EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Son OsmanlI KahramanlarIndan: Medine Müdafii Fahreddin Paşa

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İZ BIRAKANLAR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Ksm 30, 2008 7:29 pm    Mesaj konusu: Son OsmanlI KahramanlarIndan: Medine Müdafii Fahreddin Paşa Alıntıyla Cevap Gönder

Son Osmanlı Kahramanlarından: Medine Müdafii Fahreddin Paşa-1-
Ali Haydar Can

1.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı orduları, işgal tehdidi altındaki bütün vatan topraklarını emperyalist düşman ordularına ve onların yerli işbirlikçilerine karşı kahramanca savundular.
Bu sırada Ömer Fahreddin Paşa’ya, Hicaz bölgesini müdafaa görevi verilmişti.
Hicaz Seferî Kuvvetler Kumandanı ve Medine Muhafız Vekili Fahreddin Paşa son derece kısıtlı imkânlarla Medine"yi 2 yıl 7 ay boyunca kahramanca müdafaa etti.
Çok zor şartlarda sürdürülen bu mukaddes savunma görevi sırasında Fahreddin Paşa Medine"de bir Cuma günü Mescidüi Nebevî’de minbere çıkarak ve şu hutbeyi okudu:
["Türk, Arap, Kürd, Çerkes, Arnavud, ey Ümmet-i Muhammed!
Şurada yatan Harem-i Şerif sahibi Hz. Peygamber’in huzurunda sizlere beyanatta bulunmak üzere Minber-i Mukaddes’ e çıkmak şerefine mazhar olduğum için pek bahtiyarım...
Bu şerefe nail olduğumdan dolayı Cenâb-ı Hakk’a ve Habib-i Ekremi’ne hamd-ü senalar ederim.
Almanlarla birlikte giriştiğimiz şu harbde Rusya parçalandı ve bunun neticesinde otuz kırk seneden beri esir olan üç sancağımız: Kars, Ardahan ve Batum’u kurtarmaya muvaffak olduk. Ordularımızı bu muvaffakıyetlere mazhar kılan Allah’a ve Resulüne hamdü senalar olsun.
Halife orduları en büyük düşmanlarıyla boğaz boğaza çarpıştığı bir sırada Şerif Hüseyin’in isyan ve düşmanlarla ittifak etmesi Halep, Kudüs, Beyrut, Basra, Bağdat gibi birçok güzel şehirlerimizin düşman eline geçmesini sağladı.
Mısır’daki İngiliz generali Ragnel Doncet, güya şahsi menfaatimi düşünürcesine hayatım hakkında teminatlar vererek gönderdiği beyanname ile beni kandırmaya çalıştı.
Ben bu tacizcilere, bu işgalcilere şu cevabı verdim: "Muhammedîyim, Türküm ve askerim. Tefâhürü/ övünmeyi sevmem!”
Kardeşlerim!
Sizin bana ve benim size itimadım oldukça, sabır ve sebat edip düşmana boyun eğmeyeceğiz!
Almanlar bize: "Siz Medine’yi müdafaa edemezsiniz, tahliye ediniz!" diye birkaç defa teklifte bulundular. Ben bu teklifleri reddettim ve bugüne kadar Hz. Peygamber"in mübarek kabrini siz kahramanlarla müdafaa ettim.
Gerçi pek çok ümitsiz günler geçirdik. Fakat Cenab-ı Hakk’ın yardımı, Resûlünün şefaat ve ruhaniyeti sâyesinde düşmanımıza boyun eğmedik ve bundan sonrada inşallah eğmeyeceğiz!
Çalışmanız, gayretiniz makbul olsun! Çektiğimiz zahmet ve meşakkâtlerin mükâfatını göreceğiz.
Bununla beraber müşkülat sona ermemiştir.
Vazifemiz pek mühimdir.
Sabır ve sebat edip düşmanlarımızı itaate mecbur edeceğiz, hatta bu uğurda icap ederse hep beraber öleceğiz.
İşte size lâzım olacak kadar vaziyeti izah ettim.
Sizden ve benden sabr-ü sebat ve devam-ı mukavemet, Cenab-ı Hakk’tan hidâyet, Peygamberden şefaat!...”] (1)
***
Şam işgal edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu Filistin, Lübnan, Suriye, Irak ve bütün Arabistan’ı fiilen kaybetmişti. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması aynı gün Sadrazam Ahmet İzzet Paşa imzalı acele bir telgrafla Osmanlı ordularına şöyle duyuruldu: “Dört seneden ziyade din ve namus uğrunda akıllara sığmayacak fedakârlıklar gösterildikten sonra içinde bulunduğumuz devletler birliğinin mağlubiyet ve büyük güçsüzlüğe uğraması Osmanlı Devletimizi, İtilaf Devletleriyle antlaşma yapmaya zorladı…”

Antlaşmanın bir maddesinde Hicaz ve Yemen’de bulunan Osmanlı kıtaları ve garnizonlarının en yakın İtilaf Devletleri kumandanına teslim olması şartı vardı. Mütareke haberi Medine’ye ulaştığında, Fahreddin Paşa askerlerini ve Medine’nin ileri gelenlerini Haremi Şerif’te toplayarak. Onlara, Mescid-i Nebevî’nin Ravza-i Mutahhara’nın tam karşısındaki minberinden şöyle seslendi:

["Ey İnsanlar!

Malûmunuz olsun ki, kahraman askerlerim, bütün İslâm’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, Hilafetin gözbebeği olan Medine’yi son fişengine, son damla kanına, son nefesine dek muhafaza ve müdafaaya memurdur.

Buna müslümanca, askerce azmetmiştir.

Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınamayacaktır!

Allah-ü Teâlâ bizimle beraberdir.

Şefaatçimiz O’nun Resulü Peygamber efendimizdir.

Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit subayları!

Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim! Kardeşlerim! Evlatlarım!

Gelin hep beraber Allah’ın ve işte huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberinin karşısında hep beraber aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki: Ya Resulallah biz seni bırakmayız!"] (2)

***

Savaş uzadıkça asker içinde bozguncular türer. Bu haysiyetsizler, Fahreddin Paşa’yı etkisiz hâle getirmek, direnişi kırmak ve Medine’yi teslim etmek için bir beyanname neşrederler. Bu alçakça beyannamenin son satırları şöyledir:

["Burada maksatsız, ölmekte ne hikmet var? Kur’an’ımız; Peygamberimiz, beyhude yere ölmeyi men etmemiş mi? Uyanalım! Süratle karar lâzım; zaman geçtikçe hayatımızın kıymeti büyür. Uyanalım arkadaşlar!..."]

Fahreddin Paşa ise “düşmana hemen tesim olalaım” diyen bu şerefsizlere karşı bir başka beyanname ile şöyle cevap verir:

["Kan dökmek memnûdur/yasaktır" diyorsunuz. Öyle mi?
Ey yeminleri ile birlikte şeref ve namuslarını ve silâh arkadaşlarının bunca mukaddes cenazesini çiğneyen alçaklar!
Gidiniz, baldırı çıplak işbirlikçi/âsilere yüzsuyu dökünüz/yalvarınız.
Sizi Cehenneme kadar götürecek olan bu yolda, yolunuz açık olsun!"]


***

Vefatının 60. yılı münasebetiyle rahmetle andığımız Osmanlı’ın kahraman kumandanlarından Ömer Fahreddin Paşa ile ilgili değerlendirmelere kısmet olursa haftaya devam edeceğiz.

Dipnotlar:
1- Bkz. Nâci Kâşif Kıcıman, Medine Müdafaası, Sebil Yayınları, İstanbul 1994, s. 344- 348, Nakleden: Fahri Güven, Medine kahramanı Fahreddin Paşa"nın ağlayarak okuduğu hutbe, -09-03-2008, Milli Gazete.
2- Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, Feridun Kandemir, Yağmur Yay., 1971; Medine Müdafaası, Naci Kaşif Kıcıman, Sebil Yay., 1994. Nakleden:
Serkan BİLGE, Kasım 2008, http://www.yucedevlet.com/haber/254-col-kaplani-fahreddin-pasa-ve-medine-mudafaasi.html


Son Osmanlı Kahramanlarından: Medine Müdafii Fahreddin Paşa-2-
Ali Haydar Can

Çok güç şartlarda Medine"yi müdafaa eden Fahreddin Paşa, ikmal yolları kesildiğinden emrindeki askerlerin iaşesini sağlamakta zorlandığında dahice bir buluş yapararak, askerlerin et ihtiyacını karşılamak ve eksik kalan kalorilerini temin için o sırada medineyi adeta istila etmiş olan çekirgeleri yiyecek olarak kullanllanmaya karar verir.
Bu konudaki 7 Haziran tarihli günlük emri şöyledir:

["Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitki ile besleniyor. Serçe gibi huysuz, serçe gibi asabî. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyler yiyor. Hicaz, Âsir, Yemen ve Afrika Arabları"nın başlıca gıdası çekirgedir. Bedevîler sağlamlık ve zindeliklerini, hafifliklerini yedikleri çekirgelere borçludurlar. Çekirgeyi develer de büyük bir zevk ile yiyorlar. "Kunfede" de develeri kâmilen çekirge ile besliyorlar. Müessir ve katî olan şifa hassaları dizlerinin bağı çözülenlere, zayıflara, bünyevî hastalıklara- büyük tesiri vardır.
Çekirge romatizma için iksir gibidir. Şifa hassaları bilhassa yumurtasında toplanmıştır. Biz maatteessüf bunları çukurlara gömerek, üzerlerine kireç dökerek ziyan ediyoruz.
Çekirgeyi doktorlarımıza tetkik ve tahlil ettirdim. Bunlar, tetkikat neticesinde çekirgeden yüksek sitayişle bahsetmekte, şifa ve gıda özelliklerini saymakla bitirememektedirler."
Çekirge bir gıda, hem de devadır. Av etleri gibi bundan da istifade etmeliyiz. Yediğimiz sebzelerin birçoğundan daha ziyade faydalı olduğu tecrübe ile tahakkuk etmiştir.
Medine"de müzayede ile bir okkası, yedi-sekiz kuruşa satılıyor. Sahil kasabalarda pek beğenilen ıstakoz ve karidesten hiçbir farkı yoktur.
Çekirge, her iklimde yenebilir. Yenmesi sünnet-i seniyedir. Cenab-ı Peygamber, hadis-i şeriflerinde "Uhillet lenâ meyyitâni veddemâni" buyurmuşlardır. Mânası: İki ölü ve iki kanlı bize helâl oldu" demektir. "İki ölü; çekirge ile balık, iki kanlı ise, karaciğer ve dalaktır". İmam-ı Malik, yenmesine cevaz verilen çekirgenin başının koparılmasını veyahut ateş üzerinde kavrulmasını şart kılmış ise de "Hanefi ulemâsının" çekirgenin ölüsünü bile helal saydıkları ve hiçbir kayda tâbi tutmadıkları "Tenvir-ül Ebsâr" ve onu şerh eden diğer kitaplarda yazılmıştır.
Hicaz çekirgesi, diğer mıntıkaların çekirgelerine nazaran daha besili ve tatlıdır. "Şark" ve "Hail" cihetlerinde Bedevîler çekirgeyi bereket sayarlar.
Çekirge yemeği dört suretle hazırlanır.
1- Toplanan çekirgeler çiroz gibi güneşe serilir, iki üç gün kadar kurutulur. Ayakları ve başı koparılır. Daha sonra beden kısmı bir parça yağ ile kavrulur ve kavurma gibi yenir.
2- Sıcak su ile haşlanır, baş ve ayakları temizlenir. Hemen pişmek üzere bulunan pirinç ve bulgur pilavına karıştırılır.
3- Haşlanmış çekirgeler tabağa konulup, üzerine zeytinyağı ve limon gezdirilir.
4- Çekirgenin kavrulan kısmı, havan içinde toz haline getirilir ve et tozu konservesi şeklinde kutularda, dağarcıklarda saklanır. Araplar arası en makbul tarzı budur. Bunlar, savaş zamanlarında Bedevîlerin biricik gıdasını teşkil eder.
Büyük bir dikkat ve ihtimam ile ve kendime mahsus titizlikle yaptırdığım tecrübelerde tıbbî hassaları tahakkuk eden ve yenmesi sünnet olan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksinmek, en hafif tâbir ile nimet tanımamazlıktır. Dün karargâh sofrasında Çekirge tavası vardı. Arkadaşlarımla beraber pek tatlı yedim ve bunu dil konservesinden daha iyi buldum. Hele zeytinyağı ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor.
Elhasıl dün, çekirgeleri bahçelerden kovup yok etme tedbirini düşünürken, bugün çekirge geliyor mu? diye yolları gözlüyorum. Hangi mıntıkaya çekirge düşerse, tarifim veçhile istifade edilmesini ve bana da hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ederim."]
(3)

***
Feridun Kandemir, “Medine Müdafaası: Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler” isimli eserinde Iki yıl yedi ay süren bu şanlı direnişi şöyle özetliyor:

[Fahreddin Pasa, elinde bulunan son derece kısıtlı imkânlarla Medine'yi iki yıl yedi ay boyunca müdafaa etti. Önce Medine ve çevresinde bir güvenlik hattı oluşturmak için Asar Boğazı, Bi'r-i Derviş, Bi'r-i Abbas ve Bi'r-i Reha mevkilerini asilerden temizledi. 29 Ağustos 1916'da Medine çevresinde 100 kilometrelik bir emniyet şeridi meydana getirilmiş oldu. Fahreddin Paşa Medine'yi savunabilmek için İstanbul'dan devamlı takviye kuvveti istiyor, Osmanlı hükümeti de onun isteklerine cevap verebilecek durumda olmadığını bildiriyordu.

Osmanlı hükümetinin Hicaz'ı kısmen boşaltma kararı almasi üzerine, Fahreddin Paşa yağma ihtimaline karşı Medine'de Hz. Peygamber s.a.v.'in mübarek merkadinde bulunan mukaddes emanetlerin İstanbul'a nakledilmesini teklif etti. Sorumluluk kendisinde olmak şartıyla, teklifi hükümet tarafından kabul edildi. Fahreddin Pasa bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettirdiği otuz parçadan oluşan mukaddes emanetleri 2000 askerin koruması altında İstanbul'a gönderdi.

(..)

“Takdir-i ilâhi, rıza-yı peygamberî, irade-i padişahî devam ettikçe”

Fahreddin Paşa, elinde kalan az sayıdaki kuvvetle hem bu çöl yolunu hem de Medine'yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz demiryolunun Medine'ye yakin olan Tebük-Medain arasindaki Müdevvere istasyonunun düşman eline geçmesinden sonra, Medine kalesi isyancılar tarafindan kuşatıldı. Hiçbir yerden yardım alamaz duruma gelen şehirde kalmış olan halk ve asker arasında açlık ve hastalık hüküm sürmeye başladı. Bu güç sartlara rağmen Fahreddin Paşa şehrin müdafaasını sürdürdü. Hatta kuşatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden İstanbul hükümetine “Medine Kalesinden Türk bayrağını ben kendi elimle indiremem. Eğer mutlaka tahliye edecekseniz, buraya başka bir kumandan gönderin” cevabını vermişti.

Fahreddin Paşa “Takdir-i ilâhi, rıza-yı peygamberî ve irade-i padişahî şeref-müteallik oluncaya kadar Medine müdafaası devam edecektir!” diyordu. İngilizlerle bedevilere teslim olmaktansa, müdafaa ettiği yerleri havaya uçurarak canını feda edeceğine dair yemin ediyordu.

Fahreddin Paşa ve askerleri bir taraftan düşmanla, diger taraftan açlık ve hastalıkla mücadele ederken, Kanal Harekâtı felaketle bitmiş, Filistin elden çıkmış ve en yakın Osmanlı kuvvetleri Medine'den 1300 km. uzakta kalmıştı. Bu sırada Osmanlı Devleti mağlup olmuş ve Mondros Mütarekesi'ni imzalamıştı (30 Ekim 1918). Mütarekenin 16. maddesine göre teslim olması gereken Fahreddin Paşa buna yanaşmadı.

Medinedekiler ise, her tarafla irtibatları kesilmiş olduğundan mütarekeden haberdar değillerdi. Olup bitenleri telsiz vasıtasıyla takip eden Paşa, Kızıldeniz'de demirleyen bir İngiliz torpidosu mütareke şartlarını kendisine bildirdiği halde buna cevap vermedi. Ayrıca hükümetin Mondros Mütarekesi'ni tebliğ etmek üzere gönderdiği yüzbaşıyı hapsederek, İstanbul'u da cevapsız bıraktı.

Bir yandan İngilizler, bir yandan Medine'yi kuşatmış olan Şerif Hüseyin'in kuvvetleri Medine'nin bir an önce teslim edilmesini istedilerse de, bu isteklerine karşılık vermedi. Hükümet, İngilizlerin baskısı üzerine bu defa padişahın imzasını taşıyan bir teslim emrini Adliye Nazırı Haydar Molla ile Medine'ye gönderdi. Fahreddin Paşa bu emri de dinlemedi (4). Askerlerin çoğunun hasta olmasına; cephane, ilaç ve giyecek stoklarının bitmesine rağmen direnmeyi sürdürdü. Ancak sonunda kendi subaylarının baskısı ile teslim olmaya rıza gösterdi (Ocak 1919) (5). Böylece 1517'den 1919'a kadar tam 402 yıl süren Osmanlı hakimiyeti, -affedersiniz, Osmanlı hadimiyeti - hazin bir şekilde sona ermiş oldu.

Medine'ye Nasıl Veda Ettiler?

Medine'den ayrılmadan önce, son ere kadar hepsinin, bu arada çeşitli yaralar alarak vücutları adeta delik deşik olmuş, kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış gazi mehmetçiklerin, birbirlerine sokulup yardım ederek, halsiz-mecalsiz, son defa Harem-i Şerifi (6) ziyaretle Ravza-i Mutahhara'ya (7) yüzlerini-gözlerini sürerek dualar ede ede yaptiklari veda ziyareti görülecek şeydi. (..) Bizimle beraber Medine'de kalıp aylar süren kuşatmanın her türlü sıkıntısını çeken, açlığına bile katlanan yerli Araplar ise tam bir matem havası içinde hüngür hüngür ağlıyorlardı. Hele yıllardan beri Harem-i Şerifte vazifeli olarak çeşitli hizmetlerde bulunan harem ağalarının hıçkıra hıçkıra mehmetçiklerin boyunlarına sarılışlarını benim gibi görenlerin, o anda ne hale geldiklerini tarif edemem. ]
(8)

***

Fahreddin Paşa’nın ünvanının “Hicaz Seferî Kuvvetler Kumandanı ve Medine Muhafız Vekili” olduğunu önceki bölümde belirtmiştik... Bu ünvanın “Hicaz Seferî Kuvvetler Kumandanı” bölümü askerî teriminiloji içinde kolayca anlaşılıyor. Ama “Medine Muhafız Vekili” kısmının bugün üzerinde yeniden düşünülmesi gereken bir özelliği var:
Medine Muhafızlığı aslında “valilik” ünvanına denk gelen ve sadece Medine-i Münevvere’de görevlendirilen valilere mahsus çok özel çok ince bir anlayışın ürünü olarak Osmanlı tarafından kullanılımıştır.

Kâinatın Efendisi’nin mübarek mescidini/evinini/kabrini bağrında taşımak şerefine nail olmuş bu “Nurlar Şehri”ne “Vali” ünvanı taşıyan bir yönetici göndermenin edeb dışı olacağını farkeden Osmanlı “Medine Muhafızlığı” ismiyle sırf bu şehre mahsus yeni bir bir ünvan ihdas etmiştir.

Müslümanlığı şahıslarında ayılık, öküzlük gibi kabalığın en vahim haliyle temsil eden ve kabalaştıkça müslümanlaştığını zanneden günümüz müslümanlığına/müslümanlarına bu incelik hiçbir şey ifade etmese de ruhlarının bir köşesinde hala güzellik ve zerafet barındırmaya devam etmeye çalışan “iyi insanlar” için hatırlamak/hatırlatmak istedim.

Ömer Fahreddin Paşa, sadece Hicaz Seferî Kuvvetler Kumandanı değil aynı zamanda Medine-i Münevvere’nin vekâleten “Muhafızlığı”nı da yapmıştır. Bu “Nurlar Şehri”nin son “Muhafızı” Kâinatın Efendisi’nin Nurlu Şehri’nin nasıl “muhafaza ve müdafaa” edilmesi gerektiğine dair Kıyamete kadar unutulmayacak bir emsal ortaya koymuştur .

Son bir not: “Mehmetçik” tabiri, ilk defa Ömer Fahreddin Paşa tarafından kullanılmıştır. İslâm askerinin Resulullah Efendimize nisbetini işaret eden bu güzel isim, o günden bugüne halkımız ve ordu tarafından yürekten benimsenerek kullanılagelmiştir.

***

Allah, Medine’yi takatlerinin son noktasına kadar savunan kahraman askerlerimizin hepsine rahmetiyle muamelede bulunsun, hepsi Efendimizin şefaatine nail olsun...

Dipnotlar:
3- Nâci Kâşif Kıcıman, Medine Müdafaası- Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı?, İstanbul 1994, 180- 182. Nakleden: Fahri Güven, Çekirge yemenin faziletlerine dair, 2008-03-08 Milli Gazete.
4- Fahreddin Paşa’nın, Halifenin teslim emrini getiren Adliye Nazırı Haydar Molla’ya “ Payitaht işgal altındadır, Halifemiz esir düşmüştür. Esir bir Halifenin emri, hür irade mahsulü olmadığı için geçersizdir.” dediği rivayet olunmaktadır. (AHC)
5- “Mondros Antlaşması’ndan sonra, 70 gün Medine’nin savunmasını terk etmeyen Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, 7 Ocak 1919’da “Seni nasıl bırakırım ben ya Resûllullah…” yakarışlarıyla Ravza-i Mutaharra’nın başında bekliyordu. Peygamber’le son kez vedalaşmaya giden Paşa, “Ben burada mücavir olarak kalacağım, Peygamber’in şefaatine sığınıyorum!” diyordu. Tam teslim şartları konuşulacakken Fahreddin Paşa’nın bu hareketi, yeni bir siyasi kriz doğuracaktı. Eşyaları arabaya yüklenmiş olan Paşa’nın eşyaları indiriliyor, bir doktor çağrılıp Paşa’nın hasta olduğu İngilizlere söyleniyordu. (..) Fahreddin Paşa’nın ziyaretine gelen silah arkadaşları, birbirlerine bakıp bir hamlede Paşa’nın etrafını sımsıkı sardı. Zira İngilizlerin, Paşa’nın teslim olması yönünde artık çok büyük bir baskısı vardı. Gözyaşları içinde Paşa’ya sarılan arkadaşları, kendisini hep birden kucaklayarak teslim aldılar. Ancak Fahreddin Paşa, kılıcını düşmana teslim etmiyor, Hazreti Peygamber’in mescidine emanet olarak bırakıyordu.” Serkan BİLGE, Kasım 2008, http://www.yucedevlet.com/haber/254-col-kaplani-fahreddin-pasa-ve-medine-mudafaasi.html
6- HAREM-İ ŞERİF: İslam literatüründe, arz üzerindeki sadece 3 mekan için kullanılan tamlama.söz konusu mekanlar: 1- Kâbe ve etrafı. 2- Mescid-i Nebevi 3- Mescid-i Aksa. Metinde Mescidüi Nebevî kadstedilmektedir. (AHC).
7- RAVZA-İ MUTAHHARA: “Ravza, bahçe ve cennet anlamlarına gelir. Ravza-i Mutahhara geniş anlamıyla, Kâinatın Efendisi'in medfün bulunduğu yer ve Mescid-i Nebi demek ise de, özel manasıyla Mescid-i Nebi'nin içinde Hz. Peygamber'in kabr-i saadetleriyle minber-i şerif arasında kalan kısım demektir. Bu yer 10 m. genişliğinde ve 20 m. uzunluğunda 200 m2 lik bir sahadır. Bu alanın fazileti ile ilgili olarak Allah Resûlu şöyle buyurur: "Evimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 268). Medine'de bulunan Mescid-i Nebi'nin fazileti hakkında Allah elçisi şöyle buyurur: "Fazla sevap umarak, içinde namaz ve ibadet için şu üç mescid dışında hiç bir mescid için yolculuk yapmak uygun olmaz: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâ" (Tecrid, IV,199); Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram dışında, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan (sevap yönüyle) daha hayırlıdır" (Tecrid, IV, 249). Zikredilen faziletleri bünyesinde bulunduran mescidde, Kâinatın Efendisi Muhammed’in medfûn bulunduğu "Hücre-i Saadet", Kâbe dahil yeryüzünün her noktasından, göklerden ve arştan daha üstün ve şerefli kabul edilmiştir (Tecrid, IV 258). Kabr-i saadetlerini ziyaretin faziletiyle ilgili olarak şu iki hadis zikredilir: "Kabrimi ziyaret edene şefaatim sabit bir hak olur" ; Kim ki, beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir" (Acluni, Keşful-Hafâ, Beyrut 1351, II, 250). Bu hadisler göz önüne alınınca, Medine'de Hz. Peygamber'in kabrini ziyaret etmenin ve bu Mescid'de namaz kılmanın sevabı kendiliğinden ortaya çıkar. Bundan dolayı müslümanlar, gerek hac ve gerekse umre için yaptıkları seyahatlarda bu mübarek yerin ziyaretine çok önem verir. Bu mescid ve kabri ziyaret, İslam âlimlerince mendûb bir amel olarak kabul edilmiştir. Öte yandan Hanefi bilginleri, mâlî durumları elverişli olan kimseler için bu ziyareti vâcib derecesinde saymışlar; bir zaruret olmaksızın terkedilmesini büyük bir gaflet ve katı yüreklilik olarak kabul etmişlerdir. “ Bkz. http://www.sevde.de/islam_Ans/R/19.htm
8- Feridun Kandemir, Medine Müdafaasi: Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler, Istanbul 1991, 235. Nakleden: Semerkand dergisi, http://www.semerkanddergisi.com/6217.htm, 02/2004


Dünya–âhiret Efendimizsin (*)



Bir Ulü`l-emr idin emrine girdik
Ezelden bey`atli hakanımızsın

Az idik sayende murada erdik
Dünya ve ahiret sultanımızsın

Unuttuk İlhan`ı Kara Oğuz`u
İşledik seni göz bebeğimize

Bağışla ey şefi` kusurumuzu
Bin küsür senelik emeğimize

Suçumuz çoksa da sun`umuz yoktur
Şımardık müjde-i sahabetinle

Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur
Doyarız bir lokma şefaatinle

Nedense kimseler dinlemez eyvâh
O kadar sâf olan dileğimizi

Bir ümmi isen de ya Rasulallah
Ancak sen okursun yüreğimizi

Ne kanlar akıttık hep senin için
O yüce kitabın hakkı içün aziz

Gücümüz erişsin ve erişmesin
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz

Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz
Can verir canânı veremez Türkler

Ebedî hâdimü`l-Harameyniniz
Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler.

(*)Medine müdafii Fahreddin Paşanın kahraman subaylarından Üsteğmen İdris Sabih Bey’in şiiri

Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası
SERKAN BİLGE
23 Kasım 2009

Vefatının 61. Yılında Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası
Osmanlının tarihten çekilişinin bu son sahnesi, Türklerin Ortadoğudaki misyonu ve tanzim edici idaresinin eseriydi.

Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı yenilen taraf olarak imzalamış; bütün cephelerde savaş durmuş; Osmanlı birlikleri silah, cephane ve tesisatlarıyla Anadolu’ya nakledilmeye başlanmıştır. Bunun bir istisnası, Medine Seferi Kuvvetleri’dir. Medine Seferi Kuvvetleri, verilen emirlere rağmen teslim olmayı reddetmiş; bu sebeple de ateşkesin tarafları panik içine düşmüştür. Medine’yi muhasara eden Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah son derece tedirgindir. Medine içinde teslim olmak lazım geldiğine inanan, bir kısım zabit ve erat dahi bir an önce evlerine dönme arzusuyla doludur. Ne var ki Hicaz Seferi Kuvvetler Kumandanı, ‘Çöl Kaplanı’ lakaplı Fahreddin Paşa teslim olmamakta, “Peygamberin kutsal mevkiini İngilizlere ve yâranlarının himayesine terk etmem!” diye, diretmektedir.

Türk Ordusu’nun I.Cihan Harbi’nde, Çanakkale ve Kut-ul Amere zaferlerinden sonra üçüncü önemli direniş destanı, ‘Medine Müdafaası’dır. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, “Sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran komutan.” dediği Fahreddin Paşa ise bu destanın en büyük kahramanı, yakın tarihimizin en önemli kumandanlarındandır.

Osmanlı’nın tarihten çekilişinin bu son sahnesi, Türklerin Ortadoğu’daki misyonu ve tanzim edici idaresinin eseriydi. Mekke ve Medine yani Müslümanların kutsal toprakları, 1517’de Yavuz Sultan Selim Han tarafından Osmanlı idaresine geçmişti. Yavuz Sultan Selim Han kendisini Hicaz’ın ‘hâkim’i değil ‘hadim’i, yani hizmetkârı olarak nitelendiriyordu. Osmanlı’nın bölgedeki varlığı işte bu şuur ile tam 400 yıl sürdü. Hac ibadetinin güvenliği için İslam âleminin bu manevi başkentinin titizlikle korunması ve düzeninin sağlanmasına, özel bir önem veriliyordu. Bölgenin idaresi yerel emirlerce yürütülüyor, kutsal emanetlerin bakımı için de hazineden her yıl yüksek miktarda ödenek gönderiliyordu. Osmanlı, Hicaz bölgesini bütün dünya Müslümanları adına, gözbebeği gibi kollayıp, gözetmekteydi. Hâkimiyeti altında bulunan diğer kentlerden bir adım ilerde tuttuğu bu kutsal bölgeye, her konuda yardım elini uzatıyor; Hicaz Demiryolu gibi dev bir projeyi de yine bu dönemde hayata geçiriyordu.

Osmanlılar tarafından 17. asırda inşa edilen Ecyad (Yeri gelmişken şu bilgiyi de hatırlatalım: Kabe’ye hâkim bir tepede 23 dönümlük arazi üzerine inşa edilen kale, Ocak 2002'de Suudi Arabistan hükümeti tarafından yerine otel yapılmak için yıkılmıştır. Ehl-i Beyt Kuleleri adı verilen gökdelen oteller, Fransız Accor Grup tarafından işletilmektedir.), Fülfül ve Hindi kaleleri, I. Dünya Savaşı sırasında stratejik görevler üstlenecek; Hicaz, bu kalelerden düşmana direnecekti. Medine, I. Dünya Savaşı boyunca İstiklal Şairimiz Mehmed Akif’in Teşkilat-ı Mahsusa adına yürüttüğü faaliyetler, ‘Uçan Şeyh’ lakaplı Kuşçubaşı Eşref Bey’in Hayber Cengi ve Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa’nın ünlü direnişiyle, şanlı tarihimize kaydedilecekti.

Necid bölgesinde devlete sadık kalmış olan İbnü’l Reşid ve İbnü’l Suud’u Osmanlı safında tutmak amacıyla, Riyad’a gizli bir heyet gönderildi. Mehmed Akif 1915 yılının başlarında, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in idaresindeki bu heyete katıldı. Arabistan’ın Necid bölgesine yapılan ve 4,5 ay süren bu seyahatte Şeyh İbnü’l Reşid’e gerekenler söylenmişti.

Lakin 24 Mayıs 1916’da İngilizlerden maddi ve manevi müthiş bir destek alan Şerif Hüseyin ayaklandı. İsyana bölgedeki büyük aşiretler destek vermedikleri gibi; Arap Dünyası, Hindistan Müslümanları ve Kuzey Afrika’da önde gelen İslam âlimleri ve liderleri, Şerif Hüseyin’i ihanetle suçladılar. Arap İmparatorluğu vaatleriyle ayaklanan Şerif Hüseyin’in savaş boyunca vereceği tahribat ise küçümsenecek gibi değildi. Irak, Sina ve -kahvesinden değil, türküsünden bildiğimiz- Yemen cephesinde, düşman kuvvetlerine karşı başarılı bir savunma savaşı veren Türk Ordusu, beklenmedik bu düşmana karşı hazırlıksız yakalanmıştı.

1916 yılı başlarında Sina Cephesi’nde Kanal Harekâtı ve Irak’ta İngiliz işgali sürerken isyancılar Medine’ye saldırdı. İsyancılar, İngilizlerden sağladığı altın, silah, yiyecek ve askeri birlikler sayesinde 9 Haziran’da genel saldırıya geçerek; 16 Haziran’da Cidde’ye, 7 Temmuz’da Mekke’ye ve 22 Eylül’de de Taif’e girdiler.

Fahreddin Paşa’nın savunduğu Medine dışındaki hemen hemen bütün merkezler asilerin eline geçmişti. Medine kuşatma altındaydı. 17 Temmuz 1916’da ordu kumandanlığına tayin edilen Fahreddin Paşa komutasındaki Hicaz Seferi Kuvvetleri, Medine kuşatmasını püskürttü. İngilizlerin büyük ümit bağladığı isyancı kuvvetler sayıca üstünlüklerine rağmen bozguna uğradı. Fahreddin Paşa fiilen katıldığı savunmanın ardından Medine’yi kontrol altına aldı.

Çöl Kaplanı Ömer Fahreddin Paşa, elinde bulunan son derece kısıtlı imkânlarla Medine’yi 2 yıl 7 ay müdafaa etti. Paşa, Şerif Hüseyin’in isyan gerekçesi olarak ittihatçı hükümetini suçlamasını ve Osmanlı’yı İngilizlerin yanında olmak varken karşı safta savaşa sokmasını eleştiren beyannamesine bir cevap yayınladı. Şerif Hüseyin’in şahsında tüm işbirlikçilere ibret olan beyannamede şöyle deniliyordu:

“Tarihi ve milli düşmanlarımız ve bunların işbirlikçileriyle hayat ve memat meselesine atıldığımız bir zamanda, İslam’ın güçlerini bölerek Müslümanlar arasında kan dökülmesine sebep olan asilerin bize hâlâ Müslümanlıktan ve İslam birliğinden söz etmesi hayret vericidir. İslam âleminin mevcudiyeti ve bekası için cihad ilanına mecbur kalmış olan devletimiz yanında; Cezayir, Fas, Trablusgarp, İran, Hindistan ve Rusya Müslümanlarının can verdiği şu tarihi günlerde, İslam’ın beşiği olan kutsal toprakları, Hazreti Peygamberin mukaddes kabrini İngilizlere çiğneten, altın ve paraya ibadet eden bu hainlerden her şey umulur…”

Osmanlı’nın, Filistin ve Hicaz’ı aynı anda savunacak gücü kalmayınca; Kudüs’ü kurtarmak için Medine’deki kuvvetlerin Filistin’e kaydırılmasına karar verildi. Medine’nin boşaltılması haberini alan Fahreddin Paşa, Cemal Paşa’ya şu telgrafı çekecekti: “Bu mukaddes şehri, Hazreti Peygamber’in Ravza-i Mutahhara’sını son dakikaya kadar muhafazayla, ecdadımızın Medine’ye, anavatanın kıblegâhına yerleştirmiş oldukları bayrağımızın bana kaldırtılmamasını kemali hürmetle istirham ederim.”

Fahrettin Paşa, hiç değilse Medine’nin savunması için kendisine bir alay askerin bağışlanmasını isteyecek; askeri strateji gereği Medine’nin boşaltılması kararını onaylayan Enver Paşa ise kendisiyle aynı manevi iklimi paylaştığı Fahreddin Paşa’nın çığlığına kayıtsız kalamayacaktı. Medine boşaltılmayacak ve sonuna kadar da savunulacaktı!

Osmanlı Hükümetinin Hicaz’ı kısmen boşaltma kararı alması üzerine, Fahreddin Paşa yağma ihtimaline karşı Medine’de Hazreti Peygamberin kabrinde bulunan mukaddes emanetlerin İstanbul’a nakledilmesini teklif etti. Çünkü Medine’nin İstanbul’la irtibatını sağlayan demiryolu kısmen yağmacıların eline geçmiş, ulaşımın zorlaşması ve Anadolu’yla irtibatın kesilmesi söz konusu olmaya başlamıştı. Teklifi hükümet tarafından kabul edilen Fahreddin Paşa, bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettiği 30 parçadan oluşan mukaddes emaneti, 2000 askerin koruması altında İstanbul’a gönderdi. (Bugün Topkapı Sarayı’nda ‘Mukaddes Emanetler Bölümü’nde yer almaktadır.)

Fahrettin Paşa elinde kalan az sayıda kuvvetle hem bu çöl yolunu hem de Medine’yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın olan Tebük – Medain arasındaki istasyonun düşman eline geçmesinden sonra Medine Kalesi isyancılar tarafından kuşatıldı. Hiçbir yerden yardım alamaz durumda olan halk ve asker arasında açlık ve hastalık hüküm sürmeye başladı. Hurmadan başka yiyebilecek hiçbir şey kalmamıştı. Medine açlıkla boğuşurken birden bire gökyüzünden çekirge yağmaya başladı. Herkes elde kalan bir avuç tahılın, hurma ağaçlarının mahvolacağını düşünerek çekirgelere korkuyla bakıyor; “Eyvah Medine şimdi bitti!” diye ah çekiyordu. Fahreddin Paşa ise Afrika’nın Sina’yı geçerek Medine’ye musallat olan çekirgelerini nimet olarak değerlendirmişti. Ona göre bu bir afet değil, göklerden gelen bir ikramdı.

Paşa, okuduğu eski kitaplar arasında, Hz. Peygamber döneminde de Hicaz’da böyle bir çekirge istilasının olduğunu ve Peygamberin çekirge ile ilgili bir takım hadislerinin bulunduğunu hatırladı. Bu hadisleri arayıp bulan Fahreddin Paşa, buradan hareketle çekirge yemenin sünnet olduğuna hükmederek bunu askerlerine aktardı. Çekirge kurusunu çerez gibi yerken, çekirge unundan ekmek yapıp günlerce bu şekilde beslendiler. Gökten yağan çekirgeler, Medine’deki Türk askerlerine gıda olmuştu.

Şam işgal edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu Filistin, Lübnan, Suriye, Irak ve bütün Arabistan’ı fiilen kaybetmişti. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması aynı gün Sadrazam Ahmet İzzet Paşa imzalı acele bir telgrafla Osmanlı ordularına şöyle duyuruldu: “Dört seneden ziyade din ve namus uğrunda akıllara sığmayacak fedakârlıklar gösterildikten sonra içinde bulunduğumuz devletler birliğinin mağlubiyet ve büyük güçsüzlüğe uğraması Osmanlı Devletimizi, İtilaf Devletleriyle antlaşma yapmaya zorladı…”

Antlaşmanın bir maddesinde Hicaz ve Yemen’de bulunan Osmanlı kıtaları ve garnizonlarının en yakın İtilaf Devletleri kumandanına teslimi şartı bulunmaktaydı. Mütareke haberi değişik kanallardan Medine’ye yayıldığında, Fahreddin Paşa askerlerini ve Medine’nin ileri gelenlerini Haremi Şerif’te topladı. Mescid-i Nebevi’de toplanan herkes nefeslerini tutmuş halde Paşa’nın minbere çıkışını izliyordu. Fahreddin Paşa, Ravza-i Mutahhara’nın tam karşısındaki minberden Peygamberimizin “Ey Nas!” hitabıyla söze başladı:

“Ey Nas! Malumunuz olsun ki bu kahraman askerlerim, bütün İslam’ın manevi desteğiyle hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son neferine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur! Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir! Bu asker Medine’nin enkazı altında ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateş içinde kırmızı bir kefende görülmedikçe, Medine kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minarelerinden ve yeşil kubbesinden al sancak alınamayacaktır! Allah-ü Teâlâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O’nun Resûlü Peygamber Efendimizdir! Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit subayları! Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim! Kardeşlerim! Evlatlarım!.. Allah’ın huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberimizin karşısında hep beraber diyelim ki; Ya Resûlullah, biz seni bırakmayız!”

I.Cihan Harbi bitmiş, Osmanlı orduları bütün cephelerden tahliye edilmişti. Bir tek Medine direniyordu. Fahreddin Paşa bu konuşmayı neye dayanarak yapıyordu? O, Balkan Savaşı gazilerindendi. Mondros Antlaşması’nın akıbetinin Bulgarlarla yapılan antlaşmaya benzemesini umut ediyordu. Balkan Harbi’nde Bulgarlar bize antlaşmayı Çatalca’da imzalatmışlardı fakat biz onlara sulhu Edirne’de yaptırmıştık. Paşa, İngilizlerin sözüne de güvenmiyordu. Bu düşüncesini 27 Aralık 1918’de Medine’deki karargâhında askeri erkâna şöyle açıklıyordu: “Anadolu’da bulunan 20 bin İngiliz esiri çoktan beri İngiltere’ye iade edildiği halde, İngilizler bizim Mısır’daki esir kardeşlerimizi; hatta kadın, çocuk ve ihtiyar acizleri bırakmamışlar ve üstelik bizi de esir almak istemişlerdir…”

Fahreddin Paşa, bu nedenle Ahmed İzzet Paşa’dan gelen emre net bir cevap vermedi. Aynı emir bu sefer Harbiye Nazırı Cevat Paşa imzasıyla 30 Kasım 1918’de yine İngilizler tarafından kendisine ulaştırıldı. Silah arkadaşlarına bu emri okudu ve şöyle dedi: “Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka hilafet ve padişahın bir iradesi olmalıdır.”

Fahreddin Paşa gökyüzünü bir alev gibi kaplayan güneş altında, bir damla su için çatlak dudaklarıyla matara ağızlarına yapışan, Mehmetçikle birlikte bir destan yazıyor; Medine’den Milli Mücadeleye de taşınacak olan bir meşale yakıyordu. Paşa, teslim olmuyordu!

Saygın din bilginlerinden olan Haydar Molla; Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Kızıldenizi aşıp Medine’ye vardı. Fahreddin Paşa’ya; “İrade istemiştiniz getirdim. Hatta halifemiz efendimizin ayrıca selamları var.” dedi.

Paşa, padişahın bu iradeyi mutlaka düşman baskısı altında verebileceğini düşünüyordu. Ve baskı altındaki irade beyanının hükmünün olmadığını söyledi. Haydar Molla, eli boş ve çaresiz İstanbul’a döndü.

Artık geri dönmeleri için İstanbul’dan da emirler değil birbiri ardına ricalar ve ricacılar geliyordu. Fahreddin Paşa, 5 Ocak 1919’da en yakın arkadaşı Albay Ali Necip’le hayatının en zor kararını verecekti. Arkadaşı, Fahreddin Paşa’ya sonuna kadar bağlı kalacaklarını ama Osmanlı’nın menfaatleri gereği artık teslim olmaktan başka çare kalmadığını, antlaşma maddeleri bütünüyle tatbik edilmezse İtilaf Ordusu’nun İstanbul’dan çıkmayacağını söyledi. Paşa, arkadaşını sessizce dinlemiş ve Osmanlı’ya zarar verme ihtimalinden korkmuştu. Çaresiz teslim olacaktı.

Osmanlı Devleti’nin silah bıraktığı Mondros Antlaşması’ndan sonra, 70 gün Medine’nin savunmasını terk etmeyen Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, 7 Ocak 1919’da “Seni nasıl bırakırım ben ya Resûllullah…” yakarışlarıyla Ravza-i Mutaharra’nın başında bekliyordu. Peygamber’le son kez vedalaşmaya giden Paşa, “Ben burada mücavir olarak kalacağım, Peygamber’in şefaatine sığınıyorum!” diyordu. Tam teslim şartları konuşulacakken Fahreddin Paşa’nın bu hareketi, yeni bir siyasi kriz doğuracaktı. Eşyaları arabaya yüklenmiş olan Paşa’nın eşyaları indiriliyor, bir doktor çağrılıp Paşa’nın hasta olduğu İngilizlere söyleniyordu. Asi bedeviler aniden ürken develerine, “Ne o, suda Fahreddin’i mi gördün?” diyorlardı. Fahreddin Paşa’nın mücavir olarak bile olsa, yaşadığı Medine’yi nasıl tam teslim alacaklardı?

Fahreddin Paşa’nın ziyaretine gelen silah arkadaşları, birbirlerine bakıp bir hamlede Paşa’nın etrafını sımsıkı sardı. Zira İngilizlerin, Paşa’nın teslim olması yönünde artık çok büyük bir baskısı vardı. Gözyaşları içinde Paşa’ya sarılan arkadaşları, kendisini hep birden kucaklayarak teslim aldılar. Ancak Fahreddin Paşa, kılıcını düşmana teslim etmiyor, Hazreti Peygamber’in mescidine emanet olarak bırakıyordu.

İngilizler tarafından önce Mısır’da daha sonra da Malta’da tutuklu bulunan Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, 1921 yılında serbest bırakılınca soluğu doğruca Sakarya’da, Mustafa Kemal Paşa’nın yanında alır. Mustafa Kemal Paşa, İslam ülkelerinden kurtuluş mücadelesine yardım gelmesini sağlaması için, kendisinin Afganistan’da görev almasını teklif eder. Böylece Çöl Kaplanı Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk sefirikebiri olarak Kabil’de görev yapmaya başlar. Camilerde konuşmalar yaparak Afgan halkından büyük miktarlarda yardım toplar.

1926 yılında Anadolu’ya dönen Fahreddin Paşa, 1948 Kasım’ında İstanbul’da vefat eder.

Neden anılarını yazmıyorsun diye kendisine soranlara Paşa’nın verdiği cevap onun nasıl bir irade ve ruhun timsali olduğunu göstermeye yeter: “Ben sadece görevimi yaptım. Herkes zamanı geldiğinde vatana karşı olan borcunu yerine getirir.”

Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa’nın şahsında tüm şehit ve gazilerimize Allah’tan rahmet dilerken; Medine Müdafaası’nda Paşa’nın komutası altında savaşan Üsteğmen İdris Sabih Bey’in şiiriyle, kahraman ecdadımızı bir kez daha vecd içinde selamlayalım:

“Unuttuk İlhan'ı, Kara Oğuz'u,
İşledik seni göz bebeğimize.
Bağışla ey şefî kusurumuzu,
Bin küsur senelik emeğimize.

Nedense kimseler dinlemez eyvah!
O kadar saf olan dileğimizi.
Bir ümmî isen de Ya Resûlullah,
Ancak sen okursun yüreğimizi.

Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, cananı veremez Türkler.
Ebedi hadim'ul haremeyniniz,
Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler.”

Ana Kaynak:

Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası – Feridun Kandemir – Yağmur Yayınları

Ahmet Özcan
Açık Mektup: Medine Müdafaası ve Fahrettin Paşa

AÇIK MEKTUP

“Medine Müdafaası ve Fahrettin Paşa”

“..’Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar.
Gördüğüm: yer yer,
Harap iller, serilmiş hanûmanlar, başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar;
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar.
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;
Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;
Riyalar, türlü iğrenç iptilalar, türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar, yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar;
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;
‘gazâ namıyla dindaş öldüren bîçare dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar;
Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!..

Geçerken, ağladım geçtim; dururken ağladım durdum;
duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda baş vurdum.
mezarlar, ahiretler, yükselen karşımda dûradûr;
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr.
derinlerden gelir feryadı yüzbinlerce âlâmın;
Ufuklar bir kızıl çember, bükük boynunda İslamın!
Göğüsler sızlayıp durmakta, zincirler daralmakta;
Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon cansa gırtlakta!”
Mehmet Akif ERSOY
Muhterem Fahreddin Paşa,

Yıl 1918. 30 Ekim. Osmanlı devleti, Mondros ateşkes anlaşmasını yenilen taraf olarak imzalamıştır. Bütün cephelerde savaş durmuş, Osmanlı birlikleri silah, cephane ve tesisatlarıyla Anadolu’ya nakledilmeye başlamıştır. Yalnızca Medine Seferi Kuvvetleri verilen emirlere rağmen teslim olmamıştır. Ateşkesin tarafları panik içindedir. Medine’yi muhasara eden Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah tedirgindir. Medine içinde teslim olmak lazım geldiğine inanan bir kısım zabit ve erat dahi bir an önce evlerine dönme arzusuyla doludur. Ne var ki, Hicaz seferi kuvvetler kumandanı ‘Çöl Aslanı’ lakaplı Fahreddin Paşa, teslim olmamakta, ‘Peygamberin kutsal mevkiini çapulculara ve İngiliz yâranlarının himayesine terk etmem’ diye, diretmektedir.

Beş ay, tam beş ay boyunca direnir, Fahreddin Paşa.. Medine’ye ulaşan tek ikmal yolu olan demiryolu tahrip edilmiş, destek kesilmiştir. Erzak azalmış, hastalık ve açlık baş göstermiştir. Paşa, çekirgenin faydaları üzerine bir tamim yayınlamış, askerleri çekirge yemeye özendirmektedir. İspanyol nezlesi ve iskorpit hastalığı, askerleri kırmaya başlamıştır. Gölgede 50 dereceye varan sıcak, arada bir yağan kartopu büyüklüğünde dolu, samyeli, Şerif Hüseyin’in bedevilerinin sinsi tacizleri, firar eden Arap askerler, ye’ise düşen zabitler, belirsiz bekleyiş, garip bir direniş..Fahrettin Paşa, inat etmektedir, kararlı ve öfkelidir; bir beyanname yayınlar;

“..Ey Nâs!..malumunuz olsun ki, şecî kahraman askerim bütün İslamın teyid-i manevisiyle Hilafetin gözbebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son neferine kadar muhafaza ve müdafaaya memurdur. Buna askerce, müslümanca azm-û cezm etmiştir. Bu asker, Medine’nin enkazı altında ve nihayet ‘Ravza-yı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten mensuc kızıl bir kefende görülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet ‘Mescid-i Saadet’ minarelerinden ve yeşil kubbesinden Osmanlılığın Albayrağı alınamayacaktır..”

Şerif Hüseyin 5 Haziran 1916’da ayaklanmış, Medineye kadar ilerlemiş ve orada Fahreddin Paşa komutasındaki Hicaz seferi kuvvetleri tarafından durdurulmuştur. Şerif, Medine’yi ele geçirip, ‘Haşimiye Hükümet’ni ilan etmek istemektedir. İngilizler, Arap aleminde Şerif’in Hilafetinde bir İslam imparatorluğu kurma sözü vermişlerdir. Fahreddin Paşa, kuvvetlerinin başında fiilen harbe katılarak asilerin baskınlarını püskürtür, İngiliz ve Fransızlardan aldıkları altın, silah ve erzaklarla mücehhez çapulcuları püskürtür ve Medine’yi kontrol altına alır. Haziran 1916’dan Temmuz 1919 tarihine kadar müdafaa eder. Mütarakeye rağmen beş ay daha direnir.

Sonunda, Halifenin emir vermesini teslim olmak için şart koşar. Yanındaki bazı zabitlerinde ihanetiyle Paşaya bir oyun kurulur ve 13 Ocak 1919’ da Paşa teslim alınır. Fahreddin Paşa, kılıcını ve silahını teslim etmez, Hz. peygamberin mescidine, Hz. Fatıma’nın kabrine emanet eder. Ve bir İngiliz distroyeriyle Mısıra götürülüp hapsedilir. Oradan Maltaya götürülür ve 1921 yılında serbest kalır. Oradan Anadolu’ya geçerek Milli Mücadeleye katılır. Kazım Karabekir komutasındaki Kars 12. Fırkası ile Sakarya’ya doğru yola çıkar. Başkomutanlık meydan muharebesine katılır. 1922 yılında dört yıl süreyle Afganistan’a elçi olarak atanır. Hind Müslümanların Milli Mücadeleye yardımı için çaba gösterir. 1926’da Anavatana döner. 1948’de İstanbul’da vefat eder.

Osmanlının ilk Akıncı beylerinden Balioğulları soyundan gelen Fahreddin Paşa, vasiyeti üzerine Rumelihisarı kabristanına defnedilmiştir. Şerif Hüseyin ise, İngilizlerin oyununa gelmiş, sonraki tüm hainlere ibretlik bir örnek olarak, gavur sözüne güvenmenin cezasını zillet içinde yaşayarak ödemiş ve Kıbrısta sürgün ve zelil bir halde ölmüştür . Haşimiye imparatorluğu yerine, İngilizlerin gizli üssü konumundaki küçük Ürdün’de oğluna bir ülke düşmüştür.

Muhterem Paşam,

Aradan nerdeyse yüz yıl geçti. Doğu’da ‘tarih tekerrürden ibarettir’ denir. Tarihin bu sıkıcı çevriminden çıkıp yeni ve başka bir dünya kurma adına bu kuralı kabul etmek istemiyoruz. İçimize sinmiyor. Ama, eğer bugün hayatta olsaydın, ‘tekerrürün’ değişmez bir yasa olduğunu iddia ederdin sanırım. Aynı olan tekrar ayan oluyor, çünkü. Meğer, tarihen kısa bir ara verilmiş ve aynı filmi yüz yıl sonra tekrar yaşıyoruz. Osmanlı adeta hala tasfiye ediliyor. Topraklarımız yine işgal altında, devletimiz yine esir, halklarımız yine perişan. Aşiretler için ‘ingiliz altını’ yerine Amerikan doları, Avrupa Euro'su geçerli şimdi. Aydınlar, yine halklarının önüne düşmüş, ‘Osmanlı zulmü yerine Amerikan ve Avrupa medeniyeti’ istiyor. Tanzimattan beri ‘Gavura gavur demek hala yasak, şimdi haine hain demeyi de yasaklamak üzereler.

Vatan deyince, Din deyince, Millet deyince, müstehzi edayla, ‘para’ diye cevaplayanlar artıyor. Vatan diyenler, millete düşman, din diyenler devlete, millet diyenler ötekine..Bütün rezistans devreleri ters bağlanmış. Toprağımıza müthiş tesirli bir narkoz şırınga edilmiş gibi. Olan biteni, sanki patangoyayı ilgilendiriyormuş gibi, seyrediyoruz. Seyretmek ne kelime, işgalciye yol göstereni, iş isteyeni, işbirliği yapanı, akıl vereni, kuyruğa girmiş. Güce tapan bio-genetiğimiz, sonunda tapacak büyük, en büyük gücü buldu. Yenilmez, yıkılmaz, her istediğini yapan, kahreden, istediğini yok eden, istediğini iktidar yapan, yeni devletler kuran, eski düzenleri değiştiren ‘baş tengri’ ABD. Bütün Şamanlarımız, bu yeni tengri’ye secde etmek için bir birlerini çiğner oldular. Yine akıl tutulması, yine baş dönmesi, yine mide bulantısı.

Paşam, Şerif Hüseyin’in isyan gerekçesi olarak ‘dinsiz İttihatçı hükümeti’ni ve Onların Osmanlıyı yanlış tarafta, İngilizlerin yanında olmak varken karşı safta savaşa sokmasını eleştiren beyannamesine cevap olarak bir beyanname yayınlıyorsun. Şöyle;

“..Tarihi ve dinî düşmanlarımız ve bunların müttefikleriyle hayat ve memat mücadelesine atıldığımız bir zamanda, Asa-yı İslam’ı şakkile beyn-el müslimin kanı dökülmesine sebep olan asi Hüseyin ile avanesinin bize hala Müslümanlıktan ve uhuvvet-i islamiyeden bahse cür’etleri şayanı hayrettir.

Alem-i İslamın mevcudiyeti ve bekası için’Cihad-ı Ekber’ ilanına mecbur olmuş olan Halife-i Müslim’in efendimiz etrafında Cezayir, Fas, Trablusgarb, İran,Hindistan ve Rusya Müslümanlarının da toplanmaya can attıkları şu tarihi günlerde, İslamın beşiği olan Arz-ı Mukaddesi, Kudüs-ü Şerifi, Makamat-ı Mübareke’yi İngilizlere çiğneten ve altın ve paraya ibadet eden ‘Ben-i İsrail’ gibi İngiliz lirası, altın ve benzerine tapan bu hainlerden her şey umulur…”

Bunu artık biliyoruz Paşam, paraya tapandan her şey umulur, vatan duygusu olmayandan, tarih şuuru olmayandan, Allah’a imanı olmayandan her şey umulur. Bu doğru. Peki paşam, aradan yüz yıl geçti ve şimdi diyelim ki, Girit yerine Kıbrıs, Musul yerine Kürt devleti, Arap aşiretleri yada Ermeniler yerine Kürt aşiretleri geçti. Peki bu makus talihin nedenleri üzerinde hiç düşündük mü acaba? Neden Arap aşiretlerinin bir kısmı ihanet etmişti, neden Kürtlerin bir kısmı o zamanda bugünde hep batıdan destek almaya çalışıyor, neden kendi çocuklarımızda ilk fırsatta kaçıp gitmek istiyor, neden insanlarımız AB’ye üyeliği destekliyor? Bunların hepsi hainlikten ekmek mi yiyor? Herkes mi ihaneti meslek edindi? Neden bir Amerika’ya yada Avrupa ülkesine kendi vatandaşları ihanet etmez, yada ‘yıkıcı-bölücü-irticai iç tehdit’ unsuru haline gelmezde, bizim insanımız neredeyse 300 yıldır mütemadiyen isyan eder, başkaldırır, bir şeyler ister? Ve her seferinde bir dış desteğe sarılır, sonra o dış destek tarafından kullanılıp atılır, ve sonunda kendisini de, devleti de yıpratıp tükettiğiyle kalır.

Osmanlıdan ayrılan hiçbir topluluk Osmanlı düzeninden daha iyi bir düzen yada tarih sahibi olamadı. Ama buna rağmen hala ‘Osmanlı’dan ayrılma isteği ve arzusu devam ediyor. Bunun hiç mi iç nedeni yok Paşam? O kutsadığın ‘halife ve padişah hazretleri’ olsun, bugün kutsanan yada kendini kutsayan bazı kurumlar olsun, acaba bir defa bizimde hatamız, yanlışımız oldu, bundan nasıl döneriz? diye, düşündüler mi? Bir an için olsun, millete, topluma, halklara teb’a, kul, bitli piyade gözüyle bakmayı bırakıp da, insan gözüyle bakmayı denediler mi? Sorunların kaynağı nedir, bu topraklar neden uzun süredir huzur bulamıyor, kan ve ateşten başka bir şey görmüyor, diye sorguladılar mı? Bir an için yürekleri sızladı mı acaba? Ölen hep biziz, acı çeken biz, isyan edende bastıranda, ihanet edende cezalandıranda ‘biz’. Kendimizle boğuşup duruyoruz yüzyıllardır. Buradan bir çıkış yolu yok mu? diye, daha ne zamana kadar sormayı erteleyeceğiz. Kuyucu Murat paşadan başka çözümümüz olmayacak mı?

Yanlış anlama Paşam, Şerif Hüseyin yada Barzani- Talabani, Karzai, Kaddafi, bilmem kim, gavuru dost tutan cezasını bulur, ihanetin ve işbirlikçiliğin mazareti olmaz. Ben, onlardan değil, ‘Biz’den bahsediyorum, o Medine’den firar edip şerif Hüseyin safına katılan senin Arap askerinden, Kürt, Arnavut, hatta Türkmen aşiret mensuplarından..Onların analarından, babalarından, çocuklarından bahsediyorum. Bizden, hepimizden..Biz bunlar değilsek, kimiz? Bin yıl boyunca kardaş olmuş, dindaş olmuş, yoldaş olmuş o bölünmesi artık imkansız olan vücud.. O kimyası aynılaşmış, kanıyla, canıyla, ruhuyla bütünleşmiş olan Milletten..O bu coğrafyanın, bu toprakların, bu kaderin ortak sahiplerinden bahsediyorum..Biz, neden dönüp dolaşıp kendimize ihanet ederiz, birbirimizi arkadan vururuz, düşmanı dost edinir, gavura biat ederiz acaba? Hiç sorguladık mı bunu? Timur’un safına neden geçmişti o zamanın Müslüman Türkleri? Şaha gidelim diye neden yollara dökülmüştü Alevi Türkmenler? “Şalvarı şaltak Osmanlı, eğeri kaltak Osmanlı, ekerken yok biçerken yok, yemede ortak Osmanlı”, diye türküler yakanlar Anadolu’nun, bizim insanımız değil miydi? Neden Batı ülkelerinde onca savaş, iç savaş ve isyanlardan sonra bugün barış, huzur ve refah varda, bizde her şey aynıyla tekrar edip durur. Hiç ibret alınsaydı, tekrar eder miydi, tarih, demişler.. İbret almak nedir, tekrara düşmemek, aynı yerden bir daha ısırılmamak..Lügatimizde neden yeri yok bunların..

Muhterem paşam,

Aziz ruhunu incitmek istemiyorum, Hz. Peygamberin mübarek mekanını asilere ve gavurlara çiğnetmedin. Sonuna kadar direndin. Senin, sizlerin bu iradesidir bizi hala ayakta tutan, taşıdığınız ve devrettiğiniz o ‘Mü’min’ yüreğidir ki, biz buralarda hala var kalabildik. Bugüne kadar gavur kayırıcılardan tek bir hayır görmedik, fırsatını bulsalar elimizde kalan imanımızı da söküp almaya kalkacaklar. İmanı olmayan Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak yaratmak için Tanzimattan beridir uğraşıp duruyorlar. Hepsinin farkındayız. İmanı olmayanların ya da imanını kaybedenlerin, yahudiyi de, hristiyanı da, şeytanı da, mammon’uda kolayca dost edinebildiğini görüyoruz, yaşıyoruz.

93 harbinde Kafkasların, balkan harbinde Balkanların, 1. Dünya savaşında dokuz cephede milyonlarca Müslümanın tehciri, tenkilini kimse anlatmaz, yüz binlerce insanın uğradığı katliamlardan, acılardan, eziyetlerden kimse bahsetmezde, sadece gayrı Müslimlerin mübadeleden, 6-7 eylülden gördüğü zarar ve ziyanı biteviye gözümüzün içine sokarlar. Fahreddin paşadan, onun emrinde sonuna kadar sadık kalarak direnen Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut askerden kimse söz etmez de, daima ihanet eden, firar eden, arkadan vurandan bahsedilir, acı hatıralardan, zulüm tarihinden sayfalar kazınır insanımızın beynine..Ortak noktalarımızın altını kimse çizmez ama farklılıklarımız abartılarak ‘yeni azınlık’ statüsü için kullanılır. Bunlara aşinayız. Hepsinin farkındayız.

Ama ben yinede aynı soruları soruyorum, Paşam, o soruların cevabını arıyorum, Bu cevaplar bulunmadığı sürece, daha çok Medine müdafaaları yaşayabilir, daha çok ihanetler ve başkaldırmalar görebiliriz.

Gerçek bir özeleştiriden başlayabiliriz mesela.

Muhterem Paşam, Ülkücü görüşlü lise öğretmenim, 12 Eylülden sonra gözaltında işkence sonucu öldürülmüştü. Kürt-Alevi kökenli komşumuzun tek çocuğu olan bir arkadaşım, ‘çatışmada ölü ele geçirildi’. İslamcı bir arkadaşımın domuz bağıyla bağlanmış halde cesedi bulundu..Hani derler ya, ’Milli birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde’, diyorum ki, millet çocuklarını ‘iti ite kırdırma’ diyerek telef etmenin, sistematik işkencelerin, olmadık suç isnatlarıyla insanların hayatlarını karartmanın, neredeyse elli yıldır memleketin düşünen, okuyan, arayan yeteneklerini konjonktüre göre sıraya dizip dövenlerin hesabını sormadan olmaz milli birlik, beraberlik.. Önce bunların hesabını vermeliler. Bunca iç ve dış borcun, yolsuzluğun, kapalı kapılar ardındaki alengirli alışverişlerin, sözde devletin âli çıkarları ardına gizlenmiş yazılı yada yazısız anlaşmaların, sözleşmelerin, işbirliklerinin, Marshall yardımının, Truman doktrininin, Kore savaşının, Yeşil kuşak doktrinin, Nato’nun, Cento’nun, darbelerin, zorunlu göçlerin, sürgünlerin, sansürlerin hesabını bir görsek. Güvenlik adı altında insanımıza abartılı eziyetler ederken, Ülkemizi Batıya bağımlı rehin devlet statüsüne indirenlerden açıkça hesap sorulsa..Bu eziyetlere isyan edenlerden önce, bu politikaların sahipleri ‘vatanseverliklerini’ ispat etse..

Diyorum ki, toplumun ezici bir çoğunluğunu AB’ye girersek kurtuluruz havasına sokan tüm bu kirli geçmişin, yani ‘kurtuluruz’ ifadesinde saklı olan ‘kir’in temizlenmesi için büyük ve cesur bir adım atılsa..Belki, yeni isyan ve iç savaşların önüne geçebiliriz. Belki o zaman sahte kavgaların gönüllü taraftarlarına bu kez ekmek çıkmaz. Belki, o zaman ‘hep birlikte’ ‘Medine’yi müdafaa etmek yerine New York borsasında ‘oyun kurmak’la, AB konseyinde Balkan savaşı katliamının hesabını sormakla, Rus Duma’sında Kafkasların özerklik ve bağımsız taleplerinin izini sürmekle meşgul olabiliriz. Belki, Afrika’da açlığa, Latin Amerika’da sömürüye, Avrupa’da uyuşturucu alışkanlığına, Asya’da yoksulluğa karşı da bir şeyler yapabiliriz. Belki o zaman İsrail’i zalimlikten caydırabilir, Amerikan köpekliği yetmemiş gibi Kâbe önüne yüksek otel dikecek kadar alçalmış gerici Arap rejimlerini bertaraf edebilir ve çocuklarımıza dini, dili, ırkı, mezhebi ne olursa bütün insanların kardeş olduğunu ve zalimlerden başkasına düşmanlığın haram olduğunu anlatabiliriz.

Muhterem Paşam, koşullar aynı olduğu için söylüyorum, II. Abdulhamit, güvenlik endişesini ‘aklı’nı köreltecek kadar abartmasaydı ve milletin, yani bütün Osmanlı halklarının ortak çıkar ve mutluluğunu tarif edecek bir ‘fikr’e kendini adasaydı, belki o koca mülkü kaybetmez ve şimdi bu meseleleri konuşmuyor olurduk. Ortak çıkar ve mutluluk, ortak ülkü, ortak hedefler, ortak irade..Osmanlı, fethederken işte bu ortaklığı kurabildiği için kabul görerek büyümüştü. Devleti devlet yapan, Orduyu ordu yapan, Osmanlıyı Osmanlı yapan, işte bu kerim, adil ve büyük ‘ruh’tu. Ama sonradan küçüldükçe, bizi küçülten nedenlere daha çok sarıldık. Ve şimdi buradayız. Büyümek istiyorsak, bizi büyütecek nedenlere sarılmanın yolunu bulmak zorundayız.

Bu nedenle, samimi bir muhasebe ile işe başlamak gerektiğini belirttim. Toplumun farklı kesimleri arasında hızla yayılan yabancılaşma, güven yitimi, anlamsızlık, boşluk hissi, umutkırımı..ilkel cahiliye çağı milliyetçilikleri, iç ve dış manipülasyonlar..dayanacak ve direnecek gücü kalmamış bir insan yığını..yılana sarılmaya hazır bir psikososyal durum..Tüm bunları aşmanın yolu, büyük bir cesaretle ve açıklıkla, gerekirse özür dileyen, af dileyen, tazmin yolları bulan bir büyük erdem gösterebilmekten geçiyor. Bu erdemi gösteremezse Türkiye, yüz yıl sonra bugün, aynı delikten daha da küçülerek ve daha ağır bedeller ödeyerek çıkabilir.. Çıkabilir mi, o bile tartışılır.

'Milli birlik ve beraberliğin' yolu, Milli olanı, yani millette olan ne varsa olduğu gibi kabullenmek, tabii olanı içermek, bütün farklılıkları derinleştirilmiş bir demokrasinin ortak değerleri olarak görmekten geçiyor. Bunun dışında, istemeyüz, yaptırmayüz, kırarüz, dökeriz, yakarızcılık var..Ne var ki, kabadayılık, inat, stotukoculuk ve faşizmle değil, Akıl, sağduyu ve imanla vatan korunur. Akil adamlar, buna devlet olmak diyorlar. Bakalım, bu manada bir ‘devlet’imiz var mıymış? yakında öğreneceğiz..

İşte böyle Paşam, sizler Medine’yi çekirge yiyerek korumuştunuz, bizler çekirge sürüsü gibi dağılmama telaşındayız. Bizi bu hallere düşürenler ise, bir an için dahi pişmanlık ve suçluluk duymadan aynı fitne ve fücur siyasetlerine devam edip gidiyorlar. Allah sonumuzu hayreylesin..

Paşam, Sana ve tüm Medine müdafii kahramanlara selam olsun..Allah’ın rahmeti üzerinizden eksik olmasın.

Ellerinizden öperim...

Hoşçakalın.

Kaynaklar:

* Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, Feridun Kandemir,Yağmur Yay, ist. 1999

* Medine Müdafaası, Nâci Kâşif Kıcıman, Sebil Yayınları

Bu makale Ahmet Özcan'ın "Açık Mektuplar" isimli kitabından alınmıştır. (Kızılelma yay.,İst-2004)

Haber10

Ömer Fahrettin Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği hazinenin listesi



Medine’nin elden çıkacağını gören Paşa, Peygamberimizin bu kentteki mezarına Osmanlı padişahları tarafından gönderilen hediyeleri, başka bir deyişle o muhteşem hazineyi, 1918 yılında bir muhafız kıtası eşliğinde ve mühürlü sandıklarla İstanbul’a gönderip ülkemize kazandırıyor.

Allah rahmet eylesin, ne iyi yapıyor. Aksi takdirde bu değerli eşyalar, şimdi Suudilerin elinde olacaktı.
Şimdi size Fahrettin Paşa tarafından İstanbul’a gönderilen ve günümüzde bir bölümü Topkapı Sarayı Müzesi’nde teşhir edilen o hazinenin tam listesini sunuyorum:

- Hazreti Osman’ın ceylan derisine el yazmalı Kuran’ı.
- 5 adet eski el yazması Kuran ve 4 adet Kuran cüzleri.
- Değerli taşlarla bezenmiş, altın kaplamalı 5 adet Kuran kabı.
- Hilye-i Şerif (Peygamberimizin yazı ile yapılmış portresi). Gümüş çerçeveli, yeşil kadife üzerine pırlanta ve incilerle Peygamberimizin adı yazılı, gümüşten güneş resimli…
- Bir adet som altın üzerine pırlanta ile Kelime-i Şehadet yazılı levha.
- Pırlantalı, incili, mercanlı 7 adet tespih.
- Gümüş işlemeli 2 adet rahle.
- Sultan Abdülaziz’in pırlantalı ve altın işlemeli tuğrası.
- 4 adet sancak başı ve 3 adet değerli kılıç.
- Kevkeb-i Dürri adlı 4 parça büyük elmas.
Altın üzerine oturtulmuş, çevresi elmas ve yakutlarla bezenmiş.
- 14 adet pırlanta ve zümrütlerle bezenmiş altın askı.
- Pırlanta, inci, yakut ve zümrütlerle bezenmiş 11 adet altın kandil askısı.
- Değerli taşlarla bezenmiş 1 adet altın kandil.
-1 adet altın kahve askısı.
- Değerli taşlarla bezenmiş 7 adet altın şamdan. İkisi 1.55 metre boyunda ve 50 kilo ağırlığında. Her birinin üzerinde 2.680 pırlanta var.
- 1 adet altın makas.
- Değerli taşlarla bezenmiş 8 adet altın gülabdan (gülsuyu kabı) ve 12 adet altın buhurdan (tütsülük).
- Pırlanta, zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş 2 adet çelenk, 10 adet yıldız çiçek, bir yaprak. Hepsi altın.
- 1 adet pırlanta yüzük.- Altın ve gümüş zincirler, altın mücevher kutuları ve çekmeceleri.
- 84 karat inci taneleri, 15 parça zümrüt, 27 parça yakut. 53 parça pırlanta ve elmas.
- Ayrıca 3 kilo 985 gram altın.
- 908 kilo gümüş.
- 49 parça şal ve sırma işlemeli perde.
-Medine’de Sultan Mahmut Kütüphanesi ve diğerlerindeki değerli eserler.

Bu acı fakat şerefli savunmanın aziz şehit ve gazilerinin ruhlarını bir Fatiha ile hoş etmek, halen sağ bulunanları ise sağlık ve selamet dilekleriyle anmak, din ve vatan borcundur.
https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI

AKP yanlısı gazeteciden, Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa'ya rezil iftira!..
11 Aralık 2017



Fahrettin Paşa'ya iftira atan Sabah yazarı Ekrem Buğra Ekinci'ye büyük tepki var..

Tarihin altın sayfalarından biri olan Medine Müdafaası'nın şanlı komutanı Fahrettin Paşa, bugün hak etmediği bir iftira ve karalama kampanyası ile gündeme taşındı.

Türkiye gazetesi ve Daily Sabah yazarı Ekrem Buğra Ekinci'nin hakaretlerle dolu iftiraları, Fahrettin Paşa'yı hedef aldı. Fahrettin Paşa'nın Medine müdafaasını iftiralarla karalamaya çalışan Ekinci'ye büyük tepki var.

Medine müdafaası sırasında karşı karşıya geldiği İngiliz ajanı Lawrence tarafından "Çöl Kaplanı" olarak anılan Fahrettin Paşa, bugün hiç hak etmediği bir şekilde iftiralara maruz kaldı. İngiliz yarbayı Bassett'in bile "Kaburgalarına kadar tam bir askerdir" dediği Fahrettin Paşa'nın, tarihe altın harflerle kazınan Medine Müdafaası, Ekrem Buğra Ekinci tarafından yanlış bilgilerle iftiraya dönüştürüldü.

FAHRETTİN PAŞA'YA İFTİRALAR

Sosyal medya hesabından Fahrettin Paşa ile ilgili paylaşımlar yapan Ekinci, şanlı Medine Müdafaası'nın komutanı Fahrettin Paşa'nın çabalarını hiçe saydı. "Medine'yi İngilizlere değil, Şerif Hüseyin Paşa ve Müslüman Araplara karşı müdafaa eden Fahrettin Paşa bile kahramanı oldu" diye yazan Ekinci'ye sosyal medya kullanıcıları büyük tepki gösterdi.



İFTİRAYA CEVAP GELDİ

Ekinci'nin hakaretler içeren iftiralarından biri de "Medine'den topladığı hazineleri ve mukaddes emanetleri Şam'daki Cemal Paşasına yolladı. Bunların çoğu İttihatçılarca yağma edildi" şeklindeki ifadeler oldu.

Ekinci'nin bu iftirasına Ozan Bodur isimli bir twitter kullanıcısı "Fahrettin Paşa, sevkettiği tüm kutsal emanetleri önünde Essalamualeyke Ya Rasûlullah (sav) yazan bu trene yüklemişti ve hepsini Medine Defterine kaydetti. Bu defterin bir kısmı TBMM Halife Abdülmecid Efendi kütüphanesinde diğeri de Topkapı Sarayı'nda..." şeklinde cevap verdi.

MilliGazete

Etiketler : Ekrem Buğra Ekinci, Fahrettin Paşa, sabah gazetesi, medine,

Akşener'den BAE'ye 'Fahrettin Paşa' tepkisi: Bir hesap sormak lazımsa onu İngiliz işbirlikçisi dedelerinize sorun
20 Aralık 2017



"Fahrettin Paşa’ya dil uzatmak kimsenin haddi değildir"

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Iraklı bir Twitter kullanıcısının "Medine Müdafaası kahramanı" olarak bilinen Osmanlı Paşası Fahreddin Türkkan'ı 'hırsız' olarak niteleyen bir tweetini kendi Twitter hesabında paylaşan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed'e de tepki gösterdi.

"Bir hesap sormak lazımsa onu İngiliz işbirlikçisi dedelerinize sorun" ifadelerini kullanan Akşener, kişisel Twitter hesabından yaptığı açıklamada, “Kutsal şehri isyancılara vermeyeceğiz diyerek bir söz verdik. Elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Ta ki son mermi, son er ve son damla kana dek.' diyen Fahrettin Paşa’ya dil uzatmak kimsenin haddi değildir. Bir hesap sormak lazımsa onu İngiliz işbirlikçisi dedelerinize sorun" dedi.

T24
ETİKETLER
meral akşener fahrettin paşa

"Fahreddin Paşa getirmeseydi, Kutsal Emanetler şimdi Londra’da olurdu!"
20 Aralık 2017



"Trump yönetiminin pışpışlaması ile bugün haşin pozlara bürünen bir Arap devlet adamı..."

Habertürk gazetesi yazarı Murat Bardakçı, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed'in I. Dünya Savaşı'nda Medine'yi İngilizlerin işgaline karşı 2 yıl savunan 'Çöl Kaplanı' olarak da bilinen Fahrettin Paşa'nın hırsızlık ile suçlandığı tweeti paylaşmasına ilişkin, "Abdullah bin Zayed’in dün paylaştığı tweet işte bu yüzden sadece bizden değil, Arap dünyasından da tepki gördü ve geçmişten haberdar olan aklıbaşında Araplar bile sözkonusu ihtimalin üzerinde durdular. Paşa bugün bir kısmı Topkapı Sarayı’nın Hazine ve Kutsal Emanetler Dairesi’nde sergilenen bu eşyayı İstanbul’a getirmeyip de Medine’de bıraksa idi neler olabileceğini tahmin edebilir misiniz? Allah göstermesin, şimdi hemen hepsini büyük ihtimalle Londra’da, British Museum’da görürdük! " diye yazdı.

Trump, "Trump yönetiminin pışpışlaması ile bugün haşin pozlara bürünen bir Arap devlet adamı, Medine’deki elyazması eserlerden bahsetmeden önce bu kutsal şehirdeki çok önemli iki kütüphanenin, yani Mahmudiye Medresesi ile Arif Hikmet Kütüphanesi’nin âkıbetini bilmek ve çenesini ondan sonra açmak zorundadır" ifadesini kullandı.

Murat Bardakçı'nın Habertürk'teki yazısı şöyle:

Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed dün akıl ve idrak dışı bir edepsizlik edip garip bir Iraklı’nın attığı tweet’i paylaştı.

Tweet’te, Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Vehhabi kuşatması ve İngiliz tehdidi altında bulunan Medine’deki kutsal emanetleri kurtarıp İstanbul’a getiren Fahreddin Paşa “hırsızlıkla” suçlanıyordu ve Zayedhakettiği cevabı Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’dan aldı.

Önce, Abdullah bin Zayed’in kim olduğunu söyleyeyim: Bu zat, Ortadoğu’da son zamanlarda yaşanan bütün tatsızlıkların gerisinde bulunan şahsın, Abu Dabi’nin veliahdı ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin perde arkasındaki asıl yöneticisi olan Muhammed bin Zayed’in biraderidir.

Fahreddin Paşa’nın kabahati, İngilizler’in desteğindeki Şerif Hüseyin’e bağlı çetelerin iki buçuk sene boyunca kuşattıkları Medine’yi bin türlü yokluk içerisinde ve hattâ açlıktan çekirge yiyerek muhafazaya çalışması, o meş’um Mondros Mütarekesi’
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 20, 2017 10:40 pm    Mesaj konusu: Fahreddin Paşa getirmeseydi, Kutsal Emanetler Londra’da Alıntıyla Cevap Gönder

"Fahreddin Paşa getirmeseydi, Kutsal Emanetler şimdi Londra’da olurdu!"
20 Aralık 2017



"Trump yönetiminin pışpışlaması ile bugün haşin pozlara bürünen bir Arap devlet adamı..."

Habertürk gazetesi yazarı Murat Bardakçı, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed'in I. Dünya Savaşı'nda Medine'yi İngilizlerin işgaline karşı 2 yıl savunan 'Çöl Kaplanı' olarak da bilinen Fahrettin Paşa'nın hırsızlık ile suçlandığı tweeti paylaşmasına ilişkin, "Abdullah bin Zayed’in dün paylaştığı tweet işte bu yüzden sadece bizden değil, Arap dünyasından da tepki gördü ve geçmişten haberdar olan aklıbaşında Araplar bile sözkonusu ihtimalin üzerinde durdular. Paşa bugün bir kısmı Topkapı Sarayı’nın Hazine ve Kutsal Emanetler Dairesi’nde sergilenen bu eşyayı İstanbul’a getirmeyip de Medine’de bıraksa idi neler olabileceğini tahmin edebilir misiniz? Allah göstermesin, şimdi hemen hepsini büyük ihtimalle Londra’da, British Museum’da görürdük! " diye yazdı.

Trump, "Trump yönetiminin pışpışlaması ile bugün haşin pozlara bürünen bir Arap devlet adamı, Medine’deki elyazması eserlerden bahsetmeden önce bu kutsal şehirdeki çok önemli iki kütüphanenin, yani Mahmudiye Medresesi ile Arif Hikmet Kütüphanesi’nin âkıbetini bilmek ve çenesini ondan sonra açmak zorundadır" ifadesini kullandı.

Murat Bardakçı'nın Habertürk'teki yazısı şöyle:

Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed dün akıl ve idrak dışı bir edepsizlik edip garip bir Iraklı’nın attığı tweet’i paylaştı.

Tweet’te, Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Vehhabi kuşatması ve İngiliz tehdidi altında bulunan Medine’deki kutsal emanetleri kurtarıp İstanbul’a getiren Fahreddin Paşa “hırsızlıkla” suçlanıyordu ve Zayedhakettiği cevabı Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’dan aldı.

Önce, Abdullah bin Zayed’in kim olduğunu söyleyeyim: Bu zat, Ortadoğu’da son zamanlarda yaşanan bütün tatsızlıkların gerisinde bulunan şahsın, Abu Dabi’nin veliahdı ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin perde arkasındaki asıl yöneticisi olan Muhammed bin Zayed’in biraderidir.

Fahreddin Paşa’nın kabahati, İngilizler’in desteğindeki Şerif Hüseyin’e bağlı çetelerin iki buçuk sene boyunca kuşattıkları Medine’yi bin türlü yokluk içerisinde ve hattâ açlıktan çekirge yiyerek muhafazaya çalışması, o meş’um Mondros Mütarekesi’ne rağmen teslim olmayı reddetmesi ama tâkatinin tükenmesi üzerine geçmiş asırlarda İstanbul’dan Hazreti Muhammed’in kabrine gönderilmiş olan hediyelerle kutsal emanetleri Vehhabi ve İngiliz tehlikesinden korumak için İstanbul’a getirmesi imiş!

Paşa bugün bir kısmı Topkapı Sarayı’nın Hazine ve Kutsal Emanetler Dairesi’nde sergilenen bu eşyayı İstanbul’a getirmeyip de Medine’de bıraksa idi neler olabileceğini tahmin edebilir misiniz?

Allah göstermesin, şimdi hemen hepsini büyük ihtimalle Londra’da, British Museum’da görürdük!

19. asrın ilk senelerinden itibaren Türk idaresine başkaldıran Vehhabiler’in hiç değişmeyen bir âdetleri vardı: Ele geçirdikleri şehirlerdeki tarihî yapıları, türbelere varıncaya kadar yıkıp bu mekânlardaki objeleri paramparça etmek!

Tahribattan kurtarılabilen eşyalardan güç-belâ İstanbul’a getirilenler bugün müzeler ve bazı aileler tarafından muhafaza edilmektedir ama giden gitmiştir!

Abdullah bin Zayed’in dün paylaştığı tweet işte bu yüzden sadece bizden değil, Arap dünyasından da tepki gördü ve geçmişten haberdar olan aklıbaşında Araplar bile sözkonusu ihtimalin üzerinde durdular ve“Fahreddin Paşa bu eşyayı götürmese idi, şimdi hepsi Londra’da British Museum’da olabilirdi” dediler.

Ama, Emirlikler Dışişleri Bakanı’nın edepsizliği bu kadarla da kalmadı ve Paşa’nın “Medine’deki elyazması eserleri çaldığını” iddia etme cür’etini gösterdi; ardından da meseleyi bugünün Türkiyesi’ne bağlayıp “İşte, Erdoğan’ın dedelerinin Müslüman Araplarla ilişkisi buydu” dedi.

Bir devlet adamının “Türkler’in Medine’deki elyazması eserleri çaldıklarını” iddia edebilmesi için Abdullah bin Zayed gibi cehlin sınırlarının ötesinde olması ve Türkiye’nin ille de aleyhinde bulunabilmek maksadıyla aklına geleni düşünmeden söylemesi gerekir.

Trump yönetiminin pışpışlaması ile bugün haşin pozlara bürünen bir Arap devlet adamı, Medine’deki elyazması eserlerden bahsetmeden önce bu kutsal şehirdeki çok önemli iki kütüphanenin, yani Mahmudiye Medresesi ile Arif Hikmet Kütüphanesi’nin âkıbetini bilmek ve çenesini ondan sonra açmak zorundadır!

Bu köşede, sözünü ettiğim kütüphanelerden birinin, İkinci Mahmud’un inşa ettirdiği Mahmudiye Medresesi’ndeki kitaplığın 20. asrın ilk senelerinde çekilip kartpostal yapılmış bir fotoğrafını görüyorsunuz. En yukarıdaki besmele ile besmelenin altında sağ ve sol taraflarda bulunan hatlar bizzat Sultan Mahmud’un eserleridir ve şimdi her iki kütüphanenin de yerinde yeller esmektedir!

“Fahreddin Paşa kutsal emanetler ile beraber keşke Medine’ye vaktiyle gönderdiğimiz bütün elyazmalarını da İstanbul’a nakletse idi” diyeceğim ama günün birinde ortalığa bu kadar nankörün üşüşeceğini rahmetli nasıl tahmin edebilirdi ki?

T24
ETİKETLER
fahrettin paşa medine kutsal emanetler
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İZ BIRAKANLAR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com