EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Murat BardakçI

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Nis 05, 2009 8:32 pm    Mesaj konusu: Murat BardakçI Alıntıyla Cevap Gönder

Bakalım SANSASYONEL-PAPARAZZİ ve MEDYATİK tarihçi MURAT BARDAKÇI buna ne kulp takabilecek?
Dr. Hayati BİCE


"Ya Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevi Kaddesallahu Sırrahu"
( Hat: Hüseyin KUTLU Tezhib: Müzehher BİCE. Bu eser Müzehher Bice tarafından 2000 yılında restorasyonu tamamlanan Yesevi Külliyesi için özel olarak hazırlanmış ve Türkiye ile Kazakistan Devlet Başkanlarının da katıldığı bir uluslararası bir törenle Yesevi Külliyesi’ne armağan edilmiştir. Tören sırasında ve takip eden günlerde bir süre külliyenin mescidinde sergilenen eser halen Hoca Ahmed Yesevi’nin ömrünün son yıllarında halvete girdiği yeraltı çilehanesinde yer almaktadır. )

HaberturkTV kanalında 17 Ağustos 2009 günü yayınlanan bir haber-tartışma programında “Türklerin İslamlaşması” hakkında ilginç görüşler ileri sürüldü. “Türk İslam Tarihi Tartışılıyor” başlığı ile sunulan ve Kültür eski Bakanı Namık Kemal Zeybek, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve gazeteci-tarihçi Murat Bardakçı katıldığı tartışma programında pek çok konudan söz edildi.

Tartışma esnasında Rasulullah Efendimiz (s.a.v.)’in Türk olup olmadığından; 1600’lerde İstanbul’u yağmalayan Rus Cossack (kozak)’larının bugün Kazakistan’da yaşayan Kazak Türkleri ile ilgisi olup olmadığına; latinize Türk alfabesinde ‘kaf’ ile ‘kef’ harflerinin farklı olarak belirtilip belirtilmemesi tartışmalarından Türkiye’de yaşayan halkın gen haritasına kadar alâkalı-alâkasız konularda daldan dala dolaşıldı.

Bu yazıyı yazmaktaki kasdım yukarıda işaret edilen ve çoğunun tashihi gereken anakronik -ve bence tümüyle anlamsız- tartışmalara katkıda bulunmak değil; programda ortaya çıkan -bilhassa Murat Bardakçı’nın sergilediği- Ahmed Yesevi’nin Türk dünyasının manevi hayatındaki belirleyici etkiyi küçümseyici tavrı irdelemektir.

Murat Bardakçı, Ahmed Yesevi ile Yesevilik yolunun Türk dünyasında bilhassa Osmanlı coğrafyasındaki tesiri ile ilgili hükümler verirken o kadar fahiş hatalara düştü ki değil bir tarihçinin sıradan bir tarih meraklısının bile hayret etmemesi mümkün değildi.

Ahmed Yesevi’nin Türk tarihindeki yerinin kısmen farkında olan Murat Bardakçı; Yesevi’nin Türk coğrafyasının “Doğu yakası”nda büyük önemi olduğunu –biraz da mecburen- kabul ederken Türkiye topraklarının da dahil olduğu Türk coğrafyasının “Batı tarafı”nda hiçbir önemli bir etkisi olmadığı”nı iddia ediyordu. Murat Bardakçı’ya göre Ahmed Yesevi’nin Anadolu tasavvuf geleneğinin öncüleri ve sembol isimleri olan Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre gibi üzerinde değil etkisi olmak bu konuda “bahsi bile edilemez”di. Yine Bardakçı’nın ifadesine göre “Osmanlı kültür çevrelerinde hiçbir şekilde bilinmeyen bir isim” olan “Ahmed Yesevi sadece Doğu’daki Türkistan Türkleri için önemli birisi” idi.

Evliya Çelebi’den habersiz bir tarihçilik !

Oysa sadece Evliya Çelebi seyahatnamesinden haberdar olan bir kişi bile Hz. Pir Yesevi’nin Osmanlı coğrafyasındaki etkisinden habersiz olamazdı.

Ünlü Osmanlı gezgini Evliya Çelebi (d.1611) ünlü seyahatnamesinin ilk cildinden itibaren “Türk-i Türkân” (=Türklerin Türkü), “Pirân-ı Türkistan” (=Türkistan’ın mürşidi) olarak saygı ile andığı Hoca Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiğini birçok yerde iftiharla belirtir.

Burada sorulması gereken soru şudur: Evliya Çelebi, nasıl olmuş ta Osmanlı kültür çevrelerinde “hiç bilinmeyen ve önemsenmeyen” Ahmed Yesevi’den bahisle O’nun evladından olmayı bir itibar referansı olarak kaydetmiştir? Evliya Çelebi’nin “Osmanlı kültür çevrelerinde hiçbir şekilde bilinmeyen bir isim” olan Ahmed Yesevi evladından olduğu ile övünmesi nasıl tevil edilir?

Evliya Çelebi’nin Göynük’te Akşemseddin türbesi civarında medfun Bıçakçı (Sikkini) Ömer Dede’den bahsederken Hz. Ali’ye uzanan Hoca Ahmed Yesevi şeceresinden haberdar olduğunu gösteren satırları son derecede dikkat çekicidir: “…İslambol zindanında medfun Baba Cafer oğlıdır. Anlar Muhammed Hanefi evladıdır kim bizim ceddimiz Ahmed Yesevi bin Muhammed Hanefi’ye müntehi olduğında şecerelerimizde böyle tahrir olmağıla hasib ve nesibleri ile malumumuzdur…” ibaresiyle Hoca Ahmed Yesevi’nin Hz. Ali’nin oğlu olan Muhammed Hanefi soyundan geldiğini açıklıkla ortaya koyar. (1) Bu satırlar Evliya Çelebi’nin Ahmed Yesevi’nin şeceresine işaret ile O’nu Hz. Ali evlâdı olduğuna da işaret etmesi yönünden de önemlidir.

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde Yesevî Dervişânı

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin geçtiğimiz yıllarda Orhan Şaik Gökyay tarafından yayına hazırlanan ve Yapı-Kredi Yayınları arasında neşredilen transkribe tam metninde birçok yerde Yesevi etkisinin Osmanlı coğrafyasındaki derinliğini gösteren veriler sunulmaktadır. Birkaç örnek verelim:

Evliya Çelebi, Osmanlı’nın kuruluş yıllarının Orhan Gazi dönemini anlatırken Horasan’dan gelerek Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Veli hakkında şunları yazar: Orhan Gazi’nin “zaman-ı hilafetinde cedd-i izâmımız Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretleri Horasan’dan halifesi olan Hacı Bektaş-ı Veli’yi üçyüz fukarasıyla sahib-i seccade idüp deff ve kudüm ve alem saraf virüp “Var Orhan Beğ ile Rûm fatihi ol yâ Bektaş” diyü nefes idüp Hacı Bektaş-ı Veli üçyüz er ile Horasan’dan Orhan Gazi’ye gelüp mülakat olduğı gibi Bursa üstüne gelüp feth itdiler…” (2)


Evliya Çelebi’nin bugünkü Romanya’da bulunan türbesinde ziyaret ettiği Sarı Saltuk’dan bahsettiği şu satırları da vermek istiyorum: Sarı Saltuk “…Sâdât-ı kirâmdan bir ulu sultan idi. Bu hakirün ecdâdı Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinin halifesidür kim ism-i şerifleri Muhammed Neccâr’dur kim hasib ve nesib ırk-ı tâhirdendür.” Evliya Çelebi “Bir mücâhid-i fisebilullah bir sultan idi..” diye övdüğü Sarı Saltuk’a Ahmed Yesevi tarafından Rumeli’nin fethinin hedef gösterildiği rivayetini anlatırken “ceddimiz pirân-ı Türkistan Hoca Ahmed Yesevi ibn Muhammed Hanefi, Hacı Bektaş-ı Veli’ye imdat içün, yedi yüz âdem Horasan erenlerinden virüp” “Makedonya ve Dobruca ve yedi krallık yerde nam ve nişan sahibi ol” talimatı ile yönlendirildiğini belirtir. (3)

Evliya Çelebi’nin bu satırları Ahmed Yesevi’nin Osmanlı’nın kuruluş döneminde etkili olan Hacı Bektaş-ı Veli; Sarı Saltuk gibi seçkin dervişleri beraberinde gönderdiği belirtilen ve sayıları “üçyüz” ve “yediyüz” olarak kaydedilen Horasan erenleri vasıtasıyla icra ettiği fonksiyonu kanıtlamaktadır.

Bunlar da Evliya Çelebi’nin, İstanbul fethini anlatırken İstanbul Unkapanı’nda medfun Horoz Dede hakkında yazdıklarından: İstanbul’un fatihlerinden “… Horos Dede ceddimiz Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinin fukaralarından bir pir-i fâni olup asâkir-i İslam içre yigirmidört saatde yigirmidört kere bank-i horos urup “Kum yâ Gafilûn” diyü guzât-ı müslimîni agâh itdiğiçün Horos Dede dirlermiş…” (4)

Osmanlı Coğrafyasından Bazı İşaret Taşları

Evliya Çelebi, ayrıca Osmanlı’nın Anadolu ve Rumeli topraklarını gezerken rastladığı Yesevî dervişlerine ait türbe ve makamlar ile buralarda Yesevî dervişleri ile ilgili olarak anlatılan menkıbeleri de eserine tek tek ve ayrıntıları ile kaydetmiştir.

Evliya Çelebi’nin gezdiği Osmanlı beldelerinde izlerini tesbit edebildiği Yesevî derviş-gazileri arasında Bursa’daki Geyikli Baba Sultan (5) ve Dâvûd Baba (6), Bursa’daki Abdal Musa (7), Tokat il merkezindeki Gıj-Gıj Dede (8) ve yine Tokat’ın Zile ilçesindeki Şeyh Nusret (9) Amasya Merzifon’daki Pir Dede (10), Aksaray’da Pertevi Sultan (11), Bozok Sancak merkezi Yozgat`taki Emir-i Çin Osman (12), isimlerini sıralar ve çok önemli olarak buralarda tasavvufi bir hayatın gereklerini Yeseviyye tarikatı adâbına göre yaşayan Yesevi fukarası ile sohbetlerinden bahseder.



(Bütün Türkistan’ın manevi merkezi olarak kabul edilen Yesevi Külliyesi özellikle dini bayram günleri büyük bir ziyaretçi topluluğunu ağırlamaktadır. )

Evliya Çelebi’nin Balkanlar’daki seyahatlerinde tesrilerine tanık olduğu ve türbeleri ile karşılaştığı Yesevi izdaşları ise ise Deliorman’daki Demirci Baba, Varna yakınındaki adına tekke ihdas olunmuş Batova’daki Akyazılı Sultan (13) olarak Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde yer almaktadır. Azerbaycan’ın kuzey bölgesindeki Şirvan Hanlığı sahasındaki Avşar Baba (14) âsitânesi de Evliya Çelebi’nin Yesevi dervişleri ile karşılaştığı yerlerdendir.

Topkapı Sarayındaki Yesevî Şair : Hazinî

Osmanlılar ile Yesevi ilişkisinde önemli bir isim ise bir Yesevi şeyhi olarak 16. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden ve devrin hükümdarı olan III. Murad tarafından ağırlanan Yesevi şeyhi Hazini’dir. Günümüzde Tacikistan sınırları içerisinde kalmış bulunan Hisar kentinde doğmuş olan ve eserinde Yesevî’nin ilk halefi Mansur Ata’nın torunlarından olduğunu belirten Sultan Ahmed Hazini adlı Yesevî dervişinin Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu olan Osmanlı Sultanı III. Murad’a 1593 yılında sunmak üzere kaleme aldığı “Cevâhiru’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr” Yesevilik çalışmalarının bilinen en önemli kaynağıdır.

Bu değerli eserde Yeseviyye’nin Türkistan coğrafyasındaki etkileri ve Yesevilik’in esasları hakkında önemli veriler yer almaktadır. Eserde Hz. Pir-i Türkistan Ahmed Yesevî hakkında ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. (15)

Kitabda yer alan Farsça bölümdeki manzum silsilede Rasûlullah (s.a.v.)’den eserin müellifi Hazini’ye kadar uzanan Yeseviyye ve Nakşbendiyye silsilelerine işaret edilmektedir. Bu 312 beyitlik mesnevi tarzı Farsça şiirde Yusuf Hemedanî’nin halifeleri olarak Ahmed Yesevî ve Abdulhalık Gücdüvanî zikredilir. Hazinî’ye göre “Yesi, Maveraünnehr ve Yemen’de kadın-erkek herkes” Ahmed Yesevî’nin manevi tasarrufu altındadır.

Hazinî, Ahmed Yesevî hakkında “Türklerin piri”, “Türklerin sultanı”, “kutubların kutbu”, “din sultanı”, “takva eri” gibi oldukça dikkat çekici ibareler kullanır:

Dünya kutublarının kutbu, Türklerin (mânâ) sultanı, Yesili ulu şeyh Hoca Ahmed.

Ki O’nun kapısında nice bin evliya fakr makamını elde etti ve yokluk yolunu tamam­ladı.

Hakk erleri O’nun dergahında hizmet kemerini kuşandı, kutbların kutbu O’nun ayağına baş koydu.

Hakk yolunda yola girmişlerin başı, ayağının toprağı meliklerin tacının incisi.

O Hazret’in naibleri de ulu kişilerdir; evliya arasında her biri zamanın kutbudur.

İlk kez Sultan II. Selim zamanında İstanbul’a gelen Hazini Hacc yaptıktan sonra yeniden İstanbul’a döner. Bu sırada Osmanlı tahtına Kanuni’nin torunu III. Murad geçmişti. Hazini’nin İstanbul’da Osmanlı Sultanı ile görüştüğü, sultana kaleme aldığı “Cevâhiru’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr” adlı eserini takdim etme fırsatı bulmuştur. Hazini’nin yazdığı değerli eseri ile başta Hz. Pir Hoca Ahmed Yesevî olmak üzere Yeseviyye yolunun önderlerini efsanelere karışmış bir konu olmaktan kurtarmış hem de kendi adını ebedileştirmiştir.

Hazinî’nin ne kadar önemli bir görevi ifa ettiği işte böyle ortaya çıktı. Bugün “tarihçi pozu ile” ahkam kesenlere haddini bildirme konusunda sağladığı lojistik destek için de Hazini’ye minnet borçluyuz. Bırakın Hz. Pir-i Türkistan Yesevi’yi bir yana; “fukarasından bir aciz” olan dervişi Hazini dahi; insanı işte böyle utandırır.

***

Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevî’nin Türk yurtlarının doğu ve batı bölgelerindeki tesirinden söz etmişken kuzey ve güneyi de ihmal etmeyelim. Türk dünyasının kuzey kuşağını teşkil eden Başkırdistan ve Tataristan’da da Ahmed Yesevi’nin kalıcı tesirlerinin izine bugün bile rastlanılmaktadır. Bunun en somut kanıtı Türklük aleminin en kuzeyindeki kültür merkezi Kazan’da komünizmin egemen olduğu dönemdeki katı yasak günlerinden önceki yüzyılda defalarca basılmış olan Divân-ı Hikmet’tir.

Ayrıca bir örneği elimde bulunan halka İslâm’ı öğretmeğe yönelik olarak 1894 tarihinde Kazan’da Arab ve Kiril harfleri ile Tatarca ve Rusça olarak basılmış olan risaledeki ifade bile tek başına Ahmed Yesevi’nin Türk yurtlarının kuzey alanındaki etkisini kanıtlamağa yeterlidir. Şerâitu’l-İman (=İmanın Şartları) adlı bu risalede iman esasları ezberlenmek üzere tek tek sıralanan “Kimin kuluyuz ?”, “Kimin ümmetindeniz?” gibi temel soruların hemen ardından sıralanırken şu soru ve cevabı verilmektedir (16): “Kimin silsilesindeniz ?” (cevab ) “Hoca Ahmed Yesevi r.a. silsilesindeniz.”

Daha fazla bir söze hacet var mı?

Geçenlerde karşılaştığım Suriye kökenli ve aynı zamanda Nakşbendi tarikatına mensub bir hukukçu, ziyaret ettiği Türk cumhuriyetleri’ndeki manevi etkisine hayran olarak Hz. Pir Ahmed Yesevi’nin bütün dünyadaki Nakşbendi silsilelerine Yusuf Hemedani’yi takiben eklenmesi gerektiğinden bahsederken (17) Murat Bardakçı “iddialı bir tarihçi olarak” Hz. Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’nin doğusu ile batısı ile bütün Türk coğrafyasında bugün de devam eden öneminin farkında değil ise bu kendi sorunudur.

Konunun Ahmed Yesevi’nin ölümsüz eseri Divân-ı Hikmet’in tarihi değer ve önemine ilişkin bir yönü daha var ki -inşaallah- başka bir vesile ile günü gelir; yazılır...


Dipnotlar:

(1) Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 38, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996. Tâ ecdâd-ı izâmımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî ibn Muhammed Mehdi`den berü ecdâdlarımızdan şarâb [u] mükeyyefât yemiş içmiş yokdur. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 130 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

…Horasan’dan yediyüz Horasan erenleri ile Hacı Bektaş-ı Veli ceddimiz Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevi hazretlerinden Rûm’a gelmek içün mezun olup doğru bu Âsitâne-i Seyyid Battal Gazi’ye gelüp niçe zaman anda ikâmet edüp Bursa’dan Orhan Gazi Hacı Bektaş-ı Veli’yi görmeğe bu Seyyid Battal âsitânesine gelüp Bektaş-ı Veli ile müşerref olup Bektaş-ı veli ricasıyla bu âsitâne-yi Battal’ı Koca Orhan Gazi eyle imar edüp gûya bir kal’a-yı metîn edüp bin adet hâne halkın iskân etdirüp şehr imar eder.

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 12, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

…evvela tarik-i Hoca Ahmed-i Yesevî’den fukara-yı Bektaşiyânız ve üstâdımız Derviş Alî Nâdimi’dir… (İstanbul, Kağıthane’de Derviş Sünnetî dilinden)
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 280 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

Evliya Çelebi’nin “cedd-i izâmımız Türk-i Türkan Hoca Ahmed-i Yesevi hazretleri” ibaresini diğer kullanımları için bkz: Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s.229, 5. Kitap, s. 33, 154, 165, 314 ; Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999, 2001.

(2) Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 34, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde ismine sık sık yer verilen Hacı Bektaş-ı Veli’nin Ahmed Yesevi ile ilişkili olarak kullanıldığı diğer yerlerden birkaçı:

Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî`nin halifelerinden Şeyh Lokmân ki Horasan erenlerindendir. Vâlid-i büzürgvârı Hacı Bektaş`ı Şeyh Lokmân`a tilâmizliğe verüp Hacı Bektaş anlardan ulûm-ı zâhire ve bâtımayı tahsîl eyledi. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 25, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.

…devletleri müebbed ola deyü yetmiş aded kibâr-ı evliyaullah Horasan’da Yesu şehrinde Türk-i Türkan Hoca Ahmed Yesevi hazretleri huzurunda hayr dua ve senâlar edüp yedi yüz fukarasıyla Hacı Bektaş-ı Veli’yi Devlet-i Âl-i Osman’a mûin ü zâhir ola deyü gönderüp…

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 17 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

Amma (Hacı Bektaş) irşadı Hoca Yesevî`den görüp Rûm erenlerinden olmağla izin taleb edüp yedi yüz fukarâ ile Seyyid Muhammed-i Buhari-i Saltık ile Hacı Bektaş`ı Rûm`da Osmancığa gönderüp Mevlânâ-yı Rûmi ve Hacı Bektaş-ı veli ve Şems-i Tebrizi ve Muhyiddin-i Arabi ve Karaca Ahmed Sultan ve gayrı yetmiş kibâr-ı evliyaullahların bin yirde haşrolup sohbet-i has edüp Orhan Gazi asrında Hacı Bektaş-ı Veli iştihar bulup yeniden çeri yani yeni-çeri peyda edüpRûm diyârların Orhan ile maan feth edüp yedi yüz fukarâlarınnın cümlesin feth olunan şehirlerde sâhib-i seccade edüp Muhammed Buhari Sarı Saltık Bay`ı Kafiristan`a gönderüp Dobruca ve Eflak ve Boğdan ve Leh ve Moskov`da çok gazâlar edüp "Saltık" namıyla iştihâr verdi. Anınçünhâlâ Rûm`da yedi yüz âsitâne-i Bektaşiyân vardır. Ba`dehû Hacı Bektaş-ı Veli sene (----) tarihinde yine Orhan hilafetinde mehûm olup Orhan, cenâze-i Sultan`a hazır olup Kırşehri`nde defn etdiler. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 26, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999.

(3) Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 312, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996. Sarı Saltık Sultan Menkıbesi’ne Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin değişik yerlerinde de yer verilmiştir:

Hakkâ ki Belh [ü] Buhara’da hazretleri Hacı Bektaş-ı Veli’yi Rûm’a Sarı Saltuk yani Muhammed Buharî hazretlerin gönderdikte….
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 175 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

Der sitâyiş-i Tekye-i Keliğra Sultan yani Sarı Saltık Sultan

... sene (---) tarihinde bizzat Muhammed Hacı Bektaş-ı Veli Yesev şehrinde Türk-i Türkân Hoca Ahmed Yesevi`den cihâz-ı fakrı kabul edüp diyâr-ı Rûm`da sahib-i seccâde olmağa mezun olup üç yüz yetmiş fukara ve bu Keliğra Sultan cümle fukarâlara ser-çeşme olup...

... Niçe zaman bu hal ile Sarı Saltık namıyla seyahat etdi. Ve kendülerinde alâ-sûret-i asfaru`l levn olmağıla Şeyh Ahmed Yesevi hazretleri kendülere Saltık Bây namıyla künye demişler idi. (...)

Lisân-ı Latinde Keliğra ejder-i heft-sere derler. ... Anınçün yedi kralda medfûn olup âsitâne-i saadetleri vardır. Üçü Âl-i Osman hükmünde ulu âsitânelerdir. Ve her diyarda birer ismiyle müsemmâdır. Amma Rûm`da Baba Sultan ve Sarı Saltık Sultan ve Kaliğra Sultan derler. Amma kâfiristan-ı Hıristiyanistan`da İsvet-i Nikola derler.

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 73-75, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999


(4) Horos Dede: Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap, s. 38, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1996

(5) Geyikli Baba Sultan : Fukarâ-yı Yesevi`den olup Azerbaycan şehirlerinden Hoy-ı hüsn-hûydandır. Kûh-ı azîmlerde vahşi sığınlara süvâr olup Orhan Gâzi ile sefer eşüp at tavlası gibi bir tavla sığınları var idi, barhanasın bile vahşi gazâllara yükledirdi. (...) Kabr-i şerifi Bursa şehri içre (---) mahallesinde bir tekye-i azîmdir kim Orhan Gâzî binâsıdır.Kuddise sırruhu.

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 31 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

(6) Dâvûd Baba: Fukarâ-yı Yesevidir. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 34 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

(7) eş-Şeyh Hazret-i Abdal Musa: Bu dahi Hoca Ahmed Yesevi fukarâsı idi.Horasan`dan Hacı Bektaş ile Rûm`a geldi.Niçe yüz keşf [u] kerametleri zâhir olmuşdu.Cümleden biri Geyikli Baba`ya kor olmuş âteşi pembe içine sarup hedâyâ-yı rumûz gönderi.Geyikli Baba dahi anlara süd gönderir. Rûmûz oldur kim "Sen ateşle pembeyi imtizâc ettirdinse ben dahi leben-i hâlis hâsıl olan vahşî gazâlları teshir edüp at gibi binüp ve südün yiyüp kullnaırım rumûzun etdi.Hakkâ ki ol asrın ikisi de gerçek erleridir.Bursa içre (---) mahallesinde bir tekye-i ma`mûrda âsûdedir. Bunlar dahi Bursa fethinde bulunmuşlardır. Kuddise sırruhu.

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, s. 31 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999

(8) (Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 5. Kitap, s. 36, Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-2001. Benim için özel anılara konu olmuş olan Tokat’taki GıjGıj Dede Sultan’dan bahsedilen satırlarını nakledelim: “..Şehre hâil bir cihan-nümâ püşte üzere tekye-i Gıjgıj Dede Sultan tarik-i Yesevî’de bir ulu sultan imiş.Hacı Bektaş Velî-i Horasanî’yle diyâr-ı Horasan’dan gelüp izn-i Bektaş Velî ile bu kûh-ı bülend üzere sâkin olur. Kaçan kim celâl sıfat olduklarında ejderha gibi gıjıldadığından Gıjgıj Dede derlermiş. Himmeti hâzır ü nâzır ola. Sâhib-i kanâat birkaç fukaraları vardır.”

Çocukluğumun geçtiği Tokat’ta Gıjgıj Tepesi yakınındaki bağ evimiz gidip gelirken hep bu garip ismin nereden geldiğini merak etmiştim. Gerek aile çevrem, gerekse okuduğum ilk ve orta dereceli okullarda hiç kimsenin bu ismin menşei hakkında bilgisi olmadığını hatırlıyorum. Nihayet Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” kitabından bu “ilginç” ismin nereden geldiğini öğrendikten karşılaştığım birçok Tokat’lıyı da bilgilendirdim. Danışmanlığını yaptığım Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı’na –üstelik Tokat milletvekili idi- ismini ve yerini çok iyi bildiği ve bugün ağaçlandırılarak güzel bir mesire yeri haline getirilmiş olan “Gıjgıj Dede Sultan” zaviyesi önüne bir Ahmed Yesevi Parkı yapılması ve park içerisinde Kazakistan’ın Yesi (bugünkü Türkistan) şehrindeki görkemli Yesevi Türbesinin küçültülmüş -fakat içerisinde namaz kılınabilecek bir ölçekte- bir tıpkıyapımının inşa edilmesi teklifim ilgili bakanlık raflarında kalmış olmalı.

(9) Şeyh Nusret: Sahrâ-yı Zile’de menzil-i tekye-i Şeyh Nusret: Hacı Bektaş ile diyâr-ı horasan’dan gelmiş ceddimiz Hâce Ahmed-i Yesevi halifelerinden Horasan erenleridir. Zile vadisinde mamûr u âbâdan imaret ve mescid ve misafirhaneli bir tekye-i muazzamdır pâ-bürehne ser-bürehne yetmiş adet fukaraları vardır.Bu diyarın ahalisi azîz Şeyh Nusret’e gâyet mutekidlerdir…

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 3. Kitap, s. 146 , Yapı-Kredi Yayınları, İstanbul-1999


(10) eş-Şeyh Hazret-i Pir Dede: Hazret-i Hacı Bektaş-ı Veli ile Horasan`dan Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî izniyle Rûm`a gelüp şehr-i Merzifon`un cânib-i şimâlisi haricinde şehre nâzır bir mürtefi zeminde sâkin olup kâhice hammâmlarda yatup meczûb-u Hüda bir ârif-i billâh kimesne idi kim Orhan Gazi asrından tâ Ebul-Feth`e ermiş bir zât-ı şerif idi. (...) Hâla âsitânesi Osmancık`ta Koyun Baba Tekyesinden ziyade binâ-yı azîm kibâb-ı âliler ile ârâste ve ve müteaddid meydanlar ve matbah u kilâr ve dervişân hücreleriyle pîraste olmuş, her şeb iki yüz ve üç yüz âdem konup göçer mihmân-sarây-ı Bektaşiyân`dır.

Kaynak: BOYUTHABER

Bardakçı'nın Balonu Söndü
05 Nisan 2009 10:45

Tarihçi Murat Bardakçı'nın karizması yerle bir oldu... Bardakçı'nın kitaplarında bir sürü yanlış bilgi çıktı. İşte Murat Bardakçı'nın kırdığı cevizler...

Mustafa Armağan/Zaman

Murat Bardakçı efsanesi bitiyor

15 Mart 2009 günü "Haber Türk"ün sürmanşetini görenler gözlerine inanamamış olmalı. Haberde Abdülhamid'in Siyonistlerle vatan pazarlığı yaptığı belirtiliyor, Osmanlıca bir 'belge'nin eşliğinde "Abdülhamid'in adı etrafındaki bir efsane de son buldu." deniliyordu.
Gülüp geçtim, zira yeni hiçbir şey yoktu. Hem orada anlatılanları 22 Şubat 2009'da bu köşede yazmıştım hem de bütün uğraşmalarıma rağmen yazıda "Abdülhamid efsanesi"ni bitiren belgeyi bir türlü göremiyordum. Sürmanşete çekilen belge ise Sultan'ın Siyonistlere vatan sattığını değil, tam tersine, Filistin'e Yahudi göçünü yasakladığını söylüyordu!

Neresinden tutsanız elinizde kalan bu yazıya aynı gün Ülke TV'deki programımda gereken cevapları verdim. Çok geçmeden gazetesinde köpürürken gördüm onu. Güya ben ve benim gibi Abdülhamid'i sahiplenenler, onun sırtından geçiniyormuşuz! Bir kere Abdülhamid'den geçinebilmek, tek kelimeyle şereftir. Ama sizin gibi çamur atarak değil, bu mazlum insanın hakkını tarihin dişlerinin arasından söküp alarak geçinmek. İkincisi, yıllar yılı hanedanın sırtından geçinen, verdikleri belgelerle yalan yanlış kitaplar yazan, belgeseller yapan ve bunları fahiş fiyatlarla satan birinin (mesela "Şahbaba"nın fiyatı tam 44 TL'dir) kalkıp da birilerini Osmanlı'dan geçinmekle suçlaması yavuz hırsızlık değilse nedir? Üç: Kimseyi beğenmeyen hazret, ne yazık ki doğru dürüst Osmanlıca okuyamamaktadır.

Aşağıda Bardakçı'nın kırdığı cevizleri okuyacaksınız. Kendisi gibi günlerce ve tam sayfa yazma imkânım olmadığından ne yazık ki günah galerisinin sadece bir kısmını gezdirebileceğim sizlere.

Bir efsaneyi bitirdiğini iddia ettiği yazıda Siyonist lider Theodor Herzl'in Abdülhamid'le görüşme tarihini 2 yerde 19 Mayıs 1901, 2 yerde ise 19 Mayıs 1902 olarak veriyor. Aynı yazıdaki bu basit çelişkiyi bile fark edemeyen birinin başkasında suç bulmaya yüzü kalmamalı, ama nerde? Üstelik verilen 19 Mayıs tarihi de hatalı. Çünkü Herzl, günlüğüne evet 19 Mayıs tarihini atmıştır ama dikkatli okunduğunda daha önce fırsat bulup da yazamadığını söylemekte ve huzura cuma günü çıktığını kaydetmektedir. Üstelik 19 Mayıs günü pazara denk gelir. Yani görüşmenin doğru tarihi 17 Mayıs 1901'dir.

Yine gazetenin ilk sayfasında Abdülhamid'in Yahudilere Mezopotamya'ya yerleşmeyi teklif ettiği belirtiliyor ve "az daha İsrail, Kuzey Irak'ta kurulacaktı" deniliyor. Bir kere Mezopotamya, Kuzey Irak'tan ibaret değildir. Basra Körfezi'ne kadar uzanır. 2. Siyonistler ne düşünürse düşünsün, Abdülhamid için bu bir toprak satış görüşmesi değildir. Bir Osmanlı belgesinde denildiği gibi Mezopotamya'da "üç aile şuraya, beş aile buraya" yerleştirilecek, toplu yerleşim olmayacak ve kesinlikle Filistin'e yerleşilmeyecektir. Bu, dedesi II. Bayezid'in Yahudilere kucak açması türünden bir Müslüman hükümdarın zor durumda kalan gayrimüslimlere sığınma hakkı tanıması işlemidir.

İşte "Şahbaba" (8. baskı, 2002) kitabındaki bazı hatalar:

Sayfa 2'de Vahdettin'in kızı Ulviye Sultan'ın evliliği 1916 olarak gösteriliyor ki, doğrusu 1914 olacaktır. (Nitekim kitabın 62. sayfasında doğru tarih yazılı.)

Sayfa 16'da Necip Fazıl Kısakürek'in "Vahidüddin" kitabı hakkındaki bilgiler tamamen yanlıştır. Güya kitap 1975'te çıkmış da, çıkar çıkmaz toplatılmış imiş. Bir kere kitap 1968'de çıkmış olup külyutmaz tarihçimiz elindeki nüshaya iyi bakarsa, 7 yıl sonra yapılan 2. baskısını tuttuğunu görecektir. 3. baskısı 1976'da yapılmıştır, toplatma kararı da işte bu baskı içindir.

Sayfa 25'te iktisat tarihçiliğine soyunan yazar, Osmanlı'da ilk dış borçlanmanın 1855'te yapıldığını sanıyor. Oysa ilk dış borcu, bundan bir yıl önce almıştık (24 Ağustos 1854).

Bütün Osmanlı kaynaklarında yazılanları silip atan yazarımız, Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'ın sözlü hatıralarını esas alıyor (s. 610) ve Vahdettin'in annesi Gülistû Kadınefendi'nin, kocası Abdülmecid'den 4 yıl sonra öldüğünü yazıyor. Halbuki Gülistû Kadınefendi, kocasından bir ay önce ölmüştür ve dolayısıyla hiç dul kalmamıştır! Yani Vahdettin önce annesini, sonra babasını kaybediyor ve üvey anne elinde büyüyor. Hanedanın verdiği belgeleri kritik etmeden kullandığı için Sabiha Sultan'ın iki yerde çelişkili ifadelerde bulunduğunu da göremiyor. Suat Hayri Ürgüplü'ye Vahdettin'in, babasının ölümünden birkaç ay sonra doğduğunu söyleyen Sabiha Sultan, Belge 20 olarak sunulan yazılı hatıralarında (s. 491) ise Vahdettin'in babasını 6 aylıkken kaybettiğini yazıyor. Bir insan hem babasının ölümünden birkaç ay sonra doğacak hem de 6 aylıkken babasını kaybetmiş olacak! Pes yani!

"Şahbaba"nın 52. sayfasında Sultan Reşad için "Sakalı kana boyanır inşaallah!" bedduasını savuranın Münire Sultan olduğunu söylerken, "Son Osmanlılar" kitabında (2006, s. 73) bu sözü annesi Sezaidil Hanım'a söyletiyor. İyi de kim etti bu bedduayı? Bağrı yanık anne mi, yoksa kocası idam edilen kızı mı?

Bazılarını büyüteç yardımıyla okuduğum belgelerdeki hatalardan birkaçı şunlar:

Sayfa 451'de "şerzemme" diye bir kelime geçiyor. Doğrusu "şirzime"dir.

467'de okuyamadığını söylediği kelimeyi hayrına ben yazayım: "İhtâr".

472'de Vahdettin'in kızı Ulviye'ye yazdığı mektupta şöyle bir cümle geçiyor: "Bilmiyorum, yine bir sûizanna mı kapıldın!" Oysa mektubun orijinalindeki cümle şu: "Bilmiyorum, yine ben suizanna mı kapıldım." Gördüğünüz gibi anlam tamamen değişiyor.

479'da okuyamadığı için boş bıraktığı iki kelime benden olsun: "bir ferd-i millet..."

Külyutmaz yazarımız "sevilen"i, "sevilmez", "hüve"yi "nüve" yapabiliyor (s. 556-7). 564'teki "bendenizde" kelimesinin doğrusu ise "kalbimde"dir.

Bütün bunlar neyse de, Latin harfleriyle yazılı bir metni bile hatasız okuyamadığını söylersem lafı uzatmama gerek kalmayacak. Ürgüplü'nün Sabiha Sultan'la konuşması sırasında aldığı notların kitapta yayınlanan tek sayfasında tam 2 hata buldum. Bardakçı metni şöyle okumuş: "Kendi kendime çok dikkatle dinlediğim bu anıları, kendisi ile yalnız konuşmamız sırasındaki sualli-cevaplı bilgileri serpiştirerek tarihe emanet ediyorum." (s. 511) Halbuki orijinalinde Ürgüplü, "kendisi ile" değil, "kendimden"; "sırasında" değil, "esnasında" diyor. Yani Latin harfleriyle kaleme alınmış bir el yazısını bile kaşını gözünü yarmadan aktaramayan bir tarihçi karşısındayız.

Bir facia olan "Talât Paşa" kitabındaki okuma hatalarına ise maalesef yerimiz kalmadı. Arzu ederse (veya ederseniz) "Ereğli"yi nasıl "Erkilet" okuduğunu veya hem de başlıkta "Mülhakatından" kelimesini nasıl "Mültecilerinden" okumayı başardığını da yazarım.

Siz karar verin şimdi: Biten kimin efsanesiymiş?

Zaman

Murat Bardakçı fena yanıldı! Ünlü tarihçinin Habertürk ekranlarında Mahmud Şevket Paşa'ya ait olduğunu iddia ettiği ses kaydı, bir taş plak şirketinin Türkiye mümessilinin çıktı



08 Haziran 2009 - NTV'nin Popüler Tarih Dergisi'nin Haziran sayısı, Murat Bardakçı'nın bir büyük yanılgısını ortaya çıkardı. Dergide 'O kadar da değil' başlıklı bir sayfa hazırlayan Derya Tulga, Murat Bardakçı'nın iddialı bir şekilde ekranlardan dinlettiği ses kaydını sorguladı:

- Habertürk kanalında cumartesi geceleri yayınlanan “Tarih Arka Odası” adlı programda, 31 Mart İsyanı"nı bastıran Hareket Ordusu Komutanı Mahmud Şevket Paşa"ya ait olduğu iddia edilen bir ses kaydı; paşanın, Hareket Ordusu İstanbul"a girmeden önce, 22-23 Nisan 1909 tarihinde Yeşilköy"de attığı nutuk olarak takdim edildi.

Oysa kaynaktaki ses eldeki belgelere göre Mahmut Şevket Paşa"ya değil, dönemin “Favorite Record” adlı taş plak şirketinin Türkiye"deki mümessili Ahmet Şükrü Bey"e aitti ve olaydan iki yıl sonra kaydedilip yayınlanmıştı.

Ses kaydı, programın ilerleyen dakikalarında “umumi arzu üzerine” bir defa daha dinletildikten sonra, belki ekranına düşen bir mail"den esinlenerek; belki de 22-23 Nisan 1909 tarihinde, Yeşilköy"de, açıkhavada, fonograftan taş plaka geçirilmiş bir kaydın nasıl bu kadar temiz olduğundan Bardakçı da şüpheye düştüğünden; “kaydın yıllar sonra yapılmış olabileceği” ihtimalinden söz ettiyse de, sesin Paşa"ya ait olmadığını bir ihtimal olarak dahi dile getirmedi.

Müzik tarihi alanında da uzmanlığı tartışılmaz olan Bardakçı"nın , ilgili kaydın yanda yayınladığımız katalogundaki üstelik Ahmet Şükrü Bey"in resmiyle birlikte yer alan açıklamadan haberi olmaması çok zor: “31 Mart vakası üzerine Selanik"te içtima edip İstanbul üzerine hareket eden orduya hitaben Mahmud Şevket Paşa tarafından irad edilen ateşin nutuk… Şükrü Bey tarafından.”

Ahmet Şükrü"nün yine aynı yıllarda ve yine kendi sesiyle, dramatize ederek okuduğu Barbaros Hayreddin"den, Vahideddin"e kadar ünlü şahsiyetlere mal edilen nutukları kapsayan kayıtları da var.

Bu arada “Bir Harbiyeli"nin Denize Atılması” ve “Bir Yaralının Son Sözleri” adlı, dramatik yönü abartılı kayıtları da plak olarak çıkmış ve çeşitli vesilerle yayınlanmıştı. Konunun meraklılarının Ahmet Şükrü Bey"in sesine aşina olmaları gerekirdi.

Her şey bir yana, Türk müzik tarihinde fonograf, gramofon ve taş plak konusunda yazılmış en önemli eser kabul edilen, Cemal Ünlü"ye Git Zaman Gel Zaman adlı eserde de (sayfa 160-162) bu konudan etraflı ve ayrıntılı olarak söz edilmişti.

netgazete


Oğuzlar, öğüzler, okuzlar ve öküzler
NAMIK KEMALZEYBEK
02/09/2009

Çok zeki ve çok okuyan ve belleği çok güçlü birisi M. BARDAKÇI...
Tarihle ilgili bilgisi çok...
Çok biliyor ve çok yanılıyor... Bilgi birikiminin gölgesinde çok da yanıltıyor...
‘Çok bilen çok yanılır’ atalar sözünün ispat değeri olmasa da açıklama bakımından önemi ortada...
Birçok konuda bildiğini değil, ilginç bulduğunu gerçekmiş gibi anlattığını görüyorum.
Söz gelimi ‘Oğuz’ sözünün geçtiği yerlerde yüzünde çocuksu bir ifade beliriyor; dilini dışarı çıkarıp içeri çekiyor ve kesin hükmünü bildiriyor: Oğuz kelimesi ‘Öküz’den gelme imiş...
İzleyicisi çok... İtirazlar geliyor: ‘Hayır öküzden’ değil: ‘Okuz’dan gelmedir. ‘Ok’ boy demektir,
okuz ise boylar...
Karşılık hiç sekmeden veriliyor. Hemen kâğıt, kalem ve Arapça yazıdaki ‘Kaf’ ve ‘Kef’ ayrımı... Nasılsa bilen az... Akan sulan duruyor, duran sular akmaya ve tersine akmaya başlıyor.
Bardakçı’nın şifreleri ilginç bir araştırma konusu olurdu. Birisi bu eski yazı meselesi... Diğeri ise işine geldiğinde ‘Otoritelere sığınma...’
Oğuz sözü öküz sözünden mi gelir yoksa başka görüşler de var mıdır?
Oğuzlar deyince ilk akla gelen bilgin kim? Bence Prof. Dr. Faruk Sümer... Bakalım o ne demiş:
Hocanın Oğuzlar adlı eserinin A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi yayınlarından çıkan eserinin ikinci baskısının 1. sahifesini açıyorum. Oğuz
Adının Menşei başlığı altında:
“Oğuz adının menşei hakkında birçok fikirler ileri sürülmüştür. Ünlü Macar bilginlerinden S. Nemeth Oğuz sözünü ok+uz şeklinde tahlil etmiştir. Ona göre ‘ok’, boy (kabile), ‘z’ cemi edatıdır. Böylece oğuz boylar demektir. Gerçekten okun eski zamanlarda boy anlamına geldiği biliniyor. Batı Gök-Türk devleti on boya dayanmakta olup, bu on boya “on-ok” denilmekte idi. Okun boy anlamına geldiğinin izi Oğuz elinin boy teşkilatında da görülmektedir. Oğuz eli bilindiği gibi iki kola ayrılmakta bunlardan birine ‘Boz-ok’ ötekisine ‘Üç-ok’ adı verilmektedir.
Ancak başta W. Bang olmak üzere, bazı âlimler Oğuz’da ğ sesinin olması dolayısıyla Nemeth’in bu fikrine itiraz etmişlerdir. Son yıllarda ise Oğuz adının aslı hakkında başka izah tarzları ortaya atılmıştır. Biz S. Nemeth’in fikrini kabul etmeye mutemayiliz.”
Böyle söylüyor ünlü bilgin... Eserinin ilerleyen bölümlerinde ise ‘Oğuz’ların bilgi alanına çıkış dönemlerinde Barlık Irmağı kıyılarında yaşadıklarını yazıyor. Sonraki dönemlerde de Oğuz yerleşmelerinin ve Oğuz şehirlerinin Irmak kenarlarında oluştuğunu görüyoruz. Oğuz sözünün aslı gerçekten ‘Okuz’ ise Öküz sözünün eski anlamı acaba neydi? Bardakçı ile değerli Hoca Ortaylı’nın eğlence konusu yaptıkları gibi sadece ‘Boğa’ mı? Yoksa...
Bilim işlerinde soru sormayı ve araştırmayı hiç bırakmamak gerekir. Biz de öyle yapalım ve Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı ‘Divanı Lügatüt Türk’e’ bakalım. Oğuz sözüne en yakın söz hangisi ‘Öğüz’ kelimesini buluyoruz. Ve işte anlam: “Nehirlerin tümüne verilen ad.”
Peki Irmak boylarında yaşamayı seçen Oğuzlara ‘Irmaklı’ anlamında Öğüzlü adı verilmiş ve sonra da Oğuz biçimine dönüşmüş olamaz mı?
Olabilir de olmayabilir de... Ama Arap harfleriyle kelimenin nasıl yazıldığı kaziyeyi muhakeme olamaz...
Oğuz adının aslında hangi sözden geldiği o kadar önemli mi?
Yoo... Niye o kadar önemli olsun ki? Ne kadar önemliyse o kadar önemli...
Ancak!...
Türklüğe karşı yeni haçlı seferlerinin başladığı bir dönemde ısrarla Türklükle ilgili kavramlara karşı karalamalar yapılması önemsiz mi? Anlamsız mı?
Sadece rastlantı mı?
Söz gelimi... Şu ilkel anlayışlara kim TÖRE adını yakıştırmış?.. Ya Ümraniye davasına
ERGENEKON adını kim ver miş?
Böyle bir dönemde Oğuz’u da Öküz yapmak önemsiz mi?

Radikal

SEN NEYMİŞSİN BE MURAT BARDAKÇI

"Tarihten hiç anlamayan ama tarih yazan" yazar kim

14.12.2009 16:41

Murat Bardakçı Habertürk'teki köşesinde şöyle yazdı:
"Başbakan Tayyip Erdoğan geçen hafta gittiği Meksika'da 'Mayatepek'ten yani Atatürk'ün Meksika'ya maslahatgüzar olarak gönderdiği ve Maya uygarlığını inceleyip kendisine bu konuda raporlar yazmasını istediği diplomat Tahsin Mayatepek'ten bahsetti ya...
Tarihten pek değil, neredeyse hiç anlamayan ama tarih üzerinde kalem oynatmaktan çekinmeyen bazı yazarlarımız, dünkü gazetelerde bu konuda bol bol malumat veriyorlardı. Diplomat Tahsin Mayatepek'in Maya ve hayali Mu medeniyetleri hakkında yaptığı araştırmalardan söz ederken çok önemli bir ayrıntıyı da unutmamışlardı: Tahsin Mayatepek, Enver Paşa'nın kızlarından Türkan 'Sultan' ile evlenmişti!(...)
Tahsin Mayatepek, Enver Paşa'nın damadı değil dünürüdür; zira Paşa'nın kızlarından Türkan Mayatepek'in eşi, Tahsin Bey'in kendisi gibi diplomat olan oğlu Hüveyda Mayatepek'tir."

Murat Bardakçı doğru yazıyor.
Yanlış yazan kim; Soner Yalçın.
Kuşkusuz Soner Yalçın'ın bu eleştiri nedeniyle Murat Bardakçı'ya teşekkür etmesi gerekiyor.
Buraya kadar her şey güzel.
Peki...
Murat Bardakçı'nın "tarihten pek değil neredeyse hiç anlamayan ama tarih üzerinde kalem oynatmaktan çekinmeyen yazarlar " değerlendirmesine ne demeliyiz.
Ne kadar ayıp.
Fakat biliyoruz ki:
Bu kıskançlık Murat Bardakçı'nın kişisel özelliği.
Bu psikolojik hastalığıyla yıllardır bir türlü baş edemiyor.
Bir dönem babasının kendisine yaptığını o da başka yazarlara yapmak istiyor; küçümsemeye çalışıyor.
Derdi Soner Yalçın filan değil; asıl derdi bir dönem yazdığı Hürriyet gazetesindeki o sayfa.
O sayfanın başarılı ve etkin olmasını kabul edemiyor.
O sayfanın onu tekrar etmemesini kıskanıyor.
Ve biliyor ki:
Murat Bardakçı gibi "tarihçilerin" dönemi bitiyor.
Tarihçilik bilgileri alt alta sıralama "işi" değildir. Bunun adı bilgi çöplüğüdür.
Bilgiyi analiz etmek gerekir. Bu ise tek başına tarih bilgisiyle olmaz; entellüktüel birikim gerektirir.
İşte Murat Bardakçı'nın kızdığı bu; elindeki bilgiyi analiz edecek teorik bilgisi/alt yapısı yok. Bir bakış açısı yok.
Sanıyor ki tarihçilik sırf belge okumaktır. Bilmiyor ki onu akademisyenler ya da Osmanlıca bilen memurlar yapar.
Sen elindeki belgeyi analiz edebiliyor musun; bütün mesele bu.
Hayır yapamıyor. Bu nedenle tarihçiliği dedikodu yazarlığını geçemiyor. Bunu biliyor, bunu görüyor, buna sinir oluyor.
Ve o nedenle Soner Yalçın'a her fırsatta çatıyor.
Soner Yalçın'ın, Mustafa Kemal'in tarihçiliğe bakışını ve Kemalist Devrim'in bilimsel dayanakları konusunda dünkü yazdıklarını ancak bu kadar eleştirebiliyor.
Ve hemen "bunlar tarihçi" değil sözüne getiriyor lafını.
Sanki Soner Yalçın tarihçi olduğunu söylüyor/yazıyor.
Murat Bardakçı'ya yakışmıyor bu sözler.
Hangi gazeteci bazen maddi bir hata yapmaz yazısında. Olur mu öyle şey?
Evet, Soner Yalçın hata yapmıştır.
Üstelik bildiği bir konuda hata yapmıştır.
Murat Bardakçı açıp "Efendi" kitabının 485'inci sayfasını okusun. Soner Yalçın orada doğrusunu yazıyor.
Ama işte bazen doğru bilinen bile böyle yanlış yazılıveriyor.
Bu Murat Bardakçı'nın hiç mi başına gelmiyor. Sıralayalım mı?
Sonra tutup Murat Bardakçı "tarihten hiç anlamıyor" diyelim mi?
Ayıp olmaz mı?
Uzatmayalım.
Murat Bardakçı'ya Soner Yalçın kompleksi hiç yakışmıyor.
Bir an önce bu ruh durumundan kurtulmasını umuyoruz.
Diğer yanda kuşkusuz eleştirilerine devam etsin...

Barış Pehlivan
Odatv.com

MURAT BARDAKÇI SABETAYİZM'İ NEDEN SÜREKLİ DİLİNE DOLUYOR
08.01.2010 12:51


Yaptığı programlarda Masonluk'u sıradan bir örgüt gibi tanıtan, alaycı eleştirilerle hedef saptıran Murat Bardakçı, aynı tutumunu Sabetaycılık konusundada tekrar ettirmişti. Programına konuk olan Modacı Cemil İpekçi ile Sabetaycılık üzerine konuşma yapan Bardakçı, daha önceki programlarındaki gibi Erhan Afyoncu ile girdiği ittifakta Yahudiliğin en gizemli mezhebi Sabetaycılığı sıradan basit bir cemaatmiş gibi hedef saptırarak sunmuştu...

Sabetaycılık üzerine hedef saptırma politikaları izleyen Bardakçı, bu konuda araştırmalar yapan Prof. Dr. Yalçın Küçük'ü de, Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında alaycı bir tavırla eleştirmiş, her defasında tekrarlamış olduğu bu alaycı ve hedef saptıran tavırlarını son programında da tekrar etmişti.

Peki Bardakçı neden böyle bir psikolojik hareketa başvurmuştu? Neleri saklıyordu, nelerin saklanılmasını istiyordu ?

Biraz Bardakçı'dan söz edelim...



Vefat İlanı: Dr.Ali Galip Baltaoğlu’nun, Atatürk’ün Seçkin İdarecisi Ali Cemal Bardakçı adlı makalesinden alınmıştır.

Milli Mücadele kahramanlarından Ali Cemal Bardakçı 1887’de Balıkesir'in Burhaniye kazasında doğmuştu. Lakabı Bardakcızadedir. Babası Tüccar Osman Hakkı Efendi, Annesi Ayşe Hanım'dır. Evliliğini Fatma Nuriye Bardakçı ile yapmıştır. Bu evlilikten Suzan, Sayhan ve İlhan adında üç çocuğu olmuştur. Gazeteci Yazar İlhan Bardakçı'nın babası, Murat Bardakçı'nın da dedesidir. Osmanlı yönetiminin Ankara’daki son ve aynı zamanda Mustafa Kemal yönetimindeki Ankara’nın ilk Emniyet Müdürüdür. Denizli, Elazığ, Çorum, Konya’da Valilik yapmıştır. Dede Bardakçı aynı torun Bardakçı gibi Fransızcayı iyi bilmekteydi. Cemal Bardakçı Türk Milliyetçisiydi, Biz Türküz Türkçüyüz, Türk kalacağız fikriyatını savunmuştu...

Oğul Gazeteci İlhan Bardakçı, Nemika hanım ile evlenmişti. Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı bu evlilikten doğan çocuklarıdır. Kızlarından Suzan Bardakçı hanım Süslüoğlu ailesine gelin gitmişti. Cemal Bardakçı’nın diğer kızı, Murat Bardakçı'nın halası Sayhan Bardakçı (Maro), İzmirli ailelerden Hayati Maro ile evlenmişti. Bu evlilikten Ela Maro adında bir kız çocukları doğmuştu. Cemal Bardakçı'nın torunu, Ela Maro ilk evliliğini İzmirli MİT Eski Müşteşarı Sönmez Köksal ile yapmıştı. Murat Bardakçı, halasının kızı Ela hanım tarafından Sönmez Köksal ile akrabadır. Daha sonra Sönmez Köksal’dan boşanan Ela Maro, İzmir Eski Belediye Başkanı Osman Refik Evliyazade ile evlenmiş, Sönmez Köksal da İzmirli ailelerden emekli Hakim Sami Akın’ın kızı Filiz Akın’la ile evlenmişti. Böylece Bardakçı ailesi, Sayhan Bardakçı’nın kızı Ela Maro tarafından İzmir'in önde gelen ailelerinden Evliyazadeler ile akraba olmuş oldu. Maro İbranicede uygun münasip yakışır anlamındadır.

Feyziye Mektepleri Vakfı üyesi, ünlü işadamı Bülent Eczacıbaşı, amcası Kemal Eczacıbaşı, Osman Refik Evliyazade’nin torunu Ata-Esin Evliyazade çiftinin eniştesidir. Ata Evliyazade ilk evliliğini Selanikli ünlü Evrenos ailesinin kızları Leyla Okşar ile yapmıştı. Evliyazadeler İzmir'in en ünlü ailelerinden Kapaniler'den kız almışlardır. İzmir eski Belediye Başkanı Refik Evliyazade'nin eşi Hacer Hanım da Kapani ailesine mensuptu. İzmir Milletvekili Osman Kapani, Hacer Hanım'ın yeğeniydi.

Maro ailesinin akrabalıkları, İzmirli Talu ailesi ve Fenerbahçe eski yöneticilerinden Ömer Çavuşoğlu'na dayanıyor. Ömer Çavuşoğlu ve Nazlı Ilıcak’ın dayısı, Ankara Senatörü ve eski bakanlardan Turhan Kapanlı’dır. Nazlı Ilıcak’ın eşi Kemal Ilıcak, Atatürkün Selanikteki Şemsi Efendi Mektebi'nden sınıf ve silah arkadaşı Nuri Conker'in torunları, Zeynep ve Nuri Conker’in enişteleridir.

Dede Cemal Bardakçı ailesi, Atatürk'ün çocukluk arkadaşı, Selanikli Hasan Tahsin Uzer ailesiyle, torunları Suna ve Behzad Uzer tarafından akrabadır. Hasan Tahsin Uzer, Erzurum ve Konya Milletvekilliği, Suriye ve İzmir Valiliği görevlerinde bulunmuş, 1935’te Üçüncü Ordu Genel Müfettişliği'ne getirilmiştir. Hasan Tahsin Uzer'in oğlu, Celalettin Uzer, İsmet İnönü hükümetinin, İmar ve İskan Bakanlığı'nı yapmıştı. Uzer ailesinin kökleri Hasan Tahsin Uzer’in torunu Mediha Hanım Girit eşrafından Çilingiroğlu ailesindendir. Çilingiroğlu ailesi ise eski Başbakanlardan Erdal İnönü’nün eşi, Sevinç İnönü’nün baba tarafından akrabalarıdır. Uzer ailesi, dönemin 18. dönem İzmir Milletvekili, Ege Ünv. eski Rektörü Prof. Dr. Mustafa Kemal Karhan’ın anne tarafından akrabasıdır.

Dede Bardakçı'nın torunlarından Lale Hanım, İzmirli Akatlı ailesinden, Ali Akatlı ile evlenmişti.Torun Bardakçılar evliliklerini hep İzmirli ailelerden seçtiler. Nitekim Akatlılardan bir dönem Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan eleştirmen Füsun Akatlı gelmektedir. Bir dönem sosyetenin gözdelerinden Koç ailesinin akrabalarından
Ender Mermerci ile aşkları gündeme gelen basketbolcu Ali Akatlı da aynı aileden gelmektedir.

Murat Bardakçı'nın babası Gazeteci İlhan Bardakçı ise ikinci evliliğini İzmirli Egeli ailesinin kızları Tülay Bardakçı Egeli ile yapmıştı. Tülay Bardakçı Rumeli erlerinden Hıfzı Egeli ve Hatice Egeli’nin kızlarıdır. Hatice Hanım Adana Saimbeyli eşrafından Mustafa Fehmi ve Elife Yazıcıoğlu'nun kızlarıdır. Egeli ailesinin ileri gelen akrabalarından Hasan Şerif Egeli bir dönem Kemal Derviş’in danışmanlığını yapmıştı. Enka Dış Tic. A.Ş. Genel Müdürlüğü görevinde bulunmuş olup, Türk-Amerikan İş Konseyi Başkan Vekili görevini yürüttü. Nitekim Şerif Egeli Yahudi Cematinin 500. Yıl Vakfı Kurucu üyelerindendi. Egeli ailesinin bağları Şarık Taraya ve Rodosa kadar uzanmaktadır. Benzer bir vurguyu daha önceki kitaplarında Prof. Dr. Yalçın Küçük, Şebeke Cilt.1 461’nci sayfasında vurgulamıştı.

Bardakçı ailesinin akraba olduğu aileler

Baba tarafından: Maro-Evliyazade-Köksal-Süslüoğlu-Uzer-Akatlı aileleri
Üvey anne tarafı: Yazıcıoğlu-Egeli-Çöteli-Tara aileleri

Murat Bardakçının aile hanedanı, evliliklerini hep İzmir’in ünlü aileleriyle yapmıştı. Baktığımızda bütün yollar İzmir'e ve Selaniğe çıkıyor. Murat Bardakçı'nın öz annesi Nemika Hanım'ın aile bağlarını, sınırlı kaldığımız kaynaklardan dolayı değinemedik. Nitekim Bardakçı'nın akrabalarının mensup olduğu aileler Selanikli ve İzmirli'ydiler. Aile hanedanlarının yaptıkları evliliklerin hiçbiri tesadüf değildir. Nitekim bunca evlilikleri ve aile bağlarını incelediğimizde Sabetay Sevinin Müslüman Türkler ile evlenme yasağına uygun düşmektedir. Murat Bardakçı’nın inancı konusunda bir yargıya varamayız. Fakat böyle bir kültür ve gelenekten geldiğini artık göz ardı edemeyiz.
Bardakçı mensubu olduğu kanalda sürekli Müslümanlar'a karşı psikolojik harp uygulayan programlara konuşmacı olarak katılıyor, beyanlarda bulunuyor, bıyık altından gülüyordu. Sabetaycılık konusuna gelince mangalda kül bırakmayan Bardakçı, neden kendi akrabalarını ve bağlarını açıklama gereği duymadı. İnternet ortamında bile akraba bağlarını bulamıyoruz. Bırakın artık bu ülkede Sabetaycılık'ın ne olduğuna Bardakçı gibiler değilde, konunun uzmanı araştırmacılar karar versinler.

Salim MERİÇ
Odatv.com

TARİHİN ARKA ODASI:
Fatma Sibel Yüksek
fasibel@gmail.com

Program, tarihi konuları her kesimden insanın anlayabileceği popüler bir dille tartışmayı amaçlıyor. Tarihi konuların sıkıcılığı bilindiğinden, program aralarına Murat Bardakçı’nın tamburuyla eşlik ettiği mini Türk Sanat Müziği konserleri serpiştirilmiş. (Yaprak adli solist kızın sesi Türk sanat müzğine hiç uygun değil. Fazlasıyla tiz, camları aşağıya indirecek seslerden. Sarkıların ruhunu da veremiyor; hissederek okumuyor. Konservatuardan aldığı egitimi sergilemekten baska bir kagısı yok gibi görünüyor. Olgun Şimşek’ten “Üflediler Söndüm”ü dinlemeyi tercih ederim. Müzikten iyi anladığımızdan değil, kulak gibi bir organımız ve düğünde hediye gelen kristal bardaklar ırılacak diye bir kaygımız olduğundan).

Programın Murat Bardakçı’dan sonraki diğer daimi katılımcıları, yeni nesil tarihçilerden Dr. Erhan Afyoncu ile artist, manken veya yazar mı olduğunu anlayamadığımız Pelin Batu. Sanırız bu hanim da programa renk katsın diye düşünülmüş. Kendisine ne Murat Bardakçı, ne de Erhan Afyoncu en ufak bir saygı duymuyorlar. Sürekli sözünü kesiyorlar, dalga geçiyorlar. Ne anlattığını dinleyen de yok. Ben bir hayvansever olarak kendisinin kediler konusundaki duyarlılığına tamamen katılıyorum, onun disinda ne söylemeye çalıştığını ve o programda neden bulunduğunu bir türlü kavrayamıyorum. Kadincağız, programın diger iki müdaviminin asağılayıcı yaklasımlarından zaman zaman rencide oluyor; ağlıyor, programı terk etmeye falan kalkışıyor ama bir sonraki hafta bakıyorsunuz yine gelmis ve aynı aşağılamalara yine göğüs germeye çalışıyor.. Herhalde iyi bir para veriyorlar, bırakıp gidemiyor.

Programin “patronu” konumundaki Murat Bardakçı, tarihçi desen tarihçi değil, gazeteci desen gazeteci değil, akademisyen desen hiç değil. Daha çok antikaci ve sahaflarda bulunan bir hafızaya sahip. Zaten tip itibarıyla da elinizdeki el yazmasını iki kuruşa alıp geçen yıl çıkmış bir National Geographic dergisini size bin liraya satmaya çalışan bir sahafı andırıyor. Pelin Batu ve Erhan Afyoncu’ya çok despot davranıyor, ikisini de çocuk gibi azarlıyor. “Paranızı ben verdiriyorum, bana tabi olacaksınız” şeklinde zalim bir tavır içinde. Sözlerini kesip azarlamada hiçbir adil kriteri, hiçbir etik kaygısı yok. Yeni baslanmış bir sözü de, önemli şeyler anlatmaya çalışan bir sözü de rasgele ve hakaretâmiz bir şekilde kesiyor.

Pelin Batu bu duruma alışık gibi ama Erhan Afyoncu bazen bozulup inatlaşmaya kalkışıyor. O zaman Murat Bardakçı’nin yüz ifadesine dikkat. Tik geliyor; gözlerini huysuz ve zalim ihtiyarlara özgü bir sekilde kırpıştırmaya başlıyor. Eller ve kır bıyıklar istem dışı titremektedir. Öfkeden neredeyse takma disler firlayacak! Kırpışık gözlerini tehditkâr bir tavırla Erhan Afyoncu’ya dikiyor. Öfkeden kısılmış bir sesle, “Yeter, konu kapanmıştır” diye bağırıyor. Bazen Kes!” dediği de oluyor. Afyoncu’da bu korkutucu manzara karsında zayıf isyanını sürdürecek hâl kalmıyor doğal olarak.

Programını izleyip mesaj yazan seyircilere karşı inanılmaz bir saygısızlık ve küstahlık içinde. Elestiriye tahammül sıfır, buna mukabil övülmekten çok hoslanıyor. Övgü dolu bir mail geldiğinde, elma yanaklar hazdan kıpkırmızı oluyor, çocukça bir mahcubiyet geliyor koskoca adamın üstüne. “Aman efendim teveccühünüz, çok teşekkür ederiz” diyerek iri cüssesinden beklenmeyecek bir hareketle gövdesini belden yukariya dogru kıvırıyor. Eleştiri içeren bir mesaj düştüğünde ise gözlerini kırpıştıran huysuz ve zalim ihtiyar yeniden vücut buluyor. Aman dikkat, kafanıza baston inebilir!

Bazi “fırlama” seyirciler adamcağızın gelen mesajlardan asırı derecede etkilendiğini bildiklerinden , bu psikolojik hassasiyeti kullanarak Bardakçı’yı adeta parmaklarında oynatıyorlar. Ekşi Sözlük yazarları bir ara programa öyle bir sardırdılar ki Murat Bardakçı darmadağın oldu. Sözlük yazarlarının insafa gelerek olayı tadında bırakmalarıyla kurtulduk bu acıklı kedi-fare oyunundan.

Mesaj atan seyircileri “Sizi savcılığa veririm” diye tehdit ettiği de oldu. Şöyle dedi bir keresinde: “Siz yakalanamayacağınızı zannediyorsunuz değil mi? Oysa mesajı nereden attığınız IP adresinizden tespit edilebiliyor. Görürsünüz siz!”

Belli ki mesajın hangi IP adresinden atıldığının tespit edilebildiğini kendisi yeni öğrenmişti.

Zaten her şeyi kendisi bilmektedir, her şeyi kendisi ortaya çıkarmıştır ve her şeyi kendisi yazmıştır. İki sözün arası “Ben onu yazmıştım” dır.

Dikkat çeken bir başka tavrı da Devlet Arşivleri’nden kendi özel mülküymüş gibi bahsetmesi, bu kurumun yöneticilerini itham etmesi,”yahu” diyerek gıyaplarında azarlaması, cahillik ve geri kafalılıkla suçlaması , falanca belgenin aslının kendisinde olduğunu söyleyerek böbürlenmesidir. Ne iş? Murat Bardakçı’ nın Devlet Arşivleri üzerindeki bu mutlak hakimiyet gösterisi hangi haktan ve hangi konumdan kaynaklanıyor acaba?

Programa davet edilen akademisyenlere de söz hakkı tanınmamakta, zaten konuşma fırsatı bulamayan bu hocalar son derece saygısız tavırlarla fırçalanmakta, sözleri kesilmekte veya “Seyirciler seni Nuri Alço’ya benzetiyorlar” diyerek aşağılanmaktadırlar. Bu duruma düşürülen hocaların programı derhal terk etmemeleri ise üzüntü verici bir durumdur.

Siyasi derinlik sıfırdır. Erhan Afyoncu’nun “Ülke parlamentolarının soykırım kararı almaları birşsey ifade etmez, tehlikeli olan bunu Türk Milleti’ne kabul ettirmeleridir; nitekim bunun belirtileri de var. Biz önce tarihi gerçekleri kendi halkımıza anlatmalıyızz” şeklindeki yaklaşımını, “Yani Erhan diyor ki Türk’ün Türk’e propagandasını yapalım diyor” düzeyinde anlayabilmektedir.

Siyasi derinlik sıfır ama büyük laf etme kapasitesi bin beş yüzdür…Bu yüzden Rum Patriğinin “ekümeniklik” iddiasina “Ne var bunda? Ekümenik olsa ne olur?” diye sığ bir tepki verebilmektedir. Bu yüzden Fatih Altaylı’dan “Sen de pek safsin be Murat” diye azarı yemiştir. Fatih Altaylı, kendisini azarlama, alay etme yetkisine sahip olan tek kişidir. Murat Bardakçı, Pelin Batu’ya nasıl davranıyorsa; Fatih Altaylı da Murat Bardakçı’ya öyle davranabilmektedir. Bu durumda Bardakçı, Erhan Afyoncu’ya yaptığı gibi gözlerini kırpıştıramamakta, bıyıklarını oynatamamaktadır. Bu klinik safhadaki megalomani vakasının velinimeti belli ki Fatih Altaylı’dir. Fatih Altaylı’nin “velinimetleri” ise Allah bilir kimdir?

Aslında Dr. Erhan Afyoncu’nun bu insan onuruna aykırı programda neden kalmaya devam ettiğine de kafa yorabilirdik; ancak bir “hoca” olduğu için, gelecek nesillere bilgi aktarmak gibi kutsal bir misyonu bulunduğu için kendisiyle ilgili eleştiri hakkımızı saklı tutmak istiyoruz Dileğimiz, bir an önce bu hastalıklı ortamdan kopup bilgisini daha saygın programlarda değerlendirmesidir.
Açık İstihbarat


En son Ekim tarafından Sal Şub 26, 2013 8:24 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Oca 09, 2010 2:15 am    Mesaj konusu: MURAT BARDAKÇI KÖTÜ YAKALANDI Alıntıyla Cevap Gönder

MURAT BARDAKÇI KÖTÜ YAKALANDI

Bu ayrıntı gözden kaçamaz

03.03.2009
Murat Bardakçı, Gazete Habertürk'de "Hiç Beklemeyin Nazım'ın Mezarı Gelmeyecek" başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Bardakçı yazısında, Nazım'ın ailesiyle ilgili bir detayı yazdı. Ve "Belediye seçimleriyle gayet yakından ilgilenen basınımız adaylardan birinin, AKP Kadıköy belediye başkan adayı DR. Sinan Genim'in bir aile bağlantısını bilmiyor" dedi ve Genim'in Nazım Hikmet ile akrabalık bağını yazdı.

Buraya kadar tamam.

Ama Murat Bardakçı’nın yazdığı bu yazıyı, Sabah Yazarı Nazlı Ilıcak 3 Şubat'ta köşesinde yazmıştı.

Murat Bardakçı bu yazısıyla fena yakalandı…

İşte Murat Bardakçı'nın "Hiç Beklemeyin Nazım'ın Mezarı Gelmeyecek" yazısından ilgili bölüm:

“Belediye seçimleriyle gayet yakından ilgilenen basınımız adaylardan birinin, AKP Kadıköy belediye başkan adayı Dr. Sinan Genim'in bir aile bağlantısını bilmiyor. Sinan Genim önemli bir mimardır. Yaptığı çok sayıda şık bina ve yazdığı bir hayli kitap vardır. Renan Genim ile evlidir. Renan Hanım,Nazım'ın kuzeni ve oğlu Mehmet Hikmet'in eşi annesi Münevver Andaç'ın ilk eşi meşhur ressam Nurullah Berk'ten olan kızıdır. Yani, Münevver Andaç, AKP'nin Kadıköy adayı Sinan Genim'in kayınvalidesi; Nazım'ın da üvey kayınpederidir.”

Nazlı Ilıcak'ın 3 Şubat 2009 tarihli “AK Parti'de bir solcu” başlıklı yazısından:

“Sinan Genim, AK Parti'nin Kadıköy başkan adayı; yüksek mimar. Hem tarihimize, tarihimizin değerli eserlerine, hem de çevreye duyarlı biri.

Niçin siyaset? Daha önce, Vehbi Koç'un rahmetli kızı Sevgi Gönül ile, Beşiktaş Belediye Meclisi üyeliği görevinde bulunmuş. Belediye Başkanlığı'na siyaset değil, hizmet yeri olarak bakıyor.

2008'in Aralık ayında Habertürk'te, İlber Ortaylı ile birlikte katıldığı programın ertesi günü, Kadir Topbaş kendisini arıyor, Kadıköy'e aday olmasını teklif ediyor. Uzun uzun Tayyip Erdoğan'la da görüştükten sonra kararını veriyor. Sinan Genim, "Türkiye seçkinlerinin, şehirlilerin, halka tepeden bakan buyurgan üslûbunu" eleştiriyor. "Şehirli kitlenin, varoşta yaşayan insanların kültürel olarak dönüşmesine yardım etmesi lâzım" diyor. "Kadıköy'ün entelektüel halkı, bu zihniyet değişikliğinde öncü rol oynamalı" diye sürdürüyor sözlerini.

Sinan Genim'in Çengelköy'de çok şık döşenmiş bir yazıhanesi var. Klasik ile moderni bağdaştırmış. Siyasette de, "çevre" ile "merkezi" barıştırmak istiyor. Zaten sol kökenli biri olmasına rağmen, AK Parti'ye girmesi de, uzlaştırma yolunda bir adım olarak telâkki edilebilir. Sormasam, solculuğunu filân söyleyecek değildi. Fakat duvarında, ressam Nurullah Berk'in bir tablosunu gördüm. Malûm, Nâzım Hikmet, Nurullah Berk'in eşi Münevver Hanım'a âşık oldu; birlikte yaşadılar ve Mehmet isimli bir çocukları doğdu. Renan ise, Münevver Hanım'ın Nurullah Berk'ten olan kızının adıydı. İşte Sinan Genim, Renan Hanım ile evli.Sinan Genim'in yazıhanesinde, kayınpederi Nurullah Berk'in bir tablosu asılı duruyor.”

Bu ayrıntıyı yakalayan yaziisleri.com'u tebrik ederiz.

Odatv.com

Nuray Mert
'Tarihin arka odası'

(..) bu programlarda ‘tarih tartışması’ adı altında, çok sert bir siyasi dilin, hak ettiği ciddiyeti es geçerek, kolaylıkla devreye girebilmesi. Benim izlediğim program, artık iyiden iyiye, Pelin Batu’nun, ‘ormanda çiçek toplarken kaçırılan güzel bir prensesin, tarih sohbeti adı altında iki kişi tarafından gaddarca, işkenceye maruz bırakılması’ gibi gotik dönem masalını andırmaya başlamıştı. Konu nasılsa, çevre politikalarına geldi, iki tarihçi, Batu’nun tüm söylediklerine karşı lafını ağzına tıkıp, bunların ‘saf genç kızları kandırmak için uydurulmuş lafı güzaf olduğu’nu ima eden bir tavır tutturdular. Bu söylemin düzeyi, doçent unvanlı tarihçinin, ‘et yeme, ot yeme ne zıkkım yiyeceğiz?’ şeklindeki veciz ifadesine kadar vardı. O da yetmedi, Murat Bardakçı, İngilizlerin ‘sardonik’ dedikleri bir mizah anlayışı ile olsa gerek, ‘Nükleer atıkların okyanuslara atılmasına ben de karşıyım, bence Afrika’ya atsınlar’ bile diyebildi.

Tarih sohbetinden yola çıkıp, tarihçi kisvesine sığınılarak son derece sorunlu bir siyasal dil ve üslubun, tartışmaya kapalı sert iddiaların kolaylıkla dolaşıma girdiği bu tür programların, daha fazla ciddiye alınıp, daha eleştirel biçimde izlenmesi ve tartışma konusu yapılması gerektiğini düşünüyorum. Anayasa gündeminin bu kadar yoğun olduğu bir dönemde bir yazımı bu konuya ayırmamın nedeni bu. Tarih de dahil olmak üzere, her konuda her görüşün daha fazla ifade bulduğu bir ortamı özlüyorsak, bunun yolu herkesin her görüş adına ağzına geleni söylemesi değil, aynı zamanda ağzından çıkanı kulağının duyması. Belli bir düzey tutturacaksak, ancak bu yol ile mümkün olacak.

Radikal

Nuray Mert
Tarihin bekleme odası (1)

Geçen hafta, ‘Tarihin Arka Odası’ adlı bir TV programına ilişkin bazı eleştiriler dile getirmiştim.

Benim eleştirilerim daha ziyade, programın üslubu ve tarih bilgisine sığınılarak çok tartışmalı siyasal görüşlerin dayatmacı bir dille sergilenmesine ilişkindi. Bu arada, programı izlememe neden olan ve Osmanlı dönemine ilişkin okuma yazma oranı etrafındaki konuya ilişkin yapılan tartışmada yanlış olduğunu düşündüğüm husuları da dile getirmiştim.

Programın yöneticisi Murat Bardakçı, 14 Nisan tarihli bir cevap yazmış (HT Gazete). Eleştirilerimin siyasete ilişkin kısmına ses çıkarmamış, tarih konusuna geçmiş.

Bu konuda da, kendi iddialarını destekleyici makûl şeyler söylemek yerine, geçiştirici bir-iki şey söyleyip benim Osmanlı ve Osmanlıca bilgimi sorgulamayı tercih etmiş.

Öncelikle, şunu belirteyim, tartışılan konuda fikir sahibi olmak için büyük tarihçi olmaya gerek yok. Bu konuya tekrar dönmek üzere, madem soruluyor, tarih bilgimin düzeyini de belirteyim. Ben ‘tarihçi’ değilim, siyaset bilimi alanında çalışıyorum. Sosyal bilimlerle uğraşan herkesin belli ölçüde tarih bilmesi gerektiğini düşündüğüm için, öğrenci iken, siyaset bilimi lisansı ile yetinmedim, tarih lisansı da yaptım. Hem de, tarih farklı falkültede okunduğu için, şimdiki gibi ‘Çift Anadal’ adı altında aynı fakültede, iki lisans programı izlemek gibi bir şans yoktu, farklı fakültelerde iki lisans yaptım. Sonra tarih yüksek lisansı yaptım ve ondan sonra siyaset bilimi doktorasına geçtim. Tarih lisansı yaparken, sadece zorunlu olduğu için değil, çok severek dört dönem Osmanlıca dersi aldım, tarih bölümü bitirme tezi ve yüksek lisans tezimi Osmanlıca kaynaklara dayalı yapmak durumunda kaldım. Ancak, son dönem çalıştığım için, kullandığım kaynaklar, okunması en kolayı olan son dönem matbu kaynakları idi. Lisans döneminde aldığım paleografya dersleri, yazma metinleri okumak için yeterli değildir. Zaten, tarihçi olmayı düşünmediğim için bu alanda kendimi geliştirmedim. Sosyal bilime arka plan olarak gördüğüm tarih eğitimini yeterli sayıyorum. Benim tarih konusunda gösterdiğim titizliği bazı tarihçi geçinenler, sosyal bilim birikimi konusunda gösterseler, düştükleri duruma düşmezler.

Tüm bunları, eğitimimi, izah etmek mecburiyetinde hissettiğimden değil, Bardakçı gibilerin karşılarına çıkan her itirazı ‘tarih bilmiyor’ diye kestirmeden bertaraf etme alışkanlıklarına son vermeleri gerektiğini düşündüğüm için belirtiyorum.

Şimdi gelelim, Osmanlı’da okuma yazma oranı konusunda, Bardakçı’nın üst perdeden ileri sürdüğü tezlere. Bardakçı, programında, “Osmanlı’da okuma yazma oranına dair bir kayıt olmadığını, o nedenle bir tahmin yapılamayacağını, bu oranın yüzde 3 olabildiği gibi, yüzde 40’da olabileceğini” söylemişti. Ben de bu oranın yüzde 40 kadar yüksek bir oran olamayacağını, kesin oran yok ise de, tahminlerin makûl sınırlar içinde olması gerektiğini belirtmiştim. Tekrar ediyorum, bunu söylemek için, büyük tarihçi olmaya, hatta benim kadar tarih eğitimi görmüş olmaya bile gerek yok.

Gerekli olan, tarih konusunda ortalama bir kavrayışa sahip olmak, zira, sadece Osmanlı

toplumunda değil, tüm modern öncesi toplumlarda okuma yazma becerisi son derece kısıtlı bir çevrenin ayrıcalığı olan bir şeydir. Osmanlı son dönem modernleşme sürecinde eğitim yaygınlaşmaya başladı, ancak bunun da sınırları bellidir. Bardakçı, önemli bir tarihçi olan

İlber Ortaylı’ya bu konuda danışabilir.

Belgeleri çok sevdiği için ayrıca yazının sonuna kendisi için ve okuyucularımız için bir küçük not da ekleyeyim. Perşembe günkü yazımda da, Osmanlı tebası ne oranda Türkçe konuşurdu üzerine söylediklerine değineceğim.

Not: (Meclis-i Mebusan 1293-1877 Zabıt Ceridesi/Onuncu İçtima 21 Mart 1293/1 Nisan 1877

Hazırlayan Hakkı Tarık Us/Vakit, İstanbul 1939, s. 67-68

Vilayet Kanunu Tartışması’ndan:

Yenişehirlizade Ahmet Efendi (Aydın); “...Bizde bir nahiye teşkil edilirse, yazı bilen adam bulunmaz.

Bir imam yazı bilir, o da, mürekkebi kuruduktan sonra yazdığını okuyamaz. Ben derim ki, bizde nahiye memurlarının hüsn-i idaresi mümkün olamaz. Bu yalnız bizim Aydın’a mahsustur. Başka yerleri bilmem.”

Nafi Efendi (Haleb); “Bu mahzur, Arabistan’da dahi böyledir. Fakat bunlara bakılmazsa, para

telef olur. Vilayetten istilam olunsun: Bakaya hep muhtarlar üzerindedir.”

Nakkaş Efendi (Suriye), “İhtimal ki, Haleb ve Aydın böyledir. Lakin Suriye böyle değildir. Her köyde üç, beş okur yazar bulunur.”

Kısa bir aradan sonra söz yine Yenişehirlizade Ahmet Efendi’ye geldiğinde bu kez “Bizim cihetlere bakılınca, her hangi köyde bir adam muhtar olsa yanıyor. Ne okumak biliyor, ne yazmak. Sandık eminleri bunları batırıyorlar. Arabistan başka imiş. Bizde ise beş, on köyde bir imamdan başka yazı bilen yoktur.”

Hürriyet

Mezbahanın Ön Odası: Habertürk
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat

4 Nisan 2007 tarihinde, yine bu sütunlarda "İneğin Yalakası Kasabın Bıçağını Yalar" diye bir yazı yazmış ve şöyle demişiz:

"İneğin yalakası kasabın bıçağını yalarmış. Tahmin ettiğiniz gibi o "inek" Sabah gazetesi oluyor...

Sen hükümete o kadar yalakalık yap, yine de el konulmaktan kurtulama..

Daha üç gün önce Sayın Başbakan, Sayın Turgay Ciner ve Sayın Fatih Altaylı "temiz internet" kampanyası töreninde ne kadar da samimi pozlar vermişlerdi oysa...Gören de bu yol arkadaşlığının bir ömür boyu süreceğini zannetti. Tam bir "Beraber yürüdük biz bu yollarda" şarkısı fotoğrafıydı...İşin iç yüzü öyle değilmiş demek ki...

Biz, Aydın Doğan'a Başbakanlık'ta nasıl ayar verildiğini yazdığı için başı ağrımış bir gazeteciyiz... Eylül ayında gerçekleşen bu davetten bir kaç gün sonra Turgay Ciner de Başbakanlığa çağrıldı ve bir de baktık ki meşhur "POAŞ'da vergi kaçağı" haberini Sabah gazetesi patlatmış!

Teşbihte hata olmaz, yakın tarihimizin en başarılı "İti ite kırdırma" operasyonuydu. Helal olsun o AK Parti hükümetine!"

......

Sabah gazetesine TMSF tarafından aniden el konulduğunda "büyük gazeteci" Fatih Altaylı, önce bu durumu normalmiş gibi karşılayıp istifini hiç bozmadı. Oysa, dilinden "bağımsız gazetecilik" kavramını düşürmeyen haysiyetli bir insandan ne beklenirdi? Tabii ki derhal istifa etmek.

İstifa etmek ne kelime, arkadaş hâlâ koltuğunu koruyacağından emin bir şekilde, "TMSF yönetimi altında da bağımsız gazetecilik yapılabileceğini göstereceğiz" diye yazı yazdı.

TMSF yönetimi altında bağımsız gazetecilik?!

Tabii Altaylı, dünya basın tarihine geçmesi kesin olan böyle bir projeyi hayata geçirme fırsatı bulamadan genel yayın yönetmenliğinden alındı ve gazeteyle olan ilişiği kesildi.

"TMSF yönetimi altında da bağımsız gazetecilik yapılabileceğini göstereceğiz" atasözü, sadece Türk matbuat tarihine geçmekle kalmış bir atasözü değildir.

Fatih Altaylı, en az kendisi kadar" büyük" olan bu fikri, bırakın TMSF yönetimi altındaki Sabah gazetesinde, "gücü bağımsızlığında" sloganıyla yola çıkardığı Habertürk gazetesinde bile hayata geçiremedi.

Sadece şöyle bir fark oldu: kapı kulluğunda sınıf atladılar!. Artık TMSF'nin basın müşavirinden değil Başbakan'ın bizzat kendisinden ve Başbakan'a yakın bir takım adamlardan talimat alıyorlar.

Bu talimatların en sıradan olanı da herkesin bildiği gibi "Falancayı işe alın, filancayı işten çıkarın" talimatı.

"Tak" diye istenenler "şak" diye yapılıyor.

Yazdığı muhalif yazılardan dolayı Hürriyet gazetesinde barınamaz hale gelen Bekir Coşkun, tantanalı bir tanıtım kampanyası ile "gücü özgürlüğünde" bu gazetenin kadrosuna geçti.

Son günlerde kendisinden haber alınamıyor...

Medya kulislerinde dolaşan söylentilere göre Bekir Coşkun'dan referandum öncesi bir süre yazı yazmaması istendi. Coşkun da bunun üzerine izne ayrıldı. (Gazete yönetimi tarafından zorunlu izine çıkarıldığı duyumları da var).

Bu izin bir türlü bitmek bilmiyor. Kendisine ulaşıp "Abi ne oluyor? İzin dönüşü işe başlatılmayacak mışsın, doğru mu?" diye soranlar oldu. Bekir Coşkun, abartılı bir hayret nidâsı ile "Ne diyorsunuuuz? dedikten sonra "İlk kez sizden duyuyorum. Sağlık sebebiyle izne çıktım ben; gazete yönetimiyle hiç bir sorunumuz yok. Gözlerinizden öpüyorum" dedi ve telefonu kapattı.

Bekir Coşkun'un sadece yazarlık değil, tiyatro yeteneğinin de olduğunu şu meşhur aşçılı reklamda anlar gibi olmuştuk ama bu açıklaması üzerine görüyoruz ki kendisi en az yazarlık kadar tiyatro oyunculuğunda da başarılıdır.

Habertürk'e bir milyon dolar transfer ücreti karşılığında geçtiği konuşulmuştu. Muhalif gazeteci ve yazarların acından öldürüldüğü bir ortamda Bekir Coşkun için 1 milyon doları sağ cebinden çıkaranlar, transfer sözleşmesine, "İşten çıkarılma durumunda kamuoyuna açıklama yapılması veya gazete yönetimini suçlayıcı yaklaşımlarda bulunulması durumunda cezai şartların uygulanacağı" maddesini eklemeyi unutmamışlardır herhalde.

Demek ki hayatta "Bekir abileri" de susturacak meblağlar ve sözleşme maddeleri varmış...

(Ümit Zileli'nin de Kanaltürk'te yayınlanan "Ters Cephe" adlı programda Rasim Ozan Kütahyalı'nın karşısına "Pişekâr" rolünde çıkmasını "Haftada bir milyar veriyorlar, özel hayatımda sorunlar var ne yapsaydım yani.." şeklinde açıkladığını ve program aralarında Kütahyalı ile pek enseye tokat bir muhabbet içinde olduğunu da biliyoruz meselâ...)

"TMSF yönetimi altında bağımsız gazetecilik" sözünü tutamamanın mahcubiyetinden olsa gerek Fatih Altaylı, Türkiye'nin en çok okunan yazarları, işinde en başarılı muhabir ve editörleri "gücü özgürlüğünde" gazetesinde bir araya getirmek gibi bir hevese kaptırmıştır kendisini.

Bir koleksiyoncunun hırsını ve duygusuzluğunu taşır bu yüzden. Koleksiyonuna değer katacağını düşündüğü "parçaları" büyük paralar ve üst düzey yaşam vaatleri karşılığı satın almakta; sıkıldığında, istek geldiğinde veya o "parçanın" artık koleksiyonuna zenginlik katmadığını düşündüğünde kaldırıp çöpe atmaktadır.

Kıyım bir müddet sonra kıyıcıya zevk vermeye başlar. Seri katil psikolojisi gibidir. Kan içmeden duramaz hale gelirsiniz. "Gücü özgürlüğünde" gazete, henüz ikinci yılını tamamlamadığı halde, şimdiye kadar yüzlerce insan sudan sebeplerle işten atılmıştır. Habertürk'te hallen Hitler'in gaz odalarından bile daha sessiz bir kıyım makinası çalışmaktadır.

İşten çıkarmaların nasıl bir karar süreciyle gerçekleştiğini anlamak istiyorsanız, "Tarihin arka odası" adlı programa egemen olan o hastalıklı kişilik yapısını izleyin. Fatih Altaylı'nın etekleri altında yiyecek bulmuş bir kaç tipin gazeteciliğe, kültüre, insanlığa nasıl baktıklarını, nasıl yaklaştıklarını görün.

O megoloman, yarı cahil ve gaddar bir yaşlılığın psikoljisine teslim olmuş antikacının prorama katılanlara ve programın daimi üyesi biri kadın, biri erkek o iki zavallı şamar oğlanına neler yaptığını görün.

"Gücü özgürlüğünde" gazete, işte bu megoloman, gaddar ve ihtiyar antikacı ile Fatih Altaylı'nın "kankalığı" altında yönetilmektedir. Ellerinde viski kadehiyle personel dedikodusu yapmakta ve canları sıkıldıkça "bugün kimi atsak" diye kura çekmektedirler.

Kafa yordukları tek şey, "Nasıl yayın yapsak da, hükümete el altından yaransak; olmadı kendimize pazarlık alanı yaratsak" meselesidir.

"Bağımsız gazetecilik" görünümü verilmiş bir kaç yayınları da "vurduğun yerden ses gelir" mantığıyla yapılmış ve iktidarı pazarlığa zorlamayı amaçlayan yayınlardır. Devamının geldiğini göremesiniz. Vurup kaçarlar, istediklerini kopardıktan sonra da seslerini keserler.

E gazetecilik de böyle bir şeydir zaten. Uyanık olmak lazımdır. Pazarlık masasına otururken ceplerinde her zaman bir kaç adet yazar, çizer, muhabir vs. olsun isterler.

Çalıştıkları kurumlardan yüksek maaşlar karşılığı kopardıkları insanlar onlar için sadece bir "insan havuzudur". Kelle vermek icap ettiğinde o havuzda bir miktar alabalık bulunmalıdır. Siz bir kaç ay havuzda yüksek maaşınızla tatlı su balığı gibi yaşadıktan sonra kendinizi birden Taksim'deki çöp bidonlarından birinde bulursunuz..

Ve sesiniz soluğunuz çıkmaz nedense. Artık nasıl korkutulmuşsanız, başınıza geleni karınıza-kocanıza bile anlatamazsınız. Bekir Coşkun olsanız "Aaa!Valla sizden duydum" diye tiyatro oynamaktan başka bir şey gelmez elinizden.

Habertürk'te çalışan bir arkadaşınız varsa, eski kişiliğini nasıl terkettiğine, nasıl asosyalleşip ürkekleştiğine, selam vermekten, telefonda "alo" demekten nasıl korkar hale geldiğine dikkat edin. Yüksek maaş ve "buradan gidersen başka yerde iş bulamazsın" tehdidi altında köleleştirilmiştir bu insanlar.

İşte bu ahvâl ve şerait altında insanlar, şahsiyetlerini kaybetmekte, işten atılma korkusuyla ihtiyar antikacının ve "TMSF yönetimi altında bile bağımsız gazetecilik yapacağını "iddia eden şahsın çevresindeki tarihçi bozntularıyla, mankenciklerle, lüks fahişe kılıklı haber spikerleriyle vs iyi geçinme, onlara kendiierini beğendirme zilletine düşmüşlerdir..

Mezbahanın ön odasıdır Habertürk. Kesimi yapılacak gazeteciler önce buraya alınıp sağlık kontrolünden geçirilir. Tüyleri taranır, enseleri traş edilir. Bekir Coşkun gibi biraz besili olanlar daha geniş, ferah odalara alınır...

Sonra da boy sırasına göre bıçağın altına giderler. Etleri, açılışı Başbakan tarafından yapılan lüks AVM'lerde satışa çıkarılır...

MURAT BARDAKÇI’NIN ARKA ODASI
İsmail Tokalak
20.09.2010

Türk televizyonlarında gerçekten seyredilecek bir şeyler öğrenilecek program o kadar az ki, Haber Türk kanalında Murat Bardakçı’nın sunduğu ‘Tarihin Arka Odası’ adlı tarih sohbeti programı zaman süresi bakımından da bir program için oldukça uzun ve doyurucu olduğundan tarih konusunda bir şeyler öğrenmek isteyenler için bulunmaz bir şanstı.

İlk başlarda zamanım müsait oldukça ben de büyük bir umutla bu programı izlemek istedim. Fakat bir süre sonra Murat Bardakçı’nın davet ettiği konukların laflarını olur olmaz kesmesi, bilgisayardan olur olmaz mesajlara laf yetiştirmesi, seyirciye bile hakarete varan laflar söylemesi, onları küçümsemesi, bu konulara bir tek kendinin hakim olduğu davranışlarda bulunması, davet ettiği uzman bir şey anlatırken lafını kesip alakasız konuları ortaya getirip birden kendini ortaya koyup bilgiçlik taslaması, davet ettiği konuklara hiç saygı göstermemesi, beraber program yaptığı iki kişiyle düzeyi çok düşük birbirlerine hakarete varan tartışmalara girmesi beni programdan soğutmuştu.

Murat Bardakçı oldukça efendi ve saygılı olan uzmanları programda yerin dibine sokarken ‘ezanı da telefonuna koyma. Kıçının arkasına koyarsın, Allaahu ekber kıçının arkasından mı bağıracak? İşte horoz var. Ötsün. Horoz namazda da ötse bir şey olur mu? Aha benim kuş ötüyor.’ gibi seviyesiz ifadelerle vaaz veren Cüppeli Ahmet Hoca, Peygamberden şefaat dileyenleri dinden çıkmakla şuçlayan Prof. ünvanlı sakallı ilahiyat hocaların karşısında sus pus oturuyor. Ağzını korkudan bıçak açmıyor. Fakat diğer yandan programında akademisyenlere, araştırmacılara elinden geleni ardına koymuyor. Televizyonda çok faydalı olabilecek bir tarih programı ancak bu kadar katledilebilir.

Osmanlıca dahil birkaç lisan bildiğini iddia eden bir tarihçi ve medya mensubunun adabı muaşeret kurallarından bu kadar uzak, milyonların önünde oldukça bu kadar dengesiz davranış içinde bulunmasına karşın kanalın bu davranışlara hala müsaade etmesi oldukça şaşırtıcıdır. Zaten Murat Bardakçı da bu konuda gelen eleştirilere hiç alınmamakta, “bu benim programım istemeyen seyretmesin” diyerek eleştirileri geçiştirmektedir.

Uzun zamandır seyretmediğim programı son seyrettiğimde gördüm ki Bardakçı resmen işi daha çok çığrından çıkartmış. Bu programın akışını seyredip bu davranışları görenlerin isyan etmemesi mümkün değil. Artık çok nadir seyrettiğim programın Cumartesi günü (18 Eylül) programını mecburen seyretmek zorunda kaldığımda gerçekten pes, dedim. Bir çok arkadaş beni aradı haberin olsun konu senin konun bu akşam Murat Bardakçı’nın Tarihin Arka Odası programındaki konu Bizans’ın Osmanlı’ya etkisi muhakkak seyret dediler. Biz de ister istemez oturduk televizyonun başına.

Program başlar başlamaz yine aynı teraneler, atraksiyonlar, söz kesmeler, alakasız konulara geçmeler başladı. Konunun uzmanı olmasa da saygın bir araştırmacı olan Turgut Kut elinden geldiği kadar bir şeyler anlatmaya çalıştı fakat, cümlelerini tam olarak bitirmeye şansı olmadı. Bir ara sayın Turgut Kut ciddi bir şekilde Bizans Osmanlı konusunu anlatırken birden Murat Bardakçı araya girerek “bırakalım şimdi bu geyik muhabbetlerini” diyerek sayın Kut’un sözünü yine kesti. Sayın Kut da o zaman buyurun siz anlatın diyerek sustu. Bu kadarına pes denir! Herhalde biri bu arkadaşa haddini bildirene kadar bu böyle devam edecek.

Uzun zamandır piyasada bulunmayan bu hafta 2. baskısı dağıtıma girecek olan, 700 sayfalık Bizans Osmanlı Sentezi adlı kitabımız aslında F. Köprülü’nün 1920’lerdeki ufak bir risale şeklinde yazdığı hariç bu konuda Türkiye’de tek kaynak. Bundan dolayı acaba benim bilmediğim ne anlatılacak. Benim yazdığım kitaptan bahsedilecek mi diye de merak ettim. Beklediğim gibi programda böyle bir kitap yok kabul edilerek, hiç bahsedilmedi. Kendi tanıdıkları kişilerin konuyla ilgisiz birkaç kitabı tanıtıldı.

Programda her ağzını açtığında susturulduğu için programlara genelde konulara fazla çalışmadan hazırlıksız gelen Pelin hanım birden 3.boğaz köprüsü meselesi gibi konuyla ilgisi olmayan bir konu açtı ve haklı olarak muhtemel kesilecek ağaçlar konusunda kaygılarını dile getirdi. Bundan sonra zaten konu koptu. Murat Bardakçı da bu konuda karşısında oturan yardımcı asistan sunucu pozisyonudaki muhafazakar tarihçi desteğiyle absürd ve engin görüşlerini uzun uzadıya dile getirerek Pelin Hanım’ı her zaman olduğu gibi susturdu.

Bu program kesinlikle Film ve Televizyon okullarında gösterilmelidir ve çok faydalı olabilecek bir programın nasıl skandal derecesinde bir sunuş ile rezalete dönüştürülebildiğini, programdaki zamanın nasıl boşa harcandığını, konukların nasıl konuşma haklarının kısıtlandığını, talebelere gösterilmelidir.

Konuları bir şekilde sulandırarak ortamı bir sirk çadırına çevirerek tamamen yanlış sunulan bu program, insanlara tarihi sevdireceğine tarihten soğutmakta, tarihçilere olan güveni kaybettirmektedir.

Odatv.com
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com