EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Kemal Tahir

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Çrş Nis 16, 2008 12:08 am    Mesaj konusu: Kemal Tahir Alıntıyla Cevap Gönder

Unutulmaması Gereken Bir Aydın:Kemal Tahir-1-

Ali Haydar Can



Biyografisi

Kemal Tahir 15 Nisan 1910 tarihinde İstanbul'da doğdu.. Yıldız Sarayı özel marangozluğunu da yapmış olan Sultan II. Abdulhamid'in yaverlerinden Şebinkarahisarlı BahriyeYüzbaşı Tahir Bey ile Nuriye hanım'ın oğlu olan Kemal Tahir'in asıl adı İsmail Kemalettin Demir'dir. Ailenin en büyük erkek çocuğu olan Kemal Tahir İlkokulu muhtelif okullarda, rüştiyeyi Kasımpaşa'daki Cezayirli Hasan Paşa Rüştiyesi'nde okudu (1923). Galatasaray Lisesi'ni onuncu sınıfta bırakarak (1930) hayata atıldı. Avukat Katipliği, Fransızların idaresindeki Zonguldak Kömür İşletmeleri'nde ambar memurluğu yaptı. İstanbul'da Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde musahhihlik, röportajcılık, çevirmenlik(1930 - 1933), Yedigün, Karikatür dergilerinde sekreterlik, Karagöz gazetesinde başyazarlık (1935-1936), Tan gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı (1938).
Sanat hayatına, İçtihat (1931), Geçit (1933), Varlık (1935) dergilerindeki şiirleriyle başlayan Kemal Tahir'in otobiyografik öğeler içeren ilk öyküleri Yedigün'de (1935), Göl İnsanları'nda yer alan dört öyküsü de Cemalettin Mahir takma adıyla 1941'de Tan gazetesinde yayımladı. 1937'de Fatma İrfan Hanım ile evlendi.
1938 yılında Nazım Hikmet’le beraber Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde "Askeri İsyana Teşvik" suçlamasıyla yargılandı ve 15 yıl hapse mahkum oldu. Çankırı, Malatya, Çorum, Nevşehir ve Kırşehir cezaevlerinde yattı. 12 yıl sonra 1950’de genel afla hapisten çıktı.
Cezaevi hayatının ardından İstanbul'a döndü ve İzmir Ticaret gazetesinin İstanbul temsilciliği görevinde bulundu. İkinci eşi Semiha Sıdıka Hanım ile evlendi. Körduman, Bedri Eser, Samim Aşkın, f. m. ikinci, Nurettin Demir, Ali Gıcırlı gibi takma isimlerle gazetelere tefrika aşk ve macera romanları, senaryolar yazdı, fransızca çeviriler yaptı. 6-7 Eylül Olaylarında tekrar gözaltına alındı. Harbiye Cezaevi’nde 6 ay yattı.. Çıktıktan sonra 14 ay kadar Aziz Nesin ile birlikte kurdukları Düşün Yayınları'nı yönetti..1968'de SSCB'ye gitti..
1970'de akciğer ameliyatı geçiren ve Sol akciğeri alınan Kemal Tahir, özellikle Marksist terminolojiyi yerlileştirerek, Anadolu’ya uygun bir ulusal sol düşünce oluşturmaya çalıştı. Kendi çevresinde fikirlerini savunan bir grup oluşturan Kemal Tahir, dönemin bir çok aydını tarafından da eleştirildi. bu yüzden de çevresine bu tazyiklerden sıkıldığını sık sık dile getirirdi. Yoğun bir şekilde eleştirildiği bir tartışma esnasında geçirdiği kalp krizi nedeniyle 21 Nisan 1973'de öldü. ve. Erenköy Sahrayı Cedit mezarlığına gömülüdü.

Düşünceleri

Kemal Tahir'in düşüncelerindeki çıkış noktası Marksizm ile Türkiye gerçeği arasındaki uyum sorunuydu. Siyasî eylemlere de katılmış bir yazar olarak, Türkiye'de kendi algıladığı siyasî, sosyal, kültürel yapı ile Marksizmin şablonları arasında bir çelişki görüyordu. Türk toplum hayatına uymadığına inandığı Batılılaşmaya ilişkin hükmü de, Marksizmi bazı konularda yetersiz bulmasına bağlıydı. Çünkü diğer Marksistler, "Türkiye'de 2. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin siyasî ve kültürel uygulamalarını “bir ticaret burjuvazisi devriminin sonucu" olarak değerlendiriyordu. Kemal Tahir ise Türkiye’de Batılı anlamda bir burjuva sınıfın varlığını kabul etmiyordu... Böylece hem Türkiyede’ki marksistlerin Türkiye’nin tarihine dair basmakalıp görüşlerinin, hem de cumhuriyet döneminin “salla gitsin; mecbur inanacaklar, arkamızda devlet var” mantığıyla oluşturulmuş resmi tarihi naşılması gerektiği tezi düşüncelerinin temel çıkış noktası oldu..

Hilmi Yavuz, “ Kemal Tahir ve Marksizm” başlıklı makalesinde bu konuyu şöyle anlatıyor:

(Kemal Tahir’in, tarihe, özellikle Osmanlı-Türk toplumunun tarihine hem kuramsal ve soyut, hem de pratik ve somut bir perspektiften baktığı gerçeğidir. Kemal Tahir, ne tarih teorisini somut gerçekliklerden bağımsız, saf bir teori olarak; ne de somut tarihsel olguları teoriden yalıtılmış ampirik gerçeklikler dizisi olarak algılamaktadır. Osmanlı - Türk tarihinin somut olgularına bakışı, bu bakımdan, hem temellendirici hem de bütünsel bir bakıştır. Kemal Tahir’de teorik, yani soyut olanla, tarihsel ve somut olan, birlikte ve karşılıklı etkileşim bağlamında ele alınır. Bir başka deyişle Kemal Tahir, somut tarihsel gerçekliklerin, somut tarihsel olguların soyut ve teorik şemalara zoraki ve yapay bir tarzda uyarlanmasından yana değildir. Bu anlamda Kemal Tahir tarihsel olguların anlamlandırılmasında, yorumlanmasında kalıplaştırılmış, dondurulmuş şemalara karşıdır. Burada onun, teori ile şema arasında önemli bir ayırım gözettiğini görüyoruz. Kemal Tahir’e göre şema (ya da model), teoriye, somut gerçekliklerden bağımsız bir geçerlik kazandırmak demektir. Şöyle de diyebiliriz: Kemal Tahir için teoriyi şema ya da modellere indirgemek, teoriyi olumsuzlamak anlamına gelir. Ona göre “şemalarla ya da modellerle yetinmek, bir anlamda kendi gerçekliklerinden kaçmak, teoriden kaçmak” demektir. / Kemal Tahir burada, bilimsel maddeci dünya görüşünün bizce büyük ölçüde gözden uzak tutulmuş bir yanını önemle vurgulamaktadır. Bu da, somut gerçeklik ile teori arasındaki ilişkinin tek yönlü bir belirleme ilişkisi olmadığıdır. Kemal Tahir’e göre teori somutu belirlediği ya da dönüşüme uğrattığı ölçüde, somut gerçeklikler de soyut teoriyi dönüşüme uğratır. Kemal Tahir bu konuda şöyle düşünmektedir: “bir toplumu, dış görünüşüyle bir başka topluma benzeterek bundan sosyo - ekonomik sonuçlar çıkarmak, kolaya kaçmaktır. Hele bunu, bir iki köksüz benzerlikten yola çıkarak yapmak düpedüz sahteciliktir”. / Kemal Tahir’in soyut teoriyle somut gerçeklik arasındaki ilişkiyi bu anlamda bir karşılıklı etkileşim (interaction) ilişkisi olarak koyması, onun özgüllük (specifite) sorunu üzerinde, niçin bu kadar önem!e durduğunu da açıklar sanıyorum. Madem ki bir ülkenin somut gerçeklikleri onun özgül tarihsel ve toplumsal koşullarının ortaya çıkardığı bir durumdur, öyleyse teoriyi o ülkeye özgü somut gerçekliklerin ışığı altında dönüşüme uğratmak gerekir. Kemal Tahir’in yerlilik, ya da özgüllük üzerinde ısrarla durması bundan dolayıdır. / Burada, onun şu sözlerini, bu bağlamda dikkatle okumak gerekir: “Marksizm, toplumumuz gerçeklerine uydurulacak yerde, toplumumuzu kafamızdaki yarım yırtık yani aptallığımızın Marksizm’ine uydurmak istemişizdir. Bunun için gerçekleri kendimize göre değiştirmeye, yanlış görmeye, hiç bir şey görmediğimiz halde uydurmaya kalkışmışızdır. Memleketimizde 50 yıllık Marksizm çabalamaların içine düşürüldüğü rezillik bu aptallığımızdan ve Marksizm’i tersine çevirdiğimizden ileri gelir”. (..) Kemal Tahir’in ‘teori’yi, somut gerçeklikte temellendirmiş olması önemlidir. “Marksizm, toplumumuz gerçeklerine uydurulacak yerde” teoriyi soyut ‘model’ olarak temellendirmek, birçoklarınca (örneğin Mao Zedung): bir biçimde eleştirilmiştir. Mao, “Kanıyla ve canıyla büyük Çin ulusunun bir parçası olan Çin komünistleri için Marksizmden Çin’in özelliklerin kopuk bir biçimde söz etmek, soyut bir Marksizm, boşlukta yüzen Marksizm olur” demektedir. Mao Zedung, Ulusal Savaşta Çin Komünist Partisinin Rolü, Ekim 1938)

Kemal Tahir hem Marx ve Engels'in doğu toplumlarıyla ilgili görüşlerini hem de Cumhuriyet dönemi resmi ideolojilerinin dışında kalan Ömer Lütfi Berkan, Mustafa Akdağ, Halil İnalcık, Niyazi Berkes, Şerif Mardin gibi bilim adamlarının eserlerinini titizlikle inceleyip araştırdırdıktan sonra vardığı sonuca göre; Osmanlı-Türk toplumu, Marksizmin, toplumların sosyo-ekonomik süreçte birbirini izleyen zorunlu aşamalar olarak gördüğü “ilkel topluluk / kölecilik / feodalite / kapitalizm” şablonuna uyma dığını. Görmüştü. Osmanlı-Türk toplumunun kendi kültürel ve sosyal yapısından kaynaklanan çok daha özel bir gelişme süreci, dinamikleri ve yapısal farklılıkları vardı. Bu sebeple de, Batılılaşma süreci, gerekli altyapısı olmayan bir topluma, soyut ve şekli/biçimsel bir üstyapı getirme çabasından başka bir şey değildi.. Köklü bir ekonomik ve toplumsal devrim yapılmadan başlatılan tepeden inme uygulamalar taklitçilikten öte bir anlam ifade etmiyordu..

Bu ana fikir çerçevesinde örgüleştirdiği eserlerinde Osmanlı toplumunun kölecilik ve feodalizmden çok farklı ve insancıl bir temel üzerine kurulduğunu anlatmayı amaçladı. Romanlarında da "Türk insanı ve Türkiye özeli" olgusunu ortaya çıkarmaya çalıştı.

“Toplumsal gerçekçi” çizgide sürdürdüğü yazarlık hayatınında, eserlerinde yalın bir dil kullandı, mahalli lehçelerle zenginleştirdiği diyaloglar etrafında çok özgün bir üslûp geliştirdi.. Eserlerini karizmatik karakterler etrafında inşa etti.. Çok sayıda ve nitelikli eserleriyle en üretken romancılarımızdan biri oldu.

Hem resmî tarihin hem de şabloncu marksistlerin ezberlerini bozduğu için bu iki kesim tarafından sağlığında acımasızca eleştirildi ve ölümünden sonra.unutulmaya terkedildi..Bu durumu onun sadık takipçisi sinema yönetmeni Hait Refiğ şöyle anlatıyor:

“Bugün Türkiye’de halkın ve yöneticilerin büyük bir kısmı Avrupa Birliği’ne girme, kapitalist ekonomi sistemi ile bütünleşerek küreselleşme hayali içindedir. Çılgın ve denetimsiz bir tüketim sonucu, doğal dengeleri her gün daha çok tahrip olan dünyanın gitgide yaşanılmaz hale geldiğini hiç görmek istemeden, Batı’nın insan kanı ve canı üzerine kurulmuş zenginliğini paylaşmanın mümkün olabileceğini sanmaktadır. Batı’nın özellikle bilgi çağının araçları televizyonlar, internet aracılığıyla yarattığı, bireyin sınırsız özgürlüğe ve tüketim imkânlarına sahip olduğu varsayılan sanal dünyanın cazibesine kapılanlar için Kemal Tahir hiç de iç açıcı bir yazar değildir. Paranın, borsanın, faizin, dövizin, tahvillerin temel değer haline getirildiği, Batı’nın güdümündeki holdinglerin ve sivil toplum kuruluşlarının devletin yerini almasının beklendiği bir dönemde, “Batı”nın karşısına “Devlet”i koyan Kemal Tahir’in gündemde olması elbette düşünülmez.” (Batı'nın karşısına Devlet'i koyan Kemal Tahir, Halit Refiğ, diyalogavrasya.com)

Eserleri

En tanınmış eserleri şunlardır:

Roman:Sağır Dere, Esir Şehrin İnsanları, Körduman, Rahmet Yolları Kesti, Yedi Çınar Yaylası, Köyün Kamburu, Esir Şehrin Mahpusu, Kelleci Memet, Yorgun Savaşçı, Bozkırdaki Çekirdek, Devlet Ana, Kurt Kanunu, Büyük Mal, Yol Ayrımı, Namusçular, Karılar Koğuşu, Hür Şehrin insanları 1-2, Damağası, Harem'de Dört Kadın, Bir Mülkiyet Kalesi 1-2.
Hikâye:Göl İnsanları.
Notlar:Kemal Tahir’in Notları 1-13
Mektuplar: Kemal Tahir'e Mapusaneden Mektuplar (Nazım Hikmet'le yazışmaları)

Göl İnsanları, Güneşe Köprü 1986’da E. Tokatlı tarafından, Karılar Koğuşu 1989’da Halit Refiğ tarafından, Kurt Kanunu 1991’de E. Pertan tarafından filme alındı. Yorgun Savaşçı ise Halit Refiğ tarafından 1979 yılında televizyon dizisi olarak çekildi. Fakat eser 1980 yılında toplatılarak yakıldı. Sebep olarak ise eserde Atatürk’e dair aşağılayıcı ifadeler yer aldığı ileri sürüldü. Aynı eser T. Yönder tarafından 1993 yılında tekrar dizi olarak çekildi. "Yorgun Savaşçı", 1967-1968 yılında Yunus Nadi Roman ödülünü aldı. Kemal Tahir, 1968 yılında ise "Devlet Ana" adlı eseri ile de TDK Roman ödülünün sahibi oldu.
(devam edecek)

Baran

Unutulmaması Gereken Bir Aydın:Kemal Tahir-2-
Ali Haydar Can



Zorunlu bir ara not:

Bu yazının 1. bölümünde Kemal Tahir’in düşünceleri konusunda şöyle bir tesbit yapmıştık:

“Kemal Tahir'in düşüncelerindeki çıkış noktası Marksizm ile Türkiye gerçeği arasındaki uyum sorunuydu. Siyasî eylemlere de katılmış bir yazar olarak, Türkiye'de kendi algıladığı siyasi, sosyal, kültürel yapı ile Marksizmin sunduğu çözüm arasında bir çelişki görüyordu. Türk toplum hayatına uymadığına inandığı Batılılaşmaya ilişkin hükmü de Marksizmi yetersiz bulmasına bağlıydı. Çünkü diğer Marksistler, "Türkiye'de 2. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin siyasî ve kültürel uygulamalarını “bir ticaret burjuvazisi devriminin sonucu" olarak değerlendiriyordu. Kemal Tahir ise Türkiye’de Batılı anlamda bir burjuva sınıfının varlığını kabul etmiyordu... Böylece hem Türkiyede’ki marksistlerin Türkiyenin tarihine dair basmakalıp görüşlerinin, hem de cumhuriyet döneminin “salla gitsin; mecbur inanacaklar, arkamızda devlet var” mantığıyla oluşturulmuş resmî tarih görüşünün aşılması gerektiği tezi düşüncelerinin temel çıkış noktası oldu.”.

Geçen hafta Cuma günü Kanala televizyonunda Gündem Ankara programına katılan 68 kuşağının sosyalist gençlik haraketi liderlerinden Sarp Kuray ve Ömer Gürcan ilginç açıklamalar yaptılar... Sarp Kuray bu programda konumuzla da ilgili şöyle bir özeleştiri yaptı:

(-Kendilerini solcu ve devrimci olarak nitelendiren çevrelerin dine yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

Kuray: Biz dinin bir sosyolojik bir olgu olduğunu, Müslümanlığın çıkışındaki bütün devrimci dinamikleri göremedik. Müslümanlık, devrimci bir dindir. İlkel komünal toplumun bütün güzelliklerini taşıyan bir dindir. Bir ganimetin paylaşımında bile inanılmaz ilkeler vardır. Bizim din konusunda fazla bilgili olmamamız, direkt bir inkârcılığı getirmiş, sonuçta halkla aramıza büyük bir uçurum oluşmasına sebep olmuştur. Devrimcilerin dine karşı görünmesi bize zarar verdi. İslamiyet bizim savunduğumuz ilkeleri savunuyormuş. Şabloncu yaklaşımların kurbanı olduk. Türkiye devrimci hareketi tarih bilincine tam kavuşamadan, kendi ülkesinin şartlarını bilemeden Maoculuktur vb. düşünceleri soktular. O günden bu yana Türkiye 40 senedir şablonlarla uğraşıyor. Başka ülkelerin kendi şartlarında oluşturdukları şablonları, olduğu gibi Türkiye'ye oturtmaya çalıştılar. Bu şabloncu zihniyetlerden sıyrılıp insanlar kendi tarihiyle kucaklaştıkları anda yaptıkları yanlışları anlayabiliyorlar..

Kendinizi nasıl tarif ediyorsunuz?

Kuray: Ne Maocu, ne de Leninci, ben devrimciyim! Türkiye bugün büyük bir kuşatma altında. Ortak noktalarımızı arttırarak tekrardan 1. Meclis havasına girmemiz lazım. Bilinmelidir ki Mustafa Kemal, Erzurum'a gittiği zaman Kürtler'le kongre yapmıştır.
Sivas'a indiği zaman mandacılığı reddetmiştir. Atatürk, bütün zenginlikleri kucaklamıştır.) (Bu programın tam metni için bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/entellektuel-ftopic421.html)


Sarp Kuray’ın bu özeleştirisi, Kemal Tahir’in Türkiye solu üzerinde halâ sürmekte olan doğrudan veya dolaylı etkisini anlayabilmek bakımından da, -şayet yaşasaydı- düşüncesinin bugün gelebileceğii yeri kestirebilmek bakımın da önemli ipuçları veriyor.
Eserleri Hakkında
Kemal Tahir edebiyata şiirle başladı. İlk şiirleri 1931'de "İçtihad" dergisinde yayınlandı. Yeni Kültür, arkadaşlarıya birlikte kurdukları Geçit, Var, Ses dergilerinde şiirleri çıktı.
İlk önemli eseri 4 bölümlük Göl İnsanlarıi isimli uzun hikâyesi Tan gazetesinde tefrika olarak yayınlandı, eser 1955'te kitap olarak basıldı. Yine 1955'te basılan Sağırdere romanıyla adını duyurdu..

”1967 yılı sonlarında Devlet Ana romanı yayınlanana kadar Kemal Tahir Türkiye’de daha çok sol aydınların sınırlı ilgi gösterdikleri bir yazar olarak tanınmaktaydı. 1938 yılında Nazım Hikmet’in yanısıra Yavuz zırhlısında bir komünist ayaklanması tertibi içinde bulunduğu ithamıyla 12 yıl hapis yatmış olması Marxist düşünce çevrelerinde ona belli bir saygınlık kazandırmıştı. Cezaevinden çıktıktan sonra yayınlanan ilk kitapları, Göl İnsanları, Sağırdere ve Körduman klasik Marxist şemalara uymamakla birlikte, Orta Anadolu köy yaşamına bakıştaki keskin gözlemciliği, nesnel gercekçiliği ve ifade gücü ile olağan dışı bir yazarın ilk ürünleri idi. /Cezaevinde yazılan bu ilk romanların müsveddelerini Nazım Hikmet okuduğunda Kemal Tahir’e övgü dolu mektuplar yazmış, ama bunlarda “fakir ve zengin köylü münasebetlerinin, derebeylik bakayası, sınıf ve tabaka çatışmalarının eksikliği”ni hissettiğini ifade etmiş, yeni pasajlar yazıp bu eksikliği gidermesini önermişti. /Nazım Hikmet mektuplarını saklamadığı için Kemal Tahir’in o tarihte bu görüşlere nasıl bir karşılık verdiğini bilmiyoruz. Ama daha sonra yazdığı Köyün Kamburu ve Yedi Çınar Yaylası adlı romanlarında, Türkiye’de Batı’daki gibi toprak mülkiyetine dayanan bir feodal sistem olmadığını ileri sürmekteydi. Ona göre Türkün köksüz toprak ağasını Batı’nın lorduna, baronuna benzetmemek gerekiyordu.” (Halit Refiğ “Batı'nın karşısına Devlet'i koyan Kemal Tahir” başlıklı makalesi, , diyalogavrasya.com)

”Kemal Tahir ilk romanlarında Türk toplumunda Batı’dakine benzer sınıf çatışmaları olmadığını ortaya koyarken, daha sonraki romanlarında sınıf yerine devletin birleştirici ve koruyucu güç olduğunu ifade etmeye başlamıştır. Yorgun Savaşçı bunun en güçlü örneğidir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin çöktüğü, ülkenin işgal altında kaldığı karanlık günlerinde asker, sivil bir grup aydının yeni bir devlet arayışı hikaye edilmektedir. Kemal Tahir’e göre Batı’da devlet olmadığı zaman da, sınıfların ve onu temsil eden kilisenin varlığı sayesinde toplumlar dağılmaktan kurtulabilir. Ama sınıfları olmayan Türk toplumu devletsiz kalırsa dağılır. /Devlete verdiği bu öneme rağmen Kemal Tahir devleti kutsallaştırmamakta, yanlış siyasetçilerin kötü yönetiminde devletin halkına ters düşebileceğini de ifade etmektedir. Bunu tipik bir örnek olarak, Bozkırdaki Çekirdek adlı romanında ‘köy enstitüleri’ni göstermektedir. Burada işlenen konu, devletin köylünün içinden rejimin bekçileri olarak seçtiği eğitmenlerle köylüyü köyünün içinden içinde zaptırapt altında tutma girişimidir. Kemal Tahir’e göre, Türk toplumunun bünyesine yabancı olduğu “enstitü” adından da anlaşılan, köylünün adını doğru dürüst telaffuz bile edemediği bu girişim, Batı’dan esinlenen baskıcı bir devlet modeli arayışı idi. Başarısızlığa uğraması kaçınılmazdı. Nitekim arkasında acılar bırakarak öyle de oldu.” (Halit Refiğ, “Batı'nın karşısına Devlet'i koyan Kemal Tahir” başlıklı makalesi, , diyalogavrasya.com)

“Kemal Tahir ilk romanlarından itibaren sürekli olarak bir fikrî gelişme halindeydi. İlk romanlarında Türk toplumundaki yapılanmanın Batı’dakine benzer sınıfsal çelişkiler taşımadığını gözlemlemiş, daha sonra toplumsal varlığın ve düzenin korunmasında devletin vazgeçilmez önemini vurgulamıştı. Peki Türkiye’nin temel çelişkisi neydi? /Bunu en açık şekilde Devlet Ana romanında ortaya koydu. Türkiye’nin temel çelişkisi Avrupa idi. Bugün Avrasya diye adlandırdığımız ana kıta parçasındaki tarihi Batı-Doğu çatışmasının en keskin görünümü Anadolu topraklarında ortaya çıkmaktaydı. Devlet Ana, Türk toplumunda devletin koruyucu geleneğini Osmanlı Devleti’nin kuruluş şartları içinde değerlendirirken, ana çelişkinin Avrupa’dan kaynaklandığını ifade ediyordu. Kemal Tahir’in de vurguladığı gibi, Avrupa ile ilişkiler, tarih boyunca Türkiye’nin kaderini belirleyen en önemli etken olmuştur. Selçukların ‘Bilâd-ı Rum’ dedikleri Anadolu’yu ilk defa Haçlılar “Turchia” diye isimlendirmişler. Avrupalılar kıtalarından söküp atmak istedikleri Osmanlı’ya, onu oluşturan değişik etnik unsurlara aldırış etmeden, kestirmeden “Türk” demiştir. Tarih boyunca Türk kimliği ve kişiliği, sürekli çatışma halinde bulunduğu, kendini “Batı” olarak tanımlayan Avrupa’ya karşı bir tepki ve alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Truva savaşında bu yana Avrupa fırsat bulduğu ölçüde Asya’yı yağmalamaya, sömürmeye girişmiş, Osmanlı da gücü yettiğince bu talanı önlemeye çalışmıştır. Kemal Tahir Devlet Ana romanında Avrupa’nın feodal soyguncularının karşısına Osmanlının koruyucu devletini koymakta, arada kalan yerli Hıristiyan köylünün, tercihini kana susamış soyguncudan değil, toplumsal eşitlik ve adalet sağlayan devletten yana kullandığını olağanüstü bir anlatım ustalığı ile kalem almaktadır. ” (Halit Refiğ, “Batı'nın karşısına Devlet'i koyan Kemal Tahir” başlıklı makalesi, , diyalogavrasya.com)

Yorgun Savaşçı, Osmanlı Devleti'nin mütarekeyi imzalamasından 1920 ortalarında Milli Mücadele'nin güçlendiği döneme kadar olayları bir Osmanlı yüzbaşısı ve İttihat ve Terakki üyesi olan Yüzbaşı Cemil'in hikayesi üzerinden anlatır. Yol Ayrımı'nda yan karakterlerden biri olarak karşımıza çıkan Cehennem Topçu Cemil, Yorgun Savaşçı’nın baş kahramanıdır. İstanbul'a geldiğinden beri, bir türlü üzerinden atamadığı yorgunluğu sanki dinlendikçe çoğalan Cemil, bir yandan aşık olup evlendiği teyze kızı Neriman ile her şeyi bırakıp uzakta bir köyde yaşamayı isteycek kadar bıkkın; diğer yandan Anadolu'ya geçip Milli Mücadele'de ön saflarda yer almayı isteyecek kadar da cesurdur.Kitap Osmanlı Devlet yapısı hakkında da önemli bir tezi ortaya koyar. Bu tez daha çok Batı ile Doğu’nun dünyaya bakışlarının farklı olması üzerine temellendirilir.



Kemal Tahir, Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz ile senaryo çalışmaları da yaptı.

Geçimini temin etmek için gazetelere tefrika romanları yazan Kemal Tahir, aynı zamanda çevirilerini de yaptığı Mayk Hammer serisi için telif kitaplar da yazdı.

A.Ömer Türkeş, onun eserleri hakkında şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Göl İnsanları”(1955) adlı hikaye kitabıyla Sağırdere(1955), Esir Şehrin İnsanları(1956), Körduman(1957), Rahmet Yolları Kesti(1957), Yedi Çınar Yaylası(1958), Köyün Kamburu(1959), Esir Şehrin Mahpusu(1962), Kelleci Memet(1962), Yorgun Savasçı(1965), Bozkırdaki Çekirdek(1967), Devlet Ana(1967), Kurt Kanunu(1969), Büyük Mal(1970), Yol Ayrımı(1971), -ölümünden sonra yayımlanan- Namusçular(1974), Karılar Koğuşu(1974), Hür Şehrin İnsanları(1976), Damağası(1977) ve Bir Mülkiyet Kalesi(1977) romanlarıyla çok geniş bir zamana ve mekana uzanmış, canlandırdığı her kesimden insan tipi ve Osmanlı devletinin üretim ilişkilerinden bu ilişkilerin çözülmesiyle baş gösteren sorunlara, İşgal yıllarından Milli Mücadele’ye, İttihatçılar arasında bir hesaplaşma olarak gördüğü Cumhuriyet’in ilk yıllarına, Serbest Fırka’dan Kürt İsyanlarına, oradan batılılaşma ve değerler yitimine, köye, cinselliğin türlü çeşidine, hapishanelerin kepazeliğine kadar dillendirdiği çok sayıda meseleyle, Cemil Meriç’in ifadesiyle, Türk romanının sınırlarını genişletmiştir. Kemal Tahir’e göre, Marksist tarih teorisini Osmanlı-Türk toplumunun kendine özgü tarihsel ve toplumsal koşullarının ortaya çıkardığı somut gerçeklikler, bize özgü somut gerçeklikler açısından yeniden ele almak gerekir. /Tam da bunu yapmaya soyunacaktır Kemal Tahir. Batının feodal lorduyla Anadolu’nun köksüz ağasını bu nedenle kıyaslamayacak, halk kitlelerinin ve emekçi sınıfların Türkiye'deki boyun eğmişliğini ve durağanlığını, devletin ve mülkiyet ilişkilerinin farklılığında bulacak ve tezlerini -tam da Yaşar Kemal’in devlete ve ağaya başkaldıran İnce Memed’inin heyecan yarattığı bir dönemde yazdığı- Rahmet Yolları Kesti’de romanlaştıracaktır. Ağalığa değil, yiğitliğin ve kırsal kesim değerlerinin temsili olan ağalık geleneklerinin yitimine duyulan hüzün yansır hikayesinde. Eşkıyalık da yiğitlik, nam ve silah üzerine kurulu geleneğinden kopmuş, yeni mülkiyet ilişkileri, yani kapitalizm yiğit eşkıyayı komik bir çapulcuya dönüştürmüştür. Böyle bir durumda devletin gücü karşısında eşkıyanın hiç şansı kalmamıştır Ağanın ya da eşkıyanın kol kanat gerdiği köylülerse hain, çıkarcı ve kurnazdır artık.. Ancak kapitalizm karşısında köylü kurnazlığı da işe yaramaz, çünkü koruyucu, kollayıcı ve kadir devlet geleneği kötü siyasetçilerin elinde yozlaşmış, yanlış tarım politikaları, mesela üretime dönmeyen krediler köylüyü daha da yoksullaştırmış, aldığı üç beş kuruş krediyi düğün dernek kurup havaya savuran köylü, tüccarın elinde eskinin marabasından daha acınası bir hale düşmüştür (..) Kemal Tahir’in Osmanlının sonlarından Cumhuriyetin ilk yıllarına uzanan çözülme ve yeniden yapılanma dönemini ele alırken göstermek istediği; Osmanlı devlet geleneğinden uzaklaştıktan sonra devletle toplum arasından organik ve kollayıcı bir ilişkinin kalmadığı ve devletin batılılaşma adına köylüyü varoluşuna hiç de uygun olmayan bir kimliğe zorladığıdır. Hikayeler Osmanlıdan Cumhuriyete uzanırken toplumda, hayatın akışında ve zihniyet biçimlerinde değişim görülmez, yegane değişim Cumhuriyet devrimlerinin yukarıdan aşağıya, zorla uygulanmasıdır. Mesela Bozkırdaki Çekirdek’te söz konusu uygulamaların somutlandığı yer Köy Enstitüleridir ki, Cumhuriyete bağlı öğrenci ve öğretmenlerine rağmen Batıdan kopya edilen enstitü modelini Anadolu gerçeğinden kopuk, köylüyü köyünün içinde zapturapt altına alma girişimi olarak işleyecektir Kemal Tahir. (..)Roman kişileriyle birbirine bağlanan Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı, Bir Mülkiyet Kalesi ve Hür Şehrin İnsanları ile mütareke yıllarından Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar uzanırken Yorgun Savaşçı’da bütünüyle Milli Mücadeleye odaklanır Kemal Tahir. Devletin zaafa düştüğü anlarda sınıf ya da din gibi birleştirici yapı ve kurumları olmayan Doğulu toplumların çözüleceğine ilişkin tezleri bu romanlara da sinmiş, Milli Mücadelenin halkın değil İttihat Terakki kökenli -asker, sivil- bir gurup aydının eseri olduğu vurgulanmıştır. İttihatçılar arasındaki post kavgası ve tasfiye süreci ise Kurt Kanunu’nun konusu olacaktır. (..) Kemalizm’le akraba bir solculuğun kırsal kesim aydınlanmasına, dolayısıyla Köy Enstitülerine özel bir önem atfettiği, halk değerlerine sahip çıktığı, temel çelişkiyi işçi-köylü kesimiyle patron-ağa devleti arasında tesis ettiği ve sonrasında kırdan kentleri kuşatacak halk savaşlarını dillendirdiği yıllarda kırsaldan bir güzellik, bir yoldaşlık beklemenin nafileliğini ilan eden Kemal Tahir romanları elbette benimsenmeyecekti.(..) Kemal Tahir. 1971’te yayımlanan (..)Yol Ayrımı’nda ise karamsar bir tablo çizer. Roman kişileri Cumhuriyet devrimlerinin getirdiği yeniliklere karşı şüphecidir artık, devletse 1930’lara gelindiğinde despotik bir hüviyete bürünmüştür. Ölümünden sonra yayımlanan Bir Mülkiyet Kalesi ve Hür Şehrin İnsanları’nda da altını çizecektir; devlet kurulmuştur kurulmasına ama yüzünü Batıya çevirerek gelenekten ve halktan kopmuştur. Bundan sonrası, tıpkı Osmanlı devletinin çözüldüğü mütareke günlerindeki gibi, bir yozlaşma tablosu olacaktır. (..) (özellikle Devlet Ana’da), insanlardan ve olaylardan çok tarih tezlerini anlattığı, roman estetiğini zedelediği yolunda Kemal Tahir’e yönelik eleştirilere de katılıyorum. Ama Kemal Tahir bu eleştirileri hiç umursamamıştır. “Sebebi şudur” diyecektir bir söyleşisinde; “roman, gerçek roman, büyük roman yavaş cereyan etmek zorundadır. Bunun yavaş cereyan etmesi için yer yer kesilmesi gerekir... romanın zaman zaman duraklaması ve zaman zaman okuyucunun iyice sindirmesi, kendini toparlaması gerekiyor. (...) Biz "Devlet Ana" da, iki aylık bir devreyi anlatırız. İki aylık devrede topladığımız şeylerin hiçbiri öyle kolayca tarih kitaplarında, ansiklopedilerde, makalelerde bulunur şeyler değillerdir. Hepsi, iğneyle kuyu kazarcasına elde edilmiş, yan yana getirilmiştir. Elimizde olsaydı belki daha da çok bilgi katardık. Bulabildiğimizin azamisini kullandık. Bence kitabımıza zarar vermedi, çünkü yetmedi. Tafsilat bence azdır bile”. (A. Ömer Türkeş’in “Kemal Tahir” başlıklı makalesinden)
(Devam edecek)

Baran

Unutulmaması Gereken Bir Aydın:Kemal Tahir-3-
Ali Haydar Can

DİLİ HAKKINDA

Fethi Naci onun “edebiyatın kendine özgü anlatım aracını değil, toplumsal bilimlerin anlatım aracını” kullandığını iddia etti.

Selahattin Hilav’ın değerlendirmesi daha farklı: Türk edebiyatıyla ilgili en yaygın ve en yanlış düşüncelerden biri, bizde "nesir" türünün olmadığı iddiasıdır.Bu iddia, Batı romanının gelişmiş örneklerinde gördüğümüz "nesir"in, bizim edebiyatımızda aranıp bulunmamasından doğal hayal kırıklığının doğurduğu yalınkat bir görüştür. Başka bir deyişle, Batı hayranlığının yaratttığı sığ bir düşüncenin ürünüdür. Evliya Çelebi'nin yazdıklarına "nesir" dememek için, insanın "nesiri" sadece ondokuzuncu yüzyıl Batı romanlarında rastlanan yazı türüyle bir ve aynı şey olarak görmesi gerekir. Ne yazık ki, bu sathi görüş, Türk nesir yazarlarını, Âşıkpaşazâdelere, Neşrilere, Naimâlara, Evliya Çelebilere vb. yönelmekten alıkoymuş, en yüce noktasını Halit Ziya'da bulan frenk taklidi suni ve cansız bir "nesir" dilinin doğup yaygınlaşmasına yol açmıştır. Toplumcu ve devrimci yazarların çoğu ise, kurtuluşu "mahalli ağızları"ları olduğu gibi aktarmakta ya da "şehir argasonu" kullanmakta ya da "öztürkçecilikte" bulmuşlardır. Böylece, bir uçtan öteki uca düşülmüş ve Türkçenin gerçek kaynaklarına ulaşmak için gerekli olan aşma hareketi yapılamamıştır. Ancak (..) Kemal Tahir gibi kavrayıcı ve aşıcı dünya görüşünü eserlerine sindirebilen büyük sanatçılarda, Türkçenin kullanılması meselesinin gerçek bir çözüme kavuştuğu görülüyor. Kemal Tahir, Türk tarihi ve toplumu hakkındaki orijinal ve sağlam görüşlerinden hareket ettiği için hem "mahalli ağızları", hem Türkçe'nin küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini (eski büyük yazarlardan yararlanarak) hem de yeni imkânlarını kaynaştırarak ve aşarak kullanabilmiştir. Eserlerindeki eşsiz dil ve uslüp güzelliğinin kaynağı bu davranıştadır. Daha önceki romanlarında da görülen bu özellik, Devlet Ana'da en yüce noktasına erişmiştir. Türkçe'nin unutulmuş olan dehâsı bütün boyutları, zenginliği ve haslığıyla ilk olarak Kemal Tahir'in eserlerinde kendini göstermektedir. / Türkçenin bütün imkânlarını kullanmak ve alışlagelmiş "edebi"dilin dışına çıkmak eğilimi, Kemal Tahir'de, bütünsel (totale) yani bütün dil unsurlarını ve kesimlerini kullanma yönelimini doğurmuştur. (Dil kesimi deyince, hukuk dili, yazışma dili, ilân ve reklamlardaki dil, aşara öztürkçecilik, belirli yerel ağızlar, eski Osmanlı nesri ve çevirisi, Tanzimant çağı ve daha sonrasının Frenk taklitçiliğinden doğan üslubu, vb. gibi dil yapılarını kast ediyorum.) Kemal Tahir'de dil, "anlatılan"ın yerine geçer, bir nesne haline gelir ve saydamlığını kaybeder. Onun romanlarını okurken, "anlatılan"ı "anlatan"da yani dilde algılamaya başlarız. Kişiler, olaylar ve durumlar, birer "dil olgusu" haline gelir. Tanpınar'ın deyimiyle, Kemal Tahir; "bir dil makinası" kurmuş, bir dil dünyası yaratmıştır. Bu dil, "başkası"nın yaratışı ve malı (anonim halk ürünü, eski büyük yazarlar, Türkçenin belli bir yöredeki kullanılış tarzı) olduğu halde, aynı zamanda, onun hiçbir yazara benzemeyen öz üslubudur. Bütünsel bir dil kurmaya yönelme, çağdaş Batı romanında görülen önemli özelliklerinden biridir. Soruna bu açıdan bakınca, Kemal Tahir ile hemen hiç ilgisi olmadığı halde, James Joyce akla geliyor. Bizde, aynı eğilimin en ilgi çekici ve başarılı bir örneği de, Kemal Tahir'den bambaşka bir dünyası olan Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı ve Tehlikeli Oyunlardır. (Türkiye Defteri, Sayı 7, Mayıs 1974)
Oğuz Atay’ın değerlendirmesi ise şöyle: “Onun dili bir yandan halkın yaşayan dilidir, bunu eski kaynaklarına kadar incelemiş ve bize bugünün dili olarak sunmuştur. Bir yandan da en ileri en arınmış Türkçeyi kullanır Kemal Tahir. Memur kelimesini yazarken onu apostrofla ortadan ikiye biçmez. Her şeyin sahtesine düşmandır; Batı'nın sahtesine olduğuna kadar Doğu'nun sahtesine de düşmandır. Ve gerçek bilgi nereden gelirse gelsin, ister Batı'dan ister Doğu'dan, Kemal Tahir için makbuldür. Ne var ki, Batı özentisiyle yetişenler, gerçek insanımızı ortaya çıkaran araştırmalar yapacak yerde, ezberledikleri formüllere uygun insanların ülkemizde yaşadığını hayal etmişlerdir, bize olmadık kılıklar giydirmeye kalkmışlardır. Bu kılıklar içinde ne derece gülünç ve zavallı olduğumuzu gördüğü içindir ki Batı bizim için bir çıkmazdır Kemal Tahir'e göre. Onların bize giydirdiği sosyoloji, ekonomi, psikoloji bizi bu hale düşürdüğü içindir ki Kemal Tahir, bir konuşmasında da belirttiği gibi kendi kendisinin sosyologu psikologu ve felsefecisi olmayı gerekli görmüştür ve bunu Türk romancısına öğütlemiştir.” (Oğuz Atay’ın“Kemal Tahir ve Doğu-Batı Sorunu” başlıklı makalesinden)
A. Ömer Türkeş ise şunları söylüyor: Kemal Tahir’in(..), dili ve anlatım özellikleriyle devam edeceğim; bütün romanlarında dilin çok zengin bir kullanımıyla karşılaşıyoruz. Her bir karakteri kendi diliyle konuşturuyor Kemal Tahir; Osmanlı elitinin İstanbul Türkçe’si kadar Çorum köylüsünün mahalli ağızlarında da görülen bu zenginlikle Türkçe’nin bütün imkanlarını -belki uzun ama akıcı- diyaloglarla kullanıyor. Özellikle geniş zaman kipi kullanımına dikkat isterim!.. /Hikayesini bir anlatıcının bakış açısından doğrusal bir akışla aktarırken, zaman zaman anlatıcıyı geri çekilir Kemal Tahir, karşılıklı diyaloglar gereği anlatıyı karakterlerden birisinin bakışından, o karakterin bilgi ve yorumları olarak sürdürür. Tarihsel olayların ve toplumsal koşulların bu şekilde sunulması didaktik bir anlatımdan sakınmak ve dramatik yapıyı korumak içindir Anlatıcının sınıfsal ve kültürel özelliklerine göre de bilinçli bir şekilde algılama hataları, yanlışlıklar, abartılar, mistifakasyonlar yapar.. Bu ona hem olayların farklı yorumlanışlarını ortaya koyma fırsatı verir hem de hikayeye bir miktar mizah katar. Ancak romanlarının yumuşak karnı tam da burasıdır. Çünkü ne kadar geri çekilse de, roman kişilerinin uzun konuşmalarının ardındaki anlatıcının varlığı/kimliği bellidir. Konuşanın Kemal Tahir olduğu bellidir; sahneye çıkan ve konuşan bütün roman kişileri bireysel varoluşlarının ötesine geçmek ve kendileri dışındaki şeylerin –kurumların, misyonların, değerlerin- taşıyıcısı olmakla yükümlüdür. Böylelikle pek çok romanda o dönemin bilgi ve birikimine uygun düşmeyen tiratlara şahit oluyoruz. Mete Tunçay, bu uyumsuzluğu Kemal Tahir’le ölümünden bir gece önce tartıştığını söylüyor; “Ben dedim ki ‘‘Beyefendi bu Kara Kemal şimdiden 30 bin sattı. Ben bir Kara Kemal biyografisi yazsam, 500 kişi ya okur ya okumaz. Sizin Kurt Kanunu'ndaki Kara Kemal, tarihteki Kara Kemal'den, bir tarihçinin biyografisini yazacağı Kara Kemal'den daha gerçek. Ama sorun şu: Kara Kemal Marksist analiz yapıyor. Bildiğimiz tarihteki Kara Kemal'in bunu yapması mümkün değil!’’ (A. Ömer Türkeş’in “Kemal Tahir” başlıklı makalesinden)

Kemal Tahir’den Notlar

* Tarihten kaçmak, namustan, doğruluktan, bilgiden kaçmaktır.
* Büyük bir tarihi olmayan, böyle büyük bir tarihe dayanmayan toplumlar, hiç bir şart altında, bir büyük milli edebiyat-sanat yaratamazlar, böyle büyük bir edebiyat ve sanat yaratamadıkça da dünya edebiyat ve sanatının vardığı çizgiye katiyen ulaşamazlar.

* Bir milletin edebiyatı o milletin sosyal hayatına, bu hayatın karakterini tayin eden sosyal münasebetlere bağlıdır. Tıpkı iç ve dış politikası da aynı suretle sosyal hayatına ve bu hayatı karakterize eden münasebetlere nasıl bağlıysa..

* Bir memlekette hakiki ve köklü ve ömürlü realist eserler yaratılabilmesi için, halk kitlelerinin sanatla daha yakından ve daha büyük kalabalıklar halinde ilgilenmesi lazımdır.
* Bir sanat tarihi için en büyük tehlike, sadece şekiller ve meseleler tarihi haline gelmesidir. Çünkü sanat eserleri sadece şekiller ve meseleler için meydana getirilemez. Çok daha önemli olarak dünya görüşlerini, yaşama şartlarını, inançlar ve bilinçleri yansıtırlar.
* Sanat, bir küçücük kaytarmacı, devşirme bunaltı ilacı, gönül eğlencesi, çocuk oyuncağı değildir.
* Sanata en büyük sahtecilik, milli kalıplara yabancı özler doldurmakla olur.

* Sanatta hiçbir yeni buluş, yeni fikir, eski pisliklerle yanlışları haklı çıkarmak için kullanılamaz.

* Hiçbir milletin sanatı yüzdeyüz yerli olamadığı gibi, yüzdeyüz yabancı kopyacılığı ile de var olamaz. Toplumların iç kanunlarında olduğu gibi dış kanunlarında da insanların birbirleriyle alış-verişe girmeleri, kaçınılmaz bir var olma şartıdır. Başka memleketlerin sanat ve fikir eserleriyle kurulacak ilintiler bu açıdan ölçülüp biçilmelidir.

* Sanatçının politika yapması, iyi sanat yapmasıyla mümkündür.

* Gerçek sanatçılar için en büyük zorluk iktidardaki güçlerle beraber olmaktır. en büyük kolaylık da, elbette, bu güçlere karşı olmak.
* Bir sanatçı, eserlerinde aramayı bırakıp hissettiği ve düşündüğü şuurla ifadeye başlamışsa kendisini bulmuş demektir.
* Sanatçının en büyük rakipleri hayatın bizzat kendisinden başka kendinden önce yaşayıp ölmüş büyük sanatçılardır.

* Romanın temeli bilgi, büyük romanın temeli bu bilgiyi de aşabilmektir.

*Şairlerini gerçekten seven, onlara gerçekten saygı duyan bir toplumun, hele bu toplumu idare eden, bu toplumda etkisi bulunduğu bilinen güçlerin ödevi, şairlerinin kusurlarına bakmamaktır.
* Gerçekten uzak düştüğümüzü, gerçek olaylar bile bize anlatamıyorlarsa, rezilliğimizi hiçbir kuvvet, hiçbir palavra örtbas edemez.

* Neyi niçin aradığını önceden bilemiyorsan, hiçbir yerde, hiçbir şeyi bulamazsın. Yanıldığının ispatını bile..
* Atom gücü, süper devletleri, dünyanın efendisi yapacak yerde, kendi icat ettikleri zincirlerle kendi kollarını bağlayan avanak maymunlara çevirmiştir.

* Yığını anlamak insanı anlamak değildir. İnsanı anlamayınca yığını anlıyorum sanmak, kendini aldatmaktır.
* Kötü politikacı, politikanın içine rahatça yerleşen, giderek onun pisliklerinden zevk almağa başlayan heriftir.

***
Doğrusuyla eğrisiyle düşündüklerini dobra dobra ifade etmiş ve eserleştirmiş olan ve eserleri ve düşüncesiyle toplumun bir kısmını halâ etkilemeye devam eden bu namuslu aydını Vefatının 35. yıldönümünde saygıyla hatırlıyoruz...

Dipnot: Kemal tahirin hayatı ve eserleriyle ilgili malumat için şu kaynaklardan istifade ettim: Vikipedi, özgür ansiklopedi ve biyografi.net

Pana Film'den Osmanlı usulü polisiye
16 Ağustos 2011 Salı 00:21
'Kurt Kanunu'nu Pana Film, TRT için dizi film olarak çekiyor.



Kemal Tahir'in 1991'de sinemaya da uyarlanan romanı 'Kurt Kanunu', Kurtlar Vadisi'nin yapımcısı Pana Film tarafından TRT için dizi film olarak çekiliyor.

Çekimleri devam eden dizi için en önemli platolardan biri Göztepe'de kuruldu. Rıdvanpaşa Sokak üzerinde bulunan ve halk arasında, 'Polis Ziya Bey Evi' olarak bilinen 1940'lı yıllarda yapılmış üç katlı bu köşk, 60'lı yıllarda da And Film tarafından çekilen başka bir filme ev sahipliği yapmıştı. Sonbahar'da gösterilmeye başlayacak olan dizinin esinlendiği roman ilk kez 1969'da basılmıştı.

Diziye dair ilk görüntüyü Bahadır Özdener Twitter hesabında yayınladı:

Birçok eseri filme çekildi

Pana Film'in yapımcılarından Bahadır Özdener, dizinin 13 ile 26 bölüm arasında planlandığını belirtti. Yönetmen Halit Refiğ'in, Kemal Tahir'in 'Yorgun Savaşçı' romanından uyarladığı 'Yorgun Savaşçı' filmi de Türk sinema tarihine yakılan ilk film olarak geçmişti. Yazar Kemal Tahir, romanlarının yanı sıra kendi hayat hikayesiyle de sinemada boy gösterdi. Kadir İnanır ve Hülya Koçyiğit'in oynadığı 'Karılar Koğuşu'nda da Kemal Tahir'in Malatya Cezaevi'nde yattığı 3 aylık bir dönem anlatılmıştı.

SANKİ SİNEMA İÇİN YAZILMIŞ

İttihatçı kurtların trajik hikayesi Cumhuriyetin en netameli dönemlerinden biri olan 'İzmir Suikasti' olayına karışan ve karıştırılanların trajedisini konu alan romanda, İttihatçı kadroların nasıl tasfiye edildiğini öğrenmek mümkün. Kemal Tahir'in en sevilen eserlerinden olan roman, ilk kez 1991 yılında sinemaya aktarılmıştı. Yönetmenliğini Ersin Pertan'ın yaptığı ve aynı isimle beyazperdeye uyarlanan filmde Berhan Şimşek, Şahika Tekand, Yılmaz Zafer, Aslı Altan, Rasim Öztekin, Yasemin Alkaya, Bennu Gerede, Suna Selen ve Cem Davran rol almıştı.

Haber 7

Kurt Kanunu (Bu Topraklarda Sonu Gelmeyen "Ergenekon")
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
18/03/2012

1926 yılında kurulan İstiklal Mahkemeleri de, daha ilk cümleden sonra "Eydaaam!" diye tumturaklı bağırarak hükmünü veren Mahkeme Başkanı Kel Ali de, polisin kendisine verdiği yalan dolanı şak diye entrika romanına çeviren "gazeteci" bozuntusu da, babasının "ilk zanaat erbabı" olarak Talat Paşa'nın "asıcısı" olmasıyla övünen ve "Kısmet efendim..Ah ki bu zamana kadar paşa asmak nasip olmadı bize" diyerek hayıflanan cellat Karaköçek de

SİZSİNİZ!

Aynaya iyi bakın ve Kara Kemal'in şu sözlerini düşünün:

"Bizim iktidarlar zora gelince suikastlerden kolaylık umarlar.Büyük politikanın adam kafası kesmek olduğunu sanırlar. Dengesizler, serseriler hiç bir şeyi uzun boylu saklayamazlar. İktidarlar da yatkınlıkları sebebiyle zaten kuşkudadır, böyle bir şey yokken bile varmış evhamında içindedir. Sezinledi mi, durumu uygun buldu mu, önleyeceğine el altından suikast delillerini kışkırtrır. Nerden mi biliyorum? Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi işinde biz de öyle yaptık. Şimdi karşımızdakilerin bize o planı tıpa tıp uyguladıklarına yüzde yüz eminim. Bu kadar aptal olduğumuzu anlamak için deha istemez. 'Bunu bilirler' bir başka oyun bulmalı' demek zorunluluğunu bile duyuramadık."

Kemal Tahir'in en önemli romanlarından Kurt Kanunu'nda, 1926 yılında Mustafa Kemal'e karşı planlanan İzmir suikasti komplosuna sürüklenmiş İttihat ve Terakki Hükümeti'nin İaşe Nazırı Kara Kemal Bey'in bu sözleri, bugün boğuştuğumuz 1 milyon sayfalık "Ergenekon" davasının da, bu topraklarda siyasi rakibi yok etmenin tek yolunun komplo düzenlemekten geçtiği gerçeğinin de özetidir.

Hiç kimse "gerçeklerle" "vakıalarla" ve tarihin yanlışlarıyla uğraşmak niyetinde değildir. Mustafa Kemal gibi, bir toplumu sıfırdan alıp yeniden yaratan bir lider bile ittihatçıların Birinci Cihan Savaşı'nda Osmanlı devletini rezilce bir yok oluşa sürükleyen yanlışlarıyla, kendisinin de mensubu olduğu Osmanlı Ordusu'nun Almanya'nın emrine verilmesi ihanetiyle bağımsız mahkemeler önünde hesaplaşmak yerine, üç-beş başı bozuğun kalkıştığı bir suikast tertibi üzerinden siyasi rakiplerini temizleme cihetine gitmiş, en azından bu duruma ses çıkarmamıştır..

Ondan önce İstanbul'u işgal eden İngilizler, emperyalist planları zora sokabilecek kadroları yine "komplolar" üzerinden ortadan kaldırmayı kolay yol olarak seçmişlerdi. Malta sürgünleri olayında bu planlarını da Osmanlı'nın yargı ve polis mensuplarına uygulatmışlardı.

Şimdi ise dünyanın en kanlı darbelerinden biri olan 12 Eylül'e ilişkin bir adım yol alınamaz, bir döneme damgasını vuran faili meçhullerden bir tek vaka bile gerçek boyutlarıyla aydınlatılamazken, Veli Küçük'ün turşu tariflerinden, insanların bilgisayarlarına atılmış sahte belgelerden "örgüt" yaratılmaya çalışılmaktadır.

Sırayla gidecek olursak: Mahmut Şevket Paşa'yı Kara Kemal'e temizlettiler- Kara Kemal'i Cumhuriyet hükümetine temizlettiler-Şimdi de Kemalistleri Amerikancı İslamcılara temizletmeye çalışıyorlar...

Allah hepimize ömür verirse Amerikancı-İslamcıların da kimlere temizletileceğini göreceğiz..veya çocuklarımız tarih kitaplarından okuyacak.

***

Kemal Tahir'in İzmir Suikasti olayını anlatan Kurt Kanunu adlı büyük eseri, bugünlerde TRT tarafından dizi film olarak yayınlanıyor.

Dizinin yapımcısının Kurtlar Vadisi'ni çeken Pana Film olması, yayıncısının da TRT olması hasebiyle insan ister istemez "Acaba bu büyük ve önemli eseri nasıl çarpıtacaklar, Kemal Tahir'e ne gibi bir saygısızlık edecekler" diye endişeleniyor.

Sadık bir Kemal Tahir okuyucusu olarak o sebepten diziyi diken üstünde izlemekteyim. Kurtlar Vadisi'nin yapımcıları malûm; parayı verenin düdüğünü çalıyorlar. 28 Şubat döneminde "kurşun atan da yiyen de kahramandır" edasındaydılar, AKP iktidarının kontrolüne geçince "Ergenekon" avcısı yiğitler oldular.

Parayı ve reytingi seven bu ekip, Kurt Kanunu gibi önemli bir eseri çarpıtmaya, işin içine olmadık kişiler, olaylar, sarfedilmedik sözler katmaya başlarlarsa, Kemal Tahir'in mirasçıları kimdir bilmem ama ben kendim bir vatandaş olarak "yakın tarihimiz çarpıtılıyor, nesiller yanlış yönlendiriliyor" diye dava açmayı düşünürüm. Kaybetsem bile olay en azından mahkemeye sunacağım detaylı beyanlar üzerinden adliye kayıtlarına geçmiş olur. İleride bu dönemi araştıracak olanlara belge bırakmış oluruz.

Dizi, şimdiye kadar 6 bölüm yayınlandı. Ciddi bir çarpıtmanın yapıldığını söyleyemem.

Kömürcünün karısı Hayriye'nin "Bir adım da erkek Hayriye'dir benim, sevdim mi yüreğimle severim" şeklindeki lafının Ballı Naciye'ye söyletilmesi,

Ölümden kaçan Kara Kemal'in, evinde saklandığı çocukluk arkadaşı Emin Bey'e ittihatçı kadrolar üzerine yaptığı "Ne işim var bu çocuk ruhlu adamlarla benim? İttihatçılığın yıllarca temel direği saydığımız komitacılar...Nasıl aldatmışız kendimizi bebekler gibi...Kanlı işlere bunları biz sürüyoruz sanmışız bunca yıl.." gibi özeleştirilerin kâhyası Hasip Ağa önünde yaptırılması;

Yine evinde saklandıkları Saraylı Semra Hanım'a "Cihan" adlı hoppa bir üvey kız evlat icat edilmesi; (ki romanda yoktur)

Kara Kemal Bey'e annesi Rus bir Alman sevgili uydurulması..

Kemal Tahir'in kendisi olduğu rivayet edilen genç gazeteci Murat'a fazlaca zibidi bir hüviyet kazandırılması;

Yakalama emri çıkarılan ittihatçıları yakalamaktan mesûl Komiser Cevdet Ekrem'e talimatlar veren, yüzü görünmez "derin" şahıs (Kurtlar Vadisi sendromu),

Kaçmanın kendisini bu komploya bulaştırmak isteyenlerin eline koz vereceğini savunduğu halde Kara Kemal'in polisleri aldatmaya yönelik uyduruktan bir kaçma numarası tezgahlaması (Romanda böyle bir sahne yok)..

Bunların hepsi senaryo ile roman arasındaki teknik farklardır ve diziye küçük aksiyonlar kazandırmak istenmiştir diyelim..(Yine de dikkatli izlemekte fayda var)..

İsimleri çok medyatik olmamakla birlikte oyuncu kadrosunun başarılı olduğunu da söylemeliyiz. Önemli roller daha çok Samanyolu Tv'nin tuhaf dizilerinde rol alan, oradan Kurtlar Vadisi ekibine terfi etmiş oyunculara verilmiş. Kara Kemal'i oynayan Ümit Acar ile Kara Kemal'in adını kullanarak başı bozuklardan bir "suikast timi" peydahlayan Adbülkerim'i oynayan Ali Başar örneğin..Hangi çevre ile içiçe olurlarsa olsunlar, sanatçı sanatçıdır neticede. Ümit Acar da, Ali Başar da rollerinin hakkını başarıyla veriyorlar. Siyasete tövbe etmiş İstanbul beyefendisi Emin Bey rolündeki Ahmet Somers de öyle...

Hatta, Başkomiser Cevdet Ekrem'i canlandıran İlker Kızmaz'ın romanda tasvir edilen kişilikten çok daha başarılı bir performans ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Romanda daha silik bir kişilik olarak geçen Cevdet Ekrem'e İlker Kızmaz "polis" ruhunu çok güzel katmıştır. "Görevine" o görevi verenlerden daha çok sahip çıkan, neye olduğunu bilmediği güçlü bir intikam duygusuna sahip, "suçluya" baştan inanmış, tarih ve insan gibi konularda bilgi sahibi olmamakla birlikte müthiş bir sezgi ve koku alma gücüne sahip olan polis Cevdet Ekrem..

Almanya'da tahsil görmüş eğitimli bir adam olmasına rağmen ruhundaki çakallıktan kurtulamayan suikast ekibinin şefi, eski Lazistan milletvekili Ziya Hurşit'i canlandıran Cenan Çamyurdu da romandaki rolünü aşan oyunculardan.

Bunun dışında, kostüm, mekân ve zamanın ruhunu yansıtışın da başarılı olduğunu söylemeliyiz.

****

Romanın çarptılması konusundaki endişemize dönecek olursak.

Galiba böyle bir yola tevessül etmelerine gerek kalmayacak. Bunu, Zaman ve Yeni Şafak gibi gazetelerde yazan AKP-cemaat efradı medya yazarlarının Kemal Tahir'in bu büyük eserine sahip çıkışından ve TRT'nin dizisine atfettikleri önemden anlıyoruz.

Neden?

Çünkü onların tezi şu:

"Mustafa Kemal döneminde muhaliflere siyasi tuzaklar kurulmuş, Şeyh Sait isyanından yola çıkılarak kurulan İstiklal mahkemeleri ve çıkarılan Takrir-i sükun yasası, aralarında din alimlerinin de olduğu pek çok insanı tarih önünde suçlu ilan eden bir kıyım makinasına dönüşmüştür. Mustafa Kemal dönemi, kemalistlerin iddia ettiği gibi sütten çıkmış ak kaşık bir dönem olmayıp kıyımlar yapılmış, cinayetler işlenmiştir.İşte bakın, biz söylemiyoruz; Kemal Tahir söylüyor.."

Yakın tarihin en karmaşık olaylarından birisi olan İzmir Suikasti'nin siyasi arka planını gerçek olaylar ve kişilerle anlatan Kurt Kanunu romanı kabul etmek gerekir ki bu tezi doğrular niteliktedir. Nitekim, bence Türk romancılığının "1 numarası" Kemal Tahir, bu yaklaşımı yüzünden Kemalistlerin eleştirilerine de muhatap olmuştur.

Yalnız, olayda Mustafa Kemal'in rolünü bugün ön plana çıkarmaya çalışanlara karşın Kemal Tahir'in bu önemli kitabında Mustafa Kemal'i olaylardan uzak tuttuğuna tanık oluyoruz.

Düşünceleri nedeniyle 13 yıl Anadolu'nun en izbe cezaevlerinde yatmış bu büyük aydınımızın "korktuğu" için böyle bir yola sapacağı düşünülemeyeceğine göre, geriye bir ihtimal kalır: Olayın komplolarla örülü kısmı, Mustafa Kemal'in iradesi ve bilgisi dışında gerçekleşmiştir.

Kurt Kanunu romanına dayanarak, Mustafa Kemal'in, ittihatçıların Kurtuluş Savaşı'nda gösterdiği yararlılıkları inkar etmediğini, ancak siyasette "komitacılık" tarzını sürdürmeye çalışmaları ve kendisine (ayakları üstünde doğrulmaya çalışan genç Cumhuriyet'e) yönelik yıkıcı eleştirileri dolayısıyla bu kadroya "kırgın" olduğunu anlıyoruz.

Bugünkü Atatürk düşmanlarının niyet ve yaklaşımlarından bağımsız olarak Kemal Tahir'in önemli tarih tezleri üzerinde düşünülmelidir. Örneğin:

Hilafetin kaldırılması, bir İngiliz oyunu mudur ve Mustafa Kemal bu oyuna gelmiş midir?

Din ile diniye ile hiç bir alakası olmayan; çoğunlukla içkici, alemci insanlardan müteşekkil ittihatçılığın devamı Terakiperver Parti, neden halifeliğin kaldırılmasına karşı çıkmıştır?

Romanda Kara Kemal'e şöyle sordurur Kemal Tahir:

"Hilafet kaldırılıyorken Fener Patrikhanesi neden ayakta tutuldu?

Başka tezler de var tartışılmaya muhtaç. Örneğin romandan Mustafa Kemal'in şu sözlerini aktaralım:

"Biz Osmanlılığın devamı değiliz. Devletin istiklali, milletin egemenliği ve bütün hayatî esbab ve kabiliyeti korunmak şartıyla, yalnız korunmak şartıyla değil, o şartları güçlendirmek, kökleştirmek maksadıyla yabancı sermayesinden yararlanmak sözkonusu olabilir"

***

TRT'nin dizisi vasıtasıyla Kurt Kanunu yeniden tartışma konusu olunca, İzmir Suikasti konusunda "kemalist" kesimlerin ne düşündüğünü de şöyle bir araştırdım. Ne yazık ki çoğunluğu bu olayın Mustafa Kemal'e karşı girişilmiş Şeriatçı-Osmanlıcı-İttihatçı- Emperyalist bir "gerçek suikast" olduğuna inanıyor. İdamları "Cumhuriyet" adına haklı görüyor, hakikatlerle yüzleşmekten hiç hazzetmeyen bu toprakların nasıl da komploların çıkmazına sürüklenebildiğini göremiyor, görmek istemiyor.

Oysa, İzmir Suikasti bahanesiyle baskın düzenlenen İstanbul'daki şu yerlerin listesi bize bir şey hatırlatmıyor mu?

Samatya Sümbülî Dergâhı,Unkapanı'ndaki Sazlı Dergâh, Şehremini Salı Tekkesi, Üsküdar Özbekler Teknesi (ki Anadolu'ya silah sevkiyatında önemli katkıları olmuştur), Molla Gürani Tekkesi, Beyoğlu Fransız Hastanesi, İngiliz Hastanesi, Rum Hastanesi, Bulgar Hastanesi...

"Ne âlâka?" diye soracak olursanız, "Ergenekon" bahanesiyle basılan şu yerleri hatırlatırım:

Çarşamba Cemaati, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Baba Bizi Okula Gönder faaliyeti, Milli görüş çizgisindeki Milli Çözüm dergisi, Zekeriya Beyaz'ın, travesti Sisi'nin ve Nurseli İdiz'in evleri...

Ve iki başıbozuk çapulcunun İstanbul'da bir yıldır "Sarı Paşa'yı vuracağız" diye gezip dolaşmalarıyla başlayan "suikast" operasyonun Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi İstiklal savaşı komutanlarına, hatta İsmet İnönü'ye kadar uzanışı...

(Ümraniye'de bir gecekonduda bulunan üç patlamaz el bombasının Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a kadar uzanması ...)

Şunu da biliyoruz ki her iktidar, ortaya attığı komplo ne kadar akıl dışı olursa olsun, kendisine hizmet edecek bir "hukuk kadrosu", bir polis kadrosu, bir cellat kadrosu ve de bir "matbuat kadrosu" bulmakta hiç zorluk çekmiyor...

(Hatta romanda, başlarına ödül konulan Kara Kemal ve Abdülkerim'i yakalamak için "Gomonist ittihatçılar Paşamızı vurmak istemişler!" diye nice kara sakallı din bezirgânının öne düştüğünü okuyunca aklınızı şaşarsınız. Meğer Mustafa Kemal'i ne severlermiş! Ahalimiz, bu kadar da başa geçenden yanadır yani...)

Polisten aldığı iki satır bilgi ile (talimatla) gazete sütunlarında idamlık caniler yaratan ve berbat Türkçe'si ile korkunç "suikast çetesi" masallları yazan Ali Oruç, ne kadar da benzemektedir Mehmet Baransu'ya, Rasim Ozan Kütahyalı'ya, Nagehan Alçı'ya...

"İzmir suikasti" gerekçesiyle onlarca kişiyi "temyizsiz" darağacına gönderen mahkeme başkanı Kel Ali (Ali Çetinkaya) "Suikast örgütünün" dayanak noktalarından biri olarak yargıladığı Karakol Cemiyeti'nin bizzat kurucularındandır!

İttihat ve Terakki Hükümeti'nin Maliye Nazırı Cavit Bey'in evinde yapılan ve Terakkiperver Parti'nin kuruluşunun kararlaştırıldığı toplantı, bizzat Mustafa Kemal'in bilgisi dahilindedir ve amaç sağda solda serseri mayın gibi dolanan ittihatçı kalıntılarını bir çatı altında disiplin altına almaktır.

İşte bu toplantı da "İzmir suikastinin" dayanaklarından birisi olarak gösterilir ve Kara Kemal bu toplantıyı organize etmekle suçlanır!

(Ergenekon davalarında Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının, Genelkurmay Başkanı'nın yaptığı basın toplantısının bile "suç" olarak ortaya sürülmesini hatırladım birden...)

Mustafa Kemal döneminde muhaliflere komplolar kurulduğunu, hukuksuz idamlar gerçekleştirildiğini öne sürmek için büyük tarihçi/romancımız Kemal Tahir'e dayanarak kendilerine pay çıkarmaya çalışan bugünün işbirlikçi, yalaka, Kemal Tahir'in deyimiyle "kaltaban" takımına dönecek olursak:

Anladığımız kadarıyla Kurt Kanunu romanında kendinizi nereye koyacağınızın sıkıntısını yaşamaktasınız. Kâh "Mustafa Kemal'in kıyımına uğramış mağdurlarız" havasına girip, kâh sözü "Bakın, Mustafa Kemal de böyle yapmış, o zaman Tayyip Erdoğan da bir Mustafa Kemal'dir" demeye getirmektesiniz..,

Yardımcı olalım...

1926 yılında kurulan İstiklal Mahkemeleri de, daha ilk cümleden sonra "Eydaaam!" diye tumturaklı bağırarak hükmünü veren Mahkeme Başkanı Kel Ali de, polisin kendisine verdiği yalan dolanı şak diye entrika romanına çeviren "gazeteci" bozuntsu da, babasının "ilk zanaat erbabı" olarak Talat Paşa'nın "asıcısı" olmasıyla övünen ve "Kısmet efendim..Ah ki bu zamana kadar paşa asmak nasip olmadı bize" diyerek hayıflanan cellat Karaköçek de

SİZSİNİZ!

Aynaya iyi bakın ve Kara Kemal'in şu sözlerini düşünün:

"Varılmak istenen yer, muhalifsiz hükümet etmek..Çok düşündüm,muhalefetsiz hükümet etmek isteği, devleti alet ederek, hiç bir ceza korkusu duymadan bol bol suç işleme zevkinden geliyor. Ceza görmemek güvenini sağlayıp keyfince namussuz suçları işleyeceksin...İşte insanoğlunun düşebileceği en sefil çirkef çukuru...Bir kez bu yokuştan teker reker kaymaya başladın mı, olduğundan yüz kat, bin kat kıyıcı kesilirsin.Canavarlaşırsın. Her an alçaklık etmekten artık kendini çekemezsin. Önüne çıkanları bu korkulu rüyandan kurtulmana biricik engel görürsün. Ezmeden geçemeyeceğine inanırsın..."

Acaba bu tasvir, bugün kime denk düşüyor?

Siz bırakın Mustafa Kemal'i sinsice karalamayı, tarihte hangi role denk düştünüz ona bakın!

****

Okuyucu için not: Kemal Tahir'in büyük eseri Kurt Kanunu, "Kurtlukta düşeni yemek kanundur" deyişiyle tanınınıyor ve kavram, olur olmaz yerlerde, abuk subuk filmlerde ve olur olmaz durumlar için kullanılıyor.

Bu söz romanda şöyle geçer:

Aslında iyi yetişmiş bir devlet adamı ve Mustafa Kemal ile hiç karşı karşıya düşmemiş bir politikacı olan eski İaşe Bakanı Kara Kemal Bey, kontrolünde tuttuğu yüzlerce kooperatif, binlerce küçük girimci olmasına rağmen "suikast suçundan arandığı" duyulur duyulmaz, en yakınındaki insanlara bile sığınamaz hale gelmiştir. Ne kadar yalnız olduğunu o zaman anlar. O'na göre suikastin komplo olup olmadığı, kendi isminin haksız bir şekilde bu, işe karıştırılması da fazla önemli değildir. Ölüme her gün bir adım daha yaklaırken, hesaplaştığı tek şey, bir kadronun devlete karşı işlediği suçlar ve buınların bir bedelinin olduğudur. Çocukluk arkadaşı Emin Bey'in evinde baskına uğrayıp da kafasına sıkmadan kısa bir süre önce şu özeleştiriyi yapar:

"Koca imparatorluk bizim elimizde öldü. Suç ne kadar büyükse çekilecek cezanın da o kadar büyük olması gerekir. Şu anda yüzüme vuran daraağacı gölgesi, suikast suçlusu olduğumdan değildir...Büyük suçun gölgesidir bu...Tarihin örneğini yazmadığı kurtlar boğuşmasına girip yenik düştük. Kurtlukta düşeni yemek kanundur."

Kaynak: Açık İstihbarat

TYB Ankara Şubesi vefatının 30. yılında Kemal Tahir paneli düzenledi
04 Mayıs 2013

Türkiye Yazarlar Birliği Ankara Şubesi'nin düzenlediği Cumartesi Sohbetleri'nde vefatının 30. yılında Kemal Tahir anısına “Kemal Tahir ve Anadolu’nun Düzeni” paneli gerçekleştirildi.

04 Mayıs 2013 Cumartesi günü TYB Genel Merkezi'nde Prof. Dr. Nilgün Çelebi, Av. Lütfi Bergen ve Yazar Yusuf Turan Günaydın’ın konuşmacı olarak katıldıkları panelin oturum başkanlığını Doç. Dr. Salih Yılmaz yaptı.

Lütfi Bergen, Kemal Tahir’in feodalizme karşı çıktığını, devletçi özelliğinin ağır bastığını, Doğu-Batı çatışmasında Batı’nın Doğu’yu her zaman sömürmeye çalıştığını, Osmanlı’nın İslâmî yaklaşımının Batı’daki feodalizm ve derebeyliğin yıkılmasına neden olduğunu, Kerim Devlet-Hayırlı Devlet kavramıyla Osmanlı devletinin tebaaya düzen sağlayan karşılığında itaat beklediğini, Kerim Devletin devlet yönetiminde Hz. Ömer sembolüne götürdüğünü, bunun da Osmanlı devlet yapısını kurduğunu, eşkıyalıkla bir devlet kurulmasının mümkün olmadığını ifade etti.

Bergen, Kemal Tahir’in işçi olmayan birinin kendisini sosyalist göstermesinin mümkün olamayacağını belirttikten sonra aydınların da batılılaşmayı kabul etmeleriyle birlikte bir ihanet içinde olduğunu ortaya koyduğunu söyledi. Ayrıca üretim yapan, ürettiği ile geçimini sağlayarak köyde yaşayanlara köylü denebileceğinden hareketle yerlicilik kavramına eserlerinde yer vermeye çalıştığını ifade etti.

Prof. Dr. Nilgün Çelebi ise Kemal Tahir’in 63 yıllık yaşam hikâyesinden kısa kesitler aktararak onun sanki 150 yıllık bir ömür süren mümbit bir edebiyatçı olduğunu vurguladı. Çelebi, Kemal Tahir’in edebî kimliği ile fikir adamlığının karşılıklı birbirini beslediğini, Doğu-Batı çelişkisinin eserlerine yansıdığını, Doğu-Batı tezi konusunda en çok eser veren edebiyatçılarımızdan birisi olduğunu belirtti. Kemal Tahir’i anlamaya çalışmanın daha gerçekçi sonuçlar ortaya çıkaracağını belirten Prof. Dr. Nilgün Çelebi, onun bugünkü tartışmalar içerisindeki yerini tanıtmak zorunda olduğumuzu söyledi.

Kemal Tahir’in bibliyografyası üzerine çalışmalar yürüten Yusuf Turan Günaydın ise onun hakkında hangi çalışmalar yapıldığına dair bilgiler verdi. Kemal Tahir hakkında daha çok Kurtuluş Kayalı’nın, eski Başbakan Bülent Ecevit’in (Devlet Ana üzerine), Ertan Eğribel’in, Uğur Yıldırım’ın, Baykan Sezer’in yazdığını, kitap sayısının ise 10 civarında olduğunu belirten Günaydın, araştırma çalışmalarının yetersizliğine değindi. Üniversitelerin lisans tez çalışmalarında daha çok Kemal Tahir’in eserlerinin inceleme ve araştırıldığını belirten Günaydın, “devlet” yaklaşımı üzerine de tez çalışmalarının olduğunu dile getirdi.

Panel davetlilerin sorularının cevaplanması ile sona erdi.
http://www.tyb.org.tr/


En son admin tarafından Prş May 29, 2008 11:21 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Prş May 01, 2008 12:08 am    Mesaj konusu: Kemal Tahir Alıntıyla Cevap Gönder

Abdullah Burak
2009-02-12

Kemal Tahir'den Lozan yorumu

- Düşündün mü hiç, bir dünya imparatorluğu nasıl tasfiye edilir?

- Nasıl mı?.. Basbayağı… Dış güçlerce yıkılır gider!

- Nasıl yıkılır, demiyorum… Nasıl tasfiye edilir?.. Bunun tekniği, hukuk bakımından nedir?

- Bilmem!.. Hiç düşünmedim!..

(…)

- Dinle, 1908’de, ittihatçıların ele geçirip on yıl içinde yıktığı imparatorluk, tam dört milyon üçyüz seksenüç bin kilometrekare toprağa sahipti!..

- Yok canım!.. Var mıydı bu kadar?

- Hay hay!.. 1908’de Bosna – Hersek, Bulgaristan, Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Cezayir, Trablusgarb, Sudan çeşitli anlaşmalarla imparatorluk toprakları sayılıyordu… Sayıldığı için de nüfusumuz 43 milyonu aşkındı. Bu topraklar üzerinde malımız olan, yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi. Dikkat et, dörtyüz yıllık hilâfetin bütün dünya Müslümanları üzerindeki mânevî haklarını katmıyorum. Tasfiye edilen miras, Osmanlı’nın sırf kılıç gücüyle vuruşarak aldığı, tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı. Evet, oturuldu masaya… Bilir misin, iki bölümde tamamlanan Lozan Andlaşmasının bütün oturumları ne kadar sürmüştür?

- Hayır!

- Beş buçuk ay… Mahzenler dolusu arşivleri düşün, buradaki anlaşmaları, buradaki incelikleri getir göz önüne. Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırk yardılar mı? Hayır! Çünkü İstanbul hükümeti delegeleri, yani asıl uzmanlar, bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara… Bu iyiliğimize karşı İngiliz generali Harington’un teşekkürünü hatırlarım. Demek dört milyon üçyüz seksen küsur kilometrekarelik bir imparatorluğun yediyüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde… Buna tasfiye denmez. Mirası reddettik, hem de borçlardan bir kısmını kabul ederek reddettik. Değil bir dünya imparatorluğunun mirası, bir mahalle bakkalının mirası bile, bizim bugünkü mahkeme usûllerimiz göz önüne getirilirse, bu kadar kısa zamanda tasfiye edilip karara bağlanamaz.

- Ne yapabilirdik peki?.. 1923’lerde imparatorluğun bütün tarihî hakları silahla savunulur muydu?.. Nasıl güç yetirirdik bu kadar zorlu düşmanlara?..

- Haklar her zaman silahla savunulmaz. Hakkımız olanlara önce mutlaka sahip çıkardık. Fırsat kollayarak beklerdik… Sıra geldikçe yeniden pazarlık teklif ederdik… Hesaplaşma isterdik. Güç yetmeye geldi mi, elimizden zorla alınanı zorla geri alamazdık belki ama, bize zorla da “bağışladık” dedirtemezlerdi. Diyelim ki bıçağın altına yatırdılar da dedirttiler, hattâ işkenceyle bir şeyler de imzalattılar. Böyle anlaşmalar, kişiler arasında da, toplumlar arasında da, bütün tarih boyunca geçerli sayılmamıştır. İlk fırsatta böyle bir imza reddedilir, işkencecinin yakasına sarılınır. Yoksa, bu durumda, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diye şişinerek dolaşılmaz. Yunan, üst üste yenildiği halde “Megalo İdea”dan vazgeçiyor mu? Bir milletin tarihî istekleri, tarih süresi ölçüsünde elde edilir. Nitekim Anadolu’da yenildikleri halde, Lozan’da Batı Trakya’yı bizden almayı başardılar; sanki biz yenilmişiz gibi… Böyledir, milletlerin millî kurtuluş amaçlarına varmaları… Kurtuluş iki türlü olur: Ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun, - ki gerçek kurtuluş budur- veya haklarından birçoklarını vererek kurtulursun!.. Bu da bir kurtuluştur ama, öyle pek öğünülecek, kaşınılacak cinsten sayılmaz. Hele rejim değişimlerinin tarihî haklardan vazgeçmekle hiçbir alâkası olamaz. Sözgelişi, Bolşevikler, Çarlık imparatorluğuna pekâlâ sahip çıktılar. Nitekim Fransa Cumhuriyetçileri de kendilerinden önce, kendilerinden sonra çeşitli krallarının kurmuş oldukları imparatorluğu “rejim değiştirdik” bahanesiyle hiç kimseye bağışlamadılar.

- Aklım karıştı Münür amca… Mümkün olur muydu bir şeyler koparmak?

- Mümkün olsun olmasın, isteyeceksin!.. Çünkü vazgeçmeye, bağışlamaya hakkın yok!.. Babanın malı değil!.. Her fırsatta isterdik, dengine düşerse alırdık!.. Ama o zaman dünya içindeki yerimiz, güdeceğimiz politika, başka türlü olurdu: Tarihte birikmiş haklar böyle aranır. Eğer her millet ilk zorlukta, yüzyıllar boyu biriktirdiği haklarını kaldırıp atarsa, dünyada tarih diye bir şey kalmaz… Anadolu-Yunan savaşı, belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Millî Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu – Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Bir düşünsene… Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup yaşatmış Anadolu halkları için ne utandırıcı bir sözdür, Yunan Savaşına “Kurtuluş Savaşı” demek… Bu savaşa –hâşâ- İstiklâl Savaşı da denemez!.. Çünkü biz hiçbir zaman millî devletimizi yitirmedik. Hattâ doğrusu istenirse, 1920-23 arasında bizim bir değil, iki devletimiz vardı.

(…)

- Siz Cumhuriyet çocukları, “Gözümüzü zaferde açtık” avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın!.. Biz Batıyla er-geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız. Bunu gerçekten yapmayınca, Batıya hizmet teklif etmekle belâyı başımızdan defleyemeyiz!.. Bunu böyle bilesin, Gazeteci Murat!.. İşini ona göre tutasın!..

habervaktim


KEMAL TAHİR'İN FELSEFİ DÜŞÜNCESİ
VE
DEVLET ANA


Selahattin Hilav

Bu kısa incelemede ele alacağımız konu, sanatçının felsefi düşüncesi, dünya görüşü ve bilinci ile tarih ve toplum gerçekleri arasındaki ilinti ve tekabüldür.
Osmanlı toplumunun ortaya koymuş olduğu derlitoplu, mütecanis ve sağlam ideolojik doku, bu toplum düzeninin yozlaşmaya başladığı çağa kadar, sanatçının iradi ve bilinçli bir şekilde belli bir dünya görüşünü belli bir felsefi anlayışı aramasını; böyle bir görüşün gerekliliğini duymasını, ihtiyacını hissetmesini zorunlu kılmamıştır. Divan Şiiri ve Osmanlı nesri ile, bu toplumun maddi (ekonomik) şartları arasında sağlam bir tekabül ve tutarlılık vardı. Bu tutarlılık, kapitalizm-öncesi maddi bir yapı üstünde yükselen Osmanlı toplumunun, sosyal bakımından, kendisiyle hemen hemen hiçbir ortak noktası bulunmayan ama tarihi zaman bakımından bu topluma çağdaş olan kapitalist düzenle ister istemez ilişki haline girdiği ve düzenin öldürücü baskısını duyduğu çağda ortadan kalkmıştır. İç yapısının, kapitalist bir gelişime yatkın olmayışı ve ayrıca yatkın olsa bile, kendisinden daha önce gelişmiş ve doruğu varmış olan kapitalist dünya karşısında bu dünyaya benzer bir sosyal düzene geçebilme şansını, geç kalmış dolayısıyla kaybetmiş bulunması, Osmanlı toplumunda ayağı yerden kesilmiş olan ama bir özlemi karşıladığı için sanki bir gerçekliği ve anlamı varmış gibi görünen fikir hareketlerinin ve sanat görüşlerinin son yüz elli yıl içinde ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sosyal ve politik vehçeler de taşıyan ve Batılılaşma, islahat hareketleri ya da devrimler diye adlandırılan hareketler aslında, niteliksel değişiklikler olmadan (bu çeşit niteliksel değişiklikler, bizim ülkemizde, ne alttan gelen yani ezilen sınıflardan gelen itkilerin sonucu olarak ortaya çıkabilmiş, ne de üstten yani tepeden inme değişiklik yapmak isteyenler, bu çeşit ciddi niteliksel değişmelerin gerçekleşmesini istemişlerdir), yani toplumun temelini teşkil eden üretim ilişkileri köklü bir değişikliğe uğratılmadan, bir milletin ekonomik ve sosyal hayatının, bir yaşama ve zihniyet biçiminin değişebileceğini umud etmek bir hayalden (gerçekleşmesi imkânsız ham bir hayalden) ve aldatmacadan ibaret kalmıştır. Ve yine bundan ötürü, Türk toplumunun fikri (İdelojik) dünyasında "ileri-geri", "devrimci-geri", "dindar-dinsiz", kavramları, belki de başka hiçbir toplumda rastlanmadık ölçüde karmakarışık olmuş ve kimi zaman, Batıdaki anlamlarının tam tersini dile getiren karşıtlıklar haline dönüşmüştür. Bu fikir ve değer kargaşası içinde bir topluluğun en bilinçli kişileri olmak göreviyle karşı karşıya bulunan sanatçıların bile yollarını şaşırmaları olağandır. Ondokuzuncu yüzyıl Türk toplumunun "ilerici" sanatçıları, şekli bir hürriyetin gerçekleşmesi için çalışmışlar; politik bir değişikliğin (istibdat yerine meşruti idarenin gelmesinin), bütün sosyal kötülükleri ortadan kaldıracağına inanmışlardı. İşin garip tarafı, bu şekli hürriyeti gerçekleştirecek ve politik değişikliği gerçek bir değişiklik olarak ortaya koyabilecek olan sosyal güçlerin (sınıfların), Türk toplumu içinde henüz teşekkül etmemiş olmasaydı. Bu durum, sanatçının sosyal bilinci, özlemleri ve ideallleri ile, içinde yaşadığı maddi (ekonomik) şartlar arasındaki uzlaşmazlığı ve tutarsızlığı apaçık bir şekilde dile getirmektir. Bu, burjuvası olmayan bir toplumda, dışardan üstünkörü edinilmiş bilgiler ve özlemlerle, ancak burjuva sınıfının yapabileceği bir değişikliği istemek gibi gerçekleşmesi imkânsız bir hayal peşinde koşmaktı. Nitekim bir Tevfik Fikret'in soyut hümanizmasını ve "idealizmini"; kötümserliğini ve küskünlüğünü, sanatçının bilinci ile yani düşünceleri ve özlemleri ile içinde yaşadığı toplumun maddi şartları (üretici güçleri , sınıf yapısı) arasındaki büyük aykırılıkta aramak gerekir. Sanatçının bilinci ile toplum gerçekleri arasındaki bu derin aykırılık, Cumhuriyet devrinde de süregitmiş ve genel olarak, sanat eserlerinin ideolojik yapısında, göçmüş olan eski dünyaya duyulan özlem (Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi); (1) Batı dünyasının yüceltilmesi, yabancılık duygusu ve kozmopolitik (Yakup Kadri, Halide Edip); ya da gerçeğin tamamen tahrif edilerek ve süslenerek anlatılmasından başka bir şey olmayan sahte Anadoluculuk ve Halkçılık eğilimleri ağır basmıştır. Bu eğilimlerin yanısıra, soylu sanatçıların, içinde yaşadıkları gerçeklere uygun düşen kavrayıcı ve açıklayıcı bir bilinç edinememekten duydukları esikliği, sığ bir realizm, ampirik tesbitçilik ya da intibacılık (empresyonizm) ile geçiştirmek zorunda kaldıkları görülmüştür. (Memduh Şevket, Reşat Nuri, Sait Faik). Son yirmi yıl içinde, sosyalist dünya görüşü içinde başarılı eserler veren sanatçılarından çoğunun, bu son eğilimden kurtulamadığı da bir gerçektir. Bu sanatçılar dünya görüşlerini mekanik bir şekilde dışardan alıp aktardıkları için; tespit, tasvir ve intiba aşamasını geçmek ve içinde yaşadıkları toplumun derinlerde yatan gerçeklerine ulaşmak konusunda güçlük çekmişlerdir. Sosyalist dünya görüşünün evrensel bir metod olduğundan ve kaba hatlarıyla alınınca, hemen hemen bütün ülkelerde geçerli olduğundan şüphe edilemez. Ama, bu görüşün gerçek evrenselliği, onun bir metod olarak kullanılmasındadır. Tıpkı politikada olduğu gibi, sanatta da, bu metodu, en derin ve gizli gerçekleri günışığına çıkarmak için kullanmak gerekmektedir. Metodun evrenselliğini teşkil eden şey, onun, yeni gerçekleri ortaya koyabilecek şekilde kullanılmasıdır. Metodun orijinal bir şekilde kullanılmasının, yani metodun insana değil de insanın metoda hakim olmasının, bir sanatçı sözkonusu olunca, bu sanatçının bütün yaratışını, tepeden tırnağa nasıl değişikliğe uğrattığı, Kemal Tahir'in eserlerinde, bütün açıklığıyla, bir örnek olarak gözlerimizin önüne serilmektedir.
İlk romanlarıyla amansız bir gözlemci ve büyük bir şüpheci olduğunu gösteren Kemal Tahir, son yıllarda ardarda yayımladığı eseriyle, Türk toplum gerçeğinin en gizli ve temel unsurlarını, en canalıcı noktalarını ve kaynaklarını dile getirmeye yöneldiğini belli etmişti. Bir yandan, sanatın gereklerine uymak yani somut olanı, canlı olanı, karmaşık olanı, dile gelmezi ortaya dökmek; bir yandan da sınırsız çeşitlilik ve rastlantısallık altında yatan temel gerçeği ve değişmez olanı bulmak, ortaya çıkarmak istiyordu. Büyük eserlerin dokusunu teşkil eden çatışmayı, somutla soyut yani gözlemle fikir arasındaki çatışmayı daha üstün bir düzeyde, tek bir varlık halinde kaynaştırıp vermeye yönelmişti. Kemal Tahir, devrimci aksiyon ve fikir içinde yetişmiş; sosyalist düşünceyi hayatının alınyazısı haline getirmiş olduğu halde, hazır çözümlerden, genel kabullerden nefret eden; metodun kendisine ve kullanmasına yönelen; durmadan arayan; yaşadığı, gördüğü, duyduğu gerçeklik ile, felsefi düşüncesi arasında tam bir mutabakatın bulunmasını isteyen bir yazardır. Bilinci (düşünceleri ve görüşleri) ile, gördüğü, duyduğu, bildiği, yaşadığı gerçeklik arasında mümkün olan en büyük uygunluğu ve tutarlığı kurmak isteyen bir sanatçıdır. Bundan ötürü, klâsik marksist öğretinin, Türk toplum ve insanı açısından yeterli olmadığını, marksit metodun orijinal bir şekilde uygulanarak gerçeklerimizin ortaya çıkarılması gerektiğini açıkça ileri sürüp bu ülkede sesini ilk yükseltenlerden ve bu konuda bilimsel çalışmalara ilk girişenlerden biridir. Yazarın, tarih ve sosyoloji ve tutkusu; kendi düşünce doğrultusunda olduğunu sezdiği her yeni araştırmaya karşı duyduğu sınırsız ilgi bundan ötürüdür. Somut Anadolu insanını çok iyi ve kendisine sunulmuş ölçüler içine yerleştirilmeyen yazar, bugünün dünden geldiğini bildiğini için, Osmanlı toplumunun yeni bir gözle araştırılması gerektiğini düşünmüş; bilim adamlarımızda bile rastlanmayan bir tutku ve ilgiyle, tarih bilimi alanında incelemeler yapmıştır. Yazar, özellikle, Türk toplumunun, Batı'da görülen üretim biçimlerinden farklı bir yapıya sahip olduğu üzerinde durmuştur. Bu varsayım (faraziye) onu, çok daha önceden sezmiş olduğu bazı somut gerçeklerin felsefi ve bilimsel bir şekilde ifade edilmesine götürmüştür. Kemal Tahir, bu irdelemeleri sonunda özellikle Batıdaki anlamda Derebeyliğin (Feodalité), klâsik Türk toplumunda mevcut olmadığı sonucuna varmıştır. Bu, Kemal Tahir'in felsefi düşüncesinin temelini teşkil eden çok önemli bir noktadır. Yazar, bu ilkeden hareket ederek, görüp yaşadığı somut Türk insanı gerçeğini, genel bir kavram çerçevesi oturtmuştur. Böylece, Osmanlı tarihinin sosyal ve siyasi olaylarını açıkladığı gibi, Tanzimant çağını ve Cumhuriyet devrini de bu görüş açısından değerlendirmiştir. Kemal Tahir'in gözünde klâsik Türk toplumu (Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik-sosyal yapısı), marksist gelişme şemalarının izlediği yoldan, yani Kölecilikten, Derebeylikten ve Kapitalizmden geçmemiştir. Bu toplum, merkezi iktidar çevresinde toplanmış üretici halk kitlelerinden teşekkül eden bir ekonomik- sosyal yapıdır. Bu yapıda, merkezi iktidarın temsilcisi olan devlet ve bu devletin taşıyıcısı olan yönetici kadro (zümre), büyük önem taşır. Klâsik Türk toplumundaki sınıflaşma olayı, Kemal Tahir'in gözünde, Batıdaki sınıflaşma olayından farklıdır. Bundan ötürü, Klâsik Türk toplumundaki sınıflar ve sınıf mücadelesi de Batıdakinden farklıdır. Yazar böylece Türk toplumundaki sömürülen sınıfların siyasi davranış ve mücadele özelliklerini, yani bu davranış ve savaşkanlığın Batıdaki farklı oluşunu, temel felsefi düşüncesine uygun olarak açıklamıştır. Halk kitlelerinin ve emekçi sınıfların, Türkiye'de, çok zorlukla harekete getirilebilmesini; en korkunç aldatmacalar ve yanılmalar içinde bulunuşunu, somut olarak görmüş ve gerçeği hiçbir idealizasyona (yüceltmeye, yüce göstermeye) girişmeden, olduğu gibi canlandırmıştır. Bu açıklamalar, Kemal Tahir'in, klâsik Türk toplumunu, Batı gelişme çizgisinin dışında yer alan başka bir üretim biçimi açısından gördüğünü yani Asya-tipi üretim tarzına yakın bulduğunu göstermektedir. Nitekim yazar, yıllarca önce yazdığı romanlarında, somut ve dolayımsız (immédiat) gerçekler olarak büyük bir ustalıkla dile getirdiği insanları, durumları ve yaşantıları, daha sonra yaptığı bilimsel ve felsefi araştırmalar sonunda, genel bir kavramsal yapı içinde fikri açıdan izah etmiştir. Bu kavramsal yapı, yazarın konferanslarında, incelemelerinde ve konuşmalarında da belirttiği gibi, marksist düşüncenin, son on yıl içinde yeniden ele alarak değerlendirdiği ve yukarda sözü geçen Asya- tipi üretim kategorisidir. Son yıllarda üzerinde durulan ve gerçeklerimize ışık tutacağı besbelli olan bu kavram konusunda, marksist Türk bilim ve düşünce adamlarını ilk olarak uyaran ve aydınlatan kimse de Kemal Tahir'dir.(2)
Ve bütün bunlardan ötürü, Devlet Ana, Kemal Tahir'in hem felsefi düşüncesi, hem de sanatı bakımından, manevi dünyasını teşkil eden unsurları en kesin ve özlü bir şekilde dile getirmesi dolayısıyle, bir kavşak noktası teşkil etmektedir. Yazar, bu romanında, dünya görüşünün ve sanatının belkemiğini teşkil eden konuya doğrudan doğruya girmiştir. Kurulmak üzere olan Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik- sosyal yapısı ve bu yapı üzerinde teşekkül eden insan ilişkileri, eserde, Batı'nın Derebeylik (Feodalite) düzenine karşı daha hoşgörülü ve insanca bir düzen olarak açıklanmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun, içinde bulunduğu güç tarihi şartlarda gelişip yayılması da, Derebeyliğe nisbetle çok daha insani bir düzeni getirmiş olmakla, "suyun akarında" bulunmakla açıklamıştır. Gerçekten de, sınıfsız ilkel toplulukların çözülüp dağılmasından sonra ortaya çıkan Asya- üretim tarzı toplumlarında, insanlar arası ilişkiler, Kölelik ya da Derebeylik düzenlerine nisbetle çok daha insanidir. Bu tip toplumlarda, Marx'ın deyimiyle, "genel bir kölelik" bulunmakla birlikte, efendiye kölenin canı üzerinde hak tanıyan köleci toplumlar ve toprak kölesinin, senyörün malı olarak telâkki edildiği derebeylik toplumları ile, Asya-tipi üretim tarzı toplumları arasında, insani ilişkiler bakımından büyük fark vardır ve bu fark Asya-tipi toplumların lehinedir. Yazar, Devlet Ana'da, özellikle bu fark üzerinde durmuştur. Nitekim Roger Garaudy, aynı düşünceden hareket ederek, İslâm fetihlerinin hız ve gücünü, askeri gücün dışında aramak gerektiğini ileri sürerken, "Zaferin tayin edici faktörü, fatihlerin, cözülme halinde olan bir kölecilik âlemine, ya da ufak parçalara bölünmüş ve hareket yeteneğinden yoksun kalmış bir feodal âleme, daha yüksek ekonomi ve sosoyal örgüt biçimleri getirmiş olmasıdır" (Sosyalizm ve İslamiyet, s.10) diyor ve Batı gelişme çizgisi dışındaki bir ekonomik ve sosyal yapıdan söz ederek büyük imparatorlukların kurulması (Ortaçağda) olayını açıklamak istiyordu. Kemal Tahir'in, genel olarak bütün eserlerinde ve özellikle Devlet Ana'da dile getirdiği bu felsefi düşüncelerin bilimsel değerinin yanısıra, bizce önemli olan bir başka nokta da, yazarın sözü geçen ana temellerden kalkarak, Türk insanın manevi dünyasını, davranışlarını ve yaşantılarını tutarlı bir şekilde yorumlaması ve dile getimesidir. Muhtevanın bu şekilde değerlendirilmesinden sonra, sanatçının, ifade ve biçimle ilgili meseleleri çözüşünde de, bu temel felsefi düşüncelerin belirleyici bir rol oynadığı görülüyor. Edebiyat eleştirmecileri, Kemal Tahir'in felsefi düşüncelerinin, eserlerindeki estetik özellikleri organik bir şekilde nasıl belirlemiş olduğunu araştıracaklardır. Biz burada Kemal Tahir'in, bu genel düşüncelerin mantıki ve organik bir sonucu olarak dili nasıl kullandığını kısaca belirtmeğe çalışacağız.
Türk edebiyatıyla ilgili en yaygın ve en yanlış düşüncelerden biri, bizde "nesir" türünün olmadığı iddiasıdır.(3) Bu iddia, Batı romanının gelişmiş örneklerinde gördüğümüz "nesir"in, bizim edebiyatımızda aranıp bulunmamasından doğal hayal kırıklığının doğurduğu yalınkat bir görüştür. Başka bir deyişle, Batı hayranlığının yaratttığı sığ bir düşüncenin ürünüdür. Evliya Çelebi'nin yazdıklarına "nesir" dememek için, insanın "nesiri" sadece ondokuzuncu yüzyıl Batı romanlarında rastlanan yazı türüyle bir ve aynı şey olarak görmesi gerekir. Ne yazık ki, bu sathi görüş, Türk nesir yazarlarını, Âşıkpaşazâdelere, Neşrilere, Naimâlara, Evliya Çelebilere vb. yönelmekten alıkoymuş, en yüce noktasını Halit Ziya'da bulan frenk taklidi suni ve cansız bir "nesir" dilinin doğup yaygınlaşmasına yol açmıştır. Toplumcu ve devrimci yazarların çoğu ise, kurtuluşu "mahalli ağızları"ları olduğu gibi aktarmakta ya da "şehir argasonu" kullanmakta ya da "öztürkçecilikte" bulmuşlardır. Böylece, bir uçtan öteki uca düşülmüş ve Türkçenin gerçek kaynaklarına ulaşmak için gerekli olan aşma hareketi yapılamamıştır. Ancak Nâzım Hikmet ya da Kemal Tahir gibi kavrayıcı ve aşıcı dünya görüşünü eserlerine sindirebilen büyük sanatçılarda, Türkçenin kullanılması meselesinin gerçek bir çözüme kavuştuğu görülüyor. Kemal Tahir, Türk tarihi ve toplumu hakkındaki orijinal ve sağlam görüşlerinden hareket ettiği için hem "mahalli ağızları", hem Türkçe'nin küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini (eski büyük yazarlardan yararlanarak) hem de yeni imkânlarını kaynaştırarak ve aşarak kullanabilmiştir.(4) Eserlerindeki eşsiz dil ve uslüp güzelliğinin kaynağı bu davranıştadır. Daha önceki romanlarında da görülen bu özellik, Devlet Ana'da en yüce noktasına erişmiştir. Türkçe'nin unutulmuş olan dehâsı bütün boyutları, zenginliği ve haslığıyla ilk olarak Kemal Tahir'in eserlerinde kendini göstermektedir.

NOTLAR
1)Bu iki yazarı da, sadece, "göçmüş olan eski dünyaya özlem duyan" kimseler olarak tanımlamanın, bugün pek doğru olmadığını sanıyorum. Abdülhak şinasi, yıkılmakta olan Osmanlı imparatorluğunun insanlarını gerçekçi bir gözle anlatmaktan da geri kalmamıştı. "Göçmüş olan eski dünyaya" duyduğu özlemin yanı sıra, bu özelliğini unutmamak gerekir. Abdülhak Şinasi, bir yazar olarak, bugün, sözü geçen gerçekciliği açısından ilgimizi çekiyor. Gerçekçilik, ele aldığı muhteva ve yazarın kişisel özlemleri ne olursa olsun, mutlaka bir eleştirmeyi de birlikte getirir.(Lukacs bunu çok iyi anlatıyor). Yahya Kemal'in durumu ise, daha da karmaşık. Resmi edebiyat tarihleri, bu büyük şairi bir yandan över bir yandan da "mazi perestlik" le suçlarlar. Bu suçlama, özellikle, Cumhuriyet devri "ilericilik" ideolojisinin ve bunun etkisinde kalmış olan "solcu" (!) düşüncenin ürünüdür. Oysa Yahya Kemal, bir toplumun ruh ve kültür dünyasının, ancak geçmişle hesaplaşarak kurulabileceğini, taklidle hiçbir şey yapılamacayacağını (ya da bugün görüldüğü gibi çok korkunç şeyler yapılacağını) çok iyi biliyordu. Yahya Kemal'in geçmişe bağlılığını, mutlak bir bağlılık olarak değil, içinde yaşadığı çağın zavallılığına gösterdiği bir tepki olarak görmek gerekir. Geçmişle; geçmişin değerleriyle ve zenginlikleriyle, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek, bütün ilişkilerin kesilmesi için her şeyin yapıldığı bir çağda, Yahya Kemal'in, Türk şiirinin kaynaklarına inerek bir dil yaratması ve bu şiirin sürekliliğini yaratıcı bir şekilde koruyarak kendinden sonra gelenlere zemin hazırlaması (tepki göstermek için bile böyle bir zemin gereklidir) başka türlü açıklanabilir? Çağdaş Türk edebiyatında "gerici", olarak görülen ve gösterilmek istenilen kişilerin ve akımların, topyekün reddedilip bir yana atılmasının yerine, bu kişi ve akımların hem olumsuz hem olumlu yanlarının ortaya konması ve alışıla gelmiş düşüncelerin dışında değerlendirerek yerine oturtulması, bugün, marksist metodu kullanan eleştiricinin ve inceleyicinin ilk ve en önemli görevidir sanırım.
2)Marx, Kapital'de yaptığı açıklamaların ve ileri sürdüğü fikirlerin sadece Batı toplumlarının gelişmesiyle ve geçirdiği aşamalarla ilgili olduğunu söyler (Lettres surle Capital, s.305, Ed. Sociales). Başka bir deyişle, Marx, bütün toplumların, İlkel Sınıfsız Toplum, Kölecilik Feodalite ve Kapitalizm aşamalarından mutlaka geçmesi gerekmediğini açıkça belirtir. Üzerinde çok tartışılan bu açıklama, özellikle Batı dünyası dışındaki toplumların tarihini, zorlamalara başvurmadan bilimsel yani marksist açıdan kavrama ve açıklama imkânını vermektedir. Ama bu, Batıdaki ekonomik ve tarihi gelişmenin dışında kalan toplumların yukarda sözü geçen aşamalardan geçmemiş olduğunu ya da geçmeyeceğini göstermez. Nitekim, Batıdaki ekonomik ve tarihi gelişmenin dışında kalan toplumların yukarda belirtilen aşamalardan farklı bir yol izleyeceğini, yani ilkel Toplum, Asya-Tipi üretim Tarzı, Kölecilik, Feodalite ve Kapitalizm, aşamalarından mutlaka geçeceğini (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirilmesine Katkı adlı eserinde bu sıralamayı yapar) de ileri süremeyiz. Bundan ötürü Asya-Tipi üretim tarzı, "gerçeklerimize ışık tutacağı besbelli olan" bir kavramdır derken, bu kavramın bir varsayım değeri taşıdığını, Ortaçağ Yakındoğu İmparatorluklarının ekonomik ve tarih gerçeklerini açıklamaya elverişli bir bilimsel çalışma varsayımı gibi göründüğünü söylemek istiyorum. Son sözün, her zaman olgularda olduğunu, bir varsayımın olgular karşısında sınav vermesi gerektiğini, başka varsayımlara oranla en çok olguyu açıklayabilen ve gerçeği rasyonel bir biçimde kavramamızı sağlayan bir varsayımın, bilimsel bir teori haline gelebileceğini unutmamak gerekir. Asya-tipi üretim kavramı, çeşitli araştırmacılar tarafından farklı ölçülerde ve tarzlarda tarihi ve siyasi gerçeklerimize başarıyla uygulanmış olmasına rağmen (N. Berkes, S.Divitçioğlu, İ. Küçükömer, İ. Cem, M. Sencer, vb.) teori haline gelebilmek için daha geniş ve derin incelemeleri bekleyen bir kavramdır. Nitekim, çeşitli ülkelerin bilginleri, özellikle Eskiçağ tarihi ve toplumları konusunda, bu tür incelemeler yapmışlar ve sözü geçen kavrama, uygulandığı alanlarda, bilimsel bir teori niteliği kazandırmışlardır.
3)Prof. Fahir İz, Eski Türk Edebiyatında Nesir'in önsözünde, bu yanlış görüşü çok iyi ortaya koyar ve eski nesrin nasıl ele alınması, değerlendirilmesi ve kavraması gerektiğini ilgi çekici bir biçimde açıklar.
4)Türkçenin bütün imkânlarını kullanmak ve alışlagelmiş "edebi"dilin dışına çıkmak eğilimi, Kemal Tahir'de, bütünsel (totale) yani bütün dil unsurlarını ve kesimlerini kullanma yönelimini doğurmuştur. (Dil kesimi deyince, hukuk dili, yazışma dili, ilân ve reklamlardaki dil, aşara öztürkçecilik, belirli yerel ağızlar, eski Osmanlı nesri ve çevirisi, Tanzimant çağı ve daha sonrasının Frenk taklitçiliğinden doğan üslubu, vb. gibi dil yapılarını kast ediyorum.) Kemal Tahir'de dil, "anlatılan"ın yerine geçer, bir nesne haline gelir ve saydamlığını kaybeder. Onun romanlarını okurken, "anlatılan"ı "anlatan"da yani dilde algılamaya başlarız. Kişiler, olaylar ve durumlar, birer "dil olgusu" haline gelir. Tanpınar'ın deyimiyle, Kemal Tahir; "bir dil makinası" kurmuş, bir dil dünyası yaratmıştır. Bu dil, "başkası"nın yaratışı ve malı (anonim halk ürünü, eski büyük yazarlar, Türkçenin belli bir yöredeki kullanılış tarzı) olduğu halde, aynı zamanda, onun hiçbir yazara benzemeyen öz üslubudur. Bütünsel bir dil kurmaya yönelme, çağdaş Batı romanında görülen önemli özelliklerinden biridir. Soruna bu açıdan bakınca, Kemal Tahir ile hemen hiç ilgisi olmadığı halde, James Joyce akla geliyor. Bizde, aynı eğilimin en ilgi çekici ve başarılı bir örneği de, Kemal Tahir'den bambaşka bir dünyası olan Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı ve Tehlikeli Oyunlardır.

Türkiye Defteri, Sayı 7, Mayıs 1974
http://www.halksahnesi.org/yazilar/kemaltahir_devletana/kemaltahir_devletana.htm

Kemal Tahir’den Notlar

Bir sanatçı, eserlerinde aramayı bırakıp hissettiği ve düşündüğü şuurla ifadeye başlamışsa kendisini bulmuş demektir.

Bir milletin edebiyatı o milletin sosyal hayatına, bu hayatın karakterini tayin eden sosyal münasebetlere bağlıdır. Tıpkı iç ve dış politikası da aynı suretle sosyal hayatına ve bu hayatı karakterize eden münasebetlere nasıl bağlıysa..

Bir memlekette hakiki ve köklü ve ömürlü realist eserler yaratılabilmesi için, halk kitlelerinin sanatla daha yakından ve daha büyük kalabalıklar halinde ilgilenmesi lazımdır.

Atom gücü, süper devletleri, dünyanın efendisi yapacak yerde, kendi icat ettikleri zincirlerle kendi kollarını bağlayan avanak maymunlara çevirmiştir.

Sanatta hiçbir yeni buluş, yeni fikir, eski pisliklerle yanlışları haklı çıkarmak için kullanılamaz.

Hiçbir milletin sanatı yüzdeyüz yerli olamadığı gibi, yüzdeyüz yabancı kopyacılığı ile de var olamaz. Toplumların iç kanunlarında olduğu gibi dış kanunlarında da insanların birbirleriyle alış-verişe girmeleri, kaçınılmaz bir var olma şartıdır. Başka memleketlerin sanat ve fikir eserleriyle kurulacak ilintiler bu açıdan ölçülüp biçilmelidir.

Sanatçının politika yapması, iyi sanat yapmasıyla mümkündür.

Gerçek sanatçılar için en büyük zorluk iktidardaki güçlerle beraber olmaktır. en büyük kolaylık da, elbette, bu güçlere karşı olmak.

Kötü politikacı, politikanın içine rahatça yerleşen, giderek onun pisliklerinden zevk almağa başlayan heriftir.

Bir sanat tarihi için en büyük tehlike, sadece şekiller ve meseleler tarihi haline gelmesidir. Çünkü sanat eserleri sadece şekiller ve meseleler için meydana getirilemez. Çok daha önemli olarak dünya görüşlerini, yaşama şartlarını, inançlar ve bilinçleri yansıtırlar.

Gerçekten uzak düştüğümüzü, gerçek olaylar bile bize anlatamıyorlarsa, rezilliğimizi hiçbir kuvvet, hiçbir palavra örtbas edemez.

Neyi niçin aradığını önceden bilemiyorsan, hiçbir yerde, hiçbir şeyi bulamazsın. Yanıldığının ispatını bile..

Romanın temeli bilgi, büyük romanın temeli bu bilgiyi de aşabilmektir.
Korkuların bulunduğu yerde, bildiğimiz toplumsal suçluluk duyguları vardır. eğer bu böyle olmasa, bütün bir toplumu, delilikle, ruh hastalığına tutulmuşlukla nitelemek gerekir.

Tarihten kaçmak, namustan, doğruluktan, bilgiden kaçmaktır.
Sanat, bir küçücük kaytarmacı, devşirme bunaltı ilacı, gönül eğlencesi, çocuk oyuncağı değildir.

Büyük bir tarihi olmayan, böyle büyük bir tarihe dayanmayan toplumlar, hiç bir şart altında, bir büyük milli edebiyat-sanat yaratamazlar, böyle büyük bir edebiyat ve sanat yaratamadıkça da dünya edebiyat ve sanatının vardığı çizgiye katiyen ulaşamazlar.

Şairlerini gerçekten seven, onlara gerçekten saygı duyan bir toplumun, hele bu toplumu idare eden, bu toplumda etkisi bulunduğu bilinen güçlerin ödevi, şairlerinin kusurlarına bakmamaktır.

Yığını anlamak insanı anlamak değildir. İnsanı anlamayınca yığını anlıyorum sanmak, kendini aldatmaktır.

Sanata en büyük sahtecilik, milli kalıplara yabancı özler doldurmakla olur.
Sanatçının en büyük rakipleri hayatın bizzat kendisinden başka kendinden önce yaşayıp ölmüş büyük sanatçılardır.

http://www.kolaycabul.net/tahir.htm

Kemal Tahir Ölümünün 35. Yılında Anılacak
15 Nisan 2008 10:33

Yazar Kemal Tahir, ölümünün 35. yılında İstanbul'da düzenlenecek etkinlikle anılacak.

Konuyla ilgili yapılan yazılı açıklamaya göre, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş tarafından 19 Nisan cumartesi günü Tarık Zafer Tuna'ya Kültür Merkezi'nde düzenlenecek etkinlikte, Kemal Tahir'in hayatından kesitlerin sunulduğu bir belgesel gösterimi yapılacak.

Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı, Hulki Aktunç, Cengiz Yazoğlu ve Prof. Dr. Hüsamettin Arslan'ın konuşmacı olarak katılacağı etkinlik kapsamında, Kemal Tahir Vakfı'nda muhafaza edilen kitap, kişisel eşya, fotoğraf ve özel koleksiyon sergisi de görülebilecek.

KEMAL TAHİR KİMDİR?

Asıl adı İsmail Kemalettin Demir olan Kemal Tahir, 1910 yılında İstanbul'da doğdu. Annesinin vefatı üzerine Galatasaray Sultanisi'nin 10. sınıfında eğitimini yarım bırakan Tahir, çeşitli gazetelerde çalıştı.

Nazım Hikmet ile birlikte 1938 yılında Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde “askeri isyana teşvik” suçlamasıyla yargılanıp 15 yıl hapse mahkum olan Tahir, 1950 yılında genel afla özgürlüğüne kavuştu.

Tahir, 6-7 Eylül olaylarında tekrar gözaltına alınarak Harbiye Cezaevi'nde 6 ay tutuklu kaldı. Tahir, daha sonra Aziz Nesin ile birlikte kurdukları Düşün Yayınları'nı yönetti.

Sinema alanında Metin Erksan, Halit Refiğ ve Atıf Yılmaz ile senaryo çalışmaları yapan Tahir, özellikle Marksist terminolojiyi yerlileştirerek Anadolu'ya uygun bir ulusal sol düşünce geliştirmeye çalıştı.

Kendi çevresinde fikirlerini savunan bir grup oluşturan Tahir, dönemin birçok aydını tarafından da eleştirildi.

Kemal Tahir, yoğun bir şekilde eleştirildiği bir tartışma esnasında geçirdiği kalp krizi sonucu 21 Nisan 1973'te vefat etmişti
aktifhaber

Peren Birsaygılı
Bir yorgun savaşçı; Kemal Tahir

yıldızlar dem çekti güvercinler gibi başucumuzda

ve yaktı perişan eyledi sine-i sâd-pâremizi

saplanıp hançer misâli bir hilâl

sokaklar serseri, biz serseri…

A.İlhan


80’li yıllarda çocuk olanlar iyi bilir; Binlerce insanın üzerinden buldozer gibi geçen o postal heyetinin geride bıraktığı acı hatıralar, bazı evlerde kapanmayan bir yara gibi hala kanamaya devam ederken, dışarıda da mizansen gibi bir hayat hüküm sürerdi. ’80 sonrası uslu çocuklar demokrasisi, kapitalizm ile olan ilişkisinden böylesi bir Türkiye meydana getirmişti işte. İthal ürünlerle dolu dükkanların renkli vitrinleri, ışıklı reklam panoları, iç bulandırıcı müziklerini sokağa kadar taşıran diskolar, saçma sapan barbie bebekler, papatya kadınlar… Onlar yani şehrin insanları… Yaşamları her türlü renkten yoksun bırakılanlar, ya neon ışıklarıyla renklendirilmiş dünyaların seyrine dalıyorlar ya da dövizin dalgalanmalarıyla avutuyorlardı varlıklarını. Ve tüm karşı propagandaya rağmen, madalyonun öteki yüzü olan çürümeyi hissetmemek mümkün değildi. Evet, gidenlerin ardından toplum da yavaş yavaş çürümeye başlamıştı. Önce bizi biz yapan değerler ve ilkeler, ardından da hayallerimiz ve ümitlerimiz nasibini almıştı bu çürümeden.


Biz çocukları, düşüncenin maddeye yenik düştüğü bu labirentten kurtarmanın en etkili yollardan birisi ise, bizleri kitapların büyülü dünyasıyla tanıştırmaktı. Babam, her akşam elinde yeni bir kitapla eve gelir, “Bitirince bana da anlatacaksın” diye gülerek saçlarımı okşardı. Koşarak gider, odamdaki somyanın altına saklanarak okumaya başlardım. İçeride Ruhi Su ya da Cem Karaca çalar, ben ise saçlarımda babamın o yumuşacık eli, düşleye düşleye okuduğum kitabın başkahramanı olarak hayal ederdim kendimi. Ve somyanın altındaki yarı karanlıkta beni kimse yenemezdi o zamanlar.


Okumaya ara vererek evin içerisinde gezindiğim zamanlarda ise, daima onunla karşılaşıyordum. Salon sehpasına bırakılmış, mutfak masasının üzerine yarı açık konulmuş ya da kütüphanedeki diğer kitapların içerisinden çekilerek acemice geri yerleştirilmeye çalışılmış kitaplarının arka kapağında siyah beyaz resimlerini gördüğüm bu yüz, karşıma geçmiş cilt cilt gülümsüyordu bana adeta.


Bu yüz Kemal Tahir’e aitti…


Ve yazdıklarının henüz bir bile satırını okumadan, çocukça bir içgüdüyle sevivermiştim onu.


Bu yüzden kitaplarından birini alarak, kimselere göstermeden okuyup bitirmeye ve okuduklarımı anlatmaya karar verdim. Sözde herkese büyük bir sürpriz yapacak ve bir sürü iltifat alacaktım ancak bu girişimim büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. Zira henüz ilkokul 3.sınıftaydım ve okumaya Devlet Ana ile başlamış fakat tüm uğraşlarıma rağmen 40-50 sayfadan ötesini okumayı başaramamıştım. Kendimi aptal gibi hissetmiştim ve ne yalan söyleyeyim çok da canım sıkılmıştı. Gizlice Devlet Ana’yı yerine koydum ve bu kez Yorgun Savaşcı’yı alarak, telaşla odama sakladım. Akşamı iple çekiyordum. Sanki o akşam her şey düzelecekti. Sanki o ve ben, tekrar, en baştan, yeniden tanışacaktık. Sanki kapısını ilk defa çalacaktım. İçimdeki can sıkıntısının yerini büyük bir umut kaplamıştı. O ise gülümsemeye devam ediyordu.

Yorgun Savaşçı’yı heyecanla okumaya başladım ve bu kez bitirmeyi başardım da. Hoş, o uzun diyaloglarda ne çektiğimi bir Allah biliyordu, bir de ben… Ancak her şeye rağmen gururla evdekilerin karşısına geçtim ve okuduklarımı anlatmaya çalıştım. Babam ve bir arkadaşı gülerek 1-2 soru sordular ancak tatmin edici cevaplar veremedim, hatta düpedüz çuvalladığım bile söylenebilirdi. Zira olayların tarihi arka planını yeterince izah edemeden, adeta bir macera filmi anlatır gibi anlatıvermiştim Cehennem Cemil’in hikayesini. Üstüne üstlük, uzun diyalogları okurken çok yorulduğum gibi saçma sapan bir bahanenin arkasına sığındığım için, yorgun savaşçı diye eğlendiler benimle.

Ancak babam daha sonra ciddileşti ve bu kitabın bir zamanlar yasaklanmış kitaplardan birisi olduğunu söyledi. Çok şaşırmıştım… Nedenini sorduğumda, bunu ileride kendiliğinden bulmam gerektiği söyleyerek, benimle bir anlaşmaya vardı. Ve bu anlaşma gereğince, evin her köşesinden bana cilt cilt gülümseyip duran o kitapları kütüphaneye geri bırakıp, 3 sene sonra yani ortaokula başlayınca, bu kez babamın belirlediği sıraya uygun olarak tekrar okumaya başladım.


Önce Esir Şehrin insanları geldi. Sonra Yorgun Savaşçı, Bozkırdaki Çekirdek, Yol ayrımı, Kurt Kanunu, Köyün Kamburu, Sağırdere, Göl İnsanları, Rahmet yolları kesti, Devlet Ana ve ardından diğerleri…


***

Büyülenmiştim zira diyaloglardaki çeşitlilik ve yaratıcılık akıllara durgunluk verecek kadar güzeldi. Okurken su gibi akıyordu adeta… Herkesin sahip olamayacağı kadar büyük bir edebi yetenekti onun sahip olduğu. Ayrıca Türkçenin bütün imkânlarını kullanarak, Cumhuriyet sonrası alışılmış "edebi" dilin dışına çıkması, yani Tanpınar’ın tabiriyle “tamamen kendine has bir dil makinesi kurarak, bir dil dünyası yaratmış olması”, özellikle bütünsellik açısından günümüz yazarlarına örnek olması gereken çok güçlü bir dil hakimiyetinin göstergesi idi.

Evet, düpedüz büyülenmiştim ancak bunun tek nedeni Kemal Tahir’in bu eşsiz edebi yeteneği değildi elbette. Okudukça gördüm ki; Karşımda hayatı boyunca genel kabullerden ve şablonlardan uzak durmaya çalışmış bir cumhuriyet sonrası aydını vardı. Ve bir sınıfın adamı olmayı beceremeyecek güçlü bir arayışa teslim etmişti düşüncelerini. Zira etrafında gördüğü gerçekliği ya da yaşadıklarını düşüncelerine uydurarak, lümpence kendini kandırmıyor, felsefi düşünceleri ve toplum gerçeği arasında tam bir mutabakat bulunması için çabalıyordu. Onun amacı, toplum gerçeğinin en temel ve saklı unsurlarını, en can alıcı noktalarını dile getirmekti. İşte bu yüzden, cumhuriyet sonrası aydınlarının sahip oldukları şablonların, özellikle de klasik sosyalist öğretinin Türkiye toplumu için yeterli olmadığını dile getirerek, bu konuda sesini ilk yükselten insanlardan biri olmuştu.

Ve bu sesin önemi çok büyüktü.

Zira Anadolu insanını, kendine sunulan şablonlar içerisine koyamayan Kemal Tahir, bugünün kaynağının dünden geldiğini çok iyi bildiği için, Osmanlı’yı yeni bir bakış açısı ile araştırmanın ne denli önemli olduğunu fark edebilmişti. Ve kökünü batıdan alan, kendi tarihinden ve kültüründen kopuk Türkiye solunun zihin konforunu bozacak nitelikte olmuştu yazdığı her satır.

Çünkü Kemal Tahir, toplumunun Batı'daki üretim biçimlerinden çok farklı bir dokuya sahip olduğunu görüyor ve Osmanlı tarihinin siyasal ve sosyal olaylarından günümüze uzanan süreci de, bu temel ilkeden hareketle izah ediyordu. Ona göre Türk toplumu, klasik Marksist şemanın izlediği yoldan geçmemiş, Osmanlı’dan bu yana merkezi iktidar etrafında toplanmış üretici halk kitlelerinden oluşan bir sosyo-ekonomik yapı oluşturmuştu. İşte bu yüzden batıdaki sınıf kavramı ile klasik Türk toplumunun meselelerini çözmek mümkün değildir zira bu ikisi birbirinden farklı gelişim çizgileri takip etmişlerdir. Ve klasik şablona göre, yönlendirilmek istenen halk kitleleri de korkunç bir yanılsama içerisine hapsedilmek istenmektedir.

Kemal Tahir ise, bu tabloyu çok somut biçimde görerek, düşüncesini olabilecek en üst seviyede bir üslup ile dile getirmeyi başarmıştı.

İşte bu yüzden Cumhuriyeti kuran kadrolar tarafından hayatının 13 senesini kesintisiz hapishanelerde geçiren Kemal Tahir, zihin konforlarının bozulmasından rahatsızlık duyan bazı çevreler tarafından ihanetle itham edildi.

Kalıplaşmış ideolojilerin keskin çarkları arasında öğütülmeye çalışıldı.

Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabildi…

Ve çocukluktan çıkarken tanıdığım ilk yazar, Cehennem Cemil’in, Doktor Münir’in, Kamil ve İhsan Bey’lerin yaratıcısı, Türkiye düşünce tarihinin yorgun savaşçısı, bundan tam 36 sene önce, 21 Nisan 1973 günü geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti.

Siyah beyaz resimlerindeki o güzel gülümsemenin sahibi, hep okunsun, daha çok okunsun inşallah…

perenbirsaygili@gmail.com
haber10

Peren Birsaygılı
Kemal Tahir kötü bir romancı mı?

Mahalle kabadayısı üslubuyla meşhur olmuş olan köşeci ağır ağabeylerden biri, geçenlerde ekranda Kemal Tahir’in yazdıklarının teknik açıdan kusurlu olduğuna dair ahkam kesti…

Ve sözü Kemal Tahir’in velûd ve gayretli bir aydın olması bir yana, aslında kötü bir romancı olduğuna getirdi.

Bu çok ciddi bir iddia…

İşte bu yüzden, böylesine ciddi bir iddianın ardından, bu kanıya nasıl vardığına dair tatmin edici bir açıklama yapması beklenirdi aslına bakarsanız…

En azından öncelikle romandan ne anladığına dair birkaç cümle bir şey muhakkak söylemeliydi.

Ya da romanda nelerin teknik kusur olarak adlandırılabileceği üzerine bir açıklama yapması lazımdı…

Hiç olmazsa Kemal Tahir’in hangi romanlarında, ne gibi teknik kusurların olduğuna dair birkaç tespitini paylaşması gerekiyordu bizlerle…

“Kemal Tahir kötü bir romancı çünkü…”diye başlayan cümlelerle iddiasını biraz olsun desteklemesi gerekiyordu en azından…

Ancak nafile…

Zira hiçbir detaylı açıklama yapamadı…

Yani laf ola beri gele konuşmuş olmaktan öteye gidemedi…

***

Bugün muhafazakar camiada sahip olduğu popülariteye bakmayın, Kemal Tahir 1967 yılı sonlarında yayınladığı “Devlet Ana” romanı çıkana kadar çoğunlukla sol aydınların ilgi gösterdiği bir yazardı. Ayrıca Nazım Hikmet’le beraber komünist ayaklanma hazırlığı içerisinde olduğu iddiası ile 12 yıl hapis yatması ona sol çevrelerde belli bir saygınlık da kazandırmıştı.

İşte bu yüzden, cezaevinden çıktıktan sonra yayınlanan ilk romanları “Göl İnsanları”, “Sağırdere” ve “Körduman” bildik Marksist şablonlara uymaması yüzünden ihtiyatla karşılansa da, orta Anadolu köy hayatı üzerine olan mükemmel gözlemciliği ve ifade gücü nedeniyle önemli derecede ilgiye mazhar oldu.

Zira karşılarında duran, düşünce dünyasının eserlerine olan izdüşümü bir yana, öncelikle büyük bir edebiyatçıydı. Bunun en belirgin kanıtlarından birisi, romanlarının sahip olduğu üstün akıcılıktı. Usta bir kalem ve berrak bir zihin tarafından adeta doğum sancısına benzer binbir sancı ile meydana getirilen bu romanlarının tamamı, hem su gibi okunur nitelikteydi, hem de okurunu derinden etkileyen bir tılsıma sahipti.

Bu etkinin en büyük nedenlerinden birisi, Kemal Tahir’in romanlarını süsleyen diyalogların tamamının adeta büyük bir dikkat ve ahenkle işlenmiş olmasıdır. Her cümlede daha mükemmeli yakalayabilmek için yıllarca emek dökmüş gibidir. Her kelime bir diğerini tamamlar, dikkatle okunduğunda bu diyaloglarda romanın geneliyle uyumsuz, tek bir manasız ya da gereksiz söz dahi bulunmadığı fark edilir. Zira diyaloglar, Kemal Tahir’in romanda en önem verdiği noktadır. Daima olayları karakterler arasında gelişen diyaloglarla ortaya koymayı tercih eder. Bu da, okuru kendini karakterler arasında, sanki onların konuşmalarına ortak bir misafir gibi hissetmesine neden olur. Gitmediğiniz, görmediğiniz yörelerin insanlarının sofrasına sizi ortak eder, onların dertleriyle hem hal olmanızı sağlar, Ege’yi, Güneydoğu’ya, Karadeniz’i Akdeniz’e, Marmara’yı Doğu Anadolu’ya tanış eyler. Ve Anadolu halkının günlük dilini böylesine büyük bir ustalıkla ortaya koyan Kemal Tahir, okurunu her seferinde bir kez daha ağzı açık bırakır.

Cemil Meriç’in,“Bir neslin yüz akıdır Kemal Tahir. Türk düşüncesine ufuklar açmıştır. Türk romanının en yiğit, en güçlü, en büyük temsilcisidir.” olarak tanımladığı Tahir’in tılsımı “Kemal” oluşudur. Derdiyle hemhal olduğu bu bin yıllık topraklardan miras bilgi ve erdem olgunluğuna sahip oluşudur.

***

Peki o halde kötü bir romancı olduğuna dair bu sözlerin çıkış nedeni nedir?

Bugün, üstelik bu kez muhafazakar köşe yazarları tarafından, Kemal Tahir’in romancılığı üzerine ortaya atılan bu laf ora beri gele konuşmalar hangi zihin yapısının bizlere mirası?

Biliyorsunuz, Kemal Tahir henüz ilk romanlarından itibaren sürekli olarak fikri gelişme içerisinde olan bir yazardı. Ve romanı “drama düşmüş insanın” anlatımında bir aracı olarak görüyordu. Drama düşmüş hayatlara, Türkiye’nin temel çelişkilerin üzerine giderek bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Amacı buydu.

Peki Kemal Tahir’e göre Türkiye’nin en temel çelişkisi neydi?

Bu soruya en net cevabı Devlet Ana romanı ile vermişti. Devlet Ana’da, Türk toplumunda devletin koruyucu geleneğini ve Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkış şartlarını analiz ederken, en temel çelişkinin Batılılaşmak olduğunu ifade ediyordu. Ona göre, tarihsel Batı-Doğu çatışmasını en şiddetli biçimde Anadolu topraklarında tezahür ediyordu.

Ve Devlet Ana yayınlandıktan sonra, Batı’ya toz kondurulmasına asla tahammül edemeyen, bildik şablonlarının bozulmasından rahatsız olan çevreler, roman tanındıkça bir anda Kemal Tahir’e karşı Türk edebiyatında eşi görülmemiş insafsızlıkta bir saldırı kampanyası başlattılar.

Bir dönem ağzından çıkan her cümle haşa ayet gibi itibar gören edebiyat eleştirmeni Fethi Naci de bu karalama kampanyasına katılanlar arasındaydı…

Daha sonra Özdemir İnce de bu kervana katıldı…

Evet, Batı aydınlık demekti, Batı ilerlemeydi, Batı gidip de dönemeyen serdengeçtilere, sayısız destana ve sayısız ihanete ev sahipliği yapmış “yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışındaki“ o eşikte yalpalamaktan yorgun düşmüş bir ülkenin artık yüzünü dönmesi gereken tek istikametti.

İşte bu yüzden, Kemal Tahir kötü bir romancı ilan ediliverdi bir anda.

Zira roman yazmasını bilmiyordu… Roman tekniği berbattı… Hatta yeteneksizin önde gideniydi.

Ancak gerçekte olan şuydu;

Yaşadığı dönem, Kemal Tahir’i kaldıramadı.

“Kurtlar Sofrası”nın ortasına ittiler onu…

Üzdüler, yaralamak istediler, taşladılar, ideolojilerin keskin çarkları arasında öğütmeye çalıştılar…

Bilmiyorlardı ki; Kemal Tahir’i üzmek bizleri üzmekti, ona atılan taşlar aslında Türkiye halklarının üzerine atılmıştı, ideolojilerin keskin çarkları arasında öğütülmek istenen sadece Kemal Tahir değil hepimizdik…

***

Peki mahalle kabadayısı üslubuyla prim yapmış o köşe yazarı bunu bilmiyor muydu?

Ekranda Kemal Tahir’in aslında kötü bir romancı olduğuna dair ahkam keserken, haniyse her gün sataştığı Özdemir İnce’yle aynı noktada buluştuğunu görmüyor muydu?

İçine düştüğü bu tuhaf çelişkinin farkında değil miydi?

Ya da yazdığı yazıların, ortalığa saçtığı sözlerin seviye bakımından Kemal Tahir’le karşılaştırılması bile abesle iştigal olacak bir kimse, nasıl oluyor da bu denli cüretkar olabiliyordu?

Belki de cahilin cesareti cüretinden geliyordu sahiden de…

En önemlisi de; Hiçbir sınıfın adamı olmamış, sırtını hiçbir iktidara yaslamamış, aksine iktidarlara kafa tutan ve davası olan Kemal Tahir, sırtını iktidara yaslamış, bir sınıfın adamı olmuş ve davası olan değil de salt kavgacı adamlar tarafından anlaşılamıyordu işte…

perenbirsaygili@gmail.com
haber10
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 06, 2017 11:13 pm    Mesaj konusu: “DEVLET ANA” VESİLESİYLE Alıntıyla Cevap Gönder

“DEVLET ANA” VESİLESİYLE
Esma TURAN
4 Aralık 2017



Türk Edebiyatı’nın önemli kalemlerinden olan Kemal Tahir’in, yine en önemli eseri olarak da kabul edilen “Devlet Ana” isimli tarihî romanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş öncesi, Anadolu’da yaşayan toplulukların siyasî, iktisadî ve ahlâkî olarak resmedilmesidir.

Bir hususun altını çizmeliyiz ki, yanlış anlamalara mahal vermemiş olalım: Bu yazı Kemal Tahir’in “Devlet Ana” adlı tarihî romanının ne bir tanıtımı, ne de bir eleştirisidir. Sadece, Kemal Tahir’in bu romanı yazma “sebebinin” tedai ettirdiği bazı hususlardan oluşan ve giriş çalışması niteliğinde diyebileceğimiz bir denemedir.

Bir tarihî romanın yazarının kendi eserini değerlendirmesinin bizde uyandırdığı tedaileri sizlerle paylaşırken, Salih Mirzabeyoğlu’ndan “tarih”in izahını verip başlamak, ne demek istediğimizi daha iyi anlatmamızı sağlayacaktır.

Mirzabeyoğlu, “B-7 Ölüm Odası – Tarih” kitabında, tarihi şöyle izah eder;

“TARİH, ister istemez HALİHAZIRIMIZ’a nisbetle ele alınmalıdır ki, böyle bir durumda da “tarihin insanı hükmü altına alması değil, tarihe mânâ veren insan şuuru hakikati” kendini empoze eder; nitekim öyle olmuştur. Tarih itiyad kazanmaya hizmet eder. “Geçmişe mânâ veren halihazırdaki şuur”; bu, bir ideolocya manzumesinin kendi olmaya kadar gider – sadece siyasî değil, “olsaydılar”, bunun yanında gelecek hayalleriyle, bahsi geçen İDEOLOCYA manzumesinde asıl veya nüve şeklinde yerini alır.”(1)

Kemal Tahir ise eserini yazma sebebi olarak;

“Gerçek roman, kahramanların toplumsal ve kişisel özelliklerini, tarihsel gelişimleri içinde arayıp belirlemeye romancıyı zorlar. Anadolu halklarının kişisel ve toplumsal özelliklerini ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik şartları dışında anlamak ve değerlendirmek imkânsızdır. Bunun en katıksız görüleceği çağ da kuruluş çağı olduğundan imparatorluğu kuran, kısa zamanda geliştirip, kökleştiren ve yedi yüzyıl yaşamasını sağlayan gücün kaynağına bakmak gerekiyordu. Devlet Ana’yı yazdıran zorunluluk işte budur.”(2)

Kemal Tahir’i köklerine iten bu zorunluluk hiç şüphesiz ki “varolmak” ihtiyacından ileri geliyordu. Devlet Ana’ya olumlu, olumsuz birçok eleştiri yapılabilir, yapılmıştır da. Benim için kıymetli olan yazarın da ifade ettiği gibi, “bu gücün kaynağına bakmak gerek” diyerek, bunun bir zorunluluk olduğu vurgusunu yapmasıdır. Yazar 1910’da Osmanlı olarak dünyaya gelmiş, on üç yaşındayken Osmanlı yıkılıp, Türkiye Cumhuriyet’i kurulmuştur. Yazarın ideolojik kimliğini de göz önünde bulundurursak, kurulan yeni cumhuriyetle birlikte geçmişe duyulan öfke, kin, nefret ve hatta geri kalmışlığın bütün sorumlusu olarak da dinin –İslâm’ın– görülmesi, geçmiş ile tüm bağların koparılmasına neden olmuştur. Böyle bir iklimde büyüyüp gelişen bir yazar için bu ihtiyacın tespiti, bugünü mânâlı kılmak adına çok önemlidir. Böyle bir tespit hakikati arama yolculuğunda, hiç şüphesiz insanı tam da hakikatin kucağına oturtacak ve bütün olamayışların ipuçlarını gözler önüne serme imkânı verecektir.

Bir taraftan yüzünü tamamen batıya dönmüş, taklitten öteye geçemeyen, hiçbir muhasebeye yanaşmayan, soyunu inkâr eden sözde aydınlarımız, diğer taraf da yüzyıllar boyu tarihe hükmetmiş bir milletin torunları olarak onlara lâyık olma, insan olma memuriyetini yerine getirme çabaları, bir türlü hakiki bir hesaplaşmayı yapamama… “Bize bir türlü gösterilmeyen bu günkü dünya”(3), geçmişi yalan yanlış öğretilen, dolayısı ile “Neyi”, “Niçin” ve “Nasıl” yapılması gerektiği noktasında bocalanan bir ortamda Devlet Ana’nın kıymeti elbette ki göz ardı edilemez. Ancak hakiki bir muhasebe yapma ihtiyacının zorunluluğu Devlet Ana gibi bir eserin ortaya çıkmasına sebep olurken, ne yazık ki bu muhasebe yapılamamış taş gediğine oturtulamamıştır. Kemal Tahir, Türkleri; “En büyük zânaati devlet kurmak olan” diye tanımlarken, Türkü Türk yapan sebep sadece bu özellik midir? Samimi olarak hakikat aranıyorsa, kaynağa inmek lâzım deniliyorsa, benim eleştirim tam da bu noktada; romanda neden Türklerin ancak İslâm’a teslimiyet ile kıvamını bulduğu hakikati göz ardı edilmiş ve “benim olmadığım yerde kimse yoktur” şuur ve inancına yer verilmemiştir. O şuur ve inançtır ki Türkü, tüm müspet özellikleri yanında “Devlet kurma zânaati”nde de tam kılmıştır. Tarih boyunca “TÜRK”, “İSLÂM” olarak bir sembol –üst kimlik– olmuş, bu kimlik sayesinde bütün farklı kimlikler müspet yanları ile “BİR” kılınmış ve muhafaza edilmiştir.

Geçmişe bakabilmek, bugünü –halihazırımızı– bilmekten geçiyor. Geleceği hayâl edip inşâ etmek de… “Dünü, dünün hakkını; yarını, yarının hakkını, bugünkü dünyayı teşhis ve tespit etmekle anlamaya başlayabiliriz.”(4)

İşte bu şuurla; 1960’lı yıllar, Necip Fazıl’ın mücadelesinin de destanlık çapta verildiği yıllardır. Büyük Doğu İdeolocyası’nın ilmek ilmek örüldüğü, merkezine, geriye doğru 500 yıllık muhasebeyi koyan ve bütün olamayışların da “Hekîm” ve “Hakîm” vasfıyla ipuçlarını veren ideolocya ve mücadele. O dönem öyle bir dönemdir ki; Türkiye’de meydan yerinde olan –menşei ne olursa olsun– hareketler, bu hareketlerin mensupları aynı meydanda, Anadolu insanı için en iyisinin kendi savundukları olduğunun hezeyanları içerisinde, birbirlerini dahi görebilecek bir durum arzetmiyordu. Hepsi güya hakikati arıyorlardı, ancak hiç biri gerçek muhasebeye yanaşmıyordu. Büyük Doğu hariç… Gerçek mânâda bir muhasebenin ilk şartı, bugünü izah edip, geleceğe umutla bakabilmenin de biricik şartı geçmişimizle yüzleşmekti. Bunun için de tarihimizi bilmemiz gerekiyordu. Batı’ya yüzümüzü dönüp, aval aval bakmanın, kendimizi inkâr etmenin bize hiçbir faydası yoktu. İşte bunun farkına varıştır Devlet Ana.

Büyük Doğu hareketini diğer bütün hareketlerden ayrı tuttuk. Çünkü Kemal Tahir’in bir nevi “öz kaynaklarına” dönme ihtiyacını zorunluluk olarak görmesi ve neticesinde bunun tescili nev’inde Devlet Ana’nın ortaya çıkması, yukarıda da belirttiğimiz gibi taşın gediğine konamaması, halihazırımızda; dünü harmanlayacak ve geleceği şekillendirecek kendi özümüzle hiçbir şekilde tezat oluşturmayacak muhasebesi yapılmış bir dünya görüşünün olmayışıydı.

Necip Fazıl, verdiği kırk yıllık mücadelede, Tarih boyunca dünyaya hükmetmiş bir milletin bugün düştüğü durumun muhasebesini yaparak, adeta “halihazırda” hakiki manada Devlet Ana’yı yeniden inşâa edecek tohumları Büyük Doğu ismiyle Anadolu topraklarına serpmiştir. Serpilen o tohumlar ağaca dönüşmüş, Kemal Tahir ve bütün samimi hakikat arayıcılarının rüyasını gördüğü Devlet Ana, Yürüyen Büyük Doğu – İBDA ve Başyücelik Devleti olarak, geçmişte olduğu gibi bu gün de Anadolu topraklarındaki bütün farklılıkların kendi bünyesinde “birleşeceği”ve “bütünleşeceği” tek doğru adres olarak taliplilerini beklemektedir.

1- Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Yayınları, “Ölüm Odası – TARİH”, Arka kapak.

2- Ayraç Dergisi, Ekim 2017, 96. Sayı, sayfa: 10 (Kitaplar Arasında isimli derginin Nisan 1968 tarihli nüshasından iktibas edilmiştir.)

3- İdeolocya Örgüsü, s. 82

4- A.g.e, s. 83

Kaynak: Adımlar dergisi

DEVLET ANA’NIN SIRRI
Esma TURAN
12 Ocak 2018



Türk romancılığının en kıymetli birkaç kaleminden birisi Kemal Tahir… Devlet Ana (1) ise onun en önde gelen romanlarından, hatta birçok eleştirmene göre en mühim eseri… Batı romanının ucuz bir taklidi olarak başlayıp, o çizgide gelişim gösteren ve kimi zaman ustaca sayılabilecek münferit çıkışlara rağmen bir türlü şahsiyet çizgileri netleşmeyen Türk romancılığı içinde Devlet Ana’nın edebî açıdan en mühim noktası, sadece muhteva planında değil, form olarak da “Türk” olabilmesi, Batı romanına benzemeyen tarzıdır. Bu anlamda, romancılığımızın eşik taşlarındandır.

Edebî plandaki diğer mühim bir özelliği ise o güne kadar yazılan tarihî romanların, edebiyatın düşük çocuğu olarak ortaya çıkmasına, çoğunlukla ticarî bir aksiyon filmi niyetine yazılıp çizilmesine ve bir türlü roman keyfiyetine erişememesine mukabil; ilk defa Kemal Tahir, konusunu uzak tarihten alan bir eseri, edebî romanlar arasına, hatta onların en ön sırasına sokmayı başarmıştır. Malkoçoğlu, Kara Murat benzeri tiplemelerin çok ötesinde, hakiki mânâda kendi kahramanlarını, bu kadar gerçekçi, samimi ve kendi tarihine aç bir tecessüsle, gerçek bir roman örgüsü içerisinde eserleştirmiştir. (Bu tespitimiz yakın tarihe ve Millî Mücadele dönemine ait romanların dışında olup, özellikle vurguladığımız gibi uzak tarihe dairdir. Zaten o dönemin romancıları için Millî Mücadele, yakın tarih olmanın ötesinde, ya çocukluk yılları yahut bizzat içinde bir yetişkin olarak rol aldıkları süreçti.)

Buna rağmen eserde edebî olarak birçok kusur olduğu iddiaları da vardır. Bunların gerçekliği ne olursa olsun, Devlet Ana’nın özünde, hakikat sancısı çeken gerçek bir aydının fikrini eserine nakşetme kaygısı her zaman daha ağır basmıştır. Bizce eseri esas kıymetli kılan, onu yazdıran zorunluluktur. Bu öyle bir şeydir ki, milletçe var olabilme adına yapılacak muhasebenin ilk adımı olduğu gibi, bugünümüzü anlayabilmenin de biricik şartıdır.

İşte, edebiyatımızda kronolojik olarak da böyle özel bir yeri olan ve yayınlandığından bugüne çok tartışılan bu dev romanın birkaç ay önce 50. yayın yılıydı. 50 senedir belli dönemler az, belli dönemler hararetli ama her daim tartışılmayı başaran bu eser hakkında, bizim yazacağımız değerlendirme ise onun vesilesiyle kendi dünya görüşümüzün izini sürmek, ona dair renkleri görmek ve göstermek çabası olacak.

Kemal Tahir’i değerlendirirken, her yeni romanının, öncelikle idealize edilen hakikatler çerçevesinde sahici bir aydın olabilmenin gerçek ve samimi muhasebesine atılan ayrı bir adım olmasıdır. Devlet Ana ise bu adımların belki en kocamanı… Romanı yeni okumuş olmanın heyecanı ile kaleme aldığımız bundan bir önceki yazıda, Kemal Tahir’e ait bir ifadeyi iktibas etmiştik:

“Gerçek roman, kahramanların toplumsal ve kişisel özelliklerini, tarihsel gelişimleri içinde arayıp belirlemeye romancıyı zorlar. Anadolu halklarının kişisel ve toplumsal özelliklerini ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik şartları dışında anlamak ve değerlendirmek imkânsızdır. Bunun en katıksız görüleceği çağ da kuruluş çağı olduğundan imparatorluğu kuran, kısa zamanda geliştirip, kökleştiren ve yedi yüzyıl yaşamasını sağlayan gücün kaynağına bakmak gerekiyordu. Devlet Ana’yı yazdıran zorunluluk işte budur.” (2)

Usta romancının bu tespitini bizim için daha değerli kılan ve onu muhasebe etmemize yol açan hassasiyetimizin kaynağı ise, İBDA fikriyatının tarih görüşüne ait, Salih Mirzabeyoğlu’nun şu satırlarıdır:

“TARİH, ister istemez HALİHAZIRIMIZ’a nispetle ele alınmalıdır ki, böyle bir durumda da “tarihin insanı hükmü altına alması değil tarihe mânâ veren insan şuuru hakikati” kendini empoze eder; nitekim öyle olmuştur. Tarih itiyâd kazanmaya hizmet eder. “Geçmişe mânâ veren halihazırdaki şuur”; bu, bir ideolocya manzumesinin kendi olmaya kadar gider – sadece siyasî değil, “olsaydılar”, bunun yanında gelecek hayalleriyle, bahsi geçen İDEOLOCYA manzumesinde asıl veya nüve şeklinde yerini alır.” (3)

Bin yıllık bir medeniyet geçmişi olan bizler, bu günü bir türlü anlamlandıramamanın ıstırabı ile kıvranırken, nasıl köksüz, cılız ve öksüz kalmıştık. Dün dünyaya hükmederken, bugün ayaklar altında eziliyorduk. Bunu mânâlandırmak gerçekten çok zor, aynı zamanda da çok ıstırap vericiydi. Büyük devletler kurmuş, büyük devlet adamları yetiştirmiş, dünyanın seyrini değiştiren bu millet nasıl bu hale gelmişti? Hele Cumhuriyetle birlikte tamamen köklerinden koparılan biz kavruk nesiller ileriye bakamıyor, geçmişimizle bir ilgi kuramıyorduk. Birileri bize “bin yıllık medeniyet” diyordu;“Malazgirt” diyordu;“İstanbul’un fethi, ortaçağ kapandı, yeniçağ başladı!” diyordu; ama biz yine kıvranıyoruz? Neden? Nasıl? Niçin? Bu soruların cevapları yoktu, varsa da uyduruktu. Üstad Necip Fazıl’ın; “Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!” mısrasında çok komedi-trajik olarak ifade ettiği hakikat, muhteşem. Ama bizde karşılığı yoktu. Korkunç bir şeydi bu. Çünkü aidiyet duygusunu tamamen kaybetmiş gibi bir hâldi.

Türklerin İslam’ı kabul ettikten sonra devlet temellerinin neler üzerine inşa edildiğinin gösterilmesi bakımından da önemli bir eser Devlet Ana. Bir toplumun kökleriyle ilgi kurması, ağaç bütünlüğü içerisinde nasıl kök, gövde, dal, meyve vs. “ağaç” olarak ifadesini buluyorsa; toplum da aynı bu misalde olduğu gibi geçmişi, hâlihazırı ve geleceği ile bir bütün olduğu zaman bir mânâ ifade ediyordu. Küçücük bir tohum nasıl ağaç unsurlarını saklıyor ise, hâlihazır, geçmişi ve geleceği bünyesinde barındırıyordu.

Bu mânâda, “bizim de masallarımız var, bizim de destanlarımız var, bizim de kahramanlarımız var” diyerek köklerine inme cehdi gösteren Kemal Tahir ve Devlet Ana, hâlihazırdaki şuurla geçmişi mânâlandıran, aynı zamanda geçmişin öz itibari ile mânâsını da bu güne taşıyan Büyük Doğu İdeolocyası’nın dışında düşünülemez. Ait olduğumuz köklere dönmek, kahramanlarla, destansı mücadelelerle dolu bin yıllık geçmiş dururken zihnimizde ve ruhumuzda başka, başka kahramanların imaj olarak bize dayatılmasına karşı bir haykırıştır Devlet Ana. Cemil Meriç’in ifadesiyle, yüzünü Batı’ya dönenlerin, “bir tokat gibi suratlarına inmesidir.”

Eser, öncelikle, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu öncesi Anadolu’nun siyasî, iktisadî ve kültürel açıdan resmedilmesidir. Altı bölümden oluşmaktadır

Kancık Vuruş
Uyandırılan Işık
Dost Çelmesi
Fal
Derin Geçit
Kerimcan’ın Yolu
Bölüm bölüm değerlendirmek yerine, izleyeceğimiz yol, romanda öne çıkan karakter ve olgular üzerinden ilerlemek olacak. Ancak ilk kısım, romanın ana ipuçlarının saklı olduğu, meseleyi daha iyi anlayabilmek için gerekli işaretlerin okuyucuya verildiği ve eserin iskeletini oluşturduğu için biraz üzerinde durmayı gerektiriyor.

Roman diyalog tarzında başlar ve ilerler. Burada konuşturulanlar, şu veya bu kişiden ziyade, Doğu ile Batı’dır bir bakıma. Şövalye Batıyı temsil eder. 12. Yüzyılın ikinci yarısından sonraki Anadolu resmedilirken; Batı’nın zulmü, adaletsizliği ve bağnazlığı, onların deyimiyle karanlığı anlatılır şövalyenin dilinden. Karşısında Mavro vardır. Orada yaşan Ertuğrul Bey’in adaletini ve merhametini anlatan bir Hıristiyan gencidir. Hiçbir çıkarı yoktur, olanı olduğu gibi anlatmaktadır. Yazarın, olup biteni Türk’ün dilinden değil de, bir Hıristiyan gencin ağzından vermesi daha etkileyici ve akıllıcadır.

Roman, Sen-Jan Şövalyeleri’nden Notüs’ün, Selçuklu’ya karşı Söğüt’te yüksekçe bir yerde hisar olarak yaptırdığı ama İznik’i kaybedince terk ettikleri ve ilerleyen zamanlarda han olarak kullanılan Issızhan’da başlar. Bu han, Mavro adında Hıristiyan bir genç ile ablası Liya tarafından işletilmektedir. Mavro; ablasından başka kimsesi olmayan, akıllı, usta bir avcı, orada doğup büyüdüğü için çevreyi bilen, iyi bir gözlemci, ancak toy bir gençtir. Henüz babasının öğütleri dışında hayatı tanıma fırsatı bulamamıştır. Ablası ise güzel, ahlâklı bir kızdır. Ertuğrul Bey’in savaş atı eğitimcisi olan Demircan’ın da sevgilisidir.

Şövalye Notüs’e gelince… Akıllı, zeki, çok hırslı, eğlence düşkünü ve hiç kimseye güveni olmayan, kral soyundan geldiğini söyleyerek, Bizans’ın Türklere haddini bildiremediği gerekçesiyle kendi prensliğini kurmayı düşünen bir şövalyedir. Ama kral olacaktır, onun için oradadır. Aslına bakılırsa da kraldır. Hatta Mavro’yu da, şövalye yapma umutları vererek kandırmaya çalışır. Keyifle Lâtince söylediği şarkıyı Rumcaya çevirerek Marvo’ya söyler;

“Olağanüstü işler gördüm. Bunun için hiç kimse gördükleriyle şaşırtamaz beni… Dört imparator öldürüldü önümde… Birincisini uykuda boğdular gözdeleri… Kesildi bir meydanda ikincisinin başı… Uçuruma attılar üçüncüyü bir sabah… Dördüncüsü vuruldu kazanmışken savaşı…”(Kemal Tahir, Devlet Ana, İthaki Yayınları, 12. Baskı, 2014, s. 22)

Keyifle bu şarkıyı söylerken, hem de kral olmayı düşlerken aslında kendi sonunun da şarkıdakinden farksız olmayacağını görememiştir. Aklı sıra on beş günde hesabını kitabını yapmış, tam bir batılı kibriyle;

“Bu alıklar ülkesini, altı aya varmadan elime geçirmezsem yuf olsun, taşıdığım kutsal Sen-Jan kılıcına! Yuf olsun damarlarımda dolaşan kral kanına” (a.g.e., s. 10)

Bu ifadeye hiç de yabancı değiliz. Günümüzde de, kendisini “dev” zanneden sömürgeci devletlerin, Irak, Afganistan, Çeçenistan gibi İslâm beldeleri başta olmak üzere, Vietnam ve benzeri yerlere de hep aynı ahmak rehavete kapılıp, nasıl batağa saplandığını iyi biliyoruz.

Uranha ve keşiş Benitto adını taşıyan iki roman kahramanıyla birlikte Şövalye Notüs’ün Issızhan’da bulunma sebebi, daha önce yaptıkları plân gereği hâlihazırda mevcut barış ortamını bozmaktır. Ertuğrul’un atlarını çalıp, bunu da Karacahisar Tekfuru yapmış gibi gösterecekler. Şövalye yanına aldığı arkadaşlarının da yardımıyla, oraların kralı olma hayalindedir. Bu maksatla, Mavro’dan çevreyle ilgili bilgiler almakta, özellikle Ertuğrul Bey hakkında malûmat toplamaktadır. Marvo’ya Ertuğrul’un kaç savaşçı çıkarabileceğini sorar ve şu cevabı alır:

“…İçlerinde ermişi var, dervişi var… Rum abdalları derler, Rum gazileri derler… Ertuğrul Bey’in savaşçısı, ev hesabına gelmez. Bekâr gazilerin beşi onu bir evde barınır çünkü. Savaşçı dervişlerin beşi onu bir zaviyede birikmiştir. Rum abdallarına geldi mi, dam, çadır tanımaz bunlar, ağaç gölgesinde, ot yığınında eğleşirler. Azrail’e el ense çekmiş, gözü kara yiğitlerdir her biri… Karıları bile döğüşkendir Ertuğrul Bey’in…” (a.g.e., sayfa: 26)

Görüleceği üzere bu satırlarda Ertuğrul ve beyliğinden övgüyle söz edilmiş ve küçük bir beyliğin nasıl bir cihan imparatorluğuna dönüştüğünün sırlarından biri verilmiştir.

Şövalye ile Marvo arasında geçen konuşmalardan çarpıcı bir bölüm, zamanın iktisadî yapısının nasıl olduğuna dair mühim:

“- Soylu Hıristiyan hiç suçlu olmaz. Çünkü soylunun soyluluğu gibi, yaptığı da hep Allah’tandır. Pazar bacını artırmaya geldi mi, senyörün keyfinedir. Kimse karışamaz. Kendi toprağında dilediğini yapar. Çünkü toprağı da soylular için yaratmıştır, Allah! Salt toprağı değil, üstündeki köylüyü de bağışlamıştır mal diye, canı çekerse, asar!

– Asar mı? Asar da, nasıl öder kanını?

-Kanı sorulmaz köylü takımının soylulardan…

-Böyle midir gerçekten sizin oraların zagonu? 3(4)

-Elbet…

-Sizin soylunuz, neden asar köylüyü? Durduğu yerde mi?

-Yok… Gölünde, deresinde, izinsiz balık tutanı asar, ormanında avlayanı, çalı keseni… Angaryasından kaçanı, harmanda, bahçede soylu payına hile katanı… Sıkı çalışmayan kunduracıyı, demirciyi de canı çekerse asar, acır da bağışlarsa, demire vurur ölene kadar…

-Ahiler ne der bu işe aman Şövalyem, çarşıyı dar etmez mi soyluların başına?

-Ahi de neymiş?

-Bizim buranın çarşısı pazarı Ahilerden sorulur. Subaşı da karışabilemez, tekfur da… Kadı karışır az biraz, kitabın yazdığı kadarcık…

-Bunlar hep kâfirliktir, “Allah’ın emrine karşı gelmektir. Boşuna mı, Müslüman ayağı altında kalmanız…”

Marvo iyice ürkmüştü. Duraklaya duraklaya konuştu:

-Peki, n’apar sizin oraların soylusu şimdilerde köylüsüz?

-Köylüsüz ne demek? Köylü kıyamet gibi…

-Nerden gelmiş birikmiş bu kadar avanak köylü sizin oralara?

-Avanaklıktan değil, alık Marvo, bizim oralarda, soylular olmazsa, barınamazsın kurt-kuş paralar seni…

-Neden? Giderim baş yukarı, töresi düzgün bir yere…

-Yağma yok! Kaçanı yakalar, sınır komşuları, getirir verir döverekten soylusuna…

-Düşmanına kaçarsa?

-Kaçan köylü meselesinde düşmanlık gütmez soylular… “Bugün banaysa, yarın sana” hesabı!..

-Ne bilecek kimin köylüsü olduğumu? Direnirim, söylemem!

-Boynundaki demir tasmayı n’apalım? Üstüne sahibinin arması kazılmış, senin adın sanın!

-Bildiğiniz it tasması gibi mi, aman Şovalyem?

-Tamam! Bildiğin it tasması…Bizde köylü on yaşını buldu mu, soylusunun demircisi, bir uygun tasma döver, oğlanın boynuna geçirip perçinler sıkıca…

-Gider başka demirciye söktürürüm. Vicdanlı demirci hiç mi yoktur sizin oralarda?

-Vicdanlı demirci… -Şovalye keyifle güldü-: Vicdanlı demirci, bizim oralarda pek çoktur ama, köylünün boynundan tasma sökeni hiç yoktur. Çünkü demiri söktüren köylüyü, asarlar bizde, söken demirciye geldi mi, onu kazığa vururlar?



-Doğru demek, İnegöl’den göçüp Ertuğrul Bey’in toprağına Dönmez köyü kuranların dedikleri…” (sayfa: 29-30-31)

Karşılıklı konuşmalardan anlaşılacağı üzere okuyucu, Batıda yönetici-halk ilişkisinin ne kadar kopuk, bağnaz ve zalimce; buna mukabil Türklerin, hiçbir ayrım gözetmeden ne kadar adil olduğunu görür. Bazı çevrelere bu diyalog abartı olarak gelebilir. Hatta ufak bir çadır beyliğinin bir İmparatorluğa dönüşmesini Batı adamı bir türlü kavrayamaz. Onlar için bir hayret mevzuudur.

On ikinci Yüzyıl Anadolu’suna bakıldığında hemen hemen tüm kaynaklar bize gösterir ki zülüm almış başını gitmiştir. –Aslına bakılırsa tüm dünyada.– O zamanki Bizans tekfurlarının zulmü altındadır Anadolu. Ayrıca Moğol istilaları cabası. Ekonomik olarak da tam bir verimsizlik, yoksulluk, büsbütün bir kargaşa hâkimdir. Esasen şimdi de durum pek farklı değil… Bugün de Batı; demokrasi, özgürlük, insan hakları palavralarıyla zulmüne devam etmekte… Zulmü öyle meşru hale getirdiler ki akıl alacak gibi değil. Bütün unsurları ile Batı her ne kadar kendi aralarında dalaşsalar da zulüm noktasında birlikler. Buna, İbda külliyatında altı çizilen “Batı düşüncesinin ulaştığı her yer batıdır!” tespitinden hareketle Batı uydusu devletlerin kendi halkına ayrıca layık gördüğü zulmü de ekleyin. Bugünden tarihe baktığımızda, şu kısacık roman konuşmasından bile, Batı’nın nasıl bu kadar gaddar, acımasız ve medeniyet yoksunu olduğunu ve bu canavarlığın köklerinin nerelere kadar indiğini de anlayabiliyoruz. Ayrıca Batı medeniyet olarak kendi köklerini Eski Yunan’a dayandırırken; destanları, yarı tanrı kahramanları ile hiç abartmış olmaz nedense… Oysa bu günden geriye fazlasını bırakarak söylemeliyim ki, bin yıllık tarih kaskatı vakıa olarak kayıt altındadır.

Bilindiği üzere Eflatun’un Devlet adlı meşhur eserinde “İdeal Devlet” i oluşturan unsurlar en ince ayrıntısıyla ele alınır. Bu eserde bir bölüm vardır ki, “gelecek nesillere geçmiş aktarılırken, doğru olmayan destanlar ve var olmayan kahramanların da anlatılabileceği, abartı yapılabileceği, böyle bir durumun yeni nesil için gerekli ve itici bir kuvvet vazifesi görürken, aynı zamanda onların diri olmasını da sağlayacak önemli bir unsur olduğu” aktarılır. Bu ise Salih Mirzabeyoğlu’nun; “Tarih itiyat kazanmaya hizmet eder!” tespiti içerisinde yerini alır.

1071 Malazgirt zaferi ile Anadolu kapıları kapanmamak üzere Türklere açılmıştı. Selçuklu’nun taa Buhara’dan, Merv’den ve Horasan’dan Anadolu’nun en ileri uçlara kadar attığı öğseler (5) birer meşale olup, yeni bir dünyanın hem habercisi, hem de inşâcısı rolünü üstlenmiştir. Bu meşalenin ateşini besleyen en mühim sebebin, Türk’ün cengâver karakterine istikamet veren İslâm imânının fetih ve fütuhat anlayışı olduğunu asla göz ardı etmemek gerekir. Türk’ün kendisine vazife edindiği ve kurtuluşu ancak onun gölgesine sığınarak bulduğu, Allah ve Resûlü’nün sancağını her daim ileriye taşımak şuur ve inancı. Siz bu şuur ve inancı görmez, sadece gözü kara ve cesur savaşçılar olarak bakarsanız, tabiî ki Osmanlı’yı anlayamaz, nasıl imparatorluk hâline geldiğini de akıl erdiremezsin. İslâmiyet ile bütün müspet özellikleri tamlığa eren Türk’ün devlet çapındaki en büyük tezahürüdür Osmanlı. Tam bu noktada, Ülkücü Hareketin en önemli ruh mimarlarından, Türk düşüncesinin geç bulup, çok erken kaybettiği, Necip Fazıl’ın da Bâbıâli’de “olgun bir kafa taşıdığı besbelli” diye bahsettiği merhum Dündar Taşer Bey’in konuya dair düşüncelerini hatırlamak çok yerinde olacak… DÜNDAR TAŞER’İN BÜYÜK TÜRKİYE’Sİ isimli eserden uzun ama bir o kadar mühim bir alıntı yapacağız:

“Osmanlı Beyliği 1299’da Söğüt’te kurulduğu zaman 400 atlıya sahip bir uç beyliği iken, 1326 Bursa Fethinde Orhan Bey, 38.000 atlıya kumanda ediyordu. Bu asker artışı nereden geliyordu? Fethedilen topraklardan toplanamazdı. Çünkü bunların ahalisi Türk değildi. 400 çadırlık bir aşiret 27 senede bu kadar çoğalamazdı. Selçuk Sultanlığı artık yoktu. Yani oradan asker temini de mümkün değildi. O halde nereden geliyordu bu asker? Öyle anlaşılıyor ki, Bizans hududundaki bu beylik bütün Türklük âleminin ülküsünü temsil ediyordu.

“Türklük âleminin, fetret devrinde bile, asla vazgeçemediği İstanbul fethi ve cihan hâkimiyeti idealinini mümessili sayılıyordu. Milli şuur, Horasan’dan İzmir’e kadar her yerdeki Türk’ü, Ertuğrul oğlunun açtığı mukaddes sancağın altına çekiyordu. Anadolu beyliklerinden en müteşebbis unsurlar bu bayrağın altında toplanıyorlardı.

“O zamanların Anadolusunda, büyük bir siyasi dağınıklık görünüyor; buna mukabil fikrî ve mânevî bir oluş açıkça kendini gösteriyor. Moğol orduları önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan tarîkat ve tasavvuf erbabı, Horasan erenleri, dervişler, Alpler, abdallar, burada yepyeni bir ümit hâlesi vücuda getiriyorlar. İstikbâle ümidle bakmayı telkin ediyorlar; yeni ve büyük bir zuhur müjdeliyorlar.

“Anadolu’nun yüksek tabakaları puta tapıcı bir kavmin, İslâm’ın en kudretli ordularını yenişi karşısında mükedder, müteellîm ve ümitsiz görünüyor. Moğol adetleri, Moğol giyinişi, bunlarda derin bir hayranlık vücuda getiriyor. Onları taklit moda oluyor.

“İşte bu elîm vaziyette büyük mürşîdlerin zuhuru başlıyor. Bunlar “mağlubiyetlerin bir fitne, bir imtihan olduğunu, İslâm’ın yeniden muzaffer olacağını, onun kılıncı ve bayraktarı olan Türk’ün yeniden cihâna hâkim olacağını” telkin etmeye başlıyorlar.

“Siyâsî sıkıntılardan bunalmış olan ahâli, bu telkinlerle yeniden diriliyor. Türk efkâr-ı umumiyesi bu zillete karşı açılan ve izzeti müjdeleyen bayrağı bekliyor.

“Bu bayrağı, gayet tedbirli olarak Osmanoğulları kaldırıyor. Osman’ın râyeti, hem Selçukoğulları Devleti’nin devam ettiğini, hem de yeni bir zuhûrun vuku bulduğunu gösteriyor.

“Şeyhler; müftüler, müderrisler, eli kılınç kabzasına yapışan yiğitleri, gönlü fazilet aşkı ile dolu mü’minleri, kafası sâlim düşünceye açılmış talebeleri, Söğüt Beyliği’ne sevk ediyor.

“Böylece Osmanoğulları, İslâm dünyasındaki ve cihan tarihindeki büyük vazifelerine başlıyorlar ve Türk âleminin otağı haline geliyorlar. Âdeta Türk’ün nabzı orada atıyor. Anadolu Beyliklerinden ve Türklüğün uzak yerlerinden kopup gelmiş adamlar, Osmanlı’nın yanında nefes alıyorlar. Bu sebeple, bu küçük beylik, bütün Türk âlemiyle münasebettâr, oralarda ne olup bittiğini gayet iyi bildiği gibi, bu büyük dünyanın nazarlarını ve emellerini de kendine bağlıyor.”

“Osmanlı, o sırada küçük bir beylik, fakat bütün bir Türk-İslâm âleminin büyük ümidini ve idealini temsil ediyor. Sultan-medrese-sipahi muvazenesi ile ne anarşi, ne despotluğa fırsat vermeyen adil bir devlet kuruluyor. Bu devlet, dünyada hiçbir kuvvet tarafından değiştirilemeyen ezelî ve ebedî hukuk prensiplerine bağlı. Bu küçük devletin, fazileti büyük, müsamahası büyük, ideali büyük.” (6)

Merhum Taşer’den alıntıladığımız bu uzun satırlar, esasen başlı başına bir tahlil konusudur ve bir çadır beyliğinin nasıl bir İmparatorluğa dönüştüğünün sırrının en güzel ifadesi… Devlet Ana’nın da edebî planda değil ama tarihî hakikatler noktasında mihenge vurulacağı bir bölüm olduğunu düşünüyoruz. Kemal Tahir, “soldan” bir isim olmasına karşın, aynı senelerde yazmış olduğu Devlet Ana romanında, merhum Taşer’in ifade ettiği “Osmanlı sırrının” bazı hakikatlerini çok canlı ve ortasından, bazılarını ise kıyı ve köşesinden yakalamış, bunların bir kısmını da es geçmiştir. Mesela, “dünyada hiçbir kuvvet tarafından değiştirilemeyen ezelî ve ebedî hukuk prensipleri”nin kaynağı bahsine pek yanaşmaz. Diğer yandan, içinde bulunduğumuz şartlar da, Taşer’in çizdiği Anadolu tablosunu hatırlatmaktadır ve buna bağlı olarak Devlet Ana’nın zaman tablosunu… Taşer’in mevzua dair fikirlerinin özü de şu ifadesinde çekirdek halinde vücut bulmuştur:

“Türk’ün devlet kuruculukta verdiği en büyük eser, en ahenkli yapı Osmanlı Devletidir.” (7)

Taşer’in bu ifadesi, bir nevi Büyük Doğu düşüncesinin, “devlet ve milletimizin büyük çapa ermiş” ifadesinin yansıması olarak kabul edilebilir. Kemal Tahir’in Devlet Ana romanının fikri değerlerinden birisi de, bu “büyük çapın” sırrını roman kudretiyle verme cehdini göstermesidir. Mustafa Necati Sepetçioğlu merhumun Konak ve Çatı isimli birbirinin devamı iki romanıyla, yine merhum Tarık Buğra’nın Osmancık romanı da farklı farklı eksi ve artılarıyla, edebî değerinin yanında bu çerçeveden de kıymet bulurlar. Bu dört romanı art arda ve mümkünse mukayeseli olarak okumakta yarar vardır.

Yine Devlet Ana’ya dair söyleyeceklerimize dönersek…İkinci bölümün Ahilik oyunu ile açılması, Ahiliğin ahlâkî olarak prensiplerinin oyun ile verilmesi çok güzel ve yerindedir.

“- Selam olsun!

–Gelmekliğimiz yol için… Durmaklığımız yol için… Söylemekliğimiz yol için… Gelmiş geçmiş, gelip gelecek pirler, erenler, derviş savaşçılar, Rum gazileri, Rum Abdalları, Rum Alplari, Rum Bacıları ruhuna huuuu!” (s. 91)

Bu şekilde bir girişle, Ahiliğin gayesi, toplumun her kesimini kuşattığı mesajı verilir.

“-Dargınlarımız barıştı mı?

-Barıştı.

-Helallik alınıp verildi mi?

-Verildi.” (s. 91)

Diye de ahiliğin barışı, kardeşliği idealize edişi vurgulanır.

“-Ahiliğin açığı kaçtır?

-Dörttür.

-Say gelsin!

-Eli, yüzü, gönlü, sofrası…

-Kapalısı kaçtır?

-Üçtür.

-Say gelsin!

-Gözü, beli, dili…

-Gözü kapalılıktan murat nedir?

-Kimsenin suçunu ayıbını görmemektir.

-Ekmek yemekte kaç edep vardır?

-On iki…

-Say gelsin!

-Oturdukta sağ dizi dikilip sol dizi altına ala… Lokmayı önce sağ avurdu ile çiğneye… Küçük lokma ağızlaya… İki elini yağlatmaya… Ağzından akıtmaya…

-Yere dökmeye, ağzı dolu iken konuşmaya…



-Kimsenin lokmasına bakmaya…

-Başını kaşımaya…

-Yemeğin iyisini konuğa bıraka…

-Yemekten önce elini yıkaya…

-Tamam! Ya söz söylemekte kaç edep vardır?

-Dört edep vardır.

-Say gelsin!

-Sert söylemeye ki ağzından tükürük saçmaya… Bir kişi ile söyleşirken başka yere bakmaya… “sen- ben” demeye, “siz-biz” diye… Elini kolunu sallamaya…” (s. 92-93)

Görüleceği üzere adâb-ı muaşeret ve ahlâkî kurallar en ince ayrıntısına kadar verilmiştir. Batının ancak 15. Asırdan sonra öğrendiği kurallardır bunlar.

Yola gireceklerin bir çeşit sınava tabi tutulması, öyle gelişi güzel herkesin ahiliğe kabul edilmediğini gösterirken, ancak ahlâkî olarak yüksek kişilerin oluşturduğu bir topluluk olduğu vurgusu da yapılır.

Ahilik müessesesinin; evvela iktisadî olarak bölgeye bir istikrar getirdiği, göçebe hayattan, yerleşik düzene geçmede Türkler için çok büyük faydalar sağladığı, Anadolu’da bulunan önceki ahali ile Türkler arasında hayatın tüm sahalarında bir denge unsuru olduğu da muhakkaktır. Ve Selçukludan bu yana uygulanan bir sistemdir. Özü itibarı ile adalete, erdemli ve ahlâklı olmaya dayanır. Temelinde de İslâm Ahlâkı ve şeriatı vardır. Romanda bu şekilde net olarak verilmemişse de olayların anlatılış şekli, karşılıklı konuşmalarda mevzuların verilişinden İslâm ahlâk ve iktisat ruhunu görmek çok zor değil. Ahlâk ile iktisadın birbirine bakan yanlarına ve ekonomik seyrin Batı’dan çok farklı olduğuna da bu şekilde dikkat çekiliyor. Batı’da ekonomik seyir hep sömürgeci bir anlayışa dayandığı için –hâlâ da öyledir– Kemal Tahir bu romanı ile ATUT (Asya tipi üretim tarzı)’nın bir nevi nasıl olduğunu, ana kaynağa tam olarak inemese de, onu tezahür planında ve tarihi seyir içerisinde vermiştir.

Devlet Ana’nın iki oğlu vardır. Biri savaşçı –Demircan–, ikincisi ilim tahsil eden Molla Kerim. Devleti oluşturan ve devamlılığını sağlayan en önemli iki unsur, romanda oluşturulan iki karakter ile–kılıç ve kalem– oldukça iyi verilmiştir. Romanda altı çizilecek bir husus da, konuyla alâkalı olarak kalem ehlinin de iyi birer savaşçı oldukları vurgusudur. Roman umumî çerçevede Osmanlı’nın kuruluşunu hikâye ederken, hususî kahramanlar etrafında da, Molla Kerim’in, Şövalye Notüs tarafından kalleşçe öldürülen ağabeyi Demircan’ın intikamını almak üzere, anası Bacı Bey’in de iradesiyle nasıl Kerimcan’a dönüşüp, iyi bir savaşçı olabildiğinin hikâyesidir. Nitekim roman, Kerimcan’ın bütün bu olanların ardından daha güçlü bir şekilde Molla Kerim olmasıyla son bulur.

Devlet’in “baba” olarak değil, “ana” olarak sembolize edilmesi; “gücü” temsil etmesinin ötesinde, şefkat ve merhameti çağrıştırması, herkesi kendi bünyesi içinde kucaklayıcı olması bakımından da hoş ve yerinde olmuştur. Ayrıca romanda “Bacı Bey” karakteri ile Türk toplumunda kadının ne kadar değerli ve önemli bir yere sahip olduğunun vurgusu yapılırken, iyi birer savaşçı olduklarının da altı çizilmiştir.

“Rum Bacılarından başkan seçildi seçileli, “Bacı Bey” diye çağrılan Devlet Hatun, uzun boylu, geniş gövdesiyle sanki Söğüt’ü depreme vererek geliyordu. Körpeliğinde ne kadar yakıcı güzel olduğu, iri kara gözlerinden, çekme burnundan, hiç örselenmemiş etli dudaklarından belliydi. Ok atmakta, mızrak savurmakta, binicilikte değme savaşçılardan geri kalmaz, hele korkmazlıkta çoğunu yaya bırakırdı.” (s.120)

Batı bu mânâda böyle bir şeyi hayal dahi edemez. Dervişinden ozanına, çocuğundan yaşlısına, şeyhinden müridine kadar, toplumun her katmanından insanların nasıl ortak bir gayeye hizmet ettiğini… Ki bu gaye, Kemal Tahir’in de söyler gibi olup söyleyemediği Allah ve Resûlü davasıdır. Yeryüzünde ayak basılmadık zerre toprak, ulaşılmadık tek bir insan kalmayana kadar, sancağı en yükseğe dikme gayesidir. Yazar doğrudan bu şekilde vurgu yapmasa dahi, var olma sebeplerinin o ortak gaye olduğu hakikati gayet net bir şekilde romanın bütününde hissedilebilir. Bir milletin bütün unsurları ile aynı hedefe yönelip, bu istikamet doğrultusunda tek yumruk olması… Milletleri “millet” yapan bu özellik hiçbir ulusta Türklerdeki kadar belirgin olmamıştır. Dervişleri, ozanları bu gaye uğruna adeta tüm Anadolu’da bir istihbarat ağı kurmuş gibidirler. Çocukları oyunlarını bu gayeye göre kurup, oynarlar; kadınları bu gaye uğruna büyük bir sevgi ve onurla Bacı Bey olur. Bütün bunlar fetih ve fütuhat anlayışı ile ancak bu derece mânâlı kılınabilir.

Son olarak romandan çok önemli olduğunu düşündüğümüz bir hususu naklederek yazımızı sonlandırıyoruz. O günkü siyasî konjonktürün, ekonomik ve toplumsal problemlerin, devleti kuranlar tarafından çok ustaca tespit edildiğini, olumsuz şartların birer “sıçrama tahtası” olarak görülüp, müspet anlamda “faydaya tahvil” edildiğini, Osman Gazi ile Şeyh Edibali’nin konuşması olarak verilen şu bölümden süzebiliriz:

“Anadolu’yu bırakacağım şimdilik… Benim gördüğüm, tez vakitte gidicidir. Moğol… Çünkü Moğol’un düzeniyle de uyuşmaz bizim Anadolu toprağı… Eski Yunan’ın, Roma’nın düzeniyle de uyuşmamıştır çünkü… –Rahatça gülümsedi–; Bizim gazi beylikler çabalasın bakalım, Konya’yı ele geçirmek için… Boğuşsunlar birbirleriyle, güçten düşürsünler kendilerini boş yere… İşimi kolaylaştırsınlar! Verimli topraklara sahip olana yarar Anadolu… Tükenmez insan kaynağıdır, insanın zanaatı da göründüğü gibi köylülük değildir, devlet kuruculuğudur.

-Konya olmayınca, devlet nerede kurulacak?

-Koca tanrıya şükür, bizim Bitinya ucumuz açıktır önü… İstanbul-Tebriz yolu üstündeyiz! Tüccarımız İstanbul’a bağlıdır. Paralılarımız İstanbul’da işletir paralarını… İstanbul deniz yoludur ki, ardımızın kara yolu kesildiğine göre umut oradadır. Moğollular Konya Selçuk Sultanlığını nasıl yıktıysa, Haçlı Frenkler de, Bizans İmparatorluğu’nu öyle yıktı. Marmara kıyıları verimli topraklardır, İmparator güçsüz düştüğünden sahipsizdir. Biz fırsatı kollayacaksak, üstünde yaşayanları beslemek zorunda kalacağımız verimsiz toprakları gözetlemeyeceğiz, sahipleriyle beraber bizi de besleyecek topraklara yöneleceğiz!

-Daha mı kolay barınır, Konya’da barınamayan Müslüman, kâfirlerin içinde?

-Barınır. Çünkü suyun akarındayız burada!

-Suyun akarını görememekteyim Osman Bey oğlum! Gündoğusunu bırakıp günbatıya bakmakla nesne hâsıl olabilir mi?

-Olur şeyhim! İstanbul’un Bizans’ı, Frenk’in karanlık dünyasından kopup geldi. Ama, oranın kölelik düzenini burada tutturamadı. Tutturamayınca da “Toprak Allah’ın, İmparator kâhya, köylü kiracı” demek zorunda kaldı. İmparator’un hür köylüleri, Latin İstanbul’u basıp alınca Frenk düzeninin nasıl bir bela olduğunu görüp anlamıştır. Bu düzen köylüyü köle etmeye dayanır. Kim ister köle olmayı? Demek zorlayacaksın aralıksız! Zorlarken zorlarken n’olur adam? İnsanlıktan çıkar! İşte bu sebepten Frenk adamı, say ki, kuduz canavardır. Kahpedir, kıyıcıdır, Allah’ı maldır, dini imanı soymaktır. Irzı, namusu, utanması, acıması, sözü, yemini hiç yoktur. Bunalırsa insan eti yer, Bizans köylüsü kabul etmez bu rezilliği… Uçlara yerleştirilmiş Hıristiyan Türklerse hiç yanaşmazlar köleliğe… “ Suyun akarı” dediğim, işte budur. Bu yöneliş çok adam istemez! Kalabalıkları biriktirip köylünün başına musallat etmek zorunda değilsin. Bu zamana kadar hiç görmediği, bilmediği bir düzeni götürüp Bizans Köylüsünü şaşırtıp ürkütmek de yok! Köleliğe karşı, Frenk soygununa, zulmüne, ırk düşmanlığına karşı biz hoşgörü, dayanışma, can, ırz, mal güvenliği sağlayacağız. Alın teriyle çalışanlar bizden yana olacak ister istemez… Bizim suyumuzun akarı budur, Şeyhim, şimdilik de günbatıyadır. Frenk düzeninin gerçek sınırına dayanıncaya kadar, günbatımı bizimdir. –Bir an soluklandı, gözleri umutla, güvenle parlıyordu–; Eğer bu yolu tutmazsak, fırsatı kaçırırsak, Bitinya ucu da, her yerdeki binlerce uçlardan biri gibi, iz bırakmadan batar gider.” (sayfa: 189-190-191)

Esma TURAN – Ocak 2018

DİPNOTLAR:

1-Kemal Tahir, Devlet Ana, İthaki Yayınları, 12.Baskı, Kasım 2014 (Yazı boyunca eserden yaptığımız ve sadece sayfa numarası verdiğimiz iktibaslar, bu nüshadandır.)

2-Ayraç Dergisi, Ekim 2017, 96. Sayı, sayfa: 10 (Kitaplar Arasında isimli derginin Nisan 1968 tarihli nüshasından iktibas edilmiştir.)

3- Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Yayınları, “Ölüm Odası – TARİH”, Arka kapak.

4- Zagon: Töre anlamına gelen bir kelime.

5- Öğse: Ucu yanmış odun parçası.

6- Ziya Nur, Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si, İrfan Yay. 5.Basım, Kasım 1991, s: 32, 33, 34

7- a.g.e. s: 32

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com