EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

SAVAŞ PEYGAMBERİ/Richard A. Gabriel

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Oca 06, 2010 12:11 am    Mesaj konusu: SAVAŞ PEYGAMBERİ/Richard A. Gabriel Alıntıyla Cevap Gönder

Savaş Peygamberi(*)
Richard A. Gabriel
Tercüme: Taha Yasin



Takdim

“Ben rahmet ve savaş peygamberiyim” diyen bir Resûlün ümmetiyiz ama, bu “ümmet”e son asırlarda bir şeyler oldu. O’nun “Alemlere rahmet olarak” gönderildiği gerçeğini çok sık hatırlayıp, elinin silahlı oluşundan çok utananlar veya bu gerçeği unutanlar, “rahmetle savaşın” aynı Hadisin aynı cümlesinde yeralmasının hikmetleri üzerinde hiç kafa yormayanlar türedi aramızda...

Sosyalizmin çöküşünden sonra, emperyalist Batının, tüm dünyayı ele geçirme ve tüm dünya halklarını topyekûn köleleştirme hamlesinin önündeki tek direniş odağı/son kale mücahid müslümanlar kaldı. Sayıları az ve fakat savaş kaabiliyet ve motivasyonları çok yüksek, taktik ve stratejik hedeflendirmeleri çok isabetli, yeni teknikler geiştirme kapasiteleri çok geniş olan bu savaşçı/direnişçi müslümanları cephede yenemeyeceğini anlayan emperyalizm, onları üstün savaşma azmiyle donatan “cihad” emrini ve bu emrin mutlak tatbikini bizzat savaş meydanlarında savaşarak gösteren “Beli de, eli de Silahlı Peygamber” gerçeğininin üstünü örterek, elsiz, dilsiz, zulme ve her türden kötülüğe karşı öfkesiz, zulüm ve kötülük odaklarına isyan etmek yerine onlara boyun eğmeyi, bir köle gibi itaat etmeyi, teslim olmayı dinin vazgeçilmez unsurlarından biri gibi gösteren, savaşılması gereken yerde boynunu bükerek ağlayıp sızlayan, yalvarıp yakaran, düşmanından merhamet dilenen ve “cihad” etmeyi kulun değil de Allah’ın “görevi”ymiş gibi gösteren sapkın uydurma, muharref bir din/ “protestan İslâm” inşa etmeye girişti. Ülkemizde de “barış, hoşgörü, diyalog” adı altında bu işin taşeronluğunu yapan kişi ve kurumlar herkesin malûmu...

İşte bir Batılı’nın yazdığı bu makale, emperyalizmin yüz milyonlarca dolar harcayarak yürüttüğü “ılımlı, yumuşak, köşesiz, yüreksiz,dilsiz, elsiz, işbirlikçi, itaatkâr İslâm” projesinin nasıl alçakça bir tahriften ibaret olduğunu bu dilden anlayan herkese bütün açıklığıyla haykırıyor. Allah’ın Resulü’nün “savaş peygamberi” özelliğinin yalnızca “savaşçı insan” yanını mercek altına alıyor. Savaş felsefesi, ilmi ve teknikleri konusunda uzman bir kalemden “Allah’ın kulu ve Resulü”nün “Savaşçı kul”un nasıl olması gerektiğini bizzat tatbik ederek/yaparak/komuta edererk gösterdiği yanını derinlemesine inceliyor....

Gürültü de tam bu noktada kopuyor, planları bozulan, tekerlerine çomak sokulan “ılımlı İslâm” projesinin yapımcı, taşeron ve ameleleri aynı anda ayaklanıyor ve “yetişin Richard A. Gabriel peygamberimize hakaret ediyor” diye feryad ediyorlar... Emperyalizmin “cihad”a “terör”, “mücahid”e “terörist” demesinden hiç rahatsız olmayanlar, hatta rahatsız olmak bir yana aynı tabirleri kullanmaktan utanmayan, gocunmayan, çekinmeyenler; son yıllarda İslâm hakkında bir Batılının kaleminden görmeye alışık olmadığımız kadar ciddi ve derli toplu olan bu makalenin okunmaması için psikolojik duvarlar inşa etmeye kalkıyorlar...

Bu makalede eksiklikler, yanlışlıklar elbette var.. Ama tek başına başlığı bile Allah’ın Resûlü’nün kendisi hakkında ifade ettiği ve bugün unutturulmaya çalışılan temel bir özelliğini ve güzelliğini yeniden gündeme getiriyor: Savaş Peygamberi...

Bir komutan olarak Allah Resulü...

Biz de bu makaleyi O’nun bu özelliğine nasıl bakılması gerektiğine iyi bir misal teşkil ettiği için aynen yayınlıyoruz.

Gerisi Peygamberlerini tam/doğru/eksiksiz/fazlasız anlama ve anlatma mükellefiyetinde olan müslüman tefekkür, ilim ve teknik ve tahkik ehline kalmış...

Taha Yasin


Eğer son Peygamber (1) yenilikçi ve başarılı bir askeri lider olmasaydı İslâm yedinci yüzyılın ötesine geçemezdi.

Son Peygamber'in uzun gölgesi yüzyıllardan günümüze kadar uzanıyor. Bugün sayıları 1,4 milyarı bulan müslümanlar onun öğretilerini -Allah'ın peygambere vahiy ettiği ve Kuran olarak yazıya geçirilmiş- takip ediyor. Ama Peygamber’in olağanüstü başarılarına rağmen, onu İslâm'ın ilk büyük kumandanı ve başarılı bir direniş lideri olarak inceleyen güncel bir belge bulunmuyor. Peygamber bir komutan olarak başarılı olmasaydı, İslam bir bölgede sınırlı kalacak ve Arap ordularının Bizans ve İran'ı ele geçirmesi aslı gerçekleşmeyecekti.

Peygamber’in bir savaş adamı olması düşüncesi bir çok insan için yeni bir şey. Ama o büyük bir komutandı. Bir yüzyılın içerisinde sekiz büyük savaş ve onsekiz akın yapmış, otuzsekiz tane de kendi emir ve direktiflerine göre hareket etmesi için tayin ettiği komutanlarının yürüttüğü operasyonlar planlamıştı. İki kere yaralanmış, iki kere de kendinden daha büyük ordular tarafından yenilecek gibiyken ordusunu toparlayıp savaşın gidişatını değiştirirek zafer kazanmıştı. Bir komutan ve taktisyenden olması dışında, askeri teorisyen, örgütlenme reformcusu, stratejik düşünür, operasyon komutanı, siyasi-askeri lider, kahraman asker ve devrimciydi. Direniş savaşının mucidi ve tarihteki ilk uygulayıcısı olan Peygamber'in ordularının başına geçmeden önce hiçbir askeri eğitimi yoktu.

Peygamber'in istihbarat servisi zamanla Bizans ve İran'la; özellikle siyasi istihbarat konusunda yarışır hale gelmişti. Söylendiğine göre, taktik ve politik stratejiler kurmaya saatler harcardı ve bir keresinde "Harp hiledir", demişti; bu modern analistlere Sun Tzu'nun "Savaş aldatmacadan ibarettir" sözünü hatırlatıyordu. Düşünme ve uygulama gücü konusunda Karl von Clausewitz ve Niccolo Machiavelli'nin bir karışımı gibiydi; yani siyasi amaçlar için her zaman güç kullanırdı. Kurnaz bir büyük stratejist olarak askeri olmayan yöntemleri (ittifak, siyasi suikast, rüşvet, dine davet, af ve sınırlı tenkil) uzan vadede pozisyonunu güçlendirmek için -bazen kısa vadeli askeri amaçlardan vazgeçerek- kullanırdı.

Peygamberin Allah'ın Elçisi rolü ve İslâm inancı, Arap savaş şeklinde devrim meydana getirmiş ve dünyanın tutarlı bir ideolojik inanç tarafından motive edilmiş ilk ordusununun kurulmasını sağlamıştı.

Kutsal savaş (cihad) ve şehitlik düşüncesi, Müslüman ve Hristiyanların İspanya ve Fransa'da savaşları yoluyla batıya geçmiş, savaşçı Hristiyan azizleri ortaya çıkmış ve Katolik Kilisesi'ne Haçlı Seferleri için ideolojik gerekçe vermişti. Bundan beri ideoloji -dini yada seküler olsun- askeri maceraların en önemli unsuru olmuştur.

Peygamber Arabistan'da daha önce kimsenin görmediği tamamen yeni bir tür ordu oluşturarak onun ölümünden iki sene sonra başlayan Arap fetihlerinin askeri kısmının temelini attı. Arabistan'da orduları ve savaş idaresini değiştiren en az sekiz büyük askeri reform yaptı. Nasıl Makedonyalı Philip Yunan ordularını dönüştürüp halefi Büyük İskender'in fetihler yapıp imparatorluk kurmasını sağlamışsa, Son Peygamber de Arap ordularını haleflerinin Pers ve Bizans ordularını yenip İslam İmparatorluğunu kurmalarını sağlamıştı.

Son Peygamber herşeyden önce bir devrimciydi, günümüzde bilinen, eski zamanlardaki ilk milli direnişi kuran ve yöneten, ateşli ve dindar gerilla lideriydi; ki bu gerçeği Kuran'dan ve Peygamber'in şiddet kullanmasından alıntı yapıp bunu kendi direnişlerinin doğruluğunu savunmakta kullanan günümüzün mücahitleri hala unutmamışlardır. Geleneksel komutanların aksine, Peygamber yabancı bir düşmanı yada istilacıyı yenmeyi değil; o sıradaki Arabistan sosyal ve siyasî düzeninini değiştirip yerine tamamen farklı bir ideolojik görüşe dayanan yeni bir düzen getirmeyi amaçlıyordu. Bu devrimci amaçlarına ulaşmak için her yolu kullandı; bu da modern analistler tarafından günümüzün dünyasında başarılı bir direnişin özelliği sayılıyor.

Son Peygamber yeni bir düzen mücadelesine sadece sınırlı vur-kaç operasyonları yapabilen küçük bir gerilla grubuyla başlamıştı, ama on sene sonra Mekke'yi fethe hazır hale geldiğinde bu gerilla grubu sayıca artmış, atlı ve piyadelere sahip, büyük harekatlar yapabilen düzenli bir orduya dönüşmüştü. Batı hep Peygamber'in Arap fetihlerini geleneksel askeri terimlerle düşündü. Ama Son Peygamber'den önce Arabistan'da bunları başaran ordular görülmemişti. Bu orduları meydana getiren şey Son Peygamber’in geleneksel olmayan gerilla operasyonları ve başarılı direnişiydi. Sonraki Arap fetihleri, hem stratejik konsept hem de askeri metodun aracı olan yeni ordular, Peygamber'in direniş lideri olarak başarısının sonucuydu. (2)

Peygamberin askerî hayatının direnişçi gerilla kısmı okuyucuya ilginç gelebilir. Ama modern analistlerin direnişi karakterize etmede kullandığı yöntemler kullanılırsa, Son Peygamber'in İslâm'ı yayma savaşında direnişin bütün kriterlerini sağladığı görülebilir. Direniş savaşı için gereken bir şey de; takipçileri için bir şekilde özel ve izinden gitmeye değer görülen kararlı bir liderdir. Bu bahsedilen durumda da Peygamber'in karizmatik kişiliği, Allah'ın elçisi olması ve ona uymanın Allah'ın emirlerine uymak demek olması inancıyla kuvvetleniyordu.

Direnişler bir "kurtarıcı ideoloji"ye, yani mevcut sosyal, siyasî ve iktisadî düzeni daha iyi, daha adil, tarih, yada bizzat Tanrı'nın kendisi tarafından buyurulmuş bir düzenle değiştirmek için tutarlı bir inanç veya plana ihtiyaç duyar. Son Peygamber, İslâm inancı ile, zalim, kafirce ve değiştirilmesi şart olarak gördüğü mevcut temel Arap kurumlarına meydan okudu. Bu gaye ile "ümmetini", yani inananlar topluluğunu, Allah'ın dünyadaki halkını; o sıradaki Arap klan ve kabilelerinin yerine geçecek şekilde oluşturdu. Peygamberin en büyük başarılarından biri eskilerini değiştiren yada tamamen yerini alan yeni sosyal kurumlar kurmasıydı.

(Devam Edecek)

Dipnotlar:
(*)Richard A. Gabriel’in MHQ dergisinde yayınlalan “Muhammad: The Warrior Prophet” başlıklı makalesidir. Makalenin orijinaline şu internet adresinden ulaşılabilir: http://www.historynet.com/magazines/mhq/75...?page=1&c=y

1-Metinde Peygamberimizin has isminin geçtiği yerlerde, onun yerine “Peygamber” veya “Son Peygamber” demeyi tercih ettik. (TY)
2-Bu paragrafta, İslâmın en hayatî ve kritik ilk savaşlarını “canım onlar küçük çaplı aşiret kavgalarıydı, savaş bile sayılmazlar” diyerek küçümsemeye, yok saymaya ve yok etmeye çalışarak “Savaş Peygamberi” gerçeğini kendi güdük ve küçük akıllarınca örtebileceklerini sanan hödük/alçak takımını hatırlayarak; hadiseye uzman bakışıyla öküz bakışı arasındaki farkı görebiliriz. (TY)

Savaş Peygamberi -2-
Richard A. Gabriel
Tercüme: Taha Yasin



Başarılı direnişlerin organizasyon ve adam toplama işini yapacak sadık bir inananlar kadrosuna da ihtiyacı vardı. Peygamber’in devrimci kadrosu Mekke'de müslüman olan ve hicrette yanında Medine'ye götürdüğü, bir avuç insandı. Bunlara "muhacirler", yani göç edenler deniyordu. Medine kabilelerinden ilk müslüman olanlar ( ensar) da bu kadronun içinde yer alıyordu. Bu devrimci kadronun içinde yetenekli insanların oluşturduğu bir grup vardı, bunların bazıları sonradan müslüman olmuştu. Onların arasında Abdullah bin Ubay ve Halid bin Velid gibi tecrübeli komutanlar da vardı ve askerî uzmanlık ihtiyacını onlar karşılıyorlardı. Bu grup Peygamber'e danışmanlık yapıyor ve onun direktiflerinin yerine getirilmesini sağlıyordu. Bu danışmanlar Peygamber'in zamanında önemli pozisyonlardaydılar ve onun ölümünden sonra iktidar için kendi aralarında mücadele ettiler (3).

Peygamber devrimci kadrosunu kurduktan sonra düşmanlarına karşı askeri hareket yürütecek bir üs kurdu. Bu harekatlar genelde pusu ve akın şeklindeydi. Ve Mekke'yi, yani düşmanın baş şehrini, ve kendisine karşı olan diğer ticaret kasabalarını, tecrit etmek için yapılıyordu. O zamanda Arapların sadece altıda biri şehir yada kasabada yaşıyordu, geriye kalanlanlar ise çölde yaşayan göçebelerdi. Peygamber Medine'yi stratejik konumundan dolayı üs olarak seçmişti: Medine Mekke'yle Suriye arasındaki giden ticaret yoluna yakındı; bu ticaret yolu Mekke'nin ve kervan ticaretine bağımlı olan diğer kasabaların ekonomik yaşamı için önemliydi. Medine ayrıca Mekke'den yeteri kadar uzaktaydı; Bu durum Peygamber'in kervan yolunun yakınlarında yaşayan bedevî kabilelerini İslamlaştırmasını kolaylaştırıyordu. Peygamber Mekkeliler ile askerî mücadeleye girmek yerine bedevîleri müslümanlaştırmanın, ya da onlarla ittifak kurmanın başarının anahtarı olduğunu görmüştü.

Direnişlerin kendilerine yetecek silahlı bir güce ve insan gücüne ihtiyacı vardır. Küçük gerilla kadrosundan büyük bir düzenli ordu çıkmış ve direnişin kendi düşmanlarıyla zaman ve siyasî şartlar uygun olduğunda planlı çarpışmalar yapmıştı.

Peygamber, Kuzey Vietnamlı General Vo Nguyen Giap'ın "Halkın savaşı, halkın ordusu" diye ifade ettiği doktrini tarihte ilk defa keşfetmiş ve uygulamış komutan olabilir. O, bütün müslümanların din için savaşması gerektiği inancını yerleştirmişti. Herkesin -erkek, kadın, hatta çocuklar- imanını ve Allah'ın yeryüzünde seçilmiş kulları olan ümmetini savunması için hizmet etme yükümlülüğü vardı.

Şunu iyi anlamak gerekir ki, İslam ideolojisinin çekim gücü Peygamber'in küçük devrimci kadrosunun büyük bir orduya dönüşmesinde her şeyden fazla etkili olmuştu.

Peygamberin ordusunun ne kadar hızlı büyüdüğü savaşlardan anlaşılabilir: Bedr savaşında (624) sadece 314 kişiyle savaşa girebilmişti. İki sene sonra 2. Bedr'de savaş alanında 1500 müslüman vardı. 628 yılında Hayber Savaşı'nda İslam ordusu 2000 savaşçıya çıkmıştı. Peygamber Mekke'ye (630) 10.000 adamla girmişti, bir kaç ay sonraki Hüneyn Savaşı'nda bu ordu 12000 kişi olmuştu. Bazı kaynaklar aynı yıl Tebük Seferi'nde 30.000 piyade ve 10.000 atlı bulunduğunu yazar, bu son rakam büyük ihtimalle abartılı olsa bile. bu savaşlardan, direnişin adam toplama gücü sayesinde ne kadar çabuk büyüdüğü görülebilir.

Bütün direniş orduları gibi, Peygamber'in orduları da silahlarını esir ve ölülerden topluyordu. Silah, miğfer ve zırh o zamanki nipseten yoksul Arabistan'da pahalıydı, ve çoğunluğu fakir, öksüz, yetim, dul, ve diğer "marjinal" insanlardan oluşan ilk müslümanların bunları satın alacak gücü yoktu. Düşmanla ilk büyük muharebe olan Bedr Savaşı'nda ölülerin silahları ve diğer askeri ekipmanları alınmıştı, ve bu uygulama diğer savaşlara da taşınacaktı. Peygamber esirlerin özgürlükleri karşılığında para yerine silah ve ekipman temin etmesi şartını da uygulamaya koymuştu. Bedr'de esir alınan bir silah tüccarı özgürlüğünü kazanmak için direnişçilere bin tane mızrak sağlamaya zorlanmıştı. Bir süre sonra Peygamber'in eline Mekke'ye yürüdüğü 10.000 kişilik orduya yetecek kadar silah, miğfer, zırh ve kalkan geçmişti.

Peygamberin gerekli silah ve ekipmanı elde etme yeteneği ona büyük bir siyasî avantaj kazandırmıştı. Direnişin bir çok üyesi bedevî kabilelerinin en fakir kısımlarından gelmişlerdi, silah yada zırh satın alacak imkanları yoktu. Bunları onlara sağlayan Peygamber onların kabile içindeki statülerini yükseltmiş ve kabilenin -her zaman İslam inancına olmasa bile- kendisine olan sadakatini garantilemiş oluyordu. Bedevî liderleriyle olan görüşmelerde onlara hediye olarak pahalı silahlar veriliyordu. Atlar ve develer de aynı derece önemliydiler, onlar olmadan uzaklara akın yapmak ve harekat yönetmek imkânsızdı. Peygamberin hayvanları elde etme yöntemi, silah elde etme yöntemiyle aynıydı ve aynı derece başarılıydı. Bedr'de direnişçilerin sadece iki atı vardı, 6 yıl sonra Huneyn'de ise 800 at ve süvari bulunuyordu.

Direnişin savaş unsurlarını destekleyen bir kitleyi de bulundurması gerekiyordu. Bunu başarmak için peygamber ganimet paylaşılmasıyla ilgili eski adetleri değiştirmişti. Geleneklere göre bir Arap kabile yada klan lideri ganimetin dörtte birini kendisine alırdı. Peygamber sadece beşte birini alacağını açıklamıştı, ve bunu da kendisi de ümmeti adına alıyordu. Eski geleneklere göre herkes aldığı ganimeti kendine saklardı. Peygamber bütün ganimetin ortak bir havuza konulup savaşanlar arasında eşit paylaşılmasını şart koşmuştu. Ve en önemlisi, Ümmet adına alınan ganimetten öncelikli olarak fakirlerin, ve savaşta ölenlerin dulları ve yetimlerinin faydalanmasını sağlanmıştı.

Bir direniş lideri kendi otoritesini, içerden ve dışardan gelebilecek meydan okumalara karşı korumalıydı. Peygamber'in çok düşmanı vardı ve o kendi hayatını hedef alacak her saldırıya karşı tetikteydi. Bir çok diğer lider gibi kendisini sadık bir müritler grubuyla çevirmişti; onun korumasıydılar ve emirlerine sorgusuz sualsiz itaat ediyorlardı. Bunun için "süffa" yı kurmuştu, bunlar Peygamber'in evinin hemen yanındaki camide kalan küçük bir müritler grubuydu. En fanatik, dindar, inançlılar arasından seçilen bu insanlar daha çok fakir kesimlerden gelmişti. "Süffa" üyeleri zamanlarının çoğunu İslam'ı inceleyerek geçirmişlerdi. Peygamber'e bağlılardı ve sadece koruması değil aynı zamanda gizli polisi olarak görev yapıyorlardı; Peygamber'in onlara vereceği görevleri -suikast ve terör dahil- yerine getirmek için her an çağırılmaya hazırdılar.

Etkili bir istihbarat olmadan hiçbir direniş hayatta kalamaz. Peygamber Mekke'yi 622 yılında terk ettiğinde arkasında amcası Abbas'ı güvenilir bir ajan olarak bırakmıştı ve ondan sürekli Mekke'deki durumun raporlarını alıyordu. Abbas on yıldan fazla süre, Mekke'nin fethine dek, onun casusu olarak kaldı.

Başlangıçta peygamberin elinde yeteri kadar taktik istihbarat yoktu. Müritlerinin çoğu çöl seyahati tecrübesi olmayan kasabalılardı. İlk harekatların bazılarında bedevi rehberler kiralamak zorunda kalmıştı. Ama direniş büyüdükçe istihbarat servisi daha organize ve karmaşık hala gelmişti; ajanlar, parayla çalışan casuslar, esirlerden alınan bilgiler, devriyeler ve keşif birlikleri istihbarat toplamanın bir parçası olmuştu.

Direnişin harekat yaptığı bölgelerde Peygamber'in oradaki kabilelerin politik durumu hakkında detaylı bilgi sahibi olduğu ve bunu bedevilerle ittifak görüşmelerinde iyi bir şekilde kullandığı görülüyor. Çoğunlukla savaşlardan önce savaşa gireceği alan hakkında bilgi toplardı. Bir çok durumda istihbarat servisi onu düşmanın yeri ve yapacakları hakkında çatışmadan önce bilgilendirirdi. Bu istihbarat servisinin nasıl örgütlendiği veya nerede olduğu hakkında bir bilgimiz yok. Ama bunun "Süffa" ın bir parçası olduğunu tahmin edebiliriz.

Direnişlerin başarısı sayıca çok ve tarafsız olan halkın desteğini kazanmalarına bağlıdır. Peygamber bunun için propagandanın rolünü farketmiş ve mesajının herkes tarafından bilinmesi için her şeyi yapmıştı. Kendini övmek ve düşmanlarını yermek için paranın satın alabileceği en iyi şairleri kiralamıştı. Allah'ın Habercisi olarak aldığı vahiyleri ilan etmiş, ve yeni bir düzen görüntüsünü ve cennet vaadini canlı tutmak için devamlı halkın gözünün önünde olmuştu. Diğer klan ve kabilelere putperestlere yeni dini öğretmek için misyonerler göndermiş, bazı durumlarda bununla beraber okuma-yazma öğrenmelerini de sağlamıştı. Peygamber, mücadelenin o anki sosyal düzen ve onun adaletsizlikleriyle kendi gelecek görüşü arasında olduğunu görmüş ve kendi görüşünü yayarak Arap halkının kalplerini ve akıllarını kazanma konusunda rakiplerini geçmişti.

Şiddet(4) de başarılı bir direnişin vazgeçilmez bir unsurudur. Bu hadisde de durum aynıydı. Peygamber şiddeti iki şekilde kullanmıştı: İlk olarak; kendi bağlıları arasındaki hainlere ve döneklere diğerlerine ibret olacak cezalar vermek amacıyla: Onun zamanında dinden dönmenin cezası ölümdü. Bazı siyasi düşmanlarının da ölüm emrini vermişti, bazıları onu yeren şairler ve şarkıcılardı. Ordusu Mekke'ye yürüdüğünde, "Süffah" idam edilmek için mimlenmiş eski düşmanları yakalamaya çıkmıştı. İkinci olarak ise şiddeti düşmanlarının yüreklerine geniş çapta korku salmak için kullanmıştı. Örneğin Medine'nin Yahudi kabilelerinden Beni Kaynuka'nın hepsinin öldürülmesi emrini vermiş; kadın ve çocuklarını köle olarak satılmasını istemiş, fakat müttefik liderlerden biri tarafından vazgeçirilmişti. Diğer bir durumda, yine başka bir Medine Yahudi kabilesinin bütün yetişkin erkeklerinin (yaklaşık 900 kadar) şehir meydanında kafaları kesilmiş, kadın ve çocukları köle yapılmış ve mallarını müslümanlar arasında paylaştırılmıştı. Mekke'nin fethinden bir süre sonra kalan bütün putperestlerin görüldükleri yerde öldürülmesi emrini vermişti. Onun bu tavrı hem düşmanlarına hem de müttefiklerine karşı elini güçlendiriyordu.
(devam edecek)

Dipnotlar:
3- Ashabın arasındaki mücadele, Batılı anlamda bir iktidar kavgası değil, İslâmî mânada bir içtihad (hak ve hakikat) kavgasıydı (TY)
4- Yazar ‘terörizm’ diyor biz bunu ‘siyasî şiddet’ olarak çevirdik. (TY)


Savaş Peygamberi -3-
Richard A. Gabriel
Tercüme: Taha Yasin



Peygamber'in siyasî şidderti kullanması İslâm dinine; Israiloğullarının Kenan'ı almak için yaptığı seferlerin Yahudilik'e düşürdüğünden fazla gölge düşürmüyor.

Zaman geçtikçe dinlerin geçmişindeki şiddet unutulur ve sadece inancın kendisi kalır; böylece dinin kurucuları tarih kayıtlarındarındaki şiddete hiç bulaşmamış olarak hatırlanırlar.

Peygamber için yapılan da, onun hayatının askeri yönünü, yani İslam'ın ilk büyük kumandanı ve O'nun direniş teorisinin kurucusu ve uygulanışının mucidi olarak dikkate değer askeri başarılarını önemsiz göstermek ve dikkati bunun üzerinden çekmeye çalışmaktı.

Peygamber ayrıca Arapların savaşma şeklini değiştiren, orduları kabilelerin veya kişilerin küçük amaçları yerine geniş çapta stratejik amaçlı harekâtlar yapabilecek araçlar haline getiren bir devrim yapmayı başardı.

Bunu yaparak parçalanmış Arap kabilelerini, kendi kimliğinin bilincinde bir askerî ve millî varlık haline getirecek metodu ve tarihî şartları da ortaya çıkarmış oldu.

Sonuç olarak ilk Arap fetihlerinin en büyük komutanları bizzat Peygamber'in kendisi tarafından yetiştirilmişti.

Arap savaş şeklinde devrimci bir dönüşüm gerçekleştirmeseydi; İslâm belki de Arabistan'da ayakta kalamayacaktı.

Onun ölümünden bir sene içerisinde, Müslüman olan bir çok kabile dinden dönmüştü ve bu "Riddah" da denilen "Mürtedler Savaşı" ile sonuçlanmıştı.

Peygamber'in komutanlarının zekâsı ve yeni ordusunun üstün savaş yeteneği; İsl3am'ın mürtedleri yenmesini ve onların cemaate geri dönmelerini sağlamıştı.

Aynı komutanlar, Arap ordularına komuta ederek Bizans ve İran'da yeni fetihlei gerçekleştirdiler. Arapların eski savaş yöntemleriyle bu imparatorluklara karşı hiçbir kazanma şanları olamazdı.

Peygamber Arap ordularının toplumsal oluşumunu değiştirmiş, onları sadece kendilerine sadık olan kabileler ve akrabalardan oluşan bir birlikten, milli ve toplumsal bir varlığa dönüştürmüş, Ümmet'e sadık olan millî bir ordu kurmuştu.

Ümmet modern anlamda bir millet yada devlet değil, Peygamber'in komutasında ve yönetiminde birleşmiş inananlar topluluğuydu.

Ümmet klan ve kabileleri aşıyordu ve bu durum Peygamber'e insanlar için ortak bir kimlik oluşturmasını sağlamıştı.

Ümmet'e bağlılık şuuru, milli ordunun piyadeleri ve atlılarının aynı orduda birleşmelerinii sağlamıştı.

Tarihte bedevîer ve medenîler (şehirliler/kasabalılar) hep birbirlerine şüpheyle bakmışlardı.

Arap piyadeleri geleneksel olarak Arabistan'ın şehir, kasaba ve vahalarında yaşayan insanlardan oluşurdu. Arap süvarileri ise geleneksel olarak hızlı akınlarda, şaşırtma saldırılarında ve yakalanmadan geri çekilmede uzmanlaşmış, nesiller boyunca akın yeteneklerini geliştirmiş bedevî kabilelerinin göçebe savaşçılarından oluşurdu.

Bu iki tür savaşçının beraber savaşma deneyimi çok sınırlıydı.

Klan sakadatiyle bağlanmış olan Arap piyadeleri sadık ve birbirine bağlıydı; özellikle savunmalarda yerinde duracağına güvenilebilirdi. Ama Arap süvarileri piyadeye karşı savaşta güvenilmezdi; değerli bineklerini korumak için kaçabilir veya alabildikleri ganimetleri alıp uzaklaşabilirlerdi. Ama Bedevî süvarileri keşifte, sürpriz saldırılarda, kanatları korumada ve düzeni bozulmuş piyadeleri kovalamakta etkiliydi.

Peygamber bu iki tür savaşçıyı bir orduda toplayıp onları uyumlu bir biçimde kullanabilen ilk Arap komutanıydı.

Daha büyük olan inananlar toplumu, yani Ümmet sayesinde Arap toplumunun iki ana öğesi olan bedevileri ve medenîleri tek Arap milli kimliği içerisinde birleştirmişti. Aslında ordunun bu dönüşümü Arap toplumunun Müslüman olmasından sonra toplumsal düzenindeki radikal değişiklikten sonra olmuştu.

Peygamberden önce Arap askeri birlikleri klan veya kabile liderlerinin komutası altında, bazen başka klan veya kabilelerle ittifak halinde savaşırlardı. Kabile liderlerinin otoritesi kendi kabilelerinde kabul görüyordu, ama her lider kendini diğer liderlere denk olarak gördüğünden ordunun tamamını taktiksel olarak yönlendirecek, ya da askerlerin itaatini sağlayacak bir üst komutan yoktu. Askerler kendi amaçları için -bu genelde ganimet oluyordu- savaşırdı, ve tüm bir ordu olarak daha büyük hedeflerin peşinden gitmeye kendilerini zorunlu hissetmezlerdi. Savaş alanına gelemez, geç gelir veya yeterli ganimet aldıktan sonra savaşı bırakırlardı. Atlar ve savaşçılar değerliydi, ve kabile liderleri adamlarını ve atlarını tehlikeye sokacak bir taktik yönlendirmeyi asla kabul etmezlerdi. Sonuç olarak Arap savaşları genellikle kısa, düzensiz ve çok nadir belirleyici bir sonuçla biten çarpışmalardı.

Bunları düzeltmek için Peygamber, ordular için kendisinin merkezde olduğu birleşmiş bir komuta düzeni kurmuştu. Ümmet içinde vatandaş ve asker arasında bir ayırım yoktu. Cemaatin her üyesi kabilesini korumak ve savaşlarına katılmakla yükümlüydü. İnananlar toplumu gerçek bir savaşçı milletti ve bütün müminler Allah'ın elçisinin emirlerini yerine getiriyordu.

Başkomutan olarak Peygamber, askerî harekâtlarda, başa bütün yetkilere sahip tek birini atayarak birleşik komuta ilkesini kurmuştu. Bazen ikinci bir yetkili de atardı. Sıklıkla savaş alanında askerlerini kendisi yönetirdi. Kendi otoritesi altında çalışan bütün komutanları da atayan oydu. Müslümanlar olarak, ordunun bütün üyeleri aynı kurallara bağlıydı ve bütün kabile üyeleri ve liderler için aynı disiplin ve cezalar geçerliydi.

Müslüman olmayan kabilelerle beraber hareket ederken Peygamber her zaman onların liderinden savaş sırasında kendi emirlerine uyulacağına dair şeref sözlü isterdi.

Birleşik askeri komutanın kuruluşu Peygamber'in ordularına plânlamada ve savaşta daha fazla güvenilirlik kazandırmıştı.

Birleşik komuta, ayrıca ordunun çeşitli unsurları arasında daha yüksek derecede koordinasyon ve daha karışık, daha kesin bir şekilde uygulanabilen karmaşık taktiklerin kullanılmasını ve bu şekilde ordunun saldırı gücünün artmasını sağlamıştı.

Geleneksel Arap savaş şekli kabilenin tek bir birim olarak savaşma yeteneğini değil, tek tek kişilerin başarılarını vurgulardı. Arap savaçısı kabilesi için değil kendi şerefi ve akraba grubu içerisindeki toplumsal prestiji için savaşırdı. Bunun bir sonucu olarak Arap orduları ve birimlerinde savaşın stresi içerisinde birliğini koruyup beraber mücadele etme yeteneği yoktu.

Buna tezat olarak, Peygamber'in orduları birbirine bağlıydı; kendilerinden sayıca daha fazla düşmanla savaşırken veya istilaya uğrarken bile beraberliğini koruyordu.

Askerin Ümmet'e olan bağlılığı kabileye olan bağlılığını aşıyordu.

Peygamberin ilk bağlıları Ttabileri) ona katılmak için aile ve kabilelerini terk etmişti.

Aynı kabilenin, hatta aynı ailenin üyelerinin savaşta karşı karşıya kaldığı bir çok durum olmuştu.

Din beraberlik sağlama açısından kan ve kabile bağlarından çok daha etkili bir kaynaktı; inancın gerekleri kabilenin ve alenin gereklerinin yerini alıyor ve onları geçersiz kılıyordu. Askerler birbirini kardeş olarak görüyordu, -ki İslam'ın ilkelerine göre zaten öyleydiler- ve bu sayade, kısa zamanda savaşta disiplinleri ve amansızlıklarıyla ün saldılar.

Savaş Peygamberi -4-
Richard A. Gabriel
Tercüme: Taha Yasin


Peygamber'in orduları geleneksel Arap ordularından daha yüksek motivasyona sahipti. İyi bir savaşçı olmak her zaman Arapların değer verdiği bir şeydi, ama Peygamber savaşçının statüsünü yükseltmişti.

Onun askerilerinin her zaman ganimette payı vardı. "Askerlik mesleklerin sadece en soylusu ve Allah'ın en hoşuna giden değil, aynı zamanda en kârlısıdır" sözü müslümanlar arasında yaygın omuştu. Onun askerleri genelde İran ve Bizans'ınkilerden daha iyi para alırlardı.

Ama daha fazla para, yeni İsl^mm savaşçılarının motivasyonun sadece küçük bir kısmıydı.

Peygamber'in en önemli buluşlarından biri askerlerini, onları Allah'nın dünyadaki işini yaptıklarına ikna etmekti.

Tabîi ki başka dinlerden de, dini amaçlar için savaşanlar vardı. Ama Peygamber'den önceki hiçbir ordu dini asker motivasyonun merkezine koymamış ve askeri Allahı'nın iradesinin dünyadaki aracı olarak tanımlamamıştı.

İslâm askerleri kendilerini Allah'ın talimatıyla savaşıyor olarak görüyorlardı. Sonuç, bugünün İslami toplumlarında da hala görülebildiği gibi, Müslüman askerin Batı ordulularındaki askere kıyasla daha yüksek sosyal statüye sahip olduğu ve daha çok saygı gördüğüydü.

Peygamber'in gününde askerin motivasyonundaki ana unsur ölümün korkulacak değil kucaklanacak bir şey olduğu düşüncesiydi.

Peygamber'in savaşta öldürülenlerin zevk içinde, sonsuz hayat dolu cennette hemen gireceğini ilan etmesi iyi savaşmak için teşvik ediciydi.

Dinin savunması için ölmek Allah'ın isteiğini gerçekleştirmek ve şehit olmaktı.

Hayat, dinin gereklerine kıyasla önemsiz bir şeydi. Savaşta öldürülen müslüman askerlere Arap ölçülerine göre en iyi şekilde muamele ediliyordu.

Daha önce de savaşta ölenler fedakarlık ve cesaretin örneği olarak onurlandırılmıştı ama Peygamber'den önce kimse, iyi bir asker olmak için ölüme kucak açılması gerektiği yada ölümün gerekli olduğunu söylenmemişti.

Peygamber'in öğretileri asker fedâkârlığı konusundaki geleneksel Arap görüşünü değiştirmiş ve Arap ordularının daha önce gördüklerinden çok daha azimli askerler üretmişti.

Peygamber'den önce Arap savaşlarında klan ve kabileler şeref veya ganimet için savaşırdı. Hiçbir komutan düşmanı esir almayı, yok etmeyi ya da topraklarını almayı amaçlamamıştı. Uzun vadeli, büyük stratejik hedefler ve onlara yönelik taktiksel kuvvet kullanıldığı stratejik savaşlar yoktu.

Peygamber Araplara stratejik amaçlar için savaş fikrini getiren ilk kişiydi.

Onun nihai amacı, yani Arap toplumunu yeni dini yayarak dönüştürmek, kavramsal olarak stratejikti.

Peygamberin geleneksel yada geleneksel olmayan bir şekilde güç ve şiddet kullanması daime bu amaca yönelikti.

Her ne kadar bir direniş lideri olarak başlamışsa da, askeri gücü daha büyük stratejik amaçlara ulaşmak için taktiksel bir yöntem olarak kullanma ilkesiyle Clausewitz'çi bir görüşe sahipti.

Peygamber Arap savaş şekline böyle yeni bir düşünce getirmese daha sonraki Arap ordularının bir dünya imparatorluğu kurması sadece imkânsız değil, aynı zamanda düşünülemez bir şey olacaktı.

Savaş stratejik amaçlara bağlı olduktan sonra; onun uygulanışını yayarak, işin Arap savaş şekli için tamamen yeni olan taktiksel boyutunu göstermek mümkün oldu.

Peygamber kendine karşı ittifak kuramadan kabilelere, şehirlere ve garnizonlara saldırdı; ekonomilerine ve dışarısıyla iletişimlerine zarar vererek düşmanlarını izole etti; siyasi pazarlıklarda ustaydı, işine yaradığı zaman putperest kabilelerle ittifak yaptı; şehir ve kasabaları kuşattı.

Psikolojik savaşa yeni bir boyut getirdi, siyasi şiddeti ve katliamları düşmanlarının iradesini zayıflatmak için kullandı.

Bazı metinler Peygamber'in kuşatmalarda mancınık ve hareketli, kapalı arabaları kullandığını yazar. Bunlar büyük ihtimalle üzerinde yüzyıllardır İran garnizonlarının bulunduğu Yemen'den alınmıştı.

Peygamber göründüğü kadarıyla bunları Kuzey'de kullanan ilk Arap komutandı.

Arap savaş şekli tamamen taktiksel bir mesele olunca Peygamber'in stratejik savaşı getirmesi taktiklerin düzgün bir şekilde, daha büyük stratejik amaçlar için uygulanmasını sağladı.

Neticede savaş kendine başına bir amaç değildi. Clausewitz'in bize hatırlattığı gibi, bir amaç değil bir metoddu.

Bir yetim olarak Peygamber genellikle babalardan alınan en basit askeri eğitimi dahi almamıştı. Bu eksikliği gidermek için kendisini tecrübeli savaşçılarla çevirmiş ve devamlı olarak onların fikirlerini almıştı.

Aslında, sıkça eski düşmanlarının en iyi savaşçılarını müslüman olmalarından sonra komutan yapmıştı.

Bulabildiği her yerden iyi subayları toplamıştı, bazen gençleri küçük akınlara göndererek savaş tecrübesi kazanmalarını sağlıyor, bazen de şehirli bir subayı seçip bedevilerle akına göndererek süvarilerle tecrübe kazanmasını sağlıyordu.

Komutanlarını her zaman kanıtlanmış yetenekleri ve deneyimlerine göre seçerdi; sofulukları yada dine bağlılıklarına göre değil.

Profesyonel Arap subayı yetiştirmek için asker eğitimini kurumsallaştıran ilk kişi de o olmuştu. Bu eğitimli ve deneyimli subaylar sınıfından Arap fetihlerine komuta eden generaller yetişmişti.

Peygamberin askerlerini nasıl eğittiği hakkında çok az bir fikrimiz var, ama onları eğittiği neredeyse kesin. Yüzme, koşma ve güreş eğitimi verilişi hakkında kesin referanslar var.

İslam'ın ilk askerleri Ümmet'e katılmak için klan ve aile bağlarını geride bırakmıştı. Yeni müslümanlar yeni bir askerî sadakat temeline -dine- ve bir çok klandan gelen askerden oluşan yeni birliklere alışmak zorundaydılar. Çeşitli metinlerdeki referanslar Peygamber'in bu birlikleri rütbelere göre ayırıp talim yaptırarak eğittiğini, bazen bu birlikleri savaştan önce bizzat kurduğunu, ve onları eskiden olduğu gibi ayrı ayrı kişiler olarak değil, disiplinli bir birlik olarak savaşmaya yönlerdirdiğini belirtiyor.

Bu disiplinli birlikler daha önce kullanılması mümkün olmayan taktik tasarılarını da mümkün kıldı. Atlı ve okçuların piyadelerle beraber kullanılması bunun bir sonucuydu.

Onun ölümünden çok sonra dahi Arap babaları oğullarına savaşmayı öğrettiler ama, Arap fetihlerinin ve gelecekteki Arap imparatorluğunun ordular daı, yeni katılacak askerlere resmi eğitim verilmesini kurumsallaştırdılar.

Savaş Peygamberi -5-
Richard A. Gabriel
Tercüme: Taha Yasin



Peygamber direnişi başlatmadan önce, yirmibeş sene kervanları organize etme işini yapmıştı; bu yüzden askerî lojistik ve planlama konusunda da bir kervancının titizliğini gösteriyordu. Bu alanlardaki uzmanlığı ıssız yerlerin üstünden çok uzak yerlere askeri harekatlar düzenleyebilmesini sağlamıştı. Meselâ, kervancı olduğu zamanlarda Baharat Yolu üzerinden kuzeye çok sayıda yolculuk yapmıştı ve hem dürüstlüğü hem de mükemmel bir yönetici ve organizatör olmasıyla nam salmıştu. Bu yolculuklar detaylara büyük dikkat edilmesini ve yollar, yürüyüş temposu, duraklamalar arasındaki uzaklıklar, su ve hayvanların beslenmesi, kuyuların yeri, hava durumu, pusu yerleri gibi bilgileri gerektiriyordu; bu bilgiler komutan olarak ileride çok işine yaramıştı. 630 yılında yirmi bin-otuz bin kişilik (kaynaklar sayı konusunda ihtilafta) orduyu Medine'den Tebük'e yılın en sıcak zamanında onsekiz-yirmi günde yürüttü. Geleneksel Arap standartlarına göre bu çok şaşırtıcı/imkânsız bir durumdu..

Peygamber Arap savaş şeklini değiştirmeden önce Arapların savaşı düşündükleri şekili, yani savaşın ahlâkî temelini, değiştiren bir devrim getirmişti. Kan dökülmesini kısıtlayan eski şövalyemsi prensipler bırakılmış ve buna daha fazla müsaade eden yeni bir savaş ahlâkı sistemi getirilmişti. Bunun akrabalık ve kan bağının ötesinde, sadece yeni İslâm cemaatinin üyelerini kapsayacak şekilde düzenlenmesi, Arap savaşlarını eskisinden çok daha kanlı ve kapsamlı bir hale getirmişti.

Bizans ve İran'ın fethinden iki yüz yıl sonra Peygamber'in geleneksel Arap ordularına yaptığı reformun etkisi azalmış ve yerini daha güçlü olan Bizans, İran ve Türk askeri gelenekleri almıştı. Peygamber'in askeri mirası en çok direnişin modern metodolojisinde ve kuvvetli cihad anlayışında görülüyor. Onun ölümünden yıllar sonra İslam alimleri İslam savaş hukukunu oluşturdular. 850 yılında tamamlanan bu savaş hukuku iki şeye dayanıyordu: Peygamber'in öğrettikleri ve örnek davranışları ile Allah'ın Kuran'daki ayetleri. İslâm savaş hukunun kalbinde cihad kavramı yatıyordu ve "çaba göstermek, uğraşmak, mücadele etmek" anlamına geliyordu, fakat Batı'da "kutsal savaş" olarak anlaşılmıştı.

Yozlaşmış/saptırılmış/ılımlı Sünnî(!) anlayışlara(*) göre cihad herhangi bir işe yarar uğraşıydı, ama İslâm kanunlarındaki asıl anlamı kâfirlere ve döneklere karşı silahlı mücadeleydi. Cihadın ana unsuru İslâmî cemaatin (ümmetin) bir bütün olarak Halife'nin (Peygamber'in varisi) liderliğinde bütün dünya İslâm kanunları tarafından yönetilene kadar, İslâm'ın sınırlarını genişletme görevine sahip olmasıydı. Yani yayılmacı cihad bütün müslümanların ortak göreviydi. Müslümanların elindeki topraklar Dar-ül İslâm'dı, geri kalan topraklar ise Dar-ül Harp, yani savaş topraklarıydı. İslâm kanunlarına göre İslam toprakları gözden çıkarılamazdı. Kafirler Dar-ül İslâm'a saldırdığında buradaki müslümanlar için direnmek, diğer müslümanlar için de buradakilere yardım etmek görevi ortaya çıkıyordu. Cihad sadece düşmana saldırmak değil, aynı zamanda kendini (müslümanları ve İslâm topraklarını) savunmak da demekti.
Cihad sırasında köleler ve rahipler dışında bütün yetişkin erkekler meşru hedeflerdi ve asker ile sivil ayrımı yapılmazdı. Kadın ve çocuklar düşmana savaşta bir şekilde yardım etmedikçe doğrudan hedef alınamazdı. Düşmana, verilecek zarar ve hasarın miktarı; çapıı ve sonucu gözetilmeden saldırılabilirdi. Kadınlar gece baskınlarında müslüman savaşçıların onları erkeklerden ayıramadığı durumda öldürülebilirdi.

İslam kanunları cesetlere zarar verilmesini ve esirlere işkence edilmesini yasaklamıştı, ama burada işkencenin tanımında problem olabilir, çünkü Peygamber'in verdiği bazı cezalar günümüzde işkence sayılıyor. Peygamber'in uygulamasına göre esirler idam edilebilir, köle yapılabilir, onlar için fidye istenebilir, veya serbest bırakabilirdi. Yakalanan kadın ve çocuklar öldürülmezdi, ama köle yapılabilirdi ve müslüman erkekler kadın kölelerle cinsel ilişkiye girebilirdi (Yakalanmaları bütün evlilik ilişkilerini iptal ediyordu).

Müslümanların yüzde on-onbeşini oluşturan Şiiler biraz daha farklı bir cihad doktrinine sahiplerdi; cihadın sadece imam dedikleri İslam cemaatinin gerçek liderlerinin emrinde gerçekleşebileğine inanıyorlardı. Şiiler son imamın 874 yılında saklandığını ve o kıyamet zamanında dönene kadar yayılmacı cihadın durdulduğunu düşünüyorlardı. Ama Şii alimleri de kafir istilacılara karşı defansif/savunmacı cihadın görev olduğunu doğruluyordu.

Klasik İslâm kanunları müslüman olmayanlara karşı daha az hoşgörülüydü. Mürtedler, putperestler, ateistler, agnostikler ve Peygamber'in zamanından beri ortaya çıkan kültlere mensup kişiler (Sih, Bahai, Mormon, Kadianiler gibi) ya müslüman olmayı ya da ölmeyi seçebiliyorlardı.

Ondokuzuncu yüzyılın başından sonra Sünni İslamcı modernistler klasik İslam savaş hukununu değiştirmeye başladı. Hint müslüman düşünür Sayyid Ahmed Han cihadın sadece müslümanların ibadetlerini yerine getirmeleri engellendiği zamanlarda zorunlu olduğunu savundu. Mısırlı alim Mahmud Şaltut da aynı şekilde defansif cihadı savundu.

Arabistan'daki Sünniler(**) ile Irak ve Pakistan'daki moderm militan cihadistler hala geleneksel doktrine bağlılar. Ve Peygamber'in askerî mirası en çok bu muhafazakar militanlar arasında yaşıyor.

Dipnotlar:

(*) Yazar “Klasik Sünnî doktrini” diyor biz böyle çevirmeyi uygun gördük. (TY)
(**) Yazar “Arabistan’ daki Vehhabiler gibi tutucu Sünnîler” diyor. Vehhabiliğin Sünnî anlayışın dışında sapkın bir mezhep olduğunu ya bilmiyor veya emperyalizmin Sünnî mücahid müslüman örgüt ve militanları Vehhabi olarak damgayarak ana kitle ile aralarını açma/bozma oyununa bir şekilde alet oluyor. (TY)

(BİTTİ)

Kaynak: http://siradisi.e-politica.com/viewtopic.php?p=5518#5518







Resulullah Efendimizin Sancağı Ukab



Bir topluluğun en önemli sembollerinden biri bayrak ve sancaktır. Her ikisi de, en küçük birimden en büyük birime kadar o topluluğu sembolize eder…

Sancaklar arasında bir sancak vardır ki taşıdığı anlam ile ve önem ile diğer sancaklardan ayrılır. 1400 yıldır İslam'ın sembolü olan bu sancak kutlu Peygamberimiz, Hz. Muhammed (s.a.v)'in Ukab isimli emaneti olan Sancak-ı Şerifi'dir.

HZ. PEYGAMBER HER KATILDIĞI SAVAŞA UKAB İLE GİRMİŞTİR..

Arap kabileleri arasında sancağın yere düşmesi yenilmek anlamına geliyordu. Böyle bir şey olduğunda askerler mağlubiyeti kabul ederek dağılırlardı. Bu yüzden sancağı taşıyan kişi yaralandığında veya öldüğünde onu taşıyacak sonraki kişi belliydi ve hemen sancağı devralırdı.

UKAB/OKAB

Ukab (okab) arapçada Toz,Duman ve Kartal Takımyıldızı anlamına gelir. Kartal Takımyıldızının diğer bir ismide "DENEB EL OKAB" DIR. Bu manada Resulullah Efendimizin (SAV) sancağı Ukab, (okab) kainatın içindeki risaletini ve Allah'ın (c.c) Halifesi olduğunun delilidir. 1400 yıl önce Peygamber Efendimiz Henüz gökler keşfedilmemişken kendisi kainattaki bütün galaksilerin ve yıldızların ilmine sahip olduğunun delili olarak kainatın genel rengindeki siyah zemin üzerine yine bir gök cismi olan hilali koyarak zamanımıza ilmi bir mucize bırakmıştır. Unutmayın ki kainattaki bütün gezegenlerin bağlı olduğu bir güneş vardır. Bu güneşin etrafında dönen her gezegen belli dönemlerde hilal şeklini alırlar. Bu sebepten Resulullah Efendimizin sancağının siyah rengi kainatı, hilalide bütün kainat içerisindeki gezegenleri temsil eder.

UKAB'IN BİR MANASIDA "DUMAN"DIR. Kainat ilk yaratıldığında henüz gezegenler oluşmadan önce duman halinde idi. (www.hakanyilmazcebi.com)

"SONRA DUMAN HALİNDE OLAN GÖĞE YÖNELDİ. GÖKLERE VE YERLERE İSTEYEREK VEYA İSTEMEYEREK GELİN DEDİ. YERLER VE GÖKLER İSTEYEREK GELDİK DEDİLER" Fussilet Suresi-11

Yine Resulullah Efendimiz bugün kainat içerisinde kartal bulutsusu da (okab) yerleri ve gökleri temsil eden sancağının ahir zamandaki mucizesini ispat etmektedir. AYRICA UKAB DÜNYAMIZ İÇİN ÖNEMLİ OLAN ÜÇ AYRI TAKIMYILDIZININ KUĞU(CYGNUS), VEGA(LYRAE), KARTAL (OKAB) YAZ AYLARINDA BİRARAYA GELEREK YAZ ÜÇGENİNİ OLUŞTURURLAR. BU YILDIZTAKIMLARININ LİDERİ KARTAL (UKAB) TAKIMYILDIZIDIR. (www.hakanyilmazcebi.com)

Kuğu takımyıldızı musevilik dinini temsil eder, Vega takımyıldızı hıristiyanlık dinini temsil eder,Kartal (Ukab) takımyıldızı İslam dinini temsil eder. İşte uzun süren kış ve karanlık dönemden sonra Resulullah Efendimizin müjdesi ve mucizesi olarak bu uyanma baharının ardından o Mubarek Peygamberin Sancağı tüm insanlarla beraber diğer dinleride Ukab'ın altında birleştirmek üzere tüm insanlığa bu baharda gönderilmiştir.

DENEB EL UKAB SAMANYOLUNDAKİ EN PARLAK YILDIZDIR.

Güneşimizden kat kat büyüktür.

Kuran-ı Kerim'de Resullulah Efendimizin sancağı olan Ukab'dan şöyle bahseder;

1-Göklere yemin ederim ki, Tarık'a yemin ederim ki,
2-Tarık nedir bilir misin?
3-O parlayan bir yıldızdır. (Tarık Suresi 1-2-3)

Bu üç ayette bahsedilen Tarık, Allah'a giden yolu gösteren Resulullah Efendimizin, Mubarek sancağında temsil edilmiştir. Ve ahirzamanda da hak ile batılı ayıracak yerlerin ve göklerin sembolü olacaktır. Bu mubarek sancağın temsil ettiği Hz. Peygamber Efendimiz, İslam dini ve Kuran-ı Kerim işte bu dönemde gerçek manada hak ile batılı ayıracaktır.

"Kuran (Hak ile batılı) ayıran sözdür." Tarık Suresi-13
"ONLAR BİR TUZAK KURARLAR,BENDE BİR TUZAK KURARIM." Tarık Suresi 15-16

Resulullah Efendimiz'in sancağı mubarek Ukab ahirzamanda cehalet ve inkar karanlığını delen yıldız olarak Kuran-ı Kerim'de anlatılmıştır.


En son Ekim tarafından Prş Oca 27, 2011 1:31 am tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Mar 23, 2010 12:55 am    Mesaj konusu: AKP-FTÖ İKİLİSİ ALLAH'IN 'CİHAD' EMRİNİ 'TARİHE GÖMECEK'MİŞ Alıntıyla Cevap Gönder

AKP-FTÖ İKİLİSİ ALLAH'IN "CİHAD" EMRİNİ “TARİHE GÖMECEK”MİŞ

Ertuğrul Horasanlı



AB-D Emperyalizminin içimizdeki truva atları AKP ve FTÖ ikilisinin Allah'ın hükümlerini ve Resulullah’ın sünnetlerini birer ikişer ortadan kaldırmaya çalıştıkları biliyoruz...

Hatırlayın ...

"Ilımlı İslâm" adı altında Pentagon-İsrail hattında Fetullah Gülen'in katkıları ve Tayyip Erdoğan'ın eşbaşkanlığında bütün İslâm alemine dayatılan “gerçek İslâm'ı tahrif pojesi" milyarlarca dolarlık kaynaklar tahsis edilerek yürürlüğe konmuş ve bunun ilk pilot uygulaması AKP ve Fetullah medyası eliyle ülkemizde başlatılmıştı...

Bu proje çerçevesinde önce kelime-i şahadetteki "M......d'in resulullah" kısmının gereksiz olduğunu ilan eden bu ikili...

Daha sonra AB'nin emri ile "Allah katında tek din İslâmdır" ayetinin camilerde okunmasını DİB’e yasaklatmış...

Bütün ilk ve orta dereceli okul kitaplarındaki "cihad, şahadet, şehidlik, mücahid, hilafet, halife, ehl-i sünet” gibi bu ülke insanlarının yüzde 95'inin inançlarının ve ortak hafızalarının temel parçaları olan bir çok kelimeyi, MEB emriyle kitaplardan çıkartarak okullarda bu kelimelerin kullanılmasını da yasaklatmıştı....

Yine "Hepimiz ibrahimîyiz Müslüman Hıristiyan Yahudi farksızdır. Hepsi cennete gidecek" yalanıyla sürdürülmüş ve hatta bu yalana hizmet eden Ankara’daki ilahiyat profesörlerinden birinin kızının “madem öyle ben Hristiyan oldum baba; çünkü hristiyanlık daha kolay ne örtü var, ne içki yasağı ne namaz, ne de oruç” dediği medyada üçüncü sayfa haberi olarak yeralmıştı...

Doğrudan doğruya insanımızın çoğunluğunun iman ve itikad esaslarını sinsice törpülüyerek yoketmeyi amaçlayan bu proje; şimdi 1400 küsur yıldır İslâm topraklarını İslâm toprağı yapmış ve İslâm toprağı olarak muhafaza edilmesini sağlamış olan “Cihad” emrini yok etme, geçersizleştirme ve hafızalarımızdan silme hamlesi yapıyor...

Şu haberi o gözle dikkatlice okuyun:

["ÖLÜM FETVASI" TARİH OLUYOR

El Kaide’nin kanlı eylemlerine meşruiyet kazandırmak için kullandığı ‘cihad’ fetvası kalkıyor.

El Kaide’nin kanlı eylemlerine meşruiyet kazandırmak için kullandığı ‘cihad’ fetvası 700 yıl sonra ortadan kalkıyor. Hoşgörü kenti Mardin’de bir araya gelecek olan İslam aleminin önderleri, barışçı söylemle yorumladıkları fetvayı dünyaya ilan edecek
Moğol istilası altındaki Mardinliler’in isteği üzerine İslam dünyasının önde gelen alimlerinden İbn Teymiyye tarafından 1300’lü yılların başında verilen ‘cihat’ fetvası 700 yıl sonra ortaya çıktığı Mardin’de tarih olacak. Mardin Artuklu Üniversitesi’nde 27-28 Mart tarihlerinde ‘Barış Diyarı Mardin’ başlığıyla düzenlenecek toplantıya Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer İslam ülkelerinden yirmiye yakın tanınmış din adamı katılacak. Barışçı söylemle hazırlanacak ortak deklarasyon daha sonra dünyaya ilan edilecek.
BATI ALEMİ TARTIŞIYOR
Toplantıyı düzenleyen İngiltere merkezli Küresel Yenilenme ve Rehberlik Merkezi (GCRG) isimli düşünce kuruluşunun yöneticisi Aftab Malik, kardeşlik ve hoşgörü kentindeki buluşmayla ilgili şu bilgileri verdi:
EL KAİDE EN TEHLİKELİ OLANI: “Başta El Kaide olmak üzere radikal dinci terör örgütlerinin eylemlerini meşrulaştırmak için kullandıkları dini argümanların başında ‘Mardin Fetva’sı olarak bilinen ve Müslümanları, Müslüman olmayan yönetimlerle savaşmaya çağıran fetva gelir. Mısır’daki cihatçı hareket bu fetvayı kullanarak ayaklandı. Bunun en son ve en tehlikeli örneği ise El Kaide’dir. İslam dünyasının yanı sıra ve İslam ile ilgili çalışmalar yapan Batılı bilim adamları uzun sürüder bu fetvayı tartışıyor.”
DÜNYAYA İLAN EDİLECEK
ORTAK YORUM, BARIŞÇI SÖYLEM: “Mardin buluşmasının amacı İslam dünyasının önde gelen din adamlarına o fetvanın bugünün koşullarında geçerli olup olmadığını tartıştırmak. Bu kişilerin hepsi İslam dünyasında milyonları etkileme gücüne sahip şahsiyetler. İki gün sürecek tartışmalar sonunda İbn Teymiye’nin fetvası konusunda yeni bir ortak yoruma ulaşılacak ve bu dünyaya açıklanacak. Böylece El Kaide’nin terör eylemlerine meşruiyet kazandıran dini argüman ortadan kalkmış olacak.”
TERÖR DEĞİL HOŞGÖRÜ
Toplantının organizasyonunda katkıda bulunan Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın ‘kamu diplomasisi’nden sorumlu Başdanışmanı İbrahim Kalın da, Mardin buluşmasının “İslam dininin terör değil barış ve hoşgörü dini olduğu mesajının dünyaya verilebilmesi açısından önemli bir imkan olduğunu ifade etti.]
(22 Mart 2010 aktifhaber)

Haberin redaksiyonundaki sinsi/hilekâr/tahrif ediciliğin dozunun ne kadar yüksek tutulduğuna dikkat etttiniz mi?

Daha öncekiler gibi kullandıkları bir haberdeki, yirmi cümle içine sokuşturdukları bir iki dezenformasyon cümlesiyle yetinmiyorlar...

Artık insanımızı belli bir kıvama getirdiklerine inanıyor olmalılar ki...

Haber baştan başa ve açık açık tahrifatçı/dezenformatif bir dille hazırlanmış...

Hazırlanışındaki ustalık bu haberin sıradan gazeteciler tarafından değil, kesinlikle psikolojik savaş uzmanlarının elinden çıktığını ayan beyan gösteriyor...

Bu haberi okuyan dinî bilgisi zayıf biri “Cihad”ı ALLAH’ın apaçık bir emri ve Peygamber’in kesin bir sünneti olarak değil de...

“Moğol istilası altındaki Mardinliler’in isteği üzerine İbn Teymiyye tarafından 1300’lü yılların başında verilen” bir “fetva” olarak algılayacaktır.

Koskoca İslâm aleminin 1400 küsur yıllık tarihi boyunca sadece İbni Teymiyye mi cihad fetvası vermiştir?

Ehli sünnet’in kütüphaneler dolusu referans kitaplarında onbinlerce alimin “cihad”ın Allah’ın apaçık bir emri ve peygamberin en kesin sünnetlerinden biri olduğuna ve bu emre uyan müslümanların faziletine ve uymayanların rezilliğine dair yüzbinlerce sayfayı ne yapacaksınız?

Moğollar gibi bütün bu kitapları da ateşe mi vereceksiniz?

***

Haberdeki başlığa ve ara başlıklara dikkat:

("ÖLÜM FETVASI" TARİH OLUYOR)...

"ÖLÜM FETVASI"= CİHAD EMRİ

Yani:

ALLAH'IN CİHAD EMRİ TARİH OLUYOR...

Peki onun yerine ne gelior:

(ORTAK YORUM, BARIŞÇI SÖYLEM...)

(DÜNYAYA İLAN EDİLECEK...)

Ne ilan edilecek:

(TERÖR DEĞİL HOŞGÖRÜ ...)

"TERÖR" derken başkanım?

TERÖR=CİHAD

"CİHAD" neydi başkanım?

"İBNİ TEYMİYYE'NİN FETVASI...

HAAA?

YAAA?

İşte böyle adım adım "Allah'ın indirdikleri, Resulıllah'ın bildirdikleri" hafızalarımızdan silinip "tarihe gömülürken"...

Yerine gelen ne?

DEMOKRASİ...

Irak'a Afganistana tankla topla seyreltilmiş uranyumlu, misketli, fosforlu bombalarla kan ve ateş içinde getirilen demokrasi...

Türkiye'ye usul usul, sinsice hafızalar silinip yerine yeni kayıtlar düşürülerek kitlesel hipnoz/zihin kontrolü yolula getririliyor...

Demokrasi tam olarak geldiğimde ne olacak başkanım?

Allah'ın emirleri ve Resullah'ın sünnetlernden "demokrasiye uygun olayan"larının tamamı hafızalarımızdan barış ve hoşgörü mavallarıyla silinmiş olacak?

***

“Mardin Artuklu Üniversitesi’nde 27-28 Mart tarihlerinde ‘Barış Diyarı Mardin’ başlığıyla düzenlenecek toplantıya Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer İslam ülkelerinden yirmiye yakın tanınmış din adamı katılacak.”

Kimse artık bu “yirmiye yakın tanınmış din adamı”?

Onlar hangi dinin adamıysalar artık...

Ve onları kimler tanıyor ve tanıtıyorsa...

Bir buçuk milyarlık İslâm aleninde bula bula bunları bulmuşlar demekki "fedai" olarak...

Peki ne yapacakmış bu “ılımlı islâm fedaisi” ilim(!) adamları?

“İki gün sürecek tartışmalar sonunda İbn Teymiye’nin fetvası konusunda yeni bir ortak yoruma ulaşılacak ve bu dünyaya açıklanacak. Böylece El Kaide’nin terör eylemlerine meşruiyet kazandıran dini argüman ortadan kalkmış olacak.”mış..

İlmî toplantı(!)nın kalitesini görüyor musunuz?

Bu fedai ilim adamları tam iki gün boyunca, Teymiyye'nin fetvasını nasıl etsek de ortadan kaldırsak diye kan ter içinde tartışacaklarmış...

Eeee...

İkinci günün sonunda her bir fedai ilimn adamı yorgunluktan bitap düşmek üzereyken...

“İbn Teymiye’nin fetvası konusunda yeni bir ortak yoruma ulaşılacak ve bu dünyaya açıklanacak” ve “Böylece El Kaide’nin terör eylemlerine meşruiyet kazandıran dini argüman ortadan kalkmış olacak”mış..

İyi de...

Madem bu toplantının sonunda ne olacağı başlamadan önce belli...

Tayyip Erdoğan'ın sponsorluğunda bu toplantıyı düzenleyen Mardin Artuklu Üniversitesi niçin bunca masrafı ve zanam kaybını göze alarak kendini komik duruma düşürüp elegüne rezil ediyor?

Böyle İlmî toplantı/tartışma mı olur?

Baştan sonuç belliyse...

Siz neyi “tartışmak için” toplanıyorsunuz?

Baştan sonuç belliyse...

O toplantıda hangi “allame”nin ne diyeceği de noktasına virgülüne varıncaya kadar bellidir...

Herkes eline tutuşturulan bildirileri okuduktan sonra, o bildirileri hazırlayan el tarafından, o bildirilerle birlikte önceden hazırlanmış “ortak yorum” metni okunacak ve onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...

Böyle “ilmî toplantı” mı olur?

Böyle bir müsamereye “ilmî toplantı” adı veren üniversiteye “üniversite”, o toplantıya figüran olarak katılacak kişilere “ilim adamı” denir mi?

Koca bir ülkenin başbakanı böyle bir kepazeliğe nasıl sponsorluk yapar?

Böyle bir başbakana kendi dinî inançları tahrif edilmeye çalışılan bu ülkenin Sünnî müslümanları nasıl oy verir ve umut bağlar?

En iyisi biz CD sürücüsüne Ahmet Kaya’yı koyalım da bu saçma sapan işler konusunda bu yazıya noktayı o koysun:

“Nerden baksan tutarsızlık/Nerden baksan tutarsızlık/ Nerden baksan Ahmakçaaaaaaaaaa”

Sıradışı

İslam’ın İlk Büyük Generali: Hz. Muhammed
Richard A. Gabriel



Büyük bir dinin kurucusunun hayatı ile ilgili nesnel bir yaklaşımda bulunabilmek her daim güç bir mesele olagelmiştir. Muhammed’in şahsiyeti mucizevî bir aura ile kuşatılmış, bu aura, O’na iman eden müminlerin kaçınılmaz gayretleri sonucu pekiştirilmiştir. O’nun hayatta olduğu döneme yakın tarihlerde yaşamış ve hayat hikâyesini kaleme almış ilk yazarlar ise çoğunlukla tarihsel gerçekle meşgul olmak yerine, Allah’ın Elçisi, hatta Allah’ın bizatihi kendisi olduğuna inandıkları bir şahsın hatırasını mümkün olan her yoldan yüceltmek için çabalamışlardır. Bu da sonuçta diğer dinlerin ve geleneklerin geride bıraktığı tortuya ait efsanelerin, mucizelerin, gizemli alametlerin ve semavi işaretlerin birikmesini getirmiştir.

Kurtarıcıların ve Mesihlerin biyografileri genelde bir tarih olarak geçiştirilemezler; bunlar, giderek yaygınlaşan bir imanın propagandasından ibarettirler.[1] Tarihçinin görevi, efsanenin ardında yatan hakikati belirlemek ve izah etmektir. İlgili gayretin kökünde, tarihçinin, görevin tümüyle ifa edilmesine imkân veren imanı yatar.

Muhammad: Islam’s First Great General isimli bu kitabımız, büyük bir dünya dini olan İslam’ın kurucusu Muhammed’in askerî hayatı ile ilgilidir. Muhammed ile ilgili tüm teorik çalışmalar yukarıda bahis konusu edilen meselelerle bir biçimde yüzleşmişlerdir. Onca önemli askerî başarıya imza atmış bir isim olmasına karşın, bu büyük insanın askerî hayatını ayrıntılı bir biçimde inceleyen herhangi bir biyografiye rastlanmamaktadır. O’nunla ilgili biyografilerin ekseriyeti, İslam dininin kurucusu olarak sahip olduğu peygamberlik rolüne, O’nun sosyal bir devrimci olarak elde ettiği başarılara ya da Arabistan halklarını yönetmek için yeni kurumlar icat eden bir devlet adamı ve idareci olarak sahip olduğu becerilere odaklanır.[2] Elimizde Muhammed’in İslam’ın ilk büyük generali ve başarılı bir isyanın lideri olarak sahip olduğu role ilişkin herhangi bir biyografi bulunmamaktadır.

Muhammed’in askerî başarılarına temas eden biyografiler çoğunlukla yüzeyseldirler; bu biyografiler, ya O’nun ehil bir askerî komutan olarak sahip olduğu rolü gözden kaçırırlar ya bu rolün tali bir öneme sahip olduğunu söylerler ya da Müslim ekolünden gelen yazarlarda görüldüğü üzere, ilgili rolü mucize ve ilâhî rehberlik düzeyinde ele alırlar.[3] Oysa Muhammed komutan olarak kimi başarılara imza atmamış olsaydı, İslam belli bir coğrafî durgunluk içinde sıkışıp kalacak, muhtemelen Bizans ve Pers imparatorlukları Arap ordularınca fethedilemeyecekti. Samuel P. Huntington’ın da işaret ettiği üzere, Muhammed büyük bir dini kurmuş olan bir komutandır. Batılı akademisyenlerin geçmiş kuşakları sıklıkla Muhammed’in askerî bir isim olduğu üzerinde durmuşlardır. James L. Payne, 1899’da, şu tespiti yapmaktadır: “Muhammed güçlü bir savaşçı ve yetenekli bir komutan olarak hatırlanır.”[4]

Bu hafıza, modern mücahidlerin zihinlerinde varlığını sürdürür. Bu çalışma, Muhammed üzerine kaleme alınmış ilk askerî biyografi olma özelliğine sahiptir, kitap, O’nun askerî hayatını ve Arap ordularıyla toplumu dönüştüren müdahalelerini ayrıntılarıyla inceler. İlgili dönüştürme işlemi, antik dünyanın iki büyük imparatorluğunun İslam ordularınca birkaç yıl içinde fethedilmesini mümkün kılmıştır.

Askerî bir biyografi olarak Muhammad: Islam’s First Great General (Muhammed: İslam’ın İlk Büyük Generali), Muhammed’in içinde yaşadığı ve kendi askerî hayatına tesir eden sosyal, ekonomik ve kültürel koşulları da izah eden bir çalışmadır. Elbette bu Muhammed’in dinî tecrübesini de ihtiva etmektedir. Ancak aynı zamanda bu tecrübe askerî tarih bağlamında ele alınmaktadır. Örneğin Muhammed’in her erkeğin dört kadınla evlenmesine izin veren evlilik yasaları ile ilgili reformunu kısmî de olsa koşullayan, Bedir Savaşı’nda şehid düşenlerin dul eşlerine ve yetimlerine bakacak kocalar bulma ihtiyacıdır.[5] Kitap, genel anlamda Peygamber ile ilgili biyografileri partizanca ve güvenilmez kılan kimi dinî analizlerden ve çıkarımlardan da uzak durmaktadır.

Muhammed’i bir asker olarak düşünmek birçoklarına yeni bir tecrübe olarak görünecektir. Oysa Muhammed gerçekte büyük bir generaldir. On yıl içinde sekiz büyük savaşa katılmış, on sekiz akına önderlik etmiş ve bir kısmı kendi komutasında bir kısmı ise kendi talimatları ve stratejik yönlendirmesi altında cereyan eden otuz sekiz askerî operasyon planlamıştır. İki kere yaralanmış, yenilgilere maruz kalmış, iki kez elindeki birlikler tam zafere ulaşırken karşı güçlerce mevcut konumları ele geçirilmiştir.

Ancak Muhammed büyük bir saha generali ve taktikçiden öte bir isimdir. O bir askerî teorisyen, örgüt reformcusu, strateji düşünürü, operasyonel savaş komutanı, politik ve askerî bir lider, kahraman bir asker, bir devrimci, ayaklanma teorisinin mucidi ve tarihin ilk başarılı pratikçisidir. Musa, Subotay ve Vo Nguyen Giap gibi tarihteki diğer kimi büyük komutanlar gibi Muhammed de sahada bir orduya komuta etmezden önce herhangi bir askerî eğitime tabi tutulmamıştır. Araplarda askerî eğitim genelde baba aracılığıyla verilmekte ise de yetim olan Muhammed, Arap olan babası elinden askerî bazı becerilere sahip olma şansı bulamamıştır. Savaş sanatı ile ilk teması, on dört yaşında tanık olduğu iki kabile arasındaki çatışma esnasında amcasının katkısıyla eline aldığı ok sayesinde olmuştur. Ancak gene de Muhammed, mükemmel bir saha komutanı ve taktikçi, daha da önemlisi, zeki bir politikacı ve askerî stratejist olmayı bilmiştir.

Muhammed savaşta bir istihbarat ustası olduğunu ispatlamış, elindeki istihbarat servisi Roma ve Persya’nın istihbarat gücüne rakip olabilecek düzeye gelmiş, O özellikle politik istihbarat alanında önemli kazanımlar elde etmiştir. Zamanın önemli bir bölümünü taktik ve politik stratejiler üzerine çalışarak geçiren Muhammed, Sun Tzu’nun “savaş tümüyle hileden ibarettir” vecizesini hatırlatacak biçimde, “savaş tümüyle kurnazlıktır” demiştir.

Muhammed’in her daim politik hedeflere hizmet edecek şekilde güç kullanmasını bilen bir kişi olması sebebiyle O’nun fikirde ve amelde Clausewitz ve Machiavelli’den müteşekkil bir terkibe denk düştüğünü söylemek mümkündür. O, feraset sahibi büyük bir stratejist olarak, askerî olmayan yöntemlere de başvurur (ittifaklar, politik suikast, rüşvet, dinî hitap, merhamet ve hesaplı kırım). Bu yöntemler sonuçta O’nun uzun vadeli stratejik konumunu güçlendirirler ve kimi vakit kısa soluklu askerî mülahazalar pahasına gerçekleştirilirler.

Muhammed’in İslam’a ve Allah’ın Elçisi olarak sahip bulunduğu role dönük sarsılmaz imanı Arabistan’daki savaşı birçok yönden devrimcileştirmiştir, O, tutarlı bir ideolojik iman sistemi aracılığıyla, antik dünyadaki ilk ordunun inşa sürecini motive etmiştir. Cihad ideolojisi ve iman yolunda şehadet, İspanya ve Fransa’daki Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında cereyan eden savaşlar esnasında Batı’ya taşınmış, burada ilgili ideoloji Hıristiyanlık’taki geleneksel pasifist savaş fikrini değiştirmiş, Hıristiyan savaşçı azizler zümresinin oluşmasını koşullamış ve Haçlı Savaşları’na ilişkin gerekli ideolojik kılıfı Katolik Kilisesi’ne temin etmiştir.[6] Dinî ya da laik farklılığa dayalı ideoloji, askerî maceranın temel unsuru olarak varlığını sürdürmüştür.

Muhammed, o güne dek Arabistan’da bilinmeyen, tümüyle yeni bir ordu tipini vücuda getirmiş, vefatı ardından bu ordu Arapların fetih faaliyetlerinde askerî bir araç olarak kullanılmıştır. Askerî bir mucit olarak Muhammed Arabistan’da savaşa giren orduları dönüşüme tabi tutan sekizden fazla askerî reform gerçekleştirmiştir. Halefi İskender’in fetihlerde kullanacağı Elen ordularını önceden dönüşüme tabi tutan Makedonyalı Philip misali Muhammed de haleflerine Pers ve Bizans ordularını mağlup edip İslam İmparatorluğu’nu tesis etmelerini sağlayacak bir çekirdek ordu miras bırakmıştır. Ordu böylesi bir dönüşüme maruz kalmasa idi Arap fetihleri tam manasıyla imkânsız birer teşebbüs olarak tarihteki yerlerini alırlardı.

Bir İsyancı Olarak Muhammed

Gerçekleştirdiği reformlar ve elde ettiği askerî başarılar O’nu antik dünyanın büyük generalleri ile ortaklaştırsa da Muhammed esasında geleneksel bir saha generali olarak görülemez. O aslında antikitede eşine rastlanmayan, yeni tipte bir savaşçıdır. Her şeyden önce Muhammed, ancak çağımıza ait kimi kavramlarla kavranabilecek türde, antikitenin ilk gerçek millî isyanına önderlik eden coşkulu ve devrimci bir dinî gerilla lideridir. İlgili gerçek, sık sık Kur’an’dan alıntı yapıp kendi mücadelelerinde uyguladıkları şiddeti Muhammed’in şiddet kullanımı ile meşrulaştıran günümüz mücahidlerinde varlığını sürdürmektedir. Geleneksel generallerden farklı olarak Muhammed’in hedefi, yabancı bir düşmanı ya da işgalciyi yenmek değil, mevcut Arap toplumsal nizamının yerine radikal manada farklı bir ideolojik dünya görüşüne yaslanan tümüyle yeni bir nizamı tesis etmektir. Devrimci hedeflerine ulaşmak adına Muhammed, günümüz analizcilerinin başarılı bir isyan için gerekli kabul ettikleri ve böylesi bir isyanın aslî özellikleri olarak tanımladıkları tüm araçlardan istifade etmiştir. Başlangıçta yeni nizam için verilen mücadelede Muhammed’in elinde sadece ancak vur-kaç saldırılarına müsait, küçük bir gerilla birliği mevcuttur, ancak bu birlik, on yıl içinde geniş ölçekli askerî operasyonlar düzenleyebilecek, süvari ve piyade birliklerine sahip, geleneksel bir askerî güç hâline gelmiştir.

Muhammed’in haleflerinin ileriki dönemde büyük bir imparatorluk kurmalarını sağlayan, işte bu geleneksel askerî aygıttır. Bu ordu, Arap tarihindeki ilk gerçek ulusal askerî güçtür. Küçük bir mümin topluluğu ile işe koyulan Muhammed, düşmanın iktidarına ait iktisadî ve siyasî temeli yıpratacak baskınlar ve pusular tertipleyen bir gerilla savaşı yürütmüştür. O askerî insan gücünü artırıp, görece daha geniş askerî güçleri saflarına katarak ve bunları mevzilendirerek, başkalarını kendi davasına çekecek yeni sosyal programlar ve politik-dinî ideolojiyi takdim etmiştir.

Gerilla savaşı ile geçen yılların ardından Muhammed nihaî olarak düşmanını bir dizi çarpışma ardından mağlup etmiş ve sonunda da Mekke’yi ele geçirmiştir. Düşmanı elindeki askerî insan gücünden mahrum bırakan ve onun halk desteğini yıpratan politik ittifaklarla askerî mücadele isyanın kimi politik boyutları ile desteklenmiştir. Politik manevralar, görüşmeler, istihbarat, propaganda ve terörle suikast faaliyetlerine dönük adaletli başvurular, henüz kendi çıkar hesabını yapamamış ve ideolojik manada dönüşmemiş muhtemel muhalefet odaklarına karşı yürütülen psikolojik savaş dâhilinde kullanılmıştır.

Kanaatimce Muhammed’in iktidara yükselişi tarihte görülen ilk başarılı isyan örneğidir ve ders kitaplarına konu olacak niteliktedir.[7] Mao Zedung, Ho Chi Minh, Jomo Kenyatta, Fidel Castro ve muhtemelen George Washington gibi günümüz isyancılarının devrimci mücadelelerinde başvurdukları stratejiler ve yöntemler Muhammed’in stratejisine ve yöntemine kesinlikle uzak değildirler. Batı, Muhammed sonrası gerçekleşen Arap fetihlerini saf anlamda geleneksel askerî terimlerle izah etmeye yatkındır. Oysa sözkonusu fetihleri gerçekleştiren ordulara Muhammed öncesinde Arabistan’da rastlanmamaktadır. Bahsi geçen orduları vücuda getiren, Muhammed’in başarılı, geleneksel olmayan gerilla operasyonları ve isyanıdır. Dolayısıyla ileriki dönemde, hem strateji anlayışı hem de askerî yöntemin aygıtları bağlamında kurulan yeni ordular eliyle gerçekleştirilen Arap fetihleri, Muhammed’in öncesinde bir isyan lideri olarak elde ettiği askerî başarıların sonucudur.

Muhammed’in askerî hayatının isyancı bir gerilla olarak sahip olduğu bu yönü okurun merakını celbedecek ve aynı zamanda ayrıntısı ile keşfedilmesi gereken bir husus olarak kıymetli addedilecektir. İsyanı karakterize etmek için modern askerî analizcilerin kullandığı araç ve yöntemler analizin kategorileri olarak devreye sokulursa görülecektir ki Muhammed İslam’ı tüm Arabistan geneline yaymak için yürüttüğü kampanyasında analize ait tüm ölçütleri kullanmıştır. Başarılı bir isyan için ilk gereklilik, müritlerin kendisini kimi yönlerden özel kabul ettiği ve onu takip etmenin anlamlı olduğunu düşündükleri kararlı bir liderin mevcudiyetidir. Muhammed örneğinde O’nun sahip olduğu etkileyici kişilik, Allah’ın Elçisi oluşuna dair imanla ve Muhammed’i takip etmenin Allah’ın bizatihi kendisine ait emirlere teslim olma anlamına geliyor oluşu ile pekiştirilmiştir. Ayrıca isyanlardaki bir diğer gereklilik de bir mesiyanik ideolojinin tesisidir. Bu ideoloji, genelde adaletsiz kabul edilen mevcut sosyal, siyasî ve iktisadî nizama nazaran daha iyi, yeni ve âdil bir nizama dönük, tarih ya da Tanrı tarafından takdir edilmiş tutarlı bir itikada ya da plana dayanır. Muhammed, Arapların zalim, dine aykırı ve yıkılmaya değer olan merkezî ve geleneksel sosyal kurumlarına meydan okumak için yeni dinî itikadı kullanmıştır. Bu sonuca ulaşmak adına O ümmeti, yani Allah’ın yeryüzündeki halkı olan müminler cemaatini teşkil etmiş, bu sayede geleneksel Arap toplumunun temeli olan kabile ve aşiretlerin yerine mesiyanik bir müdahale ile bu cemaati koymak istemiştir. Muhammed’in en önemli başarılarından biri, eski Arap sosyal nizamını değiştirecek, kimi mevzularda onu tümüyle ortadan kaldıracak yeni sosyal kurumları tesis etmiş olmasıdır.

Başarılı isyanların ihtiyaç duyduğu diğer bir husus da hakiki müminlerden müteşekkil, disiplinli bir kadro hareketinin oluşturulup bu hareketin yeni üyelerin örgütlenmesi ve saflara katılması için kullanılmasıdır. Muhammed’in devrimci kadroları Mekke’de yanına alıp Medine’ye götürdüğü küçük bir gruptan müteşekkildir. Bu grubun adı göçmenler ya da muhacirundur. Medine kabileleri arasında ilk ihtida edenlere Yardımcılar ya da Ensar denilmektedir. Bu devrimci kadronun beyin takımı ehil kişilerden meydana gelir. Bunların bir kısmı sonradan İslam’a girmiştir. Abdullah ibn-i Übey ve Halid bin Velid gibi kimi isimler askerî uzmanlık hususunda gerekli kaynakları temin etmiş tecrübeli saha komutanlarıdırlar. Muhammed’in beyin takımı O’na kimi tavsiyelerde bulunur ve verdiği talimatların yerine getirildiğine dair malumat verir. Bu danışmanların bir kısmı Peygamber’in ömrü boyunca kilit konumlarda olmuş ve O’nun vefatı ardından iktidarı elde etmek amacıyla kendi aralarında mücadele etmiştir.

Muhammed devrimci kadrolarını teşkil eder etmez, hasımlarına karşı askerî operasyonlar yürütmek amacıyla bir üs belirler. Bu operasyonlar ilk başta baskınlar ve pusular biçimde cereyan ederler. Amaç, düşmanın ana üssü olan Mekke’yi ve kendisine muhalif olan diğer ticaret şehirlerini tecrit etmektir. O dönemde altı Arap’tan sadece biri şehir ya da kasabada ikamet etmektedir. Diğerleri “taşra”da ya da göçebe olarak çölde yaşamaktadır.[8] Muhammed operasyon üssü olarak Medine’yi seçer. Bu şehrin konumu, iktisadî manada ayakta kalmak için kervan ticaretine bağımlı olan Mekke ile diğer vahalar ve kasabaların iktisadî hayatları için zaruri olan, Mekke-Suriye arasındaki ana kervan güzergâhına kısa bir mesafede olması sebebiyle, oldukça stratejiktir. Ayrıca Medine, Muhammed’in kervan güzergâhı boyunca yaşayan bedevi kabilelerini İslam’a kazanma gayretinde elini rahatlatacak ölçüde yakın bir yerde konumlanmıştır. Muhammed için bedevilerin ihtidası ve onlarla yapılan politik ittifaklar askerî bir bağlantı gereği değil, ilk başarının anahtarı olduğu için önemlidir.

İsyanlar silâhlı bir güce ve bu gücün idamesi için insan gücüne muhtaçtırlar. İçinden zamanla geleneksel bir ordunun çıkacağı küçük kadro birliğinin ürünü olan gerilla savaşı, uygun zamanda ve politik koşullarda düşmanlarını yüz yüze çarpışmalara zorlayacaktır. Muhtemelen Muhammed, “halk savaşı ve halk ordusu”ndan dem vuran General Vo Nguyen Giap’ın öğretisini kavrayıp uygulamaya sokan tarihteki ilk komutandır.[9] O, müritlerin kafasına, Allah’ın tüm Müslümanların ortak amacı ve mülkiyetini askerî mücadele için el koyduğu ve Müslümanların da yegâne sorumluluğunun imanları için savaşmak olduğu fikrini yerleştirir. Kadın, erkek, hatta çocuklar, imanın ve Allah’ın yeryüzündeki seçilmiş halkı olan ümmetin müdafaasında askerî hizmette bulunmaya mecburdurlar. Eğer bu fikir gerekli şekilde kavranmaz ise o vakit, geniş ölçekli mücadeleler vermeye muktedir geleneksel bir silâhlı gücün eldeki küçük devrimci kadro birikimi eliyle üretilmesine imkân veren insan gücünü bir araya getirenin, İslam ideolojisinin cazibesi olduğu tespitini anlamak gayet zor olacaktır.

Muhammed’in isyan ordusunun büyümesine ilişkin bir delil olarak kimi rakamlar verilebilir. Bedir Savaşı’nda (624) savaş alanında sadece 314 kişi vardır. İki yıl sonraki İkinci Bedir Savaşı’nda (626) alanda 1.500 Müslüman savaşmaktadır. 628’deki Hayber Savaşı’nda Müslüman ordusu 2.000 kişiye ulaşmıştır. Muhammed Mekke’ye saldırdığında (630) elde bu sefer 10.000 savaşçı vardır. Birkaç ay sonra cereyan eden Huneyn Savaşı’nda asker sayısı 12.000’dir. Kimi kaynaklara göre, Muhammed’in aynı yıl içinde Tebuk’a gerçekleştirdiği seferde 30.000 asker ve 10.000 süvari görev almıştır, ancak muhtemelen bu rakamlar abartılıdır.[10] Ancak gene de bu rakamlar, Muhammed’in isyanının, sahip olduğu askerî insan gücü toplama becerisi bakımından, hızla büyüdüğünü göstermektedir.

Tüm diğer isyan orduları gibi Muhammed’in elindeki güçler de ilk başta silâhları esirlerden ve ölen düşman askerlerinden temin ederler. Silâhlar, miğferler ve zırhlar görece fakir olan Arabistan coğrafyası için pahalı şeylerdir. İlk Müslümanlar genellikle fakirdir, yetimdir, duldur ya da toplumun kıyısına atılmış kişilerdir. Bu insanların sözkonusu askerî malzemeleri tedarik etmeleri mümkün değildir. Düşman ordusu ile ilk karşılaşma olan Bedir Savaşı’nda ölen küffar ordusu askerlerinin kılıçları ve diğer askerî ekipmanı alınmıştır. Bu pratik ileriki dönemde de yaygınlaştırılmıştır. Muhammed de esirlerden hürriyetleri karşılığı para değil, askerî ekipman talep etmiştir. Bedir’de ele geçirilen ve silâh tüccarı olan bir esirden hürriyeti karşılığında binlerce mızrak temin etmesi istenmiştir.[11] Medine’ye hicret ettiği ilk günlerde Muhammed silâh imalatçısı olan bir Yahudi kabilesinden silâh satın almıştır. Sonrasında bu kabileyi şehirden kovduğu vakit onların âlet edevatını yanlarında götürmelerine mani olmuş, böylelikle imalatın Müslümanlar eliyle yapılmasını sağlamıştır. Nihayetinde O Mekke’ye yürümezden önce, elindeki on bin kişilik ordu için gerekli silâhları, miğferleri, zırhları ve kalkanları temin etmeyi bilmiştir.

Muhammed’in gerekli silâhları ve ekipmanı temin etme becerisinin bir başka avantajı daha mevcuttur. Bedevi kabileleri arasından İslam’a geçenlerin önemli ölçüde fakir olmalarına ek olarak halkın da bu silâhları ve zırhları temin etmeleri mümkün değildir. Muhammed bu muhtedilere pahalı askerî ekipman temin etmiştir. Söz konusu muhtediler İslam itikadına tam olarak bağlılık içinde olmasalar da Peygamber’e eksiksiz bir sadakatle bağlıdırlar. Bedevi aşiretlerinin liderleri ile yapılan görüşmelerde Muhammed onlara pahalı silâhlar hediye etmiştir. İslam’a ihtida etmeseler de birçok pagan kabile isyan sürecine bu sayede kazanılmıştır. Atlar ve develer de askerî pratikte aynı ölçüde önemlidirler. Onlarsız uzun yolların katedilmesini gerektiren akınların ve operasyonların gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Muhammed, diğer silâhların temininde gösterdiği beceriyi bu tip hayvanların temininde de gösterir. Bedir’de isyancıların elinde sadece iki at mevcuttur. Altı yıl sonra yapılan Huneyn Savaşı’nda Muhammed’in ordusunda sekiz yüz süvari mevcuttur.[12])

Bir isyanın savaşan unsurları destekleyecek belli bir halk desteğine de ihtiyacı vardır. Bu desteği elde edebilmek amacıyla Muhammed akınlarda ele geçirilen ganimetlerin paylaşılmasına ilişkin eski gelenekleri değiştirme gereği duymuştur. Geleneksel tarzda kabile ya da aşiretin lideri ganimetin dörtte birini almaktadır. Muhammed ise beşte birini almış, bu payın da ümmet adına alındığını buyurmuştur. Eski yöntemde şahıslar ganimetten aldıkları payları kendi ellerinde tutmakta iken, Muhammed tüm ganimetin ortak havuza konulmasını ve akına iştirak eden tüm savaşçıların toplanan miktarı paylaşmalarını emretmiştir.

Daha da önemlisi Muhammed, savaşta şehit düşen askerlerin dul ve yetimleri ile ümmetin fukara kesimini ganimet üzerinde öncelikli hak talebinde bulunacaklar olarak belirlemiştir. Ayrıca o görece daha büyük payın bedevi kabilelerle yapılacak ittifaklara tahsis etmiştir. Bu kabilelerin bir kısmı, pagan birer unsur olarak, İslam yerine esasta yağmaya sadıktırlar. Muhammed’in ileriki dönemde vahalara, şehirlere ve kervanlara yönelik askerî eylemlerindeki başarıları, hayatî ihtiyaçların giderilmesi bağlamında, isyanın halk desteği için gerekli refah kaynaklarının temini noktasında işlevli olmuştur.

Bir isyan lideri, dışarıdan ve içeriden gelecek saldırılara karşı elindeki gücü korumak zorundadır. Muhammed’in de düşmanları vardır ve O her daim hayatına kastedecek her türden teşebbüse karşı tetiktedir. Diğer isyan liderleri gibi Muhammed de emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getiren, kendisine sadık bir fedai birliği tarafından korunmaktadır.

Muhammed’in suffa ismi verilen eğitim kurumunu tesis etmesinin en önemli nedeni budur. Suffa, Muhammed’in evinin yanındaki mescidde yaşayan küçük bir çekirdek kadrodur. Bu kişiler, en mütedeyyin, şevkli ve mutaassıp olan müridler arasından seçilirler ve genelde başka bir geçim yolu bulunmayan, fakir müminlerdirler. Suffa üyeleri zamanlarını İslam üzerine çalışma yapıp ruhani bir meşguliyetle geçiren insanlardır. Muhammed’e bağlı bu kişiler, sadece O’nun korumasını üstlenmekle kalmazlar ayrıca Peygamber’in kendilerine verdiği görevleri ifa eden bir gizli polis gibi çalışırlar.
Bunlar, suikast ve terör gibi görevlerdir. Hiçbir isyan, etkin bir istihbarat aygıtı olmaksızın varlığını sürdüremez. Müslümanların isyanı da bu konuda istisna değildir. Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde Muhammed güvendiği bir ajanını, amcası Abbas’ı, geride bırakmıştır. Abbas, Mekke’deki durumla ilgili kendisine sürekli rapor göndermiştir. Bu görev, Mekke düşene dek, yani bir on yıl kadar sürmüştür. Başlarda Muhammed’in gerçekleştirdiği operasyonlar, taktiksel istihbarat noktasında, mevcut eksiklikler sebebiyle ciddi sorunlar yaşamıştır. Müridleri çoğunlukla şehirli insanlardır ve çölde yolculukla ile ilgili hiçbir tecrübeleri yoktur. Bu noktada Muhammed, kimi vakit bedevi rehberler kiralamak zorunda kalmıştır. Ancak isyan hareketinin büyümesi ile istihbarat teşkilâtı da daha örgütlü ve derinlikli bir nitelik kazanmıştır. Bu teşkilât belli yerlere ajan yerleştirmiş, ticarî kimi faaliyet alanlarında casuslara başvurmuş, esirleri sorgulamış, muharebe keşif kolları kullanmış ve istihbarat toplama gayesi ile keşif harekâtlarında bulunmuştur.
Ayrıca Muhammed, kabile ileri gelenleri ve isyan hareketinin düzenleyeceği operasyon sahalarındaki politik durumla ile ilgili ayrıntılı bilgiler toplamış, bu bilgileri bedevilerle yapacağı ittifak görüşmelerinde faydalı bir unsur olarak kullanmıştır. Sözkonusu faaliyetin bir yönü de O’nun savaşacağı savaş sahasına dair gelişkin bir keşif çalışması yapmasıdır. On yıllık askerî pratik içinde sadece bir kez baskına maruz kalmıştır. Zira O, her türden askerî çatışmadan önce düşmanın konumu ve niyetleri ile ilgili genel bir malumata sahip olmayı bilmiştir. Ancak bu istihbarat teşkilâtının nasıl örgütlendiği ve nerede konuşlandığı hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Muhtemelen ilgili teşkilât suffanın bir parçası olarak faaliyet yürütmektedir.

İsyanların mağlubiyetleri ve zaferleri, hedefe ulaşma gayretindeki asilerin bağımsız unsurları ne ölçüde davaya bağlayabildiğine bağlıdır. Bağımsız unsurların kalplerine ve akıllarına yönelik propagandanın mücadele içinde elzem olduğunu gören Muhammed, mesajının kamusallaşması ve geniş çevrelerce bilinmesi için uğraşmıştır. Çoğunluğu okuma yazma bilmeyen Arap toplumunda şair, politik propagandanın taşıyıcısı olarak, iş görmüştür. Muhammed kendisini methedip, düşmanlarını karalamaları için civarın en iyi şairlerini kiralamıştır. Allah’ın Elçisi olarak aldığı vahiyler üzerinden kimi bildiriler yayımlayıp halka dağıtmış, böylelikle müridleri ve İslam’a kazanmak istediği kesimler karşısında cennet vaadini ve yeni nizam anlayışını her daim canlı tutmuştur. O, yeni imanı pagan kabilelere öğretmeleri için her yana “misyonerler” göndermiş, bunların insanlara okuma-yazma öğretmelerini istemiştir. Muhammed, esas çelişkinin, mevcut sosyal nizam ve onun bariz adaletsizliği ile kendi gelecek tasavvuru arasında cereyan ettiğini görmüş, Arap halkının sadakatini ve desteğini kazanma mücadelesinde, kendi tasavvurunu yayma aşamasında, hasımlarını alt etmeyi bilmiştir.

Başarılı bir isyanda terör kaçınılmaz bir unsurdur. Bu, Muhammed’in isyan hareketi için de geçerlidir. O, esasta iki yoldan teröre başvurmuştur. İlki, hainlerle dinden dönenler üzerinden müridlerine ders verme ve onları disipline etme amacına dönüktür. Muhammed döneminde İslam’ı inkâr edip O’ndan çıkmanın suçu, ölümdür. Peygamber ayrıca aralarında kendisi ile alay eden şair ve şarkıcıların da bulunduğu politik düşmanlarına suikastlar düzenlenmesi emrini vermiştir. Ordusu Mekke’ye girdiğinde suffanın elinde, yakalanıp idam edilecek eski düşmanların bir listesi mevcuttur. Ayrıca Muhammed, geniş bir ölçek dâhilinde, düşmanlarının zihinlerinde korku yaratmak için de teröre başvurmuştur. Medine’deki Yahudi kabileleri hususunda Muhammed, müttefiklerinden birinin lideri ile müzakere etmeden, tüm Beni Qaynuqa kabilesinin katledilmesi, çocuk ve kadınlarının köle olarak satılması emrini vermiştir. Diğer bir örnekte de gene Medine’deki bir Yahudi kabilesinin tüm yetişkin erkeklerinin, kimi iddialara göre dokuz yüz kişinin, şehir meydanında başlarının kesilmesini, kadın ve çocuklarının köle olarak satılmasını, mallarının da Müslümanlar arasında dağıtılmasını emretmiştir. O, Mekke’nin fethinden sonra geri kalan tüm putperestlere karşı “acımasız bir savaş” açmış, müridlerine karşılarına çıkan her türden paganı öldürmelerini buyurmuştur! Bu şiddetli ve merhametsiz eylemler tüm isyanlarda görüldüğü üzere, Muhammed’in muhalifleri ve müttefikleri ile görüşmelerinde elini güçlendirmiştir.

Bir isyanın karakterize edilmesinde modern analizcilerin kullandığı ölçütler üzerinden bakıldığında görülecektir ki Muhammed’in Arabistan’da İslam’ı tesis etmek amacıyla yürüttüğü askerî kampanya, ilgili ölçütleri her yönden karşılamaktadır. Sonuç olarak söylenmelidir ki, bu, İslam’ın bir din olarak sahip olduğu öze ve değere halel getirmeyecektir. İlgili tespit, İsraillilerin Kenan’ı fethetme amacıyla yürüttükleri askerî kampanya için de geçerlidir. Bu kampanya da Yahudiliğe halel getirmez.

Zaman içinde dinin şiddete dayalı kökleri unutulmaya yüz tutmuştur. Geriye sadece iman kalmış, sonuçta dinî itikatların kurucuları tarihsel kayıtlara ait şiddet pratiğinin renginden arınmışlardır. Muhammed örneğinde görüldüğü üzere, zamanla O’nun hayatındaki askerî yön ve önemli askerî başarılar göz ardı edilmiştir. Bu kitabın bir amacı da, Muhammed’in askerî hayatına ait tarihî kayıtlara tekrar ışık tutmaktır. İslam’ın ilk büyük generaline ait dinî tarihi de başkalarına bırakıyoruz.


Dipnotlar
(1) Dinî simaların hayatlarına ilişkin araştırmalardaki güçlükleri aşma noktasında Michael Edwards’ın Ibn Ishaq’s Life of Muhammad, Apostle of Allah (1964) isimli eserindeki fikirlere çok şey borçluyum. Bu eser, İbn-i İshak’ın hacimli kitabının özetidir ve hayli faydalı bir kaynaktır.
(2) Watt, Muhammad: Prophet and Statesman, s. 237.
(3) Bu türden atıflara Hamidullah’ın Battlefields of the Prophet isimli eserinde rastlanmaktadır. Hamidullah, dindar bir seyirci olarak Peygamber’in askerî faaliyetlerini dinî unsurlarla perdelemesi dışında, iyi bir âlimdir. Bu anlamda onun Muhammed’in yaptığı savaşlara ilişkin tasvirlerini ele aldığı ilk çalışma pek bir kıymet taşımaz. 1939’daki Hac ziyaretinde sahayı incelemiş, savaş alanlarına ait haritalar temin etmiş, İbn-i İshak’ta karşımıza çıkan gözlemlerle bu bulgularını kıyaslama imkânı bulmuştur.
(4) Huntington, Clash of Civilizations, s. 263; ayrıca bkz.: Payne, Why Nations Arm, s. 125. Huntington’ın Payne’e yönelik tefsiri yanlıştır. Musa mükemmel bir askerî komutandır. Buda olmazdan önce Siddhartha Gautama Hindistan’daki savaşçı sınıfın prensidir ve bu sınıf savaşmak dışında bir iş bilmediğine göre büyük ihtimal Buda da savaş sanatı üzerine eğitimli bir kişidir. Ancak onun herhangi bir savaşa girip girmediği hususunda elimizde hiçbir bir kayıt bulunmamaktadır. Musa’nın bir komutan olarak sahip olduğu savaş pratiği ile ilgili daha fazla bilgi için bkz.: Gabriel, Military History of Ancient Israel, “Exodus” başlıklı bölüm, s. 221.
(5) Watt, Muhammad at Medina, s. 276.
(6) Askerî ve politik açıdan “ideoloji” terimi Almanca’da Weltanschauung sözcüğü ile karşılanır ve “bütünsel bir dünya görüşü”nü temin eden, sistematik fikirler kümesini ifade eder. Genel bir inançlar kümesinin ötesinde o, kişinin hayatını, ilişkilerini ve yükümlülüklerini dinî bir itikada ait öğretiye benzer yoldan izah eden, mantıksal açıdan karşılıklı bağlantı noktalarına sahip, sistematik bir kümedir. Etnik ve dinî farklılıklar bir ideoloji teşkil etmezler. Bu, İslam hususunda Muhammed’in müridleri için de geçerlidir. Müslümanların ileriki dönemde Hıristiyan savaş öğretileri ve Haçlı Seferleri üzerindeki etkisi için bkz.: Gabriel, Empires at War, 3: s. 792.
(7) Genel kanaatin aksine, kırk yıldan fazla bir süredir, antik dünyanın askerî tarihinin MS 450’de sona ermediğini iddia ediyorum. Bu tarih, 1453’teki Konstantinopol’ün fethine dek uzanır. Konuyla ilgili bir tartışma, yukarıda alıntılanan, Empires at War, 1: s. 15’te bulunabilir. Bu bağlamda Muhammed, askerî tarihin antik dönemine ait bir isimdir. Umarım, okur ilgili argümanın geçerliliği ile ilgili belli bir hüküm vermek suretiyle sözkonusu tespite müsamaha ile yaklaşır.
(8) Hitti, History of the Arabs, s. 17.
(9) Bir isyan hareketinin örgütlenip eyleme geçmesi için gerekli yöntemler için bkz.: Giap, People’s War, People’s Army.
(10) Watt, Muhammad at Medina, s. 257.
(11) Hikâyeyi anlatan: Hamidullah, Battlefields of the Prophet, s. 40, aktaran: Ibn Hajar Isabah, sayı. 8336.
(12) Watt, Muhammad at Medina, s. 257.


Kaynak: http://istiraki.blogspot.com.tr/

İslâm'da terör yok mudur
Şamil İĞDE



Günümüzde “İslâm’da terör yoktur” veya “İslâm terör dini değildir” demek, artık “İslâm’da, piyade savaşı yoktur” veya “İslâm, tankçı, istihkamcı, bahriyeli, jandarma vb. dini değildir” demek gibi bir sürü komik örneğe denk gelir. Birisi denk gelmeyeceğini iddia etse bile, isteyen herhangi başka birisi rahatlıkla “denk getirir”… Bu aynı zamanda, “İslâm” ve “terör” kelimeleriyle çeşit çeşit hokkabazlıklar yaparken, İslâm coğrafyasında yaşanan “Batı terörüne” kırıtarak ve görmezden gelerek yaşayıp giden “sürüngen hainler” bir yana, aynı hokkabazlığın savunucusu “diğer adamların”, en hafifinden, ahmaklıklarını da gösteren bir durumdur.
“Terör” kelimesinin Latince anlamına, literatürdeki bilmem nesine, tarihçesine, özgeçmişine, sabıka sicil kaydına, maliyedeki kayıtlarına, “e kaka” hâllarına bakmaya gerek yok. Uzatmaya da gerek yok. Bizce ve herkesçe artık malumdur ki, geçmişi bir yana aslında günümüzde terör, gayrı nizami harp tekniği olarak ta bilinen bir “savaş ve çatışma metodundan” başka bir şey değil.
Çocuk öldürülmesini, tecavüzleri, sivil insanların ve yerleşim yerlerinin vurulmasını makul görmüyor ve savunmuyoruz elbette… Kaldı ki bu tip vahşilikleri, Batılı devletlerin yasal askeri güçleri mükemmelen yapmaktalar ve eğer terör kelimesi ile kastedilen şey bu vahşilik ise, zaten meselenin en başında, İslâm ve Müslümanlar ile alakasının olmadığı açık; zira 1990’lı yılların başından bu yana yaklaşık 10.000.000 Müslüman bu türden vahşi saldırılar sonucunda hayatını kaybetti. Ve yine terörden kastedilen şey bu türden bir vahşetse, Müslümanların dünyaya bu anlamda bir iz bırakmadığı çok açık bir şekilde ortada.
Geçelim…
Sadece Batılı işgal devletleri ile Müslüman milletler arasında yaşanan savaşlara değil, Batılı işgalcilerin kendi aralarındaki savaşlara baktığımızda, hatta Müslüman milletlerin kendi aralarında yaşanan savaşlara da baktığımızda, tüm savaşların çeşitli dönemlerinin “terör” yani“tedhiş ve yıldırma” dönemleri olduğunu görebiliriz.
“Hayır göremeyiz” diyenlerle tartışacak hiç bir şeyimiz yok…
Küresel veya bölgesel çapta askeri ve siyasi hedefleri olan tüm güçlü devletlerin, yalnızca kara, hava ve deniz muharebeleri için konuşlandırdıkları düzenli ordularının yanında, hem gerektiğinde düzenli orduyla birlikte hareket edebilen ve hem de gerektiğinde bağımsız hareket edebilen, inisiyatif alabilen ve düşman saflarında panik ve kargaşa oluşturabilecek operasyonlar yapabilme yetenekleri olan, askeri, sivil veya yarı sivil “terör eğitimli” gayrı nizami savaş birimleri oluşturdukları ve bu birlikler için çok büyük miktarlarda bütçeler ayırdıkları artık bir sır değil.
Üstelik bu devletler, bu “terör eğitimli” birlikleri sadece kendileri kurup, finanse edip, faaliyetlerini organize etmekle de kalmıyorlar. Dünyanın her yerinde sebep oldukları kaos ortamlarında, çoğu zaman kendi iradeleri dışında oluşan ve faaliyetlerini sürdüren başka “terör örgütleri” ile ilişkiler geliştirip, kimi zaman ortak “operasyonlar” düzenleyebiliyorlar. Hatta kimi zaman bu terör örgütlerini devletleştirmek için planlar yapabiliyorlar. Buna örnek olarak, ABD gibi ülkelerin Orta Doğu devletlerinin düzenlerini “uluslararası terör operasyonları” ile bozarlarken, düzensizlik içerisinde doğan yine Orta Doğu kökenli “terör örgütlerini” desteklemelerini gösterebiliriz. Bir dönemin Orta Doğulu terör örgütü “Peşmergesinin”halihazırdaki devletleştirilme çabaları hepsine misal aslında… Sadr çetesi ve benzerlerini saymaya da gerek yok herhalde…
Yani?
Yani “terör” ve “İslâm” kelimeleriyle hokkabazlık yapmaya gerek yok.
Burada mesele, savaşan bütün tarafların uyguladığı bir “çatışma metodu” olan “terörün”kendisi değil. Mesele, yaşanan savaşların “terör dönemlerinin kayıtlarına geçirilen” kirliliğininkime kalacağı ve kaldığı…
Bu çerçevede, 20 yılda Orta Doğu coğrafyasında yaklaşık 10.000.000 sivil Müslüman öldüren Batılı devletlerin temsilci ve sözcülerinin gayet pişkince yürüttükleri “İslâm” ve “terör” hokkabazlığı karşısında ezilip büzülen Müslüman liderlerin, bu savaş kirliliğinin hesabının, “terör” gibi halkın genelde yabancı olduğu veya vahşete denk gelen farklı anlamlar yüklediği kavramlar üzerinden İslâm’a yıkılmasındaki payı, kuşkusuz işgal devletlerinin liderlerinden çok ta az değil.
Örneğin İsrail’in, terör operasyonlarıyla binlerce Müslüman sivili öldürüp, ertesi gün sözde terör karşıtı uluslar arası toplantılarda devlet başkanı seviyesinde boy gösterip “İslâmi terör” hokkabazlığı yapması karşısında, Müslüman devletlerin liderlerinin ezik ve sünepe tavırlarlaaynı dilden konuşmaları; aynı dilden konuşurlarken de, bilerek veya bilmeyerek, bahse konu olan vahşi katliamların sorumluluğunun, “terör” kelimesi üzerinden Müslüman milletlere hatta ve hatta İslâm’a “yıkılmasına” sebep olan tutumları, çok bilinen ve artık kanıksanmış olan soytarılıklardan…
“Terör” kelimesiyle kastedilen şey “vahşet ve katliam” ise, bunun sorumluluğunun ve bedel ödemesi gereken tarafın Gazze’de, Bağdat’ta, Urumçi’de veya adı katliamlarla anılan başka Müslüman topraklarında yaşayan Müslümanlar değil, doğrudan doğruya İsrail ve ABD gibi vahşi sömürgeci devletlerin kendilerinin olduğunu söylemeye çalışıyoruz…
Ve evet bunu söylemeye çalışırken aynı zamanda da, “terör” tüm dünya devletleri tarafından uygulanan bir “savaş metodu” ise, bu metodu kullanmanın veya uygulamanın, en az İsrail ve ABD gibi devletlerin olduğu kadar, Müslüman devlet ve milletlerin de hakkı olduğunu ifade etmeye çalışıyoruz.
Vietnam’da, Hiroşima ve Nagazaki’de, Napalm ve atom bombalarıyla tek atışta binlerce, onbin ve hatta yüzbinlerce kişilik sivil yerleşim yerlerini, içinde yaşayan insan ve hatta hayvanlarla birlikte saniyeler içerisinde yakarak katleden ABD gibi vahşi ülke ve devletlerin temsilci ve sözcülerinin soydukları “terör” isimli hıyara, her fırsatta ve insanın midesini bulandıran ezik tavırlarla bir avuç tuz alıp koşturan Müslüman devletlerin liderlerinin, terör ile kastedilen şeyin “vahşet” olması durumunda da, aslında “terör” kelimesiyle ifade edilen bu vahşiliklere yardım ve yataklık yaptıklarının da, ayrıca altını çiziyoruz.
Bu gün artık, bütün Müslüman ülkelerin liderlerinin, aydınlarının ve söz sahiplerinin artık karar vermeleri ve bu hokkabazlığı aşmaları ve ortaya çıkarmaları gerekiyor.
İsmi hiç hoş gelmese de, “terörün” günümüzde artık bir suç değil, tüm dünya devletlerinin benimseyip uyguladıkları bir savaş metodu olduğunu, yaşanan savaş suçlarının ve vahşi katliamların ise sadece “terör” ile ifade edilemeyeceğini ifade etmeleri gerekiyor.
Hakkını vermek gerekirse, başbakanlık yaptığı dönemde Tayyip Erdoğan, İsrail’li vahşi bir katil ile birlikte katıldığı Davos’ta, bir şekilde bunun “nasıl” yapılabileceğine dair güzel bir örnek sergilemişti. Ancak Tayyip Erdoğan‘dan sonra bu tavrı gösterebilen bir başka devlet adamı henüz çıkmış değil. Çıkacak gibi de görünmüyor.
“İslâm’da terör var mıdır veya yok mudur” gibi sığ ve ahmakça bir tartışma konusu üzerine kafa yoracak ta değiliz. Ama aynı seviyeden basit bir cevap vermek gerekirse; “terör” en başta da dediğimiz gibi, artık tüm dünya devletlerinin benimseyip uyguladığı bir savaş metodu olarakelbette İslâm’da vardır. Savaşılan ülkelerin tedhiş edilmesinin ve yıldırılmasının İslâm’a uygunluğunun tartışılmasını bile gereksiz görüyoruz. Ve biz de bu anlamda “İslâm’da terör yok mudur” diye soruyoruz?
Bununla birlikte, sivilleri öldüren ve sivil yerleşim yerlerini yok eden anlamında bir “vahşet” söz konusuysa ve bu “terör” kelimesiyle ifade ediliyorsa, bu “vahşetin” sorumlusunun İslâm ve Müslümanlar değil, Batı ve Batılı işgal devletleri olduğunu söylüyoruz ve Müslüman devlet adamlarını, aydınları ve söz sahiplerini, “İslâm ve terör hokkabazlığı” karşısında, namuslu ve cesur olmaya davet ediyoruz.

KAYNAK: ADIMLAR Dergisi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Oca 29, 2018 11:34 pm    Mesaj konusu: Levent Akıncı: GERİLLA KİMDİR? Alıntıyla Cevap Gönder

Levent Akıncı: GERİLLA KİMDİR?
27 Ocak 2018



Tarihte gerilla-çete harbi dendiğinde bu işin pîri olarak elbette ki İSLÂM gâzileri görülür.

Davud Aleyhisselâm’ın, sapan ile koca dev Calut’un gözünü kör edip öldürmesindeki gibi bir güç dengesizliğine muvafık olarak, çok defa bir avuç İslâm gazisi kâh vur-kaç taktikleri kâh istişhâdî taarruzlar, yani fedâ eylemleri ile tarihe mührünü vurmuştur.

Ashab Radıyallahuanhum Veraduanh’dan Hz. Ebû Cendel (r.a.) ve çetesi bilinen ilk gerilla hareketidir. Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Halid (r.a.) da bir çok harekâtı kumanda etmiş ve nice kalabalıklar arasına dalıp döne döne harb etmişlerdir… Onlara Kerrâr ve Esedullah ve Seyfullah denmiştir…

“İbrahimin Milleti” üzere bir “Tevhîd Ümmeti”

Tevellüdde kulağına, içinde şehadet kelimeleri, tevhîd ve tekbîr olan “ezân” okunup, kabre defninde de “Alâ Millet-i Resulillah” denilen kurt şahsiyetli, “İbrahim tek başına bir ümmetti” beyânı ve “Fefirrû İlallah” hükmünce, asla sıradan ve sürüden olmayıp, hak yolda icabında yalnız kurt kalmasını bilen ve ancak kendisi gibi kurt karakterliler ile bir sürü teşkil eden, asla kula kul olmayan, asla köpekleşmeyen adamlar…

Atlantik’ten Hind ve Pasifik’e, Atlaslar’dan Altaylar’a, Habeş ve Yemen’den Kafkaslar ve Balkanlar’a, Endülüs’den, Pireneler’den Tanrı Dağları’na “Kızılelma” yolunda cennete kanatlanan nice kahraman ile doludur tarihimiz…

Ve bu harplerin bir kısmı büyük meydan ve deniz muharebeleri iken, birçoğu da çete savaşlarıdır…

“İnfirû hifâfen ve sigâlen” hükmünde geçen, “gerek ağırlıklı gerek hafif olarak sefere, Allah yolunda cihada çıkın” emri gereği asırlarca her daim sefer ve akın yapmış şerefli ecdadımız. Bazen ağır yüklü ve dev ordularla, bazen hafif birlikler, Akıncı çeteler şeklinde…

Akıncılar ve Leventler, ister meydan muharebelerinde ister çete akınlarında ve şehadet taarruzlarında; sömürgeci, emperyalist, zalim küffara dünyayı dar etmiştir. Mazlumlara ümit zalimlere kâbus olmuştur…

Bu arada, hemen ekleyelim, Kızılelma; ilây-ı kelimetullah ve nizâm-ı âlem için, yani Arz’da hiç bir tağut kalmasın, sadece Allah Teâlâ’ya ibadet edilsin, Şeriat-ı Muhammedî hâkim olsun diye Halife Sultan’ın atının gideceği nihai ve aslında nâmütenâhi serhadlerdir…

Akıncılar ve Deliler hakkında gerek yerli, gerek yabancı sayısız mühim kaynak vardır. Hammer Tarihi veya Evliya Çelebi (r.h.) Seyahatnâmesi gibi… At sırtında ve seferde, akında da, hazerde mukim iken de, hatta yatarken veya helâya, gusle vs girince dahi techîzâtını, silahlarını yanından ayırmayan deli fedailer idi. Deniz Akıncısı da diyebileceğimiz Leventler için ise Barbaros Hayreddin Gâzî (r.h.)nin Gazavât’ı en muhteşem ve birincil kaynaktır. Ve Kızılelma için; Peç’li İbrahim Efendi (r.h.) tarafından yazılan Târih-i Peçevî çok esrarlı ve muhteşem bilgiler verir. Meraklılarını oralara havale ederiz.

İktidarda üç kıta yedi derya hükümdarı, Hak’kın, Şeriat-ı Muhammedî’nin hizmetkârı, Halife Sultan Süleyman Gâzî (r.h.), serhadlerde Akıncı Bali Bey ve Akıncı Hüsrev Bey gibi gâziler, Kaptan-ı Deryâ’lıkta Barbaros Hayruddin Gâzî (r.h.), Şeyhülislamlıkta Ebû Suud (r.h.) gibi Ehli Sünnet ulema, sadarette Sokullu Mehmed Paşa gibi gâzâ ehli ve âkil erler olan bir HİLAFET Devleti nasip olur yine inşallah.

Levent Akıncı – Psikolojik Danışman-Tarihçi

Kaynak: Adımlar dergisi
Etiketler:
Akıncılar ve Leventler Altaylar Atlantik Balkanlar Davud Aleyhisselâm Endülüs Esedullah GERİLLA Habeş Hind ve Pasifik Atlaslar Hz. Ali Hz. Ebû Cendel Hz. Halid İbrahimin Milleti İSLÂM gâzileri Kafkaslar Kerrâr Kızılelma Pireneler Seyfullah Tanrı Dağları Tevhîd Ümmeti yemen
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com