EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Stalin

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İZ BIRAKANLAR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ksm 12, 2017 11:37 pm    Mesaj konusu: Stalin Alıntıyla Cevap Gönder

“CAHİL GÜRCÜ” ÜSTÜNE KARIŞIK BİR DENEME
Gökhan YAMANGÜL
12 Kasım 2017



“MİLLİYETTEN ANLAMAZ GÜRCÜ”

Geçtiğimiz günler 29 Ekim resepsiyonunda, AKP Genel Başkanı Erdoğan tarafından 2017 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödüllerinden birisinin ünlü tarihçi Prof.Dr.İlber Ortaylı’ya verildiği açıklandı. İlber Hocayı televizyonda son görüşümün üstünden iki ayı aşkın bir zaman geçmişti. Katıldığı bir etkinlikte, Azerbaycanlı demek gerektiğini, Azerî kelimesinin, -argo bir ifade kullanarak- “Stalin hıyarı” tarafından uydurulduğunu ileri sürüyor ve şunu ekliyordu: “Stalin cahil bir Gürcüydü, milliyetten anlamazdı!”

“Cahil Gürcü” ifadesini duyunca, aklıma gelen ilk kişinin AKP Genel Başkanı olduğunu sanmayın. Evet, Başbakan olduğu senelerde, 11 Ağustos 2004 tarihinde yaptığı Gürcistan gezisi sırasında “Ben de Gürcü’yüm, ailemiz Batum’dan Rize’ye göç etmiş bir Gürcü ailesidir” dediği o günlerde çok yazılıp çizilmiş ve bu demece –tam 10 sene sonrasına kadar- herhangi bir yalanlama gelmemişti. Gürcülüğü ayrı tartışma konusu ama “cehalet” ve “milliyetten anlamazlık” konularında, Stalin’den çok daha evvel çağrışım yapması ve tartışılması gereken bir isim olmasına karşın, benim gerçekten ilk hatırladığım “şey” başkaydı.

İlber Ortaylı’da bu kelimenin kapsamının çok geniş olduğunu bildiğimden, onun tarafından aynı ithamla suçlanmak pahasına, Stalin’in “cahil” olduğu iddiasına katılamayacağım. Ekim Devrimi olarak da bilinen 1917 Bolşevik Rus Devriminin üstünden tam 100 sene geçti. Başta Lenin ve Troçki olmak üzere, o devrimi yapan çekirdek kadronun önde gelen isimleri, bütün gözü karalık ve aksiyoncu seciyelerinin yanında, aynı zamanda müthiş entelektüellerdi. Özellikle Lenin, kendisinden önceki Marksçıları boşluğa düşürecek kadar, ideolojiye yepyeni bir yorum katabilmiş, mühim bir teorisyendir. Eğer devriminde başarısız olsaydı, mesela, politik olarak en güçsüz ve yalnız olduğu Ağustos 2017’de, sakallarını kesip, bir çiftçi kimliği ile saklandığı Finlandiya’daki kulübesinde ölüp kalsaydı, bugün yine kitapları okunur ve tezleri tartışılmaya devam ederdi. Oysa çok değil, sadece iki ay sonra rüzgâr tersine dönecek ve Lenin’in istediği devrim gerçekleşecektir.

Stalin o kadronun içinde bilgi ve kültür bakımından en geri planda kalanlardan birisi olabilir; buna katılırım. Fakat kısa bir dönem bile olsa, meşhur Pravda Gazetesinin editörlüğünü yapan, “Marksizm ve Ulusal Sorun”, “Sosyalizm mi Anarşizm mi?” gibi kitapların müellifi Stalin’in cahillikle suçlanması, ancak İlber Hocanın ağız alışkanlığı ile açıklanabilir veya bir başka “milliyetten anlamaz Cahil Gürcü’ye” atıf yapmasıyla…

Stalin’in Azerbaycanlı yerine Azerî kelimesini uydurup dayatması, milliyetlerden anlamazlığını değil, bilakis ulusların yapısını çok yakından tetkik ettiği ve kendi ideolojisi için tehdit oluşturabilecek unsurlara nokta atışı politik saldırılar yapabilecek kadar konuya hâkim olduğunu gösterir. Kaldı ki, devrimden 10 sene önce, ta 1907’de kaleme aldığı “Marksizm ve Ulusal Sorun” yazısında da bu meselelerin üstüne düşmüştür. Ulusu, “bir ırk ve bir aşiret topluluğu değil, fakat tarihi olarak meydana gelmiş bir insan topluluğudur” diye tarif eden Stalin, tarihi süreç içerisinde bir arada görünen her topluluğun da millet olamayacağını örneklendirdikten sonra, “ulus, rasgele ve geçici bir topluluk değil, fakat istikrarlı bir insan topluluğudur” açıklamasını yapmış ve “DİL BİRLİĞİNİ” kendi tabiriyle “ulusun karakteristik belirtilerinin” en başına yerleştirmiştir. Bu konuda da o kadar samimidir ki, iktidarı tek başına ele aldığı uzun yıllar boyunca, Rusya’da eskiye dair hemen her şeye dokunmasına mukabil, Rusçaya dokunmamış ve Puşkin’in dilinden vazgeçmemiştir.

Daha sonra kültür birliği, toprak birliği, iktisadi birlik vs. devam eder. Evet, ulus tanımına kattığı yeni bir şey yoktur, hatta meseleyi ele alış biçiminde Durkheim kaynaklı olsa gerek, Ziya Gökalp’la paralel çok yeri de vardır. Zıtlıklar konuyu bağladıkları yerdedir. Özellikle Stalin’e ait şu ulus tanımı, Türkçülüğün Esasları’ndan süzülüp çıkmış gibidir: “Ulus, tarihi olarak oluşmuş, dil, toprak, iktisadi yaşantı birliği, ve kültür birliğinde ifadesini bulan ruhi şekillenme birliği temelinde oluşmuş istikrarlı bir insan topluluğudur.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun)

Buradaki, “ruhî şekillenme birliği” özellikle çok mühimdir. Şimdi bu yazıyı, Stalin’in “milliyet görüşünü” tahlil etmek amacıyla yazmıyorum. Demem o ki, İlber Hoca’nın ona dair söylediği tek doğru şey, Gürcü oluşudur. Ne cahildir; ne de milliyetten anlamaz birisi… Azerî diye bir topluluk icadına yeltenmesi de bundandır; onlara dayattığı harf devrimi de… “Modern Türkiye’nin Doğuşu”nu yazan tarihçi Bernard Lewis’ten öğrendiğimize göre “Arap yazısı” yerine Latin yazısını “ilk” düşünen Sovyet rejimidir. “Sovyetlerin bu latinleştirme politikasının bir amacı da İslâmlığın etkisini azaltmaktı. Diğer bir amaç da, şüphesiz ki, Sovyetler Birliği’nin Türkleri ile hâlâ Arap yazısını kullanan Türkiye Türkleri arasındaki teması kesmekti.” (B.Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Yay. 8. Baskı, s. 427)

Türkiye’de de aynı mesele gündeme gelince, Stalin, bu kez Latin alfabesinden vazgeçip, yerine Kiril yazısını koyuyor. Yani milliyetlere kayıtsız değil; hele çeşitli topluluklar arasındaki dil, kültür ve ırkî yakınlıklara… Bu nokta atışı hamleler tesadüf olamaz.

Stalin Gürcü kökenliydi ama üst kimliği Rusluktur. Tam karşılığı olmasa bile (bizim için kullanılan Türkî kavramı gibi) Rus olmayı bölgedeki çeşitli toplulukların bağlandığı merkezî – ana damar olarak görüyordu. Lenin’in iktidarında onunla en görünür plandaki çatışması da, bu “ulusluk” meselesinden çıkmıştır. Gürcü kökenli olmasına karşın, -tıpkı Ukrayna’ya engel olduğu gibi- Gürcistan’ın bağımsızlığına da karşıdır. Oysa “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” tezini ortaya atan Lenin bu ülkelerin bağımsızlık kararına saygı duyulmasını savunuyordu. O hasta yatağında çırpınadursun, Stalin’in dediği oldu ve ne Ukrayna’nın, ne de Gürcistan’ın bağımsızlığına müsaade edildi. Lenin’in hayal ettiği gibi bütün federasyonların eşit olduğu değil, Rusya merkezli bir Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kuruldu. Bu açıdan bakınca, Stalin’e “Rus ruhunun Turancısı” demek bile çok abes kaçmaz. Nitekim bugün ülkemizdeki çeşitli Marksist örgütler, Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” dövizini, biraz da tahrif ederek, Kürtçülüğe geçiş noktası yapabiliyor; lakin Stalin üstünden böyle bir meşruluk bulabilene ben tesadüf etmedim. Bizim bir Müslüman ve Türk olarak Stalin’le aramızdaki kan davası bir yana; ülkemizdeki birtakım Marksist çevrelerin onu günah keçisi ilan etmesinin ardında, etnik bölünmelere prim vermeyen, Kürtçülüğün kendisine yer bulamadığı bu merkeziyetçi yaklaşımı vardır. Uluslararası antipatikliğinin ardında da, elbette Türklere yapıp ettiklerinden çok, mesela kimi konuşmalarında Troçki’den “Çıfıt” diye söz ettiği rivayetleri olabilir.

Bu ne biçim “milliyetten anlamaz cahil bir Gürcü” ki, Rus kimliğini diğer ulus ve etnik kökenlerin kimlikleriyle eşitlemiyor, ataları dönemindeki hadiseler sebebiyle, herhangi bir tehcir için herhangi bir milletten özür dilemiyor ve Kars dâhil, Rusya’ya ait olduğunu düşündüğü toprakların peşinde koşmaktan vazgeçmiyor. İnsanın, keşke bizdeki “cahil” Gürcülerin de “milliyetten anlamazlığı” bu şekil olsa diyesi geliyor.

“CAHİL GÜRCÜ” VE ROMAIN ROLLAND
Diğer yandan Stalin, evet, bir Lenin ayarında teorisyen değildir ama iktidarı devraldığı zamandan 2.Dünya Savaşı sonuna kadar geçen süreçte, onunla teorik bir ideoloji ve felsefe tartışmasına girecek kültürel yetkinlikte bir devlet başkanı, ne Avrupa, ne de başka bir ülkede mevcuttur. Karşısında belki bir parça Mussolini kitabî bir seviye gösterebilir; onun dışında hemen hepsini cebinden çıkarır.

Geçen sene 20. Yüzyılın en önemli Fransız aydın ve romancılarından Romain Rolland’ın 150. doğum yılı olması münasebetiyle, kimi sol yayınlar, onun Rusya misafirliği sırasında 28 Haziran 1935 senesinde Stalin’le yapmış olduğu sohbet / röportajı yayınlamıştı. Tesadüf ettiğim zaman oldukça şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Çünkü Rolland alelade bir aydın değil, 20. Yüzyılın belki en mühim hümanist yazarı Stefan Zweing’ın, daha 1920’li yılların başında, hakkında AVRUPANIN VİCDANI adında bir kitap yazdığı isim. Zweing gibi bir deha bile Rolland’ın o kadar tesirinde kalıyor ki, daha sağlığında onun biyografisini kaleme alıyor. Meşhur Üç Büyük Usta adlı şaheserini de ona ithaf etmiştir.

Rolland, geçtiğimiz yüzyıl Fransız romanının Proust’la birlikte belki en önemli iki isminden birisi olmasına mukabil, Türk okuyucusunun pek tanıdığı bir isim değildir. Asrın başında kaleme aldığı ve ona Nobel’i getiren 10 ciltlik meşhur Jean Cristophe serisi 1940’lı yıllarda dilimize çevrilse de, pek rağbet görmemiştir. Ne yazık ki, ırmak roman türünün en güzel örneği kabul edilen bu serinin sadece ilk iki cildine, –Gün Doğarken ile Sabah adı verilenlere- erişip okuyabildim. Büyük Harp öncesinin Avrupa’sını bir müzisyen psikolojisinin duyarlılığı etrafında kusursuz tasvir eden bu roman serisine ulaşmak zor ama Tolstoy ile Beethoven’a dair yazdığı ve türünde en iyiler arasında kabul edilen iki biyografisinin çevirisi piyasada mevcut… Özellikle edebiyat ve müzikle ilgilenenlere tavsiye ederim.

1930’ların sonunda yaşanan bilmem kaçıncı “büyük temizlik” sonrası bu büyük romancının Stalin’e bakışı değişmekle birlikte, burada mühim olan, o “cahil Gürcü’nün”, “Avrupa’nın Vicdanı” olarak vasıflandırılmış böylesine büyük bir entelektüelin karşısına çıkıp, çatır çatır sohbet edebilmesidir. Keşke bizdeki “cahil Gürcüler” de çağın en önemli entellektüelleri tarafından kapısı çalınacak ve onlarla konuşabilecek seviyede olsa…

Şu ayrıntıyı da eklemek gerekir mi bilmiyorum? O yıllarda birçok Avrupalı yazar ve düşünürün Sovyetleri ziyaret edip, Stalin’le görüşmesini yadırgamamak gerekir. Bir defa, içeride olup bitenlerin çok azı dışarı sızabiliyordu ve bunların da ne kadar gerçek olduğu kimse tarafından tam olarak bilinmiyordu. Bu yazar ve aydınların Sovyetleri ziyaretindeki bir diğer ve daha önemli faktör de, onları dünyaca ünlü bir Rus yazarın, Maksim Gorki’nin davet etmesiydi. Rolland’da Gorki’nin misafiri olarak gidenlerdendir. Hatta bahsettiğim röportajının sonunda, Stalin’le Rolland arasında şöyle bir diyalog yaşanır:

(Romain Rolland (sandalyesinden kalkıyor): Doğrusu size şunu söyleyeyim. Benim için bu görüşme çok sıra dışı bir şey. Hiçbir zaman hiçbir yerde bu kadar iyi karşılanmamıştım.

Stalin: Yarın Gorki’nin evine gitmeyi düşünüyor musunuz?

Romain Rolland: Sanırım, Gorki yarın Moskova’ya geliyor. Kendisiyle birlikte onun yazlığına gideceğiz. Belki, sonrasında sizin yazlığınızda buluşma teklifinize uyabilirim.

Stalin (gülüyor): Benim kendime ait bir yazlığım yok. Biz Sovyet liderlerinin kendisine ait yazlığı olmaz. Bu, devlet mülkiyetindeki yazlık rezervlerinden biridir sadece. Bunu ben size ikram etmiyorum, bunu Sovyet hükümeti ikram ediyor. bkz: https://sendika62.org/2016/03/romain-rollandin-150-dogum-gunu-anisina-romain-stalin-soylesisi )

“CAHİL GÜRCÜ” VE GORKİ
Lafı Gorki’ye getirmem –tıpkı Stalin’in lafı ona getirmesi gibi- sebepsiz değil. Görünüşe bakılırsa ne özgür, ne güzeldir her şey ve Gorki’nin şahsında Sovyet yazarları nasıl da dilediğince yazıp çizmekte, ülkesine misafirler kabul edip onları dört başı mamur ağırlamaktadır. İmaj mükemmel.

Tam bir sene sonra, yine Haziran ayında, aralarında genç Jean-Paul Sartre’ın da bulunduğu Avrupa’nın onlarca saygın yazar ve düşünürü bir defa daha Sovyetlere gelir. Onları Rusya’da toplayan yine Gorki’dir. Fakat bu defa “tatil” için değil, tabutuna omuz vermeleri için… (Seneler evvel, Necip Fazıl’ın 1936 senesinde yayınladığı Ağaç Mecmualarının “tıpkı basımını” incelerken, Gorki’nin ölümünden sadece bir hafta sonra, derginin sıcağı sıcağına konuyu haber yapıp, Şerif Hulusi Sayman imzalı güzel bir yazıya yer verdiğini şaşkınlık ve sevinçle görmüştüm. O günün sınırlı iletişiminde Türk aydınının dünya fikir ve edebiyat cereyanlarıyla bu kadar yakından ilgilenebilmesi az şey değil. Bunda, Rus yazarın şöhreti kadar, dönem Türk aydınının duyarlılık ve merakını da okumak gerek.)

Günümüzde internetten Gorki’nin cenaze görüntülerinin videosunun ufak bir bölümüne erişmek mümkün. Tabutu omuzlayanların en önündeki ismi tahmin edersiniz: Josef Stalin. Ne kadar da saygılı ve üzgün görünüyor. Oysa, Koestler’in Gün Ortasında Karanlık romanında tutuklanmasını ve öldürülmesini anlattığı, 1917 devriminin en önemli liderlerinden Bucharin’in mahkemedeki iddiasına göre, Gorki’nin ani ölümünden de Stalin sorumludur. Gerçekten de, bugün Maksim Gorki hakkında yazılan çok yazı ve kitapta, ölümünün şaibeli olduğunun altı çizilmekte ve bazen açık, bazen ima yoluyla Stalin işaretlenmektedir. Hatta bu ölüme dair, dilimize Bir Devin Düşüşü adıyla çevrilen Igor Gouzenko imzalı bir de roman yayınlanmış ve soğuk savaş yıllarında anti-komünist cephe tarafından kullanılmıştır. Gorki’nin iç dünyasına girmekten oldukça uzak ama kronolojik olarak biyografisiyle örtüşen bu romandaki en mühim ve doğruluğu su götürmez yer, şurasıdır:

“Gorki’nin Sovyet yazarları arasında özel bir mevkii vardı. O, başarısı bakımından, diğerlerinin aksine, Hükümete hiçbir şey borçlu değildi. O, büyük yazar olarak şöhretini, İhtilâlden evvel yapmıştı. Lenin, onu arkadaşları arasında saymayı bir şeref telâkki ederdi. Stalin’de Lenin’i taklit ederek, Gorki’nin arkadaşı olduğu kanaatini yaymak için, mümkün olan her şeyi yapmıştı. Gorki’yle buluştukları zamanlar fotoğrafları çekilerek, arkadaşlıklarının delili olarak yurdun her tarafına dağıtılmıştı.” (Bir Devin Düşüşü, 1965, Tifdruk Matbaacılık, s. 18)

Gerçekten de, Gorki, Lenin’i çok sever. Tanışıklıkları Ana romanının yazıldığı yıllara, Bolşevik devriminden 10 küsur sene öncesine dayanır. Fakat çeşitli konularda sık sık tartıştıkları, hadiselere çok farklı yaklaştıkları da olmuştur. 1917 devrim sürecinde, Gorki başlangıçta mesafeli davranmış, sonradan dahil olmuştur. Devrim sonrası da aralarında bazı fikir ayrılıkları yaşanmış, yine de dostunu yalnız bırakmamıştır. Fakat daha sonra sağlık problemlerini bahane ederek İtalya’ya yerleşen Gorki, 1929 senesine kadar (Stalin iktidarının ilk beş senesinde) yurtdışında yaşamıştır.

1932 yılından itibaren Rusya’ya kesin dönüş yapan Gorki’nin yurtdışına çıkışına Stalin’in engel olduğu ve onu adı konulmamış bir göz hapsine aldığı rivayetleri vardır. Oysa görüntü hiç öyle değildir. Onun kesin dönüş kararı(!) alması üstüne, doğduğu şehre adını verdiler. Dünyada böyle bir “onura(?)” erişen başka edebiyatçı yoktur. “Hindistan’dan vazgeçeriz, Shakespeare’den vazgeçmeyiz” diyen İngilizler dâhil, başka herhangi bir edebiyatçının adı bir şehre verilmemiş, “burjuva dünyası” yazarlar için mahalle ve sokak isimleriyle yetinirken, âlicenap Bolşevik devrimi, Nijniy Novgorad’ın adını Gorki yapmış, onun şerefine haritaları, coğrafya kitaplarını değiştirmişlerdir.

Esasen Gorki’nin yurtdışına ve İtalya’ya yerleşmesi ilk defa olan şey değildi. Çarlık Rusya’sı döneminde de, hapisten çıktıktan sonra yurtdışına göç etmiş, uzunca yıllar İtalya’nın Kapri adası başta olmak üzere, buralarda yaşamış, kendisi gibi bir çeşit sürgün olan Lenin’le tanışıklığı da o dönemde dostluğa dönüşmüştür. Lenin ona misafir olur, Kapri sahillerinde beraber balık avlar, müzik dinler, Rusya’daki durumu konuşur ve zaman zaman tartışırlar. Bu dönemde yaşadıkları en büyük görüş ayrılığı “Tanrı” meselesine dairdir. Tafsilatı geniş ve bir başka yazı konusu…

Şimdi bazıları “dünyanın her tarafında bu kadar ünlü yazar ve düşünür dostu olan Gorki niye durumundan pek fazla ışık sızdırmamış?” diye merak edip sorabilir. Fakat senelerce İtalya’da kalmasına karşın, Gorki yabancı dil bilmiyordu. Ana’yı Amerika’dayken yazan ve bu ünlü propaganda romanı, Rusçadan evvel başka dillerde yayınlanan Gorki, ne ilginçtir ki, senelerini yurtdışında geçirmesine, dünyanın dört bir köşesinden hayranlarıyla mektuplaşmasına karşın yabancı dil öğrenmemiş, öğrenmeye de niyet etmemişti. Stefan Zweing, Dünün Dünyası isimli otobiyografisinde onunla ilk defa görüştüğü günü anlatır:

“Onunla birlikte bulunmanın gerçekte pek olağanüstü bir yanı vardı. Gorki hiçbir yabancı dil bilmiyordu, bende Rusçadan anlamıyordum. (…) Ama Gorki’nin dünya edebiyatının dâhi hikâyecilerinden biri olması, hiç de rastlantı sonucu değildi. O anlatırken, anlatılanı da yaşıyordu; dilini anlamadığım halde, yüzünün aldığı biçimlerden her şeyi kavrayabiliyordum. Aslında bir Rus görünüşü vardı; onu daha iyi anlatan bir deyim bulamıyorum. (…)

Onunla birlikte bulunmak, benim için Rusya’yı yaşamaktı; ama Bolşevik Rusya’yı ya da dünün ve günümüzün Rusya’sını değil, ölümsüz bir ulusun uçsuz bucaksız genişliğinde, güç dolu ve karanlık iç dünyasını yaşamaktı. Gorki o yıllarda henüz kesin bir karara varmış değildi; Lenin’le kişisel dostluğu vardı ama, o tarihte kendisini bütün bütün partiye bağlamakta tereddüt ediyordu. Kendi deyimiyle, papa ve papaz olmaya istekli değildi.” (Stefan Zweing, Dünün Dünyası, Milliyet Yay, 1971, s. 381-383)

Dünya aydın ve yazarlarıyla iletişim kurmak için daima tercümana ihtiyaç duyan Gorki, pek tabii olarak bu iş için herkese güvenemiyordu. Şu da onun Zweing’a yazdığı, 18 Eylül 1923 tarihli mektup:

“Azizim Zweing,
Beni öven mektubuna böyle geç cevap verdiğim için kusuruma bakma ve beni affet. Gecikmemin nedeni yabancı diller konusundaki cahilliğimden ileri geliyor. Sadece Rusça okuyup yazmasını bilirim ve benim ruh dünyamın derinliklerine kadar girebilen bir arkadaşım, yazacağım mektubu sana çevirecekti. Oysa tam bir aydan beri burada olmadığı için, mektubu yazmak mümkün olmadı.” (Maksim Gorki, Mektuplar, Ararat Yayınları, Çev: Zeyyad Özalpaslan, 1968, s. 124)

Bu iki alıntı, Lenin’in sağ olduğu yıllara aittir. Gorki, onunla yeri gelince tartışıyor, hatır koyuyor, farklı tavırlar alıyor; ama bütün bunlar iki yakın dost arasında kalıyordu. Mektuplarında, o yıllar sadece Zweing ve Rolland’la değil, Bernard Shaw’dan Knut Hamsun’a kadar dünyanın bütün ünlü yazarlarıyla yakınlık kurmaya çalıştığını görebiliyorsunuz. Tahminimce bunu Lenin’in ricası doğrultusunda ve yeni rejimin dünya aydınlarına sesini duyurması, onlar arasında itibar kazanması için yapıyordu.

Fakat dostunun ölümünden ve iktidarı Stalin’in almasından sonra, Gorki’nin etrafındaki çevirmen ve konuşmalarına aracılık eden tercümanlara güvenmesi artık mümkün değildir. Bunların polis olma ihtimali yüksektir ve Gorki bir çeşit göz hapsindedir. Nitekim kesin dönüşünden hemen önce, onun Sovyet idaresiyle ters düşer gibi olduğu dedikoduları duyulur duyulmaz, genç Sovyet yazarları arasında Gorki’ye yönelik bir çeşit “trol” saldırıları başlamış ve sadakatini yeniden ispatlamaya mecbur bırakılırcasına, psikolojik bir ablukaya alınmış, Sovyet topraklarında yaşamaya mecbur edilmiştir. O seneler Türkiye’de bulunan Nâzım Hikmet’in, onu “Lenin ve inkılâbı anlamamakla” suçlayan Mektup başlıklı şiiri de bu dönemlerin ürünüdür. Bütün içtenliğimle bir rastlantı olmasını dilerim.

GORKİ’NİN YOL ARKADAŞI “CAHİL GÜRCÜ!”
Bölüm başlığını bir öncekinin aynısı olarak düşünmeyin. Buradaki “cahil Gürcü” Stalin deği, Gorki’nin en ünlü eserlerinden birisinin kahramanıdır. Henüz 26 yaşındayken, 1894 senesinde Yol Arkadaşım isimli muhteşem hikâyesini yayınladığında, ortada ne Lenin, ne Stalin, ne de Bolşeviklik diye bir oluşum vardı. Esasen, ben Gorki’yi onu dünyaca üne kavuşturan romancı kimliğinden çok, yazarlığının bu ilk dönemlerindeki, bozkır hayatını ve serserileri anlattığı hikâyeleriyle severim. Onu “ihtiyar büyücü” dediği Tolstoy ve hikâye sanatının “nirvana”sı Çehov gibi ustalarla tanıştırıp, dostluk kurmasını sağlayan eserleri de bunlardır.

Geçtiğimiz ay, Ekim devriminin 100. yıl münasebetiyle, meşhur Ana romanını, hem de 20 küsur sene önce kenarına notlar aldığım nüshadan tekrar okuyunca gülümsemeden edemedim. Çok mühim bir detay varsayıp özene bezene çizdiğim bütün satırlar, örgütçülükle, “kitleyi bilinçlendirmek ve harekete geçirmekle” ilgili, derinliğine insandan eser olmayan kupkuru ajitasyon pasajlarıydı. Turgenyev’i 20 küsur sene sonra tekrar okuduğumda nasıl eski ön yargılarım kırılıp içimde ona dair taptaze bir sempati uyandıysa, Gorki’yi okurken tam tersi oldu. Gerçi Ana en uç örnektir; okuma şansı bulduğum diğer romanlarında asla bu derece romancı kimliğini arka plana atıp, politikaya angaje olmamıştır. Fakat yine de Çocukluğum dışında hiç birisinde, ilk dönem hikâyelerindeki özgür ruhlu ve insanlık sevgisiyle dolu, ön yargısız Gorki’yi bulabileceğimi sanmıyorum. Onun birazdan bahsedeceğim Yol Arkadaşım dışında, özellikle Yirmi Altı Adam ve Bir Kız, Çelkaş, Makar Çudra, Bozkırda, Körler Üzerine Türkü, Aşk Rüyası, Kalyüşa gibi hikâyelerini, ilgilenenlere hararetle tavsiye ederim. Gerçekçiliğin, ayakları yere basan abartısız bir romantizmle mayalandığı bu ince işlenmiş eserlerde, neredeyse Çehov’a yaklaşan bir insan kokusu, sıcaklık, edebî lezzet ve ustalık vardır. Şu veya bu “kutsal amaç” uğruna hileye tevessül etmeyen özgür bir ruhun kaleminden çıktığı her satırında belli olur.

Gorki romancılığının sanırım en büyük kusuru, kendisini Dostoyevski’nin tam karşısında konumlandırması ve o ne yaparsa tersini yapmaya çabalamasıdır. Dostoyevski’nin insan davranışlarında “bilinç dışına” ayırdığı payı kabullenemiyor ve onu “sosyal sınıf” refleksiyle açıklamaya çabalıyordu. Önceden, insanı doğrudan insanda yakalamaya uğraşan Gorki, politik kimliği ön plana çıktıkça, onu sınıfsal sorunların biçimlendirdiği bir mekanizma derekesine indirgemiş ve zaman zaman yaratıcı ruhunun anlık patlaması hâlinde çok canlı bölümler yazsa da, hemen ardından birçok ucuzluğu da eserlerine doldurmuştur.

“Burjuva hastalığı” dediği noktaları budadıkça, yazarlığının körelmesi, yaratıcılığının kısırlaşması ve tekdüzeleşmesi ne ilginçtir. Tabirimi mazur görün, 19. yüzyıl sonu Fransa’sında, insan davranışlarını soya çekime dayandıran ve sebep-netice ilişkilerini bilimsel laboratuarlarda arayan Emile Zola natüralizmi “bireysel gerçekçiliğin” bokunu çıkarmıştı; Gorki ise –ama daha çok onun izinden gidenler- “toplumcu gerçekçiliğin” bokunu çıkardı. Rusya’nın yeni Tolstoy’u olabilirdi; o ise –tabir bana ait değil- “komünist edebiyatın peygamberi” olarak tanınmayı seçti.

Sadece edebî değeri bakımından değil, hayatının bir köşesinde, “besle kargayı, oysun gözünü” sözünü hatırlatır bir arkadaşlık yaşayan herkesin büyük keyifle okuyacağına inandığım Yol Arkadaşı ise onun bir yazar olarak kafaca en özgür olduğu, ülke ve insan sevgisiyle dopdolu gençlik senelerinin ürünüdür. “İlber Hocanın Cahil Gürcü ifadesini duyunca, aklıma gelen ilk kişinin AKP Genel Başkanı olduğunu sanmayın!” derken ironi yapmıyordum. Gerçekten de aklıma ilk gelen Gorki’nin bu hikâyesindeki “Yol Arkadaşı” oldu.

Gençliğinde karnını doyurmak için onlarca çeşit işte çalışan, bir dilim ekmeğin peşinde koca Rusya’nın içinde dolaşmadık yer bırakmayan usta yazar, Gürcü’leri de çok yakından tanıyordu. Yazarlık hayatı Tiflis’te, demiryolu ameleliği yaptığı günlerde başlamıştı. Bugün oralardan geçen olursa, Tiflis tren istasyonundan demiryoluna baksın ve o rayları döşeyen yüzlerce ameleden birisinin dünyaca ünlü bir yazar olduğunu hatırlasın. “Ekmeğimi Kazanırken” romanında da, o günlerin izlerini görebilirsiniz. Kendi kendisini yetiştirmiş, arttırdığı üç kuruş parayla kitaplar satın almış ve diğer işçiler mola zamanları birbirlerine müstehcen fıkralar anlatırken, o köşesine çekilip harıl harıl okumuştur. Ama her daim asıl öğretmeninin kitaplar değil, “hayat” olduğunu da vurgulamaktan geri kalmaz:

“Kitapların önüme serdiği dünyanın zenginliği ve yenilikleriyle sevinçten başım dönmüştü önceleri. Onların bana insanlardan daha yakın, daha ilginç, daha yararlı olduğunu sandım; yanılmıyorsam yaşamın gerçeklerine kitapların penceresinden bakmak gözlerimi kamaştırmış, körleştirmişti beni. Ancak ÖĞRETMENLERİN EN AKILLISI ve EN GÜÇLÜSÜ OLAN YAŞAM, benim o hoş körlüğümü giderdi.”

Şimdi bu satırlara bakıp, Gorki’ye dair yanlış bir imaj oluşmasın. Bütün ömrünce okumaktan bir an bile vazgeçmemiştir ve hakkında yazılan bazı biyografilerden öğrendiğimize göre, evi bir şehir kütüphanesi kadar zengindir. Bu biyografi yazarlarından birisi olan romancı Kostantin Fedin’e yazdığı mektuplardan birisinde; “benim için her kitap gerçek bir mucizedir” diyen de aynı Gorki’dir. (bkz: Kostantin Feden, Gorki Aramızda, Kavram Yayınları, Çev: Hüsen Portakal, s. 94)

Onu hayıflandıran, tecrübeye dönüşmeyen, hayatın içinde sınanmayan okumalardı. Nitekim bahsettiğim Yol Arkadaşı hikâyesi şu cümlelerle biter: “Akıllı filozofların kalın kitaplarında bulunmayacak birçok şey öğretti bana. Çünkü yaşamın bilgeliği her zaman insanlarınkinden daha geniş ve daha derindir.”

Hikâyenin konusu kabaca şu şekildedir: Yazar, boğaz tokluğuna amelelik yaptığı Odessa limanında her gün aynı kişiyle karşılaşır. Bu kişi sürekli oturur ve bomboş gözlerle limanın sularını seyreder. Bir gün ona yaklaşır ve “aç mısın?” diye sorar. Yabancı sırıtır ve hemen elindeki yiyeceklere atlar, hırsla yemeye başlar. Daha sonra konuşurlar. Bu kişi bir Gürcü prensi olduğunu söyler. Kafkasya’da yaşayan zengin bir toprak sahibinin tek oğludur. Ama yolculuğu sırasında soyulduğunu, bütün servetini kaybettiğini, evine nasıl döneceğini bilemediğini öğrenir. Yazarı temsil eden hikâye kahramanı ona üzülür ama cebinde bilet alacak parası yoktur. Zaten buralardan da sıkılmıştır. En sonunda yürüyerek Tiflis’e gitmeye karar verirler. Oysa bu aylar sürecek bir yolculuktur. Bazen boğaz tokluğuna gündelik iş bulurlar, ancak Gürcü prens çalışmak istemez, diğeri tek başına çalışır ve tek kişilik yiyeceği ikiye bölmeleri gerekir. Oysa Gürcü prens yarım menüyle doymaz ve bazen zorla, bazen gizlice çalışanın payına düşeni de alır. Bazen çalıp çırpmak zorunda kalırlar. Yakalandıkları zaman Gürcü prens hemen kendisini aradan sıyırır ve suçu onun uğruna yola çıkan arkadaşına atar. Dört ay süren yolculukları boyunca, hikâye kahramanı prens olduğunu iddia eden bu Gürcü’nün ne kadar cahil, nankör ve ahlâksız olduğuna, ilk fırsatta kendisini sattığına ve her zaman da en ucuz menfaat için satmaya hazır olduğuna defalarca tanık olur. Ama bir kere yola çıkmışlardır; dönmek olmaz.

Bu Gürcü keyfi yerinde olduğu zamanlar bol bol vaatte bulunur, Tiflis’e ulaştıkları gün onu sarayında ağırlayacağını, dillere destan ziyafet döşeyeceğini, babasının da ona bu iyiliği karşılığında çok hediye vereceğini söyler durur. Defalarca ölüm tehlikesi atlatır, haydutlara esir düşer, çaldıkları kayık fırtınada devrilir ve ölümden kıl payı kurtulurlar.

Nihayet bata çıka Tiflis’e varırlar. Ödül ve ziyafet vaatleri tavan yapar. Oysa kahramanın Gürcü prensten tek beklediği bir teşekkür, sıcak bir çorba ve bir gece de olsa rahat bir uykudur. İzbe bir sokağın köşesinde, “sen bekle, ben saraya haber verip seni aldırayım, buradan ayrılma!” diyen Gürcü prens bir kaybolur ki, bulabilene aşk olsun. Ne saray vardır, ne de öyle bir prens… Bildiğin ayak takımından avare bir serseriyi aylarca sırtında taşımıştır. Oysa onun uğruna hırsızlık yapmış, risk almış, ama yol arkadaşı bir teşekkürü bile çok görüp, işi bittiği anda onu ortada bırakmıştır.

İşte, İlber Hocanın sözünü duyar duymaz aklıma gelen ilk “Cahil Gürcü” budur. Milliyetten anlamazlık ve cahillik konusu görecelidir; ancak, Gürcülük üstünden tartışılan iki meşhur politik figürün de sanırım bu hikâye eksenindeki en ayırıcı vasıfları, hedefe yol arkadaşlarını harcayarak yürümeleri ve adam kullanmasını çok sevmeleridir. Gürcü Stalin, onlarla işi bitince yakın arkadaşlarından kurtulmanın bir yolunu bulur ve ekibini yenilerdi. Etrafındaki yakın çevreyi itaatkâr kılmanın bir yöntemiydi bu. Birbirlerine bu açıdan ne kadar da benziyorlar, değil mi?

Ama Rusya’nın “cahil Gürcüsü, yoksul bir tarım ülkesi olarak devraldığı ülkeyi, 30 yıldan az bir sürede dünyanın en büyük sanayi memleketlerinden birisi olarak bırakmıştır. Bugün Putin dünyanın en çekinilen ikinci lideri ve Rus ordusu en etkili ikinci vurucu güçse, o “cahil Gürcü”nün bıraktığı miras sayesindedir. On binlerce kölenin kanı pahasına, bir bataklık üzerine Petersburg’u inşa eden Deli Petro’yla birlikte, Stalin, Rusya’yı “yoktan var eden” dedikleri türden ikinci kişidir. Marksist görüş açısından yeri ne olursa olsun, Rus Milliyetçiliği adına bir o kadar kıymetli sayılması gerek. Ne yazık ki, Petro gibi onun ellerindeki Müslüman ve Türk kanı da, yıkamakla geçmez. Sovyetlerin dağılmasından sonra açlık sınırına gelen Rusya’yı kısa sürede bugün bulunduğu noktaya taşıyan Putin’i de Rusya tarihi açısından Petro ve Stalin zincirinin üçüncü halkası saysak yeri.

Ya bizdekinden geriye kalacak olanlar? Darmadağın edilip kuşa çevrilmiş bir ordu, bütün fabrikaları yabancılara satılmış, parçalanmanın eşiğinde bir ülke… Birileri “cahil ve milliyetten anlamaz” mı dedi? Sanırım en ortak noktaları, Gorki’nin “Yol Arkadaşı” hikâyesi…

Gökhan YAMANGÜL

12 KASIM 2017

Kaynak:Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İZ BIRAKANLAR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com