesinin kararıyla "intihal" iddiaları kesinleşen Hasan Pulur'a yeni davalar geliyor! Ayrıntılar


Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur'un, "Berliner Abendblatt" isimli Alman gazetesinde Türkçe yazılar kaleme alan Nazmi Kavasoğlu'un yazılarından intihal yaptığı Hamburg Eyalet Mahkemesi kararıyla kesinleşti.

Kavasoğlu şimdi tazminat için yüksek mahkemeye gitmeye hazırlanıyor. Milliyet gazetesinin yayınlandığı 7 Avrupa ülkesinde de Pulur aleyhine dava açılacağı belirtildi.

Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur aleyhine Alman mahkemesinden şok bir karar geldi. Milliyet'in tanınmış yazarlarından Hasan Pulur'un Berlin Abentblatt gazetesinde Türkçe yazılar kaleme alan Nazmi Kavasoğlu'nun yazılarından "aşırma" yaptığı Hamburg Eyalet Mahkemesi kararıyla kesinleşti. Hamburg Mahkemesi, Nazmi Kavasoğlu'nun Berliner Abendblatt Gazetesi'nde 14.07.2004, 21.07.2004, 04.08.2004, 11.08.2004, 18.08.2004 ve 01.09.2004 tarihlerinde yayımlanmış 6 yazısı ile Hasan Pulur' un "Bizden Olanlar" ismini verdiği ve Türk insanını değerlendirdiği 18 Eylül 2005 ve 30 Ekim 2005 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yayımlanmış yazıları arasında benzerlikler tespit etti.

Gazeteci-yazar Nazmi Kavasoğlu, yazılarından intihal yapıldığını fark edince Aralık 2008'de Hamburg Eyalet Mahkemesi'nde avukatı Makro Pietruck aracılığıyla Milliyet'in Almanya şubesi olan Milliyet Verlags-und Handels GmbH aleyhine 5 bin euro tutarında manevi tazminat davası açtı.

İlk kez böyle bir davayı görüşen Hamburg Mahkemesi, 6 kişilik bir yeminli tercüman ekibi kurdurup davaya konu olan bütün yazıları Almancaya tercüme ettirdi ve bu yazıları titiz bir şekilde inceledi. Aylar süren incelemeden sonra Hamburg Mahkemesi 28 Ağustos 2009'de konuya ilişken gerekçeli kararını açıkladı. Cihan, Hamburg Mahkemesi'nin 10 sayfadan oluşan gerekçeli kararına ulaştı.

Buna göre Hamburg Eyalete Mahkemesi, Milliyet yazarı Pulur'un Kavasoğlu'nun yazılarından intihal yaptığına hükmetti ve Pulur'u 500 euro manevi tazminat ödemeye mahkum etti. Ayrıca Pulur'un mahkeme masraflarını da ödemesine karar verdi. Gerekçeli kararda intihal yapılan metinler de ayrıntılarıyla yer aldı.

PULUR ALEYHİNE YENİ DAVALAR YOLDA

Milliyet yazarı Hasan Pulur'un intihal yaptığının mahkeme kararıyla kesinleşmesinden sonra, Kavasoğlu şimdi maddi tazminat davası açmaya hazırlanıyor. Kavasoğlu'na yakın bir ismin Cihan'a yaptığı açıklamaya göre Nazmi Kavasoğlu şimdi Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi'ne gidecek ve Pulur ve Milliyet aleyhine maddi tazminat davası açacak.

Ayrıca Milliyet gazetesinin yayınlandığı 7 Avrupa ülkesinde de söz konusu gazete ve yazarı aleyhine benzer davalar açılacak. Pulur aleyhine Türkiye'de de yargıya başvurulacak. "Tenfiz davası" olarak nitelendirilen bu sembolik dava mahkemeye intikal etmeyecek; ancak Almanya ve Türkiye arasındaki ikili hukuk anlaşmaları çerçevesinde Almanya'daki dava metni Türkiye'de yayınlattırılacak.

Alman Liyakat Nişanı sahibi Türk gazeteci yazar Nazmi Kavasoğlu, 1 milyon 340 bin tirajlı Berliner Abendblatt gazetesinin Türkçe sayfalarının editörlüğünü yapıyor ve ilavelerdeki köşesinde Türkçe yazılar kaleme alıyor. Şu an itibariyle Amerika'da bulunan gazeteci-yazar Kavasoğlu'nun Almanya'ya dönüşünde konuyla ilgili bir açıklama yapması da bekleniyor.
medyasavar

Habertürk'ün yeni yazarı Umur Talu, Hürriyet gazetesinin yayın politikasını eleştirdi: "Bir gün Anıtkabir'i, diğer gün peygamberi kullanıyorlar"

07 Eylül 2009 Sabah'tan Gazete Habertürk'e transfer olan Umur Talu, İstanbul’un köklü ailelerinden birine mensup. Büyük Dedesi Recaizade Ekrem 19. yüzyıl Osmanlı edebiyatının önemli temsilcilerindendi. Dedesi Ercüment Ekrem Talu da edebiyatçı ve gazeteciydi. Babası Muvakkar Ekrem Talu da ailedeki yazarlık geleneğini sürdürdü ama spikerlik ve bir dönem futbolculuk hep önde gelmişti. Umur Talu da dedeleri gibi İstanbullu. İlk ve orta öğrenimini Galatasaray Lisesi’nde tamamladı. 1980’de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden mezun oldu. 12 Eylül 1980 darbesinden kısa süre sonra gazeteciliğe başlayan Talu, önümüzdeki pazar, yine bir eylül günü, Gazete Habertürk’te okurlarıyla buluşacak. Bugün Habertürk'e röportaj veren Umur Talu, Türk medyasını değrelendirdi; ortaya yeni polemik konuları çıktı.

Sert siyasi makaleler kaleme almanıza rağmen, kendinizi polemiklerden nasıl uzak tutmayı başarıyorsunuz?
Ben kimsenin özel hayatına, zaafiyetlerine dokunmam. Bunları yazmayı benimsemem. Çok yanlış bulsam bile kimsenin eşine, çocuğuna, özel hayatına dair yazı yazan biri değilim.

Engin Ardıç’la bir tartışmanız olmuştu yanılmıyorsam...
Ergenekon meselesinde, Amerika’daki neoconların bir kanadının bağlantısının gözardı edilemeyeceğine dair bir şeyler yazmıştım. Engin Ardıç da isim vermeden alay eden bir şey yazdı ve ben ona sert bir cevap verdim. Tek polemiğim de oydu Sabah içinde. Kimse bana açıkçası bulaşmadı. Belki saygıdandır. İkincisi de haksız bulaşana çok sert de cevap veririm. Sadece kalp değil, belini kıracak ölçüde ama kimseye durup duruken bunu yapmam. Bu nedenle son dönem
medyadaki birbirini aşağılayan üslubu da çok irkilerek karşılıyorum. Ve bunu özellikle daha genç insanlar yapıyor. “Dayanışma mayanışma” derken bu acayip bir şey. Tartışabilirsiniz. Gazetecilik o değildir, şudur. İşte o haber böyle okunmaz, böyle okunur. İdeolojik farklılıklar olmazsa zaten olmaz. O şudur, onun özel hayatı budur. Bunun üzerinden inanılmaz bir şey yükseliyor. Bunu insanlar okur, belki izlerler de ama tiksinirler. Emin olun tiksinirler.

Röportaj teklifimi Bebek Parkı’nda değil de, evinizde yapmayı kabul etseydiniz bizi terlikle mi karşılardınız ve fotoğraf verirdiniz?
(Gülümsüyor) Bunu yapana da saygı duyarım. Ben de evin içinde bazen öyle ayakkabıyla dolaşmıyorum her dakika ama gelen misafirime de, “Ayakkabını çıkar” demiyorum. Çıkarmak isteyen çıkartır. Kimsenin evinin içine de ayakkabıyla girmem. Bir de ben kendi evimin içini de açmam. Benim orada eşim, çocuklarım var. Onların da hayatı var. Benim hayatım onların hayatı demek değil tamamiyle.

“Haberin Klu Klux Klanları” deyimini de siz kazandırdınız medyaya. Neydi buradaki hedefiniz?
Ben onu özellikle Ertuğrul Özkök’ün, “Haber öldü” anlamına gelebilecek bir yazısı üstüne söylemiştim. Haber nasıl ölebilir? Bu o kadar ikiyüzlü bir şey ki. Kendileri haber olmaya çalışan insanlar haberin öldüğünü söylüyorlar. Baktığınızda “Haber öldü” diyenin haberi önemsememesi lazım ama onlar kendilerini bir haber olarak önemsiyorlar. Diğer yandan da toplumun birçok kesiminin sesini duyuracak, bir hakikati gösterebilecek haberlerleriyse reddediyorlar.

Umreye gidecek misiniz bu arada?
Ben 1982’de Suudi Arabistan’a gittim. Epey de kaldım orada. Çok genç bir gazeteciydim henüz. Umreye de gittik Mekke’ye. Çok da mutlu oldum gitmekten, görmekten. Ama o gün bile aklıma gelmedi kendi fotoğraflarımı yayımlamak... Ama şimdi kendini anlatma modası var. Yani milyonlarca insanın yüzlerce seneden beri yaptığı dini bir vecibeyi, siz yapınca o birden bire müthiş bir olay haline geliyor. Olayı bırakın, her şey, birden bire fonksiyona dönüşüyor. Bir gün Anıtkabir sizin için bir fonksiyon, bir gün umre, bir gün bir peygamber, bir gün Atatürk, bir gün başka bir değer... Her şey, sizin kendinizi ön plana çıkarmanız için bir araca ve aracıya dönüşüyor. Bu hem o değerlere karşı bir saygısızlık; çünkü insanlar o değerlere inanıyor ve saygı duyuyorlar. İkincisi de, ayıp denen bir şey var.

Nasıl bir ayıptır bu?
Şöyle bir şey var: Siz kendinizi haber yapmaya çalıştığınız ölçüde var oluyorsunuz. Şöhretinizi sürekli gündemde tutmak için beslemeniz gerekiyor. O şöhret de doymak bilmeyen bir şey. Sürekli yem atmak zorundasınız ona. Bir yandan da nesneleşiyorsunuz. Önce her şeyi kendi özneniz için nesne haline getiriyorsunuz. Biraz önce saydığım değerler de dahil. Arkadan bir bakmışsınız; siz de artık fotoğrafta bir nesnesiniz. Bir pozda bir nesneniz. Gazetecinin özne olmaya da nesne olmaya da hakkı yok demeyeyim. Herkesin her şeye hakkı var ama bu meslek o meslek değil. O meslek, başka bir meslek.

Sizin için “Beyaz Türklüğü de, zenci Türklüğü de vardır” deniyor. Peki siz hangisisiniz?
- (Gülüyor.) “Beyaz Türk” kısmı herhalde soyum sopumla ilgili olmalı. Sonuçta doğduğumda mülkiyet ya da ilişkiler anlamında o beyaz epey bir gri olmutu zaten. Çünkü yaşamının son döneminde, otel odasında kalırken ölen bir dedenin (Ercüment Ekrem Talu) torunuydum ben. Kiralık bir evde doğmuştum Bağlarbaşı’nda. Annem memurdu. Babam da öldüğünde SSK’da maaşı zor bağlanan 30 yıllık parlak bir gazeteciydi. Aslında Galatasaray Lisesi’ne gidince beyaz oluyorsunuz ama bunların içinde de hep bir zenci tarafınız var. Sokak çocuğusunuz, mahallede büyüyorsunuz. Yalnız büyüyorsunuz, babasız büyüyorsunuz. Yatılı büyüyorsunuz, Beyoğlu’nda büyüyorsunuz... Ve tüm bu beyazlığın içinde koyu siyahlar da var. Sonrasında da Boğaziçi Üniversitesi’ne kaydoldum ama oradan daha çok Yenikapı’daki Demiryolu Sendikası’na gidiyordum.


Yattaki paralar Devecioğlu'nun

Vatan Gazetesi Genel Yayın Müdürü Devecioğlu'nun Aylin Duruoğlu'nun bilgisayarından çıkan ve bir yatta havaya para saçarken çekilen fotoğrafdaki paraların kendisine ait olduğunu söylediği öğrenildi.

İSTİHBARAT SERVİSİ
Vatan Gazetesi Genel Yayın Müdürü Tayfun Devecioğlu Devrimci Karargah örgütü ile ilgili ifade verdi. Terörle mücadele polislerinin Devecioğlu'na, Devrimci Karargah Örgütü ve bu örgüte üye olduğu gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine konulan Vatan Gazetesi'nin internet sitesi www.gazetevatan.com Genel Yayın Yönetmeni Aylin Duruoğlu ile ilgili sorular soruldu. Devrimci Karargah Örgütü'nü gazetelerde ve televizyonlarda çıkan haberlerden tanıdığını söyleyen Devecioğlu'nun, örgüt hakkında başka bir bilgisinin olmadığını ifade ettiği öğrenildi. Devecioğlu'na Duruoğlu'nun bilgisayarında yapılan incelemede bulunduğu belirtilen para dolu yatla ilgili sorularda sorulduğu öğrenildi. Duruoğlu'nun bilgisayarında bulunduğu iddia edilen fotoğrafların arasında, Aylin Duruoğlu'nun bir yatta havaya para saçarken çekilen fotoğrafların yer aldığı öne sü- rülmüştü. Devecioğlu'nun bu para ve fotoğraflarla ilgili sorulara, bu paranın kendisine ait olduğunu söylediği iddia edildi. Devecioğlu'nun parayı Vatan Gazetesi'nde bulunan hisselerini satarak elde ettiğini söylediği öne sürüldü. Devecioğlu ifade verdikten sonra Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne geldiği kendine ait araçla İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nden ayrıldı.
08.09.2009
Yeni Şafak



Sevilay Yükselir/Sabah
Siz kimi kandırıyorsunuz?

Tek bir soru sordum Soner Yalçın ve ekibine... Dedim ki "Akif Beki'nin askerde 28 gün boyunca terlikle dolaştığını manşetine taşıyan siz, neden Ahmet Hakan'ın askerden yırtmasına sebep olan dalak macerasını görmediniz?"
Kaçamak bir cevap verip, "Eee çünkü senin haberin yalandı! Doğruluğu yoktu!" demekle yetindiler...
Bu cevap üzerine tekrar sordum:
"E be canım kardeşim madem benim haberim yalandı...
O halde...
1) Ekibinizin ikinci adamı Oray Eğin neden benden 2 yıl evvel bu dalak mevzusunu gündeme getirmişti?
2) İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Ahmet Hakan'ın hakkımdaki şikâyetini neden yersiz bulup, takipsizlik kararı verdi...
3) Yalansa, neden Genelkurmay Ahmet Hakan'ın çürük raporu hakkında inceleme başlattı?"
Sonra da ekledim cevabı içinde saklı son sorumu:
"Bir dönem topla, tüfekle saldırdığınız, yatağına çiş kaçırmasından tutun da, gece hayatına olan düşkünlüğüne, gazeteciliği ticari amaçlarla kullanmasından, gazetecilikten zerre kadar anlamayıp sektörü kirlettiğine dair hakkında atıp tuttuğunuz Ahmet Hakan'la son dönem girdiğiniz yakın ilişkiler mi sizin dalak macerasını yeniden görmenize engel oldu?"
Peki ne yaptılar?
Her zamankini! Yani, "Vay sen misin bunu soran?" deyip, ekibin en düzeysiz tetikçi kaleminden bel altı vuruşlarla beni sindirmeye çalıştılar...
Hakkımda istihbarat yapmak için o eski Aydınlıkçı kafasıyla girdiler tüm hayatıma... Nerde oturuyorum, kocam ne iş yapar, eğitimimiz nedir, kaç çocuğum var, hangi okulda okur, ne yerim, ne içerim, dinim, mezhebim, memleketim...
Bunu yaparken de benimle geçmişte çalışmış olup bana hasım olan bazı alçak müfterilerden faydalandılar... "Sevilay'ın defterlerini açıyoruz" diye yola çıkıp, bula bula 6 yıl evvel yaptırdığım burun ameliyatımla ilgili çok önemli detaylara ulaştılar... Ameliyatı yapan doktoru, "Sen bana güzel bir burun yap. Ben de sana güzel haberler yapayım. Seni parlatayım" diyerek kandırdığımı yazdılar...
Rezilliğe bakın! Sen kalk Doğan Grubu'nun POAŞ'tan devlete attığı 1.2 milyar dolarlık vergi kaçakçılığı kazığının raporunu, Hilton'daki imar oyunları dosyalarını, onlarca belediye başkanının ve siyasilerin gizli ajandalarını yakala, keriz gibi bu haberlerden onların bildiği yöntemleri kullanıp nemalanmayı akıl etme, sonra da git üç kuruşluk burun ameliyatı için şerefini, onurunu, kalemini ayaklar altına al!
Bakalım, hayatında bir tane adam gibi habere imza atamamış, gazetecilik etiğinden, haberciliğin hangi ritüelleri gerektirdiğinden bihaber, ortak özellikleri Nişantaşı sokaklarında dolanıp halkı aşağılama ve küçük görme olan, göz önündeki insanlara hakaret etmeyi bir meziyet sanan bu ekip, mahkemede bu iftiralarını hangi belgelere dayandırıp ispatlayacak?

BABASINDAN UTANAN İKİLİ

Beyaz Türk raconu...

Bu ekibi çok yakından tanıyan ve bilen, yazmam için onların geçmişleri, aileleri ile ilgili bilgi aktaranlar oldu bana...
Hepsine dediğim şuydu... Bu insanlarla ilgili bir şey aktaracaksanız 1) Lütfen anlatacaklarınız gazetecilik gerektirecek somut ve belgeli bilgiler olsun 2) Aileleri ve özel hayatlarına ilişkin bilgiler olmasın...
Bu koşulsuz iki şartıma bir meslektaşım itiraz etti... Dedi ki; "Yanlışsın... Bak bu adamlar senin eşinin kömür ticareti yaptığını alaylı bir biçimde kaleme aldılar. Neden? Çünkü bu durum 'Beyaz Türk' olma raconuna ters... Bu tayfaya göre bir köşe yazarının eşinin geçmişte kömür alıp-satması küçümsenecek, alay edilecek ve hatta aşağılanacak bir durumdur. Bence bunu tartışmaya açman lazım. 'Nedir, 'Beyaz Türk' olmanın kriterleri?' diye... Biliyorsun Soner'in babası Çorumlu bir köylü... Oray'ın dedesi ve babası ise oto tamircisiymiş... Ne gariptir ki bu insanlar girdikleri dost meclislerinde asla bunu dillendirmezler. Hatta mevzular o noktaya geldiğinde ya konuyu değiştirirler, ya da yalan söylerler..."
Şaşırmadım arkadaşın bu anlattıklarına. Zaten böyledir. Ancak, namusuyla, şerefiyle para kazanan bir babadan utanan, onun adını bile anmayan bir şahsiyet benim eşimin kömür alıp satmasını aşağılayabilir. Yoksa patenti Ufuk Güldemir'e ait olan gerçek bir Beyaz Türk, bu ülkenin kaderine aslında, onların ve işçi emeklisi olan benim babamın karar verdiğini bilir ve bu rasyonel gerçekten hareketle biran evvel hayatını, kalemini ona göre organize eder. Aksi halde bir süre sonra çevrelerinde Beyaz Türk değil, birer mitomani olarak anılmaya mahkûm olacaklarının farkına varırlar...

TV8 binası önünde filmleri aratmayacak operasyon! Kanalın 2 çalışanı 'uyuşturucu'dan gözaltına alındı

03 Eylül 2009
İSTANBUL - - Yer Gayrettepe’deki TV8 binası önü. Akşam saatleri. Mesai saati bitmiş. Personel servis araçlarına binmek için binadan çıkış yapmış.
Bina önünde servislerin hareket saati bekleniyor. TV 8 çalışanları cadde üzerinde gruplar halinde sohbet ediyor. Servislerin haraket saatine az bir zaman kala bir anda ortalık karışıyor…
Her şey bir anda olup bitiyor. Beşiktaş İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı resmi bir ekip, TV8 binasının önünde bir anda duruyor. Ve operasyon başlıyor.
Medyaradar sitesinde yer alan habere göre; ekip otosundan inen polisler, 5-6 kişilik grubun arasına dalıyor. DUR, YAT, KIMILDAMA, ELLER ARKAYA sesleri yükseliyor.

PERSONELİN ÜZERİNDE ESRAR…
İddialara göre polisler, diğer personelin şaşkın bakışları arasında, 5-6 kişilik grubu etkisiz hale getiriyor. Kalabalık olan biteni anlamaya çalıştığı sırada polis üst aramasına başlıyor. Ekip otosuna dayadığı televizyon çalışanlarının üzerini arıyor. Ve görenlerin gözlerine inanamadığı bir gelişme yaşanıyor. Önce eski televizyon çalışanlarından birinin üzerinde uyuşturucu bulunuyor. Eski yönetmen olduğunu öğrendiğimiz kişinin cebinden küçük paket halinde uyuşturucu çıkıyor.
Sonra teknik personel olduğunu öğrendiğimiz diğer kişi aranıyor. Onun üzerinden de aynı şekilde küçük paket esrar çıkıyor.

TV8 ÖNÜNDE ARBEDE
Televizyon çalışanları her şeyden habersiz olan biteni anlamaya çalışıyor. Bu sırada polisin apar topar arama yapması, tutumu ve davranışları, diğer personelin tepkisini çekiyor.
Yaşananlara sessiz kalmak istemeyen çalışanlar duruma müdahale etmek istiyor. TV8 Genel Müdürü Abiş Hopikoğlu da durumu bilmediği için müdahale edenler arasında yer alıyor. Televizyon çalışanları polislere engel olmaya çalışıyor. Bu sırada polislerle onlar arasında arbede yaşanıyor. Çıkan arbede sonrası, amir talimat veriyor: Onları da gözaltına alın...

5 KİŞİYE GÖZALTI…
Biri eski yönetmen olmak üzere iki TV8 çalışanının üzerinden esrar çıkıyor. Hemen gözaltına alınarak ekip otosuna bindiriliyorlar. Aralarında bir kameramanın da bulunduğu 3 personel ise, "polise mukavametten" gözaltına alınıyor. Ekip otosuna bindirilenler apar topar Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyor.
Olan biteni herkes görüyor ama kimse ne olduğunu anlamıyor. İşin uyuşturucu operasyonu olduğu bilinmiyor. Televizyon binasında sadece birkaç kişi biliyor. Devreye genel müdür dahil olmak üzere televizyonun yöneticileri giriyor. Ve yaşananların gizli kalması isteniyor. Ama iş işten geçiyor.

TV8 ÇALIŞANLARI GECEYİ EMNİYETTE GEÇİRDİ
Gözaltına alınanlar geceyi emniyette geçirdi. Sabaha kadar ifadeleri alındı. Durum Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na bildirildi. Emniyette işlemler tamamlandıktan sonra esrarla yakalananlar adliyeye sevkedildi.

netgazete

Milliyet yazarı Hasan Pulur'un "intihal" olayı iyice büyüdü! Pulur'a diğer Avrupa ülkelerinde de davalar açılıyor


11 Eylül 2009 - Doğan Medya'nın tanınmış isimlerinden Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur'un Almanya'da yayın yapan Berliner Abendblatt gazetesinde Türkçe yazılar kaleme alan gazeteci yazar Nazmi Kavasoğlu'ndan intihal yaptığı Hamburg Mahkemesi'nce karara bağlanmıştı. Şimdi Kavasoğlu'nun avukatı Makro Pietruk, Milliyet'in yayınlandığı diğer Avrupa ülkelerinde dava açmak için çalışma başlattıklarını açıkladı.

Yazılı açıklama yapan avukat Makro Pietruk, Milliyet´in yayınlandığı diğer 7 Avrupa ülkesinde de maddi ve manevi tazminat davalarının açılması için gereken çalışmaları süratle başlattıklarını, önümüzdeki günlerde AB içinde mevcut olan diğer avukatlar ile bir araya geleceklerini, ilgili Avrupa ülkelerinin yetkili mahkemelerine şikayet dilekçelerini vereceklerini kaydetti.

netgazete

Zalim Bir İnsansın Hıncal Uluç!
Fuat Uğur, kendi döneminde Atv'de yaptığı Ergenekon haberleri nedeniyle kavgalı olduğu Hıncal Uluç'u yine topa tuttu...

Eski Atv Haber Genel Yayın Yönetmeni Fuat Uğur, Hıncal Uluç'un hakkında yazdığı yazılara cevap verdi.

İşte Uğur'un cevabı...

HINCAL ULUÇ'UN YALAN VE İFTİRALARINA YANIT:

Değneksiz köyde, taşlar bağlanınca böyle oluyor demek ki. Hıncal Uluç türünün son örneklerinden biri olarak, savunmasız kaldığımı düşünüp saldırılarını devam ettiriyor. Hatta bunu bir itiyat haline bile getirdi diyebilirim. Ama “Hadi cevap vermiyeyim şuna, besbelli kendine yeni bir çatışma alanı yaratmak istiyor” dememe rağmen durmadı Hıncal Uluç. Üstelik, zerrece utanma duygusu taşımadan ve yalan söyleyerek bunu sürdürmekte.

Önce “ATV Haber'i Ali Kırca ve ekibinden birincilikle aldı, dördüncülüğe düşürdü, bu yerlerde sürünmek değil de nedir” diyerek koca bir YALAN'ın altına imza attı Hıncal Uluç.

Eğer onda demans belirtisi yoksa şunu çok iyi biliyor olmalıdır. Ben, Ali Kırca ve ekibi ayrıldıktan tam altı ay sonra göreve başladım. Geldiğimde ise ATV haber birinci değil, zaten altı aydır dördüncüydü. Kaldı ki Ali Kırca ve ekibi ATV Haber'den ayrıldığında yıl itibariyle üçüncü, ayrıldıkları ay(Aralık 2007) itibariyle de ikinciydi. Bunun belgelerini yıllık reyting raporu olarak geçen hafta Hıncal Uluç'a da gönderdim, bakıp en azından yalanını düzeltsin diye.

Ama ruhundaki çürümüşlüğü insanlara iftira ederek, çamur atarak onarmaya çalışan bu tuhaf kişilik yetinmedi, önceki gün yeniden aynı saldırgan üslupla benim “taraflı” yayın yaptığımı yazdı.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Görev yaptığım süre içindeki yayıncılığımla gurur duyuyorum. Bu yayıncılığın, Türkiye'nin demokrasi, insan hakları ve basın özgürlüğü tarihine bir onur süreci olarak geçtiğini biliyorum çünkü. Bu yayıncılığın, karanlık odaklar ve yapılanmalar tarafından yokedilmeye, küçük düşürülmeye çalışıldığını da biliyorum. Ben ve arkadaşlarım tabii ki habercilik anlayışımızla, Hıncal Uluç'ta çığırtkanca yansıyan bir ideolojik anlayışın tarafında olmadık.

Darbecilere, gizli ve açık tüm faşistlere karşı demokrasiden, hukuktan ve insan haklarından yana taraftık.

* Keçiören'de zabıtadan öldüresiye dayak yiyen büfecinin görüntülerini yayınlayarak taraf olduk örneğin. ABD elçisi olayı bir hafta sonra soruşturunca merak eden “Hıncal abi habercileri”nden olmadık.

* Ergenekon davasında haberciliğimizle Türkiye halkından ana taraf olduk çünkü onun bilgilenme ve haber alma hakkından yanaydık. Bu davayı Hıncal Uluç'un sevdiği haber bültenleri gibi görmezden gelemezdik.

* Ergenekon'da yargılananların insan haklarından, hukukundan taraf olduk. Ergenekon davasını görmeyenlerin sırf Kuddusi Okkır haberi yapmalarına karşın, ATV Haber olarak Kuddusi Okkır'ın eşiyle röportajlar yayınlayıp bu trajediye dikkat çektik ve Okkır'ı sürekli takip edip taraflı olduk. Aynı şekilde bir diğer hasta olan Ergenekon sanığı Asuman Özdemir'le de röportaj yaparak onun hakkını, hukukunu dile getirmesinden yana taraf olduk.

* Cezaevinde rahatsızlanan diğer Ergenekon sanıklarının haberlerini de “Yeni Kuddusi Okkır'lar olmasın” başlığıyla yayınladık ama hastalık adı altındaki soytarılıkları da teşhir etmekten geri kalmadık. Hıncal Uluç abilerini üzme pahasına.

* Ama Ergenekon'un sözde hastalarını tefrika edenlerin görmezden geldikleri bir başka cezaevi trajedisini de biz gündeme getirdik. Erol Zavar, Güler Zere gibi ölümcül hasta olan 40'tan fazla mahkûmun dramı defalarca yayınlandı. Evet, bu konuda da taraftık ve haber takibi yaptık. Güler Zere'nin adını bizden aylar sonra ağızlarına alan Hıncal Uluç'un gözdesi habercilerin alçakça suskunluğu bize göre değildi çünkü.

* Poliste dayak yiyen, işkence görenden yana taraf olduk ve olayların her boyutunu araştırdık.

* Gazze'de öldürülen çocuklardan yana taraf olduk. Gazze'ye muhabir gönderen tek haber bülteni olduk.

* Market kuyruğunda, 70 yaşındaki bir sapığın 11 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz ettiği görüntüleri taciz bölgesine zoom yaparak yayınlayan “Hıncal abi habercileri”nin aksine bu görüntüleri yayınlamayarak o bültenlerde alçakça teşhir edilen o kız çocuğundan yana taraf olduk. Hıncal Uluç'un takdirlerini kazanmamayı göze aldık.

* El ele çatıdan intihar eden çiftlerin görüntülerini yayınlamayarak, iftar vaktini “son dakika” diye bildirmeyerek taraf olduk.

* Dağlıca, Aktütün ve benzeri olayların tüm detaylarını yayınlayarak halkın haber alma hakkından yana taraf olduk. 28 Şubat'ta ve şura kararlarıyla mağdur edilen subayların dramlarını yansıtarak taraf olduk. Onların anlattıklarının Türkiye'nin
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Eyl 15, 2009 2:28 am    Mesaj konusu: Zalim Bir İnsansın Hıncal Uluç! Alıntıyla Cevap Gönder

17 Eylül 2009
Can Dündar Çıtırla Öpüşürken
Sürekli eşine duyduğu aşktan bahseden romantik yazar Can Dündar, teknede esmer bir güzelle öpüşürken yakalandı. İşte fotolar...






Eşine olan aşkını her fırsatta dile getiren, 'romantik', 'sadık', 'güvenilir' gazeteci-yazar Can Dündar, Bebek açıklarında esmer bir güzelle öpüşürken objektiflere yakalandı.

Romantik yazıların usta kalemi evli Can Dündar, Boğaz'da genç bir kızla öpüşürken yakalandı. 18 yıldır Dilek Dündar ile evli ve bir çocuk babası olan usta gazeteci önceki gün yanında esmer genç bir kızla Bebek'e geldi.

Arabasını park ettikten sonra yanındaki kadınla Boğaz'da çalışan deniz taksilerden birine bindi. Güzel havanın ve boğazın tadını çıkartan ikili tekne kıyıdan iyice uzaklaştıktan sonra öpüşmeye başladı.

Yazılarında sürekli eşine duyduğu aşktan bahseden Dündar'ın bir kadınla yaptığı kaçamak görenleri çok şaşırttı. Dündar geçen yıl eşine yazdığı bir yazısında şunları söylüyordu:

''Farklı insanlar olarak görmedik birbirimizi aynı amaç için savaşan neferlerdendik bu hayatta. Sevginin en büyük dostuydu bizim için 'güven'... Ve güvenin ardına saklanmış bir 'saygı' vardı daima..."
Kaynak: Habertürk


Zalim Bir İnsansın Hıncal Uluç!
Fuat Uğur, kendi döneminde Atv'de yaptığı Ergenekon haberleri nedeniyle kavgalı olduğu Hıncal Uluç'u yine topa tuttu...

Eski Atv Haber Genel Yayın Yönetmeni Fuat Uğur, Hıncal Uluç'un hakkında yazdığı yazılara cevap verdi.

İşte Uğur'un cevabı...

HINCAL ULUÇ'UN YALAN VE İFTİRALARINA YANIT:

Değneksiz köyde, taşlar bağlanınca böyle oluyor demek ki. Hıncal Uluç türünün son örneklerinden biri olarak, savunmasız kaldığımı düşünüp saldırılarını devam ettiriyor. Hatta bunu bir itiyat haline bile getirdi diyebilirim. Ama “Hadi cevap vermiyeyim şuna, besbelli kendine yeni bir çatışma alanı yaratmak istiyor” dememe rağmen durmadı Hıncal Uluç. Üstelik, zerrece utanma duygusu taşımadan ve yalan söyleyerek bunu sürdürmekte.

Önce “ATV Haber'i Ali Kırca ve ekibinden birincilikle aldı, dördüncülüğe düşürdü, bu yerlerde sürünmek değil de nedir” diyerek koca bir YALAN'ın altına imza attı Hıncal Uluç.

Eğer onda demans belirtisi yoksa şunu çok iyi biliyor olmalıdır. Ben, Ali Kırca ve ekibi ayrıldıktan tam altı ay sonra göreve başladım. Geldiğimde ise ATV haber birinci değil, zaten altı aydır dördüncüydü. Kaldı ki Ali Kırca ve ekibi ATV Haber'den ayrıldığında yıl itibariyle üçüncü, ayrıldıkları ay(Aralık 2007) itibariyle de ikinciydi. Bunun belgelerini yıllık reyting raporu olarak geçen hafta Hıncal Uluç'a da gönderdim, bakıp en azından yalanını düzeltsin diye.

Ama ruhundaki çürümüşlüğü insanlara iftira ederek, çamur atarak onarmaya çalışan bu tuhaf kişilik yetinmedi, önceki gün yeniden aynı saldırgan üslupla benim “taraflı” yayın yaptığımı yazdı.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Görev yaptığım süre içindeki yayıncılığımla gurur duyuyorum. Bu yayıncılığın, Türkiye'nin demokrasi, insan hakları ve basın özgürlüğü tarihine bir onur süreci olarak geçtiğini biliyorum çünkü. Bu yayıncılığın, karanlık odaklar ve yapılanmalar tarafından yokedilmeye, küçük düşürülmeye çalışıldığını da biliyorum. Ben ve arkadaşlarım tabii ki habercilik anlayışımızla, Hıncal Uluç'ta çığırtkanca yansıyan bir ideolojik anlayışın tarafında olmadık.

Darbecilere, gizli ve açık tüm faşistlere karşı demokrasiden, hukuktan ve insan haklarından yana taraftık.

* Keçiören'de zabıtadan öldüresiye dayak yiyen büfecinin görüntülerini yayınlayarak taraf olduk örneğin. ABD elçisi olayı bir hafta sonra soruşturunca merak eden “Hıncal abi habercileri”nden olmadık.

* Ergenekon davasında haberciliğimizle Türkiye halkından ana taraf olduk çünkü onun bilgilenme ve haber alma hakkından yanaydık. Bu davayı Hıncal Uluç'un sevdiği haber bültenleri gibi görmezden gelemezdik.

* Ergenekon'da yargılananların insan haklarından, hukukundan taraf olduk. Ergenekon davasını görmeyenlerin sırf Kuddusi Okkır haberi yapmalarına karşın, ATV Haber olarak Kuddusi Okkır'ın eşiyle röportajlar yayınlayıp bu trajediye dikkat çektik ve Okkır'ı sürekli takip edip taraflı olduk. Aynı şekilde bir diğer hasta olan Ergenekon sanığı Asuman Özdemir'le de röportaj yaparak onun hakkını, hukukunu dile getirmesinden yana taraf olduk.

* Cezaevinde rahatsızlanan diğer Ergenekon sanıklarının haberlerini de “Yeni Kuddusi Okkır'lar olmasın” başlığıyla yayınladık ama hastalık adı altındaki soytarılıkları da teşhir etmekten geri kalmadık. Hıncal Uluç abilerini üzme pahasına.

* Ama Ergenekon'un sözde hastalarını tefrika edenlerin görmezden geldikleri bir başka cezaevi trajedisini de biz gündeme getirdik. Erol Zavar, Güler Zere gibi ölümcül hasta olan 40'tan fazla mahkûmun dramı defalarca yayınlandı. Evet, bu konuda da taraftık ve haber takibi yaptık. Güler Zere'nin adını bizden aylar sonra ağızlarına alan Hıncal Uluç'un gözdesi habercilerin alçakça suskunluğu bize göre değildi çünkü.

* Poliste dayak yiyen, işkence görenden yana taraf olduk ve olayların her boyutunu araştırdık.

* Gazze'de öldürülen çocuklardan yana taraf olduk. Gazze'ye muhabir gönderen tek haber bülteni olduk.

* Market kuyruğunda, 70 yaşındaki bir sapığın 11 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz ettiği görüntüleri taciz bölgesine zoom yaparak yayınlayan “Hıncal abi habercileri”nin aksine bu görüntüleri yayınlamayarak o bültenlerde alçakça teşhir edilen o kız çocuğundan yana taraf olduk. Hıncal Uluç'un takdirlerini kazanmamayı göze aldık.

* El ele çatıdan intihar eden çiftlerin görüntülerini yayınlamayarak, iftar vaktini “son dakika” diye bildirmeyerek taraf olduk.

* Dağlıca, Aktütün ve benzeri olayların tüm detaylarını yayınlayarak halkın haber alma hakkından yana taraf olduk. 28 Şubat'ta ve şura kararlarıyla mağdur edilen subayların dramlarını yansıtarak taraf olduk. Onların anlattıklarının Türkiye'nin geleceğine ışık tutacağına inandık.

* Seçim öncesi “Hıncal abi habercileri”nin yaptığı gibi Kemal Kılıçdaroğlu'na pehlivan tefrikası gibi her gün 15-20 dakika ayırmayarak taraflı olduk. Kemal Kılıçdaroğlu'na “inşallah kazanırsınız, sizin yanınızdayız” da demedik diğer “haberciler” gibi. Taraflıydık çünkü.

Bu “taraflılık” örneklerinden daha onlarca var. Ama hepsinden de öte biz “mühim bir istihbaratı”daha yayınlamayarak taraflı davrandık. O istihbaratı bana Hıncal Uluç'un ta kendisi göndermişti üstelik.

Göreve başladığım günlerde bana “Diyarbakır'da PKK mezarlığı kuruldu” diye internette sürekli dolaştırılan kirli bir yalanı haber yapmam için gönderdi Hıncal Uluç. Kendisinin bir “habercilik dehası” olduğunu zaten biliyordum ama bu kadarı beni derinden etkiledi. Ancak ben yine de yayınlamadım bu bilgiyi, haberini de yaptırmadım. “Hıncal abi” çok kızmış, orada burada dedikodu yapmış hakkımda “Müthiş bir haber konusu gönderdim yayınlamadı” diye.

Anladım ki habercilik anlayışı da “ön sevişme” den öteye gidemeyen bu zavallılık için kelimeler kifayetsiz kalıyor.

Ancak, iftira ve yalanlarına devam eden Hıncal Uluç görev değişikliğinin hemen ardından “nasıl olsa savunmasız” diye kurnazlık yapıyor ama bilmeli ki bunun adı jargonda tilkilik değil, çakallık olarak anılır.

Bir hatırlatma;

Ona “Ergenekon medyasının uzantısı” demiştim. Gürültücü bir azgınlıkla “Bana Ergenekoncu dediler, Ergenekoncu dediler, çabuk savcı bunları çağırıp ifadelerini alsın belge istesin” diye yırtınıyor. Ergenekoncu olmakla Egenekon medyasının uzantısı olmak arasındaki farkı kuşkusuz biliyor. Nedenini tahmin ettiğim bu destek arayışına yanıtım çok açık: Sen Ergenekoncu bile olamazsın Hıncal Uluç. Orada olmak bile belli bir edep, adap ister çünkü”.

Ve son nokta;

Ve ahlâken infisah etmiş birine cevap vermek zorunda kaldığım için kendime de çok kızıyorum. Bunun sebebi biraz da, hâlâ onu matah biri zannedenler. Ya da onun yaratmaya çalıştığı “korku imparatorluğu”nun altında ezilenler, korunma saikiyle onunla uzlaşıp aşağıdan alanlar.

Başta da söyledim, değneksiz köyde taşları bağladıklarında cevap elzem oluyor. Çünkü Sezen Aksu'nun üç yıl önce Hıncal Uluç ile “arkadaşlığını” bitirirken kaleme aldığı o olağanüstü yazıdaki gibi;

“Sen zalim bir insansın Hıncal Uluç. Ama zalime haddini bildirmek de öksüze kaftan giydirmektir.”
aktifhaber

Taha Kıvanç
Yeni Şafak Gazetesi
Kim doğru söylüyor, kim gerçeği yamultuyor

16 Eylül 2009 Çarşamba 09:23Yaşını başını almış biri neden ağzını bozar, doğru söylemediği kısa sürede ortaya çıkacağı halde neden gerçekleri yamultur? Bu soruyu psikiyatrist Prof. Aysel Ekşi'ye de sorabilirdim, ama şimdilik gazetemizin 'Pazar' ekinde hoş tahliller yapan psikolog Ceyda Şenel'e emanet ediyorum.

Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi'nin kan damlayan kaleminde ben 'dedikoducu', 'borazancıbaşı' ve 'gizli faşist' oluyorum; kendisiyle yapılan bir röportajda benden 'maraz' veya 'mariz' diye söz etmesine bakılırsa dili daha da keskin.

Gerçekten üzerinde durulması gereken bir nokta bu 'ağzı bozukluk' konusu...

Oktay Ekşi 27 Mayıs (1960) sonrasında darbeciler tarafından kurulan 'Öncü' adlı gazetenin en önemli isimlerindendi. Oradan 'Kurucu Meclis' üyeliğine getirildi, sonra 'mahalli kâtip' kontenjanından Türkiye'nin Londra Büyükelçiliği'nde göreve getirildi. Beş yıl kadar bir süre Londra'da yaşadıktan sonra benzeri bir süreçle Almanya'ya giden 'Öncü' kadrosundan Altan Öymen'le aynı gün Türkiye'ye döndü.

Altan Bey de 'Öncü' yayın yönetmenliği sonrası Kurucu Meclis üyesi olmuş, basın ataşesi atanarak Frankfurt'a gönderilmişti.

Bu noktada nâçizane bir teşekkürü Altan Öymen'e sunmak istiyorum. Mehmet Gündem'in pazartesi günü yayımlanan söyleşisinde 'Öncü' gazetesiyle ilgili sorulara cevap verirken -tezimi küçümsese bile- gerçekleri yamultmadığı için bu teşekkürüm...

Onun ne dediğine girmeden önce Oktay Ekşi'nin "Türkiye'de bugün geçerli olan medya düzeni 27 Mayıs darbecileri tarafından kurulmuştur" tezimle ilgili söylediklerine biraz yakından bakmakta yarar var. Akşam'dan Nagehan Alçı'nın kendisine yönelttiği bir soruya cevap verirken sözü bana ve tezime getirip arkamdan resmen şu 'dedikodu'yu yapıyor Oktay Bey:

"Aklına bir şeyi koymuş. '1960'lardan beri basın içindeki cunta köşeleri tutmuş, borusunu öttürüyor' diyor. Dönüyor, dolaşıyor 'Öncü gazetesinde Oktay Ekşi, Altan Öymen vardı' diye anlatıyor. Şimdi fotoğrafları çıkarayım, Öncü gazetesinde kimler varmış, görürsünüz..."

Nagehan Alçı bu cevabın yanına parantez içinde şu notu düşmüş: "Bir tomar siyah-beyaz fotoğraf çıkarıyor. İçinde bugüne kalan Ekşi ve Öymen dışında kimse yok."

Hımm...

Simaları tanımayabilecek genç bir gazeteciye gösterdiği fotoğrafla ne yapmaya çalıştığını sizlerin idrakine bırakayım ve aynı konuda Altan Öymen'in dediklerine bakayım.

Mehmet Gündem konuğuna isim isim soruyor: "Sizin yayın yönetmeni, Oktay Ekşi'nin istihbarat şefi olduğu Öncü'de Orhan Duru, Nilüfer Yalçın, Oktay Kurtböke, Mustafa Özkan, Mete Akyol, Mehmet Ali Kışlalı, Mustafa Ekmekçi, Yaşar Aysev, Erdoğan Tokatlı, Hıncal ve Öcal Uluç kardeşler yok muydu?"

Ne demesini beklersiniz? Oktay Bey gibi "Yoktu" diyebilirdi, ama öyle yapmıyor Altan Bey, "Vardı" diyor...

Mehmet Gündem kibar, biraz önce Öncü'nün Alparslan Türkeş'le ilişkisinin bulunmadığını söylemesine aldırmaksızın şu soruyu da yöneltiyor konuğuna: "Nilüfer Yalçın, Öncü için 'Alparslan Türkeş'in çıkarttırdığı bir gazetede biz çalışmışız ama haberimiz yoktu. Oktay Ekşi istihbarat şefimizdi, ben yazı işleri müdürüydüm, Altan Öymen yayın yönetmeniydi' diyor."

Cevabı birlikte okuyalım: "Öncü'nün sahibi Ziya Tansu'ydu. Uzun süredir İktisadi Haberler Ajansı'nın da sahibiydi. (..) Türkeş gazete çıkarmak istemiş, bazı temaslarda bulunmuş. Ziya Bey'i de tanıyormuş, onunla da temas etmiş, Milli Birlik Komitesi içinde itirazlar olunca vazgeçmiş. Biz de başlangıçta bundan şüphe etmiştik. Ziya Bey'le konuşurken konu açıldı, yoksa o gazete bu mu dedik, alakası yok dedi. 'Size kimse karışmayacak' dedi, bunu belirten bir mukavele yaptık ve yayın yönetmenliğini kabul ettim. Ekip kurduk, birkaç ay çalıştık.

"Ama bir süre sonra şu görüldü: Gazetenin idari yöneticileri, Ziya Bey'in yakınları… Onlar gazeteye bazı yazılar getiriyorlar. Yayınlanmasını istiyorlar. Bizim ilgili arkadaşlarımız bunu kabul etmiyorlar. Konuyu bana getiriyorlar. Yani, bir çekişme başladı gazetede… (..) Anlaşıldı ki, Türkeş ve arkadaşları Ziya Bey'le teması kesmemişler."

Demek ki neymiş?

Bir son not: 'Öncü' gazetesinin sahibi görünen Ziya Tansu'nun ağabeyi İsmail Tansu -sonradan anılarını 'Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu' adıyla yayımladığı için biliyoruz- Türkiye'nin ilk özel harp subaylarındandı ve Kıbrıs'taki TMT'yi o organize etmişti.

Altan Öymen'in "Ziya Bey'in yakını" dediği ve kendilerine "Şunu yayınlayın" diye haber ve yazı getiren Öncü'deki idari görevli İsmail Tansu'ydu.

Oktay Ekşi bir de bu gözle bakarsa belki Nagehan Alçı'ya gösterdiği grup fotoğrafında İsmail Tansu'yu fark edebilir.
aktifhaber

Şamil Tayyar
Don lastiği gibi olunca
Star
16 Eylül 2009

Yakın zamana kadar iktidarı destekleyen bir medya patronuna sormuşlar: “Turgut Özal'ı, Yıldırım Akbulut'u, Mesut Yılmaz'ı, Süleyman Demirel'i, Tansu Çiller'i, Necmettin Erbakan'ı, Bülent Ecevit'i, son olarak Tayyip Erdoğan'ı destekledin. Nasıl bir yayın politikan var? Her iktidarda değişiyorsun?”

Gülmüş patron: “Ben değişmiyorum ki, iktidardaki değişiyor. Ben her zaman iktidardan yanayım.”

Kimine göre, doğruluk payı olan bu fıkra gibi anekdot, son vergi tartışmasını özetleyen veciz bir hadisedir.

İktidarla ilişkiyi, nimet-külfet dengesinde nalıncı keseri gibi sürekli kendine yontarak biçimlendiren, denge aleyhte bozulduğu zaman “Atatürk”, “laiklik”, “basın özgürlüğü” gibi kutsal kavramlar üzerinden silahşörlüğe dönüştürenlerin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Yalnızlıklarının temel nedeni de budur.

OKTAY EKŞİ TAM GAZ

Fikri Akyüz ne güzel derlemiş eski yazıları.

Hürriyet'in Başyazarı 17 Haziran 2003 tarihli köşesinde bakın ne yazıyor: “Bu adama (Uzan'a) dikkat edin. Adam şirketleriyle vatanı karıştırıyor. Uzan ailesi para ödemeyi sevmez. Ama asıl mesele elbet bu değil. Amaç çok açık: Ben kanun kural tanımam. Böyle bir zihniyete (kör topal da olsa) 'bir hukuk devletinde' yaşadığı ve 'herkesin yasalar karşısında eşit olduğu' öğretilmezse, bu ihmalin bedelini hepimiz üstelik çok ağır şekilde öderiz.”

Ekşi, öyle hınç dolu ki, hükümete, “bildirin kanun tanımaz adama haddini” diyor.

Ama aynı adam, Aydın Doğan'a ceza kesilince, 21 Şubat 2009 günü ne yazmış, okuyalım: “Doğan Grubu'na 'Sizi de bazıları gibi mahvedeceğim' diyor. Ceza haksız, merak edenler geriye doğru yaşanmışları okuyup öğrensinler. Oradan ders alsınlar. O zaman anlarlar niçin 'Bu filmi ikinci defa görüyoruz' dediğimizi.”

Hangi ikinci film? Uzan'ın kellesi uçarken, “film” demiyordunuz...

YANDAŞ TUFAN TÜRENÇ

Hadi, Tufan Türenç'e bir bakalım şimdi. Tarih 16 Haziran 2003. Şöyle diyor: “Uzanlar hakkında her siyasi parti böyle cesaretli bir karar alamaz. Bu operasyona Uzan Grubu dışında ciddi bir itiraz da yok. Keyfi fiyat uyguluyorlar. Uzan cephesinden bakarsak, onlar bu operasyonu ne yazık ki hukuka aykırı bir eşkıyalık olarak tanımlıyor. Daha durun neler neler olacak, neler...”

AK Parti'ye bir övgü, bir övgü... Ben yazsam, söylemedikleri kalmazdı.

Mevzu Aydın Doğan olunca, Tufan Bey'in kalemi hemen kıvrıldı, 20 Şubat 2009 günü şöyle yazdı: “Hükümetin görevlendirdiği vergi denetçisi bir şeyler bulmak talimatıyla geliyor. Türkiye'deki laik demokratik rejim hızla hukukun dışına kayıyor. AKP iktidarında Uzanlar'ın ve daha birçoklarının başına gelenlerden sonra şimdi de Aydın Doğan'ı yok etmeye çalışmak hangi hukuka sığar?”

O da Oktay ağabeyi gibi Uzan'ı hatırladı. Uzan'ın üzerine gidince “cesur parti” diyordun, şimdi neden çark ettin?

YALÇIN DOĞAN FARKLI MI?

İşte, bir Yalçın Doğan klasiği. 17 Şubat 2003 günkü yazısına bakalım: “Uzanlar'a ait ÇEAŞ ile Kepez Elektrik'e el konmasına dair cesareti bundan önceki hükümetler gösteremiyor. Konumu ve gücü ne olursa olsun, bundan böyle hiç kimse yasalar karşısında kabadayılık yapma hakkına sahip değil. Kimseye imtiyaz yok. Kimseden korkmadan, yasaları uygulamak gerek. Hukuk devleti, yerine ancak böyle oturabilir.”

Yandaşlığın bundan ötesi olur mu? Bir iltifat, bir iltifat hükümete...

Oklar Aydın Doğan'a dönünce o da döndü. 10 Eylül 2009 günü şöyle yazdı: “Tayyip Erdoğan Doğan Grubu'na hınç ve öfkeyle saldırıyor. Emsali görülmemiş hukuka aykırılıklar ve sadece tek bir gruba yönelik aykırılıklar birbirini izliyor. Şimdi ses çıkarmayanlar günün birinde sıra kendilerine geldiğinde artık çok geç olduğunu anlayacak ama iş işten geçmiş olacak. Ceza demokrasiye kesiliyor, hepimize kesiliyor. Karanlığın farkında mısınız?”

DEVŞİRME DE KARŞIYMIŞ

Eskiler öyle de devşirmeleri farklı mı?

25 Mayıs 2007 tarihli Ahmet Hakan'ın yazısı: “Bir adam düşünün. Bankasının içini boşaltmakla suçlanıyor. 10 milyar dolarlık bir hortumlamadan yargılanıyor. Üstelik Cem Uzan'ın her tarafı açık...”

Açıkça, Uzan için “Hortumcu” diyor.

Şimdi Nişantaşı'nda limon direnişinde... Aman dikkat, sıkmasınlar seni...

Aklınıza gelebilir, hepsi mi böyle? Elbette, hayır. Mesela Yılmaz Özdil. Her zaman istikrardan yanadır. Dün Cem Uzan'a yalakalık yapıyordu, bugün Aydın Doğan'a...

İşin garibi, yaptığı işi, “fazilet” sanıyor.

Sizi tatlı su özgürlükçüleri sizi, Halep ordaysa arşiv burada...

17 Eylül 2009
Emin Çölaşan önemli itiraflarda bulundu

Programa Bekir Coşkun bağlandı. Çölaşan sinek avlayan Obama'ya özendi. Tayyar ETÖ'ye değindi.

Ömer Şahin’in hazırlayıp sunduğu ve Kanal A'da yayınlanan “Görüş Farkı” programına katılan Emin Çölaşan ve Şamil Tayyar’dan bomba gibi açıklamalar geldi. Üç saat süren programda Çölaşan, yaşadığı bazı olayları ilk kez anlatırken, önemli itiraflarda bulundu. Hürriyet’ten ayrılıp Haberturk’e geçen Bekir Coşkun’da programa telefonla bağlandı ve ilginç açıklamalarda bulundu.

İŞTE ÇÖLAŞAN'IN AÇIKLAMALARI

HÜRRİYET’TE İKEN PATRONUNU NİYE ELEŞTİRMEDİ:

“Sözlü olarak söylerdim ama tabiî ki yazamazdım. Hangi köşe yazarı yazabilir, patronu hakkında yazı. Bir babayiğit köşe yazarı çıksın da patronunu eleştirsin, mümkün değil böyle bir şey. Eşyanın taabiatına aykırı.”

SANSÜRLENİP DE YAZAN ONURSUZ DEMİŞTİM,BAŞIMA GELDİ

O sözü rahmetli Yavuz Gökmen için söylemiştim. O zaman yazılarım sansür edilmiyor. Ben de yazısının sansürünü kabul eden onursuzdur diye. Aşırı boyuta kaçmış yazı yazdım. Yavuza hitaben yazmıştım, ondan sonra bizim başımıza geldi. Tartışma programında bana soruldu. Ya insansınız orda milyonlarca insan sizi izlerken “evet yazılarım sansürleniyor” diyebilir miyim? Ama sansürleniyordu yazılarım. Hiçbir babayiğit gazeteci o ortamda benim yazılarım sansürleniyor diyemez. Ama hürriyettekilerin hepsi bilirdi. Hürriyet’te yazılanların yüzde 90’ı çöpe gider. Hacı Ertuğrul alır makası eline, keser,biçer. Şükrü Küçükşahin yazı gönderir. Bir bakarsınız iki saat sonra başka bir yazı daha geçmiş. Niye deyince, “Abi Ertuğrul Bey, telefon etti. Maliye Bakanı’nın aleyhine yazma,yazını değiştir dedi” der. O da yeni yazı yazar”.Bana Hacı Ertuğrul defalarca torununun üzerine yemin etmesine rağmen sözünü tutmadı.


PİJAMAYLA KARŞILANAN BAŞBAKAN MI İSTİYOR?

Siz niye korkuyorsunuz Başbakan sizden korksun,her gün sizi arayıp “emriniz var mı “diye sorsun sözlerim mecaziydi. Abartılı bir cümledir. Denge kurun demek istiyorum. Benim elimde o kadar para,medya olacak ve yanlış gördüğüm şeyi yazmayacağım. Olacak şey değil,bunlar korkuyorlar

RÖPORTAJ YAPANLAR, NİYE İŞ TEKLİF ETMİYOR?

Açıkça yanıt vereyim. Akşam Grubu’ndan teklif almadım. AKP’nin ilk yıllarında 2002-2003’te o zamanki Ankara temsilcileri Nuray Başaran, patronları adına transfer teklif etti. “Hayır” dedim. Fatih Çekirge’de Cem Uzan adına tam 3 kez transfer teklifinde bulundu ona da “hayır” dedim. Hürriyet’i seviyordum.

HÜRRİYET’TTE 24 MİLYAR MAAŞ ALIYORDUM

Turgay Ciner’le aylık 25 milyara el sıkıştık. Hürriyet’te iken 24 milyar maaş alıyordum. Bunlar çok yüksek ama isme verilen paralar. Dahasını söyleyeyim. Bu piyasada 120 milyar aylık artı 20 bin dolar kredi kartı harcama yetkili gazeteciler var.

AYDIN DOĞAN, MUHALİFLERİ ATAMAZ. SİGORTALARI BENİM

“Niye başkaların kovmuyor? Ben hepsinin sigortasıyım.herhangi birtanınmış ismi,muhalifi kovarsa kıyamet kopar;.kovamaz. benden sonra ikinci yazarını kovamazdı. Hürriyette,doğan grubunda yazı yazan bütün muhalif yazarların sigortasıyım”


YAZAR GİTTİ DİYE HİÇBİR GAZETE BATMAZ

“Hiçbir yazarın ayrılmasıyla, hiçbir gazete batmaz.bu hayat tecrübesidir.

HÜRRİYET’TE YAŞADIĞIM HER OLAYI GÜN GÜN NOT ETTİM
Her yaşadığım olayı günlük not alırdım

GÜNLÜK TUTMAM TABİKİ ETİKTİR!

Etik tabii, onların özel yaşamını açıklamıyorum ki, dedikodu,rivayet yok. Birebir yaşadıklarımız

EVET İNSANLARI YAFTALADIM

Evet Yaptım,yaftaladım. Ne yazdıysam doğrudur.

ERDOĞAN-BÜYÜKANIT GÖRÜŞMESİ GİZLİCE KAYDA ALINDI!

Yüzde yüz eminim o görüşme birileri tarafından banda alındı. Birilerinin gizli kasasında,cebinde var.

Suçlamıyorum kimseyi,tahminlerimi söylüyorum. Bunu herkes söylüyo. O gizli görüşmede birseyler oldu.

ÇÖLAŞAN: BÜYÜKANIT’I OKUYUNCA 27 NİSAN’A SAYGIM AZALDI

27 Nisan’a destek verdim. Büyükanıt daha sonra tek başına bunu kaleme aldığını,geceyarısı internet sitesine koyduğunu söyledi. Biz bunu bilmiyorduk,askerlerin ortak görüşü olarak değerlendiriyorduk. Benim o zaman bu şeye saygım azaldı. Ben zannediyordum ki, silahlı kuvvetlerin kurumsal tavrıymış,değilmiş…

BİR ASKERİ DARBEDEN ALLAH KORUSUN!!

27 Nisan’ı destekledim. Sandıkla gelen sandıkla gitsin görüşüne de katılıyorum. Allah korusun ya birdarbe olsa,neler yaşanacağını,nasıl kargaşa yaşanacağını,21 nci yüzyıl dünyasında bunun nasıl fiyaskoyla sonuçlanacağını en iyi düşünecek insanlardan biriyim.

KENT OTEL TOPLANTILARININ TAMANINDA VARIM

Toplantılara ben hepsinde varım. Ayda 1 ortalama toplanırdı,yaz ayları hariç. Amacı neydi? İlhan abi İstanbul’dan Ankara’ya geliyor, o gelince Ankara’da yaşayan çoğunlukla bir takım insanlar Kent Otel’de yemeğe çağrılıyor. Fikir alışverişi için. Kocaman restoran,bütün masalar birleştirilir. Büyük dikdörtgen haline getirilir. Katılanlar 70-80 kişi olurdu. Seyyar bir mikrofon elden ele dolaşır. 7-8 tane de garson servis yapardı. Yemeğin parasını herkes kendi cebinden öderdi. O da 35-40 milyon du galiba.Ne olacak bu memleketin halini insanlar tartışıyor.Kim bu insanlar? Hepsi de AKP’ye karşı olanlar. Ergenekon sanıklarının bir kısmı da geliyordu. İlhan Abi matrak birisidir. Mikrofonu alır, her olayda ABD’yi suçlar. Kafasındaki suçlu mutlaka ABD’dir. Bir başkası söz ister, o konuşur. İş en sonunda AKP’ye karşı bir şeyler yapmalı olayına gelir. Biz bu işi CHP ile mi yapalım? Yoksa başka oluşum mu gerekir? Bu konuşulur. Orda bulunan CHP’li belediye başkanları Baykal’ı savunur. Bir kısmı Baykal ile olmaz der. Orda tek bir gün ne darbe konuşuldu, ne ima edildi.

MİNİK KUŞ EMEKLİ OLDU

Minik kuş emekli oldu.

BEKİR COŞKUN'UN AÇIKLAMALARI

BEKİR COŞKUN: 5 YILLIK GELECEĞİMİ SATARAK GİTTİM

Tabiî ki bedavaya gitmedi, aldığım para var. Gelecek beş yılımı satarak aldığım para. 3-5 milyon aldığımı konuşmak ayıptır. Aldığım paranın kuruşuna kadar vergisini verdim.Bunlara cevabımı ilk yazılarımda vereceğim.

TÜRKİYE FAŞİZMLE YÖNETİLİYOR, LAİK CUMHURİYET BİTTİ

Türkiye’de rejim değişiyor, faşist yönetim başladı. Bunu Ayşe Arman’da söylüyor. Hepimizin kefil olacağı Haberal,Balbay gibi insanlar şu anda hapisteler. Laik Cumhuriyet bitti. Türkiye değişiyor. Bu orman yangını gibi,lütfen uyanalım.

HÜRRİYET CUMHURİYET KURUMUDUR

Ben o kuruma nasıl kıyarım. Önemli Cumhuriyet kurumlarını saydığımız zaman, hürriyeti de saymak lazım. Hürriyet yıkılırsa rejim bitmişti.

ŞAMİL TAYYAR’IN AÇIKLAMALARI

ERGENEKON TOPARLANIRSA 1 NUMARA DEĞİŞİR

1 Numara değişmedi ama etkisi, gücü azaldı. Ergenekon’da büyük bir dalga beklemiyorum. Devletin zirvesinde yeni bir mutabakat olursa o zaman iş değişir. Ergenekon yeniden toparlanırsa 1 Numara değişir.

ERGENEKONCULAR TSK’DA GÜÇLENİYOR

Ergenekoncular son dönemde silahlı kuvvetlerin içinde güçleniyor. Dursun Çiçek karargah değil de Mersin’de bir subay olsaydı bu kadar destek bulamazdı.

aktifhaber

Serdar Akinan
Özür diliyorum

'Hepimiz susamuruyuz' yazımdan sonra çok farklı tepkiler aldım... Üzerine alınmaması gereken isimlerin ifadelerimi üzerine aldığını ve kendilerince yorumlayarak savrulduklarını gördüm... Buna mukabil asıl üzerine alınması gerekenlerden, elbette, hiç ses çıkmadı... Bunun yanında da, hiç istemeden, birçok tanıdığım insanı da kırdığımı gördüm... Ve, asıl bundan ötürü üzgünüm.
Bu mesleğe başladığım günden bugüne, çalıştığım hemen her yerde birçok rezilliğe şahit oldum... Oturup neyi gördüğümü, neler yasadığımı uzun uzun anlatıp, 'aslında kastım şu olaylar ve şu insanlardı...' diyecek değilim... Oysa amacım ne Can Dündar'ı savunmaktı (ki dikkatle bir kez daha okuyan gözler açıkça onu değil, yarattığı sahte MİT üzerinden düştüğü durumu; temsil ettiği kırılgan değerleri; politik doğruculuğun bu meslekte neden artık yaşayamayacağını eleştirdiğimi-birçoğumuz gibi-anlayacaktır) ne de amacım 'kadın düşmanlığı' yapmaktı...
Bu camianın 'tertemiz' sicilini o yazıyla kirlettiğime inanmıyorum.
Bu arada Sevgili Ahmet Hakan.... Mahallenin bu köşesinde henüz yenisin. Umarım gördüklerimi görmez ve 'kirlenmezsin' ama yazdığın yazıda ifade ettiğin habercilik 'hassasiyeti' Doğan Grubu gazetelerinde Can Dündar'la ilgili neden yer alamadı? Ve tersi, neden mümkün?
İfadelerimle bazı insanlar kendini zan altında hissetmiş. Yıllardır yan yana çalıştığım ve incindiklerini ifade eden bazı arkadaşlarım, dostlarım...
Hanginizi, gerçekten, incittiysem içtenlikle özür diliyorum...
Ancak, bu medyanın üstümüze başımıza, ruhumuza bulaşan pisliğini, 'politik doğruculuk' nedeniyle yazamayacak mıyız?
Tam tersi yazmalı ve en önemlisi açık yüreklilikle tartışmalıyız...
Akşam

Kulislerde dolaşan iddia: “Milliyet yazarı Güneri Civaoğlu, Yaprak Dökümü'nden bir oyuncuyla sarmaş dolaş yakalandı"

23 Eylül 2009 - Bekir Hazar, Yeni Şafak’taki köşesinde, “Yaprak Dökümü'nden bir oyuncuyla sarmaş dolaş sarhoş bir şekilde yakalanan ünlü köşe yazarı kim?..” diye bir yazı yazmıştı. İsim vermeden olayı anlatan Hazar, şu ifadeleri kullanmıştı: "Can Dündar'ın teknede bir kızla yakalanması tartışılıyor şu günlerde gazetelerde ve köşelerde. Geçtiğimiz günlerde bir televizyonun Genel Yayın Yönetmeni ile yemekteydik. Telefonu çaldı. Arayan ekibinden biriydi. Çok ama çok ünlü başka bir yazarı, Yaprak Dökümü'nden bir kızımız ile birlikte görüntülemişlerdi. Aynı Can Dündar görüntüsünde olduğu gibi. Alkollüymüş ve kameralara saldırmış üstelik o meslektaşımız. “Hepsi kamerada kayıtlı” diyordu telefonun ucundaki muhabir.
Ardından o grubun önde gelen isimleri aramaya başladı peş peşe. “Aman yayınlamayın. Bir hata olmuş. Üstelik yazar arkadaşımızın bugün evlilik yıldönümü” diyorlardı. Ricalar birbirini kovaladı.
Sonuçta yayınlanmadı o kaset.. Can Dündar da yakalandıktan sonra Habertürk'ü aramış. Fatih Altaylı'dan rica etmiş ‘Yayınlamayın’ diye. Ancak yayınlandı. ‘Habertürk'ün transfer teklifini kabul etseydim yayınlanmazdı bu haber’ diyor Can Dündar. Bir nevi şantaj iması yapıyor. Fatih Altaylı da ‘Can beni aradı, neler söylediğini şimdi yazmayayım’ diyor. Anlaşılan yayınlanmayan bazı şeyler de var. İlginç diyaloglar geçmiş aralarında. Küfürleşme veya bir tartışma olmadığını öğrendim. Başka bazı ricalar. Bu ricaları da kabul etmemiş Altaylı. Çünkü kabul edilecek gibi değilmiş."
Gazeteciler.com, Bekir Hazar'ın bahsettiği kişinin Milliyet yazarı Güneri Civaoğlu'nun olduğunu iddia etti. Site, Fatih Altaylı’ya seslenip "Can Dündar’ın görüntülerini gazeteci olarak yayınladığınızı söylediniz. Peki…Güneri Civaoğlu’nun görüntülerini hangi kimliğinizle yayınlamadınız?" diye sordu.

netgazete

Ünlü sunucu Ayşenur Yazıcı'nın isyanı: "İş bulmak için çırılçıplak soyunup E-5'te mi koşayım?"



23 Eylül 2009 TV8'de ekrana gelen Seda Akgül'ün sunduğu 'Aramızda Kalsın' programının konukları Aydın Boysan, Altan Erkekli, Nedim Saban ve Ayşenur Yazıcı konuk oldu. İstanbul'da büyük bir felakete yol açan sel felaketine vurgu yapan Ayşenur Yazıcı, bu tür haberler nedeniyle yeniden spikerliğe dönmeyi düşünmediğini söyledi. "Çünkü o beni hasta etti. Ben ciddi, kötü hastalandım. Haberi bırakma sebebim de oydu zaten. Yani üzülüyorsun, elinden hiçbir şey gelmiyor" diye konuşan Ayşenur Yazıcı, sözlerini şöyle sürdürdü: "Ne yapayım, çırılçıplak soyunup E-5'te mi koşayım? Ne yapayım yani. Yok, olmuyor." Televizyon Gazetesi'nin haberine göre; Yazıcı'nın bu sözlerine Seda Akgül'ün yaptığı yorum da dikkat çekiciydi: "Fena fikir değil, o da haber olur. Hoş bir haber olur."

netgazete

27 EYLÜL 2009, PAZAR
Milliyet'te büyük operasyon

Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin'in yerine Vatan Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu getiriliyor. Devecioğlu ise yerini Mehmet Tezkan'a bırakıyor.

İSTANBUL- Doğan Grubu'na ait iki gazetenin başındaki isimler değişiyor. Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin'in yerine Vatan Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu getiriliyor. Devecioğlu ise yerini halen aynı gazetede köşe yazarlığı yapan Mehmet Tezkan'a bırakıyor.

Medyaradar'ın haberine göre, Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin, AK Parti muhalifliği nedeniyle Aydın Doğan'dan fırça yemiş ve bu konuda ayak diremesi üzerine ortadan kaybolmuştu. Önümüzdeki haftadan itibaren Doğan Medya Grubu'nda operasyon yapılacak. Operasyon kapsamında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin'in yerine Vatan Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu getiriliyor. Devecioğlu'nun koltuğuna ise halen Vatan'da köşe yazarlığı yapan Mehmet Tezkan oturacak. Tezkan'ın geçmişinde Sabah Genel Yayın Yönetmen Yardımcılığı ve atv haber genel yayın yönetmenliği bulunuyor.

ERGİN HÜRRİYET'E GİDİYOR
Ergin, Hürriyet Gazetesi'ne transfer oluyor. Ve operasyonun en önemli halkası da burada başlıyor. Çünkü AK Parti'nin en çok şikayet ettiği ve "tasfiye edilecek yazarlar" listesi olarak Aydın Doğan'a verilen listede birinci sırada bulunduğu belirtilen Oktay Ekşi'nin yerine "başyazar" olacağı belirtiliyor.
Bir diğer operasyonda Referans'ta yapılacak. Halen Hürriyet Gazetesi'nin Ankara temsilciliğini yürüten ve adı daha önce Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliği için geçen Enis Berberoğlu Eyüp Can'ın yerine Referans Genel Yayın Yönetmenliği'ne getirilecek.
Akşam

30 Eylül 2009 10:44
Uluç Fuhuş Baskınından Kurtardı
Engin Ardıç'tan bomba iddia. Hıncal Uluç fuhuş baskınında gözaltına alınan sevgilisi manken Ece Gürsel'i polisten mi kurtardı?

Engin Ardıç, uyuşturucu operasyonu kapsamında tutuklanan CHP'li Hakkı Süha Okay'ın kardeşi Mustafa Fehmi Okay'la 20 bin TL karşılığı birlikte olduğu iddia edilen manken Ece Gürsel'le ilgili yeni bir bomba iddiada bulundu.

Ardıç, isim vermeden Ece Gürsel'in Etiler'de bir fuhuş ve uyuşturucu operasyonunda basıldığı ve eski 'yaşlı' sevgilisi tarafından polise rica edilerek kurtarıldığını yazdı.

Ardıç isim vermedi ama 'dede'den kastettiği kişi Hıncal Uluç. Ece Gürsel'in ismi bir dönem Hıncal Uluç'la birlikte anılmıştı. Gürsel aşk iddialarını inkar etmemiş ve "Babamdan görmediklerimi o tamamlıyor" demişti.

65 yaşındaki Hıncal Uluç'un 21 yaşındaki Ece Gürsel'le birliktelik yaşaması eleştiri konusu olmuştu.

Hıncal Uluç'un 'Sweetheart'ım' dediği ve bu sıfatla ünlenen Ece Gürsel, “Uzun yıllardır mankenlik yapıyorum. Ama Hıncal Uluç beni magazin dünyasına soktu, onun sayesinde şöhret oldum. Bunu inkar edersem terbiyesizlik etmiş olurum" şeklinde bir açıklama da yapmıştı.

İŞTE ENGİN ARDIÇ'IN SABAH'TAKİ YAZISI

Sweetheart

Yeni bir uyuşturucu operasyonunda gözaltına alınan, CHP Grup Başkanvekili Hakkı Suha Okay'ın kardeşi Mustafa Fehmi Okay, Çırağan Oteli'nde ünlü bir manken hanımla yirmi bin lira karşılığında "beraber olduğunu" söylemiş...
Hanımın adını vermeyelim.
Fakat bu hanımın "bu boyutuna" inanmak istemiyoruz. Aslına bakarsanız hiçbir manken böyle "kaka" şeyler yapmaz. Tevatürdür.
Kendisi, dedesi yaşında bir adamla "düzeyli bir birliktelik" yaşamış ve öpücüklü resimler de çektirmişti... Demek ki "düzgün" bir kızdır.
Aynı hanımın Etiler'de gene bir fuhuş ve uyuşturucu operasyonunda "basıldığı" ve eski sevgilisi olan dede tarafından "polise rica edilerek" kurtarıldığı dedikodusu da kesinlikle yalandır! Dedeyi de torunu da tenzih eder, ikisinin de yanaklarından öperiz.
aktifhaber

Mehmet Y. Yılmaz/Hürriyet
‘Pislik gazeteci tanımı’

BAŞLIK bana ait değil. Haber Türk yazarlarından Yavuz Semerci’nin daha önce yazdığı bir yazının başlığı bu.

Semerci o yazısında, şu anda yazdığı gazetenin Genel Yayın Müdürü olan Fatih Altaylı’nın yazdığı bir yazıya yanıt veriyor.

Kısaca o günlere dönelim.

Fatih Altaylı, Sabah Gazetesi’nin başında iken 21 Ekim 2006 tarihinde “bir gazetecinin bir medya patronunu arayarak yanında çalışmak istediğini ve 180 bin dolar da para istediğini” yazdı.

İddiaya göre gazeteci şöyle diyordu: “Bizim gazeteye sizin grup aleyhine yayın yapmamız için baskı yapılıyor. Ben gerçekleri bildiğim için bunun parçası olmak istemiyorum.”

Altaylı, bunun “şantaj amaçlı bir girişim” olduğunu da yazdı.

“23 yıldır Babıâli’deyim, böyle bir rezalet, böylesine satışa çıkarılmış bir yazı ve yazar görmedim” dedi.

Ertesi gün, 22 Ekim 2006’da Yavuz Semerci, Vatan’da bu iddianın yanıtını “pislik gazeteci tanımı” başlığı ile yazdığı yazıyla verdi.

“Örneğin pislik gazeteci kime denir? Pislik gazeteci ‘kendisini tehdit ettiğini’ söylediği medya patronunun yanına sığınıp, sonra da ‘delikanlıyım’ ayaklarına yatana denir. Bir zamanlar ‘Arsızlık abidesi’ diye tanımladığı kişiye ‘hizmet’ verene denir. Yalan haber yazana denir. Pislik gazeteci, ‘parasının kaynağı karanlık’ diye belgesiz çamur attığı işadamının yanına park edip, bu kez onun ticari çıkarlarını korumak için kalemini silah gibi kullanan kişilere denir.”

Şimdi bu iki arkadaş Haber Türk’te kafa kafaya vermişler, bize sallıyorlar!

İkisinin de aynı patronun ve aynı siyasetçinin özgür basını yok etme planının arkasında saf tuttuğuna bakacak olursak, patronun da siyasetçinin de geleceği çok parlak değil!

Alper Görmüş/Taraf

Benim anladığım: ‘Şahane birey’liğe devam...

Biliyorsunuz, Serdar Turgut, içinde Rojin’in adının da geçtiği bir “mizah yazısı” yazdı. Rojin, haklı olarak büyük bir rahatsızlık duydu ve yazar hakkında dava açılması için şikâyette bulundu. Serdar Turgut dün (29 ekim) bir yazı daha yazdı ve Rojin’den özür diledi.

Bizim gazetenin NTV haberi nedeniyle geçen salı yazdığım yazıda, “ders çıkarmadıktan sonra özür dilemenin bir faydasının olmayacağı”nı dile getirmiş; ders çıkarmanın ve böylece hatanın tekrarından sakınmanın yolunun da hata üzerinde düşünmekten geçtiğini vurgulamıştım. Yazıda da bunu yapmaya çalışmıştım zaten.

Serdar Turgut’un yazısında ifade ettiği özür, “hiçbir işe yaramayacak” o tipik özürlerden biriydi bence. Çünkü yazıda açıkça şöyle diyordu: “Yazdığım yazıda hiçbir problem yok. Sen mizahımı anlayamadığın için kızdan bana. Yine de üzülmene yol açtığım için özür dilerim.”

Şu cümlelere bakın:

“Birçok kadın okuyucum benim mizah türümü çoktan anlamıştır. Rojin’in de o kadınlar arasında olduğunu düşünüyordum. Çünkü konuşmalarından, televizyon performansından onun da zeki bir kadın olduğunu düşünüyordum. Fakat olmadı. Gülüp geçecek yerde o mağdur olmayı tercih etti.”

(...)

“Nasıl ki PKK teröristi olmayacaksam, dağa çıkmayacaksam kız da kaçırmayacağım. Bu açık değil mi Allah’ınızı severseniz yahu. Lafı ne kadar abartılı söylersem işin hayal kurgu olduğu anlaşılır diye düşünüyorum hâlâ daha...”

Rojin’in zekâsına “ince” göndermeler... “Ben metafor (mecaz) yaptım, o bunu gerçekmiş gibi algıladı” ucuzlukları...

Mecazın “ilmin elinden cehlin eline düştüğünde hakikate inkılâb edeceğini” ben de biliyorum, fakat burada böyle bir durum yok ki! Rojin, “yaptığın mecaz beni rencide etti, bunu yapamazsın” diyor. Fakat heyhat, karşısında “her şeye hakkı olan, herkesi mizahına malzeme yapabileceğini düşünen şahane bir birey” olduğunu unutuyor.

Yeni Aktüel için aylar önce yazdığım Serdar Turgut portresinin başlığı “Türkiye’nin en ‘şahane birey’i” idi. Aşağıda, bu portrenin tamamına yakın bir bölümünü dikkatinize sunuyorum.

Portreyi okuyup benim Turgut’la ilgili değerlendirmemi öğrendiğinizde, onun son vukuatına neden hiç şaşırmadığımı hemen anlayacaksınız... Ve ne yazık ki, başlıkta da dediğim gibi, devamının da geleceğine hiçbir kuşkum yok.

Buyurun Serdar Turgut portresine...


“Tek referansı kendi keyif, niyet veya çıkarı olan...”

“Kendi dışındaki hiçbir şeye karşı sorumluluğu bulunmayan, herhangi bir ‘değer’e tâbi olmayan, tutarlı olması gerekmeyen, tek referansı kendi keyif, niyet veya çıkarı olan, bunları da canı istediğinde değiştirebilen şahane birey...”

Serdar Turgut’u yazmaya karar verdiğimde zihnim Medyakronik (2000-2002) yıllarına kayıverdi... Ümit Kıvanç’ın Serdar Turgut’u tanımladığı şahane bir cümle vardı, onu mutlaka bulmalıydım. Buldum ve Serdar Turgut’u bundan daha iyi anlatacak bir cümle kuramayacağımı düşünerek bu yazının spotuna taşımaya karar verdim. (Yukarıda, ara başlıktan hemen sonra okuduğunuz paragraf. –A.G.) O zamanlar Türkiye’nin şımarıklık yıllarıydı ve bu “şahane birey”lerden çok vardı etrafta. Tanıma bayılmıştım ve bakın yıllardır hiç çıkmamış aklımdan.

Serdar Turgut, Avustralya yerlileri Aborjinlerin varlıklarını günümüzde de sürdürebilmelerinin sırrını sökmeye çalıştığı yazısında şöyle diyordu: “O kadar vahşi ortamda varolabilmelerinin tek yolu, sürekli daha da büyük bir çirkinliğe doğru evrilmeleriydi. Evrile evrile öyle bir noktaya geldiler ki, ormandaki en vahşi ve acımasız hayvan bile bu insanları gördüğü anda onlara acıyor ve yemekten vazgeçiyor.”

Aslında daha “hard” ırkçı yazıları vardı, fakat biz ona denk gelmiştik. O sıralar yazar bir yandan da “Öteki Türkiye” yazılarını sürdürüyor, bitişiğindeki kardeşinin sefaletini görmeden yaşamaya devam eden “Beyaz Türkler”i eleştiriyordu. Ümit zaten, bu ölçüde “serbest” takılmayı kendine hak gördüğü için onu “şahane birey”ler arasında saymıştı: “Tebrikler, Serdar Turgut, ‘Öteki Türkiye’ tartışmasıyla insanlara vicdan, ahlâk gibi kavramların önemini hatırlattın, ama hemen ardından nedense bütün bunları ciddiye almamamız gerektiğini anlatıyorsun.”

Serdar Turgut, o gün bugündür tutarsızlığı ve “serbest” takılmayı şiar edinmiş yazılarıyla karşımızda. Analiz yapmak için birikimi ve yeteneği var tabii... Fakat şişik egolu, heyecanlı ve “yaşam tarzı”nı her şeyin önüne koyan biri olarak yaptığı her analiz kendi korkularının, iyimserliklerinin, öfkelerinin etkisi altında kalıyor. Bu nedenle bir uçtan bir uca savrulan şeyler söylüyor sürekli olarak...


Nasıl olsa sorgulayan yok...

Bu aralar, bir zamanlar “hayat tarzları beş duyularıyla sınırlı, düşünce aramayın” diye hakaret ettiği insanları ülkenin belkemiği sayma döneminde... Mesela geçenlerde “Cumhuriyeti ve Atatürk’ü seviyorum, var mı buna bir diyeceğiniz?” başlıklı köşesinde (Akşam, 27 Mart 2009) şöyle yazdı:

“Biz Atatürk’ün kurduğu modern ülkede yaşamak isteyen, düzgün çocuklar yetiştirmekten daha büyük arzusu bulunmayan ve tercih ettiğimiz hayat tarzını yaşarken kimsenin de tercihlerine karışmamak gerektiğini bilecek kadar aile terbiyesi olan insanlarız.”

Oysa, “kimsenin tercihlerine karışmazlar” dediği bu insanları, çok değil 15 ay önce bakın nasıl tarif etmişti (4 Ocak 2008 tarihli “Beyaz Türkler” yazısından):

“(...) Yıllar boyunca bu insanlar beş duyularını tatmin etmek için doyasıya yaşar, dünya umurlarında değilken, başka bazı insanlar ‘farklılıklara saygı’ bekliyorlardı. Düşünmeye, soyutlama yapmaya alışık olmadıklarından bu saygıyı veremediler. Sadece ‘bugün ne yeriz, ne içeriz, kiminle yatarız’ı düşünmekle yetindiler.”

Alın mesela: “Ulusalcılık bir hastalıktır” (1 Nisan 2008) yazısını yazdığında (...) hiç kimse kalkıp, bu yazının sahibinin Akşam gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak yazarlarına “önce vatan” direktifi verdiğini de hatırlamak istemedi:

“‘Önce vatan’ diyen, Türkiye’nin sorunlarına, kırmızı çizgilerine sahip çıkan bir gazete yapmak istiyorum. Yakında gazetenin logosu değişecek. ‘Önce vatan’ diyeceğiz logoda. (...) Çünkü vatanın elden gitmekte olduğunu düşünüyorum.”

Biraz tutarlılık gözeten, biraz entelektüel vicdanı olan biri, bizzat kendisinin “hastalık”ın mikroplarından biri olduğunu fâş eden bu satırlar ortadayken, kalkıp şunları nasıl yazabilir:

“Bu tarikattaki insanlar, aynen dünyanın sonunun geldiğine kendini inandırarak çıldıran tarikattaki insanlar gibi Türkiye’nin sonunun geldiğine kendilerini inandırarak çıldırmışlardır. Aslında ‘Çılgın Türkler’ bağlantısı da budur.” (“Ulusalcılık bir hastalıktır”, 1 Nisan 2008.)

Şunu da unutmayın, yazarımız, bu satırları yazmasından üç yıl evvel “Şu Çılgın Türkler”i gazetesinin manşetine taşımış ve şöyle yazmış biridir:

“Dünkü manşetimizde yer verdiğimiz ‘Şu Çılgın Türkler’ adındaki kitap zor koşullar altında özveriyle taviz vermeden mücadele edip kafasını dik tutmayı beceren bir ülkenin milyonlar tarafından nasıl da özlendiğini göstermektedir.” (“Bugünlerin geleceği belliydi”, 11 Ağustos 2005.)


Yazarımızın gazetecilik günahları

Serdar Turgut sözde renkli, haylaz, sivil bir dış kabuğun altına gizlenmiş otoriter-faşizan bir gazeteciliğin temsilcisi. O kadar öyle ki, Şemdinli hadisesi bile ona göre şöyle bir şeydi: “Stratejik özellikleri bu şekilde olabilen bir bölgede ‘derin devlet’ faaliyeti olmaması anormal olurdu, ‘derin devlet’ faaliyeti o tür bölgelerde kesilirse asıl o zaman korkmak gerekir.”

(...)

Yalnız fikirlerde değil, kişilerde de “serbest...” Bu fasıldan Can Dündar’ı Alaattin Çakıcı’ya havale etmesini; tehditler karşısında çareyi yurtdışına gitmekte bulan Orhan Pamuk’un arkasından teneke çalmasını; Medyayı eleştirdiği yazısını gazeteden çıkarttıran Ertuğrul Özkök için “hakkıdır” diye yazdıktan bir hafta sonra gittiği Akşam’da Özkök’e çakmasını; Ali Kırca’nın kasetiyle ilgili olarak kaleme aldığı “performans” yazısını sayabiliriz...

Fakat bütün bunlar bir “şahane birey”in normalleri içindedir kuşkusuz. Zaten o nedenle mazurdur. Bence o, Türkiye’nin en “şahane birey”idir.


Etiketler: Medya gazete televizyon tv gazeteci hürriyet milliyet cumhuriyet yeni şafak Doğan Medya Hasan Pulur ab Avrupa intihal Fuat Uğur Atv Ergenekon haberl nkavga Hıncal Uluç atatürk laiklik içki zina darbe cumhuriyet kemal alemdaroğlu Sezen Aksu 12 Eylül gecesi Genelkurmay Karargahı Demirel zorunlu ikamet 49 idam Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Hava Kuvvetleri Deniz Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanı TBMM Lale Mansur protesto etti darbe muhsin yazıcıoğlu cia pentagon abd Cumhurbaşkanı Demirel GKB Mağdur yargısız infaz atatürk laiklik ı gkb genel kurmay ilker başbuğ abd ab nato ordu ihale pentagon askeri uçak diyarbakır adana kürt akp asker rte ölü er abd gkb tsk Asker Jandarma Komutan düşman selanik dönme Etiketler: Fuat Uğur Atv Ergenekon haberl nkavga Hıncal Uluç atatürk laiklik içki zina darbe cumhuriyet kemal alemdaroğlu Sezen Aksu Ahmet atatürk mustafa kemal kemalist atataürkçü laik içki alkol ndarbe mason kent otel asker emekli chp yargıtay gata Alemdaroğlu Hürriyet Atatürkçü, laik, Cumhuriyetçi şarapçı Ertuğrul özkök hac umre Tiraj Ahmet Hakan Şarapçı Takkeli Liboş Bekir Coşkun Emin Çölaşan Genel Yayın Yönetmeni namaz Altan Öymen Oktay Ekşi İsmail Tansu Ziya emin çölaşan Orhan Duru, Nilüfer Yalçın, Oktay Kurtböke, Mustafa Özkan, Mete Akyol, Mehmet Ali Kışlalı, Mustafa Ekmekçi, Yaşar Aysev, Erdoğan Tokatlı, Hıncal Öcal Uluç Ahmet Hakan Aydın Doğan Yalçın Doğan Mesela Yılmaz Cem Uzan


En son Ekim tarafından Cum Ekm 30, 2009 9:52 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 23, 2009 12:44 am    Mesaj konusu: Mithat Bereket'e şok suçlama! Alıntıyla Cevap Gönder

Mithat Bereket'e şok suçlama!


22 Ekim 2009 TRT 1'deki "Pusula Haber" programının yapımcısı Mithat Bereket, iktidarının 40. yılını kutlayan Libya lideri Muammer Kaddafi’yle Trablus’taki başkanlık sarayının bahçesinde bir röportaj yaptı. Milliyet gazetesi dün bu haberi ilk sayfadan verip Bereket'i, Kaddafi ile görüşen ilk Türk gazeteci olarak anons etti. Akşam yazarı Oray Eğin, köşesinde bu anonsa itiraz edip Mithat Bereket hakkında şok bir suçlamada bulundu.

Mithat Bu Ayıbı Hep Yapar

Dünkü Milliyet'in birinci sayfası... 'Kaddafi'yle görüşen ilk Türk gazeteci' diye Mithat Bereket sunulmuş... Belli ki kendi reklamını yapmayı çok seven Bereket Milliyet'i yanıltmış... Ayıptır, yazıktır...
Turgut Özal'ın Libya'ya yaptığı ziyaret esnasında, ta 1988'de Mehmet Ali Birand karşısına Libya liderini alıp konuşmuştu... Bereket'in ustası olan Birand...
Daha sonra atv Haber'de çalışırken Şirin Payzın bir röportaj yapmıştı Kaddafi'yle...
Peki bu Mithat Bereket'in 'ilk kez' sevdası nereden geliyor?
Kendisi medyayı yanıltmayı sever de ondan...
Geçmişte de Nelson Mandela'yla röportaj yapmıştı... Bunu da yıllardır büyük başarı olarak anlatır...
Oysa bu röportaj nasıl oldu biliyor musunuz?
Bereket, Mandela'nın ofisine gidip kendisini Leyla Umar olarak tanıttı ve böyle aldı röportajı. İsteyen medyanın yaşayan abidesi Leyla Umar'a bunu sorabilir, zaten o anlatamasa biz Mithat Bereket'in kendi kendine anlattığı gazetecilik başarılarına inanacaktık...

netgazete
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 30, 2009 9:58 pm    Mesaj konusu: Serdar Turgut'a 'Çüüşş'lü Eylem Alıntıyla Cevap Gönder

TÜRBAN TAKTIRIYORLAR ABLA, YETİŞ

17 Kasım 2009
2007 Bilgi Destek Planı'nda medyaya servis edilmesi istenen her haber, planın hazırlanmasından kısa bir süre sonra neredeyse plandaki başlıkla manşetlere çıkmış. Sonucu belli anketler de belli aralıklarla sayfalarda boy göstermiş.
Demokrasiye Müdahale Eylem Planı'nı ile ortaya çıkan 'TSK içindeki cunta' yapılanmasının 'kara propaganda' faliyetleri kapsamında hazırladığı iddia edilen Eylül 2007 tarihli Bilgi Destek Planı'nda servis edilmesi istenen haberlerin tamamının yandaş medyada manşet olduğu ortaya çıktı. "Kamuoyu yaratmak" isimli 'power point' sunumunda, medyanın manşetleri, haberleri, okur köşelerinden yayınlatılacak, sonucu önceden belli anket sonuçlarına kadar her alanda kullanılarak toplumun yönlendirilmesi isteniyordu.

BAŞLIKLAR BİLE BİRE BİR ÖRTÜŞÜYOR

"Kamuoyu Yaratmak" isimli power point sunumda hangi tür haberlerin hazırlanacağı ve yandaş medyaya servis edileceği de başlık başlık anlatılıyordu. 'Servis edilecek' denilen haberlerin Eylül 2007'den sonra gazete ve televizyonlarda neredeyse belgedeki haber başlıklarıyla bire bir örtüşen başlıklarla yer bulması dikkat çekti. Ancak manşetlere çıkan bir çok irtica haberinin kısa sürede yalan olduğu ortaya çıkmıştı. Belgedeki 'servis haberlerin' halen bazı gazete ve televizyonlarda zaman zaman yer almayı sürdürdükleri de görüldü.

İŞTE CUNTANIN SERVİS EDİLECEK HABERLERİ

İşlem Makamı Harekat Bşkanlığı, İstihbarat Başkanlığı ve Genel Sekreterlik olarak gösterilen 24 Ekim 2007 tarihli "Faa.çiz. 23.10.Selvi" dosya adlı belgede, servis edilecek haberlerle birlikte Hürriyet'in gençlerin 'cinsel içerikli' sorularına cevap veren Güzin Abla takma adıyla hazırlanan köşeye türban konusunda mektup gönderilmesi planlanıyor. İşte belgede servis edilecek haberlerin başlıklarından bazıları şöyle: İrticai sermayenin vatandaşları dolandırması, dolandırılan vatandaşların hazin hikayeleri Tarikatçı babanın okula gitmemesi için kız çocuğuna hapis hayatı yaşatması.

- İrticai ailenin çok küçük yaştaki kızını yaşlı biriyle para karşılığında evlendirmeye çalışması.

- Tarikat şeyhinin çok lüks bir hayat yaşaması ve anormal ölçekteki mal varlığı.

- Türban takmaya zorlanan bir genç kızın Hürriyet yazarı "Güzin Abla"ya durumunu yazması ve yardım istemesi.

- Türban takmak istemeyen bir genç kadının başına gelenler ve yaşadığı çevrede nasıl bir baskı altında tutulduğuna ilişkin yazdığı mektuplar.

SONUCU ÖNCEDEN BELİRLENMİŞ ANKETLER

'Kamuoyu Yaratma' cetvelinde, önceden sonucu belirlenmiş anletlerin medyaya servis edilmesi isteniyor. İşte anketlerden çıkması istenen sonuçlardan bazıları: - Türk toplumunun en çok güvendiği kurum %93'le yine TSK çıktı... - Hükümete olan güven %45...- Türkiye'de türban takan kadın sayısı son beş yılda %10 arttı... - Türkiye'ye yaşayan yabancılara göre, Türkiye hızla dinci bir toplum haline geliyor, Arap ülkelerine daha fazla benzemeye başladı... - Türban takan kadın/kızların %65'i çevre, aile ve eş baskısı nedeniyle takıyor... - Öğretmenler arasında yapılan bir ankete göre eğitim hızla dinselleşiyor...

Şeyhin lüks hayatı

- (Hürriyet-24 Nisan 2008): İsmailağa Cemaati'nin lideri Mahmut Hoca da, Beykoz'a bağlı Çavuşbaşı Beldesi'nde iki villa aldı. İkiz villaları 'hocaları' için beğenen müritler, önce mahallenin 'çağdaş imamı'nı tayin ettirip camiyi 'ele geçirdi'. Camiye tarikattan biri atandı, villalar alındı ve mahalle cüppeli, kara çarşaflı müritlere kaldı.

Medyaya servis edilecek haberler arasında "İrticai unsurların cemaatten topladığı paraların tarikat şeyhinin cebine gitmesi, tarikat şeyhinin çok lüks bir hayat yaşaması" haberleri de vardı.

Türban taktırıyorlar yetiş Güzin Abla!

Rumuz Cunta!

Servis edilecek haberler arasında en ilginci Hürriyet'in cinsel içerikli soruları yanıtlayan Güzin Abla köşesine türbanlı kızların dramıyla ilgili sorular göndermek. Sorular gitmiş ve Güzin Abla da soruları yanıtlamış.

Planda "Güzin Abla'ya türbanlı kızların dramı sorulsun" denmiş. Kısa süre sonra Güzin?Abla 3 türbanlı kız sorusu cevaplamış

Güzin Abla niye türbanı yazmıyorsun?

- HÜRRİYET (25 Şubat 2008): Sevgili Güzin Abla, uzun süre başörtüsü ya da türban konusunda bir şeyler yazarsınız diye bekledim, ama hayal kırıklığına uğradım. Ben 32 yaşında, kapalı bir bayanım. Ama artık başörtüsünü taşımak istemiyorum. Taşıması zor bu örtüyü kullanmama kararı aldım. Eşim de bu kararıma saygı gösterdi. Fakat çevrenin baskısı ve olmadık laflarından, hatta iftiralarından korktuğumuz için bir türlü tamamen çıkaramadım. Rumuz: Çözüm arıyoruz.

16 yaşındayım, aile zoruyla kapandım

Merhaba Güzin Abla... Ben 16 yaşında bir genç kızım. Ailemin zoruyla kapandım, ancak gönlüm başka şeylerde. Sevdiğim genç de ben kapanınca fikirlerimizin uymadığını ve benim görünüşümde biriyle gezemeyeceğini söyleyip beni bıraktı. Ben istediğim kıyafetleri seçmek, mayo giyip yüzmek, makyaj yapmak istiyorum. Ama yapamıyorum. Bu nedenle evden kaçmayı bile düşünüyorum. Ne yapmalıyım?

Baştaki örtü ile cahil gibi görünüyorsun!

"Üniversiteye girmek isteyen türbanlı genç hanımlara şaşıyorum. Orası bir bilim ve irfan yuvası... Meslek edinmek için eğitim alınan yer. Orada başörtüsünün ne işi var? Ne kadar bilgili, görgülü, seviyeli de olsanız, başınızda örtü varsa cahil bir görünüm sergiliyorsunuz. Örneğin ben artık başörtüsü takmak istemiyorum. Ben kayınvalidem ve kayınpederimin baskısıyla örtündüm. Ailem ise çevremizden çekiniyor. İşte bu çevre dedikodusundan nasıl kurtulurum, ne yapmalıyım bilemiyorum. Ne olur bir çare söyle, cevap yaz.

TSK yüzde 87 ile en güvenilir kurum

- ULUSAL KANAL (17 Kasım 2008): TNS Piar'ın her ay yaptığı "Bugün seçim olsa oylar hangi partiye gider" konulu anketin Ekim ayı sonuçları açıklandı. Ankete göre Türk Halkı'nın en güvendiği kurum yüzde 87 ile TSK.

AVROBAROMETRE (5 Temmuz 2008): AB'nin kamuoyu araştırmalarından sorumlu kurumu Eurobarometre öncülüğünde hazırlanan "Bahar 2008" Türkiye raporunda halkın yüzde 82'si 'en güvenilir kurum' olarak TSK'yı gösteriyor.

Türbanlılar çoğalıyor!..

"Türkiye'de türban takan kadın sayısı son beş yılda %10 arttı..." sonuçlu anket istenmiş. Peşinden "türbanlı sayısı 4'e katlandı' manşeti gelmiş

Servis edilmesi istenen haberlerden birisi de "Türkiye'de türban takan kadın sayısı son beş yılda %10 arttı..." şeklindeydi. Milliyet Gazetesi 4 Aralık 2007'de manşetine bir araştırmayı taşıdı. Konda Araştırma Şirketi tarafından Milliyet Gazetesi için yapılan ve 2007'de Milliyet'te yayınlanan "Dindarlık ve Türban" araştırmasına göre Türkiye'deki türbanlı sayısı 4'e katlandı. AK Parti yönetiminde geçen son dört yılda başını örtenlerin oranı yüzde 64.2'den 69.4'e, bunun içinde başını türbanla örtenler yüzde 3.5'ten 16.3'e çıktı.

Eğitim dinselleşiyor!

Spariş haberler için planlanan bir başlık da "öğretmenelere göre eğitim sistemi dinselleştiriliyor"du. Haberler peş peşe gelmiş.

- Milliyet (24 Kasım 2007): Amasya Anodulu Kız Meslek Lisesi'nden kayıtlarını aldıran öğrenciler "Notumuz düşmesin diye baskılarla sustuk. Oruç tutuyormuş gibi yaptık" diye konuştular. Ş.D'nin babası Cafer D, "Biz Aleviyiz. Orcumuz farklıdır. Yurt sorumlusu Hakime Hanım'a 'Kızım hasta. Ameliyat oldu oruç tutamaz' dedim. Bana 'Olsun bir şey olmaz, tutar tutar' dedi..." Bu haber kısa süre sonra yalanlandı. Kısa sürede kızların oruç yalanı ortaya çıkmıştı.

- Star TV Ana Haber (24 Ekim 2009): Uğur Dündar yönetimindeki Star TV Ana Haber Bülteni'nde "Okuldan Cumaya" başlıklı haber yayınlandı. Öğrencilerin ailelerinin yazılı izniyle cumaya gitmeleri suç gibi gösterildi.

- Radikal (21.01.2008): Erkan Avcı Anadolu Teknik Lisesi'nin zemin katındaki oda, mescit olarak kullanılıyor. Öğretmenler ve öğrenciler birlikte namaz kılıyor.

- Hürriyet (24.04.2008): Kartal Atatürk İlköğretim Okulu'ndaki 23 Nisan gösterilerinde, okul müdürü dans eden kız öğrencilerin gösteride giydikleri kıyafetleri açık diye gösterilere son verdi.

Türkiye Araplaşıyor

Servis haberlerden birisinin de "Türkiye hızla dinci bir toplum haline geliyor, Arap ülkelerine daha fazla benzemeye başladı..." olması isteniyordu. İşte medyadaki o döneme ait bir haber:

- Cumhuriyet (23 Aralık 2007): Doç. Filiz, Vahabi anlayışının dini temele dayanan siyasete de yansıdığını söyledi. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şahin Filiz, Arap mikromilliyetçiliğinin ideolojisi olan Vahabiliğin ulus devleti parçalamayı amaçladığını belirterek Türkiye'yi bekleyen asıl tehlikenin dindarlaşma değil, "Araplaşma" olduğunu vurguladı.

İrticacı dolandırıcı!

Servis edilmesi istenen haber başlıklarından biri de "İrticai sermayenin vatandaşları dolandırması, dolandırılan vatandaşların hazin hikayeleri" idi... İşte bazıları:

- Cumhuriyet (4.01.2004): İslami Holding ortada bıraktı. Çocuğu lösemili olan Ahmet Kadayıfçı İslami holdinglerden Kombassan'dan 60 milyar lirasını alamadı. Kadayıfçı, "Çocuğumun yaşaması için gereken ilik bulundu. Ancak bu kez de holding paramızı vermediği için ameliyat ettiremiyoruz" dedi.

- Hürriyet (23.05.2004): Beddua Pankartı. Almanya'da çalışıp biriktirdiği 550 bin markın Kombassan Holding'e kaptıran Hanifi Doğan, parasını isteyince dayak yedi. Soluğu Ankara'da alan işçi, beddua pankartıyla Adalet Bakanlığı'nın önünde eylem yaptı.
STAR

30 Ekim 2009
Serdar Turgut'a 'Çüüşş'lü Eylem
“Keşke terörist olsaydım, Rojin'i dağa kaldırır, seks kölem haline getirirdim” diyen Serdar Turgut için 'çüüşş'lü eylem vardı. İşte eylemden görüntüler...

Akşam yazarı Serdar Turgut'un Kürt sanatçı Rojin'le ilgili sözleri büyük tepki topladı. Rojin suç duyurusunda bulunurken, Ankara'da da kadınlar eylem yaptı...

SERDAR TURGUT İÇİN ANKARA'DA 'ÇÜÜÜŞ' EYLEMİ

Ellerinde "Mizah Ç..kle değil, beyinle yapılır" yazılı pankartlar bulunan kadınlar, Akşam gazetesinin Ankara bürosu önünde Serdar Turgut'a "özür yetmez istifa et" çağrısı yaptı.

Kürt sanatçı Rojin'i seks kölesi yapma üzerine kurulu yazısıyla kadınları kızdıran Akşam gazetesi yazarı Serdar Turgut Ankara'da protesto edildi.

Kadın Platformu ve Feministler Akşam Gazetesinin Ankara Bürosu önünde, Serdar Turgut için “Çüüşş eylemi'' yaptılar. Kürt sanatçı Rojin'e destek vermek için Kuğulu Park'ta toplanan kadınlar “Çüüşş” pankartı eşliğinde sloganlarla Akşam gazetesine yürüdü. Kadınlar, “Başına bir hal gelirse Serdar, dağlara gel dağlara” şarkısını söylediler.

MİZAH BEYİNLE YAPILIR

Ellerinde “Mizah Ç..kle değil, beyinle yapılır” yazılı pankartlar bulunan kadınlar, Akşam gazetesi önünde Serdar Turgut'a istifa çağrısı yaptı. Turgut'un Kürt sanatçı Rojin'e yönelik yazısının cinsel taciz içerikli bir saldırı olduğunu belirten grup, “Serdar Turgut tüm kadınlardan özür dile ve istifa et” çağrısıyla bir basın açıklaması da yaptılar.

İSTİFA ETSİN

Kadınlar, “Biz Serdar beyin mizah adı altında kadın bedenine saldırısına gülmemeye devam ediyoruz. Barış'ı arzulayan kadınlar olarak bunca şaşkınlığa ancak Serdar Turgut'a ve Akşam gazetesine kocaman bir Çüşş çekerek karşılık veriyoruz. Serdar Turgut'a ve Akşam gazetesi Rojin'den özür diledi. Fakat şimdi onu istifa etmeye çağırıyoruz” dediler.
aktifhaber

Serdar Turgut'un 'Çocuk' yazısının intihal olduğu iddia edildi; yazı esasında İngiliz yazar Colin Bowles tarafından kaleme alınmış

14 Kasım 2009 - Bir Medyatava okuru, Serdar Turgut'un bugün Akşam'da yayınlanan yazısının 1990'ların başında İngiliz yazar Colin Bowles tarafından kaleme alındığını iddia etti. Yazı, Batı ülkelerinde çocuk bekleyen çiftlere önerilen mizahi bir makale. Ama Turgut, bu yazıyı köşesinde iki kere yazıp kaynak belirtmedi... netgazete

Aykut Işıklar/Bugün
Muhabir kızın feryadı, sadece dedikodu malzemesi olarak mı kalacak?

Bir zamanlar 'Enver Ağabey' diye bir kartal vardı.
Yanında da kendini kartal sanan kargalar dolaşırdı. O kargalar ki Enver Ağabey'e kıyak olsun diye TV'sinde gak gak diye atıp tutarken, paraları da çuvalla bankalara taşıyorlardı. Millet ne bilsin işin içyüzünü. Bir gün sert rüzgâr esti, bütün kargalar dört bir yana dağıldı...
Çaktırmadan köşeyi dönen kargalar başka dallara konup, hâlâ gak gak diye ötüyor. Başka arabanın türküsünü öttürerek... İşte kahramanımız bunlardan biri. İri yarı, heybetli, küçük dağları ben yarattım sanan, kendine özel konuşması ile özel bir tip! Enver Ağabey devrilince "Bu ışıklar beni yeterince aydınlatmıyor, bu ülkede sadece inançlı olmak yetmiyor, başka ülkülerim de olsun" dedi. Musluğun başına geçmek için Ankara'ya gitti. Güya kendisini anlayanlarla(!) buluştu. Bir gazetenin Ankara temsilcisi olunca da sağa sola saldırmaya başladı. Ama bu günümüz koşullarında kesin şart... Sesini kavga, gürültü, iftira olmadan nasıl duyuracaksın?
Buraya kadar eyvallah, pek çok kez gördük bu filmi.
Ancaaaaak... Yanında çalışan bir muhabir kızın namus ve onuru ile oynamak neyin nesi? Kızı böyle utanç verici bir olayla adeta çıldırtmak... Hele hele o camiaya hiç yakışır mı? O camia ki mertliği, delikanlı duruşu ile gurur duymaz mı? Bir işyerinde olacak iş mi bu yani? TV'de ona buna sallayan koca adam, muhabir kızı devamlı taciz ediyor, arkasından dedikodu yapıyor ve bunu sağa sola duyuran olursa işten atarım diye tehdit ediyor. Vay anasını sayın seyirciler, ülkemiz ve insanımız ne hale gelmiş...
S.K. adındaki muhabir kızın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdiği suç duyurusu yani cinsel taciz ihbarı şu sıralar Ankara'da medyanın dilinde. Sadece en güvenli mekân olan cafe veya birahanelerde konuşuluyor. Çünkü olayın kahramanı "Herkesin telefonunu dinlettiriyorum. Bu konuyu konuşanı yakarım" diye korku sarmış. İcabında başbakan, içişleri bakanına posta koyan gazetecilerde 'tıs' yok. Peki savcılığa, "Bu dilekçe neden işleme konmuyor" diye niye sormuyorlar? Öyle ya belki cinsel tacize uğradığını iddia eden muhabir kız iftira atıyor... O zaman aklından zoru olan bir delidir. Bir hastaneye sevk edip, ruh ve sinir sağlığını tedavi ettirmek gerekmez mi? Suç duyurusunun noter tasdikli fotokopisi taa İstanbul'da bana kadar geldi. Detayını yazmaya elim varmıyor.
2009 yılının Kasım ayında, Türkiye'nin başkenti Ankara'da, ülküsü için ölmeye(!) yemin etmiş bir gazete yöneticisi, yanında ekmek parası için çalışan bir muhabir kızın namusuna göz dikiyor. Ama görevliler şikâyete sessiz kalıyor? Bu sizi etkilemez mi? Beni bile etkiledi. İstanbul sosyetesinde olsa neyse de...

Gazete Habertürk'ün dün taşra baskılarında birinci sayfasında "Cartier'den Köşk'e Trinity yüzük servisi" başlıklı bir haber vardı.

Haberde Cumhurbaşkanı'nın eşi Hayrunnisa Gül, Cartie'nin mağazasından 20 bin Euroluk (45 bin Yeni Lira/45 Milyar eski Lira) iç içe geçmiş 3 halkadan oluşan Trinity yüzük istettiği yazıyordu.

Ancak taşra baskısında olan bu haber İstanbul ve diğer büyükşehir baskılarında yoktu...



medyaradar.com/

11 Kasım 2009 09:57
Akşam Yazarları Perişan Oldu!
Akşam yazarları köşelerinde makale yerine tekzip yayınlıyor. Sevilay Yükseler Tuğçe Tatari'ye bir darbe daha indirdi. Tatari'nin köşesine bakanlar yine şok oldu.

Sabah Yazarı Sevilay Yükselir, Akşam yazarı Tuğçe Tatari'yi ikinci kez tekzibe mahkum etti. Yükselir, 7 Kasım'da da aleyhine yazı yazan Tatari'nin köşesinde mahkeme kararıyla 'cevap ve düzeltme metni' yayınlatmıştı.

Akşam yazarı Tatari'nin bugünkü köşesine bakanlar yine büyük bir şaşkınlık yaşadı. Okuyucular Tatari'nin makalesi yerine Sevilay Yükselir'in Tatari'yi yerden yere vurduğu tekzip metniyle karşılaştı.

Daha önce Sabah yazarı Mahmut Övür de Akşam yazarı Oray Eğin'i iki kez tekzibe mahkum etmişti. Övür Tekzip metninde Oray Eğin'i adeta rezil etmişti.

İşte Akşam yazarı Tuğçe Tatari'nin köşesindeki tekzip metni...

Düzeltme ve cevap metni

Tuğçe Tatari bu köşede asılsız, mesnetsiz iddialarla kişilere kara çalmaktadır
Tuğçe Tatari'nin 29 Ağustos 2009 tarihli 'Kendi 'açıklarından' bahset Sevilay' başlıklı yazısında Sevilay Yükselir ile ilgili olarak ileri sürdüğü iddiaların gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur. Söz konusu yazı 'Çamur at, izi kalsın' mantığıyla kaleme alındığı, açık olan, ön yargılı ve art niyetli duygularla, gazetecilik kisvesi altında ve gazetecilik mesleğinin etik değerlerini yok etme pahasına, sadece müvekkile saldırı amacıyla yapılmış çok çirkin, düzeysiz ve kasıtlı bir yayın niteliğindedir.

Elbetteki bir yazarın bir başkası hakkında eleştirilerini yazma ve bunu okuruyla paylaşma hakkı vardır. Ancak bir yazarın bu eleştirilerini aktarırken, eleştiri noktasındaki sebeplerini de somut olarak ortaya koyma ve bunları ispatlama zorunluluğu vardır. Ancak Tuğçe Tatari tekzibe konu yazı ile gerçeklere aykırı olarak ve haksız yere müvekkil Sevilay Yükselir'e çeşitli itham ve isnatlarda bulunarak, köşesini tamamen şahsi kaygılarla ve kendi yarattığı kurguları dayanak alarak müvekkile saldırmak gayesiyle bir araç olarak kullandığını açıkça göstermiştir. Oysa basın özgürlüğü ve ifade hakkı, gazete sütunlarını işgal etmenin verdiği haksız güvenle, gerçekleri çarpıtarak ve olmayan gerçekler yaratarak kamuoyu karşısında müvekkili kötüleyebilme hakkını asla ve asla kimseye vermemektedir.

Habertürk Televizyonu ve Habertürk.com'un kurucusu rahmetli Ufuk Güldemir ile 2002 yılından 2007 yılına kadar yakın çalışma fırsatı yakalayan Sevilay Yükselir, birçok kez Güldemir tarafından her yaptığı başarılı haberin ardından övgüyle bahsedilen bir gazeteci olmasına karşın, Tuğçe Tatari müvekkil ile ilgili olarak Sayın Güldemir'in iradesiymişcesine 'Gazetecilikle şahsi kazançları birbirinden ayıramadığı, konumunu kocasının işleri için kullandığını tespit edip kendisine kapıyı göstermişti' şeklinde tamamıyla gerçek dışı, hiçbir dahlinin ve bilgisinin olmadığı bir sürece ilişkin kesin ifadeler kaleme alabilmiştir. Gerek o dönem Sevilay Yükselir'le birlikte çalışan mesai arkadaşları gerekse Habertürk Televizyonu'nun üst düzey yöneticileri durumun hiç de öyle olmadığını Yükselir'in kurumdan kendi rızası ile profesyonel bir karar neticesinde ayrıldığını bilmektedirler. Basında pek çok ilke imza atmış, saygıyla anılan Ufuk Güldemir şu anda hayatta olmasa bile Yükselir ve Güldemir arasındaki sevgi, saygı ve bağlılığı bilen çok sayıda tanık bugün hala hayattadırlar. Kaldı ki Yükselir'in Habertürk'ten ayrılmadan evvel kurumda sadece haftada bir gün yarım saat bir program yapmadığını, kurumda hem Gülgun Feyman'la 13. Ajansı'nın editörlüğü, Haberturk.com'da yazarlık hem de hafta içi hergün saat 17'de başlayan Çapraz Ateş adlı siyasi tartışma programı yaptığı tüm kamuoyu tarafından bilinen bir gerçektir.

Ama amaç gerçekleri yazmak değil tamamen çarpıtmak ve Yükselir'i karalamak, olduğu için Tatari kalemini hunharca ve çirkin bir üslupla kullanmaktan çekince duymamıştır. Keza Tatari, Avcılar'da yaşanan kendisiyle birlikte 500 kişinin de mağdur olduğu toprak kayması sonucu afet ilan edilen bölge konusunda haber yapan, Danıştay'da ve İdare Mahkemeleri'n de hukuki mücadele veren müvekkil Sevilay Yükselir hakkında, 'Hazırladığı programların en dikkat çekenleri canlı yayında çözmeye çalıştığı belli bir konuydu. Avcılar'da bir mahallede toprak kayması yaşanıyordu ve Sevilay Yükselir, Kadir Topbaş'la kıran kırana bir 'mahalle' kavgası içindeydi, canlı yayında. Sonra anlaşıldı ki Yükselir o mahallede oturuyor. Derdi de basın gücüyle 'Bizim mahalleyi afet bölgesi ilan et, bize para öde'ydi' şeklinde gerçekle bağdaşmayan isnatlarda bulunmuş, müvekkilin ve mağdur olmuş pek çok kişinin maddi ve manevi kaybını bile vicdansızca çarpıtmaktan çekinmemiştir. Tuğçe Tatari'nin kendi hayal mahsulü çıkarımları çerçevesinde ortaya koyduğu bu çirkin yaklaşım, hukuka aykırı olduğu kadar aynı zamanda basın meslek etiğine ve ilkelerine de açıkça aykırıdır.

Yazar ayrıca Müvekkilin İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu eşi Mustafa Nihat Yükselir'in geçmişte kömür ticareti yaptığını alaycı bir üslupla kaleme almış, Sevilay Yükselir'in de eşinin bu ticaretine gazetecilik gücünü kullanarak yardımcı olduğunu yazmıştır. Tatari için kömür alıp satmanın nesinin küçümsenecek bir durum teşkil ettiği anlaşılamamakla beraber müvekkil ve eşinin üniversiteden mezun olmalarının ardından gazete ve televizyonlarda iş bulamayınca kömür ticareti yapan bir şirkette pazarlamacı olarak çalışmaları ve müvekkilin yurtdışında dil öğrenmeye gittiği dönemde işyerinde yükselip bölge müdürü olan eşiyle ilgili olarak ortaya attığı iddialar koca bir yalandır. Yine kısa bir süre önce çalıştığı Ciner Medya Grubu'ndan ayrılıp Turkuvaz Medya Grubu'nda çalışmaya başlayan Sevilay Yükselir'in ayrıldığı grupta pek hoş kabul edilmediği ise yalan, yalan olduğu kadar da çirkin bir iftiradır. Bu saldırılara Tatari'nin hukuken vereceği yanıt çok merak edilmektedir.

Söz konusu iftiralar Tatari'nin hayal gücünün ve gazetecilik anlayışının sınırlarını ortaya çıkarmakta ve basın ahlakından nasibini alamamış bir yazarın hezeyanları olarak kamuoyuna yansımış bulunmaktadır.
Sonuç olarak Tuğçe Tatari kesin bir gerçeklikmiş gibi kaleme almaktan çekinmediği, iftiraları ile müvekkile saldırmış, basın mesleğinin etik değerlerini hiçe sayarak sırf şahsi öfkesini kusabilmek adına köşesini kişisel kaygı ve amaçlarına alet etmiştir. Müvekkil basın etiği çerçevesinde, tarafsız gazetecilik anlayışıyla mesleğinin gereklerini yerine getiren, pek çok başarılı habere imza atmış, güvenilirliliğiyle kamuoyu nezdinde isim yapmış, sevilen ve takip edilen bir gazetecidir. Müvekkil ile ilgili olarak kaleme alınan, basın ahlakı ve ilkeli gazetecilik anlayışıyla bağdaşmayan hakaret ve yalan dolu söz konusu yazı yeterli araştırmadan uzak, kasıtlı ve art niyetli bir haberciliğin sonucudur. Korkusuzca, yılmadan, kimseye boyun eğmeden, uydu kalem olmadan araştırmacı ruhuyla haberciliğine devam eden Sevilay Yükselir'i bu çirkin ve haksız saldırılar asla yıldırmayacaktır. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

Sevilay YÜKSELİR
Vekili
Av. Çağlar KÖKTÜRK

Salih Tuna
Eyvah, bu dinciler o ezdiğimiz Müslümanlara benzemiyor!

Ahmet Hakan ve Oray Eğin'in dercettiklerine “muttali olunca”, Soner Yalçın'ın yeni çıkan “Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor” adlı kitabını okumuş kadar oldum.

Lafın belini kırmadan söylersek: Kitabı okumaya yönelik herhangi bir istek oluşmadı bende.

Ahmet Hakan kardeşimin “Elimden bırakamadım, alıp götürdü beni, eritti yok etti...” yollu goygoyculuğu da bu isteksizliği aşmama yetmedi.

Bu “Gel vatandaş geeel, kitaba gel…” panayırcılığı belki işe yarayabilirdi, ama, “kıymet hükmü” sadedindeki ifadesi, oluşturmaya çalıştığı “alakayı” yıktı viran eyledi.

Şu ifade: “Sanırım kitabın müptelası olmamın nedenini buldum: Kitabın derdiyle benim derdim acayip benziyor da ondan..”

E'ee, Ahmet Hakan'ın derdini de bilmeyen yok. “Papermoon yahut Nişantaşı kafelerinin dili olsa da konuşsa…” diye hayıflanmaya lüzum yok yani.

O halde, ikrah ettiğimiz bu derdin “acayip benzerini” niye okuyalım?

Hay Allah; Oray Eğin bile aynı dertten muzdaripmiş!

Diyor ki: “Maalesef, bu dinciler o ahlakı baş dava haline getirmiş Müslümanlara hiç mi hiç benzemiyorlar...”

Bu “genç çeri” hayatında kaç tane Müslüman görmüş, tanımış bilemem.

Mamafih “dinci” tesmiye ettiklerini iyi “tanıdığı” besbelli.

Zira meydanı boş bulamamanın, eskisi gibi fink atamamanın yegâne müsebbibi görüyor onları.

Haydi “bu dinciler” dediği gibi olsun, da, “O Müslümanlara” ağıt yakmak Oray Eğin'e mi kalmış?

Hey kurban olduğum Allah “bu ne yaman çelişkidir?”

Batı'nın popüler kültür çöplüklerinde eşinmekten başka marifeti olmayan, “Büfeci İslam” yahut “Kolonyacı…” filan diyerek “alinasyon”un doruklarında gezindiğini ortaya koyan bu “parlak çeri” mi Cemil Meriç'lere ağıt yakıyor?

Ya Soner Yalçın?

Fazla değil, bundan 2 yıl mukaddem, başörtüsüne “tarikatların resmi kıyafeti” dememiş miydi?

Dahası, başörtüsünü Nakşibendiliğe, Nakşibendiliği Barzani'ye, Barzani'yi de (akıl hocası Yalçın Küçük gibi) Yahudiliğe bağlayarak bütün başörtülüleri töhmet altında bırakmaya çalışmamış mıydı?

Bu kafayla mı rahmetli Cahit abiye (Zarifoğlu) “ağıt” yakıyor?

“Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor”u, “Eyvah, bu dinciler o ezdiğimiz Müslümanlara benzemiyor!” şeklinde mi okumalıyız yoksa?

Yani…

“Cinnet Mustatili” yaşattıkları “O Müslümanlara” duydukları “özlemin” ifadesi mi bu?

Soner Yalçın ve kankası Oray Eğin'in ruh ikizleri, “O Müslümanlardan” biri olan Necip Fazıl'a vaktiyle yapmadıklarını bırakmamışlardı.

Çok ibretamiz bir hadisedir, dikkat isterim:

Üstadımız Necip Fazıl, 1962'de, Çetin Emeç'in çıkardığı “Son Posta”da “Kırmızı” serlevhalı bir makale neşretmişti.

Bu makalede, “Malatya muhakemesi sırasında bizi, bumbara sucuk tıkarcasına kırmızı bir arabaya doldurup götürürlerdi…” dedikten sonra, 6 – 7 santimetrekarelik zindan deliğinden gördüğü zindan bekçisini anlatmıştı: “Tam bir buçuk yıl, kızıl yosunu gözlerini üzerimden ayırmayan kırmızı yakalı zindan bekçisi!.. / Adımı unuturum seni unutmam!”

Bunun üzerine…

Falih Rıfkı Atay'ın çıkardığı “Dünya” gazetesinde Bedii Faik, Necip Fazıl'a demediğini bırakmamış; en müstekreh hakaretleri yağdırmıştı.

Öyle bir coşmuştu ki, 20 tane Emin Çölaşan, 40 tane Yılmaz Özdil, namütenahi Soner Yalçın yan yana gelse o kadar coşamazdı.

“CHP'liler!..” diyordu, “ Yok mudur içinizde ,Türk ordusuna siper olacak tek yürek?..”

Bu yaygaraya sebep de, Necip Fazıl'ın, zindan bekçisinin “kırmızı” yakasının altını çizmesiydi ha!

Uzun lafın kısası:

“Babanız Atatürk”ün müellifi Falih Rıfkı'nın gazetesi öyle bir linç kampanyası başlatmıştı ki; (18 Ocak tarihli “Dünya” gazetesinin haberine göre) “Devrimci gençler” galeyana gelmiş, Necip Fazıl'ı Eskişehir'de protesto etmişti.

Şu vahamete bakın:

Masum bir makale yüzünden, nerdeyse ta o zamanlar “Cumhuriyet Mitingleri” tertip edilecekti.

Yenişafak

Özlem Gürses'in isyanı: "Televizyonları yönetenler, kadın spikerlerin göğüs çatallarının görünmesini istiyor”

20 Kasım 2009 Geçtiğimiz günlerde Habertürk TV'den ayrılan başarılı spiker Özlem Gürses, iddialı açıklamalarda bulundu. Haber3.com'un haberine göre; medya sektöründe özellikle kadın ayağının bittiğini belirten Gürses, “Artık, televizyonları yönetenler, kadın spikerlerin göğüs çatallarının görünmesini ve mini etek giymelerini istiyor” dedi.
Son dönemlerde attığı her adım olay olan Ayşe Arman için de çarpıcı bir yorumda bulunan Özlem Gürses, “Sadece onlar Ayşe Arman'ın değil bugünün talepleri doğrultusunda medya kadınının düştüğü zavallılığı gösteriyor” ifadelerini kullandı. netgazete

Tuğçe Tatari
tugce.tatari@aksam.com.tr
Konsept: Pornografi

Bacakları daha çok görünsün diye eteğini sıyıran kıza mı, göğsüne değen ünlü kadının elinden heyecanlanan oğlana mı, televizyonun tanıtımını ablaya, gazeteninkini kardeşe yaptırtan Habertürk'e mi üzüleyim bilemedim.
Açıkçası gülmedim, alay etmedim ve röportajı okumadım.
Fotoğraflara baktım sadece.
Böylesi fotoğraflar vermeyi içine sindirmiş bir oğlanın fikirlerini, böylesi fotoğrafların ana karakteri bir kızın sorularını nasıl ciddiye alabilirdim ki?
Tamam maksadınız konuşulmak, son yıllarda 'konuşuluyorsa iş iyi iştir' anlayışı hakim medyaya. Ama okutarak konuşulmak değil miydi amaç?

***
Ben aslında röportajın ardından yaşananlardan bahsetmek istiyorum...
Hadi gelin şöyle kısaca bir göz atalım, bakalım röportajdan sonra neler söylenmiş:
Kız, 'Sevişmedik. Konsepte uyduk' dedi.
Oğlan, 'Daha da coştuğumuz kareler vardı, neyse ki onlar yayınlanmamış' dedi.
Kız, 'Sevgili olup olmadığımız kimseyi ilgilendirmez' dedi.
Gazete, 'Kız başarılı. Röportaj yaptığı kişinin 'gerçek yüzü'nü ortaya çıkarttı' dedi.
Oğlan, 'İki ayağını bacağımın arasına koymadı' dedi
Oğlan, 'Gömlek düğmelerimi çözmeye başladı. Daha da ilerliyordu. Kendimizi kaptırmıştık' dedi
Kız, 'Dikkat edilmesi gereken karşı tarafa böyle pozları nasıl verdirdiğimdir' dedi.
Oğlan, 'Başkası olsaydı bu pozları vermezdim. Aramızda bir süredir elektrik vardı' dedi.
Oğlan, 'Yaptık bir hıyarlık' dedi.
Abla, 'Herkesin bir tarzı var ve ben kardeşimin tarzını beğeniyorum' dedi...

***
Anlıyorum...
Bu 'kız'ı meslek sahibi yapmak istiyorsunuz.
Anlıyorum...
O da artık 'biri' olsun istiyorsunuz.
Bu 'biri' olma sürecine en uygunu da bizim zavallı meslek seçilmiş, onu da anlıyorum.
Ama temize çekmeye çalışırken, 'Bak aslında onun da kafası çalışıyor' demek isterken yine tek bildiğiniz ve en iyi bildiğiniz stratejiyi uyguluyorsunuz.
Tam bu sefer olmaya en yakın yerde dururken, yine bir avuç inciri berbat ettiniz.
'Ani parlatma', 'hemen oldurtma' hastalığınıza yenik düştünüz.
Magazin dünyasında yürüttüğünüz stratejiyi 'gazetecilik'e uygulamaya kalktınız.
Maalesef bu seçilen yollar, 'biri' yapmaz o kızı.
Ha! Elbette şöhreti artar ama siz bu yolları hangi iş kolunda denerseniz deneyin, aynı amaca ulaşırsınız.

Akşam gazetesi

Habertürk Gazetesinin tirajı tartışma konusu oldu: "Tiraj kaybı yüzde 20 değil, yüzde 50"

17 Kasım 2009 Habertürk Gazetesinin tirajı tartışma konusu oldu. gazeteciler.com da bu konuda analiz yapan Adnan Berk, Altaylı'ya soru sormuştu. Altaylı o soruya cevap vermedi ama "okuyucuya mektup" köşesinde değerlendirme yaptı. Tiraj kaybından söz etti. Yüzde 20'ler ile açıkladı kaybı Ama Adnan Berk'in ulaştığı rakamlar öyle demiyordu. Berk'e göre kayıp yüzde 50...

"Hatırlayacaksınız…

Fatih Altaylı'ya “Bekir Coşkun'dan sonra tiraj ne kadar düştü?..” diye sormuştum…

Altaylı bugünkü “HABERTÜRK'ten okura mektuplar” sütununda adımı anmadan cevap vermiş…

İyi yapmış...

Zaten adımı vermemesi ilginç değil...

Ama ben size ilginç olan bir noktayı aktarmak istiyorum..

Fatih Altaylı mektubun bir yerinde şöyle diyor: “Cumartesi günü denetime tabi net satışımız 333 bin olarak gerçekleşti”…

İliginçlik nerede mi?..

Söyleyeyim...

Altaylı, taşra baskılarında o cümlesinden önce şöyle yazıyor: “… Ancak HABERTÜRK kıskançlığı akıllarının önüne geçenler, 'Niye tirajlarınızı açıklamıyorsunuz?' deyince son bir kez daha uyaralım dedik”...

İstanbul baskısında bu bölüm olmadığ için "ilginç" dedim...

Turgay Ciner ve Kenan Tekdağ, Fatih'in bu yazdıklarını okuyamıyorlar yani...

Tıpkı, Cumhurbaşkanı'nın eşine çamur atılan haberi de okuyamadıkları gibi...

Hatırladınız mı?..

Geçen gün de Cumhurbaşkanı'nın eşini küçük düşüren bir haber taşra baskılarında yayımlanmış ama İstanbul baskısından kaldırılmıştı...
Onu da sorduğum halde Fatih Altaylı o soruma bir cevap vermiyor...

Ne diyecek ki?..

Denetim şirketlerine güvenilir mi?..

Dünyanın en güçlü ve güvenilir denetim şirketi Arthur Anderson'un “İtimat yitirişi” nedeniyle batışından sonra bağımsız denetim şirketlerinin bütün dünyada “güvenilmez” ilân edildiklerini de hatırlatayım bu arada…

Yani...

Bizim gariban gazete bayiimiz; bağımsız denetim şirketlerinden çok daha namuslu, çok daha dürüst…

Eline milyon da verseniz sattığından “bir fazla” beyanda bulunmaz, bulunamaz…

Bakın şimdi...

Fatih Altaylı cumartesi günkü satışlarının 333 bin olduğunu söylüyor ama gazete bayilerinin verdiği bilgilere göre Gazete HT'nin geçtiğimiz hafta günlük satış ortalaması 217 bin...

Yani...

Adına “Bağımsız Denetim Şirketi” denilen ve açıktan parayı koklattınız mı tirajınızı 72 milyonun üstünde bile gösterebilecek tıynetteki şirketlerin açıkladığından 116 bin daha düşük...

Gazete HT'yi denetleyen şirket alacağı paranın büyüklüğüne göre, beşikteki bebelerin bile Gazete HABERTÜRK okuduklarını açıklayabilir...

Neyse…

Diyelim ki HABERTÜRK'ün denetçisi “namuslu”…

Diyelim ki 5 Ekim günü açıkladıkları “400 bini geçtik” haberi doğru…

O halde, Gazete HT'nin 1 aylık tiraj kaybı facia…

Tam 70 bin…

Yüzde 20…

Gazete bayilerindeki satış rakamlarına göre ise neredeyse % 50…

Hâsılı…

Fatih Ataylı, Prens Potemkin rolünü belli ki bir süre daha devam ettirecek…

Aydemir Akbaş Rasim!..

Deyin ki Fatih Altaylı bu hafta sonunu erotik fotoğraf veren bir “süs liberali”, Türk Liberallerinin "Aydemir Akbaş'ı" ile kurtardı…

İyi ama; kendini söyleşi ustası zanneden bir zavallıya göğüs kılarını saydıracak, bacağını erkeklik organının altına koydurup resim çektirecek, 9.5 hafta filmindeki Mickey Rourke'ye öykünecek kaç Rasim Ozan Kütahyalı daha bulacak Fatih?..

Ben size bir şey söyleyeyim mi?..

Fatih ve ekibi; Turgay Ciner'in milyonlarca dolarıyla kişisel hazlarını tatmin ediyorlar…

Bir tarafta YİĞİTTÜRK TV…

Diğer tarafta Gazete ALTAYLI…

Eh yani…

Demek ki Turgay Ciner de bunlara lâyık!.."

netgazete

Emin Çölaşan, Sözcü'de yazmaya başladıktan sonra gazetenin tirajı düştü

18 Aralık 2009 Emin Çölaşan'ın Hürriyet için tiraj kaybı olduğu, gittiği yere en az 50 bin tiraj götüreceği iddia ediliyordu. Ancak Hürriyet hâlâ çıkıyor ve etkin. Gazeteciler.com'un haberine göre; Eylül 2009 itibarıyla Sözcü gazetesinde yazmaya başlayan Çölaşan, tirajı biraz kıpırdatmadı değil. Ama önce yukarı doğru çıkan tiraj, son haftalarda hızla aşağı doğru düştü. İşte Emin Çölaşan başladıktan sonra Sözcü'nün tiraj raporu...

7 Eylül: 134.524
13 Eylül: 134.312
14 Eylül: 134.312
20 Eylül: 129.570
21 Eylül: 129.570
27 Eylül: 126.943
28 Eylül: 126.943
4 Ekim: 125.057
5 Ekim: 125.057
11 Ekim: 124.275
12 Ekim: 124.275
18 Ekim: 149.879
19 Ekim: 149.879
25 Ekim: 162.353
26 Ekim: 162.353
1 Kasım: 162.377
2 Kasım: 162.377
8 Kasım: 155.498
9 Kasım: 155.498
15 Kasım: 157.877
16 Kasım: 157.877
22 Kasım: 153.996 (-3.881)
23 Kasım: 153.996
29 Kasım: 144.393 (-9.603)
30 Kasım: 144.393

netgazete

HAŞMET BABAOĞLU / SABAH
28 Haziran 2010
Rezillik!

Ünlüler kolayını buldu.
Günah çıkartmak mı istiyorlar?
En güzeli gazetelere söyleşi vermek...
Öfkelendikleri insanları, aba altından sopa göstererek tehdit etmek veya rezil etmek mi istiyorlar?
Söyleşileriyle ünlü bir gazeteciye telefon edip "konuşmak istiyorum, buluşalım" demek yeterli...
Gerçekleri çarpıtmanın, kafaları karıştırmanın; berbat birini pek iyi, pek dürüst göstermenin en kesin ve sonuç alıcı yolu da bu maalesef!
Gelip teybi açıyorlar! Manşetlere çıkacak parlak laflar ediyorsan, okurun dedikodu şehvetini gıdıklıyorsan kimsenin umurunda olmuyor gerçekleri eğip büktüğün!

***
Dün Hürriyet Pazar ekinde çıkan Eren Talu söyleşisini okumamış olabilirsiniz...
Ama eminim ki, eşten dosttan biri okumuş size sözünü etmiştir.
Eren Talu eşi Defne Samyeli'yle geldiği bozuşma ve boşanma sürecini anlatmış Ayşe Arman'a.
Karısı onu nasıl aldatmış, nasıl birbirlerine yedikleri haltları itiraf etmişler, hepsi en ince ayrıntısıyla orada!
Bir açıdan baktığınızda...
Bazı internet sitelerinde yazıldığı gibi "Eren Talu bu söyleşiyle Defne Samyeli'yi rezil etti" diyebilirsiniz.
Başka bir açıdan baktığınızda...
Söyleşiyi okuyan her arkadaşımın kızgınlıkla dile getirdiği gibi "Eren Talu kendini rezil etti" de diyebilirsiniz.
Bana sorarsanız...
Olayın her yanı rezillik!
Ama belki çoğumuzun hayatının orta yerine kurulmuş bir söyleşi fırsatı bekleyen ne rezillikler vardır!
Belki asıl mesele ne anlatıldığında değil, nasıl anlatıldığındadır!
Zaten tam o noktada çuvallıyoruz.

***

Ayşe Arman kadar mesleğini seven gazeteciyi az gördüm! Arman'ın ses getiren söyleşilerin "kraliçesi" olduğunu da kimse inkâr edemez!
Ama artık şu "söyleşi" denilen şeyi gazetecilik ve insanlık açısından tartışma zamanı geldi.
Bir zamanlar röportaj diye bir şey vardı!
Bir konunun kahramanlarıyla görüşüp toplanan bilgiler ayrıntılarıyla kaleme alınıyordu.
Röportaj bir yönüyle yorumdu.
Bir yönüyle de soruşturmaydı!
Çoktandır röportaj unutuldu, onun yerine soru cevaba dayalı söyleşiler tercih ediliyor.
Koy teybi, karşındaki aklına estiğince anlatsın! Okur da kolayca okuyup keyif alsın!
Sonuç?..
Küçük beyinler "bilge kişi" rolünde; işkenceciler şefkatli politikacı rolünde; sevgisiz eşler mağdur rolünde...
Söyleyin, bu muydu istediğimiz?

Yeni Radikal Taraf'la Cumhuriyet Arası Bir Şey!
05 Temmuz 2010
Eyüp Can suskunluğunu bozdu. Can, yeni Radikal'le ilgili beklenen açıklamayı bugün yaptı.
Radikal Doğan Gazetecilik bünyesinden ayrılıp Hürriyet çatısı altına girdi ve Referans gazetesi ile birleşti. Bunun üzerine de Radikal gazetesinin 10 yıllık Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan'ın yerine Gülen'in prensi Eyüp Can getirildi. Konuyla ilgili suskunluğunu koruyan Eyüp Can bugün beklenen açıklamayı yaptı ve madde madde yeni Radikal'i anlattı..

İşte Eyüp Can'ın açıklamasından satırbaşları:
REFERANS TARİH OLUYOR
-Referans tarih oluyor, çatıyı Radikal oluşturacak
-Gitmek isteyenler tüm haklarıyla birlikte gidecek
-Kalanlar hem muhabir hem editör hem de sayfa sekreteri olacak. Ayrıca dijital medyaya uyum için internete de haberlerini girecekler.
-Maaşlarda kademeli bir artış söz konusu olacak.

YENİ GAZETE TARAF İLE CUMHURİYET ARASINDA OLACAK
-Yeni gazete Taraf ile Cumhuriyetin arasında olacak. Bir nevi Türkiye'nin içinde bulunduğu sıkışıklığı aşacak.
-Bu süreçte herkesle tek tek konuşulacak. Kalanlar arasından da seçim yapılacak.

EYLÜL SONU PİYASADA
-Eylül ayının sonunda yeni gazete çıkacak.
-Medya sitelerine düşen haberleri çok önemsemiyoruz. Ama sonuçta bu açıklamayı bir ay erkene aldık. Bir takım şeylerin kesinleşmesini bekliyorduk.
aktifhaber


BİLGİN VE ÖNAY
İftira suçundan 10’ar ay hapis cezası aldılar!

22 Temmuz 2010

Dinç Bilgin ve Önay Bilgin’in Turgay Ciner ve Avukat Kenan Tekdağ’a hukuken geçersiz belgeler kullanarak iftira attıkları ve yargıyı kandırmaya kalkıştıkları yargı kararıyla tescillendi.

Şişli 9. Asliye Ceza Mahkemesi’nde bugün görülen davanın son duruşmasına Turgay Ciner ve Kenan Tekdağ adına avukat Zuhal Dönmezer Çakıroğlu katıldı. Dinç Bilgin’in hazır bulunduğu duruşmada Cumhuriyet Savcısı Erol Demirtaş, sanıklar Dinç Bilgin ve Önay Bilgin’in mahkumiyetini istedi. Hakim Hilmi Aslan da Cumhuriyet Savcısı Demirtaş’ın mütalaası doğrultusunda sanıkların, hukuk dışı belgelerle Turgay Ciner ve Kenan Tekdağ’ı sahtecilikle suçlamak suretiyle hukuka aykırı başvurularının iftira suçunu oluşturduğu gerekçesiyle 10’ar ay hapis cezası verdi.

Bu kararla TMSF'ye verdiği belgelerin hukuken geçersizliğini kanıtladığı halde Dinç Bilgin'in inkâr ettiği iki adet protokolün gerçek olduğu ve Bilginler'in imzasını taşıdığı mahkeme kararıyla tespit ve tescil edilmiş oldu.

Dinç Bilgin ve Önay Bilgin hakkında yine hapis istemiyle devam eden başka davalar da var. Önay Bilgin, evinde 70’e yakın vahim silah bulundurmaktan dolayı İstanbul 6. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 6 yıl hapis cezasına da mahkum edilmişti. Dava şu an Yargıtay incelemesinde bulunuyor.

Ayrıca Dinç Bilgin ve Önay Bilgin hakkında Etibank’ı dolandırmak ve zimmet suçlarından açılan davada da Cumhuriyet Savcısı, suçun sabit olduğu gerekçesiyle her iki isim için 16’şar yıl hapis cezası istemişti. Söz konusu davanın 27 Temmuz’da yapılacak duruşmasında karar çıkması bekleniyor.
habertürk

Avni Özgürel
Gazetecilik mesleği üzerine..

Teknolojinin de katkısıyla, pek çok işin eskiye kıyasla basitleştiği, nisbeten hafiflediği dolayısıyla ucuzladığı bir dönemi yaşıyoruz.. Örneğin siyaset.. Çok kolaylaştı artık.. Seç lideri havale et her şeyi!.. O ne dese doğru, haklı; ne yapsa isabetli..

Ordu komutanlığından iş adamlığına, yargıçlıktan akademisyenliğe her yerde durum aynı...

Eskiden zordu... Menderes, İnönü, Demirel, Ecevit, Erbakan, Özal hiçbir şeyden kendi partilerinden çektikleri kadar çekmediler.. Demokrat Parti meclis grubu kürsüde ağlayacak hale getirmişti Menderes’i.. Özal Cumhurbaşkanlığı’ndan istifa edip parti kuracak hale geldi.. CHP Bülent Ecevit’i 12 Eylül darbesinin tek hayırlı kararının CHP’yi kapatmak olduğunu söyleyecek raddeye getirecek kadar çileden çıkartmıştı...

Şimdilerde adı kışlalardan silinen Mustafa Muğlalı’yı hatırladım birden.. İstiklal madalyalıydı Muğlalı Paşa!... 1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylünün kurşuna dizilmesi emrini veren kişi o. Mahkeme karşısına çıktığında ‘ Emri ben verdim’ demiş ve idama mahkum edilmişti.. O yıllarda, izinliydim, kim yapmış, haberim yok, imza benim değil, olayı sonradan duydum üzüldüm v.s. türü kıvırmalar akıllarına gelmezdi komutanların.. Muğlalı da suçu üstlerine havaleye astlarının üzerine yıkmaya yeltenmedi ‘ Ben emrettim..’ dedi.

Sanatçılık... Kolay mıydı?.. Rastgele zihnime akıveren isimler: Mesut Cemil, Cemal Reşit, Münir Nurettin, Safiye Ayla, Nuri İyem, Fikret Mualla, Suna Kan, İdil Biret, Sezen Aksu, Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Selda Alkor... Ya da yazarlık, şairlik.. Refik Halid, Peyami Safa, Yaşar Kemal... Yahya Kemal, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Ahmet Haşim..

Oysa şimdi...

Bir iki istisna dışında eskilerin yaşadığı sancının, sıkıntının binde birini yaşaması gerekmiyor bugünün insanının.. Eskilerin iddiası, fikri vardı sadece; bugünküler üne ve paraya talipler.. Üstelik acilen, zahmetsiz yoldan ve nasıl, hangi yoldan olursa..

Ve gazetecilik..

Eskiyi anlatmayayım, bir dilimini yaşadım, yaşayamadığımı da okudum... Anlatması uzun sürer.. O yüzden eskiyi bir yana bırakıyorum.. Şu kadarını söyleyeyim; zordu.. Filancanın sevgilisi, feşmekancanın arkadaşı veya koltukladığı kişi olmanın, değil gazetede köşe yazarlığı, habercilik, yapmaya, gazete kapısından içeri girmeye yetmediği ‘sweetheart’ sözcüğünün bilinmediği dolayısıyla kişilere kapı açan sıfat olmadığı dönemlerden söz ediyorum

Bugünü anlatmakta kolaylık sağlayacağını düşünerek son birkaç günün gazete başlıklarını listeledim. Benzerini siz de yapabilirsiniz..

Üst sıraya Tayyip Erdoğan yazdım.. Sonraki iki haneyi ‘ üstteki’ manasında işaret koyup geçmek zorunda kaldım.. Geriye Kemal Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli, Balyoz, terör saldırıları, şehit cenazesi takibi kaldı.. Ve elbette bolca manken, futbolcu..

Günümüz gazeteciliğinin çerçevesi bu!.

Tayyip Erdoğan ne dedi, ne yaptı, hatta ne yapmadı, ne yapmak istiyor v.s. haberleri; başbakan, mankenler ve futbolculardan artan yerde biraz Kılıçdaroğlu biraz ‘Balyoz’cu subaylar, çok az da Bahçeli... Gerisi ajansların takibine emanet rutin: Terör saldırısı, şehit takibi, sel, trafik kazası, cinayet v.s.

Mesleğimiz kolaylaştı, ucuzladı yani..

İşin acı veren yanı, bundan kimsenin rahatsız olmaması.. Ne siyasiler, ne gazete patronları ne mesleğin kıdemli duayen isimleri durumdan şikâyetçi..

Şikâyetçi olmak bir yana kimi o denli memnun ki durumdan, podyumdan, bardan, ev partilerinden gazeteci çıkarma peşinde..

Mesleğimizin cep telefonu, teyp, internet üçgenine sıkıştırılmış hali herkesin işine geliyor

besbelli. Anlaşılan, oyun halkın ilgisinin gerçek yerine ağız dalaşı, kayıkçı kavgası ve magazine yöneltilmesi üzerine kurulmuş..

Halkın ne düşündüğüne gelince, uzun uzadıya bir şeyler anlatmanın gereği yok; somut gösterge satış rakamları.. 1970’lerde Hürriyet ve Tercüman’ın 1 milyon baskı yaptığını, toplam gazete satışlarının 5 milyon olduğunu hatırlatayım. Siz, aradan 40 yıl geçtikten ve Türkiye nüfusu neredeyse ikiye katlanıp okur- yazarlık seviyesi eskiyle kıyaslanmayacak seviyede arttıktan sonra, bugün o tirajlara ulaşmanın hayal olduğuna bakarak ‘halk ne diyor’ sorusunu cevaplayın..

Radikal

Reha Muhtar'ın Yazılarına Son Verildi!
Deniz Uğur'u evden kovan Reha Muhtar'a VATAN'dan büyük şok!

Vatan Gazetesi yazarı Reha Muhtar’a Deniz Uğur darbesi..
Vatan’ın Pazar ekinde Reha Muhtar ile ikizlerinin annesi Deniz Uğur, Şehir Kulübü isimli köşede yazıyorlardı.. Ancak son bir kaç haftadır o köşede sadece Deniz Uğur’un yazıları yayınlanıyor..
23 Ağustos 2010
Deniz Uğur, kendisini ikizleriyle birlikte evden kovduğu iddia edilen Reha Muhtar ile aynı sayfada bile görünmek istemedi.. Bu durumu da Vatan yönetimine iletti. Vatan yönetimi de Deniz Uğur’a kıyamayınca o köşe olduğu gibi ünlü oyuncuya kaldı.. aktifhaber

Gazetelerde kadın pazarlaması
Ali Atıf BİR
aabir@bugun.com.tr

Şerif Mardin Türkiye'deki sosyal olguların "Batı aklıyla" anlaşılamayacağını söyler.

Altına bin adet imza atabileceğim bir görüş. Bu görüşe Şerif Mardin okumalarından önce ulaşmıştım. Üstad bizden çok önce bu düşünceye sahip olduğu için ondan söz etmemek ayıp olur.

Yukarıdaki temel önermeden hareket edersek dünyadaki gelişmelere bakıp, kültürden bağımsız bir şekilde "Gazeteler yaşayacak mı yaşamayacak mı?" sorununa yanıt vermekle "Türkiye'de kahvaltı kültürü peynirden, zeytinden mısır gevreğine geçecek mi?" sorusuna yanıt vermek hemen hemen aynı şey.

Türkiye'de gazete okumanın genetik kodları farklı. Diğer iletişim olguları gibi kültürden besleniyor.

Örneğin çok satan ve tiraj yarışı yapan dört gazetenin haber toplantılarının en önemli konusu ön sayfaya ya da arka sayfaya konacak kadının orasını burasını ne kadar açacağı.

Tirajlarının en önemli sürükleyicisi de orasını burasını açan kadınlarla dolu magazin sayfaları.

Yani konu gazete ya da gazetecilik değil baldır bacak fabrikası işletmek.

Baldır bacak fabrikası işletiyorsanız da sizin için önemli olan haberin fotoğraftaki kadınlarla ilintili olması değil kadın fotoğrafının ağızları sulandıracak ya da şaşırtacak kadar farklı olması.

Baldır bacak fabrikası işletmenin amacı kadın vücudunun "teşhiri" yani.

Göz göre kadın vücudunun ciddi haberlerin yanına "side dish" olarak konup sömürülmesi.

Üzücü olan bu "teşhire" gazetelerde çalışan kadınların bile tepkisinin olmaması.

Zaten haber toplantılarına giren kadın sayısı bir iki tane de diğer çalışanlardan söz ediyorum.

Onların da iş kaybetme korkusuyla direnebildiği nokta yok.

Sonra da biz kalkmış "Gazete yaşayacak mı yaşamayacak mı?" tartışması yapıyoruz.

Sorun bu değil ki. Dönüşmeye çalışan gazetelerin internet sitelerine bakın. Porno sitesinden beterler. Sürekli çıplak kadın sergisi barındırıyor.

Kimse bana "Halk bunu istiyor!" demesin!

Halk bıraksan "çocuk pornosu" da ister!

Bu bir seçim. Yetişkin insanların seçimi. Ama çok sağlıksız bir seçim.

Özgür kadından yana olmakla da falan ilgisi yok, kadın vücudunu pazarlamakla ilgisi var.

En fecisi de kadın vücudunu gazetelerde dibine kadar pazarlayanların sonra kalkıp "türbana özgürlük" diyenlere "ama kadının özgürlüğüne aykırı" diye yanıt vermeleri?

Niye aykırı?

Pazarlayacak kadın bulamayacaksınız diye mi?

Batı'nın bizim için ütopik gündemini bırakıp doğru konuları tartışalım. Ancak o zaman gazeteleri bulundukları çukurdan çıkarır doğru yere konumlarız.

Bir de köşe yazarlarının geleceği tartışması vardı. Onu da sonra tartışayım artık...

Çekirgelik

"İşin içine çok aşçı girdi mi, çorbanın tadı tuzu kalmaz." İngiliz Atasözü

VE VATAN GAZETESİ DENİZ UĞUR'U ATTI

10.01.2011
Vatan gazetesi, Reha Muhtar'la tartışmalı bir ayrılık yaşayan ve mahkemelik olan yazarı Deniz Uğur'un pazar günü yazdığı makaleyi yayınlamadı. Deniz Uğur kapı önüne kondu. Odatv


En son Ekim tarafından Pts Ağu 23, 2010 9:54 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Ksm 22, 2009 9:44 pm    Mesaj konusu: İşte Bu Medya... Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Altan
Taraf Gazetesi
İşte Bu Medya...
22 Kasım 2009

Siz bu ülkenin yaşadıklarını neden yaşadığını merak ediyorsanız son üç günlük gazeteleri alın ve bir bakın onlara.

Şu son üç günde yayımlanan gazeteler size bütün yakın tarihimizi anlatacak.

Bu gazeteler, bu medya, bunların hepsi, varlıklarını söylediklerine değil “söylemediklerine” borçlular.

Anlatmadıklarına, yazmadıklarına, görmediklerine borçlular sahip olduklarını.

Geçmişimiz ve halimiz onların “sessizliğinde” saklıdır.

Biz üç günden beri, onlarca çocuğu bombayla havaya uçurmayı, gayrımüslimlerle insan hakları savunucularını öldürmeyi, kanlı bir kaos yaratıp bu kaosta hükümeti devirmeyi amaçlayan bir cuntanın planlarını yayımlıyoruz.

Bakın bakalım gazeteler bu konuda neler yazıyor.

Hürriyet’e, Sabah’a, Milliyet’e, Vatan’a, Radikal’e, Habertürk’e, Akşam’a bir bakın.

Sadece bu gazeteleri okuyan insanlar, bu ülkede daha sekiz ay önce böyle korkunç bir plan hazırlayan bir cunta olduğunu, o cuntanın üst rütbeli yöneticilerinin orduda hâlâ görevlerini sürdürdüğünü bilmiyorlar.

Televizyonlara da bir bakın.

Kaç haber kanalı bu haberi verdi, kaç haber kanalı bu meselenin üstüne gitti?

Peki, niye bu haberi vermiyorlar?

Bu yayın organları, onlarca çocuğun havaya uçurulacağı bir eylem planını “önemsiz” mi buluyorlar?

Gazetecilik ölçüleriyle bu olaya baktığımızda bunu “önemsiz” görebilirler mi?

Bana böyle bir haberi, medyasının önemsiz bulacağı bir ülke söyleyin.

Fransa’da böyle bir cunta haber olmaz mıydı, Amerika’da, Hollanda’da, İngiltere’de, Portekiz’de, Polonya’da, Japonya’da, Hindistan’da haber olmaz mıydı?

Hepimiz biliyoruz ki olurdu.

Türkiye’de neden olmuyor, Türkiye’nin bu ülkelerden farkı ne?

Fark, bu ülkede askeriyenin “gizli bir iktidarının” bulunması ve bu gizli iktidarın medya tarafından sıkı sıkıya desteklenmesi.

Medyanın, bu askerî iktidarı pekiştirmek için “milliyetçiliğe” abanıp, birçok gerçeği saklaması.

Cumhuriyet tarihince hep böyle olmuş.

Bugün belki de ilk kez Dersim katliamının “gerçek yüzünü” okuyup öğrenen insanlar, o katliamın yaşandığı tarihlerdeki gazetelere de bir göz atsınlar, baksınlar bakalım, bugün öğrendikleri gerçeklerin binde biri o zamanki gazetelere yansımış mı.

Gerçek başkaydı, o günkü gazetelerin anlattıkları hikâyeler başka.

Bugün de durum aynen o günler gibi.

Zaman zaman korku şokları geçirip, fazlasıyla kurnazca hesaplar yapan, bu şoklar sırasında da nereye varacağını hesap edemeyeceği laflar eden Başbakan Erdoğan’ın biraz ruleti andıran bir kişiliği var, topun siyahta mı beyazda mı duracağını bilemiyorsunuz, siyahta durduğunda cuntacılar yerine o cuntacıları ortaya çıkartan gazeteleri eleştiren ama “beyazda” durduğunda da daha önce söylenmemiş gerçekleri anlatan bir kişilik bu.

Dün “ruletin topu” beyazda durdu ve Erdoğan, Güneydoğu’da 90’lı yıllarda oradaki insanlara uygulanan “gıda ambargosunu” anlattı.

Batıda yaşayan insanlar bunu biliyor muydu, bilmiyordu.

Çünkü “medya” bundan söz etmiyordu.

Bugün de aynı şeyi yapmak, susarak gerçekleri gizlemek, “hayati konuları” saklamak istiyorlar.

Ama yapamıyorlar.

Birincisi Taraf gibi bir gazete var, ikincisi bu tür haberlerde dürüst davranan Zaman, Yeni Şafak, Bugün gibi gazeteler bu haberleri saklamadan veriyor, üçüncüsü “askerî medyanın” içinde namuslu kalemler gerçekleri yöneticileriyle çelişme pahasına yazıyorlar.

Medyanın bana fevkalade ahlaksızca gözüken bu sessizliğini asıl yırtanlar, bu medyanın içindeki namuslu insanlar, Sabah susarken o gazetede yazan Emre Aköz, Mahmut Övür gibi yazarlar susmuyor, Hürriyet susarken o gazetede yazan Eyüp Can susmuyor.

Eyüp Can, böyle bir plan karşısında “vicdanı olan herkesin hop oturup, hop kalkması” gerektiğini yazıyor.

Bunun İsmi Habercilik mi Oluyor?

30 Kasım 2009, 00:04 Anadolu Haber

Bugün medyaya Cihan Haber Ajansı tarafından servis edilen haber ibret vericiydi. F tipi tabutluklarını gündeme getirmek için yapılan bir eyleme katılan Güler Zere söz konusu haberde adeta neden bıraktınıza getiriliyordu.

Bir süre önce ilerlemiş kanser hastalığı yüzünden Abdullah Gül tarafından af edilen Güler Zere F Tipi cezaevlerini protestosunun yapıldığı bir eyleme katıldığı için medya lincine tabi tutuldu.

Sözkonusu haberi iktibas ediyor yorumu okuyucularımıza bırakıyoruz.

Hasta Diye Bırakıldı, Eylemde Görüntülendi

Çeşitli örgüt ve sivil toplum kuruluşlarına mensup bir grup, Adli Tıp Kurumu'nun bazı tutuklu hastalar hakkında verdiği kararları protesto etti.

Eyleme bir süre önce hastalığı nedeniyle tutuklu bulunduğu sırada serbest bırakılan Güler Zere de katıldı. Zere, tekerlekli sandalyede katıldığı eylemde sloganlarla gruba destek verdi.

Barış ve Demokrasi Partisi, Devrimci Hareket, Devrimci Alevi Komitesi, Partizan gibi örgüt ve sivil toplum kuruluşlarına bağlı bir grup, Taksim Meydanı'nda toplanarak yürümeye başladı. Gruba bir süre önce hastalığı nedeniyle tutukluluk hali kaldırılan Güler Zere de katıldı. Adli Tıp Kurumu'nun bazı tutuklu hastalar hakkında verdiği "Cezaevinde kalabilir" raporlarının protesto edildiği eylemde grup, Galatasaray Meydanı'nda bir açıklama yaptı. Açıklamada Bilecik M Tipi Cezaevi'nde tutuklu olan ve hayatını kaybeden Zeki Dökenel'e dikkat çekilerek, cezaevinde kalamayacak derecede hasta olan diğer tutukluların durumlarının dikkate alınması gerektiği belirtildi. Açıklamada, Adli Tıp Kurumu'nun verdiği kararlar da eleştirildi. Eylemin ardından Gülay Zere bir minibüse binerek gruptan ayrıldı. Geniş güvenlik önlemleri altında gerçekleşen eylemin ardından grup da dağıldı. Güler Zere DHKP-C üyesi olduğu için hapse girmişti.

haksöz

06 Aralık 2009 00:54
Ali Kırca'da Domuz Gribi
Bayram tatili için Almanya’ya giden Show TV anchorman’i Ali Kırca’nın, domuz gribine yakalandı.

Tatili bittiği halde işbaşı yapmaması dikkat çeken Kırca, tatil sırasında domuz gribine yakalandığı ve hastalık taşıyanların yurtiçine girişinde sorun yaşanma ihtimali bulunduğu için de Türkiye’ye dönmediği ortaya çıktı. Tedavisine yurtdışında devam eden Kırca, hastalığın tehlikeli dönemini atlattığını açıkladı. Dün Show TV Ana Haber’e telefonla bağlanan Kırca, sağlık durumunun iyi olduğunu açıkladı. Kırca, “Aslında Türkiye’nin yoğun gündemi arasında bir de kendi hastalığımı araya katmak istemezdim. Virüsü muhtemelen Türkiye’de ya da uçak yolculuğunda kaptım” dedi. Hastalık sonrası da yine korunmak gerektiğini vurgulayan Kırca, “Ben aslında domuz gribi aşısı oldum ama farklı bir gündem yaratmamak için açıklama ihtiyacı duyuyorum. Aşının bağışıklık sistemine etki etmesi için üç hafta geçmesi gerekiyor. Ben maalesef aşıyı olduktan üç gün sonra hastalığa yakalandım” diye konuştu
aktifhaber

Akşam yazarı Serdar Turgut hakkında, cinsel taciz suçlamasıyla dava açıldı

08 Aralık 2009
Gazeteci Serdar Turgut hakkında, şarkıcı Rojin'e basın yoluyla hakaret ve cinsel taciz suçlarını işlediği gerekçesiyle dava açıldı. Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığınca, Serdar Turgut hakkında Akşam gazetesinde 24 Ekimde yayımlanan yazısında Şarkıcı Rojin'e (Rujin Ölker) bası n yoluyla hakaret ve cinsel taciz suçlarını işlediği gerekçesiyle açılan soruşturma tamamlandı.
Soruşturma sonunda hazırlanan iddianamede, Turgut'un "PKK teröristi olmadığıma pişmanım" başlıklı yazı ile Rojin'in onur, şeref ve sayg ınlığına saldırdığı, cinsel amaçlı olarak taciz ettiği iddia edildi.
İddianamede, Turgut'un soruşturma kapsamında verdiği ifadesinde, yazıda müştekiyi kastetmediği, Rojin ismini bir masal kahramanı ve yazıya uygun şiirsel bir isim olarak değerlendirdiğini anlattığı belirtildi.

netgazete

Hürriyet'in Kelebek ekinde yazan Yonca Tokbaş, MİT'çi bir babanın kızı


08 Aralık 2009 CNN Türk'te program yapan Ayşenur Arslan'ın hem annesi, hem de babasının MİT mensubu olduğu biliniyordu. Medyada bir yazar daha deşifre oldu. Babası eski MİT mensubu olan isim, Hürriyet'in Kelebek ekinde yazan Yonca Tokbaş. Bu bilgiyi de Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök açıkladı. Bugünkü yazısında Kelebek ekinin yazarlarını tanıtan Özkök, Yonca Tokbaş için şunları yazdı: "Yonca Tokbaş, benim ikinci kızım sayılır. Kızım Gülümsün'ün kardeşi gibidir. Babası MİT mensubuydu ve genç yaşta hayata veda etti. Yonca bizim evimizde, Gülümsün onların evinde büyüdü. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'nı bitirdi. Çok içten, çok delice yazan bir kadın oldu. Kendi köşesinde her gün yeni kavramlar, yeni konseptler yaratıyor."

netgazete

28 Şubatçı Sisi`yi deşifre etti.
[img]http://www.anadoluhaberim.com/upload/resimler/haber/Resim_1260446777.jpg [/img]
11 Aralık 2009, 00:50 Anadolu Haber

28 Şubat sürecindeki bir çok olaya adı karışan Seyhan Soylu`nun başında olduğu Kanal T`nin ses getiren program projelerinin uydurma olduğu ortaya çıktı. Projelerin sahte olduğunu Gülgün Feyman açıkladı.


Kanal T`de canlı yayına yanlış kişi bağlandığı nedeniyle işinden kovulduğ iddia edilen Haber Daire Başkanı Gülgün Feyman Milliyet Magazin`e çarpıcı açıklamalar yaptı.

Gülgün Feyman, bir dönem sıkça basında yer alan sansasyonel televizyon programlarının uydurma olduğunu ve sadece kanalın adını duyurmak için yaıldığını belirtti. Kendisinin de buna ses çıkartmadığnı söyledi. Feyman ekibinden bazı kişilerin ise dayak yediğini de iddia etti.

Hatırlanacağı gibi kanal birbirinden sansasyonel projeler açıklamıştı. Bunlardan biri de `Tövbekar` adlı ateist birini imana getirme yarışmasıydı.

Kanal yöneticisi Sisi lakaplı Seyhan Soylu`nun ise 28 Şubat döneminde yaşanan olaylarda sık sık adı geçiyordu. Gülgün Feyman yaptığı açıklamada,

İşte Milliyet`te yayınlanan haber:

İnal Batu yerine çoban bağlandı kavgası

Gülgün Feyman: Ekibimi darp ettiler, beni kimse kovamaz

Temmuz ayından beri Kanal T`de Haber Dairesi Başkanlığı yapan usta spiker Gülgün Feyman`ın ekibinden "13 Ajansı" programına emekli Büyükelçi İnal Batu yerine başka birini bağlayınca tartışma yaşandı.

Kanalın yöneticilerinden Seyhan Soylu, yayına Batu yerine bir çobanın bağlandığını söyleyerek Feyman`ı aradı. Feyman`ın kanalda olmadığını öğrenince sinirlenen Soylu, daha sonra görüştüğü usta spiker ekibini savununca "Bu gün İnal Batu yerine yayına çoban bağlayan, yarın da Devlet Bahçeli yerine İmralı`dan Abdullah Öcalan`ı bağlar" sözlerini sarf ettiğini söyledi.

Kanalın adı duyulsun diye sustum

Gülgün Feyman ise iddiaları yalanladı ve yayına çoban değil, altın ve para piyasaları uzmanı Mehmet Ali Yıldırımtürk`ün bağlandığını söyledi ve şunları anlattı.

* "Yalan canım öyle bir şey yok. Çoban moban bağlanmadı. Bütün televizyonlarda olan bir şey... Bir büyükelçiyi bağlayacakken herhalde yanlış düşmüş. Çünkü Kanal T`nin borçlarından dolayı bütün telefonları kapalı. Kontörlü telefon kullanıyorlar. Hat alana kadar büyük bir mücadele yaşanıyor. Hat alındıktan sonra ancak bağlantı temin edilebiliyor. O sırada aceleyle yayına birini bağlayalım derken numara yanlış çevrilmiş zannediyorum. Başka biri bağlanmış."

* "Ben çok sinirlendim ve "Ekibime niçin saldırıyorsunuz?" dedim. Orda haberci olmayan kadrolar var. Devamlı gelip o niye böyle bu niye böyle saldıyorlar.Direnç gösterdim bugüne kadar ve kanalın adını duyurmak amacıyla yok "Tövbekar" yarışması sunacaktım falan... Tuhaf tuhaf benim bilgim dışında bir şeyler de yaşandı orada... Bütün bunları "Yazıktır bu kanal para kazansın" diye hep susarak tebessümle geçiştirdim ve sanki yapacakmışım gibi de onayladım işin gerçeği. Böyle bir şeyler tabi ki yoktu. Sırf bu kanalın adı duyulsun bu kanal reklam camiasında ses getiren bir kanal olsun ve programlar para kazansın insanların maaşı ödensin bizim derdimiz o. Tabi ki Seyhan hanım kimseyi mağdur etmemeye çalışmıştır. Bayram öncesi çocukların eline 200`er lira küçük harçlıklar verdi. Şu ana 4-5 aydır orada çalışan çocuklar ordan aldıysa 500 - 600 lira hadi bilemediniz 1000 lira 6 ay içinde ancak almışlardır."

* "Ben kovulmadım üstelik ben Kanal T`den ayrıldım. Resti ancak ben çekebilirim. Çünkü şu an Kanal T`nin benim dışımda adımı kullanarak para kazanabileceği hiç kimseleri yok. Çok çirkin bunlar tabiu. Ekibimle birlikte biz oradan ayrıldık.

* "Çünkü benim çocuklarımı tartakladılar. Öğrencilerim Ceren Çağman, Aleyna Horason bütün haberi yapan çocuklar ekibimdeki kişiler. "Her şeyi niye Gülgün`e anlatıyorsunuz, yalan söylüyorsunuz, dedikodu yapıyorsunuz?" diyerek dövmüşler onları... 5 - 6 öğrencim odaya çağrılıyor. Seyhan Hanım var birileri var, orada tartaklıyorlar bunları."

* Şu anda da sağlık sorunu yaşıyorum hem tansiyonum yüksek, hem soğuk algınlığı geçiriyorum. Raporumu da göndereceğim onlara. Benden başka kimseleri yok ki. Nurseli İdizle mi para kazanacaklar? Yıldo`dan mı televizyonun adını duyurucaklar? Haber dünyası içinde ilk haberci kimdir diye sorsalar benim adımı verirler. Ben böyle bir terbiyesizliği hak etmiyorum.

36 ÜNLÜ GAZETECİ AJAN ÇIKTI

10 Aralık 2009
Bulgaristan'da, 36 ünlü gazetecinin eski Komünist rejimin kurduğu siyasi polis için ajanlık yaptıkları ortaya çıktı
Bulgaristan'da 1989'da sona eren Komünist rejimde siyasi polis için çalışan eski ajanların geçmişini araştırmakla görevlendirilen devlet komisyonu, resmi internet sitesinde yayınladığı listede, medya kuruluşu sahibi, başredaktör, redaksiyon kurulu başkanı ve köşe yazarlarının isimleri bulunuyor.

Ülkede yankı uyandıran listede, en yüksek tirajlı 'Trud' gazetesinin başredaktörü Toşo Toşev'in, gizli polise görüşme yapması için bir apartman dairesini kullandırdığı bildirildi. Kendisi de eski ajan olan Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pirvanov, Toşo Toşev'e, ülkenin en büyük ödülü olan 'Stara Planina Devlet Nişanı'nı sunmuştu.

Eski Komünist Partisi'nin devamı olan ana muhalefetteki Bulgaristan Sosyalist Partisi'ne karşı sert eleştirilerde bulunmakla tanınan 'Frognews' adlı özel haber ajansın sahibi Ognyan Stefanov'un da siyasi polise buluşma mekanı sağladığı ortaya çıktı. Bulgaristan'da, eleştirel ve muhalif tavrıyla tanınan Stefanov'un kolları ve bacakları geçen yıl uğradığı mafya saldırısında metal sopalarla kırılmıştı.

Başbakan Boyko Borisov, temmuz ayında kurduğu hükümette, yurtdışındaki Bulgarlar'dan sorumlu bakan olan Bojidar Dimitrov'un da ajan olduğunun ortaya çıkması üzerine, ülkedeki tüm ajanların isimlerini kamuoyuna açıklayacağını duyurmuştu.

Devlet komisyonu, daha önce de devletin önemli kurumlarında halen görev yapan eski ajanların isimlerini açıklamıştı.

Timetürk

Yeni Şafak gazetesinin sahibi Ahmet Albayrak'ın 207 yıla kadar hapsi istendi

09 Aralık 2009 Bursa İl Jandarma Komutanlığı, Karacabey ilçesinde kum ocakları işletmesi ve kaçak kum çıkarılıp satılması, rüşvet alınıp verilmesi gibi iddialar üzerine operasyon başlattı. Savcılık talimatıyla başlayan operasyonda, bu işlerin organizasyonu için örgüt kurulduğu, bu örgütün liderliğini ise, Yeni Şafak gazetesinin sahibi Ahmet Albayrak'ın yaptığı iddia edildi. Operasyonda 33 kişi gözaltına alındı. Ancak İstanbul'daki evinde arama yapılan Albayrak'a ulaşılamadı. Gazete Habertürk'ün haberine göre; Albayrak, 11 ayrı kamu ihale­sine fesat karıştırmak, 5 ayrı rüş­vet almak ve vermek, hırsızlık, suç işlemek amacıyla örgüt kur­ma ve şantaj suçlarından toplam 207 yıla kadar hapis cezası iste­miyle hâkim karşısına çıkacak. Jandarmanın operasyonunda yakalanan Bursa Özel İdare Genel Sekreteri Kemal Demirel, Ahmet Albayrak İl özel İdaresi Çevre Sağlığı Daire Başkam Yaşar Dursunay, İl Özel İdaresi Ruhsat Şube Müdürü Aslan Sevi, iki mühendis ve işadamlarının da bulunduğu 33 kişiden Kemal Demirel, Yaşar Dursunay, Mehmet Taş, Yaşar Rıza Sonay ve Aslan Sevi tutuklamrken, diğer kişiler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

GAZETEYE SUÇ DUYURUSU

Öte yandan Cumhuriyet Savcısı Ferruh Gün'ün, Ahmet Albayrak'm sahibi olduğu yayın organlarından operasyonla ilgili jandarma ve yargıya yönelik karalama ve engelleme kampanyası yürütüldüğü ve "AK Parti ve FethuUah Gülen'i Bitirme Planı" olarak bilinen 'Darbe Andıcı'ndaki hedefler doğrultusunda, "kamuoyu oluşturmak için operasyon düzenlendiği" iddialarını içeren yayınlar yapıldığı gerekçesiyle, Bursa'da başka savcılığa suç duyurusunda bulunacağı öğrenildi.

"ÖRGÜT LİDERİ"

Olayla ilgili soruşturmayı tamamlayan Cumhuriyet Savcısı Ferruh Gün, aralarında Albayrak Holding Yönetim Kurulu Başkam ve Yeni Şafak Gazetesi'nin sahibi Ahmet Albayrak'ın da bulunduğu toplam 33 sanık hakkında iddianame hazırladı. Bursa 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen iddianamede, İstanbul'daki evinde yapılan aramalarda ele geçirilemeyen, savcılık tarafından hakkında yakalama kararı çıkartılmasına rağmen bir türlü bulunamayan Ahmet Albayrak "örgüt lideri" olarak gösterildi.

netgazete

16 Aralık 2009 13:38
Dev-Sol Sanığı Ünlü Gazeteci
29 yıl süren Dev-Sol davası dün itibariyle sonuçlandı. Davayla ilgili ilginç bir detay ortaya çıktı. Bugünün ünlü gazetecisi de o davadan yargılanmıştı. Kim mi?

Türkiye'nin tarihinde en uzun davalardan biriydi Dev-Sol davası. Ve dün 15 Aralık 2009 tarihi itibariyle sonuçlandı.Tarihi Dev-Sol davasında ilginç bir detay ortaya çıktı.

Tarih: 22 Nisan 1981. Dev-Sol sanıklarından birinin savcılık ifade tutanağı. Peki ifadesi alınan sanık kim? Bugünün ünlü gazetecisi, Vatan Gazetesi yazarı ve NTV Siyaset Danışmanı Ruşen Çakır...

İşte tarihi davanın dosyaları arasından yer alan bir belge ilk kez yayınlanıyor. O belgede Ruşen Çakır ne ifade vermiş, neler söylemiş, bakın aynen belgeden alıntılıyoruz:

“Ben iddia edildiği gibi yasadışı herhangi bir örgüt üyesi olmadığım gibi liseli Dev-Genç örgütü içinde de herhangi bir görev almadım ve liseli Dev-Genç bültenini çıkarmadım ve örgütün eğitim komitesi işlemlerini üzerime almadım. Ben yalnız kız arkadaşım olan Bedia Oğur’u tanırım. Haluk kod adlı Yalçın Arıkan’ı tanımam. Erkan’ı tanırım, Galatasaray Lisesi’nden tanırım zira kendisi Galatasaray Lisesinde öğrenciydi ben de aynı lisede öğrenciydim. Murat Toros Gürkaya’yı tanımam, Zerrin kod adlı Zekiye Yıldırım’ı tanımam, Alişan Yalçın’ı da tanımam. Zeynep kod adlı Sibel Özer’i de tanımam dedi. Polisteki 6.4.1981 günlü ifadesi okunup soruldu. Ben bu ifademi gözlerim bağlı olarak imzaladım kabul etmiyorum dedi ifadesi okundu imzası alındı.”

İşte bu da Ruşen Çakır'ın o ifadesinin belgesi:

Kaynak: Medyagündem

HANGİ ÜNLÜ GAZETECİ EŞİNDEN BOŞANDI

İkilinin aşkı Paris'te başlamıştı

27.12.2009 23:37

Milliyet Gazetesi yazarı Gazeteci Ece Temelkuran ile Özgür Mumcu boşandılar.

Ece Temelkuran ve Özgür Mumcu aşkı Paris’te başlamış ve ikili 2007 yılında evlenmişti.

Bilmeyenler için yazalım; Özgür Mumcu, suikasta kurban giden Gazeteci Uğur Mumcu’nun ve CHP Milletvekili Güldal Mumcu’nun oğludur.

Odatv.com

TAG: ece temelkuran ,özgür mumcu ,boşanma

03 Ocak 2010 18:01
Magazin Yazarı Tutuklandı
Bir gazetenin magazin yazarı kokain alış verişinden tutuklandı...

''Evinde bir miktar kokaini teslim alırken yakalandığı'' ileri sürülen bir gazetenin magazin yazarı Y.K tutuklandı.

İstanbul Narkotik Şube Müdürlüğü ekipleri, yılbaşı gecesi evinde parti vermeye hazırlanan Y.K'nın Beşiktaş'taki evine düzenlediği operasyonda, takibe alınan S.Ö. kokain poşetini teslim ederken suçüstü yakalandı.

S.Ö'nün evinde yapılan aramalarda, satışa hazır halde 105 gram kokain, Y.K'nin evinde ise 1 gram kokain ile kullanılmış uyuşturucu poşetleri ele geçirildiği belirtildi.

Magazin yazarı Y.K. ile S.Ö. çıkarıldıkları Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'nde nöbetçi mahkeme tarafından tutuklandı.
aktifhaber

03 Ocak 2010 16:57
Hangi Yazar Kaç Yaşında?

Gazetelerin yaş haritası

Cumhuriyet'te 80'i aşan çok

Neredeyse Cumhuriyet'le yaşıt bu gazetemizin yazarları arasında yaşı 80'i aşan mesleğin duayeni birçok isim var. Bu köşe yazarlarından İlhan Selçuk 85, Cüneyt Arcayürek 81, Mümtaz Soysal 80, Oktay Akbal 86, Orhan Birgit 82 yaşında. İsimleri Cumhuriyet'le anılan yazarlardan Ali Sirmen 70, Emre Kongar 69, Hikmet Çetinkaya 68 yaşında. Cumhuriyet'in en genç yazarları olarak ise Mehmet Faraç (45) ve Ümit Zileli'yi (50) görüyoruz.

Milliyet 60'lar kulübü

Milli-yet'in en kıdemli köşe yazarı Çetin Altan. 82 yaşındaki yazar Şeytanın Gör Dediği köşesinde okura seslenmeyi sürdürüyor. Güneri Civaoğlu 70, üçüncü sayfada yazan Hasan Pulur 77, Nail Güreli 77, Sami Kohen 81, Güngör Uras 76, Melih Âşık 67 yaşında. Milliyet'in en genç köşecileri olarak üç kadın yazar öne çıkıyor. Ece Temelkuran (36) ve yakın zamanda Akşam'dan transfer edilen Aslı Aydıntaşbaş (38), Mehveş Evin (39).

Hürriyet'te rekortmen başyazar

Hürriyet'te yaşı 60'tan yukarı yazarların sayısı bir hayli fazla. Hürriyet'te 35 yıldır başyazarlık yapan Oktay Ekşi'nin yaşı 77. Özdemir İnce 73, Doğan Hızlan 72, Rahmi Turan 70, Yalçın Doğan 65, Tufan Türenç 64, Ferai Tınç 61, Ertuğrul Özkök 62 yaşında. Hürriyet genç köşe yazarına en kapalı gazetelerden. Bu gazetede en genç köşeciler olarak Kanat Atkaya (41), Ayşe Arman (40), Ahmet Hakan (42) ve Eyüp Can'ı (36) görüyoruz.

Sabah gençlere göz kırpıyor

Sabah, Doğan Grubu gazetelerine göre genç yazarlara kapıyı daha açık tutuyor. İbrahim Kalın, Sevilay Yükselir ve Ayşe Özyılmazel Sabah'ta yazmaya başlayan yeni isimlerden. Sabah'ın kıdemli yazarları ise Mehmet Barlas (67), Yavuz Donat (67), Hıncal Uluç (70), Nazlı Ilıcak (65), Erdal Şafak (65).

Radikal'in en kıdemlisi Hakkı Devrim

Radikal'in en kıdemlisi Hakkı Devrim 80 yaşında. Onu Haluk Şahin (68), M. Ali Kışlalı (66), Hasan Celal Güzel (64), Cengiz Çandar (61), Oral Çalışlar (63) takip ediyor. Radikal'in en genç yazarları olarak bir yıldır köşe yazarlığı yapan Akif Beki (38) ve Ayça Şen'i (37) görüyoruz.

Doğan Grubu'nun en genci Vatan

Vatan'da yaşı elli civarında yazarlar ağırlıkta. Gazetenin en kıdemlileri Güngör Mengi (69), Necati Doğru (65), Zülfü Livaneli (63) ve Asaf Savaş Akat (66). Vatan'ın en genç köşecileri Mutlu Tönbekici, İclal Aydın (39) ve Tuna Kiremitçi (37).

Habertürk'ün gençleri kadın yazarlar

Türk basının en yeni gazetesi Habertürk'ün en kıdemli köşe yazarı "Göbeğini Kaşıyan Adam" yazısıyla büyük tepki çeken Bekir Coşkun (65). Fatih Altaylı'nın (46) yayın yönetmenliğinden çıkan gazetenin en genç köşecileri olarak kadın yazarları görüyoruz. Balçiçek Pamir (36), Nihal Bengisu Karaca (37), Elif Şafak (38).

Akşam'ın kapısı gençlere açık

Gençlere en çok köşe açan gazetelerden biri de Akşam. Yayın yönetmenleri İsmail Küçükkaya 1972 doğumlu. Gazetenin en tecrübeli kalemleri Deniz Gökçe 67, Ali Saydam 63, Serdar Turgut 55 yaşında. En gençleri ise Nagehan Alçı (32) ve Sevim Gözay (37).

Star yeni yazarları seviyor

Star, birçok genç yazara köşe verdi. 40'lı yaşlarını süren Mustafa Karaalioğlu, Nasuhi Güngör, Ergun Babahan, İbrahim Kiras, Şamil Tayyar gibi isimlerin yazdığı gazetenin en tecrübeli kalemleri Yağmur Atsız 70, Mehmet Altan 56 yaşında.

Taraf'tan renkli kadro

Taraf'ın çok renkli ve genç bir yazar kadrosu mevcut. Yıldıray Oğur, Leyla İpekçi gibi genç köşecilerin yazdığı gazetenin en tecrübeli kalemleri olarak Murat Belge (66), Ahmet Altan'ı (59) sayabiliriz.

Türk basınının iki duayen ismi Posta'da yazıyor

Üçüncü sayfada yazan Rauf Tamer 73, Mehmet Ali Birand 68 yaşında.

Zaman yazarlarının çoğu 40'lı yaşlarında

En kıdemli yazarlar olarak Hekimoğlu İsmail 77 ve Hilmi Yavuz'u 73 görüyoruz. Zaman'ın en yeni ve en genç yazarı Bejan Matur 41 yaşında.

Yeni Şafak'ın en çok okunan yazarı Fehmi Koru 59, Ali Bayramoğlu 53 yaşında. Gazetenin en genç köşe yazarları olarak Özlem Albayrak, Salih Tuna, Hakan Albayrak'ı sayabiliriz.

Kaynak: Zaman-Pazar

Medya Çatırdıyor, Dip Dalga Gerçeği
Mustafa Sönmez

Hürriyet'te Ertuğrul Özkök'ün koltuğunu bırakması, Aydın Doğan'ın köşesine çekildiğini ilan etmesi, Türkiye medya tarihi açısından bir kilometre taşı sayılmalı.

Bu istifalar, çevresi bir süredir Recep Tayyip Erdoğan tarafından vergi toplarıyla kuşatılan Doğan Medya'da bir biat hazırlığıdır. Oysa çok kısa süre önce Aydın Doğan, "Bizim kültürümüzde biat yok!" diyordu.

Son 30 yılda , yani 24 Ocak+12 Eylül darbesiyle başlayan süreçte, medya, icraata geçen neoliberal faşizmi kamufle eden ipek şal, kitleleri apolitikleştiren yalan değirmeni oldu.

Medya hızla ticarileştirilip üstünden para kazanıldı. Ama daha çok da medyayı iktidarlara, gereğinde rakip sermayedarlara karşı silah olarak kullanıp üstünden rant sağlama ve politika dikte etme çabaları arttı .

Otuz uzun yılı bu köşede özetleyemem. Merak edenler, 2003'te İletişim Yayınları'ndan çıkan "Filler ve Çimenler: Medya ve Finans Sektöründe Doğan/Anti-Doğan Savaşı" kitabımı okuyabilirler. Yine de belli satır başlarını vermeye çalışayım.

Yükselme devri
Medyanın yükselme devri, sermaye birikimini dışa açılarak sürdürme derdindeki burjuvazinin, 12 Eylül'e medya üstünden de destek verdiği, devamında Turgut Özal'ı yücelttiği dönemdir.

Dış kaynakla başlayan büyüme, reklam pastasını da, medya kazancını da büyüttü.

Özal'ın, iktidar edebilmek için medyaya uzattığı teşvik, kredi, arsa tahsisi biçimindeki havuçlara tenezzül ile yozlaşma arttı. Aydın Doğan ve Dinç Bilgin, medya endüstrisinin iki önemli patronu olarak sivrilirken Ertuğrul Özkök ile Zafer Mutlu, reislerin sağ kolları olarak sahne aldılar.

Sonradan bir sürü küçük Özkökler ve küçük Mutlular da türedi elbette...

Gelişme devri
1990'ların başında özel televizyonculuğa geçişle birlikte, medyanın gelişme devri de başladı.

Medya endüstrisi, finans-sanayi ile bütünleşmiş komplekslere dönüştü.

Özellikle zayıf koalisyon hükümetlerini desteklemenin karşılığı, bir dizi rant olarak Ankara'dan kapıldı.

Doğan'ın hissesine Dışbank, Petrol Ofisi, Hilton Oteli, devlet bankalarından ucuz krediler vb. düşerken Dinç Bilgin pek becerikli çıkamadı. Özelleştirmeden aldığı Etibank'ı hortumladığı için hapislere düştü.

Başta, sağ kolu Zafer Mutlu olmak üzere, dost bildikleri de, Doğan'ın desteğiyle Vatan'ı kurarak, Bilgin'i terk ettiler.

Çürüme ve çürütme süreçleri
Merkez medya gelişip büyürken , çürüme ve çürütme süreçleri de iç içe geçti.

Bu dönemde Ertuğrul Özkök'ün dinlemeye takılan ANAP'lı bakan Güneş Taner ile teşvik pazarlığı, medya tetikçiliğinin en önemli belgelerindendir.

Uzanların, Asil Nadir'lerin parlayıp söndükleri bu dönem, medya etiği adına, haber alma hakkı adına, gazeteci hakları adına ne varsa, her şeyin de ırzına geçildiği bir dönem oldu. Medyanın bu kadar ticarileştiği, silah-şantaj aracı olarak kullanıldığı, sendika düşmanı kesildiği; editörlerin, köşe yazarlarının bu kadar silahşörleş(tiril)diği; bu oyunun bir parçası olmak istemeyenlerin de bu kadar itilip kakılıp dışlandığı bir dönem olmadı.

Doğan ile Bilgin, egemenlik için itişirken, züccaciye dükkanına girmiş filler misali, hem kendilerine hem topluma büyük zarar verdiler. Dinç Bilgin'i iyice saf dışı bırakıp medyanın tek hakimi olma ihtirasındaki Doğan'ın bu hevesi, arkadan gelen neoliberal-muhafazakar AKP iktidarının taş koyması ile, kursağında kaldı.

Merkez medyada gerileme devri
Şimdi, AKP iktidarı ile birlikte, "merkez medyada" gerileme devrindeyiz artık...

Bilgin sahneden silindi ama Sabah-ATV, ne Doğan'a ne de kenardan yanaşan Ciner'e kaldı.

Erdoğan,onu, damadının yönettiği Çalık Holding'in patronajına sokarak kontrolüne aldı. Dahası, yeni medyalarla ,TRT, Anadolu Ajansı kontrolü ile yandaş medyasını inşa etti, şimdi de Doğan'ı, daha da küçülmeye zorluyor.

Ertuğrul Özkök'ü istifa ettiren, Aydın Doğan'ı köşesine çekilmeye iten baskı, diğer medya yatırımı olanlara, Ciner, Doğuş, Karamehmet'e ve oradaki küçük Özköklere de gözdağı aynı zamanda.

Güven kaybı
Açık olan bir şey var; Bu kadar ticarileşip, araçsallaşmış medya, kitleler nezdinde ciddi güven kaybına uğramış durumda.

Aynı güven kaybı, neoliberal-gerici kesimin TV kanalları, kapılara bırakılan gazeteleri için de geçerli. Kendi iktidarları uğruna, toplumun tarafsız haber alma, farklı yorumlara ulaşma hakkını gasp edenlere, daha da ileri giderek ellerindeki sermaye ve teknolojiyle toplumu gütme, yanlış yönlendirme çabasında olanlara, öteden beri duyulan inançsızlık ve öfke daha da büyüyor.

Bu tepki, yavaş da olsa, dipten geliyor, sokağa yansıyor. Nerede mi? Gözü olan görür, kulağı olan duyar... (MS/TK)
Kaynak: BiaNet

Nagehan Alçı
Akşam Gazetesi
'Tasfiyeci' kampa nasıl dahil oldum?
07 Ocak 2010

Zaman Gazetesi'nin Pazar Eki'nde yayınlanacak bir haber için Murat Tokay benden görüş istedi. Verdim. O haber 'Köşelerde yaş 70, yazarlık bitmemiş!' başlığı ile yayınlandı. Gazetelerdeki yaşı ileri köşe yazarlarının emekli olup olmaması gerektiği üzerine toparlanan bir haberdi.

***
Fakat o da ne? Haberin yayınlanması ile birlikte gazeteciler 'genççiler' ve 'yaşlıcılar' diye ikiye ayrılıverdi sanki. Habere ilham veren Atılgan Bayar'ın yazısı ve Zaman bir yerde, Ahmet Hakan, Oray Eğin gibi isimler bir yerde... Son dönemde her konuda olduğu gibi bu konuda da müthiş bir kamplaşma ortaya çıkıverdi. Üstelik bu kamplaşma 'medyada tasfiye' başlığı altına sokuldu. Haberde ben de yer aldığım için bir de baktım ki ister istemez bu tartışmada bir kampa hapsoluvermişim. Zaman'ın haberine destek verdiğim için 'medyada tasfiye gerekli' diyenlerle aynı koroya katılmışım.

***
En iyisi pozisyonumu 'kendi mekanımda' temiz temiz anlatmak:
Ben tasfiye mekanizmasının yaş ya da kamp değil başarı kriterine bağlı olması gerektiğini söylüyorum. Normal olan, herkesin söylemesi gereken zaten bu. Zaman'a gönderdiğim yazıda ima ettiğim de bu. Maalesef Türkiye'de 'düşünme' faaliyeti ortadan kalktığı için insanlar üzerlerindeki armalarla bir yerlere gelir oldular. Bu haberden sonra ortaya çıkan tartışma da yine 'yaş' değil 'armalarla' ilgili. Taraflar aslında 'yaşlı' anahtar kelimesi ile 'laik' kesimi, 'genç' anahtar kelimesi ile de 'muhafazakar' kesimi kastediyorlar.

***
Aklı başında herkesin böyle bir 'sendencilik-bendenciliğe', böyle bir konuşmayı engelleyen 'sembol diline' karşı çıkması gerekmiyor mu?

***
Bu haber ve ardından ortaya çıkan tabloya itiraz ediyorum. İtirazım iki ayrı noktaya:

1) Zaman Gazetesi haberi hazırlarken objektif davranmamış. Önce ortaya çıkacak metni tasarlamış, sonra görüş aldıklarının yanıtlarını o tasarı doğrultusunda kısaltmış. Ben Murat Tokay'a yolladığım cevapta 'Köşe yazarlığı uzun soluklu bir iş... 'Yıllardır yazan' kategorisini onur verici buluyorum' demiştim. O kısımlar atılmış. Yalnızca yeni isimlere hangi sebeple yer açılmadığı ile ilgili söylediklerim sayfaya konmuş. Neden kısaltma tam da bu cümleler üzerinden yapılmış?

2) Haberde gazetelerdeki köşe yazarlarının yaş karinesi çıkarılmış. Ancak buradaki sıralamaya nedense Zaman'ın hoşlanmadığı isimler konmamış. Örneğin bizim gazetede en genç yazar olarak ben görünüyorum. Oysa Oray Eğin de Tuğçe Tatari de benden daha genç. Ama onlara 'yok'
muamelesi çekilmiş. Neden?

***
Bu sorulara inandırıcı bir cevap gelmediği sürece benim görüşümün de yer aldığı haberin objektifliği konusundaki şüphelerim sürecek. Bir kampa iliştirilmiş görünmenin verdiği rahatsızlık da!

Tasfiye mi dediniz?
Polİtİk görüşler üzerinden tasfiye çığlıkları atacağımıza burnumuzun dibinde, 'gazetecilik' adı altında yaşanan saçmalıkları tasfiye etmeyi niye konuşmuyoruz?
Gazeteciliğin 'cahil cesareti' demek olmadığını neden yüksek sesle söylemiyoruz?

***
Soru sormak büyük bir iddiadır. Televizyonda ve hatta canlı yayında soru sormak ise daha büyük bir iddiadır. Böyle bir iddianın sahibi olmak için salt 'görünür' olmak yeterli midir?

***
Bugün Hülya Avşar bir Ruhi Su ismini ilk kez duyduğu halde gazeteciliğin temeli olan 'soru sorma' fiilini icra ettiğini sanıyorsa ve bizler bu yanılgıya ses çıkarmıyorsak kendi kendimizi tasfiye etmeliyiz!

Bilmeyenlere not: Avşar, Habertürk'teki programında konuğu İlkim Karaca ile konuşurken Ruhi Su'ya selam gönderdi.

GAZETE HABERTÜRK VE SABAH’TA GAZETECİ KIYIMI
27 Ocak 2011
Gazete Habertürk ve Sabah gazetesinde arka arkaya işten çıkarmalar gerçekleşti. Her iki gruptan toplamda yaklaşık 120 kişi işten çıkartıldı. Bu sayının artma ihtimali ise geriğde kalan çalışanları tedirgin etmeye devam ediyor. Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Çağdaş Gazeteciler Derneği yaptıkları ortak açıklama ile işten çıkarmaları protesto etti.

Ajans Haberturk, HT Spor, HT Magazin ve gazetenin yazı işlerinden şimdiye kadar 59 çalışan işten çıkarıldı. Geride kalanlar ise, işten çıkarmaların devam edip etmeyeceğinin tedirginliği içinde gelişmeleri takip ediyor. Sabah gazetesi ise 60 kişinin işine son verdi. Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeli Erdal Şafak işten çıkarılanlara bir mektupla veda etti. Sabah gazetesinde çıkarılan çalışan sayısının 180 kişiyi bulabileceği iddia ediliyor.

TGS Ankara Şubesi Yönetim Kurulu ve ÇGD Ankara Şubesi Yönetim Kurulu da yaptıkları ortak bir açıklamayla medyada yaşanan bu toplu kıyıma tepki gösterdi.

İşte o açıklama:

“ 26 Ocak medya patronlarının lekeli tarihine eklenen bir sayfadır...

Bugün (26 Ocak 2011 Çarşamba), medya patronlarının basın emekçilerine yönelik saldırılarına bir yenisi daha eklendi.
Ulusal düzeyde yayın yapan Sabah-Atv ve Habertürk basın kuruluşlarından onlarca meslektaşımız işten çıkarıldı, onlarcasının da işten çıkarılması bekleniyor.
Arkadaşlarımızın işten çıkarılması; Türkiye'nin neoliberal kapitalist politikalarla tüm çalışma hayatının güvencesizleştirilmesi, çalışma düzeninin hukuksuzlaştırılması, sermaye politikalarının bedelinin
emekçilere ödetilmesi anlayışının bir sonucudur.
Medya patronları, işten çıkarma yöntemine her fırsatta ve her bahaneyle başvurmaktadır. Emekçi düşmanı sosyal politikaların en vahşi biçimde hissedildiği işkollarının başında gelen basın yayın alanında son yıllarda süreklileşen bu yöntem, ahlaksızlık ve iktidar eliyle palazlandırılmış sermaye sınıfının pervasız keyfi uygulamalarından başka bir şey değildir.
İşten çıkarmaların yaşandığı Sabah-Atv ve Habertürk, Türkiye basınının tekelci yapısında, hiçbir ticari kaygısı bulunmayacak kadar güçlü sermaye yapılarının parçalarıdır. Dolayısıyla geçmişte olduğu gibi,
ekonomik nedenlerin ileri sürülmesi, insan hayatının ve çalışan emeğinin aşağılanmasıdır.
Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeli Erdal Şafak imzalı "veda mektubu" da bu anlayışın en açık şekilde ifade edildiği bir ibret belgesidir.
İnsanların emeğiyle, ekmeğiyle, geleceğiyle, yaşamıyla oynandıktan sonra bir vicdan temizleme ve kendini rahatlatma olarak kaleme alınmış bu tür yazılar, gerçeği değiştirmez. Bütün yalınlığına rağmen medya patronlarının ve yöneticilerinin görmek istemediği ve hatta saklamaya çalıştığı tek bir gerçek vardır ki o da emeğe ve emekçilere dönük saldırıların artık sistemin temel anlayışı haline geldiğidir.
Söz konusu iki basın kurumunda yaşananların yanı sıra, TRT muhabiri Haber-Sen Yönetim Kurulu Üyesi Osman Köse'nin TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin imzasıyla Çukurova Bölge Müdürlüğü'ne sürüldüğünü de öğrenmiş
bulunuyoruz. Bu durum da yukarıda bahsedilen genel tablonun bir parçasıdır. Bütçesi halk tarafından oluşturulan TRT'nin kamu yayıncılığı anlayışından uzaklaştırılarak adeta hükümet televizyonu
haline getirilmesinin bir sonucu olan bu sürgün aynı zamanda örgütlü emek ve demokrasi mücadelesini de hedef almaktadır.
Tüm bu uygulamaların bir başka anlamı da, ülkemizde basın-yayın alanının bağımsızlığına ve niteliklerine dönük saldırılar olmasıdır.
Türkiye'de yerleştirilmek istenen güvencesizleştirme ve biat kültürünün bir parçası olan işten çıkarmalar ve diğer uygulamalara karşı TGS ve ÇGD Ankara Şubeleri olarak bu yapılanlara karşı dün olduğu gibi bugün de mücadele etmeye devam edeceğimizi ve bundan sonra tüm meşru mücadele yöntemleriyle haklarımızı savunacağımızı
bildiririz.
TGS Ankara Şubesi Yönetim Kurulu

ÇGD Ankara Şubesi Yönetim Kurulu”

Kaynaklar:

www.internethaber.com/bu-haber-gazetelerde-cikmayacak-323862h.htm

www.medyatava.com/haber.asp

http://www.mizikacilar.com/HaberDetay.aspx?ID=707
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Oca 11, 2010 12:29 am    Mesaj konusu: Başörtülü Muhabir İtirafı Alıntıyla Cevap Gönder

10 Ocak 2010 16:22
Başörtülü Muhabir İtirafı

Cüneyt Özdemir: "CNN Türk'te başörtülü muhabir çalıştırmak istedim ama yönetim kabul etmedi. Hürriyet ulusalcı bir yazar-çizer kadrosuna sahip"

Cüneyt Özdemir, medyada kapıların başörtülü muhabirlere kapalı olmasını eleştiriyor. "CNN Türk'te başörtülü muhabir çalıştırmak istedim ama yönetim kabul etmedi." diyor. Ertuğrul Özkök'ün liberal çizgiden ulusalcı çizgiye evrildiğini düşünen Özdemir'e göre Hürriyet muhafazakar ve ulusalcı bir yazar-çizer kadrosuna sahip.

Cüneyt Özdemir sürekli göz önünde bir televizyoncu. On yıldır CNN'de 5N 1K'yı hazırlayıp sunuyor. Çeşitli belgeselerde imzası var, kitap yazıyor. Kendi internet sitesi Dipnot TV'deki yazıları ve Twitter yazışmalarıyla da sık sık medyada gündeme geliyor. Özdemir'le habercilik ve medya üzerine konuştuk.

5N 1K Türk televizyonlarının başarılı programlarından biri. 2 binlerin ruhunu yakalayan bir yapım. Bu başarının sırrını nasıl açıklıyorsunuz?

Bence bunun sırrı ilk bakışta herkese mesafeli durması gibi gözüküyor. Ama işin özü bizim herkese yakın durmamız. İnsanlar bu yakınlığı hissetmeseler programa gelmezler. Programa gelen herkes biliyor ki ben cumhurbaşkanına nasıl davranıyorsam işçi emeklisine de öyle davranacağım. Sağcıya nasıl davranıyorsam Ergenekoncuya da öyle davranacağım. Mesafeli değil yakın olmak, bunun altını bir kere daha çizelim. Mesafeli durarak insanların acılarına, yaralarına, umutlarına dokunamazsınız. Yeni gazetecilik empati kurarak insanlara dokunmayı gerektiriyor. Orada da vicdan ve insanlık öne çıkıyor. İnsanın yanında durduğun, anlamaya çalıştığın zaman bu iki kavrama ciddi ihtiyacın var.

Öteki'ne hep açık bir program oldu 5N 1K. Kimi zaman başörtülüleri çıkardınız ekrana kimi zaman Türk okullarını haber yaptınız. Bunu baştan planlamış mıydınız?

Herkesin gelip konuşabileceği bir yer olarak planlamıştık. O çizgide programlar yaptık. 5N 1K, zaman zaman CNN Türk çizgisinin bile dışında kalan özel bir yeri oldu. Mesela One Minute olayında biz o çıkışın arkasında durmuştuk oysa o dönem CNN bayağı bir eleştirel yaklaşıyordu. Toplumsal olarak ertelenen başörtüsü sorunumuza gelince CNN Türk ilk kurulurken ben yönetime gelin başörtülü bir muhabir alalım demiştim. Ama kabul etmediler. Kimin kabul etmediğini söylesem, şaşırırsınız. Başörtülü birini CNN Türk'te haber için koşarken görmek o dönem benim açımdan ve değişen Türkiye'deki gerilimi yumaşatması anlamında çok önemliydi.

Bugün bile birçok televizyon ve gazetede başörtülü muhabir yok?

Evet. Buradan sorayım ben de: Neden yok kardeşim?

Sizce neden yok?

Bunda karşılıklı iki cephenin başörtüsüne yüklediği anlam var sanırım. Burada olumlu ya da olumsuz düşünen ideoloji o kadar ön planda ki geriye hiç birşey bırakmıyor. Mesela bir dönem Kanal7'den çalışan erkek bir muhabire işsiz kaldığında biz 5N 1K'nın kapısını açtığımızda hiçkimse birşey demiyor ama aynı kanaldan ayrılan başörtülü muhabir olunca işler değişiyor. Tam bir çifte satandart. Utanç verici toplumsal iki yüzlülüğümüz.

İyi haberlere de programınızda yer veren bir gazeteci, televizyoncu olarak medyamız niçin kötü haberin peşinde?

Gazetecilik okullarında bize öğretilen şey 'Kötü haber iyi haberdir'. Ama artık dünya değişti. Artık iyi şeyler de anlatmak bizim görevimiz. Bu ülkenin bir başarılı mimarını, mühendisini, doktorunu bilmeyiz. Tanımalıyız. Başına bir felaket gelmedikçe bunlardan haberimiz olmaz. Bu ülke sadece baskınlarla, soruşturmalarla, mahkemelerle yaşamıyor ki. Hayat sadece bunlarla geçmiyor ki. Gazeteler hayatı yansıtan bir araç değil mi. Niye bunlara yer bulamıyoruz. Biz de dünya haberi de yoktur gazetelerde. Kapanmışız bir mahalleye herkes at gözlüklerini takmış aynı kötücüllükle yaşa babam yaşa. Ben artık bıktım aynı konuyu yirminci kez konuşmaktan. Ama buna imkan verecek ortam lazım. Önünü açacak yönetici lazım. Olmayınca niye onu yapmıyorsun diye kızıyorlar. Niye kürt açılımını konuşmuyorsun da mimari başarıyı konuşuyorsun, ne alaka diyorlar.

Tepki geliyor mu?

Kime gelmez ki. Gündem dediğimiz çılgın bir moda var bizim medya anlayışımızda. Deprem olur 1 yıl konuşursun 10 yıl sanki bir daha olmayacakmış gibi unutursun. Domuz gribi dersin bir hafta hergün sonra unutulur gider. Kötü bir alışkanlıktır medyada gündem modasına teslim olmak.

Gazeteci devamlı muhalif midir?

Tabiî ki değil. Bu ülkede muazzam bir sağlık reformu yapıldı. Geçen gün arkadaşım SSK'lı annesini bir özel hastanede ameliyat ettirdi. Böyle bir şey olduğuna inanamıyor. Muhalif olmak doğruyu söylemeden bizi alıkoymamalı. Tamam bu hükümet bazı konularda çok kötü olabilir ama yaptığı çok iyi işler de var. Bunu da görmezden mi gelelim. Milyonlarca insan bu sağlık reformundan gayet mutlular. Basına bakıyorsunuz bunun iyi bir şey mi kötü bir şey mi olduğu doğru düzgün konuşulmuyor bile. 'Acaba silahtan çok sağlığa mı para ayırmalıyız'ın tartışmasını bile yapamıyorsunuz bu medyada. Ben en zor yerdeyim. Ne oradayım ne burada. Ne şuncuyum ne buncu. O yüzden yapayalnız bir insanım. Hiçbir dönem olmadığı kadar yalnız hissediyorum kendimi. Yalnız ve özgür.

TWİTTER'DAYIM ÇÜNKÜ BENİM İŞİM BU!

Son aylarda twitter moda oldu. Gazetecilerin yazışmaları haberleştiriliyor, eleştiriliyor kimi zaman. Siz ne düşünüyorsunuz?

"Senin twitterda işin ne?" diye bana soruyorlar. Ben de diyorum "Benim işim bu". Televizyonda ne işin var diye soruyor musun bana? Sormuyorsun. Çünkü işim bu. Ben gazeteciyim. Twitter, Facebook gibi alanları nasıl kullandığınız önemli. Ben twitterda özel hayatımla, ailemle, kız arkadaşımla ilgili hiçbir şey yazmadım. Ama başkaları ile ilgili ne düşündüğümü hep yazdım. Ben orada günlük tutmuyorum, kendimi anlatmıyorum, düşüncelerimi yazıyorum sadece.

Bu kötülük olmuyor mu bu? Bir kişinin arkasından konuşmak olmuyor mu? En son basına da yansıdı. Yeşim Salkım'la "kapıştığınız"..

Ben gözünün içine bakarak bir insana söylemeyeceğim hiçbir şeyi yazmıyorum oraya. Ben Yeşim Salkım'a da aynı soruyu gözünün içine bakarak sorardım. Sonra da pişman olur muydum, olurdum. Ben orda kimsenin arkasından konuşmuyorum. İnternet sitemde de kimsenin arkasından konuşmuyorum. Ben biliyorum oraya yazdığım her şeyin haber olacağını. Orası benim dedikodu mekanım değil ki. İclal Aydın'ın programını beğenmiyorum. Oraya da yazıyorum beğenmiyorum diye. Yüzüne de söylüyorum. Okan Bayülgen'i görürsem derim mesela: Anket soruların çok sıkıcı diye. Dedikodu değil ki.

Sizi sadece televizyondan tanıyanların insanlar, Dipnot TV'de ve twitterde farklı Cüneyt Özdemir'le karşılaştılar. Yanılıyor muyum?

Evet, farklıyım Ekrandaki program benim babamın malı değil. Bir adım gerideyim ve haber her zaman benim önümde. Bu mesafeye de çok dikkat ediyorum. Sosyal medya ya da kendi internet sitemde ise ben öndeyim. Hangisi sensin dersen her ikisi de benim hatta daha fazlası benim. Önemli olan esasıdır. Kendi içimizdeki kavgadır, hayattaki duruştur. Medya sadece bir araçtır. Zaten medyada pek çok kişi için işler araçı amaça döndürmeye başladığı zaman karışıyor. Ben dikkat ederim.

Yazılarda üslubunuzu sert bulanlar var.

Bilemiyorum. Bazen insan yazının şehvetine kapılabiliyor. Yazı da bir araç. Sizin hayata nerden baktığınız önemli. O anlamda siz bir şeyi sertte ifade edebilirsiniz. Pişman da olabilirsiniz. Ama yine de en önemli sınır hakaret etmemek. Birisine küfürle karşılık vermem mesela. Ayrıca başkalarına sert gelen bir başkasına yumuşak gelebilir önemli olan senin ne kadar kendin olabildiğin. Vicdanın,samimiyetin...

YAZININ ŞEHVETİNE KAPILMA LÜKSÜM VAR

Yazının şehvetinden ne kastediyorsunuz?

Yazı biraz daha anlık bir şey. Ben yazıya konu olacak gelişmeyi üzerinden 24 saat geçtikten sonra yazmayı tercih ediyorum. Bir şeye kızdığım zaman. Hemen oturup ciddi tepki verdiğim zaman biraz fevri oluyor. Öfkeyle kalkan zararla oturuyor. Haberde daha itidalliyiz. Programda öyle bir şey yapma lüksümüz yok. Orası şahsi fikrimin söylenmesi için bana verilmiş bir alan değil. Kamuyu bilgilendirmem için bana açılan bir zaman aralığı. Bu aralıkta haberin şehvetine kapılmak gibi bir lüksüm yok. Ama yazının şehvetine kendi internet sitemde kendi görüşüm olarak kapılma lüksüm var diye düşünüyorum.. Yine de şehvetin her halükarda çok emin sular olduğunu söyleyemem.

Geçenlerde internet sitenizde "Zamanın Ruhu, Tuz ruhuna Benzemez" başlıklı bir yazı yazdınız. Zamanın ruhundan ne anlamalıyız?

İki binlerde dünyada devletlerin içi dışı hayata bakışı değişmeye başladı. Dünyada yeni bir trend var. Amerikanın son seçimlerde girdiği şeyi biz AK Parti'yle gördük, tanıdık. Merkezin yer değiştirdiğini gördük. Eskiden merkez ve çevre vardı. Merkezde belli ber elitist zihniyet vardı.. Artık bütün dünyada o çevre merkezi ele geçirdi. Bu yalnızca siyasette de olmadı. Slumdog Millionere'in başarısını, Avatar'ın ideolojisini, Çin'in meydan okumasını, Orhan Pamuk'un Nobel almasını daha pek çok popüler kültür ikonlarını da buna katabilirsiniz. Siz bu değişimi göremez, algılayamazsanız biraz zamanın ruhunu ıskalıyorsunuz demektir. Bir de bu yetmezmiş gibi kendi doğrularınızı hayatın doğrusu, herkesin doğrusu olarak dikte ettirmeye kalkarsanız o zaman zamanın ruhuna değil tuzruhuna ulaşıyorsunuz ki geçmiş olsun!

Biraz somutlaştırır mısınız?

Zamanın ruhundan kastım moda olması ya da davadan dönülmesi değil. Sizin idealleriniz vardır, fikirleriniz vardır. Bir dönemin çok koyu solcuları, darbecileri bugün çok daha farklı bir yerdeler. O değişimi kendi içlerinde yaşamışlar. Bakıyorsunuz bir kısmı da hiç değişmemiş. 50 yıl önce doğru bellediği bir şeyi aynı şekilde doğru kabul edip peşinden koşuyor. Ama dünya değişmiş o sırada. Doğrular da değişmiş. Bu anlamda Sezen Aksu zamanın ruhunu çok iyi kavrayan bir sanatçı mesela. Aynı şekilde Hasan Cemal'in de zamanın ruhunu yakaladığına inanıyorum. Bu isimlerle ideolojik olarak taban tabana zıt olsa da Nuray Mert mesela...

ERTUĞRUL ÖZKÖK ULUSALCI ÇİZGİYE EVRİLDİ!

Ertuğrul Özkök'ün gidişini nasıl yorumluyorsunuz? Zamanın ruhuyla ilgisi var mu bu gidişin?

Ertuğrul Özkök son yıllarında inatçı bir yöneticiye dönüştü. Dünyayı bu kadar iyi algılayan bir insanın küçük bir çevreye sıkışıp herşeye sırtını dönmesi inatçı bir çocuğun oyun içinde küsmesine benziyordu. Bir zamanların ulusalcıları nasıl bugün liberal çizgiye kaydıysa Özkök'de liberal bir çizgiden ulusalcı bir çizgiye evrildi. Bir yazar olarak saygı duyabileceğim bir durumdu ancak kendi evriminde liberal düşünceye Hürriyet'in kapılarını kapaması ve yayın politikası onu bugünlere getirdi. Daha önemli bir nokta ise insani duruşuydu. Bunu da Dücane Cündioğlu şahane bir gözlemle geçtiğimiz haftalarda Yeni Şafak'da yazmıştı.

Özkök'ün görevden ayrılması Hürriyet'te neleri değiştirir?

Bunu hep beraber göreceğiz. Bence bireyleri olmasa da birşeyleri değiştirmeli. Hürriyet'in eski havasını bulması için yeni adımlar atması şart. Üstelik bunu amiral gemisi bahanesi ile geçiştirmek de kolay değil. Yaş ile değil ama başla gençleştirmek gerekiyor. Çok muhafazakar ve ulusalcı bir yazar çizer kadrosuna sahip şu an. En azından kantarın topuzu çok ağır bir tarafa çekiyor. Enis Berberoğlu'nun Ankara'da kalması tüm bu gerçeği görmesini sağlamıştır kesin. Herkes Enis'in ne yapacağını merakla bekliyor. Kimsenin ise Enis'e yardımcı olduğu yok gibi gözüküyor. Kusura bakmayın ama ben Hürriyet'in başyazarı olsaydım yeni Genel Yayın Yönetmenine alan açmak için sırf centilmenlik ya da incelikler adına istifamı çoktan vermiştim ama, ama işte...

Siz Soner Yalçın' la Oda TV'yi kurdunuz. İki yıl önce ayrıldınız. Sonra Dipnot TV'de gördük sizi. Dipnot TV nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?

Oda TV'yle 2 yıldır hiçbir ilişkim yok. Dipnot TV diye yeni bir site kurdum. Televizyon programımda söyleyemediğim şeyleri orada yazıyorum. Oranın genel yayın yönetmeni de, yazarı da sahibi de benim. Ortağım da yok.

Oda TV ekibinden niçin ayrılmıştınız? Soner Yalçın'la iyi arkadaştınız...

Müsadenizle bu konu üzerine hiç konuşmadım hiçbir zaman konuşmayı da düşünmüyorum
aktifhaber

20 Ocak 2010 13:07
Ali Kırca: Teşekkürler Ağca
Muhabir Ali Kıca'ya Ağca ile ilgili bilgi veriyordu. Muhabirin anlattıkları bittiğinde Kırca'nın ağzından çıkan bir söz şaşkına çevirdi. Kırca gafını fark edip özür diledi.

Show TV Ana Haber Spikeri Ali Kırca canlı yayında yeni bir gafa imza attı.

Tahliye olan Mehmet Ali Ağca ile ilgili Kırca'ya bilgi aktaran muhabir Ozan Pezek, Kırca'nın 'teşekkürler Ağca' sözüyle şaşkına döndü.

Yaptığı gafı fark edip özür dileyen Ali Kırca'nın yüzü her şeyi anlatıyordu
aktifhaber

Murat Bardakçı
'Vahim cehalet' diye işte buna denir!

BAZI gazetelerde üç gün boyunca bir ezan haberi ve haberle ilgili yorumlar çıktı...

Öğle ezanı geçen cuma günü Eyüpsultan Camii'nde güya 15 dakika geç okunmuştu. Sebebi, cuma namazını kılmak için camiye gelmesi beklenen Başbakan Tayyip Erdoğan'ın gecikmesi idi. Başbakan ezan saatinden 15 dakika sonra gelmiş ve bu yüzden aslında 12.25'te okunması gereken ezan, ancak 12.40'ta okunabilmişti.

Haberi ilk okuduğumda inanmamış, "Bu işte bir yanlışlık var" demiştim ve tahminim doğru çıktı. İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağırıcı dün bir açıklama yaptı, geç okunduğu iddia edilen ezanın "vakit ezanı" yani öğle ezanı değil, cuma günleri hutbeden önce müezzin mahfilinde okunan "iç ezan" olduğunu söyledi.

Prof. Çağırıcı, açıklamasında "Sözkonusu haber bu iki ezan hakkında bilgisizlikten kaynaklanmıştır" diyor; "Böylesine ciddi bir bilgi ve değerlendirme yanlışlığına düşmemek için, konunun daha önce yetkililere sorulmasının beklendiğini" söylüyordu.

MÜFTÜNÜN NEZAKETİ

İstanbul Müftüsü'nün resmî ve nazik bir dille yaptığı bu açıklamasıyla aslında ne demek istediğini söyleyeyim: Prof. Çağırıcı "Cehaletiniz öyle bir hâle gelmiş ki, vakit ezanını ve iç ezanı bile bilemeyecek vaziyettesiniz. İslâm Tarihi boyunca varolmamış bir iddiada bulunuyor ve bir devlet adamı için ezanın zamanının değiştirildiğini iddiaya kalkıyorsunuz. Cehaletin bu kadarı, ayıptan da ötedir. Ezanın ne olduğunu ve ne zaman okunduğunu bir zahmet gelin, bize sorun, öğrenin ve yapacağınız haberi öğrendikten sonra yazın!" diyor.

Dikkat buyurun! İstanbul Müftüsü'nün "ezanları bilmediklerini ve karıştırdıklarını" son derece haklı olarak söylediği kişiler Türkiye'deki yabancı gazeteciler, meselâ İngiliz, Fransız yahut Amerikan gazetelerinin başka dinlere mensup temsilcileri falan değil, doğrudan doğruya güzide basınımızın, yani Türk basınının mensuplarıdır. Mesele, yani cehalet öyle boyutlardadır ki, Türkiye'de çıkan Türk gazetelerinin muhabirleri ezandan bile bîhaberdirler.

İşte, kendimizle alâkalı kültür ve malûmat sahasında geldiğimiz son nokta... Hepimize hayırlı olsun!

ÜSKÜDAR KOMEDİSİ

Bundan birkaç sene önce, büyük gazetelerden birinin lisan bilen, entellektüel ve de herşeyden anlayan meşhur bir yazarı ezan konusunda daha da büyük çam devirmiş ve devrilen o çam konunun bilinmemesinden değil, hazretin okunmamasından dolayı yıkıldığı yerde kalmıştı:

Avrupa'da yaşayan entellektüel yazarımız birkaç günlüğüne memleketine gelme tenezzülünde bulunmuş ve kendi ifadesi ile "köklerini hissetmek" maksadıyla Üsküdar'ı şereflendirmişti. Semte hem lûtuf bahşedecek, hem de Kanaat Lokantası'nda ziyadesiyle özlediği Türk yemeklerinden taam buyurup mübarek karnını doyuracaktı.

Vakit akşama yakındı, gökyüzünde hoş bir kızıllık görünmeye başlamıştı ve üstad bir anda huşû içerisinde kalmıştı, zira minarelerden dalga dalga yükselen "cuma salâsı"nı işitmişti.

Güneş batarken cuma namazı!

İnanırsınız yahut inanmazsınız ama bu memleketin insanı iseniz, burada yaşıyorsanız, üstüne üstlük bir de gazetecilik yapıyorsanız bazı âdetleri bilmek zorundasınızdır. Ezan meselesi de, bilmeye mecbur olduklarınızın en başında gelir!

Zira, eski şairlerden birinin söylediği "Gâh olur gurbet vatan, gâhî vatan gurbetlenir" sözünü doğru çıkarmaya bir gazeteci olarak hiç mi hiç hakkınız yoktur!

Habertürk

FEHMİ KORU'NUN MAAŞ REKORUNU KİM KIRDI

16.02.2010 15:05
Odatv’yi takip edenler hatırlar. Bundan tam bir yıl önce “TÜRKİYE’NİN EN YÜKSEK MAAŞLI GAZETECİSİ FEHMİ KORU MU?” diye sormuştuk.

Koru’nun, Yeni Şafak’ta çift kimliğiyle kaleme aldığı yazıların dışında 4 ayrı televizyon kanalında program yaptığını, bu haliyle, medyanın en çok kazanan isminin kendisinin olup olmadığını ve bu bağlantılarını neye borçlu olduğu sorusunu birçok kez tekrarlamıştık. Ancak; Fehmi Koru bu soruları bir türlü cevaplamamıştı ya da muallâk bazı cevaplar vermişti.

Fakat Fehmi Koru’nun aylık kazanç rekoru da artık kırıldı. Akşam gazetesi yazarı Burhan Ayeri bugünkü yazısında "bu rekorun artık Mehmet Altan’ın elinde olduğunu" söylüyor.
İşte Ayeri’nin yazısından ilgili bölüm;

"Mehmet Altan'ın 'Medya Mahallesi'nde Ayşenur Arslan'a fırça atışını asla unutmayacağız. Kadıncağız kanalında hakarete uğruyor, hala kibarlık peşinde. Onun yerinde olsak, şunları yöneltirdik:
a- Üniversitedeki bordronuzda ne yazıyor?
b- Gazetedeki yazıların için aldığın para ne kadar?
c- Cemaat ve Devlet televizyonlarından ne götürüyorsun?
d- 'Gelir hanene Cine5'ten de 18 bin lira-Net- eklendiği doğru mu?
Gördüğünüz gibi Fehmi Koru'nun rekoru çoktan kırıldı."

Odatv.com

18 Şubat 2010
Fox TV'de Yas Var!
Fox TV'de yas. İş gezisi için Mısır'a giden Haber Müdürü Ersan Karaoğlu bir daha dönemedi. İşte o acı haber.Haberi Paylaş : Google Yahoo Facebook Digg Del.icio.us Reddit

Fox TV Haber Müdürü Ersan Karaoğlu iş gezisi için gittiği Mısır'da Kızıldeniz'e bir dalış yaptı.

Dalış yaptığı Kızıldeniz'de vurgun yiyen Ersan Karaoğlu hayatını kaybetti.

Bu haber Fox TV'de yasa neden oldu.

32 yaşındaki Karaoğlu İHA'da çalıştı, DHA'da editörlük ve gece sorumlusu olarak görev yaptı, bir süre önce transfer olduğu FOX TV de ise Haber Müdürlüğü görevini yürütüyordu
aktifhaber

02 Mart 2010
ŞUBAT GAZETECİLERİNE PAŞA ÖDÜLÜ
İşte 28 Şubat darbesine alkış tuttukları için ödüllendirilmesi istenen gazeteciler.

28 Şubat'ı post modern bir darbe olarak yaptıklarını itiraf eden Erol Özkasnak, Genelkurmay Başkanlığı Basın Yayın Halkla İlişkiler ve Tanıtım Daire Başkanlığı'na gönderdiği yazıda, Türk Silahlı Kuvvetlerini kamuoyunda en iyi şekilde tanıttıklarını iddia ettiği isimleri tek tek yazdığını ve yazarlara işbirliği ve hizmetlerinden ötürü takdir mektubunun gönderilmesini istiyor.

EMİRLERİ YERİNE GETİRENLERE TAKDİR VE TEŞEKKÜR

Erol Özkasnak yaptığı hukuksuzluklara alkış tutan gazeteciler için, "Söz konusu basın mensuplarına, bu çalışmalarında gösterdikleri işbirliğinden ve vermiş oldukları hizmetlerden dolayı takdir ve teşekkürlerimi bildiren mektuplar yazılacaktır" diyor.

İşte 28 Şubat darbesine alkış tuttukları için ödüllendirilmesi istenen gazeteciler.

Yücel Yener (TRT Gn. Md.), Güntaç Aktan (TRT), Ertürk Yöndem (TRT), Ertuğrul Özkök ve Sedat Ergin (Hürriyet), Derya Sazak ve Fikret Bila (Milliyet), Mehmet Yılmaz, İsmet Berkan (Posta), Zafer Mutlu, Fatih Çekirge (Sabah), Bilal Çetin ve Okay Gönensin (Yeni Yüzyıl), Orhan Erinç ve Mustafa Balbay (Cumhuriyet), Sebahattin Önkibar ve Kenan Akın (Türkiye), Ali Kırca ve Baki Şehiroğlu (ATV), Uğur Dündar ve Mehmet Akarca (Kanal D), Murat Saygı ve Mithat Sirmen (SHOW TV), Ufuk Güldemir ve Ümit Aslanbey (STAR TV), Murat Yetkin ve Nuri Çolakoğlu (NTV), Hulki Cevizoğlu ve Ardan Zentürk (Kanal 6), Bülent Öztürkmen ve Zafer Ali Aytaç (HBB), Ceyhan Batur (C TV), Ferhan Şaylıman (FLAŞ TV), Ali Baransel ve Metin Özer (TGRT), İlnur Çevik (TDN), Metin Yılmaz (AKŞAM), Mehmet Güler (AA), Elvan Baransel (AA) ve Mehmet Karaman (İHA)

28 ŞUBAT'TA KULLANILDILAR BALYOZ'DA DA KULLANILACAKLARDI

28 Şubat darbesinde TSK'dan gelen emirler doğrultusunda yazan ve darbeyi destekleyen gazeteciler, 2003 yılında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak yazarlar arasında bulunuyor. 28 Şubat'ta cuntacılarla işbirliğinden dolayı takdir edilen Ertuğrul Özkök, Uğur Dündar, Ali Kırca, Sedat Ergin, Yücel Yener, Fikret Bila, Mehmet Yakup Yılmaz, Zafer Mutlu, Fatih Çekirge, Mustafa Balbay, Sebahattin Önkibar, Baki Şehirlioğlu, Nuri Çolakoğlu, Murat Yetkin, Hulki Cevizoğlu, Ali Baransel ve Mehmet Güler isimli yazarlar Org. Çetin Doğan başkanlığında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak isimlerin başında yer alıyorlar.

EROL ÖZKASNAK: POST MODERN BİR DARBE YAPTIK

28 Şubat sürecinde yaşananlarla ilgili yine 28 Şubat'ta kullanılan Milliyet'e konuşan dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, 28 Şubat'ta post modern bir darbe yaptık itirafında bulunmuştu. Özkasnak, "Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. Tıpkı NATO'nun Varşo Paktı'nı teslim alması gibi" demişti. Cuntacı Erol Özkasnak şu açıklamalarda bulunmuştu: "28 Şubat, günün koşullarına uygun bir yöntemde gerçekleştirildi. O günün dünya ve ülke koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi klasik bir müdahale yapılamazdı. Cumhuriyetin karşılaştığı tehlike, bir tek mermi atılmadan, demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesiyle bertaraf edilmiştir. Silahsız kuvvetler kavramını kullanmamızın nedeni ve amacı budur."

"DEMİREL'İ ÇAĞIRDIK"

"28 Şubat sürecinin başlangıcı 11 Ocak 1997 tarihidir. O tarihte dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Demirel, Genelkurmay'a davet edilmiş ve kendisine 28 Şubat günü Milli Güvenlik Kurulu'nda verilen bilgileri içeren bir brifing sunulmuştur. Cumhurbaşkanı'ndan başlayarak bu bilgiler toplumun aydınlatılması amacıyla basına, yargıya ve üniversite mensuplarına tekrarlandı."

28 ŞUBAT'IN ETKİLERİ

"Bugün 28 Şubat'ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı. Cumhuriyete karşı irticai faaliyetlerin kaynağı olan akımlara 18 Nisan'da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat'tır."

(Kaynak: Vakit)

16 Mart 2010
Başbuğ'dan Birand'a Azar!

Genelkurmay resepsiyonuna katılan Mehmet Ali Birand'ın ağzından çıkanı kulağı duymadı. Başbuğ'un o sözlere tepkisi de sert oldu

ÖYLE BİR GAF YAPTI Kİ..

Medyafaresi'nin haberine göre, Ankara dün akşam Genelkurmay resepsiyonunda yaşanan bir olayı konuşuyor. Resepsiyonda Başbuğ gazetecilerle bir köşede sohbet ediyordu. Kanal D anchormani Mehmet Ali Birand da sohbete katıldı. Bir ara Birand sözü dün CNN Türk'te söylediği sözlere getirdi. Sanki haber toplantısındaymış gibi rahat bir edayla, "CNN Türk'te Rıdvan Akar'ın programında Çevik Bir'e öyle bir çaktım ki..." dedi.

SİZİ MEN EDERİM
Yanında Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un da bulunduğunu unutan Birand hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Başbuğ, Birand'a dönüp "Sizi Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev yapmış emekli bir komutan hakkında böyle konuşmaktan men ederim!" karşılığını verdi. Birand'ın rengi atarken, ortam biranda buz kesti. Ankara şimdi bu inanılmaz gafla çalkalanıyor.

aktifhaber

Özkan hırsızlık suçlamasına cevap verdi
31 Mart 2010
Hırsızlıkla suçlanan Tercüman gazetesi Ankara temsilcisi Metin Özkan Elmahaber'e konuştu.

Habervaktim.com sitesi, isim vermeden bugün ulusal bir gazetenin Ankara temsilcisinin alışveriş merkezinde yüzük çalarken yakalanması sebebiyle gözaltına alındığını yazmıştı.

elmahaber.com, olayla ilgili polis tutanaklarına ve “hırsızlıkla” suçlanan Tercüman Gazetesi Ankara Temsilcisi Metin Özkan’a ulaşarak olayın doğru olup olmadığını sordu. Özkan, hırsızlık olayının tamamen uydurma olduğunu belirterek kendisine iftira atıldığını söyledi. Metin Özkan, “15 liralık yüzüğü niye çalayım. Böyle saçmalık olur mu? Alışveriş merkezine gittim ve bir kuyumcu tezgahında yüzüklere baktım. Sonrada hiçbir şey almadan çıktım. Ben insanlara yardım eden biriyim, kendimden çok eminim, bunlar çok çirkin ve üzücü. Birinin tekerine çomak sokmuşuz ki bunlar başımıza geldi” şeklinde konuştu.

Konuyla ilgili konuştuğumuz Ankara Panora Alışveriş Merkezi Büyülü Taş şirketi yetkilileri ise olayın çok net olduğunu, güvenlik kameralarında her şeyin gözüktüğünü söyledi. Yetkililer güvenlik kameralarında Metin Özkan’ın yüzüğü aldığını çok net göründüğünü iddia etti.

OLAY POLİS TUTANAKLARINA NASIL GEÇTİ?

Büyülü Taş şirketinde tezgahtar olarak çalışan Perihan Kırbaş olayı polise şöyle anlattı: Metin Özkan isimli şahıs tezgahta bulunan gümüş yüzüklere bakmaya başladı. Ben yüzüklere bakıp kararını versin diye bekledim. Daha sonra kadın müşteriler geldi ve onlarla ilgilenmeye başladım. Özkan biraz sonra hiçbir şey söylemeden ve alışveriş yapmadan çıktı. Tezgahtaki müşteriler ayrılınca ben eksik bir şey var mı diye yüzükleri kontrol ettiğimde bir gümüş yüzüğün eksik olduğunu gördüm. Hemen güvenlik kameralarını inceledik. Kameralarda Metin Özkan’ın yüzüğe elle temas ettiği görülüyor.

Tercüman gazetesi Ankara Temsilcisi Metin Özkan ise polise verdiği ifade de şunları belirtti: Büyülü Taş isimli işyerinin tezgahında yüzüklere baktım, tezgahtaki yüzükleri dokunmak suretiyle kontrol ettim. Ancak ben yüzük almak ya da çalmak gibi herhangi bir şey yapmadım. Sadece parmağımla dokunarak baktım. Tezgahtar bayana da bu yüzükler erkek mi bayan için mi diye sordum, alış veriş yapmadan diğer mağza vitrinlerini dolaştım. Ben iddiaları hiçbir şekilde kabul etmiyorum.

elmahaber / özel

KÜRŞAT BUMİN NEDEN AFOROZ EDİLDİ
18.04.2010

İlk sinyal, amiral gemisi eski kaptanı Ertuğrul Özkök’ten gelmişti. Uzun süre inatla sürdürdüğü AKP desteğini bırakmanın zamanı gelmişti anlaşılan. Bunda AKP’nin politikalarının etkili olduğu kadar, oturduğu koltuğu kaybetmenin de bir etkisi vardı kuşkusuz. Zaten bugün Mustafa Balbay için yazdığı yazı da, “seni en iyi ben anlarım Mustafa,” türünden bir yazıydı.
Ardından Cüneyt Ülsever ve Nuray Mert de bazı değişimler kendini göstermeye başladı. Su akıyordu, her şey de iyi gibi görünüyordu ama ortada bir tuhaflık vardı. Nuray Mert’in “dikta rejimi” kuşkuları ve Cüneyt Ülsever’in 2004’e kadar desteklediği AKP’ye “yandan” bakışı ortalığı biraz karıştırdı.
Bir yığın ardı ardına gelişen olumsuz olaylar “yazarların” da kafasında kuşku yaratmaya başlamıştı ister istemez. Nereden beslenirse beslensin, nereden maaş alırsa alsın, sonuçta kamu vicdanını aydınlatmakla yükümlü “gazetecilik” etiği düşünmelerini de sağlıyordu.
Ancak bu “kopmalar”, 12 Eylül döneminden bu yana “demokrasi”nin gelişmesini “vesayet” sisteminin ve “statükonun” kalkmasına bağlayan yazarlardan oluyordu.
İlk kez, her ne olursa olsun AKP politikalarını desteklemeyi kendisine hedef edinmiş gazetelerden bu tür “kopmalar” ne bekleniyordu ne de olmuştu.
Derken karşımıza bir Kürşat Bumin olayı çıktı.
Bumin, “rahatsızlıklarının” ilk ipuçlarını Ruşen Çakır-Mirgün Cabas’ın birlikte sunduğu “Yazı İşleri” programında vermişti zaten.
Aslında Kürşat Bumin’in rahatsızlığı doğrudan sisteme karşı değildi belki, ama işin içinde hoşa gitmeyen olayların döndüğünü de fark etmişti anlaşılan.
Ki, TV NET kanalındaki Habere Bakış adıyla hazırladığı programında, “devlet televizyonlarında program yapan gazeteci ve yazarların ne kadar para aldığının açıklanmasını” istedi.
Bu, ciddi ve “kaytarması” zor bir istekti. Bundan kaytarmanın tek yolu vardı: Bu soruyu bir daha sordurmamak, bir başka deyişle de, unutturmak.
Ancak yine de Kürşat Bumin’i tanıyanlar, bu ve benzeri soruların arkasının geleceğini de hissetmişlerdi.
Bu konuda en çok rahatsız olan ve vebal altında kalacak olan da TRT’ydi.
İşin en kolayı nedir? Çözemediğiniz düğümü, İskender’in yöntemiyle, keseceksiniz.
Nitekim de öyle yapıldı.
Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin’in TV NET’te Çarşamba, Perşembe ve Cuma günleri yaptığı “Habere Bakış” programı, aniden yayından kaldırıldı.
Gerekçe olarak da maddi gerekçeler öne sürüldü.
Herkes de inandı.
Şimdi artık bundan sonrası daha da önem kazanıyor gibi. Çünkü Yeni Şafak gazetesinin de bir tavır koyması bekleniyor.
Öyle ya, TRT’de çalışan ve astronomik ücretler alan, buna karşılık da “gazetecilik” mesleğinin etiğini bir kenara bırakıp da “ısmarlama” haber yapan gazetecilerin kendilerini ele vermeleri gerekecek.
Bilindiği kadarıyla Kürşat Bumin, bunun peşini bırakmayacak.
Yeni Şafak da buna çanak tutacak halde değil.
Neler olacağını hep birlikte göreceğiz.
A. Mümtaz İdil
Odatv

19 Nisan 2010
Kudret Köseoğlu / Star
Oto tamircisinin çocuğu mu?

Akşam gazetesinin magazin yazarı, babasının oto tamircisi olduğunu söylememden alınmış, kimyası bozulmuş...

Değerli okurlarım Kudret kardeşinizin babası da bir tekstil işçisi. Bununla da gurur duyuyorum. İnsanları asla geldikleri yerden ötürü, mesleklerinden, sınıfsal kökenlerinden, etnik kimliklerinden ötürü yargılamam. Böyle bir şeye teşebbüsü ahlaksızlık olarak görürüm...

Oysa bu magazin yazarı her zaman bu ahlaksızlığı başkalarına karşı yaptı. Kendi kimliğiyle ilgili de herkese yalan söyledi. Sivas’ın Divriği ilçesinin bir köyünden İstanbul’a gelen ailesinden hep utandı. 5 kuşaktır İstanbullu/Nişantaşılı bir ailenin oğlu gibi pazarlamaya çalıştı kendisini. Nişantaşılılık da aşağılık kompleksi içindeki ruhunu tatmin etmeye yetmedi. Özellikle Amerikan aksanıyla konuşmaya gayret etti. “Ben ğuhen Ameğikalıyım” dedi. O da yetmedi Şalom gazsetesine “Ben ğuhen Yahudiyim” diye açıklama yaptı.

2003 Irak savaşı sırasında “Ameğika o pis Ağaplağa haddini bildiğiyoğ” demekten çekinmedi. O dönem bu magazinciyi tanıyanların hepsi buna tanıktır. Ailesinin kırsal kökenlerinden ve ba

basının oto tamirciliğinden utanan bu tip aşamadığı aşağılık kompleksi nedeniyle hep güce ve paraya taptı. Bu sebeple güç sahibi olduğuna inandığı Soner Yalçın’ın kuyruğuna takıldı. Yalçın’la beraber Ergenekoncu, ulusalcı, ırkçı, faşist bir tavır takındı. Yalçın, tüm Türk Yahudi camiası tarafından ‘Yahudi düşmanı’ olarak tescillenmiş bir kişiydi. Bu aralar “Ben Yahudiyim ve Ameğikalıyım” diyen bu tip, o dönem sonuna kadar Yahudi-Amerikan düşmanıydı. Çünkü kuyruğuna takılıdığı adam öyle emrediyordu. Saygın Yahudi entelektüel Rıfat Bali tarafından ‘Antisemitik yazarlar’ kategorisi içinde görülüyordu şu an Yahudi cemaat ine yaltaklanmaya çalışan bu magazinci.
Evet, “Babam oto tamircisi değil” diyor ama Salih Tuna’nın belirttiği gibi gerçeği de açıklayamıyor. Bu utanç ve kompleksle herkese saldırdı bu tip. Başarılarıyla Türkiye’ye malolmuş isimlerden birine “Kolonya kokulu” dedi, bir diğerine “dershane hocası”, ötekine “Annesi diplomat değil, basit bir memur” diyebildi. Türkiye’nin en iyi gazetecilerinden biri için “Kömürcü karısı” ifadesini kullanabildi. Babası bir tıp profesörü olan yazarı

“Orta sınıf eve sahip türbanlı” diyerek aklınca aşağıladığını sandı. Sonradan dönen itirafçı hakkında da “Altına çiş kaçıran, İngilizce bile bilmeyen, basit bir imamın oğlu” demişti.
Bu tür edepsizlikleri yazan birine elbette bir gün birileri gerçekleri hatırlatırdı. Kendini beyaz zanneden ve başkalarına ‘zenci’ diyen bu zavallıya ayna tutulurdu elbet. Bunu da Kudret Köseoğlu kardeşiniz yapmak zorunda kaldı sevgili okurlarım.

Bu magazinci tip titreyip kendine gelerek “Artık bu çirkefliklerden vazgeçmeliyim” derse, elbette Kudret kardeşiniz de insaflı davranacaktır. Yok, “Ben bu edepsizliklere devam edeceğim” derse biz de adaletin gereğini yapmaya devam edeceğiz. Üstelik bu iş sadece bizle de kalmayacak gibi görünüyor. Duyduğuma göre iyi bir haberci, Levent Sanayi Mahallesi’nde bir oto tamir atölyesi bulmuş...

Bakalım tamirciden neler çıkacak...


En son Ekim tarafından Pts Nis 19, 2010 10:17 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Nis 10, 2010 7:16 pm    Mesaj konusu: FEHMİ KORU KÖTÜ YAKALANDI Alıntıyla Cevap Gönder

Üç Program, Üç Megalomani; Bir de OdaTV
Fatma Sibel Yüksek
fasibel@gmail.com

Habertürk televizyonunda yayınlanan Tarihin Arka Odası, Star Tv’nin Pazar sabahları önemli bir reyting yakalayan “Her Açıdan” adlı programı ve Kanaltürk’te yakın bir zamanda yayınlanmaya başladığı halde önemli bir izleyici kitlesine ulaşmış olan “Ters Köşe” programını bir süredir objektif bir gözle izlemeye çalışıyoruz.

Bu programların yapımcısı ve sunucusu konumundaki gazeteciler ile daimi katılımcılarının içine düştükleri ruh hali ve ele verdikleri kişilik yapısı programların basarısının veya basarısızlığının önüne geçmeye basladığı için bunca önemli konu beklerken bizi böyle bir konuyu yazmak zorunda bıraktı.

Adi geçen programları sırayla ele alalım.

TARİHİN ARKA ODASI:

Program, tarihi konuları her kesimden insanın anlayabileceği popüler bir dille tartışmayı amaçlıyor. Tarihi konuların sıkıcılığı bilindiğinden, program aralarına Murat Bardakçı’nın tamburuyla eşlik ettiği mini Türk Sanat Müziği konserleri serpiştirilmiş. (Yaprak adli solist kızın sesi Türk sanat müzğine hiç uygun değil. Fazlasıyla tiz, camları aşağıya indirecek seslerden. Sarkıların ruhunu da veremiyor; hissederek okumuyor. Konservatuardan aldığı egitimi sergilemekten baska bir kagısı yok gibi görünüyor. Olgun Şimşek’ten “Üflediler Söndüm”ü dinlemeyi tercih ederim. Müzikten iyi anladığımızdan değil, kulak gibi bir organımız ve düğünde hediye gelen kristal bardaklar ırılacak diye bir kaygımız olduğundan).

Programın Murat Bardakçı’dan sonraki diğer daimi katılımcıları, yeni nesil tarihçilerden Dr. Erhan Afyoncu ile artist, manken veya yazar mı olduğunu anlayamadığımız Pelin Batu. Sanırız bu hanim da programa renk katsın diye düşünülmüş. Kendisine ne Murat Bardakçı, ne de Erhan Afyoncu en ufak bir saygı duymuyorlar. Sürekli sözünü kesiyorlar, dalga geçiyorlar. Ne anlattığını dinleyen de yok. Ben bir hayvansever olarak kendisinin kediler konusundaki duyarlılığına tamamen katılıyorum, onun disinda ne söylemeye çalıştığını ve o programda neden bulunduğunu bir türlü kavrayamıyorum. Kadincağız, programın diger iki müdaviminin asağılayıcı yaklasımlarından zaman zaman rencide oluyor; ağlıyor, programı terk etmeye falan kalkışıyor ama bir sonraki hafta bakıyorsunuz yine gelmis ve aynı aşağılamalara yine göğüs germeye çalışıyor.. Herhalde iyi bir para veriyorlar, bırakıp gidemiyor.

Programin “patronu” konumundaki Murat Bardakçı, tarihçi desen tarihçi değil, gazeteci desen gazeteci değil, akademisyen desen hiç değil. Daha çok antikaci ve sahaflarda bulunan bir hafızaya sahip. Zaten tip itibarıyla da elinizdeki el yazmasını iki kuruşa alıp geçen yıl çıkmış bir National Geographic dergisini size bin liraya satmaya çalışan bir sahafı andırıyor. Pelin Batu ve Erhan Afyoncu’ya çok despot davranıyor, ikisini de çocuk gibi azarlıyor. “Paranızı ben verdiriyorum, bana tabi olacaksınız” şeklinde zalim bir tavır içinde. Sözlerini kesip azarlamada hiçbir adil kriteri, hiçbir etik kaygısı yok. Yeni baslanmış bir sözü de, önemli şeyler anlatmaya çalışan bir sözü de rasgele ve hakaretâmiz bir şekilde kesiyor.

Pelin Batu bu duruma alışık gibi ama Erhan Afyoncu bazen bozulup inatlaşmaya kalkışıyor. O zaman Murat Bardakçı’nin yüz ifadesine dikkat. Tik geliyor; gözlerini huysuz ve zalim ihtiyarlara özgü bir sekilde kırpıştırmaya başlıyor. Eller ve kır bıyıklar istem dışı titremektedir. Öfkeden neredeyse takma disler firlayacak! Kırpışık gözlerini tehditkâr bir tavırla Erhan Afyoncu’ya dikiyor. Öfkeden kısılmış bir sesle, “Yeter, konu kapanmıştır” diye bağırıyor. Bazen Kes!” dediği de oluyor. Afyoncu’da bu korkutucu manzara karsında zayıf isyanını sürdürecek hâl kalmıyor doğal olarak.

Programını izleyip mesaj yazan seyircilere karşı inanılmaz bir saygısızlık ve küstahlık içinde. Elestiriye tahammül sıfır, buna mukabil övülmekten çok hoslanıyor. Övgü dolu bir mail geldiğinde, elma yanaklar hazdan kıpkırmızı oluyor, çocukça bir mahcubiyet geliyor koskoca adamın üstüne. “Aman efendim teveccühünüz, çok teşekkür ederiz” diyerek iri cüssesinden beklenmeyecek bir hareketle gövdesini belden yukariya dogru kıvırıyor. Eleştiri içeren bir mesaj düştüğünde ise gözlerini kırpıştıran huysuz ve zalim ihtiyar yeniden vücut buluyor. Aman dikkat, kafanıza baston inebilir!

Bazi “fırlama” seyirciler adamcağızın gelen mesajlardan asırı derecede etkilendiğini bildiklerinden , bu psikolojik hassasiyeti kullanarak Bardakçı’yı adeta parmaklarında oynatıyorlar. Ekşi Sözlük yazarları bir ara programa öyle bir sardırdılar ki Murat Bardakçı darmadağın oldu. Sözlük yazarlarının insafa gelerek olayı tadında bırakmalarıyla kurtulduk bu acıklı kedi-fare oyunundan.

Mesaj atan seyircileri “Sizi savcılığa veririm” diye tehdit ettiği de oldu. Şöyle dedi bir keresinde: “Siz yakalanamayacağınızı zannediyorsunuz değil mi? Oysa mesajı nereden attığınız IP adresinizden tespit edilebiliyor. Görürsünüz siz!”

Belli ki mesajın hangi IP adresinden atıldığının tespit edilebildiğini kendisi yeni öğrenmişti.

Zaten her şeyi kendisi bilmektedir, her şeyi kendisi ortaya çıkarmıştır ve her şeyi kendisi yazmıştır. İki sözün arası “Ben onu yazmıştım” dır.

Dikkat çeken bir başka tavrı da Devlet Arşivleri’nden kendi özel mülküymüş gibi bahsetmesi, bu kurumun yöneticilerini itham etmesi,”yahu” diyerek gıyaplarında azarlaması, cahillik ve geri kafalılıkla suçlaması , falanca belgenin aslının kendisinde olduğunu söyleyerek böbürlenmesidir. Ne iş? Murat Bardakçı’ nın Devlet Arşivleri üzerindeki bu mutlak hakimiyet gösterisi hangi haktan ve hangi konumdan kaynaklanıyor acaba?

Programa davet edilen akademisyenlere de söz hakkı tanınmamakta, zaten konuşma fırsatı bulamayan bu hocalar son derece saygısız tavırlarla fırçalanmakta, sözleri kesilmekte veya “Seyirciler seni Nuri Alço’ya benzetiyorlar” diyerek aşağılanmaktadırlar. Bu duruma düşürülen hocaların programı derhal terk etmemeleri ise üzüntü verici bir durumdur.

Siyasi derinlik sıfırdır. Erhan Afyoncu’nun “Ülke parlamentolarının soykırım kararı almaları birşsey ifade etmez, tehlikeli olan bunu Türk Milleti’ne kabul ettirmeleridir; nitekim bunun belirtileri de var. Biz önce tarihi gerçekleri kendi halkımıza anlatmalıyızz” şeklindeki yaklaşımını, “Yani Erhan diyor ki Türk’ün Türk’e propagandasını yapalım diyor” düzeyinde anlayabilmektedir.

Siyasi derinlik sıfır ama büyük laf etme kapasitesi bin beş yüzdür…Bu yüzden Rum Patriğinin “ekümeniklik” iddiasina “Ne var bunda? Ekümenik olsa ne olur?” diye sığ bir tepki verebilmektedir. Bu yüzden Fatih Altaylı’dan “Sen de pek safsin be Murat” diye azarı yemiştir. Fatih Altaylı, kendisini azarlama, alay etme yetkisine sahip olan tek kişidir. Murat Bardakçı, Pelin Batu’ya nasıl davranıyorsa; Fatih Altaylı da Murat Bardakçı’ya öyle davranabilmektedir. Bu durumda Bardakçı, Erhan Afyoncu’ya yaptığı gibi gözlerini kırpıştıramamakta, bıyıklarını oynatamamaktadır. Bu klinik safhadaki megalomani vakasının velinimeti belli ki Fatih Altaylı’dir. Fatih Altaylı’nin “velinimetleri” ise Allah bilir kimdir?

Aslında Dr. Erhan Afyoncu’nun bu insan onuruna aykırı programda neden kalmaya devam ettiğine de kafa yorabilirdik; ancak bir “hoca” olduğu için, gelecek nesillere bilgi aktarmak gibi kutsal bir misyonu bulunduğu için kendisiyle ilgili eleştiri hakkımızı saklı tutmak istiyoruz Dileğimiz, bir an önce bu hastalıklı ortamdan kopup bilgisini daha saygın programlarda değerlendirmesidir.

HER AÇIDAN:

Gündemdeki sıcak siyasi gelişmelerin konunun en etkili isimleri tarafından tartışıldığı ve önemli bir kitle tarafından izlenen bu programın Ruhat Mengi’den kaynaklanan bazi zaafları var. Mengi de Murat Bardakçi gibi konukların sözünü çok fazla kesiyor ve konuyla ilgili olsun veya olmasın heyecanla kendi fikirlerini anlatmaya başlıyor. O “fikirlerin” çok da kendine özgü fikirler olduğunu ise maalesef söyleyemeyeceğiz. Ortalama kadın vatandaslarımızın altın gününde konuştuklari türden şeyler… “Vallahi bir vatandaş olarak üzülüyoruz tabii” seklinde emekli Hoca Hanim vurgusuyla bitiyor genellikle bu fikir beyan etme tiratlari. Kendisine daha az, konuklarına daha çok söz hakkı verirse memnun oluruz.

Konulara çok hakim olduğu izlenimi vermiyor. Konuklar konuşurken, onların ne söylediğiyle ilgilenmekten ziyade, kendisinin bundan sonra ne söyleyeceğini düşünüyor gibi bir hâli var. Aniden konuşmacının anlattığı konuyla hiç alakası olmayan bir kulvar açabiliyor.

“Ben söylemiştim, onu ben köşemde yazmıştım” seklindeki utanç verici megalomani, kendini dünyanın merkezi zannetme ise maalesef Ruhat Hanım’da da fazlasıyla mevcut. Sürekli kendi yazılarını ve kendi programını övüyor.

Bir keresinde konuk sözlerine “Bu programda karsı görüşe yer verdiğiniz için teşekkür ederim” diyerek başlayacak oldu; Ruhat Hanım’i aldı bir telaş. “Efendim, biz kimseye karsı değiliz, hükümetten insanlar da pek âlâ programımıza katılabilirr, nitekim katılıyorlar da. Bizi öyle ‘karşı görüs’ falan diye rica ederim kategorize etmeyiniz” seklinde öyle bir dur durak bilmeden konuşmaya basladi ki konusmacı bu cümleyi sarfettiğine edeceğine pişman oldu. Bayan Mengi’nin bir gazeteci olarak “karşı görüs” kavramından bu kadar habersiz olması doğrusu şaşırtıcıydı.

Son programda Burhan Kuzu ile girdiği polemiğe de anlam veremedim ben. Her programda olabilecek bu tarz bir tartışmayı “basın özgürlüğüne müdahale” çıtasına çekip, buradan “iktidarın gadrine uğramış gazeteci” postu çıkarmaya, oradan da Burhan Kuzu’ya karsı kitlesel bir protesto örgütlemeye kalkışması, en hafif deyimle ucuzdu. Burhan Kuzu’yu cinim kadar sevmem ama telefon bağlantısında söylediği sözlerde Ruhat Mengi’nin iddia ettigi gibi bir hakaret unsuru göremedim ben. Ayrıca, Kuzu’nun “Konuklardan çok kendiniz konuşuyorsunuz” tespitine de katılmadan edemeyeceğim. Bayan Mengi’nin bu olayı neden bu kadar büyüttüğünü ise hiç mi hiç anlayamadım.

Ruhat Hanım daha çok dinleyip daha az konuşmali, programını bu derece hırslı bir şekilde sahiplenmekten ve kendisini dünyanın merkezi zannetmekten vazgeçmeli. “26 yıllık gazeteci olarak” ciddi bir donanım eksikliği olduğunu görmeli.

TERS KÖŞE:

Kanaltürk’te yayınlanmaya başlayan bu programın dört daimi katılımcısı var. Bir tarafta Prof. Dr. Ümit Özdağ ile gazeteci Ümit Zileli; karsı tarafta Rasim Ozan Kütahyalı ve Fikri Akyüz olmak üzere iki köşe yazarı.

Birbirine taban tabana zıt görüşlerin çarpıştığı bu program, yüksek dinamizmi ile dikkat çekiyor. Bu “dinamizmin” herkesin hep bir ağızdan bağırmasından kaynaklandığını daha sonra anlıyorsunuz. Herkes o kadar yüksek bir sesle ve monolog halinde bağırıyor ki konuşmalardan hiçbir sey anlamaz oluyorsunuz; beyniniz uyuşuyor. Programın moderatörü Sami Dağdağlıoğlu geçen hafta “Konu başlığı i diye birşsey kalmadi, herkes kendi istediğini konuşuyor” dedi. Sevgili kardeşim Sami, sen televizyon eleştirmeni değil o programın sorumlususun,şikayet erme gereğini yap.

Rasim Ozan Kütahyalı adli gökten zembille inmiş kisi hakkında fazla bir şey söylemeyeceğim. Savunduğu görüşlerden yana olan insanların bile kendisini son derece antipatik bulduğunu zannediyorum. Cırlak bir sesle sürekli konuşuyor, söylenen her seyi farklı bir yeriyle dinliyor, Sonradan olma bütün meslek erbabi gibi şımarık, yüzeysel ve yaygaracı.

Ayni nitelemeleri Fikri Akyüz için yapamayacağım Akyüz, kendisine vermeye çalıştığı bütün kibirli havalara rağmen daha sade, daha “halktan” biri, daha naif ve daha dürüst. Çapından büyük konulara girince tez zamanda yenilgiye uğruyor; ancak Kütahyalı gibi işi yüzsüzlüğe vurup çirkefleşmek yerine üzülmeyi, kırılmayı, teessüf etmeyi tercih ediyor. Morali bozuluyor ve “Niye gülüyorsunuz ki?” şeklinde masum tepkiler gösteriyor.

Bu programda tartışma-pardon, karsılıklı bağırışma- daha çok Rasim Ozan Kütahyalı ile Ümit Zileli arasında geçiyor. Ümit Zileli ayrı bir vaka. O da sürekli “Ben yazmıştım” diyenlerden ve bütün Türkiye’nin kendisini okuyup rota belirlediğini zannedenlerden. Insan biraz ilgiye mazhar olunca böyle bir psikolojiye mi bürünüyor acaba? Bizi şunun şurasinda en fazla bin kişi okuduğundan ve ayda bir, bilemediniz iki destek mesajı aldığımızdan, bu psikolojiyi test etme şansımız maalesef yok .İnsanınkendisini dünyanın merkezi zannetme duygusunu gerçekten anlamak istiyorum.

Meselâ, fıtrattan mağrur bir insan olarak bilinen Prof.Dr. Ümit Özdağ’in, Rasim Ozan Kütahyalı karşısındaki mütevazı ve eşitiyle konuşuyormuş gibi tavırlarını, televizyon kanalının bu dörtlüye sağladığı imkânlara mı yoralım?

Buradan Ümit Zileli’ye açıkça soruyorum: Siz ve partnerleriniz bu programdan para alıyor musunuz?

Zileli’nin de , Özdağ’ın da Rasim Ozan Kütahyalı ayarındaki bir adamı saatlerce ve bu derece büyük bir ciddiyetle muhatap almasına anlam veremediğim için soruyorum.

Programda kavga ediyormuş gibi yapan bu dörtlünün aslında hallerinden çok memnun oldukları ve aralarında bir çeşit “empati” yaşandığı hissediliyor. Program aralarında bu empati ve de sempati daha fazla göze çarpıyor. Program bittikten sonra hep birlikte çorba içmeye gittiklerinden ve kendi aralarında “Iyi gidiyoz di mi kanka, reytingler fena değil diyorlar” seklinde muhabbet ettiklerinden kuşkulanıyorum.

Bir tiyatro izlediğim vehminden acaba neden kurtulamıyorum?

ODA TV:

Yazının “kategori dışı” kısmına geldik. Oda Tv, gelişmelerin kamuoyuna tek yanlı aktarıldığı bir medya ortamında önemli bir islev görmekte ve bizlere madalyonun diğer yüzünü göstermeye çalışmaktadır Kuru muhalefet değil habercilik yapıyorlar, önemli özel haberlere imza atıyorlar. Kaliteli, şık ve dürüst kalarak da reyting yapılabileceğini kanıtladılar. Internet ortamının en ciddiyetle takip edilen, en cesur ve en ilkeli organlarından biri olarak parlıyorlar.

Ancak son zamanlarda kendilerine yakışmayacak bir tarz tutturdular. Bir “Biz yazmıştıkçılık” basladı. Neredeyse her haberin üstüne “Oda Tv yazdı, böyle oldu” ibaresini konduruyorlar. Bunu yapınca gerçekten öyle bile olsa, inanın olayın hiçbir değeri, hiç bir saygınlığı kalmıyor. Oda Tv’nin bu etkisini bırakın okuyucu takdir etsin. Siz yazdınız diye mukadderat değişmişse hayat bunu eninde sonunda kabul edecektir.

Iddialı başlıkların altına rutin haberler veya sıradan yorumlar yazarak “tıklatma” hilesine başvurmak da Oda Tv’ye yakışmıyor. Maalesef bunu sık yapmaya basladilar.

Oda Tv hakkında uzun yazmayacağım. Kendilerine saygı duyuyorum. Kalitenin mütevazılıkla taçlanacağına inananlardanız.
Açık İstihbarat

FEHMİ KORU KÖTÜ YAKALANDI



10.04.2010 12:04
Karakter boyutu :
Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru bugünkü yazısında yine sahte ismi Taha Kıvanç imzasıyla Akşam gazetesinin patronu Mehmet Emin Karamehmet'i kaleme almış. Ancak durup dururken Karamehmet'i ve medya dışındaki diğer işlerini kaleme alması boşuna değil. Yazısının sonundan anlaşılıyor ki geçen hafta Oray Eğin'le Mehmet Barlas arasındaki polemikte tarafını belli etmek için bu yazı yazılmış. Mehmet Barlas'ı savunmak için Oray Eğin'i patronuna şikayet ediyor. Ayrıca, Karamehmet'e kesilen vergi cezalarından ve iş hayatındaki kimi gelişmelerden de yine gazetecileri ve gazeteciliği sorumlu tutuyor... 'Siz bunları yazmasanız başınıza da bir şey gelmez' demeye getiriyor.

Aslında bu yeni bir üslup değil... Türk basınına 'Aydın Doğan iyi adamları kötü' diye giren cümlenin de mucidi Fehmi Koru hatırlarsınız. Yıllarca Aydın Doğan'a 'Bu adamlarını at, gazetecileri değiştir, benim gibileri al, ben de seni başına gelen dertlerden kurtarırım' diye mesaj vermedi mi? Bir ara Ertuğrul Özkök'ü şikayet ediyordu. Hatta daha kısa süre önce Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Koru'nun ''Özkök olmasa vergi cezası da Doğan'a gelmezdi'' imalı yazılar yazdığını hatırlatıp bir kez daha suçüstü yakalamıştı... Koru'nun bu tezi iktidarın Doğan'ın cezasının 'siyasi' olmadığına dair tezlerini de çürütüyordu...

Medya Koru'nun bu üslubuna alıştı. Farkındaysanız hep aynı formül üzerinden ilerliyor, taktiği belli: Bir yazarı patronuna şikayet ediyor, patronunun işlerinden gazetecileri sorumlu tutmaya çalışıyor... Tartışmalarda var olabilmek için hep bunu kullanıyor. Kendisine ya da yandaşlarına eleştiri gelince o yazarı patrona şikayet etmeyi alışkanlık haline getirdi. Arkasına akrabası Cumhurbaşkanı’nı alarak, fasıl geceleri düzenleyerek 'En güçlü benim' mesajı vermeye çalışıyor.

Bu konuya değinmesi özellikle anlamlı. Zira Barlas'la Oray Eğin arasındaki polemik yandaşlık karşılığı TRT'den para alan gazeteciler konusunda doğdu. Herkes biliyordu TMSF döneminde kendisine milyarlarca liraya program yaptıran, halen de TRT'de program yapıp, bütün bu yaptığı işler karşılığında aylık 105 bin TL kazanan ve yalıda oturan gazeteci Fehmi Koru. Tabii ki bu konuların açılmasını, tekrar hatırlatılmasını istemez!

Kuşkusuz bir gün basında bütün bunların da hesabı sorulacaktır...

Odatv.com'un bir de notu var: Ne Oray Eğin'miş, ne etkiliymiş meğerse koskoca yaşını başını almış adamlar karşısında yaprak gibi dökülüyor.

İşte Koru'nun bugünkü yazısı:

“Siz bu 'telekulak' işinden bir şey anladınız mı? Bir eski futbolcu bir başka eski futbolcunun da aralarında bulunduğu kişileri dinletmiş... Bir kebapçı da dinletme meraklısıymış; aile fertlerini, çalışanlarını dinletip rapor almış... Dün bir gazetede yayımlanan bant çözümlerine göre polisler de dinleme şebekesiyle iş tutuyormuş; gazete onlar için '1. sınıf Emniyet müdürü' sıfatını kullanıyor...
İki yıl boyu izlenen bir 'telekulak çetesi' 50'ye yakın kişiye cep telefonu dinleme hizmeti sunmuş; hem de fazla zahmete katlanmadan... Dinletmek istediğiniz kişilerin isimlerini çeteye bildiriyormuşsunuz, onlar da GSM şirketinin merkezindeki adamlarına... O kişinin kimlerle konuştuğunun listesi de –istenirse- konuşmalarının ses kayıtları da şirket merkezindeki görevliler tarafından temin ediliyormuş...
Eve teslim dinleme servisi bana akıllara seza geldi.
Böylesine bir hizmet sunan telekulak örgütü acaba yalnızca gönül işleriyle ilgili başvurularla mı karşılaşır? İhaleye girecek olanlar rakiplerinin niyetlerini öğrenmek istemezler mi sözgelimi? Ya da siyasi rakipler karşı tarafı faka bastıracak bilgilere sahip olmak istemez mi? Kimsenin bilmediği sırlara vakıf olmayı gönlünden geçirip bazı önemli isimleri dinletmeye çalışan bile çıkar sanırdım...
Gazetelere yansıyan bilgiler, örgütün bütün işinin, gönül ilişkilerini takipten ibaret olduğunu gösteriyor. Sadece kıskançlar telekulak örgütüne başvurmuş...
Acaba gerçek bundan ibaret midir?
Örgütün elemanlarını ve altyapısını kullandığı Turkcell şirketinin büyük ortağı Mehmet Emin Karamehmet'ti; yakın zamanda Rus ortakları şirket yönetimini ele geçirdiler.
Ulaştırma Bakanlığı yetkilileri ısrarla "Dinleme konusunda gazetelere yansıyan haberler doğruysa suç işlenmiş demektir; böyle bir suçun cezası ise lisans iptaline kadar gidebilir" açıklamasını yapıyorlar...
Lisans iptalinin ne anlama geldiğini herhalde tahmin ediyorsunuzdur: Bugünkü sahiplerinin elinden şirketin alınması demek...
Hiçbir GSM şirketi böyle bir duruma düşmek istemez. Gazetelerden öğrendiğime göre, yasalar, yanlış kullanıma altyapıyı kapalı tutma görevini şirketlere yüklemiş; her türlü tedbiri alacak şirketler ve kötü niyetli elemanları ne kadar çaba gösterirlerse göstersinler aboneleri dinleyemeyecekler...
Olayın gerçekleşmiş olması şirketin hatasıysa patronların işi zor...
Mehmet Emin Karamehmet'in üzerinde epeydir kara bulutlar dolaşıyor. Bir uğursuzluk var sanki... En son 'Lig-TV' ihalesinde masa başında görünmüştü Karamehmet ve kimsenin aklından geçmeyen yükseklikte bir meblâğa 'Evet' demişti. Dijitürk platformunun gelirini düşüren bir durum bu.
Beklenmedik yükseklikte bir rakamı 'Lig-TV' için ödemeyi taahhüt etmesi yetmiyormuş gibi, Dijitürk'ün abonelerinden eksik vergi tahsil ettiği yolunda bir soruşturmayı da Maliye başlattı. Kesilen ceza 300 milyon TL...
Esas kara haber ise, Kuzey Irak'tan çıkardığı petrolden büyük para kazanma beklentisine eşlik eden Londra Borsası'na açılma girişimiyle ilgili... Irak'ta üretim başladı, ama sonrasında işler beklendiği gibi gitmedi.
Karamehmet'in büyük ortağı olduğu Genel Enerji şirketi İngiliz Heritage Oil ile ortaklık kuracak, oluşacak yeni şirketin çıkaracağı hisseler Londra Borsası'na sunulacaktı. Heritage Oil ile birleşme de, hisseleri borsaya sunma da gerçekleşemedi. Üstüne üstlük, Genel Enerji şirketini takibe alan İngiliz Finansal Hizmetler Dairesi (FSA), piyasa istismarı yaptıkları gerekçesiyle, Genel Enerji'nin üç üst düzey yöneticisine 1.16 milyon sterlin tutarında para cezası verdi.
Tabii bu paralar Forbes dergisi tarafından her yıl yayımlanan 'dünyanın en zenginleri listesi'nde boy gösteren, aynı derginin Türk zenginleri liginde 2.9 milyar dolarlık servetiyle birinci değilse ikinci sırada yer alan biri için çerez parası sayılabilir. Ancak yine de başına gelenler Mehmet Emin Karamehmet üzerinde kara bulutlar dolaştığı gerçeğini değiştirmiyor.
Turkcell'in en büyük paronuydu, Rus Alfa şirketi çoğunluk hisselerini ele geçirdi. Karamehmet durumu lehine çevirmek için açtığı davayı kaybetti; bugün Turkcell'in büyük hissedarları Ruslar... 'Telekulak skandalı' yüzünden lisans iptaline kadar gidilirse Ruslar bunu nasıl karşılar acaba? Ortaklık ne olur?
Umarım iş o noktaya kadar varmaz.
Patronları zora girdikçe Karamehmet'in medya kuruluşlarında çalışan bazılarının dengesi bozuluyor, gözleri başkalarının kazancında oluyor. Herhalde sebep budur, yoksa kendi televizyonculuk deneyimi iki programla sona eren, yaptığı programlar iletişim fakültelerinde "Asla bu seviyeye düşmeyin" diye ders konusu yapılan biri, Akşam'dan destursuz atış yapmazdı.
En son Mehmet Barlas ve ailesinin fertlerine saldırdı.
Ülkemizin en zengin adamı Karamehmet'in zora düşmesi hepimizi üzüyor.”

Odatv.com

Köşe yazısına kendi gazetesinden de tepki gelen Enver Aysever, Birgün'den ayrıldı

13 Nisan 2010 6 Nisan tarihli "Cihangir'in Liberal Çocukları(!)" yazısına kendi gazetesinden de tepki alan Birgün yazarı Enver Aysever, "Artık benim bu gazetede kalıcı olmam söz konusu değil" diyerek okurlarına veda etti. İşte o yazı...

Birgün'e sorular ve geçici veda

Geçen gün BirGün imzalı bir yazı kondu gazeteye. Beni ilgilendiren metnin bütünü değil. Hemen girişi. Yazı benim liberal cemaatle ilgili satırlarıma yönelik baskılara karşı bir açıklama niteliği taşıyordu. Ancak öyle bir açıklama olmuş ki, artık benim bu gazetede kalıcı olmam söz konusu değil. Yazıda bana yönelik 'cinsiyetçi ve totalcı dil' değerlendirmesi yapılmış. Demek ki BirGün gazetesi bu türden ayrımcılık yapan bir adama yazı yazdırmış bugüne dek ve yanlış yapmış... Öyleyse bana da eyvallah demek düşer.
BirGün'e olan inancım gereği bir kaç soruma yanıt alarak elveda demek istiyorum.... (Eğer bir adama böyle suçlama yapılıyorsa hem onun geçmişinden kuşku duymak gerekir, hem de sorularına yanıt vermek...)

SORULAR

1- Gazetenizde yazmaya başladığımdan beri ülkedeki sosyalist hareketin, demokratikleşme taleplerinin dillenmesi aşamalarında hangi cinsiyetçi, ayrımcı yazımı, tavrımı gördünüz?
2- 12 Eylül faşizmini belgesel olarak çeken sevgili Cahit Akçam ve arkadaşlarının özenli çalışmasını ekrana taşıma sürecinde eşitlik, kardeşlik ve özellikle Kürt çocuklarına yönelik hangi zaafıma rastladınız? (O belgeseli yayınlamak, o kişileri ekrana çıkarmak ve ses olma becerisini göstermek yeterince değerlendirme olanağı sağlar zaten..)
3- Gazetemiz yazarlarını ekrana taşıdığım zamanlarda, zorlu yayıncılık süreçlerinde özgürlük dışı/ayrımcı/toptancı en ufak bir tutumumu gördünüz mü?
4- Söz konusu olan yazımı okuduğunuzda yazıda eleştirilen konularda, beni eleştirenlerin dikkat çektiği türden faşist bir tutum takınacağımdan en ufak bir kuşku duydunuz mu?
5- Gazetemizin okurları, BirGün adına düzenledikleri kampanyada beni aralarında görmek istemişlerdi. Görev bilip gittiğimde, okur gözünde ve yönetim açısından gazetenin çoğulcu, demokrat, solcu algısının dışına taşan herhangi bir davranışıma rastladınız mı?
6- O yazıyı bahane edip, esasen BirGün'e saldırmak isteyen büyük bir çevrenin olduğunu bildiğiniz halde, nasıl olup da bu baskılara direnemediniz? Makul eleştiri ölçülerini aşan bu saldırılara niçin boyun eğdiniz?
7- Reha Mağden öykü yarışmasında faili belli bir büyük etik sorun yaşanmışken, o şahsı okura deşifre etmeyecek kadar duyarlı davranmayı başarabildiğiniz halde, salt bir yazıdan ötürü gerçekleşen liberal linç kampanyasında niçin dengeli bir tutum takınmadınız?
8- Samimi okurların da, sizin de, kimliğimi gayet iyi bildiğiniz halde benim cinsiyetçi, otoriter bir tutumda olduğum savlarına inanmış gibi görünüp, buradan ayrıldığımda vicdanen rahat olacak mısınız?
9- Twitterci, facebookçu, blogcu, yani internet dedikocusundan öte yaşamda hiçbir etkinliği olduğunu tahmin etmediğim kişilere kulak asarak özgür yayıncılık yapılacağına inanıyor musunuz?
10- Yukarıdaki soruların yanıtlarından kuşku duymuyorum elbette. Hal böyleyken birileri kendini yargıç ve bilgiç yerine koyarken siz de onlar gibi davranarak yanlış yapmadınız mı?

ÖZLÜ OKUR YAKLAŞIMI
Yaygaracılar dışında pekçok okurun varlığını gelen e-maillerde hissettim. Destek olanlara teşekkür ederim. Bir hanım; "Sizin söz ettikleriniz 1 Mayıs'larda biz dayak yerken, bu anı kaçırmamalıyım diye fotoğrafımızı çekenlerdir" diye durumu özetlemiş. Üstüne diyeceğim birşey yok. Kendimi o okurlara emanet edip ayrılıyorum. Arkamdan dedikodu yapmaya izin verilirse eğer, eminim onlar gereğini yapacaktır.
Burada çok dost edindim. Dostluğum ve okurluğum sürecek.
Hoşça kalın.

NOT: Gazeteyi bırakmamam için bana öğüt veren yazar dostlara da teşekkür ederim. Ancak o yazı orada durdukça ve çok şükür sicilim ortadayken yüzsüz biçimde yazmaya devam edemezdim. Söyleyecek sözümüz tükenmedi elbet ama hem kendime saygıdan hem de BirGün'e zarar vermemek için gidiyorum. Umarım koşullar değişir, yine buluşuruz. Buna BirGün okuru ve editörlerin yanıtları yön verecektir....
netgazete

İşte O yazı:

CİHANGİR’İN LİBERAL ÇOCUKLARI(!)
enveraysever@birgun.net / 02:32 06 Nisan 2010

Kaç zaman olmuş Cihangir’e gece vakti adım atmayalı. Bilenler bilir, Cihangir son dönem entelektüel cemaatin buluşma yeri(!) Bir takım liberal abilerin, ablaların buluşup sokak çocukları için, Kürtler adına, eşcinsel hakları uğruna yanıp tutuştukları, ahkam kestikleri ez cümle demokratik faaliyetleri yürüttükleri semtin adı Cihangir!
Kime dokunsanız hemen faşist uygulamalardan, hukuksuzluktan, insan onurunu aşağılayan bu düzenden falan söz eder. Her birinin ağzında parlak tümceler sallanır durur. Dayak yiyen kadınlar için en çok onlar gözyaşı döker, Tekel işçileri adına en çook onlar dertlenir, sokakta leşi bulunan çocuğun ağıtını da onlar yakar... Tek dertleri demokratik, özgür bir ülkede yaşamaktır(!)
Bunun için vesayet düzeni yıkılmalıdır(!)
Önce Mustafa Kemal’in adı tarihten kazınmalı, kendini kemalist sayanlar çarmıha gerilmelidir. Yetmez; işgalci(!) TC ordusu bir an önce tasfiye edilmelidir. O da yetmez dünyada tüm soykırımlar üstlenilmelidir. Hatta bir an önce kendini Türk hissedenler de mahkemelerde yargılanmalıdır....
Bunu başaracak tek siyasi iktidar AKP’dir.
Büyük devletlü başbakanın açılımlarına destek vermek gerekir. Toplantılarda garnitür olmak kabul edilmelidir. AB çizgisi adına giderek faşistleşen koca kıtaya boyun eğmek gerekir... ABD ziyareti alkışlanmalı, Hüseyin Obama ile başbakanın ilişkileri hızla geliştirilmelidir.
Bu Cihangir çocuklarının kısaca ideolojik eksenini tarif etmeye yeter...
Biri çıkıp yahu dini cemaatlerin topluma bu tür yön vermesi demokrasilerde var mıdır, diye sormaz, soramaz...
Asker devlet kötüdür de, polis devlete dönüşme süreci başladı, eski tip militarizm bitiyor, yeni tip militarizm geldi diyemezler...
Ermeniler’i kovan başbakana biri kafa tutamaz.
Meydanlarda dayak yiyen Tekel işçisinin yanında yer tutmaya yürekleri yetmez.
Tutuklu bütün askerleri salıveren hakimi hedef tahtasına oturturlar da, dilleri onları tutuklayan hakime bir çift söz etmeye varmaz...
Balbay bir yıldan fazla içerde yatar, bir yiğit çıkıp, bu nasıl hukuk tutukluluk tedbir uygulamasıdır, bu cezaya döndü, böyle adalet olmaz, AB de buna karşıdır diyemez...
JİTEM’in peşine düşen Cihaner içeri alındığında çıtları çıkmaz, yandaş medyanın vurun abalalıya korosuna gönülden katılırlar.
Daha iddianamesini görmeden ölen Ergenekon sanıklarının haklarını savunmak akıllarından geçmez, daha dün Van 100.Yıl Üniversitesi rektörü Yücel Aşkına yapılanlar asla gündemlerinde yer bulmaz...
Alevi köylerine yardım etmek, ziyaret etmek suç sayılır bir asker için, sırf asker olduğu için bu kişiye yargısız infaz yapılmasına ses çıkarmazlar...
Köşelerinden tüm Alevilere cuntacı derler, köylü, görgüsüz derler, utanmazlar...
Askeri darbelere karşıdırlar, siviline eyvallah derler...
Daha say sayabilirsen...
Bunların adı bazen Özgürlükçü Solcu Olur, kimi zaman Liberal, kimi zaman Demokrat!
Her yerde bulunurlar, koca koca köşeleri vardır, gazeteleri, televizyonları olur... En büyük zaafları para şıkırtısınadır. İşitince o sesi tahrik olur kendilerinden geçerler... Sipariş anayasa da yaparlar, üniversitede kurarlar, tez de yazarlar kitap da!
En büyük özgürükleri utanmazlıktır!
Hep bir arada görünürler. Birbirlerinin yüzlerine baktıklarında kendilerini görürler. O ayna hep güzel gösterir; bakan da ahlaksızdır, gören de!
Geçen akşam Cihangir’de yürürken garip isimli, lümpen, marjinal, hedonist barlardan dışarı bir dışkı gibi bunlardan taşıyordu...
Elindeki içkiyle, ağzındaki sigarayla yanındaki hatuna sırnaşan ünlü bir oyuncuyu gördüm. Ardından bir taksi durdu önümde abartılı boyanmış, kıçına kadar eteğini sıyırmış altmışlık hatunlar indi arabadan. Dudaklarını yalayarak ‘Merhaba’ dediler birbirlerine...
İçerdeki özgürlük seslerini işittim... Eşşek kadar olmuş bir Cihangir demokratının yaşgünüymüş meğer... İğrenç bir Happy Birtday şarkısı kustu hoparlörden, sonra kafalarına balon yağdı... Bunlar da kahkaha kıyamet zıpladılar, balonları patlattılar kutladılar liberal demokrasimizin bugününü ve yarınını...
Kim mi bunlar?
Bazen köşe yazarı olarak okursunuz onları, bazen ekranda yorumcu olarak görürsünüz... Sahnelerimizden taşarlar oyuncu, çalgıcı, baleci olarak...Bazen bir partiye yamanır kürsüden sızarlar aramıza... Velhasıl her yerde onlar....
Ama siz gidin onları evlerinde Cihangir’de görün, benden söylemesi!
Birgün

01 Mayıs 2010
"Uğur Dündar da Bu İşleri İyi Bilir!"
Erman Toroğlu Beyaz Show'u karıştırdı. Toroğlu'nun şok sözleri sizce Kanal D'yi kaç ay kapattırır?

Beyaz Show’un dün geceki konukları Uğur Dündar, Yılmaz Özdil ve Gülben Ergen’di.

Konu döndü dolaştı futbola geldi. Hemen canlı telefon bağlantısı yapıldı. Telefonun diğer ucunda da Erman Toroğlu olunca programda kayış koptu.

Beyaz, Erman Toroğlu’na çeşitli sorular sorup gayet normal cevaplar alıyordu ki, Erman Toroğlu son anda yaptı yapacağını…

Beyaz, Toroğlu’na; “Issız bir adaya gitsen yanına hangi yorumcuyu alırdın?” diye sorunca Toroğlu şov başladı. İşte Toroğlu’nun cevabı…

“Issız bir adaya gitsem yanıma kesinlikle Şansal Büyüka’yı almazdım. Ne yapacağım onu bıyıklı bıyıklı. Yanıma güzel bir bayan alırdım. Serbest vuruş, endirek vuruş, penaltı, alttan müdahale, yandan müdahale hepsini anlatırdım ona.”

Toroğlu anlattıkça Beyaz’ın beti benzi atmaya başladı, onu durdurmaya çalıştıysa da çok başarılı olamadı. Erman hoca anlatmaya devam etti, yalnız bu kez hedef Uğur Dündar’dı…

“Bak Uğur da bu işi iyi bilir. Kimse bilmez, Uğur’la biz 1972’de TRT’deyken ıssız adada eğitim filmleri çekerdik”

Bu sözler üzerine Beyaz güçlükle Toroğlu’nun sözlerini yarıda kesti ve hemen araya başka bir soru sıkıştırıverdi:

“Hakemlik yaparken sizi onore eden tezahüratlar oldu mu?”
aktifhaber

ŞAKAYA KIZDI TELEVİZYONCUYU BIÇAKLADI

3 Mayıs 2010 07:00
Adana'da yerel bir televizyonda yayınlanan kamera şakası nedeniyle çevresine rezil olduğunu öne sürerek televizyon kuruluşuna giden kişi, çalışanlarla tartıştıktan sonra çalışanlardan birini bıçakladı.
Alınan bilgiye göre, yerel bir televizyon kanalına arkadaşları Ersin N. (19) ve Serdar K. ile gelen Serkan K. (33), yaklaşık 3 yıl önce kendisine yapılan bir kamera şakasını yeniden yayınladıkları ve çevresine rezil olduğu gerekçesiyle, çalışanlarla tartışmaya başladı.

Tartışmanın büyümesi üzerine Serkan K, televizyonda montaj görevlisi olarak çalışan Öner Turus'u bacağından bıçakladı.

Hafif yaralanan Turus, Adana Numune Hastanesinde ayakta tedavisinin ardından taburcu edildi. Haber10

07 Mayıs 2010
Vakit'e BAYKAL Baskını
Deniz Baykal'ın Nesrin Baytok'la seks görüntüleri CHP'yi sarstı. CHP, HSYK üzerinden savcılarla temasta. Baskın kararı çıktı...

Habervaktim sitesinde yeralan habere göre, CHP yönetimi HSYK nezdinde girişimde bulunarak Ankara Adliyesi'ni ayağa kaldırdı.

Habervaktim ve Vakit Gazetesi'nin Ankara Bürosu'nun basılması için karar çıkartıldı.

Karar doğrultusunda Vakit'teki bütün belge ve bilgisayarlara el konulması bekleniyor.

Vakit Gazetesi, CHP Lideri Deniz Baykal ve CHP Ankara Milletvekili Nesrin Baytok'un seks kasetini yayınladı. Kasette Baytok'un kocasının da görülmesi infial yaratmıştı.

Medya son baskını Nokta Dergisi'nde görmüştü. Nokta Dergisi, Genelkurmay tarafından bastırılmıştı. Bu Nokta'nın sonu olmuş, yoğun baskı üzerine patronu dergiyi kapatmıştı.
aktifhaber

07 Mayıs 2010
CHP'den İlk Açıklama Geldi
Bazı CHP'liler herhangi bir açıklama yapmadan olayı sadece yasal zemine taşırken, bazıları da bu komplonun üstüne gidilmesi gerektiğini savunuyor...

Deniz Baykal’a ait olduğu iddia edilen gizli kamera görüntülerinin internet sitelerine düşmesinin ardından CHP kurmayları durum değerlendirmesi yaptı. Bazı CHP'liler herhangi bir açıklama yapmadan olayı sadece yasal zemine taşımayı uygun bulurken, bazıları da bu komplonun üstüne gidilmesi ve sorumluların muhakkak ortaya çıkarılması gerektiğini savunuyor.

CHP Sözcüsü Mustafa Özyürek, "Şu aşamada bir şey söyleyemeyeceğim ama akşam saatlerinde bir açıklama yapmayı düşünüyoruz" dedi.

CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen de, olayın adi bir komplo olduğunu belirterek şunları söyledi: "Böyle ahlaksızlık, şerefsizlik olmaz. Referandum öncesi adi ayak oyunu oynamaya başladılar. Çok ahlaksızca bir komplo. Bu rezaletin sorumlularını ortaya çıkarıp hesap sormak gerekiyor."
CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü ise, "Ahlaksız oyuna alet olmayalım. Hukuki dava açıldı. Gerekli yasal işlemler yapıldı. Olayı daha fazla kaşımaya gerek yok" dedi
aktifhaber

Vakit'in “Deniz Baykal” çirkinliği

Mevlüt PEKER
m.peker@habertaraf.com

Vakit gazetesinin haber sitesinde Deniz Baykal'a ait olduğu iddia edilen bir video yayınlandı.

Üzerine çok şey söylenir, söyleyeceğiz de.

Türkiye iki kutba ayrılmış durumda. İktidar-muhalefet çatışmasının zirve yaptığı 2010 yılında yüksek yargının ve paşaların da iktidar karşısındaki saflarını netleştirmesi kutuplar arasındaki çizgileri daha da kalınlaştırdı.

Bir tarafın normalleşme, diğer tarafın statükoyu koruma yolunda attığı adımlar, Türkiye'nin ekonomi tabanlı en önemli sorunlarını gölgede bıraktı.

İnsanlar karınlarını doyurmaktan çok evlatlarına yaşanabilir bir ülke bırakabilmeyi istiyor. Tabii ki bunun yolu adalet ve özgürlükten geçiyor.

Konjonktür ne olursa olsun iki tarafın mücadelesi hep siyasi oldu. Siyasi mücadelede haksızlıklar, hukuksuzluklar, adaletsizlikler, çarpıtmalar, saptırmalar, hedef değiştirmeler, suçluyu korumalar vs. gördük ama hiçbirinde belden aşağı vurulmamıştı.

“Belden aşağı vurma” ahlaksızlığını medya dışında hiçbir kurumda görmeniz mümkün değil.

İlk olarak Hürriyet gazetesi, Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç.Dr. Osman Can'ı, “Eşinin çok eski (öğrencilik yıllarında) bir hocasına gönderdiği iltifat mesajını” haberleştirmişti.

Siirt'teki tecavüz olayları ile ilgili Cumhuriyet gazetesi de, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Hayrunnisa Gül ile evliliğine” göndermede bulunma çirkinliğine imza attı.

Hürriyet'i, Cumhuriyet'i, Vatan'ı anlayabilen özgürlükçü kesim Vakit'in yaptıklarını anlayamaz, lakin biz çok iyi anlıyoruz.

Statükocu medya belden aşağı geçmişte çok vurmuştu, tabiatları müsait olduğu için vurmaya da hep devam edecek. Peki ya Vakit?

Geçmişte Vakit'in içinde bulunanlar, Vakit'in tüm bu yaptıklarının tabiatına da uygun olduğunu bilir.

“Kol kırılır yen içinde kalır”, “Benim hırsızım iyidir” anlayışı nedeniyle bu yazıma özgürlükçü ve mütedeyyin kesimin hoş bakmayacağını biliyorum. Ama onlar da unutmasınlar ki Sahabe Tu’me İbn-i Ubeyrik bulaşmış olduğu “zırh yolsuzluğu"nu örtbas etmek istediği için hakkında ayet inmiş (Nisa 105-115) ve deşifre olmuştur.

Müslüman, “Kol kırılır, yen içinde kalır” ya da “Benim hırsızım iyidir” diyemez. O kırık kol, Müslümanların “acısını biz çekeriz aman kimse bilmesin” gafletini her dakika istismar edecektir. Bu yüzden canın acıdığını haykırmak gerekir.

Deniz Baykal'a ait olduğu iddia edilen görüntüleri bir Taraf, bir Yenişafak, bir Zaman, bir Bugün, bir Star yayınlar mıydı, yayınlayabilir miydi? Yayınlamak şöyle dursun, dile getirmekten haya edeceklerini düşünüyorum.

Deniz Baykal'ın karşı cepheye “belden aşağı vurmak” suretiyle bir saldırısının bulunması durumunda “Bu bir fenalıksa bak sen de aynı fenalığı yapmışsın” demek için belki sınırlandırılarak verilebilirdi. Çünkü bu noktada konu toplumun bilmesi gereken bir konu hâline gelmiştir ama şu şartlar altında kimsenin cinsel hayatı ile uğraşmayan Deniz Baykal'ın “cinsel hayatı” toplumu ilgilendirmez.

Skandallar, Flaşlar, Şoklar iyi para ediyor biliyoruz ama unutmasınlar ki her seks bir skandal da değildir. Skandal haberin ta kendisidir.

Vakit, Allah'ın kabul etmediklerinden kaçmadığı müddetçe sıkıntıdan kurtulamaz. Doğan Medya Grubu'nda bir gencin küçük yaşta iki kız çocuğuna tacizde bulunmasını “Pornocu Aydın Doğan'ın, Pornocu grubunda çalışan sapık elemanı” diye verirsen bir hafta sonra senin de Hüseyin Üzmez'in patlar. Ne Vakit'in o genç muhabiri gruba yamayarak vermesi ne de bugün bile hâlâ Hüseyin Üzmez'in “Vakit Yazarı” olarak bültenlerde zikredilmesi ahlakidir.

***

Özel kurumlara “mescidi yok” diye saldırmak yerine önce kendi gazetene mescit kurmaz ve personelin ibadetlerini yapmasının acısını iş yüküyle çıkarırsan Allah razı olmaz.

Personelinin yaptığı haberi çarpıtıp, “böyle yazacaksın” deyip, gelen ceza ya da tazminat mahkumiyetini onların üzerine yıkarsan Allah büyük davalarda yanında yer almaz, büyük cezalara mahkûm olursun.

“Allah'ın haram kıldığını” bilmene rağmen “patron böyle istiyor” diyerek insanların sağlığı ya da fiziğiyle “dalaksız, sidikli” diye uğraşırsan, Allah tek tel saç koymaz, photoshopla her gün gazetede kendine saç ekmek zorunda kalırsın.

Hiç demediği hâlde Cumhurbaşkanı'nın ağzından en çok kendini beğendirirsen, tiksinti yaratırsın; iftira atmış olduğundan Allah buna da rıza göstermez.

9 yaşındaki kız çocuğunun bilekleri görünüyor diyecek kadar hassas davranıp, Tansu Çiller başbakan olduğunda yönetimi toplayıp “Saçı açık, ne yapacağız” diyecek kadar panik yapıp, “Baykal'ın seks skandalı” adı altında porno niteliğinde kadın poposu görüntüleri yayınlarsan Allah kabul etmez.

İnanan kesimin önde gelenlerinin ağzından sallama haber yaptıktan sonra “Biz demedik o dedi” diyerek satar, insanların hayatlarını alt-üst edersen Uğur Dündar'a laf söyleme hakkın olmaz.

Kendi camiana komplo kurarsan, "28 Şubat'ta tirajlar yüksekti" diye yeni 28 Şubat'lar için dua edersen, Ergenekon'a aslında sen dahi inanmazsan en çok sen kullanılırsın, başından da postal eksik olmaz. Camiayı kullanmak çirkinliğini yarın da göreceğiz. Şimdi oturmuşlar, zorla "Habervaktim lehine" ileri gelenlerden telefonla görüş alıyorlardır.

Evine götüreceği bir ekmeği keserek siz ayakta kalasınız diye gazetenizi alan insanlar adına sizleri, inandığınızı söyledikleriniz ile yaptıklarınız arasında samimi ve tutarlı olmaya davet ediyorum.

Hem beslendiğiniz kaynak nedeniyle olduğunuz gibi görünmeyeceğinizi bildiğim, hem de göründüğünüz gibi olmanızı istediğimden “Kendinize gelmenizi” değil, “Camianıza dönmenizi” temenni ediyorum.

NOT: Ahlaksız porno görüntülerinin yayınlandığı videoyu "ele geçirdik" şeklinde veren Vakit'in haber sitesi, bu yazı yayınlandıktan 1 saat 9 dakika sonra (bugün saat 13:29'da) yayınladığı haberde "metacafe.com'dan aldık" diyerek kendini yalanladı.

7 Mayıs 2010 -
habertaraf

Fehmi Abi’ye küçük bir not
Ahmet Hakan


FEHMİ Abi...

Dünkü yazında benden “Sığıntı olduğunun ve kapıya yakın oturduğunun farkında olmayan çocuk...” diye söz etmişsin.

Yanlışsın be abi... Bal gibi de farkındayım...

Sığıntıyım ve kapıya yakın oturuyorum.

Fakat abi...

Senin gibi “höt” dendiğinde geri adım atan, medya patronlarına mektup gibi makaleler yazıp meslektaş gammazlayan, birkaç doğrunun arasına kalleş cümleler serpiştirerek hakikati eğip büken biri olup başköşelerde ağırlanmaktansa...

Sığıntı olup kapıya yakın oturmayı tercih ederim.

Bilgine sunayım istedim.

Ama unutma: Yine de severim seni...
Hürriyet

12 Eylül Cuntası Darbe Tefçisi Ilıcak'ı Nasıl Korudu?
Açık İstihbarat Özel
10.06.2010

Ekranın müdavim isimlerinden biri Nazlı Ilıcak. Aynı anda iki TV kanalında o çok değerli fikirlerine danışılırken görmeniz içten bile değil.

Suratındaki o müstehzi gülümseme ile kendisini demokrat olarak pazarlamayı başarabilen bu zat aslında 12 Eylül darbesinin öncesinde ve sonrasında darbenin tefçiliğini yapmış bir isim.

Kendisinin nasıl bir darbe tefçisi olduğunu;

"Darbe Tefçisi Ilıcak'ın 12 Eylül Öncesi Yazılarından Seçmeler"

başlıklı yazımızda ayrıntılandırmıştık. http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=8578

Kişisel özgürlüklerin kısıtlanmasından, "ordunun değil sivil iktidarın yıpratılması gerektiğine" kadar onlarca inciyi gerdanlık yapıp dolaşan Ilıcak ekranlarda kendini büyük demokrat olarak pazarlamaya devam ediyor.

En son ; Türkiye'nin en otosansürlü programı ,Yiğit Bulut'un "Sansürsüz" programında da karşısında Osman Pamukoğlu gibi kendine hayranlıktan kendisi ile dalga geçildiğinin farkında olmayan birisini bulunca coştukça coştu ve o bildik demokrasi klişelerini sıralayıp durdu.

Aralarda da; atılan maillerin sayısını oy zanneden Pamukoğlu ile dalgasını geçmeyi ihmal etmedi.

Halbuki Darbe Tefçisi Ilıcak açıkca milletle dalga geçiyor ve yalan söylüyor.

12 Eylül sonrasındaki yazıları hatırlatılınca; o dönemin şartları altında elinden gelenin en iyisini yaptığını ve baskı ortamında mücadele verdiğini iddia ediyor.

Kimse 12 Eylül öncesi askeri darbeye selam çakan yazılarını hatırlatmıyor. Ve kimse bu darbe tefçisinin bırakın 12 Eylül sonrası mücadele yapmayı; 12 Eylül cuntası ile nasıl işbirliği yaptığını ve tezgahını nasıl döndürdüğünü bilmiyor..

İşte hikayesi...

12 Eylül darbesi sonrası İstanbul'daki sıkıyönetim çalışmaları çerçevesinde İstanbul çevresindeki kömür ocakları da ele alınır.

İstanbul'u o günlerde dumana boğan ucuz kömür buralarda çıkartılmaktadır ve İstanbul'un dibinde çıkarılıp, yine İstanbul'a satılan bu kömür ocakları sahiplerini fahiş karlarla beslemektedir.

Bu maden ocaklarının sahipleri arasında dönemin ünlü mafya babaları ile birlikte Nazlı Ilıcak ve kocası da vardır.

İstanbul'daki sıkıyönetim sorumluları bu ocakların süresi geçmiş arama ruhsatı ile verilen izinlerin ötesinde usulsüz faaliyet sürdürdüklerini tespit eder. Ilıcak'ın kömür ocağı kaçak çalışmaktadır.

Bunun üzerine ocaklarla ilgili işlemler başlatılır fakat her seferinde bu ekibin çalışmaları üst düzeyden yapılan müdahalelerle engellenir. Müdahale edenler arasında cuntanın üst düzey generalleri ve hatta İstanbul valisi bile vardır.

Sürekli çalışmaları engellenen sıkıyönetim sorumluları çalışmalarını derinleştirerek, Sanayi Bakanlığı ile yapılan yazışmalar sonrasında Ilıcakların da aralarında bulunduğu ocakları kapatmak için dosyalarını iyice sağlamlaştırırlar.

Çalışmaları sürekli engellenen sıkıyönetim yetkilileri dosyayı yaz başında son bir kez üst kademelere onay için sunar.

Cunta yönetiminden son bir "rica" gelir.

"Bu kapatma işlemini Eylül'e kadar erteleyin"

"Rica" formatındaki bu emre de uymak dışında çare olmadığından ocakları kapatma işlemi Eylül'e kadar askıya alınır. Cunta bir kez daha Ilıcak lehine devreye girmiştir.

Sonra mı ne olur?

Ocakların kapatılacağı Eylül'den bir ay önce; İstanbul'da bu çalışmaları yapan ekip dağıtılır ve bu Doğu'ya sürgüne gönderilir.

12 Eylül cuntasının müdahalesi ile Ilıcak'ın kaçak çalışan kömür ocağı kurtulur.

İşte bugün bu Ilıcak; 12 Eylül öncesindeki ve sonrasındaki yazılarından utanmadan, sanki 12 Eylül cuntasına karşı mücadele vermiş bir özgürlük savaşçısı edası ile ekran ekran dolaşarak ahkam kesmeye devam ediyor.

Karşısına çıkarılan Osman Pamukoğlu gibi isimlerle dalga geçiyor; yalanlarının ve geçmişinin suratına çarpılmayacağının rahatlığı ile bol keseden atıp tutuyor.

Halbuki darbe tefçisi Ilıcak bırakın 12 Eylül cuntası ile mücadele etmeyi ; bizzat bu cuntanın koruması altında çalışmış ve faaliyetlerini sürdürmüş bir isimdir.

Karşısına gerçekler değil; gerçeklerden kopuk hayalperestler çıkarıldığı için de , kendini yalan yanlış pazarlama faaliyetlerine devam edebilmektedir.

Açık İstihbarat

Katil Zanlısı Köşe Yazarı Kim?
Bodrum'da öldürülen çevreci mimar Hülya Yolcubal'ın katil zanlısı olarak ünlü bir köşe yazarı aranıyor...
18 Haziran 2010
Muğla’nın Bodrum İlçesi’nde, gece evinin yakınında silahlı saldırıda öldürülen peyzaj mimarı 38 yaşındaki Hülya Yolcubal’ın katil şüphelisi olarak, DHA’nın haberine göre, bir süre aşk yaşadığı işadamı Cihan Oskay aranıyor.

Mimar Hülya Yolcubal’ın yakınlarıyla avukatı Rıza Bengi, kadın mimarın, Cihan Oskay tarafından 4 ay önce tehdit edildiğini öne sürüp Bodrum Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunduğunu söyledi. Polisin, cinayet şüphelisi olarak Cihan Oskay aradığı belirtildi.

Bir oğlunu Bodrum’da yıllar önce jetski kazasında kaybeden Cihan Oskay, daha önce de Fenerbahçe’nin şike yaptığı iddialarını ortaya atarak kamuoyunda gündeme gelmişti.

Cihan Oskay, bir dönem Habertürk-Yarın, Birgün, Fotospor'da spor yazarlığı da yapmıştı! aktifhaber

SERDAR AKİNAN AYIP EDİYOR
Ayhan Bozkurt
18.12.2010

32. Gün 25. yılını kutluyor.
Mehmet Ali Birand kanal kanal dolaşıyor, neler yaptığını anlatıyor. Aslında artık inandırıcılığı kalmayan imajını tazelemeye çalışıyor. Kanal D ve CNN TÜRK'ü babasının malı gibi kullanıyor...
Ne yaparsa yapsın tek gerçek var; halk artık Birand'a inancını kaybetti. Neyse...
Akşam yazarı Serdar Akinan eski bir 32. Gün çalışanı.
Kendisini tanımıyorum ama duygusal biri herhalde.
Bunu neden yazdığımı belirtmeden önce Serdar Akinan'ın yazdığından bir bölüm aktarayım.
Diyor ki:
"32. Gün bir okuldur. Türk televizyonculuğunun sadece en uzun soluklu değil tartışmasız en başarılı haber programıdır. Program esnasında bizi eski günler götüren bazı dosyalardan kısa parçalar tek tek yayına girdiğinde ortaya şöyle bir fotoğraf çıktı.
Can Dündar 'Gladio' dosyasını yaptığında Susurluk kazasına beş yıl vardı. 'Ergenekon'u ilk isimlendiren Can oldu. Aynı programda 'bitti' denilen PKK'nın nasıl toparlandığı Mithat Bereket imzasıyla yayınlanmıştı. Kıyamet kopmuştu... Deniz Arman 'kurufasulye' dosyasını yayınladığında askeri mahkemede halen yargılanıyordu... Ankara'da 2 katlı bir küçük binadan adeta dünyaya kafa tutuyorduk. Birand'ın 'müthiş bir söyleşi' dediği özel röportajını sırf haber değeri olmadığı takdiriyle de müthiş özgüveni olan bir editoryal bağımsızlık ve titizlik hüküm sürüyordu."
Vs. vs...
Peki, Serdar Akinan bunu yazarak kendine hakaret etmiyor mu?
Son birkaç yıldır köşesinde hukuksuzluklardan, tek parti faşizmine yönelişten, dincilik yapan cemaatlerden vs bahsediyor.
Bu nedenle bazı odakların tehdidine maruz kalıyor.
O halde bunları yazan Serdar Akinan'a soralım:
Peki Serdar Akinan, bu gözü pek gazeteci arkadaşların şimdi neredeler? Nasıl bir gazetecilik yapıyorlar?
Yapma lütfen?
Şimdi tutup "Can Dündar 1990 başında Gladio'yu ekrana taşıdığında, bırakın Türkiye'yi dünya Gladio'yu konuşuyordu" tartışmasına filan girmeyeceğim.
Ben sadece bugün, bu gazeteci arkadaşlarının nasıl gazetecilik yaptıklarını soruyorum.
Ve demem o ki Serdar Akinan kendine haksızlık etme.
Hele hele bize Birand'ı filan hiç anlatma...
Ben sana bir şey şöyleyim mi; belki de senin gibi bir iki arkadaşın dışında tüm arkadaşlarını ne bozdu biliyor musun: Para!
Bize arkadaşlarını n'olur başka türlü anlatma, inan biz onları tanıyoruz.

Odatv.com

Fatih Altaylı Ferrari'siyle Sobelendi!
24 Ocak 2011
Arnavutköy'de eşi Hande hanımla birlikte akşam keyfindeyken görüntülenen Fatih Altaylı son model Ferrari'siyle sobelendi...
Otomobillere olan özel ilgisi bilinen Fatih Altaylı yeni oyuncağı ile görüntülendi. Ferrari İtalia marka otomobiliyle sobelenen Altaylı, bu görüntülerle çok konuşulacak.

Son günlerde kapsamlı bir tensikat iddialarıyla gündeme gelen Gazete Habertürk'ün yayın yönetmeni Fatih Altaylı, Arnavutköy'de eşi Hande hanımla birlikte akşam keyfindeyken Ferrari'siyle dikkat çekti. Habershow.com'da yayınlanan fotoğraflarda Altaylı yeni oyuncağı ile görülüyor.

ACUN DA AYNISINDAN ALMIŞTI

Daha önce Acun Ilıcalı'nın da satın aldığı Ferrari'nin en pahalı modellerinden (yaklaşık 900 bin TL) Ferrari İtalia'nın sarı renginden alan Fatih Altaylı aracıyla görüntülenirken tedirgindi. aktifhaber

Bu mu gazetecilik!
'Balık' olarak nitelediği Baykal'ı kaydetmek için Kılıçdaroğlu'ndan yardım isterken, meğer Kılıçdaroğlu'nu da kaydetmiş!
08 Mart 2011

Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınıp savcılık sorgusunun ardından serbest bırakılan Odatv muhabiri İklim Bayraktar'ın, teknik takibe takılan eski YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ile telefon görüşmesi çok çarpıcı ifadeler içeriyor. Deniz Baykal'ın kendisini taciz ettiğini iddia eden Bayraktar, Eminağaoğlu'na konuyla ilgili CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile görüştüğünü söylüyor. Bayraktar, konuşmanın bir bölümünde Eminağaoğlu'na şok bir itirafta da bulunuyor: "Yasal değil ama görüşmeyi kaydettim"

Konuyla ilgili detaylar Bayraktar'ın eski YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ile 21 Şubat 2011'de yaptığı telefon görüşmesinde yer alıyor. Eminağaoğlu ile yaptığı telefon görüşmesinde Kılıçdaroğlu'na "Sana bu kadar büyük balık getirebilirim" dediğini onun ise "Git kendi şartlarınla yap getir" dediğini öne süren Bayraktar; konuşmasının devamında "En büyük balığı getireceğim yardımcı ol. En azından bunun için ufacık da olsa alet lazım değil mi, bir şey lazım onu sağla. Tamam de. Destek ol güç ver. Yok olmaz deme. 'Ya da kendin yap'getir' de, ben yaptıktan sonra Youtube koyarım sana ihtiyacım yok ki" diyerek dert yanıyor.

Baykal'la yaşadıklarını anlatmak için Kılıçdaroğlu'na gittiği öne sürülen Bayraktar, "Bak 4 saattir oradayım ya. 45 dakika görüşebilmek için 4 saattir onların içinde, orada 'Kale'de en üst kattayım ya. Ya yaşadıklarım gördüklerim, diyaloglar rehavet var ya. Böğüre böğüre ağlayacağım şimdi ya" sözleriyle 'Kale' olarak nitelendirilen CHP Genel Merkezi'nde yaşadıklarına da isyan ediyor. Eminağaoğlu ile yaptığı görüşmede şok bir itirafta da bulunan Bayraktar, "Sana bir şey söyleyeyim mi. Ben bütün bunları da kaydettim. Yasal değil yaptığım, etik değil ama kaydettim" diyor. Bayraktar, telefon görüşmesinde Kılıçdaroğlu'na yönelik tepkisini de "Burnunun dibinde ne haltlar beceriyor yok mu senin ekibin adamın, bir belden vurma ekibin. Sen kur diyorum ya" şeklinde dile getiriyor.
-habertürk

Ahmet Şık Nasıl Badem Gözlü Oldu?
Liberal Ses
10.03.2011

Ergenekon soruşturması kapsamında Nedim Şener, Yalçın Küçük ve Soner Yalçın'a ait Odatv için çalışan gazetecilerle birlikte gözaltına alınan gazeteci Ahmet Şık için tüm medya ayağa kalkmış gibi görünüyor.

"Görünüyor" diyoruz, çünkü aslında ayağa kalkanlar bir avuç gösteriş meraklısı. Sanki Ahmet Şık'la yıldızları çok barışıkmış gibi, gözyaşı döküyorlar.

Ahmet Şık 2005 yılında 8 yıldır çalıştığı Radikal gazetesinden atılmıştı. 8 yıl boyunca Radikal'de pek çok başarılı habere imza atmış bir sürü de ödül kazanmıştı.

Ancak maaşların bordrolarda eksik gösterilmesi ve fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi üzerine Ahmet Şık Doğan Gazetecilik Şirketi aleyhine dava açtı. Zaten sendikal faaliyetleri yüzünden iyice göze batmaya başlamışken, üstüne bu dava gelince Ahmet Şık'ın bileti kesildi.

Dava duyulunca Ahmet Şık önce İcra Kuruluna çağrıldı ve para teklif edilerek davadan vazgeçmesi istendi. Kabul etmeyince de Doğan grubunda hiç bir zaman işe alınmayacağı ve diğer basın kuruluşlarında da iş bulmasının engelleneceği söylendi ve işten atıldı.

O dönemde bütün bu olan bitenden tüm medyanın haberi vardı. Kimsenin gıkı çıkmadı.

Ahmet Şık'a bu zor zamanında kim sahip çıktı peki?

Alper Görmüş…

Görmüş Şık'ı yeniden çıkmaya başlayan Nokta dergisinin ekibine aldı.

Sonuçta Alper Görmüş'le birlikte o unutulmaz "darbe günlükleri" sayısını hazırlayan ekibin içinde yer aldı Ahmet Şık.

Hani düne kadar "Ama Ahmet Şık darbe günlüklerini yazmıştı. Nasıl Ergenekoncu olur?" diye gözümüzün içine baka baka bizi salak yerine koymaya çalışıyorlardı ya...

İşte Ahmet Şık o yalandan payeye böyle erişmişti.

Neyse ki geçen gün Liberalses hatırlattı, dün de bizzat Alper Görmüş yazdı o sayının nasıl hazırlandığını...

Kısa Nokta macerası dışında Ahmet Şık 2005'ten beri serbest çalışan "freelance" bir gazeteci.

Şimdi yere göğe sığdırılamayan Ahmet Şık Doğan grubundan atılırken, şimdiki Doğan kalemşörleri neredeydi acaba?

Kaç satır yazdılar Ahmet Şık için?

Hangi medya yöneticisi yıllardır serbest çalışmak zorunda kalan bu başarılı gazeteciye kapılarını açtı?

Hikmet Çetinkaya, Ali Sirmen, Şükran Soner, Nail Güreli, Oktay Ekşi, Zeynep Göğüş, Ferai Tınç, Tufan Türenç, Ruşen Çakır, Mirgün Cabas, Ece Temelkuran, Kanat Atkaya, Mete Çubukçu, Sırrı Süreyya Önder, Celal Başlangıç, Ezgi Başaran, Bedri Baykam, Gün Zileli, Ertuğrul Kürkçü, Soli Özel, Haluk Şahin ve daha pek çok isim…

Taksim’de Ahmet Şık’ı dillerine dolayıp, Aydınlıkçıların peşinde slogan ata ata yürürken, hiç düşündüler mi acaba Ahmet Şık için bunca sene ne yaptıklarını?

Bu gazeteci kardeşlerine bir iş imkanı yaratmak için nasıl bir çaba içine girdiklerini?

Sanırız artık köşe yazmaya iyice alışan gazeteciler bilgisayar ekranı karşısında çok fazla kaldıkları için hafıza problemleri yaşıyor. Kendileri unutunca, herkes unuttu sanıyorlar.
www.acikistihbarat.com

Kendini Öve Öve Bitiremedi!
Açık İstihbarat
31.03.2011

Milletvekili aday adayları, her seçim öncesi olduğu gibi bu kez de bizlere doyumsuz "yurdum insanı" manzaraları yaşatıyor. CHP'den adaylık başvurusu yapan gazeteci, kendi köşesinden kendi kendine inanılmaz övgüler dizdi...

İşte "aday adaylığı" komedisinde tarihe geçecek o yazı...

Ümit Zileli'nin Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde bugün yayımlanan yazısı şöyle:

"Bu yazı bir yaşamın, yarım asırlık bir serüvenin kısa öyküsüdür...

Bu serüvenin içinde, gazeteciliğe adanmış 30 küsur yıl da yer alır... Onurlu, başı dik, kararlı ve bin türlü sınamanın, sınanmanın içinden geçilen yıllardır aynı zamanda... Tavizsiz ve kavgalarla geçen bir ömürdür... İlkeler uğruna, başı dik tutmak uğruna kovulmaları göze alan, yokluğa kapı açan istifaları hiç tereddütsüz veren, uğrunda özel yaşamları bile darmadağın eden bir yalnızlıktır üstelik...

- Üstelik pırıl pırıl yıllardır...

Gazeteci, yazılarında da, dostluklarında da hep aynı “Düz Çizgi”yi korumayı yaşamının vazgeçilmez ve taviz verilmez birincil ilkesi olarak benimsemiştir… Bu nedenledir ki; geride bıraktığı uzun yıllarda ne veremeyeceği bir tek hesabı, ne de “ahh” diyeceği bir pişmanlığı olmuştur…

***

Gazeteci, 30 yıl boyunca hep aydınlığa doğru yürümüştür...

Kalemi bir kez dahi titrememiştir. Bir kez dahi tereddüt göstermemiştir... Yazdığı binlerce haber, yüzlerce makale, verdiği konferanslar, televizyon, radyo programları ve kitaplarının altına “her ahval ve şerait altında dahi” aynı imzayı büyük bir şevk ve heyecanla yine atar...

Gazeteci, son 14 yılında “ömre bedel” diye tanımladığı “Aydınlanmanın üniversitesinde” 1000’e yakın köşe yazısı, röportaj ve izlenime imza atmıştır. Onur duyduğu, yüreği ve beyniyle karanlığa karşı mücadeleye katkı verdiği yıllardır... Okuyucu bu süreçte hesap vereceği tek mercii olmuştur daima... Onları çok sevmiştir... Ve hep sevgi, hep saygı görmüştür...

Gazeteci, o “büyük kavganın” zorlu sürecinde sonsuz saatler, günler, düşünmüş ve en zor kararı vermiştir. Zaten yaşam, zor kararların yeri geldiğinde “kan ağlayarak” verildiği bir büyük savaş serüveni değil midir?

Gazetecinin uzun yılların imbiğinden süzülerek gelen tecrübesi, “bayrağın hiçbir zaman yere düşmeyeceği” gerçeğidir... Gelenler, gidenlerin bıraktığı yerden çok daha büyük bir başarıyla sürdürür aydınlanma savaşını. Üstelik en büyük ayrılıklar bile çoğu zaman en büyük kucaklaşmaların muştulayıcısıdır...

Yollar bir gün yine kesişir. Mutlaka ama mutlaka kesişir... Aydınlanma savaşımını omuzlayanlar gerçekte hiç ayrılmaz ki...

Ve gazeteci, anasının ak sütü gibi bilmektedir ki; bu ülkenin aydınlık insanları, ne denli zor olursa olsun, ne denli olanaksız görünürse görünsün karanlığı adeta bir defter kâğıdı gibi yırtacak güce de, bilince de, bilgeliğe de sahiptir... Tarih bunun tanığıdır...

- Ve gazeteci, bu devasa kitlenin bir ferdi olmaktan şeref duymaktadır..."

Kaynak: Açık İstihbarat

Sabah'taki Doğan Grubu Ajanı
21 Haziran 2008
Sabah Gazetesi'nde Doğan Grubu'nun bir ajanı ya da savcısı mı var? Emre Aköz "isim vermedi" ama adres ve sözkonusu yazı belli. İşte Sabah'taki Doğan ajanı...

Önce Emre Aköz'ün yazısı, altında ise "Doğan'ın savcısı"nın yazısı:

Emre Aköz/Sabah

Doğan'ın savcısı

Meseleyi özetleyeyim: Alper Görmüş, Radikal'in darbe dönemlerinde ' Hürriyetleştiğini' söyledi ve sordu: Böyle bir şey nasıl oluyor? ( Taraf, 17 Haziran )
Dilim döndüğünce bu mekanizmanın nasıl işlediğini anlattım.
Bunun üzerine 3 tepki geldi.
- Hürriyet'te yazan Pinokyo, gayet terbiyesiz bir dille cevap verdi. Üslubu vahimdi, aşağılıktı. Bu ruh halini anlamadım. Belli ki farkında olmadan bir yarasına dokunmuştum. (Özür dilerim.)
Pinokyo yalan söylediği için burnu biraz daha büyüyordu: 28 Şubat (1997) darbe döneminde Org. Çevik Bir'in müdahalesine maruz kaldıktan sonra, Ocak 2004'te Milliyet'i yönetirken, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek ile ' Sarıkız darbesine destek' pazarlığı yapmıştı. (Bakınız: Nokta' da yayınlanan ' Darbe Günlükleri')
Ama neticede Pinokyo, bu tartışmada 'taraftı' çünkü 28 Şubat döneminde Radikal'in başındaydı.

- İkinci tepki Radikal'in şimdiki Yayın Yönetmeni İsmet Berkan'dan geldi. O da elbette ( aksi mümkün mü? ) benim kurgumu reddediyor, kendi açıklamalarını getiriyordu.
Ancak, acemi yalancı Pinokyo'nun aksine, bunu gayet düzgün bir üslupla yapıyordu.
Teşekkür ederim.

- Gelelim üçüncüsüne. Dediğim gibi, diğerleri olayın tarafı. Peki, ' sizin' ileri zekâlınıza neler oluyor? (' Bizim' deyince kızıyor.) ' Karşı taraf' zaten cevap vermişken, derdi ne?
Birkaç notla anlatayım:
- Eskiden Sabah'tan aldığı paranın karşılığını, yine Sabah için çalışarak verirdi. Şimdi emeğinin bir kısmını Doğan Grubu'nun hizmetine sundu.
- Örnek mi? Hürriyet 18 haftadır salı günleri bir ' Spor' ilavesi veriyor. Sizinki her hafta ama gerçekten her hafta, orada tam sayfa ' sohbet' yapıyor. Sayfanın tepesindeki standart fotoğrafının üstünde de ' Yazar' ibaresi yer alıyor. (Bu davranışın genel ahlaka ve meslek etiğine uymaması bir yana; bizimkiler mesele etse, tazminatsız kapının önüne koyar.)
- Ben Doğan Grubu hakkında bir şeyi eleştirdiğimde, sanki onların kendilerini savunacak kalemi ve dili yokmuş gibi, karşımda bir de bunu buluyorum. Mübarek Sabah çalışanı değil, rakibimizin avukatı.
- Benim geçen gün yazdıklarımın tüylerini ürperttiğini yazıyor.
Lütfen bu dâhiye yardımcı olun da, yazdıklarımın daha önce yayınlandığını öğrensin, benim katkımın bunları derlemekten ibaret olduğunun farkına varsın.
Ama işiniz zor. Çünkü hoşlanmadığı türde bilgileri öğrenmemek gibi bir huyu var: Mesela Sabah'ın gündelik işleyişiyle hiç ilgilenmediği için, " Sistemden bilgisayarıma girip yazımı okudu " diye yaygara koparmıştı. Çok gülmüştük.
- Başka kuyruk acıları da peşini bırakmıyor: Mesela kuzeni olan Radikal yazarı, apoletperest Mehmet Ali Kışlalı'nın birkaç yalanını yakalayıp yazmıştım. Kulaklarından dumanlar çıkarak okuduğuna eminim.
Bunları bir kenara not ettiğini de (o etmese de abisi ediyor) biliyorum. Şimdi eline fırsat geçtiğini düşünüp saldırıyor.
Ve bir kez daha bunu, 'avukat' ne kelime " Doğan'ın savcısı " edasıyla yapıyor.
Acil müdahale şart:
1) Nokta'da yayınlanan ve beraat eden 'Darbe Günlükleri' iki kez okunacak. (Fotokopisini göndereyim mi?)
2) SBF'de öğrenilenler bir kulaktan girip diğerinden çıkmış; Montesquieu tekrar okunacak.
3) Hürriyet Spor'u bırakana dek her gün satır satır kontrolden geçecek.

HINCAL ULUÇ'UN DOĞAN GRUBU'NU SAVUNAN VE EMRE AKÖZ'Ü HEDEF ALAN O YAZISI
Savcılar uyumayın!..
"DOĞAN Gurubu yöneticileri ocak 2004'te yaptıkları gibi darbe yapmaya hazırlananlarla masaya oturdu. O zaman anlaşamamışlardı. Bu kez mutabık kaldılar."
Bu müthiş, bu korkunç bir iddia..
Bu ülke medyasının yarısından fazlasını elinde tutan, Kanal D, Star gibi dev televizyonları, Hürriyet, Milliyet, Vatan, Radikal ve Posta gibi gazeteleri ve yığınla dergisi ve kitabıyla yazılı medyanın nerdeyse yüzde 70'ine sahip olan bir gurup, darbe yapmaya uğraşıyor.. 2004'ten beri..
Darbeciler kim mi?.. Her halde Veli Küçük değil.. Ya da Doğu Perinçek.. Enayi mi bunca gazeteci..
Doğan Gurubu askerin peşinden gideceği komutanlarla görüşmeler içinde olmalı, kesin.. Emekli asker ya da siville darbe mi olur?.
Şimdi böylesi müthiş bir iddianın üzerine gidecek bir Cumhuriyet Savcısı yok mu, Türkiye Cumhuriyeti'nin, Doğan Gurubu-Darbeci ilişkilerini soruşturacak.. İddia ve ihbar sahiplerine "Gel arkadaş bildiklerini anlat" diyecek..
Bana "Dangalak" diyen zeki adamın müthiş yazısını tüylerim ürpererek okudum. Doğan Gurubu'nun, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olmasını engellemeye çabalayarak işe başladığını yazıyor. "Her şeyi yaptılar, 'Şövalyelik yap, aday olma' bile dediler" diyor..
Yahu en büyük gerginlik Köşk'e sıkma baş çıkınca olmadı mı?. Darbeci Abdullah Gül'ü engellemeye mi kalkar, yoksa "İşte sıkmabaş Köşk'te" diye şıkır şıkır kına mı yakar?..
Gül Cumhurbaşkanı olmasa, Recep Tayyip Erdoğan, seçim gecesi konuşan o harika lider olarak devam etse, ipler hiç gerilir miydi. Bu ülkede darbeciyi geçin, hayalcisi kalır mıydı?.
Ötekilerin hepsi darbeci de.. "Radikal kararsızdı" diyor.. "Kâh darbeye omuz veriyor, kâh Ergenekon'dan ya da darbecilerden söz ederek, darbecileri köstekliyordu. Ama belli ki net bir uyarıyla Radikal'i de hizaya soktular."
Şimdi bunları yazan adamın karısı Radikal'de köşe yazarı.. Kadıncağızın durumunu tahmin edebiliyor musunuz?..
Rakip gazetede yazan kocasına, içerden bilgi sızdırıyor.. Yani kocasının yazdıkları, aslında birinci elden gelen, doğrulanmış haberler.. Millet öyle düşünmez mi?.
Gazeteciliği ne hale getirdiğimize bakar mısınız?.
aktifhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Tem 08, 2010 11:31 pm    Mesaj konusu: Faili Meçhullerin Sorumlusu; Çetin Altan'ın Yanaşma Tosunu Alıntıyla Cevap Gönder

O muhabiri kim öldürdü?
9 Kasım 2010
Bilal ÖZCAN
Bugün

Olacağı buydu; işsiz kalan, iş bulamayan bir magazin muhabiri canına kıydı.

30 yaşında kendini asarak yaşamına son veren Evrim Çalışkan'ı

önceleri haberlerinden tanırdım, ziyaretlerinde yüz yüze tanıştım.

Son bir yıl içinde iki kez gazeteye geldi, sohbet ettik.

Aydınlık bir yüzü vardı...

Sessiz ve saygılı bir meslektaşımdı.

Bir keresinde muhabir Okan Işık Mecidiyeköy'de görmüş;

metro durağında broşür dağıtıyormuş;

Girmiş koluna, gazeteye yemeğe davet etmiş.

Çayı birlikte içtik, meğer son görüşümmüş.

XXXXX

Okan, Evrim'in yakın arkadaşıydı...

Geceleri birlikte epey haber peşinde koştular...

Evrim, işten çıkartıldıktan sonra çok iş aramış bulamamış.

Karısıyla arası açılmış ve bir süre sonra da karısı evi terk etmiş.

Evrim Çalışkan, Okan'la her konuşmasında, "Çok kapı çalıyorum ama iş bulamıyorum" diyormuş...

Bir kız arkadaşı olmuş ancak son zamanlarda onunla da arası açılmış...

Okan cenaze törenine gitti.

Evrim toprağa verilirken kız arkadaşının kendini yerden yere attığını, feryatlarının yeri göğü inlettiğini anlattı...

XXXXXX

İnsanlar işten çıkartılabilir.

Bu olayda şaşırtıcı olan, Evrim Çalışkan gibi, magazin çevrelerinde sevilen, çalışkan, başarılı, düzgün, pırıl pırıl bir muhabirin 1,5 yıl gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen iş bulamaması...

Sanıyor musunuz ki sadece Evrim Çalışkan işsiz kaldı ve iş bulamadı...

Son 5 yılda, yüzlerce magazin gazetecisi işini kaybetti.

İçlerinde, yattığı hastanede rehin kalanlar, evine icra gelenler, karısından boşananlar, Yeşil Kart için başvuranlar, İstanbul'u terk edip memleketine dönenler; ne ararsanız var...

Bütün bunların sebebi kimdir biliyor musunuz?

Magazinden nemalanan, sözüm ona magazin gazetecileri!

'Magazin'i ayaklar altına düşürenler, halkı magazinden soğutanlar.

Ve onlara imkan tanıyan medya yöneticileri.

Son 15 yılda çok seviyesiz dergiler, magazin ilaveleri yaptılar.

Seviyesiz dedikodular, özel hayata saygı göstermeyen haberler, ahlaka aykırı fotoğraflar yayınladılar.

Aileleri, magazin sayfalarından, magazin haberlerinden nefret eder hale getirdiler.

Yaptıkları seviyesiz televizyon programları nedeniyle magazini halkın gözünde yerin dibine batırdılar.

RTÜK kanalları uyardı, kanallar magazin programlarını sonlandırdı.

İlaveler kapandı, programlar bitti, yüzlerce magazinci işsiz kaldı.

Ve bir daha iş bulamadı.

Evrim'i, tüccar magazinciler öldürdü!

Faili Meçhullerin Sorumlusu; Çetin Altan'ın Yanaşma Tosunu
Sabahattin Önkibar
Yeniçağ Gazetesi

Uğur Mumcu’nun Çetin Altan’ın tosunları diye tanımladığı oğullarından küçüğü olanı dün, Genelkurmay’ın Yeniçağ’ı Karargaha davet etmesinden hareketle bu kurumun entelektüel düzeyini sorguladı.

Önce tanımayanlara Altan ailesinin küçük tosunu Mehmet Altan’ı biraz tanıtalım.

Küçük oğul 12 Eylül öncesinde sıkı devrimci ve Rusçu!

Kahrolsun Türkiye, Yaşasın SSCB diyenlerden!

12 Eylül sonrasında ise sıkı bir sözde liberal ve ANAP’lı!

Babasıyla beraber Turgut Özal’a methiyeler düzüp destanlar yazdılar.

Uğur Mumcu ile kavgaları

Öyle ki bu süreçte Uğur Mumcu ile bu aile arasında günler ve haftalar süren kalem savaşları oldu.

Özal öldü, SHP-DYP hükümeti geldi derken Özal yağcısı Mehmet Altan ne mi yaptı?

Her zamanki gibi hemen bir önceki gömleğini çıkarıp iktidar ortağı olan SHP ile çalışmaya başladı!

Evet yanlış okumuyorsunuz bu Mehmet Altan, dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar’a başdanışman oldu ve birkaç ay öncesinin fikirlerinin tam tersini savunmaya başladı.

Hani bugünlerde bazılarının ve hatta Mehmet Altan’ın bizatihi kendisinin çok eleştirdiği güneydoğu kökenlilerle ilgili faili meçhul cinayetler sürecinde bu adam(Mehmet Altan) hükümete mensup bir bakanın başdanışmanıydı ve olanlara rağmen bu görevini sürdürerek, yani istifa etmeyerek de bizatihi o cinayetlerde siyasi sorumluluk taşıdı.

Ve bu Mehmet Altan, şimdi mücahit pozlarında AKP’ye silahşorluk yapıyor.

Görüyorsunuz, adam durakta beklemeyi sevmiyor ve gelen her otobüse biniyor.

İlginç olan ayrıntı, bu ilkesizliğini AB ve demokrasi gibi kavramlarla ambajlamaya çalışması ve kendisini misyon adamı gibi sunmasıdır!

Ve heyhat böyle biri bu ülkede aydın diye geçinebiliyor ve bazıları da bu adama prim verebiliyor!

TSK’yı sabote misyonu!

Yahu adam yaşam seyrinde görüldüğü gibi ya parça başı çalışıyor ya da her dönem birilerinin taşeronluğunu yapıyor.

Tabii karşılığı olarak da büyük paraları götürüyor.

Şimdi böyle biri ortaya çıkıyor ve Yeniçağ’ı alet ederek Türk Genelkurmayı’nı aşağılıyor!

Hayır, bu adamın bunu yapması normal; çünkü ağabeyi TSK’yı sabote etme misyonuyla kurulan Taraf Gazetesinin başında yani bunlar aile boyu TSK’yı yok etmeye görevli.

Bak dinciler yanaşması Mehmet Altan!

Yeniçağ karanlık odakların değil, 72 milyon bir olsun ve beraber mutlu yaşasın diyenlerin gazetesidir. Ardında da okuyucularının dışında hiç ama hiç kimse yoktur!

Peki aynı şeyi sen kendin ve gazeten ya da patronun için söyleyebilir misin?

Her yıl milyonlarca dolar zarar eden Star Gazetesini kim sübvanse ediyor ve eden niye ediyor?

Fettah Tamince’nin ardında kimler var?

Dindarlara yarasa manşeti atan yeni mücahit(!)

Gelelim başka bir tosuna ki o Altan’lardan değil.

Onun adı Ergun Babahan’dır.

O da mamaya göre fikir değiştiren sınıfından!

12 Eylül öncesinde eylemci Dev-Solcu ve sıkı ateist, okulunda oruç tutan öğrencileri aşağılayıp saldıran tiplerden, devlette kaydı bile var.

28 Şubat süreci günlerinde çalıştığı Sabah gazetesinde dindarlar için “Yarasalar” diye manşet atmak için amiri Zafer Mutlu’ya yalvaran adam!

İki küsur sene önce Aydın Doğan’a gidip

“Beni bu dincilerden kurtarın, alın beni Doğan Grubuna”

diye yakaran, ama Aydın Bey’in hayır demesiyle yandaş medyaya kapağı atmak adına Ehl-i İslam ve de mücahit kesilen Ergun Babahan!

Beni bu adamla Kenan Sönmez tanıştırdı.

O dönem ANAP mebusu olan Sevgili Kenan Sönmez,

“Sebo bu arkadaş Sabah’da bizimle çalıştı, bir buçuk senedir işsiz, ona iş bulduk. Ankara’yı bilmez, yardımcı ol ”

dedi ve olduk.

Bir gün Ergun’a Ankara’yı gezdirdim ve “Bak burası Meclis, şurası Başbakanlık” dedim ve öyle öğrendi Başkenti!

Peki Kenan Sönmez bu arkadaşa nasıl mı iş buldu?

Güneş Taner temsilci yaptırdı!

Şahitlerin hepsi yaşıyor.

Güneş Taner sayesinde!

Onun gazetesi mi vardı demeyin, Güneş Bey o dönem kankası olan Mehmet Emin Karamehmet’i aradı ve Ergun’u Akşam gazetesinin Ankara Temsilcisi yaptırdı.

Öyle ki Karamehmet’in bu atamasına, dönemin Akşam’ın Genel Yayın Yönetmeni karşı çıkmıştı ve aylarca Ankara Temsilcisi ile telefonla bile görüşmemişti. (Bunu bana Ergun söylemişti.)

Hadi bunlara yalan de ve beni mahkemeye ver Ergun, seni tanıklarla ve olaylarla rezil edeyim!

Görüyorsunuz; Ergun Babahan budur, yani gerektiğinde siyasileri devreye sokarak medyada yer arayıp bulabiliyor.

Nitekim Star gazetesinde ona iş bulanın da Abdullah Gül olduğu dillerdedir.

Ben daha önce de bu sütunda bütün bunları yazdım diye Ergun, o dönem çalıştığı Sabah’ta aleyhimde haber imal ederek çamur bile atmıştı.

Şimdi böyle biri ortaya çıkıyor ve Yeniçağ’ın askerler tarafından okunmasını dalgaya alıyor!

Ergun sen nesin ki dalgan ne olsun!

AKP lejyoneri seni, yok lejyoner fazla sen ancak yamak olabilirsin hadi git işine. Sen dün sövüp aşağıladığın AKP’ye övgüler diz de aldığın maaşı hak et!

Sevgili okurlar emin olunuz Ali Kemal bile bu iki tosundan daha adamdı!

İddia Ediyoruz: Oda TV Bu Blogu Görmeyecek
Açık İstihbarat
15.07.2010

Oda TV başarılı bir site. Okutuyor. Bu alemde başarının kriteri tıklatmaksa tıklatıyor.

Kendine özgü üslubu ile eğlendiriyor.

Dünyada ve evrende herşey Oda TV yazdığı için oluyor ve Oda TV hep iddia ediyor.

Gerçekleşeni haber yapmakla yetmiyor. Gelecekten de haber veriyor. Analizle müneccimliğin ilginç bir sentezini yakalamış durumda.

En son Dursun Çiçek'in duruşmasında şu olacak diye haber yaptı. O gün mahkeme gerçekleşmedi.

Cumhuriyet'teki ekürilerine yaranacaklar diye Mustafa Balbay ile ilgili bir dizi yalan habere ısrarla imza attı. Açık İstihbarat ; Oda TV'nin okuyucuları yanılmasın diye bu haberleri düzeltmek zorunda kaldı.

Balkay geri dönüyor dedi; Baykal geri dönemedi.

Hangi birisini sayalım.

Bu kadar yalan ve yanlışa imza attığı halde tıklatıyorsa Oda TV başarılı demekten başka çare var mı?

Oda TV tıklatıyor.

Bu alemde tıklatan kazanıyor.

Bir de medyada bütün yanlış çıkan haberlerine rağmen ona sahip çıkan abileri oldu mu , Oda TV'nin başarısı kendiliğinden geliyor.

Ee tabi bu kadar meyve veren bir ağacın da taşlanması doğal.

Ve sonunda Oda TV gibi başarılı bir yayının görmediklerini, yazmadıklarını yazma iddiası ile bir blog açıldı. Kurucuların imla/kelime hatalarına kadar Açık İstihbarat'ı yakından takip ettikleri kullandıkları ibarelerden belli (Bkz : O da TV ; Bu da TV)

Blog da hayli iddialı haberler yeralıyor.

Oda TV gibi "biz yazdık Allah yarattı" modundaki bir sitenin anti'si de iddialı olacak tabi.

Oda TV'nin Koza Grubuna satış planlarını da ;

Oda TV'nin hakettiği "Boka Nazaran Tezek Ödüllerini" de bu blogda bulabilirsiniz.

Oda TV üslubu ile yazarsak :

"İddia ediyoruz Oda TV bu blogu görmeyecek"

http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/

Yanılırsak ve dolayısı ile yanıltırsak ne olacak?

Ne olacak..

En kötü ihtimalle Oda TV oluruz, tıklarsınız geçer.

Açık İstihbarat

Radikal-Referans birleşti, 23 kişi işsiz kaldı

26 Ağustos 2010 Doğan Grubu'nun Radikal gazetesi ile Referans gazetelerini birleştirme kararı, çalışanların aleyhine oldu. Şimdiye kadar 23 Radikal çalışanı "maliyetlerin azaltılması" gerekçe gösterilerek işten çıkarıldı.
Bianet'in listelediği isimler arasında Ekonomi Müdürü Ruhi Sanyer, ekonomi servisi muhabirleri Çağrı Bilgin, Esin Çetinel, Satfiye Yuva Kireççi; düzeltmenler Cengiz Alkan, Devrim Çakır; İstihbarat servisi muhabiri Ertan Kılıç; Kültür ve Sanat servisi muhabirleri Ceren Akardaş, Gönül Koca; Görsel Yönetmeni Metin Öztürk ve Görsel Bölüm Şefi Vedat Özdemir ile sayfa operatörleri Sefade Kırımlı, Sevim Yıldıran, Tanju Tapar, Sabriye Bakır, Gülbahar Aytar, Cem Sancaklı, Seçkin İçten, Hakan Uğurluay, dizgici Cevdet Abbas ile İsmet Berkan'ın sekreteri Meltem Özsoy bulunuyor.
"Kötü Kız" karakterinin sahibi Radikal çizeri Ramize Erer ile "Kulis" başlıklı köşenin yazarı Funda Özkan da işten çıkarılan isimler arasında.
Medya Takip Merkezi'nin haberine göre; çalışanlara "İki gazetenin birleşmesi sonucu maliyetlerin azaltılması" gerekçesiyle işten çıkarıldıklarının tebliğ edildiği öğrenildi. netgazete

Berkan Veda Etti! Yazarlık Teklif Edilen Yerde Durmayacaksın-
Açık İstihbarat Özel

Eğer bir gazetede üst düzey yöneticiyken görevden alınır ve size "yazar olarak kal" denilirse; unutmayın yapacağınız ilk şey süratle eşyalarınızı toplamaktır. Bu kuralın tek istisnâsı Ertuğrul Özkök'tür ki onun da "çok özel sebepleri"vardır...

Radikal gazetesinin on yıllık genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, koltuğunu Eyüp Can'a devretti ve dokunuklı bir son yazı eşliğinde de okuyucularıyla vedalaştı.

Ertuğrul Özkök'ün ardından İsmet Berkan'ın "1 numara" koltuğundan ayrılmasını tarih "Basının el değiştirmesindeki ilk kilometre taşları" olarak mı yazacak, yoksa Berkan'ın dediği gibi bu olay sadece "Düşmüş genel yayın yönetmenleri klubüne" yeni bir katılım mı bunu ilerleyen günlerde, Radikal'in geçireceği evrimleri izleyerek göreceğiz.

İsmet Berkan'ın görevden alınacağı ve yerine Aydın Doğan'ın kızlarının yeni gözdesi Eyüp Can'ın getirileceği aylar önce konuşulmaya başlandı. (Eyüp Can'ın Doğan grubundaki hızlı yükselişini sadece Aydın Doğan'ın cemaate boyun eğmesi ve hükümetle arayı iyi tutmak için istenmeyen isimleri göndermesi olarak okumamak lazım. Eyüp Can'ın yükselişinde karısı Elif Şafak'ın Aydın Doğan'ın kızlarıyla olan yakın arkadaşlığı nın da etkisi büyük. Eyüp Can Sağlık-Elif Şafak Sağlık çiftinin kızlarla olan "kankalığı" biliniyor. Bir zamanlar Ertuğrul Özkök'ün her lafını keramet zanneden kızların yeni kıblesi artık Sağlık ailesi. Birlikte çok iyi vakit geçiriyorlar...)

Doğan grubu hakkında aylar önceden konuşulan her şeyin bir gün mutlaka gerçekleşeceğini bilenler, bu "dedikoduya" daha ilk günden gerçek muamelesi yapmışlardı bile. Hangi yazarların gidip hangi yazarların kalacağı bile yazılıp çizildi. Yalanlanmayan bir habere göre İsmet Berkan'a gazetede yazar olarak kalması teklif edilmiş, o da bu teklife önce soğuk bakmış ama sonra kabul etmişti.

Künyede ismi "genel yayın yönetmeni" olarak geçse de son 3 ayı etksiz bir konumda, yani yazar olarak geçiren Berkan, bugün nihayet kararını verdi (belki de kendisi hakkında karar verildi) ve on yıldır yönetmenliğini yaptığı gazete ile vedalaştı.

Berkan'ın gazetede yazar olarak kalması yönündeki teklifi neden önce kabul edip sonra gazeteden tamamen kopmak durumunda kaldığının detayları henüz bilinmiyor.

Ancak bilinen bir şey var ki-ki bu kuralı İsmet Berkan da mutlaka biliyordur- basında etkili bir görevden alınıp da "yazarlık" teklif edilmesi, aslında "git" demenin kibarcasıdır.

Samuraylardan gelme bir gelenektir. Savaşta yenilen Samuray'a harakiri yapması için tepside altın kılıç sunulur, bu onurlu ölümden kendisini mahrum etmemesi için yalvarılır. Korkudan canına kıyamayanın boğazını üzülerek kesmek zorunda kalırlar ve ölüsünü itibarlı samurayların mezarlığından uzak tutarlar.

Görevden almanın kendi içinde "etik kuralları" vardır. Genel yayın yönetmenliği gibi zirve bir görevdeki insanı yakasından tutup indiremezsiniz. Nazik olmanız gerekir.

Bu inceliğin kuralı, kendisine yazarlık teklif etmektir.

Tecrübeli gazeteciler, "yazarlık"teklifinin "git" demek olduğunu, saflık yapıp da kabul edecek olursanız sizi atmak zorunda kalacaklarını bilirler...

Nitekim Murat Yetkin, 2000 yılında Sabah gazetesinde henüz tecrübesiz sayılabilecek bir Ankara temsilcisi iken, kendisini görevden aldığını peronelin önünde tebliğ ederek yerine Bilal Çetin'i getirdiğini açıklayan Tayfun Devecioğlu'nun "Murat arkadaşımızı yazar olarak aramızda görmek istiyoruz" teklifini ciddiye almak gafletinde bulunmuştu...

Murat Yetkin, belki o yıllarda henüz "Sizi yazar olarak aramızda görmek istiyoruz" denilmesinin "Eşyalarını topla" anlamına geldiğini bilmiyordu. Devecioğlu'nun teklifini gerçek zannetti ve odasına geçerek ertesi günün yazısını yazmaya başladı.

Ve tabii henüz yazısını bitirmeden kendisiyle daha açık konuşmak zorunda kaldılar. Saat 16.00'yı bulmadan da çıkışını verdiler.

"Yazar olarak kal" demek, "onurunu koruyarak git, yoksa atacağız" demektir.

İsmet Berkan, gazetecilik mesleğine ve mesleğin kazandıracağı maddi-manevi hazlara, imkânlara doymuş bir insan olarak bilinir. Henüz genç sayılabilecek bir yaşta olmasına rağmen yılardır çevresine Amerika'da felsefe okumak, dağa tırmanmak, emeklilik keyfi yaşamak istediğini anlatır.

Gazetede kalmayı bir hırs meselesi yaptığını sanmıyoruz. Belki genel yayın yönetmeninin değişmesiyle ikbal kaygısına düşen ve gazetede yıllardır kendisinin himayesinde ayakta duran insanları kıramamış, onları terketmiş gibi olmak istememiş olabilir.

Şöyle veya böyle, "Sizi yazar olarak aramızda görmek istiyoruz" denildiğinde "Allahaısmarladık" diyememiş ve basının "omertası" kendisi için de işlemiştir.

Eğer bir gazetede üst düzey yöneticiyken görevden alınır ve size "yazar olarak kal" denilirse; unutmayın yapacağınız ilk şey süratle eşyalarınızı toplamaktır..

Bu kuralın tek istisnâsı Ertuğrul Özkök'tür ki onun da "çok özel sebepleri"vardır.

Görevden alınacağını duyunca "Aydın Bey'le yıllarımız geçti, çok sır paylaştık" şeklinde bir yazı döşenmek gibi...

NOT: İsmet Berkan veda yazısında 32 yıldır, yani 1978 yılından beri gazetecilik yaptığını yazmış. 1964 doğumlu olduğuna göre 14 yaşında gazeteciliğe başlamış olmalı. Ortaokuldaki duvar gazetesini de "gazetecilik yıllarından" saydı herhalde...

Kaynak: Açık İstihbarat

Hürriyet Ve Kanal D Kime Satılıyor?
Aydın Doğan Hürriyet ve Kanal D'yi kime satıyor? Yılmaz Özdil'in bu satışla ne ilgisi var? Özdil kovulacak mı?

Doğan grubunda işler karışık . Aydın Doğan’ın satmak istediği Hürriyet ve Kanal D için kulislerde Ferit Şahenk ile görüştüğü konuşuluyor.

Özellikle Yılmaz Özdil’in yazısının da bu süreçten dolayı konulmadı ve beklemeye alındığı iddia edildi.

Ayrıca Başbakan’ın da bu satış sürecinde onayının beklendiği belirtiliyor.

Bu arada şok bir gelişme de Perşembe sabahı grubun satışı lile ilgili Türkiye’ye gelecek olan Murdoch. Herkesten sır gibi saklanan dünya medya devi Murdoch Perşembe sabahı görüşmeler için Türkiye ye geliyor.

Doğan Grubu'nda kulaktan kulağa yayılan şok bir dedikodu var: "PATRON 1 HAFTA İÇİNDE DEĞİŞECEK!"

Kaynak:Postmedya

Kanal 24 ve Star gazetesi satıldı
14 Ekim 2010

Haber kanalı 24 ile Star Gazetesi'nin büyük hissedarı olan Ethem Sancak yüzde 51 hissesini sattı. Sancak büyük umutlarla girdiği medya sektöründen tamamıyla çekildi. İşte 24 ile Star'ın yeni sahibi:

Kanal 24 ile Star gazetesinin yüzde 51'ine sahip olan Ethem Sancak bu hisseleri sattı! İşte yeni patron...

Haber kanalı 24 ile Star Gazetesi’nin büyük hissedarı olan Ethem Sancak yüzde 51 hissesini kapatılan Fazilet Partisi ve Ak Parti eski Erzincan milletvekili Tevhit Karakaya’ya sattı.

Karakaya bugün Star Gazetesi’ne gelerek Mustafa Karaalioğlu, Akif Beki ve kurmayları eşliğinde kanalı gezdi.

Bir süredir maaşlarda ödeme zorluğu çeken haber kanalı 24 yeni bir patronla rahat bir nefes aldı.

TEVHİT KARAKAYA KİMDİR?

1955 Yılında Erzincan'da doğan Karakaya, İlahiyat Fakültesini bitirdi.. Daha sonra iş hayatına atılan Karakaya serbest ticaret yaptı...

1995 Yılında kapatılan Refah Partisi'nden milletvekili seçilerek meclise giren Karakaya, 1999 yılında Fazilet Partisi'nden bir kez daha parlamentoya girdi...

AK Parti'nin kuruluş aşamasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve şimdiki Cumhurbaşkanı Gül ile birlikte aktif rol aldı...

2002'de bu partiden üçüncü kez Erzincan milletvekili olan Karakaya 2007 Genel seçimlerinde aday gösterilmedi.. Karakaya daha sonra AK Parti MYK üyeliğine seçildi...

Karakaya, yaklaşık bir hafta önce kızı Hatice Karakaya’yı evlendirmiş, nikaha devletin zirvesi katılırken şahitlikleri Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan yapmıştı...

postmedya

Doğan Grubu, Hürriyet ve CNN Türk'ü satıyor
14 Ekim 2010
Doğan Grubu, medyadaki varlıklarının satışı için Goldman Sachs'a yetki verdi. Hürriyet ve CNN Türk'ün de aralarında yer aldığı yayın organlarına Murdoch, Time Warner, Vivendi, RTL ve Axel Springer gibi gruplar talip oldu.

İSTANBUL - Doğan Grubu aralarında Hürriyet gazetesi ve CNN Türk'ün de bulunduğu medyadaki iştiraklerini satış için harekete geçti. Goldman Sachs'a yetki veren grup, yaklaşık 2 milyar dolar civarında bir satış gerçekleşmesini bekliyor.
İngiliz Financial Times gazetesi, haberi "RTL ve Time Warner da Doğan Grubu'yla ilgileniyor" başlığıyla duyurdu.
Gazete, grubun hisselerini satın almakla ilgilenen bazı şirketler arasında medya şirketleri RTL ve Time Warner'la, özel sermaye şirketleri KKR ve TPG Capital'i saydı. Financial Times, geçen yıl kesilen 4 milyar 800 milyon dolarlık vergi cezasının gruba darbe indirdiğini belirtti. habertaraf

Yeni Radikal 5.gününde hangi rekoru kırdı!
23 Ekim 2010
Genel Yayın Yönetmenliğini Eyüp Can'ın yaptığı Yeni Radikal 5. gününde rekor kırdı ama...

Genel Yayın Yönetmenliğini Eyüp Can'ın yaptığı Yeni Radikal dün 200 binin üzerinde basıldı ancak yaklaşık olarak 83 bin adet satıldı. Böylece Yeni Radikal % 56 iade oranı ile basın tarihindeki iade rekorunu kırdı!

BP ve Petrol Ofisinde bedava verildiği bilinen Yeni Radikal’in dün 15.000 adedinin de DR’larda bedava dağıtıldığı belirtildi.

(medyaloji.net

Haramzâdeler Listesinde Bir Ulusalcı!
Açık İstihbarat Özel

Arkalarında iktidar desteği olmadan, normal şartlarda medyada yer bulmaları imkânsız olan bir zevatın, TRT'den aldığı yüksek ücretler, CHP'li Kemal Anadol'un soru önergesi üzerine TRT'den sorumlu Devlet Bakanı Bülent Arınç tarafından kamuoyuna açıklandı.

Bu listeye göre program başına, yani haftalık olarak ödenen ücretler şöyleydi:

Fehmi Koru, Derya Sazak, Fuat Keyman, Mustafa Erdoğan (2500 TL),

Taha Özhan (2000 TL), İbrahim Kalın (1250 TL), Oral Çalışlar, Reşat Ç

alışlar 1850 TL, Bahar Feyzan (1850 TL), Mete Çubukçu (1250 TL), Ekrem Dumanlı (1475 TL) Ergun Babahan (3200 TL), Emre Aköz, Mümtaz Türköne (1250 TL), Önder Aytaç (1500 TL),

Mustafa Akyol, Ümit Zileli Beril Dedeoğlu, Deniz Ülke Arıboğan, Ferhat Kentel (net 1000 TL)

Yeniçağ gazetesi Yazarı Selcan Taşçı bu çapsızlara , yoksul vatandaşın vergisinden ödenen astronomik rakamlar konusundaki duygu ve düşüncelerini yazdı. "Burunzade Ergun'a çalıştık" başlıklı bu yazıyı okumanızı tavsiye ederiz. (http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=15650)

Ahlak değerlerinin bu derece deforme edilemediği bir ülkede böyle bir liste kuşkusuz kıyameti koparırdı. Düşünün, devletin imkânları ve vatandaşın vergisiyle kurulmuş olan ve yasasına göre "kamu yayıncılığı" ilkesinden ayrılmaması gereken TRT, iktidara yağdanlık yapmaktan başka hiçbir özelliği bulunmayan, hatta bir kısmı (İbrahim Kalın, Beril Dedeoğlu, Önder Aytaç vs.) gazeteci bile olmayan bu şahıslara, hayatlarında hiç bir ülkede ve hiç bir konumda kazanamayacakları bu paraları, vatandaşın kesesinden dağıtmaktaydı.

Bu utanç listesi, sadece AKP muhaliflerinin değil, gazetecilik mesleğinin asgari ilkelerini korumaya çalışan herkesin tepkisine neden oldu. Çünkü adı geçen şahısların ne kendilerinin, ne de "fikirlerinin" ayda 13 bin TL'ye değecek "kamu yararını" taşıdığı oldukça kuşkuluydu.

Bu haramzadeler listesinde şaşırtan isim hemen hemen yok. Hatta eksik kalmış olanlar var.Örneğin, bir Şamil Tayyar, bir Nazlı Ilıcak neden bu "ek gelirden" mahrum bırakıldı? Belki de bu isimlerin yağdanlık ayarlarını gözden geçirmelerinde fayda var. Batan geminin mallarından mahrum olmalarını iştemeyiz...

Listede, bizim şaşırmadığımız ama kimilerini şaşırtması gereken bir isim daha var:

Cumhuriyet gazetesi yazarı Ümit Zileli...

Zileli'ye, diğerlerine ödenen miktarlara bakılırsa "figüran ücreti" uygun görülmüş. Program başına 1000 TL alıyor...

Bir başka yandaş kanalda "Ters Cephe" adlı bir programa çıkıp Taraf gazetesi yazarı Rasim Ozan Kütahyalı ile Hacivat-Karagöz oyunu oynayan Zileli, duyumlara göre bu programdan da bölüm başına 1000 TL alıyor...

Yani, yağdanlıkların karşısında, yetersizliği ve "modası geçmiş görüşleri" ile rezil rüsva olan "ulusalcı" tiplemesinin aylık ücreti, toplamda 8 bin TL ediyor!

Kanaltürk'te perşembe günleri yayımlanan Ters Cephe adlı programı izlerseniz, "zenne" rolüne neden bu değerin biçildiğini anlarsınız...

Program, Ümit Zileli ile Rasim Ozan Kütahyalı arasındaki horoz dövüşü üzerine kuruldur. Bu horoz dövüşünün galibi her seferinde, sözüm ona "cesur, fırlama, cin gibi kurnaz ve de dinamik fikirlerin temsilcisi" Kütahyalı olmakta; katı türban düşmanlığından başka hiç bir fikir sergileyemeyen Zileli'ye ise "Bakın, bu Kemalistler işte böyle halktan kopuk, kendini beğenmiş,milletin hassasiyetlerinden bîhaber insanlardır" imajını yaratma rolü düşmektedir.

Ümit Zileli'nin programa hiç bir hazırlık yapmadan, günlük gazeteleri bile okumadan geldiğinin farkında olan Kütahyalı, sık sık sıcak güncel gelişmelerden söz açarak Zileli'nin bu eksikliği üzerinden puan kazanmaktadır.

Örneğin Kütahyalı, Zileli'ye "Muharrem İnce'nin açıklamasını okudun mu?" diye sorabilmekte, Zileli ise günün konusu CHP içindeki resepsiyon tartışmaları olduğu halde, "Yooo...okumadım, ne olmuştu ki?" diye cevap verebilmektedir...

Programın içeriğine ilişkin hiç bir hazırlık yapmayan Zileli'nin "zahir" söz konusu olunca aynanın karşısında saatler geçirdiği ise gülünç derecede parlatılmış saçlarından, özenle makyajlanmış yüzünden ve her programda bir yenisi sergilenen pahalı kol düğmelerinden anlaşılmaktadır...

Zileli'nin "uzman" olduğu tek konu, kendi yazılarıdır. Sürekli, "Ben yazmıştım" demekte ve kendi yazılarından başka hiç bir kaynağı referans gösterememektedir.

İki saatlik program süresince kullandığı kelime dağarcığı ise "Ahlaksızsınız kardeşim", "Ayıptır ya...", "Tiksiniyorum", "Alçaksınız, yalancısınız."dan ibarettir...Bu ağır hakaretlerin altını örneklerle değil, sadece gözlerini kırpıştararak ve yüzüne tiksiniyormuş gibi bir ifade vererek doldurmaya çalışmaktadır.

Bu manzaranın "kibirli Kemalist" imajına ne kadar değerli bir katkı sunduğunun farkında olan Rasim Ozan Kütahyalı, hazdan kahkahalar atarken, daha ciddi ve üslûbu daha düzgün bir adam olduğu anlaşılan Mustafa Akyol, bu altı boş hakaretlere haklı tepkiler vermektedir.

Biz "ulusalcılara" ise bu durumda, en azından programa hazırlık yaparak geldiği ve üslupta belli bir seviyeyi korumaya çalıştığı için "yandaş" Mustafa Akyol'a saygı duymaktan, Ümit Zileli'den ise utanmaktan başka çare kalmamaktadır.

Ümit Zileli ile Rasim Ozan Kütahyalı açısından programda "şahsiyet ve haysiyet" de ayaklar altında sürünmektedir. Az önce birbirlerine "Alçaksın, ahlaksızsın kardeşim" diyen bu adamlar, aradan 5 dakika geçmeden sarmaş dolaş olmakta, şen kahkahalar eşlğinde şakalaşma moduna girmektedirler. Ümit Zileli, referandum öncesi yayınlanan bir programda daha 3 dakika önce"Ahlaksızsın kardeşim, tiksiniyorum"dediği Kütahyalı ile oy oranları konusunda "takım elbisesine" bahse girmiş, program ikilinin tatlı tatlı didişmesiyle kapanmıştır...

Bir parantez açarak Ümit Özdağ'ın bu programdaki "farklı duruşuna" dikkat çekmek istiyoruz. Özdağ'ın programı görüşlerini dile getireceği bir platform olarak değerlendirdiği, rayting kepazeliklerine alet olmak istemediği anlaşılmaktadır. Rasim Ozan Kütahyalı'nın şımarıklık ve seviyesizlikleri ile kesinlikle muhatap olmadan, karşı tarafa boş hakaretler savurmadan ve görüşlerinin altını bilgiyle doldurarak saygıyı haketmektedir. Bu anlamda, Ümit Özdağ ile Mustafa Akyol gerçek bir "ters cephe" konseptine doğru ilerlerken, Ümit Zileli ile Rasim Ozan Kütahyalı seviyesizliğin batağına doğru sürüklenmektedir.

Ümit Zileli'nin kendisinden 20 yaş küçük olan Rasim Ozan Kütahylı karşısında düştüğü durumları düzeltme şansı bulunmadığını, böyle bir niyetinin de olmadığını Bülent Arınç tarafından açıklanan listenin yayımlanmasından sonra anlamış bulunuyoruz.

Dürüst gazetecilerin, milli kalemlerin, Kemalist yazar ve düşünce adamlarını birer birer açlığa,işsizliğe mahkum edildiği, cezaevlerine tıkıldığı bir AKP faşizminde "ulusalcı ve Kemalist gazeteci" sıfatıyla ayda 8 milyar TL kazanmanın bir bedeli var çünkü...

Ümit Zileli'yi izlemeye devam ediyoruz...

Kaynak: Açık İstihbarat

Ahmet Çalık olur verdi, Sabah yeniden yapılanıyor

11 Kasım 2010 Hafta başı Serhat Albayrak imzası ile çalışanlara gönderilen iç yazışma mail'i, Sabah gazetesinde yeniden yapılanma çalışmaları olduğunu çalışanlara duyurdu. Peki, bu çalışmalar kapsamında Sabah'ta ne gibi yenilikler yapılacak? İşte yeniden yapılanmanın ayrıntıları
Medyatava'da yayınlanan habere göre, bizzat patron Ahmet Çalık'ın "olur"u ile Sabah Grubu'nda bir yeni yapılanma başladı. Ama bu yeni yapılanma öyle lafta kalan klişe bir yeni yapılanma değil.

Çalık Grubu dünyanın en önemli medya planlama şirketlerinden Booz & Co. ile anlaştı.
İngiltere'de Daily Telegrapf, BBC ve Guardian gibi medya devlerini geleceğe hazırlayan Booz Company'nin müşterileri arasında çeşitli sektörlerden Fortune 500 listesine girmiş dünya devleri de var.

Booz & Co. Sabah'ı dijital medya ve yakın gelecekteki gazetecilik normlarına göre yeniden yapılandırma reçetesini hazırladı.
Habere göre, göre Çalık Grubu, ABD'li şirkete bu danışmanlık için 5 milyon dolar civarı bir ödeme yapıyor.

PEKİ UYGULAMA NASIL OLACAK?
1.Gelelim yeniden yapılanmanın aşamalarına. İlk aşamada "tek katlı açık ofis sistemi"ne geçiliyor. Yazı işleri müdürleri ya da bölüm şeflerinin özel odaları olmayacak. Tüm gazete mutfağı ve haber merkezi çalışanları açık ofis sistemi ile aynı katta bulunacak. Bunun amacı gelişen haberlere hep beraber refleks verme stratejisini geliştirmek... Araştırmalar göstermiş ki mevcut sistemde odasında oturan bir müdürle gazeteyi hazırlayan ekip arasında duvar oluşuyor. Şefine haber söylemeye bile çekinerek giren gazeteciler zamanla işi boş vermeye başlıyor. Açık ofis sisteminde sadece genel yayın müdürünün misafir ağırlamak içir bir toplantı odası bulunacak...
2. Yapılanmanın en önemli ayağı ise hiyerarşik devrim. Bu uygulamada klasik müdürler ve dikey hiyerarşi bitiyor. İsimler gazete künyesinde dikey olarak gittiği için aşağıya doğru rütbelerin düştüğü sistem sona erecek. Yani yayın yönetmen yardımcısı, yazı işleri müdürleri ve bölüm şefleri silsilesinin yerine yatay diziliş geliyor. Çünkü bu sistemde, ismi üstte gibi görünse de mesela yazı işleri müdürlerinin spor ya da ekonomi servislerine zaten pek müdahalesi olamıyor.

3. Yeni uygulamada "üst karar alıcı" olarak genel yayın müdürü tepede kalacak ama altındaki diğer 7 kişi yatay hiyerarşi ile çalışacak. Bu 7 kişinin birbirine emir komuta zinciri içinde hitabı olmayacak. Yani künyede ismi üstte olan son sözü söyleyemeyecek. Bu 7 kişi genel yayın müdürü başkanlığında "ortak akıl" ile bir jüri hassasiyetinde gazete hazırlayacak...
4. Uygulamanın bir diğer ayağı da dijital devrim ve iPad çağına ayak uydurmak için hazırlanan dijital bilgi kütüphanesi sistemi. Bu sistemde yayın müdürüne bağlı 7 kişi gazetenin iç sayfalarından da sorumlu olacak. Gazete için 24 ayrı sayfa şablonu hazırlandı. Bir haber geldiğinde ilgili kişi o haberin hangi sayfa şablonuna uyduğuna karar verip haberi o şablonda editörüne yazdıracak. Mesala 240 karakter spot, 1300 karakter ana yazı, 500 karakterlik bir kutu, artı 2 fotoğraf gibi... Böylece 'sayfa sekreteri sigaradan gelmedi', 'bu fotoyu büyük açtık yazının yarısını atın' iletişimsizliği bitiyor. Ajanslardan gelen ya da içeride hazır olan haber saat kaç olursa olsun hemen o formata göre hazırlanıp dijital platformlardan yayına verilecek. iPad ya da diger dijital aboneler Tom Cruise'un "Azınlık Raporu" filmindeki gibi anında güncel habere ulaşacak. Haberlerin iyice işlenmiş son hali de, gazete baskısı için geleneksel sistemle matbaaya gidecek... netgazete

Yeni Şafak'ta Fehmi Koru ile İbrahim Karagül krizi

18 Aralık 2010 Yeni Şafak gazetesinde iddialara göre; adeta bir iç savaş yaşanıyor. Gazetenin en çok okunan yazarlarından Fehmi Koru ve İbrahim Karagül'ün yazıları iki gündür yayımlanmıyor. Medyaradar sitesinde yer alan habere göre; olay, ilk olarak medya sitelerinde gündeme geldi. Daha sonra Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül katıldığı "Medya Kritik" programında ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi olan Eric Edelman'ın kellesini istediği ismin kendisi olduğunu açıkladı. Yaşanan Edelman krizinden sonra sessizliğini koruyan Fehmi Koru gazete yönetimine rest çekerek "ya o, ya ben" dedi. Gazete Fehmi Koru'nun bu restinden sonra İbrahim Karagül'e yazı yazdırmadı. Gazetede Taha Kıvanç ismiyle de yazılar yazan Fehmi Koru böylece gazetesini iki yazardan yoksun bırakmış oldu. netgazete

Fatih Altaylı dün gece DAYAK YEDİ
14 Nisan 2011
Altaylı dün gece iki kişinin yumruklu saldırısına uğradı.



Fatih Altaylı dün gece Asmalımescit'te iki kişinin yumruklu saldırısına uğradı.

Dün Asmalımescit olaylı bir gece yaşadı. Fatih Altaylı, İstiklal Caddesi'nden Asmalımescit'e doğru yürürken iki kişi lafla sataştı.

Altaylı yanıt vermezken iki kişi daha sonra Altaylı'nın üzerine yürüyerek gazeteciyi tartakladılar. Altaylı'nın saldırganlara yanıt vermediği gözlenirken olay etraftakilerin araya girmesiyle yatıştırıldı.

ŞİKAYETÇİ OLMADI

Daha sonra gelen iki sivil polis Altaylı'ya saldırganlardan şikayetçi olup olmadığını sordu. Fatih Altaylı şikayetçi olmayacağını bildirdi.

Medyatava

Siyasi "sitkom gazeteciliği"nin iflası
Selçuk Salih Caydi
31 TEMMUZ 2011



Ertuğrul Özkök tarafından takıldığı söylenen “Sitkom gazeteciliği” adının Türkiyedeki anlamı, “kendi hayatını anlatan gazeteci.” Oldukça masum görünen bir tanım. Asıl “sitcom” denen şeyle (’situation comedy’ ile) zorlama bir akrabalığa sahip olan Türkiye versiyonunun snobizmin ötesine geçmekte zorlandığını söylemek gerekiyor. Snobizmin kitabını daha 19’uncu yüzyılda yazan ve bugünkü “snob” lafının mucidi sayılabilecek William Makepeace Thackeray (1811-1863), “snob” tipini deşifre etmeyi “hayatının işi” olarak gören Punch dergisi yazarı, Türkiye’de, -“snob” olmanın da ötesinde- snob özentileri için, yaratıcı Türkçede “züppelik” diye bir lafın olduğunu bilmiyormuştur elbette, zira o zamanlar Türkiye’de böyle tiplere “Monşer” deniyordu. Monşerler, Türkiye’ye sahicilik yeniden hakim olunca kar gibi eridiler. Onların yerini zontalar, züppeler ve nihayet küçük burjuva aydınları aldı. Yarı-aydınlığın bile bir adabı vardı ve mütevazilik evrensel ölçülerden en önemlisiydi. Sol aydının önce züppeleşip sonra yontularak Monşerliğe doğru evrildiği neo-liberal dönemde, basında ifadesini bulan çağdaş snobizmin iki iyi örneği Serdar Turgut ve Ertuğrul Özkök olmalı (iki kötü örneği de Engin Ardıç ve Emre Aköz olsa gerek).
Neo-liberalizmin laylaylom dönemlerinde yaşamış bu gazetecilerin “sitkom” ilan ettikleri snobizmin tükenip magazin seviyesine düştüğünü söyleyebiliriz. Serdar Turgut, bu tip gazetecileri incelemek bakımdan özel bir örnek teşkil ediyor, çünkü neo-liberalizmin “müşteri velinimetimizdir” mantığına sadık kalarak “başarı”sını sürdüreceğini düşünüyor. Bu mantığı, sitkom savunucusu New York’lu bir başka gazetecinin, gazeteci Yurtsan Atakan’a söylediği şu sözleriyle belgeleyebiliriz. (Murat Belge beni andı!)
“Sevgili Yurtsan, sen ciddi gazetecilik yap, ben sitkom, sonra tirajlarımızı tokuştururuz.” Şimdi gazeteciliğin ölçütü tirajsa, porno da Oray Eğin sitkom tirajına beş basar! Mesele tirajsa bunun dibi yoktur. (Neo-liberal dönemlerde tirajın kalitenin yerini aldığını ve yeni medyatik elitlerin bu nedenle vasat olduklarını anlatmıştık). Ama siyasi eleştiriyi bırakıp ortaokul/lise cinselliğiyle sitkom yoluna devam etmek “hûlyaları” boştur (1930'lu yıllardan ıtıbaren kullanıldığı haliyle orijinal "sitcom" sözünün gerçek anlamı da ciddi bir yan içerir zaten. Ve o ciddi yanı olmazsa, sadece magazin haline gelir). Burada bir iflas durumu yaşanıyor ve bunun iki canlı örneği Turgut ve Özkök özelinde bu yeni duruma dikkat çekmek, Türk basınının yeni mecraını anlamak bakımından da önemli olmalı.
1990’lardan sonra iyice belirginleştiği haliyle yeni bir ’Sonradan modernleşme’ yaşayan Türkiye’de bir tür “Tüketim gurusu” rolü oynayanlar arasına Sol kökenli yeni snob gazeteciler de katılmıştı. Fakat bunlar esas itibariyle siyasi yorum yapan yazarlardı. Şimdi iktidarın siyasi baskısı altında bu yanlarını terketmeleri, sadece “kaliteli tüketici” ve “modern yaşam koçu” tipi birer magazin yazarına indirgenmeleri, böyle tiplere ihtiyaç olmadığını gözlere sokmak gibi bir işlev üslenmiştir. 2008’den beri güçlenek gelen yeni trende uygun hareket edenler olmasa, onlardan tamamen farklı “sitkom gazeteciliği”nin düştüğü pejmurde durumu görmekte zorlanabilirdik. Ama ortada Sedat Ergin, Nuray Mert gibi gradosu yükselen örnekler var. Ve gazete okuyan Türkiyeli kitlenin, snoblardan snobizm öğrenip snob taklidi olmaya ihtiyacı kalmamış görünüyor. Simdi kaliteli yaşamın kendince çeşitli türlerini profesyonelce tanıtan yazarlar türedi. Son beş yıldır bu konuda örnekler belirginleşiyor. Ve Ertuğrul Özkök’ün nerede ne yediğini merak edenler sanıldığından çok daha az artık. Ertuğrul Özkök'ün bu "iyi yaşadık" snobizminin görgüsülük sınırlarında gezindiğini anlatan bir Sanem Altan yazısı hatırlıyorum. Sonradan modernleşmiş yeni Türkiye bu konuda çeşitli aşamalardan geçerek Özkök ve Turgut’u aşmış görünüyor. Şimdi beklentiler yüksek ve sadece yemek-içmekle sınırlı değil. Özkök ve Turgut diğer konularda suskunlar. Sahiciliğin cesaret de gerektirdiği görülüyor. Herşeyden biraz, yarım yamalaklık artık pek birşey getirmiyor. Süpermarket gazete gibi süpermarket tipi yazar da tükenmiş görünüyor. Artık tarafgirlik esastır -sahici değerleri savunup savunmamak konusunda bir tarafgirlik. Tam da burada tarz öne çıkıyor...
Özkök ve Turgut'un neyin ne olduğunu bildikleri açık. Ama bunu, bildikleri "sitkom tipi gazetecilik" ile yapamıyorlar ve susuyorlar.
Gazetelerin evrensel ölçülerdeki (az sayıdaki) yazarının gördüğü ilgi ve saygı da (“tiraj” değil tabii) gösteriyor ki, okur sahiciliğe yani sahici gazeteciliğe/muhalifliğe aç. Bu açlık artacaktır elbette. Benzersiz baskı ortamının bunalttığı gazetecileri anlamak da mümkün, ama “sitkom” tipi gazetecinin kendisiyle özdeşleştirdiği eleştiri sitiliyle, iktidarın karşısında duramadığı -bu vesileyle- anlaşılmıştır. Halbuki kendiyle konu arasına mesafe koyarak, olayları daha kişisel-olmayan bir yerden değerlendiren yazarların daha dayanıklı olabildiği ve istediklerini uygun bir dille söyleyebildikleri görülmüştür. Ayşe Arman’ın yaptığı türden “sitkom gazetecilik” de esasen siyaset dışında kaldığı ve siyasi konularda yazar kendiyle olay arasına mesafe tutmayı becerdiği için başarılıdır ve bu haliyle önemli bir renk olmayı da sürdürecektir, ama sıkıyı görünce kendini cinselliğe ve şaraba vuran “ siyasi sitkom gazeteciliği” iflas etmiştir.
Bu gazetecilerin acınacak yanı, iflasları değildir sadece. Omurgalı davranarak bugün işten atılan dirençli gazetecilerin yarının starları olabileceği ihtimalini de göremeyecek kadar miyop olmalarıdır. Şimdi sahicilik yükselen değerdir ve gazetecilerin kuracağı sahici gazetelerin doğup magazinleşmiş büyük basını, (ve bültenleşmiş yandaş basını) sallayacağı bir dönemi de haber vermektedir. Bunun ilk (kötü) örmekleri Sözcü ve Taraf gazeteleri oldu. Şimdi çok daha kaliteli Sözcü'ler ve Taraf'lar doğabilir. Hürriyet ve benzeri büyük gazetelerin magazinleşmeye devam etmesi halinde, tahtlarından inebilecekleri kimsenin düşünemediği ihtimaller olmakla birlikte, bugünü on yıl öncesiyle kıyaslayıp büyük farklılıkları görenler, şunu da anlayacaklardır: "Herşey inanılmayacak kadar 'güzel' olacak!.."

http://konstantiniye.blogspot.com/

Odatv ve Küçükkaya'yı Yerin Dibine Soktu
04 Ekim 2011

Reha Muhtar, kendisi ve babası hakkında linç kampanyası başlatan Soner Yalçın ve Oray Eğin ile bu kampanyaya sayfalarını açan Akşam Yayın Müdürü İsmail Küçükkaya'ya çaktı...
Ergenekon’du Balyoz’du, mahkemeler karar vermeden, adalet son sözü söylemeden ahkam kesmem...

Darbe yapmak istemişlerdi, bombaları şurada saklamışlardı diye sallamam, içinde değilim bilmiyorum...

Haksızlık ederim, hak yerim...

Generallerle ilgili, Ergenekon sanıklarıyla Balyoz tutuklamalarıyla ilintili, az konuşuyorum, çok dinliyorum...

Fakat medya öyle değil...

Ben o medya düzeninin içinde yaşıyorum...

Kimsenin bilmediklerini içinde yaşadığım için biliyorum, tahmin ediyorum, çok kişinin görmediklerini görüyorum tabiatıyla...

O hayatın içindeyim, göbeğindeyim, zaman zaman okların hedefi, zaman zaman da hedefi olanların en yakın tanığıyım...

Oda TV olayı, Ergenekon’la bağlantılı mı bilmem...

Çok da önemi yok benim için...

Ancak Oda TV’de çalışan iki kişinin gazetelere yansıyan iddianamedeki telefon konuşmaları önemli...

O konuşmada t.... ‘nın sıkılması gerektiği söylenen bir Akşam gazetesinin genel yayın yönetmeni var...

“Eğer o organları sıkılmazsa, kontrol edilemeyecek bir hale geleceği” söylenerek, “organları sıkılacak bir yazı politikası” güdülmesi karara bağlanıyor...

Sonra ne ilginçtir ki, bu gazetecinin yönettiği gazetede, “babamın ani beyin kanaması” geçirmesine neden olan, sol tarafına felç indiren ve şu anda ceza ve tazminat davaları süren yazılar çıkmaya başlıyor...

O çok ilginç telefon konuşmasında “belinin altındaki organlarının sıkılarak adam edilmesi!!! düşünülen genel yayın yönetmeninin” gazetesi, bana karşı, ceza davalarına konu olacak yayınları bizzat o konuşmayı yapan köşe yazarının köşesinden yayınlamaya devam ediyor...

80 yaşındaki babam, yazılan bunca kirli yalan ve pis iftira karşısında beyin kanaması geçiriyor...

Hastanede üç gün yoğun bakımda kalıyor...

Sol tarafına felç iniyor...

Konular Ergenekon’a falan girdi mi sulanıyor...

Siyasi tarafı öne geçiyor ve bu kirli ve pis kavga, ulvi bir kutsal dava adına yapılıyormuş izlenimi uyandırılıyor...

Oysa, bu linç kampanyasının, nasıl olur da bir siyasi kutsal amacı olabilir?..

Şimdi o gazetenin genel yayın yönetmeni, hiçbir şey olmamışcasına bu mesleğe devam edip, genel yayın yönetmenliğini sürdürecek mi?..

İnsan kanıyla beslenen, 80 yaşında babaları, dedeleri beyin kanaması geçirterek hastanelere sevkeden, “istediğimiz gibi davranması için organlarından sıkalım” şiarlı gazetecilik sona ermeyecek mi?..

Günah değil mi?..

Bunca suçsuz günahsız insanın, medyatik bir linç kampanyasının parçası haline getirilmesi?..

Ben şöyle söyleyeyim...

O telefon konuşmalarının tarafı olan kişilerin “hiçbir organımı sıkmalarına” müsaade etmedim...

Bedelini, aleyhime leş gibi bir kampanyayı yiyerek ödedim...

Ne ki huzurluyum...

Akşam çocuklarımla kafamı yastığa koyduğumda, onlara sarılıp huzur içinde onları seyrederek uyuyorum...

Ya sen?..

Organlarının sıkılmasından muzdarip arkadaş...

Sen rahat uyayabilecek misin?..
aktifhaber

Türkler’de Türker Güzellemeleri ya da bir gafletin yapıbozumu adına!
Perihan Mağden,
30.10.2011

Çarşamba günü yayımlanan Taraf’ta Levent Yılmaz’ın haftada birlik şişesinden harbiden inanılmaz (şöyle yakışıklı gülen çocuk fotosuyla filan da donatılmış) bir Yıldırım Türker Güzellemesi çıktı.

Son zamanlarda Taraf’ta, diyelim Roni Margulies’in kaleminden de ölçüsüz bir “Yıldırım Güzellemesi” vakasıyla kalakalmıştık. Ama Roni bey (sanırsam) adanmış bir Türk Troçkisti. Ve de “Türk Troçkisti” olması gereği, gerilla savaşının yanında. Bu yüzden PKK’nın artık iyice ne idüğü belirsizleşmiş savaşını “gerilla” savaşı sanmakta direnmekle kalmıyor –(Yılın Diren Ödülü!)

İş bu “gerilla” savaşını kutsaması gereken herkesin Yıldırım Türker türbesinde bir mum yakması da –anlaşılan– zaruri! Roni bey de şair coşkusuyla ölçüyü kaçırmış, yaşları kadar mum yakıvermiş türbe pastasının üstünde. Üflüyor.

Anlıyoruz, diyelim yazısını.

Ama benim yine de anlamadığım (ve kanıma dokunan) şu: diyelim Radikal’de ya da Birgün’de bir Perihan Mağden Güzellemesi ya da Yıldıray Oğur Güzellemesi ya da Ahmet Altan Güzellemesi’yle karşılaşma ihtimaliniz SIFIR iken–

Taraf’ın hem eşitliksiz bir demokrasi platformu olarak istismar edilmesi (hadi diyelim böyle istismara/ eşitsizliğe can feda) hem siyasi olarak çok daha taraflı durmasını arzu ettiğim bu haysiyetli gazetenin ayarlarıyla oynanması, hem de bu alabildiğine “siyaseten yanlış okumacı” “analizlerin” muhtelif kişilerin şahsi sağırlama/ ağırlama/ yazıklama/ göklere çıkarma: netice olarak “ilişki mühendisliği” arenası/ atölyesi olarak Taraf’ı “kullanmalarına” müsamaha gösterilmesi–

Şimdi açık söyleyeyim: benim indimde ARTIK Taraf’ta bir Ertuğrul Özkök Güzellemesi çıkmasından bir Yıldırım Türker Güzellemesi çıkmasının hiçbir FARKI YOK.

Şöyle bir farkı var: bir E.Özkök Güzellemesi’ne “Kim lan yazan bu şaşkın?” diye gülüp/ acıyıp geçebilecekken, Y.Türker güzellemelerinin çok daha karışık dimağların çok daha kafa-karıştırıcı eserlemeleri olduğunu düşünüp harbiden kaygılanıyorum.

Her “asil sanatçının” yapması gerektiği üzre İSİM VERMEDEN Levent Yılmaz beni “bir arkadaşı” olarak niteleyip; Efendim “bir arkadaşının” ABUK SABUK bir yazı yazarak, dapındığı Yıldırım’ını “vicdan kuaförü” (doğrusu: vijdan olmalıydı) diye nitelendirdiği NE FENA günlere kalmışmışız!

Ay korkuyormuş Levent Yılmaz bey, yakında Murat Belge’ye DAHİ dil uzatılacakmış! Ay ay ay ay!!

Murat Belge’ye en çatallısından dil uzatıldı Levent bey ve bu “vazifeyi” yıllar önce Nuray Mert yerine getirdi.

O Nuray Mert’tir ki: üstünde “Türkiye Türklerindir” yazan bir gastede hiçbir beis duymadan, Ertuğrul Özkök’ün müthiş transferi/ sofralarının gülü/ medarı iftiharı/ aile dostu und kankası olarak yazılar yazdı. “Sivil dikta” kavramını filan keşfediverdi!

Ta ki –Ertuğrul Bey genel ağbilikten naşlanıp da, “Ay sayfamın yerini habire değiştiriyorlar!” diye zırlayıp 3-5 gün içinde (o zamanlar Aydın Doğan’ın tapulu arazisi olan) Milliyet’e transfer oluncaya kadar.

Benim ABUK SABUK diye tanımladığınız Müjde Vijdan Kuaförleri! yazım ise “Tapılacak Adam” Türker’in 15 ağustos tarihli Radikal gastesindeki köşesinde:

“Harbiliğiyle tanınan bir başka şöhret, (BU BEN OLUYORUM) ablaları olarak küçük muhbirlerin yanı başında KİŞİSEL DÜŞMANLIĞININ öcünü alma çabasında, aynı insanları hedef gösteriyor. Alçaklığa doyamıyorlar” cümlelerine CEVABEN nefsi müdafaa kategorisinden kaleme alınmıştır. Aynı yazıdan başka bir (kaleminden krema damlayan) Y.Türker cümlesine geçelim: “Başbakan, Nuray Mert’i bizzat meydanlardan küçük Samastlara işaret ederek örgütlü bir linç hareketini resmen başlatmış oldu.”

A, bi dakka! Yıldıran Türbe, birini daha savunuyor beni ALÇAKLIĞA DOYMAMAKLA suçlarken.

Yine o doyumsuz kaleminden, aynı yazısından alıntılıyorum: “Mert ve Temelkuran, takıntılı Stasi memuru kılıklılarca ısrarla ve durmadan hedef gösteriliyor.”

O Temelkurandır ki: Twitter’dan aldığı ÖLÜM TEHDİTLERİ üstüne soluğu Londra sokaklarında alıp yoksulun ezilenin isyanını, üstüne “geçiriverdiği” bej binici pantolonu milyon dolarlık çizmelerinin içinde, Faltaylı’nın (nam-ı diğer: Siyah) muhteşem Habertürk’ünden çarşaflama fotoğraflarıyla bildirmişti!

O Mert’tir ki: Hrant Dink’in öldürülmesi “üstüne” memleketi Trabzon’a Nihat Genç’le filan “empati” konuşmaları yapmaya gitmişti. Ve de suikaste kurban gittiği sanrılanan Yazıcıoğlu zamanlarının Büyük Birlik Partisi’nin “ennn takdir ettiği” bacı köşe yazarı filan seçilmişti.

Dink Suikasti’nde Alperen Ocakları’nın nasıl ikide birde karşımıza çıktığını düşünürsek, o dönemde Büyük Birlik Partisi’nin “gözdesi” olan Mert’in şimdi Türbe Türker’in demagojik kaleminden “Samastlara” hedef gösterildiğinin iddia edilmesi hem ironik, hem de rezilce pek tabii ki.

Aynı Nuray Mert’i gönül kapısı mı, gözü mü ne açılmış BİRDEN BDP’nin Aykırı Bacısı (her daim muhalif) olarak seçim otobüslerinin üstünde Ahmet Türk’ün yanında kıvrım kıvrım kıvrılırken, Filiz Koçali’nin berisinde zafer işareti çakarken görmüyor muyuz? Derken?

Görüyoruz! Aynı dönemde Aslı Aydıntaçbaş (indimde new& improved Güler Kömürcü), Can Dündar, Ruşen Çakır, Serdar Akinan, Banu Güven başımıza en Kürt Hareketi Zevdalısı kesilmiyorlar mı?

Kesiliyorlar! NTV boğazımıza çökerken ağır pro-Ergenekon çizgisiyle, müsebbibi de bu kadroydu. Hep aynı kadro!

Ama Nuray Mert’in Prof. Higgins’i olduğu ölümsüz “eseri” Ahmet Hakan sayesinde, daha özel bir yeri var Allah için.

Ekranları az inletmedi “Sivil diktayı ben buldum! Ben armağan ettim bu toplumaaaa! Yerinizi bilin lan! Yerim sizi!” diye diye.

OYSA Soner Yalçın’ın bilgisayarından çıkan dosyalarda “sivil dikta” kavramının bu cenah tarafından iki yıl kadar önce keşfedilip “Bu kavram dolaşıma sokulup panik yaratılmalı” tarzı ibarelerle kitlelere gagalanmasının planlandığı ortaya çıkmadı mı? (Ama tabii Türkler’de “Devamlılık” çok ıraklarda bir dağ köyünün adıdır.)

Aaa, meğer ampulü Edison Nuray değil de tutuklandığında açıkladığı üzre “kankası” olan Soner Yalçın (ve caz arkadaşları) bulmuş!

ODATV iddianamesinin ek delil klasöründeki belgeler, mahlasla o kirlilik odasına yazı yazanların Ezgi Başaran, Tuğçe Tatari, Ahmet Hakan ve Nuray Mert olabilirliğini ortaya çıkarttı. Çıkarttı da bu konu Ergenekonlanmış Türk Medyası’nda yeterince yankı buldu mu?

Yooo! Diyelim “Sonerim için de yürüyün! Olay çıkartın!” tadında yazı yazan (T. Tatari’yi saymıyoruz: o eski Güler Kömürcü) bir tek Ahmet Hakan oldu aralarında.

Ki, Ahmet Hakan’ın Deniz Hakyemez, Deniz Hakan, Sait Çakır gibi takma adlardan bir ya da iki-üçünün hakiki sahibi olduğu şiddetle zannediliyor ODATV yazılarında.

Ezgi Başaran ise (hani müthiş “genç” yetenek Kanat Atkaya’yla nikâh şahitleri E. Özkök olan, aşkları Ertuğrul ağbilerinin evlerinde yeniden başlatılan büyük istidat) Ergenekon Minnie’si olarak Tavşan Şeyi Eyüp Can’ın Radikal’ine konuşlandırılmış durumda. Acayip acayip yazılar yazıp mikserliyor; röportajlar, olay yerinden bildirmeler – yapı yapıveriyor.

Belki şimdi Yıldıran Türbesi, Ezgi Başaran için de atılıp bana “Alçak! Hain!” vesaire saydıran (tabii: isim vermeden) bir yazı döşenir. Artık halet-i gakgukuna kalmış sosyalist artistin.

“Kirli” savaş lafını zamanında Kürt Militaristleri, bu savaşın Türk Ordusu tarafından ne denli kirletilip şaibeli hale getirildiğine DE işaret edebilmek amacıyla kullanıyordu.

Oysa şimdi bu savaşın HER İKİ TARAFIN savaş baronları tarafından birlikte, el ele, işbirliği içinde kirletildiği ortaya çıktı.

Bu hakikatin BU denli netlikte ortaya çıktığı BU kritik zamanlarda “Ama ben son 20 yılımı bu savaşın güzellemesine, bir tarafın haklılığına, temizliğine körü körüne methiyeler düzmeye adadım!” türbesinin babaları hem kendi kutsiyetlerini sonsuz kılmak adına–

Hem de: son bir-iki yılda Kürt Militaristleri Treni’ne kafalanma/ işbirliği/ anti AKP duygular/ Ergenekon ideolojisi bağımlılığı gibi muhtelif nedenlerle atlayan her devrin güç bağımlısı oportünistlere sıcak bağırlarını açmak arzusuyla–

Bana “Alçaklığa doymuyorlar!” filan diyecekler –Ben de “Türbe altında kalırım, gıkım çıkmaz” diyeceğim. Öyle mi?

Haa, Kozmik Oda ne zaman ki savcı ve hâkimler tarafından delil toplamak üzere basıldı, o baskından çok kısa bir süre sonra genel yayın yönetmenliğinden alındı Ertuğrul Özkök. En nihayet! Özel Harp’le çok sıkı bağlantıları o baskında basılmadıysa –Ne olayım.

Hani Nuray Mert’in, Ahmet Hakan’ın kankası, Ezgi Başaran’ın hamisi, Ertuğrul Kürkçü’de Meclis’teki yankılanmasını bulan Özkök. Aloooo!

Bütün bu parçaları yerli yerine oturtmazsanız; evet indimde Özkök’e methiye yazmanın, Türker’e güzelleme düzmekten hiçbir farkı yok. Daha kafa bulandırıcı ve hedef şaşırtıcı olmasının ekstra irite ediciliği dışında. Bu yazı, o iritasyonun yan etkileri karşısında ve onlar sayesinde kaleme alındı.
Taraf

"Gazeteciyim" Diye Paralanmanın Nafileliği Ve Sıkıcılığı Üzerine Bir Yazı-
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
30/01/2012

Odatv davası, "Ergenekon" davaları arasında,sanıkların mesleki durumu itibarıyla en fazla "gazeteciyi" veya kendisini "gazeteci" olarak adlandıranları barındırdığı; ayrıyetten direkt bir haber sitesine yönelik olarak başlatıldığı için efkâr-ı umumiye nezdinde "gazetecilerin yargılandığı bir dava" hüviyetine büründü.

Odatv davasından önce açılmış "Ergenekon" davalarına kayıtsız kalan, hatta "Darbeciler yargılanıyor, Türkiye demokratikleşiyor" şiarı ile bu ağır hak ve hukuk ihlaline destek çıkan uluslararası basın kuruluşları, davanın mebzul miktarda gazeteci şahsiyeti ihtiva etmesi ve bu kişilerin misâl tornacı, serbest muhasebeci, kuyumcu, emekli sağlık memuru vs. mesleklerine mensup vatandaşlardan daha fazla gürültü çıkarma kapasitesine sahip bulunmalarına daha fazla dayanamayıp olaya "kerhen" de olsa taraf oldular.

Esasen, Ergenekon'dan dama düşmüş olup da "gazetecilik" mesleğinin insana ek bir avantaj kazandırabileceğine (veya kazandıramayacağına) ilk hidayet eden sanık, tam dört buçuk senedir tutuklu bulunan Mehmet Demirtaş'tır ki kendisinin mesleği gazcılıktır, otogaz satışından geçimini sağlayan bir vatandaşımızdır...

Mehmet Demirtaş'ın hidayeti şöyle oldu:

Bir gün koğuşta arkadaşlarıyla birlikte televizyon seyrederken, yeni bir "Ergenekon" dalgasında aralarında Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Balbay'ın da bulunduğu çok sayıda kişinin gözaltına alındığına şehadet ettiler...

2008 yılında gerçekleşen bu operasyonda Balbay, dört günlük gözaltı süresi ve savcılık sorgusunun ardından çıkarıldığı nöbetçi mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Özgürlüğüne yeniden kavuşmuş her insan gibi doğal olarak ve de ziyadesiyle sevinen Balbay, Beşiktaş Adliyesi'nin önünde arka pantolon cebinden basın kartını çıkarıp kameralara doğru sallayarak

"gazeteci kimliğimle girdim, gazeteci kimliğimle çıkıyorum" dedi..

Otogaz satıcısı Mehmet Demirtaş'ın her ne kadar ikrar etmese de bu davranışa sıradan bir vatandaş olarak içerlediği müşahade edilmelidir. Esprili ve müspet bir kişiliği olan Demirtaş, Balbay'ın bir hayli meslek fetişizmi içeren bu hareketine şöyle zarif bir tepki koydu:

Koğuşun ortasında ayağa kalktı ve elindeki defter kağıdını sallayarak,

"Gazcı kartımla girdim, gazcı kartımla çıkacağım!" diye bağırdı..

Tabii Balbay'ın bu hareketine içerleyen sadece Mehmet Demirtaş değildi..Savcılar da içerlediler ve ikinci bir gözaltı kararıyla maalesef Balbay'ı tutuklattılar.

Yani, meslek lisesi mezunu vatandaş Mehmet Demirtaş, bu davada "gazeteciliğin" koruyucu bir zırh olacağını zannedenlere Nasrettin Hoca'nın torunu olarak bundan iki buçuk yıl önce teşhisi koymuştu..

Lakin, Demirtaş'ın "vatandaştan elite" adrese teslim bu hareketi, Silivri'nin dört duvarı arasında kaldığından veya yaşananlardan ders çıkarmayı bilmeyen bir toplum olmamız hasebiyle, "gazetecilik" vurgusu Odatv davasıyla birlikte tavan yaptı.

Şunu söylemeye çalışıyorum:

Mesleği gazetecilik olan veya öyle olduğunu beyan eden tutuklu sanıklar, "terörist değil gazeteci olduklarını" kanıtlamak için abartılı bir "gazetecilik vurgusuna başvurmaya başladılar.

Örneğin, Soner Yalçın savunmasında adeta Sokrates gibi konuştu.

Sözlerine, "Düşünce ne ateşte yakılarak ne de hapse atılarak yok edilebilmiştir" diyerek başlayan Yalçın,

"Gerçeğe aşkla bağlı gazeteci evini yanardağı Vezüv'ün eteklerine yapmış yalnız kişidir"

"Gazeteci, kendi dar dünyevi kalıbına sonsuzluğun değerini katar, ölümsüzleştirir. Uğur Mumcu gibi..Musa Anter gibi..Hırant Dink gibi..."

"İş gerçeğe gelip dayanırsa kendime bile acımam"

şeklinde binlerce cümle kurarak gazeteciliği (ve tabii kendisini) adeta tanrılaştırdı, insanüstü bir meslek, ilahi bir misyon, bir insanlık muştucusu haline getirdi.

Oysa Soner Yalçın evet bir gazetecidir;

Kendisine pek muhabbet duymayan bu satırların yazarına göre bile iyi bir gazetecidir.

Aralıksız yılllardır fiilen mesleğin içinde olmak, kamuoyu tarafından tanınıp bilinmek, ekmek parasını bu işten kazanıyor olmak gibi objektif gazetecilik kriterleri açısından da gazetecidir..

İsim anası Soner Yalçın'ın kankası Aslı Aydıntaşbaş olan bu "Ergenekon" örgütü gerçekte var olmadığına, olsa bile en azından Soner Yalçın ile ikimizi bünyesinde barındırmak gibi bir imkansızlığı mümkün kılamayacağına göre,

nedir bu J'eanne d'Arc duruşları,

Dreyfus edaları?

Nedir bu Cicero tiratları?

Bırakın Soner Yalçın'ı, "basıncı" İklim Kaleli bile savunmasında öyle konuşmalar yaptı ki gören Madam Curie mezardan kalkmış zanneder!

Yaşı henüz 50'yi bulmadığı halde 30 yıldır gazeteci olduğunu iddia eden de var, anasından gazeteci doğduğunu öne süren de...

Arkadaşlar, kendinize gelin...

Siz de çok iyi biliyorsunuz ki gazetecilik, (yandaşı,yandaş olmayanı) öyle sütten çıkmış ak kaşık bir meslek değil bir;

"Büyük gazeteci olduğumu ispat edersem beni serbest bırakırlar" diye bir şey yok iki..

Türkiye'ye format atılıyor ve sizler-bizler bir şekilde bu paradigma değişikliğinde kimimiz,

kahramanlık yaparak,

kimimiz geleceğe oynayacağım derken asla öngöremeyeceği noktalara düşerek,

kimimiz kendisi kaşındığı için,

kimimiz sembolik değerimiz bakımından,

kimimiz Emniyet-MİT-Ordu içindeki kanatlar savaşına kurban giderek,

kimimiz birilerinin kişisel husumet kontenjanına girerek:

vesaire, vesaire, vesaire...

Bu paradigma değişikliğinde parazit yapmış insanlarız..

Bunun için tutuklu veya tutuksuz sanığız..

Olayın gazetecilikle filan bir ilgisi yok yani..

Evet, suçsuz yere aylarca yıllarca cezaevinde yatmak hiç de kolay ve kabul edilebilir bir şey değil; muhtemelen kararın kesinleşmesiyle birlikte bizler de yanınıza geleceğiz..

Ancak bu abartılı "gazetecilik" savunmaları inanın sıkıcı olmaya başladı.

Neden biliyor musunuz?

Çünkü olayın bir "basına baskı" boyutuna indirgenmesine yol açıp "Ergenokon" davalarının siyasi ve küresel boyutunun gözardı edilmesine neden olduğu için;

yaratılan destansı gazeteci profili gerçeğe zarar vermeye başladığı için;

kendi yarattığı epik destanlara kendisi inanmaya başlayan insanlarda, tutukluluk psikolojiisinin de olumsuz etkileriyle megolomani baş göstermeye başladığı için..

Bakın Tayyip Erdoğan dört ay hapis yattı, "şiir okuduğu için yattığı" yalanına kendisi de o kadar inandı ki şimdi bütün zamanların en mağdur dolar trilyoneri olarak hepimize hayatı zehir ediyor..

Oysa Tayyip Erdoğan, yeni paradigma kurgulayıcıları tarafından, AKP iktidara gelsin ve Cumhuriyet'i tasfiye etsin diye hapis yatırılmıştı..

Sonra biz de öyle oluruz maazallah..

Büyük gazeteciler olduğumuz için özgürlüğümüzü kaybettiğimize inanırsak, yarın birileri gelip Tayyip Erdoğan'a yaptıkları gibi bizim de kulağımıza "İntikam..intikam" diye fısıldar..

****

"İddia makamını tarih önünde mahkûm eden büyük gazeteci" tiplemesinin gereksizliği konusunda şöyle de yeni bir şey var:

Tayyip Erdoğan, Zaman gazetesinin kuruluş yıldönümünde ideal gazeteciyi tanımlarken, "Gazeteci, kalemini satmayan, kiralamayan, doğruyu mertçe savunup, yanlışın karşısında dik durandır" dedi..

Bu sözleri Ekrem Dumanlı, Hüseyin Güzelce ve Mümtazer Türköne tarafından hararetle alkışlandı.

Star gazetesinden kovulan Mehmet Altan, "AKP'ye yakın gazeteler siyasi baskıyla ilan topluyor" gibi dumur edici bir söze imza attı..

Dahası var..

Kamu görevlisine rüşvet verdiği iddiasıyla kapatılan İngiliz The Sun gazetesinin Londra bürosu polis tarafından basıldı, yere yatırılarak kelepçelenen gazetecilerden dördü tutuklandı.

Bakın, demokrasinin beşiğinde bile Tayyip Erdoğan'ın yöntemleri benimsenmeye başlıyor. Bu durumda bizlerin "gazeteci tutuklanır mı beyler, bu fikir özgürlüğüne aykırıdır" nidaları eşliğinde "batı demokrasilerine" sığınma imkânımız kalmamış bulunuyor..

Belki de onların gazetecileri mahkemelerde "Hiç değilse Türk kriterleri uygulansın; onlar gazetecileri yere yatırıp kelepçelemiyor en azından" demeye başlarlar...

Daha da dahası var..

Cumhurbaşkanı Christian Wulff'un eski danışmanın bir işadamından rüşvet aldığını iddia eden Alman Polisi, Cumhurbaşkanlığı ofisinde arama yapıp bilgisayarların imajını aldı...

Yani "çilekeş muhalif gazeteci" payesi bir günde Mehmet Altan'a, "Kalemini satmayan gazeteci" tanımlaması Ekrem Dumanlı'ya ihale oldu..

Demokrasilerini örnek gösterdiğimiz Almanya ve İngiltere, kendilerine Tayyip Erdoğan'ı örnek almaya başladılar.

O bakımdan, yarın mahkemeye çıktığımda yargıç mesleğimi sorarsa,

"Ev kadınıyım" diyeceğim..

Doğrusu bu olduğu ve bu mesleğin fazla heveslisi çıkmayacağı için kimseyle itişmek zorunda kalmayacağım için..

Bu şartlar altında herkese aynısını tavsiye ederim.

Böylece "Nedim'le Ahmet'i gazeteciden sayıyorlar da beni niye adam yerine koymuyorlar" diye kendinizi yiyip durmaktan;

Ciğeri beş para etmez adamlara ve kadınlara köşelerinde iki satır yer ayırsınlar diye günde onlarca mektup yazıp parmaklarınızı şişirmekten;

Ergenekon sürecinin en önde gelen tetikçilerinden "ziyaret" dilenmekten

KURTULURSUNUZ...

Kaynak: Açık İstihbarat

SANSÜR DEĞİL YAYINCILIK İLKESİ
24 Ekim 2008
Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Aydın Doğan'ın, gazeteci Emin Çölaşan'a açtığı tazminat davasına dün Üsküdar 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde devam edildi.
Tanık olarak ifade veren Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Çölaşan'ın kitabında 'yazılara müdahale' olarak anlattığı konuların, Doğan grubunun tüm yayın organlarında geçerli yayıncılık ilkeleri olduğunu söyledi. Bu müdahalelerin sansür anlamına gelmediğini ifade eden Özkök, Çölaşan'ın şahsi meselelerini takıntı haline getirdiğini belirtti. Çölaşan'ın Hürriyet'ten ayrıldığı güne kadar iktidarla ilgili yazı ve eleştirilerini istediği şekilde yaptığını anlatan Özkök, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Çölaşan her görüşmemizde bana, 'Grubumuzun menfaatleri yönünden hükümet aleyhine yazmamızı istemiyor musunuz?' sorusunu sormuştur. Bu, bende Çölaşan'ın sanki üzerinde bir teyp var, bunu kayıt etmek istediği intibaını uyandırmıştır. Her görüşmemizde kendisine şunu söyledim: 'Siz, Özal, Çiller, Ecevit, Mesut Yılmaz ve Tayyip Erdoğan aleyhine istediğiniz her yazıyı yazdınız. Ancak evrensel gazetecilik ilkelerinin ve yasaların zorunlu kıldığı bazı sınırlar vardır. Biz şunu istiyoruz; şahsi meselelerinizi takıntı haline getirmeyeceksiniz. İnsanlara küçültücü lakaplar takmayacaksınız, iftira atmayacaksınız. Melih Gökçek ile ilgili yazdığınız yazılar yüzünden hakkımızda 76 dava açıldı. Kaybettiğimiz davalar nedeniyle 100 bin doların üzerinde tazminat ödedik. Bunları gazetemiz ödüyor. Kazandığınız davaların tazminatlarını ise kendiniz alıyorsunuz. Ama burada paradan daha önemlisi, yayın ilkelerimizle ters düşmemizdir. Yasaların suç olarak benimsediği yazma tarzını devam ettirmeniz doğru değildir.' dedim.

2001 krizinde Hürriyet'ten 200 tane genç insanı çıkarmak zorunda kaldık. Çölaşan aynı gün maaşının dolara bağlanmasını istedi. Kendisine, 'Bunu yaparsak 10-15 kişinin daha işine son vermek zorunda kalırız' dedim. Buna rağmen ısrar edince maaşını dolara çevirdik. Hürriyet tarihinde dolar üzerinden maaş alan tek elemanımız Emin Çölaşan'dır. Emin Bey, Türk Lirası'nın değerinin yükselmesi üzerine bu defa maaşının Türk Lirası'na çevrilmesini talep etmiştir. Ayrıca çalıştığı süre boyunca Hürriyet'ten 1 milyon 500 bin dolara yakın prim almıştır. Bu bilgileri şu nedenle veriyorum, bizim Çölaşan ile meselemiz, hükümeti eleştirmesi değildir. Kendisi ile anlaşamadığımız konu, Doğan Yayın Konseyi'nin ilkelerine uymamakta direnmiş, bir anlamda kendisini gazetenin üzerinde görmüştür. Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir gazetede böyle bir tavra izin verilmez.''

Türenç: Çıkan haberden patronun haberi olmaz

Hürriyet Yazişleri Müdürü Tufan Türenç de, yazılarındaki yasalara aykırı bölümleri Emin Çölaşan'ı uyararak düzelttiklerini, bundan gazete patronunun hiçbir zaman haberi olmadığını söyledi. Davalı avukatının konuyla ilgili sorusuna da şu cevabı verdi: "Patronların haberin girişinden ve çıkışından haberi olmaz. Böyle bir gelenek yoktur. Aydın Doğan'ın yayına hiç müdahalesi yoktur. 20 yıldır köşe yazarı olarak Aydın Doğan'ın herhangi bir müdahalesine ve imasına tanık olmadım. Yazara danışmadan yazıdan bir sözcük bile atmayız."Mahkeme, diğer tanıkların dinlenmesi amacıyla duruşmayı erteledi.

Çölaşan: Çıkarları için sansür uyguladılar

Çölaşan, Hürriyet'ten ayrıldıktan sonra 'Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi' adlı bir kitap yazarak Aydın Doğan hakkında çeşitli iddialarda bulunmuştu. Doğan grubunun çıkarları için yazılarına sansür uygulandığını savunan Çölaşan, özetle şu ifadeleri kullanmıştı: "Ankara'daki görüşmemizde Özkök bana şöyle dedi: 'Bak, Doğan Grubu'nun bütün kuruluşları çok iyi gidiyor. Fakat hükümet isterse en sağlam kuruluşları, bankaları bile bir günde batırır. Senden ricam iki-üç ay hükümetle ilgili bir şey yazma. Aydın Bey'in ricasıdır.' Bunun mümkün olmadığını söyleyince 'O halde bir ay yazma.' dedi." Aydın Doğan, iddialar üzerine 50 bin YTL'lik tazminat davası açmıştı.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK Tüm zamanlar GMT
Sayfaya git 1, 2  Sonraki
1. sayfa (Toplam 2 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com