EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

ULU HAKAN 2. ABDÜLHAMîD HAN

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> OSMANLI TARİHİ
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pts Ağu 25, 2008 1:27 am    Mesaj konusu: ULU HAKAN 2. ABDÜLHAMîD HAN Alıntıyla Cevap Gönder

Ulu Hakan (*)

Ulu Hakan II. Abdülhâmid Hân… “Ulu Hakan” tabiri artık yerleşti. Ermenilerin taktiği ve İttihatçıların yerleştirdiği “Kızıl Sultan” lâkabından sonra “Ulu Hakan”…

İlâhî cilveye bakın; Kur’ân’daki “Zalûm ve Cehûl” vasıflı bazı esfellerce yerin dibine batırılan bir gerçek kahramanı, ölümünün 60. yılında, işte böyle, şahikaların şahikasına çıkarır. Bazen de tam aksi, şahikalardan esfellerin esfeline indirir.

10 Şubat günü Ülkücülerle Akıncıların el ele vererek tertipledikleri Abdülhamid’i anma gününde mâna ve tecelli böylesine derin, böylesine yücedir.

“Büyük Doğu”nun ilk çıkış tarihi 1943′e yani ölümünün 25. yıl dönümüne kadar en azılı kaatil, en zalim despot, en vicdansız şerir bilinen ve bildirilen Ulu Hakan bugün gerçek Türk Gençliğinin, bütün sahte oluşları ifşa edici üstün ve anahtar şahsiyet örneğidir; ve Türk Tarihinde hakkı yenmiş mânası tepelenmiş en mazlum ve o nispette ulvi çehredir.

Onu meydana çıkarmakta ve nurani heykelini (agora)ya dikmekte inkılâp çaplı bir hamle olarak “Büyük Doğu”nun hakkını da görmek gerektiğini kaydederken hâlâ Mukaddesatçı Türk Gençliğinin pınarı kabul ettiğimiz Millî Türk Talebe Birliğini sessiz ve hareketsiz görmekten son derece üzgün bulunduğumuzu belirtiriz. İnşallah geçici bir donukluk ve uyuşukluktan başka birşey değildir bu hal…

Ulu Hakan II. Abdülhâmid Hân’ın anlaşılacağı gündür ki, Tanzimattan bugüne kadar gelen bütün sahte inkılâpların ve yalancı kahramanların içyüzleri görülecek ve tarihimizin ölüm virajı, kurtuluş istikâmetiyle beraber aydınlığa kavuşacaktır.

15 Şubat 1978

*Necip Fazıl Kısakürek – Çerçeve 4 – Büyük Doğu Yayınları

Sultan II. Abdülhamid Han, ABD'ye insanî yardım göndermiş

27 Ocak 2017



Hukukihaber'in haberine göre; Sultan II. Abdülhamid Han ile ilgili çok ilginç yeni bir belgeye ortaya çıktı.

Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cevdet Erdöl, 'II. Abdülhamid Han'ın yapmış olduğu yardımın belgelerini kamuoyu ile paylaşıyoruz' dedi.

Sağlık Bilimleri Üniversitesinden yapılan yazılı açıklamaya göre, Yıldız Arşivleri'nde bulunan Sadaret makamına yazılı evrakta, ABD'ye 300 Osmanlı lirasının gönderilmesinin Sultan 2. Abdülhamid'in emri olduğu ve emrin acilen yerine getirilmesi isteniyor. İkinci belgede ise New York Belediye Başkanının, 2. Abdülhamid'e gönderdiği yardım nedeniyle teşekkür ettiği belirtiliyor.

Erdöl, yardımın, Sultan II. Abdülhamid'in insani diplomasiye verdiği önemin göstergelerinden biri olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:

"Amerika 1894 yılında büyük bir orman yangını felaketi yaşar. Minnesota ve Wisconsin bölge halkı bu yangın nedeniyle zor günler geçirir. Yangın haberini alan dönemin Osmanlı Padişahı Cennetmekan Abdülhamid Han, bölge halkına insani yardım olarak 300 Osmanlı lirası gönderir. O gün o parayla İstanbul'un en gözde semti Bebek'te yaklaşık 60 orta halli ev alınabiliyordu. Abdülhamid Han'ın bu insani yaklaşımı sonrasında tüm Amerika gazetelerinde Abdülhamid Han'dan övgüyle söz edilmiştir. II. Abdülhamid Han'ın yapmış olduğu bu insani yardımın belgelerini Osmanlı Arşivleri'nde bulduk ve kamuoyu ile paylaşıyoruz."

Arşivden çıkan yazı şöyle:

"Amerika'nın kuzeybatı tarafındaki ormanların yanmasından dolayı zarar görenlere yardım için Osmanlı Hükümeti tarafından 300 lira gönderilmesi Sultan II. Abdülhamid'in emri gereğidir. Emir Maliye ve Hariciye Nezaretlerine tebliğ edilmiştir. Emrin acilen yerine getirilmesi hususunda yazılan 9 Eylül 1894 tarih ve 1775 numaralı Sadaret tezkeresi üzerine havale edildiği Muhasebe'den yazılan derkenardaki bilgi üzerine, söz konusu meblağın ödenmesi için Maliye Nezareti tarafından işlemde bulunulması tabiidir. Ancak Dahiliye Nezareti bütçesine dahil edilen atiyye tertibi bitmiştir. Bu yüzden bahse konu olan meblağın bu seneki bütçe açığına ve tertibi fazlasına ilave edilerek karşılanması hususunda izin vermenizi talep ediyoruz. 20 Eylül 1894."

Osmanlı'nın Washington Büyükelçiliğinden gönderilen ikinci belge ise "Washington Büyükelçiliğinden gelen 225 numaralı telgrafın tercümesidir. New York Belediye Başkanı, orman yangınlarında zarar görenlere yardım amacıyla Sultan II. Abdülhamid tarafından ihsan edilen paradan dolayı teşekkürlerini padişah hazretlerine arz edip bildirmemi rica etti. Amerika gazetelerinin hepsi bu ihsandan bahsediyorlar." ifadelerine yer veriliyor.
Haber 93

Bavê Kurdan: Abdülhamid uğruna ayaklanan Kürtler
Mustafa Armağan
15 Ocak 2010



Ancak az bilinen bir gerçek, Kürtler tarafından da sahiplenilmesi bir yana, Kürtlerin Babası olarak baş tacı edilmesi. O,Bavê Kurdan olarak anılırdı Kürt aşiretleri arasında.

Tarih biraz zalim midir ne? Dikiz aynasında sürekli; ayrılmıyor peşimizden. Hayalet gibi takipte. Son kitabım “Geri Gel Ey Osmanlı”da da filozof Derrida’ya atıfla belirttim:

Usulüne uygun olarak defnedilmeyen ölülerin ruhları nasıl ıstıraptan kavrulur ve yakınlarına musallat olursa, Osmanlı’nın mezarı üzerinden yol geçirmekle de onun hakkından gelemeyeceğimizi görelim ve Osmanlı’yı gerçekten ait olduğu yere, içimize gömelim. Onun ruhuyla barışalım.

Atatürk’ün okul arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, Frederick P. Latimer’in kendisiyle yaptığı konuşmada, Atatürk zamanında yazılan tarih kitaplarında Osmanlı’nın çok az ve kronolojik olarak yer almasını şöyle açıklamış:

“Atatürk kasten unutturmak istedi eski cehalet ve taassubu... Osmanlı ananesini takip etseydik biz imkân yok inkılâp yapamazdık. O sağken mekteplerde okunan Osmanlı tarihi mümkün olduğu kadar kısa, kronolojik bir tarihti. Etileri, Sümerleri Osmanlı’nın yerine doldurdu inkılâpları yerleştirsin diye. Ne yaptı yaptı Osmanlıyı durdurdu ve yeniyi kurdu.” (”Askeri ve Siyasi Belgeler”, Temel Yay., 2005, s. 254)

Bu çarpıcı ifadeler, tarihçi Toynbee’nin Osmanlı medeniyetinin çökmüş değil, durdurulmuş bir medeniyet olduğu tezini kuvvetlendiriyor. Evet, durdurulmuş ya da henüz ruhunu teslim etmeden toprağa verilmiş bir medeniyet. Bugün hemen her adımda karşımıza çıkması, hortlaması bundan değil mi?

İşte Kuzey Irak. İşte adına ister “Güneydoğu Sorunu”, ister “Terör Sorunu” isterse “Kürt Sorunu” diyelim, kekeme dilimizin açılmaya başladığı, küllerinden sıyrılan bir başka gerçekle daha yüzleşiyoruz. Tarih, kendisini unutanları asla affetmiyor çünkü.

Bugün bir pencere daha açalım o unutulmuş yüzümüze ve ilginç bir “Kürt isyanı”yla yüzleşelim. Yalnız bu isyan biraz farklı. Ve ibretlerle dolu.

Sultan II. Abdülhamid’in sıfatlarını biliyorsunuz. Ermeniler “Kızıl Sultan” dediler ona, Nihal Atsız “Gök Hakan” dedi, Necip Fazıl ise “Ulu Hakan”. “Gaddar” diyenler de oldu, Sivas yöresinden derlenen bir türküde olduğu gibi asker öldüren değil, “asker yaşatan Sultan” diyenler de. Ancak az bilinen bir gerçek, Kürtler tarafından da sahiplenilmesi bir yana, “Kürtlerin Babası” olarak baş tacı edilmesi. O, “Bavê Kurdan” olarak anılırdı Kürt aşiretleri arasında.

Wadie Jwaideh’in “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi” başlıklı doktora tezinden öğrendiğimize göre, daha Meşrutiyet ilan edilir edilmez Süleymaniyeli Şeyh Said Berzenci (bildiğimiz Şeyh Said’le alakası yok elbette) Abdülhamid’i destekleyen ve Jön Türklere açıkça meydan okuyan bir isyanın bayrağını çekmişti. Meclise karşı Padişah’ı destekleyen bu isyan bir süre sonra bastırıldı, Şeyh Said Musul’da gözaltına alındı ve bir yıl sonra çıkan Kürt karşıtı bir ayaklanma sırasında evinin önünde öldürüldü. Ancak bundan sonra bölge, uzun süre dinmeyecek bir anarşinin içine sürüklendi (oğlu Şeyh Mahmud ise Mondros’tan sonra İngilizlere isyan edecekti).

Ancak asıl üzerinde durulması gereken bir isyan vardır ki, tahtından indirilen Abdülhamid’in intikamını almak için başlatılmıştır. 24 Temmuz 1908 tarihli Jön Türk ihtilalinin ardından yeri rejimi, Meşrutiyet’i tanımadığını ilan Millî Konfederasyonu reisi ve Abdülhamid’in en güvendiği Hamidiye alaylarının komutanlarından İbrahim Paşa ayaklandı ve bağımsızlığını ilan etti. Nisan 1909’da tahtından indirilen Abdülhamid’i desteklemek amacıyla 1.500 silahlı adamıyla Şam’a yürüdü.

O sırada Selanik’te Alatini Köşkü’nde dünyadan tecrit edilmiş bulunan Sultan Abdülhamid’in olanlardan haberi yoktur elbette ama Şam’da bir Kürt subayı, onun adına şehri işgal ediyor ve Suriyelileri Jön Türklere karşı Abdülhamid bayrağı etrafında yeniden birleşmeye çağırıyordu. Ne var ki, Jön Türklerin gönderdiği kuvvetler karşısında yenilgiye uğrayan İbrahim Paşa kuvvetleri, Urfa ve Rakka arasındaki Abdülaziz Dağı civarına çekilecek ve oradan aşiretin merkezi olan Viranşehir’e dönerken, kendisini yakalamak için görevlendirilen Şamar aşiretiyle girdiği bir çarpışmada öldürülecekti.

Martin van Bruinessen’in “Ağa, Şeyh, Devlet” adlı çalışmasında da kısa bir bilgi bulabileceğiniz bu ilginç isyan üzerinde tarihçilerimiz nedense yeterince durmuş değildir. Ancak başarısız da olsa bu iki isyan girişimi, Sultan Abdülhamid’in Kürtlerin dünyalarında işgal ettiği yerin ve uyandırdığı bilincin derinliğini göstermesi bakımından dikkate değer göstergelerdir.

Burada bazı tarihçilerin Abdülhamid’in Hamidiye Alayları ile Kürt milliyetçiliği tarihinde bir fetret dönemi, bir geri adım, bir boşluk meydana getirdiği yolundaki tezlerine karşı Robert Olson’un tespitini aktarmak istiyorum. Olson’a göre, tam tersine, Hamidiye dönemi “Sünni Kürtler arasında dayanışma duygularına katkıda bulunmuş ve pek çok Kürt gencine önderlik fırsatları sunmuştur. Dahası, Hamidiye Alayları, pek çok Kürt’e askeri teknoloji ile donanım bilgisi ve bunları kullanabilmek kabiliyeti sağlamıştır.”

Bu satırlar ona neden “Kürtlerin Babası” denildiğini yeterince gösteriyor olmalıdır. Ancak en ziyade konuşma hakkı kendisinin değil midir? Öyleyse Abdülhamid konuşsun, biz dinleyelim:

“Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt alayları, bize çok büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri “itaat” fikri, kendileri için de faydalı olacaktır... Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını, İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır [bakan] mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?” (Siyasi Hatıratım, s. 52.)
Zaman

2.ABDÜLHAMİD HAN'IN DUASI!

Allahım helal etmiyorum!
Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum!
Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar, hanümanımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim de Sevgili’nin (Salallahu Aleyhi ve Sellem) yolunda yürüdüğüm için beni bu hale getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem!

Allahım! Mukaddes isimlerine kurban olduğum Allahım!

Ya Âdil!

Bana “Kızıl Sultan” adını takan ve devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri, şimdi beni devirenlere parçalatıyorsun!

Bu cellatları da, kim bilir, kimlere parçalatacaksın?..

Fakat yâ Rahman!..

Adaletinle tecelli edersen hepimiz kül oluruz!
Bize acı!
Resûlünün, Sevgilinin, Kainatın Efendisinin nurunu kaydeder gibi olduğu için bu hale gelen millete, rahmetinle, fazlınla, lütfunla tecelli et!

Yâ Kâdir!

Kundaktaki yavruyu gagasına almış, kaçıran leş kuşunu düşürüp çocuğu kurtarmak ancak senin kudretine sığabilir. Leş kuşlarının gagasında kundak çocuğuna dönen milletimi kurtar Allahım!

Ya Ma’bud !..

Ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum!

Ama tek vakit namazım olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum!..

Huzurunda eğileceğime kaskatı kalıyorum ve duada ruh teslim edeceğime yatağımda kıvranıyorum! Sana kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allahım!
Eğer, yılları tesbih dizisince süren hükümdarlığımda Seni bir kere anabildim, Resûlüne bir an bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu hürmetine kabul et!

Yâ Sübhan! Şu titrek elleri, Kıyamet gününde sana “Ümmetim, ümmetim!” diye yalvaracak olan Habibinin eteğinde, şimdi “Milletim, milletim!”diye dilenen bu ihtiyarın duasını geri çevirme! Milletimi evvelâ “Ba’sü ba’de’l-mevtsiz” bir ölümle yok etmeye götüren sahte kurtarıcılar ve sahta kurtuluşlardan kurtar; ve ona bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek kurtuluşu nasib eyle!..

Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı.

Bari felâketi olsun bana daha fazla gösterme Allahım!

Ayakta duramaz, haldeyim!

Vadem ne gün dolacak Allahım?.. “

Necip Fazıl Kısakürek'ten



MIZRAK ÇUVALA SIĞMIYOR
MUSTAFA ARMAĞAN
15 Şubat 2009

Hakkında olumlu bir şey söylemenin bile cesaret istediği yıllar yaşadık ama artık mızraklar çuvallara sığmaz oldu.

Geçtiğimiz 10 Şubat günü Sultan II. Abdülhamid'in 91. ölüm yıldönümüydü. Hakkında olumlu bir şey söylemenin bile cesaret istediği yıllar yaşadık ama artık mızraklar çuvallara sığmaz oldu. Çuvalları delip çıkan gerçeğin mızrakları hepimizi şaşırtıyor. Neler mi onlar? Sayıları çok fazla ama içlerinden 10 tanesini seçtim. Beraber çıkarmaya çalışalım mı?

1. Kızıl Sultandı: Bu iddia, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. İşte "Kızıl", yani kan döken Sultan lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid'e Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler? 1915'te yüzbinlerce Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi.

2. Meşrutiyet düşmanıydı: 93 Harbi'nde Osmanlı topraklarının üçte biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki, aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade etmezdi.

3. Milleti cahil bıraktı: Bilinenin aksine, Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan'ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950'li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895'te TC sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923'te bu sayı 95'e düşmüştür. 1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.

4. Denizciliğe düşmandı: Abdülaziz döneminde dünyanın 3. büyük deniz gücü olmuştuk ama bu donanmanın sadece yıllık boya parası bile Denizcilik Bakanlığı'nın bütçesini aşıyordu! Abdülhamid "karacı" idi, kabul. Ama Atatürk de, İnönü de karacı idi. Demek ki, Türkiye'nin etrafı denizlerle çevrili bile olsa böylesine büyük bir deniz gücünü besleyebilecek ekonomik altyapısı mevcut değildi. Savaş gemisi alıp yeniden dışarıya bağımlı kalmaktansa Abdülhamid tercihini kara ve demiryollarından yana kullandı. İttihatçılar da, Atatürk de, İnönü de demiryoluna öncelik vermediler mi?

5. Keyfî sansür uyguladı: Sansürün elbette savunulacak tarafı yok. Ancak PKK ile mücadele döneminde basının nasıl ağır bir sansür altında çalıştığını unutmadık. Sansür vardı, evet. Fakat siyasi konulara girilmemesi aynı zamanda edebiyatımızın görkemli eserlerinin ortaya çıkması gibi hayırlı bir sonuç da vermemiş midir? Hem Takrir-i Sükûn döneminde uygulanan "cellat sansürü"yle hiç mi hiç kıyaslanamaz Abdülhamid'inki.

6. Hafiye teşkilatı zararlıydı: Hafiye teşkilatının topluma nefes aldırmadığını iddia edenler, aksi halde ne yapılması gerektiğini de söylemelidirler. Meydanı İngiliz, Rus, Fransız ajanlarına mı bırakmalıydı? Hafiyesiz, ajansız, casussuz bir devlet olur mu? Unutmayalım ki, Fransa'nın İstanbul büyükelçisi, Abdülhamid'in tahta geçtiği yıl sokaklarda Fransız Kralı'nın posterlerinin Ermeni hamalları tarafından satıldığını yazıyordu. Devlet Londra, Paris ve Petersburg'dan yönetiliyor, "Hasta Adam"ın kimin kucağında öleceği tartışılıyordu. Abdülhamid, iktidarın dizginlerine asılabilmek için hafiye teşkilatını kurmak zorundaydı. Elbette suistimaller olmuştur ama yakınlarından biliyoruz ki, Sultan her jurnali okuyor ama mutlaka yazanın adam olma niteliğine göre değerlendirmeye tabi tutuyordu.

7. Despottu: 'İstibdad' kelimesini 'despotizm' diye çevirmek yanlıştır. Hele totalitarizm hiç değil. Kaldı ki, İslam siyaset düşüncesinde "istibdâd" meşru yönetim şekillerindendi. Mesela İbn Haldun 'istibdâd'ı tek adam yönetimi, yani otokrasi anlamında kullanır ve meşru yönetim şekillerinden biri kabul eder. Kaldı ki, önüne gelen idam cezalarını sürekli affeden birinin istibdâdın yetkilerini hangi yönde kullandığını da pekala görmüş oluyoruz.

8. 31 Mart'ı tertiplemişti: 31 Mart isyanında en ufak bir katkısının olmadığı kesin olarak ortaya çıktığı halde asırlık İttihatçı propagandanın etkisi hâlâ sürüyor. İsyanı araştırma komisyonu başkanı Yusuf Kemal [Tengirşenk], 31 Mart'ın Abdülhamid'in eseri olmayıp İttihatçılara karşı yabancı casus şebekeleri ile mürtecilerin teşebbüsleri olduğunu yazmıştır. Rıza Tevfik ise mahkemede şunları söylemiştir: 31 Mart uydurma ihtilali hazırlandığı zaman ben Talat Bey'e beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin büyük bir cinayet olduğunu anlattım. Aldığım cevap şu oldu: "Ne yapalım, Cemiyetin paraya ihtiyacı var, bunu da ancak Yıldız Sarayı'nın hazinesi karşılayabilir."

9. Hamidiye Alayları gereksizdi: Hamidiye Alayları şunlara yaramıştı: 1. Askerlik yapmayan Kürtlerle kolluk kuvveti eksikliği giderildi. 2. Rus istilasına karşı caydırıcı oldu. 3. Kürtler ve konar göçerlerin dış güçlerce kullanılmasına engel oldu. 4. Aşiretlerin yerleşik hayata geçmelerini hızlandırdı. 5. Çocuklar İstanbul'daki Aşiret Mektebi'nde eğitilerek Osmanlılık bilinci edindiler. 6. Aşiret kavgalarının önüne geçildi. 7. Sükûnet sağlanınca Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun imarına çalışıldı...

10. Korkaktı: Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem Bey'in dediği gibi "Abdülhamid'in korkak olduğunu sananlar yanılırlar. Korkak olmak şöyle dursun, tam tersine cesurdu." Dolmabahçe Sarayı'ndaki bir bayramlaşma sırasında deprem olmuş ve tavana asılı 1,5 tonluk bir avize yere düşmüştü. O kargaşalıkta salonda kılı kıpırdamayan tek kişi, Abdülhamid'di. Keza yanı başında bomba patlarken bile metanetini yitirmemiş, öğleden sonra elçilerle mutad görüşmelerini dahi aksatmamıştı. Kızı Ayşe Sultan'a söyledikleri karakterini iyi özetler: "Kalbimde yalnız Allah korkusu vardır. Bir hadise olmadan evvel onu önlemek için telaş ederim. Ama tehlikenin içinde bunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile çekinmem."

İçimden bir ses, "Kurtlarla Dans"ın devamını yazmam gerektiğini söylüyor.
- ZAMAN

“Patani ABDULHAMİD HAN'I unutmadI”
23 Ağustos 2008



Sultan Abdulhamid’in en sıkıntılı günlerinde bile Patani’yi unutmadığını ifade eden Nik Mahmud; “ Sultan Abdulhamid, İngiliz ve Tayland işgaline karşı mücadele eden Patani Halkı’nı yalnız bırakmadı. Bu nedenle Patani Halkı, Sultan Abdulhamid’i ve onun yaptığı iyilikleri hiçbir zaman unutmadı.”dedi.
Adem Özköse / Şam / Gerçek Hayat

20 senedir Patani üzerine araştırmalar yapan Malezya Vatan Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Profesör Dr. Nik Enver Nik Mahmud ile Patani Tarihi’ni ve Patani- Osmanlı ilişkilerini konuştuk. Sohbetimiz esnasında sık sık Sultan Abdulhamid Han’ın büyük bir siyasi deha olduğuna vurgu yapan Nik Mahmud, Abdulhamid Han’ın 1900’lü yıllarda Patani’yi işgal eden güçlere karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin en büyük finansörü olduğunu söyledi. Malezya’nın Patani’ye sınır bölgesi olan Klanta’da doğduğu için küçüklüğünden itibaren babasından hep Patani Halkı’nın yaşadığı zulümleri dinlediğini ifade eden Prof. Nik Mahmud; “ Bu nedenle bende Patani’ye karşı bir ilgi oluştu. Patani üzerine yaptığım araştırmalar esnasında çok ilginç belge ve bilgilere ulaştım. Özellikle Abdulhamid’in Patani’ye olan ilgisi beni çok duygulandırdı. ”dedi.

PATANİ’NİN TARİHİNİ PROFESÖR’DEN DİNLEYELİM

Patani Halkı’nın köklü bir tarihe sahip olduğuna vurgu yapan Prof. Nik Mammud, Patani Tarihi ile ilgili şunları anlattı: “ Patani Halkı’nın tarihi Güneydoğu Asya’nın en eski krallıklarından biri olan Langasuka Krallığı’na dayanıyor. Langasuka Krallığı 1. Yüzyılın ortalarında kuruldu. Langasuka Krallığı döneminde Patani Halkı din olarak Budizme inanıyordu. 12. yüzyılda Çin’e ticaret yapmaya giden Arap ve Yemenli tüccarlar vasıtasıyla İslam bölgede yayılmaya başladı. Daha sonra ismi değiştirilip Patani ismini alan krallığın Sultanı Müslüman olup İsmail adını aldı. Sultan İsmail halkı tarafından çok sevilen bir yöneticiydi. Sultanlarının Müslüman olmasıyla Patani Halkı toplu olarak İslam’a girme kararı aldı. Böylece 1457 yılında Patani İslam Krallığı kuruldu. Sultan İsmail döneminde Patani, Uzakdoğu Asya’nın en canlı ilim ve ticaret merkezlerinden biri haline geldi. 250 seneye yakın bir süre bölgede hüküm süren Patani İslam Krallığı, Taylandlıların dedeleri olan Budist Siyamlıların müdahaleleri ve bazı iç karışıklar nedeniyle yıkıldı.”

BU SORUN İNGİLİZLERİN MİRASI

Patani İslam Krallığı’nın yıkılmasının ardından Güneydoğu Asya’nın İngilizler tarafından işgal edildiğini anlatan Nik Mahmud, bir süre sonra Patani’nin de İngilizlerin saldırılarına maruz kaldığını belirtti. 1826 yılında İngiliz ve Tayland Askerlerinin Patani’ye girdiklerini kaydeden Profesör, bu tarihten sonra Patani Halkı’nın asla teslim olmayıp işgalci güçlere direndiğini söyledi. Patani Halkı’nın bağımsızlığına düşkün bir halk olduğuna vurgu yapan Nik Mahmud şunları aktardı: “ İngiliz ve Tayland işgalinin ardından Patani’de çok şiddetli bir direniş başladı. İşgal güçleri Patani’de bir türlü istedikleri gibi hâkimiyet sağlayamadılar. Özellikle Sultan Abdulhamid Döneminde Patani ile Osmanlı arasındaki ilişkiler arttı. Abdulhamid Güneydoğu Asya’ya Halife vekili olarak atadığı Ahmet el Patani aracılığıyla Patani Direnişi’ne destek sağladı. 10 Mart 1909’da İngiliz ve Tayland Yönetimleri tarafından yapılan Anglo-Siyam Antlaşmasıyla Patani Malezya’dan koparılarak Tayland’a verildi. İngilizler tıpkı Ortadoğu’da yaptıkları gibi Güneydoğu Asya’da da cetvelle sınırlar çizerek bölgeden ayrılırken arkalarında bugüne kadar uzanacak sorunlar bıraktılar. Patani Halkı ile Tayland Halkı arasında dil, din, kültür ve tarih açısından hiçbir benzerlik bulunmuyor. Bu nedenle Patani Halkı, Tayland Yönetimi’nin altında yaşamayı reddediyor.”

PATANİ’DEN ANADOLU’YA UZANAN YOL

1923 yılında 28 Türk Genci’nin Patani’deki direnişe katılmak için Güneydoğu Asya’ya geldikleri bilgisini veren Nik Mahmud, Türkiyeli gençlerin Patani’ye girmek için sınırı geçmeye çalışırken bölgedeki İngiliz Askerler tarafından yakalanarak hapse atıldıklarını söyledi. Bu bilgiye İngiliz Hükümet Arşivlerinde yaptığı araştırmalar sonucu ulaştığını ifade eden Malezyalı Profesör, 1. Dünya Savaşı esnasında Patani Halkı’nın halifeye ve Anadolu Halkı’na yaptığı yardımlarla ilgili de şu bilgileri verdi: “1. Dünya Savaşı sırasında Patanililer işgal altındaki Türkiye’ye yardım etmek için para toplayıp halifeye ulaştırdılar. Ayrıca Patani’de Osmanlı Hilafeti’ni destekleyen gösteriler yapıldı. Patanili Alimler Osmanlı Hilafeti’nin korunmasının her Müslümanın üzerine farz olduğu yönünde fetvalar yayınladılar. 1. Dünya savaşı sırasında halife İngilizlere karşı cihad fetvası yayınlayınca, Patani Halkı bölgedeki İngiliz Askerlerine karşı eylemlerini arttırdı. Bu dönem, bazı Patanili Öğrenciler Mekke’de okuyorlardı. Bu öğrenciler de halifeye mektup yazarak kendisine asker olmaya hazır olduklarını bildirdiler.”

PATANİ HALKI’NIN UNUTULMAYAN ÖNDERLERİ

Son Patani Sultanı olarak bilinen Abdulkadir Kamaruddin ve oğlu Mahmud Muhyiddin’in, bölgenin sevilen tarikat şeyhlerinden olan Hacı Bulo ve Şeyh Totea’nın, 1947 yılında başlattığı isyanla Patani Tarihi’ne geçen Büyük Alim Hacı Slong’un son olarak da geçtiğimiz aylarda rahmetli olan Patani Halk Kurtuluş Örgütü’nün Lideri Kebir Abdurrahman Tenvira’nın Patani Tarihi açısından önemli isimler olduğunu söyleyen Malezyalı Profesör, Patani’deki direnişin tarihe geçen büyük bir olay olduğunu ifade etti. Patani’deki bağımsızlık mücadelesinin özellikle 2001 yılından sonra daha da canlandığına dikkat çeken Nur Mahmud, İslam Dünyası’nın Pataniye ilgisiz kalmasından da şikayetçi oldu. Özellikle İslam Konferansı Örgütü’nün Patani’yi Tayland’ın iç meselesi olarak kabul etmesinin üzücü bir durum olduğunu söyleyen Nur Mahmud , Patani’nin Türk Halkı’nın ve Hükümeti’nin desteğine ihtiyaç duyduğunun da altını çizdi.
PATANİ TARİHİNE KISA BİR YOLCULUK
-1457:Patani Krallığı İslam’ı kabul etti.
-1584-1688: Patani İslam Krallığı’nın yükselme devri.
-1729:Patani’de iç savaş başladı.
-1786: Patani Taylandlıların dedeleri olan Siyam Krallığı’nın kontrolüne girdi.
-1789:Patani Halkı, Siyam Krallığı’na karşı isyan başlattı.
-1909:İngiltere ve Siyam Krallığı arasında imzalanan Anglo-Siyam Antlaşması’yla bugünkü Tayland-Malezya sınırı oluştu.
-1910: Patanili Sufi Şeyhi To’tea öncülüğünde Yala’da işgal güçlerine karşı büyük bir isyan gerçekleşti.
-1911: Bu isyandan 1 yıl sonra başka bir Sufi Şeyhi olan Hacı Bulon İngiliz ve Tayland güçlerine karşı başka bir isyan başlattı.
-1947:Patani Direnişi’nin babası olarak isimlendirilen Hacı Sulong Patani Halk Hareketi’ni kurup mücadeleye başladı.
-1954:Hacı Slong oğluyla birlikte Budist Tayland Askerleri tarafından şehid edildi.
-1968: Son Patani İslam Kralı’nın torunu Kebir Abdurrahaman Tenvira Patani Birleşik Kurtuluş Örgütü’nü (PULO) kurdu.
-1975: PULO Patani’de 70 bin kişinin katıldığı Patani Tarihi’nin en kalabalık protesto gösterisini düzenledi.
- 2004: Krue-Se Camii’nde Budist Askerlerle Patanili Gençler arasında çıkan çatışmada 32 Patanili hayatını kaybetti. Aynı gün Patani’nin farklı bölgelerinde çıkan çatışmalarda da 74 kişi Patanili daha katledildi.
-2004:Narativa’nın Takbay Kasabası’nda tutuklu bulunan 6 Patanili Gencin serbest bırakılması için halk gösteri düzenledi. Budist Tayland Askerleri’nin göstericiler üzerine ateş açması sonucu 85 Patanili hayatını kaybetti.
-2008:Patani Direnişi’nin efsane önderi Kebir Abdurrahman Tenvira sürgünde yaşadığı Suriye’nin başkenti Şam’da hayatını kaybetti.
PATANİ’DE GEÇEN HAFTA BÖYLE GEÇTİ
- Geçen hafta Patani’nin Nerativa Bölgesi’ndeki bazı Medreseleri basan Budist Tayland Askerleri 200’e yakın medrese öğrencisini göz altına aldı. Yaşları 13 ile 20 arasında değişen öğrencilerden aileleri haber alamıyor.
-Bu olaydan bir gün sonra Neretiva’daki askeri kontrol noktasına yönelik direnişçiler tarafından gerçekleştirilen saldırıda 6 Tayland Askeri öldü.
-Patani’nin Yala Bölgesi’nde halk tarafından sevilen 2 alim direnişe destek verdikleri gerekçesiyle Budist Tayland Askerleri tarafından gözaltına alındılar. Daha sonra 2 alimin tutuklandığı bildirildi.
-Patani’nin Satun Bölgesi’nde de geçen hafta Tayland İşgalini protesto eden gösteriler yapıldığı bölgeden gelen haberler arasında.

Erol DERMAN
buulkem@gmail.com
Abdülhamid Han

Bu yazı herkes için yazmakla beraber, özellikle genç kardeşlerimizin dikkatini çekmek için kaleme alındı. Çünkü bizim ne kadar güzel bir tarihimiz olduğunu ve ne büyük şahsiyetler yetiştirdiğimizi anlayacaklar ve bir kez daha atalarını rahmetle anacaklar. Belki bilenler öyle yapıyordur, ama biz bilmeyenlerin de olduğu varsayarak konumuza girelim.

II.Abdülhamid Han hakkında; ne kadar yazsak-çizsek yine de onu hakkıyla anlatamayız. N.Fazıl'ın "Ulu Hakan 2.Abdülhamid Han" isimli eserinde bir cümle şöyledir: "Abdülhamid'i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır." Bu cümle aslında O'nun ve yaptıklarının özeti gibi. Geriye dönüp bakanlar şimdi O'nun yaptıkları önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorlar.

O'nun bakış açısı bize bugün bile yol gösteriyor. Çünkü O, maddi bir dünyanın imkanları ile her alanda işler yaparken manevi alemin büyükleri ile de hasbıhal ediyordu…

*
Padişahım, seni bilenler derler ki; "abdestsiz yere ayak basmaz, hatta yatağının başucunda Kerbela toprağından imal edilmiş bir tuğla bulundur ve sabah kalkar kalkmaz, yere abdestsiz basmamak için, bu tuğla ile teyemmüm eder ve sonra abdest alırdı."

Seni bize hep vehimli olarak tanıtırlar Padişahım.Ama onlar, senin bugün dahi kulaklarımızda yankılanan şu seslenişini duymamışlar: "Beni evhamlı sanıyorlardı. Hayır! Ben, sadece gafil değilim, o kadar!"

Sen ki, 33 yıl başında bekleyen aç kurtları, yeri geldiği zaman tek başına defettin.O aç kurtların salyaları senden sonra vatanın her tarafına bulaştı. Senden sonra bir tespih tanesi gibi dağıldı koca Osmanlı İmparatorluğu Padişahım….( Ama çok şükür imamemiz elimizde kaldı…)

Padişahım, seni 24 Nisan 1909'da 31 Mart denilen düzmece bir olayı bahane ederek tahttan indirenler, aslında bu yüce milleti tarih sahnesinden silmeyi amaçlıyorlardı.

Padişahım; o dönemde sana yasakçı diyenler ne şartlar altında görev yaptığını bilmiyorlar mıydı? Aç kurtlar koca Osmanlı'yı bölmek için fırsatlar kollarlarken, seni nasıl yasakçı ilan ederler? Sana yasakçı diyenlere; Bir Osmanlı Gazetesi olan Gayret'i İngiltere tarafından dağıtımının neden yasaklandığını sorsan elbette bilemeyebilirler…

Seni en iyi anlayanlar, neden "İngiltere'yi baş düşman" ilan ettiğini artık gayet iyi biliyorlar…

Dünyanın her yerindeki mazlum milletlerin yardımına koştuğunu bilmiyorlar mı? Doğu Türkistan'a gönderdiğin ay-yıldızlı bayrağın, Kaşgar semalarından seni bugün bile selamlıyor Padişahım…

Pekin Hamidiye Üniversitesi'nden kaçımızın haberi var?

Şerif Hüseyin "ahh ben ne yaptım, ben ne yaptım…" diye dövünüyor mudur hala Padişahım…

Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu ekonomik bunalımdan faydalanarak Filistin'i satın almaya çalışan Yahudi Herzl'e verdiğin cevap bütün idarecilerin cebinde bir muska gibi taşıması gereken bir cevap: "Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz."

Parayla toprak satın alma girişimleri, SENİN kararlı tutumunla sonuçsuz kalınca, "Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz." "Bir tek plan aklıma geliyor. Sultan'a karşı bir kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı." diyen Yahudiler bugün de yanı başımızdalar padişahım.Gözleri yine bizim topraklarımızda…

Japonya'ya gönderdiğin Ertuğrul Gemi'si ; Japonlarla bizim aramızda kurulan bir köprü oldu.581 Şehidimize bizle beraber Japonlarda bugün hala ağlıyor Padişahım…

Yaptırdığın binlerce camii yanında, Santa Maria, San Gioacchino in Prati kiliseleri ve daha bir çoklarında hala senin adın yad edilir Padişahım…

Peygamber Efendimiz (S.A.V) aleyhine Avrupa'da oynanacak tiyatro oyunlarını Yıldız'dan, bütün büyük devletleri karşına alma pahasına nasıl engellediğinizi belki bugün pek çokları bilemez, sizin Resul'e olan sevginizi bizler gayet iyi biliyoruz ve bir kez daha seni rahmetle ve Fatihalarla anıyoruz…

Seninle o günlerde görüşen yabancı devlet adamı (Bagnam paşa) şöyle diyordu. "Bilmece gibi bir adam. Hem de çözülmesi çok çok çok zor olan bilmece." Bugün dahi senin sırlarının peşindeler Padişahım….

Seni nasıl gösterirseler göstersinler Padişahım; bu millet, senin yaralı askerine ellerinle baston yapıp, bizzat verdiğini, Harem'indeki kadınlarının cephedeki askerler için dikiş diktiklerini, unutmadı ki…

"Ha kendi evlatlarım, ha millet. Farkı yoktur." Sözünüz bile bize, sizin devlet anlayışınızın, millete olan sevginizin özeti gibi…

1919 yılındaki bir gazete şöyle yazıyordu senin ardından: "Sen sukût ettin, sukût etti siper!"

Padişahım, ülkemizin kalkınması ve gelişmesi yönünde yaptıklarını başkaları hayal bile edemezler.Ve gerçek reformcunun kim olduğunu bugün ilgili kişi ve kurumların hepsi gayet iyi biliyorlar…

Yıldız Arşivi gibi muhteşem bir koleksiyonu yağmalayanlar, biliyorlardı ki, arşivdeki belgeler onların maskelerini düşürecekti…Sanıyorlar ki maskeleri düşmeyecek!

Sen üzülme Padişahım, arşivlerin bir kısmını her ne kadar çalmışsalar da, biz onların maskelerini senin hatırın için düşüreceğiz. Bizim arşivimiz gönülden gönüle, gözden göze naklediliyor, onlar bunu bilmezler, anlamazlar, varsın inanmasınlar ama gerçekler ortaya çıkınca bir kez daha senin önünde saygıyla eğileceklerdir yüce Hakan'ım.

Karlı bir Şubat günü, seni ebedi aleme uğurlamıştık Padişahım…Bir Şubat günü senin sırlarını paylaşmak çok şükür bize nasip oldu….Mekanın Cennet olsun BÜYÜK DİRENİŞÇİ….
netpano

Sultan 2.Abdülhamid Han'ın altınları fidan olup yurda döndü

ANTALYA dün ilginç bir etkinliğe sahne oldu. ABD'nin Teksas Eyaleti'nde düzenlenen '100 Yıl Önceki Yardımın 100 Yıl Sonra Dönüşü'' kampanyası kapsamında, Kundu'da 2 bin fidan dikildi.

Törende konuşma yapan ve Sultan II. Abdülhamid'in 115 yıl önce Amerika'da yanan ormanlar için 300 altın gönderdiğini belirten Teksas Üniversitesi'nden Doç. Dr. Yetkin Yıldırım, Manavgat'taki yangının ardından bunun karşılığı gördüklerini söyledi. Yıldırım Teksaslıların proje için 20 bin dolar bağışladığını da sözlerine ekledi.

Törene katılan Teksas Üniversitesi Rektör Yardımcısı Juan Gonzales ise 'Biz Osmanlı'nın 100 yıl önce bizim için yaptığı iyiliğe bugün karşılık verebiliyoruz' dedi.

Akşam

16 Ağustos 2009 Pazar
İşte Sultan Abdülhamit'in büyük planı
Osmanlı Padişahı Cennetmekan Sultan 2. Abdülhamid Han'ın, Osmanlı'nın menfaatlerini korumak amacıyla Avrupa'da yaşayan Müslümanları güçlü birer lobi olarak örgütlediği ortaya çıktı. İngiltere Müslümanlar Konseyi'nden (MCB) Dr. Cemil Şerif'in yaptığı araştırmada, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında, İngiltere'deki Müslüman toplum ile İstanbul'daki Halife arasında, Osmanlı'nın Londra Büyükelçiliği aracılığıyla mektuplaşmalar olduğu ve İngiltere'de o dönemde yaşayan 4 bin dolayındaki Müslümanın Sultan Abdülhamid'e bağlılık bildirdiği ortaya konuluyor.

İNGİLİZ MÜSLÜMANLARI, SULTAN ABDÜLHAMİD'E BAĞLILIKLARINI BİLDİRDİ
Aynı zamanda İngiltere Müslümanlar Konseyi Bilim ve Araştırma Komitesi Başkanı olan Dr. Cemil Şerif, İngiltere'de 19. ve 20. yüzyılın başındaki Müslümanlarla ilgili yazacağı yeni kitabıyla alakalı İstanbul'daki Osmanlı Arşivleri Müdürlüğü ve Londra'daki British Library'de araştırmalar yaparken ilginç bilgilere ulaştı. Yaptığı araştırmada Sultan 2. Abdülhamid'in başa geçtiği 1876 yılından vefatına kadar İngiltere'deki Müslüman toplum ile çok iyi ilişkiler kurduğunu söyleyen Dr. Şerif, Müslüman toplumun da Sultan Abdülhamid'e bağlılık bildirdiğini söyledi.

AÇIKLAMALAR
Londra'da MCB merkezinde vakit gazetesine, yaptığı araştırmalarda elde ettiği çarpıcı bilgileri anlatan Dr. Cemil Şerif, Osmanlı Arşivleri Müdürlüğü'ndeki Londra Sefareti'ne ait belgelerin hala açılmadığını ve bu belgelerin de tarihçilere açılarak dönemin olaylarına ışık tutulacağına inandığını belirterek, araştırmasında İngiltere'deki Müslümanların Sultan Abdülhamid döneminde Osmanlılar için bir lobi faaliyeti gibi çalıştığına ulaştığını kaydetti.

SULTAN'A BAĞLILIK MEKTUBU
Şerif, “Mesela 1886'da İngiltere'de Encümen-i İslam, Sultan Abdülhamid'in İslam toplumlarını bir araya getirme projesinden etkilenerek 1903'te isimlerini Pan-İslam Toplumu olarak değiştiriyor. Bu kuruluşun o dönemdeki lideri Abdullah Mamun Sühreverdi, Londra'daki Osmanlı Büyükelçisi'ne 1904 yılında bir mektup göndererek Sultan Abdülhamid'e olan bağlılığını tekrarlıyor” dedi.

LONDRA'DA, BULGARİSTAN VE GİRİT'TEKİ MÜSLÜMAN KATLİAMI PROTESTO EDİLDİ
Dr. Şerif'in yaptığı araştırmada ortaya çıkan belgelere göre, İngiltere'de Sultan Abdülhamid'e bağlılık bildiren ve Encümen-i İslam (daha sonra Pan-İslam Toplumu) ismiyle örgütlenen Müslüman toplumu, 1894'te Batılı ülkeler Osmanlı İmparatorluğu'na Ermeniler konusunda baskı uygulamaya başladığında, Londra'da bir araya toplanarak bir protesto eylemi düzenliyor. Bulgaristan'da katledilen Müslümanlar için yürüyen ve Batılı devletlerin Bulgarlara verdiği desteği protesto eden Londra'daki Müslümanlar, üç yıl sonra 1897'de de Rumlar'ın Girit Adası'ndaki Müslümanları katletmesini protesto ediyor. Arşivlere göre, Müslümanlar, ayrıca bir toplantı yaparak İngiliz Hükümeti'nin Girit'teki katliama sessiz kalmaması çağrısı yapıyor.

İNGİLİZ GAZETELERİNDE, SULTAN ABDÜLHAMİD'İ SAVUNAN İLANLAR YAYINLANDI
Dr. Şerif'in araştırmasında, o dönemde çok küçük bir topluluk olmasına rağmen etkin bir mücadele yürüten İngiltere'deki Müslümanlarla ilgili dikkati çeken bir başka bulgu ise, İngiliz gazetelerinde yayınlanan ve Sultan Abdülhamid ile Müslümanları savunan ilan ve mektuplar... Müslümanların başta The Times gazetesi olmak üzere o dönemdeki İngiliz gazetelerinde Sultan Abdülhamid'i savunan mektuplar yayınlattığına işaret eden Dr. Şerif, Müslüman toplum ile Osmanlı İmparatorluğu Büyükelçi Yardımcısı Halil Halid Bey arasında çok iyi ilişkiler olduğuna dikkati çekiyor:

HALİL HALİD BEY İLE İNGİLTERE MÜSLÜMANLARI ARASINDAKİ İLİŞKİLER
“O dönemde İngiltere'deki Müslümanlar bir yandan İngiltere'ye bağlılıklarını göstermek zorundayken, aynı zamanda usta bir şekilde Osmanlılara da bağlılıklarını gösterdiler. Osmanlı Büyükelçi Yardımcısı Halil Halid Bey, Müslüman toplumla çok iyi ilişkilere sahipti ve Müslüman kuruluşlar tarafından organize edilen birçok toplantıya katılıyordu. Hatta 1905'te vefat eden Müslüman liderlerden Bedrettin Tayebi'nin cenazesine katıldı. Halil Halid Bey, o dönemde Osmanlı İmparatorluğu ve Müslümanlar arasındaki diyalogu güçlendirmek için elinden geleni yaptı. Eğer Osmanlı Arşivleri Müdürlüğü'ndeki Londra Sefareti arşivi açılırsa, Halil Halid Bey ile ilgili çok daha fazla bilgiye ulaşılabilecektir.”

OSMANLI NİŞANI TAŞIDIĞI İÇİN İNGİLİZ İSTİHBARATINCA TAKİP EDİLDİ
İngiltere'deki Müslüman toplumun liderlerinden Abdullah Mamun Sühreverdi ile Muşhir Hüseyin Kidvai'nin İstanbul'a davet edilerek Sultan Abdülhamid tarafından Mecidiye Nişanı ile ödüllendirildiğini kaydeden Şerif, Londra'ya döndükten sonra Osmanlı İmparatorluğu'na ait bu nişanı sürekli göğsünde taşıyan Muşhir Hüseyin Kidvai'nin uzun süre İngiliz istihbaratının takibinde olduğunu söyledi.

LİBYA SAVAŞI'NDA OSMANLI'NIN YARDIMINA KOŞTU
Araştırmalarında elde ettiği belgelere göre 1917'de Müslüman olmadan önce bile Muhammed Marmaduke Pickthall'in İngiltere'de Osmanlı'yı savunduğunu ve 1914'te Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla İngiltere'de ‘ulusal tehdit' olarak görüldüğünü söyleyen Cemil Şerif, Londra'daki Müslümanların Osmanlı İmparatorluğu'na büyük bir sadakat gösterdiğini ifade etti: “İngiltere'deki önde gelen Müslümanlardan biri olan Dr. Muhtar Ahmed Ensari, Londra'daki Charing Cross Hastanesi'nden mezun olduktan yıllar sonra Hindistan'a gitti. İtalya'nın 1912'de Kuzey Afrika'da Osmanlı'yla savaşa girmesi üzerine, Hindistan'da doktorlardan oluşan bir delegasyonla yaralıları tedavi etmek için Osmanlı İmparatorluğu'na geldi ve yaralıları tedavi etti.”

BİR ASIR ÖNCEKİ KAYGILAR DEVAM EDİYOR
Dr. Şerif, İngiltere'de yüzyıl önce yaşamış olan Müslüman toplum ile bugünkü Müslüman toplumun kaygı ve endişelerinin aynı olduğuna da dikkat çekiyor: “Mesela o dönemde Londra'daki Müslümanlar, Bulgaristan'daki Müslümanların, Girit'teki Müslümanların katledilmesine karşı Londra caddelerinde protestolar yapıyorlar. Bugün yine aynı şekilde buradaki Müslümanlar Irak'ın, Afganistan'ın işgaline karşı mitingler ve toplantılar düzenliyor.”

MİLLİ GÖRÜŞ LİDERİ ERBAKAN'IN D-8 PROJESİ İLE BENZERLİKLER
Araştırmalarında Sultan Abdülhamid'in müthiş bir öngörüye ve dehaya sahip olduğunu gördüğünü söyleyen Dr. Şerif, dünya Müslümanlarını birleştirmek için Sultan'ın büyük çaba sarf ettiğini söyledi. Şerif, “Bugün bile Sünnilik ve Şiilik arasındaki farklılıklar konuşulurken, o dönemde bile Büyük Sultan Abdülhamid, Sünni ve Şii tüm Müslümanları tek bir çatı altında tutmak için çalışmıştır. Erbakan Hoca'nın kurmuş olduğu D-8 örgütü ile Sultan Abdülhamid'in o dönemde Müslümanları bir araya getirme çalışmaları arasında benzerlikler var” dedi.

TÜRK TARİHÇİLERE İŞBİRLİĞİ ÇAĞRISI
Yaptığı araştırmada, Bernard Lewis gibi oryantalistlerin Pan-İslam'ın dini değerler taşıyan bir hareket olmaktan ziyade politik bir hareket olduğuna dair iddiasının yanlışlığını ortaya koyduğunu da kaydeden Dr. Şerif, bunun en önemli göstergesinin de Londra'daki Pan-İslam hareketinin politik bir kariyer edinmekten ziyade İslam kardeşliği duygusuyla hareket etmesi olduğunu belirtti. Sultan Abdülhamid ve İngiltere'deki Müslümanlar arasındaki ilişkileri görünce, araştırmalarını genişlettiğini ve İstanbul'daki ESAM Kütüphanesi'nden de yararlanacağını söyleyen Dr. Şerif, Türkiye'deki tarihçilerle de bu konuda işbirliği yapmak istediğini bildirdi.

İLK DEFA VAKIT GAZETESI AÇIKLIYOR
Osmanlı İmparatorluğu'nun başka ülkelerdeki Müslüman azınlıklarla ilişkileri konusunda Türkiye'deki tarihçilerle de çalışmak istediğini söyleyen Cemil Şerif, Sultan Abdülhamid'in İslam toplumlarını bir arada tutma çalışmalarının o dönemde tüm dünya Müslümanları arasında yankı bulduğunu kaydetti.

Vakit gazetesine, Londra'da MCB merkezinde yaptığı araştırmasından elde ettiği çarpıcı bilgileri anlatan Dr. Cemil Şerif, 1870'lerden sonra ortaya çıkan Müslüman organizasyonlarla ilgili yaptığı araştırmada, İngiltere'deki Müslümanların Sultan Abdülhamid döneminde Osmanlılar için bir lobi faaliyeti gibi çalıştığı bilgilerine ulaştığını kaydetti.

SULTAN ABDÜLHAMİD'E BAĞLILIK MEKTUBU
Şerif, “Mesela 1886'da İngiltere'de Encümen-i İslam, Sultan Abdülhamid'in İslam toplumlarını bir araya getirme projesinden etkilenerek 1903'te isimlerini Pan-İslam Toplumu olarak değiştiriyor. Bu kuruluşun o dönemdeki lideri Abdullah Mamun Sühreverdi, Londra'daki Osmanlı Büyükelçisi'ne 1904 yılında bir mektup göndererek Sultan Abdülhamid'e olan bağlılığını tekrarlıyor” dedi.

LONDRA'DA, BULGARİSTAN VE GİRİT'TEKİ MÜSLÜMAN KATLİAMI PROTESTO EDİLDİ
Şerif'in arşivlerden elde ettiği bilgilere göre, 1894'te Batılı ülkeler Osmanlı'ya Ermeniler konusunda baskı uygulamaya başladığında, Londra'da bir araya toplanarak bir protesto eylemi düzenliyor. Bulgaristan'da katledilen Müslümanlar için yürüyen ve Batılı devletlerin Bulgarlara verdiği desteği protesto eden Londra'daki Müslümanlar, üç yıl sonra 1897'de de Rumlar'ın Girit Adası'ndaki Müslümanları katletmesini protesto ediyor. Arşivlere göre, Müslümanlar, ayrıca bir toplantı yaparak İngiliz Hükümeti'nin Girit'teki katliama sessiz kalmaması çağrısı yapıyor.

VAKİT

Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdad (Meded yardım)
Feylâsof Rıza Tevfik (*)

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör pezevengin bak günâhına.

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına.

Pâdişah hem zâlim, hem deli dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz ‘beli’ dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!

Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliama kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
……………… pis külahına.

Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lânetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstâhına.

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Harab büldânın şen sabahına.

Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türk’ün ruhu zorla âsi göründü,
Hem peygamberine, hem Allâh’ına.

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Ahiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına.

* Cennetmekân Uluhakan Sultan İkinci Abdülhamid’in aleyhinde faaliyet gösterenlerin elebaşlarından biri olan feylâsof Rıza Tevfik, koskoca devlet 10 yıl içinde devlet elden gidince, pişmanlığını dile getiren, “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdad” adlı mersiyesinde dile getirmişti.

Sultan Abdülhamid devrinde dünyânın dört büyük gücünden biri olan ve 7 milyon küsür kilometrekareden fazla olan ülke; İşkodra’dan Basra Körfezine, Karadeniz’den Sahrâyı Kebîr (Büyük Sahra) çöllerine uzanıyordu. Çeşitli entrika ve iftiralarla O’nu tahtından indirip ülke idâresini eline alan İttihatçılara, Sultan Abdülhamid; “Eğer ülkeyi on sene idâre edebilirlerse bir asır idâre ettik, desinler.” demiş ve neticeyi de o anda işâret etmişti.

Nitekim o târihten îtibaren, Osmanlı Devleti hızlı bir parçalanma devresine girdi. Önce Trablusgarb’ı İtalyanlar işgâl etti, sonra Balkan Harbi bozgunu oldu. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ aralarında anlaşıp Türklerin üzerine çullandılar. Sultan Abdülhamid Han’ın kurduğu Balkan dengesini ortadan kaldırmak suretiyle, aynı Balkan ülkeleri, bu dengeye saygı besleyen Avrupa devletlerini birbirlerine düşürdüler. Dünyânın en şaâmetli hâdiselerinden birisi olan I.Cihan Harbi’ne böylece sebep oldular.

http://habermerkezi.wordpress.com/2009/01/16/sultan-abdulhamid-hanin-ruhaniyetinden-istimdad-meded-yardim/

28 Şubat'ın yıldönümü ve provokasyon
AVNİ ÖZGÜREL
28/02/2010
Hareket Ordusu, 2 Abdülhamid’i tahttan indirmek istemişti... Kanuni’nin veliahtı Şehzade Mustafa bir komplo sonucu katledilmişi... 28 Subat Necmettin?Erbakan başbakanlığında oluşturulan Refahyol hükümetini hedef aldı...



Kanuni oğlunun kendisini tahttan indirmeye hazırlandığına delil olarak gösterilen sahte mektuba inandırıldı ve veliahd şehzade Mustafa katledildi. 5. Murad'ı tahttan indirmek için Viyana'dan getirtilen doktor 'deli' raporu yazmayı reddedince basın devreye sokuldu. 31 Mart Vakası'nda İttihatçılar, ayaklandırdıkları askerin yanına paşa üniforması giymiş subaylar gönderip Abdülhamid adına şapka giyilmesine dair ferman okudular...

Türkiye uzun zamandan beri darbe planları üzerine konuşuyor... Ergenekon Davası diye isimlendirdiğimiz soruşturma/davanın çerçevesi bu. Yapılan yayınlardan ve ortaya atılan iddialardan anlaşılan o ki kıyamet kadar darbe planı ve bu planlara ilişkin kimisi yürürlüğe konulmuş muhtelif eylem hazırlıkları mevcut.
Tesbih ne zaman koptu sistemin taneleri ne zaman dağıldı sorusuna yıllardır Türkiye’nin NATO’ya girişini takiben 27 Mayıs darbesiyle diye cevap veriyorum. Kendine göre gelenekleri, değer yargıları, terfi düzeni ve strateji anlayışı olan TSK, savunma anlayışını teamülleriyle uyumsuz farklı bir çıpaya bağladığından beri düzen tutturamadı. Aradan 13 sene geçmiş olmasına rağmen mesullerine soru yöneltilmeyen, açtığı kapı kapatılamayan 28 Şubat’ın son olmadığı da 2007 senesinin 27 Nisan ayında göründü. 28 Şubat’ın yıl dönümü askerin siyasete müdahale için gerekçe oluşturma girişimlerinin geçmişine bakma vesilesi.

Osmanlı’da darbe
Fatih dönemine kadar uzanan örnekler var elbette ama daha yakın dönemlere gelindiğinde perdelenmeye gerek duyulmayan hadiselerle dolu Osmanlı tarihi. Bunların en ünlülerinden biri Kanuni’nin şehzade Mustafa’yı öldürtmesine sebep olan sahte mektup tanzimi. Hürrem Sultan’ın kendi çocukları olan Beyazid ya da Selim’in tahta çıkmasını temin etmek için giriştiği komplonun ürünüydü sözünü ettiğim mektup. Padişahın sevgili eşi Hürrem Sultan kızı Mihrimah’ın eşi Sadrazam Rüstem Paşa’yı kullandı bu tuzak için. Şehzade’nin mührü taklid edildi ve veliahdın İran Şahı’na
yazdığı mektuptur diye sahte bir belge tanzim edilip İran hududundaki nöbetçiler tarafından ele geçirilmişcesine Kanuni’ye sunuldu. Mektupta yazılana göre şehzade babasının artık kocadığı ama tahtı bırakmamakta direndiğini söylüyor, kendisine zor kullanarak hakkı olanı almaktan başka yol kalmadığını anlattıktan sonra Şah’tan destek istiyordu. Bu, düşmanla işbirliği demekti, dolayısıyla affı mümkün değildi... 1553’te Konya Ereğlisi’de kurulan İran seferi ordugahı oğlunun ihanetine uğradığı duygusuyla hareket eden Kanuni’nin öfkesine tanık oldu.
Üçbuçuk asır sonra Osmanlı Sarayı bir başka provokasyona sahne oldu. Mithat Paşa çevresinde kümelenen ‘dörtlü çete’ Sultan Aziz’i tahttan indirip katlettirdikten sonra tahta çıkmasını sağladığı 5. Murad’tan beklediği yaklaşımı göremeyince, amcasının katlinden dolayı asabi buhran geçirmekte olan padişahı ‘deli’ ilan etmeyi planladı. 5. Murad’ın süs havuzunda yüzmeye kalktığı, huzuruna çıkan devret ricalini saltanat geleneğinde olmayan şekilde kucaklayıp öptüğü, merdiven inmek isterken çıktığı dedikoduları yayıldı. İngiltere’nin tavsiyesiyle Viyana’dan getirtilen asabiye mütehassısına muayene ettirilen padişah için doktordan ‘tedavisi mümkün olmayacak şekilde akıl hastasıdır’ şeklinde rapor vermesi istendi. Doktor ‘Birkaç hafta sakin bir ortamda istirahat kafidir’ şeklinde rapor tanzim ettiyse de verdiği belge basına ‘Padişahın deli olduğu dünyaca ünlü Avrupalı doktor tarafından tesbit ve tescil edildi’ diye yansıtıldı. Kamuoyu böyle oluşturulduktan sonra son darbe şeyhülislam fetvasıyla vuruldu. Ve 5. Murad tahttan indirilip Çırağan Sarayı’na konuldu.

Komitacılık ve Karbonari
‘Komitacılık’ Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecinde Balkanlar’da ortaya çıkan çeteleşmenin adı. Çete değil de ‘komita’ denmesinin sebebi çapul-talan-gasp dışında siyasi bir hedefe yönelmiş görünmeleri. Gayrimüslim gruplar açısından bakıldığında Bulgaristan’da, Makedonya’da, Arnavutluk’ta ve nihayet Anadolu’da Ermeni gruplarının benimsediği bir silahlı örgüt modeli komita. Türk tarihi açısından bakıldığında ise merkezi otoriteyle kavgalı, saraya öfkeli, değişimin ancak askeri darbeyle mümkün olacağına inanan subay ve erattan oluşan illegal yapı. Komitacılığın ilham kaynağı ise İtalyan Karbonari teşkilatı... Ağırlıkla kömür madeni işçilerini çatısı altında toplayan, adını da buradan alan Karbonari masonik bir yapıydı ve kendilerini ‘duvar işçisi’ sayan masonlar tarafından örgütlenmişti. İtalya’nın yanı sıra Fransa’da da etkili olan Karbonariler sayısız ayaklanma, suikast teşebbüsü ve darbe girişimiyle ünlüydü. Balkan Komitacılığı diye bilinen çeteleşme bunu örnek aldı. Makedon, Bulgar ve Arnavutlardan sonra Türkler de benzer yarı masonik yarı militer yapıda örgütlendi. Masonluğa mahsus gizli tekris törenleri, yeminler, sır arkadaşlığı kavramı v.s.
İmparatorluğun Selanik, Manastır gibi kentlerinde görevli genç subayların yöneldiği bu örgütlenmenin hedefi Avrupa’nın öfke duyduğu Sultan 2. Abdülhamid’ti. Dolayısıyla ihtilalci genç subaylar sadece birlikte hareket ettikleri gayrı Müslim komitacılardan değil batı basını tarafından da parlatılıyorlardı.
Kendilerini hedefe taşıyacak her yol mubahtı örgütün gözünde. Suikast gerçekleştirebilir, provokatif eylemler düzenleyebilir, çıkardıkları kargaşanın sorumluluğunu idareye yükleyebilirdi. Nitekim 31 Mart Vak’ası olarak bilinen hadise böyle organize edilmişti.

31 Mart’ta ittihatçı oyunlar
Rumi takvime göre 31 Mart, miladi takvime göre 13 Nisan 1909’da meydana gelen ayaklanma 2. Abdülhamid’in kışkırttığı ‘gerici isyan’ olarak anlatıla geldi. Oysa geçen zaman içinde gün ışığına çıktı ki hadise İttihatçıların 1908 darbesinin devamından ibaretti. Padişah gerçekten düzmece bir ayaklanmayı vesile edip İttihatçıları safdışı bırakmayı ve istibdad idaresini güçlendirmeyi amaçlamış olsa, olayı alevlendiren derme çatma Avcı Taburları’nı kullanmak yerine, herhalde kendi emrindeki 30 bin mevcutlu ve tam donanımlı saray muhafız birliğini kullanırdı. 2. Abdülhamid’in kendisini tahttan indirmek için gelen Hareket Ordusu karşısında bile bu askeri gücü kullanmamış olması da herhalde bu kanıyı doğrular. Nitekim ‘Şeriat isteriz’ sloganıyla yürüyüşe geçip Sultanahmet Meydanı’nda toplanan askere nasihatçı olarak gönderdiği başkatibi Ali Cevat Bey ve Harbiye Nazırı Ethem Paşa’nın ağzından okuttuğu bildiri de bu yöndedir: “Evlatlarım! Siz ne istiyorsunuz? Şeriat mı? Bu nasıl lakırdı? Şeriat-ı Muhammediye hamd olsun bakidir ve daimidir. Padişahımız, halife-i Resulullah’tır ve devletimiz de devlet-i İslamiye’dir.
Şeriata ne oldu ki, şeriat isteriz diyorsunuz? Şeriat’a kimse dokunmadı, dokunamaz. Kimden şeriat İstiyorsunuz? Bize bu Şeriat’ı ihsan eden Allah’tır. Bekçisi de Allah’tır. Birtakım cahilane sözlerin aslı yoktur.Bunlara kulak vermeyin. Padişahımız, halife-i Resulullah Efendimiz Hazretleri
bilmeyerek vaki hatalarınızı affeyledi. Artık kışlalarınıza gidin oğullarım.”
İsyanın tertipçilerinin olayın içine kendisini çekmek için bir grup askeri destek vaadi alabilmek düşüncesiyle Yıldız Sarayı’na gönderip görüşme talebinde bulunduklarında Abdülhamid’in yüz vermeyip görüşme isteklerini reddettiği bilinir. İttihat Terakki’nin ünlü isimlerinden Rıza Nur da bu kanaattedir: “Bu vak’ayı Abdülhamid tertip etti dediler.Yalandır. Zavallının bunda hiçbir dahli yoktur. Bunu mevsüken (= belgelere dayalı) biliyorum. Abdülhamid’den tehlike yoktu. Şeriat meselesi laftan ibaretti.”
Olayın şahitlerinden Mustafa Turan ‘tezgâhın’ provokasyon karakterini şöyle anlatır: “Taburların içine sabah erkenden paşa kılıklı bir grup girdi. Askerin içtimasından (=toplanmasından) sonra bir paşa elindeki Abdülhamid adına uydurulmuş sahte bir şapka giyme fermanı okudu.”
Ok yaydan çıkmıştı artık. Sultan Hamid’in 10 Nisan’daki çıktığı son cuma selamlığında söz konusu ferman konusunda, “Benim böyle bir fermanım yoktur. Tahkikatım bunun bazı düşmanlar tarafından tertip edilmiş maksatlı bir siyasi olay olduğunu teyit etti” demesi ne basında yer aldı ne camideki cemaat dışında kimse tarafından işitildi. Bir kısmı er, çavuş kıyafeti giyerek askerleri Sultanahmet Meydanı’na taşıyan İttihatçı subaylar arzuladıkları sonucu almış, din elden gidiyor, şeriat isteriz, Padişahım çok yaşa sloganlarıyla askeri galeyana getirmişlerdi. Ve o andan sonra olayların gelişiminde rol üstlenmeyecek taburları başıboş bırakıp Hareket Ordusu’na katılmak için miting alanını terk edip Selanik’e gitmelerinde sakınca yoktu. Ayaklanma belli bir kıvama geldikten sonra tertibin son perdesi olarak meşruiyeti kurtarmak ve isyanı bastırmak gayesiyle
sivil gönüllülerle birlikte mevcudu 15 bin kişiyi bulan başı bozuk ‘Hareket Ordusu’ İstanbul’a yürüyüşe geçti.
Ve 28 Şubat
Komitacı gelenek İttihat Terakki’yle orduya yerleşti. 27 Mayıs öncesi Ankara ve İstanbul’da teşkil edilen cuntalar, 27 Mayıs sonrası İstanbul’da Harb Akademileri’nde planlanan yeni darbe, Albay Talat Aydemir’in 22 Şubat ve 21 Mayıs darbe girişimleri, 12 mart öncesi General Cemal Madanoğlu’nun liderliğindeki komita bu geleneğin uzantısından başka bir şey değildi. Talat Aydemir’in İstanbul’daki cunta toplantısını İttihatçı Mahmut Şevket Paşa’nın konağında toplaması dahi İttihatçıların bünyesinden çıkan ama İttihatçılara muhalif ‘Halaskar Zabitan’ yani ‘kurtarıcı subaylar’ anlayışının aradan uzun zaman geçse de devam ettiğinin göstergesi. Keza 21 Mayıs darbe girişimi sonrası İstanbul’da Taksim’deki Atatürk anıtına ‘Harbiyeli Aldanmaz’ bandıyla bırakılan çelengin ifade ettikleri de.
28 Şubat ‘post modern darbe’si ve yakın zamanda gerçekleşen 27 Nisan çıkışı farklı üslupla ve saikle ama aynı zihniyetin eseri olarak gerçekleşti. Özellikle 28 Şubat şeriatçı bir düzen kurma hevesindeki iktidara karşı askerin direnmesi kılığına sokulması bakımından 31 Mart’ın çağdaş versiyonu hüviyeti kazandı...
Radikal

Necip FazılKısakürek: Yahudi Kazığı (*)



Devrindeki engeller ve çetinliklere nisbetle Türk tarihinin şüphesiz en büyük Padişahı, Ulu Hakan II. Abdülhamîd Hân, sırf melek tabiatı yüzünden ezemediği Yahudi’nin sonunda kurbanı olmuş, ona hal’ini bir Yahudi tebliğ etmiş ve Selanik’teki menfasında kendisine bir Yahudi köşkü, zindan vazifesini görmüştür.

İşte bu Abdülhamîd Hân, Yahudilik dâvasının 19. Asırda plâncısı ve aksiyoncusu (Hertzel)in, Filistin’de, Yahudilere yurt yapılmak üzere bir çiftlik kadar toprak isteğine ve buna mukabil bütün “Düyun-u Umumiye” borçlarının Yahudilerce ödeneceği teklifine şu cevabı vermiştir:

- Yahudilere yurt olarak, Filistin’de bir kurabiye kadar bile toprak vermeyi, ne pahasına olursa olsun, kabul edemem!..

Ulu Hakan bu cevabı verirken, istikbâli sezmiş ve Filistin gibi İslâm dünyasının yürek noktasına (stratejik) ehemmiyeti pek büyük bir Yahudi kazığının çakılmasına karşı çıkmıştı.

*Necip Fazıl Kısakürek – Çerçeve 4
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Şub 22, 2009 8:58 pm    Mesaj konusu: Abdülhamid'in Siyonizm'le dansI Alıntıyla Cevap Gönder



lber Ortaylı der ki; ►"Dünyanın son hükümdarı, son evrensel imparatoru II.Abdülhamid Han'dır!"

Putin, Sultan Hamid, Makbule Hanım, Gazi, İnönü, Derviş, Unakıtan...
28 Haziran 2009

Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın önceki gün yaptığı bir açıklama üzerine yazar Fatih Bayhan, başlıkta adı geçen tüm isimlerin ortak derdi olan sorunu kaleme aldı.

Makbule Hanım, “Vergileri İndireceğiz” deyince…

Enerji Bakanı Taner Yıldız önceki gün açıkladı; “Petrol fiyatlarını bu haliyle yüksek buluyoruzl.” Sayın Bakan’ın dilinden ikrar edilen bu gerçeği yıllarca hem matbuat, hem oe basın sektörü; yazı, kitap ve belgelerle gündemde tuttu. Ancak ne hikmetse dünyada petrol rafine ve varil fiyatlarında düşüş yaşandığı günlerde bile ülkemizde yıllarca petrol fiyatları arttı. Zaman zaman Başbakan Erdoğan’ın bile isyan ettiği bu sistem Maliye’nin vergilendirme sisteminden kaynaklanıyordu.

Mesele petrol zammı meselesi değil, vergi meselesiydi. Zaten bu ülkede devletin vergi politikası her dönem sorunlara neden olmamış mıydı?

Cumhuriyet hükümetleri dönemine genel olarak bakalım; hemen hepsi göreve gelir gelmez yeni bir vergi paketi açıklar, açıklanan paketin özünde vergisini ödeyememiş olanlara “ödeme kolaylığı” vardır!

Yani devlet, alacağını her zaman almış, affettiği ise faizi olmuştur. Peki “kaldırılan” vergiden, ya da “düşürülen vergilendirmeden” bahsedildiği oldu mu? Evet, kriz dönemlerinde devlet bugün olduğu gibi çeşitli kalemlerde vergi payını düşürerek ekonomiyi canlandırmaya çalışır. Ama bununda “kısa dönemli” hamleler olduğu açıktır. Ve bu hamlelerde devletin yastık altı parayı ekonomiye kazandırma amacını taşır.

“PUTİN MARKETÇİYİ AZARLADI”

Önceki gün ajanslardan bir haber geçti; Rusya Devlet Başkanı Putin şehir gezintisine çıkmış ve bir markete girmiş, fiyatların fahiş şekilde yüksek olduğunu görünce de market sahibine kızışmış. Putin’i yadırgamak mı lazım? Hayır, hemen her devlet ekonomiyi bir şekilde kontrol etmeye çalışmıştır. Liberal ve serbest ekonomi dönemlerinde bile. Kominist idare zaten her şeyin devlet eliyle yönetimini öngörüyor…

“SULTAN HAMİD’İN FİYAT ARTIŞINA ÇARPICI FORMÜLÜ VARDI”

Putin’in markette yaptığı müdahale ister istemez geçmişe götürüyor insanı…

Sultan Hamid döneminden canlı bir örnek aktaralım. Hatıranın sahibi Süreyya İlmen Paşa. Hamid döneminde; ekmek, et vs. halkın günlük tüketim mallarında fahiş artışlar görünce Putin gibi yapmıyor, peki ne yapıyor Sultan Hamid? Buyurun İlmen paşa’dan dinleyelim;

“Sultan Hamid zamanında, arasıra, kömür, ekmek, et vesaire gibi halkın çok muhtaç olduğu erzak fiyatları yükselirdi; lâkin Sultan Hamid kıyametleri koparırdı. Kömür fiyatlaşınca yani okkası on paradan yirmi paraya çıkınca, hemen fukaraya, Şehremaneti kömür dağıtmağa başlar; ekmek fiyatlaşınca, yani kırk beş, elli paraya çıkınca hemen otuz beş paraya, kırk paraya tenzil ettirilir ve et fiyatlaşınca, yani beş 'kuruştan altı, yedi kuruş olunca Şehremaneti tarafından Taksim, Eminönü, Beyazıt, Fatih gibi meydanlarda çengelli sehpalara yüklerce koyun asılarak en ucuz fiyatla halka et satılmağa başlanır nihayet «kasaplar bu hale iki, üç gün tahammül ederek fiyatları, meselâ, yedi kuruştan beş kuruşa indirmeye mecbur olurlardı.

Gözümle gördüğüm bu et meselesinin en büyük ve canlı şahidiyim. Rıdvan Paşa, Şehremini iken, kasaplar etin okkasını [kilosunu değil] beş kuruştan yedi kuruşa çıkarmışlardı. Ertesi gün Taksim-Eminönü, Beyazıt meydanlarında çengellere asılmış yüzlerce koyunun Şehremaneti tarafından [kilosunun değil] okkasının beş kuruşa satıldığını gördüm. Üç gün kasaplar İstanbul’da et satamadılar. O zamanlar pahalılıkla mücadele kanunlarla değil, işte böyle ameli bir suretle icra ediliyordu...”

“İSMET PAŞA: HALKIN ON PARASI VARSA ONU DA ALACAĞIM”

Aynı müdahaleyi Cumhuriyet döneminde de görüyoruz. Gerekçe de aynı…
Özellikle İsmet paşa devrinde “varlık vergisi”nin nasıl sonuçlar doğurduğunu iki kuşak öncesi herkes yaşadı. Ama yine İlmen Paşa o noktada da birkaç detay veriyor. İsmet Paşa’nın “halkın elinde on para varsa onu da alacağım” dediğini aktarıyor. “1927 senesinde mebus olduğum sırada bir gün Millet Meclisi kürsüsünde Başvekil İsmet Paşanın irat ettikleri nutuk, halâ kulaklarımda çınlamaktadır: “Arkadaşlar” dedi, “memlekette şimendifer yok, liman yok, köprü yok, yol yok, mektep yok, velhasıl hiç bir şey yok! Ben bunları yapacağım; bunları yapabilmek için de paraya ihtiyaç var. Onun için milletin cebinde on para bulsam onu da alacağım”
Biz de: “Al Paşam, al! Helal olsun diye avuçlarımız patlayıncaya kadar kendilerini alkışladık”

Hakikat halde İsmet Paşa, milletin cebinde ne bulduysa aldı. Bunu alabilmek için Maliye Vekili Saraçoğlu her sene vergileri yükseltti. Birçok yeni isimlerle, vergiler ihdas etti. Merhametsiz mali bir siyaset takibine başladı. Meclisten, süratle Maliye kanunları çıkarttı. Para! para! diye millete hiç nefes aldırmadı. Vergiler, milletin tahammül derecesini aştı. Milletin cebi tamtakır, kırmızı bakır kaldı ve yapılan bütün imar işlerinin, bütün masrafları bu zavallı, fakir milletin omuzlarına yüklendi. Memlekette o nisbettede fakr-u zaruret ziyadeleşti. Ziyadeleştiği halde bile bu mali siyasete devam edildi…” diye üzüntüsünü belirtiyor, ancak ilk konuşmayı “alkışladığını” da gizlemiyor.

VARLIK VERGİSİ ADIYLA “VARLIKSIZ” BIRAKILDILAR

Cumhuriyetin ilk yıllarında İsmet Paşa eliyle yürütülen ağır vergi politikası halkı canından bezdirmişti. Halk, elinde ne varsa vergisini veriyordu. Maliye sürekli yeni vergi kalemleri ihdas ediyordu. Hatta öyle ki sinemaya gitmekten, içki tüketmekten tutun, tiyatro biletinden bile eşit vergiler almaya başlamıştı.

Daha garip uygulamaları fıkralara konu edilen varlık vergisiydi. Varlık vergisi her ne kadar azınlıkları bezdirme vergisi gibi algılansa da asıl amacın savaş döneminde haksızca malını artıran ve özellikle azınlık nüfusa ait mallardan vergi alınmasını hedefliyordu. Ancak halkta çok ağır sonuçlar doğurdu. En önemli mesele kimden? Ne kadar? Vrgi alınacağıydı. Evet bazı kriterler vardı. Gayrimüslim ve Müslümanlara ait anonim şirketlerden ayrım yapılmaksızın, 1941 yılı net kazancının o yılın vergi ve zamları çıkarıldıktan sonra toplam kazancın yarısı Varlık Vergisi olarak alınıyordu. Savaştan olağanüstü kazanç sağlayan Müslüman grubun vergisi, son yıllarda elde ettikleri kazancın 1/8 oranındaydı.

Gayrimüslimlerden savaşın son yılında kazancın yarısı kadar vergi alınması benimsenmişti. Gayrı safi gelir üzerinden kazanç vergisi veren Müslümanlar'ın Varlık Vergisi, 1941 yılı kazancının vergisi ve zamlarının toplamı kadardı. Büyük çiftçilerin varlıklarının yüzde 5'ine el konulması öngörüldü. Emlak sahibi gayrimüslimlerden fevkalade sınıfına girmeyenler emlak vergisinin 1500 lirasının üstünde kalan kısmı kadar vergi verecekti. Bunun anlamı 500 lira mülkü olan gayrimüslimlerden 3500 lira vergi alınmasıydı. 3000 liradan aşağı gelir vergisi olan Müslüman emlakzedelerden ise hiç vergi alınmadı. Seyyar tüccarlardan ise 500 lira vergi alındı. Aylığı 40-50 lira olanlar vergiden muaf tutuldu. Mihver teba olarak anılan Yahudiler, mühtekirler, dönmeler, G M arası bir muameleye tâbi tutuldu. Ülkemizde yaşayan ermeni asıllı Arman Manukyan, bir hatıratında Varlık vergisiyle ilgili ailesinde yaşananları anlatırken şöyle aktarıyor; Varlık Vergisi hadisesini hiç unutmam. Ben 11 yaşındaydım, 1942 yılıydı. Okuldan yeni dönmüştüm, bir Varlık Vergisi sözü geçiyor ve deniliyor ki, "Varlık Vergisi konulacak." Ben orta 1'deydim. Fötr şapka takardı babam, gri bir fötr şapkası vardı. Bir gün eve erken geldi, o şapkayı çıkardı, masanın üzerine koydu. Anneme, "Eliza, gittik borcumuzu öğrendik, elimizde bir bu şapka kalıyor" dedi.

Annem ağlamaya başladı. Ben de 11 yaşındayım, ama ne olduğunu kısmen anlıyorum. 240 lira Varlık Vergisi konmuş babama. O zaman için çok büyük rakamdı. Varlık Vergisi daha fazla azınlıklara konulan bir vergiydi. Bilhassa Rumlara daha fazla konmuştu bu vergi. Ermenilere de Musevilere de ağır bir yüktü. Muayyen bir ödeme süresi tanındı bize. Ödeyen ödeyebildi Varlık Vergisi'ni. Babamın elinde eskiden biriktirmiş olduğunu altınları varmış: "Ben ödeyeceğim Zor ödeyeceğim ama bütün varlığım gidiyor" dedi. O altınlarını bozdurdu o süre dahilinde borcunu ödedi…”

ATATÜRK, “VERGİLERİ İNDİRECEĞİZ” DİYEN MAKBULE HANIMI İSTANBULA GÖNDERDİ!

Bir vergi hadisesi de Atatürk döneminde yaşanıyor. CHP’nin tek parti iktidarının verdiği güçle halkı ağır vergi politikalarıyla ezdiği günler, halk adeta inliyor. Yeni kurulan Muhalif Parti serbest Fırka halkın bu serencamına tercüman olmak amacıyla parti tüzüğüne bir madde ekliyor ve diyor ki, “imar ve devletçilik işlerinde halkı sıkmamak, vergileri azaltmak, bu gibi imar işlerinden ileride istifade edecek olan nesillerin omuzlarına da birer parça masraf yükletmek için uzun vadeli istikraz usulleriyle buna çare bulmak prensibi güdülecekti ki gayet makûl ve mantıki bir siyaset olacaktır.”

Ancak CHP tüzüğe eklenen bu maddeden sonra halkın Serbest Fırka’ya olan ilgisinden rahatsız oldu. Hatta öyle ki durum Atatürk’e şikayet konusu edildi ve “Serbest Fırka vergileri kaldıracağım diye ihtilâl çıkarmak istiyor” denildi.

Ancak durum gün geçtikçe çıkmaza giriyordu, halk kısa sürede Serbest Fırka’ya ilgisini artırıyordu. Bu günlerde Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’da serbest Fırka namına çalışmalar yürütüyor; ilçeleri, köyleri geziyor, halkı dinliyordu. Gittiği her yerde ilgi gören Makbule Hanım, “Serbest Fırka’nın gelmesi durumunda vergileri kaldıracaklarını açıkça beyan ediyordu.”

Makbule Hanım’ın bu açık tavrı CHP’yi ve tabiî ki İsmet paşa’yı küplere bindiriyor ve durumu Gazi paşa’ya şikayet ediyordu. Gerisini yine Süreyya Paşa’dan dinleyelim; “Gazi'nin hemşiresi Makbule Hanımefendi ile Gazi'nin evlâd-ı mânevisi Nebile Hanımın valideleri bir otomobille Yalova köylerinden birisine gitmişler, bir çok köylü kadınlar ile konuşmuşlar; bu kadınlar hallerinden şikâyet etmişler: kimisi vergi borcundan bahsetmiş, memurlar gelip eşyalarını ellerinden alıp satıyorlarmış, velhasıl bir türlü vergilerini veremiyorlarmış; Çünkü mahsul zamanlarına tesadüf etmiyormuş. Kimisi başka şeylerden bahsetmiş. Neticede hükümetten şikâyet! Makbule Hanımefendi de tekmil köylü kadınlarına hitaben: «Şimdi Serbest Fırka teşekkül etti, bu vergileri kaldıracağız; İnşallah bundan sonra bu gibi müşkülâta tesadüf etmeyeceksiniz; geliniz, bizim Serbest Fırkaya aza olunuz.» demiş.

Akşam Yalova’ya avdette Nebile hanımın validesi bunları Gazi'ye anlatmış. Gazi kızmış; Akşam sofrada hemşiresine sormuş; Ne o! Sen vergileri kaldıracağız demişsin! diye çıkışmış, Makbule Hanım da: «Evet; söyledim; ben propaganda yapıyorum. Sen nasıl Halk Fırkası için çalışıyorsan ben de Serbest Fırka için çalışacağım» demiş. Ya! öyle mi? diye Gazi cevap vermiş ve hemen bir motor hazırlatıp hemşiresini İstanbul’a gece yarısı göndermiş!..”

EKONOMİ DERVİŞİ BAKAN YAPTI, ECEVİT’İ SANDIĞA GÖMDÜ

Ekonomi meselesi her hükümetin en asıl meselesi olmuştur. ABD’de Bush’un sandığa gömülmesi sadece cumhuriyetçi-demokrat meselesi değil, Bush’un ekonomik politikalarının dünyayı getirdiği darboğaz olmuştur. Bizde durum farklımıydı? Ecevit, son başbakanlığı döneminde ekonomiyi düzeltsin diye Kemal Derviş’i ABD’den getirip Bakan yapmamış mıydı? Ecevit’in sandığa gömülmesi de yine Ekonomideki başarı grafiğinin halka geç yansıması olmamış mıdır?

Bir tespit daha yapalım, Ak Parti döneminin en disiplinli hamleleri ekonomi alanında yapıldı. Kemal Unakıtan’ın hedef tahtasına girmesi sadece çocuklarının; yumurta, mısır işine girmesi değil, “Ak Parti her alanda başarılı olsa ekonomide onu yakalayamaz” beklentisini en azından “geciktiren adam” olduğu içindir. Çocukları ve eşi meselesiyse tamamen onun adına bir talihsizliktir.
FATİH BAYHAN – haber7

Bardakçı'nın Balonu Söndü
05 Nisan 2009
Tarihçi Murat Bardakçı'nın karizması yerle bir oldu... Bardakçı'nın kitaplarında bir sürü yanlış bilgi çıktı. İşte Murat Bardakçı'nın kırdığı cevizler...

Mustafa Armağan/Zaman

Murat Bardakçı efsanesi bitiyor

15 Mart 2009 günü "Haber Türk"ün sürmanşetini görenler gözlerine inanamamış olmalı. Haberde Abdülhamid'in Siyonistlerle vatan pazarlığı yaptığı belirtiliyor, Osmanlıca bir 'belge'nin eşliğinde "Abdülhamid'in adı etrafındaki bir efsane de son buldu." deniliyordu.
Gülüp geçtim, zira yeni hiçbir şey yoktu. Hem orada anlatılanları 22 Şubat 2009'da bu köşede yazmıştım hem de bütün uğraşmalarıma rağmen yazıda "Abdülhamid efsanesi"ni bitiren belgeyi bir türlü göremiyordum. Sürmanşete çekilen belge ise Sultan'ın Siyonistlere vatan sattığını değil, tam tersine, Filistin'e Yahudi göçünü yasakladığını söylüyordu!

Neresinden tutsanız elinizde kalan bu yazıya aynı gün Ülke TV'deki programımda gereken cevapları verdim. Çok geçmeden gazetesinde köpürürken gördüm onu. Güya ben ve benim gibi Abdülhamid'i sahiplenenler, onun sırtından geçiniyormuşuz! Bir kere Abdülhamid'den geçinebilmek, tek kelimeyle şereftir. Ama sizin gibi çamur atarak değil, bu mazlum insanın hakkını tarihin dişlerinin arasından söküp alarak geçinmek. İkincisi, yıllar yılı hanedanın sırtından geçinen, verdikleri belgelerle yalan yanlış kitaplar yazan, belgeseller yapan ve bunları fahiş fiyatlarla satan birinin (mesela "Şahbaba"nın fiyatı tam 44 TL'dir) kalkıp da birilerini Osmanlı'dan geçinmekle suçlaması yavuz hırsızlık değilse nedir? Üç: Kimseyi beğenmeyen hazret, ne yazık ki doğru dürüst Osmanlıca okuyamamaktadır.

Aşağıda Bardakçı'nın kırdığı cevizleri okuyacaksınız. Kendisi gibi günlerce ve tam sayfa yazma imkânım olmadığından ne yazık ki günah galerisinin sadece bir kısmını gezdirebileceğim sizlere.

Bir efsaneyi bitirdiğini iddia ettiği yazıda Siyonist lider Theodor Herzl'in Abdülhamid'le görüşme tarihini 2 yerde 19 Mayıs 1901, 2 yerde ise 19 Mayıs 1902 olarak veriyor. Aynı yazıdaki bu basit çelişkiyi bile fark edemeyen birinin başkasında suç bulmaya yüzü kalmamalı, ama nerde? Üstelik verilen 19 Mayıs tarihi de hatalı. Çünkü Herzl, günlüğüne evet 19 Mayıs tarihini atmıştır ama dikkatli okunduğunda daha önce fırsat bulup da yazamadığını söylemekte ve huzura cuma günü çıktığını kaydetmektedir. Üstelik 19 Mayıs günü pazara denk gelir. Yani görüşmenin doğru tarihi 17 Mayıs 1901'dir.

Yine gazetenin ilk sayfasında Abdülhamid'in Yahudilere Mezopotamya'ya yerleşmeyi teklif ettiği belirtiliyor ve "az daha İsrail, Kuzey Irak'ta kurulacaktı" deniliyor. Bir kere Mezopotamya, Kuzey Irak'tan ibaret değildir. Basra Körfezi'ne kadar uzanır. 2. Siyonistler ne düşünürse düşünsün, Abdülhamid için bu bir toprak satış görüşmesi değildir. Bir Osmanlı belgesinde denildiği gibi Mezopotamya'da "üç aile şuraya, beş aile buraya" yerleştirilecek, toplu yerleşim olmayacak ve kesinlikle Filistin'e yerleşilmeyecektir. Bu, dedesi II. Bayezid'in Yahudilere kucak açması türünden bir Müslüman hükümdarın zor durumda kalan gayrimüslimlere sığınma hakkı tanıması işlemidir.

İşte "Şahbaba" (8. baskı, 2002) kitabındaki bazı hatalar:

Sayfa 2'de Vahdettin'in kızı Ulviye Sultan'ın evliliği 1916 olarak gösteriliyor ki, doğrusu 1914 olacaktır. (Nitekim kitabın 62. sayfasında doğru tarih yazılı.)

Sayfa 16'da Necip Fazıl Kısakürek'in "Vahidüddin" kitabı hakkındaki bilgiler tamamen yanlıştır. Güya kitap 1975'te çıkmış da, çıkar çıkmaz toplatılmış imiş. Bir kere kitap 1968'de çıkmış olup külyutmaz tarihçimiz elindeki nüshaya iyi bakarsa, 7 yıl sonra yapılan 2. baskısını tuttuğunu görecektir. 3. baskısı 1976'da yapılmıştır, toplatma kararı da işte bu baskı içindir.

Sayfa 25'te iktisat tarihçiliğine soyunan yazar, Osmanlı'da ilk dış borçlanmanın 1855'te yapıldığını sanıyor. Oysa ilk dış borcu, bundan bir yıl önce almıştık (24 Ağustos 1854).

Bütün Osmanlı kaynaklarında yazılanları silip atan yazarımız, Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'ın sözlü hatıralarını esas alıyor (s. 610) ve Vahdettin'in annesi Gülistû Kadınefendi'nin, kocası Abdülmecid'den 4 yıl sonra öldüğünü yazıyor. Halbuki Gülistû Kadınefendi, kocasından bir ay önce ölmüştür ve dolayısıyla hiç dul kalmamıştır! Yani Vahdettin önce annesini, sonra babasını kaybediyor ve üvey anne elinde büyüyor. Hanedanın verdiği belgeleri kritik etmeden kullandığı için Sabiha Sultan'ın iki yerde çelişkili ifadelerde bulunduğunu da göremiyor. Suat Hayri Ürgüplü'ye Vahdettin'in, babasının ölümünden birkaç ay sonra doğduğunu söyleyen Sabiha Sultan, Belge 20 olarak sunulan yazılı hatıralarında (s. 491) ise Vahdettin'in babasını 6 aylıkken kaybettiğini yazıyor. Bir insan hem babasının ölümünden birkaç ay sonra doğacak hem de 6 aylıkken babasını kaybetmiş olacak! Pes yani!

"Şahbaba"nın 52. sayfasında Sultan Reşad için "Sakalı kana boyanır inşaallah!" bedduasını savuranın Münire Sultan olduğunu söylerken, "Son Osmanlılar" kitabında (2006, s. 73) bu sözü annesi Sezaidil Hanım'a söyletiyor. İyi de kim etti bu bedduayı? Bağrı yanık anne mi, yoksa kocası idam edilen kızı mı?

Bazılarını büyüteç yardımıyla okuduğum belgelerdeki hatalardan birkaçı şunlar:

Sayfa 451'de "şerzemme" diye bir kelime geçiyor. Doğrusu "şirzime"dir.

467'de okuyamadığını söylediği kelimeyi hayrına ben yazayım: "İhtâr".

472'de Vahdettin'in kızı Ulviye'ye yazdığı mektupta şöyle bir cümle geçiyor: "Bilmiyorum, yine bir sûizanna mı kapıldın!" Oysa mektubun orijinalindeki cümle şu: "Bilmiyorum, yine ben suizanna mı kapıldım." Gördüğünüz gibi anlam tamamen değişiyor.

479'da okuyamadığı için boş bıraktığı iki kelime benden olsun: "bir ferd-i millet..."

Külyutmaz yazarımız "sevilen"i, "sevilmez", "hüve"yi "nüve" yapabiliyor (s. 556-7). 564'teki "bendenizde" kelimesinin doğrusu ise "kalbimde"dir.

Bütün bunlar neyse de, Latin harfleriyle yazılı bir metni bile hatasız okuyamadığını söylersem lafı uzatmama gerek kalmayacak. Ürgüplü'nün Sabiha Sultan'la konuşması sırasında aldığı notların kitapta yayınlanan tek sayfasında tam 2 hata buldum. Bardakçı metni şöyle okumuş: "Kendi kendime çok dikkatle dinlediğim bu anıları, kendisi ile yalnız konuşmamız sırasındaki sualli-cevaplı bilgileri serpiştirerek tarihe emanet ediyorum." (s. 511) Halbuki orijinalinde Ürgüplü, "kendisi ile" değil, "kendimden"; "sırasında" değil, "esnasında" diyor. Yani Latin harfleriyle kaleme alınmış bir el yazısını bile kaşını gözünü yarmadan aktaramayan bir tarihçi karşısındayız.

Bir facia olan "Talât Paşa" kitabındaki okuma hatalarına ise maalesef yerimiz kalmadı. Arzu ederse (veya ederseniz) "Ereğli"yi nasıl "Erkilet" okuduğunu veya hem de başlıkta "Mülhakatından" kelimesini nasıl "Mültecilerinden" okumayı başardığını da yazarım.

Siz karar verin şimdi: Biten kimin efsanesiymiş?
Zaman

Sultan II.Abdülhamid Han'ın İngiltere çıkarması
26/02/2009

Avrupa tarihine bir başka Osmanlı damgası: İngiltere'nin en köklü spor kulübünü II. Abdülhamit mi kurdurdu? Cevabı Oktan Keleş veriyor.

Yer Yıldız Saray’ı. Saat gece biri gösteriyor. Saray’ın koridor ve bir odası hariç, diğer her tarafı karanlık. Koridor ve tek odada yanan gaz lambaları ve mumlardan sızan ışık, zifiri karanlığı ve kasvetli havayı adeta deliyor. Dışarıda hafif bir lodos var. Rüzgarın ıslığı bahçedeki ağaçların dallarını neşelendiriyor. Her yerde sessizlik hüküm sürüyor. Çıt çıkmıyor…

Bu derin sessizliği iki kişinin ayak sesleri bozuyor. Ayak sesleri ışığı yayan tek odaya doğru yöneliyor. Ve nihayet odanın kapısına bir el iki kere vuruyor: Tak!Tak!

İçerinden ise kendinden emin ve gelenleri bekler bir tavırla, gür bir ses tonu yankılanıyor: “Gir!” Kapı hafifçe aralanıyor ve gelen iki kişiden biri olan Yaver Ali Rıza Efendi odaya giriyor. Diğer kişi kapı dışında bekliyor. “Gir” sesinin sahibi ise 2. Abdülhamid Han…Ali Rıza Efendi kısık bir ses tonuyla; “Hakanım, beklediğiniz DERVİŞ geldi” diyor. Abdülhamid Han bunun üzerine: “Bekletme hemen içeri al misafirimizi” karşılığını veriyor. Yaver Ali Rıza, Derviş’i içeri buyur ediyor. Derviş, “Destur Sultanım” diyerek sağ ayağını kapıdan içeri atarak odaya giriyor. “Selamünaleyküm geceniz hayır olsun Sultanım” diyor.

Abdülhamid Han karşılık veriyor: “İnşallah ‘hayır’ gecemize sizinle teşrif etmiştir.” Derviş, “İnşallah” diyerek sağ elini kalbine götürerek Mevlevi usulü baş kesiyor ( baş eğiyor)… Abdülhamid Han oturduğu yerden doğrulur gibi yapıp, Derviş’e eliyle yanındaki koltuğu oturmasını işaret ederek; “Buyurun” diyor. Derviş; 75-80 yaşlarında, ak saçlı, kalın ak kaşlı, pos bıyıklı ve seyrek bir parmak uzun ak sakallı, kırmızı yüzlü, bodur sayılabilecek orta boylu fiziksel özelliklere sahip bir şahsiyet.

Derviş, Hakan’ın işaret ettiği koltuğa, “Bismillah” diyerek oturuyor. Sultan Abdülhamid Han, Yaveri Ali Rıza Efendi’ye sesleniyor: “SIRDAŞ gelsin!” ve ekliyor; “Yaver, tez hazırlığını yap, yarın sabah Rumeli’ye, Selanik’e hareket edeceksin!”

Yaver Ali Rıza tebessüm ve hüzünle karışık bir ses tonuyla: “Ferman Devletlimindir,” diyerek geri adımlarla büyük bir edep içerisinde dışarı çıkıyor…

Kapı tekrar iki kere vuruluyor: “Tak!” “Tak!” İçeriden yine aynı sesin sahibi: “Gir!” diyor. Kapı açılıyor; uzun boylu, siyah uzun paltolu, 60 yaşlarında, pala bıyıklı, bir dinç ihtiyar içeri giriyor…

*

Yıl 1912.

Yer Beylerbeyi Saray’ı. Saat gece bir. Ulu Hakan, üç yılı biraz aşkın bir zamandır kaldığı Selanik’teki Alatini Köşk’ünden İstanbul’a dönmüştü.Yıldız Sarayı’ndaki buluşma sanki tekrarlanıyordu. Yıldız Sarayı’ndaki o gecenin tablosu, bir kez daha oradakilerin gözleri önünde canlandı. Ama aradan geçen zaman süresince bir çok farklılıklar da olmuştu. Derviş artık iyice yaşlanmıştı. Sırdaş’ta; o 60 yaşlarındaki uzun boylu, siyah uzun paltolu, pala bıyıklı, dinç ihtiyar değildi. Abdülhamid Han da belki o gür sesini kaybetmişti ama hüzünlü mağruriyetini hala muhafaza ediyordu. Derviş ve Sırdaş, Sultan’ın gösterdiği koltuklara oturmuşlardı. Sultan Abdülhamid Han, Sırdaş’a dönerek; “Aç bakalım Kara Kaplı Defter’i” dedi. Sırdaş; “Ferman Sultanımındır’ diye cevap verdi. Abdülhamid Han göz ucuyla Derviş’e baktı. Bu bakışı fark eden Derviş’te baş eğerek saygıyla; “Ferman Padişahımındır” diyerek elini kalbine götürdü. Abdülhamid Han, sanki bilerek göz ucuyla bakmış gibi karşılık verdi: “ Koca Derviş, yıllar önce bana ; ‘seni tahta padişah olarak oturtmuyoruz. Seni buraya yeni kurulacak Cihan Devleti’nin temellerini atman, Osmanlı’nın yıkılışını uzatman ve dünyayı oyalaman için Hakan olarak oturtuyoruz’ demiştiniz.” Şimdi ise; ‘padişahım’ diyorsunuz, diyerek sanki yıllar öncesinin içinde kalan ukdesini; biraz sitem biraz içine sindirmiş biraz da Koca Derviş’in hafif edepli tebessümünden anlaşılan; latifeli, bir anlamla Abdülhamid Han’ın bu kelimeleri sarf ettiği gözlerden kaçmamıştı.

Hakan kafasını sallayarak, Sırdaş’a : “Sıradaki nedir?” diye sordu. Sırdaş elindeki siyah deriden yapılmış, altın kaplama sırma ile Ay Yıldız’lı işlemeli, kenarlarında dört adet yine sırma Hilal işlemeli, ‘Kara Kaplı’ denilen defteri açtı. Bir çok kağıttan birini çekerek okumaya başladı:

(Kara kaplı…Ortadaki Büyük Osmanlı Ayyıldızı Osmanlı Devleti’ni,dört hilal de dünyanın dört köşesinin sembolü)

“ Hakanım, 1890’lar…İngiliz sinsiliğine karşı taarruz planı…” Hakan’ın “Oku!” talimatı üzerine, Sırdaş devam etti: “İngilizlerin gizli teşkilat grubu, İstanbul’da Spor Fitbol Takımı kurup, fiili ( operasyonel) ve bilgi toplama istihbarat çalışmaları yaptıkları tespit edildi. Rum ve Ermeni gençlerden oluşan bu takım; İstanbul ve Ali Osmaniye’de bir çok zarara (karanlık olaya ve faaliyete) imza attılar.” Yüce Hakan emir buyurdu: “Derhal İngiltere’de bir Fitbol Takımı kurulsun, ‘Gök Ordu’ denile ismine. Teşekkülü için masraflar Devlet-i Aliye’nin hazinesinden icra edile.” Bu konuşmadan üç gün sonra Sırdaş; “ Takımın arması uygun mu Hakan’ım?” diyerek avucunda; kırmızı düğmeye benzer, Hilal ve Yıldızdan oluşan, kehribarımsı bir maddeden, küçük bir akçe büyüklüğünde parçaları göstermiş…”(aşağıdaki resim)

Hakan ise; “ Osmanlı Ayyıldızı’na (biraz ek yapsanız, dört iklim,dört diyarı remzeden bir şekle soksanız), bu yıldızı 8 köşeli yapsanız, daha iyi olmaz mı?” demiş, “Ferman Sultanımındır” denilerek çalışmalar başlatılmıştı…


Yıl 2009…

“İngiltere’de araştırdım. Abdülhamid Han'ın kararını verdiği Futbol Kulübünü andıran takım vardı İngiltere'de... Arması ve renkleri tıpkı Sırdaşın kayıtlarındaki gibi…

Tabi bu takım hakkında bir çok rivayetler bulunuyor. Ama anlaşılan bu takım belki de hem Osmanlı’nın (İngiltere'ye uzanan büyük hedeflerinin bir işareti) ama en önemlisi, Ulu Hakan’ın (İngiliz istihbaratına) karşı deklarasyon operasyonuydu,” düşüncesi bende kuvvetli bir kanaate dönüştü. İngilizler, casuslarıyla İstanbul’da ‘oyun’ oynarken kendi anavatanlarında mukabele-i bilmisil faaliyeti ruhları bile duymamıştı. Başka bir deyişle, İngilizler, casuslarıyla İstanbul’da ‘aşık’ atarken, kendi ülkesinde ‘kaşık’ atanları ıskalamışlardı.

Şu anda İngiltere'de bulunan Futbol kulüplerinden birinin amblemi aşağıda görülmektedir. 1. Ligde bulunan Portsmouth FC; Ay-yıldızlı amblemi ile dikkati çekmektedir…
kaynak:NETPANO.COM



Abdülhamid'in Siyonizm'le dansı
22 Şubat 2009
Mustafa Armağan
Zaman

7 Ağustos 1949 günü Tel Aviv-Kudüs yolundan bir cenaze arabası ağır ağır geçmektedir. Viyana'dan bir 'kahraman'ın kemikleri getirilmiştir.
Bir piyes yazarı ve gazeteci olmasına rağmen kendisini Siyonizm'e adamış, bir hayal kurmuştu. Ama körü körüne hareket etmemiş, çok katlı ve çok boyutlu stratejiler izlemişti. Bu uğurda kralları, bakanları, aydınları, din adamlarını, kısaca aklınıza kim gelirse onları kullanmaktan çekinmemişti. İnancı şuydu: Bir fikir iyi ve haklı ise muhakkak galip gelir.

1897'de ilk Siyonist Kongresi'ni İsviçre'nin Basel şehrinde topladı. Günlüklerine şu kâhince notu düşecekti: "Ben Yahudi Devleti'ni Basel'de kurdum. Eğer bunu bugün yüksek sesle söylersem, cümle âlem bana gülecektir. [Fakat] belki beş yıl içinde ama kesinlikle elli yıl içinde onu herkes tanıyacaktır."

Dünyada bunun kadar kesin tutturulmuş bir kehanet az bulunur.

İşte ölümünün üzerinden tam 45 yıl, 1 ay geçtikten sonra Viyana'dan getirilen kemikler, Budapeşte doğumlu bir Yahudi'ye aitti. Kudüs'te kendi adıyla anılan tepedeki siyah anıt-mezarının üzerinde İbranice yalnızca "Herzl" yazıyordu. Yani Dr. Theodor Herzl.

İşte bu Theodor Herzl, Avrupa'da zulüm görmekte olan Yahudi halkı için Filistin'den bir toprak parçası koparmak amacıyla eşiğini aşındırmıştı Yıldız Sarayı'nın.

19 Temmuz 1896'da kendisi görüşememişti ama danışman Kont Nevlinski aracılığıyla teklifini iletmeyi başarmıştı Sultan'a. Avrupalı zengin Yahudiler 20 milyon sterlin olarak tahmin ettikleri Osmanlı'nın dış borcunu ödeyecekler, buna karşılık Filistin topraklarından kendilerine bir yurtluk yer verilecekti.

Ne var ki, şen giden Nevlinski saraydan yaslı dönmüş, her şeyin bittiğini, padişahın tekliflerini bir daha işitmek istemediğini söylemişti. Abdülhamid şöyle demişti:

"Bir karış bile toprak satamam. Çünkü o bana değil, halkıma aittir. (...) Yahudiler milyonlarını saklasınlar. İmparatorluğum parçalanınca belki de Filistin'i tek kuruş ödemeden elde edeceklerdir. Fakat ancak kadavramız parçalara ayrılabilir. Vücudumuzun canlı canlı kesilip biçilmesine razı olamam." ("The Diaries of Theodor Herzl", Almancadan İngilizceye çeviren: Marvin Lowenthal, New York, 1962, The Universal Library, s. 152.)

Bir devlet başkanından toprak satmasını istemesindeki kabalığın farkına varan Herzl, yanlış yaptığını anlar; lakin işin peşini bırakmayacaktır. Planlarını suya düşüren bu sözler, Herzl'i etkilemiş ve günlüklerine şu ilginç notu düşmeyi ihmal etmemiştir: "Her ne kadar o sırada hayallerime nokta koymuş olsa da, Sultan'ın bu hakikaten yüce sözlerinden etkilenmiştim."

Sizin anlayacağınız, Abdülhamid'in mücadele ettiği adam da hamhalatın teki değil, davasına adanmış parlak zekâlardan biridir.

Herzl'in, orijinali Almanca olan günlüklerini (zira kendisi İsrail'in kurucusu sayılsa da, pek çok Siyonist gibi İbranice bilmezdi) İngilizceye kısaltarak çeviren Marvin Lowenthal, Abdülhamid'in Siyonist taleplerini reddini "superb", yani 'muhteşem' diye nitelendirirken, Herzl'in de bu ret cevabı karşısında Sultan'a duyduğu "hayranlık"a dikkat çekmektedir.

İşin esası şuydu ki, iddia ettiği gibi zengin Yahudiler Herzl'in arkasına çuvallarla para yığmış değildi; Abdülhamid de hafiyeleri vasıtasıyla bu durumu öğrenmişti. Blöf yapıyordu Herzl; Sultan da bunu biliyor ama Siyonistlerin Avrupa içinde palazlanmalarından ve kendisine yeni bir pazarlık kapısı açmalarından memnuniyet duyuyordu.

Bunun için toprak satın alma tekliflerini reddetmişti ama Herzl'in sonraki projelerini dikkate alır görünmüştü. Bu defa Herzl teklifini Osmanlı'yı kalkındırmak gibi bugünkü yabancı sermayenin getirilmesine benzer bir kılığa büründürmüştü. Avrupalı Yahudi sanayiciler Osmanlı ülkesine yatırım yapacak, ülkeyi, bu arada Filistin'i kalkındıracaklardı. Buna karşılık Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmesine izin verilmesini istiyorlardı.

Abdülhamid ise Siyonizm'i kullanmanın, onu reddetmekten daha fazla işine geleceğini biliyordu. Tekliflerine, kabul etmeyeceklerini bildiği bir karşı teklif getirdi: Yahudiler Osmanlı'nın 30 milyon sterlin tutarındaki dış borcunu ödemek üzere bir konsorsiyum (syndicate) kuracaklardı. Buna karşılık olarak Osmanlı topraklarına yerleşmelerine izin verilecek fakat geldikleri ülkenin vatandaşlığından çıkarak Osmanlı tebası olacaklardı. Asıl vurucu şartsa sona saklanmıştı: Yahudiler toplu olarak Filistin'e yerleşemeyecek, kitlesel yerleşmelerine izin verilmeyecek, değişik bölgelere dağıtılacaklardı; beş aile şuraya, beş aile oraya.

Herzl'in başına "him taşı" düşmüş gibi oldu. Onun bütün davası ırkdaşlarını Filistin'e yerleştirme planı üzerine kurulu değil miydi? Bunu asla kabul edemezdi. Teklif yeterince cazip gelmedi diye düşündü. Daha fazla para toplamak için döndü. Ne ki paralı Yahudiler Sultan'dan Yahudilerin göçüne izin veren resmî bir berat almadıkça kesenin ağzını açmaya yanaşmıyorlardı. Abdülhamid ise ne Filistin'e göçe izin veriyordu, ne de parayı görmeden resmî bir kabule yanaşıyordu. Mesele kilitlenmişti.

Herzl'in Abdülhamid'le görüştüğünü bildiren New York Times'ın 30 Mayıs 1901 tarihli nüshasındaki haber.

Cohn (Herzl'in günlüklerinde Abdülhamid 'Cohn' şifresiyle geçer) sıkı pazarlıkçı çıkmıştı; çok şey istiyordu ama pek az şey veriyordu. Herzl 1902 Temmuz'unda son kez geldi İstanbul'a. O da ne? Sarayın eşiğini aşındıran birileri daha vardı. Fransız Mösyö Rouvier Osmanlı maliyesini rahatlatacak tekliflerde bulunmak üzere bir toplantıdan çıkıp öbürüne giriyordu. Bunun üzerine Herzl, Filistin şartından vazgeçti, Mezopotamya'ya (Hayfa dahil) bir Yahudi göçüne resmen izin verildiği takdirde dostlarının Fransızlarınkinden daha iyi bir teklifte bulunabileceklerini bildirdi saraya.

Eskiden kendisine ümit veren saray bendegânı nedense artık yüz vermez olmuşlardı. Sözleriyle destekler görünüyor ama eylemleriyle başka yöne baktıklarını gösteriyorlardı. Sonunda Herzl, piyon olarak kullanıldığına acı bir şekilde tanık oldu. Fransızlara karşı pazarlığı kızıştırmakta kullanılmış, anlaşma yapıldığı için de artık yüzüne bakan kalmamıştı. Abdülhamid yine oyununu oynamış, Fransızları tercih etmişti.

Artık Herzl'in defterinde Osmanlı sayfası kapanıyor, İngiltere sayfası açılıyordu. Çantasını toplarken not defterine şunları yazacaktı: Türkler gün gelecek, dilenci durumuna düşecek ve dizlerime kapanıp yalvaracaklardır.

Yine de Abdülhamid'in Siyonistlere bu denli "müsait" davranmış olmasını içlerine sindiremeyenler haklı olmakla birlikte diplomatik söylem ile gerçek niyet arasındaki farkı fark etmek önemlidir. Nitekim Yahudi araştırmacı Avram Galante'nin "Abdülhamid ve Siyonizm" başlıklı makalesinde belirttiği gibi, Herzl'in görüşmesine aracılık eden İstanbul Hahambaşısı Moşe Levi'nin 3 gün sarayda bekletildikten sonra Sultan'dan yediği ağır zılgıt her şeyi açıklıyor aslında. Bende toprak satacak göz var mı? diyordu Hahambaşına. O ise, torununun Galante'ye anlattığına göre, ağlayarak Sultan'ın ayaklarına kapanıyor, yemin billah Herzl'in toprak talep edeceğini bilmediğini söylüyor, af diliyordu.

Abdülhamid'in cenazesi de bir gün törenle "Türkiye"ye getirilir mi acaba?
----------------------------------------------------------------------------

MERAKLISI İÇİN NOTLAR
Theodor Herzl'in toplam 5 cilt tutan Almanca günlükleri henüz tam olarak dilimize çevrilmiş değil. Rahmetli Yaşar Kutluay'ın "Siyonizm ve Türkiye" (1967; 2. baskı 2004) adlı kitabı büyük ölçüde günlüklerin bizimle ilgili kısımlarının çevirisidir. Ergun Göze'nin çevirdiğini iddia ettiği "Hatıralar" (2002) ise Kutluay'ınkini bazı noktalarda ikmal etmekten öte bir şey yapmış değildir.

Herzl hakkında özet bilgi, sonradan anti-Siyonist kampa geçen Norman Finkelstein'ın 1987 tarihli "An Impact Biography"sinde bulunabilir.

Bu yazıda yararlandığım iki temel kaynak ise şunlardır: Isaiah Friedman, "Germany, Turkey, and Zionism, 1897-1918" (Oxford 1977); Walter Laqueur, "The History of Zionism" (Tauris 2003).

Filistin'in dünü ve bugününü anlayabilmek için en esaslı kitaplardan birisi Mim Kemal Öke'nin "Filistin Sorunu"dur (Ufuk, 2002).

2. Abdülhamit'in şifreli masası
19 Aralık 2010
Masanın sol tarafına üç çekmece yapılmış. Ancak dışarıdan bakıldığında...

Cuma günü gösterime giren Sultanın Sırrı filminde, Amerikalı ajan, II. Abdülhamit'e ait şifreli dolabın peşine düşüyor. Sultan Abdülhamit, Yıldız Sarayı'nda kendine özel yaptırdığı marangozhanede böyle bir dolap yaptı mı bilemiyoruz ama özel bölmeleri olan şifreli masası Beylerbeyi Sarayı 28 No'lu odada özenle korunuyor.

Sırlarla dolu bir padişah olarak tanınan II. Abdülhamit, 27 Nisan 1909'da tahttan indirildi ve sürgüne yollandı. Üç yıl boyunca Selanik'te kaldı. 1912'de Beylerbeyi Sarayı'na getirildi, son nefesini verdiği 10 Şubat 1918'e kadar burada yaşadı. II. Abdülhamit, hattat babası Abdülmecid Han gibi zeka ve dehasını konuşturan usta bir marangozdu. Tarih ve Toplum dergisinin Ekim 1986 sayısından öğrendiğimize göre Yıldız Sarayı'na taşındıktan sonra burada Tamirhâne-i Hümâyun'u kurmuştu. Aynı dergide Esbak Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa, Yıldız hatıralarında bu konuya değiniyor ve onun ne kadar maharetli olduğunu anlatıyor: "Bir aralık Beyoğlu'nda Şaven namı ile meşhur bir mağaza vardı. Bu mağazanın sahibi Avrupa'dan fevkalade zarif mobilyalar, biblolar celbederdi. Bir gün Şaven mağazasında son derece sanatkarene yapılmış bir yazıhane görüldüğü Hünkara arz olunmuştu. Hünkar bunu saraya aldırdı ve bir müddet sarayda kaldıktan sonra dükkana iade ettirdi. Aradan bir müddet geçti, bir gün zat-ı şahane mağaza sahibinin saraya davet olunmasını ve geldiğinde o yazıhanenin aynı olarak kendisinin imal ettiği yazıhanenin gösterilmesini emretti. Mağaza sahibi iki yazıhane arasında bir fark göremediğini samimi bir hayretle söylemişti."

Tahsin Paşa'nın anlattığına göre Sultan Abdülhamit, Avrupa'dan en son sistem marangoz alet ve edevatı getirtmiş, birçok usta ve çırakla Tamirhâne-i Hümâyun'nda çalışmış. Adının tamirhane olması yanıltıcı olmasın. Burası ne sadece bir marangozhane ne de sıradan bir tamirhane. Bir sanat akademisi gibi çalıştığını, yabancı sanatçıların bile sanat öğrenmeye geldiğini ve II Abdülhamit'in de o akademinin baş öğretmeni olduğunu söyleyebiliriz. Fildişi ve sedef kakmalı mücevher dolabı, maroken kaplı yemek sandalyeleri, altın yaldızlı beyaz lake vitrinli büfe ve birçok şifrelimobilyabu akademiden çıktı. O dönemde gerek Dolmabahçe, gerek Beylerbeyi sarayları için şifreli mobilyaların sık üretilmesi onun yönetim anlayışı, kişisel özellikleri ve güvenliğe verdiği önemle paralellik gösteriyor. Nitekim Yıldız Sarayı'nda şifre dairesi ve katibi vardı. Bugün Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarında Tamirhâne-i Hümâyun yapımı mobilyalara rastlıyoruz. II. Abdülhamit, marangozluk çalışmalarına tahttan indirildikten sonra Beylerbeyi Sarayı'ndaki odasında devam etmiş. Sultan'ın şifreli ve karizmatik yönetimi bu mobilyalarda somutlaştı. Aralarında en çok dikkat çeken bugünlerde de bir filme konu olan şifreli çalışma masası ya da Tahsin Paşa'nın ifadesiyle yazıhanesi. Aslında Sultanın Sırrı filminde tam olarak bu masadan söz edilmiyor. Amerikalı bir ajan, Sultan'a ait şifreli dolabın peşine düşüyor. Padişah böyle bir dolap yaptı mı bilemiyoruz ama özel çekmeceleri ve aynası olan çalışma masasını ince bir zeka ürünü olarak şifreli yapması sırlarla dolu bir padişah olduğu noktasında sanırım herkesi hemfikir yapıyor.

Masanın sol tarafına üç çekmece yapılmış. Ancak dışarıdan bakıldığında burada üç çekmece gözü olduğunu anlamak zor. İlk çekmeceyi, işlemeler arasına ustalıkla yerleştirilen gizli bir düğme ile açabiliyorsunuz.

İkinci çekmeceyi ise ancak ilk gözü açtıktan sonra altına saklanan başka bir düğmeye basarak çekebiliyorsunuz. Masanın ortasına gömme şekilde yapılan aynanın da bir işlevi var. Arkanızdan geçen ya da sağ ve sol tarafta duran birini fark etmenizi sağlıyor.

Sultan'ın çalışma odası

II. Abdülhamit, 1912'den 1918 Şubat ayına kadar Beylerbeyi Sarayı'ndaki 28 No'lu odayı, çalışma odası olarak kullanmış. Gazetesini okuduğu, kadınefendileriyle ve kendisini bayramdan bayrama ziyarete gelen kızları ve şehzadelerle görüştüğü oda burası. Duvarlarında ayet-i kerimeler ve hatla yazılmış Peygamberimiz'i öven kasideler bulunuyor. Vefat ettiği 8 No'lu oda, buranın bir alt katında. Özel bölmeleri ve aynası bulunun şifreli çalışma masası da hâlâ bu odada duruyor. Kapaklı olduğu için ilk anda masa olduğu anlaşılmıyor. Ziyarete gidenler odayı ancak içeriye girmeden kapısından görebiliyor. Kızı Ayşe Osmanoğlu'nun, 'Babam Abdülhamit' kitabında anlattığına göre Sultan II. Abdülhamit, Yıldız Sarayı'ndaki marangozhanesinde, resim çizdiği (mobilya projeleri) ve boya ile uğraştığı zamanlar, kadife pantolon ve kolları sıvalı beyaz gömlek giyermiş. Beylerbeyi Sarayı yetkililerine göre Sultan Abdülhamit'in sürgün yılları ve mobilyalarıyla ilgili tarihi kaynaklarda bir boşluk var. Çok fazla bilgiye rastlayamıyoruz. Üzerinde çalışılması gerek bir konu.

Tuğralı her mobilyayı II. Abdülhamit mi yaptı?

Sultan II. Abdülhamit döneminde yapılan mobilyaların hepsinde isminin yazıldığı tuğrası bulunuyor. Mobilyaların çoğu Tamirhane'yi Hümayun'da bir sanat eseri gibi işlenmiş. Beylerbeyi Sarayı'ndaki şifreli masada ve 12 No'lu odadaki Harem'de kullanılan sandalyelerin hepsinde bu tuğra var. Ancak mobilyaları özellikle de bu sandalyeleri birebir padişahın yaptığına dair bir belge yok haber10

Taner Yıldız Abdülhamit'in petrol haritasını doğruladı
10.09.2012



Enerji Bakanlığı II. Abdülhamit’in 100 önce yaptığı petrol haritasının peşine düştü.

Haritada yapılan incelemede, bugün bilinen sahaların bir çoğunun bir asır önce tesbit edildiği anlaşıldı. Bakan Yıldız: "En çok merak ettiğim konuydu, araştırdık. Bugün bilinen sahaların çoğu orada görülüyor."

Habertürk yayınına konuk olan Bakan Yıldız soruları cevapladı.

İkinci Abdülhamit’in 100 yıl önce hazırlattığı harita gerçek mi?
Bakanlık koltuğuna oturduğumda en çok merak ettiğim şeylerden biri de ikinci Abdülhamit’in petrol haritalarıydı. Musul ve Bağdat’ı içine alan daire içerisinde yaptırılan belli bilimselliği olan bir harita. Bugün bilinen sahaların pek çoğu bu haritada görülüyor. 100 yıl önce hazırlanan bu harita geçerliliğini koruyor. Bu harita şu anda Batman ve Adıyaman gibi petrol aradığımız yerleri de içeriyor.
haber1001

DÂRÜLACEZE



Kadın-erkek, yoksul, sakat ve kimsesiz çocukları korumak için Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde yaptırılarak hizmete giren âcizler yâni düşkünler yurdu.

Sultan Abdülhamîd Han, yoksul ve sakat kimseler yanında, İstanbul’da başıboş gezen çocukların da bir araya toplanarak, san’at sahibi olmalarını sağlamak, ihtiyar ve kimsesizlerin son yıllarını huzur içinde geçirmelerini te’min etmek maksadıyla, sadrâzam Halil Rıfat Paşa’ya bir dârülaceze (düşkünler evi) kurulması emrini verdi. Halil Rıfat Paşa, Okmeydanı semtinde böyle bir müessesenin kurulmasının muvafık olacağını bildirdi ve 7 Kasım 1892 târihinde Darülacezenin temeli atıldı. İnşâat masraflarının çoğunu Abdülhamîd Han karşıladı. Hayır sahibleri de iânelerde (yardımlarda) bulundular. Bizzat Halil Rıfat Paşa, evindeki değerli eşyayı ve gümüş takımlarını satarak bu teşebbüse iştirak etti.

Darülaceze 28. 500 metre karelik bir alan üzerinde kuruldu. Bir erkek bir kadın hamamı, altı aceze pavyonu ile iki hastahâne pavyonu, mutfak, çamaşırhâne, çocuk yuvası, yetimhâne, câmi ve kiliseden ibaret olup, mimarı Agop adında bir ermenidir.

Yapıldığı devirde çıkarılan kararnameye göre; “Darülaceze’nin idaresi Dâhiliye nezâretine bağlandı. Ayrıca kurumun yönetim kurulu başkanlığının belediye tarafından seçilen ve pâdişâhça tasdîk edilen bir me’mur tarafından yapılması kararlaştırıldı. Üyelikleri ise; Vakıflar idaresi, müftilik ve Zaptiye nezâreti tarafından gösterilecek bir me’mura verilecekti. Bundan başka ayrıca Dârülaceze’de; ermeni, rum, katolik ve yahûdî azınlıkları da birer temsilci bulunduracak ve kurul ücretsiz vazife yapacaktı.”

Günümüzde Darülaceze, İstanbul belediyesine bağlı olup, döner sermâye ile çalışmaktadır.

Kaynakça

1) İçimizdeki Işık Darülaceze (Oz Dokuman, Hayat Târih Mecmuası; sene 1969, sayı 7); sh. 48
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 58

ALMAN İMPARATORUNUN KUDÜS ZİYARETİ VE OSMANLI DİPLOMASİSİ



Yıl 1898. Alman İmparatoru II. Wilhelm Kudüs'ü ziyaret edecektir. Ziyareti öncesinde Kudüs kapısından, "atından inmeden" gireceği bildirilmiştir. Halbuki o dönem şehir kapısından atla girmek "şehrin fatihi olmak" ve "hakimiyet" manasına gelmekteydi. Wilheml, Kudüs şehrinin fatihleri olan Hz. Ömer'in (r.a), Selahaddin Eyyubi'nin, Yavuz Sultan Selim'in girdiği kapıdan şehre giremezdi. Osmanlı Devleti "simgesel anlam taşıyan" bu davranışı kabul edemezdi ama bu önemli misafirin arzusunu reddetmek suretiyle de kıramazdı. Bulunan formül mükemmeldi. Wilhelm için Kudüs şehrine yeni bir giriş kapısı yapıldı ve Alman İmparatoru 29 Ekim 1898'da atıyla bu kapıdan şehre alındı. Böylece Sultan Abdülhamid'in ince diplomasisi ile Osmanlı Devleti ve Almanya arasında diplomatik krize dönüşebilecek bir mesele bu güzel formülle halledilmiş oldu.

Osmanli Hanedan Vakfi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Ağu 25, 2009 12:40 am    Mesaj konusu: Abdülhamid Han neden Asya'ya 'Erenleri' gönderdi? Alıntıyla Cevap Gönder

24 Ağustos 2009 Pazartesi
Abdülhamid Han neden Asya'ya 'Erenleri' gönderdi?

Oktan Keleş'in SIRDAŞ yazı dizisi 6. Bölümü ile yine oldukça tartışılacak konuları belgeleriye gündeme taşıyor.

İşte konu başlıklarından birkaçı:
- Japonya İslam'ın eşiğinden nasıl döndü?Japon -Rus savaşının arka planında ne vardı? ABD Japonya'ya neden Atom bombası attı?

- Abdülhamid Han nedenAsya'ya 'Erenleri' gönderdi?

- Ertuğrul Fırkateyni'ne sabotaj mı yapıldı?

- İngiltere Kraliçesi Victoria'nın Özel Mektupları'nı Abdülhamid neden ele geçirdi? Mektupları neden analiz ettirdi?

- Abdülhamid Han neden Asya Birliğini kurmayı düşündü?

- Enver Paşa neden Asya'ya gitti?

- Kırmızı kitabın (defterin) orjinal resimleri.

Oktan Keleş bir kere daha tarihin doğru anlaşılması için belgelerle anlatıyor:

Daha önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi; Japon İmparatoru Meiji, 1889 yılında İstanbul'a özel elçiler ve bu elçilerle birlikte; Sultan Abdülhamid Han'a hediyeler bir de 'özel bir mektup' göndermişti. Özel mektupta ise Japon İmparatoru, Abdülhamid Han'dan; "İslâm dini, İslâm tarihi, İslâmın içeriği, ilim ve teknolojik gelişmeler, vakıflar, hayır kurumlar vs. konuları ile ilgili olarak kendilerine Japonca veya Fransızca olarak bilgiler," gönderilmesini rica etmişti.

Japon İmparatoru'nun İslâm Dini ile ilgili bilgileri isteyen mektubu ve diğer bilgi ve belgeler inkâr edilemeyecek şekilde delilleriyle birlikte arşivlerde bulunmaktadır.

Abdülhamid Han, Japon İmparatoru Meiji'nin isteklerini Şeyhülislam Cemâleddin Efendi'ye açmış ve ilk etapta; tezhipli bir Kuran-ı Kerim daha bir çok hediye elçilerle Japon İmparatoru'na gönderilmiş, diğer istediği bilgiler için de süre istenmişti.

Daha sonra Japon İmparatoru Meiji'nin, İslam Dini ile ilgili istediği bilgiler, Şeyhülislam Cemâleddin Efendi'nin başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanır ve gönderilir.

Japon İmparatoru Meiji

Peki, bu konularla ilgili bugüne kadar bilinmeyen gerçekler nelerdir? Japon İmparatoru neden İslâm Dini hakkında böylesine teferruatlı bilgiler istemiştir? Ve Kimden istemiştir? Sultan II. Abdülhamid Han'dan istemiştir. II. Abdülhamid Han kimdir? İşte işin en can alıcı noktalarından biri de budur: Sultan II. Abdülhamid Han aynı zamanda İslâm Halifesi'dir. İslâmi makamın en tepesindeki kişidir yani, 'emir-ül mümin'dir. II. Abdülhamid Han'ın padişahlığı yanında aynı zamanda 'halife' olduğu çoğu zaman gözden kaçmaktadır.

II. Abdülhamid Han'ın ile ilgili yapılan değerlendirmelerde çoğu zaman, O'nun, Osmanlı Padişahlığı vasfına yönelik analizler yer almaktadır. Bu politik tahliller doğru veya yanlış olabilir. Ancak, üzerinden yaklaşık bir asır geçmiş olmasına rağmen Sultan II. Abdulhamid ile ilgili gizlenen bilgiler nelerdir? II.Abdülhamid Han ile ilgili asıl hiç bilinmeyen sır'lar nelerdir?

İşte Sultan II. Abdülhamid Han ile bilinmeyen gerçekler:

Abdülhamid Han Osmanlı İmparatorluğunun çökeceğini tespit etmiştir. Osmanlı adeta harabe bir ev gibidir. Evin içinde bulunanlar; 'evi tamir edelim, şunu yapalım bunu yapalım, yenileyelim' diyerek; yenilikçi ve gelenekçi ekiplerin doğmasına neden olmuşlardır. Oysa Abdülhamid Han çoktan başını evden dışarı çıkarmıştı.Dışarıda gördüğü gerçeklerle hareket eden Abdülhamid Han, bir kere daha dehasını ispat edecekti.

II. Abdülhamid Han evden dışarı baktığında neler görmüştü? Dışarıda, temsilen söylemek gerekirse; yükselen gökdelenleri, batının bilimini, teknoloji ve sanayi alanındaki gelişmesini, Hristiyan Batı'nın yayılmacı emellerin vs…

Oysa Abdülhamid Han biliyordu ki, evin içini ne kadar yenilese, süslese de gökdelenlerle istila edilmiş bir şehirde; kendi evi , onların arasında gecekondu bir ev gibi duracaktı.

Osmanlı içersindeki aydınlar, ileri gelenler; yenilikçiler ve gelenekçiler olarak aralarında tartışa dursunlar, kendisi bir şeyler yapmalıydı…

Batı adeta korkunç bir canavar haline gelmişti. Dizginlenemeyen, terbiye edilemeyen bir canavar.Osmanlı'nın Batı'yı terbiye edecek eski gücü yoktu.Gerçek buydu.

Asya Planı

Sultan II.Abdülhamid Han, Sırdaş ve Hazirun ile bir gece YILDIZ'da toplanarak tarihi bir planın ilk adımlarını attılar. Batı'ya ve Avrupa'ya karşı Asya Planı. Bu planın içersinde; Asya'ya çok önem verilmesi, Batı'yı uyandırmadan, gizli olarak Asya'ya maddi manevi yardımlar yapılması gibi unsurlar vardı. Bu plan çerçevesinde; Asya'ya birçok görevli gönderildi. Bunlardan en dikkat çekeni ise Çin'e gönderilenlerdi. Çin Budizm ve çeşitli putperest inançlara sahip, nüfus olarak kalabalık bir ülkeydi.Üstelik Türk kavmiyle tarihten gelen bazı husumetleri vardı.

Sultan Abdülhamid Han Çin'de mektepler açtırdı. Müslüman öğrencilerin sayılarını çoğalttı. Para ve malzeme yardımları ile onları destekledi. Tüm bunları 'İslam Halifesi' vasfı ile yapıyordu. Zira Batı ve özellikle Yahudiler, İngilizler ve Vatikan Sultan'ın faaliyetlerini sıkı bir şekilde takip etme gayretindeydiler.


Saray'ın bastırdığı özel EŞREF GAZETESİ.

Çin Mektebindeki gelişmeler, öğrenciler ve hocaları görülüyor.Gazete'de Abdülhamid Han'ın talimatlarıyla Çin'deki yardımları açıkça yazıyor. Türkistan coğrafyasının, merkezi her noktasında buna benzer ciddi faaliyetler sürdürülüyordu.

Peki bu Japonya meselesinin aslı neydi? Çin'de yapılan faaliyetler Japonya'da da yapılıyordu. Kültürel alış veriş faaliyetleri adı altında İstanbul'dan Japonya'ya giden devrin 'Erenleri', orada Japon halkı ile iyi ilişkiler tesis ediyorlar, İslâm dinini ve Türk kültürünü aşılıyorlardı. Bu durum üstü kapalı bir şekilde de olsa, Japon Sarayı'na ve üst düzeydeki insanlara kadar sirayet etmişti.

Japonlar'da da Budist ve değişik inanç sistemleri olmasına rağmen Çinliler gibi değillerdi.Geleneklerine son derece bağlı, asil bir millettiler. Erenlerin faaliyetleri öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, Japon İmparatoru Meiji İslâm Dini ile çok yakından ilgilenmeye başladı.

İşte bu sebeple II.Abdülhamid Han'a özel mektup yazarak, İsâm Dini ile ilgili çok ama çok teferruatlı bilgiler istemişti. Daha önce değindiğimiz gibi İmparator Meiji, II.Abdulhamid'e Osmanlı Padişahı vasfı dolayısıyla değil, İslâm Halifesi olması nedeniyle özel mektup yazmıştı. Sultan Abdülhamid Han'da İmparator'un İslâm Dini ile ilgili istediği bilgileri göndermiş ve O'nu İslâm'a davet etmişti. Bu mektup Japonya'da arşivlerde gizli olarak saklanmaktadır

İslâm Halifesi olan Abdülhamid Han, Batı'nın üzerimize çullanmak için fırsat kolladığını ve İslâm ülkelerini büyük felaketlere sürükleyeceğini anlamıştı. Bu plana karşı plan yapmalıydı.Ve hedef; doğunun kendi aralarında batıya karşı oluşturacağı birliğe ve dayanışmaya ulaşmak olmalıydı.

Japon İmparatoru Meiji ve Ailesi

Japon İmparator'u ve tebaası İslâmı seçme noktasına gelmişlerdi. İngiliz casusları Ruslarla işbirliğine girerek, Osmanlı'nın bu girişimini engellemeye başladılar. Japon-Rus savaşını tarihçiler bir de bu açıdan tekrar incelemelidirler…


Japon Rus Savaşı ile ilgili askeri matbaada Osmanlıca olarak bastırılan ayrıntılı kitaplar

Bilindiği gibi, II. Abdülhamid'in talimatıyla Japonya'ya hareket eden Ertuğrul Fırkateyni, Temmuz 1889'da İstanbul'dan yola çıkmış ve 1890 tarihinde Japonya'nın Yokohama Limanı'na varmıştı.

Japon İmparatoru, Türk amiralini ve heyetini görkemli bir şekilde karşılamış ve II. Abdülhamid'in gönderdiği hediyeleri kabul etmişti.

Ertuğrul Fırkateyni 15 Eylül 1890 tarihinde Yokohama Limanı'ndan ayrılmış ve Kuşimoto açıklarında 16 Eylül 1890'da kayalara çarparak batmıştı.

Ertuğrul Firkateyni'nin batışı ile ilgili kuşkular bugün de devam etmektedir.Acaba gemi şiddetli tayfun yüzünden mi battı yoksa bir sabotaj mı vardı?

Ertuğrul Firkateyni'nin batığını çıkaran ekip başının ifadesine göre; 'yaptığımız araştırmalarda geminin kazan dairesinde, gemi batmadan önce büyük sorun yaşanmış ve belki de geminin batmasına kazan dairesindeki ısınmanın neden olabileceğini' söylemesi ve 'çıkan bulguların çok tartışılacağını' söylemesi oldukça dikkat çekicidir.

Japon medyası yapılan bu çalışmaları yakından takip etmekte ve aynı ilgiyi Türkiye'den de beklediklerini sık sık açıklamaktadırlar.

Tekrar konumuza dönecek olursak; düşünün o gün İslâm'ı seçmiş Japonya (din konusunda Japon halkı İmparator'a büyük oranda uyacak, Müslüman olmuş İmparatorları'nın dinine girmelerinde halk bir sakınca görmeyecekti. Burada kısa bir not düşmek gerekirse; bugünkü istatistiklere göre, Japonlar hızla din değiştirip, Hristiyan olmaktadırlar.Japonya Hristiyanlaşmaktadır.)

Bugün Doğu'da Japonya bir İslâm ülkesi olsaydı acaba Batı'nın ve Dünyanın kaderi ne olurdu? Olası ihtimallerden birkaçını sıralayalım:

Çin abluka altına alınacak, Asya'nın diğer kavimleri de hızla Müslümanlaşacaktı. Teknolojiye öncülük etmiş bir Müslüman Japonya, İslâm'ı hedef alan Batı'ya karşı aman tanımayacaktı. Üstelik Osmanlı'ya bağlı bir birlik olarak Asya Birliği kurulacak, bu durumda Asya İslâm Birliği'nin önünü açacaktı.Bugün Avrupa Birliği kriterleri değil, Asya Birliği kriterleri konuşulacaktı.Avrupa bu birliğe girmek için; örfünden, dininden, kültüründen tavizler verecekti. Kısaca Dünya tarihinin kaderi değişebilirdi.

İngiliz ajanları, gizli raporlarında o günkü Japonya-Osmanlı yakınlaşmasını oldukça tehlikeli bulduklarını belirtiyorlardı.Sadece bu konu ile ilgili olarak bile bir kitap yazılabilir.

Kuşkusuz II. Abdülhamid Han İngilizleri çok yakından tanıyordu. İngilizlerin özel Devlet kitaplarını çevirtip,okuyor ve notlar alıyordu. Bu kitaplar öyle herkesin ulaşabileceği sıradan kitaplar değildi.

Kraliçe Victoria'nın Özel Mektupları

İngiliz Kraliyet ailesi için özel olarak basılan ve sadece belirli kişilere verilen,İngiliz Saray'ına has bu kitapların üzerinde İngiliz Kraliyet Arması bulunurdu. Örneğin Kraliçe Victoria'nın 1837-1861 arası yazdığı özel mektupları ve gizli yazışmaları olan kitap, II. Abdulhamid'in çevirttiği kitaplardan bir tanesiydi.

Kendilerini uyanık sanan İngiliz Ajanları, Abdülhamid'in dehası karşınında bir şey yapamamışlar bu çok gizli belge kitapları Yıldız İstihbaratına kaptırmışlardı.

Abdülhamid Han bu tip kitaplarla; İngiliz Kraliçesi'nin psikolojisine kadar analizler yaptırıyordu.

Tabii ki diğerlerinin de…

Tekrar konuya dönecek olursak, İngilizlerin ve Rusların girişimleri ile Japonya İslâm'ın eşiğinden dönmüştü.Şimdi

1- Acaba Amerika Hiroşima ve Nagazaki'ye İngiliz raporlarının etkisi ile atom bombası atmış olmasın? Asil Japon Milletine yapılan bu saldırıyı, asil ve büyük Türk Milleti hâlâ nefretle kınamaktadır.

2-Bugün Vatikan Papa aracılığı ile ne demişti? 'Üçüncü bin yılda Asya'yı Hristiyanlaştıracağız.' Bu projenin ve hedefin deklare edilmesinin bu bilgilerle bir ilişkisi var mı?

3-Enver Paşa hakkında ahkâm kesenler, Asya'da Türkistan'da ne işi vardı diyenler acaba şunu hiç düşündüler mi? Enver Paşa Abdülhamid Han'ın doktrini ile hareket etmiş olamaz mı? Yeni bir şuur ve atılım için, Asya Birliği ve Asya'da Türk İslam Birliği için orada bulunmasını bilemezler tabii ki… Çünkü Yıldız Gizli Kırmızı Kitapları'ndan haberleri yok!



(Kırmızı Kitabın iç ve dış orjinal hali)


(Kırmızı ipek ay yıldız.Maliye Nazırı Ziya Paşa emri ile el yazması örtülü ödenek bir hakim kod adlının,1908 tarihli ve çeşitli mühürler..)

Bugünkü Kırmızı Kitabın aslı Osmanlı'dan gelir. Yani Yıldız'dan II.Abdülhamid'den gelir.Yıldız Teşkilatı'nda bu defterler, seçilen özel kişilere verilir.Yapacakları görevler, o görevlerle ilgili tarihi belgeler, arşiv bilgileri vs. her şey yazılırdı.

Bu kitapçıklar; kırmızı ipek kaplı olup, üzerinde Ay-Yıldız vardır. İçi el yazmasıdır. Başkasının ele geçirme ihtimaline karşı, kolay yansın yok edilsin diye kap kısmı barutla doldurulmuştur.

Bu kitaplar görev tamamlandığında içersine rapor ve bilgiler eklenerek Sultan'a teslim edilirdi.

Sırdaş, bilgileri Sultan II.Abdülhamid Han'a okudu, Sultan, 'Olur' verince bilgiler Kara Kaplı'ya işlendi.

Asya Projesi II.Abdülhamid Han doktrinidir.Doğu Projesi gerçekleşmedi ama başka bir dahi olan Gazi Paşa, Batı projesini yürürlüğe koydu. Muasır Medeniyetler Projesi. Fakat bu projenin iyi anlaşılmadığı ve rafa kalktığı görülmektedir.Gazi Paşa, Batı'yı fen ve teknolojiyi yakalama adına kullanıp, 'Büyük Türkiye' inşasını planladı. Şimdikiler ise Batı'nın ahlaksızlığını, inançsızlığını, kültürünü alma adına yarışıyorlar. Vatikan'a boyun eğiyorlar.Yazık.

Artık Güneş yeniden Asya'dan, ASYA BİRLİĞİNDEN DOĞACAK….

NETPANO.COM/OKTAN KELEŞ

Hasan Pulur
Mustafa Kemal ve Şehzade Abit Efendi
6 Eylül Pazar 2009

TARİH son günlerde “popüler” oldu, özellikle Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın televizyon sohbetleri çok ilgi çekiyor. Murat Bardakçı ve Doç. Erhan Afyoncu ile “Bayan Saksı”nın birlikte yaptıkları, “Haber Türk” televizyonundaki program uyku sorunu olmayanlara ya da olanlara ilaç gibi geliyor.
Hele birileri dillerine “persenk” ettikleri “resmi tarih” muhabbetine bir başladılar mı!
* * *
PROF. Dr. Zeki Arıkan geçenlerde bir kitapta Sultan Abdülhamit’in tartışmalı anılarından bir bölümüne rastlamış, aslında kitaptaki anılar da başka bir kitaptan alıntı.
Tahtan indirildikten sonra önce Selanik’e gönderilen, sonra İstanbul’a getirilip Beylerbeyi Sarayı’nda göz hapsinde tutulan Abdülhamit, arkadaşı Salih Bozok’u ziyarete gelen Mustafa Kemal Paşa’yı anılarında övüyormuş, ona hayranmış, şöyle yazmış ya da yazdırmış:
“Düşman tasını tarağını toplamış askerlerinin yarısını denize, yarısını gemilerine dökerek çekip gitmişti. Bu büyük zaferi Mustafa Kemal adında bir miralay kazanmış, Allah devletine hizmet edenlerden razı olsun!”
* * *
MEĞER Çanakkale Zaferi’ni kazanan bu miralay, Abdülhamit’in oğlu Şehzade Abid Efendi’nin de yakın arkadaşıymış; 17 Nisan 1917 tarihli anısında şöyle yazar:
“Uzun bir müddet sonra oğlum Abit Efendi bu Mustafa Kemal Bey’le tanıştığını söyledi. Yüzbaşı Salih (Bozok) arkadaşı. Ara sıra arkadaşına yemeğe geliyormuş. Abit Efendi ile de bu münasebetle dost olmuşlar. Hatta Mustafa Kemal Paşa kendisine iki ceylan yavrusu hediye etmiş!
Gerçekten bir defa gelmiş, bana haber verdiler. Sırtında bir pelerin vardı. Ve arkadaşına veda ediyordu. Uzaktan yüzünü iyi seçemedim, sıradan askerlere benzemiyordu. Tehlikeli bir sükûneti vardı. Enver Paşa’nın niçin çekindiğini o zaman anladım. Bunu Talat Paşa tutuyormuş. Bunlar küçük şeyler... Çanakkale’de İngiltere, Fransa, iki büyük devletin ordusunu ve donanmasını durdurdu, yüz geri etti ya; bana lazım olan odur. Muvaffakıyeti için dua ettim!”
* * *
PROF. Arıkan bu satırları okuyunca içine bir şüphe düşmüş:
“Acaba bir şehzade ile Mustafa Kemal Paşa arkadaşlık yapmışlar mıydı? Şehzade Ahmet Nihat’ın Tevfik Fikret’le, Abdülmecit’in de Abdullah Cevdet’le yakın dost olduğunu biliyordu ama nedense Mustafa Kemal ile Abit Efendi’nin arkadaşlığından kuşku duymuştu...”
Yapılması gereken önce şehzadenin doğum tarihini, o tarihte kaç yaşında olduğunu bulmaktı. Bunu düşündü ama düşüncesini uygulayamadı...
* * *
TA ki Yüksel Özgen ile Mustafa Balcı’nın, Toplumsal Tarih dergisinin Mart 2009 yılında yayımlanan yazılarına kadar; Şehzade Abit Efendi 1905 doğumludur, o tarihte 12 yaşındadır, Mustafa Kemal Atatürk ise 35 yaşında... Bu çocuk ile Mustafa Paşa’nın arkadaşlığı mümkün mü?
* * *
ÜSTELİK Mustafa Kemal Paşa’ya Abdülhamit’in kaleminden övgüler düzenleyenler, küçük bir şehzadeyle arkadaş gösterenler çok önemli bir gerçeği de atlamışlar ve yanılmışlardı,
Bütün kaynaklar ve anılar, Abdülhamit’in 17 Nisan 1917 günkü anısını tekzip eder.
Çünkü Mustafa Kemal Paşa o tarihte Suriye cephesindedir, beş ay sonra, Ekim 1917’de İstanbul’a dönmüştür.
* * *
PEKİ, buna ne gerek vardır, 10 yaşındaki bir çocuk şehzade ile Mustafa Kemal’i arkadaş göstermeye ne gerek vardır?
Prof. Dr. Zeki Arıkan şöyle yorumlar:
“Anlaşılan, II. Abdülhamit ile Mustafa Kemal Paşa arasında köprü kurmaya çalışanlar, bu köprünün ayaklarını bir şehzade dostluğu ve arkadaşlığıyla pekiştirmeyi de unutmamışlardır.
Bunun başka açıklaması olamaz.” (x)
———————
(x) Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, sayı 132, Eylül 2009

Milliyet

Mustafa Armağan/Zaman
İngilizler Abdülhamid'i neden sevmezdi?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geçenlerde çarpıcı bir açıklama yaptı: "Ortadoğu'nun, Kafkaslar'ın ve Balkanlar'ın en büyük ülkesiyiz, bu bölgede düzen kurucu ülke biz olmalıyız."
Bu sözler "birilerini" ürkütmüş olsa da Türkiye'nin kayıp misyonuna dönüşünü hatırlatan bir çıkıştı. Davutoğlu'nun komşularla iyi geçinme ve güç dengelerini kendi lehine kullanarak inisiyatif alma şeklinde basitleştirilebilecek 'ritmik diplomasisi', II. Abdülhamid'in denge oyunlarını hatırlattı.

Abdülhamid 1880'lerin başından itibaren dizginleri Babıali'nin elinden alarak Yıldız'da yeni bir merkez kuracak, tabii İngiltere'nin uyarısı hemen yetişecektir. İngiliz büyükelçisi bir gün huzura çıkarak Sultan'a bir mesaj getirir. Mesajda Abdülhamid'e, amcası Abdülaziz ve ağabeyi Murad'ın başına gelenlerden ders çıkarması öğütleniyor, eğer bu kafayla giderse sonunun iyi olmayacağı ima ediliyordu. Zaten en zayıf anımızı kollayarak Kıbrıs'ı istemekle dost olmadığını göstermiş olan İngiltere, Abdülhamid için artık güvenilmez ama cepheden karşısına alınması da tehlikeli bir rakipti.

Sunacağım belge, İngiltere hakkında ne düşündüğünü göstermesi bakımından ilginçtir. Sadeleştirip kısaltarak aktarıyorum:

"İngiltere'nin, Allah korusun, Devlet-i Aliyye'yi bölüp "tavâif-i mülûk" (küçük devletler) şekline koymaya çalışmakta olduğu açıktır. Onu Arnavutluk, Ermenistan, Arap hükümeti ve "Türkistan" tabirleriyle "otonomi" (özerklik) değil, "anatomi" yapmak, yani parçalarına ayırmak istemektedir. Hilafeti de İstanbul'dan kendi kontrolündeki Cidde veya Mısır'a götürecek ve bütün müminleri istediği gibi yönetecektir. Yalnız şurasına teessüf olunur ki, Jöntürk tabir olunan birtakım "çapkın" takımından herifler, kendi el ve ayaklarıyla İngilizlerin maksadı uğruna gece gündüz çalışıyorlar." (BOA, Yıldız Esas Evrakı, 9.2638.72.4)

Abdülhamid İngiltere'nin gerçek niyetlerini isabetle değerlendirmiştir. Peki ne yapacaktır? Bunu da şöyle açıklar:

"Bir hükümetin ve milletin ayakta kalması için birkaç şey lazımdır. 1) Din, 2) Eğitim, 3) Milliyet, 4) Sanayi ve zenginlik. Ne yazık ki, bilgisi tam olan adamlarımız pek azdır. Halbuki Hıristiyanlar bunların tamamına sahiptirler. Bunlar bizde yerleşinceye kadar Osmanlı Devleti'nin, İngiltere ve Rusya arasında bir yol ve politika izlemesi gereklidir."

Abdülhamid'in "İngiltere ve Rusya arasındaki politika"sı şudur: Kuzeyimizdeki "Rus kapanı"na düşmeden Ruslarla iyi geçinmek; öte yandan İngiltere'nin çıkarlarını Rusya ile birleştirmesine mani olmak. İkisinin çıkarları çatışırsa yaşama şansımız artacak, diğer ülkelerle ilişkilerimizde elimiz rahatlayacaktır.

Hatırlarsınız, Said Nursi'nin "Müstemlekât Nazırı" dediği fakat o sırada Başbakan olan Gladstone, 1882'de parlamentoda eline Kur'an'ı alarak yaptığı konuşmada Mısır Müslümanlarını kastederek, "Bu kitap bu Müslümanların elinde kaldıkça İngilizler hiçbir zaman onlara hakim olamayacaklardır. Yegâne çözüm, Müslümanları Kur'an'dan uzaklaştırmaktır." sözünü söylemiştir. Bu konuşmayı çok sonraları işitecek olan Bediüzzaman, "Ben de Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu dünyaya ilan edeceğim." diye haykırmış ve bütün mesaisini, sinsi İngiliz siyasetine karşı manevî bir set oluşturmaya adamıştır.


İngiliz Büyükelçisi Sir Henry G. Eliot, Sultan II. Abdülhamid'in huzurunda (1877).

Bediüzzaman'ı harekete geçiren Gladstone, Abdülhamid'in de hasmıdır. Nitekim Büyükelçi Layard'da verilen bir muhtıraya, "Düşmanımız Gladstone'dur" diye yazdıran Abdülhamid'dir. "Türkler pılısını pırtısını toplayıp Asya'ya çekilmelidirler" sözünün sahibi Gladstone karşısında Abdülhamid, kozlarını Eyüp Peygamber sabrıyla kullanmıştı.

İngiltere bir şekilde Mısır'ı işgal etmişti ya, Sultan işgali tanımamakta kararlıydı. Ne yapıp edip Abdülhamid'in elinden, işgali resmen onayladığını bildiren bir belge almak gerekiyordu. Bir ara ikna eder gibi oldular da. İngiliz ordusunun 3 yıl içinde Mısır'dan çekileceğine dair sözleşmeye Kraliçe Victoria dahi imza koydu. Sıra Abdülhamid'in onayına gelmişti. Ne var ki o, hiç beklenmeyen bir hareketle anlaşmayı son dakikada reddetti. Zira bu imza, sadece İngiltere'nin Mısır üzerindeki hakimiyetini -geçici bile olsa- tanımayı getirmekle kalmayacak, Müslümanları emperyalizme teslim etmek anlamına gelecekti. (Mısır'ın hukuken elden çıkışı Lozan'dadır.)

"Hükümranlık haklarım ortadan kalkmadıkça" diyordu

Abdülhamid, "hukuken mülküm olan yerlerde yabancı hakimiyeti ve geçici işgale asla razı olmam." Sen misin razı olmayan! Al sana Ermeni sorunu! Ermeni ayaklanmalarını bastırması bile suç sayılmış, Gladstone Abdülhamid'e yepyeni bir ad bulmuştur: "Kızıl (Kanlı) Sultan." Sanki 1857'deki Hint ayaklanmasında yüzlerce insanı katleden kendisi değilmiş gibi, İngiltere, Ermenilerin hamisi kesilmiştir. Sevdiğinden değil elbette, Abdülhamid'in kestiği hortumları tekrar tesis edebilmek için piyon olarak kullanmak arzusundan.

Lord Ponsonby adlı insaf sahibi parlamenter, Mondros Mütarekesi'nin hemen ardından Abdülhamid'in hakkını parlamentoda şöyle teslim edecektir:

"Abdülhamid Avrupa'nın gördüğü en zarif ve en kurnaz diplomatlardan biriydi. O, Avrupa Birliği (Concert) makinesinin tekerleğine çomak sokacağı ve Düvel-i Muazzama'yı birbirine düşüreceği anı gayet iyi biliyordu."


İngiltere'nin kurt diplomatlarından Aubrey Herbert, 14 Aralık 1911'de Avam Kamarası'nda şunları demiş:


"İngiltere'de sabık Sultan Abdülhamid ve politikası sevilmezdi. Aynı şekilde Abdülhamid de, karakterinde çok nadir görülen bir samimiyetle İngiltere'den hoşlanmazdı. Aklımızda tutmamız gereken iki şey şudur: Abdülhamid yönetimi, fırsatını bulur bulmaz çıkarlarımızı baltalıyordu, yeni yönetim ise Liberal Güçlerin en büyüğü olan İngiltere'nin dostluğuna güvenmektedir."

Çıkarları baltalayanların er geç tasfiyesi, yakın tarihte örneğini defalarca yaşadığımız bir kuraldır

Aziz Üstel
Star Gazetesi
Mustafa Özkan, Metin Akpınar ve illa da Süheyl Batum
16 Eylül 2009

(..)
İstanbul Veremle Savaş Derneği Başkanı Zeki Kılıçaslan 12 Eylül döneminde cezaevlerinde tüberküloz hastalığının arttığını söylüyor. Darbeler Filmini geri sarıyoruz; taaa 1909’a gidiyoruz.

“İçeri dört kişi girdi. Arnavud Esad Toptani, Laz Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi ve Yahudi Karasu Efendi.

“Başta duran Esad Toptani ‘Millet seni azletti!” dedi.

Abdülhamid Han metin ve gür bir sesle, “Zannedersem, hal’etti demek istiyorsunuz. Pekala! Buna gösterilen sebep nedir?” Arif Hikmet Paşa fetva suretini okuyor... Abdülhamid’in suçu şer’i kitapları yırtıp yıkmak! Hal sebebi bu!’

Abdülhamid soruyor: “Hangi kitaplar bunlar?”

Cevap yok!

“Bu kararı hangi makam verdi?”

“Millet Meclisi!”

“Bu Meclisin başkanı kimdir?”

“Ayan Reisi Said Paşa!”

Abdülhamid ister istemez gülümser: “Said Paşa öyle mi? Bakınız... Bu memleketi nasıl buldumsa öyle emanet ediyorum... 33 yıl millet ve devletim için çalıştım. Ne çare ki, düşmanlarım, bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve başarılı oldular!”

Ve işte bu darbeyle de Abdulhamid Han tahttan indirilir. Ve tam dokuz yıl sonra, Osmanlı İmparatorluğu, bırakın verem olmayı, can verir can!
(..)

İsmail Küçükkılınç
"Bana bir silah veriniz düşmanlarımla dövüşerek öleyim!”

Yazımızın başlığı, tahttan indirildikten sonra Selanik’te Alâtini Köşkü’nde siyasi sürgün olarak yaşayan Sultan Abdulhamid’in, Balkan Harbi’ndeki hezimetle kısa zaman zarfında Selanik’in elden gitmesi aşikâr ve an meselesi olduğundan kendisini padişah ve hükümetin kararı ile İstanbul’a götürmek üzere gelen heyete verdiği cevaptır.

Bu anekdotun kıymet ve ehemmiyeti, bunu tarihe armağan eden zatın şahsiyeti ile de alakalıdır. Bu zat, 1908’de yeniden ilan edilen meşrutiyetin beyannamesini kaleme alan, Abdülhamid, Selanik’e sürgün olarak gönderildiğinde muhafazasına memur edilen, bilahire İttihat Terakki Cemiyeti’nin katib-i mes’ulü, imparatorluğun dâhiliye nazırı, cumhuriyetin dâhiliye vekili, başvekili ve meclis reisi olan Ali Fethi Okyar’dır. Anekdot da Okyar’ın hatıratında geçmektedir (Üç Devirde Bir Adam, Ali Fethi Okyar, Yay. Haz. Cemal Kutay, Tercüman Yay., 1980, s.166)

31 Mart Vak’ası, Abdulhamid’in tahttan indirilmesi ve siyasi sürgün olarak Selanik’e gönderilmesine yol açmış, Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa, Abdulhamid’i Selanik’e gönderme ve muhafaza görevini Ali Fethi Bey’e vermiştir.

Ali Fethi Bey’in Paris Sefareti Ateşemiliterliği ile görevlendirildiği tarihe kadar ifa ettiği muhafaza vazifesi, aslında Abdulhamid ile ittihatçıların birbirlerini yakından tanımalarına vesile olmuştur.

Ali Fethi Bey, bu zaman zarfında Abdulhamid’in anlatıldığı gibi olmadığını, serdettiği görüşlerdeki vukufiyet ve isabeti takdirle adeta tüm ittihatçılar adına özür dilemek istercesine vazifesinden ayrılacağı gün hürmetle, tazimle ve ısrarla üç def’a mahlû (hal’ edilmiş) padişahın elini öpmüş, ‘ne ben sizleri, ne de sizler beni tanımamışsınız. Yazık olmuş’ diyen padişah da kendisini alnından öpmüştür.

Bu hadisenin ilginç ve şaşırtıcı yönü ise Ali Fethi Bey’in Selanik’e gidecek heyete dâhil oluşudur. Ali Fethi Bey, muhafaza görevi son bulduktan sonra Paris’e ateşemiliter olarak gitmiş, bilahire yurda dönmüş, meb’us olmuş, Balkan Harbi başladığında askeri vazife talep etmiştir. Bu esnada İttihatçılar, Halaskar Zabitan grubunun baskısı ile iktidardan uzaklaşmış, yerine ittihatçı olmayan Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve Kamil Paşa kabineleri göreve başlamıştır. Ali Fethi Bey’den bu heyete dâhil olmasını talep eden de Sadrazam Kamil Paşa’dır. Çünkü önce cephe kumandanlarından Ali Rıza Paşa, Abdulhamid’i getirmek için görevlendirilmiş, ancak “ Benim buradan ölüm çıkar… Kararım kat’idir. Memleket elden gittikten sonra hayatımın ne kıymeti var?” deyip karşısındakine hiç söz hakkı tanımadan mukalemeyi bitirmesi üzerine bu teşebbüs başarısız kalmıştır.

Abdulhamid, Ali Fethi Bey’e, kendisi için ‘tarihe yadigâr’ olacak cevabı verdikten sonra, gerekli izahat üzerine daha fazla ısrarın anlamlı olmadığını anlar, “Ya… Demek o mübarek Rumeli elden gidiyor… Gitmiş bile” der ve dönüş hazırlıkları başlar.

Ali Fethi Bey, Selanik dönüşü, Abdülhamid’in tepkisini soran arkadaşlarının, merdane cevap karşısında mahcup olduklarını, özellikle Talat Bey’in çok müteessir olduğunu belirtir.

Ali Fethi Bey’in naklettiği anekdot, sair vak’alar ve imparatorluğun yaşadığı gaileler nedeniyle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelenleri herhangi bir müşkül vaziyette ilk çare olarak Abdülhamid’e müracaatı düşünürler. Balkan Harbi’nin sonuçları münasebetiyle vaki bir toplantıda Cavit Bey şunları söyler: “Sultan Hamid’i hususi olarak ziyaret edelim, fikirlerini alalım. Zannediyorum ki en doğru yolu gösterir.” Talat Bey’in ilk zamanlar Abdülhamid’i ziyaretten uzak durmasını Ali Fethi Bey şöyle izah eder: “ Talat’ın o masum, her zamanki samimi ve içten gözleriyle uzun uzun bana baktığını hatırladım. Bu bakışta âdeta ‘-Ne yüzle gideyim? Seni tahttan indirdikten sonra bak neler oldu?’diyebilmenin hicabını görmedim değil!”


Abdulhamid ile İttihatçılar, birbirlerini anlamadan düşman olmuş, ancak hassaten özellikle İttihatçılar, Abdulhamid’i, imparatorluğu ve yönetim mekanizmasını yakından tanıdıklarında tatbik ettiği siyasi ve idari tarzın parçalanmayı önlemeye yönelik olduğunu kabul etmişler, pişmanlıklarını her surette izhardan çekinmemişlerdir. Çünkü Abdulhamid tüm iktidarı boyunca bir defa savaşa karar vermiş, 1897 yılında vuku bulan bu savaşta da Osmanlı Ordusu Yunanlıları yenmiştir.

Meşrutiyetin ilanında sergilediği çaba ve üstlendiği vazifeler ile bulunduğu mühim mevkiler gereği ittihatçıların en önemli simalarından olan Ali Fethi Okyar’ın belki de yakın dönem tarihimizin birinci elden, olayların içinden, hataların ve pişmanlıkların namuslu bir şekilde itiraf ve nedamet hislerinin ızharı ile müzeyyen oluşu gibi hususiyetleri ile tartışmasız ve en önemli kaynaklarından olan hatıratının en önemli özelliği, Abdulhamid ile ittihatçıların geçmişe sünger çekme arzularını net bir şekilde ifade etmesidir.


Bu hatırat, en azından Abdulhamid’in ittihatçılara öfkesinin geçtiğine ve onları evlatları olarak görüp yardım için ne zaman istenirse hizmete amade olduğunu kaydetmesi bakımdan dikkate değerdir.


Müşterek kaderleri olarak biri ‘Kızıl Sultan’, diğerleri ‘katil sürüsü’ iftirasına maruz kalan Abdulhamid ve İttihatçıların tüm yanlışlarına rağmen çabaları imparatorluğu dağılmaktan, vatanı parçalanmaktan korumaktı. Abdulhamid’in sergilemiş olduğu tehevvür de elden gitmemesi için yıllarca çırpındığı Rumeli içindi. Ali Fethi Okyar’ın hatıratında da bolca anlatılan olaylarda da görüldüğü üzere ne zamanki İttihatçılar, gerçeklerle yüzleştiler; Abdulhamid’den özür dilediler. Abdulhamid de onları affetti, anlamaya çalıştı ve yardımcı olmaya çalıştı.

avkucukkilinc@hotmail.com

Etiketler: ulu hakan abdulhamid han osmanlı ingiltere asya hilafet tasfiye Lord Ponsonby Rusya Yıldız Esas Evrakıingiltere hal yahudi ittihat ve terakki mason fetva uyku ilaç Fransa Suriye Atatürk İstanbul İngiltere Çanakkale Murat Bardakçı II. Abdülhamit Çanakkale Zaferi Mustafa Kemal Atatürk

“Türkler, benim halifemi bugün makamından ayırdılar"
09.07.2012



İmam-ı Rabbani hazretlerinin torunlarından, son devir İslam büyüklerinden Ebül Hasen Zeydi, 1974’de Hindistan’da basılan “Faruki Makamatı Ahyar” kitabında şunu anlatmaktadır:

"Babam, Peygamber Efendimizi rü’yada görmüş. Çok üzültülü imiş. Üzüntülerinin sebebini sorduğunda da Efendimiz, 'Türkler, benim halifemi bugün makamından ayırdılar. Bunun cezasını çok acı çekeceklerdir' buyurmuş…"
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Eyl 26, 2009 10:39 pm    Mesaj konusu: Ulu Hakan 2. Abdülhamîd Han'ın Hatıratı'ndan seçmeler Alıntıyla Cevap Gönder

Ulu Hakan 2. Abdülhamîd Han’ın Hatıratı’(*)ndan Seçmeler-1
Derleyen: Murad Salih

Ulu Hakan, cennetmekân 2. Abdülhamîd Han, İttihat ve Terakki Partisi tarafından hal edilip tahttan indirildikten sonra, bu partinin koskoca imparatorluğu nasıl yerle bir ettiğime de şahitlik etti. Bu hatıratı 600 yıllık bir imparatorkuğun yıkılışını seyretmeye mecbur bırakıldtğt o acı dolu günlerde kaleme aldı. Bugün de, o imparatorluğunun enkazı üzerine kurulmaya çalışılmış ama bunda pek de başarılı olunamamış eğreti bir yapının, dünün İttihat ve terakki’lye varisi olanlar tarafından yıkılışına şahitlik ediyoruz. Mekr-i İlahî: Allah kuranlara, -bu belayı başımıza saranlara- yıktırıyor... Yüz yıl önce yaşananlarla bugün yaşananlar neredeyse tıpa tıp aynı... Aynı kafa, 100 yıldır hiç bir olumlu değişim, dönüşüm, göstermeden, aynı yobazlık, Hak ve halk düşmanlığının doğurduğu hınçla, koruduğunu iddia ettiği şeyi yıktığını bile anlayamıyor... Hani gür sakallı bir filozof demişti ya: “Tarihte yaşanmış bir dramın tekrarı komedi olur” diye... Hakikaten öyle... Yüzyıl öncesindeki dram halâ gözlerimizi yaşartırken, bugün o dramın tekrarı bizi yalnızca güldürüyor... Bugünü anlamaya ve yarını kurmaya faydalı olabileceği inancıyla Ulu Hakan’ın Hatıratı’ından seçmeler yaptık. Bu vesileyle kendisini rahmet ve şükranla yâd ediyoruz.
Murad salih




Ben Edebiyatçıların Değil, Edepsizlerin Düşmanıyım

Ah... Beni edebiyata düşman sanır ve böyle gösterirlerdi. Hayır!.. Ben edebiyatın değil, edebsizliğin, edebiyatçıların değil, edebsizlerin düşmanı idim.

Ziya Bey'i Vezirlik ve Valilikle İstanbul'dan uzaklaştırmaya beni iten kuvvet, efkâr-ı umumiye değil, onun bilgisine ve olgunluğuna olan saygımdı. Mithat Paşa, bilgisi ve olgunluğu ile halka daha müessir olduğu halde, onu Avrupa'ya sürdüğüm zaman, kaç adam sesini çıkardı?...

Ben edebiyata düşman olsaydım. Kemal Bey'e (Namık Kemal) öldüğü güne kadar kesemden aylık vermez ve oğlunu saray hizmetine almazdım. (10) Ben edebiyata düşman olsaydım, Ekrem ve Ebüzziya beylerin nazlarını çekmezdim. Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hamit Bey'i dolgun aylıklarla rahat yaşatmaktan başka, ara sıra borçlarını da vermek gibi hayırhaklıklarda bulunmazdım. Ben edebiyata ve tarih bilimine düşman olsaydım, bir ara tacımla, tahtımla uğraşmak istemiş olan Murad Bey'in (Mizancı Murad) her münasebetsizliğine katlanarak, istifa ettiği halde etmemiş kabul ederek devlet hizmetinde kalmasına razı olmazdım! Hayır, tekrar ederim ki ben, edebiyatçıların gerçek ve şefkatli bir dostu idim. Eğer onlara düşman olsaydım, benim de sokak ortalarında edebiyatçı ve muharrir öldürecek adamlarım yok değildi!...


«Ben Yangın Bırakmışım!»
3.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

Bu sabah, Musahibim söyledi : Kadıköy vapurunun yan şamatalarından birinde dört-beş efendi, heyecanlı bir sohbete koyulmuşlar : İçlerinden biri, günün bütün yoksulluğunu ve hayat güçlüğünü eleştiriyor ve bundan da Hükümeti sorumlu tutuyormuş. Ama sarı bıyıklı birisi bu tenkitleri yapana kaşlarını çatarak, kaba bir tutum ve dil ile :

— Bu yangını Abdülhamid bıraktı. Mithat Paşa'yı attıktan ve öldürdükten sonra, tuttuğu yolun buraya çıkması zorunluydu demiş ve bu sözü söyleyen de Selânikli Doktor Nazım Bey'miş... Bunu musahibim merak ettiği için soruşturarak öğrenmiş...

Doktor Nazım Bey'in adım yirmi yıldanberi sık sık işitirdim. Öncüleri, Ahmet Rıza Bey'le birlikte aleyhimde çalıştı. «İttihat ve Terakki» nin koyu taraftarlarından olduğunu, kimseyi beğenmez, kimseyle hoş geçinmez bir adem diye tanındığını söylerlerdi. Bana karşı olanların hayatlarım ve hareketlerini köşemden arasıra izlerdim. Doktor Nazım Bey'in, mesleği olan doktorlukla uğraşacağı yerde politika ile, ama karmakarışık bir politika ile uğraşıp didindiğini bilirdim. Yalnız övülecek bir yanım söylüyorlar; kendi adına hırsı olmamakla, hiçbir memuriyet kabul etmemekle, arkadaşları arasında mütemayiz bir vatansevermiş!

Soyumdan getirerek taşıdığım unvandan (Sultan) bile adımı tecrit etmeğe kendisinde yetki gören Doktor Nazım Bey'in şahsıma değil, Kadıköy vapurunun yan kamarasından hakkımda bir kere daha savurduğu bu aşağılık hicviyeyi burada mevzubahs edeceğim.

Abdülhamid bir yangın mı bıraktı acaba?.. Ve Abdülhamid'in devrine bağlanan üç yüz senelik kopuşmalar döneminden gelen kundaklar var mıydı, yok muydu?... Bunun münakaşa yeri burası değildir, tarihtir; Doktor Nazım Beyle, fikir yoldaşlarının da bir gün içine girecekleri Tarih!...

Ben 1324 (1908) yılının Temmuzunda Hükümeti bu mücahitlere, 1325 (1909) Nisanında da saltanatı şevketlû biraderim hazretlerine teslim ettim. Benim zamanımda hududumuz, İşkodra'dan Basra Körfezi'ne, Karadeniz'den Afrika'nın kum çöllerine uzanırdı. «Almanac de Gotha»nın 1908 yılında yayınlananı ile bugün çıkanı karşılaştırılırsa, benden sonra gelenlere yangın değil, büyük bir ülke, otuz milyonu aşan nüfus ve bir ordu bırakmış olduğum anlaşılır.

“Ben Ödedim, Onlar Borçlandı.”

Şöyle böyle on yıl oldu. Yani, sürdüğüm padişahlığın üç-de biri... Eserlerimin üç'de değil on'da birini vücuda getirdiler mi?... Hükümdarlık makamına geldiğim zaman, üç yüz milyon liraya yaklaşan dış borçlarımızı iki büyük harbin ve birçok ayaklanmaların gerektirdiği masrafları karşıladıktan sonra otuz milyona indirmeyi başardım. (11) Yani, onda birine!. Nazmı Bey'le arkadaşları ise, benim bıraktığım otuz milyon borcu, bugüne kadar dört yüz milyona çıkardılar... Yâni, on üç katına... Demek benden sonrakiler, Saltanat makamının güç ve kuvvetini yürüten yalnız biraderim olmadığı için benden sonrakiler diyorum — yalnız dış borçlarımızı arttırmak konusunda büyük bir marifet ve muvaffakiyet göstermişlerdir.

Ben, hangi şartlar içinde ve nasıl bir zamanda padişah oldum?... Bunu hatırlatmak isterim. Bosna-Hersek ayaklanmış, Karadağ ordumuzu sarmış ve yenmiş, Sırbistan düzenli ve tehlikeli bir kuvvetle ülkemize savaş açmıştı. Bu bâdire-lerden o müthiş Rus muharebesi doğdu. (12) Bu savaşı doğuran iç ve dış olaylar benim saltanat günlerimin işi değil.. Ben ki padişahın ardarda hâl'inden, 93 günlük bir hükümet buhranından ve bir saltanat boşluğundan sonra padişah olmuştum. Millet, rüştünü, erginliğini iddia ediyordu.Kamuoyunun güvenini elinde tutan Mithat Paşayı hemen Sadârete getirdim. Rusya'nın ileri sürdüğü istekleri veya Rusya ile savaşı göze alıp almamayı yine millete bırakmıştım. Bunu konuşup tartışmak için kurulan «Meclis-i Umu-mi»ye de milletin o kadar güvendiği Mithat Paşa başkanlık etti

Ulu Hakan 2. Abdülhamîd Han’ın Hatıratı’(*)ndan Seçmeler-2-
Derleyen: Murad Salih



“Ben Ne Şahıs Olarak, Ne Makam Olarak Sorumluyum.”

Öyleyse, 93 Savaşı ile bunun getirdiği bütün sonuçlardan ben ne şahıs olarak, ne makam olarak sorumluyum.

Harbin idaresine gelince : O zaman tayin edip hizmet verdiğim kumandanlar, Osmanlı tarihinin yalnız o döneminde değil, ondan önce ve ondan sonraki dönemlerinde de eşine seyrek rastlanan kumandanlardı. Ulaşım araçlarının eksikliği, Rumelindeki müslüman halkın dışında kalan azınlıkların taa Edirne vilâyetinin içine kadar bulaşan ayaklanma ateşleri, hep benim zamanımda ve benim yüzümden oluşmuş uğursuzluklar ve felâketler sırasında gösterilmek istenirse, tarihin insaf ve adaletine dokunulmuş olur.

O savaşın sürüklediği felâketler altında ezilenlerin yardımına yetiştim. O göçmen dindaşları kondurmak ve yaşatmak için mümkün olan her şeyi yaptım, İstanbul'dan Sivas'a, Halep'e kadar bir uçtan bir uca göçmen köyleri kurdum. Bunların bir çoğundaki camilerin masraflarını, ulu Allahın bana emanet buyurduğu kullarına acizane bir yadigâr olmak üzere, kendi kesemden verdim.

«Millî Ticaret» adı altında üç-beş kişiyi patlayıncaya dek doyurmak için halkın midelerine girecek lokmalara kadar el uzatmak, böyle dar ve bahtsız günlerde değil, en geniş ve rahat zamanlarda bile hatırımdan geçmedi. Aklımdan hiç çıkmayan şeyler, bu Allah kullarının yiyeceği, içeceği, yakacağı, barınacağı idi. Bunları, kendimi savunmak için söylemiyorum; çünkü yerime geçenler beni o ka'dar savundular, temize çıkardılar ki, dinime ve devletime getirdikleri felâketin hatırası olmasaydı, kendilerine bunun için teşekkür bile ederdim.

Ben, sayıp döktüğüm bu küçük hizmetlerimle iftihar etmeye de kendimde hak bulmuyorum; çünkü hepsi vazifemdi. Bugün üzgün ve pişman olarak görüyorum ve yaşarsam ilerde kendi kalemimle enine boyuna itiraf edeceğim ki, benim de birçok kusurlarım vardır.

Haydi, o yurtsever Doktor Nazım Bey'e hak vererek kendisi ile birlikte ilân edeyim ki :

— Bu yangını Abdülhamid bıraktı!...

Ama o haksever doktor da eğer mert bir insansa saklamasın ki, o yangını güya söndürmek için gelenler su yerine petrol kullandılar!

Yaşlılık, daha fazla yazmama engel olacak; yoruldum. Mithat Paşa için de söyleyecek sözlerim var. Vaktim olur ve Allah da isterse yarın bu konuyu ele alacağım.

Mithat Paşa

4.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

Hatırımda kaldığına göre, cennetmekân pederimin (13) son Veziri Mithat Paşa'dır. Son Veziri olmasa bile, son vezirlerindendir. Amcam merhumun maiyetinde Avrupa'dan dönerken Mithat Paşa'nın Tuna vilâyetindeki bayındırlığı ve devlet düzeni hepimizin takdirini kazanmış ve Avrupa'da gördüğü bayındırlığa hayran olan amcam, Tuna vilâyetine girer girmez hayır-dualarla hatırlamış, anmıştı.

Paşanın «Şura-yı Devlet» başkanlığına getirilmesi, ona Sadrazamlık yolunu açmak içindi. Fakat Sultan Abdülâziz, Âli Paşa'yı incitmek istemediği ve Avrupa dönüşünde bu duygusu daha da güçlendiği için, Mithat Paşa Şurayı Devlet'de, yâni İstanbul'da çokça duramadı.

Cennetmekân amcam, pek vakur bir hükümdardı Âli Paşa'yı böylece arkalamasında, öyle sanıyorum ki Üçüncü Napolyon'un da etkisinin payı vardı. Fakat rahmetli, böyle bir etki altında olduğunu kimseye belli etmezdi.

Bir gün Âli Paşa Sultan Aziz'e gelerek Bağdat vilâyetinin olağanüstü önem kazandığını ve Şiiliğin giderek arttığını, Acem Şahı'nın «Atebâtı» (14) ziyaret vesilesi ile oralara seyahat edeceğinin söylenti halinde dolaştığını anlatarak Vali Nakittin Paşa'nın idaresine güvenmediğini söyledikten sonra, kendisinin bu vilâyete memur edilmesini arz etti.

Âli Paşa, Padişah'ın kendisini İstanbul'dan uzaklaştırmayacağından emindi. Nitekim düşündüğü gibi çıktı. Bunun üzerine : «O halde Reis Paşa kullarından uygun bir Vali bulamıyorum.» dedi. Mithat Paşa da böylece Bağdad Valisi oldu.

“Mithat Paşa'nın Politikası Hatalı İdi.”

Bağdad vilâyetinin sınırı o zaman pek genişti. Mithat Paşa, sanırım üç seneden fazla Bağdad'da kaldı. Vilâyeti iyi idare ettiğini, ve bazı bayındırlık ve düzenlemelerde başarı kazandığını işitiyorduk. Önceleri pek gitmek istemediği bu vilâyetten Mithat Paşa'nın ayrılırken çok üzgün olduğunu da işittik. Mithat Paşa'yı Bağdat'dan kaldırmak, Âli Paşa'nın yerine Sadrâzam olan Mahmut Nedim Paşa'nın hatası idi. Çünkü, rekabetinden Ali Paşa'nın bile çekindiği bir adam, Mahmut Nedim Paşa için tehlikeli bir muhalif olabilirdi; nitekim öyle oldu. Mithat Paşa, tayin edildiği Edirne vilâyetine gitmeden, bir yolunu bularak kendisini huzura kabul ettirmiş ve Mahmut Nedim Paşayı düşürerek yerine geçmiştir.

Mithat Paşa iyi bir Vali idi, fakat yürüttüğü politika hatalı idi. O zaman padişahın ve vükelâ'nın gözünde şüpheli olan adamlarla sık sık buluşur ve bir şark padişahını değil, en meşrutiyetçi hükümdarları bile kuşkuya düşürecek davranış ve konuşmalar, Sadrâzamın ağzından ve konağından duyulurdu.

Sultan Abdülâziz'i tahttan indirmek fikri, ilk önce Hüseyin Avni Paşa'da doğdu. Sebebi de Padişah'ın daha önce kendisini İsparta'ya sürmesiydi. Amcam merhum, ağır başlı ve herkesi de kendisi gibi eli ve yüreği açık zannedecek kadar insanlara güvenliydi. Hüseyin Avni Paşa gibi kinci bir adamı hem bağışladı, hem de Seraskerliğe getirdi, İşte amcam, bu hatasına kurban gitmiştir.

“Hâl' İşine Girmiş Kimseye Güvenilmez.”

Mithat Paşa, hâl' işine karışmakla, idare adamı olmaktan çıkarak ihtilâlciler sınıfına geçti. Hiç bir Hükümdar, hâl' işine karışmış bir adama güven duyamaz. Meğer ki, hâl' edilen hükümdar, yerine geçenin can düşmanı olsun. Ve dünyada hiçbir ihtilalci görülmemiştir ki, yıkmakta gösterdiği başarıyı, yapmakta da gösterebilmiş olsun...

Ben tahta çıktığım zaman, Sadrazam Mithat Paşa değildi. Kamuoyu'nun kendisine eğilimi ve güveni olması, durumun da olağanüstü tehlike ve nezaket taşıması nedenile, hemen kendisini Sadrazamlığa getirdim.

Şunu temin ederim ki, Mithat Paşa idareli ve tedbirli bir Sadrâzam olsaydı, hiç olmazsa Rus Muharebesinin sonuna kadar sadaretde kalırdı. (15) Halbuki ilk günden başlayarak bana bir âmir, bir vasî kesildi. Üstelik tutumu da meşrutiyetten çok, despotluğa yakındı. Mithat Paşa'yı iyi tanıyanlar, re'yinde ve tutumunda ne kadar müstebit olduğunu saklamazlar. Tuna vilâyetindenberi en aziz ahbablarından bulunan ve Mahkeme-i temyizin birinci reisi iken Mithat Paşa'ya olan sevgisi nedeni ile taşralarda ömrünü yitirmeğe razı olan Ramiz Molla'nın Beyrut merkez niyabeti sırasında Vilâyet idare Meclisinde bir mesele konuşulurken : «Bu esasen Mithat Paşa'nın Tuna Valisi iken düşünmüş olduğu bir şeydir. Paşa hürriyeti yalnız kendi nefsi için isterdi; bunun dışında müstebidin müstebidi idi.» der.

Mithat Paşa'ya görmeden âşık olanlardan birinin bu söz pek gönlüne dokunur ve elinde olmadan bir kırgınlık gösterir. Ramiz Molla, bu öfkenin farkına vararak Meclis dağıldıktan sonra o zatı yanına çağırır ve uzun, beyaz sakalını eline alarak :

— Bak oğlum, ben bu sakalı yalnız yılların zahmeti ile.değil, bir parça da Mithat Paşanın yüzünden çektiğim gurbet mihneti ile ağarttım. Şimdi seni gücendiren bu sözü, ben Paşanın yüzüne karşı da kaç defa söylemişimdir. Ben, şunun bunun hatırına uyarak değil, gerçeğe uyarak konuşan bir adamım.demiş olduğunu Ramiz Molla'nın ölümünden sonra, o çevre insanlarından biri, bir gün bana hikâye etmişti.

(10) Ali Ekrem Bolayır (1867 - 1937) babası sürgüne gönderildikten sonra Mabeyn Kâtibi olarak saraya alınmıştır. (1888)

(11)Ttakriben 26 milyar Amerikan dolan

(12) 1877 Osmanlı-Rus Savaşı. Bizde buna «93 Harbi. (1293) denir.
(13) Sultan Abdülmecid.

(14) «Atebat-ı aliyye> Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin
meşhed-i mukaddesleri mânasına gelir.

(15) 1877 Osmanlı - Rus Savaşı

(*) ABDÜLHAMİD'İN HATIRADEFTERİ, Yayına hazirlayan: Ismet Bozdag, Pınar yayınları, Altıncı Basım: Şubat 1985, İstanbul

Ulu Hakan 2. Abdülhamîd Han’ın Hatıratı’(*)ndan Seçmeler-3-
Derleyen: Murad Salih



O İşret Gecesinde

Mithat Paşa'nın ikinci Sadâretinde Kanun-ı Esasî (Anayasa) hakkındaki «Hatt-ı hümâyûn» benim tarafımdan çıkarıldı. Bilindiği gibi bu hattım okunduktan sonra, akşam olunca Mithat Paşa'nın konağında toplanırlar; O zamanın hür-riyetsever şairleri, edebiyatçıları hep beraber, o gece devlet işleri konuşulacak yerde, işret işleri konuşulur. Mithat Paşa, taa gençliğindenberi sarhoşluğu ile ünlüydü.
«Kanun-i Esasî» ilânının verdiği zevke, içkinin verdiği sarhoşluk da eklenince, yemekten kalktığı zaman, düşmemesi için iki koluna girerler. Elini yıkarken dili dolaşa, dolaşa eniştesi Tosun Paşa'ya :— E, Paşa!.. Bundan sonra beni kim yerimden atabi
lir?... Söyle bakayım Paşa!.. Ben bu sefer kaç yıl Sadarette
kalacağım?..
demiş. Tosun Paşa da :

— Bu gidişle bir hafta bile kalamazsın!...diyerek ve âdeta sürükleyerek harem dairesine götürmüş. Ben bu olayı o gece haber almıştım.
Mithat Paşa'nın değerini inkâr etmem. Çalışkan, namuslu bir Vali idi. Fakat meziyetleri kadar, noksanları da vardır. Hele politikada, zamanın gerektirdiklerini, Safvet ve Ethem paşalar ölçüsünde anlamazdı.Tuna Valisi iken, Bulgarca'nın Bulgar okullarında okun-masını hem teşvik etmiş, hem arkalamış. Bunun ağır sonuçlarını hatırlatanlara da : «Hangi dilde olursa olsun, tek okusunlar» diye sözüm ona parlak bir gerekçeyle direndiğini herkes bilir.
Sultan Abdülâziz'in şehadeti meselesi, derece derece yargı kurullarından geçmiş bir işti. Ben, çıkan idam kararını hafifletmekten başka bir şey yapmadım. Eğer gayritabiî bir ecelle ölmüşse, benim bunda parmağım yoktur.
Ölümünden aşağı yukarı on yıl sonra, Avrupa'da basılmış türkçe bir kitapta, nasıl öldürüldüğü üzerinde ayrıntılı bilgi var ve bazı isimler açıklanıyor. Bu kitabın yazdıkları doğru ise, suçu işleyenler arasında bana nisbeti olan kimselerin bulunmaması da gösterir ki, o meselede benim ilgim yoktur.

(..)

Özellikle ben, Mithat Paşa'nın umulabilecek saldırısına — ki meydan bulsaydı, umduğum başıma gelirdi — yalnız ihtiyat tedbiri almakla yetindim. Adamlarına hiç dokunmadım ve ailesine musta'fi maaşlar verdirdim. Yetiştirdiği vezirlerden Abdurrahman ve Halil Rıfat Paşalar gibi işe ya rayanları, taa Sadaret makamın kadar çıkardım. Ve Müşir Şakir Paşa ve Raif Paşa gibi devlet adamlarını da önemli işlerde ve mevkilerde kullandım.

(..)

O kadar uzaklara gidip de tarihten örnekler aramaya gerek yok. Dört yıl önce Takvim-i Vekayi'de okumuştum; Mahmut Şevket Paşa'nın öldürüleceği yer ve saat, hükümetçe daha önceden haber alınmışken, koca bir Sadrâzam ve Harbiye Nazırı, güpe gündüz ve Harbiye Nezareti'nin önünde bir yaveri ile birlikte parça parça ediliyor ve on yedi kurşun atılıyor da, yine bir polis, bir jandarma eri meydana çıkmıyor. Otomobille kaçamayan bir topal olmasaydı, belki olayın suçluları da kolluk memurları gibi ortaya çıkmazdı!...

Boş Bir Meşrutiyet Hayranlığı

Mithat Paşa meselesinde bu kadar direnişim, bu ismin hayatıma bir leke gibi sürülmek istenilmesindeki genel inad-dan çok üzüldüğüm ve nefret ettiğim içindir.Diyorlar ki, bizde Kanun-i Esasî'yi kuran Mithat Paşadır.Gerçekten öteden beri meşrutiyet yanlısıydı. Ama adını, bazı kitaplarda övgüsünü duymaktan doğmuş bir tarafdarlık... Mithat Paşa, Meşrutiyet idaresinin Avrupa'da sağlamış olduğu faydaları yalnız görmüş, fakat bu bayındırlığın öteki sebebleri ve tesirlerini incelememişti. Solfato, her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi, Meşrutiyet yönetiminin de her millete, her ulusal bünyeye yaramayacağını sanırım. O vakit, faydalı olamıyacağım sanırdım, simdi ise, zararlı olduğu kanısındayım.Mithat Paşa, Kanun-i Esasî'nin mutlaka ilân edilmesini teklif ettiği zaman, hiçbir devletin Kanun-i Esasî'sini incelememiş ve bu konuda temelli bir bilgi edinmemişti. Akıl hocası, Odyan Efendi idi. Odyan Efendi ise, o zaman bile bizde önemli bir hukukçu değildi. Hele memleketi, hiç tanımazdı. Sanırım ki bu anlayış kıtlığı yüzünden Mithat Paşa ile «Taif» kalesine kadar beraber gitti.

93 de (1877) Ziya Paşalar, Kemal Bey'ler, Abidin Paşa'lar Kanun-u Esasî layihasını hazırlamaya çalıştıkları gibi; sır kâtibim Sait Paşa ve o sırada müşir olan Mekâtib-i Harbiyye Nazırı Süleyman Paşa da bir lâyiha düzenleyip sundular. Ama bu kişilerin hiçbiri arasında fikir birliği yoktu. Kemal Bey bu konuda, hem Mithat Paşa'ya, hem de kendi arkadaşları ile Sait Paşa'ya karşı idi. Bana yirmiye yakın arîza verdiler. Yıldız Sarayı'ndan Harbiye Nezareti'ne aktarılan evrak arasında saklıdır. Bu kâğıtların, tarihî olmaktan öte bir değerleri olmadığı için, yağma edilmemiş, ya da satlimamıştır umudundayım.

Şunu da söyleyeyim, o zaman aydınlar arasında Kanun-i Esasî'ye karşı olanlar, tarafdar olanlardan çoktu. Ethem Paşa (17), Safvet Paşa (18) ve öteki vezir ve tanınmış devlet adamları, bir millete hazırlanmadan bir kalemde tam bir hürriyet verilmesine karşı idiler. Hattâ, Tunuslu Hayrettin Paşa gibi sözünü esirgemez bir vezir bile Sadrâzam'ken bana bir
ara : «Eclâfı kanun ile silâhlandırmadan önce, birçok düşünmek gerekir,» demişti. Bu deyim aynen Hayrettin Paşa'nındır.

Mithat Paşa Sadaretinde milletin kendisini sevdiğine o kadar inanmıştı ki, azlettiğim anda büyük bir ihtilâl çıkarak benim hâl' ve belki de Mam edileceğimi bile saklamaya gerek görmezdi. Halbuki, ben onu Avrupa'ya uzaklaştırdığım zaman, hiç kimse ağzını açmadığı gibi, birçok vezirler ve devlet adamları beni kutlamışlar, şairler, bana övgüler, ona yergiler yazarak, gazetelerle, kitaplarla bunları yayınlamışlardı. Hattâ o kimseler arasında Gazi Ahmet Muhtar Paşa, bu olayla ilgili bir macerayı, sonradan yayınladığı «Hâtırat»da da otuz bu kadar yıl sonra itiraf ediyor (22)

Mithat Paşa'nın saflığına ölçü olmasaydı, şu meseleyi burada açıklamayı gerekli görmezdim. Kendisine hürriyet vermiş olan bir velinimetin, — henüz eserinin mürekkebi kurumadan — sadâretten ve memleketten uzaklaştırılmasına halkının sustuğu, aydınının teşekkür ettiği bir milletin Meşrutiyet İdaresine ne kadar lâyık olduğunu ben söylemek istemem. Beni İstibdat îdaresi'nin en büyük taraftarı ve dünyanın en büyük müstebidi ilân edenler, hakikati —hiç olmazsa ben dünyadan el çektikten sonra — itiraf etsinler ve onlar da benden el çeksinler


Dipnotlar:
(10) Ali Ekrem Bolayır (1867 - 1937) babası sürgüne gönderildikten sonra Mabeyn Kâtibi olarak saraya alınmıştır. (1888)

(11)Ttakriben 26 milyar Amerikan dolan

(12) 1877 Osmanlı-Rus Savaşı. Bizde buna «93 Harbi. (1293) denir.
(13) Sultan Abdülmecid.

(14) «Atebat-ı aliyye> Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin
meşhed-i mukaddesleri mânasına gelir.

(15) 1877 Osmanlı - Rus Savaşı

(17) Abdülhamid'in babası Sultan Mecid'e ders vermiş, Fransa'da okumuş bir Sadrâzamdır. Oğullan ressam Hamdi bey, mü
ze müdürü Halil bey tanınmış değerli kimselerdir,

(18) Mehmet Esat Safvet Paşa (1814 -1883) Hariciye Nâzın ve Sadrâzam oldu.

(22) Sergûzeşt-i hayatım
Birinci Dünya Savaşı (1914 - 1918).

(*) ABDÜLHAMİD'İN HATIRADEFTERİ, Yayına hazirlayan: Ismet Bozdag, Pınar yayınları, Altıncı Basım: Şubat 1985, İstanbul


Ulu Hakan 2. Abdülhamîd Han’ın Hatıratı’(*)ndan Seçmeler-4-
Derleyen: Murad Salih



‘Sultan Abdülaziz Öldürülmüştür.’

Ortada, uydurulmamış, herkesin bildiği, belli bir olay vardı ki o da rahmetli amcamın kanlı ölümü idi. Sultan Abdülâziz intihar mı etti, yoksa onu şehit mi ettiler?...

Ben hâlâ o inançtayım ki Aziz amcam intihar etmiş değil, öldürülmüştür. Önce, doktor raporu o kadar lastiklidir ki dünyanın her yerinde en büyük tıp bilginleri tarafından tartışılabilir.
intihara kalkışan bir kimse, iki kolunun damarlarını birden nasıl kesebilir?. Bunu daha o zaman, doktorlar ortaya koymuş, yazarlar kitaplarına geçirmişti.
Ahmet Mithat Efendi merhumun «Üss-i inkılâp»ındaki şüpheli satırlar, Mithat Paşa'nın mahkemesinden de, mahkûmiyetinden de önce basılmış ve yayınlanmıştı; hem de dört yıl önce... Ahmet Mithat Efendi ise, paşanın düşmanı değil, yetiştirmesi, yakını idi.

Mahkeme, açık yapıldı. Muhakeme usulleri dışına çıkılmamıştır. Tanıklardan başka, bazı suçluların itirafları da var. Cinayet ve temyiz mahkemelerinin bu kadar önemli bir davada hak ve adaletten uzaklaşacak kadar vicdansız ve pervasız üyeleri ve kurulları bulunduğunu ileri sürmek, içlerinde Mithat Paşa'nın da bulunduğu bütün milleti aşağılamaktır!

Adalet mercilerinden geçmiş olan bir hükmü, bir de vezirler, devlet adamları ve din bilginlerinden kurulu bir fevkalâde Heyet'e inceleterek fikirlerini istedim. Hiç kimseyi madde ve manâ olarak baskıya almamış olduğum da içlerinden bazılarının, büyük bir özgürlükle fikirlerini söylemiş olmalarından bellidir. Dikkat olunursa, bunların arasında şahsıma bile söz dokunduranlar oldu. Böyle olduğu halde, toplanan oylar, hüküm giyenlerden yana bir çoğunluk sağlayamamıştı. Ben bu konuda mahkemelerden de, vezirler, devlet adamları, din bilginlerinden kurulu fevkalâde Heyet'den de insaflı kalarak hükümlülerin hayatlarına merhamet ettim : idam hükmü hiçbiri hakkında uygulanmadı.Şimdi, mahkeme kararından da, doktor raporundan da daha kuvvetli bir akıl delilini de ben öne süreyim : Sultan Azizi hâl' etmek fikri, en önce Serasker Hüseyin Avni Paşa'ya gelmişti. Mithat Paşa ile bu işe karışmış öteki devlet adamları, olaya âdeta sürüklenerek karışmışlardır.
‘Hüseyin Avni Paşa’
Serasker'i, padişaha düşman eden sebeb, bir aralık rütbe ve nişanlan alınarak memleketi olan İsparta'ya sürülmüş olmasıdır. Kinci Hüseyin Avni Paşa bunu unutmadı; ve eline geçen ilk fırsatta intikamını aldı. İsraflar, falanlar hep behânedir. (Martin-i Hanri) tüfeklerinin satın alınması sırasında Hüseyin Avni Paşa, hazine zararı karşısında köpüren titiz bir kişi olmadığını âleme göstermişti!..

Ama Hüseyin Avni Paşa kinci olduğu kadar ihtiyatlıydı. Sultan Aziz, intihar etmek değil, yaşamak, ve kendisinin aranacağı bir günü görmek isterdi. Topkapı'dan Sultan Murad'a gönderdiği o acıklı mektup da bunu ispatlar. Hâl' edilmiş hiçbir hükümdar yoktur ki, halkın kendisini nedametle aramakta olduğunu görüp işitmeden ölmeyi istesin.

Sultan Murad'ın hastalığı daha ilk gün, biat töreni sırasında hissedilmiş ve görülmüştü. Sultan Aziz, belki gafil avlanmıştı ama, kendisinden yana olanlar pek çoktu. Kısa bir süre içinde, Abdülâziz'in lehinde toplumdan büyük tepki doğacağını kurnaz Serasker hâl' sırasında gördü. Tehlikeyi ne suretle olursa olsun kaldırmak, onun için bir zorunluktu. İşte Sultan Aziz'in şehadet sebebi budur!

Amcam Abdülâziz'in kendisini öldürmeyip «öldürüldüğü» böylece tahakkuk ettikten sonra, mahkûmlar arasında masum bulunup bulunmadığı meselesi, suçun yaratılmadığı, hükmün zorlanmadığı belli olduktan sonra, ikinci derecede kalır. Yanlış varsa, hâkimlerine aittir.

(Bu satırları yazdıktan sonra hatırıma geldi, unutmamak için kaydediyorum. Hüseyin Avni ve Mithat paşalarla, kendilerile işbirliği yapmış arkadaşları Beşiktaş'taki" «Muvakkithane»de, Harbiye Okulu öğrencilerinin gelişini heyecanla beklerken, belirli saatin gelip geçmiş olduğunu sanarak, «Ah, Süleyman Paşa, bizi ele verdi, hiyanet etti.» diye birbirlerile konuşmuşlardı. Bu olay, hiç kimsenin inkâr edemiyeceği bir gerçektir.)

Mithat ve Mahmut Paşaların bir gece, adlan belli subaylar ve askerler tarafından Taif kalesindeki mahpeslerinde boğulmuş olduklarını iddia ediyorlar. Doğru olsa bile, bu işe ben ne katıldım, ne de rızam vardır. Hatırıma gelen bir olayı buraya olduğu gibi aktarmak, tarihi ve tarihle birlikte ileri sürdüklerimi aydınlatmak ve pekiştirmek isterim.
Şerif Abdülmuttalibin ihbarı
Hükümlüler Taife gönderildiği zaman Mekke Emiri, Şerif Abdülmuttalip idi; ve Şerifin, Amcamın hâl' işine karışmış olanlara karşı açık bir düşmanlığı vardı. Ayaklarına zincir vurduğunu işitmiş ve kötü tutumundan vaz geçmesini kendisine hemen emretmiştim.
Şerif Abdülmuttalip bilindiği gibi, Hicaz Valisi ve Komutanı Osman Paşa tarafından tutuklanarak Emir'likten azl edildi. Şerif o zaman bana yazdığı dilekçede «Mithat ve Mahmut paşaları Mısır'a kaçırmak için bazı yabancılar tarafından girişimler olduğunu, kendisinin bu girişimleri önlediğini ve başına gelenlerin de bundan ileri geldiğini» söylüyordu. Şerif Abdülmuttalib'in hiçbir sözüne ve davranışına inanmazdım. Bununla birlikte, iddiası, dikkate alınmayacak kadar önemsiz değildi. Bu Paşalar kaçarlarsa, muhafızlarını şahsen sorumlu tutacağımı ve hiçbir mazeret ve behane kabul etmeyeceğimi Osman Paşa'ya hatırlattım, îrademi tebliğ eden, o zamanki Başkâtibim Rıza Paşa idi. Rıza Paşa, özü, sözü doğru bir adam olduğundan, bu münasebetle hükümlüler üzerinde fazla baskı yapılmaması ve eziyete konulmamasının da bu arada hatırlatılmasını, insanlık adına benden rica etti. Takdir ile kabul ettim. Sarayın evrakı arasında müsveddesi hâlâ mevcut olsa gerek...

Şimdi düşünüyorum :Olabilir ki muhafızlar kendi başlarından korkarak böyle bir olup bitti'yi ortaya koymayı, kendi menfaat ve selametlerine uygun görmüşlerdir. Yalnız hemen belirteyim: bana gelen raporlarda her ikisinin de normal olarak öldükleri bildiriliyor ve doktor raporları ile de bildirileri belgeleniyordu.

İşte Mithat Paşa hakkında söyleyeceğim sözler bunlardır. Tekrar ederim ki, nefsimi değil, namımı haksız yergilerden korumak için bu satırları yazdım. Dünyada daha ne kadar kalacağım belli değildir. Ölüm bana o kadar yaklaşıyor ki, âdeta adımlarının sesini duyuyorum. Bu gerçeklerin herkesçe bilinmiş olacağı bir günün geleceğine inansam, pek rahat bir vicdan ve huzur içinde gözlerimi kapatacağım. Daima iman etmiş olduğum Allah'ın huzuruna adalet ve lütfundan emin olarak çıkacağım.

Balkan Hadiseleri
5.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

Doğu Rumeli konusunda benim zaaf göstermiş olduğumu pek çok iddia ettiler. «Zaaf göstermek», var olan kuvvetten faydalanmamak demektir. Hangi kuvvet vardı da Doğu Rumeli'deki egemenlik hakkımızı savunmak için kullanılmadı? Bunu düşünen ve söyleyen bir insaf sahibinin çıktığını bugüne kadar duymadım.

Bulgar Prensi Du Battenberg Filibeyi bir baskınla işgal ettikten sonra Hükümetimiz olaydan haberdar olabildi. O da, Rus sefirine gelen bir telgrafdan, Telgraf Nazırı İzzet Efendi'nin bana bilgi vermesi ile sağlanabildi. Sadrâzam. Sait Paşaydı. Tahttan ayrıldıktan sonra okuduğum bazı beyan ve yazılarında Sait Paşa'nın olayları kendi lehine bozduğunu hayretle ve üzülerek gördüm.

Sait Paşa, Bulgarların saldıracaklarını daha önceden bilmediği gibi, olay İstanbul'a aksettikten sonra da bir süre tereddüt ederek —Devlet Şurası Başkam Akif Paşa'nın açıklamaları üzerine— inanabildi. O sıralar bu mesele için Filibeye Asker göndermek hem güç, hem de tehlikeliydi. 93 seferinin perişan ettiği Ordu daha toplanamamıştı. Hazine tamtakırdı. Askerin ihtiyaçlarının karşılanması, memurların aylıklarının verilmesi için bile güçlükle para bulunuyordu. Vilâyetler vardı ki ordaki jandarmalar, yirmi aydan, otuz ay-danberi aylık almıyordu. Böyle bir zamanda, sırf nâmdan ibaret kalmış olan bir hükümranlık hakkı namına, sonu karanlık ve meçhul bir savaşa girmeyi ben tehlikeli gördüm,

Güya, Saray'ı korumakla görevli ikinci tümenden bir kaç tabur ayırmamak için bu meselede benim azimsizlik gösterdiğimi söylediler. İkinci Tümenin bir kaç taburu gidip gitmemiş... Bunun, sonuç üzerine nasıl bir etkisi olabilirdi?... Daha toplu ve bize bakarak daha hazırlıklı olan Sırp ordusunu yenen o vakit ki Bulgar ordusu, ikinci tümenin bir kaç taburunu darma dağın edecekti?...

Büyük devletlerin bu konudaki niyet ve tutumları da apaçıktı. (..)

Koca imparatorluğu şiddetli sarsıntılardan korumak için arasıra küçük fedâkârlıklar lâzımdı. Doğu ve Batı'nın aleyhimize yürüdüğü bir sırada ben her tarafa meydan okuyamazdım. Eğer Bulgar'ların Filibe'ye girmeleri üzerine hesapsız kitapsız meydana atılsaydım, Bulgarlarla Sırplar düşman değil, dost ve müttefik olurlar ve yalnız Doğu Rumeli meselesini değil, Makedonya meselesini de beraber hallederlerdi.

Bulgarların Doğu Rumeli'ye saldırısı üzerine, Balkan dengesinin bozulduğu iddiası ile Alasonya hududunda yığınak yapan Yunanlılar da Yanya havalisi ve Adalar üzerindeki isteklerini kabul ettirmek için onlarla birleşir ve İşkodra'ya inmeyi amaç edinmiş Karadağ'ı bu fırsattan yararlanmaktan alakoymak kimsenin, kârı olmazdı.

«Gavriyel Paşa» adlı bir Bulgarin Doğu Rumeli valiliğinden uzaklaştırılmış olmasından ötürü gözüm kızsa da işe girişseydim, 1328 (1912) yılındaki felâketi o zaman, yâni ordusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir sırada, kendi elimle hazırlamış ve felâketi davet etmiş olurdum.

Sonradan kopan Balkan Savaşı, benim kalbimi çok kanattı. Yalnız bir şeyle avunuyorum ki ben 1301 (1885) yılı Eylülünde hazımlı ve ihtiyatlı tutumumla bu faciayı 28 yıl geciktirmişim...

Sait ve Kâmil Paşalar.


Sait Paşa'yı yakından tanıyanlar, tereddüt etmeden kabul ederler ki Paşa, bu gibi önemli meselelerde açık bir fikir söylemez, daima: «Şöyle yapılırsa bu, böyle yapılırsa şu mahzur vardır,» demek alışkanlığındaydı. Oysa ki, oyalanmak değil, kesin bir karara varmak sırasındaydık. Kâmil Paşa'yı ilk defa Sadaret mevkiine getirmekle, Doğu Rumeli meselesini geçiştirdim.

Kâmil Paşa'nın bu Sadaret'ini benim Doğu Rumeli konusundaki temayülümü hissederek savaştan yana olmamasına bağlayanlar yanılırlar. Kâmil Paşa'yı daha önceleri gözüme kestirmiş ve sadarete getirmeyi kararlaştırmıştım.

Sait Paşa'nın, Kâmil Paşa'yı kendisine rakip gördüğünü anlar ve Vekiller meclisinde, arkasından hafifsemeye çalıştığını işitirdim. Suriye Valisi Hamdi Paşa'nın ölüm haberini selâmlık resmînde aldım. Suriyenin ehemmiyeti sebebiyle valilik için kimin uygun olacağını Üryânîzade Ahmet Esat Efendi'den sormuştum. Efendi. Evkaf Nazırı Kâmil Paşa'nın o yörede memuriyeti ve iyi şöhreti olduğunu söyleyerek Suriye Valiliğine tâyini reyinde bulundu.
Kâmil Paşanın Vekiller arasından uzaklaştırılması için, yine vekiller arasında bir cereyan olduğunu anladım, İşte Kâmil Paşa'nın Sait Paşa'nın yerine geçme sebebi budur.

Sait Paşa, gerek Sadrazam'ken, gerek değilken, kendisile ne zaman istişare etsem, kesin bir kanaat söylemezdi. Sorumluluktan, kamuoyundan, tarihten ve bunlar kadar, benden korkardı. Bu korku ve kuşkular onda, kafi bir söz söylemek kabiliyetini yok etmişti.

Sait Paşa'yı tahta çıktığım güne kadar tanımazdım. O sıralar, Ticaret Nazırı Damat Mahmut Paşa tavsiye etti: Mektupçusuymuş... Gerçekten muktedir bir kâtiptir. O zamanlar pek meşhur olan Ziya Paşa'dan, Kemal Bey'den ve benzerlerinden aşağı kalmayan bir kâtip... Babiâli'nin «Arz» larını bizzat inceler ve günlük işlerle de uğraşırdı. Hükümet gücünün Saray'da toplanması, onun fikriyatını yaptığı bir düşüncedir. Babıâli Hükümetin, Saray da Saltanat'ın merkezi olduğuna göre, saltanatın hükümete üstünlüğü gerekirmiş. Bunu söyleyen bizzat rahmetli Sait Paşadır. Fakat ben Saltanattan çekildikten sonra yayınladığı hatıralarında hiç de böyle söylemiyor (..)

Tunus'da direnseydim, belki Suriyeyi, Mısır'da inadım tutsaydı, muhakkak Filistin ve belki Irak'ı kaybederdim. Yalnız Sait Paşa'nın nimeti inkâr değil, hakikati da tahrif etmesine teessüf ediyorum.

Sözde hâkimiyetleri koruyacağım diye, gerçek hakimiyetleri tehlikeye koymak akıl kârı değildir.

Dipnotlar:

(*) ABDÜLHAMİD'İN HATIRADEFTERİ, Yayına hazirlayan: Ismet Bozdag, Pınar yayınları, Altıncı Basım: Şubat 1985, İstanbul


Baran


En son Ekim tarafından Pzr Ekm 25, 2009 7:47 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Ekm 25, 2009 7:46 pm    Mesaj konusu: II. Abdülhamid Han'ın Mirası Alıntıyla Cevap Gönder

Mustafa Armağan
Amerika, Ermenileri 120 yıl önce de destekliyordu
14 Mart 2010
Ermeni tasarısının komisyondan geçerek Temsilciler Meclisi'ne gelecek olması Türkiye-ABD ilişkilerini yeniden gerdi.

Büyükelçi Namık Tan geri çağrıldı. Restleşme sürecek gibi. Ancak ABD'nin bu ilk Ermeni çıkışı değil. Bundan yaklaşık 120 yıl önce de benzer bir kriz yaşanmıştı.

Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren Amerikalı kadın misyonerlerden Mary Mills Partrick, "Son Sultanların İstanbul'unda" adıyla Dergâh Yayınları'nca basılan hatıralarında Abdülhamid'in tahta çıkış töreniyle ilgili bir ayrıntıya dikkat çeker. Patrick'e göre ABD elçisi H. Maynard, 1876'daki bu törende diğer büyükelçilerin bulunduğu platformdan "epeyce aşağıda" oturtulmuştur.

İlk bakışta şaşırdınız ve belki de aklınıza hemen David Ayalon'un Tel Aviv Büyükelçimiz Oğuz Çelikkol'un elini sıkmaması ve alçak bir koltuğa oturtması krizi geldi. Ancak tarih her zaman göründüğünden daha karmaşıktır. ABD elçisinin diğerlerinden alçak bir yere oturtulmasının sebebi şudur:

Biz o tarihlerde henüz ABD'yi 'büyük devlet' olarak tanımamış, 1906 ortalarına kadar da ABD'nin ülkemizde ancak Orta Elçilik düzeyinde temsil edilmesine izin vermiştik. ABD normal devletlikten büyük devletliğe terfi etmek istiyor, fakat biz büyük devlet olduğumuzdan Abdülhamid başına yeni bir iş almamak için ABD'ye büyükelçilik açma iznini vermiyordu.

Gelin görün ki, direnmesini haklı gösterecek yanlar da az değildi. Misyonerler hem Amerikan kamuoyunu Ermeni sorununa duyarlı hale getiriyor, hem de Osmanlı ülkesindeki Ermenilerin bilinçlendirilmesine çalışıyorlardı. O kadar ki, Gaziantep'teki Ermeniler ibadet dili olarak Türkçeyi kullanırlarken, bilinçlendirme faaliyetleri sonucunda Ermeniceye dönmüşlerdi.

Abdülhamid, Batılı güçlerin Ermeni meselesindeki samimiyetten uzak görüşlerini iradeler halinde ifade etmiş ve devlet yetkililerini uyarmıştı. İşte bu uyarılardan biri:

"Bir süreden beri müstakbel Ermenistan'ın sınırları çizilmek isteniyor. Oysa Ermenilerin oturdukları yer, Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgedir. Buraya Ermenistan denilecek hiçbir işaret yoktur. Burada istenen, ıslahat adı altında bir Ermeni devletinin kurulmasıdır. Bu kesinlikle mümkün değildir. Maliyenin ıslahı, askeri tensikat ve donanımın ikmali, deniz kuvvetlerinin üstün seviyeye çıkarılması, herkesin gayretiyle kısa zamanda 1 milyonluk bir orduya kavuşularak devletin durumunun yükseltileceği padişah tarafından ferman buyurulmuştur." (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, YEE 31.1727/2, Z 158, K 86.)

6 Ocak 1893'te Ankara çevresinde toplanan Ermeni isyancılar kilise, okul, kamu binası demeden Sultan'a ayaklanma çağrısı içeren bildiriler astılar. Ardından Merzifon ve Amasya'da ayaklananlara güvenlik güçleri müdahale etti. Olayların iki kışkırtıcısı tutuklandı. Bunlar Merzifon Amerikan Koleji'nde öğretmenlik yapan Ermenilerdi. O öfkeyle kolej binası da tahrip edildi. Olaylar Anadolu sathına yayıldı ve aralarında ABD uyruğuna geçmiş Ermenilerin de bulunduğu 500 kişi tutuklandı. Osmanlı Devleti'ne göre bina, halkı isyana teşvik için üs, hatta silah ve cephane deposu olarak kullanılmıştı.

Tabii Amerika tepki göstermekte gecikmedi. Dışişleri Bakanı Gresham, İstanbul'daki elçisine okulun tamir edilmesi ve tazminat ödenmesi için harekete geçmesini bildirdi. Hasar 500 lirayı buluyordu. Osmanlı Dışişleri Bakanı hasarı ödemeyi kabul ediyor ancak tazminat vermeye yanaşmıyordu. ABD ise hem tazminatta, hem de suçluların cezalandırılmasında ısrarlıydı.

Osmanlı Devleti 500 lirayı ödedi, kışkırtıcılık yapan iki öğretmen de padişah tarafından affedildi. Ortam biraz yumuşamıştı. Ancak Osmanlı Devleti Amerikan misyonerlerinin faaliyetinden duyduğu rahatsızlığı resmen dile getirdi ve önlem alınmasını istedi. "Misyonerlerin yıkıcı faaliyetleri ve Ermenilerin ABD vatandaşlığına geçerek ülkede karışıklık çıkarmaları engellenmeliydi." Washington elçimiz Mavroyeni Bey, Dışişleri Bakanlığına bir nota verdi ve artık başka bir ülkenin vatandaşlığına geçen Ermenilerin topraklarımıza girmelerine izin verilmeyeceğini bildirdi. Hatta bu gibilerin ABD vatandaşlığına geçirilmesinin Monroe Doktrini'ne aykırı olduğunu belirtti. Gresham doktrine aykırı bir yan bulunmadığını söylese de Mavroyeni ısrar ediyordu. Monroe Doktrini başka ülkelerin iç işlene karışmamak anlamına gelmiyor muydu? ABD kendi doktrinini çiğniyordu karışıklık çıkarmak isteyen Ermenileri destekleyerek.

İtalyan kökenli bir diplomat olan Mavroyeni Bey'e göre Osmanlı Devleti'nin hiçbir din ve ırka düşmanlığı yoktur. Dolayısıyla ırk ayrımına dayanan bir Ermeni sorunu da yoktur. Amaç, bölücü faaliyetleri önlemekten ibarettir.

Notalar savaşından Osmanlı diplomasisinin galip çıktığını söyleyen Prof. Çağrı Erhan, "Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri" adlı çalışmasında şu bilgiyi de aktarır: Ekim 1893'te ABD Dışişleri Bakanı Gresham, Elçi Terrell'a yeni bir talimat yollamış ve Osmanlı Devleti'yle aralarında bir anlaşma yapılmadığı için Babıali'nin ABD vatandaşlığına geçen Ermenileri ülkesinden çıkarmak veya kabul etmemek hakkının bulunduğunu bildirmiştir.

Dahası, bazı Ermenilerin New York'taki kamplarda silahla eğitildiklerini öğrenmiş olan Mavroyeni Bey, kampların kapatılmasını istemiş fakat gariptir, kendisine bu yetkinin eyalet yönetiminde olduğu söylenmiştir. Buna karşılık Babıali, ABD tabiyetine geçen Ermenileri tutuklamaya başlamış, bu yeni bir krizin patlamasına sebebiyet vermiş, ABD'nin bölgeye savaş gemileri göndereceği tehdidi üzerine Abdülhamid, elçi Terrell'ı sarayına davet ederek Ekim 2009'da "Aksiyon" dergisinde özeti yayınlanan konuşmayı yapmıştır.

Bunları okuduktan sonra Abdülhamid'in Doğu Anadolu'da Ermeni devletine doğru gidişi destekleyen Berlin Kongresi'nin 61. maddesini 'ölürüm de uygulatmam' demesi ve bu yüzden "Kızıl Sultan" ilan edilişi üzerinde yeniden düşünmek gerekmez mi?

Zaman

Mustafa Armağan
Zaman Gazetesi
Mason olan Osmanlı padişahı kimdi?

03 Ocak 2010 Pazar 09:56Sultan II. Abdülhamid üzerinde neden ısrar ettiğimi soranlara şu cevabı veriyorum: Eğer Abdülhamid modernleşmeye yeni bir yön belirlemese, Frenkleşme aynı hızda sürseydi, bugün başörtüsü başta olmak üzere pek çok güncel sorunu tartışmıyor olurduk.
Dinî pek çok simge gibi başörtüsü de folklorik bir mahiyete bürünmüş olurdu da ondan.

Abdülhamid'in yaptıklarını hakkıyla değerlendirebilmek için 'O olmasaydı ne olurdu?' sorusunu da sormamız şart. Tahttan indirilişinin 100. yılında Masonların bayram etmesinden tutun da, Guantanamo'da Müslüman esirlerin sinirlerini bozmak için, haham kılıklı birilerinin 'İstanbul'a girip türbesini yakacaklarını' söylemelerine kadar uzanan bir 'nefret çemberi', onun hangi oyunları bozduğunu yeterince göstermekte değil midir?

Bu 'sinsi', 'içten pazarlıklı', 'cimri' diye yaftaladıkları Şehzade, planları buruşturup bir kenara atmış ve Osmanlı'nın tasfiyesini Cihan Harbi'nin kanlı paylaşımına kadar ertelemeyi başarmıştı. Onlar kızmasın da kim kızsın?

Bundan 138 yıl önce bir Osmanlı veliahdının Masonluğa girdiğini, hem de 18. dereceye kadar yükseltildiğini biliyor musunuz? Üstelik tahta da çıkmıştı bu hanedan üyesi. Fakat...

İşte o 'fakat'ın altında ne çıyanlar kaynamakta olduğunu anlamak için Tarih Dede'yi dikkatle dinlememiz lazım.

Sultan Abdülaziz, 1867 yılında yeğenleri şehzade Murad ve Abdülhamid ile oğlu Yusuf İzzeddin efendilerle birlikte bir Avrupa seyahatine çıkar. Paris, Londra, Viyana derken dönemin kralları, kraliçeleriyle tanışırlar. Sultan Abdülaziz, zemzemini hiç yanından eksik etmemiştir ya, "Veliahd-ı Saltanat" Mehmed Murad Efendi, çarpık ilişkiler ağına ilişmiştir çoktan.

Gayet iyi Fransızca bilmesi, görüştüğü devlet adamlarını hemen etkiliyor, liberal fikirleri Avrupa'nın siyasî mahfillerinde göz dolduruyordu. Bu 27 yaşındaki şehzade, er veya geç Osmanlı Devleti'nin başına geçecekti. Öyleyse üzerine oynanabilirdi. Nitekim Osmanlı Devleti üzerindeki planlar, artık geleceğin V. Murad'ına endekslenmişti.

Kendisi de Mason olan Prof. Enver Ziya Karal, V. Murad'ın, bu gezide Galler Prensi'nin girişimleriyle Masonluğu kabul etmeye karar verdiğini ve böylece İngilizlerin ondan faydalanmak istediklerini açıkça söyler. (Osmanlı Tarihi, cilt 8, s. 500.)

Nitekim 20 Ekim 1872 Pazar akşamı saat 7 sularında Kadıköy'de, Proodos Locası'nın kurucusu Louis Amiable'ın Mason lokali haline getirilen evinde Veliahd Murad Efendi, "tekris" töreniyle Masonluğa ilk adımını atar. İş burada da kalmaz, kardeşi Nureddin 8 Ağustos 1873'te, öbür kardeşi Kemaleddin ise 24 Ağustos 1875'te aynı törenle Masonluğa girerler. Nureddin Efendi'nin tekris töreni yapılırken bir adım daha atılmış ve Veliahd Murad'ın Masonlukta 18. dereceye yükseltilmesi töreni icra edilmiş, yani artık "Üstad" olmuştu.

Belki çoğunuz şaşırdınız ama konuyla ilgili belgeler, Masonların matrikül defterindeki kayıtlar Paris'teki Bibliothêque Nationale'dedir; dahası, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Edhem Eldem'in dediğine bakılırsa, V. Murad'ın oğlu Salahaddin Efendi "İhtimam" adlı hatıratında babasının Masonlarla yazışmalarından genişçe bahsetmektedir. Anlayacağınız, kanıtları bol bir olay karşısındayız.

Nihayet Murad Efendi, 30 Mayıs 1876 günü bir askerî darbeyle tahta oturtulur. Ancak hesaplar tutmamış, kendisine büyük ümitler bağlanan V. Murad kısa sürede aklî dengesini yitirmiş, cinnetin sınırlarına çarpmaya başlamıştır. Sadece 93 gün sonra cülus protokolünü tamamlaması için gereken "kılıç alayı" dahi yapılamadan (yani tam padişah olmadan) aynı cunta tarafından tahttan indirilecekti. Şimdi sıra, 3 ay öncesine kadar hiç hesapta olmayan 'sinsi' Şehzadeye gelmişti, Abdülhamid'e.




Şehzade Abdülhamid'i amcası Sultan Abdülaziz ve kuzeni Yusuf İzzeddin ile Avrupa gezisi dönüşünde Avusturya'dayken gösteren bu nadir fotoğraf, İBB'nin "Sultan II. Abdülhamid Arşivi İstanbul Fotoğrafları" kitabından alınmıştır.

Halbuki işler nasıl da inceden inceye planlanmıştı. Bir Mason hanedan üyesi tahttaydı. Avrupa memnundu, cunta memnundu, Masonlar memnundu. Padişah da babası "Abdülmecid'in ıslahat fikirlerini daha köklü ve daha geniş bir plan dahilinde tatbik etmek tasavvurunda idi."

Peki neydi bu plan?

Onun ne menem bir şey olduğunu Büyük Doğu (Grand Orient) Locasından V. Murad'ın dostu Skalyeri'ye yazılan mektupta ayan beyan görebiliyoruz:

"Sevgili kardeşim, eserinize devam ediniz ve yeni kardeşe 2. ve 3. dereceleri aynı gizlilik içinde veriniz. Öyle yapınız ki, bu derecelerin tedrisatı aklında ve kalbinde silinmeyecek izler bıraksın. Böylece Masonluğa, vatanınıza ve insanlığa çok büyük bir hizmette bulunmuş olacaksınız."

Nitekim İttihatçıların meşhur Dr. Nazım'ı da, Meşrutiyet'ten hemen sonra Fransa Maşrık-ı Azam'ında "Farklı gökler altında ama aynı 'eser' için çalışıyoruz" sözlerini sarf edecekti.

Peki neydi Abdülhamid'in müdahalesi yüzünden aksayan ve ondan sonra yapımına devam edileceği söylenen bu 'eser'? Siz cevabı düşünedurun, ben Abdülhamid'in Masonik dalgayı nasıl göğüslediğini özetleyeyim:

1870'lerde devleti ele geçirme planları yapan Mason locaları, Abdülhamid'in ağırlaşan politik baskıları yüzünden belirleyici güç olmaktan çıkmış, siyaset dünyasındaki varlıklarını duruma göre düzenleyen bir teşkilat halini almıştı. Bir zamanlar devleti yönetmeye kalkan Masonlar, Sultan Hamid döneminde geri adım atarak içe kapanıyor ve yeni bir uyanışı iple çekiyorlardı.

(..)

Yazıda Semih Tezcan ve İsmail İşmen'in "İlk Türk Masonları ve Sultan Murat V" (1968) adlı kitapçığı ile Edhem Eldem'in "Toplumsal Tarih"in Eylül 1996 ve Suha Umur'un "Tarih ve Toplum"un Ocak 1987 tarihli sayılarındaki yazılarından faydalandım.


25 Ekim 2009 16:35I
II. Abdülhamit'in torunları dedelerinin Türkiye'deki şahsi 10 bin gayrimenkulü için bu yıl içinde hukuki mücadeleye başlıyor

Beykoz ve İpsala'daki binlerce dönüm arazi talep edilenin yalnızca küçük bir parçası...

İnci Döndaş'ın röportajı

Dedelerinin 17 şehirde pek çok gayrimenkulü bulunduğunu iddia eden varisler, belirtilen rakamın 10 bin 200 olduğunu söylüyor. Varislerden Bülent Osman ile Orhan Osmanoğlu, öncelikle devletten tazminat talep edeceklerini anlatıyor. Eğer bu talepleri kabul edilmezse AİHM’e gideceklerini belirtiyor ve “Türkiye’deki sorunu çözdükten sonra yurtdışındaki gayrimenkuller için de harekete geçeceğiz” diyor

Osmanlı İmparatorluğu’nda tam 33 yıl tahtta oturan Sultan II. Abdülhamit’in torunları dedelerinin şahsi malları için hukuk mücadelesi başlatıyor. Suriye’den İngiltere’ye Lübnan’dan Almanya’ya pek çok farklı ülkede yaşayan hanedan üyelerinin önemli bir kısmı, beş yıl önce avukatlarına talimat vererek dedelerinin gayrimenkullerinin araştırılmasını istedi. Beş yıl süren araştırma ve izlenecek hukuki süreçle ilgili çalışmaların sonuna gelindi ve bu yılın sonunda harekete geçilecek.

Bu yerler arasında Türkiye’de 17 şehirde çiftlik, tarla, ormanlık alanlar, madenler, arsalar, kent içinde birçok gayrimenkuller bulunuyor. Abdülhamit’in torunlarının avukatları Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu, söz konusu gayrimenkullerin Sultan’ın şahsen edindikleri yani Hazine-i Hassa mülkleri olduğunu söylüyor. Hukuki sürece konu olacak gayrimenkullerin sayısı konusunda şimdilik bir bilgi veremeyeceklerini belirten avukatlar “Geçmişte yargılamaya konu olmuş ve özellikle TBMM’nde yapılan tartışmalarda da zikredilmiş olan rakamlar 10 bin 210 ile 10 bin 228 arasında” demekle yetiniyor.

MECLİS YORUMU HUKUKA AYKIRI

İki avukat son beş yıldır bu konu üzerinde çalışıyor. Peki daha önce yurt içi ve yurtdışında açılan bazı davaların kaybedildiği göz önünde bulundurulduğunda nasıl bir hukuki süreç işlenecek? Burak Varoğlu “Türkiye, 1949’dan sonra varislere, miras ve mülkiyet hakkını tanımayınca, yurtdışındaki mahkemeler de bu hukuki karara yaslanıyor. Dolayısıyla önce Türkiye’de bir sonuç alınması gerekiyor” yanıtını veriyor. Peki Türkiye’de bu konuda yargı yolu açık mı? Bu soruyu Ayşegül Topuz şöyle yanıtlıyor: “431 Sayılı Yasa’nın 8. maddesi ‘Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali gayrimenkulleri millete intikal etmiştir’ şeklinde. Sultan Abdülhamit’in yasanın ilanı tarihinden altı yıl önce vefat ettiği göz önüne alındığında, anılan yasanın Sultan ve mirasçılarına uygulanması hukuken mümkün değil. Türk hukuk tarihini incelediğimizde Cumhuriyetin ilk yıllarında, Yüksek Yargı’nın da bu hukuksal yorumu benimsemiş olduğu göze çarpıyor. Ancak bu mülkler 1949’daki Meclis yorumuyla millete intikal etmiş addedilmiş. Bu yorum hukuka aykırı. Bugün hukuksal bir kurum olarak da ‘Meclis Yorumu’ bulunmamakta. Bilahare Pasaport Kanunu’nda yapılan düzenlemelerle de Türkiye’ye girişlerine izin verilen hanedan üyelerinin 431 sayılı yasa kapsamında kalan miras haklarını talep edemeyecekleri yolunda bir düzenleme getirilmiş.”

ÖNCE UZLAŞMA SON ÇARE AİHM

Topuz, bugün Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin son fıkrasındaki değişikliğin, AİHM’in yargı yetkisi ile mülkiyet hakkını koruyan 1 No’lu protokolün kabul edilmesinin ve bu protokolün birinci maddesi kapsamında daha önceki el koymaların hakkaniyetli olup olmadığının yeniden tartışılması gerekliliği konularından bu hukuki süreçte destek aldıklarını söylüyor: “Bu mülkler 1949’daki Meclis yorumu ile 431 sayılı yasanın 8. maddesi kapsamına alınmış.. Ama yargı AİHM yokken dahi bu konudaki hukuksal incelemesini yapmış bitirmiş. Ve bu çok net: Hazine-i Hassa mülkleri Abdülhamit’in özel mülkiyetidir ve vefat tarihinde bu miras mirasçılarına intikal etmiştir. Türkiye’de iç hukuk yollarının tüketilmediğini düşünüyorum. Bugün dava açılabilir.”

Sultan Abdülhamit’in torunları dedelerinden kalan miras için önce devletle uzlaşmak istediklerini söylüyor. İstedikleri dedelerinden kalan gayrimenkullerin tazmini... Eğer bu konuda bir çözüm alamazlarsa son çare olarak AİHM’de yargı yoluna gideceklerini belirtiyorlar.

Yunanistan kralı AİHM’de 14 milyon euro tazminat aldı

Sultan Abdülhamit’in mirasıyla ilgili eğer Türkiye’de bir sonuç alınamazsa mirasçılar, AİHM’de haklarını arayabileceklerini söylüyor. Daha önce AİHM’de açılan benzeri miras davalarında örneğin Yunanistan Kralı 13 milyon 700 bin euro tazminat kazanmış. Öte yandan Bulgaristan Kralı ülkesindeki Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla hakkını elde etti. Almanya’da hak Lahey Adalet Divanı’nda kazanıldı.

Saraylar Padişahın özel mülkü değil

Avukat Burak Varoğlu, başlatılacak hukuki süreçte müvekkillerinin Abdülhamit’in kişisel mirasını talep ettiğini söylüyor. Bunların arasında saray, kasır gibi tarihi eserler bulunmuyor. Varoğlu, bunların zaten Sultan’ın özel mülkü olmadığını belirterek “Padişahlık makamına ait padişahlık mülkleridir. Dolayısıyla bunların aileye miras olarak intikal edebilmesi mümkün değil” diyor.

Ailede 100 kişiden 90’ı sıkıntıda ilaç parası bulamayan bile var

Hukuki sürece Abdülhamit’in tam 44 varisi müdahil olacak. Onlardan ikisi Bülent Osman ve Orhan Osmanoğlu... İkisi de dedelerinden kalan mirası istemelerinin son derece doğal olduğunu belirterek bazı kitaplarda “Dünyanın en büyük gayrimenkul mirası” olarak geçtiğini söyledikleri miras için 2009 yılının sonunda harekete geçeceklerini anlatıyor. Hanedan üyeleri özellikle altını çiziyor: “Kimsenin gayrimenkulünü elinden almayacağız. Biz sadece hakkımızın devlet tarafından tazminini istiyoruz.”

• Sizi tanıyabilir miyiz?

Bülent Osman: Sultan Abdülhamit ile Gazi Osman Paşa’nın torunuyum. Büyükannem Naime Sultan, Sultan Abdülhamit’in kızıydı. 1930 yılında Fransa Nice’te doğdum, yıllarca Michelin Lastikleri’nde çalıştım ve emekli oldum. Bir oğlum var.

Orhan Osmanoğlu: 1963’te Şam’da doğdum. Biz Sultan Abdülhamit’in büyük oğlu Mehmet Selim Efendi’nin kolundan geliyoruz. Onun oğlu Abdülkerim Efendi, onun oğlu ise babam Harun Osmanoğlu. 1974’te hanedan ailesine Türkiye’ye giriş izni verilince, ben 11 yaşındaydım, buraya geldik. Şu an tekstil üzerine ithalat-ihracat işiyle uğraşıyorum. Beş çocuğum var.

• Çocukken maddi sıkıntı yaşadınız mı?

B. O.: 1939’da ailenin tüm parası bitti. Babam kapı kapı gezip jilet satıyordu. Annem büyük mağazaların dikiş işlerini yapıyordu. Ben lise son sınıfta okuldan ayrıldım, çünkü hiç paramız yoktu. Önce bir araba yıkamacıda, sonra Michelin lastiklerinde çalışmaya başladım.

O. O.: Babam devlet memuruydu. Orta halliydik.

TORUNLARIMIZA KALMASIN

• Hanedan ailesi üyesi olarak gayrimenkuller için neden şimdi harekete geçtiniz?

B.O.: Dünyanın neresinde olursa olsun, yaşayan bir kimse için, miktarından bağımsız olarak, dedesinin mirasını araştırmak, en doğal hakkı. Aslında yeni harekete geçmiş değiliz. Bu son çalışma başlayalı neredeyse beş yıl oluyor. Daha öncesinde de ailemiz zaman zaman çeşitli ülkelerde davalar açtı. Ancak ailemiz birlikte kararlı ve uzun süreli olarak bu mücadeleyi sürdüremedi.

O.O.: Belki size garip gelebilir ama bu bir rüyayla başladı. Dedemi rüyamda gördüm, evrakları karıştırırken ‘Çekmecelerimi neden karıştırıyorsun’ diye bana kızdı. Tapular filan görmüştüm. Bunun bir işaret olduğunu yorumladım kendimce. Sonra aile üyeleri konuştuk, bu süreci başlattık. Tüm yapıp ettikleriyle mal varlığıyla çok tartışılan bir dedemiz var. Bu çabamız, biraz dedemizi anlamaya çalışmakla da ilgili. Sultan II. Abdülhamit’in yurtdışında da ciddi bir mal varlığına sahip olduğu bir gerçek. Hukuk elverdiğince bunlara sahip çıkmaya çalışmak her şeyden önce tarihsel bir sorumluluk.

• Peki yıllar sonra ne değişti de yola çıktınız?

O.O.: Kazanırız, kazanmayız artık bir neticeye bağlansın bu iş. Bu işi torunlarıma bırakmak istemiyorum.

B.O.: Ben şanslıydım, geçinebiliyordum. Ama ailemizde öyle insanlar var ki, güçlük içindeler. Dedemizin mirasıyla onlara da yardım etmek istiyoruz.

O.O.: Ailede 100 kişi varsa bunun 90’ı maddi sıkıntılar içinde. Yaşı 70-80 olup da ilaç parası bulamayanlar var. Ayrıca bunların şehzade sıfatı var. İyi bir hayat yaşasak inanın bir şey istemeyiz.

Dosyalarımızı gören devlet ‘Uzlaşmayalım’ demeyecek

• Burada bir çözüm bulunamazsa AİHM’e gidecek misiniz?

O.O.: Biz devletle mahkemelik olmak istemiyoruz. Şahsım adına buradaki hukuk yollarını tükettikten sonra AİHM’e gitme işini en son düşünüyorum. Ama ailenin diğer üyeleri gider mi? Bilemiyorum, belki gidebilirler. Biz sonunda kadar uzlaşmaya açığız, büyüklerimiz dosyamızı inceledikten sonra ‘Uzlaşmayalım’ demeyecek.

• Oldu da uzlaşamadınız?

O.O.: Yerin adını vermeyeceğim ama üç tapu davası var. Hakim oraların Sultan Abdülhamit’e ait olduğunu belirterek tapu vermemiş. 2010 yılındayız, Azınlıkların hakları dağıtılıyor, bizim işimizin de çözüleceğine inanıyoruz. Biz olgun bir zemin bekliyorduk, şu an adalet mekanizması çok iyi işliyor. AİHM’e gidilirse büyük rakamlar alınır.

Araştırdık ki Suriye’nin yüzde 20’si dedemin o topraklar için devletle ortak hareket edelim

• Yurtdışındaki gayrimenkuller için ne zaman harekete geçeceksiniz?

O.O.: Mesela Suriye’de tüm araştırmaları yaptım, bir yetkili ‘Biz görüşmeye açığız ama sizin Türkiye’deki durumunuz ne oldu?’ dedi. Türkiye’deki olayı çözersek, ardından yurtdışında bulunan gayrimenkuller için hareke geçeceğiz.

• Siz şimdi uzlaşmak mı istiyorsunuz? Uzlaşmaya açık mısınız?

O.O.: Elbette. Devlet büyüklerimiz bize olumlu bir teklifle gelirlerse her şeye açığız. Zora sokacak hiçbir şey istemiyoruz. Aslında bahsettiğimiz çok büyük rakamlar, telaffuz etmek istemiyorum, yazılırsa halk gereksiz yere endişelenebilir... Ama biz devlet büyüklerimizin her türlü teklifine her şeye açığız. Biz devletle uzlaşmak istiyoruz. Suriye’de araştırmalar yaptım ve Suriye’nin neredeyse yüzde 20’si dedem Sultan II. Abdülhamit’in. Bunlara da yardımcı olalım, gerekirse yüzde 50’sini size verelim, hakkımızı devlet olarak siz talep edin. Verecekleri karar kendi çıkarlarına da...

Gaziosmanpaşa İlköğretim Okulu’nun yeri de Sultan’ın

• Türkiye’deki gayrimenkullerin çoğu İstanbul’da mı?

İstanbul’da var, Ankara, Bursa, Edirne, Adana, İzmir Karaburun’da var...

• Peki örnek verebilir misiniz?

Çok açıklamak istemiyorum ama bu yerler arasında İstanbul Ortaköy’deki Gaziosmanpaşa İlköğretim Okulu da yer alıyor. Onun dışında İpsala’da içinden köy ve dere geçen 3 bin dönümlük bir yeri, İstanbul Beykoz’da Kabakoz’da binlerce dönüm araziyi söyleyebilirim. Kimse yanlış anlamasın biz kimsenin yerini yurdunu istemiyoruz. Muhatabımız Hazine...

Tarihsel mağduriyeti giderecek münasip bir miktar istiyoruz

• Dedenizin ne kadar gayrimenkulü olduğunu biliyor musunuz?

B.O.: Bildiğim kadarıyla hiçbir kaynak tam olarak bir sayı veremiyor.

O. O.: Bazı kitaplarda dünyanın en büyük gayrimenkul mirası olduğu ifade ediliyor. Sultan’ın bugün Suriye, Suudi Arabistan, Yunanistan, Filistin gibi ülkeler ve Balkanlar’da ciddi mal varlığı var. Ama önce Türkiye’deki durumumuzu düzeltmek istiyoruz.

• Eğer bir dava açılacak olursa milyonlarca lira mı bekliyorsunuz?

(İkisi ortak yanıtlıyor): Bu projeye destek veren tüm aile üyelerinin beklentisi haklarımızla orantılı ve tarihsel mağduriyeti giderecek münasip bir miktar. Bu sayede yurtdışındaki miras haklarımızın araştırılması yönündeki hızımızın artacağını, ayrıca Türkiye’nin miras hakkımızı tesliminin yurtdışındaki hak arayışımızda ihtiyaç duyduğumuz temel meşruiyet zeminini de sağlayacağını düşünüyoruz.

• Hanedan ailesi ve dava kelimeleri bir araya gelince “Topkapı Sarayı’nı da isterler” deniliyor. Ne diyorsunuz bu yoruma?

O.O.: Saraylar padişahın mülkü değil ki. Bizim bahsettiğimiz dedemizin şehzade ve padişahken edindiği mallar. Sağlık ve eğitim nedeniyle kullanılan ayrıca orduya tahsis edilen dedemize ait yerleri de bu davaya konu etmeyeceğiz.

Star gazetesi-Pazar

Abdülhamid Han'ın kurduğu kütüphane 125 yaşında


12 Kasım 2009 - Dönemin padişahı 2. Abdülhamid'in özel bütçesinden ayrılan kaynakla Beyazıt Camii'nin imaret kısmındaki ahırda "milli kütüphane" olarak kurulan Beyazıt Devlet Kütüphanesinin 125. yaşı törenle kutlanacak.
Kütüphanenin Müdür Vekili Süheyla Şentürk, Osmanlı döneminde kütüphanelerin daha çok vakıflar, padişah veya eşleri tarafından kurulduğunu belirterek, 1880'li yıllarda vakıfların elindeki kitapların dağıldığını gören yetkililerin, kitapları bir araya toplamak için kütüphane kurmaya karar verdiğini anlattı.
Kuruluşu ile yakından ilgilenen Sultan 2. Abdülhamid'in kütüphaneye özel bütçesinden para aktardığını kaydeden Şentürk, "milli kütüphane" olarak düşünülen Beyazıt Devlet Kütüphanesinin devlet eliyle kurulan ilk kütüphane olduğunu söyledi.
Bina olarak Beyazıt Camii'nin imaret kısmındaki ahırın seçildiğini ifade eden Şentürk, "Ahır onarıma başlanıldığında epey konuşmalar oluyor. 'Ahırdan da kütüphane olur mu?' diye. Onarıma 1882 yılında başlanıyor ve kütüphane 1884 yılında açılıyor" diye konuştu.
Hiç kitabı bulunmayan kütüphanenin raflarına, açılışa gelenlerin getirdiği "naima tarihlerinin" konulduğunu belirten Şentürk, şu bilgileri aktardı:
"Kütüphane, saray mobilyası olan kadife koltuklar, cilalı masalar ve dolaplarla donatılmış. Bunu görenler hemen bağışta bulunmağa başlamış. Kütüphanenin üçüncü yılında kitap sayısı 4 bine ulaşmış. Ondan sonra da giderek kitap sayısı artmış. Bugün kütüphanede 600 bine yakın kitap var. Bunların 11 bin 120'si el yazması eserler, 27 bin 357'si harf inkılabı öncesi matbu, 70 bini yabancı dilde kitaplar, diğerleri de Türkçe kitaplar.
Çok değerli el yazması kitaplarımız var. Bunlardan bazıları, 1850-1854 yılları arasında hazırlanan ve Osmanlı zamanında derlenen ilk yazma eserlerin toplu kataloğu olan 'Al-Asar al-Aliyye fi Hazain-al-Kütüb al-Osmaniyye', 893 yılında yazılan ve Türkiye'de Kur'an-ı Kerimlerin haricinde en eski yazma kitap olarak bilinen 'Kitab al-Ma'şür min al-lügat', serlevha, cetveller ve tezhiplerle süslü bir eser olan 1556 tarihli 'Abu'l-Fath al-Tabrizi', Suudi Muhammed Amir Hasan'ın 1581 yılında yazdığı tezhipli ve minyatürlü 'Kitab-ı İklim-i Cedid' adlı coğrafya kitabının dünyadaki beş nüshasından biri, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın 1756 tarihli 'Marifetname' adlı eseri, Mevlana Celaleddin Rumi'nin 1609 tarihli 'Mesnevi' adlı eseri."
Şentürk, kütüphanenin yıllar içinde kitap sayısı arttıkça genişlediğini, 1948 ve 1953 yıllarında külliyenin diğer bölümlerinin de kütüphaneye tahsis edildiğini anlatarak, kütüphanede bir dönem kitapları koyacak yer kalmadığını ve kitapların depolarda tutulduğunu kaydetti.
Kütüphanenin yanındaki, İstanbul'un işgal döneminde Fransız karakolu, daha sonra da sırasıyla eczacılık okulu ve dişçilik mektebi olarak kullanılan binanın, dönemin kütüphane Müdürü Muzaffer Gökman'ın üstün gayretiyle kütüphaneye kazandırıldığını anlatan Şentürk, yeni binanın da 1988 yılında hizmete açıldığını bildirdi.
Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdür Vekili Süheyla Şentürk, şöyle devam etti:
"Böylece modern sistemle döşenmiş ve modern imkanların sahip olduğu bir kütüphane olduk. Sonra pek yenilenemedik. Kütüphanenin bilgisayar sisteminin çökmesi ve ardından 1999 yılında meydana gelen Marmara depremi, okuyucu sayısını azalttı, okuyucuyu kütüphaneden kopardı. Depremden önce kütüphane önünde kuyruklar oluşurdu. Okuyucu sayısı, kaliteli imkanlar sunulduğu zaman artar. Şu anda okuyucu sayısı amaçladığımız kadar değil. Kütüphanenin yılda okuyucu sayısı 40-50 bin değil, 500 bin olmalı. Umarım 2010 yılı kütüphanemize uğur getirecek. Bizim okuyucumuzu İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) çekti. Çünkü okuyucu oraya gidince sıcak çayını içebiliyor, yemeğini yiyor."
Kütüphanelerin Türkiye'de çok önemsenmediğine dikkati çeken Şentürk, depremden sonra kütüphanenin büyük okuma salonu ve gazete bölümünün kullan ılamaz hale geldiğini söyledi. Şentürk, depremde, depoda bulunan 500 kitabın da yerle bir olduğunu ve bir süre kapalı kaldıklarını anlattı.
Şentürk, depremin ardından sadece 2001 yılında kısmi bir onarım yapıldığını ifade ederek, bu yıl martta başlayan kapsamlı restorasyonun ve güçlendirmenin gelecek martta biteceğini bildirdi.
Süheyla Şentürk, çalışmaların ardından restore edilen binada tarihi yapısına uygun olarak nadir eserlerin yer alacağını belirtti.
Herkesin kitabını kütüphaneye bağışlamak istediğini ifade eden Şentürk, kütüphanede personel yetersizliği nedeniyle gönüllü çalışanlar olduğunu, bunların görme engelliler için kitap okuduğunu yahut da bağış eserleri kayda geçirdiğini anlattı.
Yeterli ödenek verilmediğini ve personel sayısının da yeterli olmadığını belirten Şentürk, "30 kişi ile hizmet veriyoruz. Bu sayı iki katına çıkarsa hizmetimiz ona göre değişecek" dedi.
El yazması eserleri dijital ortama aktardıklarını bildiren Şentürk, "Şimdi onların kontrolleri yapılıyor. Önümüzdeki aylarda faaliyete geçecek. Bundan sonra kitaplar okuyucuya çıkmayacak. Yazma eserlere en büyük zararı elin teri veriyor. Bundan sonra okuyucu dijital ortamda bu eserlerden yararlanacak" diye konuştu.
El yazması eserlerin kütüphanede şifreli kapıları bulunan çelik kapılı depolarda saklandığını belirten Şentürk, güvenlik açısından sıkıntıları olmadığını ancak onarılan binanın daha güvenli olacağını söyledi.
Süheyla Şentürk, "Türkiye'nin hazinesi" olarak tanımladığı kütüphanenin, bir an önce daha modern sistemlere ulaşması gerektiğini söyledi.
Müdür Vekili Şentürk, kütüphanenin 125. kuruluş yıl dönümünün 18-19 ve 20 Kasımda düzenlenecek törenlerle kutlanacağını belirterek, kutlamalar kapsamında "Dünden bugüne Beyazıt Devlet Kütüphanesinin kültür hayatımıza ve kütüphaneciliğe katkıları", "Bugünden yarına Türk kütüphaneciliğinin Beyazıt Devlet Kütüphanesinden beklentileri" konulu paneller düzenleneceğini bildirdi.
Şentürk, kutlamaların piyano virtüözü Tuluyhan Uğurlu'nun kütüphane bahçesinde "Beyazıt'ta Zaman" adlı albümü çerçevesinde vereceği konserle sona ereceğini söyledi.
netgazete

2. Abdülhamid Han'ın en ince el oymaları bu camide

18:45 - Osmanlı Devleti'nin 32. Padişahı Sultan II. Abdülhamid Han'ın el oymalarının bulunduğu Ertuğrul Tekke Camii'nin restorasyonu tamamlanıyor. Beşiktaş Yıldız Caddesi'nde bulunan ve 1887'de Sultan II. Abdülhamid tarafından yaptırılan Ertuğrul Tekke Camii, Vakıflar Genel Müdürlüğünce restore edildi. 2008 yılında restorasyon programına alınan camideki çalışmalar gelecek ay tamamlanacak. Cami, hava şartlarının uygun olması durumunda 2010 yılı Şubat ayı içinde ibadete hazır duruma gelecek. 26.11.2009 İSTANBUL netgazete

Vatan gazetesi yazarı Selahattin Duman'dan deprem eleştirisi:
"Osmanlı'dan kalma yapılar dimdik ayakta; cumhuriyet yapıları yerle bir"

10 Mart 2010 Çarşamba 14:00

İSTANBUL - - Elazığ'ı vuran deprem sonrası yine büyük bir afete ne kadar hazırlıklı olduğumuz tartışılıyor. 51 kişinin hayatını kaybettiği depremde suçlu kerpiç evler oldu. Vatan gazetesi yazarı Selahattin Duman, bugünkü köşesinde bu konuya değindi ve Osmanlı dönemiyle Cumhuriyet sonrası inşa edilen yapıları karşılaştırdı. İşte o yazının ilgili bölümü...

Yazı yazmanın can sıktığı günlerdeyiz

Kabahat “kerpicin” oldu..

Anadolu'da dokuz yüz senedir meskûn yaşıyoruz.. Evlerin yüzde sekseni de kerpiçti..

Altımızda yer sallandı, üstümüze nice damlar çöktü, bugünlere geldik..

Osmanlı sefildi, perişandı hani.. Onca sarsıntıdan, yerin şiddetinden ayakta kalanlara bakıyoruz.. Tamamı Osmanlı'dan kalma yapı..

Adapazarı, Gölcük, Erzincan.. Tepemize çökenler hep cumhuriyet yapıları.. Bunun da bir hikmeti olmalı..

Elimin altında “Tarihi hastaneler” başlığı ile hazırlanmış bir albüm var.. Osmanlı döneminde yapılan ilk sivil hastaneleri anlatıyor..

NASIL OLUYOR?

Yirmi üç sivil hastane.. Birini Sultan Aziz yaptırmış, diğerlerini Sultan Hamid- i Sani..

Yirmi üçü de üzerinden yüz sene geçmesine rağmen taş gibi ayakta.. Üstelik estetik açıdan çok güzel yapılar..

Anadolu'dan balkanlara gidin.. Osmanlı'nın geçtiği yerdeki şehir merkezlerinin tamamında bir saat kulesi vardır..

Hepsini Sultan Abdülhamid yaptırmış.. Osmanlı'nın Avrupa ile sıkı fıkı olmasından sonra alaturka saat ile alafranga saat arasındaki farkı gidermek için..

İzmir'in Konak Meydanı'ndaki saat de onca depreme rağmen yerinde duruyor, Manastır'ın türküde söylendiği gibi ortasında duran havuza yakın saat kulesi de..

Onlar da yerli yerinde.. Koca Sinan'ın beş yüz yıl önce diktiği binalar, yaptığı camiler, köprüler de yerli yerinde..

Bunları da mı görmüyor gözlerimiz?

Konut meselesine hâlâ “tek parti propagandası” nın etkisiyle bakıyoruz ki cümlesinin temeli “Osmanlı perişandı, cumhuriyet olmasaydı..” tezine dayanır..

O kadar da değildi abiler.. Aha cumhuriyetin yapıları da ortada..

Bir cumhuriyetin diktiği “çay kutusundan esinlenme” devlet hastaneleri adı altındaki çirkin binalara bakın..

Bir de Abdülhamid devrinde yapılan birbirinden güzel, şık hastane binalarına..

***

Hele hele hükümet adamlarının idaresindeki kuruluşların “tek tip bina projeleri..”

Birbirinden iğrenç, birbirinden sefil binalar.. Adam hayır sahibi.. İlkokul yapacak.. Eline hazır proje veriliyor.. “Böyle yapılsın..” deniliyor..

Bir de garip badanaları var.. “Yeşil bağla ala karşı, yakışmazsa öldür beni..” tarzında..

Doğada mevcut olmayan renkleri bulup, sıva üzerine yaymak bizim marifetimiz.. Artık depremden korkmuyorum.. Belki hayırlara bile vesile olur..

İnsana zarar vermeyen türden bir belâ gelse, bütün bu çirkinlikleri silip süpürse oturduğum tek evi bile kaybetmeye razıyım..

Çadırda yaşarım.. Yeter ki bu çirkinliği görmesin gözüm.. Tövbe tövbe.. Dellettiler beni.

Abdülhamid Han’ın kurduğu ajanlık ve paramiliter örgütler
Aziz ÜSTEL
4 Haziran 2012
austel@stargazete.com

Yıldız Hafiye Örgütü, Alman İmparatoru “Hacı” Wilhelm’in İstanbul ziyareti sırasında, Padişaha bir Alman polis müdürünü önermesiyle kurulur ve biçimlenir. Bu polis müdürüdür istihbarat örgütünü kuran. Özellikle dış düşmana karşı daha da başarılı olması amacıyla Weiss, Schirman ve Trescou adında üç istihbarat uzmanı daha katılır örgüte.

Profesyonel Alman istihbaratçılarının yanı sıra padişah tekke ve tarikatlardan da olabildiğince yararlanır. İstanbul ya da Anadolu’nun en ücra köşesinde küçük bir kıpırdanma olsa, anında saraya iletilir. Aslında bu istihbarat örgütü, amacının dışına da çıkmıştır kimi zaman. Kurunun yanında yaşın da yandığı olmuştur elbet bu ihbarlar sonucunda.

Aslına bakarsanız 19. yüzyılda yaşanan iç ve dış olaylar sultanı Yıldız İstihbarat Örgütü’nü kurmaya zorlamıştır adeta. Anılarına Abdülhamid Han şöyle yazar :

“Yabancı devletler kendi çıkarlarına hizmet edebilecek kişileri vezir hatta sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet güven içinde olamazdı. Doğrudan şahsıma bağlı bir istihbarat örgütü kurmaya bu yüzden karar verdim. İşte düşmanlarımın ‘jurnalcilik’ dediği teşkilat budur!” (Abdülhamit’in Anıları-İsmet Bozdağ-Kervan Yayınları)

Teşkilatın üzerinde çalıştığı bir başka konuysa tahta yönelik darbe girişimlerini ortaya çıkarmaktı. Onun bu yolda yürüttüğü girişimler sadece imparatorluk sınırları içinde değil, Avrupa’da tahta karşı geceli gündüzlü çalışan Jön Türkler’in bulunduğu Paris, Londra, Brüksel, Cenevre ve Kahire’de de yapılmıştır.

Yıldız Jurnal Örgütü’nün sadece basit muhbirlik işleriyle uğraştığı iddiaları tarihi saptırmaktan öte bir anlam taşımaz. (Enver Ziya Karal-Osmanlı İmparatorluğu) Elbette basit kıskançlık ve hasetten kaynaklanan jurnaller vardır. Ama unutmayın ki III. Selim’in kurduğu “derin devlet” bu örgütün merkezindedir. Adına “Şurayı Devlet” denilen bu yapılanma günümüzün MGK’sı gibi hiçbir sorumluluğu olmayan ama devletin rotasını belirleyen bir kuruluştu. Bu örgüt gün gelip de Encümen-i Daniş adını alsa da sür-git devletin siyasetini belirleyen, kadife eldiven içinde demir yumruktur.

Bakın, jurnaller basit ispiyonlar, ihbar raporları değildi çoğunlukla. Her ne kadar II. Meşrutiyet ilanından sonra bunların tamamına yakınını İttihat’çılar yakmışsa da Başbakanlık arşivlerinde hala birkaç tanesi mevcuttur. Paris Sefirliğiyle birlikte Brüksel ve Bern elçilikleri görevini üstlenen Salih Münir Paşa’nın şu raporuna bir göz atın: “Osmanlı Devleti Sefareti. Paris 113. Mabeyin Başkatipliği Yüksek Makamına; Devletli Efendim Hazretleri.

İngiltere’nin uyguladığı genel siyasetle Osmanlı Devleti hakkındaki davranış, tutum ve niyetlerine dair tanzim ettiğim geniş ayrıntılı raporu ekte arz ediyorum. Bu hususta emir ve ferman sizlerindir. 22 Temmuz 1903.”

Rapor şu cümleyle başlıyor: “İngilizlerin güttüğü siyaset insaf, yücelik, samimiyet ve mertlikten bütünüyle yoksundur.” Ve sömürgeciliğin, birçok devleti boyunduruk altına alarak kanını, iliğini emdiğini bunun da, ada halkının yaşamını sürdürmek için elzem olduğunu birçok örnek vererek, olay sıralayarak anlatır. Salih Münir Paşa’nın “jurnal” olarak İttihat’çılar tarafından damgalanan raporu, otuz sayfadır ve günümüz profesyonel istihbarat raporlarının birçoğuna taş çıkarır. Önce haber toplama, sonra analiz, derken tez oluşturmasıyla istihbaratçılara örnek oluşturmaktadır bu gün bile. Yani Yıldız Jurnal Teşkilatı bir polis muhbirliği örgütü değil kendi döneminin profesyonel bir istihbarat örgütüdür ve bu gözle bir daha değerlendirilmesi gerekir! Okuyup incelemeden Osmanlı’yla ilgili her şeye “tu kaka” diyip burun kıvırmak bize ne kazandırır ki!
Star Gazetesi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Nis 21, 2010 9:18 pm    Mesaj konusu: Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın 100 Yıllık Mektubu Alıntıyla Cevap Gönder

Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın 100 Yıllık Mektubu
21 Nisan 2010



Sultan II. Abdülhamid Han'ın, 31 Mart Vakası döneminde Suriye'deki şeyhi Mahmud Ebu Şammat'a yazdığı mektup tarihe ışık tutuyor.

Şeyhin torunu Ammar Ebu Şamat, yüklü para tekliflerine rağmen mektubu satmadıklarını anlattı.

150 milyon altına Kudüs'ü nasıl satmadılar?

Mektupta Sultan II. Abdülhamid Han, İttihatçıların ve Yahudilerin tüm ısrarlarına ve 150 milyon altın tekliflerine rağmen Kudüs'ü nasıl satmadığını kendi ağzıyla anlatıyor. Abdülhamid Han, mektubunda özellikle Filistin'de Yahudilere toprak vermediği için tahttan indirildiğini dile getiriyor.

Sultan Abdülhamid Han'a bir cevap mektubu yazan Mahmud Ebu Şammat da halifeye hitaben "Sen Müslüman ve hilafet üzerindeki emanete riayet ettin. Bu davranışın sebebiyle Allah senden ebeden razı olsun." diyerek kendisini teselli ediyor. Şeyh Mahmud Ebu Şammat'ın yakınları tarafından günümüze kadar kutsal bir emanet gibi korunan iki mektup da güvence altına alınmak üzere Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'a sunuldu.

Sıkıntılarını bu mektupla paylaştı

31 Mart Vakası'nın ardından tahttan indirilen Sultan Abdülhamid Han, önce esir kaldığı Selanik'teki Alatini Köşkü'nde ve daha sonra da Beylerbeyi Sarayı'nda hayatının en zor günlerini yaşadı. II. Abdülhamid, bu dönemde yaşadıkları sıkıntıları Şam'da bulunan ve mensubu olduğu Şazeli Şeyhi Mahmut Ebu Şamat ile yazdığı bir mektupla paylaştı. Tahttan indirilişi, olayların arka planı, sebepleri ve o şartları anlatan bir mektup yazan Sultan Abdülhamid, mektubu gizlice köşkün muhafızı ile Şam'da bulunan şeyhi Mahmud Ebu Şammat'a gönderdi.

Şeyhin Abdülhamit'e cevabı

Mahmud Ebu Şammat hazretleri, gelen mektubu büyük inkisarla okuduktan sonra cevaben bir mektup ele aldı. Şeyh Ebu Şammat hazretlerininın 2. kuşak torunu olan Ammar Ebu Şammat dedesinin ele aldığı mektupta, şu ifadeleri yazdığını naklediyor: "Müslümanların Halifesi; Sen Müslüman ve hilafet üzerindeki emanete riayet ettin. Allah sana sabredenlerin ecrini versin. Bu davranışın sebebiyle Allah senden ebeden razı olsun... Ey mülkün sahibi ve mâliki olan Allah'ım! Sen mülkü istediğine verirsin, mülkü istediğinden çeker alırsın. İstediğini aziz kılarsın, istediğini zelil kılarsın. Hayır senin elindedir. Muhakkak sen her şeye Kâdir'sin."

Yahudileri huzurundan kovdu

Yaklaşık 100 yıllık tarihi mektup Mahmut Ebu Şamat'ın yakınları tarafından büyük özenle saklanmış. Kutsal bir emanet gibi korunan ve geleceğe adeta ışık tutan Sultan Abdülhamid'in bizzat kendi eliyle yazdığı mektup Suriye'de büyük özveri ile korunuyor. Sultan Abdülhamid'in mensubu olduğu Şazeli Şeyhi Mahmut Ebu Şamat'ın 2. kuşak torunu olan Ammar Ebu Şamat, büyük bir özveri ile korudukları mektup için ayrı bir ihtimam gösterdiklerini anlatıyor. Çıktığı hutbelerde Sultan Abdülhamid'in ne kadar büyük bir Sultan olduğunu anlatmak amacıyla birçok kez bu mektubu okuduğunu anlatan torun Ebu Şamat, "Sultan Abdülhamid, Yahudiler tarafından 150 milyon İngiliz altını teklif edilmesine rağmen 'dünya dolusu altın verseniz bu teklifinizi kabul etmem' diyerek huzurundan kovuyor. Gün geçtikte bu yüce insanın önemini anlıyoruz." diyerek büyük sultana sevgisini anlatıyor.

Aile meclisi mektup için Esad'da karar kıldı

Mektubun tarihi ve manevi bir boyutunun olduğunu kaydeden torun Ammar Ebu Şamat, "Mektuplar yıllarca büyük bir özveri ile saklandı. Büyük dedem Ebu Şamat, İttihatçılar döneminde de mektubu korudu. Şam'ın Fransız işgalinde de bu emanet korundu. Şimdi torunları olarak bu güne kadar muhafaza ettik. Ancak aile fertlerine büyük para teklifleri gelmeye başladı. Bu teklifler üzerine aile fertleri bir araya gelerek alınacak kararı tartıştık." şeklinde konuşuyor.

Ammar Ebu Şamat, büyük dedesine gönderilen mektubun önemli ve tarihî bir bölge olduğu için güvenilir bir mekanda muhafaza edilmesine karar verdiklerini söyledi. Ebu Şamat, "Aile fertlerine büyük paralar teklif edildi. Önemli ve tarihi bir belge olduğu için aile meclisi bunu reddetti. Ardından bu emanet mektubu emin ve güvenilir bir yere vermeye karar verdik. Aile fertlerinden Dr. Faruk Ebu Şamat bu mektubu Devlet Başkanı Beşşar Esad'a gönderdi. Kendisi korusun diye." diyerek mektubu güvence altına aldıklarını söyledi.

Sultan Abdülhamid Hânın Şam'da Şazeli Şeyhi Mahmud Ebüşşamât Hazretlerine El Yazısıyla Yazıp Gönderdiği Mektup

Sultan Abdülhamid Hânın Esir Tutulduğu Beylerbeyi Sarayından Şam'da Şazeli Şeyhi Mahmud Ebüşşamât Hazretlerine El Yazısıyla Yazıp Gönderdiği Mektup, 1913

'Yâ Hû... Bismillahirrahmanirrahim vebihi nestain Elhamdülillahi rabbil-alemin ve efdalü salati ve ettemmü tes
lim ala Seyyidina Muhammedin resulü rabbul-alemin ve ala alihi ve sahbihi ecmain vettabiine ila yevmiddin. İşbu arîzamı tarikat-i Şazeli Şeyhi vücutlara ruh ve hayat veren ve cümlenin efendisi bulunan Eşşeyh Mahmud Ebüşşamât Hazretlerine ref ediyorum:

Mübarek ellerini öperek ve duâlarını rica ederek selâm ve hürmetlerimi takdimden sonra arz ederim ki, sene-i haliye şehr-i mayısın 2. günü tarihli mektubunuz vasıl oldu. Sıhhat ve selâmette daim olduğunuzdan dolayı Allah'a hamd ve şükürler ettim... Efendim, evrâd-ı Şazeli kıraatine ve vazife-i Şazeliyyeye, Allah'ın tevfikiyle gece ve gündüz devam ediyorum. Ve bu vazifeleri edâya muvaffak olduğumdan dolayı Allah Teâlâ Hazretlerine hamd ederim ve dâvet-i kalbiyenize daima muhtaç olduğumu arz ederim.

Bu mukaddimeden sonra, şu mühim meseleyi zat-ı reşadetpenahilerine ve zat-ı semahatpenahilerin emsali ukulü selim sahiplerine tarihî bir emanet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyeyi hiçbir sebeple terk etmedim. Ancak ve ancak 'Jön Türk' ismiyle maruf ve meşhur olan İttihat Cemiyeti'nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle Hilâfet-i İslâmiyeyi terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmediğim için ısrarlarında devam ettiler.

Dünya dolusu altın verseniz bu teklifi katiyen kabul etmem.
Bu ısrarlarına ve tehditlerine rağmen ben de katiyen bu teklifi kabul etmedim. Bilâhare yüz elli milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaat ettiler. Bu teklifi dahi katiyen reddettim ve kendilerine şu sözle mukabelede bulundum: 'Değil yüz elli milyon İngiliz lirası, dünya dolusu altın verseniz bu tekliflerinizi katiyen kabul etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Millet-i İslâmiye'ye ve Ümmet-i Muhammediye'ye hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve salatin ve Hulefa-i İslâmiyeden aba ve ecdadımın sahifelerini karartmam ve binaenaleyh bu tekliflerinizi mutlaka kabul etmem' diye kat''î cevap verdikten sonra hal'imde ittifak ettiler.

Ve beni Selanik'e göndereceklerini bildirdiler. Bu son tekliflerini kabul ettim ve Allah Teâla'ya hamd ettim ki ve ederim ki; Devlet-i Osmaniyye ve Alem-i İslâm'a ebedî bir leke olacak olan tekliflerini, yani Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudi devleti kurulmasını kabul etmedim. İşte bundan sonra olan oldu. Ve bundan dolayı da Mevlâ-yı Müteal Hazretlerine hamd ederim.

Bu mühim meselede şu maruzatım kâfidir. Ve şu sözlerimle mektubuma hitam veriyorum. Mübarek ellerinizden öperek hürmetlerimi kabul buyurmanızı sizden rica ve istirham ederim. İhvan ve asdıkamın cümlesine selâmlar ederim. Ey benim muazzam üstadım! Bu bâbda sözümü uzattım. Muhat-ı ilmi semahatpenahileri ve bütün cemaatinizin mâlûmu olmak için uzatmaya mecbur oldum.

22 Eylül 1329

Hadimülmüslimin (Müslümanların Hizmetkârı)

Abdülhamid


Aktifhaber

Sultan Abdülhamit, Donanmayı "Çürütmemiş"

2. Abdülhamid'in donanmayı çürüttüğü iddialarının aksine, donanmanın ıslahı ve personelin eğitimi için yoğun çaba harcadığını ortaya koydu.

17-02-2010

Sultan Abdülhamit, Donanmayı "Çürütmemiş"
2. Abdülhamid'in donanmayı çürüttüğü iddialarının aksine, donanmanın ıslahı ve personelin eğitimi için yoğun çaba harcadığını ortaya koydu.

Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şakir Batmaz, “Bilinmeyen Yönleriyle Osmanlı Bahriyesi” isimli yeni kitabında, Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamid'in donanmayı çürüttüğü iddialarının aksine donanmanın ıslahı ve personelin eğitimi için yoğun çaba harcadığını ortaya koydu.

Doç. Dr. Batmaz, kitabında Beşiktaş Askeri Deniz Arşivi'ndeki belgelere dayanılarak iddialara cevap verildiğini, şimdiye kadar bilinenin aksine Abdülhamid'in donanmanın bel kemiği olan zırhlıların bakım ve onarımı için donanma kumandanına, bahriye nazırına ve zaman zaman da gemi kumandanlarına yazılar gönderdiğini ifade etti.

Bu yazılarda, Haliç'teki gemilerin zırh kalınlıklarının artırılması, toplarının yenilenmesi ve ihtiyaçların karşılanması için ne kadar masraf yapılması gerektiğinin sorulduğunu bildiren Batmaz, şöyle konuştu: “Bu yazışmalarda, gemilerde eski sistem Armstrong toplarının yerine yeni sistem Krupp toplarına geçilmesi için gereken masraflar sorulmaktadır. Bunun üzerine Armstrong ve Krupp fabrikaları ile yapılan yazışmalar neticesinde maliyet hesabının fazla çıkması sebebiyle Şurayı Bahriye tarafından devletin içinde bulunduğu maddi sıkıntılar göz önünde bulundurularak sadece dört zırhlının teçhizine karar verilmektedir. Kitapta, Haliç'teki donanmanın ıslahına yönelik bu yazışmalar ayrıntılı olarak verilmektedir. Ancak diplomasinin çarkları arasında devam edegelen bu yazışmalardan ne yazık ki netice alınamamıştır.”

Kitabında Osmanlıca'dan günümüz Türkçe'sine çevrilerek kullanılan belgelerde, zırhlıların ıslahı için Tersane-i Amire ile İtalya'nın Ansaldo firması arasındaki anlaşmayla gemilerin kısmi bakımının yapıldığı; fakat bütçenin yetersiz olmasından dolayı istenen neticenin bir türlü alınamadığına dair bilgiler de bulunduğunu kaydeden Batmaz, şunları söyledi: “Abdülhamid diğer taraftan da donanmaya nitelikli personel yetiştirebilmek için her şeyiyle yakından ilgilendiği 3 deniz mektebinin (Tüccar Kaptan, Muhbir-i Sürur Torpido ve Elektrik mektepleri) kuruluş çalışmalarını bizzat takip etmiş ve maddi imkansızlıktan dolayı bu mekteplerden ikisinin eğitimi talim gemisinde yapılmıştır. Bu mektepler ve buralarda verilen eğitim hakkında da kitabımızda bilgi bulmak mümkündür. Ayrıca şu ana kadar yakın dönem bahriyemizle ilgili bilinmeyen birçok husus da Yitik Hazine Yayınları tarafından çıkarılan bu kitapta ortaya konulmuştur. Bunlar arasında 1850 yılında Abdülmecid'in İngiltere'ye gönderdiği zırhlıların personelinin ölüm sebebi, donanmanın Gelibolu'dan geçerken önemli kabirleri top atışıyla selamlaması, gemilerde günlük yapılan talimler, tersane personelinin çalışma şartları, gayrimüslim personelin ibadet özgürlüğü gibi konular bulunmaktadır.”

Beşiktaş Deniz Müzesi tarihi deniz arşivinde 12 yıl boyunca çeşitli konularda araştırmalar yaptığını, bu kapsamda binlerce belgeyi incelediğini bildiren Doç. Dr. Batmaz, askerî arşivler yeterince kullanılamadığı için yakın dönem Osmanlı deniz tarihimizin yanlış veya eksik bilindiğini; ancak son yıllarda yapılan arşiv çalışmalarının önemli sonuçlar ortaya koyduğunu kaydetti.

Batmaz, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı bu arşivde bulunan yaklaşık 20 milyon belgenin araştırmacıları beklediğini ifade etti.

ertuğrul

ilk olarak o dönemi bütün olarak almak gerekir. yani donanmayı çürüttü derseniz sunları da bi sormanız lazım.
1)o donanma sultan Abdülaziz zamanında kırımı ve akdenizde kaybedilen yerleri geri almak ve denizde yeniden güçlü olmak için alındı veya meydana getirildi, ancak basarılı olunamadı. lakin 2. Abdülhamid in döneminde hem tebaadan olan diğer milletlerin bagımsız olmak için isyanlar cıkarması ve rusyanın devamlı osmanlıya baskıları sonucu öncelik elde olanların korunmasına verildi.Ki bunun için donanmaya ihtiyaç yoktur zira tarihe bakarsanız 2. abdülhamid devrinde osmanlı kara orduları yunanistanı avrupalıları şaşırtacak kadar kısa bir sürede yenmiştir. ekonomisi de güçlü olmayan bir osmanlının parasını donanmaya harcaması mümkün değildir.Yine mevcut donanmanın akdenizde çıkarı olan ingiliz ve fransız donanmaları ile başa cıkmasına imkan yoktur.
o ekonomik zorluklara rağmen demiryolu yaptırılmış, gelişmeye yönelik diğer bazı imar işlerine girilmiştir.
Açıkça görülmelidirki o dönemin önceliği donanma değildir.

2)ertuğrul fırkateyninin durumuna gelince arıza yaptığı doğrudur ancak seferin uzun olmasına sebep bu değildir, ertuğrul pek cok müslüman ülkenin limanlarına osmanlı adına ziyaretler yapmıştır. bunlar osmanlı nüfüzünu meydana getirip sonraki zamanlarda menfaatimize olmustur.hinidstanlı müslümanlar üzerinde halifenin etkisi ve ingilterenin bundan cekinmesi, kurtulus savası zamanında oralardan gelen yardımlar ertuğrulun eseridir. türk japon milletleri arasındaki sıcak ilişkileri de ertuğrul güçlendirmiştir. japonların türkiyeye eminim ki avrupalılardan daha cok menfaatimizi koruyarak yaptığı eserler ki, boğaz köprüsünü ve örnek verebilirim, ertuğrul ile gelişen ilkişkilerin sonucudur.
yani kendi atamız olan 2.Abdülhamid'i tam incelemeden karalamak bize ne kazandıracak bilmiyorum. bu demek değildir ki o tarihten ders cıkarmayalım hiç eleştirmeyelim.
eleştirelim ama konuyu biraz bilip öyle yapalım bu işi.bazı gayesi Abdülhamid hanı karalamak olanların yazdıklarını yegane kaynak alıp baska bişey bilmeden konusmak yazmak hiç bir Türk'e yakışmaz. zaten o yazanların haberdeki akademisyen kadar araştırma yaptıklarına inanmıyorum.
bilinçli, mutlu, kimsenin hakkının zalimce ezilmediği geleceklere ulaşmamız dileğiyle
17-02-2010 21:33:45

Abdülhamit ,
anılarında donanmada bütün çarkçıbaşıların İngiliz olduğu için dınanmayı sefere çıkartmadığını ,şayet İngiliz veya Fransızlarla herhangi bir çatışma olursa İngiliz çarkçıların sorun çıkaracağını düsündüğü için haliç te kalmasını istediğini anlatıyor.
Tarih tekrerürden ibaret derdi eskiler;bugün de uçaklarımızın yazılımı hangi ülkeler tarafından yapılıyor bi
liyorsunuz,herhangi bir çatışmada uçaklarımız şavaşan şahin değil gezen karga olacak

AHMET SEMİZ 17-02-2010 20:18:02

Bugünkü tarihimiz yalanlarla dolu. Elin avrupalısı tarih yazmış koymuş önümüze tarihiniz bu diye. Alfabe değiştirilmiş, arşivlerin büyük bölümü imha edilmiş, daha düne kadar hurda kağıt olarak Bulgaristan'a satılıyordu. Ecevit'in ölmeden önce söylediği gibi padişahlar vatan haini değildi. O neredenmi biliyordu, çünkü akrabası Osmanlı döneminde istihbarat subayıydı.Aman bunları kimse söylemesin sakın Cumhuriyet yıkılır, sakın ha

Tarih Yazmak 17-02-2010 17:32:55
Samanyolu Haber

Sultan Abdülhamid'in Kılıcını Yeniden Elinize Alın
04 Mayıs 2010, 11:00Anadolu Haber
İslami Cihad hareketi liderlerinden el Bataş, Türkiye'den II. Abdulhamid'in kılıcını yeniden eline almasını beklediklerini söyledi.

İslami Cihad hareketi'nin Gazze'deki önde gelen liderlerinden Halid el Bataş, Türkiye'den II. Abdulhamid'in kılıcını yeniden eline alarak zayıfları korumasını, Filistin'i desteklemesini beklediğini söyledi.

Halid el Bataş'la yaptığımız röportajı sunuyoruz:

FİLİSTİN İSLAMİ CİHAD HAREKETİ

Sayın Halid el Bataş, İsrail’in gerek Gazze gerekse bölgedeki diğer direniş eksenindeki ülkeleri hedef alan saldırı tehditlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsrail’in tehditleri, saldırıları hiçbir zaman durmadı, artarak devam etti. Esasında İsrail’in tehditleri değil devam eden düşman saldırıları var. Kadın, yaşlı, çoluk çocuk demeden kalkımızı bombalıyor, Gazze’ye uyguladığı ambargo devam ediyor, sınır kapıları hala kapalı, Kudüs Yahudileştiriliyor, Sinagoglar inşa ediliyor, Müslümanların akidesi ve ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı hedef alan saldırılar aralıksız sürüyor. Bütün bunlar, tehdidinden de ötesinde bir saldırının olduğunun göstergesidir.

Düşmanın saldırıları, bundan sonra da artarak devam edecek. Düşmanın saldırılarına ve tehditlerine karşı olarak da tüm Müslüman ve Arapların, Filistin halkını, Kudüs’ü ve mukaddesatı korumak, Halil İbrahim Camii’nde olduğu gibi Mescid-i Aksa’nın da Müslümanlar ve Araplar arasındaki ikiye bölünmesini engellemek için harekete geçmelerini istiyoruz.

Peki İsrail’in Gazze’ye saldırı düzenlemesi mümkün mü?

Elbette, düşmanın Gazze’ye karşı yeni bir savaş açması her an mümkündür. Çünkü görevde olan Siyonist hükümet, bize göre tecrit edilmiş bir halde. Bunu aşmak için de Suriye’ye, Gazze’ye ve hatta İran’a savaş açması mümkündür. Fakat Siyonistlerin Gazze’ye savaş açması daha büyük olasılık. Çünkü Hizbullah ve diğer cephelerle kıyasladığımız zaman Gazze daha zayıftır.

Bununla birlikte yeni bir savaşın sınırları sadece Gazze olmayacak. İsrail’in Hizbullah’ı, Suriye’yi ve İran’ı tehdit etmesini göz önünde bulundurursak kapsamlı bir savaşın çıkacağını söyleyebiliriz. İsrail ahmakça bir girişimle savaşa kalkıştığında bölgenin tamamı tutuşacaktır. Böyle bir savaşın sonuçlarından da İsrail sorumlu olacaktır. Çünkü İsrail, bölgedeki en büyük şeytandır.

Fakat herkes bilmeli ki artık bölgedeki güç dengeleri artık değişti. İsrail, bundan sonraki hiçbir hezimeti kaldıramaz.

İsrail’in saldırı tehditlerine karşı İslam dünyasının yanıtı ne olmalıdır?

İsrail’in özellikle de Gazze’ye düzenlediği saldırılara, Kudüs’teki mukaddesatı hedef alan saldırılara ve Ortadoğu’yu, İslam ve arap ülkelerini tehdit etmesine yanıt olarak İsrail’le tüm ilişkilerin kesilmesi ve büyükelçilerin geri çekilmesi gerekmektedir.

Mukaddesatın ve Filistin’in korunması için İran ve Türkiye gibi yeni güçler, bölgeye müdahil olmalıdır. İslam ülkeleri arasında gerçek bir vahdete muhtacız..

İsrail’in Gazze, Suriye, Lübnan ya da İran’a savaş açması halinde İslami Cihad’ın muhtemel yanıtı ne olacak? İsrail’in herhangi bir ülkeye saldırması halinde bölge ülkelerine karşı ortak karşılık vermesi mümkün mü?

İslami Cihad’ın kararları kendi elindedir. İsrail, bölge ülkelerine savaş açsa da açmasa da İslami Cihad zaten İsrail’e karşı savaşıyor. İsrail’in saldırılarına karşı ortak yanıt verilmesi meselesine gelince henüz direniş cephesi diyebileceğimiz İran, Suriye, Lübnan ve Filistin arasında, vuku bulacak savaşı ortak bir odadan yürütülmesinin söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Savaşı aynı odadan yürütme, Şşan sadece öneri olarak gündemde bulunuyor. Bunun için uzun uzun düşünmek gerekiyor. Hareketler arası koordinasyon olmalı, uzun süren ve sık sık görüşmeler yapılmalıdır.

Hamas Hareketi’yle ilişkileriniz nasıl?

Hamas Hareketi’yle “Filistin topraklarının Filistinlilere ait olduğu ve cihadın kurtuluş için tek yol olduğu” stratejisinde ittifak halindeyiz. Hamas’la ilişkilerimiz çok iyi. Bunda hiçbir şüphe yok. Adeta Hamas’la İslami Cihad, birbirini tamamlamaktadır.

Bununla birlikte zaman zaman ihtilaf ettiğimiz hususlar oluyor. Mesela Hamas, seçimlere girdi ama İslami Cihad girmedi. Hamas hükümette ama İslami Cihad, hükümete girmedi. Bazen sorunlar da yanlış uygulamalar da çıkıyor. Fakat tüm sorunları, düzenlediğimiz görüşmelerle, diyalogla çözüme kavuşturuyoruz. Aramızda kesinlikle çatışma yok. Hamas da İslami Cihad da direniş hareketidir.

Batı Şeria’daki Hükümetle Hamas Hükümeti arasında ne derce fark var?

Ramallah hükümetinin yaptığı tehlikeli uygulamalarla Hamas hükümeti arasında ciddi farklar var. Batı Şeria’daki uygulamalar, doğal değil. Batı Şeria’daki Fetih ya da Fayyad hükümeti, İslami Cihad, Hamas ve diğer direniş hareketlerine mensup Filistinlileri hukuka aykırı yollarla kaçırmaktadır. Mücahidleri ödüllendirecekleri yerde tutukluyorlar. Batı Şeria’daki hükümet, kontrolü altındaki şehirlere yanlışlıkla giren Yahudileri, İsrail hükümetine teslim ediyor. Batı Şeria hükümetiyle İsrail arasında müzakereler ve güvenlik işbirliği anlaşması devam ediyor.

Bu, Filistin için büyük bir felakettir. Gittikleri bu yoldan geri adım atmalarını ve halkın isteklerine, tercihlerine dönmelerini beklemekteyiz. İslami Cihad, Kudüs Seriyyeleri, İzzeddin el Kassam ve Aksa Şehitleri, Filistin halkını savunan güçler olduğunu, düşmanın da İsrail olduğunu bilmeleri gerekiyor.

Arap rejimlerinin Filistin davasına karşı duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bildiğiniz gibi son olarak İsrail’le müzakereleri desteklediklerini açıkladılar.

İsrail’le müzakereleri desteklemeleri, zaafiyet içerisinde olduklarının göstergesidir. Bunun anlamı, Arap dünyasının işgalciyi desteklemesidir.

Onlar, İsrail’in elçiliklerini ülkelerinde açıyor, İsrail’le güçlü ilişkiler kuruyor ve son olarak Filistin ile İsrail arasındaki barış müzakerelerini destekleyerek yeni bir suç işlemiş oluyorlar. Onlar, işgalciyi destekliyorlar. Fakat onlardan beklenen İsrail’in desteklenmesi değil, Filistinlinin, Kudüslünün, Gazze’deki işçilerin desteklenmesidir. Onlar, Obama ve Mitchell’in isteklerini kabul ederken Filistin halkının isteklerine olumlu yanıt vermiyorlar. Eğer onlar Filistin’i kurtarmaktan acizseler, direnişi desteklesinler.

Arap ülkelerinin bu duruşuna karşılık ben, İsrail’e karşı mücadele için İran ve Türkiye’nin de katılacağı güçlü bir İslami-Arap ekseninin oluşturulmasını arzu ediyoruö. Filistin’in sabitelerinin desteklenmesi için Suriye, Türkiye’ye ve İran’ın daha etkin rol oynamasını bekliyoruz.

Türkiye’nin bölgede oynadığı rolü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle biz, kardeş Türkiye halkına, Başbakan Erdoğan’a, Cumhurbaşkanı Gül’e ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na selamlarımızı sunuyoruz. Çünkü Türkiye Filistin’den hiçbir zaman tavizde bulunmadı.

Biz, Türkiye’nin İsrail’le olan askeri anlaşmalarını, tatbikatlarını unutmuş değiliz. Aralarında koordinasyon var, karşılıklı olarak elçiliklerin bulunuyor. Fakat gördüğümüz kadarıyla iktidardaki hükümetin, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün metodu, öncekilerden farklı.

Türkiye’nin şuandaki duruşuyla biz, II. sultan Abdulhamid’in Filistin’den tavizde vermeyen duruşunu hatırlıyoruz. II. Abdulhamid, Filistin topraklarının satılması önerisine karşı meşhur olan “Cesedimin param parça olması Filistin’in zerre parçasını satmamdan daha hayırlıdır” sözünü söylemişti. Biz, bu duruşu saygıyla anıyoruz. Şimdi Türkiye, bu asil duruşuna dönüyor.

İslami Cihad olarak Türkiye’nin bölgede büyük bir İslami devlet olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin mukaddesatı koruyabilmesi ve Filistin davasına destek verebilmesi için İslam ülkeleriyle olan ilişkilerini güçlendirmelerini istiyoruz. Arapların Filistin davasından taviz verdiği bir dönemde Türkiye’nin Filistin’e, mukaddesatın savunulmasına ve Kudüs’e vereceği desteğin diğer İslam ülkelerinin vereceği destekten daha etkili olacağını düşünüyoruz.

Türkiye’nin bir kez daha tamamen köklerine dönmesini ve bir kez daha II Sultan Abdulhamid’in kılıcını eline alarak zayıfların yanında durmasını ümid ediyoruz.

isra haber

ULU HAKAN ABDÜLHAMİD HAN
Cumartesi, 04.04.2009,

Üzerinde güneş batmayan ümmet...
2. Abdulhamid'in Osmanlı coğrafyasının yanısıra dışındada okul, cami ve hastahaneler yaptırdığı ortaya çıktı. İşte Abdulhamid zamanında müslümanların durumu...
Seylan

Halife Abdulhamid Han'ın Seylan Adası'na özel bir önem verdiğini söyleyebiliriz. Seylan Adası'nda müslümanların az olmalarına rağmen birlik olmalarını, ekonomik güç haline gelmeleri ve eğitim seviyelerini yükseltilmeleri için onlara elçiler yollamış, kenetlenmelerini istemiştir.

Seylan Adası hem Hindistan’ın bir kapısı olması, hem de Uzakdoğu’da yaşayan Endonezya, Malezya gibi diğer müslüman bölgelerinden haber alma merkezi haline gelmesi açısından çok önemliydi. Bu adada yaşayan ileri gelen Müslümanlar, Halife’nin gönüllü elçileri ve temsilcileri gibiydiler. Uzakdoğu’dan buraya ve Hindistan’a gelen bilgiler Irak telgraf hatları vasıtasıyla hemen İstanbul’a nakledilebiliniyordu. Arap Yarımadası'ndan adaya yerleşen Arap tüccarların açtıkları ticarethanelere ve çarşılara bile Hamidiye adı vermeleri Halife'yi ne kadar önemsedikleri anlaşılıyor.


Hindistan

Esasında Hindistan Müslümanlarının Osmanlı’ya sevgi ve bağlılıklarında muharrik neden Arap alimlerinin etkisidir. Bilindiği gibi Hind Kıtası'ndaki medreselerde asırlar önce buralara gelip yerleşmiş Arap alim aileler bulunuyordu. Bu alim ailelerin Emeviler döneminde Medine’yi terk ederek Hind adalarına ve Hindistan’a yerleşen Kureyşliler olduğu tarihen sabittir. Bunlar Hind Müslümanlar ve alimlerin bakışaçısı üzerinde çok etkili idiler. Entellektüel Araplar, Emevi ve Abbasi İmparatorluğu döneminde devletin gücü, ağırlığı ve büyüklüğü; nüfuz alanının genişliği nisbetinde dosta karşı daha müşfik ve koruyucu, düşmana karşı daha fazla caydırıcı olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle son büyük İslam devleti olan Osmanlı’yı ve Halife Abdulhamid Han’ı Hindistan’da ne pahasına olursa olsun desteklemeyi bir dini vecibe olarak görmüşler ve bunu da teşvik etmişlerdir. Hindistan Kıtası'na, Malezya ve Endonezya’ya yayılan Arapların çoğu menşe olarak Seyyid’dir. Bunlar Peygamber Efendimizin torunları olarak kendilerine yakışan seviyede buralara dini tebliğ yapmış, buralara yerleşmiş ailelerdir. Ticarette de oldukça sözsahibi kimselerdi.

Hindistan’da Babür Devleti’nin gelenekleri ve hatırası da bu kıtadaki Müslümanları büyük bir İslam devletine bağlanmayı öğretmişti. İngilizlerin Babür İmparatorluğu’nu yıkmaları ve büyük zulümler yapmaları, onların büyük bir İslam devletine biat etmelerini unutturmadı. Uzaktaki Osmanlı onların gelecekte devlet olmaları için bir ışık, bir cesaret aşılama merkeziydi adeta. Oysa Osmanlı aydınlarının çoğu bunu içerden görememişlerdir.

Endonezya

Endonezya’nın bugünkü başkenti Cakarta’da Cuma namazı çıkışında bir gelenek olan Halife Abdulhamid Han’a dua ederler. Burada da anlaşılacağı gibi, Müslümanların aralarındaki coğrafi engel Ulul emr olarak gördükleri Haife’ye bağlanmaya engel olmamış. Her türlü sıkıntılarına rağmen, başlarında bir halifenin olması, onları birliğe ve kenetlenmeye götürmeye neden olmuş.

Bizzat Sultan Abdulhamid’in Endonezya’da kurdurduğu Nahda-i Hayriyye Cemiyeti vardır. Derneğe ismini veren kelime olan nahda, kalkınma anlamına geliyor. Kuruluş amacına baktığımızda, Sultan Abdulhamid’in İmparatorluğu hudutları içinde yaptığı kalkınma hamlelerinin bir özetini görebiliriz. Eğitim, sağlık, ziraat, hayvancılık vb. alanlardaki kalkınma hamlelerinden elde edilen bilgi ve tecrübeleri Uzakdoğu’da diğer Müslüman emirliklere ve topluluklara aktarmak için Halife sıfatıyla çabaladığını görüyoruz. Halife, Müslümanların yeryüzünde daha güçlü hale gelmeleri için özel gayret sarfettiği anlaşılıyor.

Özellikle dini cehaleti gidermek, Müslümanların eğitim ve anlayış düzeylerini yükseltmek için özel bağlantılar kurduğu, onları bir araya getirerek kenetlediğini görmekteyiz.

Müslümanlar arasında ilmin arttırılması için ilim adamı yetiştirilmesi, ziraat, tıp ve değişik alanlarda devrin teknolojisinden istifa etmelerini temin etmek için ziraat ve tıp mekteplerinin kurulması, bilgi ve teknik yardım yapılmasını sağlamak. Ticaretin Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmasını sağlamak, ticaret merkezleri ve çarşıları kurmalarına yardımcı olmak. Hamidiye Çarşıları bunlara örnektir. Cemiyetin diğer bir maddesi de cehaletin ortadan kaldırılması için çalışmalar yapmak olduğunu, cemiyetin şartnamesinde görmekteyiz. Bunun da okulların ve dini eğitimin yaygınlaştrırılmasıyla yapılacağını bildiriliyor.

Özellikle Hindistan’ın Rangon şehrinde yeni yapılan bir okulla ilgili verilen bilgilerde, Halifenin eğitimi ne kadar ciddiye aldığını gayet açık görmekteyiz.

Yüzlerce milyon müslümanın maneviyatını değişik şekillerde kemiren tek müşterek zehrin cehalet olduğu anlatılıyor. Eğitim ve bilgiyi arttıran faaliyetleri hastlar mahallesinde eczahane açmak kadar isabetli bir tedbir olarak görülüyor.

Afrika

Bizzat Halife tarafından Osmanlı coğrafyası dışında birçok okul, cami ve hastahane yaptırıldığını biliyoruz. Buralarda Halife’nin Burhaniye adlı okulları görülüyor. Ayrıca Osmanlı coğrafyası içinde de gördüğümüz çok sayıda kız mekteplerinin bir örneğini burada da görmek heyecan verici doğrusu. Osmanlı döneminde kızların eğitilmedikleri, cahil bırakıldıklarını söyleyenler gerçekte bu devri iyi araştırmalılar.

Halife Afrika’da oldukça etkiliydi. Sadece Kuzey Afrika’da değil, Orta ve Güney Afrika’da da çok etkiliydi. Buralarda bulunan camilerde Hutbe kendisi adına okutuluyordu. Kendine doğrudan bağlı çok sayıda çalışanı vardı. Afrika’yı çok iyi bilen Azimzade Sadık Müeyyed Paşa’yı İngiliz ve Fransızların etkisini kırmak ve Müslümanlara yapılan zulümeleri öğrenip müdahale etmek için Orta ve Doğu Afrika’ya gönderdi. Habeşistan ve civarında birçok faalitte bululan Paşa, Habeş Kralı’nın en önemli danışmanıydı.

Kızılay’ın buralarda aktif halde faaliyette bulunduğunu gösteren bir çok örnek vardır. Kızılay açtığı bu şubeyle birçok yere hizmet verdiğini, Habeşistan’a önemli tecrübe aktarımında bulunduğunu, birçok müessesenin açılmasında önayak olduğunu biliyoruz.

Singapur

Halife Abdulhamid Han’ın Singapur’da yaptırdığı camii ve külliyesi halen ayakta durmaktadır. Caminin yanında Osmanlı bayrağı dalgalanıyor. Halife adına buraya Osmanlı Konsolosu olarak Ataullah Efendi gönderilmiş. Bu zat yaptığı faaliyetlerle Endonezya adalarının bir çok yerinde İslam’ın yayılmasına vesile olmuş, bazı emirliklerin kalkınmasında büyük emeği geçmiştir.

Doğu Türkistan

Doğu Türkistan’ın Gulca ( Kaşgar’a bağlı ) şehrinde Müslümanların durumu hakkında alınan bilgiyi gösteren bir vesika da, Halife, Orta Asya ve Çin’de oldukça etkili çalışmalar, diplomatik ilişkiler kurmuştu. Güney Çin’de birkaç yerde külliyeler kumuştu. Türkistan ile sıkı ilişkileri vardı. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanlarla her türlü bilgi yardımında bulunuyordu.

Bugün Çinlilerin işgali altında olan Doğu Türkistan’ın Gulca şehrinde bir sağlık çalışanının verdiği bilgiye göre 2008’de her ay doğduğu halde ortalama iki yüz çocuk öldürülmektedir. Gerekçe ise bu bebeklerin ailelerinin birer çocuklarının olduğu şeklindedir.

Kırım

Osmanlı Kırım’da köylere kadar bilgi sahibidir ve sirayet etmiştir. Osmanlı Kırım Müslümanlarının her zaman yanlarında olmuş, onlara her türlü desteği vermeye devam etmiştir.

Azerbaycan

Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir tüccarın vesilesiyle okullar yaptırıldığı anlatılmaktadır. Bu zengin tüccar gibi ismi verilmeyen daha bir çok tüccarın okul ve camii yaptırdığı kaydediliyor.

Sibirya

Sibirya ve Sibirya’da Müslümanların durumu hakkında Abdulhamid Han zamanında Osmanlı kaynaklarında çok sayıda bilgi mevcut. Kazan, Ufa ve Sibiryalı Müslümanların Avrupa, Orta Asya ve Uzakdoğu faaliyetleri hakkında verdikleri bilgiler bizleri şaşırtmaktadır. Bu bölgelerde Müslümanların ticari faaliyetleri çok geniş bir alana yayıldığını görüyoruz. Bunda Tatar Müslümanlarının etkisi inkar edilemez. Özellikle Sibiryalı olan Abdurreşid İbrahim Efendi ve onun kurduğu okullar, matbaa vasıtasıyla bu geniş coğrafyada iyi tanındığını göstermektedir. Yazdıkları makalelerde ve hatıratında faaliyetleri hakkında geniş bilgiler veriyor. Aynı zamanda Halife’nin en sadık adamlarından biri olarak da Halife’ye, yaptığı seyahatler hakkında geniş bilgiler vermesiyle maruf.


Yemen

Yemen’de inşa edilen Gureba Hastahanesi ile Belediye Eczahane binaları vardır. Yemen’de Hastahane inşa edilirken, başka yerlerde de hastahane yapıldığını görüyoruz. Aynı dönemde Kavala Gureba Hastahanesi ile Manastır Askeri hastahanesi yaptırılıyor.

Mekke, Irak, Rusya

Mekke-i Mükerreme’de onlarca misafirhane inşaa ettiriyor. Irak’ta, Amara’da halka yaptırdığı çok sayıda evler mevcuttur. Rusya’da Müslüman zenginlerin geleneği olan her fabrika için İslami eğitim veren bir okulun yaptırılması ve okulun öğrenci ve hocalarının ihtiyacının karşılanması için gerekenler yapılıyor.

Haber Servisi
http://www.buyukasya.com/


Sultan Abdülhamid Han'ın el yazısıyla "Ah yâ Vedud"

'Ne zaman başımız sıkışsa Osmanlı'ya giderdik'



Sultan Abdülhamid'in bölge Müslümanları için hazırlattığı Malayca tefsirli Kur'an-ı Kerim'in kendileri için önemli olduğunu vurgulayan El Attas, Kur'an-ı Kerim'in Malay alfabesiyle hazırlanarak basıldığını söylüyor.

El Attas bu Kur'an-ı Kerim'in ilk kez Osmanlı tarafından 1903 senesinde bölge Müslümanları için hazırlandığını kaydediyor ve Malayca hazırlanan Kur'an-ı Kerim'in bölgede hızla çoğaltıldığını ve Müslümanlara ulaştırıldığını anlatıyor.

Bölge Müslümanlarının Osmanlı'ya hususi bir önem verdiğini vurgulayan El Attas, bir talebesinin gümüş üzerine değerli taş ve elmaslarla hazırladığı Osmanlı hilalini gösteriyor.

El Attas, caminin arka bölümünde özel bir odada muhafaza ettikleri dönemin Halifesi Sultan II. Abdülhamid'in büyük bir portresini de gösteriyor.

Yağlı boya ile hazırlanmış tabloyu işaret eden El Attas, Osmanlı Sultanı ve Halifesinin yeryüzündeki tüm Müslümanların temsilcisi olduğunu söylüyor.

"Bu bölgenin Türkiye ile ilişkileri yeni değil" diyen El Attas, bölge ile Türkiye arasında yüzyıllara dayanan bir bağ olduğunu vurguluyor.

El Attas, "bölgedeki Müslümanların o dönem Osmanlı Sultanının ağzından çıkacak sözlere baktığını" belirtiyor ve bölge Müslümanlarının sık sık İstanbul'a gittiğini anlatıyor.

Parmağındaki tuğrayı gösteren El Attas, bölge Müslümanlarının ne zaman yardıma ihtiyacı olsa Osmanlı Sultanına yardım istemeye gittiğini kaydediyor.

AKİT

Sultan II.Abdülhamid Han'ın emriyle üretilen bir ROBOT: Alamet
03.07.2012



Robotun ismi ''Alamet''. Robot Sultan Abdülhamidin kaldığı Yıldız Sarayında çıkan bir yangın sonucunda büyük zarar gördü Daha sonra tamir edildi. Robot yarım metre yürüyebiliyordu ve saat başı ezan okuyordu.

Sultan Abdülhamid Han asrın teknoloji harikası bu eseri, Ertuğrul Firkateyni vasıtasıyla yazılmış özel bir mektup, hediyeler ve nişanlar ile beraber Japon İmparatoru'na göndermişti. Firkateyn dönüş yolunda 450 mürettebatıyla birlikte batmıştı.
haber1001

Ulu Hakan 2.Abdülhamid Han'ın İtalya’ya Politikası



Padişahın bir Avrupa devletini elinde nasıl oyuncak haline getirdiğini, dış siyaset konusunda nasıl siyasi bir deha olduğunu çok güzel tasvir eden hadiselerden biri de şudur:

19. yüzyılında sonlarında iyice kızışan sömürge yarışında pek az bir pay kapabilen ve ancak Kızıldeniz kıyısındaki Eritre ve biraz güneydeki Somali’ye sahip olabilen İtalya, gözünü Osmanlı toprağı olan Trablusgarb ve Bingazi’ye yani bugünkü Libya’ya dikmiş ve gizlice askeri hazırlıklara başlamıştır. Bunu Fransızlar vasıtasıyla haber alan padişah, anavatandan uzakta olan Libya’yı kurtarmak için savaş yoluyla bir şey yapamayacağının farkındadır. Padişahın ince zekası buna bir çare bulur.

Habeşistan İmparatoru 2. Melik’e Sadık el-Müeyyed Paşa’nın başkanlığında üç kişilik bir askeri heyet gönderen padişah, imparatoru İtalya’nın Habeşistan’ı işgal için hazırlık yaptığı, dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyarır.

İtalyanlar 7-8 sene önce hakikaten, sömürgelerine komşu olan Habeşistan’ı işgal için teşebbüse geçmişler fakat Habeşlerden iyi bir sopa yemişlerdir. Bu harbi unutmayan Habeşler, Osmanlı heyetinin ikazarı sonucunda hazırlıklara başlarlar. Sultan Abdülhamid de Habeşistan’a silah temini için nakit yardımında bulunur.

Habeşistan’daki hazırlıklar, Habeşlerin güçlü silahlarla donattıkları ordularını Somali ve Eritre sınırlarına göndermesi İtalyanları büyük br şaşkınlığa uğratır ve Libya’yı işgal için hazırladıkları orduları Habeşistan taraflarına göndermek mecburiyetine kalırlar.

Gerçi Habeşler ve İtalyanlar arasında ikinci bir savaş yaşanmaz ama İtalya, 1904 – 1905 yıllarında düşürdüğü Libya’nın işgali planını ertelemek durumunda kalır. Bu suretle de İkinci Abdülhamid Han zekası, politikası ve devletlerin rekabetinden zamanında istifade etmesini bilmesi sayesinde büyük bir dert ve beladan kurtulmuş olur. Padişahın tahttan indirilmesinden iki yıl sonra, 1911 yılında, İtalyanların Libya’yı işgale başlamaları, İttihatçıların Sultan Abdülhamid’in siyasetini ne kadar kavrayabildiklerini veya sürdürebildiklerini göstermektedir!

Kaynak:
UZAKLARI GÖREBİLEN HÜKÜMDAR Sultan İkinci Abdülhamit Han, Çamlıca Yayınları, 2010 Syf: 115

"Osmanlı Sultanları'nda yedi evliya kuvveti vardır..."



Olayı "bizzat yaşayan" adam; Mahmud Allahverdi anlatıyor:

- Ben Osmanlı Devleti'nin baş şehri İstanbul'da doğdum. Babam, memuriyeti sebebi ile orda görevli bulunuyordu. Ne var ki, geçirdiğim bir hastalık sonucu dilim tutulmuş, konuşma yeteneğimi kaybetmiş idim. Hiç konuşamıyor, el kol işareti ile maksadımı anlatmaya çalışıyor idim. Babam buna çok üzülüyordu... Gitmedik doktor, hoca bırakmadı, ama hiçbiri de fayda etmedi. Bir gün yaşlı bir komşumuz geldi dedi ki:

-"Seni görüyorum, çok üzülüyorsun. Bir baba için, oğlunun bu durumda olmasından üzücü bir şey yoktur. Sana bir çare söyleyeceğim, dediğimi yap.

Babam ümid ile gözlerini açtı, dinlemeye başladı.

Komşumuz dedi ki:

-"Yarın şu yoldan Sultan II. Abdülhamid Han geçecek, ne yapıp yap oğlunu mutlaka karşısına çıkar ve O'na dua ettir. Osmanlı Sultanları'nda yedi evliya kuvveti vardır, ola ki şifa bula."

Bu tavsiye, babamın aklına iyice yatmış olacak ki söylenen saatte yolun üzerine çıktık, ümit ile beklemeye başladık. Az sonra yaylı araba göründü, ama bizim O'na yaklaşmamız mümkün değil idi. Izdiham çok fazla idi. Uzakta kalışımıza çok üzüldük. Fayton hizamıza gelince, beklenmedik bir olay yaşandı. Ansızın durdu, içeriden başını uzatan Sultan, bize doğru bakarak seslendi:
-"Efendi! Çocuğu getir, çocuğu!

Şaşırdık. Babam heyecan ile elimden çekerek beni arabanın yanına götürdü, elimden tutup yukarı çıkardılar. Sultan, yanaklarımı okşadı, bir şeyler okuyor gibi idi. Az sonra bana:

-"Beni tanıyor musun, ben kimim? Diye sordu.

Benim dilim tutuktu cevap vermem imkânsızdı. Ama bir şeyler hisseder gibi oldum. Birden dilim çözüldü, cevap verdim.

-"Sen bizim padişahımızsın!"

Babam Allah Allah diyerek feryadı bastı. Beni aşağı indirdiler. Bundan sonra bülbül gibi konuşmaya devam ettim.

İşte evladım, bu olay bir işitme falan değil, bir yaşamadır. Sakın ola ki Osmanlı Sultanları aleyhine konuşmayasın. Onlarda gerçekten yedi evliya derecesi vardı. Dilimin açılmasına sebep, Sultan'ın duasıdır.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Eyl 20, 2010 10:43 pm    Mesaj konusu: Ulu Hakan 2. Abdulhamid Han Hazretleri Alıntıyla Cevap Gönder

Ulu Hakan 2. Abdulhamid Han Hazretleri

II. Abdülhamid (Osmanlıca: Abdü’l-Hamīd-i sânî) (d. 21 Eylül 1842 – ö. 10 Şubat 1918). 34. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesidir.

Sultan Abdülmecid'in oğludur. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce, bakımını Abdülmecid'in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi Abdülhamid'i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid'in eğitimiyle de yakından ilgilendi. Abdülaziz 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamid'i de beraberinde götürdü.

Amcası Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve şüpheli koşullarda ölümü, ağabeyi V. Murat'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla görevden alınarak Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına tanık oldu. 31 Ağustos 1876'da padişah ilan edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı.[1] Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra, her iki saltanat değişiminin mimarı olan Mithat Paşa'yı sadrazam yaptı.

33 yıl padişahlık yaptıktan sonra 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi, 3 yıl Selanik'te Alatini köşkünde ev hapsinde tutulduktan sonra 1912'de İstanbul'a Beylerbeyi Sarayına getirildi. 10 Şubat 1918’de de İstanbul’da vefat etti. Büyükbabası için Divanyolu'nda yaptırılmış Sultan II. Mahmut Türbesi'nde yatmaktadır.

Tahta çıkışı

Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı Devleti büyük bir bunalım içindeydi. 1871'de Âli Paşa'nın ölümünden sonra Saray ile Babıali arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875'te Devlet borçlarını ödeyemez hale düşerek Muharrem Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya'nın başını çektiği Pan-Slavizm akımının etkisiyle Balkanlar’da ulusal ayaklanmalar baş göstermişti. Yurt içinde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilanı fikri tartışmaya açılıyordu.

Abdülhamid, tahta geçmeden Mithat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca 23 Aralık 1876'da, ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasi'yi ilan etti. Meclis-i Mebusan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınmıştı. Ama egemenliğin kaynağı gene padişahtı.[2] Abdülhamid, Kanun-i Esasi’nin 113. maddesiyle kendisine tanınan “idari sürgün yetkisi”ni kullanarak, daha meclis toplanmadan Mithat Paşa'yı sürgüne yolladı...

Birinci Meşrutiyet

Meclis-i Mebusan'ın açılışı, 1876

Abdülhamid tahta çıktığında Balkanlar’da ayaklanmalar başlamış, Çarlık Rusyası Osmanlılara bir ültimatom vermişti. Büyük Avrupa devletlerinin İstanbul’da Tersane Konferansı'nı toplayarak Balkan sorununu tartıştıkları ve Osmanlı Devletinden reformlar yapmasını istedikleri sırada, II. Abdülhamid siyasal bir manevrayla 23 Aralık 1876'da Kanun-i Esasi’yi (anayasa) ilan etti. Böylece meşruti yönetime geçilmiş oluyordu.

Kanun-i Esasi uyarınca iki kanatlı bir parlamento oluşturuldu. Üyeleri seçim yoluyla belirlenen meclise Meclis-i Mebusan, üyeleri atama yoluyla belirlenen meclise de Âyan Meclisi deniyordu. İki meclisten meydana gelen parlamento oluşmuş oldu.

93 Harbi

İzmayıl kuşatması.

Rusya'nın Balkanlarda ıslahat için verdiği tekliflerin 12 Nisan 1877'de İbrahim Ethem Paşa hükümeti tarafından reddedilmesi üzerine "93 Harbi" olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı çıktı. Osmanlı kamuoyunun zafer bekleyerek girdiği savaşta Rus orduları Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini bir dizi ağır yenilgiye uğratarak, doğuda Erzurum'u, batıda ise Bulgaristan'ın tamamı ile İstanbul surlarına kadar Trakya'yı işgal ettiler. Mebusan Meclisinde hükümetin savaş politikalarına yöneltilen ağır eleştiriler üzerine Abdülhamid meclisi 18 Şubat 1878’de süresiz olarak kapattı. Meşrutiyet rejimine son vererek, yönetime tek başına egemen oldu.

Osmanlı-Rus Savaşı, 3 Mart 1878'de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos (Yeşilköy)'de karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Osmanlı Devletinin fiilen Rusya'nın egemenliğine girmesini öngören bu antlaşmaya, Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan öbür Avrupa devletleri karşı çıktılar. 13 Temmuz 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nın yerine geçen Berlin Antlaşması imzalandı. Yeni antlaşmayla Rusya'nın toprak kazanımları geri alındıysa da, Romanya ve Karadağ’a bağımsızlık verildi, Bulgaristan’da da Almanya ve Avusturya himayesinde özerk bir prenslik oluşturuldu.

Ayastefanos Antlaşması

Ayastefanos Antlaşmasının imzalandığı konak

II. Abdülhamid'in karşı olmasına rağmen[3]Mithat Paşa, Damad Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen Osmanlı-Rus savaşı, Osmanlı Devletinin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Rus orduları başkomutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç, barış esaslarının mütarekeyle birlikte görüşülmesi şartıyla bu isteği kabul etti ve 3 Mart 1878’de İstanbul'un Yeşilköy semtinde ağır koşullar içeren bu antlaşma imzalandı. Buna göre;

1. Osmanlı Devleti'ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak.
2. Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
3. Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek.
4. Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Rusya'ya verilecek.
5. Teselya Yunanistan'a bırakılacak.
6. Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak.
7. Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.

Toprakları elde tutma dönemi

Berlin Kongresi Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla, Osmanlı Devleti'nden bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapmasını talep etti. Abdülhamid yönetiminin bu reformları ertelemesi ve bölgedeki Kürt aşiretlerini muhtemel bir Ermeni isyanına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazandı. 1887'de Maraş'a bağlı Zeytun'da, 1891'de ise Siirt'e yakın Sason'da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş hareketleri başlatıldı. 1895'te bu olayların ülke çapında bir ihtilale dönüşmesi olasılığının doğması ve İstanbul'da Ermeni örgütlerinin Kumkapı'da Batı kamuoyunu etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil Paşa hükümeti tarafından Anadolu'da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma tedbirleri alındı. IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa Ermeni isyanını bastırmakla görevlendirildi. Doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birliklerinde örgütlendi.

II. Abdülhamit'in siyah çarşaf giyilmemesi hakkında verilen padişah emri

1895 yazında tüm Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Batı kamuoyunda genellikle "Ermeni katliamı" olarak değerlendirildi; liberal Avrupa basınında Abdülhamid aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep oldu. Fransız Akademisi üyesi tarihçi Albert Vandal, ilk defa Abdülhamid hakkında Le Sultan Rouge (Kızıl Sultan) lakabını kullandı.

1897 yılında, Girit'in Yunanistan'a ilhakını isteyen Yunan hükümetinin Tesalya sınırında ihlallere girişmesi üzerine Meşhur tabirle “barut kokusu” artık duyulmaya başlamıştı. Bunun üzerine vükela meclisi Mâbeyne çağrıldı. Padişah tarafından, durumun müzakere ve bir neticeye bağlanması için emredildi. Meclis ara vermeden 56 saat durumu konuştu. Herkes Yunanlılara harp açılmaması yolunda fikirler ileri sürdü. Bunu söyleyenler, durumumuzun iyi olmadığını izah ederek: -Harbe girmek hata olur, diye rey veriyorlardı ki, ilk bakışta haksız da görünmüyorlardı. Bu fikrin baş müdafii İzzet Paşa idi. Zaman zaman dışarı çıkarak Padişahın yanına gidiyor, müzakereler hakkından bilgi veriyordu. Harp aleyhinde Padişahı da kandırmaya çalışıyor ve muhtemelen bu uğurda bazı yanlış ve kötümser malumat da veriyordu. Fakat Rıza Paşa ve birkaç cesur devlet adamı, eğer Yunanistan’a karşı korkak bir tavır içine girilirse, bütün Rumeli’nin parçalanacağını ve belki de İstanbul’un tehlikeye düşeceğini savundular ve Sultan II. Abdülhamid Han ile gizlice görüşerek bu fikirlerini ona bildirdiler. Zaten padişahda savaş taraftarıydı ve hemen hazırlıkların yapılmasını istiyordu.

İşte tam bu sırada harekete geçen Yunan ordusu Alasonya’ya saldırdı. Hazırlıksız bulunan Yanya’daki tümenimiz, Yunan birlikleri önünden ric’at etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine İstanbul’daki I. Ordu, Umum Kumandanı Ethem Paşa kumadasında Yunanistan üzerine harekete geçti. Birkaç gün içinde Yenişehir’i (Tesalya) ele geçirdi. Daha sonra Atina yolu üzerindeki Milona geçitlerine geldi ve burasını savunan Yunan ordusunu, 23Nisan 1897 günü büyük bir mağlubiyete uğrattı. Milona Meydan Savaşı ile, Avrupalıların, geçilemez de dikleri bu geçitleri aşan ordumuz, güneye çekilen Yunan ordusu ise, Atina ile Tesalya arasındaki Dömeke’de yeniden karşılaştı. Yunanlıların son müdafaa hatları olan Dömeke’de, 25 bin kişilik Yunan ordusu perişan edildi ve bir daha toparlanamadan darmadağın edildi. Bu muharebede Abdülezel Paşa şehid düştü. Ordumuz hızla ilerleyerek birkaç saat içinde Atina'ya girdi. Bu sırada Vükela Meclisi toplantı halindeydi ve henüz zafer haberleri İstanbul’a ulaşmamıştı bütün vekiller, bu muharebeden galibiyetle çıkılacağından endişeliydiler ve hüzün içinde bekleşiyorlardı. Zafer haberini telgrafla öğrenen Rıza Paşa meclise giderek müjdeyi verince hepsi sevinçten ağlamaya başladılar. Hatta Şurayı Devlet Reisi (Anayasa Mahkemesi Başkanı) Said Paşa, onun eteklerine sarıldı. Padişahın Özel Kalem Müdürü olan Faik Bey de zafer haberini Sultan Abdülhamid Han’a ulaştırınca: -Ömrüm oldukça kahraman kumandan askerimizin bu gayret ve sadakatlerini ve memleketine ve vatanına ettiği hizmetleri kemiklerim dahi unutmayacaktır...diye sevinç ve şükranlarını bildirdi. 15-17 Mayıs tarihinde Dömeke'de yapılan muharebede Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğradı. Avrupa devletlerinin müdahalesi ile mütareke yapıldı. Osmanlı lehine Tesalya sınırındaki bazı küçük değişiklikler dışında savaştan önceki sınırlara dönüldü. Yunanistan Osmanlı Devleti'ne 4 milyon lira savaş tazminatı ödemeyi kabul etse de bu tazminat tahsil edilemedi. Oysa buna karşılık Girit'e özerlik verilmişti.[4]

İttihatçılar tarafından Abdülhamid dönemine "İstibdat Dönemi" (devr-i istibdâd) adı verilir.

Tedbir Dönemi

II. Abdülhamid Meclis'i kapatarak yönetimi kendi eline aldıktan sonra Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurdu. 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatını kurdu[5]. Çok sayıda hafiyeden oluşan bu örgütün amacı Abdülhamid'in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid'e karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemekti. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyorlar, böylece vatana vemilete zararlı olabilecek her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu.[6]

* Abdülhamid'in dönemi bazı uzmanlarca Osmanlı Devleti'nin ömrünü 30-40 yıl daha uzatmış olduğu ileri sürülmüştür:[7]
* Düvel-i Muazzama'nın bu meclisin açılmasını demokrasi ve insan hakları için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istediği öne sürülmüştür.
* İcrayı baskı altında tutan bir meclis vardı.
* Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmaktaydılar. Girit, Teselya ve Yanya'nın Yunanistan'a bırakılması gerektiğini ifade eden vekiller çıkmıştır.

II. Abdülhamid, 13 Şubat 1878'de Meclisi feshetti.

Durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murat'ı Padişah, Mithat Paşa'yı sadrazambaşbakan yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi 'yi tahrik ederek tarihe Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaşattı. 23 ihtilâlcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid'in hafiyye denilen gizli teşkilâtını kurarak daha sıkı idareyi ele almasına mecbur etti.

İkinci Meşrutiyet

Abdülhamid’in örfi yönetimine karşı muhalefet de giderek güçlendi. 1889'da İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruldu. 1908'de İttihat ve Terakki yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandılar. Bu baskıların üzerine, Abdülhamid 24 Temmuz 1908'de anayasayı diye yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis 17 Aralık 1908’de açıldı.

Artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakki karşıtlarının baskıları sonucunda, 13 Nisan 1909’da İstanbul’da ayaklanma çıktı. Rumi takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu ayaklanma 31 Mart Olayı olarak bilinir. Selanik’te kurulan Hareket Ordusu 23/24 Nisan gecesi İstanbul'a girerek ayaklanmayı bastırdı.

İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki hükümetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldular. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından VI. Mehmet, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918’de parlamentoyu kapattı.

31 Mart Ayaklanması ve Tahttan İndirilişi

12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükümet üyeleri tek tek istifa etti.

Abdülhamid, olayların başlama sebebini hatıratında şu şekilde anlatır:

Vekâyi'ın(olayların) ve acemi bir idârenin hergün bir sûretle izhâr ettiği mevâdd-ı müşte-ıle(tahrik edici hususlar) elbette infilâk edecekti. Hatta 31 Mart'a kadar te'hîri bile şâyân-ı hayrettir. Hiçbir kimseye hesap vermek mecburiyetinde bulunmadığım bir zamanda, ma'a'l-kasem(yemin ederek) te'mîn ederim ki ben bir fenalık olmamasına elimden geldiği kadar çalıştım. Tehlikenin te'ehur-i vuku'unda(gerçekleşmesinin gecikmesinde) bu mesâ'î-i hayır-hâhânenin dahli bulunduğunu zannederim.[7]

Ayaklanma Heyet-i Mebusan üzerinde de etkili oldu. O gün İttihat ve Terakki üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için meclise gitmediler. Bazıları İstanbul'dan uzaklaşırken, bazıları da kent içinde gizlendi. Bu arada ayaklanmacılar İttihatçı subaylarla mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı. Hükümetin ve meclisin etkisiz kalmasıyla, II. Abdülhamid yeniden duruma egemen oldu. Ayaklanmayı başlatan muhalefet ise, herhangi bir programdan yoksun olduğundan önderliği elde edemedi.

İstanbul'da denetimi elinden kaçıran İttihat ve Terakki asıl güç merkezi olan Selanik'teki 3. Ordu'yu harekete geçirdi.Böylece ayaklanmayı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu.Ayaklanmacılar 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular. Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun girişiminin meşruluğunu onaylamışlardı.

Diğer bir iddiaya göre 31 Mart ayaklanmasını İttihat Terakki, İngiltere ve Abdulhamid'e Filistin nedeniyle husumet besleyen Mason teşkilatları tertip ederek Abdulhamid'i tahttan indirmeyi amaçlamışlardır.[kaynak belirtilmeli] Nitekim Abdulhamid'in tahttan inmesiyle Yahudiler Filistin'de toprak satın alma izni almışlardır.[kaynak belirtilmeli] İttihad Terakki ise hiçbir etkisi olmayan padişah Vahidettin sayesinde yönetime tamamen hakim olmuştur. Abdulhamid'ten sonra imparatorluk hızlı bir parçalanma sürecine giderek İngiltere de istediğini elde etmiş oldu.[8]

Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve ayaklanmacıların önderleri divanıharpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın 27 Nisan'da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed'in geçirilmesini kararlaştırmasıydı.Ayrıca II. Abdülhamid'in İstanbul'da kalması da sakıncalı bulunarak Selanik'te oturması uygun görüldü. Divanıharp II. Abdülhamid'i yargılamak istediyse de, yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti bunu kabul etmedi.

Abdülhamid, Selanik'ten gelen Hareket ordusuna karşı herhangi bir direniş göstermedi. Kendi hatıratında bunu kardeş kanı dökülmesin diye yaptığını yazar. Oysa Osmanlı Paşaları bu toplama orduyu rahatlıkla geri püskürtebileceklerini padişaha arz etmişlerdi.[7]

Adı

II. Abdülhamid'in ismi Latin harfli Türkçe metinlerde Abdülhamit, Abdülhamid, Abdulhamit, Abdulhamid gibi değişik imlalar ile yazılır. Türk Dil Kurumu, günümüzde Abdülhamit şeklindeki yazımı benimsemiştir.[9]

Şahsiyeti

Fiziksel görünümü ve kişiliği

II. Abdülhamid, 1867'de amcası Sultan Abdülaziz'in Avrupa seyahati sırasında İngiltere Balmoral'da iken

Sultan Abdülhamid uzunca boylu, esmerce tenli, uzunca burunlu, ela gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zeka ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenir.[10]

Sultan Abdülhamid oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:
“Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur'ân-ı Kerîm okurdu.Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı.Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husus"i bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve fen," derdi. "Bu ikisine de itikat etmek caiz" olduğunu söylerdi.”

Sultan Abdülhamid çalışkan bir padişahtı. Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir.[12] Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraştı. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususi olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi. En sevdiği piyeslerden birisi, ünlü Alman şairi Friedrich Schiller'in Haydutlar adlı eseriydi. La Traviata, Aida, Carmen, Faust, Manon en sevdiği operalardandı.

Kitap koleksiyonu

Abdülhamid matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye'ye getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını İngiltere'ye, Almanya'ya ve Amerika'ya göndertti.

Abdülhamid dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid'in 2 ile 5 bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı, bunların birçoğu Yıldız yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes'un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirmişti.

Abdülhamid Yıldız Sarayında çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu. Bu kütüphane 4 bölümden oluşmaktaydı:

1. Yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler: Bunların içerisinde elyazması pek çok kitap vardır. Bunlar özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmiş kitaplardır. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı. Tek nüshadırlar.
2. Gazeteler: Kütüphane, Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu.
3. Roman ve hikâyeler: 6.000 kadar kitap özel olarak saray için çevrilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva'nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri içeren kısmı vardı ama bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi.
4. Coğrafya ve seyahatnameler: Yıldız Sarayına kapanmış bir hayat süren Abdülhamid'in dünyayı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir.

Hakkındaki görüşler

Özellikle Ermeni isyanını bastırırken kullandığı sert tedbirler nedeniyle batılı tarihçiler ve muhalifleri arasında "kızıl sultan" adıyla bilinir.[17] Öte yandan, taraftarları onu "ulu hakan" gibi yüceltici lakaplarla anarlar. Abdülhamid, baskıcı rejimi, azınlıklara karşı uyguladığı sert siyaset ve muhafazakârlığı nedeniyle, günümüzde hâlâ onu destekleyen genellikle sağ siyasi çevreler ile eleştiren sol çevreler arasında bir tartışma odağı olmaya devam etmektedir.

Önceleri İttihat ve Terakki Fırkası içinde Sultan Abdülhamid'e karşı olan Filozof Rıza Tevfik ve Süleyman Nazif sonradan duymuş oldukları pişmanlıklarını şiirleri ile dile getirmişlerdir.
“Padişahım gelmemişken ya da biz,

İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler başlasak feryada biz,
Hasret olduk eski istibdada biz
- Süleyman Nazif”

İlber Ortaylı'ya göre Dünyanın son hükümdarı, son evrensel imparator II. Abdülhamid Han'dır.

Abdülhamid'in idare tarzı azami müsamahadır. Atatürk , Kaynak : Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı , sf 327 , Mustafa Armağan

Dünyâda 100 gram akıl varsa, bunun 90 gramı Abdülhamîd Han'da, 5 gramı bende, kalan 5 gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir. Prens Bismark

Ayıp, ayıp. Bu adam 32 sene Hakan ve Halife idi. Sultan Hamid için şu söylenen, yazılan, çizilenlerin büyük kısmının yalan ve iftira olduğunu bildiğimiz halde, nasıl tahammül edip imkân veriyoruz? Bu iftira selinin yarınki muhatapları da bizler olacağız. Ahmet Rıza Bey'den Talat Paşa ve Eyüp Sabri Bey'e

Kızıl Sultan iddası

Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. İşte "Kızıl", yani kan döken Sultan lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid'e Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler? 1915'te yüzbinlerce Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi. Kaynak:"Abdülhamid hakkında yanlış bildiğimiz 10 şey, Mustafa Armağan'ın 15 Şubat 2009, Pazar günü yazısı"

Projeleri

Gerçekleştirdiği projeler

Ordu'nun Modernleştirilmesi ve Donanmanın Durumu:

1879'de Osmanlı İmparatorluğu'nun hezimetiyle sonuçlanan 93 Harbinden sonra, Sultan 2. Abdülhamid Rus Yayılmacılığı'na karşı Osmanlı Ordusu'nun modernleşmesi gerektiğine karar verdi ve bu yayılmacılıktan etkilenen diğer ülke olan Almanya ile işbirliğine karar verdi. Aralarında sonradan Müşir rütbesi verilecek olan Baron Von der Goltz komutasında bir Alman askeri heyeti İstanbul'a geldi. Von der Goltz, askeri okullarda köklü reformlar gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için önkoşulları oluşturdu. Ancak bununla birlikte von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha modern yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askeri teknolojileri takip etme bilincinin temel taşını oluşturdu. Mamafih, Prusya geleneğinin bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyasete karışmama prensibini aşılamakta başarılı olamadığı Babıali Baskını ile ortaya çıktı.

II. Abdülhamit döneminde, borçların artmaması, genel durum vb. (ki gemiler hep borçlarla alınıyordu.) sebepler yüzünden Osmanlı donanmasının gücü azaldı. Osmanlı Donanması Haliç Tersanesi'nde kalmıştır. Bu dönemde dünyada ilk kez Osmanlı tarafından denenen Abdülhamid ve Abdülmecid zırhlı denizaltıları denemelerde başarılı olmuştur. Ayrıca, ilk deniz müzesi de bu dönemde açıldı. (1897)[19][20] Ancak, çeşitli sebeplerden dolayı Osmanlı Devleti denizaltı yarışına I. Dünya Savaşı'nda elinde tek denizaltı bile olmadan devam etmiştir. En uzun süre Bahriye Nazırlığı yapan Hasan Hüsnü Paşa döneme damga vurmuştur.[21]

Ordunun von der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini verdiler. Von der Goltz, Almanya'nın ve Osmanlı Devleti'nin Doğu'daki nüfuzunu garantilemek için Bağdat tren yolunun inşa edilmesini de destekledi. Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II. Abdülhamid, Bağdat tren hattı inşaası lisansını, Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.

Osmanlı Ordusunun modern silahlar kullanmaya başlaması, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşında hemen semeresini gösterdi. Osmanlı Ordularının Atina'yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay'ın Sultan II. Abdülhamid'e haber göndererek, eğer derhal ateş-kes sağlanmazsa Rus Ordularının Erzurum'a hücum edeceğini bildirmesi engel oldu.

Eğitim

İlk kız okulları II. Abdülhamid zamanında açılmıştır. Nitekim bilgili bir kişi olan Abdüllatif Subhi Paşa'nın ilk defa bir kız sanat okulu açma teşebbüsünde tereddüt geçirmesi ve titizlenmesi üzerine Abdülhamid, Sen mektebi aç, ben arkandayım, diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini, daima kızların okuması için ilk adımları atmaya teşvik etmiştir.

Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan'ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950'li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895'te TC sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923'te bu sayı 95'e düşmüştür. 1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.[22]

Ulaşım

* Demiryolu ulaşımı;

Büyük ölçüde gerçekleşen projelerden birisi Hicaz Demiryolu'dur. Bu proje Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu'nun aksine, finansmanıyla, inşaatıyla, tasarımıyla, İslam âleminden toplanan bağışlarla tamamen yerli bir girişimin eseridir.[23]

Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdulhamid'in yaptırdığı önemli binalardır. Haydarpaşa Garı'nın yapımına 30 Mayıs 1906'da başlanmıştır.

* Karayolu ulaşımı;

II. Abdülhamid zamanında bütün Anadolu'yu baştan başa dolaşacak bir karayolu ağının (şose şebekesinin) projelendirilip tatbikata geçirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.[24] 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara yollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede 4 gün yol inşaatında çalışacaktı. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlanmıştır. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubeyazıt-İran kara yolu (1879) haricinde 12 bin kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılma kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun'a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi Abdülhamid döneminde olmuştur.[25] Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirler arası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir kara yolu kavşağı haline gelmiştir.

İletişim

İlk olarak 1877'de Posta Telgraf Teşkilatı konuya daha etkenlik kazandırmak amacı ile aynı isimle bakanlık haline getirildi. Ayrıca 27 Haziran 1900'de Posta Telgraf Teşkilatında ilk defa bir "havale kalemi" devreye sokulmuş, 30 Mayıs 1901'de Şehir Postaları kurulmuş, 30 Ağustos 1901'de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demiryolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri) şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır. Telefon ise Avrupa'da kullanılmaya başlandığı tarihten (1876) sadece 5 yıl sonra, yani 1881'de İstanbul'a getirilmiş ve sınırlı da olsa istifadeye sunulmuştur. Telgraf hatları döşenmesine onun zamanında hız verilmiş, hatta bu hatların her birinde meteorolojik gözlemler yapılması için talimat verilmiştir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dahiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaş 'hava durumu' raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır.[26]

Sağlık

1899 yılında halen faaliyette olan Şişli Etfal hastanesini kurdu.

Teknoloji

Abdülhamit,1899 yılında Japon İmparatoru Meiji'ye hediye edilmek üzere Alamet isminde bir robot göndermiştir.Bu robot tarihte bilinen ilk robot olma özeliğini taşımıştır.Fakat Alamet isimli bu robot Ertuğrul Fırkateyni ile birlikte yapılan kazada yok olmuştur.

Sosyal yardımlaşma

25 Mart 1906 tarihli fermanıyla Okmeydanı'ndaki Darülaceze'yi kurdurmuştur.

Gerçekleştiremediği projeleri

II. Abdülhamid 20. yüzyılın başlarında İstanbul'da Haliç'e, dahası Boğaziçi'ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Fernidan Arnoden adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası'nın iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır.

Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, fizibilitesi çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu'dur. Raporu 1898'de o zamanlar Yemen Valisi olan (sonradan Sadrazam) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913 yılında inşasına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin Yemen'deki Cibana limanını topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje iptal edilmiştir.

Popüler Kültürde II. Abdülhamid

* Gazi Kadın/Nene Hatun (1973) filminde Ali Poyrazoğlu tarafından canlandırıldı.[31]
* Ferzan Özpetek'in yönettiği, 1999 yapımı Harem Suare filmi II. Abdülhamid'in son dönemlerini anlatmaktadır. Sultanı Haluk Bilginer oynamıştır.[31]
* Abdülhamid Düşerken (2002) filminde Çetin Öner tarafından canlandırıldı.[31]
* Abdulhamid Han Belgeseli
* II. Abdülhamid'in Sultan Hasan olarak geçtiği ve Ömer Şerif tarafından canlandırıldığı 1986 tarihli bir televizyon yapımı bulunmaktadır.
* ATV'de yayınlanan Elveda Rumeli isimli TV dizisinde Tuna Orhan tarafından canlandırılmaktadır.
* TRT yapımı 7 bölümden oluşan II.Abdülhamid Belgeseli. Abdülhamid'in tahta çıkışından, tahttan indrilmesine ve ölümüne kadar geçen süredeki sosyal ve siyasi gelişmeleri anlatmaktadır. Yapımcılığını Abdurrahman Demirel, yönetmenliğini Salih Özderya üstlenmiştir. http://www.trt.net.tr/trtsales/pdf/ottomans.pdf
* Mustafa Armağan'ın Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı adlı iki ciltlik bir eseri bulunmaktadır.

Ailesi

Eşleri ve çocukları

Nâzik-edâ Baş Kadın Efendi (ö.1895)'den : Ulviye Sultan .

Sâfi-nâz Nur-efzûn 2. Kadın Efendi. Çocuksuzdur.

Bedr-i Felek Baş Kadın Efendi (1851-1930)'den :Mehmet Selim Efendi, Zekiye Sultan, Ahmet Nuri Efendi (1878-1944).

Bîdâr 2. Kadın Efendi (1858-1918)'den :Mehmed Abdülkadir Efendi, Fatma Naime Sultan.

Dilpesend 3. Kadın Efendi (1865-1901)'den : Naile Sultan (1884-1957).

Mezîde Mestân 3. Kadın Efendi (1869-1909)'den : Mehmed Burhanettin Efendi.

Emsâl-i Nûr 3. Kadın Efendi (1866-1950)'den : Şadiye Sultan (1886-1977).

Ayşe Dest-i Zer Müşfika (Kayıhân) 4. Kadın Efendi (1867-1961)'den : Ayşe Sultan.

Sazkar Hanımefendi (1873-1945)'den : Refia Sultan (1891-1938).

Peyveste Hanımefendi (1873-1944)'den : Abdürrahim Hayri Efendi.

Fatma Pesend Hanımefendi.

Behice Maan Hanımefendi (1882-1969)'den : Ahmet Nureddin Efendi, Mehmet Bedrettin Efendi (22 Haziran 1901 - 13 Ekim 1903).

Saliha Naciye Kadınefendi (1887-1923)'den : Mehmet Abid Efendi.

Küçük ölen kızları

10.Hatice Sultan

11.Aliye Sultan (y.1900). Bebekken ölmüştür.

12.Cemile Sultan (y.1900).Bebekken ölmüştür.

13.Saliha Sultan

Kaynak: Vikipedi

'Abdülhamidin mezarını ateşe vereceğiz!'
Mustafa Armağan
m.armagan@zaman.com.tr
Perşembe, 10 Ocak 2008

“Eğer Filistin'de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini [üstünlüğünü] muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.”

10 Şubat’ta vefatının 89. yılında rahmetle andığımız Sultan II. Abdülhamid’e ait olan yukarıdaki sözler 1895’de yazılmış hatıra defterine. O günden ne kadar net görmüş bugünleri, değil mi? Evet, tam da dediği gibi, Filistinli dindaşlarımızın ölüm kararı oldu İsrail devletinin kurulması...

Yalnız üzerinde güneş batmayan İngiliz emperyalizmine karşı mücadele vermekle kalmadı II. Abdülhamid; aynı zamanda Ermeni çeteleri ve lobilerine, Siyonist örgütlere, iç ve dış Masonlara, velhasıl Memalik-i Osmaniye’yi bölüp parçalamak isteyenlere karşı cansiperane ve destansı bir direnişti onunkisi.

Filistin’in “en zayıf halka” olduğuna yürekten inanıyordu; nitekim dediği gibi de çıktı. Filistin’in Akdeniz-Hint Okyanusu-Kızıldeniz düğümünün merkezi olduğu, 1919’da İngiliz emperyalizminin teorisyenliğine soyunan Halford Mackinder’in tarihî itirafında deşifre edildi.

Mackinder’e göre Filistin toprakları, Asya-Afrika-Ortadoğu arasında vazgeçilmez bir adaydı ve İngiliz emperyalizminin petrol üzerindeki hakimiyeti sürdüğü müddetçe desteklenmesi gerekiyordu. Şimdi anlıyoruz emperyalizmin Filistin’i neden bu kadar çok istediğini ve yine şimdi anlıyoruz Sultan Abdülhamid’in Filistin’i emperyalizme kaptırdığımız zaman başımıza nelerin geleceğini öngören sözlerini.

Gün geldi, küresel İngiliz hakimiyeti iflas etti ve satılığa çıktı: Zaten Harb-i Umumi’de Amerikalı şirketlerden kovalar dolusu borç almış, tamtakır hazinesiyle dev bir küresel iskelet halini almıştı. ABDli alacaklılar, müflis emperyalizmi de devraldılar ‘mecburen’! Ve petrol savaşı yeniden kızıştı.

İkinci Dünya Savaşı’nın hesabı dürülürken, Orta Doğu’dan İngilizler sureta çekiliyor ve ardından İsrail devleti doğuyordu. Amerika, İngilizlerin rolünü olduğu kadar İsrail’in hamiliğini de devralacaktı. Zira onun daha büyük hesapları vardı petrolle ve bu bölgenin denetimi ve birleşmesinin engellenmesi, bir mecburiyetti.

İsrail bombaları sınır çizgilerini yeniden yakıyor, kavuruyor. Filistin ve Lübnan tarihlerinin yeni bir kanlı sayfasında yaşıyor. Kuzey Irak sınırımızda İsrailli komutanlar Peşmergelere eğitim yaptırıyor. Ve herkes gibi biz de tarihte yaşamış o tek adamı hatırlıyoruz. Sıkışık durumdaki hazinesini milyonlarca sterlinle “rahatlatmaya” hazır olduklarını söyleyerek yanına kadar sokulan ve kendilerine başlarını sokacak bir arazi vermesini isteyen Theodore Herzl’e Abdülhamid’in söylediği aşağıdaki sözler bir asır sonra bile diken diken etmeye yetiyor tüylerimizi:

“Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. [Böyle bir toprak parçası bizden kopartılmak istense bile o toprağı kanlarımızla kaplarız ve yine bizim toprağımız olur.] Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşlerdi. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana aid değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin‘i karşılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.”

Siyonistler kendilerine Filistin’den toprak satması için bir değil, tam beş kez ikna girişiminde bulundular. Hepsinde yüz geri edilince anladılar ki, o başta kaldıkça Orta Doğu’ya “huzur” gelmeyecek(!).Siyon Yurdu’na giden altın yol, Abdülhamid’siz açılacaktır.

Yahudi diasporasının Abdülhamid’e güttüğü kin o kadar derin ve köklüdür ki, Guantanamo’da aylarca esir kalan İbrahim Şen, Vakit’in kendisiyle yaptığı söyleşide ilginç itiraflarda bulunmuştu. Meğer Guantanamo’daki sorgulara İsrailli hahamlar da katılıyormuş. Hatta bu Guantanamo mahkûmu, sorgulardan birisinde Yasef isimli bir Yahudi komutanın vücuduna elektrik verirken kendisine,

“Türk terörist, merak etme az kaldı. Irak, İran ve Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye de gelecek. Kadınlarınız hizmetçilerimiz, erkekleriniz de kölelerimiz olacak. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak dedeniz Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz” dediğini aktarıyordu.

II. Abdülhamid 24 Nisan 1909’da tahttan indirildi, vefat ettiği 10 Şubat 1918’de ise Jön Türklere devrettiği, yüzölçümü neredeyse 5 milyon kilometrekareye ulaşan koca imparatorluk kayıplara karışmış sayılırdı. “Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın 1 Kasım 1918 Cumartesi gecesi saat 23.00’de bir Alman istimbotu ile kurtarmaya kalktığı ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini göstermektedir:

“Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık!”

Yıllar geçtikçe haklılığı daha iyi anlaşılan “Son Sultan” II. Abdülhamid’in bütün mücadelesini, bir yandan kurtlarla dans edip ülkeye zaman kazandırmaya, öbür yandan ülkenin yetersiz altyapısını gelmesi kaçınılmaz emperyalist kıyamete hazırlamaya ve insan gücünü yetiştirmeye teksif etmişti. İlk denizaltı gemilerimizi donanmaya kazandırması da, imparatorluk sathında binlerce okulu açması da bu gayenin yansımalarıydı. Çobanlara bile okul açtırmasını, mezuniyet törenlerine hediyeler göndererek memleket evlatlarını okumaya teşvikini ancak bu gaye çerçevesinde anlamak mümkündür.

Ona kızanların öfkesini anlıyoruz. Osmanlı’nın postunu pahalıya deldirmişti emperyalizme. Acısız bir ameliyatla gövdeyi paylaşacaklarını düşünenlerin, bu paylaşımın onun gayretleriyle ertelenmesi ve Birinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca Avrupalının ölümüyle sonuçlanması karşısında öfkelenmelerinden daha doğal bir şey olamazdı. Dinmeyen öfkelerinin sebebi budur. Tabii Kızıl Sultan iftirasının da...

İyi güzel, anlıyoruz İngilizin, Fransızın, Yahudinin, Ermeninin, Masonun şunun bunun hıncını. Peki bizim içeridekilere ne oluyor? Onlar da mı ülkeyi erkenden bölüp parçalatmadığına kızıyorlar yoksa?

Orta Doğu’da haritaları yeniden çizme tartışmalarının yapıldığı şu günlerde dikkatle okumamız gereken bir kitap gibidir Sultan II. Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarı. Ben bu direnişe, sessiz Çanakkale diyorum. Şehitsiz, gazisiz, topsuz, tüfeksiz Çanakkale...

Yok, yok, bir şehidi var bu sessiz Çanakkale’nin. Hem de hakkı yenmiş, garip bir şehidi: O şehid, Abdülhamid’in ta kendisidir. Rahmet onun üzerine yağsın...

Zaman Gazetesi

Osmanlı hükümranlığının sona erdiği gün
Mehmet Oruç
27 Nis 2010

Bugün, İkinci Abdülhamid Han’ın tahttan indirildiği gündür (27 Nisan 1909). Bu tarih İslam âlemi için çok önemlidir. Çünkü bir dönüm noktasıdır. Sadece Osmanlı sınırları içindekiler değil dünyanın neresinde olursa olsun bütün Müslümanlar bu tarihten sonra sahipsiz, himayesiz kaldı. Sultan, vazifesi gereği sadece İmparatorluk içindekilerin değil bütün Müslümanların halifesiydi dolayısıyla hâmisiydi. Bunun için başlarına gelen her sıkıntıda yardıma çağırıyorlardı; o da hepsinin imdadına koşuyordu.
Abdülhamid Han’dan sonra resmî olarak Hilafet devam ediyor görünse de, fiili olarak artık bir hükmü, hükümranlığı kalmamıştı. Devlet tamamen İttihat ve Terakki örgütünün eline geçmişti. Başta İngilizler olmak üzere Hıristiyan Batı âlemi, 200 yıllık hayallerini, İttihat ve Terakki örgütü üzerinden gerçekleştirmiş oldu. Şeyh-ül islamlık da dahil devletin her kademesine bunların adamları veya bu düşüncedeki kimseler sızdırıldı. Bunun için bu tarihten sonra yazılan dinî kitaplara şüphe ile yaklaşılır.

RESULULLAHIN ÜZÜNTÜSÜ
Bu olayın, ne kadar önemli olduğunu şu hadise de göstermektedir. İmam-ı Rabbani hazretlerinin torunlarından, son devir İslam büyüklerinden Ebül Hasen Zeydi, 1974’te Hindistan’da basılan “Faruki Makamatı Ahyar” kitabında şunu anlatmaktadır: Babam, Peygamber Efendimizi rü’yada görmüş. Çok üzüntülü imiş. Üzüntülerinin sebebini sorduğunda da Efendimiz, “Türkler, benim halifemi bugün makamından ayırdılar. Bunun cezasını çok acı çekeceklerdir” buyurmuş...
Batılı devletler, sömürgeleri altındaki devletleri idareleri esnasında, Osmanlının nüfuzunu, özellikle de Abdülhamid Han’ın üzerlerindeki etkisini görünce, Sultanı uzaklaştırmadıkça rahat sömüremeyeceklerini anladılar. Çünkü Sultan Abdülhamid Hanın İslam dünyasındaki itibarı çok fazlaydı. Doğu Türkistan ve Orta Afrika’daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutuyorlardı.
Ayrıca, Siyonistler, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması karşılığında Osmanlı maliyesinin en büyük problemi olan dış borçların bir kalemde silineceğini bildirdiler. Padişah bu teklifi şiddetle reddettiği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin’e gelip yerleşmelerine engel olacak tedbirleri de aldı.
İngilizler Cemaleddin Efgani gibi mason din adamları vasıtasıyla hilafet meselesini kurcalamaya başladılar. Hindistan’da da bu tür sinsi çalışmalar başlatılınca Sultan Abdülhamid bu bölgelere büyük bir derviş kafilesi gönderdi. Bu çalışmaları da etkisiz hale getirildi.
Padişahın bu faaliyetleri üzerine İngilizler onu saltanattan uzaklaştırmadıkça emellerine kavuşamayacaklarını kesin bir şekilde anladılar. Bunun için İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetlerine hız verdirdiler. Bir taraftan da, Arabistan Yarımadasında bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu’da Ermenileri Osmanlı Devletine karşı kışkırttılar.

SADECE RUM MEBUS İTİRAZ ETTİ
Destekledikleri gazeteler vasıtasıyla her tarafta Sultan aleyhine propaganda yaptırdılar. Bu arada “31 Mart Olayı”nı çıkartarak, suçu Abdülhamid Han’ın üzerine attılar. Arkasından da tahttan uzaklaştırılmasını gündeme getirdiler.
Bu gündemle 27 Nisan 1909 günü Ayan ve Mebuslar Meclisi toplandı. Önceden kararlaştırıldığı gibi Padişahın hal’ edilmesi teklifi verildi. Hal’ fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazdı. Fetvada Sultan Abdülhamid Hana 31 Mart İsyanına sebeb olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları halde idam ettirmek... gibi asılsız, akıl almaz suçlar yükleniyordu.
Sadece, Rum asıllı bir mebus itiraz etti. “Yapmayın efendiler! Günahtır, günah. Sultan Abdülhamid Han, bu memleketin nûrudur. Dünyâda denge unsurudur. O’nu tahtından indirirseniz mülkü millet harâb olur. Dünyâ perişân olur” dediyse de bizimkilere söz dinletemedi, yaka paça dışarı atıldı. Oy birliği ile hal’ fetvası kabul edildi...

Kaynak: http://www.mehmetoruc.com/

Merhametli, dindar ve cesur bir padişahtı
Mehmet Oruç
21 Nisan 2010

Sultan Abdülhamid Han, söylenilenlerin aksine, cesur, yiğit bir hükümdardı. Yıldız camii cuma çıkışında uğradığı suikastta gösterdiği cesaret bunun ispatıdır. İçerde ve dışarıda bu kadar düşmanı olan kimsenin ülkesini ve kendini korumak için tedbir almaması ahmaklık olurdu.
Sultan Abdülhamid Han bunun yanında çok merhametli, dindar ve evliya meşrebli bir hükümdardı. Pek çok kerameti görülmüştür. Acil iş zuhur edince, gecenin herhangi bir vaktinde uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rıza göstermezdi.
Bu hususda Mabeyn Başkatibi Esad Bey hatıratında şöyle demektedir: Bir geceyarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultan elinde havlu ile yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; Evlad, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha ilk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakma. Ben bu kadar zamandır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım, dedi. Besmele çekerek imzaladı.
Bunun gibi Abdülhamid Han hiç abdestziz yere basmazdı. Hattâ zevcesi, Abdülhamîd Han'in bu husûsiyetiyle alâkali olarak, O'nun yataginin basinda dâimâ temiz bir tuğla bulundurdugunu ve bununla yataktan kalktığında çesme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm aldığını, sebebini sorduğunda da kendisine: "Bunca müslümanların halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." dediğini nakleder.
* * *
Sultan Il. Abdülhamid Han döneminde Yavuz Sultan Selim' in türbedarlığını yapmakta olan bir zat, şiddetli geçim darlığının kendisine verdiği sıkıntılı bir ruh haleti içinde: “Bir de evliyadan olduğunu söylerler. Yıllarca türbedarlığını yaptım yoksulluk içindeyim" diyerek türbeye hiddetle vurur. Ertesi sabah aniden Abdülhamid Han, türbedarı huzuruna çağırarak bir yıllık ihtiyacının hepsini karşılar. Kendisine, “Bir sıkıntın olduğunda bana gelen, dedemi rahatsız etme!” der.
* * *
Sultan Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayı’nda tutulurken, bir gece bir polis memuru burada nöbet tutmaktadır. Bu polis geçim sıkıntısı içindeymiş. Bütün gece düşünmüş, sonunda sabah nöbet bitince denize atlayıp intihar etmeye karar vermiş. Ertesi sabah, nöbetini devretmeye birkaç dakika kalınca sarayın üst pencerelerden biri açılır. Pencereden Sultan, “Evladım şu kese al!” diye seslenir bir kese altın atar. Arkasından da ilave eder: “Sakın intihar etmeye kalkışma, intihan çok büyük günahtır!”
* * *
Mabeyin katibi anlatır: Bir akşam, gelen mektup ve telgrafları huzûra arz etmek üzere iken bir telgraf geldi. Telgrafta, bîçâre memur, karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların îkâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadiğını, bu sebeple sultanın merhametine sığındığını, bildiriyordu. Ben de bunu pek kayda deger görmeyerek zât-i şâhâneye vereceğim listenin içerisine almadım.
Ancak huzûrda, Pâdişâh âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra, “Başka bir şey var mı?” diye sordu. “Kayda değer bir şey yok efendim!” dediysem de Sultân, “Sen kayda değer saymadığını da söyle!” dedi. Bunun üzerine mâlum telgraftan bahsettim. “Hemen getiriniz!” dedi.
Sultân Abdülhamid Han, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından saray doktorunu çağırtarak gerekli müdâhelenin derhal yapılmasını ferman buyurdu. Vazîfemizi yerine getirip hastaneden döndüğümüzde vakit sabaha yaklaşmıştı, Sultân, perdeyi araladı ve eliyle "gelin" diye işâret etti.. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ ile meşgul olmuştu. Hemen neticeyi sordu: “Sultânım, doğum bir hayli zor oldu. Ancak mütehassis doktorların gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh” dedim. Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir "Elhamdülillâh" dedi.

Kaynak: http://www.mehmetoruc.com/

[img]http://a1.sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-ash2/65487_479067349217_96117039217_5486831_5404746_n.jpg[/im]

Abdülhamid Han'ın Çanakkale Saldırısına karşı 18 Yıl önceden Tedbirler Aldığı Ortaya Çıktı
Mart 16, 2012

ittihadiislam.com'un haberi:

II. Abdülhamid’in Çanakkale stratejisi yıllar sonra gün yüzüne çıktı

18 Mart 1915 Çanakkale Savaşı, kuşkusuz Türk tarihinin dönüm noktalarından biri. Zaferin 97. yıl dönümünde ilginç bir ayrıntı ortaya çıktı.

II. Abdülhamid, düşman saldırısına karşı Çanakkale’ye torpil döşetmiş.

Çanakkale savunması ile ilgili hazırlıklar, II. Abdülhamid Han’ın emriyle başlatılmış. Çanakkale Boğazı’nın devletin savunmasında olmasının öneminin farkında olan Sultan Abdülhamit, çeşitli çalışmalar için girişimlerde bulunmuş. Düşman saldırısı ihtimaline karşı Çanakkale’ye torpil döşetmiş.

Bu bilgi ”Osmanlı’nın Son Kilidi Çanakkale 2″ kitabında yer alıyor. Padişahın başkimyageri olan Polonya asıllı Bonkowski Paşa, 1897 yılında deniz savunmasıyla alakalı bir rapor hazırlayarak, Abdülhamit’e sunmuş. Raporu Osmanlı arşivlerinde bulan tarihçi Ahmet Temiz, Bonkowski’nin savaştan 18 yıl önce hazırladığı bu raporun savunmayla ilgili önemli bilgiler verdiğini belirtiyor. Abdülhamit Han’ın ileri görüşlülüğünün bu belgede de ortaya çıktığını kaydeden Temiz, şöyle konuşuyor: “Başkimyager, hazırlamış olduğu raporunda düşman devletler tarafından İstanbul ve Çanakkale Boğazı’na karşı vuku bulacak bir saldırı esnasında buraların muhafazası için denize döşenebilecek ve düşman gemilerinin geçişlerine engel olabilecek torpilleri ele almıştır.”

Padişaha sunulan raporda şu bilgiler yer alıyor: “İstanbul ve Çanakkale boğazlarının muhtemel bir düşman saldırısına karşı muhafaza altına alınmasından bahsediliyor. Ben de Halife Hazretleri’ne verdiğim vatanın muhafazası sözü gereği, sadık tebaanın mesailerine gücüm yettiğince katılmak üzere fenne müracaat ettim. Biraz fikir yürüttükten sonra, bir nevi hareketli bir torpil icat ettim. Bu usul Çanakkale Boğazı sularında münasip bir şekilde kullanıldığında Akdeniz adalarından zorla girmek isteyen bir düşman filosunun girişini tamamen imkânsız kılmazsa bile oldukça zorlaştırır.”

Sultan II. Abdülhamid İçki içer miydi?
18 Ocak 2009

Tarihin dalgaları, kimlik sorunlarımızın artışına paralel olarak toplumsal hafızanın kıyısına giderek daha sık çarpar oldu. Kimlik cüzdanımızda o bir türlü kapatamadığımız boşluğu, tarihe giderek çözebileceğimizi umuyor, bu yüzden tarih okuyor, tarih dinliyor, tarih 'seyrediyoruz'! Ancak televizyon programlarının zaman zaman zihinleri çorbaya çevirme fırsatı kollayanların elinde zehirleyici birer alet olabildiği de bir gerçek.

Nitekim Murat Bardakçı, 4 Ocak 2009 akşamı Kanal 1'de o kadar çok sayıda çam devirdi ki, sayamadım. Herkesi cahil buluyor Bardakçı; zaten kendisinden başka bu ülkede doğru dürüst Osmanlıca okumayı bilen de yok. Oysa büyük ölçüde Vahdettin'in ailesinin kendisine verdiği belgeleri düzenlemekten ibaret bir çalışma olan "Şahbaba"da bile yığınla Osmanlıca okuma hatasını görmezden gelmek için kör olmak lazım. En basiti, sayfa 574'e koyduğu Harbiye Nazırı Şakir Bey imzalı 2 No'lu belgedeki "lede't-tezekkür" ibaresini "ledet'-tezkir" okumuştur. Ortalama Osmanlıca bilgisine sahip birisi bile kelimenin "tezkir" okunması için "kef" harfinden sonra "ya" harfinin gelmesi lazım geldiğini bilir.

Hata aramaya devam edersek, "tarihçimiz"in aynı kitabın 475. sayfasında okumaya çalıştığı mektubun bir tek sayfasında tam 5 yanlış yaptığını görürüz. Mesela Vahdettin'in "Cenâb-ı Erhamü'r-Rahîmîn" ibaresi, grameri ve anlamı tamamen bozularak "cenabu'r-rahmanu'r-rahim" haline getirilmiş. İnsanın Arapça bilmesine gerek yok, biraz camiye devam etmiş bir kimse bile kulak aşinası olurdu bu klasik dinî ibareye.

Devam edelim. Ufak tefekleri atlıyorum ama Bardakçı'nın "tahsîn" kelimesini "tahmin" diye okumasına ne demeli bilmem? Bir kere kelimenin "tahmin" okunabilmesi için "ha" harfinin üzerinde nokta ve "mim" harfinin de bir çentiği olmalı değil miydi? Tabii "erae" kelimesi de yanlış okunmuş, aslı "irâe" olacaktı vs.

Uzatmak mümkünse de bunlar 25 Mart 2001 günkü "Hürriyet"te Tanzimat'ı 1826 yılında ilan ettirmesi gibi fahiş hatalar yanında affedilir cinsten sayılır. Ne var ki Tanzimat'ı tam 13 yıl önce ilan ettiren bu hata dahi Abdülhamid'in içki içtiği iddiası yanında çocuk oyuncağı kalır.

Bize sürekli belge olmadan tarih yazılmaz, diye pes perdeden dersler veren Bardakçı, bu iddiasında neyi delil gösteriyor, biliyor musunuz? Hanedan reisi Osman Ertuğrul Efendi'nin bir çocukluk hatırasını. Kendisine demiş ki, "Dedem Porto şarabı içerdi, hatta içtiğiyle yetinmez, şifadır diye bize de tattırırdı." Delil dediği bu.

Bir kere Osman Ertuğrul Efendi'nin doğum tarihi 18 Ağustos 1912'dir. Onun görebileceği tarihlerde Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı'nda hapistir. Evlatları ancak bazı bayramlarda, bir de çok özel izinlerle görüşebilirlerdi babalarıyla (yanlarında bazen torunlarının bulunduğu da olurdu). Özel doktoru Atıf Hüseyin Bey'in notlarından, ölümünden önce kızlarıyla yaptığı son görüşmenin 22 Temmuz 1917'ye rastlayan Kurban Bayramı'nın 3. gününde gerçekleştiğini öğreniyoruz. Osman Ertuğrul Efendi eğer o gün dedesini görmüş ise -ki bu da kesin değil-, o sırada henüz 4 yaşını 11 ay geçmiş bir ufaklıktır. Bu durumda bacak kadar çocuğun şarap markasını hatırlaması gibi bir hafıza mucizesi karşısındayız demektir. (O ânı 90 küsur yıl sonra ayrıntısıyla hatırlaması da ayrı bir mucize sayılmalı değil midir?)

Bardakçı'ya ne kadar güvenilir?

Bir kere gözaltında bulundurulduğu Beylerbeyi Sarayı'nda mübarek bayram günü elinde şarap kadehiyle torununu karşılayan bir dedeyi düşünmenin garabeti bir yana, Atıf Hüseyin Bey'in günü gününe tuttuğu notlarda onun içki içtiğine dair hiçbir ipucu vermeyişini neye yormalıyız? Abdülhamid'den pek de haz ettiğini söyleyemeyeceğimiz doktorun Selanik ve Beylerbeyi'ndeki 9 yıllık mahpusluk günlerinde bir tek defa olsun içki içmekte olduğundan söz etmemiş olması yeterince anlamlı bir cevap değil midir?

Aşağıda kendisini en yakından tanıyan güvenilir şahısların dilinden Abdülhamid'in içki içmediğine dair tanıklıkları okuyacaksınız. Fakat meselenin bilimsel değil, maalesef politik olduğunu da hatırlatalım. Abdülhamid bahane yani. Asıl dava başka.

Sizin anlayacağınız, bu milletin Abdülhamid'in etrafında sımsıkı kenetlendiğini görenler, hazmedemiyorlar bu sevgiyi. Bu yüzden işleri güçleri, milletin değerlerini gözden düşürmek, hassasiyetlerini kaşımak ve onları kendi yorum tekellerinde tutmak oluyor.

Ben şahsen Bardakçı'nın, "Şahbaba" ile bir kesimin Vahdettin aleyhindeki direncini kırmasını takdir etsem de, titizliğine ve en önemlisi de samimiyetine güvenmiyorum. Çalakalem ve belden aşağı vuruşlarla tarihi yağmalıyor ve değiştiriyor. Öyle olmasa, sokaklardaki 'çıplak denilecek derecede açık saçık' giyinenlere yönelik bir düzenleme yapılması için verdiği emri çarpıtıp "Abdülhamid çarşafı yasaklamıştı" diye yutturmaya kalkmadan önce belgeyi okuyup ne dediğini anlamaya çalışırdı. (haberturk.com, 8 Şubat 2008)

Kendi hatalarına bakacaklarına, bu ülkenin yetiştirdiği değerlere sataşmayı ve onların sırtından prim elde etmeyi marifet sayan bir kesim hiç eksilmedi Türkiye'de maalesef.

İttihatçılık böyle bir şey işte. Çamur at, izi kalsın. Amacına ulaştıktan sonra insanların zihinleri karışmış, umurlarında değil. Bunlara en iyi cevabı vaktiyle Ahmed Rıza Bey vermiş, İttihat ve Terakki'nin Merkez-i Umumi'sinde Talat Paşa ve Eyüp Sabri Bey'in yüzlerine şu acı sözleri tokat gibi çarpmıştı:

"Ayıp, ayıp. Bu adam 32 sene Hakan ve Halife idi. Sultan Hamid için şu söylenen, yazılan, çizilenlerin büyük kısmının yalan ve iftira olduğunu bildiğimiz halde, nasıl tahammül edip imkân veriyoruz? Bu iftira selinin yarınki muhatapları da bizler olacağız."

Dediği gibi olmadı mı?

Tarihten ders almak bunun için önemlidir işte.

İŞTE TANIKLAR

"Abdülhamid içki içmezdi"

Şadiye Osmanoğlu (kızı)

Babam içki içmez, içenleri hoş görmezdi. Saraya sokulmasını da yasak etmişti. Dindar, Allah'ına bağlı, büyük bir Müslüman idi. Abdestsiz yere basmazdı.

Ayşe Osmanoğlu (kızı)

Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslüman'dan başka bir şey değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur'ân-ı Kerim okurdu. Herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedî okunurdu.

Celâleddin Velora Paşa (Avlonyalı Ferid Paşa'nın oğlu)

Az yer, içki içmez, kumar oynamaz, ibadetinde kusur göstermezdi. Çok defa; "Boş olan bu hayatı, Tanrı'ya teşekkür için ibadetle geçirmek gerekir." derdi.

Semih Mümtaz (Reşid Mümtaz Paşa'nın oğlu)

Şehzadeliğinde bilhassa açıklıklarda yemek yemeyi tercih eder, bu gibi âlemlerin içkisiz eğlencelerine iltifat eylerdi.

İbnülemin Mahmud Kemal İnal (alim)

Ayş ü işrete ve fuhş u rezîlete rağbet etmezdi. Salâbet-i diniyyesi müsellem bir Müslim idi. Ferâiz-i diniyyeyi edâda asla tekâsül [kusur] göstermezdi.

Meraklısı için notlar

Abdülhamid'in iki kızı, babalarını dindarlığı ve içkiye yaklaşımını bizimle paylaştılar: Ayşe Osmanoğlu, "Babam Abdülhamid", 1960, s. 11-22; Şadiye Osmanoğlu, "Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri", 1966, s. 22.

Abdülhamid'in içki içmediğini iki paşa oğlu dile getirmiştir: Celaleddin Velora Paşa, "Madalyonun Tersi", İst. 1970, s. 16; Semih Mümtaz S., "Sultan Hamid'in Hususiyetleri", Resimli Tarih Mecm., Temmuz 1950, s. 244-46.

İbnülemin Mahmud Kemal İnal "Son Sadrazamlar"ında Abdülhamid'in içki içmediğinden birkaç yerde söz eder. Cüz VIII, 1948, s. 1288-89 ve 1301.

m.armagan@zaman.com.tr
Zaman-Pazar

ABDÜLHAMİD HAN'A HAİN DİYEN TARİH ÖĞRETMENİNE , ÖĞRENCİLERDEN DAYAK!
15.04.2912

Samsun'un Havza İlçesinde Havza Lisesi'nden bir grup öğrenci,daha önceden derste tartıştıkları Tarih Öğretmeni M.E'yi (37), Sultan 2.Abdulhamid Han'a "Hain" dediği gerekçesiyle darp ettiler.

Olayda dudağı patlayan ve yüzünde morluklar belirlenen Tarih Öğretmeni M.E'nin şikayeti üzerine polis görgü tanıklarının ifadesine başvurdu.

Olaylara karıştıgı belirlenen öğrencilerden A.S,B.Ç,H.A ise "Yine derse yine döveriz" dediler.
haber1001

Sultan II. Abdülhamid’in bor’u kaptırmama mücadelesi
Murtafa Armağan

Sultan II. Abdülhamid'in bor madenini yabancı ülkelere kaptırmamak için 10 yıl süren kıran kırana bir mücadele ortaya koyduğunu biliyor muydunuz?

Bor madeniyle ilgili yığınla spekülasyon yapıldığını biliyorsunuz. Türkiye’nin, hatta dünyanın geleceği bor madenine bağlıdır diyenler dahi çıkıyor. Bordan uçak gövdesi yapımından füze yakıtına kadar pek çok ileri teknoloji ürününde yararlanıldığı biliniyor.

Hatta hatırlarsınız bor yüzünden 2007 yılında ABD’nin Türkiye ile savaşa gireceği üzerine romanlar bile kaleme alınmıştı. Ancak II. Abdülhamid’in bor madenini yabancılara kaptırmamak için verdiği mücadele pek bilinmez. Bu yazıda arşiv belgelerine dayanarak 10 yıl kadar devam eden bu mücadeleden bazı kesitler sunacağım.

Ancak bilmemiz gereken bir şey varsa bor madeninin Türkiye’de olduküa erken keşfedildiği ve ilk maden çıkarma izninin, daha 1865 yılında, yani Abdülaziz devrinde Desmazures (Dümazür) isimli bir Fransız’a 20 yıllığına verildiğidir. İşte bor madeninin dünyada en bol bulunduğu yerlerden biri olan Balıkesir’in Susurluk ilüesinin Sultanüayırı bölgesindeki bu madenin işletme imtiyazı, Hanson adlı bir İngiliz ile Giove (Cove) adlı bir İtalyan uyruklu girişimcinin iştahını kabartır ve onun civarında başka bir madenin imtiyazını almak için harekete geüerler. Fakat Fransız işin peşini bırakmaz ve Mart 1880’de Fransız Elüiliğini harekete geçirerek bunu protesto eder.

Tabii ucu Babıali’ye uzanan işlerden Abdülhamid’in haberdar olmaması düşünülemez. Rekabetin kızışması üzerine madenden başlangıüta yüzde 5 rüsum (vergi) alınırken, bu oran 4 kat artırılmış ve tam yüzde 20’ye çıkarılmıştır. Böylece yabancı şirketlerin işi zorlaştırılmakta, adeta imtiyazını aldıkları bu madenleri kendiliklerinden terk etmeleri arzulanmaktadır. Belgelerden 1884 yılına doğru bor çıkarmak isteyen şirketler arasındaki rekabetin adeta kapışmaya dönüştüğü gürülmektedir. Üüzüm olarak maden sahasındaki işletmelere “Paydos!” denilmişse de, bu da ortalığın yatışmasına yetmemiştir. Üünkü yasaklamaya rağmen bor, bu defa kaçak yollardan, arpa vs. eşya arasına konularak yurt dışına kaüırılmakta, ocakta bekletilen madenler de ayrı bir gelir kaybına sebep olmaktadır.

Hanson-Cove şirketi ise işin peşini bırakmak niyetinde değildir. Şirket 1887 yılına geldiğimizde Osmanlı maliyesinin de zor durumda olmasından istifadeyle cazip üdeme teklifleri sunarak yeni bor imtiyazları koparmak için uğraşmaktadır. Nitekim bu cazip teklifler Danıştay (Şûra-yı Devlet) tarafından kabul edilmiş olup Bakanlar Kurulu’nca da onaylanmıştır. Şimdi sıra bir kişiyi ikna etmeye gelmiştir. Kim olduğunu tahmin ettiniz sanırım: Sultan Abdülhamid. Ondan da bir “irade” koparıldı mı, iş tamamdır.

Başbakanlıktan Yıldız Sarayı’na yazılan ve iki harita eklenerek gönderilen tezkerede bu hususta Padişah hazretleri her ne emir ve ferman buyururlarsa onun hükümlerine göre hareket edileceği belirtilmekteydi. Takvimler, 9 Şubat 1887’yi gösteriyordu. Bu tarihten 3 ay sonra, 20 Nisan 1887 tarihli bir başka belgeden öğreniyoruz ki, saraydan bu konuda herhangi bir emir çıkmamıştır. Üünkü Sultan II. Abdülhamid, Nuh demiş, peygamber dememiştir. Bu yabancı şirketlere bor imtiyazını kaptırmamaya kararlıdır ve bu yüzden Babıali’nin kararını imzalamayıp savsaklamakta, tabir caizse buza yatırmaktadır.

Su uyur düşman uyumaz, derler. Şimdi İngiltere Büyükelçisi devrededir ve türlü üvgüler düzerek Abdülhamid’den yardım istemektedir. Ancak Osmanlı çıkarlarına aykırı olduğuna inandığı bu irade bir türlü çıkmaz. Üünkü Abdülhamid, bor madeni üzerinde oynanan oyunların farkında olacak kadar uyanık bir yüneticidir.

Nihayet Yıldız Sarayı’ndan beklenen karar, 1889 yılında yine aynı yerde başka bir bor madeninin imtiyazı için çıkar. Bilin bakalım kime? İngiliz veya İtalyan girişimcilere değil elbette. Aşağıda orijinalini verdiğimiz belgeye bakılırsa Abdülhamid, artık bor madeni imtiyazlarını yerli üreticilere, üzellikle de kendisine yakın olan paşalara vermeye başlamıştır. Bunun amacı da elbette bu değerli madenin kendisinin kontrol edebileceği insanların elinde durmasıdır. Zaten kapitülasyonlarla başı yeterince dertte olan devleti yeni bir sorun yumağına daha gümmemektir.

İşte Başbakanlık Arşivi’nde bulunan (Yıldız Prk. Bşk. Dos.16/ Güm. 53) o belgenin sadeleştirilmiş hali:

“Hüdavendigâr vilayetinde, Karesi sancağında, Fart nahiyesinde, İldiz ve Aziziye köyleri civarında, doğusunda Ilıca yolundaki Kapalıdere içinde Sulucek mezarlığı ve kuzeyinde Sulucek ince yolu boyunca Arnavud Ağılı ve Germe Kaya ve batısında Küplü deresindeki küprüye ve oradan da Sultanüayırı’ndan gelen caddede biri İldiz’a ve diğeri Hanson-Cove şirketine giden yoldan kesildikleri noktaya kadar ve güneyinde söz konusu noktadan adı geçen şirketin sınırı boyunca Kapalıdere’de sonlanan sınır dahilinde yaklaşık olarak 1500 dünüm arazide çıkacağı düşünülen borasit madeni imtiyazının usul ve nizamı dairesinde padişah hazretlerinin değerli yaverlerinden ve büyük mareşallerinden Fuad Paşa hazretlerine verilmesi onun verdiği dileküe üzerine çıkan padişahın irade-i seniyyesi gereğidir. 23 Ağustos 1889.”

119 yıl bile geümiş olsa Abdülhamid’den çıkıp uçak gövdesindeki bora dokunabilirsiniz.

(Son belge hariü, diğer bilgiler Hayri Mutluüağ’ın “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi”nin Ekim 1967 tarihli ilk sayısındaki yazısından yararlanılmıştır.)

Kaynak: Zaman Gazetesi

Vatan haini Ulu Hakan!


Şeyma Kısakürek Sönmezocak
Haber 7

Giriş: 15 Şubat 2013 09:322,847 OkunmaGüncelleme: 15 Şubat 2013 09:284 Yorum

Bitmeyen tartışmalar... Sonu gelmeyen polemikler… Kaynağı belli olmayan veya yazarının kim olduğu bilinmeyen iftiralar…

Geçen yazımda da yazdım. Bizim düşmana ihtiyacımız yok, biz aynadaki suretimize düşman olmuşuz, suretimiz güzel- çirkin diye kişilik bölünmesi yaşayıp buhran geçiriyoruz. Güzel diyen çirkinle savaşır, çirkin diyen güzelle savaşır. Güzeli kabul etmek yerine çirkinde ısrarcı olmak da neyin nesidir benim aklım almaz.
Gelelim bitmeyen ve bitmeyecek tartışma mevzuuna. Bitmeyecek çünkü, aynı Necip Fazıl örtülü ödenek davası gibi, kumarbaz olduğu sözleri gibi ara ara Ulu Hakan'ın da vatan haini olduğu iddiası dillenecek, tartışılacak, birileri aradan sıyrılıp mikrofonu alacak, konuşmalar yapılacak ve yine her zaman olduğu gibi boş beyinler uzaktan gelen piyano sesini kaynana zırıltısıyla karıştıracak ve aynı cehaletle tartışma kapanacak. Taa ki, yeni bir şahsiyetin ünlenme gayesine kadar … Ulu Hakan'ın sözünde olduğu gibi; “tarih değil, hatalar tekerrür ediyor!”
Abdülhamit Han hain değildir ama suçludur! 31 Mart vakasına temel hazırlayan Taşkışla İsyanı'nda, başlarında; tarihimizde ilk olarak paşalığa yükselen ilk dönme olan; Selanikli Remzi olan “Avcı Taburları” ve Hassa ordusu arasındaki hadisede Abdülhamit'in nüfuzunu kırarak tesirini azaltmak amacı güdülmüştür. Avcı taburları 31 Mart'ta Ayasofya Meydanı'nda yığılmış, ellerindeki silahları gökyüzüne sıkarak “Şeriat istiyoruz!” diye bağırmaktadırlar. 31 Mart vakasından doğan tepki alır başını yürür. Selanik'ten gelen telgraflar karşısında; “Rumeli'den kendi getirdikleri askerler kendi aleyhlerinde kıyam ettiler. Herifleri namazdan niyazdan mahrum eylediler. Tazyik ettiler, isyan ettirdiler, bizim ne kabahatimiz var?” buyrulur. Ulu Hakan ; maksatlarıni direkt ortaya koysaydı; yani hareketi doğrudan doğruya kendilerinin tertiplediğini, ve amaçlarının Kanun-İ Esasi'yi kaldırmak olduğunu ve bunu Hünkarın tahrikiyle yapmış göstereceklerini açıklayıp, bunu da bütün memlekete yaysaydı, İttihatçılarla karşı karşıya gelip hesaplaşsaydı iş büyümeyebilir, Ulu Hakan için de belki bugün hain miydi sözleri konuşulmazdı. Ama Ulu Hakan da böyle bir sertlik olmaması onun suçudur.
Taksim'deki kışlalarına açılan ateş altında Selanik hareketi muvaffak olur.
Halbu ki; Sela
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Ağu 21, 2013 8:59 pm    Mesaj konusu: Erdoğan Neden Abdülhamid Olamaz? Alıntıyla Cevap Gönder

Erdoğan Neden Abdülhamid Olamaz?
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
28/08/2013



Abdülhamid olmak için, olanı dağıtmak değil, dağılmakta olan vatanı bir arada tutmak gerekir;

Abdülhamid olmak için, önüne gelenin elini öpmek değil, daha 8 yaşındayken babası Abdülmecid'in İngiliz sefirinin elini öpmesi isteğine karşı koymak gerekir..

Sen böyle bir Abdülhamid ol, biz zindanlarında seve seve yatalım...


***************************

Recep Tayyip Erdoğan'ın,iktidarının son dönemlerinde kendisine bir "padişah" edası vermeye çalışması toplumun gözünden kaçmıyor.

Bakanları "vezirleri" , bürokrasiyi "mabeyini" gibi görmek; bir talimatıyla toplumun şekilleneceğini zannetmek..Öfke, belâgat ve celâdetin etkili bir yönetim tarzı olduğuna inanmak;

işi giderek adına vakfıyeler, ibadethaneler,mâbetler yaptırmaya kadar götürme girişimleri, böyle bir yönelimin açık örnekleri olarak dikkat çekiyor.

Özel hayatında ve yakın çevresi ile ilişkilerinde daha ne tür davranışlar sergilediğini ise bilmiyoruz. Gelen haberler ve kulaktan kulağa yayılan şayialar, iyi- kötü demokrasi görmüş bir toplumu irkiltecek nitelikte.

Böyle bir kişilik eğilimi, heveslisine "padişahlık" efekti kazandırır mı bilemiyoruz. Bildiğimiz, bu tuhaf davranışın şu anda kendisine tapınanlarda korku, tapınmayanlarda ise mizah duygusu yarattığı. İnsan, mizah dergilerine ne kadar sık konu olursa, padişahlık hayalinin o kadar suya düşmesi kaçınılmazdır..

Tayyip Erdoğan'a padişahlık şehveti nasıl zerkedildi?

Tarih okuduğunu ve kendisini oradaki şahsiyetlerle bütünleştirdiğini sanmıyoruz; daha doğrusu tarih filan okumadığını iyi biliyoruz. Ancak belli ki arka planda, Tayyip Bey'in padişahlık düşlerini besleyen,diri tutan etkiler var.

Bu etkilerden birisinin, kendisine vâdedilmiş olan "İslam âlemi liderliği" olduğu tahmin edilebilir. Büyük Ortadoğu Projesi, Tayyip Bey'in zannettiği gibi hakikât olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti vilayetlerden ve 'hinterland' dan müteşekkil federe bir Osmanlı mülkü; kendisi de hem bu mülkün hem de İslam aleminin sözüm ona yegâne lideri olacaktı!

Oysa Büyük Ortadoğu Projesi, ortadoğuyu paylaşma planının adıydı, sadece bir araçtı. "İslam alemi liderliği" gibi yaftalar ise bu plana tuzlukla koşanlara verilmiş içi boş rüşvetten başka bir şey değildi.

Tayyip Bey eğer tarih okusaydı, Osmanlı padişahlarının halifelik makamınını düvel-i muazama'nın planları içinde ve desteğiyle değil, aksine düvel-i muazzama'ya rağmen edindiklerini, dahası "düvel-i muazzama"nın bizzat Osmanlı'nın kendisi olduğunu bilirdi.

Halifelik, İmparatorluğun yıkılma döneminde bile II. Abdülhamid tarafından Batılı devletlere karşı güçlü bir koz olarak cansiperâne elde tutuldu. Osmanlı hazinesi tamtakırken, açlık çeken İstanbul halkı boş tencere ve tavalarla Yıldız Sarayı önünde nümayiş yaparken, Arap vilayetlerine yatırım yapmanın sebebi buydu.

Bu tarihi gerçeklerden habersiz olan Erdoğan, şimdi hayallerinin yıkılmasının öfkesini nereden çıkaracağını bilemiyor. Kendisine "İslam alemi liderliği" vâdedenlere karşı yürüttüğü yel değirmeni savaşınıı, kamuoyuna "Büyük devletlere kafa tutan, onurlu lider" diye yutturmaya çalışıyor.

Tekrar göze girme fırsatı çıktığında ise- Suriye'ye müdahale ihtimalinin belirmesi gibi- kafa tutan lider tiplemesini anında terkedip, "Biz de varız" diyerek koşturuyor.

Tayyip Erdoğan tarih okumuyor ama belli ki tarihi yanlış okuyan birileri, bu muhteris bünyeden epeyce post çıkarmak istiyor.

Mısır ve Suriye üzerinden kendisine "halifelik" rüyası gördürüyorlar. Zihninin arkasında bir "imparatorluk toprağı" illüzyonu yaratıp, davayı bu kadar aşırılıkla sahiplenmesini sağlıyorlar.

Oysa tekrar söyleyelim ki Sultan Abdülhamid halifelik makamını, bu postu Mekke'ye aldırmak isteyen İngilizlere karşı dahiyane siyasi taktiklerle ayakta tutmuştu. Balkan yenilgisinden sonra İmparatorluğun merkezini Arap vilayetlerine kaydırmak istemiş, bu yolda halifeliği de, İslam kültürünü de, cemaat ve tarikatları da, dini eğitimi de devletin bekası için bir araç olarak kullanmıştı.

Dolayısıyla, Tayyip Erdoğan'ın ipleri batı istihbaratlarının elinde olan halifelik rüyası ile Osmanlı padişahlarının gerçek halifeliği arasında hiç bir tarihi, siyasi, ahlaki bağlantı yoktur.

Buraya şuradan gelmiştik: Birileri, tarih bilgisi olmayan fakat imparatorluk hırsları olan Tayyip Erdoğan'ın egosu üzerinden emperyal planlarını yıllarca yürüttü. Tayyip Bey'in arıza yaptığı tek nokta, kendisine verilen sözlerin tutulmayacağını hissettiği noktadır.

Bunu hissettiğinde tehditkâr bir havaya bürünüyor, esip gürlemeye; Türklerin, Kürtlerin ve İslam aleminin kudretli lideri pozları kesmeye başlıyor.

Peki kendisine bu misyonları ve düşleri aşılayanlar,bu numaralardan etkileniyorlar mı? Asla!

Şimdi de Türkiye'nin AB ile bağları tarihte hiç olmadığı kadar kopmuşken, Arap coğrafyası bu derece karışmışken, Tayyip Bey'in tanımadığı, okumadığı, siyasetine vakıf olmadığı bir Abdülhamid karakterine, -daha doğrusu Abdülhamid karikatürüne- bürünmeye çalıştığını görüyoruz.

Güya Mısır vilayetini savunuyor...Güya Suriye vilayetinin başına musallat olan zalim şeyhe savaş açarak buradaki tebasını kolluyor, güya "Ey Birleşmiş Milletler" diyerek düvel-i muazzama'ya kafa tutuyor!

Düvel-i muazzama, Suriye'ye müdahale kararı alınca da, daha dün "Ortadoğunun kanını ve petrolünü içtiler" dediğine bakmadan, heyecanla "Biz de varız!" diye atılıyor..

Birileri belli ki, Rumeli eyaletlerini birer birer kaybeden Osmanlı'nın yüzünü Arap coğrafyasına dönmek zorunda kaldığı tarihi dönemlerle; Avrupa Birliği ile ipleri koparan Tayyip Bey idaresinin umudu Mısır'a ve Ortadoğu'da çıkacak bir karışıklıktan post kapmaya bağlamasını mukayese edip, "tarihin tekerrürü" olarak göstermeye çalışıyor..

Ortaya gerçek bir Abdülhamid çıkamayacağı için de tarih sahnesine karikatürünü sürüyorlar..

Tayyip Erdoğan'ı sözümona "Abdülhamidleştirme" planı alttan alta sinsi bir biçimde örülüyor. Tarihimizin en zeki, en stratejik ve taktiksel düşünen, en kurt ve de en tartışmalı imparatoruna hiç olmadık bir vücutta yeniden hayat verilmek isteniyor...

Bunun kamuoyununun gözünden kaçan küçük işaretleri var. Örneğin, Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Hasan Doğan, geçen gün "27 Ağustos1908 yılı bugun Abdulhamid Han'ın çılgın projesi, Hicaz Demiryolu hizmete girdi. Hızlı demiryolu da bizlere nasip olur inşaallah" şeklinde bir tweet attı. (Türkiye Cumhuriyet Başbakanlığı Özel Kalem Müdürü'nün tweetlerini genellikle Arapça attığına dikkat çekelim)

Bu tweet'e takipçilerinden "Devletin hasta adam olmadığı imajı vermesi açısından da çok önemlidir..Hicaz demiryolu hızlı tren hattı, kutsal topraklara anadoluyu bir daha kopmamalı üzere birbirine bağlar" şeklinde mukabelede bulunanlar oldu...

Hicaz demiryolu, bu yazının kapsamını çok aşacak bir konudur ancak, Kalem-i Mahsusa'nın tweet'i akıllardan geçen "çılgın projeleri" göstermesi bakımından ilginçtir.

Şimdilik şunu söyleyelim; Hicaz demiryolu inşa etmek kim, siz kim? Sultan Hamid, Hicaz demiryolunu inşa ederken, Basra'dan Hindistan'a kadar olan bir hat üzerinde imparatorluğun egemenliğini korumaya çalışıyordu, hem de devletin en güçsüz düştüğü şartlarda! Daha da önemlisi, bunu imparatorluğun kendi toprakları üzerinde, halifelik postuna sığınarak ve de İngilizlere karşı yapıyordu..

Siz Washington'dan izin alacaksınız da, NATO'dan onay çıkacak da, Bağdat'taki ABD'li garnizon kumandanı başınıza çuval geçirmeyecek de..Hicaz Demiryolu inşâ edeceksiniz öyle mi?

Burnunuzun dibinde işgal edilen Irak'a terörist kovalamak için bile giremediniz; şimdi de Barzani'nin özel izniyle giriş çıkış yapıyorsunuz..Kaldı ki size binlerce kilometre demiryolu inşâ ettirecekler, öyle mi?

Tayyip Bey'i "Abdülhamidleştirme" projesi kapsamında, ileride heybeden çıkarılabilecek bir diğer turp da Ayasofya'nın ibadete açılması, daha doğrusu ortalığa böyle bir tehdidin savrulması olabilir.

Bunu da nereden anladık? Hatırlayın, Gezi Parkı olaylarının ilk günlerinde, Tayyip Bey yaptığı mitinglerden birinde, kalabalıktan "Ayasofya cami olsun" diye seslenilmesi üzerine, "Merak etmeyin o da olacak" demişti..

Yapabileceğinden değil, böyle bir konu üzerinde spekülasyon yaparak siyasi prim elde edecek. Ayasofya, cami yapılacaktı da 11 yıl niye beklendi?

İşin kötüsü, böyle tehlikeli ve kafa karıştırıcı gündem maddeleri karşısında Atatürkçü, laik,solcu vs. kesimin tuzağa düşme riski yüksektir. Ayasofya'nın cami yapılması veya Hızlı Hicaz Demiryolu salvosuna, eldeki ilk "ilerici" ezberlerle tepki gösterilecek, Erdoğan "gericilikle" suçlanacak, "Araplara hizmet ediyor" klişesi altında ekmeğine yağ sürülecektir.

Oysa gerçek Kemalistlerin, "Yapmazsan namertsin" demesi ve seccadeyi alıp Tayyip Bey ve avanesinden önce Ayasofya'da namaza dikilmesi lazımdır..

Emperyalist devletlere rağmen, Hicaz Demiryolu inşa edecek olan da Kemalistler tarafından alnından öpülmelidir..

Ama yapamaz, yapmaz; kimse merak etmesin. Sadece ortalığa hafif esanslı kokular yayıp, bundan siyasi rant elde etmeye çalışıyor..

Bu konuların daha çok su kaldıracağı kesin.

Muhteşem Yüzyıl dizisinin terzileri, Tayyip Bey'e evde ayna karşısında giymesi için istedikleri kadar Abdülhamid kıyafeti dikebilirler..

Abdülhamid olmak için, verilen her hediyeyi yutmak değil kimisini kabul etmeyecek, kimisini de devletin envanterine kaydettirecek bir ahlâka sahip olmak gerekir;

Abdülhamid olmak için, şehzadelerin gemicik sahibi olmaması, büyük şirketlere ortak yapılmaması, damatların medya şirketlerinin başına getirilmemesi gerekir;

Abdülhamid olmak için az konuşmak, saygınlığını korumak; çene düşmesi hastalığına tutulmamak gerekir;

Yılda 120 kez dış devletlere yüz sürme hevesine kapılmamak, yerinde oturmayı bilmek gerekir;

Abdülhamid olmak için İslamı da, halifeliği de, Arapça eğitimi de "amaç" değil, devletin bekası için "araç" olarak görmek gerekir.

Abdülhamid olmak için yedi cihanla satranç oynayacak zekâya, kılıç gibi taktik ve stratejiye, mangal gibi kompleksizliğe sahip olmak gerekir...

Ve de en önemlisi, Abdülhamid olmak için düvel-i muazzama'nın ortadoğu bayisi değil, tam tersine düvel-i muazzama'ya rağmen ayakta durabilen devlet adamı olmak gerekir.

Sen böyle bir Abdülhamid ol, biz zindanlarında seve seve yatalım...

Fatma Sibel Yüksek-www.acikistihbarat.com
twitter.com/fasibel

Japon İmparotoru Meiji'den Osmanlı Sultanı II.Abdülhamid Hân'a Dostluk Mektubu
10 Mayıs 1888

Şevketli, kudretli dostum, yüce ve muhteşem muhibbim Sultan Abdülhamid Hân Hazretleri;

Azim mülkünüze giden tebaamızın daima hoş bir kabul gördü
ğünü ve özellikle sevgili Prens Komatsu Akihito ve eşi prenses hanımefendinin sizin katınızda gayet güzel bir kabule mazhar olduklarını haber alınca pek memnun ve mesrur oldum. Dolayısıyla samimi ve büyük dostluğumuzun eser ve delilini siz padişah hazretlerine ibraz etmek arzusundayım. Bu manada büyük “Krizantem” nişanımızı zatınıza hediye ediyor ve mektupla birlikte gönderilen mezkûr nişanı lütfen kabul buyurmanızı rica ediyorum.

Yine bu vesileden istifadeyle azim hürmet ve değişmez muhabbetimin teminatını beyan ederim.

Mutsuhito
Tokyo Sarayı

Kaynak: https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI

Ulu Hakan Sultan 2. Abdülhamid Han’ın Bilinmeyen İcraatları

İlk defa elektriği, gazı getiren, ilk modern eczanemizi açtıran,

İlk otomobili getiren, 5000 km kara yolunu yaptırtan,

Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptıran, atlı ve elektrikli tramvaylar kuran,

Kudüs-Yafa, Ankara-İstanbul ve Hicaz demir yollarını yaptıran (Haydarpaşa Tren İstasyonunu da tabi),

İstanbul’un binlerce fotoğrafını çektiren,

Arkeoloji müzeciliğini başlatan,

Chicago’daki turizm fuarına ülkemizi ilk kez sokan,

Kuduz aşısının bulunmasından sonra Ülkemizin ilk Kuduz Hastanesini (İst. Darü’l-Kelb Tedavihanesi) açtıran,

Polisiye romanların ülkemize girişini sağlayan, (14 yıl içinde basılan 4000 kitaptan sadece 200 kadarı dinle ilgili idi.)

Okullara (Hıristiyan okulları dahil) gönderdiği emirde Türkçe’nin iyi öğretilmesini isteyen,

Azerbaycan okullarında Türkçe yasağını kaldıran,

Paris’te İslam Külliyesi kuran,

Teselya savaşı sürerken saraylı hanımlara askerler için çamaşır diktiren de, hastaneleri ziyaret edip hastaların ihtiyaçlarını soran da, sarayın bahçesinde bile hastalara hizmet ettirten de,

Midilli adasını eşi Fatma Pesend Hanım’ın şahsi mülkünden ısrarla verdiği para ile Fransızlardan geri alanda O,

Israrla yerli kumaş giyen, Hereke bez fabrikası ve Feshaneyi kuran,

Ziraat Bankasını kuran, Ticaret, Sanayi ve Ziraat Odalarını açtıran,

Yıldız Çini fabrikasını, Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını,

Toplu sünnet merasimleri yaptırıp her bir çocuğa çeyrek altın gönderen bu yüzden yaz aylarında toplu sünnetleri moda eden,

Mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap gönderen,

Yoksul halkına kendi cebinden ödeyerek kömür dağıtan,

Ermeni Onnik’in mektubu üzerine kendi parasından takma bacak yaptırtan,

Biriktirdiği parasından bir kısmını her sene borç yüzünden hapse düşenleri kurtarmaya tahsis eden,

Modern matbaa makinelerini Türkiye ye getirten,ücretsiz kitap dağıttıran, 6 bin kitabın çevrilmesini sağlayan,

Beyazıt kütüphanesini kurup 30 bin kitap bağışlayan (10 bini el yazmasıdır),

Yabancı bilim adamı ve yazarlara Nişanlar veren,
Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektiren,

Bizim Hekimbaşı çöplüğü dediğimiz yerde gül yetiştiriciliği yaptıran da (Isparta’daki gül yetiştiriciliği de O’nun öncülüğünde başlamıştır),

Türkiye’nin bir çok yerinde saat kuleleri yaptıranda O dur! (İzmir, Dolmabahçe..),

Hindistan, Cava, Afganistan, Çin, Malezya, Endonezya, Açe, Zengibar, Orta Asya ve Japonya ya elçiler ve din adamları gönderen,

Latin Amerika ülkeleri ile diplomasiyi başlatan,

Yalova Termal kaplıcalarını kurduran, Terkos’un sularını İstanbul’a taşıtan, Bursa’nın bir köyünde bile çeşme yaptırabilen O dur. (Sadece İstanbul’a 40 çeşme yaptırmıştır),

Sarayında yaptırdığı tiyatroda oyunlar ve opera izleyen,
Sarayda müzik okulu kurduran, çocuklarına piyano çaldırtan, hatta sarayda kızlar bandosu oluşturan,

Kendi elleri ile yaptığı marangozluk eşyalarını hediye etmeyi seven,

Kendisine yapılan bombalı suikast de 26 kişinin ölmesine, 58 kişinin yaralanmasına rağmen Ermeni katili affedip Avrupa da hafiyelik yapmaya gönderen de O dur.

Doğu Türkistan’a gönderdiği askeri yardım ile Çinlilere karşı onları örgütleyen, Çinin göbeği Pekinde Hamidiye Üniversitesini kurdurtan da,

Beş vakit namazını aksatmadan kılan, hiçbir evrakı abdestsiz imzalamayan (hatta yere bile basmayan [yatağının dibinde teyemmüm tuğlası bulunduruyordu]),
Yeni gemiler alan, toplar (çanakkale savaşımızdaki çoğu top), tüfekler getirten de,

Telefonu Avrupa’dan 5 yıl sonra ülkemize getiren de O dur,
Kiliselere, sinagoglara yardım eden (hatta Vatikan da kilise yapılmasına bile yardım eden),

Peygamberimize, dinimize veya Osmanlıya hakaret içeren oyunları kaldırtan (Fransa-İngiltere-Roma-ABD) (Bir piyes için bile Alman İmparatorunu devreye sokmuştur),

ABD’nin Erzurum’da konsolosluk açmasını reddeden,

İzmir limanına izinsiz giremeye kalkan ABD savaş gemisini top ateşine tutturan,

İstanbul boğazı için iki köprü projesi çizdiren (bir tanesi tam bu günkü Fatih S.M.köprüsünün bulunduğu mevkidedir),

Darülaceze yaptırıp içine sinagog, kilise ve cami koyduran,

Çocuk hastanesi (Şişli Etfal Hastanesi) açtıran,

Kendisine “Allah’ın belası”diyen Namık Kemal’i Rodos ve Sakız adası valiliklerine atayan, parasını cebinden ödediği yerde kabir yaptırtan,

Posta ve Telgraf teşkilatını kurduran (Sirkeci Büyük Postane binası)…

Abdülhamit ve Abdülmecid (dünyanın ilk torpido atan denizaltısı) adında denizaltılarımızı Taşkızak tersanesinde yaptırtan da (üstelik kendi cebinden), O...

İlkokulu zorunlu tutan (kız ve erkeklere), İlk kız okullarını açtıran, 15 tane okulda karma eğitime ilk defa gecen,

Öğretmen yetiştirmek için okullar yaptıran (32 tane) (ör. şimdiki adı ile Bursa Çelebi Mehmet okulu), Kız Öğretmen Okullu açan (Daarül Malumat),

Cami yaptırdığı her köyde birde ilkokul yaptıran (Mesela sadece Sivas’taki ilkokul sayısı 1637), okuma yazma oranının 5 kat arttıran, (1900 yılında ilkokul sayısı 29.130’u bulmuştu. Sadece Anadolu da 14 bin ilkokul vardı)

Orta okul (Rüşdiye) sayısı 619 çıktı, Fransızca dersleri konuldu,

Lise eğitimi için İdadiler açan (109 tane), (İstanbul Erkek-Kabataş Lisesi)
İstanbul’da Darülfünün (Üniversite) açan,

Dünyanın ilk Dişçilik okulunu kuran,
Ayrıca Deniz Mühendis Okulu,

Askeri Tıp Okulu (GATA’nın atası),

Kuleli Askeri okulu,

Mekteb-i Harbiyeler (Harp Okulları yani),

Askeri Baytar Okulu,

Kurmay Okulu,

Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi),

Mekteb-i Tıbbıye-i (Marmara Ünv. Tıp Fakültesi),
Mekteb-i Hukuk,

Ziraat ve Baytar Mektebi,

Hendese-i Mülkiye (Yüksek Mühendis Okulu),

Daarül Muallim-i Adliye (Yüksek Adalet Okulu),

Maliye-i Mekteb-i Ali (Yüksek Ticaret Okulu),

Ticaret-i Bahriye (Deniz Ticaret Okulu),

Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Fakültesi),

Hamidiye Ticaret Mektebi (İktisadi ve Ticari ilimler akademisi),

Aşiret Mektebi (Osmanlılık fikrini yaymak için),

Bursa’da İpekböçekçiliği okulu,

Dilsiz ve Âmâ Okulu,

Bağcılık ve Aşıcılık Okulu,

Orman ve Madencilik Okulu,

Polis Okulu onun tarafından kurulmuştur.

Unutmadan bi de Ankara’da ÇOBAN OKULU var.

Dünyanın ilk Deniz altısı, onun talimatıyla üretildi.

Kaynak: https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI

Efsane Sultan'ın Vefatı
Murat DUMAN
Şubat 2011

Osmanlı padişahları arasında "siyaseti ve icraatları" ile hâlâ gündemdeki yerini koruyan Sultan 2. Abdülhamid'in 21 Eylül 1842'de başlayan hayatı, 10 Şubat 1918'de sona erdi. Devlet erkânı ve İstanbul halkının iştirakiyle toprağa verilen padişahın son günleri ve cenaze merasimi, üzerinde durulması gereken hâdiselerdir.

Tam 33 yıl (1876–1909) Devlet-i Âliye'yi idare ettikten sonra 31 Mart Vak'ası ile tahttan indirilen ve İttihatçılar tarafından Selanik'e sürülen 2. Abdülhamid, Balkan Harbi'nin patlak vermesi üzerine İstanbul'a geri getirildi. Hâkân-ı Sâbık, beş yıl boyunca Beylerbeyi Sarayı'nda sıkı gözetim altında yaşadı. Cihan Harbi'nde (1914–1918) cephelerden gelen acı haberler karşısında çok üzülen yaşlı hünkâr, her yanı tarih kokan ama merkezî ısıtma sistemine ve diğer saraylardaki gibi ihtişamlı şöminelere sahip olmayan Beylerbeyi Sarayı'nda, mangal ateşiyle ısıtılan bir odada ölümü karşılamak zorunda bırakılmıştı.

5 Şubat 1918'de şiddetli soğuk algınlığı sebebiyle rahatsızlanan 2. Abdülhamid, saray doktoru Hüseyin Âtıf Bey'in verdiği ilâçları kullanınca akşama doğru iyileşir gibi oldu; hattâ giyindi ve biraz dolaştı. Akşam yemeğinde âdeti olduğu üzere ailesiyle birlikte sofraya oturdu. İştahsızlıktan söz ederek bir köfte, bir iki kaşık kabak, bir adet de pirinç unu tatlısı yiyen 2. Abdülhamid, yemekten sonra göğsünde bir sancı hissetmeye başlayınca Müşfika Hanım derhal doktor getirtmek istedi; ama Âtıf Bey o sabah müsaade alarak evine gitmişti. Kardeşi Vahdettin Efendi'nin hususî doktoru Aleksiyadis Efendi Beylerbeyi'nde oturuyordu. Hemen Muhafız Kumandanı Rasim Bey ona haber gönderdi. Abdülhamid'i muayene eden doktorun teşhisi "zatürree" başlangıcıydı. Hâkân-ı Sâbık'ın üşüme nöbetlerinin ardı arkası kesilmiyordu. Bu arada Sultan Reşad ve Enver Paşa'ya vaziyet bildirildi. Sonunda Âtıf Bey saraya geldi. O da muayene neticesinde aynı kanaate varınca Abdülhamid, bir de meşhur doktorlardan Neşet Ömer Bey'e kontrol ettirildi. Durumu iyi değildi, sabaha kadar sarayda kimsenin gözüne uyku girmedi.

Doktorların tavsiye ettiği ilâçları kullanmasına rağmen, Abdülhamid'in hastalığı ağırlaşıyor ve bir iyileşme belirtisi görülmüyordu. Sabahları banyo yapmaması tavsiye edilen Abdülhamid, ihtimal vefat edeceğini hissetmiş olmalı ki, "Banyo benim medar-ı hayatımdır, beni kimse bundan men edemez, beni banyodan mahrum ederseniz hakkımı helâl etmem." diyerek bu tavsiyeyi dinlemedi. Vefat ettiği günün sabahında da banyosunu yaptı.

Hayatının son yirmi yılında dâima yanında bulunan Müşfika Hanım, banyodan sonra çamaşırlarını giydirdi yaşlı çınarın. Fakat bir şey dikkatini çekti. Abdülhamid'in sırtı fevkalâde terliyordu. Müşfika Hanım endişe içerisinde, "Aman efendiciğim çok terliyorsunuz." deyince Abdülhamid'in dudaklarından, "Kadın, bu ecel teridir." sözleri döküldü. Bu ifadeler karşısında Müşfika Hanım irkildi. Daha sonra Abdülhamid oturduğu yerde sabah namazını edâ etti ve sütünü istedi. Âdeti üzere yarım bardak maden suyuna karıştırılmış sütünü içtikten sonra, "Hamdolsun Yarabbi! Daha iyiyim." deyip Müşfika Hanım'ın yardımıyla yatak odasına girdi ve yavaşça yatağına uzandı. O dakikalarda Sultan Reşad'ın, Selâm-ı Şâhâne ile Dolmabahçe'den gönderdiği doktorlar geldi. Muayene esnasında Şehzade Âbid Efendi'nin mahzun bir hâlde karşısında durduğunu gören Abdülhamid, "Ağlama oğlum. İyiyim, üzülme." diyerek onu teskin etti. Biraz rahat nefes alabilmek için doktorlardan kan almalarını istedi. Doktorların, rahat etmesi için morfin yapma tekliflerini ise reddetti.

Heyet odadan çıktıktan sonra içeride kalan Rasim Bey, Abdülhamid'in yanına gelerek elini öptü ve "Hâkânım hakkını helâl et!" dedi. Abdülhamid, Selanik sürgününden bu yana yanında bulunan muhafız kumandanının yüzüne hayretle baktı, bir cevap vermedi. Sonradan içeriye giren Saliha Hanım'a gülümseyerek, "Rasim Bey bizden ümidi kesmiş olacak ki, elimi öptü, benden helâllik istedi." dedi. Gözleri dolmuş bir hâlde ah çekerek, "Bütün hizmetime bir kara çarşaf çektiler. Benim kimseden talep edecek hakkım yok." diye ilâve etti. Müşfika Hanım bu sırada, "Efendiciğim! Bundan büyük hastalıklar geçirdiniz. İnşallah yine iyi olursunuz. Hakkınızı da elbet Allah alır." cevabını verdi.

Doktorlardan durumun ciddiyetini haber alan Sultan Reşad, ağabeyinin en büyük oğlu Şehzade Selim Efendi'ye haber yollayarak, kardeşleriyle birlikte hemen Beylerbeyi'ne gitmesini istedi. Öğleye doğru Selim Efendi ve Ahmed Efendi saraya geldi. Haberi getiren Dilberyâl Kalfa'ya, şehzadelerin biraz beklemesini söyleyen Abdülhamid, sulu bir kahve istedi. Müşfika Hanım'ın koluna dayanarak oturan Abdülhamid, Şöhreddin Ağa'nın getirdiği kahveyi eline aldı ve bu sırada gözlerini odada bulunanların üzerinde gezdirerek âdeta onlarla vedalaştı. Vefakâr eşi Müşfika Hanım'ın avucunu öperek, "Allah senden razı olsun." dedi. Sonra Saliha Hanım'ın elini tutarak, "Hakkını helâl et." deyip onunla da vedalaştı. Kahveden bir yudum içti; ama ikinci yudumu içemeden kahve Müşfika Hanım'ın avucuna döküldü ve yüksek sesle "Allah!" diyen Abdülhamid'in başı Müşfika Hanım'ın koluna düştü. Odadan yükselen "Efendimiz bayıldı, doktor yetişsin!" sesleri üzerine Âtıf Bey koşarak geldi. Bu sırada Şehzade Âbid Efendi de doktorla birlikte içeriye girdi.

Sultan Abdülhamid'in râhmet-i Rahmân'a kavuştuğunu anlayan Âtıf Bey, bu acı hakikati odadakilere söylemedi. Kolları arasında Abdülhamid'i tutan Müşfika Hanım bir türlü kendisini bırakmak istemiyordu. Âtıf Bey, "Bana bırakınız. Baygındır. Lâzım gelen tedaviyi yapacağım. Siz hemen çıkınız." deyip Müşfika Hanım ile Şehzade Âbid Efendi'yi odadan çıkardı. Onlar dışarı çıktıktan sonra, hâlâ odada bulunan Dilberyâl Kalfa'ya, "Ne duruyorsunuz? Bir tülbent getiriniz de çenesini bağlayalım." deyince, kapıda bir şey anlamadan duran sadık bendegân Kahvecibaşı Şöhreddin Ağa'nın feryadıyla Abdülhamid'in ölüm haberi sarayda yankılanmaya başladı. Şehzade Âbid Efendi, "İnanmam. Babam şimdi yatağında oturuyordu." diyerek ağlıyordu. Diğer şehzadelerin de gözlerinden yaşlar akıyordu. Ölüm haberi alan muhafız zabitler, içeri girerek son ta'zim vazifelerini yaptılar ve kadınları dışarı çıkararak ikişer ikişer nöbet tutmaya başladılar. Zâbitlerden Zekeriya Efendi de cenazenin başında Kur'ân okumaya başladı.

Efsane Sultan'ın ölümü duyulunca Beylerbeyi Sarayı taziyeye gelenlerle dolmaya başladı. Hânedândan çokları geceyi sarayda geçirdi ve sabaha kadar Abdülhamid'in ruhu için dualar edildi, Kur'ân-ı Kerîm okundu. Zatürreeye yakalandıktan sonra vefat eden Osmanlı padişahlarından üçünün, yani Sultan 2. Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülhamid'in "baba, oğul ve torun" olmaları mânidâr bir tevafuktu...

Sultan Reşad, ağabeyinin Sultan 2. Mahmud Türbesi'ne defnedilmesi ve bilfiil makam-ı saltanatta bulunan padişahların cenazelerinde yapılan merasimin aynen yapılmasını irâde etti. Padişahın bu emri, icabedenlere tebliğ edildi. Aile içinden bazı kimseler, Abdülhamid'in, Fatih Sultan Mehmed'in türbesine defni için ısrar ettilerse de Enver Paşa, "Fatih'in türbesine hiç kimsenin defni câiz olamayacağından bahisle" muvafakat göstermedi.

76 yaşında hayata gözlerini kapayan Sultan Abdülhamid'in cenazesi, 11 Şubat 1918 Pazartesi günü Beylerbeyi Sarayı'ndan Topkapı Sarayı'na getirilmeden evvel, ailesi ve yakınları tekrar odasına girip son hürmeti ve vedâı yaptılar. Cenaze zâbitler tarafından taşınırken, askerler de sarayın bahçesinde selâma durdular. Cenazenin çıkarılmasının ardından muhafız komutanı tarafından oda mühürlendi.

Bir Osmanlı padişahı vefât edince, âdet olduğu üzere cenazesi, dört asır devletin idare edildiği Topkapı Sarayı'na getiriliyordu. Sarayın en mahrem bölgesi kabul edilen üçüncü avludaki Mukaddes Emanetler Dairesi'nde, altın bir sandıkta atlas örtüler içinde Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) mübarek hırkası muhafaza ediliyordu. Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Asr-ı Saadet'ten mübarek hatıralar taşıyan bu daire, hayatın ötelere endekslendiği mübarek bir mekândı. Hemen arkasında yer alan çeşme ise, tarihimizin ayrı bir ibret vesikasıydı. Vefât eden padişahlar, "hayat-ölüm çeşmesi" denen bu çeşmenin başında gaslediliyorlardı.

Sultan Abdülhamid'in cenazesi muhafızlar, Enderûn-ı Hümâyûn ağaları ve saray erkânı nezaretinde Hırka-i Saadet'in yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı kapandıktan sonra daire erkânından başkası içeriye giremedi ve Enderûn ağaları nezaretinde cenaze burada yıkandı. Sultanın vücudunda uzun bir hastalığın zaafı, teninin renginde ölüm sarılığı yoktu. Saçı ve sakalı ağarmış; gözleri kapanmış, çukura batmıştı.

Yıkandıktan sonra sarı ipek işlemeli havlularla kurulanan naaş, kefenlenip hürmetle tabuta konuldu. Abdülhamid, hayatının son dakikalarına kadar şuurunu kaybetmemişti. O ânlardaki vasiyeti de harfiyen yerine getirildi. Göğsüne ahidnâme duası, yüzüne Hırka-î Saâdet destimali, tabutun üzerine de siyah Kâbe örtüsü örtüldü.

İçeride bunlar olurken Hırka-i Saâdet'in önündeki kalabalık, her geçen dakika artıyordu. Veliahd Vahdettin Efendi, şehzâdeler ve ulemâ, Enderun avlusunda yerlerini almışlardı. Yabancı elçiler, bu muazzam daireyi merak içinde seyrediyorlardı. Kış mevsimi olmasına rağmen hava güneşliydi. Şubat güneşi altında nişan ve sırma üniforma parıltısından başka bir şey görünmüyordu.

Sonra birdenbire Hırka-i Saâdet'in kapısı açıldı ve Enderûn avlusunda bütün nazarlar oraya çevrildi. Herkes heyecan içinde cenazeyi görmek istiyordu. Nihayet, elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, kırmızı atlaslarla tezyin edilen tabut, parmaklar üzerinde dışarı çıkarıldı ve dairenin hemen önünde bulunan "kaide" üzerine konuldu. Yıldız Camiî'nin vaizi etrafına bakıp, "Merhumu nasıl bilirdiniz?" diye sorunca, avludaki servilerin arasına dağılmış kalabalıktan hazin bir ses tonuyla "İyi biliriz..." cevabı yükseldi. Fatiha okunmasıyla bu merasim de son buldu ve tabut bir defa daha omuzlara alındı. Şâzelî Dergâhı şeyhlerinin okudukları Kelime-i Tevhidler, tekbirler ve na'tlar arasında Bâb-üs Saâde önüne getirildi. Cenaze namazı burada Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi'nin imameti ile kalabalık bir cemaatle edâ edildi. Bilâhare, padişahlara mahsus büyük bir askerî merasimle Topkapı Sarayı'nın ana giriş kapısı Bâb-ı Hümâyûn'dan çıkarılan cenaze, Divanyolu'ndaki türbeye doğru götürülmeye başlandı.

Ayasofya önünden türbeye kadar cadde üzerinde iki sıra asker dizilmişti. Fevkalâde ihtişamlı bir surette yapılan merasimde şehzâdeler, damatlar, yabancı elçiler, askerî ataşeler, dinî, idarî ve askerî erkân, üniformalarıyla tabutun arkasında ilerliyorlardı. Abdülhamid'in oğulları, muazzam kalabalıkta metanetlerini korumaya çalışıyordu.

Halktan da on binlerce insan cenazeye iştirak etti. Koca Sultan, son istirahatgâhına doğru uğurlanırken derin bir teessür içinde bulunan İstanbullular sokaklara döküldü. O gün Osmanlı payitahtı, tarihinin en heyecanlı ve en hareketli günlerinden birini yaşadı. Pencerelerden sarkan kadınlar, "Bizi doyuran padişahım, bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" diye ağlıyorlardı. Tahtan indirilişinin üzerinden geçen zamana rağmen halk, Abdülhamid'i unutmamış, hak ettiği vefayı esirgememiş; Divanyolu Caddesi'ne çıkan sokaklar dua eden ve hüsn-ü şehâdette bulunan insanlarla dolmuştu.

Sonunda Sultan Abdülhamid'in cenazesi dualar, tekbirler eşliğinde dedesi Sultan 2. Mahmud için inşâ edilen ve amcası Sultan Abdülaziz'in de medfun bulunduğu türbeye "Allah! Allah!" nidalarıyla getirildi ve hürmetle kabre indirilip defnedildi. Böylece Osmanlı tarihinin en muhteşem padişahlarından birisi daha fâni âlemden bâkî âleme göç etmişti.

Kaynaklar
- Ali Fethi Okyar, "Üç Devirde Bir Adam" (Hatırat), İstanbul, 1980.
- Aydın Talay, "Eserleri ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid", Risale Yayınları, İstanbul, 1991.
- Ayşe Osmanoğlu, "Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)", Selçuk Yayınları, Ankara, 1986.
- II. Abdülhamid ve Dönemi Sempozyum Bildirileri", Seha Neşriyat, İstanbul, 1992.
- Halûk Y. Şehsuvaroğlu, "Sultan İkinci Abdülhamid", Resimli Tarih Mecmuası Koleksiyonu.
- Reşad Ekrem Koçu, "Osmanlı Padişahları", İstanbul, 1981.
- Şadiye Osmanoğlu, "Babam Abdülhamid, Saray ve Sürgün Yılları" Timaş Yayınları, İstanbul, 2009.
- Ziya Nur Aksun, "Osmanlı Tarihi", Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1994.

Kaynak: Sızıntı

İstihbarat-ı Meczubiye

Sultan II.Abdülhamid'in 33 yıllık döneminde Osmanlı'da ilk organize istihbarat teşkilatı olan Yıldız İstihbarat Teşkilatı'nı kurmuş ve buna bağlı bir alt birim olarak yapısına İstihbarat-ı Meczubiye'yi oluşturmuştur.Şimdiye kadar hiç bilinmeyen bu yapılanma, halk arasında meczup diye tabir edilen, garip kılık-kıyafetli,bugün sayıları azalsa da 20 sene öncesine kadar her sokakta en az 1 tane bulunan,dünyadan elini eteğini çekmiş,ehemmiyet verilmeyişlerinden ötürü o devirde istibaratsal anlamda büyük avantaj elde etmelerine sebep olmuştu.

Bu birimin işleyişi ise şöyleydi;Sokakta bir istihbaratı alan ‘Meczubi Melamiye İstihbarat Dervişi’, akşam ezanında,belirli camilerde toplanırlardı bunların en bilineni şuan Fatih'te bulunan Bizans manastırından dönme Molla Fenari İsa Camii'ydi.Orada da usulünce, ‘Semt Başı Dervişe’ aldıkları istihbaratı verirler.

Semt Başı Derviş ise aldığı istihbaratı yatsı namazından sonra Şehir Başına Derviş'e verirdi. Şehir Başı aldığı bu istihbaratları belirlenen bir vakitte bizzat Sultan II. Abdülhamid'e iletirdi. Hatta dönemin resmi gazetelerinden birinde bu kişiler hakkında şöyle bir yazı bu fotoğrafla beraber yayınlanmıştı; ''İstanbul'da acayip kılık kıyafettleri olan,kimler olduğu ve nasıl türediği bilinmeyen bu sefilane kişilere her sokak başında tesadüf edilebilir.''

Kaynak: https://www.facebook.com/kilicseyfullahmustafa

ABDÜLHAMİD’İN GÜNAHI, DEVLETİN YIKILMASINI 32 YIL ENGELLEMEK Mİ?
Halit Kakınç

Kim kimin etkisi altında ve II. Abdülhamid’e nasıl bakıyor, umurumda bile değil… Fakat neden uçurumdaki zirve?.. İleride daha geniş temas ederiz – şimdi özet geçelim: En sıkıntılı döneminde bu devleti 32 yılı aşkın bir süre parçalanmadan bir arada tutan II. Abdülhamid, yakın tarih değerlendirmelerinde en büyük haksızlığa uğrayan Osmanlı padişahıdır.

İttihat ve Terakki, ülkeyi parçalattırmayan Abdülhamid’i devirir. Çok değil, sadece 8 yıl içinde, Osmanlı parçalanır. Ve kendisine haksızlık edenlerin hepsi, sonunda pişman olurlar.

II. Abdülhamid’in en aşırı muhaliflerinden Rıza Tevfik ve Süleyman Nazif iş işten geçtikten sonra şu şiiri kaleme alırlar:

“Padişahım, gelmemişken yâda biz (anmaya)

İşte geldik senden istimdada biz (yardım dilemeye)

Öldürürler başlasak feryada biz

Hasret olduk eski istibdada biz…”

Birleşik Almanya’nın kurucusu Otto von Bismarck’ın “100 gram aklın 90 gramı Abdülhamid Han’da, 5 gramı bende, 5 gramı da diğer siyasilerdedir” diye sözünü ettiği padişah hakkında Atatürk de şunları söylemiştir: “Abdülhamid’in yönetim tarzı, azami müsamahadır.”

Abdülhamid’in sözleri ise sanki kehanet gibidir: “Biz bu sahalardan çekilelim, emin olun ki buralar daimî karışık ve iğtişaş (özü kaybettirilmek istenen) sahalar hâline gelecektir.”

Dostlar… Bit Pazarı’na nur yağdırmak gibi bir niyetim yok. Elbette Osmanlı hayranı filan değilim… Hatta, bu uzun dönemi, Türk Tarihi’nin pek de hoşlanmadığım bir dejenerasyon evresi olarak değerlendirdiğimi de söyleyebilirim. Ne var ki, olay budur. Sonuç nettir:

Şehzade Mustafa’nın katli, Osmanlı’nın sonu…

Kanuni Sultan Süleyman, zirvedeki uçurumu…

II. Abdülhamid ise uçurumdaki zirvesidir.
Odatv

Fransa’nın Hakâretler İçeren Oyunu ve Abdulhamid’in Sert Tutumu
12 Ocak 2015

TAKDİM:
PEYGAMBERE HAKARET CİHAD-I EKBER SEBEBİ!
Aşağıdaki inceleme yazısı,Batılıların Allah Resulü’ne olan düşmanlığının tarihi köklerini ve buna karşı ecdadın ortaya koymuş olduğu kesin ve net tavrı göstermektedir. Ulu Hakan Abdülhamid Hân devrinde de Allah Resulü ile alay etmek isteyen tiyatro oyunları bir çok defa Fransa ve İngiltere’de sahnelenmek istenmişse de her defasında Ulu Hakan’ın müdahalesi ile oyunlar sahnelenememiştir. Hatta bir defasında, Ulu Hakan Hazretleri, bu oyunun sahnelenmesini Cihad-ı Ekber sebebi sayacağını ve bütün dünya müslümanları ile üzerlerine yürüyeceğini ilân etmiştir.
Bu günküler ise, kendi üzerlerine farz olan Cihad-ı Ekberin gereğini yerine getirmek yerine, bu farizayı kendi canı ve kanı ile gerçekleştiren kahramanlara karşı, Allah ve Resulü’nün düşmanlarıyla aynı safta, mücahidlere karşı en adi hakaretleri etmekten geri kalmıyorlar.

ADIMLAR


Sultan Abdülhamid’in Tek Bir Tehdîdi, Resûlullah’a Dil Uzatan Kâfirleri Sindirmeye Yetmişti!..

Osmanlı, Yıkılırken Bile Peygamberimize ve Mânevî Değerlerimize Söz Söyletmemiştir!

Sultan Abdülhamid’in Tek Bir Tehdîdi, Resûlullah’a Dil Uzatan Kâfirleri Sindirmeye Yetmişti!..

Küffâr âleminin Resulullah Aleyhisselâm’a iftirâ ve hakâret teşebbüsleri Osmanlı’ya hiçbir zaman sökmemiş, yıkılmaya yüz tuttuğu en zayıf döneminde bile şiddetle geri tepmişti. Bunun en büyük örneği; küffar tarafından kasıtlı olarak hazırlanan ve Avrupa tiyatrolarında sahneye konulmaya kalkışılan, İslâm’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a saldırı ve hakâret maksatlı tiyatro oyunlarına Sultan İkinci Abdülhamîd’in yaptığı müdâhale ve koyduğu kesin tavırdır.

Ulu Hâkan’ın Peygamber düşmanlarına yaptığı bu muhteşem müdâhale ile ilgili belgeler, o günün Osmanlı Hâriciye Nezâreti’nde; “Hazret-i Muhammed Aleyhisselatü Ve’s-selâm Hazretleri’nin Nâm-ı Kudsiyyeleri’ne karşı tertip olunan oyuna dâir” adı altında dosyalanmış ve günümüze kadar ulaşmıştır.(1)

Bornier’in Hakâretler İçeren Oyunu ve Sultan Abdülhamid’in Sert Tutumu:

Şimdiki küffâr devletleri Kâinâtın Efendisi’ne karşı hakâret ve saldırganlıkta, çirkeflik ve hayâsızlıkta, küstahlık ve patavatsızlıkta birleştikleri gibi; Sultan İkinci Abdülhamid Hân’ın pâdişahlığı döneminde, yıl 1889 yılı ortalarını gösterirken Fransız senaryo yazarı Vicomte Henri de Bornier de, dîn-i İslâm’ı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı küçük düşürmek maksadıyla“Mahomet” adı altında bir tiyatro oyunu hazırlamış; hattâ asılsız iftirâlar ve çirkin ithamlarla dolu olan bu oyununu, Commedie Française’de oynatmak için hazırlıklara başlamıştı.

Resulullah Aleyhisselâm’ı temsilen sahneye birinin çıkarılacağı, tamâmen uydurma ve hayâl mahsûlü hezeyanların, yalan ve iftirâların ortaya konulacağı(2) bu çirkin oyunun muhtevâsı, henüz prova hâlindeyken Sultan Abdülhamîd Han tarafından haber alındı; ulu hâkan sür’atle harekete geçerek, oyun sahneye konulduğu taktirde Osmanlı’nın Fransa ile bütün ilişkilerini koparacağını, bunun Fransızlar için hiç de iyi olmayacağını ilân eden ve oyunun derhâl yasaklanmasını öngören bir irâde yayınladı.

Bu uyarıyı alınca eli-ayağı birbirine dolaşan ve ne yapacağını şaşıran Fransız hükümeti; ister istemez duruma müdâhale etmek zorunda kalıp, büyükelçilik vâsıtasıyla oyunun bütün Fransa’da yasaklandığını duyurdu.(3) Karârın ardından dönemin Fransız büyükelçisi Sultan Abdülhamid’e; “Hazret-i Şehriyârî’nin fermân-ı hümâyûn’undaki emrinin ulu iktizâsınca, elinde bulundurduğu hükûmetine icrâ eylediği kat’î tavsiyelere cevâben, zikrolunan fâciânın Fransa’nın bi’1-cümle tiyatrolarında oynatılmasının men‘ine” karar verildiğini haber veriyordu.(4)

Sultan Abdülhamîd Han’ın Peygamber’ine duyduğu sevgi o kadar büyüktü ki, oyunun yasaklandığını haber veren bir İtalyan gazetesinde: “Bu dramın sahneleneceği haberi üzerine Sultan, sanki kendisine bir Rus filosunun Boğaziçi’ne doğru hareket ettiği bildirilmiş gibi heyecâna kapıldı!..” deniliyordu.(5)

Şimdi küffâr âlemi Resulullah’a alenen hakâret ediyor, hâşâ “terörist” yakıştırması yapmaya kalkışıyor da, hiç kimsenin kılı bile kıpırdamıyor!..

Çirkin Oyunda İkinci Perde, Sultân’ın Vurduğu İkinci Darbe!

Fransa’da sinsi emeline ulaşamayan Bornier, yediği ilk herzenin üzerinden 5 yıl geçtikten sonra, bu kez de maksatlı oyununu İngiltere’de oynatma hevesine kapılıp Londra’daki “Lyceum Tiyatrosu” ile anlaşma cür’etkârlığında bulunmuş;(6) Fransız basını da, şimdi çirkin karikatürlerle kin ve küfrünü kusan şarlatanlar gibi; Resulullah Aleyhisselâm’ı ve O’nu savunan Osmanlı pâdîşâhı’nı seviyesiz ve çirkin iftirâlarla, kalemine ve diline dolama yolunu tutmuştu.(7)

Ne var ki Sultan Abdülhamid Hân, bu soytarıların bu yeni teşebbüsünü de haber alarak, yapılan bu ikinci girişimin de kat’î bir sûrette durdurulması için, Londra Büyükelçiliği vâsıtasıyla sert bir ihtarda bulundu.

Peygamber’ini ve mânevî değerlerini savunma uğruna bütün küffâr âlemini karşısına almaktan çekinmeyen Sultan Abdülhamid Hân’a, serkeş ve saldırgan kâfirlere emrinin iletildiğini haber veren resmî yazışmada; “Bu kerre ba‘zı zâtlar nâmına Pâris ve Londra’da neşredilmiş olan muzır risâle ile; şi‘âr-ı İslâmiyyet’e (İslâm’ın esaslarına) mugâyir olarak Fransa’da tertîb olunub, yasaklanmasına muvaffakiyyet-i seniyye’-i Hazret-i Hilâfet-penâhî (Halîfe Hazretleri’nin muvaffakiyeti) hâsıl olduğu hâlde, bu def‘a Londra’da sahneye konulmaya teşebbüs olunmuş olan piyesden dolayı, Pâdişâh’ımızıñ emri ile Londra sefâretimizce tebligâtta bulunulmuşdur!” deniliyordu.(8)

Nitekim müslümanların halîfesi olan Sultan Abdülhamid’in bu büyük azmi ve kararlılığı sâyesinde, bu fetbazın el altından çevirdiği ikinci plân da bozulmuş oldu.

Sultan Abdülhamid’le âdetâ inatlaşırcasına, 1893’te Fransız Akademisi’ne seçilmesini fırsat bilerek üçüncü kez oyunu sahneletmeye kalkışan Bornier, “oyunun gazetelerde neşredildiğini” ve “biletlerin satıldığını” bahâne ederek, piyesi Fransa’da yeniden sahneletmek için ne kadar çırpındıysa da; Sultan Abdülhamid’in artık tehdide varan sözleri karşısında plânları büsbütün altüst oldu ve oyun bu defâ da kat’î ve kesin bir müdâhale ile durduruldu.

Fransız Devlet Başkanı’na Verilen İmtiyaz Nişanı:

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış yıllarında bile büyük bir kudrete sâhip olduğu, Sultan Abdülhamid’in sarsılmaz otoritesi ve tüm işlere nüfûzu sâyesinde, küffâr âlemini hâlâ hükmü ve kontrolü altında tuttuğu; ulu hükümdârın Fransız devlet başkanı Sadi Carnot’ya, buyruğuna gösterdiği sadâkatten dolayı uygun gördüğü “İmtiyaz nişanı”nı vermesiyle ortaya çıkıyordu.

Sultan Abdülhamid Hân tarafından karârı bildirmek üzere neşredilen “İrâde-i Seniyye”de;“Fahr-i Âlem -salla’llâhu te‘âlâ ‘aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri’niñ nâm-ı sa‘âdet-enâm-ı Risâlet-penâhî’lerine olarak, Fırânsa’da tertîb idilmiş olan piyesiñ men‘-i icrâsı (oynatılmasının engellenmesi) hakkında Fırânsa re’îs-i cumhûrunuñ fevkal‘âde sarf-ı mesâ‘î (gayret sarf) eylediğinden tolayı, taraf-ı eşref-i Hazret-i Hilâfet-penâhî’den” kendisine bir“nişân-ı imtiyâz” verilmesinin “münâsib” görüldüğü ifâde ediliyor(9) ve Fransız devlet başkanının “devlet-i ‘âliyye’ye izhâr eylediği” sadâkat ve bağlılığının bir mükâfâtı olarak bu nişanı almaya hak kazandığına işâret ediliyordu.(10)

Dünyâ Müslümanlarından Sultan Abdülhamid’e Yağan Tebrik Mektupları:

Küffârın İslâm dînine ve onun ulu Peygamber’ine yönelttiği iftirâ, hakâret ve çirkin saldırılar karşısında, yeryüzündeki müslümanların halîfesi olan İkinci Abdülhamid Hân’ın sergilediği sert ve tâviz vermez tutum bütün müslümanlar tarafından sevinç ve memnuniyetle karşılanmış; dünyânın dört bir yanındaki İslâm devletlerinden dönemin Osmanlı Hâriciye Nezâreti’ne yüzlerce tebrik mektubu yağmıştı.

Nitekim Hindistan’lı müslümanların, küffâra karşı diplomatik bir zafer kazanan Sultan Abdülhamid’e tebrik için gönderdikleri “Ma‘rûzât”ta; “Hazret-i Fahr-i Kâ’inât -‘aleyhi ekmelü’t-tahiyyât- Efendimiz’den bâhit (iftirâlarla sözeden) ma‘hûd (sözkonusu) tiyatro oyununuñ mevkı‘-i temâşâya vasfını (gösterime konmasını) men‘ içün taraf-ı eşref-i Hazret-i Pâdîşâhî’den (pâdişah taarfından) Fırânsa hükûmetine icrâ-yı teblîğât buyurulması”nın “Hindistân ahâlî-yi İslâmiyye’since hüsn-i tebriki (güzel bir tebriği) mûcib olduğı” ve “kemâl-i memnûniyyetle telakkî edildiği” belirtiliyor; öte yandan Resulullah Aleyhisselâm’a ve İslâm Pâdişâh’ına iftirâ maksatlı “ba‘zı ifâdâtı” içeren hakâretâmiz “risâle”nin toplatılmasının da, Hint’li müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılandığı haber veriliyordu.(11)

Ayrıca Resulullah Aleyhisselâm’ın düşmanlarının bertaraf edilişini kutlamak maksadıyla, Hindistan’lı müslümanlar tarafından tertip edilen büyük Mevlîd-i şerîf’i bildirmek üzere Sultân’a bir dâvetiye gönderiliyor ve bu Mevlid’e Abdülhamid Hân da dâvet ediliyordu.(12)

Voltaire’nin Sinsi ve Cür’etkâr Girişiminin, Sultan Abdülhamid’in Darbesiyle Tersyüz Edilişi:

Batılı devletlerin Resulullah Aleyhisselâm’a saldırı ve düşmanlık girişimleri Bornier’in bu teşebbüsüyle kalmamış, aynı rezâlet yine Sultan Abdülhamid Han döneminde, Voltaire’nin“Muhammed’in Cenneti” adlı piyesiyle tekrar sergilenmeye çalışılmıştı.(13) Paris’te sahnelenmek istenen bu piyeste de; Hazret-i Zeyd -radiyallâhu anh- ile Hazret-i Zeynep -radiyallâhu anhâ- arasındaki bir mesele alaycı bir üslûpla dile dolanarak, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz açıktan açığa kötülenmeye ve küçük düşürülmeye kalkışılmıştı.(14)

Şu kadar var ki, İslâm’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a yöneltilen bu ikinci saldırı ve hakarete karşı Sultan İkinci Abdülhamid Hân tekrar harekete geçecek; Fransız Büyükelçiliği’ne gönderdiği ihtar mektubunda bu rezâlete derhâl son verilmesini, aksi taktirde Osmanlı hükümeti’nin bunu siyâsî bir mesele olarak gördüğünü ve gerektiğinde bütün İslâm âlemini ayağa kaldırıp üzerlerine salmaktan çekinmeyeceğini bildirecekti… Nitekim Sultân’ın bu defâki tehdidi de beklenen neticeyi verdi ve oyun bu kez de henüz prova hâlindeyken, Fransa’nın hiçbir şehrinde gösterilmemek üzere yasak edildi!..

Osmanlı Sultânı’nın Peygamber’ini ve mânevî değerlerini ilgilendiren böylesine hassas bir meselede hiç mi hiç şakası olmayacağını(15) batılı devletler çok iyi biliyor, ancak kin ve küfürlerini dizginleyemedikleri için bu gibi icraatlardan da geri kalmıyorlardı. Nitekim Voltaire de tıpkı Bornier gibi, oyunu ikinci kez İngiltere’de oynatmaya teşebbüs etmekten çekinmedi. Fakat Sultan Abdülhamid Hân onlardan kat be kat daha basîretli ve zekî idi; onların yüreğinde yatan “târihî korku”yu ve kuyruk acısını çok iyi bildiği için, İngiltere’ye gönderdiği ültimatomda açıkça; “Eğer bu oyuna derhâl son vermezseniz, Halîfe-i müslimîn olarak; ‘İngilizler Peygamber’imizi tezyîf ediyorlar!’ diye âlem-i İslâm’a beyannâme neşreder, derhâl Cihâd-ı ekber îlân ederim!…” diyerek,(16) düşmanlarını bir daha harekete geçemeyecekleri bir tehditle sindirdi.

Sultan Abdülhamid’in bu tehdidiyle oyun, artık hiçbir Avrupa devleti’nin oynatmaya cesâret edemeyeceği bir tarzda iptal edilmişti!..

İşte yıkılmaya yüz tuttuğu yıllarda bile Peygamber’ine ve mânevî değerlerine hakâret ettirmeyen Osmanlı’nın, küffârın gönlüne saldığı korkunun derecesi buydu. Osmanlı’nın azâmet ve kudreti küffârın gönlünde öylesine yer tutmuştu ki; çevirdikleri hîle ve entrikalarla imparatorluğu yıkımın eşiğine kadar getirdikleri hâlde, vaktiyle içlerine işlemiş olan bu korku hâlâ onları sendeletiyor ve ister istemez geri adım attırıyordu!..

Kaynak: hakikat.com

(1) Dışişleri Bakanlığı Arşivi, nr.: 12, s. 61, Rumuz: TS-TI.

(2) C. E. Bosworth, “A Dramatisation of the Prophet Muhammad’s Life: ‘Henri de Bornier’s: Mahomet’”, Numen, c. 17, s. 105-117. Leiden, 1970.

(3) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. Prk. HR.: 12/77.

(4) Konu ile ilgili belgeler Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde kayıtlıdır. Bkz.: Yıldız Tasnifi, Y. A. Hus. nr. 235/11, nr. 237/50, nr. 242/44, nr. 243/62.

(5) “Capitan Fracassa” Gazetesi, 15 Nisan 1890.

(6) Ziyad Ebu’z-ziyâ – M. Emin Gerger, “İkinci Abdülhamid’in İslâm’ı Korumadaki Kudreti, Batı’da Yasaklattığı Piyesler”, s. 25-26. bas.: 1998.

(7) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. A. Hus., nr.: 237/50.

(8) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., nr.: 236/98.

(9-10) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., nr.: 235/11.

(11) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., nr.: 236/101.

(12) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., nr.: 238/45.

(13) Ömer Faruk Yılmaz, “Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han”, s. 299.

(14) Zekâi Konrapa, “Peygamber’imiz, İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşşere”, s. 485-487. bas.: İstanbul, 1963.

(15) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. A. Hus., 236/98.

(16) İsmail Çolak, “Osmanlı’nın Peygamber Sevgisi”, Vuslat Dergisi, s. 56, Şubat 2006.

Kaynak: Adımlar Dergisi

Akit: Musul ve Kerkük Abdülhamid'in tapulu malı
09.10.2017

Hükümete yakınlığıyla bilinen Yeni Akit gazetesi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nde (IKBY) yapılan bağımsızlık referandumu sonrası "Musul ve Kerkük Abdülhamid'in tapulu malı" iddiasının yer aldığı bir haberi sürmanşetine taşıdı.

Akit'ten Harun Sekmen'in haberinde “Gayrimeşru referandum sonrası IKBY tarafından işgal edilmek istenen Musul ve Kerkük vilayetlerinin Sultan Abdülhamid Han’ın tapulu malı olduğu ortaya çıktı” ifadeleri yer aldı.
Haberde ayrıca şu ifadelere yer verildi:

“Bağdat’ta da birçok kritik noktayı şahsileştiren Abdülhamid, Hile bölgesinde 104.807 hektar, Kerbela’da 131.917, Kazımiye ve Samarra’da ise 489.557 hektarı üzerine almış. Bu tarz kritik hamleleriyle bölgedeki olası işgaller sonrasında elini kuvvetlendirmek isteyen Ulu Hakan, böylece toplamda 1.827.849 hektarlık bir alanda söz sahibi olmamızın önünü açmış."

Ayrıca, Anadolu Ajansı (AA) da geçen sene yaptığı bir haberde "Türklerin Musul ve Kerkük'te 169 yıl öncesine dayanan varlığının izleri olan 77 bin 63 tapu kaydı, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü arşivlerinde özenle saklanıyor" ifadelerini kullanmıştı.

Odatv'nin aktardığına göre, Yeni Şafak grubunun Gerçek Hayat dergisi de "Ortadoğunun tapusu bizde" haberine yer vermişti.

'EL BAB VE HALEP'İN KUZEYİ DEDEMİN'

2. Abdülhamid'in 4. kuşak torunu olan Orhan Osmanoğlu, Halep'in kuzeyi ile El Bab'ın tapusunun dedesine ait olduğunu iddia etmişti.

2. Abdülhamit'in torunu Nilhan Osmanoğlu, Galatasaray Adası'nı istiyor
Osmanoğlu, şu ifadeleri kullanmıştı:
"Filistin'den toprak alma 1880'lerde başladı. Sultan, Gazze'ye çok önem verdi. Bunu sadece Filistin'de değil o coğrafyadaki birçok yerde yaptı. Halep'in kuzeyi ve El Bab Sultan Abdülhamid'in tapulu malıdır. Bizim elimizde bazı belgeler var o kadar hassas yerleri satın almış ki Sultan, Kudüs'ün etrafının neredeyse tamamını almış. Bu hassasiyet çok önemli. Tabii burada Hicaz hattı da önemli. Yahudiler, Sultan Abdülhamid'in aldığı toprakları alamayacaklarını anladı. Yavaş yavaş toprak almalara başlamışlardı ama Sultan Abdülhamid tahta gelince bunu tamamen yasakladı. Sultan, bu toprakların önemini yani yüz sene sonrasını görmüş. Musul ve Kerkük'ü Lozan da kaybettik ama tapuları hala Sultan Abdülhamid'in üzerinedi.

Sputnik

"Yüz küsur senedir bitmeyen hayal: Abdülhamid’in efsanevî mirası"
15 Ekim 2017



Tarihle ilgilenen gazeteci ve Habertürk yazarı Murat Bardakçı, "Yüz küsur senedir bitmeyen hayal: Abdülhamid’in efsanevî mirası"nı yazdı. Bardakçı, Abdülhamid’in, "11 Eylül 1908’de mallarından bir kısmını Osmanlı Bankası’ndan alınacak yeni bir borca karşılık Maliye’ye devretti"ğini söyledi.

Bardakçı'nın "Yüz küsur senedir bitmeyen hayal: Abdülhamid’in efsanevî mirası" başlığıyla (15 Ekim 2017) yayımlanan yazısının bir bölümü şöyle:

Sultan Abdülhamid’in son günlerde açılan bazı dâvâlarla yeniden gündeme gelen efsanevî mirası nerede ise bir asırdan buyana devam eden ve hukukî bakımdan son derece karmaşık bir süreçtir. İşte, geçmişte sadece Türkiye’de değil, diğer memleketlerde de dünyanın önde gelen hukukçuları ile uluslararası hukuk âlimlerinin meşgul oldukları, ama bir neticeye varamadıkları ve artık bir hayalden ibaret olan bu miras mücadelesinin öyküsü...

Gazetelerde arada bir Sultan Abdülhamid’in mirası hakkında haberler çıkar... Bu konuda ya bir dâvâ açılmıştır, yahut mirasçılardan bazıları “Musul tarafları dedemize aittir” demiş veya şehrin göbeğindeki koskoca bir yer hakkında “Burası büyükbabamızın mülküydü” diye demeç vermişlerdir.

Benzer haberler bu hafta yine gazetelerimizde idi. Hükümdârın vârisleri bundan yedi sene önce veraset ilâmı çıkartmak için mahkemeye müracaat etmişler, tahminlerden fazla vârisin görünmesi üzerine mahkeme uzamış, nihayet yüz civarında vâris belirlenip bu kişilerin mirastaki hisselerini bilirkişilerin hesaplamasına karar verilmiş, Cumhuriyet Savcılığı da sahte vârislerden haberdar edilmiş.

Sultan Vahideddin ile Halife Abdülmecid Efendi’nin önce Abdülhamid’e ait olan ve daha sonra hanedan mülkü haline getirilen Hazine-i Hassa’yı geri alabilmek maksadıyla Reşad Halis Bey’e 10 Mayıs 1926’da verdikleri ortak vekâletname.

Padişahın özel hazinesi

Bu karar vâris oldukları belirlenenlerin büyükdedelerinin mallarını alacak olmaları mânâsına gelmez, sadece o kişilerin Sultan Abdülhamid’in mirasında hak sahibi olduklarını gösterir ve her gayrımenkul talebi için ayrı ayrı dâvâ açılması gerekir...

Mesele işte burada, Abdülhamid’in nerede ise yüz seneden buyana tartışılan ve talep konusu olan mirasının mahiyetinde, daha doğrusu böyle bir mirasın hakikaten vârolup olmadığında...

Abdülhamid vârislerinin mülkler hakkında 1929’da yaptıkları bir yayın.

Borca karşılık devir

Şimdi, bu efsanevî mirasın ayrıntılarını anlatayım:

Osmanlı Maliyesi’nde “Hazine-i Hassa”, yani “padişaha ait hazine” denen, hükümdar ile hanedan mensuplarının aylıkları ve hanedanın sahip olduğu bazı gayrımenkullerin idaresi ile meşgul olan ayrı bir birim vardı.

Hazine-i Hassa, şehzadeliği senelerinde mal edinmeye ve tasarrufa meraklı olduğu bilinen Abdülhamid’in 1876’da tahta geçmesinin ardından şekil değiştirmeye başladı. “Emlâk-i Şahâne” denen ve tek bir kişiye değil, hanedana ait olan gayrımenkullerin çoğu Hazine-i Hassa’ya devredildi ve tapuları Sultan Abdülhamid’in adına çıkartıldı. Agop, Ohannes ve Mihail Portakal Paşalar’ın Hazine-i Hassa’nın başında oldukları senelerde imparatorluğun hemen her köşesindeki sahipsiz araziler, çiftlikler ve gelir getiren daha birçok yer fermanlarla bu özel hazinenin mülkiyetine geçirildi ve bir kısmının tapuları da yine Sultan Abdülhamid’in adına çıkartıldı.

Hazine-i Hassa, artık devlet içinde devlet gibi olmuştu. Vergiden muaftı, mahkeme ve posta masrafı ödemiyordu, bu arazilerde çalışanlar askere alınamıyor ve herhangi bir hadise çıkması halinde, Hazine-i Hassa’ya ait yerlere asker ve jandarma bile sevkedilemiyordu.

Müzayedelerde bugün Sultan Abdülhamid’in adına çıkartılmış tapulara sık sık rastlanmasının sebebi, işte bu gayrımenkul zenginliği idi.

1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile beraber Sultan Abdülhamid’in adına kaydedilen bu özel hazinenin de tahtı sallanmaya başladı. Gayrımenkuller son senelerde fena idare edildikleri için hazinenin dünya kadar borcu birikmişti ve hükümdar, 11 Eylül 1908’de mallarından bir kısmını Osmanlı Bankası’ndan alınacak yeni bir borca karşılık Maliye’ye devretti.

Millete intikal etti

Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin ardından yerine geçen kardeşi Sultan Reşad daha ileri bir adım attı ve ağabeyi Abdülhamid’in adına tapulanmış ne kadar mülk ve imtiyaz varsa tamamını o günlerde daha da artmış olan borçları ödemesi karşılığında 1909 Nisan’ında Maliye’ye verdi ve ödemenin ne şekilde olacağı hakkında da ayrı bir kanun çıkartıldı.

Ama, daha sonra tahta geçen Sultan Vahideddin, Maliye’ye devredilmiş olan bütün mülkleri 8 Ocak 1920’de Hazine-i Hassa’ya iade etti! Ancak, bu iade Sultan Abdülhamid’in o sırada hayatta olmaması sebebi ile gayrımenkullerin vârislerine intikal etmesi demek değildi; Hazine-i Hassa, Abdülhamid öncesinde olduğu gibi “tâcın malı” şeklinde görülüyor, yani mülkler hanedanın ortak malı oluyordu.

Sultan Abdülhamid’in hanımlarından Müşfika Kadınefendi ve kızı Ayşe Sultan.

Yanlış değerlendirmeler

İade kararı, bunu tasdik etmesi gereken Meclis’in o günlerde kapalı olması sebebi ile hukuken kesinlik kazanamadı ve “Abdülhamid’in efsanevî mirası” söylentisi ile vârislerin bu mirastan hisse alma çabaları o günlerde başladı...

Ama bir husus hep gözardı edildi: Abdülhamid’in bazı gayrımenkulleri borçların ödenmesi için Maliye’ye devretmesi “Hükümdarın halka jesti”, Sultan Reşad’ın yaptığı devirler ise, “31 Mart sonrasında tahtından indirilen Abdülhamid’e karşı bir düşmanlık” olarak değerlendirildi.

Yazının tamamı için tıklayın: http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/1672875-yuz-kusur-senedir-bitmeyen-hayal-abdulhamidin-efsanevi-mirasi

T24
ETİKETLER
abdülhamid haber açıklama miras yüz yıllık haber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Tem 29, 2015 9:14 pm    Mesaj konusu: ABDÜLHAMİT’İN ŞAM DEVLETİ Alıntıyla Cevap Gönder

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN'den okunması gereken bir jeo-stratejik analiz: ABDÜLHAMİT’İN ŞAM DEVLETİ



Dünya üçüncü bin yıla doğru ilerlerken üçüncü dünya savaşını birileri Suriye’de yaşanmakta olan savaş sürecinden çıkartmaya çalışmaktadır. Birçok merkez ve uzman bu konuda düşüncelerini dile getirirken, bu bölgenin tarihsel geçmişini ve bugüne gelen mirasını ele alarak dünyanın geleceğini tartışmaktadırlar. Dünya tarihi içinde Orta Doğu’nun geçmişi ele alınarak irdelenirken, Suriye’nin de geçmişi didik didik edilmekte ve geçmiş dönemlerden bugüne uzanan bir zaman dilimi içinde bu ülkenin haritası ve jeopolitik konumu yeniden belirlenmeye çalışılmaktadır. Türkiye cumhuriyetinin güney sınırlarından başlayan bu ülkenin geçmişi, bütün bölgeyi ilgilendirdiği gibi en uzun sınırlara sahip olduğu Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye’nin hemen güneyinde yer alan bu ülke açısından da Türkiye Cumhuriyeti bu ülkenin kuzey komşusu olarak haritada yer almaktadır. Dokuz yüz kilometrelik bir ortak sınır bu iki ülkenin kaderini bir araya getirmekte ve her iki ülkede kendi geleceği ve güvenliği açısından birbirini yakından izlemek zorunda kalmaktadır. Bu çerçevede Suriye’de cereyan etmekte olan iç savaş her yönü ile Türkiye’yi yakından ilgilendirmekte, Türk devletinin bu ülkeye olan komşu konumundan bütün emperyalist devletler yararlanmak istemekte ve kendi emperyal planları doğrultusunda Türkiye’yi ve Türkleri savaş senaryoları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu doğrultu da, son zamanlarda Türkiye’nin başlıca meselelerinden birisi haline gelen Suriye sorunun çözümü için bu ülke ile ilgili olan bütün gerçeklerin ortaya konulması gerekmektedir.


ABD’nin Büyük Orta Doğu, İsrail’in Büyük İsrail, Avrupa Birliğinin ise Büyük Avrupa planları doğrultusunda merkezi coğrafya haritasının yeniden çizilmeye başlandığı yeni dönemde, önce Irak’ta ve daha sonraları da on yıllık bir kısa dönem içerisinde Arap baharı provokasyonları sonrasında Suriye de iç savaş çıkartılmış ve Türkiye’nin güney sınırlarında yer alan bu iki komşu devlet ve ülke yıkılmaya çalışılmıştır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bazen aynı devletin çatısı içinde yer alan bu üç ülke zaman zaman da merkezi coğrafyanın jeopolitik konumu nedeniyle karşıt devletler çatısı içinde yer aldıklarında birbirleriyle savaşlara sürüklenmek zorunda kalmışlardır. Bazen merkezi alanın ortak kaderi bu üç ülkeyi benzer bir yöne doğru çekmiş, bazen da doğu-batı ya da kuzey-güney ekseninde gündeme gelen siyasal gelişmeler, orta dünya ülkelerini birbirine karşıt konumlara getirmiştir. Türkiye topraklarında tarih sahnesine Selçuklu ya da Osmanlı İmparatorluğu gibi ortaya çıkan devletler güneye doğru inerek Irak ve Suriye bölgelerini de hegemonyaları altına alabilmişlerdir. Bazen da bunun tersi olmuş, Suriye’nin Şam kentini merkez edinen Emevi Devleti, Irak’ta kurulan Bağdat merkezli Abbasi İmparatorluğu tarafından yıktıktan sonra, kuzeye çıkarak Anadolu yarımadasını da kendi hegemonya alanına dönüştürebilmiştir. Bu Devlet de, kendi hegemonyası doğrultusunda kendi kuzeyinde yer alan Anadolu yarımadasını kontrol altına alabilmek üzere, tıpkı Emevi Devleti gibi zaman zaman kuzeye doğru askeri seferler düzenlemiştir. Bu nedenle, her üç ülkenin tarihinde ortak yönler fazlasıyla çoktur ve bu gibi benzerlikler, bugün üç ayrı ülke olarak tarih sahnesinde yer alan bu merkezi alan ülkelerini siyasal etkilenme sürecine itmiştir. Merkezi alanın tam ortasında yer alan bu üç ülkenin ortak geçmişi geleceğe dönük bir benzer yapılanma arayışını günümüzde bölgeye dayatmaktadır. Bu ülkelerin birbirleriyle etnik ve dinsel kavgalara sahne olmaları geçmişten gelen birikimin sonucudur.

Osmanlı İmparatorluğu üç yarımada üzerinde kurulu bulunan bir merkezi dünya devleti idi. Kuzey ve orta Asya’dan gelen Türkmen toplulukları Selçuklu İmparatorluğu döneminde, Azerbaycan üzerinden Irak ve Suriye’ye yerleşirlerken, aynı dönemde Anadolu yarımadası üzerine de giderek bu bölgeye de yerleşmişlerdir. Horasan bölgesini merkez tutan Selçuklular İran ile beraber Irak, Suriye ve Anadolu yarımadasını da yerleşerek buraları yeni yurtları haline getirmişlerdir. Arap yarımadasında yer alan Irak ve Suriye ülkeleri ile birlikte, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulu bulunduğu Anadolu yarımadası da Türklerin hegemonyası altına girmiştir. Selçuklu devleti Hazar bölgesinden gelen Türk boyları ile kurulurken, aynı dönemde Asya ve Avrupa’dan gelen akınlar fazlasıyla etkili olduğu için, Selçuklu İmparatorluğu çok fazla dayanamayarak parçalanmak zorunda kalmıştır. Selçukluların İran, Irak ve Suriye bölgelerinde etkinliklerini yitirmelerine rağmen Anadolu’da son olarak ayakta kalan Anadolu Selçuklu Devleti daha uzun bir süre direnerek Anadolu yarımadasının Türkleşmesini sağlamıştır. Anadolu Selçuklu devletinin de bir süre sonra yıkılmak zorunda kalması üzerine, bu yarımada da yaşayan Türk boyları bu kez Osmanlı devleti olarak ortaya çıkarak yeniden bir Türk hegemonyasını merkezi alanda geliştirmeye yönelmişlerdir. Türkler yeni imparatorluğun çatısı altında önce Anadolu yarımadasında egemenliklerini kurmuşlar, daha sonraki aşamada ise suyun karşı yakasına geçerek Balkan yarımadasına ayak basmışlardır. Uzun süren savaşlar sonucunda Avrupa kıtasının ortalarına kadar Balkan yarımadasını fetheden Türkler, merkezi coğrafyadaki ikinci yarımadayı da ele geçirmişlerdir. Balkanlar bölgesinin ele geçirilmesi, Osmanlı devletinin merkezi alanda güçlü bir devlet olarak yedi yüzyıl varlığını sürdürmesini sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin hegemonya kurduğu üçüncü yarımada Arap Yarımadası olmuştur. Anadolu merkez haline gelirken, Balkanlar hegemonyanın batı ucunu oluşturuyor ve imparatorluğun gücü daha sonraki aşamada güneye doğru uzanırken, Osmanlılar Arap yarımadasının tamamını ele geçirdikten sonra, bir de Afrika kıtasının kuzey bölgelerini de kendi otoritesi altına alarak dünyanın en büyük devleti haline geliyordu. Bugün Irak ve Suriye de devam etmekte olan iç savaşlarda, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarından kalan siyasal mirasın bölüşümü kavgası sürüp gitmektedir. Batı emperyalizmi tarafından kışkırtılan Arap baharı olayları Irak ve Suriye’yi iç savaşlar üzerinden yeni bir savaş dönemine sürüklerken, Balkan ve Arap yarımadaları üzerinde yer alan Anadolu yarımadası üzerinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleceği tartışma alanına girmiştir. Avrupa kıtası üzerinde sürekli olarak batılı emperyalist güçler ile çekişmek ve savaşmak zorunda kalan Osmanlı devleti, Balkan yarımadası içinde yer alan küçük toplulukların Balkanizasyon adı altında dağılmaya doğru yönlendirilmesiyle önce dağılmaya başlamış ve daha sonra da Birinci Dünya Savaşı ile birlikte çökerek dünya haritasından çekilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunu meydana getiren üç büyük yarım adadan Balkan yarımadası yirminci yüzyılın başlarında ayaklanmalara sahne olunca, Osmanlı Devleti bu yarımada üzerindeki hegemonyasını yeniden tesis edememiş ve üst üstü iki kez gündeme gelen Balkan savaşlarının yitirilmesiyle birlikte, üç kıta arasındaki Türk imparatorluğu olarak Osmanlı devletinin çöküş süreci başlamıştır. Üç yarım ada sonrasında Kuzey Afrika kıtasını da ele geçirmiş olan Osmanlı hegemonyası, Akdeniz’i tıpkı Roma imparatorluğu döneminde olduğu gibi bir iç deniz haline getirmiştir. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Yunanistan’ın Osmanlı imparatorluğundan koparak bağımsız devlet olmasıyla başlayan Balkanizasyon sürecinde, Balkan ülkeleri teker teker bağımsız devlet olmaya doğru yönlendirilerek, merkezi alandaki Osmanlı hegemonyasına son verilmek istenmiştir. Balkan yarımadasının bütünüyle elden çıkmasına neden olan Balkanizasyon oluşumu bir imparatorluğu dağıtırken, Osmanlı yönetimini yeni arayışlara itmiş ve bu devletin Balkan yarımadası koptuktan sonra devam edebilmesi için yeni arayışlar kendiliğinden gündeme gelince zamanın Osmanlı padişahı Abdülhamit yeni bir alternatif arayışını öne çıkarmıştır.
Balkanların ayaklanması sonrasında Kafkasya bölgesinin de Rus Çarlığının işgali altına girmesi Osmanlı yönetimini hepten yok olmak gibi bir çıkmaz ile karşı karşıya bırakması üzerine zamanın imparatoru II.Abdülhamit, birinci yarımadanın elden çıkışı sonrasında geride kalan iki yarımadayı bir arada tutacak yeni bir devlet yapılanması arayışı içine girdiği görülmüştür. Anadolu ve Arap yarımadalarını bir arada tutabilecek yeni imparatorluk yapılanmasının, merkezinin jeopolitik olarak iki yarımada arasında ve tam bir kesişme noktası üzerinde kurulması gerektiği için, iki yarımada üzerinde eskiden egemenlik kurmuş olan Emevi İmparatorluğu benzeri bir oluşuma gidilmesi, yeni bir alternatif olarak öne çıkınca, Abdülhamit İstanbul’u bırakarak Şam’ı imparatorluğun merkezi yapmaya yönelmiştir. Üç kıtanın kesişme noktasındaki bir boğaz üzerinde uzanıp giden İstanbul’un orta dünya imparatorluğu alanında başkent olarak kalabilmesi için jeopolitik açıdan Balkan yarımadasının Osmanlı çatısı altından çıkmaması gerekiyordu. Balkanları kaybeden ve elinden çıkaran Osmanlı İmparatorluğunda İstanbul kenti merkezi konumunu yitiriyor ve Anadolu yarımadasının ucunda, Arap yarımadasına çok uzak bir mesafede kalıyordu. Rusya’nın Kafkasya bölgesini ele geçirdikten sonra tam Orta Doğu’ya doğru inmeye yönelmesi aşamasında, Fransa’yı yanına alan Britanya İmparatorluğu Kıbrıs adasına gelip yerleşerek merkezi alanın hegemonyasını Müslüman olmayan bir emperyal güç olarak tesis ederken, orta dünyadaki İslam egemenliğini açıktan tehdit ediyordu. Kuzeyden gelen Hristiyan tehdidi olarak Rusya’nın önünün kesilebilmesi için, batı emperyalizminin o dönemdeki başlıca temsilcisi olan Britanya İmparatorluğu Kıbrıs’ı işgal ederek ve bu ada üzerinden merkezi coğrafyaya yayılarak, orta dünyadaki Türk ve Müslüman hegemonyasını tehdit ediyordu.
Avrupa kıtasında Fransız Devrim’i sonrasında devletler ulusal yapılanmaya dönüşürken devletsiz kalan Yahudiler, Budapeşte merkezli geliştirdikleri Siyonizm akımı doğrultusunda kendilerine bir yurt aramaya yönelmişlerdir. 1898 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanarak örgütledikleri ilk Siyonist kongre de Filistin’i Yahudilerin anayurdu ilan edilmiştir. Avrupalı Hristiyanların ele geçirmeye yöneldikleri merkezi coğrafyanın tam ortasında, bu kez tarihte iki kez kurulmuş olan Yahudi devletinin devamı olarak bir üçüncü Siyonist devleti Filistin topraklarında ilan etmeye hazırlanmışlardır. Thedor Herzl gibi bir Macar Yahudi’sinin öncülüğünde örgütlenen Yahudi devleti girişimini temsil eden bir heyet, Osmanlı Padişahı Abdülhamit’i ziyaret ederek, İsrail’i kurmak için Filistin topraklarını istemişlerdir. Ancak padişahın bunu ret ederek o topraklarda bütün Osmanlı tebaasının hakkı olduğunu ileri sürmesi üzerine, Siyonist örgütün ikinci heyeti yeniden Abdülhamit’i ziyaret ederek, Filistin’i vermiyorsa Kıbrıs adasını Yahudi krallığı kurulabilmesi için Siyonistlere teslim edilmesini talep etmiştir. Ruslar Kafkaslardan Orta Doğu’ya doğru inerken, Akdeniz üzerinden bölgeye giren İngiltere ve Fransa Balkan ülkelerini ayaklandırarak Osmanlı İmparatorluğundan kopmaya doğru sürüklerken, Avrupa kıtasından Vatikan öncülüğünde kovulan Yahudiler de Orta Doğu’ya gelerek kendi devletlerini kendi din kitaplarında yazılı bulunan kutsal topraklar da kurmaya yönelmişlerdir. Bu durum üzerine, üç cephe de birden aynı dönemde savaşmak zorunda kalan Abdülhamit, imparatorluğu dağılmaktan kurtarmak üzere Balkanlar’da etkisini yitirmiş olan Osmanlı devletinin merkezini, İstanbul kentinden çıkartarak Şam kentine taşımaya yönelmiştir. Osmanlı Devletinin çöküş sürecinde 33 yıl gibi uzun bir süre imparatorluk koltuğunda oturan Abdülhamit, her türlü saldırı ve işgal girişimi ile mücadele ederken, Osmanlı Devletini geleceğe dönük olarak yeniden kurmaya yönelmiştir. Bu yönü ile bir İslam imparatoru olmasına rağmen çağdaş bir devlet adamı kimliğini ortaya koyan Abdülhamit, birçok alanda reformlara ve benzeri yeniliklere yönelerek, batının gelişmiş ülkeleri ile devletlerarası rekabete girmek için çaba harcıyor ve güçlenen Avrupa emperyalizmi ile baş edebilmek için benzeri reformların Osmanlı devletinde yapılmasını istemiştir.
Abdülhamit zamanına kadar Osmanlı yönetimi Balkanlardaki Yahudi nüfusun baskı ve yönlendirmeleriyle, Avrupa’nın Hristiyan yapılanmasına karşı emperyal bir denge unsuru olarak devreye giriyor ve Hristiyan saldırılarına karşı güçlü bir doğu devleti olarak varlığını sürdürebilmek üzere bütün yatırımlarını Balkan yarımadasına doğru yapıyordu. Roma İmparatorluğu sonrasında ortaya çıkan Hristiyan-Yahudi kavgasının önce İsrail’i yıkması, daha sonraki aşamada da iki bin yıl boyunca Avrupa kıtasını din savaşları ile bir çok kanlı olaya sürüklemesi üzerine, hem Hristiyanlar hem de Yahudiler güçlerini artırmak üzere, Avrupa kıtasının yanı başındaki merkezi alan topraklarına yöneliyorlar ve bu bölgede kurulu bulunan merkezi imparatorluk olarak Osmanlı devletinin varlığını tehdit ediyorlardı. Balkan ülkelerinin büyük çoğunluğunun Hristiyan olması ve Endülüs sonrasında Balkan yarımadasına büyük miktarda Yahudi göçleri olması nedeniyle, aslında Anadolu toprakları üzerinden Asya kıtasında kurulmuş olan Osmanlı devleti, Hristiyan-Yahudi çekişmesi yüzünden Balkanları ana ülkesi yapıyordu. Bu durumda Anadolu yarımadası geride kalıyor ve sürekli olarak bir arka ülke muamelesi görüyordu. Arap yarımadası ise, iyice uzakta kaldığı için bu bölgeye ara sıra askeri seferler düzenleniyor ama kalıcı hiçbir yatırım yapılamıyordu. Anadolu bu durumda hiçbir yatırım yapılmayan boş bir alan olarak arka ülke konumunda yüzyıllarca geride kalarak varlığını sürdürüyordu. Osmanlı devleti Avrupa kıtasındaki Hristiyan-Yahudi çekişmesinde, Vatikan komutasındaki Hristiyan yapılanmasının Avrupa’daki Yahudi varlığını yok etmesini önlemek üzere hem sürekli olarak savaşıyor, hem de devlet yatırımlarını Balkanlara yaparak Avrupa kıtası üzerinde güç kazanmaya öncelik veriyordu. Bugün Balkanlar bölgesi gezildiğinde fazlasıyla Osmanlı eseri görülmesine rağmen, Anadolu toprakları üzerinde benzeri bir durum görülmemekte, aksine Bizans ve Selçuklu eserlerine Anadolu yarımadasında daha fazla rastlanılmaktadır.
Abdülhamit, Osmanlı başkentini Balkanların yanı başındaki İstanbul’dan Orta Doğu’nun merkezi kentlerinden Şam’a taşımaya karar verirken, geride kalan iki yarımadayı bir arada tutabilmek üzere Anadolu yarımadasına yönelik önemli devlet yatırımlarını öne çıkarıyordu. Sahil kentlerinde önemli limanlar, bu limanlar ile bağlantılı kara ve demiryolları, Anadolu’nun batısından doğusuna kadar uzanan kara yolları boyunca telgraf direkleri Abdülhamit döneminde yapılarak, Osmanlının arka ülkesi konumundaki Anadolu yarımadası ön ülke konumuna getiriliyordu. İki Müslüman yarımadayı bir araya getirerek, Hristiyan Avrupa emperyalizmi ile Yahudilerin dünya hegemonyası planları doğrultusunda geliştirilen Siyonizm’e karşı çıkan Abdülhamit, Anadolu bölgesine yapılan yatırımlar ile Küçük Asya denilen bu bölgeyi dünyaya açıyor ve Balkanlar elden çıkarken, Anadolu üzerinden Arap yarımadası üzerinde yeniden bir hegemonya tesis ederek, Osmanlı devletini değişen koşullarda yaşatmaya çalışmıştır. Jeopolitik ve stratejiyi iyi bilen bir padişah olan Abdülhamit dünya kavgasının doğuya doğru kaydığını görüyor ve bu nedenle Balkanların elden çıktığını fark ederek bütün Asya kıtasına yönelik bir strateji izleyerek, küçük Asya topraklarında modernleşme doğrultusunda önlemlerini alıyordu. Emevi İmparatorluğunun başkenti olan Şam’ı yeniden başkent olarak öne çıkartmak isteyen Abdülhamit, bu planı doğrultusunda Berlin-Bağdat demiryolu projesini devreye sokarken, Alman devletinin gücünü İngiltere, Fransa ve Rus devletlerine karşı kullanmaya çalışıyordu. Siyonizm’in Macaristan merkezli devreye girmesinden sonra, Balkan Yahudilerinin Siyonizm’e doğru kayma göstermesi üzerine Abdülhamit aynı zaman İslam halifesi olduğu için, bir halife olarak İslam’ın yeniden güçlü bir biçimde örgütlenmesini gündeme getiriyor ve bu yüzden de Osmanlı ülkesinde yaşayan gayrimüslim ve lövanten kesimlerin çok büyük tepkilerini çekerek iktidarını tehlikeye atıyordu. Balkanlardaki Hristiyan nüfusun Vatikan ile işbirliği yapması üzerine Abdülhamit bir İslam halifesi olarak İslam’ın güçlendirilmesine çalışıyor ve eski Emevi devletinin başkenti olan Şam kentinde Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kurmaya hazırlanıyordu.
Balkan ülkeleri teker teker Osmanlı imparatorluğundan koparken, Balkanlardaki son Osmanlı merkezlerinden birisi olan ve daha sonraki aşamada bir Yunan kenti haline gelen Selanik kenti, sahip olduğu Balkan ve Avrupa birikimi ile tam bu aşamada devreye girerek, Abdülhamit’in Osmanlı devletini bütünüyle tam bir İslam devletine dönüştürme planlarına karşı çıkmıştır. Abdülhamit İstanbul’daki başkenti Şam’a taşımadan önce Selanik kentinde gayrimüslim unsurların ve batıcı bazı gizli ve kapalı derneklerin öncülüğü ile bir ordu hazırlanarak Selanik’ten İstanbul’a göndermiştir. İngiltere’nin yakın ilgisiyle örgütlenen bu girişimin devreye girebilmesi amacıyla İstanbul kentinin tam ortasında bir İslamcı görünümlü bir isyan hareketi, İngiliz istihbarat örgütünün gizli düzenlemeleriyle ortaya çıkarılmış ve bu ayaklanma hareketi bahane edilerek, Selanik’te örgütlenen yeni bir ordu yapılanması İstanbul’a gönderilerek, Osmanlı devletinin başkentinin Şam’a taşınması planının önü kesilmiştir. Balkanlar olmadan İstanbul’un başkent olamayacağını iyi bilen Abdülhamit, başkenti Şam’a taşımak için yeni plan ve projeleri devreye sokarken, Selanik’te toplanan Osmanlı Devletinden arta kalan eski Osmanlı gayrimüslimleri kendi geleceklerini sağlama alabilmek için öne geçmişlerdir. Bu doğrultuda Abdülhamit’in yeni Şam devletini önlemek doğrultusunda, hem İngiltere ve Vatikan ile hem de İsrail’i kurmak üzere yola çıkmış olan Siyonist lobilerle işbirliği yapmışlardır. İstanbul’da tezgâhlanan ayaklanmayı bahane ederek bu kente gelen Hareket ordusu duruma müdahale ettikten sonra, Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün gayrimüslim unsurları temsil eden beş kişilik heyet batı dünyasından aldığı desteklerle, Osmanlı devletinin en güçlü padişahı olan Abdülhamit’i tahttan indirerek Selanik kentinde hapse mahkûm ediyordu. Balkan kökenli İttihat ve Terakki yönetimi, kendi içindeki gayrimüslim unsurlar yüzünden böylesine bir emperyal manevrayı önce seyirci kalmaya tercih etmişler, ama devletin çöküşünün hızlanması üzerine Abdülhamit’in haklılığı anlaşılınca, bir ay sonra Abdülhamit’i yeniden tahta geçirmeye çalışmışlardır. Ne var ki, içeride örgütlenmiş olan batılı istihbarat servisleri böylesine karşı bir manevraya izin vermeyerek Abdülhamit’i devre dışı bırakmışlardır.
Abdülhamit’in tahttan indirilişi bir anlamda Osmanlı Devletinin sonu olmuş ve imparatorluğu yeniden kurmaya yönelmiş olan Abdülhamit’in devre dışı kalmasıyla birlikte, Şam merkezli iki yarımada imparatorluğu oluşturma projesi geride kalmıştır. Abdülhamit tıpkı Emevi İmparatorluğu gibi, yeni bir Osmanlı İmparatorluğunun Orta Doğu bölgesinde tesis edilebileceğini bütün dünyaya göstermek isterken, batı emperyalizmi destekli Osmanlı gayrimüslimleri buna izin vermeyerek Abdülhamit’in önünü kesmişler ve böylece gayrimüslim yapılanmaların Osmanlı devleti sonrasında Orta Doğu bölgesinde gerçekleştirilmesinin önünü açmışlardır. İngiliz-Fransız işbirliğine karşı Alman devleti ile ortaklığa giderek Bağdat demiryolunun yapılmasını Abdülhamit örgütlemiştir. Ne var ki, tam Bağdat demiryolu inşaatının bittiği günlerde ve Alman ordusunun tren yolu aracılığı ile Bağdat’a gelmesinin sağlanacağı noktada, Abdülhamit tahttan indirilerek Şam merkezli yeni Osmanlı devleti projesi devre dışı bırakılmıştır. Bu durumdan Siyonistler de yararlanmasını bilmişler, Abdülhamit sonrasında hem Filistin’e Yahudi göçü daha da hızlanmış, hem de Siyon katır birlikleri hem Suriye’de hem de Çanakkale de savaşarak Orta Doğu’nun geleceğinde Siyonistlerin de bulunacağı mesajını dünya kamuoyuna yansıtmışlardır. İngilizlerin işgali altındaki Kıbrıs adasında bir Yahudi krallığı kuramayan Siyonistler Basel kararları doğrultusunda Filistin’de üçüncü kez bir İsrail devletinin kurulabilmesi için yoğun lobi çalışmaları ile uluslar arası alanda etkili olmuşlardır. Bunun sonucunda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulamayan Yahudi devleti ancak ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan ordusunun Orta Doğu’ya gelmesi üzerine kurulabilmiştir. Abdülhamit’in Şam devleti kurulabilseydi hiçbir biçimde gündeme gelemeyecek olan üçüncü İsrail projesi, Abdülhamit’in tahttan indirilmesi sonrasında gerçekleştirilebilmiştir. Aynı doğrultuda bir değerlendirme İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’daki varlıkları açısından da yapılmalıdır.
Abdülhamit’in tahttan indirilmesini Balkan gayrimüslimleri aracılığı ile örgütleyen İngiltere, Abdülhamit sonrasında Anadolu ve Arap yarımadalarında gizli servislerini yoğun bir biçimde çalıştırarak, Anadolu yarımadası üzerinde Türkçülük akımını, Arap yarımadası üzerinde de Arapçılık akımını örgütleyerek, iki yarımadanın birbirinden ayrı bir kimlik doğrultusunda geleceğe dönük yeni bir siyasal yapılanmaya doğru yönlendirilmesini sağlamıştır. Arap ülkelerindeki şeyhleri ve aşiretleri Osmanlı Devletine karşı kışkırtarak bir anlamda Arap milliyetçiliğinin öncülüğünü yapan İngiltere, benzeri bir biçimde, hiçbir ideolojisi olmadan Osmanlı topraklarını savunmak üzere kurulmuş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni de Türkçülük ideolojisine yönlendirmiştir. Geride kalan Osmanlı toprakları üzerinde İslam üzerinden bir birlikteliğin önünü geçme doğrultusunda, Anadolu ve Arap yarımadalarının birbirinden uzaklaşmalarını sağlamıştır. Böylece bölünmüş ve parçalara ayrılmış bir Orta Doğu coğrafyasını Osmanlı İmparatorluğu sonrasında on ayrı devlete bölmek kolay olmuş, Türk ve Arap milliyetçiliği doğrultusunda iki yarımada birbirinden uzaklaştırılırken, İngilizler ile Fransızlar kendi çıkarları doğrultusunda bir harita çizerek merkezi alanın yeni patronları olmuşlardır. Bu durum ikinci dünya savaşına kadar devam etmiş ama ABD’nin bölgeye bir süper güç olarak gelmesiyle ve İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte, merkezi alanda hegemonya ABD-İsrail ikilisinin eline geçmiştir. ABD’nin yönetiminde Siyonist lobilerin etkin olması nedeniyle Siyonizm, ikinci dünya savaşı sonrası dönemin orta dünyadaki önde gelen gücü haline gelmiştir. Siyonistler Abdülhamit’in tahttan indirilmesini gerçekleştirdikten sonra, üçüncü İsrail projesini gerçekleştirmişler ve bugünkü aşamada Büyük İsrail imparatorluğunu kurmak üzere Suriye’de dıştan güdümlü bir iç savaşı örgütleyerek Şam kentinin önüne gelmişlerdir. Abdülhamit’in yeni Osmanlı başkenti yapamadığı Şam kentinin bugün Siyonistlerin yeni merkezi konumuna getirilmesi söz konusudur.
Sovyetler Birliği’nin dağıtılması sonrasında gündeme getirilen küreselleşme döneminde, kuzeyden gelen emperyal güç olan Rusya’yı bölgeden çıkarmak, İran’ın Şii emperyalizminin önüne geçmek ve bir doğu gücü olarak Çin’in merkezi alana girmesini önleme doğrultusunda körfez savaşları ile başlatılan savaş döneminde çatışmalar Irak üzerinden bölgeye yayılmıştır. Arap baharı kışkırtmaları ile bütün İslam ülkeleri ve merkezi coğrafya tehdit altına alınmış ve Irak’ın çökertilmesinden sonra sıra Suriye’nin parçalanmasına gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra merkezi alanda meydana gelen otorite boşluğu, bir süre Sovyetler Birliği ile dengelenmeye çalışılmış, bu büyük doğu blokunun dağılmasından sonra yeniden orta dünyada otorite boşluğu kendiliğinden gündeme gelince, Amerika Birleşik Devletleri bu kez orduları ile gelerek bölgede İsrail’in güvenliği ve şirketlerinin petrol çıkarları doğrultusunda savaşmaya başlamıştır. ABD ordularının on yıl süre ile İsrail için Orta Doğu da savaşması üzerine, Amerika Birleşik Devletleri süper güç olma şansını elinden kaçırmıştır. Siyonist lobiler ABD’yi Orta Doğu bölgesine kilitleyince, Avrupa, Afrika ve Latin Amerika kıtalarındaki ABD hegemonyası sarsılmış, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi büyük ülkeler yeni süper güçler olarak, dünya siyaset sahnesindeki yerlerini almışlardır. Osmanlı gibi Sovyetlerin de haritadan çekilmesiyle batılı emperyalist güçler ile Siyonist lobiler Orta Doğu bölgesinde karşı karşıya gelmişlerdir. Bu durumun sonucunda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İsrail’in kurulması üzerine merkezi bölge sürekli bir savaş alanına dönüşmüştür. Abdülhamit’in Şam devleti projesi gerçekleştirilseydi hiçbir zaman görülemeyecek bazı siyasal gelişmeler, Abdülhamit ve Osmanlı Devleti sonrası dönemde birbiri ardı sıra bölgede gündeme gelen sıcak olaylar aracılığı ile gerçekleşme aşamasına gelmiştir. Emperyalizmi ve Siyonizm’i yakından izleyen Abdülhamit, bunların önüne geçmek istemiş ama o günün koşullarında emperyalist dış güçler ile ortaklığa giren mandacı iç güçler yüzünden tahtını koruyamamıştır. Bunun sonucunda hem Bağdat hem de Şam gibi devlet merkezleri emperyal savaşlar ile yıkılmıştır.
Suriye iç savaşı bugünlerde bütün şiddeti ile sürüp giderken, Orta Doğu planları çatışmakta ve bu yüzden de bir türlü merkezi alanda kamu düzeni ve güvenliği tesis edilememektedir. Zamanın getirdiği değişimi iyi gören Abdülhamit Osmanlı Devletinin geleceğe dönük güvenliğini Anadolu ve Arap yarımadalarının Şam kenti merkezli bir yeni yapılanmaya yönlendirilmesiyle sağlanabileceğini herkesten önce görerek önlemlerini alınca, İngiliz emperyalizminin manevraları ile karşı karşıya kalmıştır. Kıbrıs’ı işgal eden İngilizler bu ada üzerinden bütün bölgeye yayılarak Osmanlı devletinin ortadan kaldırılmasını gerçekleştirecek planlı adımları atmışlardır. İngilizler bin kilometrelik uzun bir sınır çizerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmişler, Arap yarımadasında da petrol şirketlerinin istekleri doğrultusunda sınırları çizmişlerdir. Abdülhamit’in iki yarımada üzerinde yeni Osmanlı devleti oluşturma planını önleyen İngilizler, İttihatçıları Türkçü yaparak Anadolu yarımadasına yönlendirmiş Arap şeyhlerine de yeni devletler kurarak Arap yarımadasından Osmanlıların geri çekilmesini sağlamışlardır. Arap yarım adası dörde bölünürken, körfezdeki şeyhliklere bağımsızlık verilerek bunlar yedi kız kardeş adı verilen petrol şirketleri ile evlendirilmişlerdir. Yedi petrol şirketinden birisi ile anlaşan körfez şeyhlikleri bağımsız devlet olarak tanınmış ve petrol istasyonu görünümünde birçok devletçik kurularak, petrol şirketlerinin çıkarları en üst düzeyde gerçekleştirilmiştir. Soğuk savaş yıllarında İngiltere’nin patronluğunda yeni Orta Doğu düzeni yirminci yüzyılın sonlarına doğru devam etmiş ama İsrail’in kurulmasıyla devreye giren Büyük İsrail projesi yüzünden her şey alt üst olmuştur. ABD ile ortak hareket eden İsrail, İngiliz ve Fransızların kurmuş olduğu Orta Doğu düzenini kendi çıkarları için değiştirmek istediğinden, küreselleşme aşamasında Orta Doğu savaşları öne çıkmıştır.
Orta Doğu savaşlarının son aşamasında, Hristiyanlık açısından kutsal bir ülke olarak kabul edilen Suriye iç savaşı giderek tırmanma ve bölgeye yayılma aşamasına gelmiştir. Romalıların merkezi alanı işgali sırasında ortaya çıkan Hristiyanlık, önce Suriye ‘de yayıldığı için bütün Hristiyan dünyası bu ülkeyi din açısından kutsal bir yer olarak görmekte ve bu yüzden Suriye’de yeni bir İslam ya da Musevi hegemonyası istememektedir. Bu nedenle, Vatikan savaşa karşı ısrar edince hiç bir Hristiyan devlet Suriye iç savaşına müdahale etmemiştir. Ne var ki, İsrail’in öncülüğündeki Siyonist lobiler sürekli olarak Amerika üzerinden katı dinci terör örgütleri kurdurarak, Suriye’yi hiçbir biçimde Hristiyanlara bırakılmayacak derecede çökertmenin yollarını ararken, Abdülhamit’in başkent yapamadığı Şam kenti, yeni dönemde kendisini Irak-Şam İslam devleti olarak tanıtan bir terör örgütünün hedefi konumuna gelmiştir. Irak-Şam İslam devleti adıyla ortaya çıkan bir terör örgütü şimdiye kadar gerçekleştirdiği saldırılar ile, Irak ile birlikte Suriye devletini de çökertirken, Şam’ı ele geçirerek İslam dünyasının merkezi yapacağını ileri süren bu terör örgütü, Şam ile birlikte Suriye devletinin de yıkıma doğru sürüklenmesine giden vahşi bir savaşı bölgede tırmandırmaktadır. Abdülhamit’e Şam kentini bırakmayan gayrimüslim kesimler, var olan siyasal düzeni yıkmakta bu yeni terör örgütünü kullanmakta ama Şam kentini de yavaş yavaş İsrail işgaline hazırlamaktadırlar. Türkiye’yi Suriye savaşına çekerek Arap ve İslam dünyasına karşı kullanabilmenin çabası içinde olan ABD-İsrail ikilisi, Suriye devletini kesin olarak parçalama doğrultusunda Halep kentini Türklere bırakır görünerek, Türkiye’nin gücünden Araplara ve İslam dünyasına karşı yararlanabilmenin yollarını aramaktadırlar. İngilizlerin Araplar ile Türkler arasına bin kilometrelik bir sınır çizmesinden memnun kalmayan ABD-İsrail ikilisi, Türkler ile Araplar arasına yeni bir ulus devleti tampon bir mekanizma olarak yerleştirme doğrultusunda Kürt asıllı toplulukları emperyalist bir plan doğrultusunda devletleştirerek bölge devletlerine karşı kullanmaya çalışmaktadırlar. İran ve Türkiye’ye karşı bir tampon mekanizma oluşturacak böylesine yeni bir devletin temelleri Kuzey Irak’ta atıldıktan sonra, bölgedeki petrolün Akdeniz’e akmasına sağlayacak bir koridor açılmaya çalışılmakta ve bu doğrultuda Kuzey Irak’tan sonra bir de Kuzey Suriye meselesi çıkartılarak, merkezi coğrafya haritası ABD-İsrail ikilisinin çıkarları doğrultusunda yeniden çizilmeye çalışılmaktadır.
Orta Doğu yeniden yapılanmaya doğru zorlanırken, Bizans döneminden kalma bir adlandırma ile Doğu Akdeniz bölgesi Levant olarak yeniden ele alınmaya çalışılmakta, Akdeniz’in batısında yer alan emperyalist Hristiyan devletler dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz’de yeni bir yapılanmaya giderken, Doğu Akdeniz’in merkezi konumundaki Suriye’yi geleceğin Levant yapılanmasının bir parçası olarak görmektedirler. Suriye’nin başkenti olan Şam kenti Bizans döneminde merkezi bir konuma sahipken, sonraki aşamada İslamiyet’in çıkışı ile birlikte Emevi İmparatorluğuna da başkentlik yapmıştır. İspanya’da bir Müslüman devlet olarak Endülüs kurulurken, Emevi devletinin merkezi olan Şam kenti bu konuda Endülüs devletine fazlasıyla yardımcı olmuştur. Avrupa’daki Hristiyan-Yahudi çekişmesinin Orta Doğu’ya doğru taşınması aşamasında, Şam kentini merkeze alarak Osmanlı devletinin, Türklerin ve Müslümanların çıkarlarını korumak isteyen Abdülhamit’in, böylesine bir savunma projesini gündeme getirmekte, ne kadar haklı olduğu sonraki olayların gelişimi ile kanıtlanmıştır. Tarih boyunca Hristiyanlarla kavga eden ya da çekişen Musevi gruplar, İslam’ın ortaya çıkışı sonrasında bu tek tanrılı dini Hristiyanlara karşı kullanabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. İspanya yarımadasındaki Endülüs devletinin Hristiyan devlet ve topluluklar ile süren savaşlarla dolu olan yedi asırlık tarihi bu açıdan ilginç örnekler taşımaktadır. Aynı doğrultudaki siyasal gelişmelere Osmanlı tarihinde de rastlamak mümkündür. Osmanlı gücünü Tanrının kılıcı olarak Avrupa’daki Hristiyan hegemonyasına karşı destekleyen Musevi topluluklar, bugün Hristiyanların Orta Doğu’ya girmesinin önlenebilmesi doğrultusunda gene işbirlikçi ve mandacı Müslüman kesimleri kullanmaya çalışmaktadırlar.
Abdülhamit’in Yeni Osmanlı İmparatorluğuna başkent yapamadığı Şam kenti, Orta Doğu’da son dönemde sürüp giden savaşlar doğrultusunda Büyük İsrail’in mi, yoksa Lövanten kesimlerin Hristiyan devletlerin desteği ile gerçekleştirmeye çalıştıkları Lavant Federasyonunun mu başkenti olacağı daha belli olmamıştır. Bu arada, ABD-İsrail ikilisinin Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu ve Büyük Alman Birliği girişimlerine karşı İsrail-Fransa işbirliği ile yavaş yavaş gündeme getirilmeye çalışılan Akdeniz Birliği’ne mi Şam’ın başkent olabileceği de tartışma alanına girmiştir. Bölünecek Türkiye’den gelecekte ortaya çıkabilecek Trakya, İyonya, Likya ve Klikya gibi eski Bizans eyaletlerinin yeniden özerk ve bağımsız bir yönde gündeme getirilmesiyle birlikte Akdeniz Birliği’nin doğu bölgesi örgütlenmesinin tamamlanabileceği düşünülmektedir. Bugün Suriye de devam etmekte olan savaşın uzayıp gitmesinin arkasında geleceğin jeopolitik yapılanmasının hesaplaşması bulunmaktadır. İsrail’in son zamanlarda Lübnan’a yönelik bir harekâta hazırlanması ve bu ülkeyi kendisine bağladıktan sonra Şam kentine yönelik bir askeri harekâta kalkışması, kutsal kitaplarda yer alan Armegeddon senaryoları ile açıklanmaya çalışılırken, bu kutsal savaşın cereyan edeceği yer olarak Suriye’deki Megiddo Ovası adres olarak gösterilmektedir. Suriye savaşı tırmandırılırken Şam kentinin geleceği giderek belirsizleşmekte, böylesine bir kaos ortamı planlı olarak yaratılırken, var olan savaş düzeninin bir büyük üçüncü dünya savaşına dönüştürülebilmesi için Neo-con lobiler, silah ve petrol şirketleri tarafından desteklenen Irak Şam İslam devleti yapılanması Suriye’yi iyice yaşanmaz bir ülke haline sürüklemektedir. Bu durumda, Türkiye böylesine emperyal ve Siyonist bir savaştan kendisini korumak üzere kesinlikle uzak durmak zorundadır. Türkiye’yi böylesine bir savaşa sürükleyen emperyal baskılara karşı, Türk devleti komşu devletler ile bir araya gelerek yeni bir savunma yapılanmasına yönelmek zorundadır. Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün öne sürdüğü gibi, Irak ve Suriye devletleri ile halkları ancak kendi kurtuluşlarını sağladıktan sonra Türkiye ile bir bölgesel güvenlik ve işbirliği ittifakına gidebilirler.
Kaynak: http://www.kemalistyaklasim.info/index.php/makaleler/prof-dr-an-l-cecen/549-abduelhamit-in-sam-devleti
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> OSMANLI TARİHİ Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com