EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Salih Mirzabeyoğlu

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cum Ağu 10, 2007 6:15 am    Mesaj konusu: Salih Mirzabeyoğlu Alıntıyla Cevap Gönder

Kültür Davamız (*)

(Kültür Davamız isimli eserimi ithafım: Azat kabul etmez bir zaptolunmuşluk hissiyle ve bunu hayatının mânâsı bilen gençlik adına Üstadım’a! —Ocak 1982… Ve cevab: Bu kitab, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir —Necib Fazıl Kısakürek)

Salih Mirzabeyoğlu / Ölüm odası B7

* Başlık metnin içinden tarafımzca seçilmiştir (EF)













MATLA’ BEYİTLER VE DİRİLEN ŞAİRLER
Hakan YAMAN



Stefan Zweig, Balzac’ı anlattığı eserine, büyük romancının daha ilk gençliğinde söylediği “Napolyon’un kılıçla fethettiği dünyayı ben kalemimle fethedeceğim” sözünün etrafında kurduğu tasvirlerle başlar. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu geçen ay Haliç Kongre Merkezinde bu söze atıfta bulunmuştu.

Bir başka Fransız romancısı, “yirmi bin sene sonra okunmayacağımı bilseydim, kalemi elime almazdım” der. Çünkü sanatçıyı ibda cehdine sürükleyen ebediyet iştiyâkıdır. Biz buna “gök kubbede baki kalan hoş bir sâdâ” olabilme hasreti de diyebiliriz. Başka türlü, şair bir kelimenin, romancı bir cümlenin peşinde, günleri ve mevsimleri niçin bozuk bir para gibi savursun? Balzac’ın “fetih arzusu” ile diğerinin “yirmi bin sene sonra okunma” iştiyakı aynı kökten beslenir.

Sanatçı, bedeniyle göçse bile, eseri konuşulduğu, çeşitli ilham ve yorumlara vesile olduğu, kendisini zamanın bütünlüğü içinde bir zincirin halkası kabul ettirebildiği müddetçe yaşar. Bir şairin tek mısraı bile hayat karşısında bir duruşun ifadesi, bir ruh hâlinin sembolü olabiliyorsa, o şair yaşamaya devam ediyordur. Eskilerin belki tembelliklerine mazeret olarak öne sürdükleri “bir mısraı berceste kâfidir” sözünün asıl hikmetini bu noktada arayabiliriz. Hayat ve zaman karşısında sembolleşen ruhlar, Fransız romancısının hayalini kurduğu “yirmi bin yıl sonra okunmanın” hazzını muhtemelen tadacaktır.
Doğrusunu Allah bilir; belki zaman yarın dürülecek, güneş sönecek, gök kubbe başımıza çökecektir. Ama şair “hiç ölmeyecekmiş gibi” ortak ruhun, ortak vicdanın ve ebedi güzelin peşinde koştuğu müddetçe şairdir.

Peki, şiir şairin içinde nasıl doğar? Sadece şiiriyle değil, poetikasıyla da Büyük Doğu-İBDA külliyatında adından söz edilen Paul Valeriy, “ilk mısra Allah vergisidir; gerisi şairin işidir” diyor. Her ne kadar büyük Fransız şairin bundan kastı, ilhamdan çok şiiri bir zeka işçiliği ve emek olarak gören poetik görüşünü ifade olsa bile, “doğuşa” verdiği pay kendi farkında olmaksızın sanılandan daha büyüktür. Şiir, şairin kalbinde Allah’ın bahşettiği bir ilhamla başlar. Onun topraktan fışkırıp, kök, gövde, dal ve yaprak bütünlüğünde bir terkibe erişmesi sancılı bir emek ve işçilik gerektirse dahi tohum olmadan ağaç olmaz. “Bütün sayılar BİR’in kendi üstüne katlanışıdır” inceliğinde olduğu gibi şiire yol veren o ilk “bilinmez” ses, o doğuş anı, oluşun başlangıcıdır ve doğuş olmadan oluşa yol yoktur.

Bu içe doğuş hadisesi Dante’nin İlahi Komedya isimli eserinin Araf bölümünde de ifade edilir:
“Ben o kişiyim ki,
Sevda ilham verince kaleme sarılırım,
Onun yüreğime yazdıklarını aktarırırm.” (Âraf, 52)

Şairin şiirle dünyayı fetih arzusu, zamanı aşma iştiyakı içe doğan bu ilk “doğuş” mısraı ile başlar. Divan şiirinde ekseriyet mısraın yerinde beyit vardır. Beyitlerde yer alan iki mısra birbirinden ayrı ve bağımsız değil, bütün ifadecisidir. Hani aslında mânâda tek mısra ama usûl, şekil, kaide gibi sebepler onları alt alta doğurmuş. Aynı yumurtada beslenip büyüyen ve birlikte doğan ikizler gibi… Ne aynı, ne ayrı… Öyleyse Valery’nin şiirin doğuşuna dair ifadesiyle divan edebiyatına sarkacak olursak: “İLK BEYİT Allah vergisidir; gerisi şairin işidir.”

Divan edebiyatında gazel ve kasidelerde iki mısraın birbiriyle redif ve kafiyeli olduğu ilk beyitlerine MATLA BEYİT denir. İBDA Mimarı’nın son kitabı bu beyitler etrafında bir hikmet avcılığı, BEN arayıcılığı ve göz önünde saklı hakikâti bin bir tedaî zenginliğinde yeni baştan açık etme çabasıdır.
MATLA’ kelimesinin mânâ-landırmaları daha hemen eserin başında ve ALLAH-İNSAN-ÂLEM başlığı altında veriliyor ki, bizde “ilk beyit Allah’tan gelen ilhamla doğar ve varlığın keşfi boyunca insanda yol bulur” düşüncesini uyandırdı. Niçin makta (son) beyitler değil de, matla (ilk) beyitler? Eserden:
“MATLA: Güneş, ay ve yıldızların doğması, tulû etmesi. Gök cisimleri gibi maddî veya “fikir, ilhâm, nur” vesair manevî şeyler için, “doğacak yer, doğuş yeri, tulû’ mahalli”. Bir kaside veya gazelin, mısraları birbiriyle kafiyeli ilk beyti: 149: NASAH-Terzi. Hayat. (Ratk ve fatkeden, ayıran ve birleştiren.)… NASİH-Nasihat eden. (Hadis meâli: Din nasihattır.): 149: UD-U HİNDÎ-Kust otu nev’inden… HAVLEKA-Lâ havle çekmek. (Allah’tan başka kuvvet sahibi yoktur. 149: TAFS-Ölüm, mevt… KRALİÇE-Küçük halı. (Haliçe: Küçük halı. Seccade… Haliç: Liman. Boğaz. Kanal. Berzah. Çanak.): 149: DEFİNE… MATLA’nın, “gelecek yer, yâni haberli olunacak yer, yâni kazanç, mevhibe ve ihsanın vukubulduğu yer” mânâsına gelen aynı ebcedteki MUTALLA’ kelimesi ile birlikte düşünülmesi, ALLAH-İNSAN-ÂLEM münasebetlerinin hepsini arada verdiğimiz kelimelerle birlikte kuşatır…” (Salih MİRZABEYOĞLU, ÖLÜM ODASI b-yedi, 3. Cilt, MATLA’ BEYİTLER, İBDA Yayınları, 1.Basım, İstanbul, Kasım 2014, S:13)

“Matla” dairesi içine alınan; “gelecek yer, haberli olunacak yer, kazanç ve ihsanın vuku bulduğu yer” gibi mânâlandırmaların bizde tedâi olarak “dünyayı kalemle fethetme” ve “yirmi bin sene sonra okunma” ihtirasını düşündürmesi kaçınılmazdı. Zira “sanatın Allah’ı aramak oluşu” tespitiyle beraber bizzat insanın Allah’ı aramak için dünyaya atıldığı ve Allah’ı bulmadan sonsuza yol almanın muhal olduğu, şaire şiiri yazdıran ve adına ilham denilen Allah vergisi ilk mısra yahut beytin bu ölümsüzlüğe davet eden kaynaktan fısıldanması hikmetlerinin aslını bize işaretleyen Büyük Doğu-İBDA külliyatıydı. Bu çerçevede dünyayı fetih arzusu da, yirmi bin sene sonra bilinme ihtirası da ölümsüzlüğü arama iştiyakındandır ve Allah’ın sanatçıya kendisini bulması için bir davetidir. Bu davetin divan edebiyatında şu veya bu bahane (muhteva) etrafında kelâma dökülmüş kalıbı olan MATLA’ beyitler… Doğuş beyitleri, başlangıç… “Beni ara ve bul” diye gelen ses…

Üstad Necip Fazıl’ın “şiirde erişilmez derece” dediği Yunus Emre’nin bir şiirinde, “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası” demesi gibi divan edebiyatının MATLA’ beyitleri Salih MİRZABEYOĞLU’nun zamanı tasarrufuna almaya dair misyonu etrafında yeni baştan doğmuş, onun ruhunda dirilmiştir. Artık Fuzulî’den Bakî’ye ve Nef’î’den Galîp’e kadar gök kubbeden akseden rengarenk bir medeniyet mimarisinin sütunu olan bütün büyük şairler Mirzabeyoğlu’nun içindedir. Onun BEN’i etrafında kümelenmiş ve onu anlatan bir SES olmuştur. Öyle ki, divan şiirini düşünce tarihinin bir parçası yaptığı Büyük Muztaribler isimli eserinin dördüncü cildinde bu dört büyük divan şairinin ardında oldukça mütevazi yer bulup bir köşede mahcup bekleyen Nedim bile bu defa MATLA’ beyitleriyle İBDA Mimarının BEN’inde ayrı bir doğuşun ifadecisi olmuştur.

İşin umumi anlamda edebiyat ve düşünce bölümüne gelirsek; divan şiirine dair bu alâkaya nasıl bakılmalı? Necip Fazıl meseleye dair hükmü 1939 senesinde Son Telgraf gazetesine yazdığı bir çerçevede koymuştu:
“Babadan kalma kültüre tâbi olmak değil, fakat mâlik olmak şart! Tarih, o kültüre mâlik olmaksızın onun fethettiği topraklar üzerinde mülkiyet iddia eden millete güler.”( Necib Fazıl KISAKÜREK, Çerçeve-1, Büyük Doğu Yayınları, 1.Baskı, İstanbul, Ekim 1985, s: 117)

Peki nedir bu “babadan kalma kültür” dediğimiz şey? Cevabını aynı yazının ilk cümlelerinde Üstad veriyor zaten: “Osmanlı imparatorluğunun kuruluşundan Tanzimat’a kadar gelen devre içindeki yüksek kültür mahsülleri…”
Bu memlekette birileri “Türk aydınıyım” diye meydan yerine çıkacaksa, işte mâlik olmaya memur ve mecbur bulunduğu “babadan kalma miras…” Şöyle bir mantık düşünülebilir mi? “Türk aydınıyım ama ufak bir kusurum var: Türk kültürünün köklerine yabancıyım.” Amiyane karşılığı: “Erkek ama doğuştan iktidarsız…”
Bugüne kadar, nasıl ki tarihimize kuru poh poh veya körü körüne düşmanlık dışında, tutarlı bir fikir disiplini içinde yaklaşamadıysak; aynını, divan şiiri mevzu olunca edebiyat plânında da yaşadık. Zaten kendi hâl izahını yapamayan Cumhuriyet devri aydınından divan şiirini anlamasını beklemek hayâlcilik olurdu.

Oysa fikir ve sanat tarihine damga vurmuş ve ekol olmuş bütün sahici aydın kalemlerin ardında kocaman bir “baba mirası” saklıdır. Rönesans sırtını bin yıl öncesinin Yunan felsefesine dayamıştır. Shakespeare’in ardında ciltler dolusu İskandinav masalları vardır. Don Kişot’un sayfaları arasına bütün bir Ortaçağ Avrupası sığdırılmıştır. Misaller saymakla bitmez; babadan kalma mirasa malik olmadan, zamana meydan okuyan tek bir eser vücuda getirilmiş değildir.
Biz kimseyi eski form ve kalıplar içinde ezber soyundan bir teslimiyete davet etmiyoruz. Bir eser edebî değerini muhafaza ettiği müddetçe, “tarihî değer” müzesine hapsedilemez. Tarihi kıymete de haiz edebî bir cevher olarak kalır. Fakat herhangi bir fikrî ve edebî değer ifade etmeksizin geçmişe ait olmak bakımından muhafaza edilen bir eser, tarihî belgeden ibaret müzelik bir eşyadır.

Aslında İBDA Mimarı “Hikemiyat” binasını inşa etmeye başladığı ilk günden itibaren çeşitli vesilelerle “baba mirasına nasıl mâlik olunacağının” misallerini göstermekle meşguldür. Şu satırlarda ifade ettiği incelik, “İslâm kültürüne ait eserlere bakışını da kapsayıcıdır”:
“Müzede sergilenen eşyaya döndürülen, tekerleme gibi öğrenilip –tekerleme olarak aktarılan İslâmî verimleri, asıllarını asla tahrip etmeden hayata sokmaktan büyük bir İBDA hamlesi mi olur? Yaptığım budur.” (Salih MİRZABEYOĞLU, Hikemiyat, İBDA Yayınları, 1988, s: 79, 80)

Büyük Muztaribler’in divan şiirinin fikir tarafını gösteren son cildi ve bu fikrin kendi BEN’ine yol verici hususi mânâları etrafında zamanın mânâ ve misyonunu gösterici MATLA’ BEYİTLERİ için, Hikemiyat sahibinin affına sığınarak, yukarıdaki bölümü şu şekilde meseleye aplike etmek istiyoruz:
-“Müzede sergilenen eşyaya döndürülen, tekerleme gibi öğrenilip –tekerleme olarak aktarılan divan edebiyatını, asıllarını asla tahrip etmeden hayata sokmak… Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptığı budur.”

Buradan devam edecek olursak, BÜYÜK MUZTA-RİBLER’in son cildi ve Ölüm Odası’nın 3. cildi olan MATLA’ BEYİTLERİ sadece “babadan kalma mirası sahiplenme” açısından değil, fakat BABADAN KALMA MİRAS NASIL SAHİPLENİLİR ve üzerine yepyeni bir anlayış temellendirir zaviyesinden de değerlendirilmesi gereken bir eserdir.
Bugüne kadar divan edebiyatı mevzuunda lehte ve aleyhte çok şeyler yazıldı, söylendi. Bunların arasında yer yer dikkate değer tespit ve teşhislere de rastladık. Ama hiç kimse ruhunu eski medeniyetimizden alan divan şiirini düşünce tarihinin bir parçası olarak, fikir değeri bakımından değerlendirmemişti. Rüyalardan bile fikir damıtan ve fikir için yaşayan İBDA Mimarı, elbette divan edebiyatını düşüncenin dışında tutamazdı. “Fikirden süzülme şiir” davasını heykelleştiren adam, bu defa, şiirimizin subaşını tutan dev şahsiyetlerin mısralarından damıttıklarını tablolaştırırken, hem Türk düşüncesine yeni bir boyut kazandırıyor, hem Türk edebiyatına ayrı bir derinlik ve çalışma alanı…

İBDA Mimarı MATLA’ BEYİTLER henüz kitaplaşmadan evvel, Baran dergisinde tefrika edilirken verdiği röportajında şunları söylüyordu:
-“Divân Edebiyatına bu tarz bir el atış, bildiğim kadarıyla başka yok! O’nu yepyeni bir bakışla ele alıp, bir hazineyi gün yüzüne çıkarır gibi, bambaşka bir çehresini, yer yer fikrî meseleler etrafında, yer yer bizzât ordaki “duyguyu fikirleştirerek” gösterdik; şimdiye kadar görüldüğü ve gösterilmeye çalışıldığı gibi; bir “gül-bülbül edebiyatı” olmadığını… Ordaki tasavvufî derinliği. Bizzât divan şairi Şeyh Galib’in, sahici şair için “ehl-i hâl” demesi malûm. Bunu, “okuyucu şiirin ikinci müellifidir” ölçüsü ile birlikte düşünürseniz, bu tarz bir el atışta, onun “ben”deki derinliğini de gösterir. Şeyh Galib’in belirttiği üzere; Divân şairlerinin çoğu “ehl-i hâl”dir, olmayanlar da o mânâya yabancı değil. Şu kadar zamandır “gül-bülbül edebiyatı” olarak görülen, muhatapların keleşliğinden dolayı öyle anlaşılan “Divân Edebiyatı”nın “ben”im aynamda görünen zenginliği ve derinliği, -özellikle Matla’ beyitler etrafında- benim nefs muhasebeme malzeme olması yönüyle de böyle… Diğer taraftan “Büyük Müzdaripler”in 4. Cildinde ele aldığımız hususların arka planı ve “iç yüzüne” doğru bir derinleşme olarak da görülebilir; kendi hâlihazırımıza nisbetle “onlara” nasıl bakılacağına dair bir anlayış da ortaya koymuş oluyoruz aynı zamanda. “Nefs Muhasebeme” malzeme olma yönü dedim ya. Bununla birlikte, aslında; o “ehl-i hâl” olan şairler kuşağında, o tahassüste “Osmanlı tefekkürünü” görmek ve göstermek, o tefekkürü İbda’nın hasrına almak… “Fikirden süzülme şiir” mevzuunu biliyorsunuz… Burda da bir bakıma, “şiirden fikir süzme” gibi, o tahassüsüsün bizde uyandırdığı hissi fikirleştirmek işi üzerindeyiz. Bu da “ben”de dirilen fikir demek! Orjinali bana ait bir iş…”(Salih Mirzabeyoğlu, Baran Dergisi, 10 Nisan 2014, Sayı: 378)
Valery hakkında şu an nerede okuduğumu hatırlayamadığım bir yazıda şöyle bir tespit vardı: “Şiir bütün meseleleri tüketmiş, söylenmedik söz bırakmamıştı. Bu sebeple Valery şiir ve yazılarında zekanın uğraştığı aşk, tabiat, ölüm, ızdırap gibi mevzularla değil, bizzat zekanın kendisiyle uğraştı.” Kelimesi kelimesine böyle değil ama bu anlamda bir şeylerdi. “Valery zekanın uğraştığı şeylerle değil, zekanın kendisiyle uğraştı.” İBDA Mimarı’nın kendi BEN’inde toplu olan bütün bir kültür verimini yine kendi BEN’inden çıkarmasına yol verici tavrına belli açılardan izah getirecek bir ifâde… Zeka ve deha ilgisi içinde bunların külliyat boyunca sergilenen iştikâk alâkaları… Üstadın, “Yollar ki, Allah’a çıkar bendedir” mısraından yayılan tedâi zenginliği içinde bakarsak, MATLA’ BEYİTLER etrafında beliren BEN KİMİM sorusu ve CEVABI daha açık olacaktır.

Dante cehennemi içine daldıkça derinleşen, kuyuyu andırır bir çukura benzetiyordu. Üstad Necip Fazıl, “Beklenen Sanatkâr” hitabesinde divan edebiyatımızı anlatırken, “deniz gibi hayatın bütün kıyılarını tutan bir genişlik yerine kuyu gibi derinliğine muayyen” ifadesini de kullanır. (Necip Fazıl KISAKÜREK, HİTABELER, Büyük Doğu Yayınları, 3. Basım, Ağustos 1989, İstanbul, S:55)

Dante’nin batı yakasından bakıp cehennemi yakıştırdığı kuyuda, divan şairlerimiz insanın iç aydınlığını yakalamıştır. İBDA fikir sistemi yükseklik ile derinliğin birleşme noktasında kurulan yerdir ki, cehennemi dahi “arınma kurnasına” benzetip, “yıkayan, yuyan, emziren anne” figürüyle anlatacak kadar Allah’ın yarattığı her şeye “iyi, doğru ve güzel” zaviyesinden bakabilmenin metodudur.

Bu noktada, Üstad’ın “Son Devrin Din Mazlumları” eserinde Said Nursî hazretlerinden bahsederken, İslâmî kemal mevzuunda;
“Sığlığına sığ
Sığlığına derin
Derinliğine sığ
Derinliğine derin”

Şeklinde dört dereceden bahsetmesinden mülhem, aslında bu tasnifi bütün meseleler içinde onların esas ve usulünü incitmeden bir metot olarak kullanabiliriz. Bu zaviyeden bizce İBDA Mimarı’nın MATLA’ BEYİTLER gerek mevzu, gerek onun ele alınış usulüyle “derinliğine derin” bir kemal noktasıdır.
Tanpınar, hocası Yahya Kemal için yazdığı bir yazıda “o, kırılan zinciri bağlamasını biliyordu” der. Yahya Kemal’in estetik plânda ve “ses” olarak yaptığını Salih Mirzabeyoğlu kendi BEN’i etrafında bütün bir insan ve toplum meselelerinin izahı dairesinde yapmıştır. Yine Tanpınar aynı yazısında “Yahya Kemal dilin yüz senelik tecrübesi üzerinden atlayarak bugünkü Türkçe’yi doğrudan doğruya eskiden çekip çıkarır gibidir” der. “Dil mesele konuşarak yaşar” diyen İBDA Mimarı MATLA’ BEYİTLERİ etrafında bugünün insanlığının muhtaç olduğu mânâyı son üç yüz senenin menfî tecrübelerinin üstünden atlayarak, doğrudan eski divan şairlerinin kalbinden çıkarmıştır. Çünkü o hakikî mânâsıyla “kırılan zinciri bağlamasını biliyordu.”

Münşeat’tan:
“Yeni yollarda yürüyorum ben
bana yeni bir dil geliyor maverâdan
Mesih gibi canlandırıyor yeni kelimeleri.”
(Salih Mirzabeyoğlu, Münşeat, İBDA Yayınları, 2. Basım, S: 32 )

Büyük Doğu Marşı’ndan:
“Doğsun Büyük Doğu benden doğarak.”

Şaire Allah vergisi olan doğuş mısraları, divan şairlerinin kelâmıyla zarflandıktan bilmem şu kadar yüz yıl sonra ŞAİR Salih Mirzabeyoğlu’nun kalbinde, O’nun mânâ ve misyonuyla beraber yeniden doğmuştur. MATLA kelimesi etrafında yukarıda iktibas ettiğimiz satırlarda “ölüm, mevt” karşılığı da, bu yeniden doğuşun Ölüm Odası’nda zuhur etmesinden olmalı… Yepyeni bir dilde ve yepyeni olarak doğmak… Batılı romancının düşünü gördüğü bir başka zamana akma hasreti, Salih Mirzabeyoğlu vesilesiyle divan şairlerimiz için gerçek olmuş, bizce ruhları şad edilmiştir.
Kaynak: ADIMLAR Dergisi

“Yaşayan Necip Fazıl” Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA – 1
Necip Fazıl’la Başbaşa

Tuğrul ÇELİK



Mum ile pervane

“Mum alevi… Dönüp dolaşıp, alevinde hissedip de anlatamadığım şeyleri hatırlatan mum etrafında dolanmam boşa değil. Ortalığın kapkaranlık kesildiği sırada yanan bir mumun ışığında, serin bir ilkbahar havasının tatlı ürpertisini hatırlatan, hüzünle mırıldanan bir aşık duasının içliliği vardır sanki.
Pervane ve mum!
Büyük Doğu İdeolocyası’nın ‘Son ve tek kıvılcım’ bahsi.”
“81 mevsimi”… “İlk misafirlik”… Ortada bir mum… Mumun etrafında dolanan, alevinde hissedip de anlatamadığı şeylerle baş başa, anlatmak için bekleyen bir genç… Pervane ve mum misalı…
Apaçık ortaya koyana kadar kimseciklere söyleyemediklerini “Üstad”ına anlatmak için duran, ileride ise söylediklerinden ihtiyaç sahiplerinin kendilerine yararlı bir şey bulmaları durumunda mesut olacağını söyleyen bir genç adam… “Yaşayan Necip Fazıl”, Salih Mirzabeyoğlu…
Necip Fazıl Kısakürek’in “Hakkımda yazılmış tek harika kitap,” dediği “Necip Fazıl”la Başbaşa” kitabının benim anladığım kadarıyla hikâyesi böyle…
Kitap, yazarının de belirttiği gibi “şöyle dedi”, “böyle yaptı” gibi “fotoğrafçılık” kitabı değil. 40 yıldır “her şeyi yerli yerine oturtacak, hesabını verecek, çilesini çekecek, neyin nasıl olduğunu gösterecek” bir gençlik bekleyen “Üstad”la, “yepyeni bir nesil sesi” olma mecburiyetini yerine getirmeye çalışan gencin bir araya gelişinin kıvılcımı…
Salih Mirzabeyoğlu da bu kitabın “doğrudan doğruya onun ağzından hakikatleri konuşturduğunu” söylüyor. Bu anlamda kitap hem Mirzabeyoğlu hem de Necip Fazıl hakkında diyebiliriz. Elbette ki Büyük Doğu ve İBDA hakkında da.
“Necip Fazıl’la Başbaşa”yı okurken “Üstad”ıyla genci, Necip Fazıl’la Salih Mirzabeyoğlu’nu konuşurken buldum ve bu “konuşmaya” dışarıdan bir dinleyici olarak dahil oldum.
Bir kitapta, kitap okurken aslında görmediğimizden, olan biteni duyduğumuzdan bahsedildiğini hatırlıyorum. “Necip Fazıl’la Başbaşa”, bu anlamda görmediğim, duyduğum bir kitap oldu.
Dava ve aşk
Okuyanların Necip Fazıl’la Mirzabeyoğlu’nun “konuşmalarından” nice mânâlar, anlayışlar çıkarmaları elbette mümkün. Ben ise bu iki isimden, bu kitaptan “duyduklarımı” aktarmaya, dikkatimi çekenleri paylaşmaya çalışıyorum.
Dikkatimi çekenlerden ilki “dava” mesela…
Hani bugün birçok şey gibi kirletilen kelimeden. Ahlak adına, hak-hukuk adına, sevgi ve iman adına içinde hiçbir şey bırakılmayan şeyden.
“Üstad”ıyla gencin “konuşmasından”, “dava” ile “aşkın” birlikte olduklarını duyuyorum:
“Davasına aşkla bağlı olanlar için her türlü terslik ve zıtlık, tesirinin müsbete döndürülmesi gereken bir aksiyona vesile olur ki, kendi oluş yolunun malzemesi ve sıçrama tahtası yapabilme işidir.”
Her türlü zorluk, kötü gün, “oluş yolumuzun malzemesi”, “sıçrama tahtamız” olmuyor mu?
Dostu, düşmanı yakından tanımaya bir vesile olmuyor mu?
Oysa bugünkü anlamıyla “dava”, adı kirletilen pek çok şey gibi servetine servet katmanın, bir yerden bir yere “sıçramanın” aracı; aşk ise paraya, ihaleye, arsaya, yani gerçek bir dava dışında her şeye duyulur olmadı mı?
Mirzabeyoğlu’yla Necip Fazıl’ın “konuşmasında” geçenden ne kadar da uzak…
Sevmek, bilmek ve anlamak
“Sevmek için bilmek gerek,” deniyor kitapta… Ve devam ediyor: “Nereden ve nasıl geldiklerini bilmeyenler, nereye ve nasıl gideceklerini de bilmezler.”
Mirzabeyoğlu eserlerinde teorik -ve de hayatta tatbik edilen- bir kavram olarak algıladığım “İslam’a muhatap anlayış”ta da çevreyi, dostu ve düşmanı tanımlarken bu ölçütün kullanıldığını okuyorum.
İslâma Muhatap Anlayış; yani “Mutlak Fikir”in tatbik fikri…
Hem “kendi”ni hem “çevre”yi tanımanın, nerede nasıl davranılacağının prensipleri…
Herkesi “Her şeyden önce ‘ben doğru olduğumu nereden bileyim?’” sorusundan pay almaya çağırdığı aynı isimli eserde de “İslâmi ölçüler yerli yerinde, ya ona bakan göz nerede?” diye yine bir soruyla “teorik bir dil”in nasıl kurulacağını anlatıyor Mirzabeyoğlu. Çünkü her mesele “İslâm’a muhatap anlayış”ın ifade ve teorisini gösterileceği bir yer olarak duruyor burada.
Bilmek için sevmenin gerekliliği konusunda ise sevginin mahiyeti özellikle belirtiliyor.
Başıboşluğa yer verilmiyor.
“Sevgilinin her sözüne 
hikmet gözüyle baktık
Başıboş yürüyene bin misliyle 
fark attık!”
Bu şiirden belki pek çok kişi pek çok anlam çıkarabilir kuşkusuz, ben ise “İBDA Mimarı”nın bu şiirinden sevmek için bilmek gerektiğini, bilmek için de çalışmak, anlamak, mücadele etmek, çile çekmek gerektiğini çıkarıyorum.
Kitapta geçen bir hikaye şöyle:
– Muhallebi çok güzel bir şey…
– Yedin mi?
– Yok, babam yemiş!
Bu hikaye benim aklıma en çok Üstad’a gösterilen ilgi dolayısıyla gelir. Mesela ‘Üstadsız ve Büyük Doğu’suz olmaz,’ dedin ve bu mevzuu derinlemesine bir tahlil ve terkib halinde anlattın. Muhatabının anladığı tek cümlecik ‘Üstadsız ve Büyük Doğu’suz olmaz.’ Bunu söyleyiverdikten sonra, onun okuma ve anlama zahmetine girmesine lüzum (!) yok. Sen ne olursan o da senin ‘gibi’n olarak aynı şey oluyor.
Ve ne laflar:
– Şu milleti bir türlü adam edemedik!’
Kendisi adam olmuş da, milleti adam edememiş; o adam olması gereken milletten değil.”
Hiçbir zaman taşın altına elini koymayan, ama sürekli eleştiren, kendini üstün gören insan tipinin net bir örneğini veriyor Mirzabeyoğlu, ki sadece o “mevsim”in değil her mevsimin adamı bu tipler üzerine çok şey yazılabilir. “Kaba softa ham yobaz” türünün kibir yönü ağır basan bu tipi siyaseten belli bir grubun değil her grubun içinden çıkabiliyor.
Fikir ve dava adamlığı
“Üstad”ının ve Mirzabeyoğlu’nun “konuşmasından” duyduklarıma, “Necip Fazıl’la Başbaşa”da bahsedilen, “dava adamı” ve karşısındaki “tehlikeler”den devam ediyorum.
Üç tehlikeli durumdan ilki “bir köşede pörsümek” tehlikesi.
“…Fikir ve dava adamı, devri daim makinesi gibi, kendi heyecanını kendi üretebilendir; etrafın ve şartların iteklediği, sonra pörsüyüp giden değil.”
Mirzabeyoğlu, “Necip Fazıl’la Başbaşa”da dava adamının özelliklerine de değiniyor bana göre.
Yıllar önce Kadrocuların dikkat çektiği “pesimizm” psikolojisini farklı bir açıdan yeniden okumuş olduğunu görüyorum. Şevket Süreyya, Kadro’nun ilk sayısında “pesimizm” tehlikesinden bahsederken şöyle yazıyordu: “Türkiye’de pesimizmin ilk kastı, inkılap heyecanınadır.”
Yani “pörsüyüp giden” değil, davaya ilk günkü heyecanıyla sarılan, doğrularıyla yaşayan ve o inançla savaşan olma durumudur dava adamınınki…
Mirzabeyoğlu’nun “Üstad”ından aktardığı ikinci nokta ise “muhatap ve ölçü” üzerine:
“Muhatabınız ve ölçünüz çevre değil, hep ‘olmanız gereken’ ve daha ileri basamaklar olmalı.”
“Pörsüme” tehlikesinde bahsettiği “etrafın ve şartların iteklemesi” durumu örneğindeki gibi…
Üçüncü uyarısı ise “zamanı israf etmeme şuuru”:
“Zaman, öldürmenin değil, yaşatanın zemini… Hemen olacakmış ve şu anı değerlendiremezsen olmayacakmış gibi, içinde bulunduğun anı değerlendirme, hiç olmazsa değerlendirememiş olmanın sancısını duyma şuuruyla, yavaş yavaş, kıvamını bula bula, hazmede hazmede, sıra ile oluş prensibi… Bizim şipşak fotoğrafçılıkla alakamız yok!”
Necip Fazıl’ın aktardığı bir hikâyeyle örnek veriyor Mirzabeyoğlu. Mısır’da 1939’da bulunan bir mabedin girişini tıkayan taş blok kaldırılıyor ve 7 bin senedir orada duran ve muhtemelen mabetten çıkan son kişiye ait olan bir çıplak ayak tabanı izi görülüyor. Bu haberden duyduğu heyecanla şöyle söylüyor:
“Dava 7 bin sene sonra doğacak bir günün suratına, tabanının izini basabilmekte.”
(Sürecek)

Kaynak: TürkSolu / http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-salih-mirzabeyoglu-ve-ibda-1-necip-fazilla-basbasa/

“Yaşayan Necip Fazıl” Mirzabeyoğlu ve İBDA -2 “Büyük Doğu Mührü” 
ve “Yürüyen Büyük Doğu” İBDA
Tuğrul Çelik
29 Mayıs 2017



Türk Solu dergisinden sayın Tuğrul Çelik Daha önce yayınlanan makalesinin birinci bölümünden sonra bu haftaki yeni sayı da ikinci bölümü kaleme aldı. Haksız ve hukuksuz yere tutuklu bulunan Gökçe Fırat’ın başkanlığında faaliyetlerini yürüten ve her türlü haksız ve hukuka aykırı saldırının üstesinden gelebilecek iradeye sahip olduğuna inandığımız Türk Solu kadrosundan Sayın Tuğrul Çelik’in Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eseri hakkındaki makalesinin ikinci bölümünü dikkatinize sunuyoruz.

ADIMLAR


“Yürüyen Büyük Doğu”

Bir önceki yazıda “7000 yıl sonrasına uzanan ayak izi” hikâyesinde geçtiği gibi, davanın binlerce yıl sonra bile olsa geleceğe vurulacak bir mühür olacağı örneği, Mirzabeyoğlu açısından Büyük Doğu’da anlamını buluyor.

Bununla ilgili şu sözleri bunu açıkça gösteriyor:

“Elimin erdiği ve gözümün gördüğü hiçbir hakikat yok ki orada göze görünmez bir mührü basılmış görmeyeyim. Üzerinde şu mana olan bir mühür: Büyük Doğu.”

Büyük Doğu’nun “remz şahsiyet”i ise şüphesiz Necip Fazıl.
Mirzabeyoğlu, onunla olan ilişkisini ve ona bağlılığını “çağın nabzını yakalayan, ideali aramayla toprağa bağlanma arasında bir yerde kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını ortaya koyan, heykelleştiren adam” sözleriyle ortaya koyuyor.

Kendisi de bir mütefekkir olan Mirzabeyoğlu’nun gözünden Necip Fazıl ise “mütefekkir yetiştiren mütefekkir” olarak nitelendiriliyor.

İki makaledir hakkında yazdığım “Necip Fazıl’la Başbaşa” eseriyle ilgili daha önce Necip Fazıl ve Mirzabeyoğlu’nu karşılıklı konuşuyor gibi gördüğümü belirtmiştim. Mirzabeyoğlu da eseriyle ilgili ilerleyen sayfalarda “benim benle konuşmam benim Necip Fazıl’la konuşmamdır” diyerek, mânâ açısından arada bir fark olmadığının altını çiziyor.

“Yürüyen Büyük Doğu”nun sırrı da olsa olsa burada gizli diye düşünüyorum: Büyük Doğu’dan İBDA’ya, Necip Fazıl’dan Salih Mirzabeyoğlu’na uzanan bir dil ve fikir.

“Her şeye sahtesi musallat”

“Necip Fazıl’la Başbaşa”yı okurken, Mirzabeyoğlu’nun sahte olanla kavgasına da şahit oluyorsunuz.
Arabaşlığı da burada geçen bir cümlesinden aldım: “Her şeye sahtesi musallat.”
Sahte solcu, sahte milliyetçi, sahte dindar, sahte muhalefetten geçilmeyen şu günlerde bir kere daha görülüyor ki, sahtelik meselesi günümüze ait bir sorun değil.
Sahtecinin en büyük düşmanlığı de gerçeğine oluyor her zaman.

Yobaz kimdir?

İlerleyen sayfalarında “yobaz kimdir” sorusuna verilmiş en iyi cevaplardan birini okuyorum.
Şu satırlar özellikle de yobazlığın tek taraflı olmadığını söylemesi açısından oldukça ilginç ve önemli:

“Yobaz hakikate gerisiyle bakan adamdır. Bunun küfür yobazı tipi de var, din yobazı tipi de.

Nefs muhasebesinden anlamaz, kendini izaha yanaşmaz, anlamadan karşı çıkar, anlamadığından kaçar, kelimelerin geliş gidişinden sahte mânâlar türetir, ağzından çıkan lafın nereden gelip nereye gittiğini düşünmez.”

Mirzabeyoğlu, “küfür yobazı” içinde ele aldığı “çağdaş medeniyet tekerlemecisi yobazlar”dan bahsederken Batıcılığı da kıyasıya eleştiriyor.

İleri ve gerinin ölçüsünü “mutlak fikre göre” ölçen anlayışta, kısa bir tarih yolculuğuna da çıkarıyor okuru: “Geriye doğru bozulma ve çürüme devirlerimiz” olarak nitelediği Tanzimat’a, Meşrutiyet’e ve de Cumhuriyet’e yönelik sert söylemleri, Batılılışma serüvenimize yönelik fikirleri…

Bu mevzular da bir başka yazıda bir başka yerde elbette tartışılabilir. Çünkü bu aynı zamanda Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” konferansının açılış cümlelerinde dediği gibi bir “buluşma”nın da vesilesi olur.

“Karşı”dakinin -ki ölçütü samimiyet olmalı- ne dediğine kulak tıkamanın, araya görünmez duvarlar örmenin sıkıntısının çekildiği “huzursuz” memleketimize, yapılabilecek samimi tartışmalar hayli yararlı da olur hem…

Yakın zaman için bir hayal mi dersiniz? Peki Mirzabeyoğlu’nun da konferansında altını çizdiği gibi ya “hayatta ne varsa hayal maddesinden yapılmış”sa? “Dünyaya sadece didişmek için mi geldik?”
Tam da burada Salih Mirzabeyoğlu’nun altını çizdiği bir noktaya geliyorum; hakikat konusunda şöyle bir cümle geçiyor kitapta:

“Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur!”

Buna ulaşmak için de bir yol haritası olabilecek ikinci bir cümle de şöyle:

“Her kıymet, ‘neyim’ ve ‘ne yapmalıyım’ diye, insanın her an kendini didiklemesinden çıkar.”

Anlamak ve anlatmak çilesi

Peki insan kendini nasıl “didikleyecek?”
Ben şöyle bir cevap çıkardım: Anlamaya çalışmakla…
“İBDA Mimarı” belki bu yüzden yazmadı eserini; ama Büyük Doğu’dan İBDA’ya olan bağı anlatırken şöyle diyor Mirzabeyoğlu:

“Dil ve işaretler, insanlar arasındaki ortak mânâ imkanı demektir. Böyle bir hakikat temeli olmasa, lisan olmaz. Dil ve işaretler insanlar arasında ortak bir mânâ dünyası meydana getiren sembollerdir.

1975’ten başlayarak toplumun genel çerçevesine Büyük Doğu’yu oturtmak mücadelemizin sebebi anlaşılıyor. Bunu böylece vasıflandırış nisbeti de, Büyük Doğu’nun muradı ve ‘niçin’ buudu halinde İBDA’da!”

Ortak bir mânâysa eğer mesele; çıkardan uzak, samimi, ortak bir amaçsa; iyiye, hakikate ulaşmaksa eğer; dinlemek, konuşmak ve anlamaya çalışmak bu işin önemli bir kısmı gibi geliyor.
Hakikat meselesinde “herkesin bir hakikati” olduğunu yazan Mirzabeyoğlu şöyle diyor:

“Herkesin hakikati kendine olduğuna göre, karşıdakini görmezden gelmek hakikat namusuna sığmaz, ayrıca hakikatin ne olduğu mevzuu da söz konusu olmaz!.. Önce onu var kabul edeceksin, çünkü ona var!”

Ve siyaset yapma işi de buradan hareketle zuhur ediyor belki de:

“Herkese mahsus bir hakikat yoktur, hakikat birdir. Onu yine bir kişi bulur ve bir milyon kişiye tasdik ettirir. Böylece nizam ve ahenk dediğimiz şey doğar ve böylece ister istemez reyler tekte birleşir.

Eğer bu bir kişinin bulduğu şey eğri ve yanlışsa, başka biri çıkar yine tek başına bulur ve yine bir milyon kişiye tasdik ettirir ve yine böylece reyler hakta birleşir.”
En saf haliyle bir “fikri bir milyon kişiye tasdik ettirme”nin -günümüzdeki gibi hile-hurda işlerine bulaşmadan- yolu çok zor olsa da yine anlamak ve anlatmak çilesi çekmekten mi geçiyor acaba?

Bendeki Mirzabeyoğlu

“Necip Fazıl’la Başbaşa”yı okurken, Salih Mirzabeyoğlu’nun üslubunun özgünlüğüne de şahit oluyorsunuz. Taklit değil, yaratıcı ve tamamen kendine has.
Okuduğunuz kitapta bir yer olur ve birkaç cümleye kitabın özü payesi biçersiniz ya hani; benim bu kitapta bulduğum yer, “İBDA Mimarı”nın kendisini ve İBDA’yı anlatırken yazdığı şu cümleler:

“Bizim insanları rahatsız edici bir tarafımız var. Sahte dengeleri, çaresizlik doyumları, ucuz tesellilerini yıkıyoruz.

Çoğu bizim haklı olduğumuzu bile bile kaçıyor, kaçışını mazur göstermek için de, muhalefet edebilmenin mazeretini tedarik gibi hallere düşüyor.”

Rahatsızlık vermek, sahte maskeleri indirmek, günü kurtarmak değil, katılalım/katılmayalım geleceğe yönelik bir iddia var burada…

Eleştirileri ve sataşmaları geçtim, bunun için “sükut suikastı”na uğramak var…
Mirzabeyoğlu, daha önce bahsettiğim konferansında kendisini dinlemeye gelenlerin içinde sevenlerinin, onu merak edenlerin ve de onu sevmeyenlerin olduğunu, olabileceğini söyleyerek sözlerine başlamıştı.

Ve hangi görüşte olurlarsa olsunlar, her kesimin fikirlerini samimice ortaya koyduktan sonra “sizdeki ben-bendeki siz” konusunda bir fikre sahip olunabileceğinin altını çizmişti.
Bu anlamda bu yazdıklarım için bendeki Mirzabeyoğlu denilebilir.
Bendeki Mirzabeyoğlu’nu anlatmaya devam edeceğim.
(Sürecek)

İKTİBAS: http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-mirzabeyoglu-ve-ibda-2-buyuk-dogu-muhru-
ve-yuruyen-buyuk-dogu-ibda/

“Yaşayan Necip Fazıl” Mirzabeyoğlu ve İBDA -3
Tuğrul Çelik
13 Haziran 2017



Kim olduğunu keşfeden KİM’in Romanı
.

peşimden koşması gerekenin
koşarak peşinden
getiriyorum yerine
görevimi…
buna denir ki
bir yerine
iki kere yorulmak.
Salih Mirzabeyoğlu

Yaşama görevi

“Yaşamayı Deneme” bir yolculuğun romanı… Yolun başında olanın romanı…
Etrafında olan biteni gören, fark eden ama henüz tüm bu olan biteni “ne”ye nisbet edeceğini bilemeyen KİM’in romanı…
Bir dönemin tanıklığı da denilebilecek, mektuplar şeklinde süren bu romana niye “Yaşamın Romanı” denmediğini düşündüm okurken.

Öyle ya, yaşanmış bir hayattan kesitlerin olduğu; olaylar, sevgiler, dostluklar, konuşmalar, tartışmaların olduğu, nefes alıp vermenin olduğu mektuplar basbayağı bir hayatı anlatıyor işte.

Sonra, bu kitabın yazarı Mirzabeyoğlu olunca, anlatılanın ya da yaşananın sadece “yaşamak” olmayıp, bunun bir “görev” olduğu sözü geliyor aklıma. Dünyaya “yaşama görevi”yle gelen “KİM”in, bu görev bilincine erişmesinin romanı da diyebiliriz “Yaşamayı Deneme”ye…

Sonunda kim olduğunu öğrenen “KİM”in romanı. Ve elbette Mirzabeyoğlu’nun romanı…

Bir “kuruluş” metni olarak “Yaşamayı Deneme”

“Yaşamayı Deneme” bir “yaşama görevi”ni anlattığı gibi, bu görevin olmazsa olmaz zorluklarına da değiniyor. Daha önceki yazıda Mirzabeyoğlu’ndan alıntıladığım “her şeyin hayal maddesinden yapıldığı” meselesine değinmiştim. Bir şeyin olması, daha doğrusu başarılması mânâsında işin başı hayal, ardından da mücadele etmekten geçiyor. Peki hayalle gerçeğin arasındaki uçurumu ne yapacağız?

“KİM’in Romanı”nda hayal etmenin sonrası kararlılıktan geçiyor:

“Hayalle gerçek arasında ne kadar uçurum olursa olsun, içinde bulunduğumuz topluluğun durumu ne olursa olsun, bu bizi kararlılığımızdan döndürmemeli ve sulandırmamalıdır. Eğer biz, bize bakanlara, karanlıktaki ateş böceği kadar ışık verebilecek duruma gelirsek, ne kazanç!..”

Ben “Yaşamayı Deneme”yi bir “kuruluş” metni olarak; işin en başında, inşa edilen bir fikriyatın ortaya konuluş süreci olarak da okudum. Bunu da bir çok yöne atılan eleştiri oklarından çıkardım.

Mesela tarih dersine giren hocanın, ilk derste alışageldik “nasihat”larda bulunmayışından bahsedildikten hemen sonra, “ama bütün sene palavra tarihle kafa şişirecek” sözleri veya kompozisyon dersinde özellikle yazılan “kültür emperyalizmi” konulu yazıda “Dışta tepeden inme yapılan değişim, karmakarışık bir ruh meydana getirdi ve millet tüyü yolunmuş kuşa döndü” cümleleri ile bir “taraf” hedef alınıyor.

Ben tarihe tam olarak böyle bakmıyorum. Mirzabeyoğlu tarihe böyle bakıyor olsa da bu, aynı eserinde “Gel de, kale kapısı üzerine konmuş sinek faaliyetleriyle, Fatih’in torunu olduklarını söyleyenlerin durumunu seyret” sözleriyle ok’un bu sefer “mahalle”ye çevrildiğini görmemize engel değil diye düşünüyorum.

Ayrıca burada “İBDA Mimarı”nın eleştirdikleriyla aynı mahalleden olduğu anlamını da çıkarmıyorum.
Zaten “Yaşamayı Deneme”de de böyle olmadığı görülüyor:

“Bugün insanımız belli, alışmış, verimsiz kalıplarda düşünmeye, konuşmaya ve yazmaya alıştırılmış. Ne istediğini kendi de bilmeden, bol bol istemediğinden ve tehlikeden bahsediyor. Bunu söyleyince ukala oluyoruz. Mesela komünistler sömürüden, düzen değişikliğinden, bunu nasıl gerçekleştireceklerinden bahsediyorlar, biz de, komünizmin kötülüğünden, bunların aziz vatanımızı esir etmek istemelerinden, Fatih’lerin torunu olarak buna müsade etmeyeceğimizden bahsediyoruz. Onlar Amerika’ya sövüyor diye, Rusya’ya sövmekle onlara karşı olduğumuzu sanıyoruz. Karşılığımız bir tuhaf.”

(Bu tarz bir “karşı olma” meselesi Mirzabeyoğlu’nun “Kültür Davamız” kitabında da işlenmekte.)
Yine romanın fakülte sahnesinde (1970’li yıllar olmalı) özenle seçilmiş birkaç kişinin söyledikleri kalıplara örnek olması açısından önemli. Çıkan bir kavga anında koluna giren “solcu” diyor ki:

“Bak ben senin ağabeyin sayılırım, iki fakülte bitirdim. 27 Mayıs öncesi hareketlere katıldım. Sen daha yeni geldin buraya. (Benim kuş olduğumu söylüyor.) Sen de uyanacaksın.”

Bir değeri ise yine koluna girip “Ağabey seni ağabeylerimle tanıştırayım” diyor. Orada da birisi kenara çekiyor KİM’i:

“‘Kardeşim bunlar boş, geçici şeyler. Sen bunlarla uğraşma. Rahlenin önüne diz çök.’ gibi bir şeyler söylüyor. Aceleden kendi nuruyla nurlandırmaya ve böyle olmayanların Müslüman olamayacağına getiriyor işi.”

Tüm bu kuruluş çilesi ve fikre ulaşma çabası bir “sevgi” üzerinden işleniyor kitapta. Eski yıkılıyor yerine yenisi geliyor. Bu anlamda “Yaşamayı Deneme” bunun itirafıdır da denilebilir:

“İtiraf etmeliydi: Artık her şeyi yıkan eski kalıpları çekilmez bulduran sevgisiydi.”

Samimiyetsizliğe reddiye

“Yaşamayı Deneme” oldukça samimi yazılmış bir roman. Mektuplar şeklinde yazılmış olmasının elbette bunda büyük payı var.

Mektup öyle bir şey çünkü. İnsanın içini dökercesine yazdığı bir şey. Havayı, suyu, sevgiyi, sözü, hasreti bir kağıda sarıp gönderirsin mektupla. Ve mektup deyince aklıma hapis geliyor benim. Yıllarını hapiste geçiren Mirzabeyoğlu eminim ki binlerce mektup almıştır. Ama bugün alamayanlar var. Bir taraf alamıyor, öbür taraf yazamıyor.

Yurdun alt katındaki kahvede yanan sıcak sobadan, cebinde çay parası olmadığı için mahrum olmayı; yemek fişi olmadığı için sınıf arkadaşının yanından “işim var” diyerek kaçmayı herhalde daha samimi anlatamazdınız.

“Doğru dürüst giyinmeyenleri okula almayacaksın. Havayı bozuyorlar. Parası yoksa okumasın, başka iş yapsın” diyen, “aydın olmanın özgürlüğü”nde olan tiplerin halini de yine daha samimi anlatamazdınız.

“İnsanın bir dilim ekmek, bir yudum su için nasıl küçülebildiğini” anlayamazken, bir çeşmede elini yıkarken kendini ellerini yalarken bulmak ve bunu anlatmak zor olduğu kadar samimidir de:

“En büyük gururların, Kafdağı’na yükselen kibirlerin, bir dilim ekmeğe, yarım çay bardağı suya değişilebileceğini gördüm.”

Bu anlamda“Yaşamayı Deneme”yi bir samimiyetsizliğe reddiye olarak da okudum.

Yüksekte olmak, 
yüksekte kalmak

Kitapta “Eksiksiz insan yoktur. Ne doğru!.. Ama eksikliğini gidermeye çabalayandır ki insandır.” diyen KİM, “Ey ihanetin düşürdüğü yerde de yüksek kalabilmiş insanlar”a selam yollar.

Çünkü yüksekte kalabilmek önemlidir. Ama oraya nasıl çıktığınız ve orada nasıl kaldığınız daha da önemlidir.
KİM’in karşılaştığı bir “ağabey” daha çıkar karşımıza ilerleyen sayfalarda. “Emniyet bilmem nesi”nden bir ağabey, üniversitede olan biteni kendilerine iletecek “yürekli bir adam” aramaktadır. Cebinde çay parası dahi olmayan KİM’e bu “iş” teklif edilmiştir. Yani en hafif tabiriyle “ispiyonculuk!”

“Birden içimde bir şey yıkıldı. Hele bu işi teklif ederken, beni pohpohlayarak iknaya çalışması…
Bir yanda sefilliğim, bir yanda böyle parlak(!) teklifler.”

“Yaşamayı Deneme”, Mirzabeyoğlu gibi inandığı dava için yıllarca hapiste kalıp çile çekenlerin hikayesini anlatırken; yüksekteymiş gibi duran kimilerinin bu noktaya nasıl çıktıklarının örneklerini de sunuyor. Tabii anlayana!

***

Salih Mirzabeyoğlu “Yaşamayı Deneme”de yazarla okur arasında var olan bir ilişkiden bahsediyor ve bunu şöyle anlatıyor:

“[…] Bu ilişki, aynılık, farklılık ve zıtlıklarıyla, anlayış ve anlayışsızlıklarıyla şu hakikati gösterir: Okur, anlayışıyla, eleştirisiyle, kendi düşüncesi ile zenginleştirmesi ve tatbikiyle, yönlendirmesiyle, kısaca şahsi kapasitesi içinde, esirin ikinci müellifidir.”

Okuyucusunu önemseyen, onunla muhabbeti olan Mirzabeyoğlu’nu, fikren “aynılık”, “farklılık” ve “zıtlık”larımızla anlatmaya devam edeceğim.
(Sürecek)

İktibas: http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-mirzabeyoglu-ve-ibda-3-kim-oldugunu-kesfeden-kimin-romani/

Yaşayan Necip Fazıl” Mirzabeyoğlu ve İBDA -4 Müjdelerin Müjdesi
Tuğrul Çelik
29 Haziran 2017



Âdem’in hikâyeleri

Salih Mirzabeyoğlu “Müjdelerin Müjdesi”ndeki Takdim’inde, 1982 ve sonrasında yaşadıklarını çeşitli tarzlarda “İBDA külliyatı” olarak ortaya koyduğunu belirtiyor. “Mim Mim’in Hikayesi”ni de “tarihin hikâyeleştirilmesi” olarak takdim ediyor.
Bu anlamda kitaptaki hikayeleri, “İBDA Mimarı”nın yaşadığı, şahit olduğu ya da tespit ettiği durumların/olayların hikâye edilmiş halleri olduğu düşüncesiyle okumaya çalıştım.

Okumaya çalıştım diyorum, çünkü anlatılan hikâyelerdeki isimlerden, sembollere ve benzetmelere bakıp, her birinin var olan birer gerçekliği işaret ettiğini tahmin etme, ama bunları tam olarak mânâlandıramama zorluğu karşımda duruyordu.

Yukarıda da bahsettiğim gibi “Müjdelerin Müjdesi”, aynı adı taşıyan bir hikaye de dahil olmak üzere, çeşitli hikâyelerden oluşuyor.
“Fikri yaşama, yaşamayı fikir bilme” adına yaşamdan kesitlerin sunulduğu hikayelerde Âdem’in yaşadıklarına/anlayışına tanıklık ediyoruz. “Mim Mim’in Hikayesi”, “KİM’in Romanı” gibi bir Mirzabeyoğlu hikayesi aslında.

Farklı mekânlarda geçen hikâyelerde örneğin bir aynanın karşısında ya da “perde”lerle bölünmüş mekanın bir “taraf”ında buluyoruz Âdem’i.
Misal, Âdem aynanın karşısına geçiyor; ayna ona gördüklerimizi, gördüğümüzü sandığımız şeylerin “faniliğini” haykırıyor bir yerde.

Bu anlamda Âdem’in de özel olarak seçildiğini düşünüyorum. Âdem, kendinde başkasını, başkasında da kendini görebilen bu anlamda da hem ayna hem de aynaya bakan olabiliyor. Bunu başarabilen insan olarak bir Âdem.

Dünyadaki “yaşama görevi” içinde, “mutlak fikir” olmadan ve dolayısıyla bunu “yaşamadan” gerçeğe ulaşılamayacağını anlatıyor sanki ayna.

“Kayan Yıldız Sırrı”nda da “Toprak diyor ki kalma/Benden göğe hicret et/İki ayna bir elma/ Gurbette bitmez gurbet” şeklinde ayna ve elma ile “mutlak olan” ve ondan gelen sonsuz sayıdaki diğerlerine bir gönderme de yapılıyor.

Bu arada hikâyedeki “ayna”da Tarkovski’nin Ayna filminden bir ilham var mı bilemiyorum, ama böyle bir olasılık var bence. Üstelik “Bir Adam, Bir Kadın Bir At” hikayesinde de Tarkovski’nin yaşamından da izler taşıyan “Nostalgia” filminin bahsi geçiyor.

Bir başka yerde de, yine önemli bir konu olarak “görememe”yi düşünüyor Âdem. “Görünmez perdelerle” bölünmüş bir havuzda ne kadar ayrı olunabildiğine, ayrı kalınabildiğine bakıyor.

Bunun yanında “farkında olan”ın “yalnızlığı” ve “farklığı” da “suda boğulan balık” örneğiyle etkileyici biçimde veriliyor. “Suda boğulan balık” örneğinde ya balık artık balık değil, ya da balığın içinde yüzdüğü su artık su değil.

Perdeler
Mirzabeyoğlu “Perdeler”de yoğun bir gözlemle, kendi gözünden “karşı tarafı” anlatıyor. Memlekete bakışıyla, siyasetiyle, yaşam tarzıyla, korku ve tereddütleriyle karşı tarafı…

“Kahrolsun bürokrasinin kahrolmasın bürokratlarına ait tatil köylerinde” tatil yapanlar, “halkçılık numaraları”, “kızlara cazip görünme aracı olan ideolojiler”, “‘Erdal idam edilemez’ yazıp, onun yerine havasını atanlar”…Dönemin sol kesimini hedef aldığı aşikâr olan bu eleştiri ifadelerinin ve bunlar için verilen örneklerin o gün ne kadar gerçekliği vardı, tartışılır. Bugün için bir karşılığı var mı? O da çok olası değil bence. Ve bu tarz bir yönelimin -eskide kalmış olması da göz önüne alınarak- pek de getirisi olmayacaktır. Ancak bu örneklerde ve eleştirilerin yapılış biçiminde, “beklenen” olarak Mirzabeyoğlu ve “fikri yaşama” anlamında bir amaç güdüldüğü, bunun bir siyasi mücadele ve iddia ile ortaya konduğu da görülebilmekte. Çünkü Mirzabeyoğlu tarafından, külliyatından da net bir biçimde görüldüğü gibi, İBDA fikriyatı ile bir “iddia” ortaya konuluyor ve bu “iddia”yı hakim kılmak için mücadele veriliyor.
Hatta ve hatta bu “iddia”nın en kapsayıcı “iddia” olduğunun altı çiziliyor şu şekilde:

“Görünmez şeffaf perdelerle birbirinden ayrılıkları içinde, insan keyfiyetinin birleştiriciliğinde bir, bir dünyada ayrı dünyaları yaşayanların hepsini birden kuşatıcı, dünyaların eğilimlerini keşfeden yönlendirici bir sanat kumaşı. Gören hemen tanıyor; bilgisi yüreği ve bileği tamam Büyük Doğu nesli.
Hemen anlaşılıyor: İçli ve dışlı, ruhtan mideye kadar bütün tonlarıyla açlık, çaresi bende ve beni işaretliyor. Ben geliyorum!”

Müjdelerin Müjdesi
Gelecek olanın geldiği meselesi “Müjdelerin Müjdesi”ndeki bütün hikayelerde kendini gösteriyor. “Beklenenin gelişi” olarak de niteleyebileceğim Necip Fazıl’la Başbaşa (Sevgiliyle Başbaşa diye geçiyor hikayede) eserinin kısa bir özetini okuyorum “Sevgi ve Korku”da. Sevgi ve saygının elle tutulur, gözle görülür hali kısa bir öyküye sığdırılmış burada. Sevgi ve korkunun aynı bünyede nasıl bir arada olabildiği Adem’le “Üstad”ın buluşmasında gösterilmiş: “Bana söz ver; korkmak filan yok! Sık sık gel.”

“Müjdelerin Müjdesi” aynı zamanda Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl tarafından takdim edilişinin de hikayesi. Necip Fazıl, Akıncı Güç dergisini çıkaran Mirzabeyoğlu’nun ismini Ortadoğu gazetesinde yazdığı “Müjdelerin Müjdesi” başlıklı yazıyla duyuruyor ve 40 yıldır “her şeyi yerli yerine oturtacak, hesabını verecek, çilesini çekecek, neyin nasıl olduğunu gösterecek” gençliği ve onların liderini böyle takdim ediyor. “Üstad” çağırıyor, “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi” gidiyor. Bu ziyaretlerden “iki insanın birbirini anlamasının ve dostluğunun en ileri derecesi” ortaya çıkıyor.

Bir de “değişik Âdem”Çünkü “Tohum çatlamış, fidan olmuştur” artık.

Ahengin tuttuğu yer
“Bir Adam, Bir Kadın, Bir At” kadın-erkek meselelerinin de işlendiği bir hikâye. Hikayeyi bence daha ilginç yapansa “do, re, mi, fa, sol, la, si” tekerlemesinin sırrı.

Hikayedeki Âdem sürekli bir tekerleme gibi “do, re, mi, fa, sol, la si” mırıldanıyor. Öyle ki “Ağlaması gülmesi: Do, re, mi, fa, sol, la, si!”

Hikayenin sonunda bunun sırrına erişiyorsunuz:

“Bütün dava, gerekeni gerektiği yerde yapmak… Doğruyu, yanlışta kullanmamak. Unsurları muvazelendirmek… 7 sesten sonsuz ahenk de çıkar, sayısız kakafoni de… Şu an, ahengin tuttuğu yerdeyim.”

“Küşte”yi ise bir “tarih tekerür eder” hikayesi olarak okudum. “Öldürülmüş” anlamında bir kelime “küşte”. Canlılığını yitirmiş, mazide kalmış olarak da alınabilir. Geçmiş geçmişte kalmıştır evet, ama bir yandan da “Geçmiş geçmemiştir.” Özellikle de tecrübe torbasında çok şey doldurmuş olanlara…
Acaba “bir dünyada ayrı dünyaları yaşayanları birleştirmenin” mânâsı mı bu “yedi sesin ahengi”?

“Yönlendirici sanat kumaşı” mı?

Sanatlı ve bir o kadar da orijinal bir şey meydana getirmek mı?

“İbda” mı?

“İBDA Mimarı”nı, ondan okuduklarımla, belki doğru belki yanlış anlamalarla -yani kendimce- anlatmaya devam edeceğim.
(Sürecek)

“YAŞAYAN NECİP FAZIL” MİRZABEYOĞLU VE İBDA -5
“GÖRECEKTİR, DURANLAR YÜRÜYENİ”

Tuğrul Çelik
17 Temmuz 2017



Adalet

Başlık bir şiirden, Necip Fazıl’ın “Muhasebe” şiirinden bir mısra.

“Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni!
Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!
Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!
Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?”

Salih Mirzabeyoğlu’nun “Üç Işık”ını tam da Adalet Yürüyüşü günlerinin başlarında okumaya başlamıştım. Kitabın “Takdim”inde yer alan bu mısra da haliyle yine bu döneme denk gelmiş, okuma isteğini artırmıştı.

Son iki günü katıldığım “Adalet Yürüyüşü”, son derece kalabalık ve bir o kadar da coşkulu bir mitingle tamamlanmış, “duranlar, yürüyeni görmüştü.”

Görmek istemeseler de görmüştü.

Ve onlarınki gibi değil, bambaşka bir “yeni” geliyordu artık.

Adalet adına, ahlâk adına, demokrasi adına, iyi ve güzel olan ne varsa onun adına…

Mirzabeyoğlu konuşuyor

Yani tam da “yürümeli” günlere denk gelmişti Mirzabeyoğlu’nun bu eserini okumam. Fikirlerini yakından tanımama da “adımlar”ını onun ardısıra atanlar vesile olmuştu… Velhasıl yürümek, adımlamak, hedefe böyle çile çekerek varmak için yolda olmak…

“Üç Işık”ın aklıma düşürdüğü ilk önce böyle şeylerdi işte.

“Üç Işık”ı okurken aslında Mirzabeyoğlu’nu dinliyordum. Böyle demek yanlış değil, çünkü 80’lerin sonunda verdiği konferansların yazılı hali “Üç Işık”taki metinler.

Ben yaş icabı yeni yeni yürümeyi başarırken yaptığı konuşmaları, verdiği konferansları, yıllar sonra yine “yürümeli” günlerde okudum.

Yıllar sonra, yıllarca süren hapislikten sonra verdiği ilk konferansta “Adalet Mutlak’a” diyen aynı Mirzabeyoğlu’ydu. Aradan geçen yirmi küsur yıla rağmen aynı Mirzabeyoğlu konuşuyordu.

“Adalet Mutlak’a”yı canlı izlemedim, sonradan izleme şansım oldu. “Üç Işık”ı okumadan önce. Şöyle bir karşılaştırma yapacak olursam, 2014’te sahnede, benim konuşmalarını okuduğum haline göre saçları daha beyazlamış bir Mirzabeyoğlu vardı belki ama, dinleyenleriyle sohbet eden, onların dikkatini sürekli yoklayan, soru soran, “dışarı”dan örnekler verirken aslında ders veren aynı Mirzabeyoğlu’ydu…

O da yürümüştü hayatı boyu…

Yürüdüğü yolda eğilip bükülmeden, geri dönmeden yürümüş, bedel ödemişti ama “uslanmamıştı”.

Duyun gönüldaşlarım duyun
İşitin beni düşmanlarım
İpten henüz döndüm ama
Çok şükür uslanmadım!

Bir insanda bin insan

“Üç Işık”ta Mirzabeyoğlu’nun cemiyet, toplum, fikir ve örgütlenme üzerine düşüncelerini izleyebiliyorsunuz.

Öte yandan Necip Fazıl-Mirzabeyoğlu ilişkisinin nasıl da Mirzabeyoğlu aleyhine kullanılmaya çalışıldığına, onun daha o yıllarda nasıl yok sayılmaya çalışıldığına şahit oluyorsunuz.

“Üç Işık”ta Mirzabeyoğlu’nun cemiyet ve topluluk ile ilgili verdiği “sinema kalabalığı” örneği, meseleyi düşünmek için iyi bir giriş niteliğinde.

Şöyle diyor Mirzabeyoğlu:

“Bir sinema kalabalığı ile, bir ‘cemaat’ ve ‘toplum’, ayrı ayrı keyfiyetleri temsil ederler… Sinemada bin tane insan, ‘bin tane bir’dir. Cemaatte ise, bin tane insan içinde, her bir, bindir!..”

Muhatabı olan dinleyicilerini işaret ederek ikinci bir örnekle meseleyi derinleştiriyor Mirzabeyoğlu kitapta:

“Bizde ‘cemaat’, çok palavradan kullanılan bir mefhum. Cemaat, büyük dava… Dediğim gibi, cemaatin esprisi şudur: Burada bin kişi varsa, adeta her fert, bin kişilik bir güçtür…”

Mirzabeyoğlu, bir anlamda cemaat ya da topluluk, adına ne denilirse denilsin, meydana gelen oluşumun hantallıktan kurtulmasının, çeşitlenmesinin ve bu hayata geniş ölçekte tesir edebilmesinin yöntemini ortaya koyuyor diye düşünüyorum okudukça. İnsanı makineleştiren her “sistem”e yönelik sağlam bir eleştiri olarak duruyor Mirzabeyoğlu’nun söyledikleri.

Herkesin aynı şeyden hoşlandığı, aynı şeyi okumayı, dinlemeyi, yemeyi, içmeyi sevdiği ve bunun dayatıldığı bir toplum mu yoksa “bir insanın bin insan” olabildiği bir toplum mu?

“Üç Işık”, bu soruyu sorduran bir kitap. Daha da çok yazı kaldırır bir mesele.

“Şuursuz güruhun kaderin cilvesi muvaffakiyeti”

Peki kendi içinde “bin” olan bu “bir”lerin hepsi nasıl olacak da yine de bir bütünün parçası olacak?

Burada da Mirzabeyoğlu’nun verdiği ağaç örneği meseleyi dinleyicilere aktarmak için oldukça iyi seçilmiş bir araç olmuş:

“Dediğim gibi bu, ‘sirayet edici fikir’ davasıdır ve bir ağaçta kök, gövde, dal, yaprak ve meyvenin birlik içinde ayrı rolleri gösteriyor olması gibi, her sahada merkezi fikrin ‘ifade’ şeklini bulmasıdır.”

“İBDA Mimarı”nın “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz!” sözünden, fikrin önemi daha doğrusu “mutlak fikrin” gerekliliği meselesi çıkıyor karşımıza. “Suret olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmez” diyen Mirzabeyoğlu, yine muhataplarına dönerek yarı uyarı yarı dikkat çekici şekile şöyle bir çıkış yapıyor konferansta:

“Ne fikrin var ki ne siyasetin olsun, ‘nasıl’ birlik olsun… Anlatabildim mi?”

Peki bugün ne bir fikri ne de insan olma asgarisinde ahlâkı olmayanların durduğu yer? Tüm bunların eksikliğine rağmen ortada var olan “başarıları”?

Nasıl “muvaffak” oldular?

Mirzabeyoğlu o zamandan beri var olan bu tiplerin ve daha o zamanlar temeli atılan yapıların “başarı”sına güzel bir isim koyuyor:

“Şuursuz güruhun kaderin cilvesi muvaffakiyeti.”

Filistin meselesi ile ilgili verdiği konferansta Mirzabeyoğlu, bu güruhun bugünkü temsilcilerinin de portresini çiziyor:

“Hani Filistin filan diyoruz ya, işte bundan fazla bir şey beklemeyin; birtakım kınamalar, resmi kınamalar, adet yerini bulsun hesabı laftan ibaret kınamalar. Zaten Filistin’de şurda burda olanlar, bizim adam olamadığımızdan oluyor.”

Tabii bu portre haliyle eskidi, artık kınama gibi yöntemler kullanılmıyor. Çünkü bugün “Bana mı sordunuz?” dönemidir ve “Bana mı sordunuz?” döneminde fatura İsrail’e değil şehitlere çıkmaktadır.

Necip Fazıl üzerinden Mirzabeyoğlu’nu yok saymak

Mirzabeyoğlu, “Üç Işık”ta yeri gelince iyi bir polemikçi olduğunu gösteriyor.

Necip Fazıl ve şairliği meselesi gündeme gelince Mirzabeyoğlu gndemde olan, kendisini ve İBDA’yı doğrudan ilgilendiren bir gündemden bahsediyor ve ona müdahil oluyor.

Necip Fazıl’ın vefatının üzerinden yaklaşık 5 yıl geçmiştir ve onunla Mirzabeyoğlu arasındaki ilişki yok sayılmak istenmektedir. Necip Fazıl, Büyük Doğu ve “Yürüyen Büyük Doğu” İBDA’nın dışında, onlardan ve dolayısıyla da Mirzabeyoğlu’ndan ayrı “şairlerden bir şair” olarak gösterilmek istenmektedir ölümünden sonra. İşte Mirzabeyoğlu bu noktada devreye giriyor:

“Üstadım ve benden başka mânâsının suretini bulabilmiş kimse yoktur. Kendimi methetme durumunda değilim; hakikati belirtme durumundayım.”

Nâzım, Mirzabeyoğlu ve “23 sentlik askere dair”

NATO ile ilgili de şöyle bir tespit yapıyor Mirzabeyoğlu:

“NATO’nun yayınladığı bir bültende bizim gücümüzün ancak savaş sonrasında işe yarayacağı söyleniyor… Bunun Türkçesi nedir biliyor musunuz? Adam geldi buraya bir bomba attı ve burası yıkıldı; meydana gelen moloz yığınını kaldırmak için amele lazım… Bizim gücümüz de bu…

[H]aber vereyim: NATO’ya masraf bakımından adam başına usûlüyle en ucuz asker de bizde!”

Batı’ya her sözde efelenmelerinden sonra fazladan bir üsse izin veren de bugünün “şuursuz güruhu” değil mi?

Bir taraftan dünyaya efelenip aslında korkudan tir tir titreyen de bunlar değil mi?

Ve “en ucuz asker”den bahsedip, “halkını satanın korkusundan” bahsedip, Nâzım’dan, “23 sentlik askere dair”den behsetmemek olur mu?

Olmaz elbet.

İşte en zor olandan birisi de bu…

Necip Fazıl’dan bahsedenin, Mirzabeyoğlu’ndan bahsedenin Nâzım’dan bahset(e)memesi.

Ya da tam tersi…

Var olan bu görünmez duvar nasıl yıkılacak, bu duvar nasıl aşılacak?

“Adalet Mutlak’a”nın açılışında Mirzabeyoğlu’nun samimi her fikrin kendi teklifini ortaya koyması gerektiği tespiti bu anlamda oldukça değerli diye düşünüyorum.

Onun ve eserlerinde bahsettikleri üzerine yazmaya devam edeceğim.

İktibas: http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-mirzabeyoglu-ve-ibda-5-gorecektir-duranlar-yuruyeni/

İKTİBAS: http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-mirzabeyoglu-ve-ibda-4-mujdelerin-mujdesi/

Hukuk devletinin neresindeyiz?
17 Mart 2010
Ebubekir Sifil

Yüzde 99'unun Müslüman olduğu sıkça söylenen bir ülkede yaşıyoruz ve en büyük mağduriyetlere bu ülkede Müslümanlar maruz bulunuyor. Müslüman bir hanımın, çarşafıyla gittiği bir resmî kurumda ne tür bir "psikolojik baskı"ya maruz kaldığını, "mahalle baskısı" naraları atanlar elbette düşünmez. Bu, adaleti sağlayıp haksızlığı engelleme iddia ve sorumluluğundaki hukuktan başlayıp icraya kadar uzanan geniş yelpazede sorumluluk makamında olan herkesin ortak problemi olmalıdır.

Bir an için farz edelim ki, "mahalle baskısı" diye bir olgu gerçekten var ve bazı kesimler ahlak anlayışlarına, geleneklerine ve inançlarına aykırı işlerin gözlerinin önünde icra edilmesinden hoşlanmıyor; lise çağındaki gençlerin, ellerinde bira kutularıyla mahalle aralarında, parklarda kızlı-erkekli "free takılması"nı doğru bulmuyor ve tepki gösteriyor.
Diyelim ki bu tepki, onların özgürlüklerini kısıtlamak anlamına geldiği için yanlıştır. Ancak "mahalle baskısı" olgusunun hiçbir yaptırıma tekabül etmediği, ayrıca belirtmeye gerek bırakmayacak kadar açıktır.

Madalyonun öbür yüzünü çevirdiğimizde karşımıza "kanun baskısı" çıkıyor. Bu ülkede "mahalle baskısı" diye bir şeyden söz etmek doğruysa, bunun "kolluk gücü korkusu"na dönüşmesinin söz konusu olmadığı aşikâr. "Kanun baskısı"nın, kitlesel travamalara yol açan genişlik ve derinlikte etkiler yaptığını ona maruz kalan geniş kitleler çok iyi biliyor.

Burada bir noktanın altını özellikle çizelim: "Kanun baskısı" dediğim şeyin hukukla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu ikisi arasındaki fark, "kanun devleti" ile "hukuk devleti" arasındaki farka tekabül eder. Bu ülkede yargının, kimi zaman "hukuka aykırı" olduğu halde "kanuna uygun"luk gerekçesiyle tartışmalı kararların altına imza atabildiğini, kolluk kuvvetlerinin ise, "kanuna uygunluğun" dahi temin edilemediği pek çok olayda "kitabına uydurma" anlamına gelen uygulamalar yapabildiğini söylemek ne yazık ki şaşırtmıyor.

Hukuk mekanizmasının işletiliş biçimindeki tutarsızlıkların ve bunun ortaya çıkardığı arızalı durumun çarpıcı tezahürlerinden birini Salih Mirzabeyoğlu olayında görüyoruz.
Mirzabeyoğlu bir fikir adamı. Herhangi bir terör eylemiyle herhangi bir biçimde irtibatı olmamış. 1998'de terör örgütü liderliği suçlamasıyla yargılandı ve müebbet hapse mahkûm oldu. Türkiye kamuoyu, şu anda Bolu F tipi cezaevinde tek kişilik bir hücrede tutulan Mirzabeyoğlu'nun mahkûmiyeti ile birlikte farklı bir kavramla da tanıştı: Telegram.

Karmaşık bir yapısı ve pek çok çeşidi olduğunu öğrendiğimiz telegram, işkencenin "çağdaş" versiyonu. İnsanda hem ruh, moral, hem de beden olarak çok yönlü tahribatlar yapan bu işkence türünün ispatı adeta mümkün değil ve Mirzabeyoğlu'nun avukatları, kendisinin yıllardır bu işkenceye maruz bulunduğunu söylüyor.[1]

11 yıllık cezaevi dönemi boyunca yazdığı 15 kitapla birlikte eserlerinin sayısı 56'yı bulan Mirzabeyoğlu'nun aldığı bu ceza ve maruz kaldığı işkencenin "fikir özgürlüğü" ile nasıl bağdaştırıldığı araştırmaya değer bir husus...

Masum insanların hayatına kast eden eylemlere bulaşmış olmak İslam'ın hiçbir şekilde onaylamadığı bir husus. Samimi bir mü'minin, günahsız insanların canına kast etmesi ya da buna teşvik etmesi elbette düşünülemez. Mirzabeyoğlu'nun da bu tür bir eyleme iştiraki ya da teşviki ispat edilmişse cezalandırılması normaldir. Ama sağduyu ve vicdan sahibi insanların avukatlarının beyan ve iddialarına kulak vermezlik etmesi de mümkün değil.

Bu ülkede hukuk adına, insan hakları ve özgürlükler adına yazıp konuşan kimse ve kesimlerin bu olay hakkında ısrarlı bir suskunluk içinde olması gerçekten son derece manidar.

[1] Bu konuda bkz. http://www.timeturk.com/Mirzabeyoğluna-yapılan-işkenceleri-anlattı_115642-haberi.html

DEĞİRMEN
Salih Mirzabeyoğlu

Zaman düşer ellerimden yere
Oradan tahta boşluğa
Saatler çalışır izinsiz
Hep bir sonraya,
Resimler sarı güneşsizlikten,
Duygular değişir
Dostlar dağılır dört bir yana,
Kendi yollarına

Ve sen ben, değirmenlere karşı
Bile bile birer yitik
Savaşçı

Akarız dereler gibi denizlere,
Belki de en güzeli böyle...
Uçurtma uçar sözlüğümden,
Geri gelmeyecek bir kuş
Yaşanmamış kırıntılar sadece bir düş.

Ve sen ben, değirmenlere karşı
Bile bile birer yitik
Savaşçı



TUĞRUL ÇELİK: “YAŞAYAN NECİP FAZIL” MİRZABEYOĞLU VE İBDA -6
3 Ağustos 2017



BÜYÜK DOĞU-İBDA DİLİNDE ŞİİR VE SANAT


İbda, şiir ve sanat
Duranların, yürüyenleri gördüğünü yazdığım geçtiğimiz sayıda “Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni! mısrasını aldığım “Muhasebe”ye dönüyorum tekrardan.

“Yeni çirkine mahkûm oldu, eskisi güzellerin”.

Bugün “yeni” diye dayatılan çirkinliğe bir yanıt olarak okuyabiliriz “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nı. Ama özellikle daha nelerin mesele olup olmadığının tam olarak ortaya konmadığı zamanda, yeni ve yenilenmiş oluş ve buluşla İBDA’nın, sanat ve şiir üzerine koyduğu bir teklif olarak da…

Aklı bir anlamda “başıboş” bırakan “Batı felsefesi”nin “İslama Muhatap Anlayış” içinde yorumlanması, içindeki mevzuların Büyük Doğu-İBDA gözüyle görülmesi davası da denilebilir. En azından ben, İBDA Mimarı’nın eserini bu mânâda okudum.

Mirzabeyoğlu “İslam’a Muhatap Anlayış” eserinde “günah”la ilgili verdiği örnekte şöyle diyor:

“Günahı nefsçe sevilen bir şeyden mahrumluk acısına tahammül cephesiyle değil de, Allah’ın emirlerine uyma tadına bağlayabilene ve bu tadın üstüne tad tanımayana ne mutlu.”

Yani olay felsefeden mahrum olmak değil, onu taklit etmek değil; ona alternatif bir bakışla bakabilmenin zevki meselesi…

Zapt edici estetik
Sanat, şiir ve estetik mevzularını “Büyük Doğu-İBDA diline” döken “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”, kimsenin kimseyi anlamadığı “sağırlar diyaloğu”nda “İslam’a Muhatap Anlayış”ı ve Büyük Doğu Mimarı’nı merkeze alıp bir görüş bildiriyor.

Büyük Doğu Mimarı “ideolocya”sını oluştururken, estetik davasını öne almıştı. Estetiğin avlayıcı-zapt edici özelliğinin altını çizmiş, rakip olana karşı alternatif bir görüş üretilmesine önem vermişti.

Dünyada, içinde yaşanılan zamanda; ondan uzakta kalmamak, onun karşısında bir alternatif sunarak, ona hakim olmak; bunun için bir sistem ortaya koymak, “İdeolocya Örgüsü”nün de başlıca amacıydı.
Hakimiyet sağlayacak olan ise var olana alternatif ve ondan daha nüfuz edici-avlayıcı olmalıydı. Sanat ve edebiyat da bunun önemli bir aracı olacaktı.

Felsefedeki üç değerden “güzel”i ele alan estetiğin diğer ikisinden (ahlak’ı ele alan etik ve doğru’yu ele alan mantık) ayrılmazlığını ortaya koyan eserde bu, “Doğrunun olmadığı yerde güzel yoktur” hikmetiyle ortaya konuyor.

Burada “doğru”, mantığın konusundan çok, etiğin incelediği ahlâk anlamında duruyor ve Büyük Doğu ile Yürüyen Büyük Doğu İBDA’ya göre de güzel, doğru ve iyi iç içe olması gerekenler olarak nitelendiriliyor.

İBDA mimarının deyişiyle: “Güzellik, doğru ve iyinin, tek kelimeyle hakikatin zarafet ambalajıdır.”

İBDA tablosu
Sanatlı yaratma manasında İbda ve mimarı Mirzabeyoğlu’nun “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nda “seyredilmesi gereken” dediği bir tabloya bakıyorum:

“Fildişi kaldırımlarda, fildişi sokaklarda giden, hiç birbirine çarpmayan, her biri birbirinin emrinde ve Allah korkusu altında, herbiri bugün ölecekmiş gibi iki büklüm ve yine herbiri hiç ölmeyecekmiş gibi dimdik insanların cemiyetini kurmak.”

Bu cemiyet tasvirinin bir resimle (tabloyla) anlatılması bile, sanat ve edebiyatın İBDA Mimarı’ndaki önemini anlatıyor bana göre.

Mirzabeyoğlu kitapta, insanın güzel olana yatkınlığını, Necip Fazıl’dan aktarıyor:

“Allah onu ruhumuza öylesine nakşetmiştir ki, adeta doğru ve iyinin en dakik terazisi ve nizam aleti olarak kalbimizde ayrı bir göz teşekkül etmiştir.”

Bu anlamda “her işte, her tavırda, her harekette güzeli ve güzelliği aramak icap eder.”

Mirzabeyoğlu, güzele olan ilgimizin bir diğer sebebinin de Allah’a dönme arzumuz ve O’na karşı beslediğimiz sevgi olduğunu belirtiyor. Aşk da bu anlamda buradan doğuyor.

Sanat ve güzeliğe faydacı bakışa sahip “faytacı” tipi de şöyle tarif ediyor Mirzabeyoğlu, Rusya’dan ve nihilist e
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Mar 30, 2010 11:47 pm    Mesaj konusu: Seçmeler Alıntıyla Cevap Gönder











ÇEHRE

Sığınacak bir kovuk

Peşinde boğuk boğuk

De ki rüzgâr de ki sen

Yeryüzü derbederi


İçim ürkek bir hayvan

Dâim yeniye hayran

De ki şâir de ki sen

Doymak bilmez serseri



Çile ehli bir kambur

Tilki ininde cumhur

De ki bahtın de ki sen

Azîz fikrin keseri



Ara yerde bir vakit

Taksim olunmaz nakit

De ki âşık de ki sen

Işıkta mahfuz serî

1988
Salih Mirzabeyoğlu


DESTE - BESTE

Ellerim donmuş yosun tutmuş alev

İçerim dalga duman ses gezinir

Nasıl çözülür buzlar öyle sessiz

Mezârından ölü kalkar gerinir



Acılar koskocaman deste cinim



Bu uzun yol gece yüzyıl bana sor

Kimi özler kimi özlerde yürür

Yemyeşil orman ki hikmet avcının

Kimi gerçek kimi düşlerde yürür



Aklımda koskocaman beste cinim

1983

Salih Mirzabeyoğlu


DİRENÇ

Niçin derdim nasılda

Devâm aynı fasılda

Cevap bekler dilenci

Gözü yalnız asılda



Sadakalar bir yanda

Bana sabır payanda

Tükenmeden hep yan da

Öğrensinler dİrenci

1985

Salih Mirzabeyoğlu



EL

Sanırsın beyaz perde

Bir el gezinir serde

Kıyı köşe kemerde

Kan terliyor gölgesi

Zaman onun bölgesi



Hani bir el düşer de

Asıl görünür fer'de

İnsan mesafelerde

Fikir azîz cüssesi

Zaman olun bölgesi



Fer'de serde her yerde

Arar müptelâ derde

Yeni denemelerde

Büyük sayha ukdesi

Zaman onun bölgesi

1987

Salih Mirzabeyoğlu



HECELER

Başucumda heceler

Kafiyesi geceler

Uyku tutmaz ummanda



Kesik kesik heceler

Yâre açık peçeler

Şiir dili kuranda



Serden geçti heceler

Sır fısıldar yüceler

Her mevsimde turfanda



Nice nice heceler

İçiçe bilmeceler

İzdivacı bul ânda



Heceler hep heceler

Bitişik pencereler

Kabir taşı ormanda

1995

Salih Mirzabeyoğlu



KABARCIK

Kâf dağında su vârî

Zamanı saran bağcık

Sulardaki süvarî

Hâli sadâ kabarcık



Barî çıtlat kılavuz

Hayâl atında yavuz

Seni söndürmez havuz

Hangi yürek dağarcık

1989

Salih Mirzabeyoğlu
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Nis 08, 2010 12:41 am    Mesaj konusu: DÜŞÜNCE TARİHİ Alıntıyla Cevap Gönder

KAYAN YILDIZ SIRRI
Salih Mirzabeyoğlu

Göklerde kanat açmış gûya gönlümce hür kuş
Ben değil mi yine ben kedere hedef durmuş
Gizleniyor bildiğim saklambaç oyununda
Benim gölge âlemde kendisine kaybolmuş

Bu mahmurluk sırtımda kaplumbağa kabuğu
Rahatı rahatsızlık şu dünyanın seyrinde
Ah geçmiş ne gelecek şimdiyse uçan buğu
Yollar ki bir birine kavuşmanın derdinde

Su üstünde ürperti hep gurbetlik duygusu
Nakışa düşen mânâ deniz üstünde desen
Zamanın nabzımı tutsun diye kurduğu
Dalgada gölge eşya benim gözümde de sen

Bir kayanın üstünde bilmem böyle kaç vakit
Rüyâların izinde tâbirlerin peşinde
Yıldırım düşen levha kumaşım ki mücerret
Açıktan geçen gemi yüreğim o gemide

• • •

Tedirgin bekleyişler berzah sırrında hapis
Fikir ki saklı güzel gözümde açık derin
Pervane çeken mihrak nisbet kurduğum akis
Rüyâların ötesi müjde verdi güvercin

Ağı germiş çoktandır yıldız köşeler cinsi
Gebe dumanlı dünya sancı sarınca doğum
Rüzgâr dinlenen dalga kıyı idrakı şimdi
Ruh nisbeti bir harman ışık içinde oyun

Kuş gagası ve dudak topluluktan işaret
Hayat sanat ve mânâ yoğunlukta bir mizân
Mağara dostluğunda doğrulanan öz hikmet
Bütün fikir hisarı aynada duran nişân

• • •

-"Kanıma girmiş adam işte önünde hayat!"
Uykuda uyanıklık gözü açık uykuda
Bir ben vardım yine ben dağı delen o Ferhat
Akşam alnımda gezen hararet berrak suda

Kayan yıldız sırrı mı sırrı ile barışık
Gümüş renkte duruldu varolmak kuruntusu
Burcumun hissesinde alnındaki kırışık
Ölmek için mi doğduk asıl olmak doğrusu

Ömrün sonunda tarla marsık kokulu külhân
Kuyu içinde çile çekmiş insan duygusu
Deri üstünde deri yanık kokusu aman
Olan oldu dünyada kalan insan tortusu

• • • •

Gökyüzünde bir bulut şeffaf kuyruklu balık
Nazlı nazlı süzülür kıyısında seherin
Rüzgâr toplayan yelken hayret ve sonsuz açlık
Aşkımın şarkısında va'dolunmuş eserim

Harfi harfine uygun gözümde tek marifet
Etle kemik bir bütün çile yükünü sırtlan
Kurtuluş gemisinin tayfasından vasiyet
Fikir elinde fikir kölen emrinde kaptan

DÜŞÜNCE TARİHİ
Salih Mirzabeyoğlu (*)

(İlk insan, soğumuş lâv kayalarının üstüne çıkıp çevresine bakınca, kendisine göre değerlendirdiği iki şey gördü: Kendisinden aşağıda olanlar ve kendisinden yukarıda olanlar... Kendisinden aşağıda olanlara aldırmadı ama, kendisinden yukarı olanlardan ölesiye korktu. Uçsuz bucaksız bir tabiatın ortasında ne kadar yalnızdı. Gökler gürlüyor, şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor, kendisinden pek güçlü hayvanlar saldırıp parçalıyorlardı. Kendisinden yukarıda olanların en üstünde gök vardı. Artık, yüzyıllar boyunca korkacaktı bu gökten, saygı duyacaktı bu göğe. Öylesine bir saygıydı ki bu, gelecek kuşakların en akıllıları bile kendilerini bundan kurtaramayacaklardı. Milyonlarca yıl, “yücelik, tamlık, güçlülük” ölçüsünü mavi ellerinde tutacaktı gök. Gök ona bağırıyor, parmağını sallıyor; onu boğmak için sağanaklarını, onu yakmak için yıldırımlarını gönderiyordu. Ona yalvarır, tapar, yaltaklanırsa belki kendini korur da.)

İşte gûya “din düşüncesi” veya “düşünce tarihi” diye çırpıştırılan ve gide gide kabak çekirdeği seviyesine inen ilmî (!) ve felsefî (!) görüşlerin hemen hemen özeti bu... Bir 18. yüzyıl düşünürü (!), Volney (1757-1820), gök ölçüsünün hikâyesini, hikâyesine bayılanların tercümesiyle şöyle anlatıyor:

- “İlk insanların hiçbir düşünceleri yoktu. Önce kollarını, bacaklarını kullanmasını öğrendiler. Gittikçe, babalarının tecrübelerinden yararlanarak geliştiler. Yaşama araçlarını sağlama bağladıkça zekâları, ilkel ihtiyaçlar zincirinden kurtularak dolayısıyla anlamalara, netice çıkarmalara (istidlâllere) yöneldi. İnsan zekâsı, giderek, mücerret ilgileri kavramak gücünü de kazandı. Yeryüzünde kendilerinden başka birçok varlıklar kaynaşıyordu, bu varlıkların çoğu karşı gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ateş yakıyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su boğuyor, yel sürüklüyordu. Uzun yıllar bu etkilerin sebeblerini düşünmeden katlandılar. Bütün bunların neden böyle olduklarını anlamak isteyen ilk insan şaşkına döndü. Sonra, şöyle düşünmeye başladı: Onlar kendisinden güçlü, kendisinden üstündüler. Tanrı düşüncesinin temeli budur...”

İnsan böyle şeyleri fikir diye yazabilmek için bilmem ne kadar arsız olmalı!..



"Felsefe"nin, başıboş arayış müessesesi olarak nitelenişi malűm... Bu malűmu hatırlatmamızın sebebi, “felsefî düşüncenin nerede başladığı” meselesi hakkında birkaç çizgi göstermeden önce, onun “hikmet sevgisi” anlamı yüzünden sadece başıboş arayışa değil, İslâm’ın gerçek dinler tarihi boyunca görünüşüne nazaran “bağlı düşünce”ye de âit oluşu yönündendir... Yâni, biz, başıboş arayışı gösteren felsefe ile bağlı düşünceyi gösteren hikemiyat arasındaki farkı işaretlerken, bir nevî, “düşünce tarihi”ni din dışı bir anlayışa bırakanların veya böyle anlayanların düştüğü yanlışlığa düşmeyelim... Bu ikazdan sonra mesele:

- “Felsefî düşüncenin ilk defa nerede ve nasıl başladığı hususunda çok eskiden beri tartışmalar yapılmıştır. Modern felsefe tarihçilerinin çoğunluğu diyorlar ki, felsefenin başlangıcı, İlkçağ filozoflarıdır.”

Gerçekte bu telâkki, milâdî 3. asrın sonları (veya 4. asır başlarında) yaşamış olan Diyojen Laertius adlı klâsik fikir tarihçisine kadar uzamaktadır. Eseri günümüze ulaşan ve bellibaşlı Avrupa dillerine mükemmel şekilde tercüme edilen bu klâsik müellif şöyle diyordu:

- “Çoğu zaman felsefenin yabancı ülkelerde (Doğu ülkelerinde) ortaya çıktığı iddia edilmiştir. Nitekim Aristo, (M.Ö. 384-322) ve Sotyon (M.S. 2. asır) diyorlar ki, İrân’da Mecusîler, Babil’de Kaldeliler ve Hindistan’da jimnosofist-çıplak filozoflar, felsefenin kurucusudurlar.”

Görüldüğü gibi, klasik fikir tarihçisi D. Laertius, felsefenin ilk defa Yunanlar tarafından başlatıldığını ve bunun aksini ileri süren Aristo gibi filozofların kesinlikle yanıldığını iddia etmektedir. İşte onun bu telâkkisi, kendi kültür kaynaklarını Yunan ve Lâtin medeniyetine bağlamış olan Avrupalı araştırıcılar tarafından reddedilmektedir. Nitekim daha geçen asırda (19. asır) yetişen bazı felsefe tarihçileri, İlkçağ filozoflarının kendi bilgi ve görüşlerini arttırmak üzere Doğu ülkelerine seyahat ettiklerine dikkat ederek, orjinal ve ilk olduğu sanılan eski filozofların, çoğunlukla Doğu felsefelerinden etkilendiklerini isbat edecek eser ve yazılar yazmışlardır.

Bu noktaya işaret eden yeni felsefe tarihçilerinden Karl Vorlaender şöyle diyor:

- “19. asırda Roeth ve Gladisch gibi araştırıcılar, İlkçağ felsefesi ile Ortadoğu ve Uzakdoğu milletlerindeki felsefî düşünceleri, (Almanca kitab ve makaleler hâlinde) birbiriyle mukayese ederek aradaki benzerlikleri ortaya çıkarmışlardır. Meselâ Roeth, “Batı Felsefemizin Tarihi” adlı (1846-1858) iki ciltlik Almanca eseriyle, Gladisch ise Almanca makaleler hâlinde 1841’de “Pythagorcular ve Çinliler”, ardından 1844’de “Empodokles ve Mısırlılar”, nihayet 1859’da “Heraklitos ve Zerdüşt” ve sonra “Anaksogoras ve İsrailliler” isimli yazılarıyla (şübhesiz ki aradaki benzerlikleri biraz mübalağa ederek), İlkçağ filozofları ile onlardan daha eski bir geçmişe sahib görünen Doğulu düşünürler arasında bir kültür bağlantısı kurmağa çalışmışlardır.”

Bu çeşit araştırmalar ve bunları haklı gösterecek tarzda İlkçağ filozoflarının Ortadoğu, hattâ Uzakdoğu ülkelerine giderek felsefe öğrenmeleri, Yunanların felsefeyi başlatan millet olarak kabul edilmesini güçleştirmektedir. Ne var ki, Batılı felsefe tarihçilerinin çoğunluğu tarafından benimsenen görüş, artık her yerde âdeta tartışmasız kabul edilmeğe başlamıştır.



Batı’nın, eski Yunan’a mahsus bir orjin ifâde eden düşünce fışkırışı bakımından işi kendisine bağlamasının anlaşılır bir yönü vardır; bütün mesele, orjinal bir keşif ve buluşla, sıradan arasındaki farkta... Bu fark da, aslında her keşif ve buluş ifâde eden veya iddia edilen yerde, sıradanlar lehine kapanan bir gevezeliğe döner... Demek oluyor ki biz, eski Yunan fışkırışının bir “orjin” ifâde edişini bir “bedahet” olarak kabul ediyoruz; ve o günden bugüne, kendine mahsus mevzuu ve sistematiği kalmamış ve birbirini iptâl ede ede ilerleyen bir süreç olsa da, -ki bugün kalmamıştır-, sözkonusu tarihî kültün kendine maleden bir bünye olduğunu tesbit ederiz. Bu tesbit, kabule bağlı olmama şartı ile onun hâkimiyetinden bellidir. Bu bellilik, bugün onun motoru durmuş ama evvelki hızının saikiyle duracağı noktaya doğru ilerleyen otomobil hâlinde de var; ayrı mesele.

İşin aslında, Batı’ya mahsus “felsefe” ile, bu felsefeyi “düşünce tarihi” olarak değerlendirip değerlendirmeme meselesi yatıyor: “Düşünce tarihi” ile “felsefe tarihi”ni birbirinden ayırmak veya Batı’da “felsefe tarihi” ile “düşünce tarihi”nin aynı şeyi ifâde ediyor oluşuna nazaran onun içinde sözkonusu tefrike dikkat ederek mânâları yerli yerine oturtmak gerek.



Birkaç çizgiyle işaretlediğimiz uyduruk “din ve düşünce tarihi” derlemesi bile, ne kadar hamaratlık yapılırsa yapılsın, tersinden, “insanlığın” Batı merkezli bir yörüngede oluşmadığını göstermektedir. “İnsanlık” derken “keyfiyet”i, “oluşmak” derken “tekâmül”ü kasdettiğimizi belirterek, kısaca bunun üzerinde duralım:

“Amerika’nın keşfi”... “Afrika’nın keşfi”... Amerika veya Afrika, Avrupalılar tarafından keşfedilmiş ve varlığı ortaya çıkarılmış değildir; Avrupalılar oralara gitmeden önce de oralarda insanlar yaşıyordu, hem de binlerce senedir. “Keşif” lâfı, olsa olsa, Avrupalılar’ın tanıması bakımından, “Avrupalılar için” ve bunu onlardan öğrenenler adına ve mânâsına kullanılabilir... Neredeyse onların gözüyle Asya bile Avrupalılar tarafından keşfedilmiştir de, Asya’dan Avrupa’ya gelen seyyahlar, -seyyahlar bir yana, kavimler-, saded dışıdır... Afrika sanatının veya Japon resim sanatının falan veya filân Avrupalı ressam tarafından nasıl özümsendiği bellidir de, nedense o sanatların ve meselâ Japon ressamların adı veya itibarı kayıptır; bahsederken bile, kendi için gösteren, kendinde kaybeden bir edâ... Yeri geldikçe, ilimde de, fikirde de, (teknikde de filân diye saymıyorum), Batı’nın bu sahtekârlığını göstermeye devam edeceğiz. Metod ve verimlendirme hâlinde dünya irfan yemişinin üstüne konan ve fikir ve medeniyette bir “plâstisite-kabartma” harikasını ortaya koyarken nihayet köksüzlüğün getirdiği çöküntü içindeki Batı’nın bu sahtekâr tarafını, bir nevî şu veya bu “tekâmül nazariyeleri”nin çıkışındaki birbirine geçit veren “ruhî sebeb” diye görebiliriz.



"Salih Aleyhisselâm ve Sokrat" başlığı altında göstereceğimiz usul ve metod davasına da giriş teşkil eden terkibî hükmümüz:

- “Bütün insanî iş ve verim şubelerinin ruha bağlı bir zaruretin derecelerini temsil etmesi... İhtiyaçların, mücerret ruh ve fikir ihtiyacının doğurduğu bir zaruret olması... İnsanın, bildiren olmasa bilemeyeceği... İnsan faaliyetlerinin ahlâkî karakter belirtmesi... En iptidaî toplumların bile bir kültür ve medeniyet vahdeti teşkil etmesi... Dilsiz hiçbir kültür olmaması; insanın kendisini, çevresini, topluluğunu dille tanıması ve eserlerini dile borçlu olması... Evet; bütün bu hakikatler, insanlık tarihi boyunca gelmiş bütün fikir ve medeniyetlerin, Peygamberler Tarihi’nin salkım-saçak görünüşlerini temsil etmesini açıklar!”

Ve insanlık tarihinde genel geçerli bir tekâmülden bahsedilemeyeceğini, keyfiyet vahdeti hâlinde kendi başlangıç ve düşüşüne misâl devreler bulunduğunu, kapsayıcı tarih davasının “Hakikat-i Ferdiyye” keyfiyetinde düğümlü olduğunu... “Veda Hutbesi”nde, “zaman devrini tamamlaya tamamlaya gaye noktasına erdi!” buyuran Allah’ın Sevgilisi, baş ve son arasındaki bütün devre derecelerini, devrelerin başlangıç ve bitişleri arasındaki çıkış-hakikati yerine koyuş ve çöküşleri, zamanın maksatlılığına nisbetle insanlık macerasının mânâsı olarak yerli yerine oturtandır. O, “İnsanı kendim; kâinatı da insan için yarattım” buyuran Allah’ın, “insan”dan murad ettiğidir; yâni “gaye insan”... Ve son Peygamber; Ufuk Peygamber... Bütün devirleri toplayan O’nun devrinin, “her kemâli bir zevâl takib eder” hikmeti gereği malûm şartları içinde, “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de” ölçüsünün vaadine tutunmuş, kemâli arama tekâmülündeyiz... Bizim çağımızın zâhiri kollayan batınî mânâsı bu!..



Herkes şunu iyice anlamalıdır: Gaye İnsan-Ufuk Peygamber ve O’nun sahâbîler kadrosu, kronolojik zaman sırasıyla “ileri, geri” tekerlemesi yapanlar anlamasa da, en üstün kültür ve medeniyeti temsil ederler... Onlar, iç âlem düzeninin hakikatini yaşayanlar... Eğer ölçü, tabiat plânındaki kemmiyet çokluğunda sanılıyorsa, bizden sonra birkaç bin insanın yaşadığı tasavvur edilen bir dünyada gökdelen dikilmesine (tabiî ki bilgisine) ihtiyaç kalmayacağı için, bizden geri olacaklar demektir(!)... Bir Sokrat, bugünkü en dangul dungul bir adamın tanıdığı eşya kadrosundaki ürünleri bilmediği için, ilkel (!) ve geri (!)... Ayıp yahu!..



İnsanlık tarihi boyunca, fert ve toplum olarak insanlık memuriyetine uygun oldukça veya olamadıkça ilerilik ve gerilik; ölçü bu... (Ki, bu ölçü çerçevesinde, ne kavim kronolojisinin müstakil bir değer haysiyeti, ne de baba evlât ilişkisi cinsinden bir irsiyet bağının imân dışı bir yerde kıymeti vardır.)... Medeniyetleri anlamanın ölçüsü ahlâk, ahlâkın hakikati de İslâm. Aksi takdirde her medeniyetin ayrı değer hükümleri ihtiva etmesinden hareketle, bunlar arasında bir derecelemeye gidilemeyeceği açık; her insan ve kültürün değer ölçüsü kendine... Bu mevzu çerçevesinde son derece zengin misâller, isteyen tarafından bulunur. Dünyaya bir “hiçlik” gözüyle bakan Budist’e; eşya kadrosundaki hevesler ne der?..



(Kur’ân, hiç şübhe yok ki, bilhassa tabiî ilimler sahasında ilme büyük bir hız vermiştir ve eğer bazı modern ilim adamlarının dediği gibi bütün modern keşiflerin kendisine borçlu olduğu “endüktif metod-kıyas metodu” onlara bağlanabiliyorsa, o hâlde modern maddî ilerlemelerin sebebi Kur’ân’dır denilebilir. (...) Müslümanlar, ilmi aramaya Allah adına koyuldular. O devirde Hıristiyanlar, İsa adına bütün eski ilmi imhâ ediyor, İskenderiye kütübhânesini tahrib ediyor ve birçok filozofları katlediyorlardı. İlim, onlar için putperestlerin sevdiği şeytan tuzağı idi, onlara “Çin’de bile olsa ilmi arayınız” yolunda bir emir verilmemişti. Yunan ve Roma ilminin elyazmaları, rahibler tarafından herkesin gözleri önünde yakılmıştı. (...) Arz yuvarlağının mihveri etrafında dönüşü, Müslüman İspanya’nın Üniversitelerinde ders programlarında yer alırken, Arzın hareketi hakkındaki Kopernik nazariyesini müdafaa ettiği için âlim Bruno, Enkizisyon Mahkemesi tarafından odun yığını üzerinde yakılıyordu. Büyük âlim Galilé işkence tehdidi altında Kitab-ı Mukaddes’te yazıldığı gibi Arzın sabit ve hareketsiz olduğunu resmen beyân ve onu imza etmeye zorlanıyordu. Bunu imza ederken, “mamafih yine dönüyor!” demekten kendini alamadığı malűmdur. Kolomb, Müslüman İspanya Üniversiteleri’nin öğrettiklerinden Arzın yuvarlak olduğunu anladı. Bununla beraber işkence neticesi sözünü geri almaya mecbur kaldı. Halife 3. Abdurrahman zamanında İspanya ve el-Memun zamanında Şark Üniversitelerinde –bilhassa bu iki hükümdarı zikretmekten maksadım onların zamanlarında tesbit edilmiş olduğu içindir- Hıristiyan ve Musevî talebeler Müslüman talebeler gibi hüsnü kabul görüyor ve bununla da kalmıyor, hükümet tarafından bütün masrafları görülüyordu; ve böylece Cenub Avrupa ve Şark memleketlerinde yüzlerce Hıristiyan talebe, papazların keyfine uymaktan kaçıp kurtulmuş oluyordu; İslâm’ın, ne bakımdan olursa olsun Hıristiyanlığa hiçbir borcu olmadığını, Hıristiyan kilisesinin âlime zulüm ve işkence ettiğini, hattâ diri diri yaktığını düşünecek olursak, modern Avrupa ilerleyişinin İslâm’a ne büyük minnet borcu olduğunu kolayca anlayabiliriz.)



İngiliz Marmaduke Pickthall’in yukarıdaki ifâdelerinin devamı:

- “Müslümanların İspanya’daki kudretli kültür hareketi, tesirini bütün Avrupa’da hissettirdi. Arab mekteblerinde tıb tahsil eden Petrus Afonsi, İngiltere’ye 1120’de Kral 1. Henri’nin tabibi sıfatıyla geldi ve Malvern Başrahibi Walcher ile Arab kaynaklarından astronomiye âit kitabları tercüme için teşriki mesai etti. Bu ikisinin müşterek gayreti İngiltere’de Arab irfanının ilk tesirini temsil eder. Bu tesir süratli oldu. Zira ondan sonra ve onun arkasından Adelard of Bath İspanya dışından Toledo’ya gelen Avrupalı ilk ilim adamı şerefini kazandı. Böylece İngiltere ile Müslüman İspanya arasında meydana gelen kültür bağlarının mühim neticeler vermesi mukadderdi, bu kültür bağları İngiltere’de yeni ilmî ve felsefî tedrisata hız verdiler; Michael Scot (1175-1232) ve Roger Bacon’un (1214-1294) başarılarına yol açtılar.”



(Scot, Toledo’ya Arabça’yı ve İslâm düşüncesini öğrenmek için gitmişti. Oksford’da Roger Bacon Arab-Aristo felsefesinin temsilcisi sıfatıyla parlak bir muvaffakiyet kazandı. Cantarbury Katedralinin Dean Chapter kütübhânelerinde 13. asırdan kalma muhteşem bir el yazması vardır: Vetus Logisa... Aristo felsefesinin Arab rönesansını takib eden devrede İngiltere’de bilinen Aristo’nun en eski şerhidir. İngiltere’den İspanya’ya giden âlimler arasında Rober of England –şöhreti 1143-, Kur’ân’ın ilk mütercimi Daniel Morley –şöhreti 1170- ve başkaları vardı. Roger Bacon’un optik üzerine olan eseri el-Hazin’in “Optik Nazariyeleri” adlı risâlesinden alınmıştı. Cabir ibn Hayyam’ın ve diğer Arab müelliflerinin kimya hakkında öğrettikleri, Albert Magnus ve Vincent of Beauvais’in ve başkalarının eserlerinde aşikâr olarak görülür... İspanya Arabiyatçılarından Julian Ribera’nın son zamanlarda İspanya’daki İslâm medeniyetinin İberya Yarımadası’nda ve Avrupa’da Hıristiyan medeniyeti üzerine yaptığı araştırma göstermiştir ki, Hıristiyan İspanya’nın birçok müesseseleri, Müslüman İspanya’nın benzeri müesseselerinin ya bir taklidi, yahud birer kopyasıdır. Bu zât bazı mütefekkirlerin doktrinlerinin ve Ortaçağ türkülerinin bazı şairâne şekillerinin, Ortaçağ’daki seyyar saz şâirlerinin ve destancılarının okuduklarının Arabça’daki kaynaklarını ortaya koymuştur. Don Miguel Asin Palacios, İspanya’da felsefenin kaynaklarını araştırmış ve onda Muhiddin-i Arabî, İbn Bace, İbn Masarra ve diğerleri gibi şahsiyetlerin tesirlerini meydana çıkarmıştır; ve şu hususu tesbit etmiştir ki, Dante’nin “İlâhî Komedi”sinin anahtarlarını, Hazret-i Muhammed’in miracında aramak lâzımdır. Ve sonra şunu da isbat etmiştir ki, tarihçi, matematikçi ve lisancılar İspanya’daki Müslüman seleflerine çok şey borçludurlar... Emmanuel Deutsch şöyle diyor: Arablar, Kur’ân’ın yardımıyla, Büyük İskender’in fethettiği memleketlerden daha büyüğünü ve Roma İmparatorluğu’nun fütuhatından daha fazlasını 10 seneden daha az bir zaman içinde tahakkuk ettirmişlerdir. Halbuki Roma’ya, fütuhatını tamamlamak için yüzlerce sene lâzım gelmişti. Onun yardımıyla Sami ırklar içinde yalnız onlar Avrupa’ya hükümran bir millet olarak gelmişlerdir. Halbuki Fenikeliler oraya tacir, Yahudiler mülteci veya esir olarak gelmişlerdi. Etrafında karanlıklar hüküm ferma olurken onlar, Avrupa’ya insanlık meş’alesini yükseltmek, eski Yunan’ın irfan ve hikmetini ölümden kurtarmak, felsefe, tıb, astronomi öğretmek, Şark’a olduğu kadar Garb’a da teganni sanatını talim etmek, modern ilmin beşiğini kurmak ve Granata düştüğü güne bizi ebediyen ağlatmak için geldiler.)



Ortaçağ karanlığı içinde domuz hayatı yaşayan Avrupa’nın İslâm’dan aldıklarıyla ihya oluşu ve kendine temel edindiği eski Yunan’ı da Müslümanlardan tanıması hakikati... “Amerika’nın keşfi” misâlinden başlayarak söylediklerimizi, kronolojik tarih devrelerinin de –en azından imaj olarak- Avrupa’nın “ben” merkezli tekâmül anlayışına uygun hâle getirilmiş olması ikazıyla bitirelim... “İlkçağ filozofları”... Kime göre İlkçağ?

.. Bu sorunun ardından, -Doğu ve Batı ayırımı hakkında söylediklerimiz baki kalmak üzere-, İlk İnsan’dan başlayan İslâm’la var olan ve İslâm hükmüyle nihayete erecek bir “insanlık keyfiyeti”nin macerası hâlinde, Hind ve Çin’den Amerikan yerlilerine ve Afrika düşüncesine kadar açılacağımızı bildirelim... “İslâm merkezli” olarak!..

* Büyük Muztaribler / "Düşünce Tarihine Bakış”, s. 134-145, İbda Yayınevi, İstanbul

“Yaşamayı Deneme” Üzerine Bir Deneme
Mehmet Selim
15.07.2010



sen ve ben
birbirimizden
uzaktayken
duyduğun ince bir sızıysa
ve duyuyorsam ince bir sızı;
üstüne üstlük
istiyorsan o an beraberliğimizi
ve duyuyorsan gerçekten
bir bütünün parçası olduğunu
demek ki sen
seviyorsun beni

ben özlüyorsam uzaktan
ve yaşıyorsam
sen benim parçamsın
ben senin parçan
ve hâlâ
kafamı bozuyorsan:

demek istediğim şu ki hani
“seviyorum seni”
bilirsin ki
“kalp kalbe karşıdır”
sevgilim. (*)


“Yaşamayı Deneme” adlı eser onu okumaya başlamadan çok önce ismiyle dikkatimi çekmişti.
Düşünmüştüm bir an üzerinde : “Bu nasıl bir kitaptır acaba ?” diye.
Bu merakım uzun sürmemişti. O an ne kıymetli bir hazineyi rafa kaldırdığımın farkında değildim tabii ki.
O sırada liseye yeni geçmiştim.
Bilmediğim şey ise “çocukluktan çıkma”nın zorluğuydu.
Yakın zamanda gençliğe geçiş döneminde ortaya çıkan zorluklarla karşılaşmıştım.
Sanki bir okyanunusta gemisi batmış denizci gibi su yüzeyinde kalmaya çabalarken, bir kasırga dalgalara haber veriyor ve dalgalar bana karşı her yönden saldırıya geçiyordu.
Kimi zaman bu kasırgadan çıkabileceğim hakkındaki umutlarım sönüyor kendimi serbest bırakıyordum lakin buz gibi dalgalar beni tekrar harekete geçiriyordu.
Halinizden şikâyet edersiniz ve daha kötüsü başınıza gelir ya işte böyle bir kısır döngüydü bu...
Tıpkı denizlerdeki gibi size yardım edebilecek hiçbir beşeri güç yoktur. Yalnızlığın verdiği acı, bu kısır döngünün getirdiği eziyeti arttırır.
Şeytan sizinle bütün gücüyle boğuşur sizi okyanusun dibine çekmeye çalışır.
Sahtekârla dürüstü farkerdersiniz.
Dost sandığınız insanların birer sahtekâr olduğunu bütün ruhunuzla hissedersiniz. Gerçek dost aramaya başlarsınız.
Başka problemler de vardır. Öyle ki bazen problemlerinizi düşünmeye vaktiniz kalmaz.
Bu zor durumunuzda size şeytan hep “Yılana sarıl ! Denize düşen yılana sarılır.” Der.
Size yön gösterecek, yolunuzu bulduracak bir yıldız ararsınız.
İşte ben böyle bir durumdayken, tozlu rafa bıraktığım “Yaşamayı Deneme” yi tekrar hatırladım.
Müsait olduğum en yakın zamanda kitabı okumaya başladım.
İlk sayfaları okuduktan sonra hayal ettiğimin çok ötesinde bir hazine olduğunu farkettim.
Tıpkı define bulmuş birisi gibi, bu defineyi düşünmeye başladım.
Okuldayken de evdeyken de kitabı okumuyorken de hep bu kitap aklımdaydı.
Genelde az az okurdum çünkü heyecandan çoğu zaman okuduğumu anlayamıyordum.
Bazen aynı sayfayı ard arda ve üç dört kere okuduğumu hatırlarım...
Çünkü bu “KİM’in Romanı”ydı.
Roman KİM adındaki bir genci anlatıyordu.
KİM’in geçtiği yolları, yaptığı hataları KİM’in çevresindekileri bunların birbirleriyle olan ilişkilerini. Karakterlerin söylediklerini ve içlerinden geçenleri olduğu gibi tırnak içersinde aktarıyordu.
Kitap KİM’den başkalarını da, benzer şekilde anlatıyordu.
Okyanusun ortasında yönümü gösterecek yılıdızı ararken; bir pusula keşfetmiştim.
Eserin sahibi adeta KİM’di, KİM gibi düşünebilecek kadar KİM , KİM`den başkasını tahlil edebilecek kadar ise KİM’den başkasıydı.
Burada kitabın içeriğinden daha fazla bahsetmeden şunu belirtmeliyim: “KİM’in Romanı” gençler için çok önemli bir eserdir ve KİM’in geçtiği yolları bilmek benzer yollardan geçecekler için bulunmaz bir fırsattır.
“KİM”e ve “KİM’in Romanı”nın yazarına ne kadar teşekkür etsek az kalır.

* Yaşamayı Deneme “KİM’in Romanı”, Salih Mirzabeyoğlu, İbda yayınları, 2.basım, 2006,İstanbul.

Salih Mirzabeyoğlu'ndan Yeni Eser: Esatir ve Mitoloji
24 Ekim 2010

“İSLÂM VE MİTOLOJİ: İyi veya kötü olarak nitelemeksizin veya nitelemeden önce, ruhun tezahürü ve delili hâlinde bütün insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir yumağı andıran MİTOLOJİ, bu görünüşü ile dişi bir ilim olan psikolojinin, adeta en genel ifâdesidir…

Şeriat, zahiri akıl-ruhtur, tarikat ise bâtınî Şeriat; dolayısıyla İslâm’da YAPMA’yı gösteren RUHÎ oluş ve işler, hiçbir şekilde mitoloji verileri ile ayniyet içine giremezler.

Mitoloji, DOĞRU YOL’un gösterilmesinde sadece toprak seviyeli bir vesile rolü oynar; yer yer BERZAH’ın bu âleme âit görünüşünde bile ki, TEVHİD’e zıddından işaret ederek… Bu eser de, o.”

Salih Mirzabeyoğlu

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun kaleme aldığı ESATİR VE MİTOLOJİ “Güneş ve Ay” 744 sayfa.

Eser www.ibdayayinlari.com 'dan temin edilebilir.

Ana Haber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Arl 20, 2010 7:00 pm    Mesaj konusu: Müvekkilime Telegramla işkence yapılıyor Alıntıyla Cevap Gönder

"Mirzabeyoğlu Davası"
Millî Birlik Ruhu-17.04.2011



Yeni Devir Hukukçular Derneği FİKRİ İDAM TEŞEBBÜSÜ "Mirzabeyoğlu Davası" NİÇİN'i- NASIL'ı- SONUÇ'u başlıklı panel düzenledi.

Panel 17 Nisan 2011 tarihinde, saat:16.00’da Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde başladı.

Paneli Av. Ali Rıza Yaman yönetti, diğer katışımcılar ise Av. Hasan Ölçer ve Av. Güven Yılmaz iken Av. Harun Yüksel Panele gönderdiği bir yazı ile katıldı.

Panel Sinevizyon gösterisi ile başladı. Mirzabeyoğlu'nun "Tiyatro Bitti!" Başlıklı sözü bu sinevizyon gösterisinde vurgulandı.

Panel esnasında Bir çocuk annesinde "anne bu film mi ?" diye bir soru sordu. Katılımcı "Hayır yavrum gerçek." cevabını verdi.

Av. Ali Rıza Yaman, bu diyolog ile konuşmasına başladı. Her şeyin bir tiyatro olduğundan bahsetti. Müvekkilinin haksızlığa uğradığını söyleyen Yaman, Av. Harun YÜksel'in panel için gönderdiği yazıyı okuyarak sözlerine son verdi. Bu Yazının tam metni aşağıdadır.

Buı esnada Kumandan Carlos telefonla Av Güven Yılmaz’ı arayarak Mirzabeyoğlu ve bütün siyasi mahkûmların yanında olduğunu belirten bir konuşma yaptı.

Sonraki konuşması Av. Hasan Ölçer, müvekilline yapılan hukuksuzluk süreçlerini ayrıntılarıyla anlattı ve katılımcıları bilgilendirdi.

Son konuşmacı Av. Güven Yılmaz ise neden mirzabeyoğlunun hedef seçildiğini irdeledi. Müvekkilinin gördüğü işkence süreçlkerine değinen Yılmaz, bulundukları suç duyurularına yanıt bile vermeyen bütün yetkilileri suçladı. Bütün resmi makamların Mirzabeyoğlu’nun işkence gördüğünü bildiğini belirtti.

Mirzabeyoğlu Davası Hakkında(*)
Av. Harun Yüksel

Yeni Devir Hukukçular Derneği’nin nazik davetine sağlığımın elverişli olmaması sebebiyle katılamadım.

Derneğin Başkanı Av. Sayın Ali Rıza Yaman kardeşimin verdiği ev ödevi çerçevesinde bu metni hazırladım. Bu önemli panelin hayırlara vesile olmasını dilerken değerli katılımcı ve izleyicileri saygıyla selâmlıyorum...

Mirzabeyoğlu’nun “terör örgütü lideri olduğu” gerekçesiyle gözaltına alınıp, tutuklanıp, idama mahkûm edilmesi sürecinin üzerinden 12 yıl geçti...

Mirzabeyoğlu’na yapılan bu isnadın ne kadar haksız hukuksuz, delilsiz mesnetsiz bir isnad olduğu mahkemeden başlayarak her zeminde sözlü ve yazılı olarak defalarca izah ve ifade edildi...

Bugün de katılımcı arkadaşlar bu konu üzerinde hassasiyetle duracaklardır...

Mirzabeyoğlu’nun şahsını hedef alan bu zincirleme haksızlık ve hukuksuzluklar, üç açıdan irdelenebilir...

Bunun birincisi ve en kolay anlaşılabilir olanı insanî açıdır:

Herhangi bir insanın, herhangibir yer ve zamanda, herhangi bir şekilde haksızlık ve hukuksuzluğa maruz kalması, bu haksızlığın derecesi her ne olursa olsun vicdan sahibi her insanı incitir/incitmelidir...

Bir haksızlıktan incinen insan vicdanı, o haksızlık ortadan kalkıncaya kadar sızlamaya devam eder...

Bunun için de, insanlar bir başka insana haksızlık yapıldığında o haksızlığın giderilmesi için harekete geçerler...

Mirzabeyoğlu’na yapılan haksızlık 12 yıldır sürüyor ve 70 milyonluk bir ülkede bu haksızlığı kaldırmak için bir şeyler yapmaya çalışan insan sayısı ne kadar az...

Burada kendimize sormamız gereken soru şu:

Sorun nerede?

Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı vahim haksızlığın bu ülke insanına yeterince ulaştırılamamasında mı?

Yoksa bu ükede vicdanının sesini dinleyen insanların oranının, cüzdanının sesini dinleyen insanların oranı karşısında ortaya çıkan negatif tabloda mı?

Birincisinde...

Veya ikincisinde...

Veya birincisiyle ikincisi bir arada...

Ne farkeder?..

Her durumda ortada insanî açıdan derhal giderilmesi gereken ciddi bir problem olduğu açık...

İnsanî yani ahlâkî...

Ahlâk olmadan insan ve vicdan olur mu?

***

Bu konuda İkinci açı hukukî açıdır:

Haksızlıkla hukuk birbirinin zıddı kavramlardır...

Birinin olduğu yerde diğeri yoktur...

Hukuk haksızlıkları kaldırmak için vardır...

Kime karşı yapılırsa yapılsın, yapılan büyük veya küçük bir haksızlık ortadan kaldırılamıyorsa orada hukukun varlığıdan bahsedilemez...

Mirzabeyoğlu’na yapılan çok vahim haksızlık 12 yıldır sürdüğüne göre, bu ülkede kimse hukukun varlığından söz edemez...

Söz eden yalancıdır...

Bir ülkede hukuk yoksa, o ülkede yaşayan hiç kimsenin ırz, can ve mal emniyeti yoktur...

O kadar yoktur ki...

Dün mirzabeyoğlu’na yapılan hukuksuzluğun bir parçası olan DGM başkanı bugün, Silivri toplama kampı kapılarında “Bu ülke de hukuk yok mu?” diye bizim ona Mirzabeyoğlu Davası’nda, Mirzabeyoğlu’na yapılan hukuksuzluğu anlatmak için 12 yıl önce kullandığımız cümleleri birebir kullanarak feryad ediyor...

Bu ülkede hukuk olsaydı, sen Mirzabeyoğlu için kalemini bu kadar pervasızca kırabilir miydin?

***

Bir ülkede hukuk yoksa problem hukukî değil siyasîdir...

O zaman geldik üçüncü ve üzerinde en az durulan ama asıl çözümün üretilebileceği bakış açısına...

Yani siyasete...

Hayır, “yargının siyasallaşması”ndan sözetmiyorum...

Onun için bile eğri veya doğru bir hukuka ihtiyaç var...

Burada hukukun hiç olmamasından sözediyorum...

O’nun kalemler kırılarak idama mahkûm edildiği duruşmadan çıkarken söylediği şu sözü hatırlayın: “Tiyatro bitti!”

“Yargılama bitti!” değil...

Tiyatro bitti...

Tiyatro nedir?

Gerçek olmayan, varolmayan, tamamiyle hayalî, kurgusal bir takım olayları bize o anda yaşanıyormuş gibi gösteren bir gösteri sanatı...

Bir tiyatro oyununda bir duruşma sahnesi düşünün...

Hakimler heyetinden savcısına, sanığından avukatlarına, zabıt kâtibesinden, mübaşirine, tutuklu sanığı oraya getirip arkasında dikilen jandarmalara, gözü yaşlı ve kalbi endişeyle çarpan sanık yakınlarına, meraklı ve arsız gazetecilere, seyircileri mimlemek/fişlemek için oraya gelmiş sivil polislere kadar herkes, tam bir mahkeme dekoru içinde yerli yerinde...

Herşey yerli yerinde ama bu tiyatro oyununun hukukla ne alâkası var?

Bunun hukukla ne alâkası olabilirse, Mirzabeyoğlu Davası’nın da hukukla alâkasının ancak o kadar olduğunu bu oyunda kendisine beceriksiz bir avukat rolü düşen biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim...

“Tiyatro bitti!” cümlesi, bu davayı izah bakımından, hem hukukî alanda hem de edebî alanda kıyamete kadar unutulmayacak bir nitelemedir.

Mirzabeyoğlu’na yapılan haksızlığın mahiyeti doğru anlaşılmadan bu haksızlığın nasıl giderilebileceği de doğru anlaşılamaz...

Mirzabeyoğlu, adlî bir hata, hukukî bir eksikliklik, delillerin değerlendirmesinde yapılan bir yanlışlık sebebiyle idama mahkûm edilmemiştir...

Siyasî bir merkezin aldığı bir kararla siyasi bir saldırıya uğramıştır...

Bu siyasî merkez, O’nu “suikast yaparak kahramanlaştırmamak için”, adliye eliyle infaz yolununu tercih edilmiştir.

Bu “siyasî merkez” neresidir?

Niçin böyle bir karar almıştır?

Bu karar nasıl ortadan kaldırılabilir?

Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı haksızlığı gerçekten ortadan kaldırmak niyetinde olanların bu üç sorunun doğru cevaplarını bulması gerekir...

Bu konuya girersek ne bende anlatacak takat kalır ne sizde dinleyecek sabır...

O yüzden çok kısaca değinip gerisini irfanlarınıza ve ihlâslarınıza havale edeceğim...

Bu Siyasî merkez içte değil dıştadır...

Onun ismi “Batı emperyalizmi”dir...

Batı emperyalizmi, hegemonyası altındaki ülkelerdeki saldırılarınıl genellikle o ülkeden seçtiği taşeronlarına yaptırır...

Çok mecbur kalmadıkça ateşe elini doğrudan sokmaz maşa kullanır...

İçinizde 12 yıl öncesini hatırlayanlar varsa o dönemin 28 Şubat NATO darbesi dönemi olduğunu da hatırlıyor olmalıdır...

Bu saldırının maşaları da işte o 28 Şubat darbecileridir...

28 Şubat NATO darbesi hernekadar TSK’daki NATOCU subaylar eliyle kotarılmış görünse de, bu darbe esas olarak NATOCU siyasetçi, hakim, savcı, polis, istihbaratçılardan oluşan sivil bürokratlar, işbirlikçi medya, işbirlikçi sivil toplum kuruluşları eliyle yürütülmüştür.

Bugün şahit olduğumuz yanlışlardan biri Mirzabeyoğlu’na yönelik saldırının Batı emperyalizminin bugünkü taşeronlarına yanaşarak, yalvararak, yaltaklanarak çözülebileceğini sanmaktır...

Düşman’a yanaşarak, yalvararak, yaltaklanarak kazanılmış siyasal bir başarı var mıdır ki; düşmanın taşeronlarına yanaşarak, yalvararak, yaltaklanarak kazanılmış bir siyasî başarıya ümit bağlanabilsin?

Adam insan olsa ahlâkı olur, ahlâkı olsa vicdanı olur, vicdanı olsa insafı, merhameti ve haysiyeti olur...

Haysiyeti olsa işbirlikçi olmaz...

Batı emperyalizmi küresel bir saldırıya geçmiştir... Bunun önünde engel olabilecek herkesi ve her şeyi imha etmeye kararlıdır...

Böyle bir saldırı ancak küresel bir karşı taarruzla yokedilebilir...

Bunun adına siyasî literatürde vaziyete göre bazen ayaklanma, bazen, isyan, bazen devrim, bazen de savaş deniliyor...

Siyasî bir fikirden, ideolojiden o ülkenin irfanına uygun devrimci bir dil geliştirilmeden de devrim/inkılâp olmaz, ihtilâl olur, isyan olur ayaklanma olur ama devrim/inkılâp olmaz...

Burada sözü misâl olsun, emsâl teşkil etsin diye İbda Fikriyatı’nı bünyeleştirmiş ve hadiselere o fikrin verdiği geniş perspektiften bakabilen aksiyoncu bir entellektüele, Ali Osman Zor’a bırakmak lâzım...

Ülkesinde yaşayıp da gözünün önünde olup bitenlere düşmanın propagandasının zihnine çizdiği sınırlar içinden bakarak, düşmanın istediği cevapları verenlere, düşmanın istediği yerde durararak, düşmanın istediği gibi davranmayı siyasî tavır zannedenlere inat binlerce kilometre öteden bakın nasıl doğru teşhis ve tespitler yapıyor:

- Türkiye'de Özal'la başlayan yeni paradigma süreci -12 Eylül'le de başladığını söylemek mümkün- bugün “Eşbaşkan” Tayyip Erdoğan ve AKP ile devam etmekte. Mevcut yapının ismi ne şu ne bu, sadece “Batıcı düzen”... Batıcı düzenin yürümesi ve düzen lehine tıkanıklığın aşılması için kurgulanan yeni paradigma, geçerliliği test edildikten ve Batıcı düzen lehine kitleler devşirildikten sonra, İslâm coğrafyasına “model” olarak sunulmasına karar verildi.

- Eski paradigma mensuplarıyla ortaklaşa yapılan “28 Şubat operasyonu”yla eskiye duyulan tepkinin şiddeti arttırılırken, diğer taraftan yeni paradigma ve mensuplarının yeri sağlamlaştırıldı.

- Eğer paradigmaya duyulan tepkiyi örgütleyip ve bu tepkiyi düzenin kendisine yönelterek iktidarı ele geçirirseniz, bunun adı devrim olur. Bu da şu demektir, paradigmalar, değişim-devrim dönemlerinde düzenin gerçek sahipleri tarafından kendi lehlerine olarak kurgulanır.

- 28 Şubat operasyonuna duyulan tepkiyi, devrimci hareket, nihayetinde örgütlemeyi başarmış ve hedefe bir adım mesafede 99 yılına girmişti. Fakat 3 aylık hapisle parlatılan yeni paradigmanın figüranı, düzenin gerçek sahiplerinin maddi ve manevi bütün desteğini arkasına alarak, tabiri caizse bu tepkiyi çaldı. Ve böylece, Hıristiyan-Yahudi Batıcı düzeni değiştirmeye ramak kala İslâm Devrimi'nin önünü kesmeyi başardılar.

- Yeni paradigmanın bir düzen değişimi olmadığını, sadece zihinlerdeki algıyla oynanarak düzen değişimi gerçekleştirildiği hissini yaşattığını ve böylece bir taraftan mevcut düzen bütün kurum ve kuruluşlarıyla devam ederken, diğer taraftan da devrimci hareket ve fikirlerin benzeri ve sahtesi kullanılarak, bunun devrimin önünün kesilmesi demek olduğunu anlamak gerekir.

- Tekrar etmek gerekirse, “paradigma”, kesinlikle “düzen” mânâsına gelmez. Paradigma değişimi, mevcut düzenin tıkandığı dönemlerde, onun yürütülmesi ve kuvvetlendirilmesi için yapılan zihni operasyonlardır.

- Bu mânâda, dünyaya hâkim Batı hayat tarzı ve Hıristiyan-Yahudi Batı düzeni açısından değerlendirdiğimizde, Suudî Arabistan'daki sözde “şeriat” düzeniyle Türkiye'deki “laik” düzen arasında herhangi bir fark yoktur.

(..)

- Bugüne geldiğimizde, Asya Kıtası'nda yaşanan son gelişmeler bize gösteriyor ki, şu an için Batı'nın kendi düzenini yürütebilmek için, elinde, “Ilımlı İslâm” paradigmasından farklı veya daha elverişli bir paradigma mevcut değil. Ya bu paradigmayla işleri yürütmeye devam edecek, yahut yavaş yavaş geldiği yere, yani evine geri dönecek.

- Eğer, Özal'la birlikte başlayıp Eşbaşkan Tayyip Erdoğan ile neticelenen Ilımlı İslâm paradigmasının mânâsını bu güne kadar anlamamış ve onu çözememişsek, bize geçmiş olsun. “Algımız”ın -gerçeğin değil- ve “algılar”ın esiri olarak yaptığımız, hiçbir aksiyon doğurmayan çer-çöp değerlendirmeler de bizim olsun.

- Bütün ideolojiler ve davalar, bağlılık iddia edenler tarafından yükseltilir veya batırılır. “Vitrin”de, mevcut düzenin yürütülmesinin aleti olan paradigma ile yapılan her türlü işbirliği görüntüsü, heyecanı ve iktidar arzusunu öldüreceği, buna bağlı olarak da “donma”, “çözülme” ve “çürüme”yi beraberinde getireceğinden, paradigmanın tam çöküş anında altında kalınması mukadder olur. “Kaim” ve “Daim”den olmak, paradigmaların üstüne çıkmayı gerektirir. (**)

Ali Osman Zor’a kalbî bir selâm yolladıktan sonra...

Bu ülkenin saygıdeğer entellektüellerinden bir başkasına...

Aynı zamanda meslekdaşım da olan sayın Suat Parlar’a geçelim ve sosyalist bir devrimci aydınımızın çok geniş ve kıymetli Türkiye analizinden kısa bir bölüme kulak verelim:

- 12 Eylül yargılanamaz. Bu sisteme işkence, katliam, yargılı veya yargısız infaz suç olarak duyurulamaz. Kendini devrimci diye tanımlayan hiç kimse bu sistemden adalet dilenemez. Bu sistemden adalet dilenciliği, bu sistemi meşrulaştırmak anlamına gelir.
- Bu sistemin yargılanmasının tek yolu, bu sistemdeki sınıfsal egemenliği ortadan kaldıracak bir girişimin parçası olabilmekle ve bunu sonuca ulaştırmakla mümkündür.
- Bunun haricinde 12 Eylül yargılamalarından söz etmek ve 12 Eylül yargılamalarını, 12 Eylül'den sorumlu olan tekelci sermayenin ekonomik, politik, hukukî iktidarına emanet etmek ikiyüzlülük değil ise, nedir?
- Bu söylem ile yürümek sistemle bütünleşmenin siyasetidir. Bunun başka bir anlamı yoktur. (***)

Devrimlerin dili, devrimlerin niteliği bir birinden farklı da olsa birbirine çok benzer...
İşte devrimin dili, devrimcinin eşya ve hadiselere bakışı böyle bir şeydir...

Böyle bir siyasî dil olmadan/oluşmadan hiçbir fikir aksiyon kalıplarına dökülemez...

Mirzabeyoğlu bu sebeple 12 yıldır betondan bir hücrede esir olarak tutulmaktadır.

Bunun vebali bu ülkede yaşayan herkesin omuzlarındadır...

Hepinizi saygıyla selâmlıyorum...

* Av. Harun Yüksel'in, Yeni Devir Hukukçular Derneği'nin FİKRİ İDAM TEŞEBBÜSÜ "Mirzabeyoğlu Davası" NİÇİN'i- NASIL'ı- SONUÇ'u başlıklı panel'e gönderdiği konuşmanın tam metnidir. (Tarih: 17.04.2011)

** Ali Osman Zor'un, "ASİ ASYA AYAKTA
TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER" başlık yazı dizisinden alınmıştır. Bu yazı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3500

*** Av. Suat Parlar ile yapılan "ANAYASAL KUŞATMA ve SERMAYE" başlıklı söyleşiden iktibas edilmiştir. Bu söyleşinin tamamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3735

Müvekkilime Telegramla işkence yapılıyor
20 Aralk 2010


İBDA-C lideri olduğu iddiasıyla gözaltına alınıp müebbet hapis cezasıyla cezalandırılan Salih Mirzabeyoğlu, 12 yıldır cezaevinde yatıyor. 11 yıldır telegram işkencesine maruz kaldığı söylenen Salih Mirzabeyoğlu, şu anda Bolu F Tipi Cezaevi'nde ve 6 yıldır 3 metrekarelik tek kişilik hücrede tutuluyor.

Av. Ali Rıza Yaman, telegramcıların mantığını şöyle anlattı: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış’ düşüncesi zerkedilir. Kendince majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur. İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır.

28 Şubat medyası “Efsanevi örgüt lideri Salih Mirzabeyoğlu, saklandığı örgüt evinde yakalandı” tarzında haberler yaparak kamuoyunu yanlış mecralara yöneltti. Oysa bu haber kökünden yanlıştı. Yalanlanmalıydı. Fakat 28 Şubat medyası, yalanlama yerine, sanki aranıyormuş, sanki kaçıyormuş ve sanki kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir edayla üzerine gitti. İddianamede “Örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber” denilerek lider olduğundan bahsedilip, işkence altında müebbet hapse çarptırıldı.

Kamuoyunun yakından tanıdığı Salih Mirzabeyoğlu’nun durumunu avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk. Müvekkili Mirzabeyoğlu’na ileri teknolojik yöntemler kullanılarak işkence yapıldığını vurgulayan Ali Rıza Yaman, 56 eser sahibi bir ilim ve sanat adamının hukuksuz bir şekilde alı konulduğunu, yapılan işkencelere rağmen Mirzabeyoğlu’nun insanlığa faydalı olacak eserler üretmeye devam ettiğini ifade etti. Mirzabeyoğlu yargılaması ve Ergenekon iddianamesine de giren telegram işkencesine kadar birçok konuyu Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk.


MURAT ALAN’IN RÖPORTAJI



AKİT: Salih Mirzabeyoğlu’nun yaşam koşullarından başlayalım isterseniz?

Av. Ali Rıza Yaman: Salih bey, biliyorsunuz 12 yıldır cezaevindedir. 11 yıldır telegram işkencesine maruzdur. Şu anda Bolu F Tipi Cezaevi’nde, 6 yıldır kaldığı 3 metrekarelik tek kişilik hücresindedir.

AKİT: Kimlerle görüşebiliyor?

Av. Ali Rıza Yaman: Haftada bir gün, iki saat avukatlarıyla.. İki haftada, o da bir saat ve kapalı olmak üzere ailesiyle...

AKİT: Sizin haricinde?

Yaman: Bizim haricimizde, hiç kimseyle görüşemiyor. İdam cezası verildiği ve bu, ağırlaştırılmış müebbete çevrildiği için tam bir tecrit altında.

AKİT: Röportaj öncesi bahsettiğiniz telegram işkencesine geleceğiz... Ondan önce hukuk sürecini kısaca anlatmanızı rica ediyoruz.

Yaman: Hukuk sürecini; “Fikri idam teşebbüsü” olarak özetleyebiliriz. Mirzabeyoğlu Davası’nda hukuk, fikri idam teşebbüsünün bir âleti, bir maşasıdır. Ve ortada sonucu başından belli bir tiyatro vardır. O dönemin İçişleri ve Adalet Bakanı’ndan polisine medyasına kadar herkesin rolü bu tiyatroda bellidir. Tiyatro, Salih Bey’in 29 Aralık 1998’de, saat 14 sularında o gün için ilkokula giden çocuğunu almak üzere gittiği okulun önünde başlıyor... Salih Bey’in yanında eşi ve diğer çocuğu olduğu hâlde, üzerine saldırılıyor. Okulun önünde, eşinin ve çocuklarının yanında ve hiçbir resmî belge gösterilmeksizin... Aynı hukuk tanımaz tavırla, evi ve arabası aranmış, daha sonra da eşiyle birlikte, emniyete götürülmüştür.

ÖRGÜT EVİNDE YAKALANMIŞ ALGISI OLUŞTURULDU

AKİT: Bakın bu hiç bilinmiyor. Sanki örgüt evinde çatışmada yakalanmış gibi bir algı var kamuoyunda.

Yaman: Bilinmiyor, çünkü 28 Şubat medyası tam da belirttiğiniz gibi “Efsanevî örgüt lideri Salih Mirzabeyoğlu, saklandığı örgüt evinde yakalandı” tarzında haberler yapmıştır. Oysa ki, okulun önünde, ailesinin yanında... Salih Bey, o gün için 41 tane eserin altına imza atmış bir fikir adamıdır. Hakkında hiçbir arama, yakalama, tutuklama kararı yoktur. Ama buna rağmen, sanki aranıyormuş, sanki kaçıyormuş ve sanki kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir havayla haber servis edilmiştir... Daha sonrasında; sorgulama aşaması. Bu sorguda, hukuk adına sergilenen tiyatronun ruhunu veren çok ilginç diyaloglar yaşanıyor. Müsaadenizle aktarmak isterim.

AKİT: Buyurun...

Yaman: Sorguda Salih beye; “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!” deniliyor.

AKİT: Çok ilginç...

MADEM BİR ÖRGÜT VAR, SEN DE LİDERİ OLMALISIN!

Yaman: Daha da ilgincini söyleyeyim... Salih Mirzabeyoğlu’na; “Biliyoruz. Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna...” deniliyor. Salih Bey de; “Hiç kimseyle görüşmemişim, talimat vermemişim, bunu siz de biliyor ve söylüyorsunuz. Ben bu durumda illegal bir örgütün nasıl başı olabilirim ki?” diye mukabelede bulunuyor. Aynı polis ısrarla devam ediyor: “Gel sen şunu güzellikle kabul et. Hem biz sana kötülük yapmak istemiyoruz. İsteseydik evinin bahçesine eroini gömer, ‘Eroin yakaladık’ derdik.” Salih Bey bu ‘cazip’ teklifi kabul etmeyip, fikir adamlığından bahsedince; sorgucular 28 Şubat Türkiye’sinde hukukun nasıl işlediğini gösteren fevkalâde bir lâf ediyor: “Aslanım, savcı senin kitaplarını okuyacak değil ya... Buradan önüne ne giderse o.” O kadar ki iddianamede Salih Bey için; “Örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilmemiş olmakla beraber...” ifadesi mevcuttur.

AKİT: Tespit edilemediyse, neye istinaden ceza veriliyor?..

Yaman: Tespit yok, münasip görme var... İBDA-C markasıyla faaliyet gösteren yapılar var. Bunlar hiç kimseden emir ve talimat almadan eylem yapıyor. Vakıa bu. Bu vakıa karşısında iddia makamı; “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensuplarının Kumandan kod adlı sanık İzzet Erdiş’e bağlılığı...” diyor. Ortada hiyerarşik bir ilişki yok. Hiyerarşi olması bir tarafa, tanışıklık yok. Eylem yok. Talimat yok. Fikrî bir yakınlık, bağlılıktır söz konusu olan. O gün için 41 tane eser vermiş bir yazarın fikirlerinin etkisinin olmasından daha tabii ne olabilir? Kaldı ki, tanışıklık da olabilir. Bu bir şey ifade etmez. Ortada hiyerarşi yok, eylem yok, eylem talimatı yok, tanışıklık yok... Buna rağmen ‘olsa olsa budur’ mantığı üzerine bina edilen bir hüküm var. Bu sakat mantıkla verilen karar, idam olmuştur. Özdemir Sabancı’yı öldürdüğü söylenen Fehriye Erdal’ın yaptığı eylemden, yaşamış olsalardı, Engels ve Marks sorumlu tutulup, onlara idam cezası verilebilir mi? Bunu hangi hukuk mantığı kabul eder?

AKİT: Peki bu kadar aleni bir hukuksuzluk nasıl yapılabilir?

Yaman: Bu kadar aleni bir hukuksuzluk, ancak amir-memur ilişkilerine göre belirlenen bir hukuk sisteminde yapılabilir. Hele bu ilişki tarzı, 28 Şubat gibi hukuk haysiyetinin yerlerde süründüğü bir dönemde daha belirgin hâle gelmişse durum daha vahimdir. 28 Şubat sürecinin ruhunu, mantığını en iyi bilenlerin başında gazeteniz ve okuyucuları gelir. Yeri gelmişken belirtelim; tesbih tanesi gibi dizilip, brifing alan ve aldıkları emre göre hareket eden sözde hukukçulara karşı gazetenizin verdiği mücadele; son derece takdire şayandır.

TELEGRAM METODUYLA İŞKENCE

AKİT: Telegram işkencesine gelelim isterseniz.

Yaman: Belirttiğimiz gibi; Salih Mirzabeyoğlu, 12 yıla yakın bir zamandır cezaevindedir, Kartal F Tipi Cezaevi’ne alındığı günden bu yana, yani 2000 yılından beridir de telegram işkencesine maruzdur. Telegram, yani zihin yönlendirme işkencesi; düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla irâdenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. İşkencenin hedefi; insan iradesinin teshir ve zapt altına alınıp, istenildiği gibi yönlendirilmesidir. Hâl bu olunca iç içe bahisler hâlinde telegramın birçok yönü ortaya çıkmaktadır... Burada hedef; insan iradesidir. ‘İnsan iradesi’ni hedef alan bir işkenceyi anlamak, anlamlandırmak, mukavemet etmek, ciddi bir fikrî seviyeye sahip olmayı gerektirir. Telegramın felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs, vs... birçok yönü var...

AKİT: Salih Mirzabeyoğlu’nun şikâyeti nedir?

Yaman: Daha önceden de ifade edildiği gibi; hem Salih Bey’in ve hem de bizim en büyük şikayetimiz bu... Yani meseleye bir psikiyatr edasıyla yaklaşılıp, “Evet, şikayetiniz nedir?” denilmesi. İşkence; “Evet şikayetiniz nedir?” denildiği ânda başlıyor. Bu soru, işkencenin en önemli unsurlarından biri ve hatta bizatihi kendisidir. Telegramı anlamak için belli bazı mevzulara dair malûmat sahibi olmamız gerekir. Bunlardan biri de mantık ilmidir, özellikle de “yeni mantık”... Zira işkence; hâkim ispat mantığı ve sorunu üzerine bina edilmiştir. Hadi ispatlayalım. Ne yapalım? Elektro-manyetik dalgaları elimizle yakalayıp, gösteremeyeceğimize göre... Mevzu zannediyorum anlaşılıyor. Binlerce km. öteden biri sizi cep telefonundan arıyor. Nasıl arıyor, nasıl sesini duyuruyor? Milyarlarca telefonun frekansı niçin ve nasıl karışmıyor? Elektro-manyetik dalgalarla. Peki bu dalgaları eliyle tutup, “işte bu dalgayla konuşuyorum” diyebilen var mı? O zaman? O zaman evvelâ şunu anlayacağız; bu işkenceyi bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlamaya kalkmak işkencenin bizatihi kendisidir.

AKİT: Ergenekon sanığı Ümit Sayın’ın dediği gibi, kendi içinde boğmak, ...

Yaman: Aynen... Telegramcıların mantığı şu: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış’ düşüncesi zerkedilir. Kendince majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur: İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır, kişinin en başta kendisine, daha sonra ailesine ve tedricen çevresine yabancılaşması sağlanır.

DALGALARLA FİZİKİ İŞKENCE

AKİT: Fizikî tezahürleri nedir?

Yaman: İşkence aynı zamanda fizikîdir de. İnsandaki arazın, hastalığın ortaya çıkarılması suretiyle gerçekleşiyor bu saldırılar. Salih Bey’in kendi kendine tespit ettiği bu hâdiseyi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden bir profesöre anlattığımızda Salih Bey’i doğrulamış ve ‘Bir noktaya teksif edilen elektro-manyetik dalgalarla o bölgedeki rahatsızlık azdırılabilir, belli yerler bloke edilebilir’ demiştir. Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifade ve görüntülerden, vurma, yakma, bloke etme, kaşıntı verme şeklinde gerçekleşen fizikî saldırılara kadar işkencenin her türlüsünü yaşayan Salih Mirzabeyoğlu’nun günlerce uyumadığı da oluyor. Uyuyabildiği dönemlerde de fizikî olarak tazyik sürüyor, uyku ile uyanıklık arasında bir hâlle karşılıklı cedelleşme devam ediyor. ‘Deliksiz ve rahat’ bir şekilde 2 saatlik uykunun ardından ‘tamam, bu kadar yeter!’ denilerek yine uyandırılıyor.

ESER ÜRETMEYE DEVAM EDİYOR

AKİT: Bir adliye muhabiri olarak bu mevzuların çokça konuşulduğuna şahid oluyoruz. O konuşmalarda şöyle bir şey de söyleniyor: “Salih Mirzabeyoğlu’na iddia ettiği işkence yapılsaydı, istediklerini yapar, kitap yazdırmazlardı.” Ne diyorsunuz?

Yaman: Bunu biz de duyduk ve bunların konuşulmasını güzel bir gelişme olarak algıladık. Zira “böyle bir şey olur mu canım, nereden çıkartıyorsunuz, hapishane şartlarının etkisiyle söylenen sözler” evresinden, “böyle bir şey yapılmamıştır, yapılsaydı netice alınırdı” evresine gelinmiş demektir. Ki, bunu telegramcıların mağlubiyetini kamufle çabası olarak görmek mümkün. Zira işkencede istenilen neticenin alınamadığının en büyük göstergesi; Salih Mirzabeyoğlu’nun bu süreçte yazdığı 15-16 tane eserdir. Salih bey, bu eserleri için “Telegram Serisi” der. “Yapılmak istenseydi, yapılırdı.” sözündeki yapılan aynı vahim mantık hatasına ayrıca dikkat çekmek isterim.

AKİT: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Av. Ali Rıza Yaman: Mirzabeyoğlu, cezaevine konulduğunda 41 eseri vardı. Çok kısaca ve kabaca anlattığım süreçte her şeye, en başta da telegram işkencesine rağmen 16-17 tane daha eser verdi... Konuşmaya buradan başlayalım: 56-57 tane eserin altında imzası olan bir fikir adamı niçin cezaevindedir? Kim, hangi mantıkla kendisini mahkûm etmiştir? Ve bu haksızlık niçin olması gerektiği şekil ve kadarıyla konuşulmamaktadır?




“VERİRSİN DALGAYI İSA OLUR... ANLATMAYA KALKSA KİMSE İNANMAZ”

AKİT: Ergenekon İddianamesi’nde buna benzer bir ifadeyi hatırlıyorum...

Av. Ali Rıza Yaman: Evet. Zannediyorum Ümit Sayın’ın ifadesiydi. “Verirsin dalgayı, İsa olur, Musa olur... Anlatmaya kalksa, kimse inanmaz.” diyor. 2000’li yılların Türkiyesi’nde bu mevzu konuşulmaya başlandığı vakit, yarım ağız konuşuluyor ve bütün cehd; nasıl ispatlanacağına veriliyordu. Dayatılan ve sahte olan ispat mantığının dışına çıkan herkes hemen fark eder ki; işkenceden gaye de asıl olarak budur. Özetlersek... Elektro-manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi; bildik türden hâkim ve dayatılan ispat mantığıyla ispatlamak pek mümkün değildir. Zira diyalog şöyle gelişecektir: Şikayetin nedir? Derdini anlat... İşte şöyle oluyor, böyle oluyor... İspatlayabilir misin? Psikolojik sıkıntılarından dolayı böyle söylüyor olabilir misin? Malûm hapishane şartları insana sıkıntı verir, psikolojisini bozar... Kişinin dili döner ve meseleyi ifade ederse söylemesi gereken şudur: Bahsettiğim elektrikî dalgaları elimle tutup size gösteremem ya, nasıl bir ispat istiyorsunuz?

YENİ AKİT GAZETESİ

`Ateşten Yıllar` ve `Salih Mirzabeyoğlu`na Özgürlük`
Teodora Doni
09 Mays 2011

Gazetemiz Yeni Şafak yazarlarından Abdulkadir Selvi`nin Nesil Yayınları`ndan çıkan "Ateşten Yıllar" adlı son kitabını okuduğumda bir kere daha anladım ki bu günlerde olup bitenleri daha iyi anlayıp kavrayabilmek için öncelikle geçmişi her yönüyle ve tüm gerçekleriyle bilmek gerekiyor.

Çünkü "Ateşten Yıllar", Bediüzzaman Said Nursi üzerinden gelişen siyasi tartışmaların alevlendiği üç kritik dönemin belgeleri, tutanakları arasından çıkıp gelmiş bir araştırma... Gerçekten çok emek verilen, çok kapsamlı bir araştırmanın ürünü olan bu kitabı; sadece siyasetle ilgilenenler değil geçmişi bilerek yaşadığımız günleri anlamak böylece geleceği de doğru yorumlamak isteyen herkes kesinlikle okumalı bence.

"27 Mayısçılar sadece siyasi iktidarı alaşağı etmemişti. Ordunun içinde de geniş bir kıyıma girmiş iki yüz yirmi generalin bir gecede orduyla ilişiği kesilmişti. Tasfiyeler, tutuklamalar, ihanetler, ihbarlar; darbe döneminden nemalanma çabalarına eklenince korku dolu günler yaşanmaya başlamıştı. İnsanlar `belki beni ihbar eder` korkusuyla dostlarından bile uzak duruyordu" diye anlatılan ateşten yıllar.

"27 Mayıs ihtilali en acımasız ve en korkunç yüzünü, aralarında cumhurbaşkanının, başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bulunduğu Demokratların dipçik altında itile kakıla Yassıada`ya tıkılması, diğeri ise Said Nursi`nin mezarının parçalanması olayıyla gösterdi. Çünkü bu mezardan başka mezarlara yollar açılacaktı. Bediüzzaman`ı mezarında rahat bırakmayanlar, bir yıl sonra bu kez Menderes`i hasta yatağından alıp, bir öğle vakti ipe çekeceklerdi" diye anlatılan ateşten yıllar.

O dönemde ileri sürülen "Said Nursi`nin naaşı denize atıldı" iddiasını çürüten belgelere de yer veren bu kitaptan haberdar olduğum gün, televizyon kanallarından Usame Bin Ladin`in öldürüldüğüne(!) ve denize atıldığına (!) dair ilk haberleri dinlediğim gündü. İlginç değil mi. Nasıl da aynı zihniyet. Denize atıldı diyerek yalanlarını, oyunlarını, zulümlerini gizleyeceklerini, gerçeğin üstünü örteceklerini sanıyorlar. Tıpkı ülkeleri işgal ederken, biz oraya demokrasi götürüyoruz dedikleri gibi.

Aslında sadece Türkiye değil bütün İslam ülkeleri, ateşten yıllar değil tam anlamıyla ateşten bir yüzyıl yaşadı ve şu günlerde Ortadoğu`da, Afrika`da, Kafkasya`da, Balkanlar`da ve Ortaasya`da olup bitenlere bakılırsa ne yazık ki İslam Milleti`nin ve tüm mazlumların ateşten yılları devam ediyor. Zalimlerin fitne fesat oyunları da...

Beklemedikleri bir anda Tunus`ta başlayan halk ayaklanmasının diğer ülkelere de sıçrayacağını öngören bu zalimlerin bundan sonraki ayaklanmaları kendi kontrollerinde istedikleri gibi şekillendirmek için Mısır`da da Libya`da da, Yemen`de de, Suriye`de de; dinamitleri de kendileri koydular fitilleri de kendileri ateşlediler diye düşünüyorum. Tam da bu noktada tüm İslam Milleti Türkiye`den meydanı bu zalimlere bırakmamasını, mazlum ve kardeş halkların yanında etkin bir şekilde yer almasını bekliyor.

Peki Türkiye ne yapıyor. Siyasilerin her geçen gün seviye kaybeden atışmalarını hep birlikte izliyoruz ne yazık ki. Keşke üzücü olan sadece seviye kaybı olsa... Bir yandan karşılıklı hakarete ve tehditlere varan söylemler çoğalırken diğer yandan aynı şekilde insanlarımızın canına kast eden bence oldukça provokatif saldırılar da hızla artıyor. Yani zalimler bu ülkede de büyük bir fitne fesat oyunu için yine iş başında.

Oysa insanlar nasıl da umutlanmıştı, artık her şey güzel olacak diye. Artık barış gelecek, huzur sağlanacak, sofralar bereketlenecek diye. Artık insanca yaşanacak ve ülke tüm özgürlüklerin güvence altına alındığı yepyeni bir anayasaya kavuşacak diye. Artık yeni Nazım Hikmet`lere, Said Nursi`lere, Necip Fazıl`lara sahip çıkılacak diye.

Oysa yine insanlar düşüncelerini yazdığı için hapiste. Elbette görünürde düşünmek ve düşündüğünü yazmak artık suç değil ama suya sabuna dokunmamak şartıyla. Eğer yazdıklarınızda, söylediklerinizde iyi, doğru ve güzel için insanlara bir çağrı; kötü, yanlış ve çirkin için bir eleştiri varsa suçlanmanız için yeterli olabiliyor. Kendinizi her an yasadışı örgüt lideri olarak bulabiliyorsunuz mahkeme karşısında.

Ömür boyu hapse mahkûm Salih Mirzabeyoğlu bunun sayısız örneklerinden biri sadece. Bütün eylemi sayısız esere imza atmaktan ibaret olan Salih Mirzabeyoğlu yıllardır demir parmaklıkların arkasında ve bugün doğum günü. "Salih Mirzabeyoğlu`na Özgürlük" kampanyasını başlatan arkadaşları birkaç gün önce bana gönderdikleri mesajda; 9 Mayıs 2011 Saat 13.30`da yani bugün Salih Mirzabeyoğlu`nu ziyarete gideceklerini, doğum gününde yalnız bırakmayacaklarını, içeri giremeseler de, avukatları aracılığı ile kendisine iletmek istedikleri mesajları yollayacaklarını yazmışlardı.

Ben de mesajımı buradan yazıyorum umarım iletilir Salih Mirzabeyoğlu`na. Kendisinin 28 Mayıs 2010 tarihinde Telegram (zihin kontrolü) işkencesi altında, Carlos`a "Başyücelik Devleti" adlı eserinin İngilizcesini imzalarken avukat görüşü sırasında yazdığı metni aynen tekrar ederek:

"İslam davasının kahraman devrimcisi Salim Muhammed (Carlos)a... Daha henüz ölmedik. Söyleyecek sözümüz var ve görüşmek dileğimiz ümitten öte birgün buluşuruz İnşallah! Öncü rolünü unutma aziz Gönüldaş! Allah her iki dünyada yüzünü güldürsün sana hayırlı ve mutlu günler diliyorum kurtuluşa ermen dualarımla." (Söz Çakal Carlos`ta –Tahkim Yayınevi)
YENİŞAFAK

Salih MİRZABEYOĞLU'ndan Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN' İçin Taziye Mesajı
Millî Birlik Ruhu
05.03.2011



Bolu F Tipi Cezaevi’nde tutulan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, 4 Mart 2011 tarihli avukat görüşünde, Av. Güven Yılmaz ve Av. Ali Rıza Yaman aracılığıyla aşağıdaki taziye mesajını yollamıştır.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

“Müslümanları başkası için değil İslâm adına siyasete ısındıran Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN hocamıza rahmet, yakınlarına ve partili dostlarına sabırlar diliyoruz. İslâm Âlemi’nin başı sağolsun.

Salih MİRZABEYOĞLU”

http://www.millibirlikruhu.blogspot.com/

Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük!
Zeynep Bozdaş
Ocak 21st, 2011

Dinle kalemden , bak kimlerden şikayet eder?
Ne ister?

Salih Mirzabeyoğlu’nun kalemi özgürlük ister , adalet ister … Necip Fazıl’ın şiirlerini süslü mikrofonlara okuyanlar görmezler mi emanetini , talebesini? Salih Mirzabeyoğlu , Necip Fazıl’ın en yakınıyken nasıl müsade edilir tutsaklığına ? 56 cilt telif eser nasıl görmezden gelinir?

Haksızlığa kapatılan gözlerin ağır istigmat vizyonları , tutsaklığa çalışan zihinlerin tabiri yok parmaklıkları…

Tutmalı adaletin ellerinden , gerçek adaletin…Hiçbir suçu olmayan kalem, özgürlüğe bırakılmalı , Salih Mirzabeyoğlu kalemini özgürce kullanmalı , Hocasının yolundan parmaklıklar dışında yürümeli..Salih Mirzabeyoğlu adaletsiz adaletin ellerinde tutsak , üstelik hiçbir suçu yokken!

İslam dinini paganizmle anma gibi bir hadsizlik sergileyen haddini bilmez Rushdie bile ortalıklarda gezerken , Mirzabeyoğlu’nun suçsuzluğu , özgürlüğü mü battı gözünüze? Modernlik uğruna kriter yaladığınız ‘batı’nın karşısına dikilen ‘büyük doğu’ projesi mi korkuttu rezil ideallerinizi? Kabiliyetsizliğin heykelleri ‘zihin kontrolü işkencesi’ ile püskürtmeye çalışıyor Mirzabeyoğlu’nun fikirlerini. 56 cilt telif eser size sözcüklerini bir bir yedirirken işkenceli galibiyetinizi kutlayabilecek misiniz bakalım?

Binlerce zihin , kalp; Mirzabeyoğlu ve fikirleri ile dolu. Emperyalist dostlarınızın boş akılları da taş kalpleri de bu dolu dolu kalpleri , zihinleri boşaltacak bir zulüm aleti yapamaz , bilesiniz!

Mirzabeyoğlu’nun telegram-betatron’a maruz kaldığını herkesin bilmesine rağmen balina katliamlarına hıçkıra hıçkıra ağlayanlar gözlerini , kulaklarını , ağızlarını kapatıyorlar. Gen. yaşta idam edilen gençlerin mektuplarını okurken ağlayanlar , kalemin esaretini görmezden geliyorlar !

Aynı kaynaktan beslendiğin kardeşini işkencenin ellerine bırakmak , tüm mikrofonlar seninken suçsuzluğunu bağırmamak insanlık mı ? Necip Fazıl’ın umutlarını yeşerten insanı , zindanda solmaya mahkum etmek adalet mi?

Güvercinin arkadan vurulmasına yükselen çığlıklar , fikrin zindanda solmasına sustu, susuyor. Güvercin için mürekkep harcayan kalemler ‘umut’ için kurudu. Kalemler haksızlıkların karşısında duvar değil miydi? Ne oldu? Emperyalizm kalemleri de mi esir aldı?

Salih Mirzabeyoğlu’nu tutuyorum !
Özgürlüğü tutuyorum !
Gerçek adaleti tutuyorum !
Haklıyı tutuyorum !

Bebek katilleri konforlu hücrelerde yaşarken , eli kalem tutanlar işkence yuvalarında tutuluyor ! Mürekkebin tükürdüğü adaletiniz ancak bebek katillerine yarar !

Özgürlükçü müsünüz? Nah Özgürlükçüsünüz!
Adaletli misiniz? Nah adaletlisiniz!
Tarafsız mısınız? Nah tarafsızsınız!

Kibarlıktan kırılanlar kusura bakmasınlar, betonlaşmış fikirleri kırmak için bu tür kabalıklar şart…

Salih Mirzabeyoğlu özgür olmalı ! Gökyüzüne bakarak yazmalı ideallerini…
İslamı anlayamayanlara sözleri derman olmalı…
Mürekkebi, çektiği işkencelerle ağlatmamalı sevdiklerini , yaptığı projelerle gülümsetmeli yüzleri…

Salih Mirzabeyoğlu özgürce yürümeli yolunda…Özgür olmalı , bebek katillerini koruyan adalet onun kapısını da çalmalı…

Kaynak: http://www.sivildusunce.com/2011/01/salih-mirzabeyogluna-ozgurluk/

Milli Gazete - 15 Mart 2010
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Mar 19, 2015 11:24 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Ekm 12, 2013 6:50 pm    Mesaj konusu: ÖLÜM ODASI’NDA 15 SENE Alıntıyla Cevap Gönder

ÖLÜM ODASI ÜZERİNE..
Cem TÜRKBİNER
19 Nisan 2014
yazar9@adimlardergisi.com
Kitabın Sanat Hâli



İnsan üzerine konuşmak zor.. İnsanın kendini anlayıp yorumlayabilmesi ise, kâinatta altına girilebilecek en çetin yüktür. Varoluştan maksat, insanın Rabbini tanıması; bu ise, ancak kendini bilmesiyle mümkün.. O hâlde insanın kendini bilme serüveni, Rabbini bilme yolunda elzem bir keyfiyet ifâde ettiği gibi, aynı zamanda varoluşunun da gereğidir. Niyazi Mısrî’nin, “Men arefe nefsehu / Fakat arefe rabbehu / Nefsini sen bilmeden / Subhan’ı arzularsın” sözleriyle dile getirdiği mesele..

Kendini bilme meselesi; Allah’ı bilme mevzuunda hâlledilip geçilen bir merhale olmaktan çok, içinde bulunulan dünyanın kaçınılmaz bir gerçekliği olarak “sürekli bir oluş”tur. İnsanın idrâkine muhatap olan “eşya-şeyler”, insanla muhatap olana kadar insandan bağımsızdır. Karşılaşıldığı ândan itibaren ise, muhatap olunan “çevre”deki yerini alır. Düşünce, muhatap olunan şey ile irtibata geçince, onu mânâ dünyasına katar. Fakat bu mânâlandırma, hiç bitmeyen bir dinamizme sahiptir çünkü, çevre düşünceyi dönüştürürken, düşünce de çevreyi dönüştürür. Mutlaklığı perdeleyen bir diğer özellik ise, insan nefsinin kendine has hususiyetidir.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle; “İdrak, idrak edilen şeyin suretini almak demektir… Hissedilen şeyin âid olduğu duyu organında mislinin vaki olması, şuur edilmiş olmasıdır; bu, dış hakikatin ruhta resmedilmesidir, buna “ma’kul-aklî, aklın kabul ettiği” deriz”..[1]

İnsanların gözünde şekilsiz ve sıradan olan bir taşa bir heykeltıraş baktığında; bitmiş eserini, maddenin sûrete bürünmüş hâlini görür. Bomboş bir tuvâl karşısında bir ressam da neticeyi, maksadını, muradını, eserinin kemâle ermiş hâlini hayâl eder. Sanatkârların zâhirî “icad fiili”, esasında tasavvur hâlinde hayâl âleminde zaten “yaratılmış” olan bir şeyin, maddî âlemde de varedilmesidir. Bir başka deyişle madde yani mermer, tuvâl, boya veya şâirin, yazarın kelimeleri; işte bu mânânın sûrete bürünmesi, maddî âlemde tecellî etmesidir. Buradan hareketle, sanatın idrâke olduğu gibi idrâkin de sanata bakan yönleri vardır, denilebilir.

Maddî ortam, sanatkârdaki mânâların yansıdığı bir aynadır. Aynadaki sûret, sanatkârın anlattığı hakikatin kendisi değildir. Ama o hakikatten ayrı da değildir. Sûrete bakarak perde arkasını yani hakikati görebilmek için sanatkârın lisanını, sanatındaki semboliği bilmek gerekir. Bu sembolik sanatkâra bağlıdır. Hayat hikâyesi, fikirleri, inançları, idealleri.. Bunlarla birlikte, eserin oluşturulduğu zaman ve mekân şartlarını bilen bir kişi, sanatkârın lisanına hâkim olur. Sadece akıllı (görebilen) seyirciler, lisanı kullanarak sanat eserine baktıklarından, zâhirden hakikate doğru yol alabilirler.

Aynanın ve yansımanın ne olduğunu bilen bir göz, baş aşağı duran bir nesne gördüğünde bunun suda yansıyan bir akis olduğunu hemen teşhis eder, başını yukarı kaldırır, gözünü gerçeğe çevirir ve maksadı anlar. Aynanın yansıma lisanından gâfil gözler ise, eğer muhatap olunan nesneye dâir kendilerince bir bilgiye sahiplerse, baş aşağı duran nesneye bakıp şaşırırlar. Başlarını ters çevirmek yoluyla gözlerini ve şuurlarını sûrete uydururlar. Eğer bir ilk bilgi bile yoksa, gördüğü nesnenin baş aşağı olduğuna dâir bir fikir de yoktur ki; mevzu, “ben bunu anlamıyorum” hükmüne varır.

Anlayışa Hitap

Eserin, kendini sembolik bir şekilde anlatması, her şeyden önce anlatılmak istenen “şey”in ne olduğu ile ilgilidir. Elbette, yemek yenmediğini, “içerideki boşluğun isyanı” şeklinde sembolik olarak belirtmek bir zaruret değil zarafettir. Ancak, üzerinde konuşulan her mesele, “karnım aç” basitliğinde ifâde edilebilme şartlarına sahip değildir. Zarafetin zaruret ifâde ettiği meseleler vardır. Anlatılmak istenen mesele mücerretleştikçe, sembolik anlatım bir ihtiyaç olarak meydana çıkar, ki sanat da buradan doğmuştur. Bu sembolik ifâdelerin gâyesi, buradan çıkan mânâları, muhatapların zihinlerine yaklaştırmaktır. Tasavvur edilirken sûretlerden yola çıkılırsa, mânâlar muhayyilede daha açık belirir ve bu zemin üzerinde o mânâlardan bahsetmek daha kolay olur. Böylece, sûretlere bakan bir kimsenin oradaki mânâyı elde etme hevesi de artacaktır. İbn Arâbî Hazretleri der ki; “Mânâ, sûret kalıbına ve şekle büründüğünde his ona âşık olur.” Ayrıca, muhatap olunan semboliğe tekrar tekrar müracaat etme fırsatı hep vardır. Bu durum sayesinde, semboliklere yoğunlaşarak, gösterilmek istenen mânâ hep yeniden elde edilir.

Ebced ve iştikak da, içinde zarafeti, zarureti ve bir gâyeyi barındırmak sûretiyle bu zümredendir. Amerikalı bir psikiyatr, terapide rüyâ tâbirine çok ehemmiyet vermektedir. Bir hastasının gördüğü rüyânın bir yerinde, okyanus üstünde yüzen klâsik ahşap bir sandalye vardır. Rüyânın kendi serüveni içerisinde bu yüzen sandalye, içinden çıkılmaz bir durum oluşturuyor. Psikiyatr, kendi metodu çerçevesinde o sandalyeye bir mânâ yükleyemiyor ve tâbirden âciz kalıyor. Tam bu sırada eline geçen eski bir lûgatta, günümüzde klâsik sandalye için kullanılan kelimenin, kadîm dilde “ruh” mânâsına da geldiğini öğreniyor. Rüyâ, ruhu bir sandalye sûretinde anlatıyor ve sûret, mânâya ancak kelime tevafuku vasıtasıyla bürünebiliyor. Tâbir, sandalyeden kastın ruh olduğu anlayışıyla yerli yerine oturuyor ve terapi, bu anlayıştan sonra ilerleyebiliyor.

Ebced ve iştikak, muhatap olunan sûretin mânâ kasdına yaklaşmak için bir usûl belirtir. Misâlde de görüldüğü gibi, hem zevke hem mecburiyete bakan bir gâyesi vardır. Şunu da belirtmek gerekir ki, anlayışa dâir bir usûl belirtirken, sûretleşmesi neticesinde muhatap olan için de bir usûl ihtiyacı doğurur. Bilmeceyi çözecek şifrenin, bizzat bir bilmece olması gibi.. Perdenin gizlediği hakikatin yanında, perdeyi gören gözün de gizlediği vardır. Bu keyfiyet, bu âlemin hakikî değil bir misâl âlemi olduğunun ve insan için sûrete sığınmaktan başka çare olmadığının bâriz bir delilidir.

Kâinat, Allah’ın “Ol!” emriyle varolduğu için bütün varlıklar O’nun sözleridir. Bundan dolayı kâinatın yaratıldığı “lisan”ın dışında bir gerçeklik olamaz. O’nun sıfatlarıyla şereflenmek de ancak bu “lisan” ile alâka kurmakla, lisan-ı ilâhî’yi kazanmakla mümkündür. “Varlık bir harftir, sen onun mânâsısın” diyordu İbn Arâbî Hazretleri.. Bu lisan ile yazılan “varlık harfi”nin mânâsına işaret eden aklî emareleri, insan gözüne görülebilir kılmak çabasında bir eser Ölüm Odası.. Esere bakışta Mısır hiyeroglifini veya Hitit çivi yazısını ilk defa gören arkeologlar gibiyiz sanki ama elimizde bir dizi işaret var. Tıpkı Eski Mısır tapınaklarının duvarlarındaki kuş, timsah, insan ve bitki tasvirleri gibi.. Bir maksadı olduğu belli bu işaretlerin.. O maksadı anlamak için ise işaretlerin arkasında gözle görünmeyen bir şeyler aramak gerek.. Nasıl ki hiyeroglifi çözebilmek için Eski Mısır lisanı, grameri, fonetiği ile birlikte bu lisanı konuşan toplumun tarihi ve geleneklerinin bilinmesi şart ise, esere yaklaşabilmek için de onu ören müessiri bilmek ve sıfatlarından pay devşirebilmek gerek.. Bütün hayatı ve eserleri “Ben kimim?” sorusu etrafında geçen müessirin,“Ben”deki anlayışa hitap edebilmesi için de, her şeyden önce bende bir “Ben” arayışı oluşması gerek.. Bir eser, muhatabına müessir tarafından edilmiş bir emanettir. Emanet edilen, kendisine bu mertebeyi emanet edenin vasıflarıyla bezenmeli ve donanmalı, öyle ki bu donanım onun eylemlerine, bütün bir hayatına aksetmelidir.

Ölüm Odası’nın Kapısı

İbn Arâbî Hazretleri’nin andığı, dört mertebe üzerine oturan “Allah adamları” vardır. Birinci kısım zâhir, ikinci kısım bâtın, üçüncü kısım had, dördüncü kısım ise matla’ adamlarıdır. Zâhir mertebesinde mülk âlemi, bâtın mertebesinde gayb âlemi, had mertebesinde ruhlar âlemi, matla’ mertebesinde ise ilâhî isimler tasarruf altındadır. Mülk âlemi ilim, gayb âlemi inanç, ruhlar âlemi mucize, ilâhî isimler ise sırdır. İlim bilinir ve görünür, inanç bilinir ve görünmez, mucize görünür ve bilinmez, sır ise bilinmez ve görünmez. Bu dört mertebe aynı zamanda Kur’ân âyetlerinin de iç içe mânâlarıdır. Allah risalet kapısını kapadığında, peygamberine vahyetmiş olduğu şeyde insanlar için “anlayış kapısı”nı açık bırakmıştır. Bütün anlayış feleği, dört mertebeyi üzerinde taşıyan insanların etrafında döner. Dört mertebenin bir insanda toplanması ise, o insanın hayatının merhaleleri şeklinde görülebilir. Matla’, had ve bâtın mertebelerinin oluştuğu yerde sıra, zâhirindir; yâni bilinir ve görünür olmakla mülk âlemini tasarrufuna almanın..

Kâinatta var olan her şeyin, kendi olarak göründüğü bir sûreti ve bu sûretin hakiki âlemde bir mânâsı mevcuttur. Kapı; iki âlemin, iki mekânın, iki “şey”in arasında durarak iki yöne de muhatap olan ve bu ikiliği hem ayıran, hem birleştiren bir keyfiyet ifâde eder. Berzah keyfiyeti.. Bir “şey”, her şeyden önce olduğu gibi veya ne ise o olarak anlaşılmalıdır. Çünkü her şeyin, kendisini başkalarından ayıran, kendisini kendisi yapan bir özelliği vardır. Eğer bu özellik olmasaydı, bahsedilen şey varolmazdı. Berzahta olmanın varlığı anlamaya katkısı, öncesi olanın ve olmayanın, varolanın ve olmayanın, imkânsızın ve zorunlunun ve olabilenin oldukları gibi anlaşılması gerektiğine bağlıdır. Öte yandan misâl olarak, Allah kendisini, hem hoşnutlukla hem kızgınlıkla niteler, böylece ilâhî isimler birbirinin zıddı olur. Bunun aslı, sonsuz varlık ve sonlu varlık hakkında hükümde bulunulmasıdır. Allah’ın sözleri söz konusu olduğunda, İbn Arâbî Hazretleri’ne göre; “O sözler, değişmez olmaları sebebiyle öncesi olmayan; varoluşları ve belirişleri sebebiyle ise yaratılmış olandır.” Bu durumda, bir kavramın gerektiğinde başkası gibi anlaşılmasının, bir açıdan varlığın öz olarak buna uygun olmasından, diğer bir açıdan ise varlığı anlamaya duyulan ihtiyaçtan kaynaklandığı söylenebilir. Varlığı, bir bütünü oluşturan öğeler olarak görürsek; bu öğeler, yüklendikleri görevleri ancak zıtlarına âit hususiyetleri de kendilerinde barındırarak yerine getirebilirler. Allah’ın üstünlüğü ise, diğer varlıklardan farklı olarak, sadece zıtları kendisinde barındırma olarak değil, aynı zamanda “mutlak olan tek varlık” olarak zıtları aşmasında, daha doğrusu zıtlar üstü olmasında belirir. İşte berzah, kâinata Allah’ın sıfatlarıyla donanarak bakabilmenin imkânını sağlar.

Berzah mevzuunda, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Berzah-Bütün Dalların Birleştiği Kök’e” isimli bir eseri, İbn Arâbî Hazretleri’nin de, Fatiha Sûresi’nden başlayarak Meryem Sûresi’nin sonuna kadar ki kısmı kapsayan bir tefsiri mevcuttur. Toplam 60 defter tutan tefsirin 48 defteri, tek bir âyetin[2]tefsiridir. Söz konusu âyet, iki denizin birleştiği yer ile ilgili bir mevzu üzerinedir.

Kapının o tarafında bir İnsan, bu tarafında ise O’nun dışındaki bütün bir insanlık var. Sûrette bir kapı kapandığında, hakikatte kapanan mı mahrum kalmaktadır yoksa kapayanla beraber bütün bir insanlık mı? Ölüm Odası; ilmin, inancın, mucizenin ve sırrın, müessirinin sirayetiyle sürekli bir oluş hâlindeki terkibidir, anlamak mümkündür ama okunup bitirilebilecek bir eser değildir. Sırlarının kesafeti ve ilimlerinin bereketi sebebiyle muhatabına hayatı boyunca eşlik eder; hayatın her ânında, gençlikte ve ihtiyarlıkta, bir doğumhanede veya ölüm döşeğinde başka başka mânâları keşfettirir. Söylenecek söz, esere ve müessire bakan yönüyle şudur;

“Nist Peygamber, veli dared kitab”..[3]


[1] Ölüm Odası-Giriş sf 402

[2] Kehf Sûresi 60. âyet. Meâli: Bir vakit Musa genç hizmetçisine demişti ki: “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım yahut senelerce gideceğim.”

[3] “Peygamber değildir fakat kitabı vardır.”

Not: İbn Arâbî Hazretleri’nden yapılan alıntılar, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin muhtelif yerlerindendir.

Kaynak: http://www.adimlardergisi.com/olum-odasi-uzerine/

ÖLÜM ODASI’NDA 15 SENE(*)
08 Ekim 2013
Şükrü Sak

Salih Mirzabeyoğlu 15 yıldır cezaevinde, son dokuz yıldır da tek kişilik bir hücre-Ölüm Odası’nda- tecritte… Mirzabeyoğlu 28 Şubat darbecilerinin emir ve talimatıyla idâm cezasına çarptırıldı, dosyasında bir tek eylem yok, ne de bir eylem talimatı… Bilinen tek suçu; O’nun “Mütefekkir” kimliği ve yazdığı eserler; başta fikir, şiir, roman, hikâye, otobiyografi tarzı eserler… Batı felsefesinden İslam tasavvufuna, Divân Edebiyatından hukuka, sosyolojiye, psikolojiye, eski Yunan, İslam tarihine kadar onlarca alanda 60’a yakın eser… Her biri başlı başına çığır açabilecek, devrim sayılabilecek yenilikler getiren eserler… Necip Fazıl’ın 1983’te kendisine söylediği; “Dünya bir kahraman bekliyor; bir fikir kahramanı… Hadi bakalım, inşallah! Bizden bekleniyor, bizde de bir FİKİR ADAMININ YAŞAMAMASI için her şey mevcut…” sözü, bugün de O’nu “yaşatmamaya” çalışanlarca bir kere daha doğrulanıyor sanki… Daha önce; suikast girişimleri, gözaltında kaybetme teşebbüsleri, işkenceler ve 2000 yılında Metris’te uğradığı saldırılarda, O’nu öldüremeyenler, en son 2002’de darbecilerin talimatıyla O’na idâm kararı verdirdiler… Ve bugün bu şartlarda bu zulüm hâlâ sürüyor… O’nun düşünceleri, eserleri ve sanatı çerçevesindeki sohbet notlarını ilginize sunuyoruz… (Şükrü Sak)

SOHBET – İNTİBÂ

I. BÖLÜM *

Salih Mirzabeyoğlu:
“GERÇEK AYDIN ÇAĞINDAN MESUL NSANDIR…”

-Günlük meselelere günlük çözümler ile bu “İdeolocya-Dünya görüşü-Sistem” mevzu, çoğunlukla birbirine karıştırılıyor sanki?..
-Tamam, anladım kasdınızı… İnsan ve toplum meseleleri ekseninde söylüyorum; bu adam aç, geldi, bugün doyurdunuz. Yarın, öbür gün? Günlük meselelere günlük çözüm bu. Açlık devam ediyor, öğlen, akşam… (…..) Biz meseleleri sistem çapında ele alıp, sistem çapında çözümler teklif ediyoruz. Günübirlik meselelere günübirlik sunî çözümlerle karıştırılacak, kıyaslanacak bir şey değil ki bu… Nitekim bunun örneklerini aktüalite içinde bolca bulabilirsiniz; onu halletmeye çalışırken bu patlıyor, bunu düzeltmeye çalışırken öbürü, vesaire… Biz “ruh”, ruhçuluğun hakikati filân diyoruz, anlaşılmıyor. Bu başlı başına bir sistem meselesi…

-Bu “sistem meselesinin” bir özelliği de, İslam’a nisbet içinde-hesapta- mesele konuştuğunu düşünenlerin…
-Ondan da önce, ortaya koyduğumuz şey ne, ona bakılması lazım; her dünya görüşünün eşya ve hadiseleri ele alış, yorumlayış tarzı farklı, bu bir “muhakeme biçimidir” her şeyden önce. Biz her adımda İslam’a nisbetimizi muhafaza etmek zorunda olduğumuza göre?.. Bu nasıl olacaktır? Nisbetsiz, başıboş, nerden gelip nereye gittiği izâhsız bir “düşünce faaliyeti” ile olacak iş değil bu… Halbuki biz (Büyük Doğu-İbda); Muhakeme usûlu prensiplerini getirdik, ölçülendirme ölçülerini koyduk ve doğrulayıcılık usulünü…(…) Neticede kendi fikir sistemimizin, hem Batı’ya hem Doğu’ya dönük çehresi meydanda… “Bütün fikrin gerekliliği” ve Mutlak Ölçüler’in zabıtası olmaksızın bunun “kurulamazlığını” ispatladık… Felsefeden sosyolojiye, tasavvuftan hikemiyata kadar el attığımız her mevzuda; insan ve toplum meselelerinin ancak böyle bir ideolocya temelinde sistem şuuru-şuur sistemi ile ÇÖZÜLEBİLECEĞİNİ de…
-Bu meselenin (fikir sistemi-dünya görüşü) meselesinin, Türkiye şartlarında yeteri kadar veya gerektiği gibi anlaşıldığını düşünüyor musunuz?… Çünkü bu meselenin böyle sokaktaki sade vatandaşa değil de, aydın kesime, entellektüel tabakaya hitab eden asıl çehresi…

“AYDIN ÇAĞINDAN MESUL İNSANDIR…”
-MEVZU FİKİRSE; O ve BEN…-


-Bunu hem Batı’dan hem Doğu’dan örneklerle BÜYÜK MUZDARİBLER de anlattık; her yönüyle… Hem tasarrufuna almaya hem de insan ve toplum meselelerine el atarken görünmesi gereken derinliğe misal olarak… Hadisenin özü; Aydın çağından mesûl insandır ve bu mânâya bitişik olarak da velilik bir mecburiyettir… Bunların anlaşılması lâzım… (…..) “Türkiye şartları” filân deyince, bu da artık dünyadan kopuk ve bölge şartlarından bağımsız olarak değerlendirilebilecek bir şey olmaktan çıkmıştır…

-Fikir sistemi-Dünya görüşü mevzunun, öncelikle aydınlara dönük çehresi kasdıyla…
-Tamam, daha hususi planda… Şimdi diyelim ki, namazında niyazında, tesbihinde Kur’an’ında, evinden işine işinden evine bir Müslümansın, tamam… Ama bir “iddia” ile ortaya çıktığın zaman-bütün topluma, Müslümanlara dair bir iddia ile- ya bunu(Bd-İbda) göreceksin veya daha iyisini ortaya koyacaksın… Öyle kibirle, hasedle, inatla “karşıyım!” olmaz!… Böyle bir şey kişinin “imanını” tehlikeye sokar… Çünkü sen bütün Müslümanları ilgilendiren bir iddia ile ortaya çıkıyorsun… “Yanlış” bir şey yapıyorsan zararı İslam’a ve bütün Müslümanlara… Bunun görülmesi lâzım!… Sonra, oyuncak değil ki bu; burada daha “mükemmel bir vasıta”(Bd-İbda) dururken “yok, ben kendim bir vasıta icâd edeceğim” takâzâsı ile… Olmaz…(…..)
Bunu, İslam’ın-Müslümanların temel, hayatî-zarurî ihtiyacına nisbetle ve “hedef-vasıta-gaye” ilişkisi içerisinde düşünürseniz; burada diyelim “hızlı tren” dururken, “kağnı”yı tercih etmek gibi, değil mi, olmaz…

-Böyle bir başıboşluk veya rastgelelik?….

-Bunun yol açtığı emek, zaman, enerji, güç isrâfı bir yana… Bütün sosyal hayatın her alanında var olan tabii hiyerarşiye burada niye uymuyorsun?.. Bunun yol açtığı zararlar bütün Müslümanlara, herkes bir şekilde etkileniyor bundan… Burada zaten aydınlara çok büyük sorumluluk düşüyor… Bunun anlaşılması lâzım…(……)
Biraz önce “tabii hiyerarşi” dediğim husus; askere gidiyorsun, erden generale kadar o şeye tabi oluyorsun, trafikte polis kuralı hatırlatıyor uyuyorsun, şurada memur geliyor vergini veriyorsun, burada zâbıta geliyor ruhsatını… Hülâsa toplumda varolan, işleyen düzen içinde işin gereği ve tabii olarak o kadar şeye uyuyorsun da, mevzu-konuştuğumuz çerçevede- fikir-fikir sistemi olunca; “Yok, ben kendi kafama göre…” Mesele birden nerden nereye düşüyor… Halbuki cumhurbaşkanı da olsan-hastalık söz konusu olduğunda- gidip “doktora” tâbi oluyorsun, ‘yok, ben cumhurbaşkanıyım’ filân olmuyor… Kasdım anlaşılıyor mu bilmiyorum?… (Sosyal statü-veya- mevzun ne olursa olsun, her mevzuda o mevzunun “EHLİ OLAN”a tabi olmak…)
Mevzu “fikir”se, bu mevzu da; O ve ben… Müsadenizle(!)… Espri anlaşıldı sanırım; hasta karşısında doktorun tevâzûundan, (‘aman efendim, doktorluk kim, biz kim’ tevâzûunu(!) ) şifa değil maraz doğar… Öldürdün hastayı, geçmiş olsun…
Hadiseyi bu şekilde misâllendirmemin sebebi de, fikir kumaşım-“fikir hüviyetim”in, Üstadım tarafından; “ifrat hâlde tecrit” olarak ifâde edilmiş olmasıdır… Fikirde “doktor keyfiyeti” bensem, budur… Bunun ötesi ne olabilir… İşte, Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu arasında açılmış keyfiyet şemsiyesi (İbda) ortada… Nisbetini kurup çoğalmaya bakacaksın…

Hep Yeniden, Hep Yeni:
“ORKESTRA, SENFONYA VE BİZ…”


-Bir dünya görüşünün bütün toplum tabakalarında, aydınlar, ilim adamları, sanatçılar, hukukçular, siyasetçiler vesaire bütün toplumsal iş ve verim şubelerinde, dalga dalga ayrı renklerde görünmesini ifade eden…
-Bu olmadığı zaman da “senfoni” değil, kakafoni çıkar ortaya… Bunları hep yazdık, defalarca anlattık… “Edebiyat” filân mı zannediliyor bilmiyorum, halbuki meselenin bütün ruhunu gösteren şeydir o… (….) Senfoni demek, çok sayıda adamın çok sayıda enstrümanla bir araya gelip (-bir araya-), herkesin KAFASINA GÖRE(!) bir şey çalması demek değil ki!…
Çok sayıda sanatkârın, çok sayıda enstrümanla BİR ARAYA gelip, bir “besteyi” bir notayı çalması değil mi… Hani NOTA?… Kasdımız anlaşılıyor değil mi? Halbuki bunu izâha ne hâcet… Sen baştan sona İslam’ı referans alan ideal bir devlet ve toplum hayalinden bahsediyorsun… İnsanı inşâ etmekten, anlayışı yenilemekten… İnsan ve toplum meselelerine çözüm getirmekten… Bütün bunlar zaten bir “fikir sistemi- dünya görüşü”nün hayatî zaruretini gösteren şeyler değil mi?… Bu olmayınca (bu nisbet kurulmayınca) benim yaptığımı sen yıkıyorsun, senin yaptığını o…. Tâ 1980’lerde basılan “Damlaya Damlaya”da anlattık bunları herkesin taşı getirip meydana koyması -bu nisbet olmadığı zaman- bir şey ifade etmez ki, tâ o zaman söyledik, taşları üst üste koyarsın ya bina çıkar ortaya veya taş yığını…İkisinde “taşları üst üste koyuyorsun”… Şöyle bakarsan da ‘herkes çalışıyor’; bak o da taş getiriyor buda…Taş; en önemli malzeme filan…Netice?..

“BD-İBDA İDEOLACYASI, MEKTUBAT SIRRI…”

-Nereden bakarsanız bakın, her yönden Büyük Doğu-İBDA ideolocyası…
-Bütün bunların “İbda nisbeti”nden görünen hakikâtler olduğunu söylemeye gerek yok… Epey uzun bir süre anlaşılmadı zaten ondaki (ideolocya) ruh… Onu da biz… Mektubât’tan süzülmedir o… O’nun usâresi bir nevi… O’nun (Mektubat-ı Rabbani) içinde bulunduğumuz bu zaman dilimine dönük -ihtiyaca nisbetle- çehresidir o -ideolocya örgüsü- çoklarınca bilinmeyen ve görülmeyen tarafıdır bu… İbda nisbetinin ne demek olduğu da buradan sezilmesi lazım… (…) O ruhu özümseyip anlamaktır mesele, oradaki ruh… O zaman, “ezber” ve “şablon” olmaktan çıkar ideoloji… Ve ancak o zaman -ki bizim yaptığımızda budur- onunla karşına çıkan her meseleyi, böyle lif lif çözme hassasına… Yoksa makaleler toplamı gibi, bir arada öyle zannediyorlardı, bizden önce tabii… Üstadım’ın “ben indim hatta fazlaca indim” dediği mevzu… Kaba bir bakışla bakarsan, şöyle de bir şey yok sanırsın, fakat önemli olan o ruh… O “nasıl”ın fikir çehresini ve “indim” dediği yerin YÜKSEKLİĞİNİ de gösteren biziz… “Niçin”ini ortaya koyarak…

“ON BİN DOLARLIK MÂNÂ NASIL BİR ŞEYDİR?…”

-Diliniz için söylenen “ağır” ve “zor”, belki de buradan…
-Ondan mı yoksa başka şeyden mi, neyse… Şu, bir “on bin dolarlık ev” hikâyesi var, Batılı bir aydının anlattığı… İnsan algısının ne hâle geldiği sadedinde; “Sadece rakamlarla algılayabiliyorlar artık” diye… “Ev”i ne kadar anlatırsan anlat, yeri şöyle güzel, ağaçları, bahçesi, mimarisi, estetiği filân, yok; şuuruna ulaşmıyor, bunlar bir “değer” ifade etmiyor… “10 bin dolarlık ev…” deyince, hâh tamam, şimdi anladı… “Algı” ve “değer” ölçüsü bu… Bırakın siz onu, bu “şuura” ne ile ve nasıl ulaşacaksınız… Halbuki bütün mesele bu, İstikbâl İslamındır’da anlattık; “şuur-şuur süzgeci” meselelerini, “değer”in, “şeyleri” ruha nisbet etmek demek oluşunu, değil mi?… Ruh?… İdrâk(algı)nın ne hâle geldiğini bu misâlden kıyas edin… Bunları anlamadan “İslamî” bir hayat tarzı?…

“LEYLA MECNUN’UN NESİ OLUR?…”

-Ezber ve şablonculukla anlaşılacak şeyler değil demiştiniz?…
-Bütün hâlinde Bd-İbda Külliyâtından tüten o ruh… O idrâk, anlayış seviyesi… Yoksa benim söylediklerimi yerli yersiz, papağan gibi tekrarlamak da, birilerinin bunları böyle anlamadan tekrarlaması da, neticede benim aleyhime bir durum… Burada şuna nisbetle söylediğim bir şeyi, o “nisbeti görmeden”, kafana göre kullanınca, benim kasdıma zıt bambaşka bir mânâ ve kasıt çıkıyor ortaya… Şimdi ben her defasında, yeniden o “ezberciye” bunu mu anlatayım, öbürüne sözün neye nisbetle söylendiğini, kasdını ve mânâsını izâh derdine mi düşeyim… Bir şeyi anlamadan kullanmanın “ezberciye” bir şey katmaması bir yana, böyle maksadı-muradı zedeleyen kısmı da var… O fıkra da geçtiği gibi, adam akşamdan sabaha kadar Leyla ile Mecnun’un hikâyesini anlattığı muhatabına soruyor, “anladın mı?..” Aldığı cevap müthiş bir anlayış(!) harikası; “Anladım anladım da, bu Leyla Mecnun’un nesi oluyor, onu anlamadım…” O yüzden ezber ve şablonla bir yere varılmaz, ezber ve şablonla tekâmül olmaz…

“MESELE İNSANI İNŞÂ ETMEK…”

-Bir konferansınızda geçiyordu yanılmıyorsam; dünya görüşü-düşünce sisteminin en temel niteliğini vurgularken; Anlayış temin eden teoriden daha pratik bir yol yoktur diyorsunuz?..
-Anlayış temin eden teori… Evet, İslam’a Muhatap anlayış yani… Batılı bir ekonomist, aydın; her insan bir ekonomistin ürünüdür der… Aynı şekilde, her insan bir sosyoloğun, bir felsefecinin ürünüdür, bir sanatçının ürünüdür… Hiçbir insan durduk yerde, (hiçbir şeyden etkilenmemiş olarak) “öyle düşünüp, öyle yaşamaya” başlamadığına göre?.. Her insan, “geçmişten gelen miras üzerinde”, onun izlerini, çizgilerini, işaretlerini taşır, barındırır… Bu mânâda sen kendini inşâ etmedin, ekonomiden, ahlâktan, siyasetten, sosyolojiden, felsefeden; bütün düşünüş ve tavırlarında, hayat tarzında bunların İZİ VAR… Biz bunun felsefesini, teorisini, fikrini getirdik… Daha müşahhas bir misâl vereyim; (….) Şuraya bin tane adam(asker) dizilmiş, bir kişi ne emrederse onu yapıyor… Bunun ruhî bir geçmiş ve mirasın sonucu olduğunu anlamıyor musun?.. O, “ben anlamıyorum, askere yat dersin yatar, kalk dersin kalkar, hücum dersin yapar” filân… Ordaki o bin kişiyi o bir kişiye itaat ettiren?.. İşte onu oluşturan, sağlayan; asker, teşkilât, devlet fikri, gerçeklik şu bu, neyse bu ruhî şeyini veren sen değilsin… Nitekim; “Niye sana itaat edeceğim lân, bir kişisin sen!” dediği anda iş biter, çözülür… Senin, o sanki “tabii olarak böyleymiş” sandığın şeyin öyle olmadığını görürsün. Bunun gibi; devlet nedir, hukuk nedir, ahlâk nedir, irâde nedir, fikir nedir, bunların gerçek anlamda neye tekâbül ettiği, neye karşılık geldiğinden haberin yok, bir şey olduğu zaman; “Ee bütün dünyada böyle…” Değil!…
-En çok da “demokrasi” üzerinden atıf yapılıyor; “bütün dünyada böyle…”
-Bütün dünya dediğin; Amerika ve Batı… Doksanlı yıllarda anlattık bunları; demokrasi bir teamül rejimidir diye… Zenginlik olmayan yerde demokrasi olmaz. Adam, o ekonomi dergisinde bizim yıllardır söylediğimiz şeyi yazıyor; rakamlar hatırımda kalmadı; diyelim ki, yıllık, kişi gelirinin yirmi bin dolardan düşük olduğu yerlerde demokrasi olmaz diye… Şimdi, İngiltere’de adam o zenginlik içinde tabii olarak öyle ufak tefek şeylerle uğraşmaz… O zenginliği de sömürge yolu ile elde etmiş zaten, seni sömürerek… Bunları yazdık hep; Batı kültür ve yaşayışının ulaştığı her yer Batı’dır diye… Sen şimdi bu züğürtlük içinde “Batı demokrasileri gibi” diyorsun. GİBİ… Orjinali sana ait değil. Sana uyacağına nasıl kani oldun… O adam(Batı) oraya nasıl ulaştı hiçbir fikrin yok…



“SERBEST REKABET DEDİĞİN GÖZÜNÜ OYMAK!..”

-Aynı yöntemle dış yüzden ekonomik sistem taklidi?..
-Şimdi adam -bir de profesör ünvânı var- ‘İslam’ın öngördüğü uygulanabilir bir ekonomi modeli yoktur’ diye başlıyor lâfa. Ne İslam’ı, ne de ezberlediği bir takım klişelerin dışında “ekonomiyi” biliyor… Bu şabloncu kafa iktisat ile ahlâk arasındaki o derin bağı nerden görecek… Tutturmuşlar bir “serbest piyasa”-onu da bir nevi dogma-nass gibi söylüyorlar- bunun hiçbir türlü alternatifi yokmuş ve aksi düşünülemezmiş gibi… Senin “serbest rekabet” dediğin; şunun için (mal-değer) birbirinin gözünü oymak demek!… Bunu ilmî, akademik tabirlerle süsleyince netice değişmiyor, sonuç aynı; Şunun için birbirinin gözünü oymak!… Halbuki bu -İslamî bir düzende- bir şekilde, sana da, bana da, ona da yetecekken, (adil bir paylaşım) “serbest piyasa” deyip bunu kaptığın için, şu kadar insan aç… Bu açlığın yol açtığı insanlık dışı vaziyetler… Aslında tam da devletin müdahil olması gereken yer…
Sen, onu (mal-kaynak-değer) karşındakinin gözünü oyarak, bir nevi gasbettiğin için, şu kadar insan aç, yoksul, perişan… Devlet burada müdahil olmayacaksa?..
Şunun için birbirinin gözünü oymayı “ahlâkî ve meşru”(!) kabul ettiğin için, diğer toplumsal ilişki ve kurumların da BU DOĞRULTUDA ŞEKİLLENMİŞ oluyor; hukuk, eğitim, aile vesair…
Her alanda, çıkar ve başarı için göz oymak meşru!… Ee madem öyle kabul ediyorsun, o zaman –haşa- İslam’a, İslamî bir düzene ne gerek var değil mi?

“AHLÂKSIZ EKONOMİ MODELİ…”
-İslam temelli bir ekonomik sistem modeli geliştirilip, İslam dışı bir düzende bu uygulanabilir mi derseniz, o ayrı bir mevzu… Bizim teklif ettiğimiz sistemde; “ekonomik model”, bütün sistemin bir alt-parça sistemi olduğu için… Bu sistemde (Bd-İbda); ekonomi, hukuk, eğitim, kültür, siyaset, sanat, teknik vesair, bütün SOSYAL MÜESSESELERİ KUŞATAN ve onları birbirine tamamlayan bir noktada (tamamlayan ve besleyen) AHLÂKÎ ve FİKRÎ bir dayanağa malik olduğu için, “uygulama” sorunu olmaz!… Ama ona zıt bir sistemde bu imkansız… (…..)
Bir kere, en başta, ahlâksız-ahlâkî temeli olmayan- bir “ekonomik sistem” fikri; Batı barbarlığı ve sömürgeciliğinin bir ürünü… (İnsanı ekonomik bir hayvan olarak görüp, kazanmak için her şeyi MEŞRU GÖREN bir ahlâk…) Bu bize ait bir şey değil ki… Bakın, Üstadım, işin bize ait RUHUNU gösteren misâli; şeriatte, seninki senin, benimki benim, tasavvufta; seninki senin benimki de senin, hakikatte; ne seninki senin ne benim ki benim; Mülk Allah’ındır… Böyle bir iman ve idrâk temelinde, kim şunun için birbirinin gözünü oyar…


II. BÖLÜM

Mirzabeyoğlu’nun
FİKRİ, SANATI VE ESERLERİ ÇERÇEVESİNDE

“KİMSE BİLMEZ KAYAN YILDIZ SIRRINI”

S. Mirzabeyoğlu: “Fikrim de, Sanatım da İslam’a Muhatap Anlayışımı Gösterir”
-Fikir ve sanatınız üzerine gerektiği gibi konuşulduğunu, tartışıldığını düşünüyor musunuz, yoksa bir “dil tutulması” veya başka bir şey mi?..
-Bir eserin mübdiî, eseri verdiğinde işi biter onun… Gerisi mevzunun ehli olan, fikir ve sanat hayatında çok mühim bir rolü bulunan “münekkid” veya münekkitlerin işi… “Bu eser nedir” den başlayarak, yeri, yurdu, orjinalliği, farkı, tarzı, usulü, üslûbü, yeniliği, eskiliği… Ne ise, bir eseri, eser olarak “değer ölçüsü…” Kıymet hükmünü koyacak olan “Münekkit”tir… Ama nerde o?.. Yeni dille “eleştirmen”… Münekkidin ‘kılavuz’ benzeri rolü, bir bakıma okuyucuya yol gösterirken, diğer yandan da eser sahibine bir “ayna tutma” gibidir… (….) Münekkit vasfı ile bu kesimde temayüz etmiş bir isim var mı, bilmiyorum. “Münekkit kıtlığı” diye bunu en çok dile getiren de Üstadım’dır… Ona daha esaslı ve büyük sıfatlar atfederek. Tabii şartlarda bir eseri “değerlendirme ölçüsünü” münekkit koyar. Batı’da (eleştirmen)in ağırlığı, otoritesi müelliften fazladır çoğu zaman. Çünkü vasat toplumun ve onun vasat anlayışının çok üzerinde dolaşan sanatkârla toplum arasında sürekli mekik dokur gibidir… O’nun bu bir nevi köprü rolü, fikir sanat adamını da zorlar… Böyle bir rol?.. (…..)
Fikir ve sanat adamı eserini verdiğinde onun işi bitmiştir, dedim, eser; şiir, roman, hikâye vesaire… Artık onu yorumlamak, değerlendirmek, sanat anlayışı -felsefesi- ekseninde tartışmak, müellifin değil münekkidin işidir, müellif de ehil münekkidin aynasında ona-eserine- tekrar bakmak isteyecektir… Fakat malûm olduğu üzere, bizim böyle bir “lüksümüz” olmadı… Neredeyse hiç…
-Necip Fazıl’ın koyduğu kıymet hükümleri var; Kültür Davâmız, İstikbâl İslamındır, Necip Fazıl’la Başbaşa ve diğerleri için?..
-O farklı bir konsept… Söylediğim şeyle karıştırmamak lâzım… Biraz evvel bahsettim, O’nun en fazla şikayet ettiği ve sürekli söylediği; “Biz de münekkit yok…”, galiba bugün hâlâ geçerli…


Fuzûli’den Mirzabeyoğlu’na…..
“Kimse bilmez fukâra sırrını…” değil

“KİMSE BİLMEZ KAYAN YILDIZ SIRRINI….”
-Aydınlık Savaşçıları, Önsöz, Anafor tabii bunlardan da önce Yaşamayı Deneme, Münşeat ve… Kayan Yıldız Sırrı…
-Aydınlık Savaşçıları… Hikâyesi ayrı… Baktım “Aydınlık Savaşçıları şairi” diye yapışacak üzerime, bıraktım… Devam ederdi, ediyordu yoksa o…

-Yaşamayı Deneme…
-İşte… Olmak… Ne olmak, nasıl olmak… Bugün burada devam eden hayatın bir çekirdek olarak orada toplu görünüşü gibi… Orda birazda efe bir yürüyüş vardır, on sekiz yaşın toplayıcı anten rolü… Oradan başlayan yürüyüş, bak bugüne, buraya… Başlarken yürümeye biliyordum nereye gideceğimi… Bugün 63 yaşındayım ve hâlâ zıplıyorum, durmadım… İki adım atıp (aferin ceplerinde) tükenenler utanır mı bilmem… Yaşamayı Deneme’de başlayan yürüyüş… Bugün hâlâ sürüyor, burada…

-Kayan Yıldız Sırrı…
-Nispet şiiridir o… Çile’ye… Çile’nin sahibine… İşte, ben eserimi vermişim, dönüp tekrar onu anlatacak olan ben değilim. Bak eser orda; bir tane tenkit, böyle eli ayağı düzgün, ehlince yapılmış?.. “Tenkit” deyince, bu da yanlış kullanılan bir kavram, “kritik etme”, “bu nedir?”in tartışılması, sanat eserindeki öz keyfiyetin yansıtılmasıdır o… Yansıtılması, şöyle veya böyle gösterilmesi, kritiğidir… Getirdiği o “yeni şey” ne ise onu… (Duyuş, düşünüş, fikir v.s) Ben sorabilirim onu; kim ne diyor bilmek isterdim… Benim açımdan, şiirin mücerret keyfiyeti bir yana, “saf şiir” olarak?… Fikirden süzülme şiir… Değerlendirme mi yapılamıyor, yoksa arazi bu kadar mı çorak?.. (….)

“YAŞAMAYI DENEME’DE: YAŞANMAYA DEĞER HAYAT…”
-Aradan şu kadar (30 sene) zaman geçmiş olmasına rağmen, neredeyse üç kuşak, Yaşamayı Deneme’nin bugün hâlâ yeni çıkmış gibi üç kuşak tarafından da okunuyor olması?… “Yaşanmaya değer hayat” meselesinin tohumlarını barındırıyor olmasından…
-O da okuyucunun, muhatabın takdirine kalmış artık, bilemem… “Yaşanmaya değer hayat” derken, bunun tevhidî bir tecrit ile ehline görünen mânâsı bir yana, bunun (yaşanmaya değer hayat) hazırlop bir kıyafet gibi alınıp giyilecek bir şey değil, İslam’a nisbet içinde ÜRETİLECEK bir keyfiyet olduğunu, en geniş anlamda “hayat tarzı” meselesi olduğunu anlamak lâzım… (…..)

“ÇÖPTEN HAYAT…”
“Baba” filminin sonunda bir sahne var; o şa’şalı, debdebeli hayat içinde, işte; parti, oyun, dans, kadın, eğlence, yemekler, o lüks içinde şampanyalar filân… Böyle şa’şa, debdebe ihtişam içindeki o parti biter… En son sahnede köşeden bir çöp arabası çıkar, bütün o hayattan, yaşananlardan geriye kalan ÇÖP YIĞINLARINI gösterir kamera, o çöpleri toplayıp çöp arabasına… O hayattan geriye kalan çöplük… Çöp yığınları… Çöpten bir hayat… Arkanda bıraktığın bu; çöp yığınları…
Anlatamadığımız “yaşanmaya değer hayatı”, tersinden mi misallendiriyor?… Hayatı İslam gayesine göre yorumlayan bir sanatçıya bu tablo bu sahne ne der?.. Bunun gibi daha neler…

-“Önce şiiri sevmeliydiler / Öğrenmeliydiler ipek kanatlarla yükselmeyi…. / Ve görmeliydiler baş dönmesi / Sürünmekten güzel…”
-Yaşamayı Deneme’de… İdealize edilebilecek (edebildikleri) bir hayat tarzı da kalmadı… Para ve futbolu kaldır, hiç… Başka bir şeyin olmadığı hemen görülüyor… Kahramanlara mahsus, kahramanca bir hayat tarzı?…

-Dil ve Anlayış isimli eserinizde geçen, hayat ve sanatın iç içeliğine misâl olarak…
-Eğer fertten öte bir şey olmak insanın özünde olmasaydı, sanat çabası boş ve mânâsız bir şey olurdu. Çünkü bu durumda insan, bir fert (birey) olarak da “tamam” ve “olabileceği her şeyi olmuş” olurdu. İnsanın çoğalma ve bütünlenme isteği de gösteriyor ki, kendinde kendini aşma memuriyetindedir insan… Her ân kendini oluşturan ferdin bütünle böylece kaynaşması için sanat, vazgeçilmez bir araçtır. Sanat, aynı zamanda, insanın sayısız birleşme, başka hayatları ve düşünceleri paylaşma kabiliyetini gösterir… Bunlar zamanında anlaşılmış olsaydı, belki de her şey çok farklı bir seviyede ele alınıyor olurdu bugün…
(….)

“ÇÖLE İNEN NUR…”
-Sizin “Çöle İnen Nur”a çok farklı bir bakışınız var?… Ve onunla ilgili çok farklı bir hatıranız?…
-O, doğrudan benim anlattığım değil de, hadiseyi bilen veya şahit olan arkadaşların anlattığı bir olay… Evet, öyle bir hadise var… Ama kendimi bu tür şeylerle ifade etmek istemem… Fakat hadise öyle, doğru yani… O, Hz. Ömer faslına gelince işte… (….)
Daha önce söyledim birkaç defa, ama kimsenin dikkatini çekmedi sanırım… Çöle İnen Nur’da FIKHIN (hadi bu defa İslam’a Muhatap Anlayış demeyelim) BÜTÜN İNCELİKLERİNİ bulabilirsiniz… Dikkat edin, temel meselelerde dahil, sahabe, siyer, fıkıh; bütün incelikler orda şiir zevki içinde görebilirsiniz; fıkhı ve fıkhın inceliklerini… (……)

“BEN KİMİM?…”
-“Ben kimim diye sormak, ölüm nedir diye sormakla birdir” diyorsunuz ve bunu hayatınızın merkezine alan bir usulle, başta Tilki Günlüğü olmak üzere –Ölüm Odası’nda devam eden- bir arayış, nefs muhasebesi olarak…
-Bunun tam ve doğru şekilde anlaşıldığından çok da emin değilim doğrusu… (….) Diyoruz ya “nefs” için; mâlum bir meçhul diye… Nefsini bilen Rabbini bilir ölçüsünü sezdirme sadedinde; bilen de o nefs “bileceğin”de, bildiğinin hep ötesinde meçhul kalan da…. Arayan da o, aranan da gibi… Buldukça bulunacak olan… Şimdi. “Ben kimim?” davasını İbda’nın Merkezine –Tilki Günlüğü’nün içine gömülü olarak- almamız da bu mânâda…. Kendi kendine şişinme mevzu değil; İslam inkılabının remzi Üstadım’ın fikirde “niçin” buudunu temsil eden hüviyetin sahibi olarak…. Yoksa sen kimsin, belli yani, fâlanca… O değil… “Ben kimim” davası, İslam-insan-âlem alakası içinde bir “kainat muhasebesinin” Cümle kapısı… Girizgâhı …

-“Kayan Yıldız Sırrı’nda; “Benim gölge alemde kendisine kaybolmuş…” diye geçen…
-“İstikbal İslamındır” da bu meselelerin kökleri, orda anlattık… Üstadım’ın demesi ile “saf fikir” olarak anlatıldığı için, pek anlaşılmadı sanıyorum; hayatın aslî karakteri “sır”dır diye… Sırra ilişik sır vesaire… Bu Ölüm Odası’nda da, aynı mânânın değişik açılımları şeklinde var; bir kelime de toplu bin mânâ hesabı; aç açabildiğin kadar… Fuzûli’nin matla’ beytinde; “Kimse bilmez fukara sırrını….” dediği, gösterdik, geçen sayılarda… İhlâsı olmayan kapalı… Kimse bilmez ihlâs sırrını; ihlâs iflâstır…
Kimse bilmez; “O gün bütün kapılar kapanır- “kapansın”, bir tek O’nun kapısı açık kalır- “kalsın” sırrını… Kimse bilmez aşk ve muhabbetin sırrını, sıddıkiyet sırrını… Kimse bilmez Hâcegan sırrını… Aç açabildiğin kadar; kimse bilmez “Necip” sırrını, kimse bilmez has oda sırrını, kimse bilmez Mehdi sırrını… Bıraksan böyle akıp gider, bunlar “şiir idrakine” hitap eden, sırrını o idrake fısıldayan mânâlar yekûnu; akılla ölçülüp biçilmeyen; o yüzden de “sır idrâki” diye vasıflandırdığımız, hayatın aslî karakteri sırdır diye tâ 1982’lerde…

-Kimse bilmez Kayan Yıldız Sırrı’nı…
-Üstadım’ın vefatından sonra yazılmıştır o… Görmesini isterdim… Vefâtından hemen sonra… Ve… “Kayan Yıldız”ın Allah Resûl’ünün bir ismi oluşu… O’nu da ben söylemiyeyim artık…..

(Böyle sanki yarım kalmış gibi değil; yarım kaldı…
Dahası, Ölüm Odası’nı, Ölüm Odası’ndaki hayatı, orda tasavvufun fikirleşmesini, fikrin oraya doğru derinleşmesini, dışardaki hayatın buraya düşen izdüşümlerini, Ölüm Odası’ndan “dışarı”nın nasıl göründüğü ile dışardan “Ölüm Odası”nın nasıl göründüğüne dair notları da, intibâları da yazacaktım, fakat zaman kalmadı. Ş.S.)

Şükrü Sak
BOLU F TİPİ Cezaevi
B2-7-40
Temmuz-2013

*[i]BOLU F TİPİNDE MÜTEFEKKİR MİRZABEYOĞLU’YLA AYNI HAVALANDIRMAYA ÇIKAN GAZETECİ ŞÜKRÜ SAK İBDA MİMARI İLE YAPMIŞ OLDUĞU SOHBET-İNTİBALARINI YENİ AKİT İÇİN YAZDI. TAM METNİ VE ‘ÖLÜM ODASI’NIN HİÇBİR YERDE YAYINLANMAMIŞ FOTOĞRAFI…


Kaynak: http://www.dunyatime.com/?p=1906

CHP'li Aygün: Salih Mirzabeyoğlu yıllardır tecritte tutuluyor
12 Mayıs 2012

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, 1990'lı yıllarda mağdur olmuş bütün kişilerin sorunlarına çözüm bulunması gerektiğini söyledi.


Meclis'te Salih İzzet Erdiş'in avukatlarıyla basın toplantısı düzenleyen Aygün, Erdiş'in yıllardır tecritte tutulduğunu, 28 Şubat'la hesaplaşmanın yolunun o dönemin doğurduğu mağduriyetleri gidermekten geçtiğini söyledi. Hüseyin Aygün, açıklamasını şöyle sürdürdü: "Eğer DGM'ler hukuksuz mahkemelerse, 1990'lı yıllarda mağdur olmuş bütün kişilerin sorunlarına çözüm bulunması gerekir. Mirzabeyoğlu da bunlardan biridir. Yıllardır tecritte tutulmaktadır. Hükümet bir taraftan 28 Şubat'la, darbelerle hesaplaştığını iddia ediyor, diğer yandan tecrit, işkence ve çeşitli mağduriyetlerin sürmesi karşısında ses çıkarmıyor. Mirzabeyoğlu davası, 28 Şubat'la hesaplaşma konusunda hükümetin samimiyetsizliği hakkında bilgi vermektedir." dedi

Salih İzzet Erdiş'in avukatı Ali Rıza Yaman da ''Saldırıya uğradığında 41 eseri bulunan Salih Mirzabeyoğlu, olağanüstü bir dönemde, DGM'nin yargılayıp mahkum ettiği bir kişidir. Bu bakımdan dava yeniden görülmelidir. Eğer 28 Şubat'la hesaplaşılacaksa, darbenin sonuçlarından başlanılmalıdır. Mirzabeyoğlu davası, bu sonuçların en önemlileri arasındadır." diye konuştu.

Taksim 1 Mayıs 2012 bayramına bir grup Salih Mirzabeyoğlu'nun fotoğrafları ile katılmıştı. Grubun taşıdığı pankartlarda "İşkence sürüyor" ve "Tecrit öldürüyor" yazıları bulunuyordu.

Kaynak:
http://www.turnusol.biz/public/haber.aspx?id=12588&pid=4&haber=CHPli%20Ayg%FCn:%20Salih%20Mirzabeyo%F0lu%20y%FDllard%FDr%20tecritte%20tutuluyor
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Şub 21, 2015 11:36 pm    Mesaj konusu: RENKLER- SESLER VE DESENLER Alıntıyla Cevap Gönder

RENKLER- SESLER VE DESENLER -1
AFAKİ İLE ENFÜSİ

Burhan Halit KOŞAN



Selâm, salat ve tüm övgüler ALLAH RESULÜ ’nün üzerine olsun.

Selâm! Miraca yükseltilen Allah Resulü’nün sahabesiyle olsun.

Selâm! Sahabe meşrebiyle sonsuzluk kervanı/erdemliler kervanına perçinli olmanın mecburiyeti ve mahkûmiyetiyle; Allah Resulü’nün ayak izlerinde yürüyen kutlu Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU ile olsun.

Allah, gece yürüyüşü ile Kudüs’e vardırılan,Miraca yükseltilen ve Sidre-i müntehayı/eşyada son noktayı aşk ile geçen,”ilk ve son olan Allah Resulü’nün hürmetine; Allah, az olan sermayemize bereket, sözlerimize Cebrail nefesi katsın.

Bu satırlar, Büyük Doğu İBDA fikriyatının anlaşılabilmesi için aklımızda bulunması, kalbimizde taşımamız gereken anahtar hükmünde ki kavram, Terkip ve kıyası vahitler okyanusuna dalmadan önce ki sahil egzersizidir.

Gücümüz yettiğince, dilimiz döndüğünce; renkler-sesler ve desenler melodisini, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, kırmadan, dökmeden ve kimseleri incitmeden seslendirmye ve dillendirmeye çalışacağız. Tek ricam, kudreti elinde tutan,mülkün sahibi kerim olan Allah aşkına; doğruların Büyük Doğu/İBDA fikriyatına, nakıs/eksik ve hatalı bulunanların ise nefsime/şahsıma hamledilmesini istirham ediyorum.

AFAKÎ NEDİR?

AFAKÎ: Arapça “AFK” kökünden gelen bu kavram, Ufuk, ufuklar, uzak,uzaklar,insanın kendi varlığı dışında ki dünya, göz ile gökyüzünde görülebilecek en son nokta, yeryüzü ile gökyüzünü ayıran yatay çizgi, mânâlarına gelmektedir.

AFAKÎ kavramının ilmî alanda karşılığı Astronomi, Eşyadaki izdüşümü olarak teleskopu söyleyebiliriz.

Astronomi ilminin vazgeçilmez nesnesi olan TELESKOP ile gözümüzle görüp elimizle tutamadığımız güneşi, hilali, gezegen, yıldızları ve meteor taşlarını gözlemleyeceğimizi zaten bilirsiniz. TELESKOP yardımı ile uzağı yakın, meçhulü malum etme çabasına girişiriz. Kâinat denen koca âlemde, dünyanın, bir toz zerresi hükmünden öteye geçmediği gibi kâinat penceresinden bakılacak olursa toz zerresi dahi olmayan dünyanın, sonu olmayan ahirete göre bir hiç olduğunu daha iyi idrak edebiliriz. Takdir edersiniz ki, bu kavramın özelde mânâsı yukarıda izah ettiğimiz gibi olsa da genele şamil ettiğimizde bütün ilim vasıtaları ile kâinatı tanımamız emredildiği unutulmamalıdır.

Anladığımız kadarıyla AFAKİ kavramından maksadın eşyanın teşhiri için eşya vesilesiyle baş gözümüzle uzakları işaretleyen pusula hükmünde olduğudur. Bu meyanda kitapları, insanları, yıldızları, doğayı, denizleri kısaca eşyayı ve hadiseleri okumak olarak geniş mânâda anlamalıyız.

ENFÜSİ NEDİR?

ENFÜSİ: Afaki kavramı gibi Enfüsi kavramının kökeni de Arapça NFS kökünden olup, Nefse ait, insanın iç dünyası, insan varlığında vuku bulan, iç bünye mânâlarına gelmektedir.

Enfüsi kavramının eşyada ki karşılığı MİKROSKOP, ilim alanında ki karşılığı İslâm Tasavvufu.

Bildiğiniz üzere Tasavvuf;Tohumu Âdem peygamber zamanında ekilen, Nuh nebi zamanında yeşeren, İbrahim peygamber vaktinde gelişen, Musa peygamber çağında üzümler veren, Meryem oğlu Jesus/İsa peygamber döneminde olgunlaşan ve Allah’ın Sevgilisi (s.a.v) vaktinde saf şarap ve süt ırmağına dönüşen berrak nehrin adıdır.

İslâm Tasavvufu’nun insan canına can katıp olgunlaşmış meyveleri olarak: Hikmet, İrfan, Marifet, Hakikat, Basiret, Feraset, Dinginlik, Derinlik, Merhamet, Tevekkül ve benzeri manevi telakki/disiplin dallarını içselleştirerek, insanın kendi kalbine yaptığı yolculuğudur. Bizler, iç disiplin ve dış disiplin davranışlarımızı bu ahlaki öğretilere uygun hale getirmeye mecbur ve mahkûmuz.

İmdi AFAKİ ve ENFÜSİ kavramının ilim ve eşyada izdüşümü olanları yazdıktan sonra gelelim insan üzerinde tesir ve anlaşılır yönlerine.Bu bakış açısının,uzağı yakın, öteleri kendisine bitişik, yıldızları avucuna almanın biricik yolu olduğunu bilmeliyiz.İnsanın kendi varlığı dışında ki eşyaya nüfuz edebilmesi ve olayları anlayabilmesi/algılayabilmesi için ilim ehli olma zarureti vardır. Kelâm-ı Kadim/Kuran buyruğu olan <<Hi>> ayeti gereğince benim gibi yoksulların gece ve gündüz tefekkür etse dahi idrak edemeyeceği meseleleri ‘’BİLENLERDEN’’ öğrenmesinden daha doğal ne olabilir? Yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre bize düşen‘’BİLENLER’’ diye övülen seçkin olanların bu çağın mihrak/orijin ve odak noktası olan MİRZABEYOĞLU’ nu dinlemektir.

Mesnevinin müellifi koca Mevlana,kelamı kadimin/Kuranın ilk ayeti olan ‘’İKRA’’ emrini ‘’OKU’’ diye değil ‘’DİNLE/ALLAH RESULÜNÜ DİNLE’’olarak tefsir etmiştir. Bu istikamette yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre…Bize düşen, içinde yaşadığımız bu karanlık çağ, bulanık asırda; Müessir eser/ Allah Resulü’nün ayak izlerini adım adım takip eden, bu çağın mihrak şahsiyeti, azizTürk milletinin yaşayan Bilgesi Salih MİRZABEYOĞLU’ nu dinlemektir.

Müsaadeniz ile kısa bir mola verelim. Şükriye Tutkun’un seslendirdiği Efem türküsü eşliğinde; Süte, bal katıp içelim… Kıssadan hisse alalım.

<<Allah’ın sevgilisi, bir gün konakladıkları yerde ateş yakmak için sahabelerine odun toplamalarını buyurmuş; bakmış ortada bir şey yok…<<Ni>>…<<Peki>>… Ehemmiyet verilmeyen küçük yongalar toplandığı zaman, ortaya koca bir yığın çıkıyor… Ve O’ndan, bir şeyin kıymeti ne kadar küçük olursa olsun, ihmal edilmemesi gerektiği emrini alıyorlar! (2)>>

Takdir ederseniz ki bilgi denen mevhum için genel olarak iki görüş neşvünema bulmuştur. Bizim içimizde gerçekleşen manevi telakki veya insanın eşya üzerinde ki nüfuzunun artması şeklinde anlaşılmıştır. Birinci usulü; ahlakî öğretiyi esas alan tasavvuf ekolünün tarikat mekteplerinde/okullarında, ikinci metodu ise klasik/modern ilim mekteplerinde görebiliriz.

Bilginin, manevi telakki veya insanın eşya üzerine nüfuzu olarak anlaşılması noktasında, Batı yakasının haşarı çocuğu Leon Brunschvig: ‘’İnsan yaşamının bütün şartlarını alt üst eden teknik ilerlemeler, bizi, gerek ilme gerekse endüstriye adeta taparcasına inandırıyor ve bunların insanın ihtiyaç duyduğu her şeyin tatminine elverdikleri zehabına kaptırıyor. Hâlbuki ilmin bütün bu dışta kalan himmetlerine bakakalırken asıl esaslı ciheti, yâni ilmi meydana getirmiş ve getirmekte bulunanların muazzam cehdini gözden kaçırıyoruz.’’demektedir. Batı yakasının bu haşarı ve zeki çocuğu beklentisini ve arzusunu ise:‘’benliğinde ilmin telakkisi ile beraber gelişmiş olduğu gibi Batı medeniyetinin de en seçkin neticesi olan Gerçeğe karşı hassaslığını, artık ahlâk ve din hayatına da nakletmesini öğrenmesi” dileği ile bitirir.

Leon Brunschvig encamında izlediğimiz, Batı yakasının; bu çaresizliğini, çırpınışını,arayışını, sızlanışını ve ıstırabının tarifini, izahıyla beraber çözümünü ve şifasını; nesir olarak üstadın, “Gençliğe Hitabe”sinde bulabileceğimiz gibi İBDA külliyatının terkiplerinde de bulabiliriz. Biz, her şeyden önce hakikatin talepçisi ve adaletin arzusundayız. Elbette ki bizler, adalet ve hakikatin temyiz istediğini,tefrik istediğini ve tescil istediğinin farkındayız.

Tefrik hassasiyetinin altın terazisi, temyiz makamının onayı ve tescil mührünün terkibi ise elbette ki Kumandan MİRZABEYOĞLU tarafından terkipleştirilen/formülleştirilen ‘’ İslâm Tasavvufu Batı Tefekkürü’’ terkibinin açılımından başkası değildir.

İnsanoğlunun rahat edeceği döşek veya eşyaya salıncak kurup hamak üzerinde feraha kavuşacağı vasıtalardan vasıta olan ilmin, eşya ve vakalar tarihinin şahidi, hastalığına çare arayan insanoğluna yazılan ilaç reçetesi hükmündedir. Bu kıymete haiz vasıtaya ait tezlerin doğru olup olmadığını anlamak için başvuracağımız tek ölçü; elbette ki Doktriner İslam/ehli sünnet/tasavvuf/İBDA önünde hesaba çektikten sonra karar doğru veya karar yanlış olabileceğine kanaat getirebileceğimizi, unutmayalım. Batı tefekkürünü, İslâm tasavvufu önünde sigaya/hesaba çekmeyi şiar edinen bizler, aynı şekilde Afaki dediğimiz bütün ilim disiplinlerini de enfüsi önünde hesaba çekmeliyiz. Çünkü Teni ruhuna ihanette olan bir gençlik (3) yerine teni ruhuyla mutabık yürüyen bir gençlik ile beraber kendimizin de inşası için buna mecburuz ve buna mahkûmuz.

1-Zümer suresi: 9 Ayet

2-Necip Fazılla Başbaşa/ Sayfa:361

3-Necip fazılla Başbaşa/ Sayfa: 30

Kaynak: Adımlar dergisi

RENKLER, SESLER VE DESENLER-2- SEKİZ RENK, SEKİZ NOTA
Burhan Halit KOŞAN
28 Kasım 2017



EN YÜKSEK MAKAM BİLGİ, EN YÜKSEK HÂL İSE SEVGİDİR.

Mânâ denizinin incisi, Endülüs pırlantası, gönüller menekşesi ve Anadolu’nun mimarlarından olan Muhiddin-i ARABÎ böyle buyurdu. Bu buyruğu emir oldu bizlere. Bu terkibin birinci kısmına başımızı, ikinci kısmına kalbimizi bağladık; edep ile, adap ile, kördüğüm ile. Yazacağım satırların himmeti Pîr’den, sermayesi ise bal peteği kovanları tıka basa dolu Mir’imizden olsun.

Bu girizgâhımızdan sonra yirmi beş estağfurullah çekelim, başlayalım yürümeye. Kara kışın kara haberini getirse de toprağa düşen ilk kar, biz, ilkbaharın muştusu, kırkikindi yağmuru ve tuba ağacının gölgesinden bir gölge olan Başyücelik uğrunda, İBDA külliyatına ait cemreleri anlatacağız ki, kafası ayağında olacak şekilde dünyaya gelecek kız doğmadan önce kurtulanlardan olalım; beraberce.

MİR / Salih MİRZABEYOĞLU tarafından yazılan eserler hakkında tefekkür-akıl ile yapılan düşünce ve tebeddür / akıl, vicdan ve duyguları kuşatıcı kalbî düşünce neticesi avuç ayamıza yaktığımız İBDA kınasıyla zifiri karanlığın aydınlığa, patika yolların geniş kaldırımlara, geçit vermez uçurumların yayla yoluna dönüştüğünü söylemeliyim.

Elbette ki, Mir/Kumandan MİRZABEYOĞLU’nu seven ve ona talebe olmak için gayret gösteren, bundan da onur duyan her türlü insan vardır; olabilir de. Alçak gönüllüler ve alçak gönüllü olmayanlar… Alçak gönüllü, tevazuu sahipleri için önemli olan hakikatin çıkarıdır ve kendilerinin övülmesini istemezler; Adımlar kadrosu gibi. Alçak gönüllü olmayanlar ise hakikatten önce kendilerinin bilinmesini ve çıkarlarını önemserler; hakikati değil. Düşünce tarihi alçak gönüllü, tevazuu sahiplerinin, her zaman yetenekle doğrudan ilintili olduğunu, büyüklenenlerin, kendilerinin bilinmesini isteyenlerin ise yeteneksizlikle orantılı olduğunu göstermektedir. Tekrar ediyorum, alçak gönüllülük yetenekle her zaman doğrudan rabıtalı, büyüklenme, çıkar ve egolarını önemsemek ise yeteneksizlikle irtibatlıdır.

ADIMLAR kadrosu ile birlikte üst akla inanıyor ve imân ediyorum. Daha açık ifade etmek gerekirse, üst akıldan kastımın, aziz Türk milletinin kalp derinliğinin KUMANDAN olarak anlaşılması gerektiğini hassaten belirtmeliyim. Elbette ki fikriyata sempati beslenmesi ve sevgi duyulması takdir edilmekle beraber fiziksel bir dünyada doğduğumuzu unutmadan, Başyücelik Devleti’nin kuruluşuna odaklanmamız gerektiğine inanıyorum.

Takdir edersiniz ki düşünce tarihimizde yer alan tüm vahdaniyetçi silsilede bulunanları kabul etmek zaruretindeyiz. İmân, inkıta-kesiklik kabul etmediği gibi günümüzde de vahdaniyet silsilesine perçinli şahsiyetiyle temeyyüz eden ve Doktriner İslam, vahiy, Müessir Eser-Allah Resûlü, Ehli Sünnet istikametinden kıl kadar ayrılmadan yaşayan Fakih Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nu kabul etmek zaruretindeyiz. Düşünce vatanımıza cemreleri düşüren, külliyata ait eserler hakkındaki yoksul kelimelerime başlamadan önce müsaadeniz olursa kısa bir mola verelim; Neomavi tarafından seslendirilen, Devri Daim şiiri eşliğinde kıssadan hissemizi alalım.

Hazreti İsa efendimizin yanından geçerken, “Çabuk geç ulan” diye seslenen biri varmış. İşte o adam halen daha yaşıyormuş ve kıyamet gününe kadar da yaşayacak ve aç bî ilaç dünyayı gezecek, asla ve kat’a bir dam-ev sahibi olamayacağı gibi herkes tarafından hor görülecekmiş! Her şey bir yana bu mel’ûn mahlûk yanından geçenin İsa Efendimiz olduğunu biliyor muydu ki böyle bir cezaya müstahak bulundu?!…

Aziz gönüldaşım, eminim ki soru işareti ve ünlem işaretinin birlikte kullanılmasının sorulan suale, “Evet biliyordu ve müstahak oldu” mânâsına geldiğini idrak ettiğini görsem de bu kısa izâhı yapmaya mecburdum. Sonuçta iyi niyetli olsalar da bilmeyen kardeşlerimizin olabileceği gibi art niyetli renksizlerin ise ellerine malzeme vermemek için bu kısa izâhı yapmak zaruret oldu.

“Aşık – Şair – Savaşçı / 2” makalemizde Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nun temsil ettiği vahdaniyetçi kimliği, bilge şahsiyeti hakkında yoksul bir Türk olarak eksikliğime ve noksanlığıma aldırmadan yazma cüretinde bulundum. Şu ân ise engin hoşgörünüze sığınarak, Doktriner İslam, vahiy, Müessir Eser-Allah Resûlü’nün varisi olan Mir / Salih MİRZABEYOĞLU tarafından kaleme alınan eserlerinin tarihi vetirede-süreçte ifa ettiği kıymetleri ve kavşak noktasında hangi izdüşümlerine denk geldiği hakkında yazma cüretinde bulunacağım; hatam olursa af ola.

İBDA Diyalektiği eseri ile alakalı düşündüğümüz takdirde tarihî izdüşümü olarak karşımıza Turan yaylasının alpereni İmam MATURİDÎ’ nin çıkacağına inanıyorum. İmam MATURİDÎ, bugün yaşıyor olsaydı kaleme alacağı eser kesinlikle ve kesinlikle İBDA Diyalektiği olurdu.

Sayın Mirzabeyoğlu’nun Erkam adlı eserinde, Hz Ali (r.a) ayak izlerini takip eden erdemliler kervanının alçak gönüllü, tevazuu ehli, marifet sahibi matematik erbaplarının sinema şeridinde ki geçişlerini izleyebiliriz. Erkam eserine dikkatli bakan gözlerin göreceği üzere denklemlerinde; gâh Harizmî, gâh Uluğ Bey ile selamlaşmasını, açılımlarında, gâh Semerkant’ın asil çocuğu Ali KUŞÇU ile gâh Türkistanlı Ahmet FERGANÎ ile sohbetlerini, bağıntılarında, Ömer HAYYAM ile merhabalaşmasını veya El BİRUNÎ ile akademik konuşmalarını, Nasirüddün TUSÎ / Nasrettin Hoca ile Tecrid-ül Kelâm eseri üzerine karşılıklı latifelerini-şakalaşmalarını görebiliriz. Hani demem o ki, karizmatik çileleriyle beraber ahrete göç etmiş bu kıymetli insanlarımız, bugün yaşasalardı, ihtimal payı bırakmaksızın söylemeliyim ki kesinlikle ve kesinlikle ERKAM eserini kaleme alırlardı.

Tilki Günlüğü eseri ile alâkalı olarak; düşünce tarihimizin belleğine başvurduğumuzda, hikmetin kapısı, gramer ilminin babası olan Hz Ali’nin (r.a) ayak izlerinin takip edildiğini görüyoruz. Yusuf Peygamber’e bahşedilen rüya tabiri ikramı ile temeyyüz eden İmam NABLUSİ ile İbn ŞİRİN veya gramer ilminden nasiplenen Kaşgarlı MAHMUT ile Yusuf Has HACİP, seyahatnamesi ile şöhret bulan Evliya ÇELEBİ’nin siluetleri karşımıza çıktığı gibi Göktürk yazıtları ile tarihin vakanüvislerine kazınan Bilge Kağan’ın derinliğini, mümin kardeşimiz Goethe’nin kadim çağlara ait hikmetleriyle karşılaşacağınızdan şüphem yok. Bu eser hakkında yazabilecek cümlemi tahmin etseniz de ben, yine de yazayım. Evet, rüya yorumlamasını öğrendiğim bu eser; ilim şubelerini kuşatıcı, marifet ehline yol gösterici olduğu kadar dünlere ait net bakış, bugünü izah, yarınlara pusula hükmündedir.

Yağmurcu vesilesiyle; bizleri, Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e yaptığı seyahatleri neticesinde insan denen varlık vesilesi ile tezahür eden Allah’ın esma tecellilerini anlatmaktadır. Fakih kimliğine bitişik olarak Hızır ile yarenlik eden Yusuf Hemedanî veya Hızır ile zamanda yolculuk yapan Mevlana Halid-i Bağdadî’nin günümüze yansıyan gölgelerini görebiliriz Salih MİRZABEYOĞLU’nda. Bu minvalde, mümin kardeşimiz Gothe’nin diplomasına imza atan Mevlâna Halid-i Bağdadî ile Fransız zindanlarında yatan mümin gönüldaşımız Carlos’un kalemine mürekkebini gönderen MİRZABEYOĞLU arasındaki korelâsyonu ehline havale ediyorum.

Sefine adlı eseri vesilesiyle; fizik ilminin optik dalını inşa eden İbni HEYSEM ile mi sohbet ediyorum yoksa “Eşya gölge” tesbiti ile fiziğin temel dinamiklerine yol gösteren Muhiddin-i ARABÎ ile mi sohbet ediyorum çelişkisine düşecek kadar şaşırır kalırsınız. Aynı minvalde Marifetname eserini kaleme alan İbrahim Hakkı veyahut bir bakmışsınız ki kuantumun uygulandığı kimya ilmi hakkında Mir / MİRZABEYOĞLU himmetiyle Cafer Bin Sadık ile sohbet ediyor bulabiliriz kendimizi.

İmdi, insan aklını geren metinler arası geçişlerin ve eserler arası bütüncül bakışın yorucu olmasını göz önüne alırsanız, bir nefes payı dinlenmeyi hak ettik. Âşık Sefaî tarafından seslendirilen “Gözlerin Cennet Çiçeği” şiir dinletisi eşliğinde Türk mahallemizde gezintiye çıkalım.

Türk ordusunun temellerini atan Mete Han, disiplinli bir ordu kurmak için çeşitli metotlar denedi. Bu öyle bir askerî eğitimdi ki, emirlere karşı gelmenin cezası ölümdü. Hatta bir ara Mete Han okçulara örnek olsun diye hedef tahtasına kendi nişanlısını koymuş ve askerlerinden de yaylarını gerip, oklarını atmalarını emretmişti. Emre karşı gelmekten arındırılmış, disiplinli, cesur ordusuyla Çin haricinde hemen hemen tüm Asya kıtasını tek bayrak altında topladı.

Kıssadan hangi hisselerin alınması gerektiğini, kıymetli gönüldaşlarımın engin vicdanı, dingin ruhu ve irfanla bezeli idraklerine havale ederek bıraktığımız yerden devam etmeye çalışayım.

İşkence eseri ile İdeolocya ve İhtilâl adlı eserlerini birlikte değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Küresel savaş baronlarının yerli işbirlikçileri eliyle “kişiye karşı özel savaş tekniklerinin uygulandığı” tek insan olan Ahmedî ahlâklı Salih MİRZABEYOĞLU, zor zamanlarda müminler zarar görmesin, imân sahipleri incinmesin diye İsmailce yürümüştür zulmün üstüne, üstüne. Metehan, nişanlısını hedef tahtasına koyarak eğitirken MİRZABEYOĞLU ise müminler rahat edebilsinler diye kendi vücudunu kalkan etmiştir ahbes rejimin oklarına. İdeolocya ve İhtilâl adlı eserinde ise nasıl ki Metehan aziz Türk ordusunun temellerini attıysa, Mirimiz ise Başyücelik Devleti’ne giden yolda yapılması gerekenlerin temellerinden bir temeli atmıştır…

Yaşamayı Deneme; mizacı aşk, üslûbu muhabbet, estetiği sanatkârane olan her insanın kendisini bulduğu eseri ile yolunu kaybedenlerin kalp rotasının ne olması gerektiğini ve unutulan ulvi değerlerin azimli hatırlatıcısı olarak bizlere iyiyi, güzeli, doğruyu öğrettiğini okuyabiliriz. Bu eserinde mümin kardeşimiz Goethe üstadın hikmetli romantizmini, Şeyh Sadî üstadın darbı meselleri üzerinden aşk/sevda ile bezeli şecaati ve cesareti, Hafız Şirazî’nin hasret ve özlemi dillendiren satırlarına şahit oluruz. “Tabiatı fazla araştırmanın zinaya benzediğini” dillendiren İbn Arabî ile mutabık olma adına çevreyi lime lime, doğayı parça parça etmemek için bütün dünya ordularından daha iyi organize olan karıncalar üzerinden coşkun bir aşk-sevgi ile teşkilatlanmanın, “nasıl”ını öğretmektedir. Diyeceğim o ki, Hafız Şirazî, Şeyh Sadî veya Goethe, nefes alıyor olsalardı kesinlikle Yaşamayı Deneme romanını dokurlardı tezgâhlarında.

Beyaza dönen dağlara sisten bir tül inerken ve uzaklarda palmiye ağaçları meltemle oynaşırken, Allah aşkına, kadim mirası kabul edelim ve içimize bakalım. Salih MİRZABEYOĞLU; Allah’ın hizmetkârı, Allah Resûlü’nün vekilharcı olarak, “Hilkat insanla mühürlendi ve idrak lisânla çerçevelendi” (1) gerçeğini ifâde etmektedir. Yoksul bir Türk olarak, ifâde edebilme liyakatine lâyık olamasam da yazabildiğim satırların öncelikli perspektifinin, Allah ve Resûlü istikametinde yürüyen Fakih Kumandan’ın ayak izlerini takip iştiyakı olduğunu söylemeliyim. Tabiîdir ki okuyan her mümin gönüldaşım beğenecek diyemem. Maksadım, sadece külliyata ait eserlere hurma dalı uzatmak, söğüt gölgesi düşürmekti ki söylediklerimin temyize götürülmesinden rahatsız olmam. Bilakis memnun ve mesut olurum.

Burhan Halit KOŞAN

1-Salih MİRZABEYOĞLU, Dil ve Anlayış -Dil ve Diyalektik-, Sayfa:118

Not: Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nu tanımama vesile olan Ömer KISAKÜREK beyin aziz hâtırasını yâd etmek ve kıymetli gönüldaşımız Mehmet KARATEPE Bey’e en içten kalbî duygularımla.

Etiketler:
DESENLER fikir Güç gündem haber ibda İbda Külliyatı İslam Kumandan mirzabeyoğlu nota RENK RENKLER SALİH MİRZABEYOĞLU SESLER

Kaynak: Adımlar Dergisi

RENKLER SESLER VE DESENLER-3 DÖRT NEHİR, DÖRT SÜTUN
Burhan Halit KOŞAN
12 Aralık 2017



Endülüs’e ayak izlerini, İzmir’e sözlerini, Erzurum’a gölgesini ve topyekûn hatırasını Anadolu’ya bırakan Muhyiddin-i ARABİ hazretleri böyle buyurdu. Bu cümlenin hakikati nasıl ki dün rüyadan realiteye Osmanlı İmparatorluğu ile gerçeğe dönüştü ise, çok uzak tarihlerde değil, çok yakın zamanda Başyücelik rüyamızın da ete ve kemiğe bürünerek, realiteye/gerçeğe dönüşeceğini işiten kulaklar, gören gözler ve nefes alan canlar görecek; Adaleti ve nizamı,Başyücelik ile.

MİM aşkına, yedi Mübin sevdasına perçinli İBDA külliyatına ait cemrelere/ eserlere ait kırık, dökük ve yoksul cümlelerimize başlamadan önce ‘’Ya Baki, Entel Baki’’ diyelim, sonra başlayalım emeklemeye. Mahsulümüzün bereketi; Aziz Türk milletinin kutlu başbuğlarından Hasan HARAKANİ hazretlerinden, sermayesi; Kumandanımızın, lahuti satırları, davudi avazından olsun.

Yarın değil, hemen şimdi prensibimizle, Başyücelik yolunda yürüyen alçak gönüllü, tevazuu sahibi güzel insanların/gönüldaşlarımın ayaklarına değebilecek, incitebilecek çakıl taşlarının hepsi olmasa da hiç değilse birini süpürmektir. Biricik maksadım ve niyetim bu kadar masumanedir.

Yukarda ki paragrafta söylediğimizin üstünü değil, altını çizerek ‘’Ya Baki, Entel Baki’’zikrimizi çekelim ve kalem yazsın, ben öğrenenlerden olayım. Evet, Şair/Şairler, insan olarak ve Citoyen/yurttaş olarak vatanını sevmekle, milletini sevmekle mükelleftir, bütün vatansever insanlar gibi. Şair ile eli kalem tutmayan vatansever insanlar arasında sadece bir kalem farkı bir de sorumluluk şuurunun parametre farkı vardır ki, bu parametre farkını ve şuur derecesini, vicdan sahiplerinin ahlakî bakışına havale ediyorum. Şair/Şairler, varlığının tesir sahası olan vatanı iyilik, asalet, güzellik, ilim, irfan, hikmet, idrak ve benzeri kıymete haiz mevhibelerle donatma sorumluluğundan kesinlikle kaçamaz/kaçınamazlar; bedeli ne olursa olsun. Bu konuda Mir’imizin: ‘’Çöplüğe dönüşmüş bir toplumda, orayı bülbülün öteceği gül bahçesine çevirme işi de şairin işleri arasındadır’’(1) tanımlamasıyla, şair sorumluluğunun neleri ifa etmesi gerektiğini belirten bu kuşatıcı ve polen yüklü, bal peteği cümlesinden anlayabiliyoruz. Aynı şekilde ‘’Şiir, Allah’ın en yakın lütuflarına ermiş peygamberler için değil, dünya insanlarına mahsus bir sanattır; Çünkü şiir, biz gibi eksiklerin süsüdür’’ (2)terkibiyle de şair/şairlerin,hangi iklimlerin sınırına uçabileceğini ve hangi sınıra kadar kanat çırpabileceğinide anlatmaya, kâfi/ yeterli diye inanıyorum.

Haddini ve sınırını bilmeye gayret eden biri olarak, medeni cesaretimin ücret karşılığını, Külliyata ait cemrelere/eserlere bir hurma dalı uzatıp, bir söğüt gölgesi düşürebilirsem, mutlu olacağım. Dikkat ederseniz; Haddi bilmek, hududa dikkat etmek ve beklememiz ile durmamız gereken sınırı bilmemiz hususuna hassaten değiniyorum. Niçin? Veya Niye?

Takdir edersiniz ki ayarı oynanmış duyguları, parametreleri olmayan bir tomar malumatla donatılan çağımız insanının, iyi niyetle dile getirdiği çırılçıplak söylemler affolunabilir. Öyle ya bilgiye uzak, malumata yakın bir insanın söylem ve eylem hatasından dolayı işlemiş olduğu yanlışlara karşılık, aklı başında hiç kimse ilk taşı atan olmak istemez. Atılan bir taş var ise eğer, okyanusun ve denizin dalgaları istemeden atmış ve olmuş bitmiştir. Amma velakin inceden inceye işlenen ve halen daha devam ettirilen taciz/Telegram, tahkir, talan, kişiye özel savaş tekniklerinin uygulanması ve işlenmeye devam eden bu suçlara karşı bilerek ve isteyerek sessiz kalan Erk’i hiç kimse affetmez/affedemez. Adalet maskesi altında arzı endam eden eşitlik/ eşitiz denilen aldatıcı haydudun hasetliği, çekememezliği ve kıskançlığı cidden çok çirkin ve çok çirkef bir haldir. Yani demem o ki, çağımızda, halı üstünde oynanan akrep zihniyetinin oldukça yaygın ve moda olduğudur. Canice cürümlere sebep olanların yaşamalarını izah eden güzel bir mağrip/kuzeybatı Afrika kıssası ile dolaylı anlatalım; Gerçeği.

Gerçeği, Kumandan’ın:‘’Af, bizzat affedenlerin affını getiren bir hadisedir’’ cümlesine münasip olarak değerlendirmenizi rica ediyorum;neomavi tarafından harika bir şekilde seslendirilen ‘’Kumandan’a- sen benim her gece efkârım’’ dinletisi eşliğinde.

Talebenin biri öğrencisi olduğu bilgeyi sürekli sıkıştırır ve ondan Allah’ın sır ismini ( İsmi Azam’ı) öğrenmek istediğini söyler. O kadar çok sorar ki bilge ona şöyle der, ‘’ Peki, sen yarın sabah şehrin giriş kapısında dur ve gördüğün her şeyi bana anlat !’’

Ertesi gün, talebe bilgesine raporunu verir: ‘’ Pek bir şey olmadı, insanlar girip çıkıyorlardı. Yaşlı bir adam, odun yüklü eşeğiyle geçti. Ardından bir asker geldi adamı dövdü ve eşeği de odunu da elinden aldı’’

Bilge ona şunu sordu: ‘’ Eğer sen İsmi Azam’ı bilseydin, o askere ne yapardın?’’Talebe şu cevabı verdi:’’ Gebertirdim ben onu’’ Bilge cevap verdi: ’’Bak, şunu söyleyeyim: O yaşlı adam şikâyet etti mi? Etmedi! İşte o yaşlı adamdı bana İsmi Azam’ı öğreten. Sen kimsin ki…’’

Kıymetli gönüldaşım, Gezegenimiz gibi Anadolu da çocuğunu dünyaya getirmesi yakın bir hamile/gebe. Doğumun; ıstıraplı, hüzünlü ve sancısı olabildiğince sıkıntılı olduğunu/olacağını söylemeliyim. Şu anda Orta Doğu, Uzak Doğu, Asya ve Avrupa kıtasında yaşanan olaylar ramazan bayramı hükmünde olup yaklaşan kurban bayramına hazırlanmalıyız diye inanıyorum; Mühletimiz varken. Yarın değil, hemen şimdi prensibimizle; Edep ile adap ile ceketimizin üç düğmesini ilikleyelim, ve külliyata ait cemrelere/eserlere, merhaba diyelim; Hazırlanalım.

Bütün Fikrin Gerekliliği eserine göz attığımızda, tarihi vetirede/süreçte karşımıza, aynı çamurdan, aynı hamurdan yaratıldığımız ve Türk töresinin ana omurgasını sistemleştiren Türk çocuğu Nizamülmülk şahsiyetinin ve eserin tarihi süreçte ki izdüşümü olarak da Nizamülmülk medreselerine çıkacağına inanıyorum. Nizamiye medreselerinde nasıl ki doktriner İslam, beşeri bilimlerle birlikte öğretildiği gibi Bütün Fikrin Gerekliliği eseri de doktriner İslam ve terkibi vahitlere hangi pencereden bakılması gerektiğini göstermektedir. Bu cemrede/eserde, dünü ihya, bugünü ihata, yarını kuşatıcı özelliği yanında külliyata ait diğer eserlere bir şemsiye vazifesi gördüğünü de fark etmeliyiz. Sonuç olarak dün, Nizamiye medreselerini inşa eden ve müfredatını hazırlayan Nizamülmülk, bugün yaşıyor olsaydı, kesinlikle ve kesinlikle müfredatı denetleyen eser olarak Bütün Fikrin Gerekliliği eserini kaleme alırdı. Müfredat derken külliyata ait bu eser dışındakilerin anlaşıldığına emin olsam da ben, yine de yazayım.

Necip Fazıl’la Başbaşa adlı eserine göz attığımızda ise karşımıza; Tespit, tahlil ve teklifleri ile Faruk/ hakla batılı ayıran mizacıyla temeyyüz eden Hz. Ömer’in (r.a) ayak izlerini takip eden ve kalbinde taşıdığı hassas kuyumcu terazisiyle altın olanı, olmayandan ayıran bir hakikat sarrafı ile karşılaşırız. Yerelden küresele kanat çırparken kartal bakışıyla batı tefekkürünü, İslam Tasavvufu önünde sigaya/hesaba çeken, küreselden yerele tahvil ederken kelebek kanadı ile naif ve kibar. Bu eserin tarihi şahsiyet yönünden karşılığı olarak Mansur ata, eserin izdüşümü olarak Hoca Ahmet YESEVİ’ ye ait Divanı Hikmet eserini söyleyebilirim.

Gölgeler eseri bir romandan ziyade üstadın, ‘’Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır!’’ şiarınca, gâh Evliya Çelebi, gâh büyük seyyah Battuta olarak seyahat eden mütefekkir MİRZABEYOĞLU, dünyayı ayağımıza getirmek için zahmeti meyvesinden acı, meyvesi zahmetinden zor bir işi yaptığını, kaç kişi fark etmiştir? Bilemiyorum. Diyeceğim o ki ister Evliya Çelebi olsun, ister Battuta olsun dilleri dönüyor, kulakları işitiyor ve nefes alıyor olsalar,

Çağımızın ihtiyacına binaen Gölgeler eserini kaleme almak için çırpınır, yayınlanması için acele ederlerdi.

Sahabilerin Rolü Ve Mânâsı/Peygamber Halkası başlığı altında yayınlanan eserini okuyanların;Gönül dünyalarında, Hasan-i Basri hazretlerinin naif konuşması,kulak sahiplerinin belleğinde çınlamıyorsa eğer sağlarına ve sollarına bakınmaksızın gusül abdesti almalarını tavsiye ederim. Bildiğiniz üzere, sadece, sahabe bilgisi konusunda derinleşenlerin hadis mevzuunda yetkinleşebileceği malumunuzdur. Bu minvalde sahabe mevzuunda derinliği olmayanların, hadis konusunda söyledikleri sözlere, hiç itibar edilmemesi gerektiğinin, altını kırmızı kalemle çizerek hatırlatmak isterim. Biz, eserin tarihi süreçte ki izdüşümüne dönelim. Eser odaklı yazılarımızda lif lif açıcı satırlarımızla izah edeceğiz; İnşallah. Evet, Sahabilerin Rolü Ve Mânâsı/Peygamber Halkası adlı eserin, vahdaniyet silsilesinde ki hükmü Hasan-i Basri hazretlerinin çağımızda ki naif ve kibar sesi olduğuna inanıyorum. Fakih MİRZABEYOĞLU tarafından kaleme alınan bu eserinin izdüşümü olarak; Endülüs medeniyetinin birikimini yansıtan ‘’Cami’’ (3) adlı eseri, şahıs noktasında ki izdüşümü olarak; Endülüs medeniyetinin tevazuu sahibi, mütevazı ve alim/ bilge çocuğu Ruayni ismini zikredebilirim.

Yangın yerine dönmüş vatanımın çoraklığı acı verse de umutlarımızı ve ümitlerimizi yitirmeyeceğiz.Kah’tı rical/adam kıtlığının had safhada, olduğu ve insan soyunun oldukça azaldığı çağımızda karanlığa bir mum yakarak, çirkinliğe olan infialini; güzelliğe olan sevgisiyle gösteren gerçek insan/İnsanı kamil/hazreti insan MİRZABEYOĞLU, bizler için bir nimettir. Allah aşkına! Bu gerçeği, ne zaman anlayacağız? Takdir edersiniz ki günümüz; iktidarsızlık çağı, şuursuzluk devri değildir. Sorumluluktan kaçamaz, şuur sahibi olmaktan kaçınamayız. Bu mesuliyetin; zengini- yoksulu, güçlüsü-güçsüzü, erkeği-kadını yoktur. Can tenden, deri etten, âşık maşukundan ayrılmaz/ayrılamaz. Unutmayalım ki asude hayat, mutlu yaşam, mutena semt ve cenneti ala gerçek insanı/hazreti insanı takip etmeyi gerektirir.

1-Salih MİRZABEYOĞLU/Necip Fazılla Başbaşa/Sayfa:81

2-Salih MİRZABEYOĞLU/Necip Fazılla Başbaşa/Sayfa:80

3-Ruayni tarafından yazılan bu eser Rabat/Fas kütüphanesindedir.

Kaynak: Adımlar dergisi

Müslüman Rus gazeteci İgor Molotov İstanbul'da
6 Temmuz 2017



Müslüman Rus gazeteci-yazar İgor Molotof Adımlar dergisinin konuğu olarak İstanbul'a geldi.

Adımlar dergisinin haberine göre; Üç gün boyunca kendisine “ev sahibi” olarak Av. Güven Yılmaz, Av. Ahmet Arslan ve Adımlar Platformu başkanı Ali Osman Zor eşlik etti.



Carlos (Ilich Ramirez Sanchez)'un Türk Avukat Güven Yılmaz’la Carlos özelinde bir röportaj gerçekleştiren ve bu röportajı Rus basınında yayınlayan Molotov, Güven YILMAZ vasıtasıyla Fransa'da esir tutulan CARLOS ile telefonda görüştü. konuşmanın bitiminde Molotov izlenimlerini şöyle ifade etti:



“Carlos ana dili gibi Rusça konuşuyor, hatta diyebilirim ki dile benden daha çok vakıf… Onun bu özelliği dahi tek başına Rusya’nın ona sahip çıkması için yeterli sebep olmalıyken, bugüne kadar gerektiği gibi ilgi gösterilmemesi sayın Carlos’a karşı bizim ayıbımız…Carlos farklı farklı kesimlerden olsa da dünyadaki tüm zulme ve sömürüye karşı çıkanların ortak sembolüdür. Dolayısıyla bu kesimlerin hepsi Carlos sembolü etrafında birleşirken bizzat kendisinin işaret ettiği ise, Salih Mirzabeyoğlu…”



Alexander PROKHANOV, Israel SHAMİR gibi Rus Siyasetinde oldukça etkin dünyaca meşhur yazar ve siyaset bilimcilerle birlikte Rusya’da bir düşünce kuruluşunda faaliyet gösteren İgor Molotof, Rusya'da Salih Mirzabeyoğlu’na duyulan ilginin CARLOS (ilich Rmirez Sancez)’tan kaynaklandığını ifade ettikten sonra, şöyle konuştu.

“Rusya daha Amerika ve Avrupa’dan intikamını alamadı. Sovyetlerin dağılmasından sonra Batı, Rusya’nın gururuyla oynadığı gibi onu köleleştirmeye çalıştı. Bunun yanında da işine geldiği yerlerde Şeytanlaştırmaktan hiç çekinmedi… Bu tavrında halen de devam ediyor… Marksizm’den sonra Rus toplumu bir boşluğa yuvarlandı… Putin gibi güçlü bir lider gelmeseydi bugün belki Rusya Federasyonu olmayacaktı… 11 Eylül’den sonra Rusya’da Rus Toplumu arasında hızlı bir İslamlaşma süreci başladı… Ama bu İslamlaşma sürecinde bizim toplumumuz Vahhabi-Selefi akımlara pek prim vermedi… Ruslar İslam’ı Ehli Sünnet ve Sufizim üzerinden kabul etmeye meyilliler… Bugün bir çok Rus Müslüman da bu inanç üzeredir… Fakat biz farkındayız ki, Rus Devleti daha gelişimini tamamlamadı…Çünkü bir dünya görüşü, bir ideoloji üzerine oturmuş değil… Aslında bu sadece Rusya’nın değil, Amerika başta olmak üzere tüm dünyanın sorunu… İşte Carlos’un bizim için önemi de bura da ortaya çıktı. Özellikle ADIMLAR dergisinde Rusçaya çevrilen yazılardan takip ettik… Carlos’un devamlı Salih Mirzabeyoğlu vurgusu bizi İBDA’yı araştırmaya yöneltti, halan de bu çalışmalarımız devam ediyor… Bu ziyareti de bu gayeyle gerçekleştiriyorum…Bizler uluslar arası arenada Türkiye’yle Rusya’nın Batıya karşı siyasi olarak müttefik olmaları gerektiğine inanıyoruz…Yakın zamanda yapılan hatalara rağmen bu inancımızda bir değişiklik olmadı. Daha üst bir siyaset olarak “Türk-Rus birlikteliği gerçekleşebilir mi “ şu an çalışmalarımız bu düşünce üzerine devam ediyor… Tabi ki bunun ortak bir ideoloji ve dünya görüşü etrafında olması gerektiğini “eski Marksistler” olarak farkındayız…İnşallah bundan sonra da bu ilişkilerimiz bu zemin üzerinde daha gelişmiş olarak devam edecek…”

Molotov Adımlar Platformu Başkanı Ali Osman Zor ile İbda fikriyatı, Rusya ve Türkiye’nin dış politikaları ve bu iki ülkenin tarihi ve geleceği, bölgemizde yaşanan hadiseler, Amerika ve Avrupa politikaları üzerine uzunca bir röportaj gerçekleştirdi.

Haber 93

‘Rüyalar', Jung ve Kar
Esra Yalazan
22 Şubat 2015



Rüya, sınırsız hayal gücünü harekete geçiren, en derinimize vakıf olan sırlarıyla, ölümü, uyanışı ve deliliği andırmasıyla, şifreli diliyle, özlediklerimizle buluşturan merhametli yüzüyle, bildiklerimizi ‘bilinemez’ kılmasıyla, hatıraları biriktirebilen ve zamanı yok eden gücüyle hayat kaynağımız. Rüyaların anlamı olduğunu ve bu anlamın çözülebileceğini varsaysak bile aramaya değer mi ya da ‘mantıksal, ahlaki ve estetik açılardan bütünüyle tatmin edici olan rüyalar’ gerçekten istisna olacak kadar az mıdır? Jung, ‘Rüyalar’ kitabında benzer soruların cevaplarını kesinlikten uzak anlaşılır bir dille, üzerinde çalıştığı vakalar ve dini-kültürel- tarihi sembollerle anlatıyor.

Kar günlerdir yağıyor. Bazen nefes almadan, bazen derin iç çekişleriyle. Hayır, lapa lapa değil. Birbirilerini incitmemek için dokunmamaya özen gösteren narin kuşlar misali boşlukta uçuşarak. Sonra aniden sert bir rüzgarla uzaklara savrularak. Ve yeniden yeryüzünü okşamak arzusuyla usulca, tane tane dökülerek. Her yer kar altında artık. Evler, çatılar, tarlalar, yollar, ağaçlar, ormanlar, köyler, arabalar, fabrikalar, eşyalar, çöpler, kediler, köpekler, kimsesizler, kumrular her şey beyaza kesmiş. Kar son nefesine kadar yağmak istiyor. Tek bir ‘kirli’ insan kalmayıncaya kadar canla başla yağmak için çırpınıyor. Artık gök kubbe de beyaz. Kar sessizliği dünyanın uğultusunu sindirmiş. Sesler, tınılar, çığlıklar, iniltiler, haykırışlar yumuşak bir battaniye gibi gürültüyü örtmüş. Kar hayatın keskin yanlarını da törpülemiş gibi, tebessüm ediyor eşya. Hoyrat, kaba, vahşi olan bütün varlıkları merhametle, nezaketle yıkamış, saçlarını iyilikle taramış sanki. Her şey kar kristallerinin dalgınlığında özündeki sükunete kavuşmuş.

Carl Gustav ve semboller
Carl Gustav ve semboller
Kelimelerin sahiden hayatın sürprizli kaderine uyum sağlayan iç burkucu bir yanı var. Böyle ılık bir ruh ikliminde, kucağımda Jung’un ‘Rüyalar’ kitabıyla tombul bir kar küresinin içinde oturmuş izlerken görüyorum onun son cümlesini. Kar topu oynadığı için kalbinden bıçaklanarak öldürülen gazeteci arkadaşımız Nuh Köklü’nün son cümlesi mavi ışıklı bilgisayarın ekranında parlıyor: “Ne olur bu bir rüya olsun”. O bıçak karın boşluğuma saplanıp olduğu yerde hızla dönmeye başlıyor. Gördüğüm bütün rüyaların içi boşalıyor ansızın. Rüya ne, gerçek ne, hakikat nerede gizleniyor bilmiyorum artık. Tam o sırada, eski bir masal gibi tınlayan iki mısra işitiyorum: “Uyku bir kusur gibi duruyor kirpiklerinde/Ve rüya şimdi sende bir aldanıştır hayata”. Şiirin hiç değişmeyen adetidir; beklemediğinde, umudunu yitirdiğinde, korktuğunda ansızın ziyaretine gelir.

Kitabı, ekranları, ışığı kapatıp gecenin ıssızlığında öylece oturuyorum. Rüyaların hakikatini, gerçeğin tuzaklarını düşünüyorum. Yorgun ve umutsuz bir gecenin ardından yaşadığımız coğrafyada, ülkede iyileştirebilecek olanın edebiyat olduğuna inandığım için yine ona sığınıyorum. İlk aklıma gelen Marguerite Yourcenar’ın ‘Rüya ve Kader’i. Hatırlayabildiği rüyalardan yeni bir ‘düş ve gerçeklik’ algısı yaratmıştı. Sabah o kitabını çıkarıyorum kütüphaneden: Bir yandan rüyalar var, bir yanda kaderler; ben özellikle kaderin rüyayla iade edildiği anla ilgileniyorum. Yazar rüya görenlerin şair olduğunu düşünüyor: “Şair kelimeleri nasıl bir araya getiriyorsa, uyuyan kişi de imgeleri bir araya getirir, kendinden bahsetmek için bu imgeleri iyi ya da kötü kullanır”. Ve benzersiz diliyle rüyayla insanın ve kaderin puslu ilişkisini gösteriyor: “Her uyur, ebedi bir aynada kendine heyecanlanan, kendini gerçekleştiren bir Narkissos’tur”.



Yaratıcılığın esas kaynağı rüya

“Yıllar boyunca her yıl yaklaşık 2 bin rüya analiz ettim ve bu konuda ciddi bir deneyim kazandım” diye yazmış yetmiş dokuz yaşındaki psikiyatrist yazar, eğitimci Jung. 1916-1945 yılları arasında yayınladığı bildirilerden oluşan ‘Rüyalar’ derlemesinde din, kültür, mitolojik ve tarihi sembollerle açıklanan rüya analizleri, psikolojisi, doğası gibi başlıklar var. Her ne kadar ilk bakışta teknik yanı ağır basan bir bilim kitabı gibi görünse de rüyaya dair merak edilen basit sorularla gerçeklik algısında farklı kapılar açıyor. Mesela, rüyaların anlamı olduğunu ve bu anlamın çözülebileceğini varsaysak bile aramaya değer mi ya da ‘mantıksal, ahlaki ve estetik açılardan bütünüyle tatmin edici olan rüyalar’ istisna olacak kadar az mıdır? Rüyanın doğru anlamına ulaşmak için geçmişe dönük analiz şart mı? Bilinçli arzularımızla zıtlıklar oluşturan rüyalar bilinçdışını nasıl etkiler? Jung, benzer soruların cevaplarını kesinlikten uzak, anlaşılır bir dille, üzerinde çalıştığı vakalar ve sembollerle aktarıyor. Bu da düşüncelerini yerleşik teorilere saplanmaktan büyük ölçüde kurtarıyor.

Aslında 20.yy’ın en ünlü psikiyatristlerinden Jung’un en çarpıcı kitabı, seksen yaşına kadar koruduğu anılarıdır. Kitabının başında “Bu özgeçmiş, bilimden edindiğim bilgilerin ışığında yaşamımın öyküsü. İkisi bir bütün. Yaşamım bir anlamda yazdıklarımın özünü oluşturuyor. Yazdıklarım yaşadıklarımın özünü değil” diyor. Hayatının resmini farklı dönemlerini kendi rüyalarından verdiği sembolik örneklerle çiziyor.

Edebiyat tarihinde de rüyalarını/kabuslarını yazı sanatının diline tercüme edenlerin eserleri, bazen o dünyayı bilim adamlarından daha iyi görür. Romancı Stevenson ‘Rüya Bahsi’ başlıkla denemesinde, “Gerçek hayatın üç boyutlu dünyasında yaşadığımız hikayelerle, vücudumuzun geri kalan bütün organları ölü gibi uyurken bütün bir gece boyunca tek bir ışığı bile sönmeyen beynimizin minik tiyatrosunda sahnelenen hikayeler – başımızdan geçen hikayelerle başımızda geçen hikayeler - arasında hiçbir fark yoktur “ diyor. Yaratıcılığın esas kaynağının rüya olduğuna inanan tek yazar Stevenson değil elbet. ‘Rüya bahsi’ hemen her dönemde, gotik, romantik, klasik ve modern edebiyatta, delilikle-rüyaların ince bir çizgiyle ayrıldığı zihinsel sınırın ötesinde kendine bir yer açmış. Her ne kadar rüyaların Freud’la bilinçdışına açıldığı söyleniyorsa da ondan evvel yaşayan romancılar, şairler sezgileriyle o ‘karanlık alana’ kimi zaman kendilerini de kullanarak girmişler. İngiltere’nin karanlık, puslu sokaklarını önce rüyalarında gören Charles Dickens, metafiziğe ilgi duyan Coleridge, Blake gibi şairler, gerçeküstünün deli dehaları olarak anılan Nerval, ondan etkilenen Breton, Eluard, ve daha sonra kendi üsluplarınca rüyayı kullanan Dostoyevski, Borges, Marquez, Calvino ve diğerleri.

Tanpınar, ilk hikaye kitabı ‘Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda uyku sanrılarının eşiğinde, gerçeküstü motiflerle aydınlattığı düşsel bir dünyayı anlatır. Gerçekle hayal arasındaki ‘arafta’ yaşayan kahramanı bilincinin parçalanmasının ıstırabını tasvir ediyor: “İşte o geceden beri kendisinde çok derin bir yerde saklı, esrarlı bir zembereğin harekete geçtiğini duydu: Kainat karşısında artık aynı adam değildi. Her şey onda sanki daha derine, daha esaslıya doğru gidiyor ve bu yüzden günlük manzara ve çehreler kendisi için zaman zaman değişiyordu. O artık etrafında bulunan her şeyi, küçük ve bazen çok şaşırtıcı uyanışlar halinde görmeğe mahkumdu; bir sisten ayrılan tek bir ağaç gibi, bu zihin bulanıklığına mevcut olan her şey tek başına aksediyordu. Hayat basitliğini ve bütünlüğünü kaybetmişti”.

Rüyalar, ikinci hayatlarımız



Bazen rüyalar hayatın basitliğini yok eder sahiden. Rüyaya dair en çarpıcı cümlelerden birisine yazar Karen Blixen, ‘Hayalperest’ isimli hikayesinde rastlamıştım: “Rüya görmek terbiyeli insanların intihar şekli” diyordu kadın. Eğer uyku dünyasıyla bilinç yatağı kökleriyle birbirlerine bağlıysa orada eşyayla, varlıkla, arzularımız ve korkularımızla kurduğumuz ilişkinin her manada bir karşılığı vardır. Belki rüya görürken Tanrı ağacı, kuşları, denizi, mitolojik kahramanları, insanı, müziği, mucizeleri, gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi neden yarattı diye düşünüyoruzdur.

Rüya, sınırsız hayal gücünü harekete geçiren, en derinimize vakıf olan sırlarıyla, ölümü, uyanışı ve deliliği andırmasıyla, şifreli sembolik diliyle, özlediklerimizle buluşturan merhametli yüzüyle, bildiklerimizi ‘bilinemez’ kılmasıyla, hatıraları biriktirebilen ve zamanı yok eden gücüyle hayat kaynağımız aslında. Onu daha iyi anlayabilmek için direnmek ve kaçmak yerine teslim olmak ‘gerçek hayatımızda’ bizi daha mutlu kılabilir. Kendi irademiz dışında sınırsız bir özgürlüğe kanat açan rüyaları her zaman anlayamasak da onları anlamaya çalışarak iyileşebiliriz. Sıradan bir hayatın büyülü tezahürü olabilirler. Eğer söylendiği gibi rüyalar ikinci hayatımızsa, kendimizi keşfetmek ve gerektiğinde o ‘resimler ve hikayeler’ korosunu yaratıcılığımız için kullanmak çabası kıymetlidir. Üstelik de güzel yanı onları kontrol edemememiz. Bu yüzden bütün anlam katmanları ve gerçek hayatla çelişkilerine rağmen sürprizli ve caziptir rüya.

Jung ‘Rüyalar’ kitabında bunu güzel bir örnekle anlatıyordu. “Bilinçli zihin kendisinin bir papağan gibi eğitilmesine izin verir ama bilinçdışı vermez - Aziz Augustinus da bu yüzden Tanrı’ya, kendisini rüyalarından sorumlu tutmadığı için şükretmiştir. Bilinçdışı özerk bir varlıktır; onu çalıştırmak görünüşte başarılı ama bilinç için zararlıdır. Doğanın ve onun sırlarının ne geliştirilebileceği ne de bozulabileceği bir alanda özel kontrolün ulaşamayacağı, dinleyebileceğimiz ama karışamayacağımız bir yerdedir ve orada kalacaktır”.

Bu yazıyı yazmak üzere oturduğum çalışma odamda, rüyanın duygusal yoğunluğu yüksek alemlerinde kaybolduktan sonra dingin, hüzünlü bir mutlulukla uyandığım sabah yine pencereden dışarı bakıyorum. Gündüz düşlerinde kelimelerden tespih dizen bir şair gibi kısa sessizliklerle efsunlanmış resimler görüyorum. Zamanın ağırlaştıran yerçekimi yok o dünyada. Sadece her iki alemin – gerçek ve rüya – kırıntıları anlık şimşek çakımları gibi belirip kayboluyor; Soğuk bir Avrupa şehrinde nehir kenarında ısınmak için birbirine sokulmuş bir çift, mandalina bahçesinde etekleri rüzgarla havalanan mavi elbisesiyle çocukluğum, bir Ege köyünde dağlarda nergis toplayan bir kadın (yüzünü göremiyorum), farklı şehirlerde annemle ev arayan bugünkü ben, köy camiinin avlusunda beni sabırla bekleyen ihtiyar bir adam, dar bir patikadan tırmanmaya çalışan bembeyaz dağ keçileri, uçurumdan denize doğru tıpır tıpır yuvarlanan taşlar ve altında batık şehri izleyebileceğim akvaryum gibi deniz… Kar, bir şair rüyasında kendini öldürmüş gibi hiç durmadan iç çekerek yağıyor. Ben yine aynı mısraları mırıldanıyorum: “Uyku bir kusur gibi duruyor kirpiklerinde / Ve rüya şimdi sende bir aldanıştır hayata”.

*Carl Gustav Jung –Çev. Aylin Kayapalı / Pinhan Yayıncılık

Kaynak: T24

'Cezaevlerinde işkence kalktı' mı?

İBDA-C Terör Örgütü Lideri olduğu iddiasıyla 1998’de gözaltına alınarak yargılandı ve müebbet hapis cezasıyla cezalandırıldı. 56 tane kitabı bulunan Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman, müvekkilinin yıllardır insanlık dışı bir işkenceye maruz bırakıldığını söylüyor. Engin Çeber’e yapılan işkenceyi gündeme getirenlerin ve özellikle İslamcı çevrelerin Mirzabeyoğlu’na yapılan işkenceler karşısında suskun kalışlarına anlam veremiyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun tutuklanma ve yargılanma süreci dahil, kendisine yapıldığı iddia edilen işkenceleri avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk.

Samet DOĞAN'ın röportajı

Salih Mirzabeyoğlu’nun tutuklanmasından bu yana geçen süreyi kısaca özetler misiniz?

Salih bey 1998’in sonunda tutuklanmış, Metris Cezaevi’ne götürülmüş, 25 Ocak 2000 yılının gece yarısında hapishane duvarlarının delindiği, kimyevî gazların kullanıldığı, ölümlerin gerçekleştiği bir operasyonun ardından Kartal Cezaevi’ne, daha sonra da Bolu F Tipi Cezaevi’ne konulmuştur. Hâlen Bolu F Tipi Cezaevi’nde, 5 yıldır kaldığı tek kişilik hücresindedir.

Ne kadar ceza aldı?
Salih bey idam cezası aldı. Ceza, AB müktesebatı çerçevesinde yapılan düzenlemelerle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrildi.

Salih Mirzabeyoğlu tam olarak neyle suçlanıyor?
Tam olarak neyle suçlandığını, hangi suçtan dolayı ceza aldığını biz de bilmiyoruz. Herkes herkese suç isnad eder. Ancak mühim olan şahsın o suçu işleyip- işlemediği, bunun tesbiti ve verilecek cezanın o suça uygunluğudur.

Biraz açar mısınız?
Salih bey, mevcut anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs etmekten ve örgüt liderliğinden yargılandı. Yargılama, bunun üzerine bina edildi. Ancak gerek kendisinin, gerek avukatlarının yaptığı savunma bir tarafa, İddianame ve Gerekçeli Karar’da geçen ifadeler dahi Salih Bey’e üzerine atılı suçtan ceza verilemeyeceğinin ispatı niteliğindedir.

Karışık bir hukuk süreci olmuş anlaşılan…

Aslında hiç karışık değil. Türkiye’de kadim iki yanlış gelenek var… İlki fikir adamlarına ‘bölücü, yıkıcı’ yaftalarını asıp, mahkûm etmek. Diğeri de maalesef bir maşa mesabesinde olan kanun maddelerini hukuk zannetmek. ‘Kanun maşasını elinde tutan, karşısındakine yöneltir. İstediği gibi yargılar, istediği gibi hüküm verir. Biliyorsunuz ki, Salih Bey’in tutuklandığı süreç 28 Şubat’ın hemen ertesi bir dönemdir. En iptidâi anlamda dahi hukukun olmadığı bir süreç. Bu süreçte hukuku da etkileyen, yön veren kara propaganda her yerdedir. Kara propaganda Salih Bey’in emniyet güçlerince alındığı andan itibaren başlamıştır.

‘Örgüt evinde yakalandı’…

Meselâ o cümle... Salih Bey o dönemde sanki 41 tane eser vermemiş, sanki illegal bir adammış, kaçıyormuş, bir yere sığınmış da polisin yaptığı operasyonla kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir hava…

Oysa ki?..

Oysa ki Salih Bey eşi ve çocuklarının yanında alınmıştır. Alındığı yer de çocuğunun okulunun önüdür. Eşiyle birlikte o zaman için ilkokula giden çocuğunu okuldan almaya gidiyor. Polisler geliyor ve hiçbir arama, yakalama izni olmaksızın Salih Bey’i ve eşini ilkokulun önünden alıyor. Daha sonra evde arama yapıyorlar. Medyaya da “örgüt evinde yakalandı” diye servis ediliyor.

Daha sonra…

Daha sonrası, sorgulama aşaması... Burası mühimdir. Polis sorguluyor. Sorgu zabtını istediği gibi tertip edip, kurguluyor ve o kurgu savcının önüne gidiyor. Ve koskoca DGM Savcısı da polis sorgularını maalesef aynen kabul edip, iddianamesini mahkemeye sunuyor. Aynı hatayı mahkeme de işleyerek iddianameyi kabul ediyor ve polis sorgu tutanaklarının üzerine hüküm bina ediyor. Dikkat edin; hukukî süreçten değil, hukuk adına işlenen cinayetlerden bahsediyoruz. Bu süreci özetleyen çok güzel bir olayı anlatayım izninizle…

Buyrun…

Polis sorgusunda Salih Bey’e aynen şunlar söyleniyor: “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!”

Yukarısı?..

Yukarısına geliriz... Sorgulama esnasında Salih Bey’e söylenen şeylerden birisi de şu: “Biliyoruz. Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz… Gelelim şu liderlik mevzuuna…” Salih Bey de; “hiç kimseyle görüşmemişim, talimat vermemişim, bunu siz de biliyorsunuz. Ben bu durumda illegal bir örgütün nasıl başı olabilirim ki?” diye mukabelede bulunuyor. Aynı polis ısrarla devam ediyor: “Gel sen şunu güzellikle kabul et. Hem biz sana kötülük yapmak istemiyoruz. İsteseydik evinin bahçesine eroini gömer, “eroin yakaladık” derdik. Salih Bey bu ‘cazip’ teklifi kabul etmeyip, fikir adamlığından bahsedince aynı polis, hukukun Türkiye’de nasıl işlediğini gösteren fevkalâde bir lâf ediyor: “Aslanım, Savcı senin kitaplarını okuyacak değil ya… Buradan önüne ne giderse o.”

Oradan ne gittiyse aynıyla İddianameye konu mu olmuştur?

Aynen öyle olmuştur. İddianamede Salih Bey için; “örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilmemiş olmakla beraber…” ifadesi mevcuttur.

Tesbit edilemediyse nasıl bir somut suçlamayla yargılanıyor ve ceza alıyor öyleyse?

Tespit yok, münasip görme var. İBDA-C markasıyla illegal faaliyet gösteren örgütler var. Bu örgüt mensupları; hiç kimseden emir ve talimat almadan “kendinden zuhur diyalektiği”ne göre iş yapıyor. Vakıa bu. Bu vakıa karşısında iddia makamı; “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensuplarının Kumandan kod adlı sanık İzzet Erdiş’e bağlılığı…” diyor. Ortada hiyerarşik bir ilişki yok. Hiyerarşi olması bir tarafa tanışıklık yok. Eylem yok. Talimat yok. Fikrî bir yakınlık, bağlılıktır söz konusu olan. O gün için 41 tane eser vermiş bir yazarın fikirlerinin etkisinin olmasından daha tabii ne olabilir? Kaldı ki, tanışıklık da olabilir. Çocukların bile bildiği üzere, suçlar şahsîdir. Meselâ AK Parti’li bir belediye başkanı adam öldürüyor. İşlenen bu suçtan dolayı, sırf o partiye mensup diye “Sanık AK Parti’lidir. Tayip Erdoğan ile aralarında hiyerarşik bir bağ vardır. Talimatı ondan alması kuvvetle muhtemeldir. Madem hiyerarşik bir bağ söz konusudur, o zaman Tayip Erdoğan da suçludur.” denilebilir mi?

Salih Mirzabeyoğlu’nun davasında böyle mi denilmiş oluyor?

Gayet tabi… Salih Bey’in davasındaki hukuk mantığı, verilen örnekten daha kötü bir şekilde işlemiştir. Hiyerarşi yok, eylem yok, eylem talimatı yok, tanışıklık yok… Buna rağmen ‘olsa olsa budur’ mantığı üzerine bina edilen bir hüküm var. Bu sakat mantıkla verilen karar idam olmuştur. İdam kararı “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası”na çevrildi. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının da üzerinde ayrıca durmak gerek.

Şu sıralar, cezaevlerinde yaşanan işkencelerin, gayri insani uygulamaların kalktığı ve sıkı bir denetim altında tutulduğu söyleniyor. Siz Mirzabeyoğlu’nun uzun zamandır işkence gördüğünü ve hatta şu anda da kendisine işkence edildiğini iddia ediyorsunuz. Bunlar ne tür işkenceler. Anlatır mısınız?

Türkiye’de işkencelerin kalktığı sadece söylentiden ibarettir. İşkence şeklinin değişmesi, işkencenin kalktığı anlamına gelmez. İşkence deyince herkes kaba dayağı anlıyor. Ve artık kaba dayak yok deniliyor. Kaldı ki, kaba dayak da kalkmış değil. Yakın bir zamanda yaşanan ve sonu ölümle biten Engin Çeber hâdisesi gibi nice hâdiseler var. İşkence kalkmadı, şekil değiştirdi, daha sofistike, daha sinsi yöntemlerle yapılıyor. Bu çerçevede F Tipi Cezaevlerinin bizatihi kendisi işkencedir meselâ. Salih Mirzabeyoğlu’na gelirsek… Kendisi 98’in sonunda tutuklandı. 11 yıldır cezaevinde. 11 yıllık esaret hayatının son 10 yılı Telegram işkencesine maruz kalarak geçmiştir. Ve bu işkence kendisine hâlâ yapılmaya devam edilmektedir.

Telegram işkencesi nedir ?

Telegram, düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla irâdenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. Telegram’ın hedefi; insan iradesinin teshir ve zapt altına alınıp, istenildiği gibi yönlendirilmesidir. Hâl bu olunca iç içe bahisler hâlinde Telegram’ın birçok veçhesi ortaya çıkmaktadır…

Biraz daha açabilir misiniz?

Hedef; insan iradesidir. ‘İnsan iradesi’ni hedef alan bir işkenceyi anlamak, anlamlandırmak, mukavemet etmek, ciddi bir fikrî seviyeye sahip olmayı gerektirir. Telegram’ın felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs, vs… bir çok yönü var... Şayet bir adamın bu alanlara dair asgari bir malûmatı yoksa şapşallığının göstergesi hâlinde dalga geçip, “böyle bir şey olamaz” demesi tabiî... Teknolojiden hiç haberdar olmayan birine cep telefonunu gösterip, ‘bu kutu gibi şeyi kulağına götür ve dünyanın öbür tarafındaki adamla konuş’ derseniz sizi anlar mı? Anlamaz. Bir de sizinle dalga geçer. Niye? Çünkü görgüsü onu anlamaya müsait değil.

Telegram daha ziyade Salih Mirzabeyoğlu ile konuşulmaya başlandı. Özellikle kendisine uygulanmasının sebebi nedir? Bir de şikâyetlerini soracağız…

Hem Salih Bey’in hem de bizim en büyük şikâyetlerimizden birisi de; meseleye psikiyatr edâsıyla yaklaşılıp, “evet, şikâyetiniz nedir?” denilmesidir. İşkence burada başlıyor. Zira en büyük işkence; işkencenin bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlanamaması, işkenceye muhatap kalan şahsın meseleyi ifade edememesi ve en nihayetinde kendi içinde boğulmasıdır. Telegram’ın bir çok çeşidi var. İspatı en zor ve dolayısıyla en garanti ve fakat en pahalı yöntem, elektro-manyetik dalgalarla yapılanıdır. İlaçla yahut başka usulle yapılanın ispatı nispeten daha mümkün. Alaattin Çakıcı’nın ‘bana mektup geliyordu, adamıma açtırıyordum, bir gün yine bir mektup geldi, adamım açtı ve öldü.’ beyanındaki sözlerini ve bu sözlerin üzerine gidilmesi gerekirken niçin üstünün örtülmek istendiğini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Elektro- manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlamak pek mümkün değil. Zira diyalog en basitinden şöyle gelişecektir: Şikayetin nedir? Derdini anlat… İşte şöyle oluyor, böyle oluyor… İspatlayabilir misin? Psikolojik sıkıntılarından dolayı böyle söylüyor olabilir misin? Malûm hapishane şartları insana sıkıntı verir, psikolojisini bozar… Kişinin dili döner ve meseleyi ifade ederse söylemesi gereken şudur: Bahsettiğim elektirikî dalgaları elimle tutup size gösteremem ya, nasıl bir ispat istiyorsunuz?

Kendi içinde boğmak…

Aynen… Telegramcıların mantığı şu: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış.’ düşüncesi zerkedilir. Majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur: İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır, kişinin en başta kendisine, daha sonra ailesine ve tedricen çevresine yabancılaşması sağlanır.

Fizikî tezahürleri nedir?

İşkence aynı zamanda fizikîdir de. İnsandaki arazın, hastalığın ortaya çıkarılması suretiyle gerçekleşiyor bu saldırılar. Salih Bey’in kendi kendine tespit ettiği bu hâdiseyi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden bir profesöre anlattığımızda Salih Bey’i doğrulamış ve ‘bir noktaya teksif edilen elektro-manyetik dalgalarla o bölgedeki rahatsızlık azdırılabilir, belli yerler bloke edilebilir’ demiştir.

Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifade ve görüntülerden, vurma, yakma, bloke etme, kaşıntı verme şeklinde gerçekleşen fizikî saldırılara kadar işkencenin her türlüsünü yaşayan Salih Mirzabeyoğlu’nun günlerce uyumadığı da oluyor. Uyuyabildiği dönemlerde de fizikî olarak tazyik sürüyor, uyku ile uyanıklık arasında bir hâlle karşılıklı cedelleşme devam ediyor. ‘Deliksiz ve rahat’ bir şekilde 2 saatlik uykunun ardından ‘tamam, bu kadar yeter!’ denilerek yine uyandırılıyor. Gerek görüntülü ve gerekse fizikî saldırı en çok da namazda yapılıyor. Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifadeler, küfürler Salih Bey namaz kılarken ediliyor, yine aynı nispette ahlâksızca görüntüler namaz kılma esnasında veriliyor. Öyle ki namazın bozulduğu dahi oluyor.

Dehşet verici…

İşkence türlü türlü… Mevzuunda ihtisas sahibi olanların da teyit ettiği türden yöntemler:
Her insanın kendine has bir elektriği var. Sevinçli, hüzünlü, sinirli… her hâlde değişen bu elektriğin/enerjinin tespit edilmesi ve daha sonradan insana giydirilmesi...

Yani?

Şöyle… İnsanın hüzünlü ânında tespit edilen elektrik, başka ve farklı bir ânında yine kendisine veriliyor. Ve insan meselâ hiç de hüzünlü değilse birden hüzünlü bir hâle bürünüyor. Salih Mirzabeyoğlu’na sıklıkla yapılmak istenenlerden biri de budur. Meselâ telefon görüşmesi yaparken ve hiç de hüzünlü bir hâli yokken yapılan saldırı ile hüzünlü bir hâle sokulmaya çalışılıyor. Bu, en ‘masum’ saldırı… Gerek suretine ve gerekse bedenine yapılan bunun gibi nice saldırıdan haberdar olduğu için Salih Mirzabeyoğlu mukavemet edebiliyor. Mukavemet edemezse işkencenin tezahürü belli: Durup dururken ağlamalar, yahut gülmeler, yahut sinirlenmeler… Hiçbir saldırının olmadığı ve insanın kendi hâlini kritik ederken düştüğü çelişkiler… Bu çelişkilerle birlikte kendi benine yabancılaşma… Akla-hayale gelmedik olan ve ancak ensest çocuklarının yapabileceği türden ahlâksızca yapılan saldırılarla meydana gelen düşünceleri kendi ‘ben’inden zannetme… Bu düşüncenin hasıl olması ile birlikte yaşananlardan kendini mesul tutma ve ardından kendinden iğrenme… Ve işkenceciler açısından mesut netice: Kendi benine, ardından aileye, ardından çevreye yabancılaşma… Herkese ve her şeye, en başta da kendi benine yabancılaşan mağdurun bütün bu süreçte iradesinin teslim alınıp, istenildiği gibi sevk ve idare edilir hâle gelmesi, güdülmeye teşne bir nesne olması…

Eğer bu uygulama varsa…

Var olduğu için konuşuyoruz…

Bir ihtiyat payı bırakarak konuşmak durumundayım. Bu tip işkencelerden kimlerin haberi var?

Kastettiğiniz; devlet yetkilileriyse durum her türlü vahim. Zira; yetkililerin haberi yoksa, kendi sorumluluk alanında yaşanan bir hâdiseden haberdar olmadıkları için sorumludurlar. Şayet haberleri varsa ve buna rağmen bir şey yapmıyorlarsa yine sorumludurlar.

'YILLARDIR ŞİİR YAZAMIYOR'

Sonuçta Mirzabeyoğlu Müslüman ve İslami bir ideolojiyi savunduğunu söylüyor. Peki neden bu durum İslamcı çevrelerce hiç gündeme getirilmiyor?

Söylediğiniz doğru… Salih Bey, Müslüman ve İslâmî bir dünya görüşünü teklif eden bir fikir adamı. Bu teklif, bir kesime değil, herkesedir. Unutulmasın ki; Salih Mirzabeyoğlu bir fikir adamıdır. Cezaevine konulduğunda 41 eseri vardı. Çok kısaca ve kabaca anlattığım süreçte her şeye rağmen 15 tane daha eser verdi… Konuşmaya buradan başlayalım: 55- 56 eserin altında imzası olan bir fikir adamı niçin cezaevindedir? Kim, hangi mantıkla kendisini mahkûm etmiştir? Ve bu haksızlık karşısında niçin ısrarlı bir suskunluk söz konusudur? Biz, Dreyfus’u Emile Zola’dan tanıyoruz. Siz de biliyorsunuz ki; ‘entelektüel’ kelimesi, hak edilmesi gereken bir sıfat olarak Dreyfus davasından sonra kullanılmaya başlanmıştır. Buradan da anlamak gerekir ki; bir aydını aydın yapan, haksızlığa karşı takındığı tavırdır. 12 Şubat 2010’da yaptığımız avukat görüşünde kendisi; “Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli.” demişti. Her şeye rağmen fikir imâl etmekte ısrar eden ve 56 tane eser yazan bir fikir adamı, maruz kaldığı işkenceden dolayı yıllardır şiir yazamıyor! Bilirsiniz, II.Dünya Savaşı’nda, Polonya’da, Auchwitz’de yaşananlardan sonra Adorno; “Auchwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti... Türkiye’de bu dilden, böylesine bir hassasiyetten anlayacak namuslu aydın sayısı maalesef çok değil. Salih Bey’in yaşadıkları karşısında vicdanların çatlaması gerekmez mi? Bu haksızlığı dile getirmek için kim neyi bekliyor, inanın biliyor değiliz.

Röportaj için çok teşekkür ederiz.

Biz teşekkür ederiz.

HaBertaraf
9 Mart 2010

Meselem
Salih MİRZABEYOĞLU

Zar peşinde kumarbaz meçhul zevkinde abes

Kelimenin üstünde

Cümlelerin altında

Benim büyük meselem



Güzelin hor duruşu sadık âşıka nefes

Ufuk kaçar özünde

Bir sayının ardında

Sütle yazılmış kasem



Olmaz bilmez çocukta geçmek bilmez ki heves

Sıcak ütü bütünde

Rüyâ dili katında

Nazı çözüyor ensem



Altun pınar başında mihenge gelir herkes

İlk dörtlüğün kökünde

Bir balığın sırtında

Benim büyük meselem

1986

Hukuk devletinin neresindeyiz?
17 Mart 2010
Ebubekir Sifil

Yüzde 99'unun Müslüman olduğu sıkça söylenen bir ülkede yaşıyoruz ve en büyük mağduriyetlere bu ülkede Müslümanlar maruz bulunuyor. Müslüman bir hanımın, çarşafıyla gittiği bir resmî kurumda ne tür bir "psikolojik baskı"ya maruz kaldığını, "mahalle baskısı" naraları atanlar elbette düşünmez. Bu, adaleti sağlayıp haksızlığı engelleme iddia ve sorumluluğundaki hukuktan başlayıp icraya kadar uzanan geniş yelpazede sorumluluk makamında olan herkesin ortak problemi olmalıdır.

Bir an için farz edelim ki, "mahalle baskısı" diye bir olgu gerçekten var ve bazı kesimler ahlak anlayışlarına, geleneklerine ve inançlarına aykırı işlerin gözlerinin önünde icra edilmesinden hoşlanmıyor; lise çağındaki gençlerin, ellerinde bira kutularıyla mahalle aralarında, parklarda kızlı-erkekli "free takılması"nı doğru bulmuyor ve tepki gösteriyor.
Diyelim ki bu tepki, onların özgürlüklerini kısıtlamak anlamına geldiği için yanlıştır. Ancak "mahalle baskısı" olgusunun hiçbir yaptırıma tekabül etmediği, ayrıca belirtmeye gerek bırakmayacak kadar açıktır.

Madalyonun öbür yüzünü çevirdiğimizde karşımıza "kanun baskısı" çıkıyor. Bu ülkede "mahalle baskısı" diye bir şeyden söz etmek doğruysa, bunun "kolluk gücü korkusu"na dönüşmesinin söz konusu olmadığı aşikâr. "Kanun baskısı"nın, kitlesel travamalara yol açan genişlik ve derinlikte etkiler yaptığını ona maruz kalan geniş kitleler çok iyi biliyor.

Burada bir noktanın altını özellikle çizelim: "Kanun baskısı" dediğim şeyin hukukla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu ikisi arasındaki fark, "kanun devleti" ile "hukuk devleti" arasındaki farka tekabül eder. Bu ülkede yargının, kimi zaman "hukuka aykırı" olduğu halde "kanuna uygun"luk gerekçesiyle tartışmalı kararların altına imza atabildiğini, kolluk kuvvetlerinin ise, "kanuna uygunluğun" dahi temin edilemediği pek çok olayda "kitabına uydurma" anlamına gelen uygulamalar yapabildiğini söylemek ne yazık ki şaşırtmıyor.

Hukuk mekanizmasının işletiliş biçimindeki tutarsızlıkların ve bunun ortaya çıkardığı arızalı durumun çarpıcı tezahürlerinden birini Salih Mirzabeyoğlu olayında görüyoruz.
Mirzabeyoğlu bir fikir adamı. Herhangi bir terör eylemiyle herhangi bir biçimde irtibatı olmamış. 1998'de terör örgütü liderliği suçlamasıyla yargılandı ve müebbet hapse mahkûm oldu. Türkiye kamuoyu, şu anda Bolu F tipi cezaevinde tek kişilik bir hücrede tutulan Mirzabeyoğlu'nun mahkûmiyeti ile birlikte farklı bir kavramla da tanıştı: Telegram.

Karmaşık bir yapısı ve pek çok çeşidi olduğunu öğrendiğimiz telegram, işkencenin "çağdaş" versiyonu. İnsanda hem ruh, moral, hem de beden olarak çok yönlü tahribatlar yapan bu işkence türünün ispatı adeta mümkün değil ve Mirzabeyoğlu'nun avukatları, kendisinin yıllardır bu işkenceye maruz bulunduğunu söylüyor.[1]

11 yıllık cezaevi dönemi boyunca yazdığı 15 kitapla birlikte eserlerinin sayısı 56'yı bulan Mirzabeyoğlu'nun aldığı bu ceza ve maruz kaldığı işkencenin "fikir özgürlüğü" ile nasıl bağdaştırıldığı araştırmaya değer bir husus...

Masum insanların hayatına kast eden eylemlere bulaşmış olmak İslam'ın hiçbir şekilde onaylamadığı bir husus. Samimi bir mü'minin, günahsız insanların canına kast etmesi ya da buna teşvik etmesi elbette düşünülemez. Mirzabeyoğlu'nun da bu tür bir eyleme iştiraki ya da teşviki ispat edilmişse cezalandırılması normaldir. Ama sağduyu ve vi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Arl 12, 2017 11:01 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Ağu 26, 2017 11:27 pm    Mesaj konusu: TUĞRUL ÇELİK: “YAŞAYAN NECİP FAZIL” MİRZABEYOĞLU VE İBDA Alıntıyla Cevap Gönder

TUĞRUL ÇELİK: “YAŞAYAN NECİP FAZIL” MİRZABEYOĞLU VE İBDA -6
3 Ağustos 2017



BÜYÜK DOĞU-İBDA DİLİNDE ŞİİR VE SANAT


İbda, şiir ve sanat

Duranların, yürüyenleri gördüğünü yazdığım geçtiğimiz sayıda “Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni! mısrasını aldığım “Muhasebe”ye dönüyorum tekrardan.

“Yeni çirkine mahkûm oldu, eskisi güzellerin”.

Bugün “yeni” diye dayatılan çirkinliğe bir yanıt olarak okuyabiliriz “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nı. Ama özellikle daha nelerin mesele olup olmadığının tam olarak ortaya konmadığı zamanda, yeni ve yenilenmiş oluş ve buluşla İBDA’nın, sanat ve şiir üzerine koyduğu bir teklif olarak da…

Aklı bir anlamda “başıboş” bırakan “Batı felsefesi”nin “İslama Muhatap Anlayış” içinde yorumlanması, içindeki mevzuların Büyük Doğu-İBDA gözüyle görülmesi davası da denilebilir. En azından ben, İBDA Mimarı’nın eserini bu mânâda okudum.

Mirzabeyoğlu “İslam’a Muhatap Anlayış” eserinde “günah”la ilgili verdiği örnekte şöyle diyor:

“Günahı nefsçe sevilen bir şeyden mahrumluk acısına tahammül cephesiyle değil de, Allah’ın emirlerine uyma tadına bağlayabilene ve bu tadın üstüne tad tanımayana ne mutlu.”

Yani olay felsefeden mahrum olmak değil, onu taklit etmek değil; ona alternatif bir bakışla bakabilmenin zevki meselesi…

Zapt edici estetik
Sanat, şiir ve estetik mevzularını “Büyük Doğu-İBDA diline” döken “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”, kimsenin kimseyi anlamadığı “sağırlar diyaloğu”nda “İslam’a Muhatap Anlayış”ı ve Büyük Doğu Mimarı’nı merkeze alıp bir görüş bildiriyor.

Büyük Doğu Mimarı “ideolocya”sını oluştururken, estetik davasını öne almıştı. Estetiğin avlayıcı-zapt edici özelliğinin altını çizmiş, rakip olana karşı alternatif bir görüş üretilmesine önem vermişti.

Dünyada, içinde yaşanılan zamanda; ondan uzakta kalmamak, onun karşısında bir alternatif sunarak, ona hakim olmak; bunun için bir sistem ortaya koymak, “İdeolocya Örgüsü”nün de başlıca amacıydı.
Hakimiyet sağlayacak olan ise var olana alternatif ve ondan daha nüfuz edici-avlayıcı olmalıydı. Sanat ve edebiyat da bunun önemli bir aracı olacaktı.

Felsefedeki üç değerden “güzel”i ele alan estetiğin diğer ikisinden (ahlak’ı ele alan etik ve doğru’yu ele alan mantık) ayrılmazlığını ortaya koyan eserde bu, “Doğrunun olmadığı yerde güzel yoktur” hikmetiyle ortaya konuyor.

Burada “doğru”, mantığın konusundan çok, etiğin incelediği ahlâk anlamında duruyor ve Büyük Doğu ile Yürüyen Büyük Doğu İBDA’ya göre de güzel, doğru ve iyi iç içe olması gerekenler olarak nitelendiriliyor.

İBDA mimarının deyişiyle: “Güzellik, doğru ve iyinin, tek kelimeyle hakikatin zarafet ambalajıdır.”

İBDA tablosu
Sanatlı yaratma manasında İbda ve mimarı Mirzabeyoğlu’nun “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nda “seyredilmesi gereken” dediği bir tabloya bakıyorum:

“Fildişi kaldırımlarda, fildişi sokaklarda giden, hiç birbirine çarpmayan, her biri birbirinin emrinde ve Allah korkusu altında, herbiri bugün ölecekmiş gibi iki büklüm ve yine herbiri hiç ölmeyecekmiş gibi dimdik insanların cemiyetini kurmak.”

Bu cemiyet tasvirinin bir resimle (tabloyla) anlatılması bile, sanat ve edebiyatın İBDA Mimarı’ndaki önemini anlatıyor bana göre.

Mirzabeyoğlu kitapta, insanın güzel olana yatkınlığını, Necip Fazıl’dan aktarıyor:

“Allah onu ruhumuza öylesine nakşetmiştir ki, adeta doğru ve iyinin en dakik terazisi ve nizam aleti olarak kalbimizde ayrı bir göz teşekkül etmiştir.”

Bu anlamda “her işte, her tavırda, her harekette güzeli ve güzelliği aramak icap eder.”

Mirzabeyoğlu, güzele olan ilgimizin bir diğer sebebinin de Allah’a dönme arzumuz ve O’na karşı beslediğimiz sevgi olduğunu belirtiyor. Aşk da bu anlamda buradan doğuyor.

Sanat ve güzeliğe faydacı bakışa sahip “faytacı” tipi de şöyle tarif ediyor Mirzabeyoğlu, Rusya’dan ve nihilist edebiyattan verdiği örnekte:

“Başka bir nihilist şair ise bir parça peyniri bütün Puşkin’e tercih ettiğini söyler.”
“Kaba fayda her zaman ince idrakın karşısına çıkacaktır” diyor Mirzabeyoğlu.

Sanatçı, şekil ve üslup
Sanata da aksiyon içinde, oluş içinde bakan Mirzabeyoğlu, sanatkârın da aynı aksiyonu taşıdığını belirtiyor:

“Sanatkâr sadece içinde yaşanılan anı aksettiren bir fotoğraf camı değildir. Öyle olsaydı sanat eserlerinde ne hayat olurdu ne de mânâ.”

Yazı ile ilgili görüşlerine de geniş yer verilen eserde, üslup “düzyazıya değerini veren şey” olarak belirtilirken; yazılan konunun bir bakıma üslubu da beraberinde getirmesine rağmen, “mevzunun üslubu mahvetmeyeceğinin” de altı çiziliyor.

Öz mü yoksa biçim mi tartışmasında cevap ise birliktelik: “Şekil, ifade olmuş öz’dür”

Sanatın güyesi olarak işaret edilen de şüphesiz O’dur.

Şems-i Tebrizi’den alıntılanan çift taraflı kağıt örneği, bunu anlatması bakımından dikkat çekici:

“Bir kağıt düşünün ki, bir yüzü sana öteki yüzü de sevgiliye dönüktür. Yahut her yüzü bir başkasına çevrilmiştir. Kağıdın sana dönük yüzünü okuyabilirsin, ama asıl dosta ve sevgiliye dönük olan yüzünü okumak gerekir.”

Yani sanatın gayesi yine O’na ulaşmak. O’nun rızasını kazanmak.

“Şiir ve Sanat Hikemiyatı”, tiyatro ve özel bir türü olarak tragedya üzerine de konuşuyor…

Tragedyanın eski Yunan-Pers savaşlarından gelen kökleri, sanatın hayattan ve zorluktan doğduğu meselesini hatırlatıyor.

Öte yandan sanatın ideolojilerle imtihanı ise, o ideoloji hakkında bilgi verebiliyor.

Gerçek anlamda bir şey üreten pek çok sanatçının siyasi muhalefet nedeniyle yaşadığı yeri terk etmek zorunda bırakılması örnekleri, bu isimlere sistemlerinde bir yer açamayan ideolojiler hakkında bir fikir vermiyor mu?

İktidarlar için komiklik zamanı
“Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nın mizah hakkında da söyledikleri var. Benim en ilginç bulduğum tespit işe şu:

“Hüküm ve nüfuz sahipleri iktidarı kaybetmek üzere oldukları zaman gülünç görünürler.”

Yaşayarak biliyoruz değil mi? “Yuh artık bu kadar da değildir” dedirten cinsten haberlere önce

“Zaytung mu bu?” diye tepki vermiyor muyuz?

Sonra da gerçek olduklarını öğrenmiyor muyuz?

Öğreniyoruz ve onlar için komiklik zamanı epeydir sürüyor.

Nitekim komiklik ve mizah da beşer işi. Mirzabeyoğlu, Bergson’dan alıntı yapıyor kitapta: Ona göre insanın haricinde komik yoktur. “Bir manzara komik değildir” mesela. Hayvan da ancak beşer taklidi görüntüsüyle komik oluyor.

İnsan gülünecek bir şey olduğunda gülüyor, mizahını yapıyor.

Ha, birileri buna kızıyor illa ki.

Ama onlar da gülünç olma zamanları -yani sonları- geldiği için kızıyorlar.

“Hırsız” şiir, “polis” ilim
“Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nda şiirin tanımın şöyle yapıyor Mirzabeyoğlu: “Estetik ifade şekli.”
“Kaynağı Allah’ın sanatında bulunan bir marifet.”

İlim ve şiir arasında yapılan karşılaştırma içinde şüphesiz en ilginç betimlemeler şunlar:

“İlimde tecrid, teşhis için; şiirde teşhis, tecrid içindir.”

Benim anladığım şu: Bilimde aramak/incelemek; bulmak, keşfetmek için yapılır. Şiirde ise bulmak, bir diğer arayışı başlatır.

Yani şiir, Allah’ı aramak mânâsında her bulduğu/konu ettiği şeyde, yeni bir arayışa, yine O’nu bulmaya koyulur.

Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’dan alıntıladığı şu kısım da bunu anlatıyor bana göre:

“Şiir ister güneşten bahsetsin isterse kertenkeleden, neticede Allah’ı arama işidir.”

İlim ve şiir hakkında bir diğer ilginç tanımlama ise şu:

“İlim mutlak hakikati, polis tavrıyla arar. Beldesi, mahallesi, karakolu, nöbet kulübesi, geçtiği sokaklar, çaldığı kapılar, iş bölümü, vazifesi, vakti, imkânları hülasa bütün zaman ve mekan ölçüleriyle tabak gibi açık ve meydandadır.

Ya şiir? O mutlak hakikati hırsız gibi arar. Hiçbir şeyi belli değildir. Hatta ismi ve cismi bile.”

Yani ilim polis gibidir, resmi kıyafetiyle arar. Şiir ise hırsız gibidir. Kapı kullanmaz her yerden girer.

İslam’da şu var mı bu var mı meselesi
Şiir ve Sanat Hikemiyatı’nda “İslam’da resim yoktur, İslam’da şu yoktur, bu yoktur vs.” diyen anlayışa da yanıt veriliyor. Bunun iki tarafı var, birisi İslam’da hiçbir şeyin olamayacağını söyleyen küçük görücü tavır, öteki de tersinden buraya varan İslam’da sadece emir ve yasak vardır diyen dar anlayış.
Örnek Büyük Doğu Mimarı’ndan:

“Resim aslında ham yobazın vehmettiği gibi bulunduğu yere meleklerin girmediği bir nefret mevzuu değil, şekillerin kaynaşması içinde çizgi ahengini arayan mânâları suretlendirme sanatıdır ve hürmet makamında tutulmadıkça ve putlaştırmaya vesile kılınmadıkça caizdir.”

Pek çok bilim dalında İslam dünyasının damgası ortada durmaktayken, “nasıl bozulduk” diye soran “Büyük Doğu İdeolocyası”yla birlikte “Şiir ve Sanat Hikamiyatı”, “yapılması gerekenin yapıldığı” bir eser olarak duruyor.

İBDA külliyatından okuduklarımı anlatmaya devam edeceğim.

Kaynak: http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-mirzabeyoglu-ve-ibda-6-buyuk-dogu-ibda-dilinde-siir-ve-sanat/

“Yaşayan Necip Fazıl” Mirzabeyoğlu ve İBDA -7 “Gölgeler”in gücü
Tuğrul ÇELİK
25.08.2017



Yaşadığımız günler…

“Gölgeler”, Salih Mirzabeyoğlu’nun 1984 yılında yayımlanan romanı.

“Yaşadığımız Günler” altbaşlığı ile yayımlanan roman, bir seçim günü seçim sandıklarının başındaki insanlarla başlıyor… Birbirini tanıyan bu insanlardan bambaşka insanlara genişleyen bir halka içinde pek çok kişi ve olayla devam ediyor.

Bir banker, bir bar kadını, banka soyguncuları, teröristler, hayal gören bir genç kız, varoluşçuluk, kadın erkek ilişkileri, roman, resim, ressam, intihar, reenkarnasyon, sosyalizm, Babıâli, Büyük Doğu, Zarifoğlu, İstiklal Mahkemeleri, Şapka Kanunu, İskilipli Atıf…

İskilipli Atıf’ın idamı süreci de kitabın son bölümünde uzun uzun anlatılıyor.

Ve de Adem…

Olayların bizzat içinde olan ya da olayları bize izlettiren Adem…

Mirzabeyoğlu’nun merkezde olduğu, İslam’a Muhatap Anlayış’a nisbetle birbirinden değişik olayların anlatıldığı parçalardan oluşan bir terkip “Gölgeler”…

Mirzabeyoğlu’nun olması gerekenle gerçekte olanı anlattığı, dinlettirdiği “Gölgeler”, onun pekçok eserinden izler taşıyor.

“İslam’a Muhatap Anlayış”tan, “İbda Diyalektiği”nden, “Başyücelik Devleti”nden, “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”ndan izler benim bulabildiklerim.

Hikâyeden hikayeye atlarken, Mirzabeyoğlu bizi Adem’in gözüyle bakmaya, onun sözleriyle düşünmeye davet ediyor.

Yineleyecek olursam, merkezde Mirzabeyoğlu, kamerayı başka başka olaylara çevriyor. Yaşananları, yaşadığımız günleri bir tiyatro perdesi içinde anlatıyor da diyebiliriz.

Adem, kimi zaman anlatıcı kimi zaman da bizzat aktör olarak hikâyeden hikâyeye atlıyor.

“Gölgeler”, Mirzabeyoğlu’nun dünya görüşünü “roman aletinden üflüyor”.

“Dünyanın geçirdiği büyük kaza”

“Gölgeler”in merkezinde “dünyanın geçirdiği büyük kaza” var diyebiliriz.

İBDA’da romanın özelliği şeklinde bir anlam verdiğim kısım “geçirilen büyük kaza” ile İBDA Mimarı’nın ne anlatmak istediğini açıklıyor:

“Görünmez şeffaf perdelerle birbirinden ayrılıkları içinde, insan keyfiyetinin birleştiriciliğinde bir, bir dünyada ayrı dünyaları yaşayanların hepsini birden kuşatıcı, dünyaların eğilimlerini keşfeden yönlendirici bir sanat kumaşı.”

İnsan hayatına bir örnek olarak bar kadınını bekleyen Banker Cahit’in hikâyesi sürekli aynı şeyin tekrarı olarak süren pek çok durumun yerine kullanılabilir bir mahiyette denilebilir. Örneklenen isim, meslek ya da keyfiyetten ayrı olarak bir tekrar durumunun hikâyesi.

“Meçhul adam, aynı kadını, aynı sabırsızlıkla, sık sık saatine bakarak kısa adımlarla dolanarak, aynı kendisi gibi beklemişti… Belki de geçmişte aynı gündü…”

Ama sadece insan hayatı gibi dar bir alanı değil, toplumsal hayata da uygulayabileceğimiz bir tekrarın hikâyesi bu.

Bir araba devrilip de içindekinin öldüğü hikâyeyle, “dünyanın geçirdiği büyük kaza”ya dikkat çekiyor “Gölgeler”…

Elbise, eşya, güzel bir ev ve araba, sosyal bir seviye… Ve bir soru: “Ama sadece bu muydu hayat?”

“Gölgeler”buna dikkat çektiği yerde başka bir soruyu akla düşürüyor.

Peki hayat, ev, araba, sosyal statü vs. -dünya hayatı- değil de sadece ahiret hayatını düşünmek ve ona göre, onun için yaşamak mı?

Biraz daha ileri gidersek “Gölgeler”, “İslam’da şu yoktur, bu yoktur” tartışmasına da getirir bizi.

“Gölgeler”in dolaylı olarak dikkat çektiği bir mesele olarak şimdilik burada dursun diyelim.

“Ah şablonculuk, ne rahatsın?”

“Gölgeler”, sorumlu olmanın, düşünüyor olmanın dayanılmaz ağırlığını da anlatan bir roman.

Evde yalnız olduğunu düşünürken birden karşısında meçhul bir adamı gören genç kızın korkusunun sebebi acaba bir yabancıyı görmesinden mi kaynaklanıyor?

Yoksa “alışılmış kalıplar”a bir an önce sarılıp, düşünmenin yükünden kurtulma lüksünden mahrum kalmaktan mı?

Şablonculuk daha kolaydı ve “meçhul genç”in söyledikleri, genç kızı düşünmeye ve konuşmaya zorluyordu.

Orijinal ve sanatlı bir dil olan İbda’da ise taklide yer yoktu. “Gölgeler”, şablonculuğu, kolaycılığı, avantacılığı da roman aletiyle eleştirmesinin yanı sıra “her şeye sahtesi musallat” anlamında sahteciliği de eleştiriyor:

“Dilsiz, fikirsiz insandı”dı. Ama “her dilli de fikirli değildi” meçhul gencin dediğine göre.

Çoğunluk ve hakikat ve “Albatros”

“Gölgeler” yıllar önce yazılmasına rağmen, hâlâ var olan konular hakkında da konuşuyor.

Mesela, gerçeğin çoğunluk tarafından reddinin onu yalan kılmayacağını şöyle açıklıyor:

“İnsanların hepsi gözsüz olsa, sadece bir tek kişi görse, onun görerek anlattıklarını dört milyar insan görmediği için reddetse, o tek kişinin hakikati yalan mı olur, yanlış mı olur?”

Doğru söyleyenin dokuz köyden kovulması misali, hakikati dile getirenin karşısına dikilen zorluğu, zulmü herhalde en çok bugünlerde yaşıyoruz.

İBDA’nın orijinalliği ve bu anlamda karşı karşıya kaldığı “anlaşılmazlık” ya da “üzerinden atlanma-yok sayma”, romanda 19. yüzyılın ünlü Fransız şairi Baudelaire’nin “Albatros” şiiri üzerinden aktarılıyor:

Hakikati dile getirmesi gereken ve bu sorumluluğu yerine getiren sanatçı, siyasetçi, mütefekkir, gökte özgürce uçarken, hoyrat denizcilerin arasına düşen albatros örneğine benziyor. “Başka bir alemden bu dünyaya sürgün” gibidir albatros:

Şair fırtınada uçan ve yaya gülen

Bu bulutlar kralı gibidir tıpkı,

Yeryüzüne sürülmüş yuhalar içinde,

Engel olur yürümesine dev kanatları!

“Gölgeler”, sanatın gayesi meselesini “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nda aktarılan haliyle ve bütünsellikle ele alıyor. Yaratıcı kudreti kendinde gören bir ressamın (Claude) felaketinin tablosunu gösteriyor okuyucuya.

Deliliğe övgü

Meseleleri gözünden ve sözlerinden izlediğimiz Adem, birkaç yerde Aktör Adem olarak karşımıza çıkıyor.

Özellikle Deli Bekir’in de olduğu sahnede, farklı olan Bekir mi yoksa onu izleyen mi diye soruyorsunuz.

Deli Bekir, insanların alışkın olmadığı şeyleri söylemektedir. Onlar ki seyirlik pek çok şeye gözleri açıktır ama gerçeklere kapalıdır. Elbette bu, alışkın olmadıkları şeylerin gerçek olmadığı anlamına gelmemektedir.

Polisin gelmesiyle “hadi ben kaçtım abiler” diyerek Deli Bekir’liğine dönüverir Bekir:

Abiler şahidim olun

Ciddiyet suçundan dönüşüme

Tövbe ediyorum tövbe

Dönüyorum deliliğime…

Gerçeği söyleyip yazmak suçtur “yaşadığımız günler”de ve cazası kimi zaman hapistir, kimi zaman da daha fenası itibar suikastı, “sükut suikastı”dır.

Yokuşta sürüklenen ceset

“Gölgeler”in en ilginç sahnesinde Adem, yokuşta cesedini sürüklemektedir.

Mirzabeyoğlu benim anladığım kadarıyla burada basın aleminin içinde bulunduğu hali eleştirmektedir.

“Sermaye imkânıyla çöreklendiği köşeden fikir ve fikircinin kanını içiyor” dediği yazar-çizer takımıdır.

Söylediği ile yaptığı uyuşmayan bu tiplerin “samimiyetsiz”liğinden yakınır.

Mirzabeyoğlu’nun kendi adına samimiyete verdiği önem açısından şu cümle çok açık ve onun hakkında okuyucuya fikir vericidir:

“Şuna buna bağlanmadan önce, mücerred mânâda ‘samimiyet’e kıymet veririm de, lafta benden gözüken samimiyetsize değer vermem!”

Mirzabeyoğlu, kitabından 30 yıl sonra, 2014’teki“Adalet Mutlak’a” konferansındaki konuşmasına da samimiyet meselesiyle başlamış, samimi fikrin herkesçe ortaya konması gerektiğini çokça vurgulamıştı.

“Gölgeler”in gücü

“Gölgeler”, “ideali aramayla toprağa bağlanma arasında insanın varoluş ıstırabı”nı anlatan ilginç bir roman.

Sadece bir “modernite” tartışmasını değil, gerçek-sahte tartışmasını değil, insanı da ele alıyor.

“Gölgeler”, insanı cinsiyetten başka bir özelliği olmayan varlık olarak gören anlayışa karşı çıkarken, görünüş ve gösteriş için yaşayan değil kendi için yaşayan insanı öne çıkıyor. Bu yaşam elbette yine “İslam’a Muhatap Anlayış” ölçüsünde bir yaşam…

Mirzabeyoğlu, “Batı aramaktan, Doğu yatmaktan yorulmuş” derken de bu insanın silkinmesi ve üzerindeki ölü toprağını atması gerektiğini; eserlerinde bahsettiği “beklenen inkılâbı” işaret ediyor ve diyor ki:

“Ölüm, heyecanımızın bittiği yerde başlar.”

“Gölgeler”e bir de bu anlamdan bakacak olursak eğer, 30 yıldan bugüne bir fikrin -doğru ya da yanlış, kabul edilir ya da edilmez- sağa sola yalpalamadan devam edişini görürüz.

Heyecan devam etmektedir!

Bu, “Gölgeler”i güçlü yapan fikrin bir göstergesidir.

Kaymak: http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-mirzabeyoglu-ve-ibda-7-golgelerin-gucu/

“Yaşayan Necip Fazıl” Mirzabeyoğlu ve İBDA – 8 Alkış kadar yuha da haktır!
Tuğrul ÇELİK
12 Eylül 2017


Alkış kadar yuha da haktır!


Hakim ve Hâkim’in hasbıhâli

“Hukuk Edebiyatı” büyük ölçüde Hakim ve Hâkim’in meseleleri tartışması ile geçiyor. Hakim, varlığın hakikatine vakıf bulunan; Hâkim ise haklı ile haksızı ayırıp adaletle hükmeden mânâsında. Daha özeline inersek, yani “Hukuk Edebiyatı” özeline, İslam’a Muhatap Anlayış’la ona muhatap olarak yönetenin karşılıklı hasbıhali.
Bu konuşmanın başlarından itibaren ise temel kavram hukukla birlikte ondan ayrı düşünülemeyecek ahlâk ve adalet. “İbda Mimarı” hukuktan bahsederken de ahlâkın yerini net bir biçimde belirlediği şöyle bir tanımlama yapıyor:
“Hukuk, ‘olması gereken’ olarak, ahlâkın pıhtılaşması ve zorlayıcı müeyyideler halinde kendi müesseseleriyle tecelli eden bir nizamdır.”
Ahlâkla kimi zaman aynı, kimi zamansa ayrı olarak hukuk-ahlâk içiçeliği bir anlamda eserin ana konusu…

Şekil, ruh ve iktidarın kaynağı
Salih Mirzabeyoğlu’nun “Hukuk Edebiyatı” isimli eserinin işlediği mesele bana göre, Büyük Doğu Mimarı’nın kitapta da geçen şu cümlesinde:
“İslam’da idare şekli yok, idare ruhu vardır!”
İslam’a Muhatap Anlayış’la çağın gerçekleri arasında bir ölçü belirleyen, meseleleri örgüleyen, şekil veren “İdeolocya Örgüsü”nün yazarının bu cümlesinin ne anlama geldiği “İbda Mimarı”nın aktardıklarıyla netliğe kavuşuyor.
“Hukuk Edebiyatı”nın anayasalarla ilgili görüşü şekli bir mahiyette oldukları üzerine. Ne anlamda şeklî? Dünyadaki tüm anayasaların göstermelik olduğu, mevcut rejimi gizleyen bir paravan olduğu eleştirisi kitabın anayasa ile ilgili tezi.
Anayasalarla birlikte rejimlerle ilgili de bir söylemi var “Hukuk Edebiyatı”nın. Ve tabii demokrasiyle de…
Rejimlerin birbirinden ayrıldıkları noktanın iktidarın kaynağı meselesi olmadığı tespiti yapılıyor. Demokrasiler olsun, faşist veya komünist rejimler olsun, tüm bunlarda iktidarın “toplumdan gerçek kişiye geçişi”yle ilgili bir tartışma olurken, Büyük Doğu-İBDA, burada bir yerden bir yere geçen iktidarın kime ait olduğu sorusunu soruyor.
Bu soru şu anlama da geliyor doğal olarak: “Tüm bunlar iktidarın kime ait olmadığını gösteriyor.”
“Hakiki demokrasinin” hiçbir zaman olmadığını ve olmayacağının söylendiği “Hukuk Edebiyatı”nda “çok sayıdakilerin az sayıdakileri idaresi”nin tabiata aykırı; demokratik taleplerin de iktidara gelindiği zaman artık istenmez olduğunun altı çiziliyor.
İktidarın kaynağı üzerine tespitler yoğun bir biçimde işleniyor “Hukuk Edebiyatı”nda. İktidarın kaynağını “mutlak” olarak belirleyemeyenlerin iktidarı kullanmaya hakkının da olmadığı gibi bir iddiası da var kitabın.
İBDA’nın kendine has “orijinalliği” içinde hangi iktidar sorusunun cevabı da şöyle veriliyor:
“Biz halka yaltaklanarak iktidar koltuğuna kurulanlara değil, halkı HAKKA inandıran, kendisiyle beraber onu inandığına esir eden hakimiyete tutkunuz.”
“Hukuk Edebiyatı”, hakimiyet anlamında “Hakkın hakimiyeti”ni işaret ederken bunun açıklamasını adalet kavramıyla yapıyor:
“Hukuk tabiri ‘objektif hukuk nizamı’nı, hak tabiri ise ‘sübjektif hakkı’ ihtiva eder… Bunun yanında, hakkın ahlakî bir kıymet ve gayeyi, beşerî fiil ve hareketlerin nihai hedefini ve ve bu hedefte tezahür eden yüksek bir hakikatı temsil ve ifade etmesine nazaran, onun ‘adalet’ten başka bir şey olmadığı da görülür.”
Hukuk ve adalete ulaşılmasının vasıtası da başka bir kavramı işaret ediyor, “Hukuk Edebiyatı”nda: hürriyet.
“Gerek iç alemde gerekse dış alemde ruhun maruz kaldığı zorlukları ve mukavemetleri aşma kudretidir” deniyor “hürriyet” için.
Adaletsizliklerin dizboyu olduğu günlerde “Hukuk Edebiyatı”, yaptığı adalet tanımıyla da ezberleri bozuyor:
“Adalet, insana yüklenmiş bir vazifedir.”

Devlet, alkış ve yuha
“Hukuk Edebiyatı”, hukuk ve adalet bahsiyle birlikte, hukuk ve adaleti sağlayıcı görevi olan devlet mefhumuna da değiniyor.
Eğer devlet, her türlü kontrolün dışındaysa, hukukun üstünde ve de dışında olmuş olur ki artık “hukuki şahsiyet” olma özelliğini yitirmiştir diyor.
“İbda Mimarı”nın anayasa, rejim ve demokrasi eleştirilerinden sonra sıra teklife de geliyor. Kanun önünde eşitlik meselesinde ibrenin her zaman idare edenler lehinde olduğu, çözümün “Hakimiyet Hakkındır!” anlayışına teslimiyetle mümkün olduğu belirtilirken teklifini de yapmış oluyor.
“Hukuk Edebiyatı”, daha çok Hz. Ömer şahsında anlatmayı tercih ettiği adalet ve devlet mevzusunda “adaletin şiddeti” ve “şiddetli adalet” hallerini, İslam’da devletin karakteri olarak niteliyor. Kitap boyunca Hz. Ömer’i adalet anlamda bir remz şahsiyet olarak görebiliyoruz.
Antidemokratik manada “tek adamlık” bahsi de kitabın işlediği bir mesele. Yine Hz. Ömer üzerinden anlatılan olayda, idareci olarak bir tasarrufuna yönelik idare edilenlerden gelen şöyle bir soruya muhatap oluyor:
“Bu karar şahsi midir yoksa dini bir esasa mı bağlıdır?”
Burada meselenin şahsi bir mesele olması ve kararın bu anlamda uygulanmamış olması kadar, idare edene bu sorunun sorulabiliyor olması da önemlidir.
Hele hele yönetilenlerin “doğrudan saparsan seni kılıcımızla doğrulturuz” demesine “şükürler olsun ki yanlış yaptığımda beni kılıçla doğrultacak insanlar var” diyen yönetici olarak yine Hz. Ömer örneği vardır.
Ferd hak ve hürriyeti konusunda da bir tarih muhasebesi yapıyor “Hukuk Edebiyatı”. Fransız İhtilali’ne kadar, yani insanların kralın da kendileri gibi bir insan olduğunu anlamalarına kadar asırlar geçtiğini söylüyor. Yine bu anlamda çarpıcı bir söylemi de burada okuyoruz:
“Hakkı temsil ve davasını ispat kaydıyla, devlet başkanına alkış kadar yuha da herkesin hakkıydı ve dünyada hiçbir idare, kanun önünde eşitlik prensibine bu ölçüde misal olmadı.”
Hz. Ömer devri üzerinden anlatılan “olması gereken” içinde yönetici ve bürokrasi ile ilgili de pek çok örnek sunuyor “Hukuk Edebiyatı”:
Çölde herkesten uzak yaşayan yaşlı kadının, devletin başındaki halifeye “Benden haberin olmayacaksa ne diye devletin başına geçtin?” diye soru sorabildiği,
Memuruna gösterişten uzak olma ve müracaat sahiplerine kapılarını her zaman açık tutma zorunluluğu getiren bir yöneticiyi görüyoruz kitapta:
“Devletin kapısı insanlara açık olmalı ki, kuvvetliler zayıfları yemesin.”
“Hukuk Edebiyatı”’nı, yani “ne olması gerektiğini” kendi teklifi içinde anlatan bir eseri okurken; bir taraftan da asgari bir ahlak içinde bile değerlendirilince “olmaması gereken”i yaşadığımız bir zaman diliminde olmak garip bir tevafuk olmadı değil.
İfade hürriyetinin özgürce dile getirildiği ve yaşandığı bir dönemi okurken; ifade hürriyetinin, insan haklarının ayaklar altına alındığı bir dönemi yaşamak…
Okurken düşünüyorum; bugün aynı yaşlı kadın aynı soruyu sorabilir mi?
Sorsa ne olur?
Yanlış yaptığında kendini uyaracak bir kesim olmasına şükredecek biri var mı?

Bir muhasebe
“Hukuk Edebiyatı”içinde Roger Graudy ile de karşılaşıyorsunuz.
1983 tarihinde verdiği bir röportajına değiniliyor ve “İslam nedir?” sorusuna Graudy şöyle bir cevap veriyor:
“Bana göre İslam şudur: Allah’ın resûlü, ‘yarın ölecekmiş gibi ahirete hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışın’ derken, her şeyi anlatmıştır. İslam, anlaşılıyor ki hem maddeye hem de mânâya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden ayrılmaz. Nasıl koparılmaz? ‘İlim Çin’de de olsa gidip bulunuz, inanmışın kaybolmuş malıdır ilim ve hikmet’, ‘ara ve bul’ diyor İslam. İlmin ve çalışmanın burada sınırı yoktur. İslam dünyayı sarsan bu iki hadiseye sınır koymadığına göre, dünyayı sarsmıştır. Nasıl sarsmıştır?.. Getirdiği sistemle.”
“İdeolocya Örgüsü”nde tartışılan ve muhasebeye çekilen tarihi yeniden okuyorsunuz “Hukuk Edebiyatı”ndaki bu hatırlatmayla. “İbda Mimarı” bu örnekle bu tarih muhasebesini de gündeme getiriyor yeniden.
***
“Hukuk Edebiyatı”, hukukun kaynakları, fıkıh, kaza, mezhepler, ezan, tefsir ve tercüme işi gibi pek çok konuya da tartıştığı temel konu etrafında değiniyor.
Öte yandan “Hukuk Edebiyatı”nda katılmadığım yerler de var. Daha önceki değerlendirmelerde de, okuduğum eserlerinin bazılarında katılmadığım yerler çıkmış, bu konularda farklı düşündüğümü belirtmiştim. Biz geçmişen beri bazen “geri” olanını bugün de “ileri” olanını yaşıyor olsak da demokrasiden geri dönüş düşünülemez.
Elbette hukuku ve adaleti yanına almış haliyle…
Yine kitapta asıl tartışma çevresinde değinilen Lozan ve Yeniçeri üzerine tespitlerden de farklı düşünüyorum. Ama bendeki Mirzabeyoğlu’nu yazmanın farkı da bu zaten… Bu konular yarın öbür gün de tartışılabilir ama her geçen gün ayaklar altına alınan ifade hürriyetimizden, hukuk ve adaletten geriye bir şeyler kalırsa tabii…

http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-mirzabeyoglu-ve-ibda-8-alkis-kadar-yuha-da-haktir/

TUĞRUL ÇELİK: “YAŞAYAN NECİP FAZIL” MİRZABEYOĞLU VE İBDA -9

“HAYAL BU YA, HAPİSHANEDEYİM”



Hayal bu ya…
“Hapishanedeyim… Hayal bu ya!..”
Böyle diyor Mirzabeyoğlu, “Damlaya Damlaya”nın daha başlarında…
“Hayal bu ya” demesinin üzerinden aşağı yukarı 2 yıl sonra gerçekten hapse girecek, hayal gerçek olacaktır.
“Damlaya Damlaya”, hapisten bahsediyor ama dışarıdaki hapisten, “yaşadığımız günler”den ve dünyadan…
“Hayal bu ya”, bilindik demir parmaklıklar ardında olmasa da zindandayızdır “Damlaya Damlaya”da…
Okura bir “zindan edebiyatı” değil, “damla damla biriken” bir ıstırabın anlatıldığı; hayallerle gerçeklerin, tahlillerle tarkiblerin ve tespitlerin “harmanlandığı” bir eser yazmış Mirzabeyoğlu.
Necip Fazıl’ın “Yılanlı Kuyudan Notlar”ına nisbetle yazar Mirzabeyoğlu “Damlaya Damlaya”yı. Yılanlı Kuyu’da olma durumu devam edegelmiştir onda.
“Hayal bu ya hapishanedeyim” derken acaba sezmiş miydi iki yıl sonrasını?
Bilmiyorum ama, “Damlaya Damlaya”da ‘tefekkür’ün tanımını yaparken şöyle diyor: “Sezgi ve aklın arasını birleştirmek.”
Hemen sonra dağılan tespih tanelerini -kendini ve eserlerini- yeniden toplayıp ipe dizerken, yani “kendi hâl izahını” yaparken de mahkûmiyete giden yolun sırrından bahsediyor Mirzabeyoğlu. Sezgi mi değil mi bilemiyorum…

Ölüm odası-doğum odası
“Damlaya Damlaya”, daha önce “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nda karşıma çıkan “İlimde tecrid, teşhis için; şiirde teşhis, tecrid içindir” tanımına yeni bir anlam vermeme neden oldu. Bana karmaşık gelen bu kavramı “Damlaya Damlaya”dan sonra şöyle de anlamlındırabiliyorum:
“Aradıkça bulmak, buldukça aramak.”
Aramak, bulmak, bulduktan sonra yine aramaya devam etmek. Kendini bilmek ve muhasebeye çekmek.
“Uğraştığım işin ruhumu teskin eden bir tarafı var” diyen Mirzabeyoğlu da bence bu uğraştan bahsediyor “Damlaya Damlaya”da.
Gerçek anlamda bir hapis hayatından değil de dünyadaki hapislikten bahseden ve “Damlaya Damlaya”da buradan notlar gönderen Mirzabeyoğlu, “ölüm odası” kavramıyla meselenin tam zıddına da vurgu yapıyor.
“Demem o ki, odama ölüm odası adını vermem, heran yeniden doğmaya memur insan ‘oluş’una nisbetle, oranın ‘doğum odası’ olmasından.”
Mirzebayoğlu’nun “Ölüm Odası” isimli bir kitabı daha var. “Damlaya Damlaya”daki “ölüm odası” kavramı da kitapta beni en çok düşündüren yer oldu.
Sussun, her zaman yaptığını yapamasın, küssün yani bir çeşit “ölüm”e yatsın diye atıldığınız zindanın, bir yeniden “doğuş” odasına dönüşmesi, dönüşebilmesi fikri “Damlaya Damlaya”nın en çarpıcı ve umut verici ve de düşünmeye değer yanı…
Belgesellerde gördüğümüz mağaralara resimleri, buraları barınak yapan, aslında burada yaşamak zorunda kalan, gelişme çizgisi içinde bir süre burada “hapis” olan insanoğlunun yaptığı yarına dönük bir eylemdi. Bir dertten muzdariplikten doğan yazma eyleminin en “ilkel” hali olarak…
Yine dönemin egemenlerince hapse atılan Ali Kuşçu’nun “kalemsiz kitapsız” zindanında yaptığı astronomi hesapları…
Bir battaniye üzerinde muhayyel bir satranç tahtasıyla oynayarak Czentovic’i yenecek ustalığa gelen Prof. B… Zihni ve ruhu dört bir yandan kuşatılan Zweig’in “Czentovic’i yenebilirim” diye düşünebilmesi…
Bunlar umudun ve inancın benim aklıma yazıyı yazarken gelen örnekleri… Ve elbette okurken sizin aklınıza da onlarcası gelecektir. Ve eserini okuduğum Mirzabeyoğlu’nun hapiste yazdığı onlarca eserini de bundan ayırmamak gerekiyor.
“Ölüm odası”nı bir “doğum odası”na çevirebilmekten bahseden Mirzabeyoğlu’nun “Damlaya Damlaya” eseri üzerinde düşünebileceğimiz başka şeylerden bahsediyor.

Modern-makine insanı
Mirzabeyoğlu’nun “Damlaya Damlaya”sının ikinci önemli bulduğum noktası yaptığı modernizm eleştirisi. Bu doğrudan bir Kemalizm eleştirisinden çok daha genel bir reddiye bana göre.
“Ölen” insandan bahsedilmesi, “ölüm odası”nı da doğrudan çağrıştırıyor. Burada ele aldığı “makine/makineleşmiş” insan. Peki bu “makine” insanın yaşadığı yeri doğum odasına çevirme şansı var mı?
Yok, çünkü hissi, aşkı, vicdanı yok!
Mirzabeyoğlu’nun deyimiyle tıpkı “‘kalb’ dedikçe, ‘aşk’ dedikçe, ‘vecd’ dedikçe öküz gibi bakan sözde İslamcı geçinen mankafalar” örneği gibi… Eleştirdikleri modernizm içinde onunla aynı cephede duran zihniyeti burada açık ediyor “Damlaya Damlaya”…
Tıpkı Zamyatin’in “Biz”i gibi sayılarla ifade edilen, nesne üreten, kendisi de nesne olan ve nesne tüketmeye programlanmış “insanlık”tan bahsediyor “Damlaya Damlaya”. Kadını “otomobili” gibi gören “erkek”ten bahsediyor. Oldukça modern bir modernizm eleştirisi var “Damlaya Damlaya”da.
Makineleşmeye yönelik eleştiriler içinde “kendinden zuhur” meselesini doğal olarak gündeme gelen bir durum olarak algılıyorum. Belli kurallar içinde devam edegeldiği için bir çeşit “durağanlık” kazanan sisteme, “kendinden zuhur”la bir hayat aşısı mı verilmiş oluyor sorusu aklıma geliyor. “Damlaya Damlaya”nın akla getirdiği pek çok “damla”dan biri de bu oluyor.

Eleştirinin güzelleştirici yönü
“Damlaya Damlaya”, okurken pek çok farklı nokta üzerinde bir şeyler söylüyor. Eleştiri ile ilgili söylemi ise yine Mirzabeyoğlu’nun üç yıl önceki konferansına götürüyor.
Diyor ki: “eleştiri… Dil böyle güzelleşir dudaklarımızda ve bilmeyen böyle tanır, bilmediği bir yana, bilmediğini!”
Eleştiri deyince olumsuzluğu akla getirme zihniyetinden ne kadar uzak, konuşmaya ve iletişime ne kadar önem veren bir tanımlama… Samimiyet meselesi kitaptan yıllar sonraki konferansında da ilk cümlesi olmuştu Mirzabeyoğlu’nun…

“Yeme” adabı bilmeyen Don Juan’lar
“Yiyin efendiler yiyin” yazıldığı zamandan buyana yakın tarihimizde iktidarı gaspedip halkı sümürenlere yöneltilen bir söylem olagelmiştir ya… “Damlaya Damlaya” yeme adabını anlatırken meseleyi öyle bir göze sokuyor ki, hem de Allah resulünün sözleriyle…
Medeniyet taşıyıcısı olarak Peygamber sözünün ümmete yeme-içme adabını öğrettiğini, tokluğun felaketlerini, açlığın faziletlerini anlattığını hatırlatıyor “Damlaya Damlaya”.
Bence bununla ilgili satırlar, sağlık-sıhhat meselesinden çok ruhi ve ahlaki “açlık”la ilgili yazılmış. Mirzabeyoğlu’nun bir okuru olarak bunun, “yiyici efendiler”e yönelik bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Bilmem yanılıyor muyum?
Don Juan örneği ise kullanılış açısından oldukça ilginç bir değerlendirme olmuş. Don Juan karakterinin üzerinde taşıdığı özellikler psikolojik ve politik haliyle fetihli, mehterli, hayali “Yeni Osmanlıcı” zamanlara cuk diye oturacak cinsten. Mevzu önemli değil, nasılsa inanacak var:
“Don Juan’ın ihtirası elde etme değil, yalnız fethetmekti. Mevzua aldırmaz. Onu fetheder etmez, atar. Henüz ulaşamadığına kıymet verir.”

Aksiyon ve Mirzabeyoğlu’nun “Üstad”ı
“Aksiyon” kavramının Necip Fazıl özelinde ve daha çok onun şahsında tartışıldığı “Damlaya Damlaya”da “aksiyon”, sıradan bir hareket olmayıp; cansızların, nebatın ve hayvanın hareketinin dışında -hatta kimi insanın hareketinin dışında- bir anlam verilerek değerlendiriliyor.
Yeni her hareketin “aksiyon” olmaması meselesi…
Necip Fazıl’ın “Ağaç” dergisi üzerinden açtığı “aksiyon” mevzuunda Mirzabeyoğlu, “kavgacı yazar-kavgacı mizaç” üzerine konuşurken, “aksiyon verici kalem” olarak “Necip Fazıl der, kalırım” diyor.
Burada “Geçmişi tanıyıp geleceğe ilerleme özü”nü vurgulayan Mirzabeyoğlu, “aksiyon”un yalnızca görülen hareketlerle sınırlı olmayıp, düşünce hareketini de onun içine koyuyor.
Bu anlamda Necip Fazıl’ın hem düşünce hem de siyasi partiler içindeki varlığı ile aksiyoner kişiliği öne çıkıyor.
Mirzabeyoğlu’nun “Üstad”ı ile ilgili bu sözleri, Mirzabeyoğlu’nun da bir aksiyon adamı olduğu gerçeğini örtmüyor tabii.
Ve gelelim öze… Adımlar Avrupa geçtiğimiz haftalarda benimle yaptığı röportajda “Mirzabeyoğlu’nu bir cümleyle açıklar mısınız” diye sormuştu. Onun hakkında söylediğimi tekrar etmeyeceğim ama “Damlaya Damlaya” hakkında bu kadar yazdıktan sonra tek cümleyle ne diyebilirim diye düşündüm, şunu buldum:
“İnsanın özelliği, hürriyet içinde yaşamak değil, bir hapishanede hür yaşamaktır.”
Hapiste hür yaşayanlara selam olsun!

Tuğrul ÇELİK

Kaynak: TürkSolu

“GÖLGELERİN GÜCÜ” ÜSTÜNE
Gökhan YAMANGÜL
27 Ağustos 2017

Türk Solu Gazetesinde uzunca bir süredir, Tuğrul Çelik imzasıyla İBDA Mimarı Salih MİRZABEYOĞLU’nun eserlerine dair inceleme ve değerlendirmeler yayınlanıyor. İlgi ve merakla takip edenler arasındayım. İlk olarak Necip Fazıl’la Başbaşa eseri etrafında iki yazıyla yola koyulan genç yazar, daha sonra sırasıyla Yaşamayı Deneme, Müjdelerin Müjdesi, Üç Işık ve Adalet Mutlak’a Konferansı ile Şiir ve Sanat Hikemiyâtı etrafında toplam altı yazı kaleme almıştı. Kendisini İslâmcı olarak vasıflandıran kesim içinde, 40 sene boyunca Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA Külliyatı etrafında, kendi bağlıları dışında tek bir ciddi makalenin yayınlanmadığını varsayarsak, her şey bir yana, sadece kronolojik olarak bile bu yazıların ne kadar değerli olduğu takdir edilecektir. . Bütün bu yazıların ortak özelliği şu: Dürüstlük, saygı, ciddiyet, aydını “aydın” yapan merak, anlamaya odaklı uyanık bir şuur…

Tuğrul Bey, son olarak, Türk Solu Gazetesinin dün yayınlanan 545. sayısında “Gölgelerin Gücü” başlığı ile İBDA Mimarı’nın 1984 yılında yayınlanan Gölgeler romanını incelemiş. Diğer yazıları için kullandığım ifadeler, hiç tereddütsüz bu yazıya da yakışır.

GÖLGELER romanı öyle bir eser ki, kahramanları arasına Emil Zola‘dan, Stefan Zweing‘e kadar birçok başka romancının kahramanını da katıyor. Hani, yepyeni bir film düşünün ki, eski zamanların unutulmaz film karakterleri de o filmin içinde bir rol üstünde… Yönetmen, eski zaman yönetmenlerinin kahramanlarını da oyuna dâhil etmiş. Eserin merkezî karakteri Adem’in izdüşümleri olarak… Karanlığın belli noktalarına sırmalı bir çerçeve içinde tutulmuş kaleidoskop gibi…

Kelimenin içerdiği mânânın ne olduğunu bilerek konuşuyorum… Bu eser, muhtevasından ayrı ve onu da içine katarak, kurgusal planda Türk Edebiyatının en DEVRİMCİ romanlarından birisidir. Kalıpları yıkmıştır. Eğer bizde sihirli bir edebiyat atmosferi olsaydı, bir zamanlar batıda James Joyce’un Ulysses’sine nasıl bir değer biçildiyse, benzer muhakeme içinde Gölgeler’e de bir kıymet atfedilirdi.

“Zaman” ve “mekân” kavramlarının determinist çizginin sınırlarını alt üst ettiği, bir günde mi, bir asırda mı, hayalde mi, reelde mi yaşandığı belli olmayan, ama hep aynı merkeze gidiş ve gelişler… Belki de Ulysess ile arasındaki en mühim fark bu… Ruhî bütünlük… Zâhirdeki dağınıklığın ötesinde, bütün yolların Roma’ya değil de, Adem’in yoluna çıkması… Çünkü, zıddının da hakikatini arıyor. İntihar eylemcisinden tutun, nedendir bilmem, bana Oğuz Atay‘ın ironik ve kavruk zekasını anımsatan, kafası cin gibi işleyen, sahteyi yakalamakta mahir alkolik Nadir Bey‘e kadar…

Bazen düşünürüm: İBDA Mimarı dileseydi, bütün ülke tarafından “Romancı Mirzabeyoğlu” olarak tanınmak isteseydi, hele şu vakaların iç yüzünü tespitteki eşsiz hüneriyle, bunu çok kolay başarırdı. İsminin başına “Şair” kelimesini kondurmayı arzulasa, ki bence bu kelimenin en çok yakıştığı isimlerden, eleştirmenlerin gözdesi olurdu. Oysa ne derece doğrudur bilmiyorum; 1970’lerin sonunda dilden dile dolaşan, mitinglerde okunan Aydınlık Savaşçıları tefrikasını da, “baktım, Aydınlık Savaşçıları şairi olarak kalacağım, bırakıverdim yazmayı” diye sonlandıranın kendisi olduğu rivayet edilir. Sanırım hiçbir sıfatın, hiçbir vasıflandırmanın KUMANDAN ve FİKİR ADAMI kimliğinin önüne geçmesini istemiyor. Diğer bütün hüviyetlerini de, bu ana merkezin unsuru olarak ve onu beslediği müddetçe benimsiyor.

Tuğrul Çelik Bey’in, İBDA Mimarının kitaplarına dair yazdığı, serinin yedinci denemesi olan “Gölgelerin Gücü”nü okurken, bütün bunlar bir kere daha aklımdan geçiverdi. Yazıyı keyif ve mutlulukla bitirdim. Ama bu güzel yazı, Türk edebiyatı eleştirmenlerinin günahına kefaret yerine geçmez. Bilakis, onların bu roman etrafındaki 30 küsur senelik ayıbının Tuğrul Bey tarafından ifşası olur. Bu vesileyle O’na ve bu yazıları büyük bir cesaret örneği ile neşreden Türk Solu idarecilerine teşekkürlerimi sunarım.

Kaynak: ADIMLAR Dergisi

“YAŞAYAN NECİP FAZIL” MİRZABEYOĞLU VE İBDA – 10
“ELBİRLİK OLMAK, GAYESİNE ERMEMİŞ SAVAŞTA”

Tuğrul ÇELİK
21 Kasım 2017



“Aydınlık Savaşçıları” Salih Mirzabeyoğlu’nun Gölge dergisinde yayımlanan ve ardından 1979’da kitap olarak çıkan eseri.
Moro Müslümanlarının, Moro İslami Kurtuluş Cephesi olarak emperyalizme karşı mücadelesini destanlaştırdığı ve onlara “ses” olduğu eseri de diyebiliriz buna.
Okurken, direnişi destanlaştırması ve şiirin şekli itibariyle Nâzım’ın “Kuvayı Milliye Destanı”na götürdü beni.

Bu ses
kan ter ve gözyaşı içinde
-en son nefese kadar-
yüzyıllardır
durmadan duraksamadan savaşanların
-öz akıncının-
(ingiltere, hollanda, ispanya en son amerikayı dize getiren kuyrukçularına baş eğmeyen)

Bu ses
Moro akıncısının
-aydınlık savaşçısının-

16. yy’da önce İspanya’nın sonra da Amerika’nın sömürgesi olan Filipinler’de 40 yıl boyunca Amerika’ya karşı verilen mücadele, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başka bir boyuta kavuşuyor.
1946’da Amerikan güdümlü “bağımsız” bir devlet olan Filipinler’de Moro Müslümanlarının özellikle 1960’ların sonunda başlayan mücadelesi; ateşkes, özerklik ve birtakım anlaşmalarla birlikte aslında günümüze kadar uzanıyor.
Bu eser ise, yazıldığı dönem itibariyle, yani 1970’lerin sonu itibariyle, hem bir direnişin destanı hem de Mirzabeyoğlu’nun muhatapları için bir mücadele çağrısı olmuş.
Dergide (Gölge) yayımlanan, marş olan, oyun olarak sahnelenen, afiş ve poster olan bir eserden bahsettiğimize göre, sadece Moro’da kalan ya da sadece Moro Müslümanlarını muhatap alan bir eser olmadığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.
“Aydınlık Savaşçıları”nda “akıncı”ya seslenilen yerlerde “o zaman bu zamandır” hatırlatması bu anlamda Moro’yu “yerel”e bağlamaktadır.

akıncı o zaman bu zamandır
-bu zamandır-
zulmün dumanı tüten yerde
akıncı o zaman bu zamandır
-bu zamandır-
Mirzabeyoğlu’nun bu eserinin “dünyanın öteki ucundaki” bir mücadeleyi yaşanılan günlere ve memlekete taşıyarak aktarması, eserin sunuşunda ilginç bir tanımlamayla nitelendiriliyor: edebiyatın silah olarak kullanılması.
Yani “edebiyat silah olarak nasıl kullanılır?” sorusuna “işte böyle” diyen bir eser.
“Aydınlık Savaşçıları”nda herkes vardır: kadın-erkek, genç-yaşlı direnen Morolular, ABD kuklası Ferdinand Marcos’lar, mücadelenin karşısında duranlar, mücadele edenleri yolundan döndürmeye çalışanlar, güvenlik konseyleri, barış çağrıları, silahsızlanma konferanslarıyla “modern dünya” vs…
Marcos, Morolulara zulmeden, Mirzabeyoğlu’nun “insanımın celladı” dediği isimdir burada ama Marcos’ların ortak bir adı vardır “Aydınlık Savaşçıları”nda: mutlak fikir düşmanı.
Ve Morolulardan, sadece “mutlak fikre esir” insanlar olarak şöyle bahsediliyor:

uşaklık eskimedi eskimesine
kölelik eskimedi eskimesine
“aşkta”, “bağlılıkta”, “yiğitlikte”
“Aydınlık Savaşçıları”, tek kalınsa da mücadelenin süreceğini ısrarla vurguluyor.
“Modern dünya” “işi var fahişe yüzlü devlerin” denilerek mahkûm edilirken, sanılanın aksine Moro’nun sesinin çıkacağı haykırılıyor:

Sandılar yalnızlığımız
suskunluğumuz olacak
suskunluğumuzun bahanesi olacak
yalnızlık
Kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-yaşlı topyekun bir direniş anlatımı var “Aydınlık Savaşçıları”nda. Birlerin birleştiği, “BİR” olduğu direnişi şöyle anlatıyor Mirzabeyoğlu:

bilen geldi aşkına
ölesiye savaşmaya
“bilen” bildi suskunluğun
kurtuluş olmadığını
bir yürek, bir bilek, bir seste
BİRleşti BİRler…
“Aydınlık Savaşçıları”nın bence kilit kavramları sabır, fikir, umut ve zafer…
Elbette savaşla, yani mücadele içinde…
Savaş ve sabır
sabır ve umut,
umut ve zafer,
savaşla zafer
“Sabır” ise iki taraflıdır burada. Korkan ve kaçan için mücadele zamanının hiç gelmemesi; “akıncı” içinse savaşa, mücadeleye devam noktasında bir sabır. Mirzabeyoğlu bunu da şöyle dile getiriyor:

korkağa kaçıştır sabır
AKINCI’ya savaşta sabır
ve yürekler arındı mı pastan
kılıçlar arındı mı pastan
kördüğümler çözülür
“Sabır” gibi “fikir” de iki taraflıdır ve bence Mirzabeyoğlu onu da eleştirir, açık eder burada. Mücadelenin önünde durur, engellerse eğer, o vakit şöyle diyor Mirzabeyoğlu:

ve fikir dediğin eğer
kaçanın can simidi
kuş tüyünden bir yataksa
öfkeden ıraksa
sığınaksa
ve inanç dediğin
yürüyeni durdurmaksa
“Yürüyeni durdurana” da “git kuyruk salla düşmanına” diyor.

Git kuyruk salla düşmanına
yaran, zararsızlığını göster
ve seyret elde silah döğüşeni.
“Aydınlık Savaşçıları”nın içinde ben Che’yi de gördüm…
Che’nin ölümünün üzerinden yaklaşık on yıl geçmişti o zamanlar.
Şimdi 50 yıl oldu ama, bir direniş destanında yer alıyor işte hâlâ!
Niye savaşıyor bu insanlar diye sorunca; cevabında “yeni insan”ıyla Che de var…

ateş de olsa yürüyecekler
ateşe kalmamak için;
insan olma bedeli için,
iyi için, doğru için, güzel için
yeni bir dünya, yeni insan için
Yalnız Che mi peki?
Che’nin olduğu yerde “Bolivyalı küçük asker” de vardır elbet.
Ama bu kez Moroludur o!

işte küçük akıncı
kim bu kaçıncı sefer
tüfeği boyundan büyük
yüreği büyükten
Mirzabeyoğlu “Necip Fazıl’la Başbaşa” eserinde Büyük Doğu için “mühür” benzetmesi yapmıştı. Bu “mühür” “Aydınlık Savaşçıları”nda “çağa vurulacak mühür” olarak geçiyor:

bu ses
çağa vurulacam mühürü taşıyan
bin tufan yaşamış
bin engel aşanların
bu ses
-insanı kobay dünyaya-
kafa tutuş
hesap soruşun
bu ses o mânâ:
inançtan işlemez kurşun”
Mirzabeyoğlu, susup izleyenlere de şöyle sesleniyor:
bırak karışmayıp seyredeni
candan geçen gelsin safımıza
kavga kaçkını
fistan giysin dolaşsın
Kadın kıyafeti olarak “fistan”ın kullanılması yanlış anlaşılmaya geçit vermesin diye belirtmek gerekiyor ki; burada kadını seviye olarak altta görmek gibi bir anlam asla yok. Aksine Mirzabeyoğlu’nun Moro destanındaki kadınları da yiğittir, savaşçıdır.
Bir yerde (şehidin ardından) “kadına yas tutmak yaraşır” diye bir söz geçer. O söz bitmeden de kadın karakterin sözü yetişir: yaraşmaz!

kadına yas tutmak
yaraşır -yaraşmaz-
er olana unutmamak.
Ama mümkün mü kahrolmamak
“o” suskunluğa
Ve kadının yeri o kadar bellidir ki burada:
evinde ben
can yoldaşın
savaşta ben
can yoldaşın
“Aydınlık Savaşçıları”, yıllar öncesinin bir savaşını anlatıyor.
Ama onu yazıldığı döneme taşıyor ve muhataplarına öyle de sunuyor.
Savaş Moro’da başlamış, “meşale tutuşturulmuştur.” Ama “Marcos’lar doğuran çağ”da “yüzü ağartılacak” Marcos’lar olacaktır daha.
Bu savaş bitmemiştir, “gayesine ermemiştir” Mirzabeyoğlu’na göre.
O yüzden de bir çağrı yapıyor; ve bu bana yıllar sonra, yıllar süren hapisliğin ardından verdiği konferansını hatırlatıyor:

elbirlik olmak
gayesine ermemiş savaş
bitmemiştir diyenlerle…


Kaynak: TürkSolu

http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-mirzabeyoglu-ve-ibda-10-elbirlik-olmak-gayesine-ermemis-savasta/
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Arl 17, 2017 10:49 pm    Mesaj konusu: ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 1 Alıntıyla Cevap Gönder

ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 1
Selim GÜRSELGİL
17 Aralık 2017



“Ölüm Odası (B-7)” adlı dev eserinin tefrikasının son bölümünde, eski Yunan tanrısı Zeus’u “büyük akIl sahibi” diye tabir eden İBDA Mimarı, daha sonra bu mevzuda şunları söylüyor:

Lâtince, IUPPITER-Jüpiter. Romalılar’ın en büyük Tanrısı. Alt yapısı, tahrib olmuş Musa Aleyhisselâm dini olan Yunan mitolojisi’nin baş Tanrısı, Zeus. (Allah’tan başka İlâh olmadığını bildiren Kelime-i Tevhid’ten sonra, inanılan ve rol verilen Zeus’un Mitoloji’deki rolü’nün, Yaratıcı değil, aslı Allah’ın İbda’ isminin, Hakk’ın Hak üzerine kaimliği cihetiyle kul yönü tasarrufu olduğunu belirtelim. Yaratıcı değil de, “Murakabe ve kontrol edici, denetleyici bir güç”… Mutlak hakikatinin İslâm’da olduğunu söyledik; sapkınlığını da… O, bir çaldırma; Mutlak ölçüleri olmayan… Zeus: Ze-Us… Ze-Zu: Sahib… Us: Büyük kadeh. “Akıl”… Zeus: İçgüdü’den, insiyaktan gelenleri alan, murakabe eden, denetleyen… Batı’nın, “Biz onu, güzellik gözüyle görüyoruz, akıl yoluyla değil!” dediği Mitoloji’nin, malûm hakikatle iptali: “Sadece güzel, aldatıcı da olabilir!”… Doğru’nun olmadığı yerde, güzel de yoktur; Zeus’un kendi kendinden ibaret murakabe edici bir Müz oluşu belli… Put, nefsin kendi reyini, Allah ve Resûlü’nün reyine tercih ettiği yerde başlar; o, ameliyle doğrulayıcı olacak, onun rengine, sıfatına bürünmeye memur… Hakikatler, Allah’ın muradıdır, mahlûkudur. Böyle anlaşılmak üzere, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin sözü: “Şübheli bir Hadîs’i bile, akla üstün görerek teslim olunmasını isterim!”… Şübheli Hadîs, Hadîs İlmi içinde bir mevzu; zayıf olup olmaması. Yâni oturup da mesnedsiz, “Hadîs” diye uydurulanlar değil): 7626: DERVİŞ MUHAMMED SEMERKANDİ-332 mührü. “En büyük ebcedle”.

Burada altını çizeceğimiz ibare şu: “…tahrib olmuş Musa Aleyhisselâm dini olan Yunan mitolojisi’nin baş Tanrısı, Zeus.” Ve devamı, tekrar tekrar üzerinde durulmaya değer mânâlandırlamalar…

Bu mevzu, yeni yazı dizimizin girizgâhı olsun!

İBRAHİM PEYGAMBER VE ZEUS

Esatir ve Mitoloji’nin Onüçüncü bölümü “Baba” başlığını taşıyor. Bölümün diğer parçaları: İbrahim Aleyhisselam, Baba, Zeus, Mousalar’dır.

İbrahim Aleyhisselam bahsinden küçük bir alıntı yapalım:

“İbrahim – İbranice’de

`baba` ve `cumhur` mânâlarına gelen

`eb` ve `reham`dan mürekkep bir kelime

`milletin babası` demek

telaffuzda ufak bir değişiklikle

Arabça’da da var

– İbranilerle Arablar’ın yakınlıklarına delil! –

İbrahim Aleyhisselam’da tecelli eden

mehimî hikmet – `ifrat halde aşk`

Allah’ın dostu sıfatlı

ve dört büyük Peygamber’den

derecesi ikinci...”

En büyük peygamber, Allah Sevgilisi‘dir. Ondan sonra İbrahim Aleyhisselâm gelir. Ondan sonra Musa Peygamber. Dördüncüsü, İsa… Dört büyük Peygamber bu şekilde sayılmıştır. İslâm tasavvufunda, zaman, başından sonuna kadar 7 devreye ayrılır ve bu devrelerden herbirine 7 büyük peygamber hilâfet eder: 1. Hazret-i Adem, 2. Hazret-i İdris, 3. Hazret-i Nuh, 4. Hazret-i İbrahim, 5. Hazret-i Musa, 6. Hazret-i İsa, 7. Allah Resûlü… Bunlar aynı zamanda 7 felekle de ilgili ve kozmik anlamlara sahiptir. Evvel zamanın öğretilerinde “tanrılar” dedikleri…

Esatir ve Mitoloji’de söz edilmiyor ama, Romalılar’ın en büyük tanrısı Jüpiter kelimesine verilen mânâ da kökeninde “İbrahim” kelimesiyle hemen hemen özdeştir. Bu ismin “yov peder” şeklinde iki ayrı kelimeden oluştuğu düşünülür ki, o da İbrahim gibi “cumhurun babası, milletin reisi”dir. Kezâ Hint mitolojisinde Brahman ve Yunan mitolojisinde Zeus, benzer anlamları ihtivâ eder.

Zeus’tan lûgat mânâsı olarak söz etmediğimi bir şerh olarak belirteyim. Zeus’un lûgat mânâsı hakkında okuduğum bir çok analize rağmen, bilmiyorum. Yalnız Zeus’un efsanesinde İbrahim Aleyhisselâm’ın kıssasını andıran; meselâ gizlice bir mağarada doğurulduğu…

Uzatmayalım; bir mânâ, her milletin kültür süreci ve tarihî macerası içinde zamanla farklı anlamlar kazanmış, mitoloji sürekli yenilenmiş ve yeniden üretilmiştir.

Esatir ve Mitoloji’den;

“Helen – eski Yunan – panteonunun

en büyük tanrısı

ışık – aydınlık – gök

ve yıldırımlar tanrısı

fakat Apollon güneş’le

veya Poseidon denizle

nasıl aynı değilse

Zeus da aynı değil – gökle…



Helen düşüncesinde tanrılar

gelişmelerinin başka bir safhasında

-belki sahib oldukları-

kozmik değeri kaybetmişler

dolayısıyla Zeus sadece

bir efsane kahramanıdır



(…) âlemşümul bir `kudret` olarak

bu Zeus anlayışı

Homerik şiirlerden itibaren gelişerek

kadim Yunan’da – filozoflarla

tek tanrı anlayışına varmıştır

cevr ve cefaya tahammül ahlâkı

stoacılar – Zeus onlarda

kosmosta cisimleşmiş tek tanrı sembolü

kâinatın kanunları – Zeus’un

düşüncesinden başka bir şey değil:

-“Bu – tanrının tekâmül sürecinin son noktası

ve mitolojinin sınırlarını aşarak

ilahiyat ve felsefe tarihinin mevzuu...”

2 Nisan 2013

PEYGAMBER – I

Peygamber, Farsça kelimedir. Anlamı “haberci” demek. Arabçası “nebi”… Veya “resûl” de peygamber karşılığı; Türkçesi “elçi, gönderilmiş kimse”… Şeriat sahibi olan peygamberlere “resûl”, başka bir peygamberin şeriatına tabi peygamberlere ise “nebi” denir. Bu ayrım, Arapça dışındaki dillerde yoktur.

Peygamber, ister “nebi” olsun, ister “resûl”, mutlaka Allah tarafından görevlendirilmiş olmalıdır. Allah tarafından görevlendirilmediği halde peygamberlik davası güdene “mütenebî-sahte peygamber” denir. Peygamberlerin sahtesiyle gerçeğini ayırdetmek ise müminlerin özelliğidir. Onlar Allah’tan olanı ve şeytandan olanı ayırdederler. Tıpkı bir kuyumcunun sahte altınla gerçeğini ayırdetmesi gibi…

Hâsılı peygamber, “Allah’tan haber getiren”dir. Ona karşı insan ise “doğrulayıcı” veya “yalanlayıcı”… Doğru haberi doğrulamak mü’minin vasfıdır, doğru haberi yalanlamak ise kâfirin vasfı; kezâ yalan haberi yalanlamak müminin, yalan haberi doğrulamak kâfirin vasfı… Demek ki, peygamberler karşısında iki tip insan var: Doğruyu yanlıştan ayırdedebilen ve ayırdedemeyen insan… Belki ikincisini şöyle tarif etmek daha doğrudur: Yanlışa meyleden insan… Çünkü kâfirlerin çoğu, doğrunun kendisinden başka her şeyi doğrulamaya hazırdır; bir tek ondan hoşlanmazlar.

Şimdi ben burada öncelikle şu şaman artığı arkadaşa cevap vermiş olayım: Bizim için Allah’tan ve Peygamberinden gelen hiçbir şey, hiçbir şekilde tartışma konusu değildir. Ama beşer yapısı her şey tartışma konusu olabilir, yalanlanabilir, değiştirilebilir. Tarihe bakışta da bu böyledir: Ne ki, Kur’ân’da ve hadiste geçer; o artık bir rivayet değil, gerçektir. Ne ki, tarih hakkında falancanın anlatımıdır, şüpheden ırak değildir.

Yarın maç var, göreceksin… Binlerce “haber” yazarı aynı maçı seyrettikleri halde, birbirinden çok farklı yorumlar yapacaklar. Zaman geçtikçe, seyrettikleri maçı daha az hatırlayacaklar; birisi şurasını, birisi burasını daha iyi hatırlayacak. Birisi abartacak, milleti coşturacak; onu daha çok sevecekler, söylediği, olmayan şeyleri bile kabul edecekler. Misal: Atsız’ın Kürşat efsanesi… Doğruluğunu gösterecek hiçbir delil yok; ama onun uğruna can verecek binlerce genç var; onun gibi olmak isteyen… Kur’ân ve sünnet ise bu tür şaibelerden uzaktır.

Diğer taraftan, Peygamberler Tarihi, Yahudilerin millî tarihi değildir. Tam aksine, Peygamberler tarihini millîleştiren ve bir millî tarih haline getiren, Yahudi hahamlarıdır. Orada Arabların atası İsmail, Ad kavmine gönderilen Hud, Semud’a gönderilen Salih gibi peygamberler var. Bunların Yahudilerle ne alâkası var? Bunlar sadece bilinen örneklerdir. Peygamberler tarihinde ismi geçen peygamberlerin “gerçek tarihleri” bilinmemektedir.

Şimdi burada şaman artığı arkadaşa hak verebilirim: Kuran’da geçen kıssalar, bizim anladığımız anlamda “tarih” değildir. Ad, Semud, Eyke denilen halkların kimler olduğu, nerede yaşadıkları, kendilerine ne ad verdikleri, hangi dönemde yaşadıkları bilinmemektedir. Burada İsrail Oğulları sadece nisbet noktasıdır. Onlar bir zamanlar “seçilmiş halk”tı. Büyük peygamberler, her dönemde onlara yol gösterirdi. Hazret-i Musa‘dan sonra peyderpey, “kovulmuş halk” oldular. Tıpkı İblis’in önce “seçilmiş” iken sonra “kovulmuş” olması gibi…

Ama dediğim şekilde; Peygamberler hakkında Kuran’dan ve hadislerden öğrendiklerimiz, bizim anladığımız anlamda birer tarih bilgisi değildir. “Nass”tır. Onun içinde yer ve zaman genellikle tayin edilmemiştir. Toprağın altından çıkarılan bir veri değildir; zamanın ötesinden gelmiştir.

25 Nisan 2013

PEYGAMBER – II

Rivayet değil, nass’tır dedik. Bu anlamıyla tarih değildir; ama tarihe dayanaktır. Çünkü nass kadar sabit bir hakikat olamaz; o Allah’tan gelmiştir. Allah, peygamberlere Cebrail vasıtasıyla hitab eder. Peygamberler’in öncelikle bundan korktuğu, şaşkınlığa uğradığı, delirmiş veya hastalanmış olmaktan ürktükleri, ancak daha sonra ikna oldukları ve giderek mutmain oldukları söylenir. Demek ki peygamberlik, sadece bizim için değil, peygamberler için de olağanüstü, tabiatüstü bir şeydir.

Burada evvelce yarım kalmış bir mevzuya da açıklık getirelim. Bu iş, mantıkla olmaz, imaânla olur; imân derken mücerret mânâda inanmayı kasdetmiyorum; teknik anlamda, gözün görmesi için gereken ışık gibi, “anlayışa yol gösteren nur“u kastediyorum. Mücerret mânâda imân; doğruya da inanmak, yanlışa da inanmak, her türlü inanmak fiilini kapsar. Hâlbuki mümin kelimesinin kökenindeki imân, o ancak Hakk’a inanır, bâtılı dışta bırakır; Hakk’ı Hak olarak bilir ve tanır; bâtılı bâtıl olarak… Ayırdedici vasfı budur.

(…)

Şimdi Peygamber mevzuu da öyle… Aslında Peygamber mevzuu hakikat mevzuundan hiç de farklı değil. Peygamberin peygamber olduğunu bilmek, hakikatin hakikat olduğunu bilmekten ayrı bir mesele değil. Bunu mantıkla bilemezsin. Ya?.. Hakikati nasıl biliriz? Ruhumuzda hakikati bilmeye yönelik bir hassa olması sayesinde; ve olduğu kadar… Hakikatler derece derece ve basamak basamaktır; bazılarını herkes anlar, bazılarını çok az kişi anlar, bazı hakikatler de insan anlayışından uzakta kalır. Peygamberler de öyle; bazı peygamberleri, büyük bir kalabalık, bazılarını çok az kimse, bazılarını da hiç kimse anlamamıştır. Bu onların delillerinin güçlü veya zayıf olmasının yanında, çağdaşları arasında onları anlayacak hassaya sahip insanlar olup olmamasıyla da ilgilidir.

Aslında peygamberleri tanımak derken, prensip olarak hepsini tanımak değildir bu. Prensip olarak bir tanesini tanımak, ona inanmak, onunla diğerlerini tanımaktır. Meselâ biz müslümanlar, Allah Resûlü‘ne inandığımız için diğer peygamberleri biliyoruz. Yoksa ne gördük kendilerini, ne sözleri bize eksiksiz ulaşmıştır. Kuran’da geçtiği ve Allah Resûlü tarafından anlatıldığı için, ismi geçen kimselerin peygamberler olduğunu biliyoruz. Yoksa bilemeyiz…

100 binden fazla peygamber geldiğini, yine bu yoldan biliyoruz. Meselâ Muhiddin-i Arabî demiştir ki, “Hazret-i İsa ile Allah Resulü arasında bir peygamber zuhur etti, Yemen taraflarında, adı Sinan (tam hatırlayamadım), ona kimse inanmadı“… Yine İmam-ı Rabbanî der ki, işte Hindistan’da şu kadar peygamber zuhur etti, bunların mezarlarını bile gösterebilirim, birisine birkaç kişi inandı, birisine hiç kimse inanmadı, vesaire, vesaire… Tarihin her köşesinde peygamber zuhur etmiştir; ve bunların peygamberliği, kendilerini inanılıp inanılmamasından bağımsız olarak vardır.

Bunları nereden bilebiliriz? Aslında bundan sonra peygamber gelmeyeceğine göre, bu bizim gündemimiz değildir; her kim peygamberlik iddiasına kalkışırsa, onu kovarız. Tarihte ise, belki benzerlikler yoluyla akıl yürütebiliriz; yoksa kesin olarak bilemeyiz. Meselâ bazı Türkçüler Oğuz‘un İskender olduğunu, peygamber olabileceğini söylüyorlar; bilemeyiz. Yine ben Afrika mitolojisi okurken birisinden şüpheleniyorum mesela… Veya bir zamanlar, verilere dayanarak, Yunanlı bilge Solon‘un Kur’an’da geçen Salih Peygamber ile aynı kişi olabileceğinden şüphelenmiştim.

Ama bu bir imân konusu değil, bir araştırma konusudur. Sadece hakkında nass olan (Kur’an hükmü olan) peygamberler imân konusudur. Birisine inanırsın, hepsini bulursun, birisine inanmazsın, hepsini yitirirsin. İşin özcesi!..

25 Nisan 2013

Selim Gürselgil

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com