EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Kur'an ile aldatanlar

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Mar 23, 2009 11:09 pm    Mesaj konusu: Kur'an ile aldatanlar Alıntıyla Cevap Gönder

Operasyonel Meal Yazıcılığı ya da Meal Üzerinden Din Tasavvuru İnşası

Dr.Ebubekr SIFİL'in ,Mustafa İslamoğlu'nun meal tefsirine getirdiği eleştirilerin sadece kısa bir bölümü RIHLE dergisi tarafından yayınlandı.Daha önce de Cüppeli Ahmet Hoca'nın Mustafa İslamoğlu'na uyarıda bulunarak ağır bir şekilde eleştitilerine muhatap olan İslmoğlu bakalım bu eleştiriye ne yanıt verecek? Rıhle Dergisi'ni Ehl-i Sünnet'i müdaafa için yaptığı bu çalışmasından dolayıda Tebrik ederiz.

23/03/2009

İmaj nedir?

İçi doldurulamamış şeyin dışını süslemek galiba.

Kur’ân mealini konu edinen bir yazının başında "imaj"ın ne işi olabilir diye düşünenler olacaktır şüphesiz. Hemen söyleyeyim. Vaktiyle Muhammed Esed'in dilimize Kur’ân Mesajı adıyla çevrilen meal-tefsiri piyasaya arz edildiğinde de benzeri bir hava oluşturulmuştu. Oysa muhtevasındaki baskın Muhammed Abduh etkisi ve şazz zenginliği, Esed mealinin bütün imajinatif ihtişamını yerle bir eden bir unsur olarak dikkat çekiyordu. Bu hava, içinin/muhtevasının, imajinatif gücüyle hayli orantısız biçimde yetersiz kalması sebebiyle eserin şişkin/dolgun görünmesini sağlayan bir vasıta oluyor.

Mustafa İslamoğlu'nun Hayat Kitabı Kur’ân/Gerekçeli Meal-Tefsir isimli çalışmasını okumaya başladığımda benzer duygular yaşadım. Bu sadece iki eser arasındaki sistematik aynîlikten değil, istikametlerinin paralelliğinden, dillerinin yakınlığından, hatta ilkinin ikincisine kaynaklık edişinden ve yapı-bozumcu yaklaşımlarından da kaynaklanıyor olmalı. Emin olduğum bir şey var: İslamoğlu mealinde öylesine baskın bir Esed etkisi var ki, mealin üstündeki incecik İslamoğlu örtüsünü her kaldırdığınızda altından ya lafzen veya manen Esed'in çıktığını görüyorsunuz. Bu, pek çok ayetin neredeyse kelimesi kelimesine aynı tarzda meallendirilmesiyle kendisini kolayca ele veren bir aynîlik…

Bununla birlikte İslamoğlu mealine "işçilik" olarak hayli emek verildiği hemen anlaşılıyor. Burasını teslim edelim. Her ne kadar açıklamalardaki çapraz atıflar, okuyucuda "oradan oraya koşturulmak" gibi bir duyguya yol açabilecek yoğunlukta ise de, hem "meal-tefsir" yazmak, hem de bunu "gerekçeli" kılmak kaçınılmaz olarak böyle bir zorluğu doğuruyor besbelli…

Yazının daha başında, söz konusu meali karalamak için yola çıkmış ve kendince bazı şeyler de bulmuş birisi olarak görülme riskini göze alıp, vardığım sonucu sizinle paylaşmam ne kadar doğru olur? Doğrusu bu noktada tereddütler yaşamadım değil. Ortada yılların emeği, göz nuru bir çalışma var ve en azından bu gayretin görmezden gelinmesi büyük bir haksızlık olur.

Ne var ki öte yanda görmezden gelinemeyecek daha önemli bir gerçek duruyor: Yapılan iş bir "meal" çalışması ve ne kadar saygıdeğer olursa olsun hiçbir emek, Kur’ân'ın bir tek ayetinin dahi en küçük bir anlam kaymasına maruz bırakılmasına tepkisiz kalmayı mazur göstermez. Bunun, bir tek ayetin yanlış anlaşılmasıyla sınırlı bir durum olarak tolere edilemeyeceği açıktır. Zira, hem sorumluluk sahibi hiçbir mü'minin Kur’ân'ın bir ayetinin anlam kaymasına uğratılmasına (tahrifine) göz yumması mümkün değildir, hem de yapılan işin yeni bir "din tasavvuru oluşturma" çabasının bir yansıması olarak ayrıca hassasiyetle izlenmesi gerektiği açıktır. Bu noktada yaptığım işin, en azından İslamoğlu'na bu meali yazdıran hassasiyetten farklı değerlendirilmesinin benim maksadımla örtüşmeyeceğinin bilinmesini isterim…

Notlar alarak ve bütün çapraz atıfları ve referansları kontrol ederek piyasaya ilk arz edildiği zamandan okumaya başladığım bu çalışmayı henüz bitirebilmiş değilim. Elimdeki notların kabarıklığına bakılırsa, eseri okumayı bitirdiğim zaman söylenmesi gerekenler olarak gördüğüm hususları ancak bir kitapta toplayabileceğim. Bununla birlikte Hayat Kitabı Kur’ân'la ilgili bazı notları, Rıhle okuyucularıyla önceden, bir dergi yazısının sınırları ne kadarına elveriyorsa o kadar paylaşayım istedim.

Not alırken yaptığım basit taksimat bu yazının da sistematiğini oluşturacak: Yanlış/zorlama çeviriler, Gereksiz/Uygunsuz ifadeler, Yanlış hükümler, Teknik arızalar, Yetersizlikler. Ancak bu başlıkların tümünü buraya yansıtmadığımı ve zikredeceğim hususlar arasında önemli-önemsiz sıralaması yapmadığımı belirtmeliyim. En baştan, Fâtiha suresinden başlayarak bir dergi yazısının sınırlarını fazla zorlamadan gidebildiğimiz kadar gidelim ve nelerle karşılaşmışız, görelim:

I. Yanlış/Zorlama çeviriler

1. 1/el-Fâtiha, 4. ayetini, "(Rabbimiz!) Yalnız sana kulluk ettiğimiz için yalnız senden yardım isteriz" şeklinde meallendiren yazar, bunun gerekçesine ilişkin notta "Vav'ın ta'lîl vurgusuyla" diyor.

Burada iki problem dikkat çekiyor:

A. "İyyâke na'budu" ve "İyyâke nesta'în" cümleleri arasındaki "vav" harfinin "ta'lil" vurgusuna sahip olduğu, İslamoğlu'nun keşfidir ve daha önce herhangi bir müfessir tarafından –bildiğim kadarıyla– ileri sürülmemiştir. Esasen nahivciler de "vav" harfini illet ifade eden harfler/edatlar arasında saymamışlardır.

(Aranot 1: Burada bir noktaya dikkat çekelim: İbni Hişam Muğnil-Lebib'de "vav"ın anlamlarını zikrettikten sonra bir eleştiri notu olarak el-Hârzenci'nin mansub (edatla nasb edilmiş) fiillere dâhil olan "vav"ın "lâm-ı ta'lil" anlamında olabileceği yönündeki görüşünü aktarır ve tenkit eder. Zikrettiği örneklerdeki "vav"ın "lâm-ı ta'lil" anlamında değil, "maiyyet" anlamında olduğunu belirtir. Bkz. Muğni'l-Lebîb: IV, 373-4.

Kaldı ki, el-Hârzenci'nin tenkit edilen bu görüşü doğru kabil edilse bile, İslamoğlu'nun buradaki iddiasına gerekçe teşkil etmez; zira el-Hârzenci, mansub fiillere dahil olan "vav"dan bahsederken, bu ayetteki "vav" ismin/zamir-i munfasılın başına dahil olmuştur.

Ayrıca el-Hârzencî'nin burada kastettiği ta'lilin içeriği İslamoğlu'nun anladığının tam aksidir. İslamoğlu "vav"ın ta'lilini, "ma'lülün illete atfı" şeklinde anlarken, el-Hârzencî tam aksine "illetin malüle atfı"ndan bahsetmektedir.)

B. İslamoğlu'nun bu "gerekçe"si, illet-ma'lul ilişkisini göz ardı ettiğini veya gereği gibi kavrayamadığını gösteriyor ki, Allah Teâlâ’nın bize ne dediğini anlatma iddiasında olan bir meal yazarı için her ikisi de hoş görülemeyecek arızalardır. Ma'lul'ün varlığı, illetin varlığı üzerine deveran eder. İllet varsa ma'lul vardır, illet yoksa ma'lul de yoktur.

Üzerinde durduğumuz ayetlerde ise illet-ma'lul ilişkisi şöyle kuruluyor: Yalnız sana ibadet ettiğimiz için (illet), yalnız senden yardım isteriz (ma'lul). Bu durumda, illet-ma'lul ilişkisi gereği şunu söylemek durumundayız: Allah Teâlâ’dan başkasına şu veya bu şekilde/gerekçeyle ibadet edenler, Allah Teâlâ’dan yardım istemezler! Ya da mü'minler yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ettikleri için, Allah Teâlâ’dan başkasından yardım istemezler!

Yukarıdaki kurguların ikisi de yanlıştır. Allah Teâlâ’dan başkasına kulluk edenler, söz gelimi halıkiyet vasfını Allah Teâlâ’ya tahsis ettikleri halde ulûhiyet ve/veya rubûbiyet özelliklerini başka varlıklara atfedenler, bu tutumlarıyla Allah Teâlâ’dan başkasına kulluk ettikleri halde yardım isteme mercii olarak Allah Teâlâ’nın görülmesini reddetmezler, fiilen de O'ndan yardım talebinde bulunurlar.

Keza kulluğu yalnızca Allah Teâlâ’ya arz eden mü'minler, günlük hayatlarında başka varlıklardan da yardım talebinde bulunurlar. Hastanın doktora gitmesi de, ağır bir yükün altına giren birisinin, başkasının kas gücünden yardım alması da bu çerçevededir.

Bu mealin "gerekçesi" sadedinde yer verilen, "Yardım edenin gerçekte sadece Allah olduğunu bilenler, sadece Allah'tan yardım isterler. Zımnen: Duanın kıblesini Allah'tan başkasına çevirmek, ona kulluk etmek demektir. İbadet Allah'ın razı olduğunu yapmak, ubudiyet Allah'ın yaptığından razı olmaktır…" cümleleri, ayet hakkında "tefsir" olarak kabul edilebilir belki, ama kesinlikle ayetteki "vav"a illet vurgusu yükleyerek verilen anlamı makbul kılmaz, mazur göstermez!

Bu meal tarzı sadece bu sebeplerle değil, mü'minlerin, Allah Teâlâ’ya ibadet etmek için dahi O'ndan yardım istemek durumunda oldukları gerçeğini örttüğü için de hatalıdır.

"Mü'min" olmak mı, "mü'minlerle" olmak mı?

2. 2/el-Bakara, 8: "İnsanlardan öyleleri de var ki, "Allah'a ve âhiret gününe inandık" derler; ama onlar mü'minlerle değiller."

Bu meale düşülen notta da şunlar söylenmiş: "Veya bâ'nın maiyet vurgusuyla: "mü'minlerle beraber değiller". Bir özneden bir eylemi fiille değil de ism-i faille nefyetmek, onun sıfatından değil, zatından ve cevherinden dışlamaktır. Buna nefyin haberinin bâ ile gelişi de ilave edilirse şu anlama ulaşılır: "Onlar, özden inanma imkânlarını tercihleriyle tüketmişler, bunun üzerine Allah da onların inanma ihtimallerini ortadan kaldırmıştır…"

İlgili ayetin üstüne bu kadar açıklama yapacak kadar düşmüş birisinin, yanlışın üstünden geçip gitmesi ve ilgisiz açıklamalarla meseleyi adeta boğuntuya getirmesi anlaşılır gibi değil.

Burada "mü'minlerle değiller" diye çevrilen kısım, "ve mâ hüm bi mü'minîn"dir. İmdi;

A. Bâ harfine "maiyet vurgusu" yüklenmedikçe bu anlama ulaşılması imkânsız olduğu halde "gerekçe" kısmında farklı birşey söylüyor gibi yapmak sırıtıyor!

B. Bâ harfine burada maiyet vurgusu yüklemek doğru değil. Doğrusu; buradaki "bâ"nın tekit ifade ettiğini söylemektir. İslamoğlu'nun çevirisine kulak asacak olursak, yaratma ve takdir etme konusunda hiçbir gücün Allah Teâlâ'nın kudretinin önüne geçemeyeceğini ifade eden "Ve mâ nahnu bi mesbûkîn"[1] ayetinin, "Biz, önümüze geçenlerle değiliz" şeklinde anlaşılması gerektiğini söyleyeceğiz!! Yahut öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden müşriklerin –aynı formda gelen–, "Ve mâ nahnu bi meb'ûsîn"[2] ve "Ve mâ nahnu bi münşerîn"[3] ayetlerinin "Biz diriltileceklerle birlikte değiliz" ve "Biz neşrolunacaklarla birlikte değiliz" dediğini kabul etmemiz gerekecek…

"El" ailesi!

3. 2/el-Bakara, 21. ayetinin, "Ey insanlık ailesi" diye başlayan mealine şöyle bir not düşülmüş: "Eyyuhâ bir kalıp ifadedir. Hatibin muhatabı "aile" olarak gördüğü durumlarda kullanılır (İtkân, II, 181)."

Bu "gerekçe"yi okuyanların aklına hemen "Yâ eyyuhe'n-Nebî…"/"Yâ eyyuhe'r-Resûl…" diye başlayan ayetlerin gelmemesi mümkün değil. Acaba Efendimiz (s.a.v) "tek başına bir aile" olarak mı ifade buyurulmuştur?!

Mesele şu: İmam es-Süyûtî, Kur’ân'da geçen harflerin (edatların) anlamları üzerinde dururken "Ey" nida edatının vecihleri/fonksiyonları üzerinde duruyor. Bunlardan birisi de "elif-lam" takısı almış (ma'rife) kelimenin müsemması olan muhataba hitapta köprü görevi üstlenmesi; "Yâ eyyuhe'n-nâs, Yâ eyyuhe'n-Nebî" cümlelerinde olduğu gibi. Yani bu nida edatı, başında "lâm-ı ta'rif" bulunan kelimenin öncesine geldiğinde "eyyuhâ" formuna evriliyor.

İslamoğlu buradaki "lam-ı ta'rif"i anlatan "el"i (elif-lam harflerini) "Âl" (:aile) diye okuyunca ortaya, böyle bir garabet çıkıyor. Başına "eyyuhâ" edatı gelmiş kelimeler ister tekil, ister çoğul olsun "aile" oluşturuveriyor ve bu, bütün meal boyunca devam ediyor!..[4]

"İman etmek", "imana ulaşmak", "mü'min olmak"

4. 2/el-Bakara, 24'deki "Fe in lem tef'alû ve len tef'alû…" şöyle meallendirilmiş: "Ama eğer şimdiye kadar (bunu) yapamadınızsa, bundan böyle de asla yapamayacaksınız demektir…"

Kur’ân, bir suresinin benzerini getirmeleri konusunda kâfirlere meydan okuyor. Meali zikredilen ayetin evvelinde şöyle buyuruluyor: "Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân'dan şüphede iseniz, haydi onun gibisinden bir sure meydana getirin ve Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın. Eğer (sözünüzde) sadıksanız bunu yapın." Bu meydan okuyucu çağrının arkasından da şöyle buyuruluyor: "Eğer bunu yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız–, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının."

İslamoğlu'nun meallendirme tarzında, kâfirlerin çağırıldıkları şeyi ilkin yapamamış olması, daha sonra da yapamayacaklarının delili kılınmış. "… şimdiye kadar (bunu) yapamadınızsa, bundan böyle de asla yapamayacaksınız demektir…" ifadesi, şart ve cevap cümleleri olarak birbirine bağlanmış mürekkep bir cümle. Oysa ayette, başında şart edatı olan "in"in yer aldığı cümle devam ederken "ve len tef'alû" (ki hiçbir zaman yapamayacaksınız) şeklinde bir cümle-i i'tiraziyye geliyor (başındaki "i'tiraziyye vavı" bunu açıkça gösteriyor), ve bunun arkasından şartın cevabı "fe" ile başlayan "fe'ttekû'n-nâr…" cümlesi yer alıyor. Şart ve cevabının atlanmasıyla ve dahi "gelecek zamandaki olumsuzluğu anlatan "len" edatının vurgusunun da işlevsizleştirilmesiyle ortaya çıkan bu çeviri hatası, hiç yoktan ortaya bir sebeb-müsebbeb ilişkisi çıkarıyor! Sanki Allah Teâlâ, kâfirlerin, Kur’ân'ın bir benzerini getiremeyeceklerini, şimdiye kadar getirmemelerine bakarak anlamış gibi!! "Yapamadınız, yapamayacaksınız da" ile "Yapamadınız, demek ki yapamayacaksınız" arasındaki farkı fark etmek için özel bir çaba gerekmiyor…

5. 2/el-Bakara 25'teki "Ellezîne âmenû"yu "İmana ulaşanlar" olarak çevirmek nasıl bir gerekçeye dayanır? (Esed: "İmana ermiş olup …") "Gerekçe kısmında" zikretmediği için İslamoğlu'nun bu çevirisinin hikmetini anlama imkânından mahrumuz. Ama bir husustan eminiz ki, "imana ulaşmak" ile "iman etmek" aynı şey değildir. "İmana ulaşmak", iman götüren verilere ulaşmak, imanı tanımaktır; belki iman etme sürecinin başlangıcıdır. "İman etmek" ise kalbî bir itminanla iman edilecek umdeleri tasdik ve ikrar etmektir; imanın kalbe yerleşmiş olması halidir yani. "Eve varmak"la "evin içinde olmak" arasındaki fark gibi…

Her ne kadar İslamoğlu 4/en-Nisâ, 136. ayetine düştüğü notta et-Taberî'yi referans göstererek Kur’ân'ın "ellezîne âmenû" formu ile "mü'minûn" formunu farklı anlamlarda kullandığını söylerse de, et-Taberî, 4/en-Nisâ 136. ayetinin tefsirinde tamamen farklı şeyler anlatır. Orada söylediği kısaca, "Ey iman edenler, (…) iman edin" ayetinin, kendi kitaplarına iman ettikleri iddiasındaki Ehl-i Kitab'ın, bu iddialarında doğru olabilmeleri için Kur’ân'a ve Efendimiz (s.a.v)'e de iman etmeleri gerektiğidir.

Kur’ân'ın "ellezîne âmenû" formu ile "mü'minûn" formunu farklı anlamlarda kullandığı iddiasının bizzat Kur’ân ayetlerindeki kullanımdan delillendirilmesi mümkün değildir. Zira pek çok ayette bu iki formun bir arada ve aynı zümreyi anlatmak üzere geçtiğini biliyoruz. Aşağıda bunların küçük bir dökümü verilmiştir:

* "Ey iman edenler (ellezîne âmenû)! Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri (siz) kendinize haram kılmayın. Aşırı da gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah'ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz (mü'minûn) Allah'tan korkun.[5]

* "İman edip (ellezîne âmenû) hicret eden ve Allah yolunda cihad edenlerle onlara kucak açıp yardım edenler var ya, işte gerçek mü'minler (mü'minûn) onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır."[6]

* Mü'minler (mü'minûn) o kimselerdir ki, Allah'a ve Peygamberi'ne iman etmişlerdir (ellezîne âmenû). Onlar o Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken O'ndan izin istemedikçe bırakıp gitmezler…"[7]

Bu örnekler, İslamoğlu'nun bu keşfinin, Kur’ân tarafından desteklenmeyen bir "farklılık arayışı" çabasının ürünü olmaktan başka bir anlam taşımadığını ortaya koymaktadır.

Ama bu maddenin başındaki soru hâlâ geçerliliğini koruyor: "ellezîne âmenû" niçin "imana ulaşanlar" demektir?

6. 2/el-Bakara, 34: "İşte o zaman meleklere demiştik ki: "Âdem(oğlu) için emre âmâde olun. İblis hariç hepsi emre âmâde olmuştular." (Aynı emri, buradakiyle aynı lafızlarla geldiği başka yerlerde, mesela 17/el-İsrâ, 61'de ise "Adem'e secde edin" diye, 7/el-A'râf, 11'de –kendi tabiriyle "lam-ı leh vurgusuyla"– Âdem(oğlu) lehine emre âmâde olun" diye çevirmesinden hasıl olan garabet üzerinde durmuyorum.) (Esed: "Sonra Meleklere "(Haydi!) Adem'in önünde yere kapanın" dediğimizde…")

Bu meallendirmede dikkatimizi çeken husus, "secde" emrinin "emre amade olmak" şeklinde verilmesi. Acaba meleklerin Hz. Adem (a.s)'ın veya Ademoğlunun emrine amade olması İslamoğlu için ne ifade ediyor? "Emre amade olmak" tabiri, birinin emri altına girmeyi, her emrini yerine getirmeye hazır olmayı ve emrinden çıkmamayı ifade eder. Meleklerle insan arasında böyle bir ilişki mi var?..

Adem'e secde'nin bir "ibadet secdesi" değil, "tahiyye secdesi" olduğunu ve bizzat ibadet secdesinin mercii tarafından emir buyurulduğunu söylemek varken bu saçma sapan tekellüfün mantığı nedir?..

"Namaz" mı, "dik durmak" mı?

7. 2/el-Bakara, 45'deki "sabır" ve "namaz"ın nasıl olup da "direnme"ye ve "dik durma"ya dönüştüğü gerçekten merak konusu. Kök anlamlardan yola çıkarak ıstılahları keyfemâyeşâ sıradan kelimelere dönüştürmek sadece yanlış değil, aynı zamanda "tehlikeli"dir!

(Aranot 2: İlginçtir, "salât"ın kök anlamına indirgenerek sıradanlaştırılması sonucu ne türlü garabetlerin ortaya çıktığını, "Kur'anî namaz ya da dinin direği nasıl yıkılır?" tarzındaki ara başlık altında Hint Kur'aniyyun ekolünden yaptığı ironi dolu aktarımlarla anlatan da İslamoğlu'ndan başkası değil! (Bkz. Üç Muhammed, 188 vd.)

Öte yandan bu ayette sabır ve namazla Allah Teâlâ'dan yardım istemesi tavsiye edilenlerin kime "direnmeleri" ve hangi olay karşısında "dik durmaları" istenmektedir? İsrailoğulları'na hitapla başlayan ayetler arasında yer alan bu ayet kime hitap etmektedir? Akıp giden bağlam esas alınacak olursa hitabın İsrailoğulları'na yönelik olarak kabul edilmesi mümkün. Eğer bu doğruysa, İsrailoğulları kime ve neye karşı direnerek ve dik duruş göstererek Allah Teâlâ'dan yardım isteyecektir? Şayet hitap Medine'de hakimiyeti ellerinde bulunduran Mü'minler'e ise, hangi baskı karşısında direnip dik duruş sergileyeceklerdir?..

Kök anlamından yola çıkarak herhangi bir kavrama farklı yerlerde farklı anlamlar yüklemek bir noktaya kadar ve belli kıstaslar çerçevesinde kabul edilebilir. (Bu kıstasları kabaca kök anlam/bağlam ilişkisi, fasih Arapça’daki kullanım, nakil/rivayet unsuru olarak çerçeveleyebiliriz.) Ancak yapısı gereği anlamı “tahsis ve tayin edici” özelliğe sahip olduğunu göz ardı ederek kavramları bu örnekte gördüğümüz tarzda yerinden oynatmak, başka değil, sadece "tahrip"le sonuçlanacak bir eylem olacaktır.

İşbu "salât" kelimesi İslamoğlu mealinin en fazla tahrip ettiği kavramlardan birisi olarak üzerinde özel olarak durulmayı hak ediyor. Aşağıda Yetersizlikler arabaşlığı altında bu nokta üzerinde kısaca duracağım.

Allah'a saygı duymak

8. Aynı ayetteki "hâşi'în" kelimesinin "Allah'a saygı duyanlar" olarak çevrilmesi, evvelindeki operasyon ile birlikte ele alındığında ayrı bir "inşa" faaliyeti olarak dikkat çekiyor. Buradaki "huşû’" mü'min şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası olarak namaz dışında da mevcut olması gereken, ama namaz içinde zirve noktasına ulaşan bir "hal"dir ki, kısaca "kemal-i tevazu ile Yüce Allah'ın emirlerine boyun eğmek, el-Mütekebbir'in huzurunda mütezellilane boyun eğmek" anlamlarını muhtevidir. Bu anlamda sadece Allah Teâlâ'ya karşı arz-ı ubudiyet bağlamında kullanılabilir. Dolayısıyla mü'min, Allah Teâlâ dışındaki hiçbir güç sahibine, hiçbir otorite ve makama "huşu" duymaz. Bunu, bu kelimenin Kur’ân'da sadece Allah Teâlâ'nın kudreti, azameti, celali ve büyüklüğü karşısında insanın yaşadığı, yaşayacağı, yaşaması gereken tezellül, korku ve inkıyad hali olarak geçiyor oluşu da güçlü biçimde desteklemektedir. Bu öyle bir "hal"dir ki, el-Buhârî'nin naklettiği Kays b. Ubâd rivayetinde olduğu gibi[8] insanın yüzüne yansır.

Hadis metinlerinde de bu kelimenin bu anlam dışında kullanıldığını görmek mümkün değil.[9] Efendimiz (s.a.v), kendisinden sonra ilmin alınıp kaldırılacağını haber verdiği zaman Sahabe, Kur’ân'ı kendilerinin okuyup, kadınlara ve çocuklara da okutup öğrettikleri halde ilmin nasıl olup da kaldırılacağı sorusuna, Tevrat ve İncil'in de Yahudi ve Hristiyanların elindeyken onlara bir fayda sağlamadığını hatırlatarak mukabele etmişti.[10] Büyük sahabî Ubâde b. es-Sâmit'in, bu hadisin ne anlama geldiği sorulduğunda, "İnsanlardan ilk kaldırılacak olan ilmin "huşu" olduğunu söylemesi[11] anlamsız değildir. Zira huşu, kalbin amellerinden olarak belli bir hususiyeti olan bir kavramdır.

Bu sebeple kimse kimseye saygı duyduğu için ağlamaz, ama kul Rabbinden huşu duyduğu için gözyaşı döker. Kimsenin kimseye "saygı"sı yüzüne ve genel ahvaline yansımaz, ama "huşu" sahibi bir kulun bütün davranışlarında bunun izini görmek mümkün olur. Huşu kalp kaynaklı olmakla ancak gönüllü yaşanabilecek bir "hal" iken; insan içinden gelmeyerek de saygı duyabilir. Ve nihayet saygının varlığı için sevgi şart değildir; ama mahabbetsiz bir huşudan söz etmenin imkânı yoktur!..

Elmalılı merhumun huşu hakkında yaptığı –yazıyı uzatmamak için buraya almadığım– nefis açıklamanın[12] mutlaka okunması gerektiğini söyleyerek, huşu hakkındaki bu kısa izahatın üstüne, ilgili ayetin mealini tekrar okumanın, nasıl bir yapı-bozumu operasyonu ile karşı karşıya olduğumuzun anlaşılmasına yardımcı olacağını söyleyebiliriz:

"Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Elbette bu, huşu sahiplerinden başkasına ağır gelir.

"Direnerek ve dik durarak yardım isteyin. Ancak bu, Allah'a saygı duyanlardan başkasına ağır gelir."

9. Aynı ayete düşülen notta, "salat" kelimesiyle üç şeyin de kastedilmiş olabileceği söyleniyor ve bunların, şer'î manası olan "namaz", sözlük manası olan "dua", kök manası olan "dik duruş" olduğu belirtiliyor.

Bu ayette geçen "salat" kelimesinin bu anlamlardan hangisinin karşılığı olduğunun delili, karinesi nedir? sorusunun meal yazarında bir karşılığı var mıdır, bilemem; ama meale yansıyan "dik duruş" olduğuna göre, yazar nezdinde ağır basan ihtimal belli ki o. Ancak İmam et-Taberî'nin de vurguladığı gibi, sözden anlaşılan zahir anlamın, sıhhatine delil bulunmayan batın anlama feda edilmesi caiz değildir. Bunu yaptığınız zaman ortaya çıkan kaygan zeminde ne "huşu"yu, ne namazla ilişkisini, ne de Efendimiz (s.a.v)'in sıkıntılı durumlarda namaza koşmasını/iltica etmesini izah edebilirsiniz. Geriye, zihninizi yapı-bozumuna uğratmasına izin verdiğiniz meal yazarının yorumlarına/anlayışına teslim olmaktan başka bir seçeneğiniz kalmaz!

İşbu "salât"a "dik duruş" anlamını giydirebilmek için İslamoğlu'nun özel bir çaba sarf ettiği görülüyor. Söylediklerinden, kelimenin kök anlamında mevcut bir vurgunun öne çıkarılmasından ibaret bir tesbit olduğu izlenimi ediniliyor. Ancak gerek Kur’ân'ın bu kelimeye verdiği anlamlarda, gerekse İslamoğlu'nun kelimenin kök anlamı için zikrettiği kaynaklarda böyle bir hususa rastlamak mümkün değildir. Burada "operasyon" şöyle yürüyor: Önce "salât" kelimesinin kökünü teşkil eden "salâ"nın anlam örgüsü içinde "dik durma"yı sağlayan "omurga"nın varlığı tesbit ediliyor. Arkasından, omurganın insanı dik tutmasına gönderme yapılarak, namazın da insanın dik durmasını sağlayan bir ibadet olduğu sonucuna ulaşılıyor. Sonra "salât" kelimesinin geçtiği muhtelif yerlere, meal yazarının uygun gördüğü kök anlam unsurları yerleştiriliyor.

Bu "operasyon"un karakteristik özelliğini oluşturan "omurga-namaz-dik duruş" ilişkisinin izini sürmek üzere sözlüklere müracaat eden merak sahiplerini burada da enteresan "sipariş"ler bekliyor. Söz gelimi 20/Tâ-Hâ, 14'e düşülen 3 numaralı notta, bu ilişki için Lisânu'l-Arab ve Tâcu'l-Arûs'tan tesbit edilen kök anlam şöyle veriliyor: "Salât'ın türetildiği kök anlam olan es-salâ, insanın baş kökünden kuyruk sokumuna kadar dik durmasını ve oturmasını sağlayan omurgasına veya oyluklarına verilen isimdir."

Burada geçen ve "bacağın, dizden kalçaya kadar olan kısmı"nı anlatan oyluk/uyluk anlamı, "omurga"nın yanında ancak ikincil bir unsur olarak zikredilmiştir. Zira meal yazarının "salât" kelimesinin izahını yaptığı hemen her yerde önde olan "omurga" metaforu ve buradan elde edilen "dik duruş" kalıp-ifadesidir (Bkz. 20/Tâ-Hâ, 14'e düşülen 3 numaralı not; 87/el-A'lâ, 15'in 15 nolu notu).

Sözlüklere (İslamoğlu'nun zikrettiklerine ve diğerlerine) "durum nedir" diye baktığınızda, bu "operasyon" ile ilişkili olarak görebileceğiniz anlam şudur: "Salâ", insanın ve dört ayaklıların sırtının ortası; kalçadan aşağısı, hayvanın kuyruğu ile anüsü arasındaki bölge, kuyruğun sağında ve solunda bulunan bölgeler.[13]

Acaba "salat" kelimesinin kök anlamları arasında İslamoğlu niçin bunları "namaz" ve "salavat" kavramlarını buharlaştıracak tarzda öne çıkarır da diğer kök anlam unsurlarına hiç iltifat etmez? Yukarıdakilere ilaveten, ateşe atmak, ısıtıp şekil vermek, zarar vermek… gibi unsurlar da kelimenin kök anlamı içinde zikredilmektedir.

Görebildiğim kadarıyla İslamoğlu, kelimelerin kök anlamlarıyla iştigal etmeyi, onlardan yola çıkarak yeni anlamlara ulaşmayı eğlenceli buluyor. Bunun, okuyucu nezdinde meal yazarının "dile vukufiyeti" konusunda güçlü bir kanaat oluşturacağı açıktır ve meal yazarı da bunun farkındadır. Buna bir yere kadar tolerans gösterilebilir. Ancak iş gelip "kavramlarla oynama" sınırına dayandığında, bu "eğlence", hem meal yazarı, hem de okuyucular açısından "tehlike" anlamı ifade etmeye başlar. İlk akla geliveren örnek, "salavat" kelimesidir. Sahih hadisler, "Allah ve melekleri Nebi'ye salat eder. Ey iman edenler! Siz de O'na teslimiyetle salat ve selam getirin"(33/el-Ahzâb, 56) ayeti nazil olduğunda Sahabe'nin, bu salatın nasıl yapılacağını sorduğunu, Efendimiz (s.a.v)'in de buna, "Şöyle deyin: Allâhümme salli alâ Muhammedin…" buyurarak mukabele ettiğini haber veriyor.[14]

Şimdi siz bu hadisleri görmezden gelerek "salavat"ın anlamlarından birisine abanırsanız, yaptığınız iş sadece bazı insanlara "meğer Peygamber'e salat-u selam getirmek diye birşey yokmuş" dedirtmekle yahut mü'minlerin, Peygamberlerinin adı anıldığında ona ta'zimle salat-u selam getirme hassasiyetini kaybettirmekle sınırlı kalmaz; Hz. Peygamber (s.a.v) ile ümmeti arasındaki ilişkinin mahiyetine, dolayısıyla "Peygamber "algısı"na kadar uzanan bir süreci başlatır! Ümmet'in Peygamber'iyle ilişkisinde zaman içinde kimi arızalar vuku bulmuş olabilir, kimi hassasiyetler zamanla etkisinden bir şeyler yitirmiş olabilir. "Peygamber'e salat-u selam getirme" anlayışının içinde O'nun sünnetinin ihyası ve hassasiyetle yaşanması da vardır. Burada meydana gelmiş bir arıza söz konusuysa, bunun tamiri "Sünnet bilinci"nin temel unsurlarından birine ilişmekle kaim değildir. Salevatın kök anlamlarıyla ilişkisini kurarken, müsteşriklerin yapı-bozucu faaliyetleriyle paralel seyreden bir edayla terim anlamını berhava etmek yerine, bizzat Efendimiz (s.a.v) tarafından tesis edilmiş yapıyı tahkim etmek temel amaç olmalıdır…

"Yakîn" mi, "kesin gözüyle bakmak" mı?

10. Bir sonraki ayetin, bu ayete "Ama" ile bağlanmasındaki sırr u hikmeti ben anlamadım, anlayan varsa izah ediversin: "Direnerek ve dik durarak yardım isteyin! Ancak bu, Allah'a saygı duyanlardan başkasına ağır gelir. Ama (Allah'a saygı duyanlar), Rablerine kavuşacaklarına ve sonunda O'na döneceklerine kesin gözüyle bakarlar."

Son cümleye dikkat ettiniz mi? "Allah'a saygı duyanlar, Rablerine kavuşacaklarına ve sonunda O'na döneceklerine kesin gözüyle bakarlar." İnsan hangi durumlarda bir işe kesin gözüyle bakar? Elimizde "delil/hüccet değil de, sadece "karine"lerin bulunduğu durumlara, mesela hastanın iyileşeceğine, yağmurun yağacağına, beklenen otobüsün falan saatte geleceğine… kesin gözüyle bakarız. İncelik şurada ki, ne hastanın iyileşeceğinden, ne yağmurun yağacağından ne de otobüsün beklediğimiz saatte geleceğinden yüzde yüz nisbetinde emin olamadığımız için, beklentimizin gerçekleşeceğine kesin gözüyle bakarız.

"Kesin gözüyle bakma" cümlesi, hakkında kullanıldığı her işte bir "beklenti"nin olduğunu, ama küçük de olsa bir yanılma/aksama payı bulunduğunu ve bundan kaynaklanan "emin olamama" durumunu anlatır. Bunun sebebi, sonuç hakkında önceden yapılmış bir açıklamanın, duyurunun ve verilmiş bir garantinin bulunmamasıdır.

Dolayısıyla Allah'a saygı duyanların O'na döneceklerine kesin gözüyle bakmaları ile, huşu sahibi mü'minlerin ahirete yakînen iman etmeleri arasında en az iman ile şüphe arasındaki kadar fark vardır!..

Bataklık meselesi

11. 2/el-Bakara, 50: "Bir zaman da suyu sizin için açmış…" İslamoğlu bu ayete düştüğü notta şöyle diyor: "Kur’ân'da İsrailoğulları'nın geçip Firavun'un boğulduğu bu su "bahr" ve "yemm" olarak anılır. Arapça olan "bahr" Arapça olmayan "yemm" ile birlikte düşünülmelidir. Eski Ahid'in İbranice metninde bu su "Yem Suf" olarak geçer. "Saz Denizi" anlamına gelen bu ibareyi Kutsal Kitap yorumcuları Kızıldeniz olarak yorumlar. Fakat "saz" bitkisi yalnız tatlısu bataklıklarında yetişir. Sonraki yorumculara göre bu yerin Mısır'ın kuzeydoğusunda sığ bir göl ya da Kızıldeniz'in hemen kuzey ucu ile daha kuzeydeki göller arasında o dönemde var olan su yolu üzerinde bir saz bataklığı olduğu sanılır. Olay Eski Ahid'de anlatılırken Musa'nın elini denizin üzerine uzatması üzerine bütün gece çok güçlü bir biçimde esen batı rüzgârının denizi kara hâline getirdiği ifade edilir. Boğulma olayının "saz denizi" adı verilen tatlısu bataklığında gerçekleştiğini Tâhâ 78 zımnen teyit eder."

Burada gördüğümüz "gerekçe"yi İslamoğlu'nun "Yahudileşme temayülü" olarak ifade ettiği durumun şümulüne sokabilir miyiz? Kararı siz verin:

A. Burada bir Kur’ân ayeti, Tevrat esas alınarak, hatta Tevrat'ın kendisi değil, kimi "yorumları" esas alınarak yorumlanıyor; üstelik bu, Kur’ân'ın izin verdiği/mümkün kıldığı bir zemin üzerinden değil, tamamen "bahr" ve "yemm" kelimelerine bir kısım Tevrat yorumcularından bulunan karşılık temel alınarak yapılıyor.

B. Söz konusu yorumları "kesinliği ispatlanmış veriler" olarak görebilir miyiz? Konu üzerindeki tartışmaların sonuçlandırılamamış olması bu soruya olumlu cevap verilmesini imkânsızlaştırıyor. (Aradan geçen binlerce yıllık zaman, bu tartışmaların sonuçlandırılmasının önündeki en büyük engeldir.) Yem Suf (Yam Suph) ifadesinin ne anlattığının kesin biçimde tesbit edilememesi bu problemin merkezini oluşturuyor. Bu ifadenin "Kızıl Denizi" mi (Red Sea), yoksa herhangi bir "saz denizi"ni mi (Sea of reeds) anlattığı, yahut bunların hiç biri olmayıp, sadece bir bölge adı mı olduğu hala tartışılmaktadır. Hatta tartışılan sadece bu da değil. Yem Suf'un yeri üzerinde de sonuç alınması mümkün görünmeyen spekülasyonlar bulunduğunu biliyoruz.

Bu ayeti Tevrat yorumlarını esas alarak anlamlandırmak zorundaysak işin içinden çıkmamız mümkün değil. Zira o yorumlar içinde İsrailoğulları'nın Hz. Musa (a.s) liderliğindeki göçte izlediği güzergâhının Akdeniz kıyısı olduğunu söyleyenlerden, denizin geçildiği yerin bugünkü Akabe Körfezi olduğunu söyleyenlere kadar birbiriyle uzlaştırılması mümkün olmayan bir yığın yorum ve tahmin var. [15]

Burada gözden kaçan daha önemli bir husus var: İslamoğlu'nun da parantez içi ifadelerle kabul ettiği gibi, İsrailoğulları'nın Hz. Musa (a.s) önderliğinde Mısır'dan ayrıldıktan sonra Filistin toprağına gitmek üzere izledikleri rota üzerinde Sina Dağı da bulunmaktadır. Taşkınlık yaptıkları için "üzerlerine kaldırılan" dağ budur.[16] 7/el-A'râf, 163, İsrailoğulları'na konan Cumartesi yasağını anlatırken, onların bir sahil şehrinde bulunduğuna dikkatimizi çeker. Burası Kızıldeniz'i geçtikten sonra konakladıkları bir yer olması hasebiyle Sina Dağının, Kızıldeniz'in batı çatalına bakan tarafında bir yer olmalıdır. İsrailoğulları'nın izlediği güzergâh Kızıldeniz değil de İslamoğlu'nun iddia ettiği gibi Kızıldeniz'in kuzeyi olsaydı, İsrailoğulları'nın Sina Dağı'nın eteğine gelmek için anlamsız biçimde rotayı güneye çevirip oldukça derin bir kavis çizmeleri gerekirdi. Zira Sina Dağı'nın bulunduğu yer, Sina yarımadasının güney ucudur. İslamoğlu'nun öngörüsü ise İsrailoğulları'nın rotasının çok daha kuzeyden geçmesini gerekli kılmaktadır. Üstelik Cumartesi yasağı meselesinin geçtiği "deniz"in neresi olduğu sorusunun cevabı da burada havada kalmaktadır…

"Yemm" meselesine gelince, İslamoğlu bu kelimenin Arapça olmadığını söylemekte ve buradan hareketle "Yam Suph" meselesini gündeme getirerek bataklığa saplanmaktadır. Bu kelimenin Süryanice'den Arapça'ya geçtiği şeklinde bir görüş mevcuttur.[17] Bu görüş doğru olsun ya da olmasın, bunun meselemize herhangi bir etkisi yoktur. Yapılacak iş, Kur’ân'ın onu nasıl bir anlam yükleyerek kullanıma soktuğunun tesbitidir.

Kur’ân'da, Hz. Musa (a.s)'ın annesinin onu bir sandığın içine koyarak suya bıraktığını, sonra da suyun onu kıyıya taşıdığını anlatan ayette işbu "yemm" kelimesi geçmektedir.[18] İslamoğlu kendisini bataklığa sürükleyen temayüle kapılmadan önce bu ayeti dikkate almış olsaydı belki sahil-i selamete çıkma şansını yakalayacaktı. Hz. Musa (a.s)'ın içine konulduğu sandığın bataklığa bırakılması ve bataklığın da onu kıyıya taşıması söz konusu olmayacağına göre, İslamoğu'nun "yemm" kelimesi hakkındaki yorumunun da yine sadece "farklılık arayışı" olduğunu söylemek gerekiyor.

"Kendinizi öldürün!"

12. 2/el-Bakara, 54: "Hani Musa kavmine demişti ki: "Ey kavmim! İyi bilin ki siz buzağıyı peydahlamakla kendi kendinize kötülük ettiniz. Sizi yoktan eşsiz örneksiz vareden Yaratıcınıza yönelerek af dileyin ve böylece içinizdeki kötülükleri öldürün." (Esed: "Yaratıcınıza yönelin ve nefsinizi yok edin." Esed bu ayetle ilgili açıklama notunda, buradaki "nefsinizi öldürün" emrini Kadı Abdülcebbâr'ın mecazî manada anladığını, kendisinin de bu anlama şeklini tercih ettiğini belirtir.)

Bu ayette geçen "fa'ktulû enfusekum" emrini İslamoğlu "içinizdeki kötülükleri öldürün" diye çevirmesini şöyle gerekçelendirmiş: "Lafzen: "Kendinizi öldürün!" Bu konuda hepsi de birbirine benzeyen ve İsrailiyyata dayanan rivayetlere göre herkes o gün silahını alarak en yakınını öldürmüştür. Tek bir günde yetmiş bin kişi bu şekilde öldürülmüştür. Önce tevbe etmeleri emredildiği ve onlar da tevbe ettiği halde niçin böyle dönüşsüz bir ceza verildiğini anlamakta zorlanan Zemahşerî, bu problemi gidermek için birkaç ihtimal sayar. Râzî bu âyetin tefsirinde görüş birliği olmadığını söyler. Kadı Abdülcebbâr'a göre bu âyetteki "öldürün" emri mecazîdir. Bütün bunlar bir yana, âyeti eğer lafzî anlamda alacak olursak emir, "kendinizi öldürün" yani "intihar edin" şeklindedir. Oysa ki bunu hiçbir rivayet söylemez. Aksine onları hep başkalarının öldürdüğü rivayet edilmektedir. Bu ise çelişkidir. Çünkü Yahudilere kan dökmek, birbirlerini öldürmek vahiyle yasaklanmıştır (Bkz: Âyet 84/85). Bu iki sebep bu ifadenin mecâzî olduğu sonucunu verir."

Ayeti zikrettiğim şekilde meallendirmesi, arkasından zikrettiği gerekçede yer verdiği hususlar İslamoğlu'nun, bu mesele hakkında kendi söylemek istediğini ez-Zemahşerî, er-Râzî ve Kadı Abdülcebbâr'a söylettiğini ortaya koyuyor. Şöyle ki;

A. ez-Zemahşerî, buradaki "nefislerinizi öldürün" emrinin nasıl anlaşılacağı konusunda –İslamoğlu'nun iddiasının aksine– herhangi bir zorluk yaşamamış ve "bu problemi gidermek için birkaç ihtimal say"mamıştır! O, "nefislerinizi öldürün" emrinin zahir anlamına, yani "intihar" anlamına hamledildiğini söyledikten sonra, "denmiştir ki" diyerek bu emir üzerine İsrailoğulları'nın birbirlerini öldürdüğünün söylendiğini aktarır; arkasından da bunu açıklar tarzda, buzağıya tapınmayanlara, tapınanları öldürmelerinin emredildiğinin söylendiğini nakleder ve bu anlatımın ayrıntılarını verir. Onun bu ayetin ne ifade ettiği konusunda İslamoğlu'nun kendisine isnad ettiği türden herhangi bir sıkıntı çekmediğinin en açık delili bundan sonraki ifadeleridir. O, rivayetlerle ilgili anlatımı yukarıda kısaca naklettiğim minval üzere tamamladıktan sonra muhtemel bir soru olarak, "Eğer dersen ki: Bu ayette yer alan "fâ" harfleri arasında ne fark var?" der ve arkasından şu cevabı verir: "İlk ("fe tûbû ilâ bâriikum"daki) "fâ", başka değil, sebebiyet ifade eder. Çünkü zulüm, tevbe etmeyi gerektiren bir sebeptir. İkinci ("fa'ktulû enfusekum"daki) "fâ", ta'kib içindir. Çünkü anlam, "tevbeye azmedin ve hemen nefislerinizi öldürün" şeklindedir. Şu bakımdan ki: Allah Teâlâ onların tevbesini, nefislerinin öldürülmesi olarak belirlemiştir. Nefislerini öldürmelerinin, onların tevbesinin tamamlayıcı bir unsuru olması da mümkündür. Bu durumda anlam şöyle olur: "Tevbe edin ve hemen arkasından tevbenizin tamamlayıcı unsuru olarak nefislerinizi öldürün." Üçüncü "fâ", mahzuf bir ifadeye mütealliktir…"[19]

B. Fahruddîn er-Râzî'nin bu ayetin tefsirinde görüş birliği olmadığını söylediğinin ileri sürülmesi, Kadı Abdülcebbâr'ın biraz sonra üzerinde duracağım yaklaşımına değinmesine dayanıyorsa, er-Râzî bunu, Abdülcebbâr'ın görüşünü red ve nakzetmek için yapmıştır. Değilse o da "nefislerinizi öldürün" emrinin mecaz olarak değil, doğrudan "hayata son vermek" olarak anlaşılması gerektiği görüşündedir. Bunun nasıl yapıldığı noktasında ileri sürdüğü iki ihtimal vardır: a) Tevbe edenlerin birbirlerini öldürmesi, b) Onların dışındaki bir grubun onları öldürmesi. er-Râzî bu ikinci ihtimali daha kuvvetli bulur.[20] Dolayısıyla er-Râzî'ye göre ayetin tefsirindeki ihtilaf, "öldürün" emrinin mecaz olup olmadığı noktasında değil, bu emirle "herkes kendisini öldürsün" anlamının mı, yoksa "bir kısmınız diğerini öldürsün" anlamının mı tercih edilmesi gerektiği noktasındadır.

C. Kadı Abdülcebbâr'a göre bu ayetteki "öldürün" emrinin mecazî olduğu iddiasına gelince; burada, biri "yanlış anlama"dan, diğeri "tahrif"ten oluşan, İslamoğlu imzalı ikili bir arıza var.

Yanlış anlama:

er-Râzî "nefislerinizi öldürün" emrinin tefsirine şöyle başlar: "Bu emirden murad, ifadenin zahirinin gerektirdiği gibi, herkesin kendisini öldürmesi midir, yoksa başka bir şey midir? Cevap: İnsanlar (âlimler) bu konuda ihtilaf etmiştir. Müfessirlerden bir grup, "Tevbe edenlerden her birinin kendisini öldürmekle emrolunmasının murad edilmiş olması caiz değildir" demiştir. Bu, Kadı Abdülcebbâr'ın da tercih ettiği görüştür. Bu görüşü benimseyenler, delil olarak iki husus ileri sürmüştür. Birinci –ve ehl-i tefsirin dayandığı– delil şudur: Müfessirler, onların kendilerini kendi elleriyle öldürmediğinde icma etmiştir. Şayet onlar bununla emrolunmuş olsalardı, bu emri terk etmekle asi durumuna düşerlerdi. İkinci –ve Kadı Abdülcebbâr'ın dayandığı– delil de şudur: "Katl", insan bünyesini o anda diri olmaktan çıkması gerekecek ölçüde tahrip etmektir. Bunun dışında insanın yakın ya da uzak bir zamanda ölümünü sağlayacak fiillerin "katl" olarak isimlendirilmesi mecazdır. Şimdi katlin hakiki anlamını bildikten sonra deriz ki; Yüce Allah’ın insanın kendi kendini öldürmesini emretmesi düşünülemez. Zira şer’î ibadetler, ancak söz konusu mükellef için maslahat sağladığı için güzeldir. Maslahat ise ancak gelecek zamanda meydana gelir. Oysa katlden sonra artık teklif hali yoktur ki katl maslahat olsun. Ancak Allah’ın bir kulu öldürmesi/imatesi böyle değildir. Çünkü bu Allah’ın fiilidir ve bir başka kul için maslahat olması durumunda da Allah'ın o fiili işlemesi güzel olur. Öldürülen kul da büyük bir mükâfatla mükâfatlandırılmış olur. Allah’ın bir kula kendini yaralamasını ya da uzuvlarından birini kesmesini emredip de, bunların hemen ardından ölümün vuku bulmaması hali de böyle değildir. Çünkü kul henüz ölmediğinden kendini yaralama ya da uzvunu kesme fiili, gelecek zamandaki fiilleri itibarıyla hala onun için maslahat olabilir."

Görüldüğü gibi Kadı Abdülcebbâr'ın üzerinde durduğu nokta, "nefislerinizi öldürün" emrinin, "intihar edin" anlamında olamayacağıdır. Bu alıntının ardından er-Râzî'nin sadece bu yaklaşımın çürüklüğünü ortaya koymayı hedeflemesi de bunu açık biçimde göstermektedir. Meselenin bundan ibaret olduğunu gösteren bir başka nokta da şudur: er-Râzî, Abdülcebbâr'ın görüşünü çürüttükten sonra şöyle der: "Bu ihtimaller mümkün olduğuna göre, Kadı'nın söyledikleri sakıt olur. Onun görüşünün aksine, müfessirlerin dayandığı ilk delil daha kuvvetlidir. Bu durumda ayetin zahirî anlamından başka bir anlama hamledilmesi gerekir. Burada da iki ihtimal vardır: Birincisi, tevbe edenlerin birbirlerini öldürmekle emrolunduğunun söylenmesidir. Binaenaleyh "nefislerinizi öldürün" emrinin anlamı, "bir kısmınız diğerlerini öldürsün"dür. (…) İkincisi ise Allah Teâlâ'nın, (o günahı işleyip de) tevbe edenler dışındakilere, tevbe edenleri öldürmelerini emir buyurmuş olmasıdır. Bu durumda da "nefislerinizi öldürün"ün anlamı, "öldürülmeye hazır olun"dur…"

er-Râzî'nin ayetin "intihar edin" şeklinde anlaşılmayacağı konusunda Kadı Abdülcebbâr'ın istidlal tarzına değil de müfessirlerin icma etmiş olmasına dayanmanın daha kuvvetli olduğunu söylemesi ancak bu durumda anlamlı olmaktadır.

Tahrif

er-Râzî'nin naklettiği kadarıyla Abdülcebbâr, ayetteki emrin "herkes kendisini öldürsün" (yani "intihar etsin") anlamına gelmediğini söylemekte ve buna dair deliller sıralamaktadır. Abdülcebbâr, "nefislerinizi öldürün" emrinin intihar anlamında olduğunda "mecaz" olacağını ifade ederek, fiile hakiki manasını verebilmek için,–er-Râzî'nin de çıkardığı sonuca göre– ayetin "birbirinizi öldürün" anlamında olduğunu savunmuştur. Ayetin Abdülcebbâr'a göre "nefis ıslahı" yönünde bir mecazî anlam taşıdığı düşüncesi tamamen İslamoğlu'nun Esed'in etkisinde kalarak –ki o da aynı iddiayı ileri sürmüştür– ortaya attığı bir "isnad"dır ve herhangi bir esasa dayanmamaktadır. Tekraren söyleyelim: "Nefislerinizi öldürün" emrinin "intihar edin" tarzında anlaşılmasına itiraz etmek başka şeydir; bu emrin nefislerinizi ıslah edin, içinizdeki kötülükleri öldürün… gibi bir anlama geldiğini ileri sürmek daha başka bir şeydir. Kadı Abdülcebbâr bunların ikisini de söylememiştir. er-Razî'nin naklettiklerinden çıkan sonuç, onun bu ayetin "birbirinizi öldürün" şeklinde anlaşılması gerektiğini söylediğidir.

Bütün bunlar, Kadı Abdülcebbâr'ın konu hakkında Fahruddîn er-Râzî tarafından nakledilen ifadelerinin arz ettiği durumdur. Mesele herhangi bir itiraza mahal bırakmayacak kadar net olmasına rağmen, yine de spekülasyona başvurup "yanlış anlama"da ve "tahrif"te ısrar gösterilebileceği ihtimaline binaen, meseleyi Kadı Abdülcebbâr'ın bir başka eserinden naklen verelim: "Nefislerinizi öldürün ayeti hakkında, "nefsi öldürme" nasıl olur da "tevbe"ye girer?" diyebilirler. Buna cevabımız şudur: Öldürmenin, tevbenin şartlarından olması dolayısıyla değil, Allah Teâlâ onların salahına olduğunu bildiği için onlara birbirlerini öldürmelerini vacip (farz) kılmıştır. Çünkü tevbe, başka bir şey (şart) bulunmaksızın sahih olduğunda makbuldür."[21]

D. Ayetteki emrin "intihar edin" şeklinde olduğu, ama hiçbir rivayetin bunu desteklemediği, dolayısıyla burada bir çelişki bulunduğu şeklindeki yaklaşım, itiraf edelim ki "tecahül" kokuyor. Zira mesela 24/en-Nûr, 12, 61 ve 49/el-Hucurât, 11. ayetlerinde de benzer bir anlatım söz konusu olduğu halde, oralarda geçen "enfusihim/enfusikum" kelimesine "birbiriniz…" anlamı vermesi de gösteriyor ki, buradaki "fa'ktulû enfusekum"u "intihar edin" şeklinde anlamak zorunda değiliz.

E. Yahudilere kan dökmenin ve birbirlerini öldürmelerinin vahiyle yasaklanmış olması da –sanki "hiç yoktan iyidir" düşüncesiyle ve "yer doldursun" diye kotarılmış– hayli zayıf bir argüman. Zira zikredilen hususlar, Musa (a.s) şeriatinde şirke düşenlerin öldürülmesinin adem-i cevazına delalet etmez. Mü'minlere de kan dökmek ve birbirlerini –haksız yere– öldürmek yasaklanmıştır. Ama mesela "kısas" söz konusu olduğunda bu yasak gündeme getirilip karşı çıkılması söz konusu değildir! Üstelik bu emir onlara, şirke düşmelerinin cezası olarak Yüce Allah tarafından verilmişse, İslamoğlu'nun tutumu, Allah Teâlâ'nın emirleri arasında çelişki aramak gibi "abes"ten de öte bir durum ifade eder!..

Sonuç olarak bu ayetin, İsrailoğulları'nın buzağıya tapanlarının ölümüne hükmedildiğini anlatmadığını isbatlamak için İslamoğlu'nun zikrettiği hususların "delil" olma özelliği yoktur; dolayısıyla ayetin "içinizdeki kötülükleri öldürün" tarzında meallendirilmesi –Modernitenin inşa ettiği algı dünyasını okşasa da– kabul edilebilir hiçbir gerekçesi olmayan, tamamen "keyfî" bir tasarruftur; ayete anlam ithalidir!

Geriye, izah edilmesi gereken bir nokta kalıyor: İsrailoğulları'na bu ayette hem tevbe etmelerinin, hem de birbirlerini öldürmelerinin emredilmiş olması nasıl izah edilmelidir? Her ne kadar Kadı Abdülcebbâr'dan yaptığım son nakil bu hususu bir nebze açıklıyor ise de, meseleyi daha anlaşılır kılmak için kısaca şunu söyleyebiliriz: Burada bu iki hususun zikredilmesi iki anlam ifade edebilir: A) Şirk cürmünü işlemiş olanlar tevbe etsin ve tevbelerinin tamamlayıcı bir unsuru olarak birbirini öldürsün. B) Daha kuvvetli ve tercih edilen görüş; Şirk cürmünü işlemiş olanların tevbesi, bu cürmü işlememiş olanlar tarafından öldürülmeleridir.

Son bir not: İsrailoğulları'nın Hz. Musa (a.s) liderliğinde geçtikleri "su"yun Kızıldeniz değil de daha kuzeydeki bataklık bir bölge olduğu görüşünü, Tevrat'ın birtakım yorumlarını esas alarak savunan İslamoğlu için bu ayetin anlaşılması bağlamında belki yardımcı olur: Tevrat, buzağıya tapan İsrailoğulları'nın nasıl cezalandırıldıklarını anlatırken şöyle der: "Ve Musa ordugâhın kapısında durup dedi: Rab tarafında olan bana gelsin. Ve bütün Levioğulları onun yanında toplandılar. Ve onlara dedi: İsrail'in Allahı Rab şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın, ve ordugâhta kapıdan kapıya dolaşsın, ve herkes kendi kardeşini, ve herkes kendi arkadaşını, ve herkes kendi komşusunu öldürsün. Ve Levioğulları Musa'nın söylediği gibi yaptılar; ve o gün kavmdan üç bin adam kadar düştü. Ve Musa dedi: Bugün size bereket versin diye kendinizi Rabbe tahsis edin, çünkü herkes oğluna karşı ve kardeşine karşı kalktı. Ve ertesi gün vaki oldu ki, Musa kavma dedi: Siz büyük suç yaptınız; şimdi ben Rabbin önüne çıkacağım; belki suçunuz için kefaret ederim…"[22]

Son bir soru: 7/el-A'râf, 152 ne anlatıyor?

Çarpılmak, çarpılmışa dönmek

13. 2/el-Bakara, 55: "Bir zaman da demiştiniz ki: Ey Mûsâ! Allah'ı açıkça görünceye dek sana kesinlikle inanmayacağız. Ve ardından siz bön bön bakarken yıldırım çarpmışa dönmüştünüz."

Bu meal İslamoğlu'nun içine gerçekten sinmiş midir, meraka değer: "… bön bön bakarken yıldırım çarpmışa dönmüştünüz." Bu çevirinin anlattığı şu: İsrailoğulları Hz. Musa (a.s)'dan o "uçuk" talepte bulunduktan sonra ne olacak diye "bön bön" bakarak beklemeye başlamış; sonra da yıldırım çarpmışa dönmüş! Peki sonra ne olmuş: "Daha sonra belki teşekkür edersiniz diye ölümünüzün ardından sizi bir daha diriltmiştik." Ve sorular:

İsrailoğulları o talepten sonra niye bön bön bakıyormuş?

Onlar öyle bön bön bakarken ne olmuş da yıldırım çarpmışa dönmüşler?

Yıldırım çarpmışa dönmüşler de ne olmuş?

Yıldırım çarpmışa dönmüş olanların "dirilmesi" ne ola ki?

Bu soruların bir kısmı İslamoğlu cevaplandırana kadar orada öylece duracak; diğer kısmının cevabını ise bir sonraki ayetin mealine düşülen notta şöyle buluyoruz: "55. âyette olduğu gibi 56. âyetteki ölümü de mecazî anlamda alıp, Kur’ân'ın toplumsal sapmayı sosyal ölüm olarak nitelediği sonucuna varabiliriz."

Bu sefer de başka sorular:

Bu sapma niçin itikadî ve dinî değil de "toplumsal"dır?

55. ayetin mealinde ölümden hiçbir şekilde söz edilmiyorken, yukarıdaki açıklama onu niçin "mecazî ölüm" olarak niteliyor?..

Acaba İslamoğlu'nu, burada bu kadar probleme yol açmak yerine İsrailoğulları'nın "sâ'ika"ya yakalandığını söylemekten alıkoyan ne olabilir? Bu ayete düştüğü notta bu soruya cevap aramak beyhude. Çünkü o bunun izahını yapmaktansa, ayetin lafzî anlamını verdikten sonra, "Böyle uçuk bir talep ancak çarpılmış bir aklın ürünü olabilirdi" demekle yetinmeyi tercih ediyor. "Peki ya tercih etmediğiniz! Onu neden tercih etmediniz! Okurun bunu bilme hakkı yok mu!?"

Burada kendisini, "gerekçe" kısmında ayetin lafzî anlamını verdiğini söyleyerek savunabilir mi? Hayır. Zira bu, onun tercihe şayan bulmadığı anlam olarak, "gerekçe" kısmında zikredilmekten fazlasını hak etmediğini gösteriyor. Okurun bunun "niçin"ini bilmeye hakkı yok mu!?

İsrailoğulları geçtikten sonra Firavun ve ordusu da peşlerinden Kızıldeniz'e girdiklerinde sular tekrar kavuşmuş ve onları içine alıp yutuvermişti. Kur’ân bu olayın İsrailoğulları'nın gözleri önünde cereyan ettiğini vurgulamak için "ve entum tenzurûn" (bakıp duruyordunuz) ifadesini kullanıyor. İlginçtir, aynı ifade burada da mevcut. Yani "sâ'ika sizi yakalayıverdi; bakıp duruyordunuz." Acaba İslamoğlu, oradaki ifadeyi "gözlerinizin önünde" diye çevirmişken buradaki ifade hangi gerekçeyle "bön bön bakıyordunuz"a dönüşmüştür? Açıktır ki bu, İslamoğlu'nun "ayete anlam sipariş etmesi"nin doğurduğu, "sipariş anlamı vurgulu hale getirme" arayışından başka bir şey değildir.

Burada, "Aynı anda hem "sâ'ika"ya yakalanmak, hem de bakıp durmak nasıl olur?" diye sorulacak olursa,


En son Ekim tarafından Cum Ağu 21, 2009 6:34 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Mar 23, 2009 11:20 pm    Mesaj konusu: Operasyonel Meal Alıntıyla Cevap Gönder

Operasyonel Meal Yazıcılığı ya da Meal Üzerinden Din Tasavvuru İnşası
(devam)

Burada, "Aynı anda hem "sâ'ika"ya yakalanmak, hem de bakıp durmak nasıl olur?" diye sorulacak olursa, yukarıdan beri niçin "yıldırım" değil de "sâ'ika" demeyi tercih ettiğimi izah imkânı da açılmış olur: Müfessirler bu kelimenin ne anlattığı konusunda birkaç görüş ileri sürmüştür: Gökten gelen bir ateş, gökten gelen korkunç bir ses, gökten gelen (meleklerden müteşekkil) bir ordunun korkunç gürültüsü, korkunç bir sarsıntı… Bunlardan hangisi kabul edilirse edilsin –ki İmam el-Mâturîdî, "helak edici özellikteki her azap" diyerek kapsamlı bir tarif yapmıştır–, isabet ettiği kimsenin ölümüne yol açmışsa, bu ölüm aniden değil, belli bir süre içinde olur. Dolayısıyla İsrailoğulları da ölüm sürecini bilinçleri açık bir şekilde yaşamışlardır.

Diyelim ki onlar o esnada gerçekten ölmediler; Elmalılı merhumun "müfessirlerin muhakkikleri"nden naklettiği gibi[23] buradaki "ölüm"ü mecaz manasıyla anlasak bile, o muhakkikler orada İsrailoğullarının tutulduğu hakiki bir azabın varlığını inkâr etmemişlerdir. Zira Ebû Hayyân da "müfessirlerin muhakkikleri"nden, ayette geçen "sâ'ika"nın "ölüm" değil, "ölüm sebebi" olduğunu söylemiştir.[24]

Hâsılı, Fahruddîn er-Râzî'nin bu ayet bağlamında görüşlerini naklettiği mu'tezilîler dahi İsrailoğulları'nın "sâ'ika"ya tutulması hadisesinin gerçekten vuku bulduğu görüşünde oldukları halde[25] –ez-Zemahşerî'nin tutumu da farklı değildir[26] –, İslamoğlu'nu onların durdukları noktada durmayıp ileriye geçmeye zorlayan nedir? Hatta İslamoğlu'nun iştahla kullandığı kaynaklar arasında bulunan Tefsîru'l-Menâr, Muhammed Esed vd. dahi bu noktada onu yalnız bırakmış durumda! Bu durumu nasıl izah etmeliyiz?!

Haydi diyelim bütün kaynaklar buradaki "sâ'ikaya tutulma"yı mecaz değil de hakikat olarak anlamakla yanıldı; 7/el-A'râf, 155'te anlatılan "sarsıntı" –ki başındaki harf-i ta'riften, "bilinen/malum bir sarsıntı" olduğu açıkça belli– neyin nesidir? Mealinde çapraz atıflar kullanma noktasında hayli cömert davranan İslamoğlu'nun buradaki suskunluğu sizce de garip değil mi?..

Allah Teâlâ "blöf" yapar mı?

14. 2/el-Bakara, 63: "Bir zaman da (Sina) Dağı'nı başınıza dikip (sizden) şöyle söz almıştık:…" (Esed: "İşte o zaman Sina Dağı'nı üzerinize şahit tutarak ciddî ve samimî (görünen) taahhüdünüzü kabul etmiş ve…"

İslamoğlu bu ayete düştüğü notta şöyle diyor: "… Dağın yükseltilmesinin "havaya kaldırma" anlamı taşımadığı için bkz: 7:171 ve not 1."

Burada okuyucunun, meal yazarının tercih etmediği anlama muttali olma şansı elinden alınarak Sina Dağı'nın yukarıya kaldırılmadığı hükmü peşinen veriliyor, sonra da 7/el-A'râf, 171'e şu meal uygun görülüyor: "Ve Biz (Sina) Dağı'nı bir gölgelik gibi tepelerine dikip, onların dağın üzerlerine yıkılacağını zannettikleri o zaman da (demiştik):…" İslamoğlu işi garantiye almak için buraya da bir not düşmüş ve şöyle demiş: "Dağın havaya kaldırıldığının sanılmaması için özellikle "bir gölgelik gibi" ve "zannettikleri" kaydı düşülmüştür."

Operasyon böylece tamamlanıyor ve okuyucu, Sina Dağı'nın yerinden oynatılıp İsrailoğulları'nın üstüne kaldırılmadığına ikna edilmiş oluyor!

İşin ilgi çekici yanı, 2/el-Bakara, 63'te "dağın kaldırılması" mücmel olarak ifade buyurulmuş ve bu icmal, 7/el-A'râf, 171'de tafsil edilmişken, buradaki tafsil de dikkate alınmamış ve ayet mecaza kurban edilmiş!

Aklı modern algı ve değerlendirme tarzları ekseninde işleyen okuyucu için burada herhangi bir problem bulunmayabilir; ama bir "meal yazarı" olarak İslamoğlu'nun kendisine şu soruyu sorması gerekmiyor mu: Madem burada "olağan dışı" bir durum yok; acaba Yüce Allah bu sıradan durumu ne maksatla iki ayrı yerde zikretmiş olabilir?

Mu'tezilî müfessir ez-Zemahşerî, bu ayeti memzuc tarzda şöyle tefsir eder: "Bir zaman, Tevrat'ın içindekilerle amel edeceğiniz konusunda misakınızı almış ve siz kabul edip misak verene kadar Tur'u üzerinize kaldırmıştık. Bu şöyle olmuştur: Musa aleyhisselam (Tur dağındayken aldığı Tevrat ayetlerini muhtevi) levhalarla geldiğinde, içindeki ağır hükümleri ve meşakkatli teklifleri görünce bu onlara zor geldi; kabule yanaşmadılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ Cibril'e emretti; o da dağı kökünden kavrayıp üzerlerine bir gölgelik gibi kaldırdı. Musa onlara şöyle seslendi: Ya bu hükümleri kabul edersiniz, ya da dağ üzerinize atılacak! Bunun üzerine kabul ettiler."

7/el-A'râf, 171'de dağın kaldırılması, İsrailoğulları'nın, dağın üzerlerine düşeceğini zannedeceği şekilde ve "gölgelik" benzetmesi eşliğinde ifade buyurulduğu halde, bütün bu vurguları buharlaştıracak şekilde hareket etmenin anlamı ne ola ki?! Meal yazarı okuyucusunu şu noktada ikna etmeli değil midir: Burada bir olağan dışılık yoksa, her seferinde İsrailoğulları'nın bir kısmının isyanı ve cezalandırılması, kalanların affedilmesi şeklinde cereyan eden olayların anlatıldığı geniş bağlam içinde bu ayeti nereye oturtacağız?

Okuyucuya tavsiyem, 2/el-Bakara, 63'ü, bağlamını ve 7/el-A'râf, 171'deki vurgulu anlatımı dikkate alarak tekrar okumasıdır. O zaman 7/el-A'râf, 171'in, dağın "kaldırılmadığını" anlatmaya mı, yoksa "kaldırıldığını" anlatmaya mı daha uygun düştüğünü daha kolay anlayacaktır.

Beter olun!

15. 2/el-Bakara, 65: "Nitekim içinizden Yasak Günü'nde haddi aşan kimseleri siz de biliyorsunuz. Onlara, "Maymunlardan beter olun" demiştik." (Esed: "Nitekim içinizde Sebt Günü'nün kutsallığını ihlal edenleri biliyorsunuz; bu davranışlarından ötürü onlara: "Aşağılık maymunlar gibi olun" dedik.")

Bu da mealin gerekçesi: "Lafzen: "Alçak maymunlar olun". Alçaklık vasfının maymuna değil bu sözü hak edenlere olması daha münasiptir.

(Aranot 3: İşin ilginç yanı, İslamoğlu'nun, Yahudileşme Temayülü'nde (58-9) "Aşağılık maymunlar olun!" tarzında bir ara başlık açarak İsrailoğulları'nın maymuna çevrildiğini açık bir şekilde ifade etmesidir. Acaba o günden sonra ne değişti?!)

Burada yapılan lanet makamında bir tazirdir ve bunun dilimizdeki en güzel karşılığı da budur. Müfessir Âlûsî'nin "olunuz" ifadesini bir "emir" olarak değil de "dışlama, terk ve rahmetten mahrum etme" olarak nitelemesi anılmaya değer."

Aynı konuya değinen 7/el-A'râf, 166 ayetini "Ve sonunda, kendilerine yasaklanan şeyleri işlemekteki inatçı tutumları yüzünden onlara dedik ki: "Maymundan beter olun!" şeklinde meallendirdikten sonra da "gerekçe"sinde şöyle diyor: "Lafzen: Alçak maymunlar olun!" Doğaldır ki, kaynak dildeki söyleyiş vurgusu çeviriye yansıttığımız vurgudur. Düşmanının putlarına tapacak kadar ona âşık bir toplum ancak böyle tanımlanabilirdi. Mücâhid, İsrailoğulları'nın düşmanını taklit hastalığını kastederek "ahlâken maymunlaştılar" der.

2/el-Bakara suresinin, İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkıştan sonraki macerasını anlatan ayetleri, biraz yukarıda da geçtiği gibi hep onlardan bir kısmının isyanı, cezalandırılması ve kalanların affedilmesi hadisesinin değişik şekillerde sürekli tekrarlandığını ifade ediyor. 7/el-A'râf, 103. ayetten itibaren de aynı durum söz konusu. Ancak her iki surede de bağlam teması, "nankörlük-ceza" gerilimi üzerine kuruluyken İslamoğlu, her isyanında İsrailoğulları'na Allah Teâlâ'nın verdiği cezayı –ne hikmetse– her seferinde muhtelif operasyonlarla ve ısrarla "ceza" olmaktan çıkarıyor!

Onun bu ısrarlı tavrının altında nelerin yattığını araştırmakla iştigal edecek değilim. Burada dikkat çekilmesini zaruri gördüğüm husus, bu "operasyon"un düpedüz "tahrif" olduğu ve İslamoğlu tarafından daha önce de muhtelif bağlamlarda yapıldığıdır.

Söz gelimi İslamoğlu, 2/el-Bakara, 61'e düştüğü 7 numaralı notta şöyle diyor: "Hz. Peygamber, "lanetli kavim" algısıyla sorulan bir soruyu "Allah kesinlikle herhangi bir kavmi lanetlemedi" diye cevaplar (İbn Hanbel)."

Aynı mesele Yahudileşme Temayülü'nde de geçiyor: "Rasulullah'a maymun ve domuzlar hakkında "Onlar Yahudi soyundan mı?" diye sorduk. Rasulullah (sav) de dedi ki: "Allah kesinlikle herhangi bir kavme lanet etmedi." (Seelnâ Resulallâhi (s.a.v) ani'l-kıredeti ve'l-hanâzîr e hiye min nesli'l-yehûd? Fe kâle Resulullah (s.a.v): İnnellâhe lem yel'an kavmen kattu.) Dipnotta bu metnin Arapçasını da orijinal ibaresiyle zikreden İslamoğlu, referans olarak yine Ahmed b. Hanbel'in Müsned'ini veriyor.[27]

Müsned'in ilgili yerlerini açıp bakanın dudağının uçuklamaması mümkün değil. Zira oralarda hadis, burada bittiği yerde bitmiyor ve şöyle devam ediyor: "fe mesehahum fe kâne lehum neslun hîne yühlikuhum; velâkin hâzâ halkun kâne; felemmâ ğadiballâhu ale'l-yehûd mesehahum ve ce'alehum mislehum." Bu durumda anlam (İslamoğlu'nun cümlesini devam ettirerek verirsek) şöyle olur: Allah kesinlikle herhangi bir kavme lanet etmedi ve şekillerini değiştirmedi ki, kendilerini helak ettiği zaman nesilleri devam etsin. Fakat bunlar (maymun ve domuzlar) daha önceden mevcut bulunan mahluklar idiler. Allah Yahudilere gazap edince suretlerini değiştirdi ve onlara (maymun ve domuzlara) benzetti."[28]

Efendimiz (s.a.v), İsrailoğulları'ndan bir kısmının, –üzerinde durduğumuz ayetlerin de ifadeye koyduğu gibi– maymuna ve domuza çevrildiğini açık bir şekilde haber verdiği ve İslamoğlu da bu hadise, Arapça orijinalini dipnota koyacak kadar yakından muttali olduğu halde hadisi, anlamı tam tersi istikamete çevirecek şekilde tercüme etmesi ancak iki şekilde açıklanabilir:

A. İslamoğlu bu hadisin tamamını tercüme edecek kadar Arapça bilmemektedir. Bu sebeple hadisin devamının, anlamı herhangi bir şekilde etkilemeyeceğini "tahmin ederek" böyle bir operasyon yapmıştır.

B. İslamoğlu aslında neyin ne olduğunun çok iyi farkındadır. Ancak kafasındaki kurguyu Efendimiz (s.a.v)'e "tescil ettirmek" düşüncesiyle, O'na, "söylemediği bir sözü söyletme" cüretini göstermiştir! Bu şıklardan hangisi doğru olursa olsun, İslamoğlu için gerçekten büyük bir sıkıntı söz konusudur.

2/el-Bakara'nın, "Ve onları hem ilk kuşaklar hem de sonraki nesiller için bir ibret vesikası, (taklitten) sakınanlar için de uyarıcı bir örnek kıldık" diyen bir sonraki ayeti burada bir problem olduğunu ihtar ediyor: Şayet söz konusu hitabın muhatapları maymuna çevrilmediyse, buradaki "ibretlik" ve "uyarıcı örneklik" ifadelerinden ne anlamamız lazım?

İslamoğlu'nun, 2/el-Bakara, 65'in "gerekçe"sinde, bunun "lanet makamında bir tazir" olduğunu söyleme ihtiyacı hissettiğini görmüştük. Hissetmiş hissetmesine, ama bu, işleri daha da karmaşık hale getirmekten başka bir işe yaramamış. Zira eğer onlar laneti mucip bir iş yaptıysa, niçin doğrudan "lanet" değil de, onun makamında bir "tazir"le mukabele görmüş olabilirler? Sonra işbu lanet makamlı tazir nasıl bir netice hasıl etmiştir? Buradaki tazir, lanet makamına kaim olduğuna göre, sonuçta onlar lanetlenmiş olmalıdır. Bu kez de bunun nasıl bir şey olduğu sorusu gündeme gelecektir. Bunun onlara "Beter olun" demekten daha farklı bir sonucu olmalıdır. Ama?...

Gelelim müfessir el-Âlûsî'den yapılan nakle: el-Âlûsî, ilgili ayetin tefsirinde önce "kırede" kelimesi üzerinde durur. Arkasından "hâsiîn"in açıklamasına geçer; burada, "Ayetin zahiri, onların hakiki anlamda maymuna çevrildiğini göstermektedir. Müfessirlerin çoğunluğu bu görüşü benimsemiştir. Sahih olan da budur" der ve nihayet "kûnû" (olun!) emrine gelir. Orada söylediği şudur: "İlk görüşe (onların gerçekten maymuna çevrildiğini kabul edenlerin görüşüne) göre bu emir hakiki anlamda bir emir değildir. Zira onların maymuna çevrilmesi kendi iradeleriyle olmamıştır. (Yani onlara " maymun olun" denmiş, onlar da iradelerini kullanarak kendilerini maymuna çevirmiş değillerdir.) Çünkü onlar varlıklarının mahiyetini değiştirmeye kadir değillerdir. Tam tersine, buradaki "olun" emrinden maksat, tekvinin sür'atini ifadedir. Yani onlar bu emir üzerine, herhangi bir imtina veya gecikme/bekleme söz konusu olmaksızın anında Allah Teâlâ'nın murad ettiği gibi oldular. İkinci görüşe (onların suretlerinin değil, sadece kalplerinin maymuna çevrildiğini söyleyen Mücâhid’in görüşü) göre "olun" emri, onları kendi başlarına ve yardımsız bırakıp terk etmekten mecazdır…"[29]

Görüldüğü gibi el-Âlûsî, müfessirlerin çoğunluğunun görüşünü, yani onların gerçek anlamda maymuna çevrildikleri anlamını tercih eder. İslamoğlu'nun kendisine isnad ve izafe ettiği gibi buradaki "olunuz" ifadesini "emir" olarak değil de "dışlama, terk ve rahmetten mahrum etme" olarak değerlendirmesi sadece benimsemediği ikinci/şazz görüşü izah sadedindedir. Dolayısıyla böyle bir kompozisyon içerisinde zikredilmesi onun sözünü çarpıtmaktan öte bir anlam taşımaz. Bu sadece, İslamoğlu'nun Kur'ân'a anlam ithal etme operasyonunda el-Âlûsî'nin payına düşen sipariştir! Yoksa o büyük allamenin gerek burada, gerekse 7/el-A'râf, 166 ayetinin tefsiri esnasında söyledikleri[30] ortadadır!..

Ve konuyla ilgili olarak Mücâhid'in tavrı… İsrailoğulları'ndan bir grubun maymuna çevrildiği, sahih hadislerle sabittir. 2/el-Bakara, 61'in notuyla Yahudileşme Temayülü'ndeki "operasyon"dan bahsederken dipnotta verdiğim kaynakların zikrettikleri dışında, konuyla ilgili farklı bağlamlarda gelmiş daha başka rivayetler de mevcuttur.[31] Bütün bu hadisler, Sahabe'den gelen rivayetler ve Mücâhid dışındaki Tabiun'un akvali İslamoğlu'nu ikna edememiş. Bunlar bir yanda, Mücâhid'in şazz görüşü bir yanda… Ne diyelim; li külli sâkıta lâkıta!...

Buraya kadar Kur’ân'ın ilk 65 ayetinin meallendirilişindeki problemleri söz konusu ettik. Bu faslı burada kesip, diğer başlıklardaki notları da kısaca arz etmek istiyorum.

II. Gereksiz/uygunsuz ifadeler

Herhangi bir metni kaleme alırken en uygun üslubu, ifade biçimini ve kelimeyi bulmak için özel bir çaba sarf etmek, yaptığı işe saygı duyanların özel hassasiyetidir. Kaleme aldığımız metin saygıdeğer bir mercie müteveccih ise buna daha fazla dikkat ederiz. Peki bir meal yazarından bu bağlamda çok daha özel bir hassasiyet beklemek abes düşer mi? Elbette hayır.

Ama gelin görün ki, İslamoğlu, Allah Kelamı'nı Türkçe konuşanların dünyasına –hem de hayli iddialı biçimde– aktarırken zaman zaman öyle bir dille çıkıyor ki karşımıza, buna "serbest davranma" demek durumu yeterince izah eder mi, şüpheliyim.

Herkesçe müsellem olduğu üzere, dinin kendine mahsus bir dili vardır. Herhangi bir dinî metni okurken, onun hangi dine ait olduğunu, kullanılan dilden kolayca anlayabilmek sadece bir "imkân" değil, aynı zamanda bir "gereklilik"tir. Dolayısıyla dilin, özellikle de "din dili"nin olur olmaz esnetilmesi, –tabirimi mazur görün– "laçkalaştırılması", elbette din algısına da doğrudan yansıyacaktır. Bilinci oluşturan, kavram kıvamına ulaşmış kelimelerdir ve onların maruz kalacağı herhangi bir operasyon, doğrudan temsil ettikleri dünyayı hedeflemiş olacaktır…

1. 1/el-Fâtiha, 1'in 3 numaralı notunda geçen "Kul, alırken de verirken de Allah'ın gündemindedir" ifadesi bu babda ilk örneğimiz. Bir şeyler birisinin gündemindeyse, onları benzeri başka unsurlardan ayırarak özel bir ilgiyle "gündemine almış"tır. O artık o gündemle meşguldür. O gündem onun "gün"ünü de "dem"ini de meşgul ettiğinden başka hususlar "gündem dışı"dır onun için.

Oysa Allah Teâlâ'nın ezelî ve mutlak ilminin ve kudretinin taalluku bakımından var ettikleri arasında herhangi bir farklılık tasavvur etmek mümkün değildir.

2. 2/el-Bakara, 16. ayetin (12 numaralı) notu: "Kur’ân'ın dinî alana transfer ettiği satın alma, ticaret, kâr, terazi, tartı, rehin almak, ücret, ödünç, borç gibi ticari kavramlar hayli dikkat çekicidir. Bu, hakikati asrın idrakine söyletmekle açıklanabilir."

Bu arabaşlık altında sadece "uygunsuz" değil, "gereksiz" ifadeleri de konu edineceğimizden, bu örneğin zikredileceği yer tam da burası. Kur’ân'da bu kelimelerin geçtiği doğrudur. Ancak onları birer "kavram" olarak değil, mecazlı anlatım unsurları olarak görürüz. Dolayısıyla Kur’ân'ın onları "dinî alana transfer ettiği" iddiasının ayakları yere basmıyor.

Hele bunun "hakikati asrın idrakine söyletmek" olarak ifade edilmesini tebessümle karşılamamak elde değil. İslamoğlu'nun Kur’ân'ı "asrın idrakine söyletme" düşüncesinden anladığı buysa, bu kelimelerin sadece nüzul sürecini kapsayan asrın insanlarına mahsus olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Öyleyse bunların "bu asır"da ne işi olabilir?!..

7/el-A'râf, 7. ayetinde geçen "ilim" kelimesinin "bilgi arşivi", 8. ayette geçen "vezn"in "ölçme değerlendirme" şeklinde karşılanması da İslamoğlu'na göre "asrın idraki" meselesinin şümulüne giriyor olmalı! Bu olsa olsa ilahî olanın beşerîleştirilmesi, nitelik ve nicelik olarak insanı aşan varlık, olgu ve anlamların beşer ölçülerine indirgenmesidir.

3. 2/el-Bakara, 30: "Hani, senin Rabbin melaikeye "Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim" dediği zaman da şöyle sormuşlardı: "Yeryüzüne fesat çıkaran ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni hamd ile tesbih ve takdis edip dururken?"

İslamoğlu burada "ce'ale" fiiline "yaratma" anlamı vermekten kaçınma ihtiyacı hissetmiş ve onun yerine eşanlamlı iki kelimeyi uygun görmüş: Tayin etmek ve atamak! Genellikle kurumsal/bürokratik bir yapı içinde üstlerin/amirlerin astları/memurları bir görevden bir başka göreve intikal ettirmesi anlamında kullandığımız bu kelimelerin, insanın dünya macerasının başlangıcı ile ne ilgisi olabilir? Allah Teâlâ Hz. Adem (a.s)'ı yoktan var etmiş, insan neslini de onun soyundan çoğaltmıştır. Bunun "atama/tayin" kelimesi ile ifade edilmesi bu bakımdan hem doğru, hem de uygun değildir. Ancak Allah Teâlâ ile mahlûkat arasında bir "astlık-üstlük ilişkisi" bulunduğunu söyleyebilen İslamoğlu gibi birisi için bunun elbette aykırı düşmeyeceği açıktır. Bkz. 39 ez-Zümer, 44'ün 5 nolu notu.

4. 2/el-Bakara 31'e düştüğü 9 numaralı notta "İnsanın şerefi Allah'ın öğrencisi olmaktan kaynaklanır" cümlesi dikkat çekiyor. Bir önceki maddede zihne davet edilen amir-memur/ast-üst ilişkisi, burada "öğretmen-öğrenci" ilişkisi olarak karşımıza çıkıyor. Oysa –Allah Teâlâ'nın insana "öğrettiği" sürekli vurgulanmakla birlikte– ne Kur’ân'da ne de Sünnet'te böyle bir izafete rastlamak mümkündür. İnsana "öğretmesi" sebebiyle Allah Teâlâ ile insan arasında "öğretmenlik-öğrencilik" ilişkisi kurmakla, öldürdükleri ile (bkz. 8/el-Enfâl, 17) Allah Teâlâ arasında –hâşâ– "katil-maktul" ilişkisi kurmak arasında sadece fiillerin mahiyeti bakımından fark vardır. Bunu da aklımızda tutarak devam edelim:

5. 2/el-Bakara, 53: "Yine doğru yolu bulmakta kılavuz edineceğinizi umarak Musa'ya hakkı batıldan ayıran kitabı verdik." Buradaki "ummak" fiili, sonucu hakkında kesin bilgi sahibi olmadığımız herhangi bir husus hakkındaki umudumuzu, zannımızı ve beklentimizi ifade eder ve münhasıran bizim gibi gayb bilgisinden mahrum bulunan varlıklar hakkında geçerlidir. Allah Teâlâ "ummaz"; "bilir", "takdir eder", "imhal eder"…

İslamoğlu'nu burada yanılgıya sevk eden, ayette geçen "le'alle" edatıdır. Bu edat, "beklenti" yanında "ta'lil", "istifham"… anlamları da ifade eder. Bu edatın Kur’ân'da geçtiği bütün yerlerde –26/eş-Şu'arâ, 129 hariç– ta'lil ifade ettiği söylenmiştir. Ala külli hal, bu edatın Allah Teâlâ hakkında "beklenti" anlamı ifade edecek şekilde kullanılması Allah Teâlâ'ya nakisa isnad etmek anlamına gelir… Dolayısıyla yukarıdaki mealin doğru şekli, "Yine doğru yolu bulmakta kılavuz edinesiniz diye…" olmalıdır.

6. 2/el-Bakara, 60: "Musa kavmini suvarmak istediği zaman…"

"Suvarmak" kelimesi İslamoğlu tarafından ayette geçen "isteskâ"ya uygun görülen karşılık. Oysa dilimizde bu kelime, yalnızca hayvanların susuzluğunu gidermek için ya suyu onların yanına veya onları suyun yanına götürme fiili için kullanılır. Dolayısıyla bu kelime insanlar hakkında kullanıldığında küçümseme, ironi, hatta hakaret anlamı ihtiva eder. İnsan ana-babasına, misafirine, hatta tanımadıklarına bir "hizmet" anlayışı ve sevap kazanma beklentisi ile su verirken, onları "suvarmış" olmaz, onlara "su ikram etmiş" olur. Buradaki söyleyiş ve duyuş inceliğini gözden kaçırdığımızda, suyla ilişkimizi ve "su gibi aziz ol" dua cümlesindeki espriyi kaybederiz. Kelimelerin kavrama dönüşmesi ilmi, deyimleşmesi de kültür ve medeniyeti işaret eder. Ama onlarla böyle fütursuzca oynarsanız, gidebileceğiniz tek yer vardır: Yabancılaşma! Kelam ilminde buna "hızlân" diyorlar!

III. Yanlış hükümler

"Kur’ân'dan bir alıntı" olarak Besmele

1. 1/el-Fâtiha, 1'in başındaki Besmele'nin notunda: "Mushaf'ta Besmele, Tevbe hariç tüm surelerin başında Kur’ân'dan bir alıntı olarak yer alır."

Her ne kadar "Besmele surelerin başında teberrüken yazılmıştır, surenin ayetlerinden biri veya müstakil bir ayet değildir" diyen Malikî mezhebinin görüşüne uygun ise de, Besmele'nin başında yer aldığı her surenin ilk ayeti olduğunu söyleyen Şafiîler'in ve "her surenin başında, o sureden olmaksızın yer alan müstakil bir ayettir" diyen Hanefiler'in görüşünden sarf-ı nazar edilerek bu hükmün mealde böyle mutlak zikredilmesi isabetli değildir.

Hz. Adem'in yaratıldığı nutfe

2. 2/el-Bakara, 8'e düştüğü notta İslamoğlu şöyle diyor: "İnsan suresinin 2. âyetinde nutfe'den yaratıldığı söylenen ve türün tüm üyelerini içeren el-insan lafzı Âdem'i de kapsar."

Burada gönderme yaptığı 76/el-İnsân, 2 ayetine düştüğü notta da şunları söyler: "İnsan türüne giren herkesi kapsadığı için Âdem'in de nutfeden yaratıldığı anlaşılır (Bkz: 4:1; krş. Elmalılı)

Buradan havale edildiğimiz 4/en-Nisâ, 1'e gidiyoruz: "Ey insanlık ailesi![32] Sizi bir tek canlı varlıktan yaratan…" Buradaki "canlı varlık"a düşülen notta bu kez "nutfe", yerini "hücre"ye bırakıyor ve şöyle deniyor: "A'raf 11, Nisa 1 ve Hucurat 13 ışığında Âdem'in de kendisinden yaratıldığı ilk organik bileşiğe (hücre) delalet eder…"

Faraza bir okuyucu sadece "nutfe" ile ilgili yeri okuyup, diğerinden haberdar olmasa, Hz. Adem (a.s)'ın "yoktan" değil de, bir canlının nutfesinden yaratıldığı fikrine kapılabilecek. (Nitekim vaktiyle "çağdaş müfessirimiz" Prof. Dr. Süleyman Ateş de benzer bir yanlışa düşerek, Elmalılı'nın, Hz. Adem (a.s)'ın "başka bir canlının menisinden" yaratıldığı görüşünde olduğunu iddia etmişti.[33]) Bu son açıklamaya da muttali olsa, bu defa "nutfe" ile "hücre" arasında gidip gelecek…

Doğrusu şu ki, buradaki "nutfe"nin ne olduğu konusunda, öncesindeki ve sonrasındaki hilkat aşamaları hep birlikte değerlendirilmeden ve Hak Dini Kur’ân Dili'nin muhtelif yerlerinde bu konuda söylenenleri bütünlük içinde anlamaya çalışmadan yapılacak böyle yüzeysel değerlendirmeler, sadece bizi yanlışa sürüklemekle kalmaz, istenmeden de olsa okuyucuya haksızlık, Elmalılı merhuma zulüm, ilim ahlakına riayetsizlik yapılmış olur. Tefsirinin muhtelif yerlerinde ilgili ayetlerin izahı sadedinde hayli uzun mütalaalar serdetmiş olan müfessirimizin konuyla ilgili ifadelerini Hak Dini Kur’ân Dili'nin dipnotta zikredeceğim yerlerini dikkatle incelemek gerekir.[34]

Özetin özeti şudur: Elmalılı, buradaki "nutfe'nin, "hame-i mesnûn"[35] olduğunu, onun da "salsâl/sülâle"den oluştuğunu söyler. "Salsâl"i de, su ile karıştıktan sonra süzülüp kurumuş "tamtakır bir kuru çamur" olarak tefsir eder. İşte Hz. Adem (a.s)'ın yaratılışının başlangıcı bu "salsâl/sülâle"dir. Nutfenin oluşum kaynağı oluşu dolayısıyla "salsâl/sülâle", insan soyunun var edilişinin başlangıcı olarak da devrededir. Ancak bu kez yoktan var edilmek suretiyle değil, babanın sulbüne yerleştirilmiş olmak haysiyetiyle…

Meleklerin kıskançlığı

3. Hz. Adem (a.s)'ın, kendisine bildirilen isimleri meleklere söylemesi ile ilgili 2/el-Bakara, 33'ün meali verildikten sonra düşülen notta şöyle deniyor: "Bu ifade şöyle de yorumlanabilir: Ben insanın fesatçılığı ve kan dökücülüğü konusunda açığa vurduğunuz endişeleri bildiğim gibi, kendinizi bu makama Âdem'den daha layık görme hususunda gizlediğiniz duyguları da çok iyi bilirim."

Bu ifade, meleklerin içinde Hz. Adem (a.s)'a karşı gizliden gizliye bir "kıskançlık" duygusu barındırdıklarını anlatıyor. Oysa meleklerin, "Biz hamdinle tesbih ve seni takdis ederken…" şeklindeki mukabelesinden Hz. Adem'i kıskandıkları sonucunu çıkarmak, ancak tekellüfle mümkündür. Zira meleklerin bu mukabelesinin, yeryüzünde kan dökülüp fesat çıkarılmasına rızalarının olmadığı şeklinde anlamak daha zahir ve daha münasiptir. Zira onların insana arız olan zaaf ve nakisalarla malul olduğuna dair herhangi bir şey bilmiyoruz.

Sonuç

İslamoğlu'nun kaleme aldığı mealin ilk 60 küsür ayeti hakkındaki değerlendirmelerim bu kadar yer tuttu. 6 bin küsür ayetin yaklaşık 100'de 1'i. Birçok noktayı özet geçtiğimi de belirteyim. Mealin tamamı hakkındaki değerlendirmelerin bir kitap hacmini dolduracağını söylemek abartı olmayacak…

İmam el-Mâturîdî tefsirinde, yukarıda zikri geçen "nefislerinizi öldürün" ayeti hakkında şöyle der: "Eğer ehl-i tefsir, buradaki öldürme emrinin hakiki anlamda olduğu konusunda ittifak etmiş olmasaydı, onların, nefislerini öldürmeleri konusundaki bu emri "öldürme"nin hakiki anlamına hamletmezdik…"

Bu alıntı, sadece Kur’ân'ın tefsirinde naklin ne derece belirleyici olduğunu anlamamıza yardım etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu işle iştigal eden insanların kendi uhrevî akıbetleri konusunda taşımaları gereken endişeye de dikkatimizi çekiyor.

İslamoğlu, "Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur…" diyerek Efendimiz (s.a.v)'e, tam tersini söylediği bir sözü izafe etmenin, doğrudan doğruya Kur’ân'ın tefsiri/beyanı sadedindeki sahih rivayetlere gözlerini kapatarak ilgili ayetleri re'yine göre tercüme ve tefsir etmenin kişiyi sürükleyeceği akıbet konusunda elbette bilgi sahibidir.

Kendisine din kardeşi olarak yapabileceğim tavsiye şu:

İslam ilim tarihinin zirvesini tutan dirayet ehli simalarından İmam el-Mâturîdî'yi bir noktada durduran şey sizi durdurmuyorsa, yaptığınız işin size ve Ümmet'e hayır mı, şer mi getireceği konusunda bir daha düşünmelisiniz.

Allah Teâlâ'nın Kitabı ve Resulü'nün Sünneti konusunda yanlışa sürüklenmenizden hoşnut olmam. Elbette hepimiz beşeriz ve hatayla, nisyanla malulüz. Kur’ân meali/tefsiri yazma işiyle iştigal eden insanların, sıradan insanlardan çok daha fazla özenle, titizlikle hareket etmesi gerektiği açık. Zira burada yapılacak bir hata, kitlelere tefsir/meal yazarının kişisel hatası olarak yansımaz; Kur’ân'a mal edilir. Kim böyle bir musibetin altından kalkabilecek gücü kendinde vehmeder, işte o, gerçek anlamda helaka sürüklenmiş demektir!..


[1] 56/el-Vâkı'a, 60.

[2] 6/el-En'âm, 29.

[3] 44/Duhân, 35.

[4] Bkz. 49/el-Hucurât, 13 (5 numaralı not).

[5] 5/el-Mâide, 87-8.

[6] 8/el-Enfâl, 74.

[7] 24/en-Nûr, 62.

[8] el-Buhârî, "Menâkıbu'l-Ensâr", 19. Burada Kays b. Ubâd, Mescid-i Nebi'de otururken içeriye giren bir adamı (Sahabe'den Abdullah b. Selâm (r.a)'ı) tavsif sadedinde, "Yüzünde huşu izi vardı" ifadesini kullanır.

[9] Bkz. Concordance, "h-ş-'a" md.

[10] et-Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, XXII, 137. el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevâd'de (I, 471) isnadının hasen olduğunu söylemiştir.

[11] et-Tirmizî, "İlim", 6.

[12] Hak Dini Kur'an Dili, V, 3428.

[13] El-Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2402-5; İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, IV, 2491; ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, XXXVIII, 437; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, III, 857.

[14] el-Muvatta, "Salâtu'l-Cemâ'a", 22; el-Buhârî, "Enbiyâ", 12…; Müslim, "Salât", 65…; Ebû Dâvud, "Salât", 183…; et-Tirmizî, "Vitr", 22…

[15] Konu hakkında bkz. Çıkış, XIV, 21-9.

Ayrıca şu adreslere bakılabilir: http://www.cresourcei.org/yamsuph.html

http://exodusconspiracy.blogspot.com/2008/12/lost-sea-of-exodus.html

http://members.bib-arch.org/collections.asp?PubID=BSBA&Volume=10&Issue=4&ArticleID=3& http://tanakh.org/chapter_sh_14_hebrewenglish.html

[16] Bkz. Hayat Kitabı Kur'an, 2/el-Bakara, 63 meali ve 5 numaralı not.

[17] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, VI, 4966; ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, XXXIV, 139-40.

[18] 20/Tâ-Hâ, 39.

[19] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 269-70.

[20] Bkz. et-Tefsîru'l-Kebîr, III, 86-7.

[21] Kadı Abdülcebbâr, Tenzîhu'l-Kur'ân ani'l-Matâ'in, 24.

[22] Çıkış, XXXII, 26-30.

[23] Elmalılı, I, 357.

[24] el-Bahru'l-Muhît,

[25] et-Tefsîru'l-Kebîr, III, 90.

[26] el-Keşşâf, I, 271.

[27] Yahudileşme Temayülü, 36.

[28] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 395, 6, 421. Ayrıca bkz. Ebû Dâvud et-Tayâlisî, el-Müsned, I, 243; et-Taberâni, el-Mu'cemu'l-Kebîr, X, 131…

[29] el-Âlûsî, Rûhu'l-Ma'ânî, I, 283.

[30] Bkz. Rûhu'l-Ma'ânî, IX, 93.

[31] Mesela bkz. Müslim. "Kader", 32, 3; Ahmed b. Hanbel, I, 390, 433; 45…; el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 442;

[32] Burada, "eyyuhâ" kalıbının taşıdığı "aile" yan anlamı için bkz: 2:21, not: 6" denerek yazının başlarında üzerinde durduğumuz "yanlış anlama"ya gönderme yapılıyor.

[33] Ateş, Yeniden İslama, II, 267-8.

[34] Bkz. Hak Dini Kur'an Dili, II, 1118-9; III, 1869-74; V, 3057-8; 3432-4; 1869-74.

[35] 15/el-Hicr, 26-33.

RIHLE DERGİSİ





Mustafa İSLÂMOĞLU'nun Gerekçeli Meal-Tefsir Kitabında Bir Âyetin İnkârı
18/02/2009 - 00:41

Ahmet Mahmut Ünlü

Sohbetlerimize devam eden kardeşlerimizin: "Mustafa İslamoğlu nasıl biri? Kitapları okunabilir mi ve derslerine gidilebilir mi?" şeklindeki ısrarlı soruları üzerine bu fakir kardeşiniz, bu kişinin kitapları hakkında bir araştırma yapmak zorunluluğu hissettim. Elime geçen "Yahudileşme temâyülü" kitabı, bana bu kişinin ne kadar çelişkili ve karmaşık batıl görüşlere sahip biri olduğunu kolayca anlatmış oldu.

Rahmân ve Rahîm olan Allâh ism-i şerîfiyle!
Bizleri Ehl-i Sünnet itikadı üzere sabit kılan Allâh-u Te'âlâ'ya hamd-ü senâdan, Cumhur'un yolundan ayrılanları, İslâm ipini boynundan çıkarmakla niteleyen Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e salât-ü selamdan ve O'nun yolundan bir karış bile ayrılmayan âl-i ashâbına hayırla duadan sonra:
Sohbetlerimize devam eden kardeşlerimizin:
"Mustafa İslamoğlu nasıl biri?
Kitapları okunabilir mi ve derslerine gidilebilir mi?" şeklindeki ısrarlı soruları üzerine bu fakir kardeşiniz, bu kişinin kitapları hakkında bir araştırma yapmak zorunluluğu hissettim. Elime geçen "Yahudileşme temâyülü" kitabı bana bu kişinin ne kadar çelişkili ve karmaşık batıl görüşlere sahip biri olduğunu kolayca anlatmış oldu.
Bu esnada fıkıh âlimlerinin cumhurunu, "Hayızlı kadınların camiye giremeyeceği" gibi bazı fetvalarından dolayı Yahudilere meyletmekle suçladığını görmem de işin tuzu biberi oldu.
Sonra bana verilen "Üç Muhammed" kitabında, onun Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in şanına tazim sadedinde yazılmış olan Kâzî İyaz (Rahimehullâh)ın "eş-Şifâ"sı ve İmâm-ı Süyûtî'nin "el-Hasâis"i gibi muteber eserlerde geçen sahih rivâyetleri tenkit ederek, "Bu kitaplarda anlatılan hârikulâde vasıfların Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)de bulunmadığı"nı söylemiş olduğunu görmem, bende tedavisi kabil olmayan çok derin bir yara açtı.
Ama daha sonra elime geçen "Gerekçeli Meal" kitabında onun, bu yazımızda örneklendireceğimiz üzere; "Teröristlerin cezasıyla ilgili" bir âyeti nasıl yok saydığını, "Tur dağının Yahudiler üzerine kaldırılması" gibi bazı mûcizeleri ne tür sudan bahanelerle reddettiğini ve "Uzeyr (Aleyhisselâm)ın yüz sene ölü bırakıldıktan sonra diriltilmesi" gibi, Allâh-u Te'âlâ'nın yaşanmış olaylar olarak kıssa ettiği bir takım gerçekleri nasıl temsil ve mecaz olarak nitelediğini görünce, onun Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in şanına izafe ettiği nâkısaları ve müctehid imamları Yahudilere meyletmekle suçlayarak onlara attığı iftiraları yadırgamaz hale geldim. İnşâallâh bu yazımızı takip edecek yazılarımızda, onun bu tür fasit ve müfsit görüşlerini ibtal etmek üzere bir takım ilmî reddiyeler kaleme alacağız.
Ancak bu yazımızda Mâide Sûresinin otuzüçüncü âyet-i kerîmesinde geçen İslâm'ın önemli bir hükmünü nasıl yok saydığını beyan etmeyi münasib gördük. Şimdi ilk olarak kendisinin mealine ve dipnotuna hiç müdahale etmeksizin yazdıklarını size aynen aktaracağız, daha sonra da tahlilini hep birlikte yapacağız.
"Allah'a ve Rasûlü'ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğu yaymaya çalışanların öldürülmeleri ya da asılmaları veya muhalefetlerinden dolayı ellerinin ve ayaklarının kesilmesi, yahut bulundukları yerden sürülmeleri, sadece (âdil) bir karşılıktan ibarettir. Bu, onların dünyada uğradıkları zillettir; âhirette ise onları korkunç bir azap beklemektedir.
" Yazar bu âyetin dipnotunda (1/197) şu kaydı düşmüştür.
"Bu cümle bir 'inşa' cümlesi değil bir 'ihbar' cümlesidir ve dolayısıyla Kur'an el ve ayakların çaprazlama kesilmesi gibi bir cezayı emretmemekte, sadece nakletmektedir.
Bundan öte, Allah Rasû lü'nün hiçbir muhalife böylesi bir ceza uygulamadığı da tarihi bir gerçektir." Mezkûr şahsın mealini ve gerekçesini böylece okumuş oldunuz. Buna mukabil bir de Üstâdımız Mahmud Efendi Hazretlerinin hazırlamış olduğu "Kur'ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi"ndeki meale göz atalım. "Allâh'a ve Rasûl'ün(ün dostları olan müminler)e harp açmakta olan (ve insanların yollarını kesip mallarını çalan) o (imansız) kişilerin ve (Müslümanlardan da olsa) yer(yüzün)de fesat (ve bozgunculuk çıkartmak) için koşuşturan kimselerin cezası, (sadece öldürmekle yetinmişlerse,) ancak (kısas yoluyla) öldürülmeleri yahut (cinâyetle birlikte mal da gasbetmişlerse,) asılmaları veya (cinâyet işlemeyip sadece mal almışlarsa,) ellerinin ve ayaklarının çaprazdan kesilmesi ya da (korkutmadan başka bir şey yapmamışlarsa,) o (oturdukları) yerden sürül(üp hapse gönderil)meleridir. İşte sana! Bu (cezalar), dünyâda onlar için büyük bir (alçaklık, rezillik ve) rüsvaylıktır, (günahlarının büyüklüğünden dolayı) âhirette ise kendileri için pek büyük bir azap vardır!" Görüleceği üzere İslamoğlu, Kur'ân-ı Kerîm'in metninde olmayan birçok kelimeyi metne sokmasının yanısıra, dipnotta bu âyetin bir "İnşâ" değil de, bir "İhbar" olduğunu öne sürmüştür. Sizin anlayacağınız şekilde ifade etmem gerekirse, "İnşâ", "Bir şeyi emretmek ve yapılmasını istemek" mânâsına gelmekte, "İhbâr" ise: "Evvelce olmuş bir şeyin vukuunu haber vermek ve nakletmek"tir. Onun dediğine göre bu âyet-i kerîmede zikredilen ceza hükümleri, bir haber niteliği taşımaktaysa, bu haber kimlerin uygulamasını bize nakletmektedir.
Böyle bir şey söz konusu olamaz. Ayrıca bu ceza uygulanmayacaksa, sadece anlatılıp geçilecekse bu durumda âyet-i kerîmede beyan edilen "Dünyadaki rüsvaylık" teröristlere nasıl ulaşacaktır. Onlar bu cezalara maruz kalacak yerde sadece bunları hikâye gibi dinlediklerinde, rezil olacak yerde gülüp sevineceklerdir.
Yine böylece bu durumda bir sonraki âyet-i kerîmede konu edilen: "Ancak siz kendilerini yakalamadan tövbe edenler müstesna" kavl-i şerîfi, mânâsız boş bir kelâmdan öte geçmeyecektir. Çünkü ceza yoksa istisna ve müstesna mefhumları kime işletilecektir?! Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de aynı ifadeyle zikredilen: "Fakat eğer onlar sizinle (Mescid-i Haram'da) savaş (başlat)ırlarsa, (oranın hürmetini önce onlar ihlâl ettiği için,) siz de (hiç aldırmadan) onlarla savaşın. İşte sana! Kâfirlerin cezası böylece (misilleme)dir." (Bakara Sûresi:191) "Hırsızlık yapan erkekle, hırsızlık yapan kadına gelince; her ikisinin (çalıp) kazanmış oldukları şeye ceza olarak, Allâh'tan caydırıcı bir azap olmak üzere ikisinin de (sağ) ellerini (bileklerinden) kesin!....
" (Mâide Sûresi:38) "Ey iman etmiş olan kimseler! Siz ihramlı kişilerken av öldürmeyin! İçinizden her kim onu kasten öldürürse, işte sana! (O kişinin yapması gereken;) öldürmüş olduğu hayvanın misli bir ceza (ödemesidir) ki; sizden adâlet sahibi iki kişi ona karar verecektir…." (Mâide Sûresi:95) âyet-i kerîmelerinde "Ceza" tabiri, hüküm ifade etmekteyken, burada konu edilen "Ceza"nın, üstelik: "Onların cezası ancak ve ancak budur" mânâsını ifade eden "İnnemâ" edatıyla zikredilmiş olmasına rağmen hükümsüz olması hangi delile dayanmaktadır. Bu konuda bu âyet-i kerîmenin hükmünü nesheden başka bir âyet-i kerîme yokken, bir âyet nasıl geçersiz addedilebilir.
Oysa Fahru'r-Râzî, Beyzâvî ve Nesefî gibi birçok tefsirde: "Allâh-u Te'âlâ ile muhârebe yapılamayacağından dolayı burada Allâh-u Te'âlâ'nın emirlerine muhâlefet eden ve Rasûlünün hükümlerine başkaldırmış olan kimselerin cezası konu edilmiştir" denilerek bu âyet-i kerîmenin bir haber niteliğinde olmayıp, İslâm'ın bir had cezasını beyan ettiği belirtilmiştir. İslamoğlu bu âyet-i kerîmenin hükmünü yok saymakla kalmamış, üstelik "Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in böyle bir tatbikatı olmadığının tarihi bir gerçek olduğu"nu savunarak tarihi bir iftirada bulunmuştur.
Zîrâ Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in bu hükmü işlettiği, en sahih kaynaklarda zikredilmektedir. Nitekim Enes (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: "Ukl ve Urayne kabîlelerinden birtakım insanlar Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek Müslüman olduklarını açıkladılar. Fakat sonra Medine'nin havası kendilerine yaramayınca hastalanıp zayıflamaya başladılar ve ovadaki develerin yanına gidip onların sütlerinden içerek sağlıklarına kavuşmak için Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)den izin istediler.
Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in müsâadesi üzere Kuba civârındaki zekât develerinin yanında bir müddet kalıp iyileştiklerinde, dinden dönerek develerden birini boğazladılar, çobanlardan birinin ellerini ve ayaklarını kesip, diline ve gözlerine de diken batırarak ölünceye kadar kızgın güneşin altında bıraktılar, diğer develeri de alıp götürdüler.
Sağ kalan bir çobanın haberi üzerine Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yirmi kişilik bir müfrezeyi onların takibine gönderdi. Yakalanıp getirildiklerinde Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onlara kısas yapılmasını emretti. Bunun üzerine o cânilerin gözleri çıkarıldı, elleri ve ayakları kesildi ve ölünceye kadar o hal üzere Harre tarafında bırakıldılar." (Buhârî, Meğâzî: 34, No: 3956, 4/1535; Zekât: 67, No: 1430, 2/546; Müslim, Kasâme:2, no:1671, 3/1297; Neseî, Tahâret, 191, no:304, 1/174; Ebû Dâvûd, Hudûd:3, no:4364, 2/534; Tirmizî, Taharet:55, no:72, 1/106; İbni Mâce, Hudud:20, no:2578, 2/861; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:12042, 4/214) İslamoğlu'nun, bu rivâyetleri bilmeyecek kadar cahil biri olmadığını düşünürsek, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in bu âyeti tatbik etmediğini söylemesi, bizde ister istemez burada bir sû-i kasd (kötü niyet) bulunduğu düşüncesini uyandırmıştır. Zaten bu kişinin bu rivayetleri bilmeyecek kadar cahil biri olduğunu kabullenmemiz durumunda da, yine insanları böyle bir kişiyi dinlememeleri ve kitaplarını okumamaları hususunda uyarmak boynumuzun borcudur.
Ayrıca bu âyet-i kerîme, teröristlere uygulanacak ceza hakkında Kur'ân-ı Kerim'de misli bulunmayan tek âyet olma özelliğini taşıdığı için bütün müctehidler tarafından işletildiği ve kendisinden ciltler dolusu hükümler istinbat edildiği, dört mezhebin fıkıh kitaplarında kaleme alınmıştır. Bu husustaki bazı genel hükümleri şöyle özetleyebiliriz.
El-Mevsû'atü'l-Fıkhiyye isimli eserde (17/158-161) zikredildiğine göre: "Kendileri yakalanmadan önce tövbe etmedikleri müddetçe muharib (terörist)lerin cezalandırılmasının, kaldırılmaya ve bağışlanmaya elverişli olmayan İlâhî hadlerden bir had olduğu" hususunda fıkıh âlimleri arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta temel teşkil eden nass ise; "Allâh'a ve Rasûl'üne harp açmakta olan o kişilerin ve yerde fesat için koşuşturan kimselerin cezası, ancak öldürülmeleri yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazdan kesilmesi ya da o yerden sürülmeleridir. İşte sana! Bu, dünyâda onlar için büyük bir rüsvaylıktır, âhirette ise kendileri için pek büyük bir azap vardır! Ancak o kimseler müstesnâ ki kendilerine güç yetirmenizden önce tevbe etmiştirler! Bilin ki; Allâh gerçekten Ğafûr'dur; Rahîm'dir." (Mâide Sûresi:33-34) âyet-i kerîmeleridir.
Fıkıh âlimleri, âyet-i kerîmede geçen cezaların nasıl uygulanacağı hakkında farklı görüşler serdetmişlerdir. Şâfi'îler, Hanbelîler ve İmâm-ı Muhammed ile İmâm-ı Ebû Yûsuf (Radıyallâhu Anhum) bu hükümlerin âyet-i kerîmede geçen tertip üzere uygulanacağı ve hükümlerin işlenen suça göre taksim edileceği görüşüne gitmişlerdir. Buna göre; hem öldürüp hem mal alan öldürülüp asılır, sadece mal almakla yetinenin sağ el ve sol ayağı kesilir, eşkiyalık yapıp yolcuları korkutan, fakat öldürme ve mal alma gibi suçlara bulaşmayan kimseler sürgüne gönderilir. İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhumâ) da âyet-i kerîmeyi böylece tefsir etmiştir. (Ravzu't-tâlib:4/155; el-Muğnî, 8/288; Ravzatu't-tâlibîn:10/156-157; Metâlibü Üli'n-nühâ: 6/252-253; Nihâyetü'l-muhtâc:8/3) İmâm-ı Ebû Hanîfe (Radıyallâhu Anh)a göre; muharib kimse bir insan öldürmeden veya bir mal gasbetmeden yakalanırsa, tazir (azarlanma) cezasına çarptırıldıktan sonra tövbe edinceye kadar hapsedilir. Eğer hırsızlığın nisabı kadar (1.0,5 gram altın veya o değerde bir) mal almışsa eli ve ayağı çaprazdan kesilir, masum bir kişiyi öldürmüş, ama mal almamışsa öldürülür, hem cana kıymış hem de mal almışsa, ceza verme yetkisine sahip olan kimse, üç işten birini yapmakta serbesttir. Dilerse ellerini ve ayaklarını çaprazlama keser, sonra öldürür. İsterse sadece öldürür.
İsterse asar. (Bedâi'u's-sanâi' : 7/94; İbni Âbidîn: 3/213; el-İhtiyâr:4/114) İmâm-ı Mâlik (Rahimehullâh)a göre ise; öldürenin mutlaka öldürülmesi gerekir. Ancak kılıç darbesiyle veya asılarak öldürülmesi hususunda yönetim serbesttir. Sadece yol kesmekle yetinseler bile idare hangisinin daha kârlı olduğunu gözeterek, öldürmek yahut asmak veya çaprazlama kesmek hususunda muhayyerdir. (Bidâyetü'l-müctehid:2/491-492; Şerhu'z-Zürkanî:8/110; Hâşiyetü'd-Düsûkî: 4/350; Tefsîru'l-Kurtubî: 6/152) Görüldüğü üzere; dört mezhebin sahibleri olsun, mezheb içi müctehidler olsun, hepsi de bu âyet-i kerîmeyi tahlil ve tatbik etmişler, hiçbiri hükümsüz kabul etmemişlerdir. Hal böyle iken İslamoğlu'nun: "Bu âyet-i kerîme el ve ayak kesilmesini emretmemektedir, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bunu yapmamıştır, bu sadece mücerred bir anlatımdır" demesi, bu âyeti hükümsüz kılması anlamına gelir ki bunun da inkârın bir türü olduğunda şüphe yoktur.
Burada beni daha çok şaşırtan şu olmuştur;
İslâmoğlu'nun beyânına göre bu "Gerekçeli Meâl"in fıkhî notları Hayrettin Karaman'la müzâkere edilmiş!
Bu durumda böyle bir târihî hatâ onun da mı gözünden kaçmış yoksa o da mı aynı görüşte?! Eyvâh ki ğarîb oldu şerî'at-i Muhammed, Ki kaldı bu misilli ulemânın eline! Allâh-u Te'âlâ'nın âyetlerinden birini inkâr, tümünü inkâr sayılacağına göre, işin ne boyuta vardığı siz okurlarımızın isabetli anlayışlarına havale edilmeye değer bir husustur. Artık "Kâfirlere İslâm'ı hoş gösterelim" derken İslâm'ın kol kesme, recm ve kısas gibi hükümlerini ve Allâh'ın ahkâm âyetlerini inkâra düşerek kâfirlerin durumuna düşmekten Allâh-u Te'âlâ'ya sığınırız ve siz okurlarımızı, bütün Müslümanları bu hususta uyarmanız ve bu reddiyeleri okutmanız temennîlerimizle Allâh-u Te'âlâ'ya emanet ederiz. Allâh-u Te'âlâ'nın selâmı, rahmeti ve bereketleri hepinizin üzerine olsun.

Kaynak: Baran dergisi

Ehli Sünnet'in içini boşaltmak
Ebubekir Sifil
04 Ekim 2009, 21:19

Dikkatinizi çekiyor mu, bilmiyorum; son zamanlarda bazı kişiler kendilerini veya başkalarını "Ehl-i Sünnet" olarak tavsif etmeye özel bir itina gösteriyor sanki. Elbette bir "meşruiyet sağlama" aracı olarak başvurulan bu yöntemi birkaç açıdan okumak mümkün:

1. "Ehl-i Sünnet", vasfen olmasa da ismen hala bu topraklarda temel belirleyicilerden birisidir.

2. Ehl-i Sünnet'in ne olduğu, kişinin hangi durumda Ehl-i Sünnet olarak tavsif edilebileceği ve hangi durumlarda bu sıfatla anılamayacağı konusu netliğini kaybetmektedir.

3. Bu durum böyle devam ederse, "Ehl-i Sünnet" kavramının dönüşmesine veya içinin boşalmasına müncer olacaktır.

Şurası açık ki, milletimizin temel aidiyetleriyle irtibatı tam olarak ortadan kaldırılabilmiş değil. Bu önemsenmesi gereken bir durum. Ehl-i Sünnet olmayı önemseyen, halka dönük işler yapan kimselerin Ehl-i Sünnet'e açıktan ta'n etmeyi göze alamaması bunun bir göstergesidir.

Ancak hemen ekleyelim ki bu durum, başta itikad olmak üzere temel aidiyetlerimizle sağlam ve canlı bir irtibatımızın bulunduğu anlamına gelmiyor. Söz konusu irtibat son derece önemli yaralar, zedeler almış durumda. İsim devam ediyor, ancak müsemmada derin problemler var.

Bu durumun sebepleri, hal çareleri ve sair boyutlar bu yazının çerçevesini aşacağı için o noktalara girmeden devam edelim.

Ehl-i Sünnet olmanın kişi için ne ifade etmesi gerektiği ya da hangi durumlarda "Ehl-i Sünnet" vasfıyla bihakkın muttasıf olunacağı ve hangi durumlarda Ehl-i Sünnet çerçevenin dışına düşülmüş olacağı meselesine, hassasiyetiyle mütenasip bir önem atfedildiğini söylemek ne yazık ki kolay değil. Burada, Ehl-i Sünnet'i Ehl-i Sünnet yapan kırmızı çizgilerin geniş halk kitleleri bakımından netliğini giderek kaybettiğini tesbit etmek durumundayız.

Bu yazıyı yazdıran problem de kendisini bu noktada gösteriyor. Bakıyorsunuz adamın Ehl-i Sünnet'in temel kabulleriyle hiç bir irtibatı yok. Edille-i Şer'iyye ve bahusus Sünnet-i Seniyye konusu, Sahabe algısı, hadislerle sabit itikad meseleleri, varlık, bilgi ve kaynak anlayışına taalluk eden meseleler... Bütün bunların birinde veya tamamında Ehl-i Sünnet'in kabulleriyle hiçbir ilgisi olmayan kimseler bakıyorsunuz alabildiğine rahat bir şekilde "Ehl-i Sünnet" olarak takdim ediliyor veya kendisini öyle takdim ediyor.

Bir süre önce, dinî konularda etkin ve yetkin olduğu düşünülen bir isim, sahasıyla ilgili bir heyeti toptan Ehl-i Sünnet olarak takdim, dolayısıyla tebrie etmişti. Oysa aralarında yukarıda kısaca çizdiğim çerçevede Ehl-i Sünnet'in kabulleriyle önemli farklılıklar arz eden görüşlere sahip kimseler bulunduğunu biliyoruz...

Bir diğer örnek Yaşar Nuri Öztürk. Kendisine şu anki şöhretini sağlayan ne varsa neredeyse hepsini Ehl-i Sünnet'e muhalefete borçlu olan Öztürk'ün, son kitabı İmamı Azam Ebu Hanife'de (12) kendisini Ehl-i Sünnet'e mensup göstermesine aslında şaşırdım desem yalan olur. Zira bir yandan Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyip, diğer yandan adeta hayatını Ehl-i Sünnet'le savaşmaya adamak tam da onun tarzına uygun davranış. Konuyla ilgili daha başka örnekler verilebilir...

Temel birtakım kabullerde Ehl-i Sünnet ile ayrı istikametlerde seyredenlerin bu tavrı netice itibariyle "Ehl-i Sünnet" kavramının içinin boşalmasına, dolayısıyla işlevini kaybetmesine yol açıyor.

Bu gerçek, itikad noktasında bilinçlenmenin önemini bir kere daha önümüze koyuyor. Bu nokta sadece birilerinin istismarına konu olmakla kalmaz, böyle devam ederse bir süre sonra Sünnet'in yerini bid'atlar alır ve insanlar Ehl-i Sünnet'e ittiba ediyorum diyerek ehl-i bid'atın dümen suyuna girer. Böyle bir şeyin hesabını kim verebilir?
Anadoluhaber

Serdar Akinan
Vitrin Müslümanları

Dünya tam anlamıyla bir değişimin arifesinde...
Obama'nın paketi işe yarayacak mı? Bu kritik sorunun yanıtını yıl sonuna kadar göreceğiz...
Olumsuz hali Bretton Woods'un iflasıdır.
Yani küresel düzen değişir. Kaldı ki ben bu sürecin başladığına inananlardanım.
Temel iktisat tezi nedir?
'Kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar sınırsızdır.'
Üretimin ve tüketimin geldiği boyut ortada.
İnsanı, insanlığı ve yerküreyi mahvetme noktasına getirdi.
Oysa bu tez gerçekte tam tersidir.
'Kaynaklar sınırsız, ihtiyaçlar sınırlıdır.'
Sosyologların ilkel kabileler üzerine yüzyıl başında yaptığı bir araştırmada insanların 'modern' insanlara nispetle çok daha az çalıştığı ispatlandı. Yılda bir ay...
İnsanın köleleştiği bir çağda yaşıyoruz... Bunca savaş, soykırım, açlık, adaletsizlik, kirlilik ve ahlaki çöküşlerin temel sebebi seçilen iktisadi yoldur.
Neo-liberalizmin vahşeti; silah tekelleri, ilaç ve gıda şebekelerinin küresel hegemonyası dünyayı ve insanlığı açmaza soktu.
İnsan nerede?
Işıl ışıl bir dünya şeklinde sunulan bu fotoğraf karesinde neredesiniz?
Manevi dünyamız bir çölü andırıyor.
Ruhlarımız o çölde bir yudum su peşinde.
Ruhumuz ondan geldi ona dönecek. Suskun bir izleyici gibi bekliyor.
Egomuz ise krallığını ilan etmiş... Bu sahte alemin kölesi olmuş bir kral... Kör ve sağır.
Kalbimiz suskun ve yapayalnız.
Gönlümüzde bir farkındalık yaratarak çölü ummana çevirecek aşk nerede saklı?
Düşünün. Nasıl bir hayat döngüsü içindeyiz?
Hazlar içinde yüzen tek başına insanlar olduk. Tüketen ve tükenen insanlar...
Her sabah yorgun argın yatağından kalkan, saatlerini tıkalı trafikte harcayan, ne uğruna ne ürettiğini bilmeden manasızca koşturan, anlam haritaları olmayan, sevgi yerine şüphe içinde yüzen yığınlar var etrafımda...
Mutsuz ve umutsuz ruhlar...
Dünya dönüşüyor... Bu coğrafya insanlığa binlerce yıl ne sundu?
Bu dönüşümün arifesinde, çözümün tepeden inmeci küresel iktisadi formüllerde değil, bireyden yükselen bir formülde yattığını anlamalıyız.
Evrene sığmayan ve bir insanın kalbine sığabilen tek şey nedir?
Her şey...
Devleti yıkmanın yolu egomuzu yok etmekle mümkün. Gücü aşkta saklı...
Yani bireysel reddiyeyle başlayan bir pratik küresel bir zaferle nihayetlenir.
Bir değişime ihtiyaç var. Ve, olacak...
Vitrindeki Müslümanlar bunu başaramaz. Çünkü onlar vitrindeler.
Vitrin kapitalizme ait bir semboldür. İktidarı istediler. İktidar onları vitrine koydu...
Şebek oldular.
Bunu başaracak mümindir.
Okuyan, dinleyen, paylaşan, dayanışan, anlaşan, anlayan mümin...

Akşam

Müftünün görevi ezanın sesini kısmak değil, düzgün okunmasını sağlamaktır!
Murat BARDAKÇI
mbardakci@htgazete.com.tr
18 Ağustos 2010

Habertürk'ün önceki günkü manşetinde hâlâ konuşulan ve daha günlerce konuşulacak olan güzel bir haber vardı: Aslı Sözbilir'in yazdığına göre, istanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, çirkin sesli müezzinler tarafından okunan ve hoparlörlerden yüksek volümle verilen ezanları belli bir noktada sabitleyecek bir âlet arayışına girmişti!
Bu çaba, tam Türkçesi ile ezanın sesinin kısılması teşebbüsüdür ve bir müftünün, hele İstanbul gibi ezanları tarih boyunca dinî musikinin şâheseri olmuş eski bir imparatorluk başkentinin müftüsünün görevi ezanın sesini kısmak değil, iyi müezzinler tarafından çok daha mükemmel şekilde okunmasını sağlamaktır.

ÇÖZÜM, KISMAK DEĞİLDİR
Senelerden buyana ben de söyleyip yazıyorum: Bize mahsus olan ve dinleyene asırlar boyunca ruh sükûnu veren ezan, özellikle de "Üsküdar tavrı" denen kıraat, yani okuyuş biçimi artık tarihe intikal etmek üzeredir. İstanbul ezanının yerini makamdan ve tavırdan bîhaber müezzinlerin kerih bağırtıları almış, ezan işitene "Aziz Allah" dedirtmek yerine "Lahavle" çektirir olmuştur ama daha da vahimi, Türk ezanının birçok yerde Arap tavrının zevksiz bir taklidi şeklinde okunur hâle gelmesidir.
Ezanın bozulmasının asıl sebebi, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın müezzin kadrolarını seneler boyunca eşin-dostun tavsiyesi ile gelenlerle yahut milletvekillerinin seçim bölgelerinden gönderdikleri basit dinî tahsil sahipleri ile doldurmasıdır. Müezzin seçiminde ne musiki yeteneğine, ne de ezanı okuyacak olan kişinin müzik kulağının olup olmadığına bakılmış, sadece "Hâmil-i kart yakinimdir" şeklindeki talepler yerine getirilmiş ve ezan neticede bu hâle gelmiştir.
İstanbul Müftüsü'nün ezanın düzgün okunmamasına takometreli çareler aramaya çalışırken "Araplaşma" tarafını gözardı etmesinin sebebini bilmiyorum. Ama tekrar söyleyeyim: Müftüler ezanın sesini kısmakla değil, güzel okutmakla mükelleftirler. Hele bu konuda "takometre" gibi takozumsu ve zevkten uzak benzetmeler yapmak, bürosu imparatorluğun meşihat binası, yani şeyhülislâmın makamı olan İstanbul Müftüsü'ne hiç yakışmaz! Prof. Dr. Çağrıcı'ya düşen, ortaya böyle Karakuşî fikirler atmak değil, eğitime dayanan estetik çareleri hayata geçirmektir.

MEHMED ÂKİF HATA ETMİŞ!
Meselenin vahim bir tarafı daha vardır: Birinci Dünya Savaşı sonrasında uğradığımız felâket senelerinde İstanbul'a hâkim olan işgal kuvvetlerinin bile ezanın sesini kısmayı hatırlarına getirmemiş, bu konuda bırakın en ufak bir teşebbüse girişmelerini, imâda bile bulunmamış olmalarına rağmen, İstanbul'da bugün ezanın sesinin nasıl kısılacağının yolunu arayan bir müftümüz bulunmaktadır.
Meğerse, Kurtuluş Savaşı senelerinde okunan hutbelerde seneler boyu "Bu ezanlar susmayacak" diyen âlimler büyük yanlış yapmışlar, Mehmed Âkif de İstiklâl Marşı'nda ezandan sözettiği mısrada "Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli" derken hata etmiş!
Ortodokslar'ın Sümela Manastırı'nda 88 sene aradan sonra ilk defa âyin yapmalarına izin verdiğimiz günlerde, İstanbul'un müftüsü, Ortodoks Patriği'nin bile ruhlarına kendi dinince dua ettiği padişahların payitahtından yükselen ezanın sesini kısmanın yolunu arıyor...
Velhâsıl tuhaf, çok tuhaf bir memleketiz!
habertürk

Fetullah Gülen'e,Mehmet Talu Eleştirisi
16 Temmuz 2010, 09:13Anadolu Haber

Milli Gazete yazarı Mehmet Talu`dan bir ay gecikmeyle Fethullah Gülen eleştirisi geldi: "İsrail`e insanî yardım götüren barış filosunun asıl amacı az bir yardımı muhtaç Filistinlilere ulaştırmak değil, İsrail`in zalimane ambargosunu delmekti. Müslümanlar için büyük bir tuzak olan Vatikan patentli Dinler arası diyalog taraftarı İslamî kesimden bazıları, ne yazık ki: "Bu iş için İsrail`den izin alınmalıydı.dedi"

İsrail`e insanî yardım götüren barış filosunun asıl amacı az bir yardımı muhtaç Filistinlilere ulaştırmak değil, İsrail`in zalimane ambargosunu delmekti. Müslümanlar için büyük bir tuzak olan Vatikan patentli Dinler arası diyalog taraftarı İslamî kesimden bazıları, ne yazık ki: "Bu iş için İsrail`den izin alınmalıydı. İsrail`in sözlerine itaat etmek, onları da kırmamak lazım." diyorlar. Bu, asla ve kat`a doğru değildir. İsrail ne zaman izin verdi ki? Böyle bir şey olabilir mi? Boyun eğmek izin almak asla ve asla olmaz. Ayrıca bazı Müslümanların İsrailin ekmeğine yağ sürecek böyle beyanlarda bulunmalarını anlamak mümkün değildir. Kalbi Müslümanlardan yana olan kimselerin İsrailin ekmeğine yağ sürecek beyanlarda bulunmaması gerekir. Çünkü onlar mazluma yardıma giderken şehit oldular, gazi oldular.

Mavi Marmara barış ve insanî yardım gemisi İsrail`e değil, Gazze`ye gidiyordu. Açık deniz olduğu için bölge İsrail`in egemenliği altında da değil. Binaenaleyh oraya gidebilmek için İsrail`den izin istemesi ve alması gerekmezdi. Gazze, İsrail toprağı değildir, Gazze İsrail tarafından idare edilmemektedir. Orada bir meclis bir Filistin hükümeti vardır, Filistin bayrağı dalgalanmaktadır. Bu sebeble Gazze ambargosunu kırmak için yola çıkmış olan yardım gemilerinin İsrail devletinden izin istemeleri gerektiği iddiasının hiçbir tutar tarafı yoktur. Ayrıca İsrailden izin almak demek onun Gazze üzerindeki hâkimiyetini ve zulmünü kabul etmek, meşrulaştırmak demektir.

Yardım gemileri oraya niçin gidiyorlardı? Siyonist devletin inatla sürdürdüğü; hukuka, ahlâka, insanlığa, vicdana, adalete aykırı bir ambargoyu kırmak için... Gazze halkı işkence, baskı, sıkıntı, yokluk içinde yaşamaktadır.

Orada küçük bir toprak parçası üzerinde bin bir çile ve sıkıntı içinde yaşayan din kardeşlerimize, gıda maddeleri, ilaç, inşaat malzemesi v.b. insanî yardım göndermek için niçin İsrailden izin alacakmışız?

Hıristiyanlar Gazzelilere acıyor, Siyonist olmayan Yahudiler acıyor... Bir kısım Müslümanların acımaması doğru mudur?

Hele hele `Otoriteden izin alın, başkaldırmayın. İsrail Onay`ı almadan hareket etmek, otoriteye başkaldırıdır.` Cümlesi. Böyle bir cümleyi hiç bir şeyden haberi olmayan eçhel biri söylese anlardık..

Ama İslamî kesimden bazıları söyleyince azda olsa şaşırdık. Bu sözlere doğrusu çok üzüldük, inşALLAH bu haber yanlıştır, temennisinde bulunduk. Fakat ne yazıkki gerçekmiş. İşte Dinler arası diyalog semeresi...

İslam dini Müslümanların, din düşmanlarını dost ve velî edinmelerini kabul etmez. Müslümanların kâfirlere benzemesini kabul etmez. İslam dini, Allah katında tek hak din olduğu konusunda müşareket yani ortaklık kabul etmez.

Siyonist ideoloji Museviliğe bile zıt ve aykırıdır. İslam dini, Müslümanların Siyonistlerle ittifak ve işbirliği yapmalarını uygun görmez. İslam`ı ve Müslümanları yeryüzünden kazımak isteyen aşırı ve militan Evangelistlerle işbirliği yapılmasına İslam izin vermez.

Buna rağmen ülkemizdeki bazı kimselere göre Siyonistler de ehl-i necat ve ehl-i cennetmiş... FesubhanALLAH! Cennet senin babanın çiftliği mi ki, açmışsın kapısını içine kefereyi dolduruyorsun?

Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi inkâr ediyorlar... Kur`an-ı Kerim`i kabul etmiyorlar... İslamı hak din olarak görmüyorlar... Müslümanları ehl-i necat ve ehl-i Cennet kabul etmiyorlar...

Filistin halkına kan kusturuyorlar ve Cennetlik oluyorlar. Tekrar FesubhanALLAH!..

Murat Bardakçı
mbardakci@htgazete.com.tr
Bazı tefsirler neden eskimez?
03 Eylül 2010

ERTUĞRUL Özkök, geçen gün Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’an tefsirini yazdı ve gazetelerin Ramazan ayında bu eseri dağıtmalarının sebebini, “En az riskli olanı oydu da ondan” diye açıkladı.

Yanlış! Elmalılı Hamdi Efendi’nin tefsirinin yayınlanmasının üzerinden neredeyse 70 sene geçmiş olmasına rağmen eserin hâlâ rağbet görmesinin sebebi tektir: Sahibinin âlim, muhteviyatının da mükemmel olması...

Cumhuriyet Türkiyesi’nin “resmî” kimlik taşıyan iki temel dinî eseri vardır: Elmalılı Hamdi Efendi’nin tefsiri ve Babanzâde Ahmed Naim Bey’in Hazreti Muhammed’in hadis külliyatı olan Buhârî tercümesi... Her iki eser de Atatürk’ün Diyanet İşleri’ne bizzat verdiği emirle hazırlanmış, Ahmed Naim Bey “Tecrid” isimli tercümenin ancak üç cildini bitirebilmiş, vefatı üzerine eseri Kâmil Miras tamamlamıştır.

Hamdi Efendi ise, tefsirini Diyanet İşleri ayrıntılı bir sözleşme yaptıktan sonra kaleme almıştır ama işin resmî tarafı, eserin kıymetine hiçbir halel getirmez.

Elmalılı Tefsiri’nin başta gelen özelliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun İslâm’ı yorumlama biçimini yani “amelde Hanefî, itikadda Maturîdî” anlayışını devam ettirmesidir. Üstelik Hamdi Efendi sadece İslâm’ın ve doğu dünyasının kaynaklarına değil, batı sistemlerine de âşinâdır ve “Metâlib ve Mezâhib” isimli meşhur eseri Fransızca’dan tercüme etmiştir ve tercümesine yazdığı önsöz, Türk felsefe tarihinde hâlâ bir numaradır.

HATTATLIĞI UNUTULDU
,
Hamdi Efendi’nin artık unutulmuş olan bir tarafı da, hattatlığıdır. Osmanlı’nın son dönem allâmelerinden İbnülemin Mahmud Kemal İnal, “Son Hattatlar”ında Hamdi Efendi’den “Dinî meselelerle bu kadar derinden alâkadar olmasa idi, zamanın en büyük hattatı olurdu” diye bahseder.

Türkiye’de bugün Kur’an tefsir edilmiyor mu? Bol bol ediliyor ve ortada dünya kadar tefsir bulunuyor. Fakat işin çok daha önemli bir başka tarafı var: Eser ve “müfessir” yani tefsir yapan kişi çok ama geçmişteki gibi ilim sahibi müfessir artık yok! Eskilerin “âlim-i küll” dedikleri her konuda ilim sahibi olanların yerini şimdi devrin icabı olarak belli alanlarda uzmanlaşmış ilâhiyatçılar aldı. Fıkıh uzmanı tefsirde ağırlığı fıkha, hadisçi hadise, kelâmcı da kelâma veriyor ve dolayısıyla yeni tefsirler bir türlü bir bütün hâlini alamıyor.

Meselenin, bir türlü anlayamadığım bir tarafı daha var: Günümüzdeki bazı müfessirlerin ortaya İslâm’da şimdiye kadar kimselerin farkedemediğini iddia ettikleri yeni görüşler atmaları ve mutlaka bir reform çabası içerisine girmeleri...

1400 KÜSUR SENE SONRA!

Zamâne ulemâsından biri kalkıyor, “Kur’- an’da kadınların başlarını örtmeleri konusunda bir emir yoktur” diyor, öteki “miras hükümlerinin yanlış yorumlandığını” yazıyor, bir diğeri “orucun bir ay değil, sadece bir gün tutulmasının kâfi olduğunu” buyuruyor!

Bu iddiaların tek bir mânâsı vardır: Bugünün kimi tefsircileri “1400 küsur seneden buyana gelip geçen ve Arapça’ya bizlerden kat kat hâkim olan binlerce âlim, Kur’an’ın bazı bahislerini maalesef anlamamışlar; biz anladık!” demektedirler.

Elmalılı Hamdi Efendi’nin tefsiri işte bu yüzden, yani hem sahibinin ilimdeki seviyesi, hem verdiği malûmat sebebiyle hâlâ rağbettedir, bu kadar sene sonra bile en önemli kaynaktır ve yeni müfessirlerin bile en başta Hamdi Efendi’nin eserine müracaat etmelerinin sebebi de budur.

Dolayısıyla, ortada Özkök’ün iddia ettiği gibi bir “en az riskli olma” durumu değil, sadece bir ilim meselesi vardır.

Hamdi Efendi’nin dilini ve üslûbunu eski bulup anlamakta zorluk mu çekiyorsunuz?

O zaman yapacağınız tek bir iş vardır: O dili, yani Türkçe’nin doğrusunu ve güzelini öğrenmek! Elmalılı’nın dilini anlayamayanlar, dedelerinin ve büyükannelerinin yazdıkları mektupları da anlayamıyorlar demektir ve bilgi noksanının bu kadarı da hakikaten ayıptır!

Habertürk

Fatih Altaylı, Beyaz'ı fena vurdu
Fatih Altaylı, evi aranan Zekeriya Beyaz'ı çok kızdıracak bir açıklama yaptı.



Ergenekon davasıyla birleştirilen Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı soruşturması kapsamında İstanbul, Ankara, Malatya, Antalya, Konya, Trabzon ve Adana'da bazı adreslerde arama yapıldı. İstanbul'da evi arananlar arasında ilahiyat profesörü Zekeriya Beyaz da var.

Arama sırasında konuşan Beyaz, ''Arama, misyonerlikle ilgili çalışmalarım hakkında. Fethullah Gülen ve Said-i Nursi hakkında kitap yazıyordum'' dedi. Pencereden el sallayarak demeç veren Öz, "Kitap yazıyordum" dedi.

ÇIKSA ÇIKSA PORNO KASET ÇIKAR

Zekeriya Beyaz'ın evindeki baskını Habertürk'te Hayatın içinden programına değerlendiren Fatih Altaylı, "Bir yerlerden işaret fişekleri atılıyor. Sonra operasyonlar yapılıyor. Zekeriya Beyaz, böyle işlerin içinde olacak bir adam değil." dedi. "Artık neyin, ne için yapıldığını çözmek kabil değil.. Ağır komplo teorileri üzerinde hareket ediliyor." diyen Altaylı 'Sabah Zekeriya Beyaz'ın evi aranıyor' dedik birisi 'Zekeriya Beyaz'ın evinden çıksa çıksa porno kaset çıkar' dedi."

Zekeriya Beyaz'ın daha önce kaldığı bir otelde porno tv kanalı izlediği için hizmet faturası ödediği ortaya çıkmıştı.
ENSONHABER

Milli Gazete yazarından Hayrettin Karaman'a: AK Parti’nin faizci düzeni mi farz?
15 Nisan 2017



"ABD ve İsrail stratejik müttefikliğinin bir gereği olarak BOP'u hedefine taşımak mıdır farz olan?"

Milli Gazete yazarı İsmail Hakkı Akkiraz, "Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha 'Evet' diyerek atmak, 'farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır' kuralının çerçevesine dahildir" diyen Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman'ı eleştirdi. Akkiraz, "Burada ifade edilen 'tamamlanmak istenen farz' nedir ki onu tamamlayacak olan 'evet' tercihi farz olsun. Tamamlanmak istenen farz; AK Parti’nin 15 yıldır kararlılıkla yürüttüğü 'faizci, liberal kapitalist nizam' mıdır? Yoksa AB medeniyet projesi veya medeniyetler


En son Ekim tarafından Pzr Ekm 04, 2009 9:16 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Nis 13, 2009 11:55 pm    Mesaj konusu: Çıplak uyarIcI: Yaşar Nuri Alıntıyla Cevap Gönder

Ontolojik felaketi aşmanın yolu: Sünnet-i Seniyye
16/01/2017
Yusuf KAPLAN



Çağımızın en parlak düşünürü Heidegger, “felsefenin / 'düşünme'nin Socrates'le birlikte bittiğini” söylemiş, 2500 yıllık küsur yıllık bir ezberi bozmuştu.
Oysa bize anlatılan hikâye neydi, şimdiye kadar?
Felsefeyi, dolayısıyla düşünmeyi Socrates, Eflatun ve Aristo'yla başlatmaktı.
Bugün yaşadığımız temel varoluşsal sorunların gerisinde Socrates'in imzası vardır.
SOCRATES'İN SEVABI VE GÜNAHI
Socrates'in bir günahı bir de sevabı var.
Socrates'in sevabı, Grek putlarını yıkması.
Socrates'in günahı ise, iki bin küsur yıldır insanlığa pahalıya malolan, insanın tanrılaştırılması(antroposantrizm) yolculuğunun temellerini atması.
Birinci sınıf felsefe tarihçileri bize, Socrates'in yaptığı işi / işlediği cinayeti, tek bir kavramla anlatırlar:Disconnection. Yani irtibatın-kopması.
Socrates, insanın gök'le irtibatını kopardı, yer'e mahkûm etti insanı.
ONTOLOJİK FELÂKET: İNSANIN TANRILAŞTIRILMASI
İnsanın beşerüstüyle, tabiatüstüyle, ilâhî olan'la irtibatının kopması ve tanrılaşması, insanın Tanrı'ya, Tabiata, İnsana hâkim olma güdüsü tarafından güdülmesine yol açtı.
Yani Socrates'le birlikte, Batı uygarlığı, ontolojisini yitirdi; yolculuğunu yalnızca epistemoloji / bilme çabası üzerinden sürdürdü...
O yüzden, Greklerin insanı tanrılaştırması, Kiliseçağlarında Hıristiyanların Tanrı'yı insanlaştırmaları şaşırtıcı değildir.
Hümanizm, Rönesans ve Reformasyon yolculuklarıyla gerçekleştirilen modern meydan okuma, yeniden insanın-tanrılaştırılmasıyla sonuçlandı.
İçinden geçtiğimiz postmodern süreç ise, insan'sız (post-hümanizm) ve Tanrı'sız (post-teistik) bir dünya. Hakikat fikrinin reddedildiği, her şeyin izafileştirildiği, yarı-insan, yarı-makina (cynorg) ruhsuz bir tür'ün hayata çeki düzen verdiği ontolojik felâketler çağı.
Descartes, “tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız” demişti: İnsanın tanrılaştırılmasının ürpertici bir örneğiydi bu.
Modernler, tabiatın nasıl efendileri ve hâkimleri olacaktı? Bu sorunun cevabını, Bacon, “bilgi güçtür”, diyerek vermiş, gücü, güç elde etme güdüsünü kutsamıştı.
İnsanın tanrılaştırılması, insanın ontolojik güvensizlik sorunu yaşamasına yol açacaktı. İnsanın böyle bir sorunla varlığını bile sürdürebilmesi mümkün değildi.
Çıkış yolu bulunmuştu: Ontolojik güvensizlik sorunu, güç üreten araçların kontrol edilmesini sağlayan epistemolojik güvenlik alanlarının genişletilmesiyle aşılacaktı.
Modernler, bilgiyi güç olarak konumlandırdılar; bilgiye sahip olarak güç üreten araçlara (tabiata, bilime, teknolojiye) sahip oldular: Sahte ama muazzam bir aşırı özgüven duygusu icat ettiler: İnsan artık her şeyi bilebilirdi, her şeyi kontrol edebilirdi, her şeye çeki düzen verebilirdi.
Nedir bu? İnsanın tanrılaştırılması elbette.
Bilgi üzerinden güç üreten araçlara sahip olunması, zamanla araçlara sahip olma güdüsünün amaç hâline gelmesiyle, bu da her şeyin yerle bir olmasıyla sonuçlandı.
Sema'dan Arz'a düşen, hayatı yalnızca Arz'dan ibaret gören modern / seküler insan, arzın, arizîliklerinin yol açtığı maraziliklerin taarruzlarına maruz kalmaktan kurtulamayacaktı.
Yalnızca bilgilenme / epistemoloji üzerinden bir dünya kuramazsınız. Bütün dünyaları da yıkarsınız. Yapılan da bu oldu.
Ontolojisi olmayan bir uygarlık, dünyayı cehenneme çevirecekti; bu kaçınılmazdı.
Bizim terimlerimiz üzerinden gidersek... Melekûtî âlemle irtibatını koparan, dünyayı / hayatı yalnızca mülk alemine kilitleyen bir uygarlık, melekûtî âlemden süt ememediği için insanın meleksi melekelerini yok edecek ve yalnızca mülk âlemine mâlik / sâhip olma, mülk âleminde meliklik taslama / hegemonya kurma kaygısıyla yaşayacaktı.
ONTOLOJİK FELÂKETİ GÖRME'NİN VE AŞMA'NIN YOLU: SÜNNET-İ SENİYYE
Asıl can alıcı meseleye geliyorum: Peygamberlik fikri ve hakikati olmadığı için, insan tanrılaştırılmıştı: Araçlar, amaçların yerine yerleştirilmiş, güç kutsanmış, epistemolojinin / bilginin güç üreten araçları (bilim, teknoloji, hız, haz vs) çoğaltarak bu araçlara sahip olma güdüsünün insanın amaçlarını yitirmesine yol açması engellenememişti.
İşte Sünnet-i Seniyye'nin hayatî rolü, ontolojik bir imkân sunması: İki bin küsur yıllık pagan Batı uygarlığı tarihinin ürpertici serüveni, Kitab'ın, sadece okunarak, bilgilenerek hayata geçirilmesinin, sadece bilgilenerek insanca bir dünya kurabilmenin peygambersiz imkânsız olduğunu gözler önüne sermeye yetiyor.
SÜNNET-İ SENİYYE: İNSANIN FITRATINI KORUMASININ TEK SİGORTASI
Oysa Sünnet-i Seniyye, bilginin hayat hâline nasıl dönüştürülebileceğinin yegâne anahtarı. Çünkü Sünnet-i Seniyye, hakikatin doğrudan hayat olmasının,insanın fıtratını korumasının tek sigortası.
Hakikate, bilme yolculuğuna çıkarak değil, olma yolculuğuna çıkarak ulaşabilirsiniz.
“Ben Kitabı okurum, anlarım” diyen kişi, ne dediğinin farkında bile olmayan zavallının tekidir.
Çünkü aslolan Kur'ân'dır ama Kur'ân'ı hayat hâline getirecek yol, Sünnet-i Seniyye'dir. Yani Kur'an asıldır; Sünnet usûl. Amaç hakikate vusûl'dür / ulaşmak. Ama usûl olmadan vusûl olmaz. Fusûl / sapma, savrulma olur ancak.
Peygamber'in olmadığı bir yerde bilgi hayata değemez, aksine kör bilinç üretir, hayatı da, hakikati de linç eder.
Peygamber'in olmadığı bir yerde, hakikatle doğrudan, dolayısıyla doğurgan bir irtibat kurulamaz. Yalnızca dolaylı, dolayısıyla dolandıran, deneme-yamulma trajedisi yaşatan bir ilişki kurulabilir.
SÜNNET-İ SENİYYE VE MEZHEPLERİN HAYATÎ ONTOLOJİK FONKSİYONU
Mezhepler, Sünnet-i Seniyye'nin fonksiyonunu icra eder. Mezhepler, usûl yolculuklarıdır çünkü.
Sünnet-i Seniyye, dolayısıyla mezhepler hem sâbitelerin değişkenler (kültür) tarafından yutulmasını önler; hem değişkenlerin (kültür'ün) sâbite katına yükseltilmesinin önüne set çeker; hem de değişkenlerin (kültür'ün) sâbiteler ışığında sonsuz bir şekilde yorumlanmasının yolunu açar.
Çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız.
Biz çağı da hakkıyla tanımıyoruz, kendi kavramlarımıza, dünyamıza da nüfûz edemiyoruz ve tanımlanıyoruz yalnızca.
Daha da vahimi, Müslüman zihnini ve Müslümanca yaşama zeminini yitirdiğimiz için de, tanıyamadığımız,sürekli tanımlandığımız bir ç/ağ'da zihnimiz, çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşüyor ama bunu göremiyoruz bile; çağın ağlarının, bağlarının, dünyasının içinde sürüklenip duruyoruz sadece.
Sünnet-i Seniyye, bize ontolojik bir alan açıyor: Bizim hem ümmîleşmemizi (çağın ağlarından, bağlarından ve dünyasından arınmamızı) hem de hakikati her dâim hayat hâline getirme, fıtratı yitirmeme kaygısı ile hareket etmemizi sağladığı için ontolojik felâketi önleyecek yegâne kaynaktır.
Şimdi insanın fıtratını korumasının yolunun nereden geçtiğini ve Batılıların çeyrek asırdır neden hadislere, Hz. Peygambere (sav) ve mezheplere saldırdıklarınıdaha iyi anlıyor olmalısınız.
TV5

Millî Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi, Yaşar Nuri Öztürk'e ateş püskürdü: "Mezhepsiz ilahiyatçı!"
02 Nisan 2009

Mehmet Şevket Eygi ile Yaşar Nuri Öztürk tam manasıyla birbirine girdi. Eygi, Milli Gazete'deki köşesinde Öztürk'e "Mezhepsiz bir ilâhiyatçı..." dedi. İşte Mehmet Şevket Eygi'nin yazısı:

Niçin Haklıyım?

Bir tarafta şazz (mânâsını açıklayacağım), aykırı, bozuk, Ehl-i sünnet dışı, cumhur-i ulemânın görüşlerine muhalif fikir ve re'ylere sahip, ana caddeden sapmış icazetsiz, yerli oryantalist, mezhepsiz bir ilâhiyatçı...

Onun karşısında, ilâhiyatçı olmayan, fakat Ehl-i Sünnet çizgisinde duran, geleneksel Kur'ân, Sünnet ve icmâ-i ümmet Müslümanlığına sımsıkı bağlı bulunan, kendi kafasından konuşmayan bendeniz...

Acaba bu ikisinden hangisi yanılıyor?

Elbette bozuk ilâhiyatçı.

Çünkü, o kendinden konuşuyor, kendi re'y ve hevasıyla bozuk ictihadlar yapıyor, bozuk fetvalar veriyor.

Bendeniz ise kendimden konuşmuyorum. Muteber Ehl-i Sünnet kitaplarına, kaynaklarına bağlı kalıyorum, onlardaki bilgi ve hükümleri nakl ve arz ediyorum.

Şazz fikirlere sahip bir ilâhiyatçı bendeniz için "O bir ilâhiyatçı değildir, geçelim..." demiş.

Hayır geçemezsin.

Seni, yakın zamanın büyük icazetli gerçek din âlimi, Kur'ân, Sünnet, fıkıh, şeriat hâdimi, Şumnu Nüvvab Medresesi ve Mısır Ezher Üniversitesi mezunu büyük âlim Ahmed Davudoğlu merhum tenkit etmişti. Niçin tenkit ettiğini öğrenmek isteyenler "Dini Tâmir Dâvâsında Din Tahripçileri" (Bedir Yayınevi, 0212/519 36 18) adlı kitabı okusunlar.

Ben ilâhiyatçıyım diyeceksin ve sonra:

* Ehliyet ve liyakatin olmadığı halde bozuk ictihadlar yapacaksın.

*Mevrid-i nassa aykırı bozuk fetvalar vereceksin.

* Mason, yalancı, taqiyyeci, Müslümanları aldatan, aktivist, bulaşık, Bahailerle ve Bahailikle gizli ve karanlık ilişkileri olan, Blunt adlı bir İngiliz ajanı ile birlikte Halife Sultan Abdülhamid'i tahtından indirmek için çalışan ve daha bir sürü şâibeli tarafı bulunan Cemalüddin Afganî'yi önder, kurtarıcı ve rehber ilan edeceksin.

* Onun tilmizi Mason Abduh'u, yanlış fikirlere sahip Reşid Rıza'yı ve emsalini göklere çıkartacaksın.

* Kur'ân Yahudileri ve Hıristiyanları İslâm'a çağırmıyor diyeceksin.

* Erkekler altın ziynet eşyası kullanabilir diye Şeriata aykırı fetva vereceksin.

* Ehl-i Sünnete aykırı bir çığır açmaya çalışacaksın.

* Dini, fıkhı, şeriatı oyuncak haline getiren telfik-i mezahip propagandası yapacaksın ve sen doğru yolda olacaksın, bunlara karşı çıkan Sünnî Mehmed Şevket Eygi yanlış yolda olacak. Yooo yağma yok!..

Bendeniz haddimi biliyorum, ictihad yapmıyorum, saçma sapan fetvalar vermiyorum, şazz fikir, re'y ve görüşler sergilemiyorum.

Müslümanlar İslâm'ı ve ilmihallerini öğrenmek için şu kitapları okusunlar diyorum:

1. Merhum dersiâm Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslâm ilmihali.

2. Hacı Zihni efendinin Nimet-i İslâm'ı.

3. Şafiî fıkhına bağlı olanlar büyük bir Şafiî ilmihali.

4. İslâm ahlâkını ve edebini öğrenmek için İmamı Gazalî'nin İhyau Ulumiddin adlı dört ciltlik eseri.

5. Ehil, icazetli, liyakatli âlimler, müfessirler tarafından telif ve tasnif edilmiş meal ve tefsirler.

6. Yine icazetli, ehliyetli âlimlerin hazırladıkları hadîs külliyatları...

Bunları tavsiye ettiğim için niçin yanılacakmışım?

İpe sapa gelir gerekçen var mı?

İlm-i Kelam okumuş olanlar bilirler ki, bozuk ilahiyatçılar, yeni bozuk fırkalar çıkartmakta veya eski bozuk fırkaların sinsice propagandasını yapmaktadır.

Bendeniz din sahasında bir otorite değilim ama merhum ve mağfur Ahmed Davudoğlu Hocaefendi büyük bir otorite idi. O, bir kimseyi tenkit ettiyse, bozuk fikirlere ve görüşlere sahip olmakla suçladıysa elbette bir hikmeti vardır. O Davudoğlu Hoca ki, şeriat hükümlerini müdafaa ettiği için bozuk düzen tarafından hapse atılmış, nice çileler çekmişti. Hem Bulgaristan'da, hem Türkiye'de...

Bozuk, dall, mudil ilahiyatçıların şu fikirleri yanlıştır:

1. Ahir zamanda İsa aleyhisselam nüzul etmeyecektir diyorlar. Halbuki nüzul edeceğine dair 100'den fazla hadîs vardır. Bu konuda ulema müstakil kitaplar yazmıştır. Tevâtür derecesinde dinî bir bilgiyi ve hükmü inkar eden bozuktur, sapıktır.

2. Ashab-ı Kiram'dan Ebû Hureyre radiyallahu anh hadîs uydurmuştur diyenler de sapıktır, bozuktur.

3. Kur'ân'daki birtakım muhkem/kesin emirler ve yasaklar tarihseldir, bugün geçerli değildir diyenler de yoldan çıkmıştır. Sadece yoldan mı?

4. Hadîsleri ayıklayan ilahiyatçılar çok bozuk, çok tehlikeli bir yoldadır. Ayakları kayar ve Cehennem'e yuvarlanırlar... Üstelik bu ayıklama işinde bir Cizvit papazını danışman olarak kullanmaktadırlar. Bilmiyor değiliz...

5. Pakistanlı Fazlurrahman bozuktur. Ülkesindeki binden fazla ulema, fukaha, müftü tarafından tenkit, red ve cerh edilmiş ve sürülmüştür.

6. Bazı bozuk ilahiyatçıların, hayızlı (ay hali) kadınların namaz kılabileceklerine dair verdikleri fetva yanlıştır. On dört asırlık icmâya, cumhur-i ulemanın ittifakına aykırıdır.

7. Bozuk ilahiyatçılar, feministleri memnun etmek için kadınlarla ilgili sahih hadîsleri inkar ediyorlar. Onların yaptığı doğru mudur, yoksa sapıklık mıdır?

Evet, bendeniz Ehl-i Sünneti, fıkhı, şeriatı müdafaa ederken haklıyım, doğru yoldayım.

Bozuk ilahiyatçılar ise, Ehl-i Sünnete aykırı bütün ictihad, fetva ve görüşlerinde yanılıyorlar.

Ben kendimden konuşmuyorum.

Onlar kendi kafalarına göre, kendi re'y ve hevalarıyla konuşuyor ve yazıyor.

İslâm dünyasının muteber fetva merkezlerine müracaat edelim, bakalım kim haklı çıkacak? Cesaretleri var mı?

(Not. "Şazz" Kaide ve kural dışı olan, marjinal görüş.)

Neo-Haricîler

AHMET CEVDET Paşa Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa adlı eserinde yazar. Haricilerden bir grup yolda Ashab-ı kiramdan muhterem bir zat ile karşılaşmışlar, yanında binit üzerinde hamile zevcesi de varmış. Sıygaya çekmişler. Ebubekir'i nasıl bilirsin?.. İyi bilirim demiş. Tamam demişler. İkinci soruları "Ömer'i nasıl bilirsin?" Onu da iyi bilirim demiş. Bu da tamam demişler. Gelmiş üçüncü soru: Osman'ı ve Ali'yi nasıl bilirsin? Onları da iyi bilirim deyince ya öyle mi demişler, muhterem zatı ve hamile eşini katl etmişler... Sonra yollarına devam etmişler. Ehl-i zimmet Hıristiyanların yaşadığı bir yerden geçerken Haricilerden biri bir domuz görmüş, pis murdar hayvan demiş kılıcıyla öldürmüş. Diğer Hariciler kaşlarını çatmışlar, bu bir zulümdür demişler, git hemen domuzun tazminatını öde ve Nasranî sahibinden af iste...

İşte Haricî zihniyeti budur.

Maalesef zamanımız Türkiye'sinde Neo-Hariciler diyebileceğimiz katı insanlar vardır. Bunlar Nuh derler Peygamber demezler... Adalet ve insaf onların semtine uğramamıştır... Bu Neo-Hariciler hem savcılık, hem hakimlik, hem de cellatlık yapar... Mantık bilmezler, mutedil olmazlar... Vurdukları vurduk, astıkları astık, kestikleri kestiktir...

Bu dar kafalı mutaassıplar mü'min kardeşlerini tekfir eder, şirkle suçlar.

Bunlar, savunmanın kutsal olduğunu bilmezler, savunma hakkı tanımazlar.

Ehliyet, icazet ve liyakatleri olmadığı halde işkembe-i kübradan ictihad yaparlar, yanlış fetvalar verirler. Haramı helal, helali haram yapanları bile var.

Bunlar gerekçesiz konuşurlar. Gerekçeye ihtiyaçları yoktur. Söyledikleri, iddia ettikleri her şey doğrudur. İtiraz edenler sapıktır. Onlar Haricî oldukları için hiç yanılmazlar.

1970'lerden bu yana bu yeni Hariciler İslâm toplumu içinde çok tahribat yaptı.

Zamanla bazıları sertliklerini bıraktı, eskiden bozuk ve kafir dedikleri düzenin haram ve necis rantlarına saldırdı. Nice sabık Haricî mücahid şimdi müteahhit oldu, malı götürdü, köşeyi döndü, kara para zengini oldu.

Müslümanlardan ilim ve irfan sahibi olanlar elbette bazı konuları mütalaa edecekler ve gerekirse tartışacaklardır ama her şeyin bir edebi, erkanı, usûlü, metodu, etiği olduğu gibi bu müzakere ve tartışmaların da vardır. Tartışma ve müzakereler olumlu ve yapıcı olacak. İlmî kaynaklara dayalı tutarlı gerekçeleri olacak. Yalan, dolan, mugalata karıştırılmayacak.Müslümanlar yanıltılmayacak, aldatılmayacak.

Çağımızda İslâm dünyasında çok az klasik Haricî kalmıştır. Onların da kendilerine göre hocaları vardır, sofuları vardır, mücahidleri vardır. Sorarsanız "Ah, bu dünyada Müslüman olarak bir biz kaldık..." derler.

Neo Haricilerin bir kısmı Haricî olduğunu bilmez veya kabul etmez. Onlara sorarsanız en iyi, en has, en halis, Müslümanlar kendileridir.

Cenab-ı Hak Ümmet-i Muhammed'i şerlerinden korusun. Amin...

Yaşar Nuri'nin Bittiği Andır
02 Şubat 2009

Murat Bardakçı, Yaşar Nuri'yi canlı yayında evire çevire perişan etti. Öztürk'ün doktora tezindeki fahiş hataları sıraladı yetmedi isminin "ebcet hesabını" yaptı çok kötü çıktı.

Habertürk'te Fatih Altaylı'nın programı "Teke Tek Özel"de ekrana çıkan ilahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk ile tarihçi Murat Bardakçı, izleyicileri ekrana bağladı. Program sırasında Bardakçı'nın iddiaları Öztürk'ü çileden çıkardı.

Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı “Teke Tek Özel” serisinde Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk'ü konuk etti.

Programda Osmanlı dönemindeki tarikat ve din yaşamı ile güncel konularda soruları yanıtlayan Öztürk, söz alan Murat Bardakçı'nın konuşmasıyla şaşkına döndü.

Öztürk'ün doktora tezini okuyan ve tez içinde peş peşe onlarca önemli hataları sıralayan Bardakçı, adeta Yaşar Nuri Öztürk'ü çıldırttı.

İlk dakikalarda hatalarını savunan ve çeşitli bahaneler uyduran Öztürk, Bardakçı'nın ilmi açıklamalarıyla geri adım atmak zorunda kaldı.

Bu esnada Murat Bardakçı'nın ''Bak o konuya girersem zor durumda kalırsın'' tehditiyle karşılaşan Öztürk, canlı yayında renkten renge girerek, adeta Bardakçı'nın susmasını istedi.

Artık bir çıkış yolu bulamayan Öztürk, ''Tamam anlaşıldı. Sen iyi bir Bektaşisin'' diyerek, Bardakçı'ya Alevi olduğu ithamında bulundu.

Bardakçı ise "Bektaşi değilim" derken, Fatih Altaylı gülerek, "Mevlevidir o" diye söze girdi.

Bardakçı'nın bir açığını bulup, onu alt etme hesapları yapan Öztürk'e yanıt Altaylı'dan geldi: "Daha bugüne kadar Murat Bardakçı'yı alt etmiş biri yok. İlber Ortaylı bile..."

Program esnasında Yaşar Nuri Öztürk'ün aktardığı kimi bilgi ve dini ifadeler ise sık sık Bardakçı tarafından "hatalı" veya "eksik" bilgi ile düzeltildi.

Programın ilerleyen dakikalarında Yaşar Nuri hocayı kızdıran konunun, Bardakçı'nın yaptığı ebced hesabıyla ilgili olduğu ortaya çıktı.

Yaşar Nuri Öztürk'ün adını bir kağıda yazarak, taşıdığı manayı ebced hesabıyla ortaya çıkaran Bardakçı, "çok kötü bişey çıktı" diyerek, Yaşar Nuri hocaya soğuk terler döktürdü.

Öztürk'ün ise hesaplama sonucu çıkan manayı bildiği anlaşılırken, ebced hesabına karşı çıktı. Bardakçı ise "Hocam bak sen başörtüsüne karşı çıktın, namaz üç vakit dedin. Senin tövbe hemen etmen lazım" dedi.

Söze giren Fatih Altaylı ise "Başbakan'ın ismine bak. O'nda ne çıkıyor" dedi. Recep Tayyip Erdoğan'ın ismini kağıda yazarak, ebced hesabı yapan Bardakçı, iyi bir sonuç çıktığını yüz ifadesiyle belli ederek, "Bağlılık ve korunma çıktı" karşılığını verdi.

Yaşar Nuri Öztür ise "Başbakan olduğu için öyle diyorsun" diye, sonuca itiraz etti.

Programın sonlarına doğru Altaylı, Öztürk ile Bardakçı'nın düellosuna sözü getirip, Murat Bardakçı'ya " Bu program bugün senin yüzünden zıvanadan çıktı. Saat 02:00 oldu" diye konuştu.

Murat Bardakçı, tarihi ve ilmi bilgisi adeta ekranda şov yaptı.
aktifhaber

Yaşar Nuri'yi Şahane'yle Basmış

22 Mart 2009

Canan Öztürk, eşi Yaşar Nuri Öztürk ile danışmanı Şahane Müftüoğlu'nu Ankara'daki evlerinde basmış. Müftüoğlu'nu banyoda yakalamış. İşte çok ilginç bilgiler...

Karısı, Yaşar Nuri Öztürk’ü Ankara’daki evlerinde basmış

HYP Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk’ün eşi Canan Öztürk ile sevgilisi olduğu öne sürülen eski danışmanı Şahane Müftüoğlu mahkemelik oldu. Canan Öztürk, dava dilekçesinde Şahane Müftüoğlu’nu kendi evinin banyosunda iç çamaşırsız yakaladığını iddia etti.

HYP Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk’ün sevgilisi olduğu ileri sürülen eski danışmanı Şahane Sultan Müftüoğlu ile annesi ve babasının, kendilerini toplum önünde küçük düşürdüğü iddiasıyla Öztürk’ün eşi Canan Öztürk aleyhine manevi tazminat davası açtığı ortaya çıktı. Ayrı ayrı mahkemelere açılan toplam 6 davada 10’ar bin TL manevi tazminat istendi. Dava dilekçelerinde, Canan Öztürk’ün geçtiğimiz ağustos ayında bir gazeteye yaptığı açıklamalarla ve mesaj yoluyla gönderdiği kırıcı, incitici, kişilik haklarına saldırı niteliğindeki sözleri dava gerekçesi olarak gösterildi.

BAŞARILI BİR KADIN

Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne açılan dava dilekçesinde, Müftüoğlu’nun halen bir büyükelçiliğin ticaret ekonomi müsteşarlığında müdür olarak çalıştığı, yurt dışında eğitim almış saygın bir kadın olduğu kaydedildi. Müftüoğlu’nun 2007’de Yaşar Nuri Öztürk’ün parlamento danışmanlığına başka bir üst düzey görevi bırakarak geldiği anlatılan dilekçede, bu süreçten sonra Canan Öztürk’ün incitici ithamlara başladığı ileri sürüldü. Ayrıca Canan Öztürk’ün 20 Ağustos 2008’de bir gazetede yayımlanan röportajındaki sözleriyle Müftüoğlu’nun şeref ve haysiyetine yönelik saldırıda bulunduğu kaydedildi.

CANAN ÖZTÜRK’ÜN YANITI

İstanbul’da yaşayan Canan Öztürk’ün avukatı ise mahkemeye gönderdiği yanıt dilekçesinde Müftüoğlu ile Öztürk arasında 2006’dan beri ’yasak bir gönül ve seks ilişkisi’ olduğunu iddia etti. Dilekçede şu sözler yer aldı: “24 Kasım 2006’da müvekkilem İstanbul’dan Ankara’daki evlerine gittiğinde kapı eşi tarafından uzun süre sonra açılabilmiş ve kötü bir manzara ile karşılaşmıştır. Şahane Müftüoğlu kaçarak kendisini banyoya kilitlemiş, zorla çıkarıldığında ıslak saçlarla, iç çamaşırsız ve çıplak ayaklarla müvekkilemin karşısına çıkmıştır. Ayrıca müvekkilem yatak odasına gittiğinde, karışmış bir yatak ve yatağın başucunda Müftüoğlu’nun dekolte bir pozla çektirdiği çerçevelenmiş bir resimle karşılaşmıştır. Müvekkilem Müftüoğlu’nu kovmuş, eşinin pişmanlık bildiren ifadeleri, çocuklarının doğum günü olması ve 25 Kasım’da yapılacak MYK toplantısı nedeolayın üzerine gitmemek durumunda kalmıştır.”

ÖZTÜRK REDDETMİŞTİ

Şahane Müftüoğlu ile arasında aşk ilişkisi iddialarını kabul etmeyen Yaşar Nuri Öztürk, “Aşk niye yasak olsun, eğer aşk varsa onu yasaklamak kimsenin elinde ve imkanı dahilinde değildir. Ben aşkını saklayacak bir adam değilim. Böyle bir şey oldu mu ben onu söylerim” demişti. Öztürk, “Ben bunun komplo diye nitelendirilecek ciddiyete bile sahip olduğu kanaatinde değilim” diye konuşmuştu.

DİLEKÇEDEKİ ÇOK TUHAF MESAJLAR

Canan Öztürk’ün dava dilekçesinde, Şahane Sultan Müftüoğlu’nun Yaşar Nuri Öztürk’e gönderdiğini iddia ettiği SMS mesajları da yer aldı:

- Canınıza kurban olayım kendimi sizin ağzınızdan çıkan sözcüklerle dinlemek ne büyük onur.

- I can no more say have my heart the recent facts shows that you are my heart. (Artık kalbim sana ait diyemem, yeni gerçek gösteriyor ki sen benim kalbimsin.)

- Çok özledim sizi. Göremediğim için sinirlendim o yüzden sessiz kaldım sonra da öyle bir mesaj yazdım. Hasretinize dayanamıyorum görüşmememize sebep olmalarına tahammül edemiyorum.

- Beraber yemek yapmayı, traş olurken öpüp dudaklarımı köpük yapmayı, koltukta kaytarıp uyukladığını görünce üstüne oturup öperek ’ne olur uyuma’ demeyi, beraber film izlemeyi, tartışınca trip atıp yanıma gelmeni beklemeyi, sürekli terlik giy demeni, beni komik kıskanmalarını, seninle yaptığımız her şeyi çok özledim.

- Seni kıskanınca masa altından tekme, yumruk sallamayı, ’koy onu oriye’ demeni, iki bardak yıkayınca, çok bulaşık yıkamış gibi havaya girmeni, gece uyurken bana sımsıkı sarılmanı, ayrı kaldıktan sonraki her ilk görüşmemizde gözlerime beni sanki hayatında ilk kez görüyormuşsun gibi bakmanı, I love you karadut demeni...

Canan Öztürk, Şahane Sultan Müftüoğlu’nun kendisine ise şu mesajları çektiğini iddia etti:

- S.ktir oradan manyak karı. Başkan da hepimizde bıktık senin paranoyak halinden. Sen kıskançlıktan kafayı yemişsin. Ben zaten artık yurtdışında çalışacağım. Ama başkanla görüşmemi kendini parçalasan da engelleyemezsin. Sen benimle uğraşmayı bırakta gece okulunda liseyi bitirmeye uğraş.

- Kimin aşşağılık mahluk olduğu ortada, başkan da dahil partideki çoğu kişi senin kafayı yemiş bir ruh hastası olduğunu söylüyor, bizde acıyıp alttan alıyoruz seni.

Şahane Sultan Müftüoğlu ise Canan Öztürk’ün, annesi Betül Müftüoğlu’na şu mesajı attığını iddia etti:

- Cuma günü fahişe kızın msj atmış. Diyor ki keşke sen de burada olsaydın bizimki ve n. (bir parti yöneticisi) yetmemiş belli ki: Pis beyniyle grup sex planladıysa babasını ve seni çağırsın. Murdar karılar murdar erkekler bela üzerinize çöksün.
aktifhaber

Yaşar Nuri'nin Bittiği Andır!
03 Nisan 2009
Yaşar Nuri Öztürk'ün eşi Esra Ceyhan'ın programına çıktı, kocasını yatakta nasıl bastığından, aşk mesajlarına kadar herşeyi anlattı. Hayret edeceksiniz..

Kanal D’de Esra Ceyhan’ın programına çıkan Canan Öztürk, eşi Yaşar Nuri Öztürk’e sevgilisinden geldiğini iddia ettiği mesajları açıkladı

Yaşar Nuri Öztürk’ün eşi Canan Öztürk evliliğinde yaşadığını iddia ettiği ihaneti Kanal D’de yayınlanan Esra Ceyhan’la programında anlattı. Canan Öztür, Yaşar nuri Öztürk’ün Şahane Sultan Müftüoğlu ile birlikte olduğunu mesajlarla da kanıtladı. İşte canan Öztürk’ün programda söyledikleri:

“Oğlum Amerika’da yaşıyor. Bizi ziyarete geldi. Hocayı çok sever. Hatta hocayla evlenmemize neden olan oğlumdur. Oğlumla biz İstanbul’daki evdeydik. Hoca Ankara’daydı yanımıza geleceğini söyledi ama 18’inde gelmedi. Uçağı kaçırdım dedi gelmedi. 19’unda geldi ve ona o gün iki mesaj geldi. Bunları Türk halkıyla paylaşacağım çünkü yutmaktan mürekkep balığına döndüm. Onun yazdığı mesajlardan bir tanesi: ’Canınıza kurban olayım. Kendimi sizin ağzınızdan çıkan sözcüklerden dinlemek ne büyük onur. Sonra ingilizce yazıp Son gerçek gösteriyorki sen benim kalbimsin’ve eşim uçağı kaçırdığını söyleyerek İstanbul’a gelmiyor. Bundan sonra benim şüphelerim iyice arttı.

Göğüs dekoltesi karşımdaydı

24 Kasım’da oğlum Amerika’ya dönüyordu onu havaalandından uğurladık. 24 kasım günü ben Ankara’ya gittim. Eşim aradı ’Hakan’ı uğurlandın mı’dedi. Evet ben eve gidiyorum dedim. O benim İstanbul’daki eve gittiğimi sandı. Halbuki ben Ankara’ya gittim. Oğlum ve Nusret Sevenoğlu bana dediki ” Lütfen anahtarınızı kullanmayın, çok farklı bir şeyle karşılaşabilirsiniz, kaldıramayabilirsiniz, bir yerinize bir şey olabilir. Siz normal zili çalın girin “ dedi. Ben de dediklerini tuttum. Şimdi bunları burada anlatıyorum ve insanlar ne kadar rahat anlatıyor diyebilir ama o günler çok sıkıntılı günlerdi, hiç kolay değildi. Gittim. Eşime telefon açtım ’Ben geldim’dedim. O da bana ’Aaa öyle mi ben de biraz sonra çıkıyorum’dedi. ’Hayır’dedim ’Ben geldim ve kapının önündeyim, lütfen kapıyı aç’dedim. Kapı maalesef 10 dakika sonra açıldı. Eşimin kıyafeti düzgün bir kıyafet değildi. Üzerine bir pantolon bir gömlek geçirmiş. O sırada banyodan trak trak iki tane kilit sesi geldi. Doğru banyoya fırlayıp ’çıkın dışarıya’dedim. Bu hanım saçı başı ıslak, üstünde göğüs dekoltesi açık, zaten tutuğum an içinde de hiçbir çamaşır olmadığını gördüm. Altında bir tayt ve ayakları çıplak. Saç baş yüz ıslanmış.

İtişmeye başladık

Çıkın dışarı dedim ve tartışmaya ve itişmeye başladık. Kendisinin yüksek topuklu ayakkabıları vardı dolabta, onlar şu anda bende. Üzerine tüylü bir mont gibi bir şeyi vardı üzerine onu aldı, ben onu ittirerek kapıdan dışarıya attım. Bir takım şeyler söylemeye çalışıyor ama söylenecek bir şey yoktu çünkü ben göreceğimi gördüm. Hoca bir şey diyemedi, yüzü gözü sapsarı oldu. Ben doğru yatak odasına koştum, tabi ortalık karışmış. Bir baktım eşimin başucunda Carmen pozu dediği sırtı açık yanından göğüsü görünen daha küçük yaşlarına ait bir resim çerçevelenmiş ve eşimin başucuna koymuş. Bunları Türk halkı bilecek insanların nasıl tezgahlara komplolara çekilebildiğini bunları bilecek. Bunlar ibret bir vakadır. Resmi elime alıp eşime ’bu ne oluyor’dedim. Olayların bu gidişi o kadar hale geldiki bu kadın bana mendebur adını taktı.

Bana Mendi teyze diye hitap etmeye başladı yolladığı mesajlarda. Şimdi size bir mesaj daha okuyacağım: ’Çok özledim sizi göremediğim için sinirlendim o yüzden sessiz kaldım.’’Hasretinize dayanamıyorum görüşememize sebep olmalarına tahammül edemiyorum’Bu mesaj gece yarısını geçe geldi. Şimdi hanımefendi bir mesaj daha yazmış: ” Beraber yemek yapmayı, traş olurken öpüp dudaklarımı köpük yapmayı koltukta kaykılıp ne olur uyuma demeyi beraber film izlemeli tartışınca trip atıp yanına gelmeyi beklemeyi, terlik giy demeni, beni komik kıskanmalarını çok özledim “ Üstündeki mesajı okumuyorum çok ağır iğrenç çirkin bir şey var. Devam ediyorum ” Seni kıskanınca masa altından tekme sallamayı, koy onu oreye (alay ediyor eşimin Trabzon şivesiyle) demeni. İki bardak yıkayınca çok bulaşık yıkamış gibi havaya girmeni , ayrı kaldıktan sonra her biraraya geldiğimizde gözlerime beni ilk defa görüyormuş gibi bakmanı I Love You Karadut demeni çok özledim.

Bakın esra Hanım her şeyi helal ederim ama ağır alerjik, öksürük nöbetleri içinde sabahlara kadar gözyaşları içinde yaptığım binlerce sayfa deşifreyi hiçbir şekilde helal etmiyorum. (Ağlıyor) Kesinlikle hakkımı helal etmiyorum.“
aktifhaber

Canan Hanım'a 'Şahane' komplo

Yaşar Nuri Öztürk'ün eşi Canan Hanım'ın cep telefonu porno sitelere verildi. Tacizin arkası kesilmedi. Sabıkalı bilgisayar ise, adı Öztürk Hoca ile aşk söylentisine karışan Şahane Müftüoğlu'nun babasına ait

Halkın Yükselişi Partisi (HYP) Genel Başkanı İlahiyat Profesörü Yaşar Nuri Öztürk'le aşk yaşadığı iddia edilen Şahane Müftüoğlu'nun adı bu kez, ilginç bir soruşturmaya konu oldu. Müftüoğlu'nun babası Fatih Müftüoğlu hakkında, Öztürk'ün eşinin telefon numaralarını porno sitelere gönderdiği iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Şaşırtıcı olay, HYP'den İstanbul milletvekili adayı olan Canan Öztürk'e 22 Temmuz seçim sürecinde gelen taciz telefonu ve mesajlarla ile başladı. Uygunsuz tekliflerle karşılaşan Öztürk, tacizlerin giderek artması üzerine Beykoz Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurarak şikayetçi oldu. Savcılık, İstanbul Emniyeti'ne bir yazı göndererek konunun araştırılmasını istedi. Yapılan incelemede Öztürk'ün cep ve özel telefon numaralarının porno sitelerde yayınlandığı belirlendi. Olayın izini süren polis, numaranın e-mail yoluyla gönderildiğini de tespit etti.

IP NUMARASI BELİRLENDİ
Bilişim Suçları ve Sistemleri Şube Müdürlüğü'nün aylar süren araştırması sonucunda, mailin gönderildiği bilgisayarın IP numarası belirlendi. Bilgisayarın, Antalya'da Fatih Müftüoğlu'nun adına kayıtlı olduğu ortaya çıktı.

'BAŞKA BİRİ GÖNDERMİŞ'
Soruşturmanın tamamlanma aşamasına geldiği ve Müftüoğlu hakkında dava açılacağı öğrenildi. Canan Öztürk de davaya mağdur sıfatıyla katılacak. Başsavcılık ceza davası için hazırlıklarını sürdürürken haber HYP'ye de bomba gibi düştü. Fatih Müftüoğlu'nun soruşturmadan haberdar olduğu ve yakın çevresine, 'Ben laptop'umu Genel Merkez'de unutmuştum. Birileri alıp bu mesajları atmış. Olaydan haberim yok' dediği öne sürüldü.

'ÇOK İYİ BİR AİLE' DEMİŞTİ
Yaşar Nuri Öztürk'ün ismi geçtiğimiz yaz eski danışmanı Şahane Müftüoğlu'yla ilişki yaşadığına dair iddialarla gündeme gelmişti. Haberlerin ardından ekranlara çıkan Öztürk, Şahane Müftüoğlu ve ailesiyle ilgili, 'Son derece iyi bir ailedir' açıklaması yapmıştı. Canan Öztürk ise daha sonra verdiği demeçlerde eşinin bu sözlerini eleştirmişti.

AİLEMİ ÇÖKERTMEK İSTİYORLAR
GelİŞmelerle ilgili AKŞAM'a açıklama yapan Canan Öztürk, 18 yıllık eşi Yaşar Nuri Öztürk'ün eski danışmanı Müftüoğlu'nu suçladı ve 'Partiyi ve ailemi çökertmek isteyenler ortada, saldırılar sürerse yeni açıklamalar yapacağım' dedi. Öztürk şunları söyledi: 'Namuslu ve ahlaklı bir kişi olarak ifade edilen Şahane Müftüoğlu'nun gönderdiği ve şahsıma ağır hakaret, alay içeren mesajları, maruz kaldığım saldırıları HYP'nin üst düzey yöneticilerine sürekli bildirdim. 'Olaylar göz ardı edilirse binlerce HYP'linin emeği heder edilecek' diye defalarca uyardım. Olaylar ayyuka çıkınca beni arayan AKŞAM'a açıklamada bulundum. Ancak buna misilleme olarak basında ve internet sitelerinde şahsıma hakaret dolu ifadelerle sataşmalar başladı. Cep telefonumun numarası 'canans' rumuzuyla sitelere verildi. Her türlü sözlü, yazılı ve görüntülü iğrenç ifadelere maruz kalmam nedeniyleyaptığım şikayet başvurusu 20 ay sonra sonuçlandı. IP kullanıcısının Fatih Müftüoğlu olduğuna ilişkin resmi evrak tarafıma verildi. Yargı süreci başladı.' Eşinin çıktığı programda kendisini, 'siyasi çekişmeler nedeniyle rakipleri tarafından kullanıldığını' öne sürdüğünü belirten Öztürk, 'Bunun doğru olmadığını o gün de söylemiştim. Ne kadar haklı olduğum ortaya çıktı' dedi.

Deniz GÜÇER /ANKARA
akşam

Yaşar Nuri Çok Eşliliğe Zorlamış
05 Nisan 2009

Danışmanı Şahane'yle yaşadığı yasak aşk skandalı Yaşar Nuri Öztürk'ü sarsmaya devam ediyor. Canan Öztürk yeni suçlamalarda bulundu.

'İki eşliliğe zorladı'

DNA testi yaptırabiliriz

Yaşar Nuri Bey yaşını küçültüyor

Röportaj: Figen Yanık/Sabah

HYP Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk'ün kendisini eski danışmanı Şahane Sultan Müftüoğlu ile aldattığını iddia eden 18 yıllık eşi Canan Öztürk, SABAH'a konuştu. Öztürk, bu olayın siyasi bir komplo olduğunu düşündüğü için sabrettiğini söylüyor..

Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı, İlahiyat Profesörü Yaşar Nuri Öztürk'ün eşi Canan Öztürk'le evliliklerinde yaşadığını iddia ettiği ihanetin ayrıntılarını konuşmak, benim için çok zor oldu. Çünkü dile getirilen iddiaların 18 yıllık evli ve kamuoyunun gözü önünde saygınlığı olan iki kişi arasında yaşandığını, özel hayatlarına kimsenin giremeyeceğini düşünüyordum. Tâ ki Yaşar Nuri Öztürk'ün eski danışmanı Şahane Sultan Müftüoğlu'nu bir televizyon programında canlı yayında dinlediğim geceye kadar... Müftüoğlu, bu olayların hepsinin yalan olduğunu, Canan Öztürk hakkında hakaret davaları açtığını anlattıktan bir gün sonra da bu kez Canan Hanım, Ankara'da bir basın toplantısıyla elindeki bütün kanıtları, telefon mesajlarını gösterdi. Biz de olay bu kadar ortaya çıktıktan sonra kafalarda oluşan soru işaretlerine yanıt bulmak istedik. Canan Öztürk, "Yüce yargının hakkaniyetine inanıyorum," diyerek, bütün sorularımı yanıtladı.

- "Canan Öztürk, neden eşini üç yıl önce Ankara'daki evlerinde danışmanıyla bulduğu gün, onuruyla terk etmedi?" sorusuna, "Hillary Clinton da bunu yaşadı, ama eşini terk etmedi. Bu siyasi bir komplo," yanıtını verdiniz. Gerçekten bu olayın Monica Lewinsky-Bill Clinton arasında yaşananlarla benzerlik taşıdığını mı düşünüyorsunuz?
- Evet, ben başında komplo olduğunu düşünüyordum. Çünkü eşim bu olaydan sonra bana "Zaman içinde danışmanlığını bitireceğim,'' diye söz verdi, ama bitiremedi, "Şu anda bitirirsem de başıma başka sıkıntılar açılır," dedi.

- 24 Kasım 2006'da Ankara'daki evinize gittiğinizde neler gördünüz?
- 24 Kasım'da oğlum ABD'ye dönüyordu, onu havaalanında uğurladık. Ben de Ankara'ya gittim. Eşim aradı "Hakan'ı uğurladın mı?" dedi. "Evet, ben eve gidiyorum," dedim. O benim İstanbul'daki eve gittiğimi sandı. Halbuki ben Ankara'ya gittim. Oğlum ve Nusret Sevenoğlu bana, "Lütfen anahtarınızı kullanmayın, çok farklı bir şeyle karşılaşabilirsiniz. Siz zili çalın, girin," dedi. Ben de dediklerini tuttum. Eşime telefon edip, "Ben geldim, kapıyı aç lütfen," dedim. Kapı maalesef 10 dakika sonra açıldı. Eşimin kıyafeti düzgün değildi. O sırada banyodan kilit sesi geldi. Banyoya gidip, "Çıkın dışarıya," dedim. Bu hanım, saçı başı ıslak, üstünde göğüs dekoltesi açık çıktı. İçinde hiçbir çamaşır olmadığını gördüm. Altında bir tayt ve ayakları çıplaktı. İtiştik, kendisini evden dışarıya çıkardım. Yatak odasına koştum, ortalık karışmış. Eşimin başucunda Carmen pozu dediği, sırtı açık, daha küçük yaşlarına ait bir resim duruyordu.

- İlişkiniz, o olaydan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam etti mi?
- Hayır, her şey koptu. İstanbul'a geliyor, yarım gün sonra kafasını topluyor, eski Yaşar Nuri oluyordu. Bana "Sıkma canını, bunlar geçer," diyordu. Şimdi bana "Niye o tarihte ayrılmadın?" diye soruyorlar. Niye ayrılayım? 18 yılı bir kadın için birdenbire kaldırıp atabilir misiniz? 16 yaşında bir çocuğunuz var.

- Eşinizle Şahane Hanım'ı Ankara'daki evinizde bulunca, niye babasını aradınız? Olayı anlattığınızda ilk yorumu ne oldu?
- "Kızınızın sırtı yarı açık Carmen pozu dediği fotoğrafının eşimin yatak odasında ne işi var,'' diye sordum, adam önce güldü, sonra "Orası ev mi, ofis mi?" dedi. O sırada diğer kızının "Babacığım önemli değil, sırtı açık resmiymiş," dediğini duydum. Bir danışmanın, bir genel başkanın yatak odasına resmini koyması ona önemli gelmedi. Telefonu kapattım zaten, daha fazla konuşamadım. Bana böyle cevap veren bir babayla daha ne konuşabilirdim? Eşime, "Bu siyasi bir komplo," dedim. Hoca da o sırada bana "O aileye her şeyi anlatma," diye işaret yaparak, başka detayları anlatmamam için beni durdurdu.

- Siyasi bir komplo olduğunu ispatlayabilir misiniz?
- Ben bunları asla ispat edemem. Ben öyle hissediyorum. Yanlışlıklar var. Bir babanın böyle cevap vermemesi lazım. Ev değil de ofis olsa bir şey değişecek mi?

- Şahane Hanım'ın yatak odanızda bulduğunuz fotoğrafı ne oldu?
- Hoca çerçeveyi o akşam kırdı.

- Sonra ne yaptınız?
- Bilgisayara girip, başka fotoğraflarını da yüklediğini gördüm. Niye yüklüyor? Daha önceki danışmanlarının fotoğrafını niye yüklemedi?

- Şahane Hanım, kendisine ait el yazısıyla yazıldığını iddia ederek basına gösterdiğiniz bazı kâğıtların kesinlikle ona ait olmadığını, bunların şarkı sözleri olduğunu, ne gibi bir sakıncası olabileceğini söylüyor.
- Bu kadın "Ben tertemiz ideallerle siyasete girdim, Milli Mücadele uğrunda savaşıyorum," diyor. Ankara'daki evimizde eşimin masasının üstünde Göksal Küçükali ile Emin Şirin'in yazışmalarının bir kopyasını gördüm, hocaya göndermişler, üzerinde de bu hanımın el yazısıyla "Ege i... bölgedir," yazıyor. Ayrıca şarkı sözüyse, senin hâlâ benim evimde, Temmuz 2008'de ne işin var? Ve eşim bana sürekli "Burada yok, yurtdışında," diyordu. Ayrıca bence o kadar pervasız ki çalıştığı resmi kurum, İngiliz Büyükelçiliği'ne ait bir kâğıdın üzerindeki "Ne istersen söyle, ama sevdama dil uzatma," yazan aşk notunu da evimde buldum.
- O kâğıtlardaki el yazılarının Şahane Hanım'a ait olduğunu nasıl kanıtlayacaksınız?
- Partiye başvuru kâğıdındaki el yazısıyla karşılaştırsınlar, anlaşılır.

- Sizin 18 yıllık evliliğinizi, hayat arkadaşlığınızı bitirme noktasına getiren sadece bu el yazısıyla yazılan notlar mı oldu?
- Hayır, ama bunların nasıl bir oyun olduğunu göstermek açısından önemli. Benim evliliğim çok büyük bir yara aldı, boşanmaya kadar gitti. Manevi olarak çok büyük zarar aldım. Ama bu arada binlerce HYP'linin emeği de harcandı.

- Bir TV programında canlı yayına çıkan Şahane Hanım, "24 Kasım 2006 günü siz eğer Yaşar Nuri Öztürk'ün Ankara'daki evinde olduğunuzu reddediyorsanız, o tarihte neredeydiniz?" sorusunu, "O gün MYK toplantısındaydım," diye yanıtladı. MYK, 25 Kasım'da değil miydi? Şahane Hanım gelmiş miydi?
- Evet, olay 24 Kasım'da, MYK 25 Kasım'daydı. Zaten MYK'ya gelemedi.

- Şahane Hanım'ı bu olaydan sonra parti içinde hiç gördünüz mü?
- Çok zorunlu gittiğim MYK toplantılarında uzaktan gördüm.

- Diğer partililerle bu sorununuzu paylaştınız mı? Onlar size destek oldu mu?
- Evet, eşim bir yandan, onlar bir yandan, "Bu parti seçime girme hakkını bir alsın, ondan sonra gerekeni yapacağız," dediler.

- Şahane Hanım partiye girmek için internetten başvurmuş, onu siz almışsınız. Hocayla siz mi tanıştırdınız?
- Hayır, hoca 24-26 Haziran 2006 arasında parti çalışmaları için Antalya'ya gittiğinde tanışmışlar. Hatta eşim ajandasına o gün "Zangoçla tanışma," yazmış. Antalya'da partiye girmek istediğini söyleyerek el yazısıyla formu doldurmuş. İnternet sitemizin başvuru bölümüne göndermiş. Sitenin başında da ben olduğum için kendisini aramışım. Ben hatırlamıyorum ama "Ne kadar güzel, senin gibi genç, eğitimli biri partimize katıldı," diye memnuniyetimi belirtmişim. Demek ki ben onun iddia ettiği gibi gençlere saldırmıyorum. Sonra MYK'ya alındı.

DNA testi yaptırabiliriz

- Kadınsı bir içgüdü mü şüpheleriniz?
- Her evli kadın bunu hisseder. Bir süre sonra "Sen artık Ankara'ya gelme, niye masraf yapacaksın?" diye beni uzak tutmaya başladı.

- Şahane Hanım olayından daha önce de eşinizden hiç kuşku duydunuz mu?
- O geçmiş şeylere şimdi girmek istemiyorum. Olabilir, ortam müsait olabilir.

- Ankara'daki evinizde bulduğunuz iç çamaşırı, toka, ceket gibi eşyaların ona ait olduğunu nasıl kanıtlatacaksınız?
- DNA testine kadar yaptırabiliriz.

- Şahane Hanım aleyhinizdeki manevi tazminat davalarını yeni mi açtı?
- Evet, yeni açıldı. Niye altı ay beklediler? Niye geçen yıl Akşam gazetesinde haberin ilk çıktığı günün ertesinde açılmadı.

- Bu kadar gizlenen olay, geçen yıl ağustos ayında basına nasıl yansıdı?
- 5 Temmuz'da Şahane Sultan'ın bana gönderdiği bir mesajdan sonra o mesajı Önder Günay ve Ahmet Kopuz'a gönderdim. "Partinin asıl meselesi budur," dedim. Bu mesaj basına gitmiş. Sonra beni gazeteden arayıp sordular, anlattım. Daha önce hiçbir şekilde açıklamadım. Hatta 5 Temmuz 2008'de "Ne istersen söyle ama, sevdama dil uzatma," şeklindeki notla beraber özel eşyalarını evde bulduktan sonra çok kötü oldum, "Basını çağıracağım," dedim. Hoca bana şöyle bir mesaj yolladı: "Bugüne kadar olan hiçbir şey sana sevgimde kırılma yaratmadı. Seni içtenlikle sevmeye devam ettim. Ama son birkaç saatlik tavrın ve sözlerin içimdeki sevgiyi yıkacak sarsıntılara yol açtı. Seni uyarıyorum. Sana olan hiç sarsılmamış sevgimi sarsma. Seni sevmeye devam edeceğim."

- Aranızdaki bu sorunları ABD'deki oğlunuzun Yaşar Bey'e olan 400 bin dolarlık borcunu ödemek istemediğiniz için gündeme getirdiği iddialarına ne diyorsunuz?
- Bu parayı hoca, oğluma çalıştırması için yıllar önce vermişti, oğlum da faizlerini gönderiyordu. Bu ikisinin arasında bir durum.

Yaşar Nuri Bey yaşını küçültüyor

- Bu psikolojik baskıya nasıl sabrettiniz?
- Bir süre sonra şunu hissetmeye başladım; sanki biraz daha zorlayalım, dayanamaz, çeker, gider diye düşündüler. Bu mesajlar beni bunaltma mesajları. 2008'in kasım ayında Şahane Sultan'ın "Sen hâlâ ne yüzle o evde oturuyorsun," diye bir mesajı var.

- Eşinizin andropoz döneminden geçtiğini, bunların biteceğini düşündünüz mü hiç?
- Aynen öyle. Eşime bunu sürekli söyledim, "Sen travma geçiriyorsun, bunu atlatacaksın," dedim. Koskoca Yaşar Nuri Öztürk, bugün televizyona çıkıyor ve "Ben 57 yaşındayım," diyor. Hoca 1945 doğumludur, gidin bakın bütün kitaplarına 1945 yazar, ama nüfus kâğıtlarında 1951 yazar. Milletvekili olduktan sonra kitaplarla nüfus kâğıdının farklı olmaması için "Ben 1951 doğumluyum" demeye başladı. Eş, dost arasında espri konusu oluyordu, "Bir küçültüyor, bir büyültüyor," diye.

- Ya aşksa aralarındaki gerçekten?
- Valla ben onu bilemem, ben eşime, "Ben düzenimi bozmam, bana karışma, ben de sana bir şey sormayacağım, ne istersen yap," dedim. Beni sevdiğini söylüyordu. Televizyon programlarına çıktıktan sonra önce beni arayıp "Canoş nasıl buldun?" diye sorardı. Sonra yanındakilerden duydum, benden sonra da onu arayıp "Karadutum söyle bakalım nasıl buldun?" dermiş.

- Size bu olaylara rağmen hâlâ Canoş mu diyordu Yaşar Bey?
- Beni bir çeşit iki eşliliğe alıştırmaya çalışıyordu, işin özeti budur. "Zaten Ankara'da herkesin iki üç eşi var, sen bana karışma," diyordu.

- Eşiniz İstanbul'daki evde yatarken, kendisini odaya kilitlediğini açıkladı. Niye kilitliyordu sizce?
- Şahane Hanım'la daha rahat konuşabilmek için... Bundan daha güzel bir neden olabilir mi? İstediği yere gidebilir, ben onun nerede olduğunu bilemem. Mesela Kurban Bayramı'nda İzmir'e diye gitti, bu sürede kendisine ulaşamadık. Sonra hesap ekstrelerinden ayın 12-13'ünde Antalya Talya Oteli'nde kaldığını öğrendik.

- Yaşar Nuri Bey'le tanıştığınızda henüz evliymiş, "Yuva yıkanın yuvası yıkılırmış," sözünü doğrulayan bir olay olabileceğini düşünüyor musunuz şimdi bu yaşadıklarınızın?
- Hayır, kesinlikle. Biz hocayla tanıştığımızda eşiyle boşanma davası açılmıştı, başka kadınlarla da ilişkisi vardı. Benimle ilişkiye girmek istediğinde de "Ben ancak evlenirsem, ilişkiye girerim," şartını getirmiştim.

Evime giremiyorum

- Yaşar Nuri Bey, evinize girmenizi engelleyen bir mahkeme kararı çıkarttı mı gerçekten?
Evet, geçtiğimiz perşembe günü Ankara'ya gittiğimde yapmış. Evime giremiyorum, arkadaşımda kalıyorum. Avukatım pazartesi günü hemen itiraz edecek.

- Olayların nasıl sonuçlanacağını düşünüyorsunuz?
- Maneviyatı yüksek bir kişiyim. Yüce yargının hakkaniyetine güveniyorum. Hiçbir korkum yok. Bugüne kadar kendimi arka plana atmam birilerinin nefsini azdırmış. Ben bu işi şu ya da bu şekilde temizleyeceğim. Çirkin süreç geçecek, benim için şu anda önemli olan işim. Çok yoğun çalışıyorum. Bu son röportajım, bundan sonra bir daha hiç konuşmayacağım.

Partiye beni eşim soktu

- Biz sizi eğitmen yanınızla tanıdık. Siyasette ne işiniz vardı?
- Ben girmek istemedim, beni partiye sokan eşimdir. Parti kurulurken birçok büyük ismin kapısı çalındı, bunlardan ciddi cevap veren olmadı. Hepsi hocaya "Sen kendi kulvarında kal. Siyasete girme," dedi. O zaman partiyi halkla kurmaya karar verildi. Hoca, yüzde 30 kadın oranıyla kurmak istiyordu. Bana "Sen kurucu üye listesini tamamla. Kadın oranımız da yükselir," dedi. Ayrıca ABD'de yaşayan oğlum Hakan'ın da kurucu üyemiz olmasını istedi. Biz bunları kişisel gelirlerimizden ödeyerek partiye girdik. Erkeklerden 10, kadınlardan sekiz milyar alınıyordu.

- Şahane Sultan'ın Antalya'dan birinci sırada milletvekili adaylığını istemediğiniz doğru mu?
- Asla, yemin ediyorum size yalan. Hoca, 2007 seçimine yakın, 13 Mayıs 2007 Kurultayı'nda kadınları yüreklendirmem için konuşma yapmamı istedi ve "Birinci sıraya Hayri Domaniç'i koyacağız, ama saha çalışması mümkün olmadığı için sen bölgeyi idare edeceksin, seni de ikinci sıraya koyalım," dedi. Ama o arada ne olduysa, listenin verileceği günden bir gün önce bir MYK üyesi aradı, "Hoca seni üçüncü sıraya attı, çünkü Mustafa Fahri Ağaoğlu'nun ikinci sıraya alınmasını istedi," dedi. Oysa bu beyin partimizle hiçbir ilgisi yoktu. Ben de "Tabii ne önemi var," dedim. Benim üçüncü sıraya atılmamla diğer üyelerin sırası kayınca, çektiler paralarını. Burada oyun şuydu; "Seni üçüncüye attık, sen çek git." Ben o birinci bölge için iki bankadan kredi aldım, bugün tehditle suçladığı oğlum bana destek oldu. Herkes çekilince olay benim üzerine yıkıldı, ben de istifa etmedim.

Şahane takip edildikçe telefon değiştiriyor

- Şahane Hanım İngiltere'de siyaset bilimi eğitimi almış, Cenevre'de de bir yıl çalışmış. Hiç siyaset tecrübesi yokken eşiniz, kendisine hangi özelliklerinden dolayı danışman olarak güvendi?
- Hoca, tezlerini gördükten sonra onu MYK'ya aldı. Partiye girdikten sonra Yaşar Nuri Bey'in ilk evliliğinden olan oğlu Mustafa Tahir Öztürk ile arkadaşlık kurmuşlar. Bir gün hoca ile oğlu arasında şöyle bir konuşma oldu: "Baba sen çok methediyorsun, Türkiye'de siyaset yapacak, genç bir kız diyorsun ama ben biraz yokladım, Mustafa Sarıgül'ü bile tanımıyor," dedi.

- Yaşar Bey bu uyarıyı dikkate aldı mı?
- Hocada bu kadınla ilgili garip bir koruma başladı. O kadın, sonra Mustafa Tahir'i siyasi bağlantısı olan bir düğüne götürmüş, o da bu ortamdan çok rahatsız olmuş. Babasına, "Hemen bu kadını çevrenizden uzaklaştırın," dedi, aralarında kavga çıktı.

- Nasıl bir düğün ortamı bu?
- Onu mahkemede açıklayacağım.

- İlk ne zaman şüphelendiniz?
- Ağustos sonu, Nusret Sevenoğlu'nun yazlığına gittik. Hocanın elinden cep telefonu düşmüyor, sürekli mesajlaşıyor. Nusret Bey bile "Abla hoca niye bu kadar mesajlaşıyor," diye merak etti.

- Siz eşinize, bu mesajların nedenini sorduğunuzda ne diyordu?
- Ben "Ne oluyor hocam, niye mesaj çekiyorsun?" diye sordum, "Danışmana parası gitmesin diye mesaj geçmesini söyledim," dedi. Bundan önce İrem Hanım vardı danışmanı olarak, pırıl pırıl çok güzel bir kız. Niye onunla mesajlaşmıyordu?

- Bu mesajların Şahane Hanım'dan geldiğini nasıl kanıtlayacaksınız?
- Hepsi elimizde. Dokuz, 10 telefonu var. Takip edildikçe telefonu değiştiriyor. Bu hocanın telefonu. Milletvekilliği 22 Temmuz 2007'de düştü, Şahane Hanım'ın danışmanlığı da 23 Temmuz'da düştü. Ama bu telefon eylül ayında, Şahane Hanım'ın adına alınmış, Ankara'daki evimin adresine. Koskoca adam bana "Hayal ürünü bunlar," diyor. Hadi fotoğrafları Facebook'tan aldım, bunu da Telekom'dan mı aldım? "Bana ait değil," dediği telefon numarasıyla annesine de mesaj göndermiş. Elimizde bu da var.

- Bunca yıl eşinizin bu ilgisinin geçici bir tutku olduğunu mu düşündünüz?
- Ben bu durumu gerçekten çok hastalıklı olarak kabul ettim eşim açısından ve izlemeye aldım. Sonra balkon kenarlarında, bahçede konuşmalar başladı.
aktifhaber

Zekeriya Beyaz hayal kırıklığına uğradı

30.03.2009
DSP'nin adayı Zekeriya Beyaz Esenler'de ağır yenilgi aldı.

AK Parti'nin yüzde 47.53 ile ipi göğüslediği ilçede DSP Zekeriya Beyaz ile yüzde 1.3 oy oaranıyla yarışın hayli gerisinde kaldı.

Yaşar Nuri Öztürk'ü Korku Sardı
04 Nisan 2009
Karısının dün "banyoda başka kadınla bastım" dediği ve mesajlarını gösterdiği Yaşar Nuri Öztürk bugün savunmaya geçti. Öztürk, karısından korkuyor..

Kavga tam gaz sürüyor... Yaşar Nuri Öztürk karısı için mahkemeden karar çıkarttı.

Yaşar Nuri Öztürk, “Karım beni tehdit ediyor. Can güvenliğimden endişe ediyorum” diyerek savcılığa başvurdu. Aile mahkemesi, Hoca’nın eşi Canan Öztürk’ün evden uzaklaştırılmasına ve 6 ay süreyle yaklaşmamasına karar Verdi

Yaşar Nuri Öztürk, 26 Mart’ta savcılığa başvurarak, karısının kendisini tehdit ettiğini, bu nedenle eve girmesinin engellenmesini istedi. Öztürk’ün avukatı aracılığıyla yaptığı başvuruda şu detaylara yer verildi:

“Müvekkilim ile eşi Canan Öztürk arasında bir süreden beri alacak-verecek meselesi nedeniyle sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunlar nedeniyle basında haberler çıkmış ve müvekkilim zarar görmüştür. Müvekkilim, ”... git o hocaya söyle elimde belge ve bilgiler var. Eğer icra takibine başvurursanız elimdeki belgeleri basına veririm. Hoca da gününü görür“ şeklindeki sözlerle eşinin tehdit ve şantajına maruz kalmaktadır. Müvekkilim, bu olaylar nedeniyle büyük elem ve kedere kapılmıştır. Aynı evde eşiyle yaşamak zorunda kaldığından bilimsel faaliyetlerini yürütemediği gibi, can güvenliğinden bile kaygı duyar hale gelmiştir. Canan Öztürk, Yaşar Nuri Öztürk’ün ziyarete gelen çocuklarını dahi evden kovmaya kalkmış. Polis çağıracağı tehdidi ile onları kapı dışarı etmiştir.”

6 ay uzaklaştırma
Beykoz Aile Mahkemesi, savcılıktan gelen yazı üzerine, Canan Öztürk’ün Beykoz Paşabahçe’deki ortak konuttan uzaklaştırılmasına ve 6 ay süreyle yaklaşmasının yasaklanmasına karar verdi. Aynı kararda Canan Öztürk’ün, silah ve benzeri arazlarını zabıtaya teslim etmesine, yasaklara uymaması halinde hürriyeti bağlayıcı cezaya hükmedileceği belirtildi.

Yasa kadınlar için ama

Canan Öztürk’ün avukatı Pelin Ersan karara itiraz edeceklerini açıkladı. Canan Öztürk’ün kendi evinde kalmak istediğini belirten Ersan, “Karar kesin değil. İtiraz yolu açık. Bu yasa şiddet gören kadınlar için çıkarılmış bir yasa. Hoca bundan yararlanmak istemiş. Mahkmede resen karar vermiş. Biz hemen karşı dilekçemizi vereceğiz” diye konuştu.

Şahane yalanladı

Bu arada, Yaşar Nuri Öztürk’ün aşk yaşadığı iddia edilen danışmanı Şahane Müftüoğlu, bir televizyon programına çıkarak iddiaları yalanladı. “Tıraştayken dudaklarımı köpük yapmanı özledim” şeklinde bir mesaj atmadığını savunan Müftüoğlu, “Ben sayın genel başkanımıza mesaj göndermedim. Bu teknik olarak rahatlıkla ispat edilebilir. İsteyen mahkemeden bunu talep edebilir. Gerçekler de ortaya çıkar. Babam inşaat mühendisi ama aynı zihniyet ona pavyoncu diyerek iftirada bulunmuştu” diye konuştu. Şahane Müftüoğlu özetle şunları söyledi:

“Banyoda basıldığımız iddia edilen 24 Kasım 2006 günü parti merkezindeydim. O gün MYK toplantısı vardı. Ben de MYK üyesiyim. Ben de ordaydım. Genel Başkanın evine topluca gitmişimdir, asla yalnız değil. Büyük devlet adamı Kamran İnan, Yaşar Nuri Öztürk’ü ziyaret edeceği zaman biz de heyet olarak giderdik. 3-4 kişi giderdik. Ben de kurmay kadronun içindeydim. Ben yalnız gitmedim, gitsem de tuhaf bir durum olmazdı. Genel Başkan’ım ’Dosya getir, dosya götür’ deseydi, giderdim. Bunda tuhaf bir durum olmazdı”dedi.

‘Yatak odasına hiç girmedim’

“Yatak odasının duvarında posterim olduğu söyeniyor. Bunu kimsenin mantığı alıyor mu. Ben odasına hiç girmedim. Peki ben banyoda basıldıysam, bu doğruysa, ben nasıl bir buçuk yıl daha partide yer aldım o zaman. O fotoğraf facebook’tan çalınmış. O fotoğraf ben 24-25 yaşındayken, evde kız kardeşimin doğum gününde halay çekerken çekilmişti.”

‘Banyoda basılma işi doğru değil’

Şahane Müftüoğlu açıklamarını şöyle sürdürdü,

“Partideki tek kadın ben değilim. Ben siyasi bilimler mezunuyum. Siyaset yapmak için okudum. Benim gibi 1. sıradan aday var mı bilmiyorum ama çok kadın aday vardı. Canan Öztürk tarafından saldırıya uğrayan tek kişi de ben değilim. Nusret Sevenoğlu da saldırıya uğradı. Canan Öztürk’ün, kıskançlıktan öte, akli durumunun araştırılması gerektiğini düşünüyorum.”

Yalvarıyorum

“Banyoda basılma olayından sonra babamın arandığı da yalan. Bu mümkün değil. Bir babaya böyle bir telefon açıldığında babanın tepkisi ne olur. Yalan. Faks çektiğini söylüyor, mahkemeye faks çıktısı da getiremedi. Ben yalvarıyorum, bunları mahkemede kanıtlayın diye.”

“Ben bu olaylardan sonra geri çekilmeyi hiç düşünmedim. Bir korkum olsaydı koşa koşa o partiden kaçardım. Niye o partide kalayım. Yaşar Nuri Öztürk de beni destekliyor, mahkemelerde de beni destekleyecek.”

aktifhaber

Yaşar Nuri'nin Eşinden İtiraz
10 Nisan 2009
Yaşar Nuri Öztürk'ün şikayeti üzerine evden uzaklaştırılan Canan Öztürk'ten itiraz: 'Asıl ezilen benim'

Aldatıldığı gerekçesiyle Yaşar Nuri Öztürk'ten ayrılmanın eşiğine gelen Canan Öztürk, 'korkuyorum' diyerek kendisini evden uzaklaştıran eşine itiraz etti.

Halkın Yükselişi Partisi (HYP) Genel Başkanı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, ayrılma aşamasında olduğu eşi Canan Öztürk'ün tehdit, şantaj ve şiddetine maruz kaldığını, can güvenliğinden endişe ettiğini belirterek, geçtiğimiz hafta evden uzaklaştırılması talebiyle İstanbul Beykoz Aile Mahkemesi'ne başvurmuştu. Mahkeme, Canan Öztürk'ün 6 ay evden uzaklaştırılmasına karar vermişti. Canan Öztürk mahkemeye başvurarak, "57 yaşında, torun sahibi, 55 kilo ağırlığında bir kadınım. Yaşar Hoca ise judoda kara kuşak sahibi, silah taşıyan, güçlü kuvvetli erkek. Benden korkması hayal mahsulü. Asıl ezilen benim" dedi ve karara itiraz etti.

Bu kararı aldırtarak kendisine ihanet etmesine haklılık kazandırdığını belirten Canan Öztürk, "70 milyonluk ülkenin yönetimine talip olacak kadar kendini güçlü gören eşimin, benden korkmasını mahkemeye bırakıyorum" ifadesini kullandı.

Dilekçeyi inceleyen mahkeme, Öztürk'ün talebini reddetti.

Yaşar Nuri Öztürk'ün mahkemeden ’6 ay uzaklaştırma' kararı çıkarttığı eşi, eşyalarını toplayıp evi terk etti.
aktifhaber

Sibel Can, "Canan Hanım'ın intikamını aldım" deyince Yaşar Nuri Öztürk'ün mahkemelik olduğu eşi ünlü şarkıcıya teşekkür etti: "Allah razı olsun"

26 Mayıs 2009 Eşi Sulhi Aksüt'ten boşanmak için mahkemeye başvuran Sibel Can'ın eşi için evden 6 ay uzaklaştırma cezası aldırmasının yankıları sürüyor. Ünlü sanatçı, eşine bu cezayı aldırma nedeni olarak, "Sulhi ile Yaşar Nuri Öztürk iyi arkadaşlar. Öztürk'ün eşini danışmanıyla aldattığı iddia edilmişti. Canan Hanım da onları basmıştı. Yaşar Hoca 'güvenliğimi tehdit ediyor' diyerek eşi Canan Hanım'ı 6 ay evden uzaklaştırdı. Aynısını ben de Sulhi'ye yaptım. Çünkü bütün bunları avukatlarıyla organize eden Sulhi'ydi" demişti.
Eşinin kendisini danışmanıyla aldattığı iddiasıyla mahkemeye başvuran Canan Hanım, eşinden ve Şahane Sultan Müftüoğlu isimli danışmandan davacı olmuştu. Yaşar Nuri Öztürk ise, "Karım beni tehdit ediyor. Can güvenliğimden endişe ediyorum" diyerek savcılığa başvurmuş Aile mahkemesi, Hoca'nın eşi Canan Öztürk'ün eşinin tedbir olarak 6 ay evden uzaklaşmasını kararlaştırmıştı.

ALLAH YAPIYOR, BEN BAKIYORUM
Bugün gazetesinin haberine göre; Canan Öztürk, Sibel Can'ın sözlerini duyduğunda, "Allah Sibel Hanım'dan razı olsun" diyerek şunları söyledi: "Eşimin bir sözü var 'Bir yerden sonra Allah yapar, siz bakarsınız.' Şimdi Allah yapıyor ben bakıyorum. Belki de benim bilmediğim neler var. Sibel Hanım'ınkiyle benim durumum farklı. Netice o bir beydir. Bu kanunun maddesi anneyi ve çocuğu korumaktır. Bizimkisi çok komik. Tehdit ve santaj. Yaşar Nuri Bey belinde silahı olan bir insan. Birinci dereceden siyah kuşak judocu. Ben 56 kilo bir insanım. Neyimden tehdit görüyor. Ne saçma işler. Kimse Allah'tan üstün değil. İşin içine zülüm girdiği için, her şey bir şekilde ortaya çıkacak.

HOVARDALIĞIN DA RACONU OLMALI
Herkes yaptığı işin arkasında durursa zaten sorun çıkmaz. İnsanlar yaptıklarını inkar edip birde utanmadan saldırıya geçerlerse birtakım insanlar rahatsız oluyor. Sulhi Bey eşimle Kavacık'daki yazıhanesinde sık sık buluşuyor. Hovardalığın da bir raconu olmalı. Bu işler yanlış. İnsan yaptığının arkasında durmalı. Ben mağdur durumdayken bir bakıyorum ayağımdaki ayakkabıyla evin önünde kalmışım.. Bu demek ki bazı vicdanları rahatsız etmiş. Sibel Hanım'a müteşekkirim. Büyük bir insanlık ve yüreklilik gösterdi. Bunları herkes söyleyemez. Koca koca MYK üyesi adamlar. "Bu işleri biz bitireceğiz, seçim bitene kadar siz rahat olun. Parti zarar görür diyen koca koca adamlar kalkıp utanmadan yalan söylecek kadar haysiyetsizce davranıyorlar. Bu yüzden Sibel Hanım'ı bin kere kutluyorum. İnsanlık gösterdi; edebinle efendilikle ne duyduysa dökmüş ortaya. Allah razı olsun.

SİBEL HANIMI ÜÇ YILDIR GÖRMÜYORUM
Eşimin Sulhi Bey'le ciddi yakınlığı var. Aralarında para mevzuları var. Erkekler konuşuyorlar. Eşim ona her türlü olayı anlatmış ki o da demek ki evde konuşuyorsa kadıncağız dayanamadı. Etme bulma dünyası. Bana yapılan çok büyük haksızlık. Bir ifadem bile alınmadan Ankara'dan döndüğümde eve giremedim. İstanbul Emniyet Müdürü aramışta. Kolluk kuvvetleriyle dışarı attırırız da. Beni tehdit ediyorlar. Yaşar Bey'in avukatı Engin Yeşilyurt benim avukatımı arıyor. "Canan Hanım'a söyleyin kesinlikle eve girmesin. Hoca konuştu emniyet müdürüyle yoksa onu tekme tokat hapise attırız" diyor.

BURASI DAĞ BAŞI MI?
Ne oluyorsunuz burası dağ başı mı? Bunları, onların yanına bırakmayacağım. Kim bu işe dolaylı dolaysız destek verdiyse hepsiyle tek tek uğraşacağım. Benim boşanmamı bekliyorlardı. O kadının bana 2008 Kasım'da attığı mesaj var. 'Hala hangi yüzle o evde oturuyorsun diyor'. Savcılkta bunların hepsi kayıt altına aldı. Bu ciddi bir mücadeledir, onur mücadelesidir. Bu yüzden Sibel Hanım'ı bin kez daha kutluyorum. Yüreklilikle çıktı söyledi. Şimdi bekliyorum ki bütün bu olayları yakinen gören vatandaşlar da çıkıp anlatsın. İki tane ses kasetini veriyorum. Dinleyecek Türkiye. Ben 57 yaşındayım. 19 yıl gece gündüz hizmet ettiğim insan. Bir takım çirkin süreç içersinde beni yüz üstü ortada bırakıyor. İsmine sığınıp haraket ediyorlar. İsimle bitmiyor bu iş. Bunların arkalarında ne var. Kendilerini ne zannediyor. Siz kimsiniz.

EMEKLERE YAZIK OLDU
Binlerce insanın bu parti ve sefil süreç yüzünden emekleri heder oldu. Malatya'dan Erzurum'a kadar o kadınlar bileziklerini yüzüklerini sattı. Günah değil mi, o insanların duaları yok mu. Bu işin kozmik titreşimleri yok mu. Bu insanlar dağ bayır perişan oldular, PKK bölgelerinde dolaştılar. Sırf yeni bir umut, güvendikleri inandıkları bir insan için. Bunlar ne yaptı; Ankara'nın göbeğinde iç çamaşırı açılışları. Yok hayatımın kadınısın filmleri. Yok Çin lokanlataları. Gezip tozulmadık yer kalmadı. Ben 16 yaşındaki çocuğumla eziyet içindeydim. Eşimiz Ankara'ya gitti mi 15 gün ulaşamıyorsunuz. Bir yandan partililer, "Lütfen susun parti seçime girme hakkı kazansın. İki arada bi derede cendere." Ben sabahlara kadar deşifre yapıp kimse bir şey anlamasın diye uğraşıyorum. Geldiğimiz nokta ne? Üstümdeki elbiseyle sokakta kalıyorum. Bunları yanına bırakmayacağım. Kadınların hakkı için bırakmayacağım. Benim de üç erkek evladım var. Aynı durumu yapsın oğlumu reddederim.
Şimdi kiracım çıktı kendi evime taşındım. Kiradan kurtuldum. Çocuğuna bir kuruş nafaka vermiyor. Hakim tedbir nafakası bağlamadı. Sibel Hanım'ın açıklaması her şeyi anlatıyor. Bunların hukuk yoluyla üzerine gideceğim."
netgazete

SELEF-İ SÂLİHÎN'İ DIŞLAYAN İLÂHİYATÇI
Mehmet Şevket EYGİ
27 Kasım 2010

BİR İLÂHİYATÇI, "İslâm'ı ilk üç asırdakilerin anladığı gibi anlamaya mecbur değiliz, dinimizi çağın anlayışı ile anlayacağız..." mealinde bir lâf etti.

O ilâhiyatçının kasd ettiği Selef-i Sâlihîndir. Yâni Ashab-ı Kiram, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîndir.

Ehl-i Sünnete göre bu üç kuşak, İslâm'ı en iyi anlayan insanlardan oluşmuştur.

Ashab-ı Kirâm, Efendimizi (Salat ve selâm olsun ona) görmüş, ona iman etmiş, onunla birlikte İslâm için savaşmış, canlarını ve mallarını feda etmiştir.Onların hocası Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya idi.

İkinci kuşak, İslâm'ı Ashab'tan öğrendi.

Üçüncü kuşak da Tâbiînden öğrendi.

Hiçbir aklı başında Müslüman Ashabı, Tâbiîni, Tebe-i Tâbiîni hafife alamaz, dışlayamaz, hor göremez, devre dışı bırakamaz.

Böyle yapanlar, Ehl-i Sünnetten vahim şekilde ayrılmış olurlar.

Selef-i Sâlihîn'i aradan çıkartırsak İslâm'ı anlamakta, Kur'ân ve Sünneti yorumlamakta yanılabiliriz.

Muhterem Selefi aradan çıkartıp da bugünkü birtakım bid'atçi ilâhiyatçılara mı tâbi olacağız?

Onların kimisi ribaya bile cevaz veriyor.

Kimisi tesettürü inkâr ediyor.

Kimisi, Resulullahı ve Kur'ânı inkâr edenleri cennete sokuyor.

Kimisi kaderi inkâr ediyor.

Kimisi (Allah'ın izniyle yapılacak) şefaati inkâr ediyor.

Kimisi Ümmet'i sekülerleştirmek istiyor.

Kimisi Din-i Mübin-i İslâm ile Kemalizmi uyuşturmaya, bağdaştırmaya yelteniyor.

Öyle ilâhiyatçılar var ki, "Kur'ân Yahudileri İslâm'a çağırmıyor... Kur'ân Hıristiyanları İslâm'a çağırmıyor..." diyecek kadar ileri gittiler.

Selef-i Sâlihîni bırakıp da azılı Farmason, taqiyyeci, yalancı, aldatıcı, aktivist Cemaleddin Afgani'nin, onun Mason talebesi Muhammed Abduh'un, onun tilmizi Reşid Rıza'nın peşinden mi gideceğiz?

Peygamber Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) "Ashabım (yol bulduran) yıldızlar gibidir. Onların hangisine tâbi olursanız hidayeti (doğru yolu) bulursunuz" buyurmuşlardır.

Bugün öyle bozuk ilâhiyatçılar vardır ki. Bazı zaruriyat-ı diniyeyi bile inkâr ediyorlar.

Bozuk ve bid'atçi ilâhiyatçıların hizmetlerini maaş, telif ücreti, tercüme ücreti ve başka menfaatler karşılığında yapıyorlar.

Zekâtların toplanması ve sarf edilmesi konusunda bazı ilâhiyatçıların verdikleri bozuk fetvalar, yaptıkları geçersiz ictihadlar Kur'âna, Sünnete, icmâya, Şeriata, fıkha aykırıdır.

Bu bozuk ve bid'atçi ilâhiyatçılar dinimizi münzel (Hak katından indirilmiş) ve ilâhî bir din olmaktan çıkartıp uydurulmuş bir İslâm Protestanlığı haline getirmek istiyor.

Fazlurrahmanın Tâtiliye ve Tarihsellik mezhebine ve inancına bağlı İlâhiyatçılara kalırsa ortada İslâm diye bir din kalmaz.

Gerçek şudur:

İslâm'ın anlaşılmasında, Kur'ânın yorumlanmasında, Sünnetin şerhinde, Şeriatın tanziminde mutlaka ve mutlaka Selef-i Sâlihîn Efendilerimize tâbi olmalıyız. Onları örnek olarak almalıyız.

Onların firâsetleri, ihlâsları, cihadları, fedakârlıkları, ahlâk ve faziletleri, takvaları, mürüvvetleri bize ışık tutmalıdır.

Onların devrinde insanlar yürüyerek, at veya deve ile, yelkenli gemi ile seyahat ediyorlarmış; bu çağda ise otomobil, otobüs, tren, uçak, vapur ile sefer yapılıyormuş. Bunun esasa taalluk eden bir tarafı yoktur.İslâm evrenseldir, ahkamı da evrenseldir.

O devirde at ile seyahat ediliyordu, bu devirde uçaklarla yolculuk yapıyoruz diye Selef-i Sâlihîni dışlamak akıl kârı mıdır?

(Ehl-i Sünnet dairesi ve çizgisinde olan, İslâm'ı ve Kur'ânı anlamak ve yorumlamakta Selef-i Sâlihîni esas alan, bid'atlerden uzak duran değerli ilâhiyatçıları tenzih eder, kendilerine selâm, teşekkür, minnet ve hürmetlerimi takdim ederim.)

Millî Gazete


En son Ekim tarafından Sal May 26, 2009 10:21 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal May 12, 2009 12:11 am    Mesaj konusu: Ebubekir Sifil'den önemli uyarI! Alıntıyla Cevap Gönder

Tefsir Piyasası
22 ARALIK 2011
Dr. Ebubekir Sifil

Geçtiğimiz günlerden birinde belediye otobüsüyle Daru'l-Hikme'ye giderken bir genç bir süre yüzüme dikkatli dikkatli baktıktan sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:

Afedersiniz, bir şey sorabilir miyim?

Tabi, buyurun.

Ünlü biri misiniz?

Değilim. Olsaydım böyle sormazdınız.

Sizi birine benzettim de.

Ebubekir bey misiniz?

Evet.

Sizin Mustafa İslamoğlu'na yazdığınız bir tenkit yazısını okumuştum.

Öyle mi!

Afedersiniz ama, fazla acımasız değil misiniz? Sorum biraz fazla mı "bodoslama" oldu?

Sorunuzun bodoslama olması önemli değil. Benim niçin "acımasız" olduğumu düşünüyorsunuz?

Eleştirirken sanki hiç olumlu tarafı yokmuş gibi davranıyor, küçük bir hatayı bile abartarak tenkit ediyorsunuz.

İslamoğlu bu ümmetin gelmiş geçmiş alimlerini, fakihlerini, müfessir ve muhaddislerini olmadık işlerle itham ederken "acımasız" olmuyor da, ben onun bu tutumunu eleştirirken niçin "acımasız" oluyorum?

İslamoğlu sizce ne yapmak istiyor?

Bilemem. Ben niyet okuyucusu değilim. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Haddini aşan bir gidişi var.

Nasıl yani?

İnsan bir tutum belirlemeden önce şöyle sağına-soluna bir bakar. Bu Ümmetin alimi/uleması ne demiş, nasıl davranmış bir inceler değil mi? Kur'an konusunda konuşmak insanlara cazip gelir; hele kelimelerle oynamak, etimolojiden, bağlamdan hareketle kimsenin söylemediği şeyler söylemek söyleme bir çekicilik kazandırır. Ama bu söylemin sahibini nereye götüreceğini de düşünmek gerekir. İslamoğlu ehil olmadığı, gerekli müktesebatı edinmediği hususlarda çalakalem yazıyor/konuşuyor; bu sebeple de çok ve azim hatalar yapıyor.

Ben de sizin yazdıklarınızda hatalar bulmuştum.

Mesela?

Evde, notlar halinde duruyor.

Sizden özellikle rica ediyorum, aldığınız o notları mutlaka bana iletin. Mail adresim Gazete'de, sitede mevcut. Lütfen ihmal etmeyin ki, nerelerde yanlış yapmışsam gözden geçirip düzelteyim; size de dua edeyim.

Sözün burasına geldiğimizde otobüsümüz de ineceğim durağa gelmişti. Veda edip indim.

Gerçekten de Kur'an'ın tefsirini yapmak, ulemanın ancak kemal döneminde girişmeyi göze aldığı pek ağır bir faaliyettir. Yukarıda naklettiğim anekdot İslamoğlu merkezli olmasına rağmen, hayli yaygın bir tavrın yansıması aslında. Son zamanlarda adeta herkes müfessir oldu, televizyon ekranlarında, internette Kur'an hakkında ahkâm kesen, bin yılı aşkın müktesebatı dinleyici/izleyici nezdinde bir anda sıfıra indiren cümleler kuran mebzul miktarda "müfessir taslağı" var. Ne niyetle hareket ettiklerini Allah bilir; ama işledikleri cürmün "cinayet"ten farkı yok...

Ümmet nezdinde sahip olduğu şöhret ve itibarın bir yönden sebebi, bir yönden de sonucu olarak bir ciltten, aslının hacmini birkaç katı aşacak hacme kadar üzerine en az 50 civarında haşiye, ta'lik ve ihtisar çalışması yapılmış bulunan Envâru't-Tenzîl adlı eserin müellifi Kadı Beydâvî, Tefsir ilmini ilimlerin en yücesi olarak nitelendirdikten sonra şöyle der: "Bu alanda söz söylemek için ileri atılmak, usulüyle-füruuyla bütün dinî ilimlerde maharet, dil ve edebiyat alanlarında üstün bir seviye kesbetmiş olanlardan başkasının işi değildir..."

Bir işi "iyi niyetle" yapmak "meşruiyet" için kesinlikle yeterli değildir; onu "olması gerektiği gibi" yapmak, kaidesine-kuralına uygun bir şekilde icra etmek de şarttır. Aksi halde sadece yapılan iş -amel-i salih olması şöyle dursun- "gayri meşru" olur; yerine göre sahibine vebal de getirir. Hatta eğer iş Ümmeti ilgilendiren boyutlara sahipse, yanlışa sevk ettiği insanların vebalinin bir misli de o işin failine yüklenir. Rabbim rüşdümüzü ilham etsin...
Millî Gazete

Ebubekir Sifil'den önemli uyarı!
11 Mayıs 2009

Milli Gazete ve Rıhle Dergisi yazarlarından Dr. Ebubekir Sifil, ayak oyunlarıyla ayağımızın altındaki zeminin kaydırılmakta olduğunu söyledi.

Oynanan oyunların farkında olunmazsa tarihin bir kez daha ve korkunç bir biçimde tekerrür edeceği uyarısında bulunan Sifil, Mutezile, Haricilik ve Şia gibi Ehli Sünnet dışı mezheplerin "İslam'ın zenginliği" olarak görülmesini de "absürtlük" olarak değerlendirdi. Milli Gazete'deki son iki makalesinde Sünnet'in korunmuşluğu konusunu işleyen Dr. Ebubekir Sifil, "Bu din Sahabe'ye gereği gibi hem tebliğ hem de beyan edilmiş, onlar da Efendimiz (s.a.v)'den aldıklarını kendilerinden sonraki kuşağa aktarmışlardır" dedi...

İşte Sifil'in o iki yazısı...

Korunmuşluk açısından Sünnet Modern zamanlarda bilincimize musallat edilen virüslerden birisi de, Kur'an'ın korunacağının Allah Teala tarafından garanti edildiği, buna mukabil Sünnet'in ilahî korumanın dışında kaldığı iddiasıdır. Bu iddia ayağına yer edindiğinde kaçınılmaz olarak sadece Kur'an, 6 bin küsur ayetten ibaret bir metin olarak itimada şayan olacak, onun dışındaki her şey modern müslümanın şüphe oklarının hedefinde bulunacaktır.

Bilincimize bu virüsü musallat edenler, "uydurma hadis" diye bir vakıa bulunduğunu herkesin itiraf ettiğini, ancak "uydurma Kur'an" diye bir şeyin hiçbir zaman söz konusu olmadığını, olamayacağını kabul etmemizi isterler.

Evet, Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğunda şüphe yok. Ancak bu gerçek iki noktada manipüle ediliyor:

1. Kur'an'ın korunmuşluğu, "Kur'an" adı altında birtakım metinlerin uydurulmadığı/uydurulmayacağı anlamına gelmez. Birkaç yıl önce "el-Furkânu'l-Hakk" isimli uydurma bir kitabın ABD'de peydahlanıp piyasaya sürüldüğü haberi hafızalarımızdaki tazeliğini henüz kaybetmiş değil. (Kur'an surelerine nazire tarzında kaleme alınmış sureler ve pasajlar ihtiva eden bu müzevver kitap, bekleneni vermemiş olacak ki, gündemden çabuk düştü!)

Daha önemlisi var: Hindistan'ın Bankipore şehrindeki Genel Şark Kütüphanesi'nde bulunan nüsha, tam anlamıyla bir "uydurma Kur'an"dır. Nüzul sırasına göre tertip edilmiş bulunan bu nüsha, sadece kimi ayetlerin içine serpiştirilmiş eklemelerle temayüz etmez; sonunda bulunan iki "sure" de onu farklı kılmaktadır. Bu "sure"lerden birisi, "Sûretu'n-Nûreyn" adını taşımaktadır. Kırk bir cümleden müteşekkil olan bu "sure", Efendimiz (s.a.v) ve Hz. Ali (r.a)'den bahsetmektedir. Diğeri ise Şii Hüseyin b. Muhammed Takî en-Nûrî et-Tabersî'ye ait Faslu'l-Hitâb fî İsbâti Tahrîfi Kitâbi Rabbi'l-Erbâb'da zikredilen Sûretu'l-Velâye'dir.1 (Bu "sure", Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî'nin oğlu Şah Abdülazîz'in kaleme aldığı Muhtasaru't-Tuhfeti'l-İsnâaşeriyye isimli eserde de zikredilmiştir.)

Şu halde, nasıl ki "Kur'an" adı altında uydurulmuş birtakım metinlerin mevcudiyeti Kur'an'ın korunmuşluğuna gölge düşüremezse, "hadis" adı altında uydurulmuş birtakım metinlerin bulunması da bütün olarak Hadis sahasını itham altına sokmaya yetmez!

2. Kur'an'ın korunmuşluğu, ne dediği okuyana göre değişen 6 bin küsur cümlenin korunmuşluğu değildir. Bilakis Kur'an'ın korunmuşluğu, Kur'an'ın bizden ne istediği konusundaki netliğin de korunmuşluğu demektir. Yani Allah Teala Kur'an'ı göndermekle iman, ahlak, tefekkür, tasavvur ve amel olarak nasıl bir çizgi izlememiz gerektiğini biz kullarına iletmiştir. Eğer Kur'an'daki 6 bin küsur cümle muradullahın tecellisi için bu noktalarda yeterli olsaydı, "Kur'an'ın beyanı" gibi hayatî bir rolün Sünnet'e -yine bizzat Kur'an tarafından- verilmesinin hiçbir anlamı olmazdı!

Kur'an, Efendimiz (s.a.v)'e iki görev yüklemiştir: Tebliğ ve Beyan. Ve bize de ihtar etmiştir ki, Kur'an, Sünnet'in beyanına/açıklamasına ihtiyaç gösteren ayetler ihtiva etmektedir.

Öyleyse şunu söylemek zorundayız: Eğer Allah Teala'nın bizden ne istediğini Efendimiz (s.a.v)'in beyanı olmadan anlayamıyorsak, Kur'an'ın sadece "tebliğ"inin değil, aynı zamanda "beyan"ının da korunmuş olması gerekir! Aksi halde Kur'an'ın sadece "tebliğ"inin korunmuş olmasının pratik hiçbir anlamı olmayacaktır.

Pazartesi günü devam edelim.

Bütün bunlar şu noktayı açık bir şekilde önümüze koyuyor: Tarih içinde şu veya bu çevre tarafından şu veya bu gerekçeyle hadis uydurulmuş olmasından hareketle hadislerin tamamını "şüpheli" görmek ve töhmet altına sokmak, bir sonraki adımda Kur'an'ı da aynı töhmet tavrının hedefine koyacaktır.

Burada denebilir ki: "Sünnet başka, Hadis başkadır. Sünnet, Kur'an'ın beyana muhtaç ayetlerinin fiilî/amelî olarak tefsir edilmesiyle oluşur ve Ümmet tarafından nesilden nesile "amelî olarak" aktarılmıştır. Burada herhangi bir şüphe yoktur. Ancak hadisler "amelî" olarak değil, "kavlî" olarak nakledilmişler ve nakledilirken de unutmak, yanılmak, eksik ya da fazla nakletmek... gibi birtakım ravi tasarruflarına maruz kalmışlardır. Dolayısıyla Sünnet'in korunmuşluğundan söz edebiliriz, ama hadislerin korunmuşluğundan söz edemeyiz!

Bu yaklaşım ilk bakışta makul gibi görünmektedir. Ama birkaç noktada problemlidir:

A. Güvenilirliği, amelî olarak aktarılan namaz, oruç... gibi bazı temel ibadetlere indirgemek, dinin büyük bir kısmını bize aktaran hadisleri devre dışı bırakmak demektir. Bu da dinin büyük kısmının fiilen lağvedilmesi anlamına gelir.

B. Pek çok alanda "amelî rivayet" ile "kavlî rivayet"i birbirinden ayırmak mümkün değildir. Söz gelimi feraiz, alım-satım, nikâh-talak... ile ilgili rivayetler bu kapsamdadır. Hatta oruç, zekât gibi temel ibadetlerin de bu kapsamda olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. Açıktır ki yüzyıllar boyunca Ümmet bunlar ve benzeri konularda "görerek" değil, "işiterek", yani "amelî" nakle değil, "kavlî" nakle dayanarak amel etmiştir.

C. Bu Ümmet'in ulemasının sıhhati üzerinde söz birliği ve gereğince amel ettiği rivayetler, güvenilirlik bakımından "amelî nakil"den aşağı değildir.

Şu halde hadisleri -hangi gerekçeyle olursa olsun- toptan zan ve töhmet altına alan herhangi bir yaklaşımın sahih bir din tasavvuru ile alakası kurulamaz!

Yazının başında zikrettiğim "sadece Kur'an metninin korunduğu" tezi de aslında havadadır. Zira Allah Teala Kur'an'ı gökten indirdiği melekler vasıtasıyla ya da bir başka şekilde korumuyor. Bu ümmetin hafızları ve hafgızası vasıtasıyla koruyor.

Öte yandan şunu da gözden kaçırmayalım: "metnin/delilin korunması", "muradın/medlulün korunması" anlamına gelmemektedir.

1) Geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I, 406 vd Korunmuşluk açısından Sünnet 2 Cumartesi günkü yazıyı "metnin/delilin" korunması, "mananın/medlulün" korunması anlamına gelmez diyerek bitirmiştik. Bu nokta üzerinden devam edelim: Cebrail (a.s), Efendimiz (s.a.v)'e bir tek din getirmiştir. Efendimiz (s.a.v) de bu dini Cebrail (a.s)'dan aldığı gibi ashabına aktarmıştır. Bir önceki yazıda altını çizdiğim gibi bu "aktarış"ın iki boyutu vardır: "Tebliğ" ve "beyan."

Bu din Sahabe'ye gereği gibi hem tebliğ hem de beyan edilmiş, onlar da Efendimiz (s.a.v)'den aldıklarını kendilerinden sonraki kuşağa aktarmışlardır. Sahabe kuşağı henüz hayattayken zuhur eden birtakım fırkalar, yeni ve farklı din telakkileri ile ortaya çıkmışlardır.

Bu noktaya dikkatinizi özellikle çekmek isterim. Bu fırkalar bu din telakkilerini Sahabe'den almamışlardır. "İ'tizal" kelimesinin ilk defa kim tarafından ve hangi bağlamda kullanıldığı konusunda Kelam Tarihi kitaplarında okuduğumuz nakillerden birisi şudur: el-Hasenu'l-Basrî'nin ilim meclisinde büyük günah işleyen kimsenin durumu tartışma konusu olmuş, talebelerinden Vâsıl b. Atâ, böyle kimselerin dinden çıkacağını, ancak küfre de girmeyeceğini, yani mü'min de kâfir de sayılmayacağını söylemiştir. el-Hasenu'l-Basrî'nin Sahabe'den devralınan din telakkisine uymadığı için reddettiği bu kabul neticesinde Vâsıl b. Atâ, onun meclisinden ayrılarak (i'tizal ederek) kendi halkasını oluşturmuştur.

Bu olay bize, sadece "i'tizal" kelimesinin kavramsal menşei hakkında bilgi vermekle kalmıyor; aynı zamanda "i'tizal"in "nev-zuhur" bir hareket olarak Sahabe'nin dünyasında yerinin bulunmadığını da anlatıyor.

Nitekim Tabakâtu'l-Mu'tezile yazarlarının, i'tizal anlayışını gerilere atfetme gayretinin, birkaç sahabî ismine ve zorlama yorumlara dayandığını açık bir şekilde görüyoruz. İlgili eserlerde Sahabe'nin ileri gelenlerine dayandırılan görüşler kısaca şöyledir: Hz. Ebû Bekr, Abdullah b. Mes'ûd gibi sahabîlerin, hakkında nass bulunmayan bazı konularda ictihad ederken, "Kendi görüşümle hükmediyorum; doğruysa Allah Teala'dan, yanlışsa benden ve şaytandandır" demeleri, Hz. Ömer'in, hırsızlık yaptıktan sonra "Allah'ın bana yazdığı kaderle hırsızlık yaptım" diyen birine, el kesme cezasının üstüne kırbaç vurdurması ve elinin kesilmesinin hırsızlık suçunun, kırbaçlanmasının ise Allah Teala'ya iftira etmesinin cezası olduğunu söylemesi, Hz. Osman'a ok atanların "Allah attı" iddiasına karşılık, "Yalan söylüyorsunuz, Allah atsaydı ok hedefini şaşırmazdı" demesi, Hz. Ali'nin Sıffin sonrası Şam'a gitmelerinin de gitmemelerinin de Allah'ın kaderiyle (takdiriyle) olduğunu söylemesi, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'ın da bunlara benzer tarzda Cebriye'nin görüşlerini çağrıştıran iddiaları reddetmeleri...

Bu argümanların, bu sahabîlerin (Allah hepsinden razı olsun) Mu'tezile'nin ilk tabakası olarak zikredilmesi için kesinlikle yeterli ve tatmin edici olmadığı açıktır. Yine açıktır ki, "Zikredilen bu örnekler neden Mu'tezile'nin görüşlerine delildir de Ehl-i Sünnet inancına delil değildir?" sorusunun cevabı yoktur...

Bu zorlama yorumları bir yana bırakacak olursak, şu nokta gün gibi aşikârdır ki, Mu'tezile'ye karakterini veren "el-menzile beyne'l-menzileteyn" (büyük günah işleyenin mü'min de kâfir de olmayacağı, bu ikisi arasında bir yerde bulunacağı), Allah Teala'nın ahirette görülmesinin söz konusu olmayacağı, (özellikle bazı ilk mu'tezilîlerden sadır olan) şefaat, kabir azabı... gibi hususların inkârı noktasında Sahabe'den tek bir nakil bulmak dahi mümkün değildir.

Öyleyse i'tizal tavrının da, haricîliğin de, diğerlerinin de Sahabe'den devralınan İslam'dan kaynaklanmadığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. Bid'at fırkaların bu noktada Sahabe ile kendi aralarında kurduğu ilişki, "geçmişi kurgulamak"tan başka bir şey değildir.

Bu gerçek bizi kaçınılmaz olarak şu noktaya götürecektir: Bid'at fırkaların her biri Sünnet'le ve Sahabe nesli ile şu veya bu ölçüde/şekilde çatışma içindedir. Zira bid'at fırkalar ancak Sünnet ve Sahabe unsurlarını devre dışı bırakarak ya da istismar ederek bid'at görüşlerini savunma/terviç etme şansına sahip olabilmişlerdir.

Efendimiz (s.a.v) bu fırkaların savunduğu farklı din telakkilerinin hepsini Sahabe'ye aktarmış/öğretmiş olamayacağına göre, soru şudur: Efendimiz (s.a.v)'den Sahabe'ye (Allah hepsinden razı olsun) intikal eden din nerededir?

Mu'tezile'nin tasavvurundaki Allah ile Cebriye'ninki, Haricîler'in Sünnet tasavvuru ile Şia'nınki... birbirine uymadığına göre, Efendimiz (s.a.v)'den Sahabe'ye intikal eden İslam'ı nerede arayacağız? "Bunlar bizim zenginliğimizdir" absürtlüğüne prim vermeden hakikati nerede aramalıyız?

Kur'an'ın 6 bin küsur cümleden oluşan bir "metin" olarak korunmuşluğu bu probleme cevap teşkil etmediğine göre, ya ayağımızın altındaki zeminin hangi ayak oyunlarıyla kaydırılmakta olduğunu acilen fark edeceğiz, ya da tarih bir kere daha ve korkunç biçimde tekerrür edecek...

'YAŞAR NURİ ÖZTÜRK'ÜN ÖZEL HAYATI'

7 Haziran 2009 09:45
HYP Genel Başkanı Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün danışmanı ile 'Yasak Aşk' yaşadığı iddiasını, Kanal D ekranına taşıyan Esra Ceyhan’ın programına, 500 bin lira ceza geldi.
Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün, danışmanı Şahane Müftüoğlu ile ‘’Yasak Aşk’’ yaşadığı iddiasını, Kanal D ekranına taşıyan Esra Ceyhan’ın programına, ceza geldi.

RTÜK, özel hayatın gizliliğinin ihlal edildiği gerekçesiyle Kanal D’ye 500 bin lira para cezası verilmesini kararlaştırdı. Ceza, Kanal D’den gelecek savunmaya göre kesinleşecek. Bir süre önce yayınlanan Esra Ceyhan’ın sabah programına katılan Yaşar Nuri Öztürk’ün eşi Canan Öztürk, kocasının kendisini aldattığını belirten açıklamalarda bulunmuş, telefonla programa bağlanan Yaşar Nuri Öztürk de iddiaları reddetmişti.

İKİ ÜYE KARŞI ÇIKTI

GAZETEPORT’un edindiği bilgiye göre bu karara, RTÜK üyeleri Hülya Alp ve Taha Yücel muhalif kaldı. Alp ‘’ Magazin programları, kamu hizmeti anlayışına uygun konuları değil, ünlü kişiler ve onların yaşamlarını içerir. Aile içinde kalması tercih edilenleri, basında deşifre eden konunun taraflarıdır. Magazin programının böyle bir konuya yer vermesi doğaldır’’ dedi.

Taha Yücel ise ‘’ Programda, Yaşar Nuri Öztürk’ün eşi Canan Öztürk, kocasının kendisini aldattığını ileri sürmüş, eşi de telefonla programa bağlanıp görüşünü açıklamıştır. Program özellikle hanımların sorunlarının tartışıldığı bir programdır ve tartışılan konunun programın formatı çerçevesinde yayın ilkelerine uygundur’’ dedi.

Yaşar Nuri Öztürk’ün yaşını büyüterek seçimlerde aday gösterdiği danışmanı Harika Müftüoğlu ile aşk yaşadığı öne sürülmüş, eşi Canan Öztürk de, Müftüoğlu ve kocasını, evde saçları ıslak ve iç çamaşırı olmadığı halde bastığını iddia etmişti. Tartışmaların ardından Yaşar Nuri Öztürk, boşanma davası da açmıştı.
Gazeteport

Atılgan Bayar
atilgan.bayar@aksam.com.tr
Fethullah Gülen'in de taklidi çıktı

Önceki gece, Miraç Kandili'nde, birkaç güzel ilahi dinlemek için televizyonu açtık...
TRT hem Eyüp Camii'nden hem de Kudüs'ten Mescid-i Aksa'dan canlı yayın yapıyordu. Fikir heyecan verici, ama uygulama fikrin gücünü hissettirecek kadar iyi değildi açıkçası...
Zaplamaya başladım...
Fakat o da ne?!
Star televizyonunda yer alan, Hürriyet'in yeni starı Nihat Hatipoğlu'na takılıp kaldık...
Vecd içinde konuşuyor, cezbeye kapılıyor, istiğraka teslim oluyordu...
Ama ilk bakışta çözemediğimiz bir ilginçlik vardı...
Ancak birkaç saniye sonra idrak ettik ki, Nihat Hatipoğlu, Fethullah Gülen'in üslubunu aynen taklit etmeye çalışıyordu!
Fethullah Gülen'in kendine has vücut dilinin bütün unsurlarını izlemeye başladık.
Aynen Gülen gibi ileriye doğru ahenkle uzanan elleri ani geri çekişler...
Gülen'in heyecanlandığı zaman yerinde şöyle bir doğruluşu gibi doğruluşlar...
Tıpkı Gülen gibi, derin bir düşünceye dalındığında kafayı halktan başka bir tarafa çevirişler...
Ama bir farkla...
Biri orijinal, ötekisi taklit...
Bir cümlenin ortasında, daha önce çırpıştırılması düşünülmüş elin, alakasız bir kelimeyle senkronize olarak hareket etmeye başlamasından anladık konuşmanın daha önce çalışılmış olduğunu... Unutulmuş hareketler, akla geldiğinde derhal ekleniyordu ...
İlgi ve hayretle izlemeye devam ettik...
Günahını almayalım ama, Nihat Hatipoğlu'nun Fethullah Gülen'i bir yanında kasetini oynadığı bir video teyp, öteki yanında ayna ile taklite çalıştığını gözümüzün önüne getirdik.
Eğer, ayna karşısında çalışmamışsa bile, Nihat Hatipoğlu'nun hitabetine bir Fethullah Gülen etkisi verebilmek için büyük gayret sarfettiği açıktı.
İtiraf etmeliyim ki, o gece Hatipoğlu sayesinde ekrana kilitlendik... Eskiden televizyon ekranlarındaki ünlü taklitleri gibiydi sanki...
Türkiye bir müddet, Nihat Hatipoğlu'nu konuşacak gibi...
Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz tutmadı, bakalım Nihat Hatipoğlu'nun bu esinlenme gayreti sonuç verecek mi?
Akşam

Yaşar Nuri Bodrum'da Keşifte
13 Ağustos 2009 09:59

Adı danışmanıyla yasak aşk skandalına karışan Yaşar Nuri Öztürk, Sulhi Aksüt'e ait tatil köyünde koyu mavi mayosuyla objektiflere böyle poz verdi...



Yaşar Nuri Öztürk de sonunda popüler tatil beldesi Bodrum’u keşfe çıktı.

Birkaç gündür Akyarlar’daki Sulhi Aksüt’e ait A Club Tatil Köyü’nde olan Öztürk, deniz kenarına inince objektiflerden kaçamadı.

Koyu mavi, şort şeklindeki mayosu ve kahverengi terlikleriyle görüntülenen Öztürk, bir süre sahilde dolaştıktan sonra gölgeye çekildi...
aktifhaber

07 Ekim 2009 17:59
Öztürk'ün Mallarına El Konuldu
Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 2002 yılından itibaren elde ettiği mallara mahkemece tedbir konuldu.
Eşi Canan Öztürk ile aralarında devam eden boşanma davası kapsamında Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 2002 yılından itibaren elde ettiği mallara mahkemece tedbir konuldu.

Yaşar Nuri Öztürk - Canan Öztürk çiftinin boşanma davasından ayrı açılan katkı payı davasında, Öztürk'ün 2002 yılından itibaren elde ettiği tüm mallara tedbir konulması talebi mahkemece kabul edildi.

HER AY 7 BİN 500 TL NAFAKA ÖDÜYOR

Canan Öztürk, avukatı Pelin Arsan ile mahkemeden ayrılışı esnasında, tedbir kararını basın mensupları ile paylaşarak, Öztürk'ün 5 aydır, her ay 7 bin 500 TL nafaka ödediğini açıkladı. Öztürk ve Aslan, açıklamalarının ardından adliye binasından ayrıldı.
aktifhaber

AKP'li İlahiyatçı milletvekili, üzümlerini değerlendirmeleri için köylülere şaraphane kurdurdu

10 Ekim 2009 - Özel şarap üreticilerine çok ucuza giden üzümlerini değerlendirmek amacıyla kendi “şaraphane”lerini kurmak için harekete geçen Şarköy’e bağlı Mursallı köylülerinin yardımına, AK Parti’nin ilahiyatçı kökenli Tekirdağ Milletvekili Necip Taylan koştu. Hürriyet'in haberine göre Taylan, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı TEDGEM’den 250 bin lira hibe, Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlı ORKÖY’den de 350 bin lira ucuz kredi sağladı. Şaraphanelerini kuran köylüler, “Mursallı” markasıyla satacakları şarabın deneme üretimine başladı.

TEK ÇIKIŞ YOLU

Mursallı Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Başkanı Habil Akgün, Hürriyet’e, “Tek geçim kaynağımız üzümden eskiden iyi para alıyorduk. Ama özel şirketler bizi ezdi. Bir liraya sattığımız üzümün fiyatını 25 kuruşa kadar düşürdüler. Biz de tek çıkış yolu olarak bunu gördük” dedi. Taylan’ın katkısını, “Hepsi Necip Hoca sayesinde oldu, sağolsun” sözleriyle anlatan Akgün, şunları söyledi: “Bu yıl deneme üretimine başladık. 100 ton şarap ürettik. Tescil ettirdiğimiz Mursallı markasıyla yakında şaraplarımızı satışa sunacağız. Pazar bulmakta sıkıntı çekeceğimizi sanmıyoruz. Hatta, toplu alım talepleri geldi, ama biz şarabımızı şişeleyip kendimiz satacağız. Çevre köylerden de alım yaparak kapasitemizi daha da arttırmayı, burayı da bir ‘üzüm üreticileri birliği’ne dönüştürmeyi planlıyoruz. İleride buranın bölgenin en modern, en büyük, en iyi şarap fabrikası olacağına inanıyoruz.”

FETVA VERMEM

Mursallı köylülerine, “Bize sofu derler ama bakın demek ki şaraba bile destek verebiliyoruz” diye takılan Ak Parti’li Taylan da Hürriyet’e, ilahiyatçı olduğunu, ancak konuya bu açıdan değil, siyasetçi olduğu için “vicdanen” baktığını bildirdi. Taylan şöyle dedi: “Biri gelip bana, ‘içki içeyim mi’ derse, ‘içme’ derim, ama bir şey söylemezse ben kimseye bu konuda bir şey sormam, söylemem. Bir süre once, 20 dönümlük arazisinde üzüm yetiştiren bir üretici bana geldi. ‘Hocam, üzümünü şaraphaneye verme günah diyorlar, ben ne yapayım’ dedi. Ona şunu söyledim. ‘Ben fetva veremem, fetva istiyorsan müftüye, olmadı Ankara’da Diyanet’e git. Çünkü ben siyasetçiyim, ben bu olaya vicdanen bakarım. Kendisine, ‘bu senin geçim kaynağın, İstediğin gibi değerlendir’ dedim.”

netgazete

19 Ekim 2009
Yaşar Nuri Öztürk İstifa Etti
Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk, sürpriz bir kararla Genel Başkanlık görevinden istifa etti

Yaşar Nuri Öztürk, yaptığı yazılı açıklamada, ''bilim çalışmalarının yoğunluğu yüzünden yeterince vakit ayıramadığı siyasal çalışmalarına ara vermek, mesaisini ilmi-fikri faaliyetlerine yoğunlaştırmak üzere kurucusu ve genel başkanı olduğu HYP'nin genel başkanlığından istifa ettiğini'' bildird


En son Ekim tarafından Cum Oca 22, 2010 10:01 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Ekm 17, 2009 10:27 pm    Mesaj konusu: ]İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri'nin 1310. Doğum Yıldönümü Alıntıyla Cevap Gönder

İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin 1310. Doğum Yıldönümü

Ali Haydar Can

Bu yıl İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin 1310. doğum yıldönümü.

Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'de, İmamı Azam'ın 1310'uncu doğum yıldönümünü dolaysıyla 'Büyük İmam ve Çağdaş Dünya' konulu uluslararası sempozyum düzenleniyor. Devlet Başkanı İmamali Rahman'ın açılışını yaptığı sempozyuma, Türkiye başta olmak üzere Rusya, Suudi Arabistan, İran, Hindistan, Pakistan, ABD ve Mısır'ın aralarında bulunduğu 50 ülkeden 500 ilim adamı katılıyor. Sempozyumun açılış konuşmasını Tacikistan Devlet Başkanı İmamali Rahman yapıyor, Hanefi mezhebinin kurucusu ve büyük İslam âliminin hayatını ele almak üzere bir araya geldiklerini vurguluyor. Rahman," Burada İmamı Azam'ın siyaset, kültür, eğitim ve din alanlarında yaptığı hizmetleri konuşacağız." diyor. Rahman ayrıca, gelişmiş İslam ülkelerini 'Müslüman, Müslüman'ın kardeşidir' prensibinden yola çıkarak, ekonomi, enerji, ulaşım ve tarım alanında gelişmek isteyen diğer İslam ülkelerine yardım etmeye çağırıyor. Rahman'dan sonra Afganistan, Rusya, Mısır, Pakistan ve diğer ülkelerden gelen heyet temsilcileri birer konuşma yapıyor. Sempozyuma eski Afganistan devlet başkanları Burhaneddin Rabbani ve Sibgatullah Müceddidi, Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Direktörü Vitali Naumkin, Moskova İslam Enstitüsü Rektörü Marat Murtazin ve Kur'an-ı Kerimi Rusçaya tercüme eden Rusyalı Valeriya Prohorova da katılıyor.

Tacik lider Rahman, 2009 yılını İmam-ı Azam yılı ilan ediyor.

Bütün bunlar nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman. Müslümanların tamamına yakını, Sünni ve Hanefi mezhebine bağlı. 7 milyondan fazla insanın yaşadığı Tacikistan'da oluyor.

7 Milyonluk Tacikistan’da bunlar olurken; nüfusunun en az yüzde 90’ının Hanefî Mezhebi’nin görüşlerine göre amel ettiği 70 Milyonluk Türkiye’nin, 80 küsur devlet üniversitesine bağlı sayısını bilmediğimiz İlahihat Fakültelerinden ve 70 bin imama maaş ödeyan DİB’den bir tık bile yok...

Pardon bir tık var da, bu tık tersinden bir tık: “Eline, diline, beline” hakim olmaktan aciz bir zibidi teolog “İmam-ı Azam” isimli bir kitap yazmış ve kitapta anlattığı ipe sapa gelmez safsatalarını, bohçacı karı gibi televizyon televizyon, gazete gazete dolaşarak anlatıyor ve bu martavallarından para kazanıyor... Çünkü bu ünlü teolog, ağına düşürdüğü genç bir kadını alabilmek için boşamaya çalıştığı karısına ayda 7 bin 500 Tl nafaka ödüyor... Ayrıca bugüne kadar Allah’ı Peygamber’i, dini, imanı satarak edindiği trilyonlarca Liralık servetinin yarısını da boşanacağı karısına kaptıracağı için ciğeri yanıyor. Kaptıracağı parayı yerine koyabilmesi için yeni şeyleri satışa arzetmesi lâzım. O da bula bula İmam-ı Azam Hazretleri’ni bulmuş. İşin garibi bunca ilahiyat fakültesi mezunu, öğretim üyesi, öğretim görevlisi ve DİB memurları bu iğrenç satış karşısında üç maymunu oynuyor...

Bütün bunların sebebini merak ediyorsanız İnkişaf dergisinden iktibas ettiğimiz aşağıdaki yazıda merakınızı giderecek önemli ipuçları var:

[Ebu Hanife müdafaası (*)
İhsan ŞENOCAK
Modern zamanın seküler anlayışını İslami değerler zarfında sunan oryantalizmin nihai hedefi Müslümanların zihinlerinde Batılı’ların istediği anlamda bir İslam tasavvuru oluşturmaktır.
İslam Coğrafyası’na Batılı kimlikleri ile küfür ihraç eden oryantalistler, Müslümanlar tarafından kabul görmeyince farklı arayışlara yönelmişler ve bu çerçevede zeki Hıristiyan öğrencileri Müslüman kimliğiyle okutup İslami ilimler alanında uzman yapmışlardır. Bu yöntem o derece etkin olmuştur ki çeşitli kürsülerde ders/vaaz veren bir çok gayr-i müslim yetişmiştir. Bunlar şüphe uyandırmamak ve görevlerini başarı ile sürdürmek için yalnız kaldıkları ortamlarda dahi yıllarca namaz kılmışlardır.

Camilerimizin mihraplarında, üniversitelerimizin kürsülerinde adı Hasan, Hüseyin diye bilinen nice Protestan, Katolik v.s. yıllarca görev yapmış ve ölünceye kadar da hep Müslüman kimlikleriyle tanınmışlardır.

Protestan bir babanın adını Mr. Nebit koyduğu bir şarkiyatçının Müslüman kimliğiyle İstanbul’da okuyup icazet alması, oryantalizmin yönteminin ne derece aldatıcı ve etkin olduğunu gözler önüne sermektedir.

İngiltere doğumlu olan Mr. Nebit, 13 yaşına kadar sıkı bir Hıristiyan eğitimi alır. Zekasının fevkalade olduğu fark edilince İslami ilimleri tahsil etmesi için 1834 yılında İstanbul’a gönderilir. İngiliz Sefiri tarafından teslim alınan Mr. Nebit, sefarette görevli Kavas (hizmetçi) Hüseyin Ağa’ya kimsesiz bir çocuk diye verilir. Çocuğa bakmasından dolayı sefaretin 5 lira da aylık ödediği Hüseyin Ağa, kimsesiz zannettiği Mr. Nebit’in adını Tahsin olarak değiştirir. Müslümanların Tahsin adıyla tanıdığı Mr. Nebit, iki yıl kadar kaldığı Hüseyin Efendi’nin yanında hem Türkçe’yi öğrenir hem de ilk eğitimini alır. Ardından Fatih Dersiamlarından Hopalı Ömer Efendi’ye teslim edilir. Müfredatta yer alan bütün kitapları okur. İlimde o derece mesafe alır ki, Müslüman öğrencilerin altından kalkamadığı soruları O çözer.
Hopalı Ömer Efendi’den icazet alan Tahsin Efendi bir gün hocasına İngiliz Sefaretinde çalışmak istediğini söyleyince, “Evladım! Senin adın Şeyhülislamlık’ta, Fetva Eminliğinde geçiyor, sen ise İngiliz kafirlerine memurluk yapmak istiyorsun.” cevabını alır. Müslümanlığında zerre kadar tereddüt edilmeyen Mr. Nebit, belli bir zaman sonra İstanbul’dan ayrılır ve İngiliz Hükümeti tarafından Müslümanların yoğunlukta olduğu Hindistan’a gönderilir.

Son iki asırda İstanbul, Kahire, İslamabad ya da Buhara’da Tahsin Efendi diye tanınan daha pekçok Mr. Nebit yetişti. Onlar Doğu ve Batı’da kurulan müstemleke okullarında İslami ilimler okuyup/okuttular. Müslüman çocuklara önce düşüncelerini aşıladılar sonra da doktora payeleri dağıttılar. Yakın dönemde ortaya çıkan modernist İslami anlayışlar tahlil edildiğinde onların bir türlü “Tahsin Efendilerle” irtibatlı oldukları görülecektir. Bugün itibariyle kafa kağıdını tespit edemediğimiz “Tahsin Efendizedeler” ancak yazdıkları eserlerden ya da diriliş adı altında yürüttükleri tükeniş hareketlerinden tanınabilmektedir.
Oryantalizm, Müslüman kimliğiyle tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi temel İslami ilimleri okutan gizli Hıristiyanlar yoluyla ümmetin zihninde tedavisi hayli zaman alacak şüpheler oluşturdu. Bu gün gelinen nokta itibariyle bir çok Müslüman Modernist, İslam’ın özgün bir medeniyet tasavvuruna sahip olmadığını, temel meseleleri farklı medeniyetlerden ödünç aldığını, Kur’an’ı Kerim’in hakikatlerine Tevrat ve İncil’in referans olduğunu, fıkhın oluşumunda Roma Hukuku’nun önemli bir yer işgal ettiğini söylemektedir.
Oryantalizmin bu tarz faaliyetinin ne derece etkin olduğunu anlayabilmek için Tahsin Efendilerin söyledikleri ile doktora payeleri dağıttıkları “Tahsin Efendizedelerin” tezlerini kıyaslamak gerekir. Böylece çağdaş İslami hareketlerin nesebi de ortaya çıkmış olacaktır.
Örneğin oryantalistler, Kur’an’ı Kerim’in kökeni noktasında farklı hezeyanlar içerisindedirler. Fakat Arthur Jeffery’nin de içinde yer aldığı büyük çoğunluk Allah Kelamı’nın –haşa- Efendimiz’e (s.a.v.) ait olduğunu iddia etmektedir. Fazlurrahman başta olmak üzere tarihselcilerin önemli bir bölümü de Kur’an’ı Kerim’in nasıl bir kitap olduğunu anlatırken “Kur’an hem tamamıyla Allah kelamı, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed’in kelamıdır.” demektedir.
Batılılar İslam Hukuku’nu kıymetlendirirken de onun tarihe ait olduğunu ve günümüze hitap edemeyeceğini ileri sürmektedirler. Nitekim J. Schacht bu noktada şunları söylemektedir: “İslam Hukuku tarihin belli bir döneminde uygulanmış, daha sonra ise önemini kaybetmiş bir sistemdir. Bu yüzden o, ancak hukuk tarihi bağlamında değerlendirilebilir.” Modernist Müslümanların fıkıh telakkileri, J. Schacht’ınkinden hiç de farklı değildir. Nitekim onlar, iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, hırsıza hadd cezası uygulanması, mirasta erkek kardeşlerin kızların iki katını alması, faizin haram olması gibi kesin hükümleri tarihi birer bilgi kabul etmekte ve onların ancak fıkıh tarihi çerçevesinde değerlendirilebileceklerini düşünmektedirler.
Oryantalistler ve onlardan etkilenen Modernist Müslümanların fıkıh bağlamında oluşturdukları şüpheler daha çok Ebu Hanife (r.a.) etrafında şekillenmektedir. Çünkü O (r.a.), hem bütün müçtehitlere nispetle “İmam-ı Azam/En büyük imam” hem de ümmetin üçte ikisinin içtihatlarını taklit ettiği mutlak bir müçtehittir. Bu yüzden Onun (r.a.) nesebinden, ibadet hayatına, içtihat sisteminden hadis telakkisine kadar bütün bir hayatı olduğundan farklı bir şekilde yorumlanmaktadır. Bu yolla Onun içtihatlarının nüfuzu yok edilmekte ve itibarı lekelenmektedir.

İslam’da önemli bir yer tutan “İhkak-ı hak” kavramının bir gereği olarak Ebu Hanife’yi (r.a.) müdafaa etmek haktan öte bir vazife olmuştur. Zira Hz. Aişe (r.a.) de Allah Resulü’nün (s.a.v.) kendilerine, “İnsanları layık oldukları konumlarda değerlendirmelerini” emrettiğini bildirmektedir. Ümmetin bu büyük müçtehidini anlatmak ve Ona yöneltilen tenkitlerin gerçekle bağdaşmadığını ifade etmek mühim bir vazife olmuştur.
Ebu Hanife (r.a.) müçtehit imamlar içerisinde en kıdemlisi ve ilmin menbaı Hz. Resulullah’a (s.a.v.) zaman itibariyle en yakın olanıdır. Onun (r.a.) rivayet ettiği bazı hadislerle Allah Resulü (s.a.v.) arasında sadece sahabe vardır.

Her biri farklı bir İslami disiplinde mütehassıs 40 müçtehit ile 30 yıl içtihat etmiştir. 83 bin mesele hakkında fetva vermiş, mevcut problemleri çözdüğü gibi olma ihtimali olan fakat henüz olmayan meseleler hakkında da içtihat yapmıştır.

Ebu Hanife’nin (r.a.) hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Küfe, ideolojik çeşitlilik itibariyle yaşadığımız dünyanın bir özeti gibiydi. O, Mutezile’den Cebriyeye, Haricilerden zındıklara her meşrep ve ideolojiden insanı ağırlayan Küfe’de Ehl-i Sünnet’in bekası adına tarihi bir rol üstlendi. Müslümanların Tahsin Efendi diye tanıdığı Mr. Nebit’ler onun zamanında da vardı. Akşamdan sabaha kadar hadis uydurur, sabah da ilim meclislerinde onların tevziatını yaparlardı. Doğru ile yanlış iç içe idi. Zındıkların uydurduğu hadislere dayanan ya da onların fikirlerinden neşet eden gayri İslami görüşler, Mutezile ve Hariciye gibi fırkalar tarafından hararetle savunulurdu. Ebu Hanife (r.a.) böyle bir ortamda içtihatlarıyla ümmete yol haritası çizdi. Tahsin Efendilerin tuzağına kapılmadan İslam’ın nasıl anlaşılabileceğini gösterdi. Küfe’de başlayan irfani diriliş zamanla Basra, Bağdat derken bütün İslam coğrafyasını kuşattı. İmam-ı Malik (r.a.) işkallerini Ona sordu. Şafi (r.a.) ona yetişemediğinden öğrencisi İmam Muhammed’e talebe oldu. Ehl-i Sünnet akidesine bağlı alimler onun “İmam-ı Azam” olduğunda ittifak ettiler. Onu anlatan en güzel kitaplar İmam Suyuti, İbn Hacer-i Mekki gibi farklı mezheplere mensup alimlerin kaleminden çıktı. Ne var ki zındıklar da boş durmadılar. Ümmetin birliğini parçalamaya ayarlı çalışmalarını aralıksız sürdürdüler. Bazen tuzaklarına kapılanlar da oldu. Hatip Bağdadi “Tarihu Medineti’s-Selam”da, Cüveyni “Müğisu’l-Halk”da Onu (r.a.) zındıkların yalanlarıyla anlattı. Bu iki kitap ulemanın sert tepkisini aldı. Üzerlerine reddiyeler yazıldı. Sonra bu nev’i eserler uzun zaman uykuda bekledi. Tahsin Efendilerin doktora payeleri dağıttığı çağdaş selefilerin/modernistlerin girişimleriyle geçtiğimiz asırda tekrar basıldılar. Yayınlardan cesaret alanlar “Ebu Hanife de müçtehit biz de, Onun ne üstünlüğü var?” deme cesaretini gösterdiler. Herkes bir şeyler söyledi. Zahid Kevseri ise el-Bağdadi’ye karşı “Te’nibu’l-Hatib”i, Cüveyniye karşı da “İhkaku’l-Hakk”ı yazarak batılı yere serdi.

Ümmetin siyasi, içtimai bünyesini yeniden şekillendirmek ve bunu globalleşen dünyanın şartlarına uygun bir tarzda yapmak isteyen Batı, Tahsin Efendilerle sessiz ve derinden çalışmaya devam ediyor. Mezheplerin İslamiliği, Ebu Hanife’nin (r.a.) ilmi durumu vs. hep bu bakış açısından neşet eden yaralı cümlelerdir. İnkişaf Ebu Hanife (r.a.) dosyası ile hakkı ayağa kaldırıp batılı bir kez daha yere serme gayreti içerisindedir.
Allah’ın selamı üzerinize olsun.]

* http://inkisaf.net/sayi-06/ebu-hanife-mudafaasi.aspx

Baran

Diyanet Din’in neyi olur?
Hüseyin Karaca
17 Ocak 2011



Soru:

Modern devletlerin oluşum süreçleri ve uluslar arasındaki ilişkilerin çıkar amaçlı yapısı gözönüne alındığında, devletin birey üzerindeki tahakkümünün sınırı nedir? Örneğin, ülkemizin NATO ya da ABD ile giriştiği/girişeceği ortak harekatlar bağlamında zorunlu askerliğin dini hükmü nedir? Sırf iki ülke anlaştı diye ya da ülkeyi yönetenlerin siyasi ve seküler kararları sesebiyle insanın eline silah almaya zorlanması caiz midir?

Yani, günümüz dünyasında zorunluğu askerliğin dini hükmü nedir? TSK, askerlik konusunda sizden fetva istese cevabınız ne olur?

Bu soruyu, uzun süredir yaptığım bir çalışma çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanlığı Dini Sorular Komisyonu’na geçtiğimiz aylarda sormuştum. Doğrusu, cevap vereceklerine dair bir umudum yoktu. Verseler de “ben bilmem, devletim bilir” gibi topu taca atan bir cevap olur diye düşünüyordum. Fakat, sanırım bir hafta on gün gibi bir zaman sonra cevabı aldım.

İşte o cevap:

“Dini olarak verilen fetvalar kişisel olup irşat niteliği taşır; mahkemelerin verdiği hükümler ise hem özel (kişisel) hem de genel olup bağlayıcıdır. Fetvayı müftüler verirken hükmü mahkemeler verir. Diyanet İşleri Başkanlığı mahkeme değil, Dini İslamı öğreten ve dinle ilgili sorulara cevap veren bir kurumdur.

Ayrıca dinimize göre nass olmayan yerlerde, devletin kanuni düzenleme hakkı vardır ki, vatandaşlarında buna uyması zorunludur.”

(27052010143313 kayıt nolu, Dini Sorular Komisyonuna sorduğunuz sorunuzun cevabı.)

Böyle bir cevabı biz ne yapalım şimdi; nasıl anlayalım?.. Keşke cevap vermeselerdi, görmezden gelselerdi. Ya da açık açık, “Biz devletin resmi bir kurumuyuz ve kanunla düzenlenmiş konularda görüş bildiremeyiz.” deselerdi. ‘Eyvallah’ der geçerdim. Oysa, kaçak güreşirken bile kendini alamayıp, devlet lehine hüküm bildirmekten kendini alamamış.

Varlığı, laiklikle taban tabana zıt bir kurumun, laikliği bu kadar iyi özümsemesi karşısında öncelikle kurucu ideolojiyi tebrik etmek gerekir.

Ben askerliğin dini açıdan hükmünü, yorumunu soruyorum; oysa kurum cevap boyunca fetva-mahkeme karşılaştırması yapıyor. ‘Biz mahkeme değiliz, dinle ilgili sorulara cevap veririz’ derken, kurnazca alanını daraltıyor ama olan dine de olmuyor mu, dinin de alanını daraltmıyor mu muhteremler? Demek ki namaz, oruç, zekat gibi itikadî konular dışında dinin toplumsal hayata dair hiçbir hükmü, projeksiyonu yok öyle mi?

Ya son cümleye ne diyeceğiz? “… dinimize göre nass olmayan yerlerde, devletin kanuni düzenleme hakkı vardır ki, vatandaşların da buna uyması zorunludur.” Doğru, nass yok; çünkü İslam’da askerlik yok. Cihad var, mücahid var. Ve Peygamber cihada bile gönüllülerle çıkıyor.

Son cümlenin son bölümü her şeyi açıklıyor aslında: “… vatandaşların da buna uyması zorunludur.”

Müslümanın ahvalini sorup, ‘vatandaş’ın yükümlülüğüne dair cevap alınan bir diyanet, dinin neyi olur?
Haber10

FETHULLAH GÜLEN'IN ENTELEKTÜELLIĞI...
SALIH SELÇUK
selcuksalihcaydi@gmail.com



Ahmet Şık'ın kitabında Fethullah Gülen'den uzun alıntılar var. Ben, şimdiye dek tek bir Fethullah kitabı okumadım... O Sızıntı dergisini görünce de aklıma Avrupa'daki "Yehova'nın Şahitleri" tarikatının -aynı ebattaki- dergisi "Wachtturm" geliyor ve miğdem kalkıyor...

Ben bu tip dergileri, beyin yıkayarak insanları araçsallaştırmak veya koyunlaştırmak için kullanılan bir tür araç olarak görüyorum... İnsanın ruhsal özgürlüğüne kastedenleri değil anlamam, bağışlamam bile mümkün değil...

Ben özgür ve canlı insanlardan yanayım, onların yanındayım...

Kitapta, Fethullah Gülen'in "entelektüalizmi" dikkatimi çekti...

Yabancı terimleri (handikap vs.) gereksiz yere, bazen de yanlış kullanıyor...

Ortaokulda "çalışakan" (inek!) çocuklar vardır. Yeni öğrendikleri ama anlamını bilmedikleri terimleri, olur olmaz kullanır ve dğer ortaokulluların yanında bilgiçlik taslarlar. Diğer garibimler de bu lafları birşey sanır ve kuzu kuzu dinlerler arkadaşlarını...

Fethullah Gülen'inki biraz böyle...

İnsan üzülüyor ve acıyor aynı zamanda...

Bundan yirmi-otuz yıl önce, iyi niyetli cahil insanları karşısına alıp onlara, anlamadıkları/anlamadığı terimlerle "güçlendirdiği" laflarla birinci sınıf örgütçü öğütleri veren, onların çocuklarından beyni/ruhu/vicdanı hocalarına ipotekli bir "Altın Nesil" (Hitler'in Aryen ırkı gibi) yetiştirmeye kalkan, dünyayı yarım akıllı ideolojik teknokratlarla yönetebileceğini sanan bir self-made vaiz, self-made propagandist...
(Sovyet deneyiminden de bir şey öğrenmemiş!..)

Yüce hedefler için herşeyden feragat edilebilir mi?!..

İnsanlardan özgür insan olmaktan vaz geçerek özgürlük için mücadele etmelerini istemek olayı, bilmemkaçbin yıldan beri aynı...

İnsanlar bu yalana -nedense!- hep kanar...

Bulunmaz Hint kumaşından böyle "ruhaniler" asla rahat değildirler, çünkü vasatlıklarının ve Tanrı'yla aralarındaki o uzuuun mesafenin her daim bilincindedirler...

Onlar, dünyalara hükmetseler yetmez...

Ancak vasat olmayanları, özgür ve canlı olanları iyice etkisizleştirip kontrol edebilirlerse, hatta yokedebilirlerse rahat edebileceklerini, ortada sadece onlar gibi olanlar kalınca huzura erebileceklerini, kendi sahteliklerini ancak o zaman unutabileceklerini sanırlar...

Ancak o zaman sihirli aynalara dönüp, "Ayna ayna söyle bana... Var mı benden güzeli?" diye soracaklardır... (Ve hep o mallum yanıtı alacaklardır.)
Kendinden daha iyi, canlı, özgür ve hakiki olanlar var oldukça huzur bulmayacaklardır -bulamazlar...

Ama sahici, dürüst, katakullisiz olan da eninde sonunda mutlaka galebe çalar. Doğanın ve Tanrı'nın kanunudur. Hakiki olan tek bir kişi bile kalsa, sonunda galebe çalar...

Şimdi bu tarih yeniden yaşanıyor...

Devletin en kilit yerleri, "Altın Aryen" tipi örgütlenmelerin elinde de olsa ve "Artık bize kim birşey yapabilir ki?" diye de düşünseler... o hiç ummadıkları çöküşü, hiç ummadıkları biçimde tadacaklardır...

Devran böyle...

Seyreyleyin...

http://konstantiniye.blogspot.com/

Hocalar resmi geçidi...
Ali Eren - Vakit
alieren_vakit@mynet.com

Geçtiğimiz pazar günü, Altay Siyasi Araştırmalar Merkezi’nin organize ettiği ve Çorum Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Profesör Salim Öğüt’ün konuştuğu, “İmam-ı Âzam Ebû Hanife’yi Anlamak” konferansındaydım. Keşke her ilâhiyât profesörü, Salim Hoca gibi ilmen dolu ve itikâden sağlam olsa.
Bunun gibi, ehl-i sünnetle ilgili toplantılar artık nâdirattan oldu. Mayıs ayının sonunda da “İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik” toplantısı vardı, o toplantıyı da alâkâ ile takip ettim. İki toplantı da bizi yakından ilgilendiriyordu. Çünkü, İmam-ı Âzam Hazretleri amelde, İmam Mâtürîdî Hazretleri de itikadda imamımız.
Ne var ki; buna benzer toplantılar olsun, bu konudaki kitaplar olsun, bazen insanı hayâl kırıklığına uğratıyor. Çünkü; doğru şeyler okuruz veya dinleriz düşüncesiyle yaklaştığımız bu tür bazı kitap veya toplantılar, insanı hayâl kırıklığına uğratıyor. Zira başka şey bekliyor, başka şeylerle karşılaşıyorsunuz.
Meselâ, bir ilahiyat profesörü, kalkmış ehl-i sünnet akîdesinin temel kitaplarının başında gelen ve yazıldığı zamandan bugüne kadar medreselerde ders kitabı olarak okutulan Şerh- Akâid’i sözde tercüme etmiş; daha doğrusu tercüme etmiş görünüyor..
İlmî yetersizliğinden dolayı düştüğü tercüme hatalarını haydi görmeyelim. Ama ortada bir de kasıt var. Kasıt şu: Adına tercüme denilen kitap, tercüme görüntüsünde basbayağı Şerh-i Akâid’i tenkit. Bu bir…
Bir de Yaşar Nuri’miz var…
Ondaki cevheri (!) keşfeden televizyon erbabı, saf ve orijinal İslâmî bilgileri(!) onun vasıtasıyla bu millete aktarmak için hizmet(!) yarışına girdi. Hatta, sermayesi sırf Müslümanların parası olan bir kanal, merasimle ona ödül bile verdi. O zaman kendilerini, “Hangi hizmetinden dolayı ödül veriyorsunuz?” diye ikaz ettikse de, karşılığında sadece şiddetli tepki aldık. Şimdi Yaşar Bey onların amansız muarızı…
Yaşar Nuri, yeteri kadar tanındığına kanaat getirince, kapağı siyasete, kendine en uygun olan CHP’ye attı. Bakanlık bekliyordu, olmadı. Ayrıldı, parti kurdu. O da olmadı ve siyasî faaliyeti son buldu.
Dünyevî isteğin tavanı yok. Misyonunu icra etmek ve gündemde kalmak için büyük zâtlarla uğraşmak icap ederdi, o da öyle yaptı. Medih görünüşlü zemle İmam-ı Âzam Hazretleri’nden bahsetmeye başladı…
Kendilerini o mübârek imamdan daha büyük gördükleri için midir nedir, birçok ilâhiyatçı, “İmam-ı Âzam/En büyük imam” demekten kaçınıp “Ebû Hanife” diyor. Buna rağmen Yaşar Nuri, “İmam-ı Âzam/En büyük imam” diye anıyor. Bu da, bir kimsenin aleyhinde rahatça konuşabilmek için başka bir taktik olsa gerek.
İmam-ı Âzam’ı gerçekten “İmam-ı Âzam” kabul eden kimse, onun mezhebine tamı tamına uyar ve görüşlerine itiraz etmez. “Benim mezhebim yok” demez. “İlle de Kur’an’daki İslâm” diyerek Kur’an’ın hükümlerini ortadan kaldırmak için var gücüyle çalışmaz.
Şimdi, “Ben Kur’an’ın hükümlerini ortadan kaldırmak için mi çalışıyorum!” diye itirazı basacak.
Ya ne yapıyorsunuz beyefendi! Kur’an-ı Kerim, Hucurât Sûresi 13. âyette “Şüphesiz ki, sizin Allah yanında en şerefliniz, en takvâlınızdır” buyurduğu halde, Üçüncü Alevî Çalıştayı’nda, “Takvânın, insanlar arasında üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması lâzım” diyen siz değil misiniz?
Kur’an, “Üstünlük takvâdadır” buyuruyor, siz “Bu üstünlüğü yok sayalım” diyorsunuz. Bu nedir?
Kur’an’ın ilk âyetlerinde, Bakara Sûresi’nin daha başında, “Kur’an’ın, takvâ sahiplerinin rehberi olduğu” ifade buyurulmuyor mu? Demek ki, takvâlı olanlar Kur’an’a uyan kimselermiş.
Kur’an-ı Kerim böyle buyurduğu halde, çıkar da, “Takvânın, insanlar arasında üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması lâzım” derse, Kur’an’ın hükmünü ortadan kaldırmak için uğraşmıyor da ya ne yapmak istiyordur?..

Mayıs ayında, Üsküdar Altunizade’de “İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik” toplantısı vardı. Ehl-i sünnet itikad imamımızla alâkalı olduğu için gittim. İlk konuşmacılardan birisi, İmam Mâtüridî Hazretleri’nin “Te’vîlü’l-Kur’an” isimli eserini baskıya hazırlayan ilâhiyat profesörü idi. Konuşmasından sonra, bir konuda kendisine bilgi verdim. Verdiğim bilgi şu:
“Bir vakfın başkanı olan başka bir ilâhiyat profesörü, Ömer-i Nesefî’nin Metn-i Akâid’ini tercüme etmiş. Kitabın aslında olmadığı halde, parantez içinde “Çoraba meshedileceğini” yazmış. Kendisiyle görüştüm. Hem kitapta çorap kelimesi geçmediğini hatırlattım, hem de şimdi giydiğimiz ince çoraplara meshedilemeyeceğini söyledim. Kabul etmedi ve “Ayak yıkamak kolay mı? Ben çoraba meshediyorum” dedi. Fıkıh kitaplarındaki, çoraba meshedilip edilmeyeceği meselelerini de kabul etmediğini söyledi.”
İşte bu bilgiyi verdim. Ehl-i sünnet itikad imamı olan Mâtürîdî Hazretleri’nin kitabına emek veren birisi olarak, bu meseleye karşı çıkacağını beklerken ne dedi biliyor musunuz? “Ben de çoraba meshediyorum.”
Mezheb imamlarının ictihadlarını hatırlatacak oldumsa da, “Mezhebler beni bağlamaz” diye kestirip attı. İlâveten, “Hocaların hocası” diye lanse ettikleri müctehidliği kendinden menkul zâtın da ayaklarını yıkamayıp çoraba meshettiğini söylemesi, bana “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu” dedirtti.
1970’li senelerde, “Telfîk-i mezâhib/Mezhebleri ortadan kaldırmak” için çalışanlarla beraber göründüğü halde, son senelerde bu konularda pek ismi duyulmadığı için kendisi hakkında hüsn-i zannım vardı. Bu hayâl kırıklığıyla, Kur’an ve kıraat ilimleriyle temâyüz etmiş olan ve daha mütedeyyin gördüğüm başka bir profesörle konuştum bu meseleyi. Bendeki saflığa bakın ki; onun “Onlar yanlış yolda” diyeceğini zannediyorum. O da “Abdestte ayağımı yıkamıyorum, ben de çoraba meshediyorum” demez mi!..
Ayrıca, o da müctehidliği kendinden menkul zâtın çoraba meshettiğini tekrarladı. Ben de tabiî olarak içimden “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu” sözünü tekrarladım.
Yalnız, müctehidliği kendinden menkul zât kurnaz davranıyormuş. Halkın olmadığı yerde abdest alırken çoraba meshediyor, herkesin göreceği yerlerde ise ayağını yıkıyormuş.
Ama bir gün gelir, “Karaman’ın koyunu, o gün çıkar oyunu...”

Habertürk, Yaşar Nuri Öztürk'ü kovdu

24 Ekim 2009 - Ciner Medya Grubu'nun bomba transferlerinden biri olan yazarın Gazete Habertürk macerası kısa sürdü. Öztürk'ün Turgay Ciner'in emriyle ilişiğinin kesildiği öğrenildi. Bu kararın ardından Yaşar Nuri Öztürk'ün yeraldığı sahneler de Gazete Habertürk'ün reklamlarından çıkartıldı. netgazete

2 Ocak 2010 20:51
Zekeriya Beyaz'ın 'Balyoz' Gururu
Taraf'ın ortaya çıkardığı Balyoz darbe planında işbirliği yapılacak gazeteciler arasında olan Zekeriya Beyaz'ın açıklamaları çok konuşulacak.

Beyaz yaptığı açıklamada darbe planında isminin geçmesinden onur duyduğunu söyledi.

Günlerdir tartışılan Balyoz Darbe Planında ismi geçen bir çok gazeteci konuyla ilgili sert tepkiler verdi. İlahiyat Profesörü Zekeriya Beyaz ise farklı bir yaklaşımda bulunarak, TSK'nın bu konuda çok doğru düşündüğünü ifade etti.

"ONUR VE ŞEREF DUYDUM"
Beyaz, Balyoz Darbe Planında işbirliği yapılacak gazeteciler arasında kendi isminin de bulunmasından onur ve şeref duyduğunu söyleyerek "Türk Silahlı Kuvvetleri beni zararlı görmemiş. Böyle bir çaresizlik halinde vatana, devlete yardım edeceğimi düşünmüş. Bundan onur duydum, gurur duydum. Doğru da düşünmüşler. Vatanın tehlikeye girdiği bir durumda bunun için yardım ederim" dedi.

BU BİR SAVAŞ PROVASIDIR
Fatih ve Beyazıt camiilerinin bombalanmasını da içeren eylem planıyla ilgili değerlendirmelerde de bulunan Beyaz, medyada bu haberlerin abartıldığını dile getirdi. TSK'nın insanları bombalayacağını düşünmediğini vurgulayan Beyaz, şunları söyledi: "Bu bir provadır. Nasıl yangın söndüren insanlar yangın söndürme provası yapıyorlarsa vatanı korumak için ordu da bu tür hazırlıklar ve provalar yapar. Bu olay dışarıya sızdırılmış ve abartılmıştır. TSK'nın yaptığı iş savaş provasıdır. Bu iftira, abartma ve şişirme TSK'yı dışarıdan yıpratmak için yapılmıştır..
aktifhaber

Y.N. Öztürk'ün Eşi Fena Çaktı

Yaşar Nuri Öztürk'ün eşi Canan Öztür, Baykal'ın istifasına neden olan skandal kasedi, 5N 1K programında değerlendirdi. Öztürk çarpıcı tespitlerde bulundu...

Aktifhaber

Yaşar Nuri Öztürk'ün eşi Canan Öztürk, Deniz Baykal'ın istifasına yol açan seks kasitini, katıldığı 5N 1K programında değerlendirdi. Canan Öztürk yaşanan kaset skandalında kimin madur durumda olduğunu ve toplumumuzun aile yapasını tekrar gözden geçirmesi gerektiğini vurguladı...

İşte Canan Öztürk'ün konuşmalarından satır başları...

- Yaşanılan bu olayda her zaman aldatılan madurdur ve bu gibi olayları sağa sola çekmenin bir anlamı yoktur...

- Sayın Başbakanımıza, yapmış olduğu önemli açıklamalar için; gerçek madurlar adına, çeşitli baskılar nedeniyle kendini ifade edemeyenler adına, mücadele gücü olmayanlar adına ve hepsinden önemlisi parçalanan aileler adına çok çok teşekkür ediyorum.

- Ben, evlat ve torun sahibi olan biri olarak kısaca şunu söylemek istiyorum, bir an önce aile yapımızı sorgulayalım. Bu çekirdek yapıya ne kadar özen gösteriyoruz, bu çekirdek yapı bizlerden neler istiyor bilmemiz gerekiyor. Ayrıca evlilik birlikteliği başlarken bir takım sorumluluklar alıyoruz bu sorumlulukların bilincinde miyiz?

- Toplum olarak, birey olarak aile yapımızı biraz inceleyelim. Son yıllarda ailelerde şöyle bir anlayış yaygınlaşmaya başladı, ben bunu bir virüs gibi görüyorum, "ben yaparım olur" karşı tarafta ya kabul eder yada çeker gider. Bu mantık çok ağır ve yanlış bir mantık. Bu mantık toplumda çok büyük bir kara deli olurşturuyor ve buraya çocuklarımız atılıyor. Aile bağları gevşedikçe toplumun bağları da gevşiyor....

ANAN ÖZTÜRK'ü tebrik ediyorum..Serdaroglu
Yerli Oryantalist İlahiyatçı Prof.Yaşar NURİ ÖZTÜRK tarafından andatılmış Canan Hanım yorumunda sonuna kadar haklı.Kendisini gönülden tebrik ediyorum.Bu arada e.eşinden öğrendiği Refommist dini görüşler varsa onlarıda ayrıca gözden geçirsin.Eşlerine ihanet edenler,potansiyel suçludur.Onları savunmak ,savunanıda aynı safta yapar.
15 Mayıs 2010 Cumartesi 17:28
AHLAKSIZLIGI SAVUNMAKEMEKLI ÖGRETMEN
YABANCI ÜLKELERDE BILE BÖYLE BIR SEY OLSA COK ABES GÖRÜLÜYORDA MÜSLÜMAN BIR ÜLKEDE TOPLUMUN AHLAKINI BASIN VE YAYIN YOLU ILE BOZMAYI ILKE EDINMIS BIRILERININ GIZLI SILAHSÖRLERI TARAFINDAN NORMAL GÖRÜLÜYOR.TABI BU KADINLARIN TUZU KURU NEDENINI YAZMAYACAGIM.
15 Mayıs 2010 Cumartesi 16:56
KIYAMET KOPARSA SASIRMAMALI HAYDAR
ESINI ALDATANLARIN BU ÜLKEDE KAHRAMAN ILAN EDILDIGI CAGDAYIZ ARTIK.
15 Mayıs 2010 Cumartesi 16:45
nereye gidiyoruz?ahbe hayat
bu kadınlar hangi memlekette yaşadıklarını sanıyorlar. orda kadın türk toplumunun yapısında olanların ne anlama geldiğini anlatmaya çalışırken çağdaş ve avrupalı!!!!!!!!!!!! oldugunu sanan hanım efendiler çıkmış sekx hayatından dem vurmaya çalışıyorlar. kaldıki onlar neyi savunacağını dahi bilmeden yorum yapıyorlar. unuttukları bir şey var hemcinsleri mağdur edilmiş aldatılmış. göremiyorlar kaldıki hanımlar tek bir cevap var burda nüfusun %99 deniyor ama nüfusu %80 olan bir ülkedeyaşıyorsunuz
15 Mayıs 2010 Cumartesi 15:45

stediğini alamamanın hüsranıemre
kadıncağız aslında yarayan bir kana var buna temas etmek istiyor ama cüneytin derdi bu değilki reyting gençler çocuklar aileler o derin ahlaksızlık çukuruna atılmış kimin umurunda bence herkes günün birinde ihtiyarlayıp sonrada bu dünyadan geçip gideceğini düşünsün ve inanıyorsada vereceği hesbı iyi yapsın bir ömürde ben kendime ne yaptım topluma ne yaptım hayatımı sadık ve temiz yaşadımmı sonuç 2m kefen 1 mezartaşı taşın üstünde falan oğlu/kızı ruhuna fatiha veya bir buket çiçek gerisi lafıgüzf
15 Mayıs 2010 Cumartesi 10:47
tersyüzfatih koca
son SON BAYKAL OLAYI BİR DAHA GÖSTERDİKİ AHLAKİ AÇIDAN TOPLUM ÖZELDE DE CHP ZİHNİYETİ İFLAS ETMİŞ DURUMDA KARISINI VEKİLİYLE ALDATAN ADAMI KAHRAMAN YAPTILAR AZİZ BAYKAL OLMASINA AZ KALDI AHLAK NOKTASINDA TAŞLARIN BAĞLANDIĞI KÖPEKLERİN SALIVERİLDİĞİ SAHİPSİZ KÖYE DÖNDÜK
15 Mayıs 2010 Cumartesi 11:06

Zalime arka çıkmakTalha
Mağdur aldatılansa aldatan haksız zalim günahkar asi şahsiyetsiz hak hukuk gözetmeyen demektir. Peki sorarım size Fethullah Gülen neden mağdur için üzüntülerini belirtmedi de zalim günahkar hak hukuk gözetmeyen için ÜZÜNTÜLERİNİ SUNDU? Bunu açıklayabilecek bir baba yiğit varmı? Fethullah Gülen hakıza arka çıkan biri mi? Fethullah Gülen 10000lerin lideri Öyle ise onun hareketlerini iyice incelemek lazım. Çünkü tabiler genelde taklit eder. Onun bir yanlışı 100bin yanlış demektir
15 Mayıs 2010 Cumartesi 11:59
duyduklarım gerçek olamazsemina
inammıyorum şok halindeyim.baykalın yaptığı çirkin bir fiildir(binkerede yüzbin kerede bu böyledir)bu insanlar baykalı aklamak için kelimeleri ne kadarda dikkatli seçiyorlar.eeee kem küm.yazıklar olsun hepside kadın yani.gazeteci albayrak bir şeyler söylemeye çalışıyor hemen ağzına lafı tıkıyorlar.bakın burda basit bir aldatma yok.bu fiilden yola çıkarak top yekün bir aldatma var.halkı, seçmeni p.teşkilatlarını eşleri aldatma var.başka bir yönü belkide bu kasetle yapılan şantajla baykal ülkenin

CHP; Tuncelililer partisi mi olacakSerdar
CHP'de mezhepçiler çok hırslı...Ancak Rumelililer, Arnavutlar, Abhazlar, Çerkesler, Gürcüler, Lazlar, Sünni Yörükler; mezhepçilere karşı müthiş öfkeli..Kemal Kılıçdaroğlu, Yılmaz Ateş, Gürsel Tekin, Ali Topuz vs. adeta Baykal'ı ablukaya aldılar...Baykal ise CHP'nin başına mezhepçilerin geçmesi durumunda partinin dörde bölüneceğini düşünüyor..Bu nedenle yeniden CHP'ye dönecek..Ancak ALDATMA Olayı; bu defa aile çevresinde ciddi sorun olmaya başlayacak gibi..Hem Baykal, hem de Baytok ailesinde.
15 Mayıs 2010 Cumartesi 12:44
......
baykal iktidar olmadan ne meziyetleri çıktı. bir de iktidara laf söylüyor. yok yetim hakkı yok dürüstlük yok hukuk diyor. kendi bir de iktidar olursa yani yetkiyi milletten alırsa siz düşünün milletin halinii...götürülmedik bir kulak arkamız kalır sanırım.
15 Mayıs 2010 Cumartesi 12:47
Çöküyoruz!Onur
Türk Ailesi resmen dağılıyor.Aldatma, ihanet, alkol kullanımı, boşanmalar çığ gibi..Değer yargıları alt üst oluyor! Kimse kimseyi güvenmiyor!..Herkes korku içinde…Sevgi ve hoşgörü yerine nefret ve çatışma körükleniyor..Fitne, fesat şebekeleri her yerde fink atıyor; 5.kol faaliyetleri ve psikolojik savaş had safhada, tam gaz.Türk Milleti ve Devleti içten çökertilmeye çalışılıyor! TV’lerimizde ALDATMA ve ŞİDDET konulu haftada tam 250 DİZİ FİLM gösteriliyor! Aile reisi, artık AŞK-I MEMNU; zina!

kim bunlarali veli deli
bunlarda kim oluyorki ekrana çıkıp bu ülkenin ahlak yapısı ile dalga geçiyor.herşeyden önce cüneyt denen adamı kendi istediği doğrultuda konuşmadığı ve başbakan erdoğana teşekkür etti diye kısa sürede telefon görüşmesini kesip lafını daha bitirmeyen kadının bağlantısını kestiği için kınıyorum.diğer bayanlarda hangi ülkede yaşadıklarını sanıyorlar da baykalın sex ilişkilerinin kime ne zararı var diyorlar müslüman bir ülkede yaşıyorsunuz sexi o kadar çok seviyorsanız porno yıldızı olun.b
15 Mayıs 2010 Cumartesi 13:06
aktifhaber

"Kur'an Yolu" mu; Yoksa muharref Tevrat ve İncil Yolu mu?



Ali Eren Hocaefendi, Hayrettin Karaman’ın da içinde bulunduğu bir tefsir projesindeki “bu kadar da olmaz” dedirten skandalları okuyucularına aktardı. İşte Arifan Dergisinde yayınlanan o yazıdan sizin için alıntıladığımız önemli bölümler:

Bu makalemizde, Diyanet İşler Başkanlığı yayınlarından “KUR’AN YOLU” isimli Türkçe Meal ve Tefsir’den bahsedeceğiz. Eserin 1. Cildindeki Diyanet imzalı Takdim yazısından öğrendiğimize göre;

Diyanet İşleri Başkanlığı, 1998 senesinde yani 28 Şubat hadisesinin cereyan ettiği 97’nin akabinde, bir Kur’an meal ve tefsiri hazırlatmaya karar verip bu vazifeyi dört ilahiyatçı profesör olan Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez ve Sadrettin Gümüş’e halet etmiş.

Prof. Hayri Kırbaşoğlu’ndan dinlediğime göre ismi tefsir olan bu eser, “hiçbir tefsir profesörü olmayan” bu 4 profesöre “300.000 dolar” ücretle hazırlatılmış.

Eser basılmadan önce Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından tenkit süzgecinden geçirilerek kontrol edilmiş. Nitekim DİB üyesi ve samimi insan Doçent Halil Altınbaş, bu tefsiri basılmadan önce kendilerinin de okuyup kontrol ettiklerini bendenize söylemişti. Kendisine Suriçi’ndeki Otel’de, aşağıda okuyacağınız akıl almaz ve kabul edilemez hataların bir kısmını söylediğimizde, her bir hatayı net hatırlamadıysa da, “biz bu hataları işaretleyip çıkarılmasını söylemiş olmalıyız” dedi.

2003 senesinde, bahse konu eser 5 cilt halinde basılıp satışa sunuldu. Üzerinde DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ibaresi bulunduğu için itimat edildiğinden kısa zamanda birinci baskısı tükendi.

TAKDİM YAZISI BİLE REDDİYELİK

Sonunda Diyanetin imzası olan takdim yazısının son paragrafı şöyle:
“Elinizdeki tefsir, günümüz Müslümanlarının ihtiyaçları göz önünde bulundurularak ve klasik tefsir birikiminden yararlanılarak hazırlanmış değerli bir çalışma olup, uzmanlık alanlarında yetkin bilim adamlarından oluşan bir heyet tarafından kaleme alınmış olma gibi bir imtiyaz taşımaktadır.”

Bu cümleye maalesef 4 madde ile itiraz emek durumundayız:

MADDE 1: Bu tefsir, söylendiği gibi günümüz Müslümanların ihtiyaçları göz önünde bulundurularak hazırlanmış değildir. Çünkü günümüz Müslümanlarının, bir kadınla şahitsiz (yani nikahsız) olarak cinsi beraberliğin caiz olduğunu söyleyen hocalara ihtiyacı yoktur. Oysa bu tefsir, mut’a nikahına cevaz veriyor.
MADDE 2: Bu tefsir, klasik tefsir birikiminden yararlanılarak hazırlanmış değildir. Eğer öyle olsaydı, klasik tefsirlerin yazdığı gibi bu tefsir de “Müslüman olmayanların zinhar cennete giremeyeceklerini” söylerdi.
MADDE 3: Bu tefsir değerli bir çalışma değildir. Öyle olsaydı, Süleyman Ateş gibi, son peygambere ve son kitaba inanıp inanmamayı solda sıfır sayarcasına: “Peygamberimize ve Kur’ana iman etmeyenlerin de cennete gireceklerini iddia edenleri” ve Mason Abduh ve Cemaleddin Afganilerin hayranı olan M. Reşid Rıza gibi İslam düşmanlarını İslam alimi saymaz ve onların eserlerinden alıntı yapmazdı.
MADDE 4: Bu tefsir uzmanlık alanında yetkin bilim adamlarından oluşan bir heyet tarafından kaleme alınmış da değildir. Öyle olsaydı bu tefsir tefsir alanında uzmanlaşan kimselere yazdırılırdı. Tefsiri bırakın, fıkıhta bile yanlış üstüne yanlış yapan kimseler çağrılıp: “gel bize tefsir hazırla” denilmiştir.

Dünya alem bilsin ki, fıkıhta bile yanlış yapan kimseler dediğim şahıs HAYRETTİN KARAMAN’dır.

Seferilik konusunda bir tv kanalında: “Seferilik üç günlük yoldur. Bugün uçakla dünyanın bir tarafından bir tarafına üç günden önce gidiliyor. Dolayısıyla zamanımızda seferilik olmaz” diyor.

Bilmiyor ki, “seferiliğin illeti zaman değil mesafedir.” Dolayısıyla, ne şekilde ve ne kadar zamanda gidilirse gidilsin, ikamet yerinden en az 90 kilometre olan mesafeye gidilmekle seferi olunur. Kendi branşı olan fıkıhla alakalı böyle basit bir meseleyi bilemeyen yani kendi branşında bile uzmanlaşamamış olan bir kimse nerde kaldı ki tefsir de uzmanlaşmış olsun da tefsir yazabilsin! Zaten yazamamış da…

TEVRATTAN EK BİLGİ! YUH…

Tefsir kitabı alan alan kimse, onu Allah’ın ayetlerinin açıklamasını anlamak için alır. Çünkü Kur’an tefsiri demek “Kur’an ayetlerinin manalarını açıklayan eser” demektir.
Kur’an’ın manasını anlama için; yürürlükten kaldırılmış, üstelik tahrif edilmiş/bozulmuş olan Tevrat, Zebur ve İncil’lerin verdiği bilgiye ihtiyaç var mıdır? Yoktur!…
Ama bakın KUR’AN YOLU isimli eserin giriş yazısında E/10 maddesinde ne deniliyor:
“İslami inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek maksadıyla, Kitab-ı mukaddes’ten bilgiler katardık.”
Niçin aktarıyorsunuz hocalarım?
Şöyle diyorsunuz: “Ek bilgiler vermek maksadıyla”
İnsan eliyle bozulmuş olup sadece görünüşte dini olan kitapların verdiği bilgilere ne derece güvenilir ki onlardaki bilgileri Kur’an tefsiri olarak hazırlanan bir eserin içine alıp “bakın Tevrat, Zebur ve İnciller de şu bilgileri veriyor.” Diyerek bu aslı astarı olmayan bilgileri Müslümanlara sunuyorsunuz? Veya kakalıyorsunuz?
Verdiğiniz bilgiler asla “İslami inançlarla ve ülkelerle çelişmeyen ek bilgiler” değildir. Bal gibi çelişiyor. Bakara Suresi 40. Ayetin tefsirinde verdiğiniz bilgi şu:
“Tevrat’ta, Ya’kub peygamberin Tanrı ile güreşip O’nu yendiği, bu sebeple Tanri’nın ona İsrail adını verdiği bildirilir. (Tekvin, 32/24-28)” (Cild 1 Sahife 50)
Şimdi bu bilgi “İslami inançlarla ve ilkelerle” çelişmiyor mu?
İslami inançlara göre haşa Hazreti Ya’kub Tanrı ile güreşti mi, güreşip onu yendi mi?
Böyle bir inanca sahip olan kimse gömgök GAVUR olmaz mı?

TEHRİFE UĞRAMIŞ DA OLSA KUTSAL KİTAP!

Ya’kub (Aleyhisselam) ile ilgili mahut bilgiyi verdiğiniz sahifede şöyle bir cümleniz yer almış:
“Yahudilik, İslam’dan önceki semavi dinler arasında -tahrife uğramış da olsa- şeriatı ve kitabı halen yaşamakta olan en eski dindir.”
Dikkat! Bu cümle, yahudilerin değil size ait bir cümle. Yani “tahrife uğramış da olsa” sözü de “Kutsal kitap” sözü de sizin.
Soruyorum: “tahrife uğramış da olsa” ne demek? Şu anda elde olan Tevrat’a “kutsal kitap” demek ne demek?
Devamla: “Hıristiyanlıktan farklı olarak bir şeriat dini olması da Kur’an-ı Kerim bakımından bu dini önemini artırmaktadır.” diyorsunuz.
Anlamadım! Yani Kur’an-ı kerim Yahudiliğe önem mi veriyor, ona göre Yahudilin önemi mi var?

HIRİSTİYANLIK VE YAHUDİLİK İÇİN YAZILMIŞ GİBİ!

Ali Eren Hocaefendi uzunca bir çıkışmadan sonra devam ediyor. Bakın daha neler var.
Mesela Bakara suresinin 105. Ayetin tefsirinde de aynı ifadeyi tekrarlıyor ve “Ehli kitap (ehlül Kitab) tamlaması, “ilahi bir kitaba inananlar” anlamına gelmekle birlikte, terim olarak Müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahipleri için kullanılır.” Diyorsunuz (Syf. 101)
Yapmayın! Müslümanlara yanlış bilgi vererek vebale hem de çok büyük vebale giriyorsunuz.
Çünkü sizinde gayet iyi bildiğiniz gibi, Ehli kitap tamlaması “ilahi birer kitap olan Tevrat ve İncil’i bozan ve Allah’ın kelamı olmayan o bozuk kitapların peşinden giden, buna mukabil Allah’ın son peygamberine ve son kitabına iman etmeyen kafirler” anlamına geliyor.
Hükümleri ile amel edilmesi gereken!
“Allah katında indirilmiş ve hükümleriyle amel edilmesi gereken Kur’an dışında iki kitap (Tevrat ve İncil) bulunmaktadır.” (Syf 101)
Siz bu 5 ciltlik eseri bu zamanda yazdınız. Onu okuyanlar da tabii ki şu anda yaşayan insanlar. Yoksa hazreti Musa ve Hazreti İsa zamanında yaşayan insanlar değil.
Peki şu anda yahudilerin elinde bulunan Tevrat ve Hıristiyanların elinde bulunan İnciller Allah (Celle Celaluhu) katından indirilmiş kitaplar mıdır ki “Allah katından indirilmiş ve hükümleriyle amel edilmesi gereken Kur’an dışında iki kitap (Tevrat ve İncil) bulunmaktadır.” Diyebiliyorsunuz?
Hem, birbirini tutmayan ve bu İncillerin hangisi Allah (Celle Celaluhu) katından indirilmiştir?
Matta mı? Yuhanna mı? Luka mı? Markos mu?
Ehli kitap için “Müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahipleri” ısrarınız da yanlış. İnsanlar tarafından bozulup Allah (Celle Celaluhu) kelamı olmaktan çıkmış bir kitap nasıl kutsal olur? Varsın Hıristiyan ve yahudiler bu muharref kitaplara kutsallık atfetsinler… Bize ne oluyor?

TEVRAT OKUMAYA TEŞVİK EDİYORLAR!

Ayetlerin manalarını verip bazı izahlara geçtikten sonra, ikide bir parantez içinde “Tevrat’ın bilmem kaçıncı sahifesine bakın” diyerek, Tevrat’taki bilgilere güvenilmeyeceğini söylemeksizin, Müslümanları habire Tevrat okumaya yönlendiriyorsunuz. Niçin?
Kur’an ayetlerini tefsir etmek denilen şey bu mudur? Kur’an ayetlerini bozuk Tevrat’ın verdiği bilgilerle mi öğreteceksiniz?
Hazırladığınız KUR’AN YOLU isimli bu kitap, Kur’an tefsiri midir yoksa allem edip kalem edip okuyucuları Tevrat ve İncilleri yönlendirme kitabı mıdır?

MÜŞRİKLERİN AFFEDİLMESİ!

Değerli okuyucular! Bu yazdıklarımız daha ne ki! Ehli Kitap şöyle dursun, sevgili profesörlerimiz, Al-i İmran suresi 128-129 ayetlerinin tefsirinde “Allah müşriklerden de dilediğini affeder” diyerek Allah’a ortak koşanların affedilebileceğini bile söyleyebiliyorlar. Ama Kur’an ne buyuruyor: “Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz.” (Nisa 48)

DEĞERLENDİRME!

Ali eren Hocamız yine yaptı yapacağını. Bakalım muhataplarda sıkılma, utanma belirtisi olacak mı? Bir özür gelecek mi?
Tefsirin yazılış tarihi de hayli ilginç. 28 Şubatın hemen peşi sıra yazılmış. Dinler arası diyalog çalışmalarının yeni versiyonunun Türkiye’de başlangıcına denk geliyor.
http://www.facebook.com/efendihazretleri

"Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur"
Ebubekir SIFİL

"Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.

Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.

Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır? Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır."
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Hzr 06, 2010 11:52 pm    Mesaj konusu: Ahmet Hakan: Bu İhsan Şenocak denilen adam konuştukça... Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Hakan: Bu İhsan Şenocak denilen adam konuştukça Türkiye'de ateizm yükseliyor!
25 Eylül 2017



"Kısacası; sinir bozucu, mide bulandırıcı türden bin türlü şerefsizlik..."

Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, ilahiyatçı İhsan Şenocak'ın "kızlar'ın pantolon giymesinin, kaşlarını aldırmasının, üniversiteye gitmesinin günah olduğu" yolundaki iddiasına tepki gösterdi. Hakan, "Ve bu İhsan Şenocak denilen adam konuştukça Türkiye’de maalesef deizm ve ateizm yükseliyor! Uyanın ey ehli iman! Bu İhsan Şenocak türü adamlar yüzünden. Din elden gidiyor din!" ifadesini kullandı.

Ahmet Hakan'ın "İşleri güçleri kızlar ve kızların giydiği pantolonlar" başlığıyla yayımlanan (25 Eylül 2017) yazısının ilgili bölümü şöyle:

İhsan Şenocak adlı bir hoca.

Çıkmış vaaz kürsüsüne...

Üniversiteye giden kızlara ve o kızların babalarına...

Hayâsızca saldırıyor.

*

Mesela...

Sırf pantolon giydiler diye... Üniversitede okuyan tertemiz genç kızların namuslarına ve şereflerine dil uzatıyor.

*

Mesela...

Üniversite amfilerini alenen ve resmen “kızların soyulup atıldıkları yerler” olarak tanımlıyor.

*

Mesela...

Üniversiteye giden kızların babalarını, “kızlarını soyup amfilere atan adamlar” diye nitelendiriyor.

*

Kısacası...

Sinir bozucu, mide bulandırıcı türden bin türlü şerefsizlik...

*

Bu İhsan Şenocak denilen adam...

- Sakalının etrafını bir güzel kıllardan arındırıp cillop gibi yaparken kadınların kaş aldırmalarının şeytani olduğunu söylüyor.

- Kuran kurslarında erkek çocuklarına edilen tecavüzler konusunda tek bir harf bile etmeyip kendisine tek konu olarak kızların pantolonunu seçiyor.

- Kendi kılık kıyafetine saygı beklerken başkalarının kılık kıyafetine onursuzca ve adice saldırıyor.

*

Ve bu İhsan Şenocak denilen adam konuştukça...

Türkiye’de maalesef deizm ve ateizm yükseliyor!

*

Uyanın ey ehli iman!

Bu İhsan Şenocak türü adamlar yüzünden...

Din elden gidiyor din!

T24

FETHULLAH GÜLEN'E AÇIK MEKTUP
Ahmet Özcan
6 Haziran 2010

Muhterem hocam,

Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye destanı’nda Kartallı Kazım’ın dramatik öyküsünü anlatır. Milli Mücadeleye katılmıştır Kartallı bahçıvan Kazım, sıradan biridir. Ona bir gün görev verilir, Bir İngiliz ajanını vuracaktır. Kazım, yüreklidir, inanmıştır, kendini feda etmeye hazırdır. Ama adam öldürmek…İşte bu zordur. Ama görev kesindir, Kazım zorda olsa öldürür ajanı.

Nazım o güzel dizeleriyle anlatır bunu..

“…Demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
Ne malûm? dersen :
Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...”

Muhterem hocam, Nazım Hikmet, bu dizeleriyle şunu anlatır bize, Öyle günler olur ki; tarlasında çalışan karıncayı bile incitmemiş sıradan bir insan adam öldürür. Ardından dava bitince döner tarlasına. Kaldığı yerden devam eder hayatına..dava adamlığı budur. Ne çiftlik sahibi kılar ne apartıman. Ve yıllar sonra mehtaba bakıp oturup ağlamaz ben ne yaptım diye. Çünkü onun davası çok büyüktür. Öldürdüğü kişi bir ‘adam’, yaptığı ise ‘katillik’ değildir zira.

Rahmetli annem anlatırdı, çocukken Ramazan aylarında Hasankale’ye köye giderlermiş. Orada muhterem pederinizin sohbetlerini dinlemiş birkaç defa. Hayal meyal hatırlardı. Sizinde aynı yaşlarda küçük bir çocuk olarak babanızın dizi dibinde, o anlatırken sessizce ağladığınızı söylerdi. Hafızası bu sahneyi hiç unutmamıştı.

Geçen gün fatih camiinde şehit cenazelerimizi kaldırırken bir yaşlı kadın ilişti gözüme. Kenara bir köşeye çökmüş, sessizce ağlıyordu. Kalabalıklarla, sloganlarla, nutuklarla hiç ilgilenmiyordu. Gözlerini sadece ayyıldızlı, kelimeitevhidli ve Filistinli bayraklarla sarılmış o güzel tabutlara dikmişti. Baktım o yaşlı, yoksul ve yorgun yüzüne, hiçbir yıkılmışlık yoktu, mağduriyet ve perişanlıktan eser yoktu. Son derece mağrur bir hüzündü gözyaşlarından akan. Peki niye ağlıyor acaba diye düşündüm. Bu onurlu ve cesur yüz, bu başı dik kartal gözler neden yaş döküyor?

Dün son şehidimizi uğurlarken gelen bir telefon sizin açıklamanızdan bahsetti. Daha ilk cümleleri duyarken aklıma bu soru geldi tekrar. Ve devamını dinlemeden kendi kendime konuşmaya başladım. O güzel yaşlı annemiz kaderimize ağlıyordu. Değiştirmek için çaba gösterdiğimiz yüz yıllık esaretimize göz yaşı döküyordu. Rehinelerimizi ve cesetlerimizi 24 saat içinde alabilmeyi zafer addedecek kadar derin bir rehine ilişkileri ağının kaderimiz olmasına ağlıyordu. Sandalyeyle İsrail komandosu kovalayıp altına kaçırtan O güzel çocukların, o 19 yaşındaki Furkan’ın cesaretinin ve kararlılığının devletimizde, ordumuzda, büyüklerimizde, ulu şahsiyetlerimizde neden olmadığını kavrayamayışına ağlıyordu. Bu cehaletinin kendi suçu olabilme ihtimaline ağlıyordu. Sizin 10 yaşından beri ağlayan gözlerinizin bu şehitler için ağlayamama ihtimaline ağlıyordu.

Diyorum ki hocam, şu kahpe saldırı vallahi büyük bir rahmet bizim için. Çok yönlü bir muhasebe ve büyük bir değişim için hepimizi test eden kritik bir imtihan. Devleti, Arap rejimlerini, batıyı, milletimizin farklı unsurlarını, batı ve doğu halklarını, sıradan Yahudileri, hristiyanları, diğer inançtan toplumları yani tüm insanlığı bir elekten geçirecek bu süreç. Hepimiz bir birimize hesap vereceğiz Allahtan önce.

Ve diyorum ki hocam, bu iş sandığımızdan da büyük. Bu esaret, bu rehine ilişkileri, bu küresel tezgah, bildiklerimizin de ötesinde çok girift kurgulanmış…

Ama sorun şu hocam, bazılarımız diyor ki, ‘gerçek bu kardeşim, bunu kabul edelim, gerçekçi olalım. rasyonel olalım. Hamasete, taşkınlığa, otoritelere kafa tutmaya kalkmayalım. Var olan gerçeklik içerisinde çok uzun vadeli, sessiz, derinden gidelim. Önemli köşeleri tutalım. Adamlarımızı her yere yerleştirelim. O büyük güne kadar karda yürüyüp iz belli etmeyelim, bazılarımız farklı kılıklara bürünsün, düşmanı şaşırtsın, onlara benzesin, bazılarımız o güne kadar hep düşmandan yana görünsün. Böyle böyle çalışalım. Hatta diğerleri gibi küçük değil büyük düşünelim. Şu Osmanlı haritası bile bize dar gelsin. Bizzat dünyanın merkezini ele geçirelim. Ama yavaş, sakin, sessiz ve derinden….böyle diyorlar hocam.

Başka bazıları da bunlara çok kızıyor. Takiyeyle iman yan yana durmaz diyor. Takiye bir süre sonra yol olur diyor. Kimlik ve kişilik olur diyor. Rehineler düşman askerlerin arasına sızarak kurtarılmaz diyor. Ağlamadan, dillerimiz dolaşmadan, şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı konuşalım diyor. Ruhumuzun içine kar yağar anamızdan doğduğumuz geceden beri diyor. heybemizi emektar makinalara yükleriz fikirlerimizi tıfıl vinçlere diyor biz koşu bittikten sonrada koşan atlarız diyor..diyor da diyor..

Ben de acizane diyorum ki hocam, insan neye inanıyorsa odur. Düşmanın gücüne inanıyorsan düşmanın güçlüdür. Kendi zayıflığından eminsen zayıfsındır. Rehin olduğunu düşünüyorsan rehin, aciz olduğunu söylüyorsan acizsindir.

Ve diyorum ki hocam, çok çok büyük hedefler, çok çok önemli amaçlar, çok çok gizli niyetler, çok çok derin yürüyüşler…çok çok açık yalanların çok çok utanmazca söylenmiş kılıflarından ibarettir. Kendimizi kandırmayalım güzel kardeşlerim, çocuklarımızı da zehirlemeyelim diyorum. Hayat, yaptığımız bilinçli tercihlerden ibarettir. Kimimiz açık, cesur ve net konuşur, kimimiz haindir, kalleştir, işbirlikçidir ve bunu saklamayı yol edinmiştir. Bazılarımız tüccar karakterlidir hayatı bir pazarlık ve kazanma-kaybetme oyunu olarak görür, bazılarımız asker ruhludur her şeye yenme-yenilme savaşı olarak bakar. Bir kısmımız sanatçı ruhludur güzel ve çirkini ayırt etmekle geçer hayatı, bir kısmımız köledir efendisinden aferin almaktır tüm gayreti..diyorum.

İster 6 milyar insan, ister 200 devlet, ister binlerce kavim, onlarca din ,yüzlerce mezhep olalım, insanın sadece iki yolu vardır diyorum hocam, ya adamdır ya değil…Allah, yani, o İsrail askerlerinin de Allahı olan, o sizin yanınıza da gelen veya haber gönderen askerlerin de, o Irak’ta, Afganistan’da çocukları bombalayan askerlerinde, o Auswictte Yahudi yakan askerlerinde Allah’ı olan mutlak irade, diyor ki hocam, “dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir, asıl hayat ebedi olanıdır.” Ve diyor ki hocam, onları çok güçlü ve yenilmez sanırsın, oysa onların düzeni bir örümcek ağı gibidir. Ve diyor ki hocam, Allahtan başka korkulacak, itaat edilecek, saygı duyulacak, güvenilecek ve inanılacak ciddi bir şey yoktur.sakın yolunuzu şaşırmayın, kendiniz seçilmiş zannedip başkalarına iftira atmayın, aşağılamayın, dışlamayın yani Yahudileşmeyin.

Son olarak muhterem hocam, diyorlar ki Fethullah Gülen Hocaefendi hazretleri, şöyle böyle demiş..Savaş halinde düşmanın işine yarayacak laflar etmiş. Tek vücut olmuş insanları bölecek, parçalayacak, eylem sahipleri hakkında istifham yaratıp kafaları bulandıracak sözler söylemiş, o büyük amaçları için o dünyayı kurtarmak için yaptığı faaliyetler uğruna Türkiyeyi ve Arap dünyasını feda etmiş. İlerde bir gün kendisinin bu derin vizyonunu anlayıp affederler ümidiyle bugünü hiçe saymış..

Onlara dedim ki hocam, annemin uzaktan da olsa çocukluk hatırası olan bu muhterem hocam, böyle bir şey yapmamıştır. Maksadı bu değildir, onun piri Kürd Said, benim pirim olan Kuşçubaşı Eşrefin adamıdır. Onun faaliyetleri doğunun haysiyet davasının büyük örgütü olan Teşkilatı Mahsusa’nın devamıdır. Onun, ince ruhu düşmana prim vermez. O zeki irade, yıkılmakta olana selam göndermez. O kararlı ve inanmış dava adamı yolunu şaşırıp takiyeyi yol edinmez.

Bana çok kızdılar hocam. Yanlık düşünüyorsun dediler. Zaten kaç gündür hep yanlış bakıyorsun deyip durmaktalar. Ne olursun hocam, beni aydınlatınız. Biz kartallı kazım soyundanız hocam, ne yaparsak taştan bir kalple değil, namuslu bir yürekle yaparız. Sonra bahçemizde işimize döneriz. Bu kafayla ne çiftlik sahibi olacağız ne apartıman, bari kalplerimizi rahatlat hocam..şakirtlerini de aydınlat, onlara da söyle, de ki, bir kez olsun kendi aklınızla kendi kalbinizle düşünün. Bir kez olsun haysiyetiniz hizmetlerinizin önüne geçsin, bir kez olsun insan gibi davranın, bir kez olsun robotluğu bırakıp canlı varlık tepkileri verin. Ben kendimden sorumluyum sizde kendinizden. ben fareli köy kavalcısı sizde fare değilsiniz. Bir defada olsa şahsiyetlerinizle kendi başınıza yüreğinizin götürdüğü yere gidin.

Sevgili hocam, sizden bir cevap istiyorum. Beni o cenazedeki yaşlı annemiz gibi ağlatmayın. Ben de sizin gibi çok hassas bir insanım. Nolursunuz hocam bir cevap verin. I.Meşrutiyet kavgasında Fuad Paşa’nın Namık kemal için, “onu bir ağacın dalına asıp altında ağlamak istiyorum” dediği gibi, sizde İHH’cıları asıp altında ağlamak istiyorsanız söyleyin o zaman, o yaşlı annemizi de alıp gelelim pensilvanyadaki çiftliğinizde bir ağacın altına oturup hep birlikte bu zalim kaderimize ağlayalım.Rehineleri kurtarmak yerine kendi esaretimizin yasını tutalım.

Ellerinizden öper, hürmet ederim hocam..

ahmetozcan1@yahoo.com
haber10

Gülen: "İHH İsrail'le işbirliği yapmalıydı, bizimkiler öyle yapıyor"
05.06.2010
Wall Street Journal Fethullah Gülen’in yardım filosu yetkililerini İsrail’le uzlaşmadıkları için eleştirdiğini duyuruyor. Haberde, Gülen için "a controversial and reclusive US resident" tanımlaması yapılmış: "Tartışmalı, münzevi bir ABD sakini"

“Gülen, yardım filosu organizatörlerinin yardım dağıtma girişiminden önce İsrailli yetkililerle uzlaşma aramamasını, otoriteyi yok sayma girişimi olarak değerlendirdi ve bunun olumlu sonuçlar doğurmayacağını söyledi. Gülen, kendi hareketiyle bağlantılı bir yardım kuruluşu Gazze’ye yardım götürmek istediğinde, İsrail’in iznini almaları konusunda ısrar ettiğini belirtti. Gülen, yaşanan olayda kimin suçlu olduğu konusunun Birleşmiş Milletler’e bırakılması gerektiğini kaydetti. ”
Haber1001

Serdar Akinan
Haysiyetsizleştirilmek

Ülkemiz, demokratikleşme ve serbest pazar ekonomisi gibi konularda küresel vahşi kapitalizm tarafından kontrol altına alınmak, eşzamanlı olarak ise İslam dünyasına bir model olarak sunulmak istenmektedir.

Bu bir projedir.

Bu projenin kullandığı dildeki liberalizm, demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi temel kavramlar kuşatmanın yapı taşlarıdır.

Mesele sadece İslam coğrafyasındaki enerji havzalarının bu eli kanlı çete tarafından kontrolü müdür?

Elbette değil. Bin yıllık bu savaşın günümüzdeki yeni evresinde temel hedefler değişmemiştir.

Meseleye vahyi ölçülerde bir anlayışla, aracısız, baktığınızda egemenlerin ne düzeyde bir kuşatma ile bir kez daha Müslümanların karşısına dikildiğini görebilirsiniz.

Bu kuşatmaya hangi enstümanla direneceğimize dair bir ipucu tespitte saklıdır.

Fethullah Gülen cemaati 80'li yıllarda ve özellikle 2001'den sonra bu projeye, gönüllü, eklemlenmiştir.

Tehvid sosuna bulanmış şirk bir haysiyet intiharı değil midir?

Kulu bir başka dünyevi iktidara mahkum kılan bu anlayışın küreselleşme adındaki gözü dönmüş canavarla yan yana durmadığını kim nasıl savunabilir?

Biriniz kalkın köşelerinizde Filistin'i açıkça savunun.

Savunduğunuzu mu savunuyorsunuz?

O halde Fatih Üniversitesi'nde başörtülü bir kız neden Filistin'de bebekleri katleden İsrail'in Başkonsolosu'nun önünde eğilip ona çiçek sunmak zorunda bırakılıyor?

Bunu biz Müslümanlara nasıl izah

edeceksiniz?

Haysiyetsizleştirilmek budur...

Elbette o başörtülü o kıza tepki duymuyorum.

Emir ve komuta...

Oysa Müslümanlık bireysel özgürlük değil midir?

İslam bir gizli devrim değil kişisel bir

isyandır.

İslam köleleştirmez özgürleştirir.

Amerika Irak'ta bir milyondan fazla Müslüman'ı katletti.

Telafer'de ramazan ayında iftar sofrasından kaldırılıp topluca tecavüz edilen o çocuklar ve anneleri için bu gözü dönmüş katillere lanet okumak gerekmez mi?

'Dick Cheney'nin ayağına

gittiniz' dedim.

Giden isim kendisinin olmadığını iddia etti. Bu köşede derhal düzeltmesini yayınladım.

Peki cemaatten hiç kimsenin eli kanlı Müslüman katili Cheney'nin başdanışmanlarına ve diğer adamlarının ayağına gitmediğini savunabilir misiniz?

Bu dünyada özgürlük adına, bedenine bomba bağlayıp şehadete eren adlarını bile bilmediğimiz binlerce Müslüman var.

Haysiyet budur. O kişisel bir isyandır. Gücünü de Kuran'dan alır. Hesabını da sadece Allah(c.c.)'a verir.

Siz ne yapıyorsunuz? Bu egemen yapıya biat eden; sessiz kalan başta kendisine samimiyetsiz bir anlayış inşa ediyorsunuz.

Burada inanan Müslümanları değil, siz tepedeki kanaat önderlerini itham ediyorum.

Benim bu ülkeye dair onulmaz aşkım özgürlük türküsünü söyleyebilmiş olmasıdır. Akif bunu anlatır.

O nedenle sadece Kur'an-ı Kerim'i okuyarak, sadece Allah'a(c.c.) hesap vererek tevhide ulaşılabileceğine inanıyorum.

İslam'ın bir isyan olduğunu ruhumda hissedip eli kanlı katillere; Amerika'ya ve İsrail'e kelimelerle saldırabiliyorum.

Bu vatanı gerçek İslam adına değil, küresel bir ihalenin müteahhidleri olarak parçalamaya soyunmanıza ise katlanamıyorum.

İntifadayı açıkça ve dürüstçe sahiplenemeyen bir Müslüman'ın önce haysiyetsiz olduğunu düşünüyorum.

Lafım bu size..

Ki yeter...
http://www.aksam.com.tr/2010/07/03/yazar/8601/aksam/yazi.html

Camilere Sandalye Dolduruyorlar
Mehmet Şevket Eygi

Birileri, bir zihniyet camilerimizi kiliselere benzetmek istiyor! Bir başka zihniyet, Cuma namazından sonra sünnet ve âhir zuhur namazının kılınmasını istemiyor.

Bunlar BOP'çu mudur?

Açık İstihbarat'ın Notu: Camilerin kiliseleştirilmesi kapsamında ilk örnek İhsan Doğramacı'nın Bilkent'te açtığı camide ortaya çıktı. Bilkent'teki camilere de sandalyeler dizimişti. Doğramacı'nın Bülent Arınç ve Fethullah Gülen ile olan dostluğu ve bu dostluğa binaen aldığı ödüller kamuoyunun hafızasındadır...

1400 yıllık İslam tarihinde görülmemiş bir hadise ile karşı karşıyayız. Konu şudur: Camilerin arka tarafına haddinden fazla sandalyalar konulmuştur ve yaşlı kimselerin bir kısmının sandalyada oturarak namaz kılması istenmektedir. Bu sandalya işi kendi kendine oluşmamıştır. Bazı imamlara baskı yapılmış, sandalya sayısını çoğaltmaları istenmiştir.Ne lüzumu var efendim diyenler, üstü kapalı bir şekilde tehdit edilmiştir.

Müslüman 80 yaşında... Yaş icabı dizlerinde biraz kireçlenme var ama rükua, secdeye varabiliyor. Bu zat namaz kılarken secde etmelidir. Etmezse namazı sahih olmaz.

Dizlerindeki romatizma secde etmesine imkan vermeyecek derecededir. Bu taktirde yere oturarak namaz kılar.

Birileri, bir zihniyet camilerimizi kiliselere benzetmek istiyor! Bir başka zihniyet, Cuma namazından sonra sünnet ve âhir zuhur namazının kılınmasını istemiyor.

Bunlar BOP'çu mudur?

Dinimizde reform yapılmak isteniyor.

Camilerde eskiden olduğu gibi bir iki tabure olabilir. Kasıtlı olarak koydurulan fazla tabureler ve sandalyeler kaldırılmalıdır.

Ehl-i Kitab da cennetliktir diyenler camilerimize karışmasınlar. Fıkıh kitaplarımızda, camilere sandalye konulmaz diye bir hüküm yoktur diyen çok bilmişlere kanmayınız.

Resulullahı, Kur'anı, İslam'ı inkar ve tekzib eden Yahudiler ve Hıristiyanlar da ehl-i necat ve ehl-i Cennettir diyenlerin imamlık yapması caiz olamaz.

Böyle kişilerin kıldıkları namaz, itikatlarındaki büyük bozukluk dolayısıyla sahih değildir.Böyle kimselerin ardında namaz kılınmaz. Kılındıysa, o namazların iadesi gerekir.

Fiziken secde edemeyecek derecede hasta ve mâlül kişiler dışındakiler secde ederek namaz kılmalıdır.

İslam dini tek hak dindir, onda reform, yenilik, değişiklik yapılamaz.

Fazlurrahman'ın tâtiliye mezhebi sapık bir mezheptir.

Genç Kur'an kursu kadın öğretmenlerinden ve vâizelerinden müteşekkil bir koro kurup bunun erkeklere konser vermesi haramdır.Böyle şeylerŞeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye aykırıdır.

Mardin'in Kasımiyye medresesinde papazlarla bir müftünün toplanıp diyalog yapmaları, çan ve ezan sesleri içinde havuz üzerindeki (sözde Sıratmış!) köprüden geçmeler hep bâtıldır, sapıklıktır.

Ehl-i Sünnet dünyasının büyük müftülerine, ulema ve fukahasına soralım: Böyle tiyatrolar İslam dinine uygun mudur, yoksa küfre kadar giden hokkabazlıklar mıdır?

Bütün dindar ve şuurlu Müslümanların dikkatini, bu anlattığım konulara çekmek istiyorum.

Dinî kültürü, ilmihal ve fıkıh bilgisi yetersiz olan kimselerin sandalyede namaz kılmalarını teşvik etmek bir zulümdür, bir aldatmacadır.

Cuma namazlarından sonra zuhr-i âhir namazının kılınmasına engel olmak zulümdür. Çünkü, cumanın şartlarının hepsi bu devirde var mıdır konusunda ihtilaf vardır, dindar halkın zuhr-i âhir kılması nur üzerine nurdur. Ey zalimler!.. Halkın namaz kılmasına niçin mani oluyorsunuz?

Vaktiyle Mısır'da Fâtımîler zamanında teravih namazını cemaatle kılmak yasak edilmişti diye okumuştum. Bugünün Türkiyesinde cumanın sünnetinin ve âhir zuhur namazının kılınmasının engellenmesi de böyle bir zulüm ve aşırılıktır.

Zaten kılmayan kılmıyor, kılanlardan ne istiyorsunuz?

Camilerdeki sandalyeler konusunda bir kitapçık yazan muhterem Enver Baytan hocaefendiyi, bu kitapçığı yayınlayan Vakit gazetesini tekrar tekrar tebrik ediyorum.

Sinsi metotlarla camileri kiliselere benzetmek isteyenlere teessüf ediyorum.

Müslümanlar uyumayınız.
Kaynak: Milli Gazete

İslam'ı içinden yıkmak istiyorlar
Mehmet Şevket EYGİ
21 Kasım 2010 -

Açık ve net konuşuyorum. İddialarım şunlardır:

1. Sinsi, gizli ve derin çeteler Kur'ânı, içlerinde vahim yanlışlar ve çarpık yorumlar bulunan bozuk mealler, tercümeler ve tefsirlerle tahrif etmeye çalışıyor.

2. Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) Sünnetinin işlerine gelmeyen önemli bir kısmını, "ayıklama" metoduyla tasfiye etmek istiyorlar.

3. Batı'dan aldıkları talimat gereğince, feminizm inanç ve ideolojisine uymayan sahih hadislere mevzudur damgasını vuruyorlar.

4. Kiliselere benzetmek için camilerin arka tarafına, gerekenden/ihtiyaçtan çok fazla tabure, sandalye koyduruyorlar.

5. Genç Kur'ân kursu kadın öğretmenlerinden, kadın vaizlerden, kadın personelden ilahi grupları kurarak erkeklere konser verdirtiyorlar.

6. Taqiyyeci, azılı Farmason, Şiî olduğu halde kendisini Sünnî göstererek, İranlı olduğu halde Afganım diyerek Müslümanları aldatan bulaşık, karışık Cemaleddin Afganî'yi büyük rehber, mürşid ve kurtarıcı olarak gösteriyorlar.

7. Sünneti ayıklayıp darbeleyerek mezhepleri ve fıkhı yıkmak istiyorlar.

8. İslâm Şeriatını ve fıkhını oyuncak etmek demek olan telfik-i mezahib fikrini yayıyorlar.

9. Zaruriyat-ı diniyeden olan, Kitab ile, Sünnet ile, icmâ-i ümmet ile sabit bulunan "Allah katında tek hak din İslâm'dır" temel inancını yıkmak; onun yerine "Üç hak ibrahimî din vardır. İslâm'ı, Kur'ânı, Hz. Peygamber'i inkâr ve tekzib de etseler Ehl-i Kitab Cennetliktir" batıl inancını getirmek istiyorlar.

10. Üç ibrahimî din vardır diyerek, tahrife uğramış, nesh edilmiş, hükümleri yürürlükten kaldırılmış dinleri de hak din olarak göstermek istiyorlar.

11. İmanın temel şartlarından olan kaderi inkâr ediyorlar, İslâm'da kader yoktur diyorlar.

12. Şefaati, kabir ahvalini, soru meleklerini inkâr ediyorlar.

13. Dall ve mudil olanlardan bazısı Kitab,Sünnet, icmâ ile sâbit tesettür farz-ı 'aynını inkâr ediyor.

14. Pakistan'da binden fazla ulemânın, fukahanın, müftülerin protesto ettiği Fazlurrahman adındaki adamın bozuk mezhebini Türkiye'ye hakim kılmak istiyorlar.

15. Bozuk fikirlerini yaymak, Ehl-i Sünnet Müslümanlığını yıkmak için yekun olarak çok büyük rakamlara ulaşan telif ücretleri dağıtıyorlar.

16. Müslüman halk kitlelerini sekülerleştirerek Dinden ve Şeriattan uzaklaştırmak istiyorlar.

17. Hak katından indirilmiş gerçek İslâm'ın yerine, uydurulmuş ılımlı bir İslâm türetmek istiyorlar.

Din düşmanları İslâm'ı, Ehl-i Sünneti dıştan saldırarak yıkamamışlardı. Şimdiki sinsi, gizli, derin şer güçler dinimizi mihraptan yıkmaya çalışıyor.

Dindar, ihlâslı, samimî Müslümanlara hitap ediyorum:

Hz.Peygamberin, Ashab-ı Kiramın, Tâbiînin, Tebe-i Tâbiînin, Eimme-i müctehidînin icazetli ulemâ ve fukahanın, kâmil mürşidlerin yolundan ayrılmayınız.

Bütün yasal yollarla "ılımlı yeni bir İslâm türetme" hareketine karşı çıkınız ve protesto ediniz.
Millî Gazete

ABD'ye taahhüt verenler programı iptal ettirdi

Yeni Şafak Gazetesi tarafından yapılan ve büyük bir tepkiçeken provokasyon habere Cübbeli Ahmet adı ile bilinen Ahmet Mahmut Ünlü Hoca Efendi'den Ajans5.com aracılığı ile cevap geldi. Selim Akduman'a açıklamalarda bulunan Cübbeli Ahmet Hoca, ABD'ye taahhüt verenler programı iptal ettirdi.'dedi.

23 Ekim 2010
Ana Haber

Dün Yeni Şafakta çıkan habere göre, kendisi gereken her şeyi söyledi ama. Ajans5 okurlarıyla süreci değerlendireceğiz.

Dün bir haber vardı, provokasyon dolu bir haberdi. Önce bu haberin yapılış mantığını değerlendirelim. Bir dönem kartel medya yapardı. Ama bugün muhafazakâr medyanın size karşı linç girişimi var. Nedir bunların derdi?

Şimdi bu kadar iyi haberler çıkıyor hakkımda, hatta laik kesimde, liberal basında çok güzel konuşmalarımız oldu. Herkes bunlara itibar etti. Türkiye’de bir kamuoyu oluştu bu hususta. Bundan bir kelam bile etmediler. Bir fazilet olsa gömerler. 1-2 yıldır hiç iyi haber çıkmadı. İşte Yeni Şafağı var. Zamanı var, Sabahı var. Başlıca bildiklerim bunlar. Bunlarda iyilik namına hakkımızda hiç iyi bir şey çıkmaz. Hâlbuki biz en sevmediğimiz adamın iyiliği olsa da söyleriz onu. Çünkü İslam’da böyle söyler. Biz Müslümanız, bunu yapamayız. Düşmanımızın bile doğru lafı olsa, hikmettir, onu bile alırız. Bunlar müslümanız diyorlar, bir Müslüman hakkında bir fazilet anlatılsa şöyle oldu böyle oldu diye. Ama bunu hiç yapmadılar. Bu düşmanlığın bir göstergesiydi. Biz sesimizi çıkartmadık ama halkın tepkisini gösterdi. Ama şimdi böyle şeyler olunca ..


Hadi Taraf Gazetesi Belli bir taraf artık. Tamamen Amerika ile taraflı. Gazetenin menşeini sorunca kendileri de cevap veremiyorlar. Bir askeriye hakkında haber, görüntü çıkıyor, Türkiye’nin hiçbir yerinde çıkamayacak haberler çıkartıyor. Hadi dedik ki o muhafazakâr değil. Şimdi bu Yeni Şafak, Deniz Baykal meselesini de o çıkarttı. Bende hatırlıyorum onlar çıkarttı. Şimdi şöyle anlıyorum: bir yere gelenler maddi bakımdan, tavizler vermek zorunda kalıyorlar. Kalmamaları lazım. Ben taviz veremem, kaderdir, haktan ne gelirse gelsin. Ben haktan ayrılamam. Yahudilere, Masonlara hizmet edemem. Batıla hizmet edemem. Tabi Erbakan Hoca gibi müstesnalar var. Allah sayılarını artırsın. Ama bak geldi 6 ay durabildi. Hâlbuki ekonomiyi düzeltti, maaşlara zam yaptı. Ama 6 ay durabildi. Neden? Çünkü taviz vermiyor o noktada.

Erbakan hoca, Ramazandı, bir gece sahura geldi. Ben bulunamadım. Başım yine dertteydi o zaman. Feshane’ye geldi. Ne dedi; bunlar boş şeyler, Yahudi’nin oyunları dedi. Ama hoca devamlı istikrarlı. E ben onu bilirsem, o beni bilirse, Müslüman Müslüman’a destek olursa, yani bu istikamet göstergesi. Doğru bir tespittir. Şimdi bunlar bir haber bulsak da yayınlasak diyor. E birde jetsiki resmini koyuyor bu habere. Bu demek istiyor ki ben en İslam düşmanı gazetenin yaptığından beterim.

Burada size karşı bir şey mi var acaba, yoksa direk cemaate karşılık bir şey mi?

Yok, cemaate karşılık bir şey yok. Dünkü toplantıda da söyledim. Türkiye’de misyonerlik faaliyeti var. Vatikan’ın projesi var. Büyük İsrail projesi var. Buna hizmet edilmesi için. Tabi Yahudi’ye ‘ben Yahudi olacağım’ desen kabul etmez. Irk dinidir. Ama Hıristiyan olsan mutlu olur. Çünkü onun alt kuruluşu gibidir. Haktan ayrıldıktan sonra da onla oynamak kolay olur. Bundan dolayı Hıristiyanlığın artmasını ister. Şimdi bu faaliyetler içerisinde 2 sene oldu biz reddiyeler başlattık. Ben bunu Adapazarı’ndan başlattım. 28 Şubattan sonra gitmedim 10 sene. Sonra 2 sene evvel gittim, kalabalık bir sohbet oldu salonlarda. Yeni Şafak diyor ki neden camilerde olmuyor, büyük camiler var. Hangi cami müsaade ediyor. Yeni şafak izin alsın bize Süleymaniye’yi orda yapalım biz. Süleymaniye’den izin alsın gelsin konuşsun. Hiçbir törenin camide yapıldığını gördün mü? Aslında yapılması gerekir İslam’i bir törenin. Ama vermiyor bunu.

Oradaki konuşmalarda ‘iki vasiyetim’ diye konuşmalar var. Sonra sohbet kitap olarak çıkacak, 3 vasiyete çevirdim onu. Dedim bak ben ölürüm, kalırım. Bu memlekette iki büyük tehlike var. Biri ‘teşeyyudur’. Yani Şialaşma. Bu Mustafa İslamoğlu’nun ekolüdür. Çok büyük tehlike görüyorum, mezhep açısından, Zaten Şia ve Mutezile kardeş mezheptir. Yani onlar büyük bir dalalet içerisindedir. Babasıyla konuştum, evlatlıktan reddettim dedi. ‘Mutezile, Şia her mezhepten çorba etti bıraktı.’ Babası Ahmet İslamoğlu Hoca Efendi, ehlisünnet bir âlim. Dedi ki bana ‘Allah razı olsun. Bu reddiyeleri yap, şeker hastası olmasam ben de geleceğim senle yapacağım. Buna anası abdestsiz süt vermedi. Bu nasıl böyle şeyler der. Mahvetti bizi.’

Şimdi bu tehlikeye dikkat çektim. Bir de ‘diyaloga’ dikkat çektim. Bu diyalog bazı hocalar tarafından savunuluyor. İşte Hayrettin Karaman, Bekir Hoca, Ahmet Şahin… Bunların hepsinin adlarını da zikrettim. Dedi; Amentüde ittifakımız var Yahudilerle. Bir tekzip yaptıramadım. Zaman gazetesinin adamları geldi. Dedi hoca sıkıntı oluyor. Antalya’da da o zaman konuştum. Tabi baya bölgelerde konuştuk ortalık sallandı. Dedim e mübarek sizin yazarınız yanlış yazmış. Çıkar yanlışı. E dedi Ahmet Şahin hoca bizi dinler mi? O bizim gruptan değil ki. Bunlar grup grupmuş. Senin bir gazeten var, yüz binlerce eve giriyor. Kapılara dağıtılıyor. Tamam, İslam’i gazete girsin milletin evine. E bu yazıyı yazdın sen. Buna bir tekzip. Üç ay geçti bir şey yok. Dedi işte orda ismini unuttum; Şu hoca var onla görüştürelim seni. E tamam. Yok. Hiçbir şey yok. Sonra Mustafa İslamoğlu meselesinde Mustafa Karahasanoğlu geldi, hocam aramızda sıkıntı olmasın Müslümanlar birbirine girmesin. Nasıl düzelteceğiz dedim. E işte toplanalım. 3 ay geçti gelmedi. Gelmez. E mübarek burada kadere inanmak tartışmalı fazlalık lafı var, ters ilişki lafı var. Çıkarttık hepsini internetteki kendi resmi sitesinden, sonra baktı aaa, dedi ki ben bu kadar olduğunu bilmiyordum. Yine de bu konuda konuşma. Kendi aramızda halledelim.. Yav nasıl konuşmayacaksın. Adam kitaba yazmış, TV de söylüyor. Alenen söylenene gizli cevap verilmez ki, alenen söylenir. Aramızda çözülmez ki. O da öyle gitti. Hiçbiri bu hususta bir ıslah olarak…

O da dedi böyle ihtilaflı konulara girme. İyide ehlisünnette ittifaklı bu, ihtilaflı değil ki. Ama onu susturursak bu iş düzelir.

Bizzat kendisinin bugün beyanları var. Yani burada Cübbeli Ahmet Hoca diye bir şey yok. Buradaki bütün âlimler beni tanımaz. Ama Mahmut Efendi Hazretleri var. Adı sanı var. 60-70 senelik hizmetleri var. İrşat faaliyetleri talebeleri var. Rusya’nın buzullarında hatmi şerifler yapılıyor. Ama bu rahatsız etti. Kimi rahatsız etti. Vatikan projesine hizmet edip de Türkiye adına dışarılara taahhüt veren Türkiye biziz, istediğimiz gibi oynarız, din adına da hocalar bizde, fetvayı değiştiririz. Dini değiştiririz. İman şartını ikiye düşürürüz. Ilımlı İslam’ı çıkarırız.

Bunlar söz verilmiş Vatikan’a Amerika’ya. Ama bunlar tutmuyor. Niye tutmuyor. Mahmut Efendi gibi zatlar varken tutmaz. Bu sefer dünyada tek biziz, hoca biziz, âlim biziz. Kendileri toplantı yapıyorlar 5 bin kişi gelmiyor. Şimdi Mahmut Efendi toplantı yapıyor. Emniyet açıklama yapıyor 20-30 bin kişilik personel yetmeyecek diyor. Milyon da gelir. Kazlı çeşmeyi verseler 1-2 milyon insan gelir. Bir kere görmek için Mahmut Efendiyi 20-30 bin kişi geliyor tek seferde. Bunlar ne zannediyorlar Mahmut Efendiyi. İtibarı var. Böyle istedikleri gibi iptal ederiz kimse bize bir şey demez. Bu halk aptal değil.

Hal böyle olunca bu sıkıntı 2 yerden geldi. Birinci sıkıntı diyalog projesine hizmet edenlerin verdikleri bazı sözlerin zamanı gecikiyor. Amerika bunlara diyor ki: “Ne oluyor? %10 sizden taahhüt aldık. Şu kadar kişi Hıristiyan olacak dediniz. %10 olması lazım ki ekalliyet tespit edilsin. Ekalliyet olduğu zaman azınlıklar bunlara haklarıyla beraber her türlü imkânlar sağlanacak bu sefer adam arsa, tarla isteyecek. Yani şimdi azınlığa da giremiyor hepten 5-10 bin tane Yahudi kalmış. Ya da Hıristiyan’ın sayısı belli yani… Ama şimdi bunu % 10 yapmaları lazım. Bu çok büyük bir rakam. Bana bunları söyleyen de Yiğit Bulut. Reklam arasında dedi ki Habertürk’te: Türkiye’de 20 yıl içinde %10 Hıristiyan olması için söz verilmiş.

Resmi bir söz mü?

Hayır, resmi bir söz değil. Bunu devlet bazında demiyoruz. Bunu söyleyenler bazı gruplar ve lobiler. Bunu yaparken din ayağı kullanılıyor. Yani adam din adına Profösörüm diyerek çıkıp iman şartında 2’dir. Onlar cennete gidecek derse bizim millette Hıristiyan’da cennete girecek diye yumuşar. Bizim gibilerin de nesli tükenmeye başladı. İlk Süleyman Ateş bu görüşü ortaya attığı zaman tek kaldı. Herkes çullandı. Hayrettin Karaman’ın ona reddiyesi var. 20 senede ne değişti? Bunlar artık alenen konuşulur hale geldi. Şimdi reddiye yapan bir iki kişi kaldı.

Birkaç sanatçı da evlenip dinlerini değiştirdi?

Tabii ki İbrahim-i dinler adına organizasyonlar yaptılar bunlara Mehmet Aydın katıldı. O haberleri ben seyrettim. Mardin’de cennete girme merasimi yaptılar.

Akdamar’da bir ayin düzenlediler…

Tabii Akdamar ayini yeni. O dinler arası diyaloga girmez. Orda kiliseyi açmışlar Hıristiyanlar gelsin demişler. O ayrı bir konu. Burada ise Müftü-Papaz-Haham üçlü görünümü var. Bu diyalog işi. Tabi bunu hükümet ya da devlet yapmıyor. Hükümetin böyle bir projesini duymadık. Ama bunu bazı lobiler, fırkalar yürütüyor. Fetvalarıyla da yürütüyor.

Ben Mahmut Efendi Hazretlerine sordum. Ne yapsak ne etsek böyle batıl görüşler var. O da bana: Şeytan’ın dostlarıyla mücadele edin, Şeytan’ın hilesi zayıftır ayetini okudu. Startı bizzat efendi hazretleri verdi. Ondan sonra ben bu reddiyeleri başladım. Yani bir himmet geldiği için bu tuttu. Benim o kadar bir gücüm yok.

Bir haber geliyor başımıza Kanal7’ye rica ettik dedik ki

Bir jetski olayı oldu bir beyanat verelim. Bize cevap olumsuz geldi. Show TV çağırdı o bizi çağırmadı. Bunlar böyle adam. Bir Müslüman’a bir iftira atılmış ama bana ne diyorlar. Hadi onu da bırakın iftirayı kendi atmaya başladı. O zamanlar bananecilik vardı şimdi iftirayı kendi atmaya başladı.

Programın organizesinde siz yoksunuz bildiğim kadarıyla…

Resmiyette hiçbir müracaatta yokum. Hiçbir yerde imzam yok. Yalnız Muhammed Avvam hocanın oğlu Muhittin Avvam dün basın toplantısında da açıkladı. Efendi hazretlerine geldi bu talebi iletti bende ona şahit oldum. Efendi hazretleri Arapça’yı herkesten iyi anlıyor. Türkçe’den iyi anlıyor. Efendi hazretleri onu dinledi ve kabul etti bunu. Şimdi de canlı beyanatı var: Âlimleri ben çağırdım, benim emrimle toplandılar, Cübbeli’nin ya da Muhammet Keskin Hoca’nın bir ilgisi yok dedi.

Mahmut Efendi hazretleri bu olaydan çok üzüldü. Bu kadar âlimin Türkiye’ye gelmesinden memnun oldum diyor. Bu Türkiye’ye bir bereket, bir rahmettir. Mahmut Efendi hazretlerinin çevresinde ehl-i sünnetin toplanması birilerini rahatsız etti.

Bir de bizim İsmailağa Cemaati’nde bir takım kişilerin efendiden sonra kalırsak köşe kapmacadan üç kişi mi çıkar beş kişi mi çıkar ve bunlardan biri de ben olur muyum hesabını yapan ucuzcu, basit adamlar var. Maalesef bunların kimisi hoca kılığında, kimisi yaşlı. Eskiden belki hizmet etmiş etmemiş ama şuanda akılları beyinleri mi sulanmış, ne olmuş bilmiyorum. Yani efendiden sonrasını yapan bir takım kişiler var.

Özel olarak size medya konusunda izin verilmiş sanırım…

Özel derken belki başkasına da verir. Bu sadece sana mahsus buyurmadı ama becerebilen çıksın diye kayıt koydu. Çünkü çıkıpta orda mahcup olma durumu var. Benim çıktığım insanlar dindar insanlar değil. Eskiden çok korkulan insanlar. Şimdi onlar İslam’ın tebliğinde aracı oluyorlar, bizimkiler takoz oluyorlar.

Çok büyük bir zarar verdiler İslamiyet’e büyük iftiralar attılar. Yani burada bir menfaat birleşmesi var. İsmail Ağa’nın içinden bir haber sızlamalar var. Mahmut Efendi’nin çevresi çevresi. Yakınları. Kimmiş bu? İsmini ver. Veremiyor. Bunun soyadı tutanları mı kastediyorsun? Efendim yerine kalmayı bekleyen birkaç tane yaşlıyı mı kastediyorsun? Genci mi kastediyorsun? Kimi kastediyorsun. Yani bu çevre kim? Şimdi bugün de haber yapmış, çevresi memnun oldu. Ya sen kardeşim anladıkta senin Mahmut Efendi’nin yanına geldiğin yok, gittiğin yok, sorduğun yok. Bu çevre kim? Biz hiç tanımıyoruz bu çevreyi. Hep yanında Hoca efendiler var.

Mahmut Efendi’nin kendisi memnun değil çevresi nasıl memnun oluyor? Diye sormak gerekiyor sanırım değil mi?

Sorulur ama Mahmut Efendi’de memnun diyor. Birde Mahmut Efendi’ye iftira var. E bugün de Mübarek onu tekzip etti.

Hal böyle olunca bu uzun bir süreç, uzun soluklu bir şey. Kardeşlerimiz hani bunlara alışıldı artık. Dikkatli olsunlar, uyanık olsunlar. Ehli Sünnet’in kaderidir bu. Ehli Sünnet’e saldırı olur. Ehli Sünneti bölmek içinde dış güçler bazı gruplara yardımcı da olur. Tabi bu da açıkça görülüyor.

Hocam bundan sonra Cemaate bir tavsiyeniz var mı? Tabii ki çok büyük bir beklenti vardı. Yani 400 İslam âlimini bir salonda görmeyi bekliyordu cemaat. Hayal kırıklığı yaşadılar…

İnsanlar çok ah ediyorlarmış, çok beddua ediyorlarmış. Bursa’dan 20 otobüs tutulmuş. Yani bu kadar ahı belayı musibeti almak çok büyük bir olaydır. Ne günah işlemişler ki acaba? Erbakan Hoca’nın bir lafı vardır: ‘Bunlar ne günah işlemişler ki Hayrın yoluna takoz etti Allah bunları’ diye güzel bir lafı vardı. Yani bir günahları var ki bu kadar aha vebale sebep oldular. Biz iyi yaptık diyorlarmış. Neyi iyi yaptın sen? Burada ne olacaktı? Yani yüz bin kişi gelse dahi sessiz sakin bir şekilde dağılır. Bizim cemaatlerimizde külliyelerde binlerce kişi toplandık dağıldık. Bugüne kadar hiçbir vukuat olmamıştır. Yine de olmayacaktı. Ben buna emindim. Ama tabi şuanda Emniyetin, valiliğin kararına saygılıyız. Onlar bize bir gerekçe gösteremiyorlar. Diyorlar ki böyle bir bilgi ulaştı iptal kararı aldık. E tamam iptal kararı aldıysanız biz saygılıyız. O zaman Yeni Şafak nereden bu provokasyonu yaptı? İptalden sonra yazsaydı, iptal oldu deseydi bugün. İyi niyetli olsaydı, halk sokağa dökülmesin diye iptalini yazsaydı. İyi niyet düşünecektik. Benim şahsıma iftirayı bıraktık. O kadar fazla iftira içinde, bir gün evvelden tetikçilik yaptı. Aynı gün tebligat tebdil edildi Marifet Derneği’ne. Bu kadar da denk gelmez ki. Kimseyi bulamadı bu tetikçiliğe, bir yerler, birileri demek ki bunlar da buna hazırmış. İçerden de işte diyorum sıkıntılı insanlar var bu camiadan. Bunlarda bu yakın çevreyi kullanarak, yakın dediğim işte, ailevi olabilir, oradaki yetkili etkili görünen merkezden olabilir. Yani bu kuvvetle muhtemel. Çünkü bu bu kadar olamaz.

Hocam medyanın özellikle Muhafazakâr medyanın iftiraları zorunuza gidiyordur.

Çok zoruma gidiyor. Çok ağırımıza gidiyor. Bunu Hürriyet, Milliyet şu bu yapsa bugün bunu konuşmayız ki. Kaç kere yaptı hiç beyanat verdik mi?

Hocam bu kadar yoğun bir baskı var üzerinizde. Sağlık açısından da rahatsızlıklarınız var. Bu kadar yoğun bir tempo ve bu iftiralar nasıl bir etki yapıyor sizde?

Yani tabi ruhen ve bedenen yoruyor bizi. Ama biz bu işe girdik bir defa. Yani geri dönüşümüz yok. Bu Ehli Sünnet müdafaasıdır. Yani Efendi Hazretlerimizin hayatta olduğum müddetçe hizmetkârı olacağız. Onu tanıtmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Yani bu hizmetten Allah’ın izniyle, Rabbim bir mani vermediği müddetçe bizi bu tehdit, iftiralar korkutmaz. Biz çekilemeyiz. Biz bu işin içerisindeyiz. Efendi Hazretleri bana bu sabah ‘BİZ SENİN ARKANDAYIZ’ dedi. Hem de Arapça bir ibare kullandı. Nahnu min veraik. Bu Arapça ibareyle söyledi. Biz senin arkandayız. Devam et Korkma. Bu sabah namazda daha bunları söyledi. Bundan evvel de beyanları çok var. Onun içindir ki biz bundan korkarsak bir Allah dostunun, bir mürşidimizin sözünü dinlememiş oluruz. Ben kaç kere izin istedim. Biraz kenara çekilsem. Hastalığım da arttı. Kitap çalışırız, yazarız ederiz. Bir şeylere hizmet ederiz de yine bu gibi ortada kaldık. Yok, durmak yok, emri bil mağrufa devam. Tebliğ durmaz. Korkmak yok. Tebliğ durmaz. Asla geri çekinilmeyecek. Böyle buyurduğu için söz kıramam ben. Ben memurum şimdi. Ben memur olduğum için Allah bizi bu memuriyetten ayırmasın. Ama kendisi derse ki Ahmet çekil, sus. Tamam, susar çekiliriz.

Hocam son olarak cemaate göndermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Cemaate göndermek istediğim mesaj bu yayın organına karşı artık çok ihtiyatlı davransınlar. Haber ve iftiralarına aldanmasınlar. Ve bu yayın organının bir yerlere çalıştığı tescillendi artık kendi yaptığı ile. Onun içindir ki Müslüman halkımız gazete alırken, bilgi alırken, mutlaka doğru seçim yapmak zorunda. Çünkü diğerlerine hep acaba ile bakıyor. Ama bunlara ne diyorsa doğru zannıyla yaklaşıyor. Orada da zokayı yutuyor. Bunlar çünkü yarın bir gün diğer İslami faaliyetler hakkında da aynı takozlukları yapacaklar. Onun işaretini gösteriyor. Diğer Ehli Sünnet hizmetleri, memlekette ne hizmetler olur. Demek ki artık takozu bunlara koydurtacaklar. Artık öbürlerinden beklemeyelim. Yeni adres belli oldu. Buna göre halkımız bunlara inanıp itibar etmesin.

Efendim çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun.

Allah sizlerden de razı olsun. Biz teşekkür ederiz.

AJANS5
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Eyl 25, 2017 8:31 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ksm 29, 2010 11:40 pm    Mesaj konusu: kUR'AN İLE ALDATANLAR Alıntıyla Cevap Gönder

Müslümanlığımızın Sünneti Seniyye ile ilişkisi
Ebubekir Sifil
Milli Gazete
20 Aralık 2011

Ümmet-i Muhammed pek çok sahada bilinç kaymasına maruz kalmıştır. Bu "maraz" durumu kendisini en fazla Kur'an ve Sünnet'le ilişkimizde göstermektedir.

Şurası kesin: Sünnet'ten tecrit edilen Kur'an, okuyanın ve yorumlayanın niyet ve maksadına göre konuşan bir "metin"e dönüştürülmek istenmektedir. Bunu yapanlar her ne kadar adını böyle koymasalar da sonuç itibariyle hadise budur. Üstelik bunu yaparken Kur'an'ın, "Gelenekçiler"in ileri sürdüğü gibi öyle "anlaşılmaz" değil, apaçık ve anlaşılır bir kitap olduğunu söylemeyi de ihmal etmezler.1

İlginçtir, Kur'an'ın "apaçık" bir kitap olduğunu her fırsatta vurguladığı dikkat çeken pek çok kimsenin, birçok Kur'an ayetinin anlam ve delaletinde farklı düşündüğünü görüyoruz. Söz gelimi Kur'an'da başörtüsü, Efendimiz (s.a.v)'in şefaati, kabir azabı, namaz vakitleri, nesh... var mıdır yok mudur; 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69 gibi Ehl-i Kitab'ın akıbetinden bahseden ayetler nasıl anlaşılmalıdır (Ehl-i Kitap Efendimiz (s.a.v)'e ve Kur'an'a iman etmeden cennete gidebilir mi)... ve daha pek çok konu böyledir.

Bu nasıl "apaçık" ve "her okuyanın anlayabileceği" bir kitaptır ki, bizzat bu iddiayı öne sürenler dahi onun ne dediğinde görüş birliğine varamıyor?

Doğrusu şu ki, Kur'an konusunda "hakkı verilmiş" bir anlama faaliyeti, behemehal Usul-i Fıkıh bilmeye bağlıdır. Kur'an ayetlerinin hepsinin açıklık-kapalılık yönünden, delalet yönünden ve daha birçok bakımdan aynı olmadığı, pek çok Kur'an ayetinin ihtiva ettiği hükmün Sünnet olmadan anlaşılamayacağı, Kur'an-Sünnet ilişkisinin mahiyeti ve Sünnet'in Kur'an'ı beyan etme tarzları... Usul-i Fıkıh bilmeden anlaşılabilecek hususlar değildir.

Usul-i Fıkıh bilenler bu sahada konuşmadığı ya da daha doğrusu "sesini duyuramadığı", sesi yüksek çıkanlar ise Usul-i Fıkıh bilmediği içindir ki, Kur'an anlayışımız, Sünnet anlayışımız, dolayısıyla "müslümanlığımız" sakatlıklarla malul.

Sünnet-i seniyye bilincimiz büyük ölçüde müsteşriklerin ve onların dümen suyundan giden modernistlerin mesaileri sonucu yara almış durumda. Hadislerden bahis açıldığında hemen aklımıza "uydurma" çağrışımları üşüşüyor. İki kişi aralarında konuşurken birisi bir şey söylediğinde öteki "Bu, Kur'an'da var mı?" diye soruyor. Sanki bir şeyin "hakikat" olması için münhasıran Kur'an'da ve o soruyu soran kişinin aklına yatacak şekilde yer alması şartmış gibi!..

Sünnet-i Seniyye sahasında modern zamanlarda oluşturulmuş arızaları tamire dönük Hadisleri anlama Problemi ve Bilgi Kaynağı Olarak Hadis gibi kitapları ve pek çok makalesiyle tanıdığımız akademisyen Ayhan Tekineş, bu defa Geleneğin Altın Zinciri isimli çalışmasında Sünnet-i Seniyye algımızda oluşturulan isnad merkezli kırılmayı tamir etmek gibi büyük ve hayatî bir işe soyunmuş. Doğrusu meseleye hakkını da vermiş...

Şayan-ı tebrik bu çalışmasında Tekineş isnadın mahiyeti ve önemi, tarihçesi, iş görme tarzı, ravi ve metinle ilgili meseleler... gibi konuyla uzaktan yakından alakalı hemen bütün hususları büyük bir yetkinlik ve özgüvenle okuyucuya sunmuş. (Ensar Neşriyat, İstanbul-2006, Tel: 0212.513 4341 - 0212.513 0309)

Bahse değer bir diğer çalışma, Hamdi Gündoğar'ın İslam İtikadında Sünnet'i. Daha Önce Kur'an'da Hz. Muhammed'in (s.a.v) Özellikleri isimli bir çalışma yapmış bulunan Gündoğar, bu eserinde Sünnet-i Seniyye'nin itikada taalluku meselesini irdelemiş. Hadisleri Akaid sahasının dışına itme gayretinin modaya dönüşme eğilimine girdiği günümüzde, sadece Ehl-i Sünnet'i oluşturan muhtelif kesimlerin değil, Mu'tezile ve Şia gibi bid'at fırkaların dahi Sünnet/Hadis meselesine modernistler gibi bakmadığı bu çalışmada ortaya konulan en önemli sonuçlardan birisi. (Çıra yay., İstanbuly-2006; Tel: 0212.635 9919)

Bilhassa şefaat. Sırat, Mizan, kabir azabı ve münker-nekir sorgusu, Hz. İsa (a.s)'ın nüzulü ve Deccalın zuhuru... gibi hadislerle sabit gaybiyyata iman konusunda Mu'tezile'de gördüğümüz hassasiyetin izini bile göremediğimiz modernistlerin, bir yandan bu arızaları "Kur'an merkezli Müslümanlık"ın gereği gibi takdim ve terciç ederken, bir yandan da Sünnet'i "önemsediklerini" vurgulamayı ihmal etmemeleri gerçekten ahir zamana mahsus bir ironi olarak dikkat çekiyor!

1- Daru'l-Hikme'nin genç hocalarından Abdülkadir Yılmaz'ın bu konudaki nefis bir makalesi için www.darulhime.org adresine bakılabilir.

Milli Gazete

Hazreti Hadice’nin türbesini işte böyle yıkıp dümdüz ettiler
Murat Bardakçı
8/15/2011
habertürk
HAZRETİ Muhammed’i bizzat görmüş ve onun yanında bulunmuş olanlara “sahabe” denir. Dualarda ve dini sohbetlerde sahabenin çok sık bahsi geçer. Bu kişilerin ölümlerinden sonra nereye ve nasıl defnedildiklerini, türbelerinin bugün bilinip bilinmediğini acaba hiç merak ettiniz mi?

DEFALARCA YIKTILAR

Mekke’deki sahabiler, Kâbe’nin birkaç kilometre ötesindeki bir mezarlığa defnedilirlerdi. “Cennetu’l-Muallâ” denilen bu yer İslâmiyet öncesi dönemlerden beri Mekkeliler tarafından mezarlık olarak kullanılırdı. Hazreti Muhammed’in dedesi, amcası ve ilk eşi Hazreti Hadice buraya defnedilmişti ve Mekke’nin fethinden sonra ölen sahabilerin türbeleri de buradaydı. 17. asırda yaşayan Evliya Çelebi Cennetu’l-Muallâ’dan bahsederken burada yetmiş beş adet kubbeli türbenin bulunduğunu, ama Hazreti Muhammed’in dedesiyle amcasının türbelerinin üzerinde kubbe olmadığını ancak yerlerinin bilindiğini yazıyordu. Hazreti Hadice’nin kabrinin tam yeri, 14. yüzyıla kadar bilinmiyordu. Kabrin yeri, bir Mekkeli’nin 1329’da gördüğü bir rüyayla belirlendi ve 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından üzerine kubbeli bir türbe yapıldı, ayrıca aylıklı bir de türbedar gönderildi. Cennetu’lMuallâ’daki son restorasyonu 1879’da zamanın hükümdarı Abdülhamid yaptırdı. Başta Hazreti Hadice’ninki olmak üzere türbeler baştan aşağı elden geçirildi.

HALK MEZARLIĞI OLDU

Ve konunun en acı tarafı: Mekke’nin Türk hâkimiyetinden çıkması, Cennetu’l-Muallâ’nın da sonu oldu. Arap yarımadasını ele geçiren ve bugünkü Saudi hanedanının kurucusu olan Abdülaziz bin Saud, 1925’te Cennetu’l-Muallâ’daki bütün türbelerin yıktırılmasını ve mezar taşlarının kaldırılmasını emretti. Abdülaziz’in bağlı olduğu Vehhabi mezhebine göre mezarların yerlerinin belli olmaması gerekiyordu. Cennetu’l-Muallâ’da kimin nerede gömülü olduğunun unutulması ve artık bilinmemesi için elden gelen herşey yapıldı. Hazreti Muhammed’in akrabalarıyla sahabilerinin türbeleri kazmalarla dümdüz edildi, arazinin altı üstüne getirildi ve Cennetu’l-Muallâ herkesin defnedilebildiği sıradan bir halk mezarlığına çevrildi.

MEDİNE DE YIKILDI

Aynı rezalet ve ayıp Medine’de de yaşandı ve Saudi hanedanının kurucusu olan Abdülâziz bin Saud, Medine’yi ele geçirmesinden hemen sonra, 1926’da, çok sayıda sahabinin defnedildiği Cennetu’lBâkî mezarlığını da yerle bir etti. Cennetu’l-Bâkî’de tek bir türbe ve mezar taşı bırakmadı, hepsini yıktırdı ve araziyi sıradan bir mezarlık haline getirdi. Şimdi Mekke dönüşü Medine’ye geçen hemen bütün hacıların mutlaka ziyaret ettiği Cennetu’l-Bâkî, bugün bir köşesinde süs niyetine birkaç kırık taşın olduğu ama her yeri apartmanlarla ve geniş caddelerle çevrili bir alandan ibaret...
Kaynak: http://edirnesarayi.blogcu.com/

Kısa Zamanda Ünlü Olmak İçin
Mehmet Şevket EYGİ
2011-09-10
Kısa zamanda meşhur olmak isteyenlerin yaptıkları:

* Dinî bir konuda saçma sapan, delice bir iddiada bulunur, mesela "1400 senedir Müslümanlar yanıltıldı, aldatıldı, İslam'da Teravih (=Ramazan'da kılınan gece) namazı diye bir namaz yoktur, Peygamber bunu yasaklamıştır" diye bir hezeyan savurur. Selanik medyası bu haberin üzerine mal bulmuş magribî gibi atlar ve bizim naylon müctehid bir günde meşhur olur.

(..)

* Adam profesördür. İlim, irfan, araştırma, ciddî kitap konusunda ortaya fazla bir şey koyamamıştır. Yeterli üne sahip değildir. Nihayet canına tak eder ve bir gün "Ey Müslüman ahali! İslam'da kader yoktur, şefaat yoktur, Buharî'de mevzu hadîs vardır. Sizin inandığınız ilmihal İslam'ı hurafedir. Ben size Kur'an İslam'ını anlatıyorum. Benim peşime düşünüz" diye öyle bir haykırır ki, yer yerinden oynar, Bütün Selanik medyası adamı alkışlar, saçmalıklarına büyük yer verir. Otuz yılda ilim yoluyla elde edemediği şöhrete birkaç gün içinde sahip olur.

Böyle adamların bir kısmı sadece şöhret-i kâzibe elde etmekle kalmaz aynı zamanda para ve imkana da kavuşur.

Meşhur olmanın, dikkatlerini üzerine çekmenin çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri de Zemzem Kuyusuna işemektir.

"Bevval-i çeh-i Zemzem'i lânetle anar halk,

Sen kendini Kâbe gibi hürmetle benâm et."
Millî Gazete

25’lik sevgili, küçük Yaşar ve fermuar !...
Hikmet Genç
Star
25 Eylül 2011



Dönüşü muhteşem oldu!...

Önce ‘Teravih Namazı diye bir şey yoktur..’ dedi, gündeme geldi, ardından ‘25’lik sevgiliyle’ bombayı patlattı!...

Hoca ‘Canlı Hayat’ adlı programda aşkını ilan etmiş...

61’lik Yaşar Nuri Hoca’nın 25’lik bir sevgilisi varmış... Evlenmeyi planlıyormuş.. ( Moda tabiriyle, şu an ‘seviyeli bir beraberlik!..’ söz konusu demek ki...)

Sevgilisi kumralmış, Hoca hiç alyans takmamış ama bu sefer takacakmış!...

Bunları öğrenir öğrenmez Yaşar Hoca hakkında yazdığım bir yazı geldi aklıma...

Üstelik mevzu aynı... Yine Yaşar Hoca’nın aşk hayatı!...

Vakti zamanında şöyle demişiz;

...

(29/08/2008)

‘Kuvve-i natıkasına ‘girift tezyinat’ edası verebilmek için Osmanlıca ve Arapça kelimeleri ‘garp menşeili’ kelimelerle harmanlayarak konuşan mütebahhir Hoca, dini kozmik düşünce ve poztivist bir yaklaşımla betimleyerek ‘Kemalist İslam’ı keşfetmiştir!!!...’

( İşte böyle cümleler kuran Yaşar Hoca için ‘Vay be, ne kadar çağdaş ve entelektüel bir hoca..’ demektedir bir çok kaşalot... Halbuki benim gibi ortalama Türk zekasına sahip bir yazar dahi bu tür alengirli cümleler kurabilmektedir!.. ( Bak: Şekil A.. Yukarıdaki cümle!..)

Tabi ki önemli bir hoca... Bu ülkede kaç tane var böylesi?!...

Hem laik..

Hem çağdaş...

Hem reformist...

Ucundan ulusalcı...

Biraz da Kemalist...

Üstelik ‘bütün peygamberler sosyal demokrattı!..’ diyen bir siyasetçi... ( CHP’den aday olduktan sonra söylemişti.. Allah’tan bütün peygamberler laiktir demedi!.. Ama herşey bir yana CHP’nin sosyal demokrat bir parti olduğunu sanacak kadar da saf bir hoca!..)

Son bir kaç gündür Yaşar Hoca’nın, danışmanı ‘Şahane Hanım’ ile olan ilişkisi tartışılıyor...

Yaşar Hoca bu durumdan çok rahatsız olmuş...

Hocanın özel hayatı ile ilgili deruni tartışmalara girmek istemezdim... Lakin dünkü yazısını okuyunca meseleye bodoslama duhûl etmek geldi içimden!...

Yaşar Hoca kendisiyle ilgili şöyle yazmış;

‘Hortlamış bir sürü Damat Ferit ve Mustafa Sabri ile bütün bunlar yapılır, bütün kaleler bir bir düşürülürken ülke, aydınlanmanın önünü açan biri olan adamın anıtlaşmış eserlerini yaratan açıktaki o büyük kafasını bırakıp, fermuarının arkasındaki o küçük kafasıyla uğraşıyor..’

Vay be!.. İşte ulusalcı çağdaş Kemalist hoca dediğin böyle olmalıdır!...

Ülkede aydınlanmanın önünü açan, anıtlaşmış eser yaratan hocanın o büyük kafasını bırakmışlar, fermuarın arkasındaki küçük kafasıyla uğraşıyorlarmış!...

Ama hocam haksızlık etmeyin!...

Tamam o büyük kafa çalışıyor olabilir ama ‘küçük Yaşar’ da boş durmamış hani!!!... ‘Şahane’ işler yapmış!...

...

Evet o zaman bunları yazmışız....

Şimdi ise ‘61’lik Yaşar Nuri Hoca’nın 25’lik sevgilisi gündemde.. Dedim ya mevzu aynı...

Yani yeni bir ‘küçük Yaşar’ vakası!...

Ama bu sefer ortada söylenti falan da yok... Hoca televizyon ekranlarından durumu bizzat kendisi izah ediyor...

Hadi hocam anlat bakalım.. ‘Ülke, benim büyük kafamı bırakmış, fermuarımın arkasındaki küçük kafayla ilgileniyor..’ diye serzenişte bulunmuştun...

Şimdi ne diyeceksin?... 61 yaşından sonra benim de 25’lik bir sevgilim var..’ diye ilan eden de sensin, böylece ‘küçük Yaşar’ı gündeme getiren de sensin!...

Keşke o zaman fermuarla ilgili bir açıklama yapmasaydın be hocam!.. Bak fermuar açık kalmış!..

Ee, ne demişler;

‘Yazın yediğin hurmalar, kışın kıçını tırmalar!..’

...

Velhasıl hoca moca falan farketmez!.. Kellerden korkacaksın arkadaş!... Çok tehlikelidirler!...

Hayır, kendimden biliyorum!!!...

Eski Eş Yaşar Nuri Öztürk'ü Fena Bozdu
26 Eylül 2011

"25'lik sevgilim var" diyen Yaşar Nuri Öztürk'e eski eşinden sert tepki: 18 yaşında üniverstiye giden oğlumuz var. Keşke onu düşünseydi..
İlahiyat Profesörü Yaşar Nuri Öztürk, 25 yaşında bir sevgilisi olduğunu söylemişti. Yaşananların ardından gözler Öztürk’le boşanma davası süren eşi Canan Öztürk’e çevrildi.

“18 yaşında üniversite sınavlarına hazırlanan bir oğlumuz var” diyen Canan Öztürk “Yaşar Bey, önce oğlumuzu düşünmeliydi. Kendisi 1945 doğumlu. Ayrıca bizim boşanma davamız hala sürüyor, temyiz aşamasında.”dedi
bugün

Yaşar Nuri CHP'lilere Küfür Etmiş..!
05 Ekim 2011

Özel hayatıyla olduça sık gündeme gelen Yaşar Nuri Öztürk, bu kez CHP'lileri çok kızdıracak....
Yaşar Nuri Öztürk TNT'de yayınlanan Canlı Hayat programında "25 yaşında kumral bir sevgilim var." itirafında bulunmuştu. Çok tartışma yaratan bu açıklamaların ardından sevgilisinden fırça yediğini de söyleyen Öztürk'ün özel hayatı tartışılmaya devam ediyor.

Rasim Ozan Kütahyalı, Takvim gazetesindeki köşesinde Yaşar Nuri'nin avukatıyla yaptığı görüşmeyi açıkladı.. Yaşar Hoca'nın ağzından söylediği sözü aktaran avukatının açıklamaları oldukça ses getirecek.

İŞTE O KONUŞMA

"Yaşar Nuri hoca şununla da oldu, bununla da oldu, her haltı yedi" diyen CHP'lileri çok iyi biliyor hoca... Onların da içyüzünü size açıklayabilir. 'Benim s...n bekçisi miydi bunlar, nerden biliyorlarmış' diyor..

Rasim Ozan Kütahyalı (ROK): Valla haklıdır... "Ben ömrümde zina etmedim, söylenenler iftira", eski CHP'li mebus arkadaşlarım kasıtlı uyduruyor diyorsa onu da yazarız...

Aynen öyle, hoca harama el sürmez, nikahsız hiçbir kadına dokunmaz...

ROK:İyi 25 yaşında kumral hanımla kendisine nikahlı mutluluklar dilerim 51'li hocama...

O da kesin değil, o adaylardan biri Rasim bey, hoca farklı farklı kadınlardan seçecek.

ROK: Maşallah maşallah seç beğen al yapıyor hoca... Harem durumları falan mı var yoksa?

Estağfurullah olur mu Rasim bey, kanuna hukuka uygun davranır hoca, içlerinden birini seçecek, tek eşlilikten yana kendisi...

ROK: CHP milletvekili eski arkadaşları külliyen uyduruyor yani, alemler falan...

Tabii Rasim bey, istediğiniz zamanda TV programlarınızdan birinde bu CHP'lilerin içyüzünü açıklayabilir hoca...
AKTİFHABER

Yaşar Nuri ‘deist’ mi oldu?
Muharrem Bayraktar
mbayraktar@yenimesaj.com.tr
27 Temmuz 2012



Tüylerimi diken diken eden o yazıyı gazetemizin değerli yazarlarından Nurullah Çetin’in köşe yazısından öğrendim. Çetin Hoca “Yaşar Nuri’nin deizmi bize lazım değil” başlıklı yazısında Yaşar Nuri’nin deizmi savunan yazısından bahsediyor ve şunları söylüyordu:
“Yaşar Nuri Öztürk, 19.07.2012 tarihli Yurt gazetesindeki köşesinde ‘İnsanlık Deizme Sığınmak Zorunda Kalacaktır’ başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda şöyle diyor: “Evet, insanlık buna mecbur kalacaktır, öncelikle Müslüman kitleler buna mecbur kalacaktır. Batı, laiklik sayesinde dinciliğin ağır yıkımından büyük ölçüde kurtulmuş durumdadır. Ama İslam dünyasının böyle bir şansı yoktur. İslam dünyası dincilik belasının kahrından kurtulmak için mutlaka bir çare arayacaktır. Çünkü İslam coğrafyalarında din adına hayatı cehenneme çeviren dinci tasallut her gün biraz daha güçlenerek kitleleri hegemonyası altına almaktadır. Hem Allah’a imanını korumak hem de dinci zulüm ekiplerinin günlük hayata tasallutundan uzak kalmak isteyenlerin bir sığınağa ihtiyaçları vardır. O sığınak, deizm olacaktır.
Bu yeni dönemde, Allah’a imanında kararlı olan kitlelerin dincilik belasına karşı donanım ve şuur kazanmalarında deizm tek ve kaçınılmaz yol olarak görünüyor. Bu yol, hiç değilse Allah’a imanınızı korur.
Deizm, böyle bir durumda en ideal kurtuluş yoludur. Gerçek dini yaşama şansı kalmayanlar Kur’an’ın ruhuna ve beklentilerine uygun olan bu deizm yolunu elbette ki devreye sokacaklardır.
Deizm, dindarlığa karşı geliştirilmedi, dinciliğe karşı geliştirildi.” (Nurullah Çetin, Yeni Mesaj, 25 Temmuz 2012)
Yaşar Nuri, akıl almaz bir şekilde Müslüman kitlelerin kurtuluş reçetesinin deizm olduğunu söylüyor.
Peki, deizm nedir?
Deizmde bütün dinler reddedilir. Tanrının varlığına inanç vardır ama tanrının nasıl bir tanrı olduğu belli değildir. Deizmde peygamber inancı yoktur, kutsal kitaplar yoktur, cennet yoktur cehennem yoktur, sevap yoktur, günah yoktur, ibadet yoktur, melek yoktur, şeytan yoktur; böyle bir din!
Yaşar Nuri ilk yazısından 3 gün sonra 22 Temmuz 2012’de aynı gazetede “Kuran, Deizme niçin ve nasıl kapı aralıyor?” başlığıyla bu defa sapık görüşüne Kuran’ı da alet etmeye çalışıyor ve şunları yazıyor: “Kur’an’ın deizme kapı araladığını söylemek büyük bir iddiadır; tarihte belki de ilk kez gündeme getirilen bir iddiadır. Ama ömrünü Kur’an’a hizmete adamış ve bunu varoluş borcu bilmiş bir ilim adamı sıfatıyla ve bütün vicdanımla söylüyorum, bu sarsıcı iddia Kur’an’a tamamen uygundur.
Kur’an, deizmi teşvik eden, terviç eden bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır (…)
Kur’an, Allah’a imanda samimi insanların, yaşanamaz hale getirilmiş dinden uzaklaşmalarını onların cezalandırılmasına gerekçe yapmamakta, onların ebedî kurtuluşlarını garantilemektedir. Bu tavır, deizme onay vermenin bir başka ifadesidir.”
Yaşar Nuri, Kuran’a da iftira atarak deistlerin ebedi kurtuluşlarını garanti altına alındığını söylüyor.
Bu külliyen Kurana bir iftiradır.
Kuran, nasıl oluyor da kendisine inanmayan kitlelere kurtuluş garantisi verir?
Yaşar Nuri’ye göre, Müslümanlar dinciliğin ağır yıkımı altındalarmış ve tek kurtuluş yolu Deizm’miş.
Bir ilahiyat adamının her ne olursa olsun Müslüman’ın inancını koruması gerektiği konusunda ona nasihatte bulunması gerekirken tam tersini yapıp “deist olun” demesi onun maskesinin de düştüğünü gösteriyor.
Madem “Kurtuluş deizmdedir” diye inanıyordun bugüne kadar neden Kuran hakkında İslam hakkında kitaplar yazıp Müslümanları kandırdın?
Deizm apaçık bir küfürdür.
Bir insan peygamberlerin değil hepsine bir tanesine bile inanmazsa kafir olur. Keza kutsal kitaplara, meleklere, ahirete inanmayan kişi küfre girer. Deistler, İSLAM AKAİDİNE GÖRE KÂFİR’DİR.
Yaşar Nuri kanserle boğuştuğu ahir ömründe Müslümanları “küfre mi çağırıyor?”
Yazık ki bir ilahiyatçının ömrü böylesine boşa geçti ve Deizm kazığına ipini bağladı.

Kaynak: http://www.yenimesaj.com.tr/

Mustafa İslamoğlu’nun babası: Keşke onun babası olmasaydım

Daru’l Hikme’den Muhammed Zahid bey, Mustafa İslamoğlu’nun babası Ahmed İslamoğlu’nu ziyaretlerini anlatıyor. Okurken insanın vicdanı sızlıyor. Bir babanın çaresizliğini görüyorsunuz adeta. Nuh Aleyhisselam’ın oğlunu gemiye alabilmek için çabalaması gibi O da oğlunu delalet kuyusundan çıkarmak için gayret ediyor. Her gleenden oğlu için dua istiyor. Oğlunun bir kitabını bile evine sokmamış. Ve en acısı da: ‘Keşke onun babası olmasaydım’ demek zorunda kalıyor…

İşte o hatıra:

Ahmed İslâmoğlu Hoca’yı ziyaretimize gelince; Elhamdülillâh daha önce hiç duymadığımız şeyleri Ahmed İslâmoğlu Hoca’dan duyduk. Hoca kitaplarla dolu bir odada hasta bir şekilde yatmasına rağmen bizim geldiğimizi görünce toparlandı ve önemli nasihatlerde bulundu. Hoca’da beni en çok etkileyen sünnet-î seniyyeye olan bağlılığıydı. Şeker ikram ettiğinde, iki adet şeker alanlara; ‘Ya bir tane daha şeker al, ya da bir tanesini geri bırak. Allah tektir teki sever’ diyerek çok tatlı bir üslûpla bizleri karşılamıştı. Çayımızın şekerini nasıl karıştırmamız gerektiğinden, saatimizi sağ kolumuza takmanın daha uygun olacağına kadar pek çok konuda bizleri bilgilendirdi. Talebe olmamıza rağmen sakal bırakmamız konusunda da ciddi teşvikleri ve duaları oldu. Dedim ya hasta olmasına rağmen bizimle özel ilgilendi. Bunda kendisinin de mürşidi Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin evlâdları olmamızın payı elbette büyüktü. Yani Ahmed İslâmoğlu Hoca bizim hem büyüğümüz, hem muhterem bir hocamız hem de ihvanımızdı. Rabbimiz Hoca’ya sağlık sıhhat versin.

Ahmed İslâmoğlu Hoca’yı ziyaret ettiğimiz günler, oğlu Mustafa İslâmoğlu’nun hayli etkili olduğu, hatalı görüşleri insanlara empoze etmekte tavan yaptığı günlerdi. Kendi adıma konuşayım, Ahmed Hoca’nın oğlu Mustafa İslâmoğlu ile alakalı bir iki şey söylemesini temenni etmiyor değildim. Ahmed İslâmoğlu Hoca’nın, oğlu ile alakalı söylediklerini duyduğumuzda ben de dâhil hepimiz hem çok üzüldük, hem de tabir-î caizse ağzımız açık kaldı. Ahmed Hoca’nın, Mustafa İslâmoğlu ile alakalı söylediklerini birkaç paragrafta ele alalım;

Bilindiği gibi Ahmed İslâmoğlu Hoca, Ali Eren’e yazdığı mektupta oğlu Mustafa İslâmoğlu’nun saptığını ve insanları da saptırdığını yazmıştı. Ahmed Hoca’nın bizim yanımızda söylediklerini duyunca bu mektubun kesinlikle doğru olduğuna kanaat getirdim ve zerre kadar şüphem kalmadı. Ahmed İslâmoğlu Hoca, Mustafa İslâmoğlu’nun hidayeti için bizlerden dua istedi ve ekledi; ‘Mustafa’nın hidayeti için ziyarete gelen dostlarımdan özel dua istiyorum.’ Gerçekten de üzücü bir tablo ile karşı karşıyaydık. Hatta bir ara ‘Keşke onun babası olmasaydım’ şeklinde hepimizi derinden yaralayan bir ifade kullandı. Bir babanın evlâdı hakkında bunları söylemesi ne kadar da acı değil mi? Rabbimiz Ahmed Hoca’nın ve dua istediği zatların dualarını kabul buyursun da Mustafa İslâmoğlu’na hidayet versin.

Ahmed İslâmoğlu Hoca, Mustafa İslâmoğlu’nun kustuğu zehirlerden de bahsetmeyi ihmal etmedi. Çünkü hidayeti için dua istenilen birisinin bir şeyler yapmış olması lazım ki hidayet çizgisinden uzaklaşmış olsun ve hidayeti için dua edilsin. Öyle değil mi? Ahmed Hoca benim çok dikkatimi çeken ve sizin de şaşıracağınızı düşündüğüm şu ifadeleri kullandı; ‘Bugüne kadar Mustafa’nın bir tane bile kitabını evime sokmadım, sokmam da.’ Ardından Mustafa İslâmoğlu’nun kitaplarında kullandığı yöntemlere de değinerek kelimeleri şeytanca kullandığını, birçoklarına hiç fark ettirmeden zehrini empoze ettiğini açıkça dile getirdi. Eğer Mustafa İslâmoğlu’nun batıl düşüncelerinden dönmezse kendisiyle birlikte peşinden giden onbinlerce insanı da helâk edeceğini anlattı. Ahmed Hoca’nın anlattığı şeyler son derece önemli olmakla birlikte bir o kadar da üzücüydü maalesef…

Ahmed Hoca’nın temas ettiği bir diğer husus ise Mustafa İslamoğlu’nun tasavvufla ilişkisine dairdi. Şimdi bazılarınız Mustafa İslâmoğlu’nu tasavvuf ve tarikat münkiri olarak görüyor olabilirsiniz ve doğal olarak da; ‘Mustafa İslâmoğlu ve tasavvuf? Ne alaka?’ diye sorabilirsiniz. Mustafa İslâmoğlu sanılanın aksine baştan beri tasavvuf münkiri olan veya tarikata mesafeli duran birisi değildir. Kendi resmî sitesinde yer alan bilgide ifade edildiği gibi Mustafa İslâmoğlu küçük yaştan itibaren Yahyalı Dergâhı’ndaki manevî havayı tenefüz eden birisidir. Bildiğiniz gibi Mustafa İslamoğlu’nun edebiyatçı yönü de var. Ahmed İslâmoğlu Hoca’nın naklettiğine göre Mustafa İslâmoğlu’na mahlasını Yahyalılı Hacı Hasan Efendi vermiş, Mustafa İslâmoğlu da silsilede yer alan mürşidlerden Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi için şiirler yazmıştır. Bu bilgileri bizzat Ahmed İslâmoğlu Hoca ziyaretimiz sırasında anlatmıştır. Gelin görün ki Mustafa İslâmoğlu bugün rabıta konusunda beşik şeyhi Ferit Aydın’ın kitaplarını tavsiye edebilecek kadar yozlaşmıştır. Ahmed Hoca’nın isteği üzerine Mustafa İslâmoğlu’nun hidayeti için dua ediyoruz.

BABALARA KULAK VERİN!
Değerli kardeşlerimiz bu babalara kulak veriniz. Bakın mesela Edip Yüksel’in babası da kendi oğlunun bir mürted olduğunu açıklamıştır. Edip Yüksel’in uyarak sapıttığı Reşat Halife’nin babası da oğlunun kafir olduğu ve katlinin vacip olduğu fetvasını vermiştir.

Bu çok acı bir tablodur… Ancak bu kişileri takip edenler, bu kişileri en iyi tanıyan babalarına kulak versinler. Bir kişinin çocuğu hakkında bu ifadeleri kullanması hele hele Allah’a tevekkülde zirve olan bir insanın “keşke benim çocuğum olmasaydı” demesi çok basit bir hadise değildir. O yüzden bu insanları takip edenler bir değil bin kere daha düşünsünler.

Bu arada bizlerde Ahmed İslamoğlu’nun isteği üzerine oğlunun hidayeti için çok dua ediyoruz…

Rabbimiz, neslimizden inkârcı, küfür ehli kimse yaratmasın… Böyle acılar yaşatmasın…

www.ihvanlar.net

Dünden Bugüne, Bir Din Tüccarı Portresi
Zeki Kılıç
01 Mart 2017

“Dün dündür, bugün bu gündür” siyasetinden oldum olası nefret etmişimdir.

Dünün kanlı bıçaklılarının, bugün canciğer kuzu sarması halleri Hakk’a ve hakikate terstir, diye düşünmüşümdür hep.

Günlük politikadan hazzetmeyişimin sebebi bu olsa gerek. Zira;

Gömlek (deri) değiştiren yılanın aynı gömleği tekrar giydiği görülmüş şey değildir tabiatta.

Tüy döken bir kuşun eski tüyünü yeniden takındığı da…

Kartalın tarla faresi ile bir küs bir barışık, aslanın ceylanla bir gün dost diğer gün düşman olduğu da vaki değil.

Tanrı buyruğu gibi her şey net tabiatta; kalın, köşeli ve keskin çizgiler halinde.

Yuvarlaklık pek de özenilecek bir şey değil hani.

İnsan denen varlığın tuhaflığı bu yüzden olsa gerek…

Dış dünyada net ve berrak olan her şey insanın iç dünyasında bulanık, menfaat kelimesi bütün muadilleriyle birlikte insanın sözlüğüne girdiğinden bu yana.

Kalın çizgileri inceltilmiş, köşeleri yuvarlatılmış, keskinliği yumuşatılmış çizgileriyle insan tabiatı, kahpe dünyadan insana bir deyim aktarması gibi duruyor.

Evvela “habererk”te okuduğum sonra bir televizyon kanalında izlediğim –aralarında çok kısa süreler olan- iki adet Şevki Yılmaz beyanı niyeyse “kahpe dünya” tamlamasını düşürüyor zihnime.

Bir sürü Şevki yılmaz fotoğrafı üşüşüyor beynime.

Bağıran Şevki Yılmaz…

Hakaret eden, küfreden Şevki Yılmaz…

Öfkesi konuşmasına yansıdığından, ağzından tükürükler saçan Şevki Yılmaz.

Korkutan Şevki Yılmaz.

Allah kelamını, peygamber sözünü siyasî ve bir o kadar da dünyevî menfaatleri için eğip büken, çarpıtan Şevki Yılmaz.

Başka insanlara ve başka gruplara nefret duygusunu arttırmak için canhıraş çabalayan Şevki Yılmaz.

Bir başka örneğinin pisliğini insanımızın kanıyla temizlemek zorunda kaldığımız, siyasal İslamcı bütün hatipler gibi, sahte gözyaşlarıyla insanları ağına düşürmeye çalışan Şevki Yılmaz.

Güya “Tebliğ”de bulunan ama üslup itibariyle tebliğ esaslarının hiçbirine uymayan Şevki Yılmaz.

Allah’ın Musa (a.s)’a emri üzre hilm ile söylemeyen mesela.

Müjdelemeyen,

Sevdirmeyen,

Bir eline güneşi, bir eline ayı verseler davasından vazgeçmeyen,

Kendisine eziyet edenler için iki elini semaya kaldırıp: “Affet Allah’ım, onlar bilmiyorlar” diyecek merhamete sahip olmayan Şevki Yılmaz.

Akarın bol, şöhretin çok olduğu zamanlarda Erbakan’ı İslam âleminin lideri, halife ve neredeyse Mehdi ilan ederken, 28 Şubatla birlikte, mahpusluk ihtimalini görünce, bir dava adamı vakarıyla Yusufiye’nin yolunu tutmak yerine, “Yusuf Yusuf” hallerle gavur ellerini mesken tutan,

Tehlike bertaraf edildikten sonra yurda dönünce de ilk iş önceki Mehdisini satıp yeni Mehdi’ye yamanan Şevki Yılmaz.
Değişen hiçbir şey yok, siyahtan beyaza dönen kıl-tüy dışında.

Aynı üslupsuzluk,

Kapkara cümleler,

Yine sahte gözyaşları ile insanların duygularına oynayıp tuzağa düşürme dümeni,

Yine din tüccarlığı.

“16 Nisan zaferini müjdeleyen hadis var. Haftaya açıklayacağım” diyor.

“ Hayır diyenler ahiretini yakıyor” diyerek Tanrı yerine karar verip bir grubu toptan cehenneme gönderiyor.

İnsanları -Yaşar Nuri’nin deyimiyle- Allah ile aldatıp, Allah’ı siyasetine alet, dini menfaatine tahvil ediyor.

Dinimin yer ile yeksan edildiği,

İnancımın bir kâğıt gibi buruşturulup atıldığı hissine kapılıyorum.

O konuştukça ben kızarıyorum hicaptan.

Hicabım öfkeye dönüyor.

Bilgisayar ekranını kırasım var ya yenisini alacak param olmadığından vazgeçiyorum.

“Hafıza-ı beşer nisyan ile malûldür” atasözünü felsefe haline getirmiş her siyaset düzenbazının yaptığını yapıp, dümen kırıyor birkaç gün sonra.

İnkâr ediyor,

Başkalarına iftira ediyor,

Utançtan değil ama sahte bir öfkeden kızaran suratıyla.

Öfkelenmiyorum bu kez.

Kızmak gelmiyor içimden.

Midemin bulandığını hissediyorum.

Bir kusma hali ki dayanılır gibi değil.

“Din bu değil” diyorum.

“Bu adamın inancıyla benim inancım bir değil”.

Hareket haramzadesi, koltuk düşkünü bir kısım Balgat mukimi bu adamla birlikte ol diyor bir de bana.

Ben ne milletimi

Ne vatanımı

Ne de dinimi sokakta bulmadım.

Bir sürü “değil” ile biten cümle kuruyorum bu isteğe karşılık. En kısa ama en sevdiğim cümleyi yazıyorum size.

MÜMKÜN DEĞİL!

Kaynak: Haber Erk

Elif Çakır: Hayrettin Karaman, 'hayır' oyunu 'haram' ilan etti; neredesiniz yeşil sarıklı ulu hocalar!
14 Nisan 2017



"İnsan gerçekten hayret ediyor, seçimin dinle, imanla ilgisi yok"
(Soldan sağa) Mehmet Görmez, Ali Bardakoğlu, Said Yazıcıoğlu...
photo (Soldan sağa) Mehmet Görmez, Ali Bardakoğlu, Said Yazıcıoğlu... - A +

Karar yazarı Elif Çakır, 16 Nisan'da yapılacak halk oylamasıyla ilgili olarak "Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha 'Evet' diyerek atmak, 'farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır' kuralının çerçevesine dahildir" diyen Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman'a tepki gösterdi. Karaman'ın "hayır" oyunu "haram" ilan ettiğini savunan Çakır, söz konusu durumla ilgili olarak "din adamlarına" sessiz kalmamaları konusunda çağrı yaptı.

Çakır'ın çağrı yaptığı isimler arasında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Said Yazıcıoğlu ve Ali Bardakoğlu da yer aldı. Çakır, ilgili isimlere yönelik" yeşil sarıklı ulu hocalar" hitabını kullandı.

Hayrettin Karaman: 'Evet' demek, "Farz olanı tamamlayan her fiil farzdır" kuralının çerçevesine dâhil!

Elif Çakır'ın "Ey yeşil sarıklı ulu hocalar, neden suskunsunuz?" başlığıyla yayımlanan (14 Nisan 2017) yazısı şöyle:

Hepimizin sevip saydığı ve ülkemizin en saygın fakihlerinden biri olan Hayrettin Karaman’ın son günlerde kaleme aldığı ‘fetva’ hükmündeki yazılarını okuyunca “insan gerçekten hayret ediyor!”

Hayrettin Hoca hepimizi büyük şaşkınlıklara gark eden, tartışmalara vesile olan ilk yazısını geçtiğimiz hafta kaleme aldı. İslam tarihinde Müslüman yöneticilerin topraklarında yaşayan gayrimüslimlere, Yahudilere ve Hristiyanlara şefkat gösterdiklerini, bugünde referandumda ‘hayır’ oyu vereceklere aynı şekilde muamele edilmesi gerektiğini (sağolsun) örnekleriyle yazdı!

Prof. Dr. Hayreddin Karaman ne günübirlik yazılar kaleme alan bir köşe yazarı ne de gündelik polemiklere giren bir isim değil. Dolayısıyla ne kendisini ne de yazdıklarını günübirlik kategorisinde değerlendiremeyiz. Yazdıklarının dünyevi değil dini sorumluluğu var. Kendisinden, hele de böylesi bir süreçte, dinin politikacılar tarafından siyasete alet edilmesine itiraz eden yazılar yazması beklenirken, oldukça dünyevi bir sistem seçimini, sanki din seçimi kisvesine büründürmeye çalışarak “farz”, “affı olmayan günah” noktasına getirmesi gerçekten can yakıyor, vicdanları kanatıyor.

Özellikle dün kaleme aldığı “Neyi oyluyoruz” başlıklı yazısına bırakın din adamlarının tepki göstermesini, ortalama bir Müslümanı dahi “Yapma hocam. Bu kadarını yapma en azından” deme noktasına getirdi. Bakın ne diyor Hayrettin Hoca:

“Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha “evet” diyerek atmak, ‘farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır’ kuralının çerçevesine dahildir.”

***

Yani...

Geçen hafta “hayır” oyu vereceklere nasıl davranılması gerektiğini söyleyen hoca bu hafta da ‘evet’ oyu vermenin hükmünü yazmış: Evet oyu verilmesi ‘farz’! Yani Allah’ın tartışmasız ve kesinkes bir şekilde kullarından uymasını istediği mutlak kural.

Bu durumda ‘hayır’ oyu vermek de düpedüz günah ‘haram’ hükmünde oluyor!

Ve yine bu durumda ‘kararsız’ olmak, ‘tahrimen mekruh’ hükmünde!

Ve sandığa gitmeyenler ‘affedilmesi zor mücrim’ hükmünde!

Bildiğimiz kadarıyla oldukça dünyevi bir sistem seçimi var. Yine bildiğimiz kadarıyla bunun ‘dinle’ ‘imanla’ bir alakası yok.

Yine bildiğimiz kadarıyla, Hazreti Allah ve O’nun elçisi devlet düzeni hakkında bir model önermiş de değil. Peki, bu durumda pek gayet dünyevi bir sistem seçimi hakkında vatandaşın ‘evet’ oyu kullanmasının ‘farz’ olduğu hükmüne nasıl varabildi.

Yazısında bahsettiği ‘hedef’ nedir? Bu referandumla nasıl bir hedefe ulaşmış olacağız? Açıkça yazmıyor ancak ‘düzen’ diyerek bu hedefe de atıfta bulunuyor ama o kadarcık!

Ortalıkta ne bir dini tartışma var. Ne ümmeti Muhammedi ilgilendiren fıhki bir durum hüküm söz konusu.

Bildiğimiz Anayasa değişikliği. Hükümet sistemi değişikliği. Konuşması gereken kişiler Anayasa uzmanları! Hukukçular!

Karaman hangi gerekçe ile bu işin fetvasına soyunup, akıllara ziyan şekilde “Allah’ın kesin emri” anlamında farz kavramını kullanmakta beis görmedi acaba?.

Bakınız, bundan daha vahim olanı şudur...

Hayreddin Karaman’ın “yok artık” dedirten yazısı ile dün yer yerinden oynadı. Ancak bu tuhaf duruma asıl tepki vermesi gereken din adamlarımızdan ve ulemamızdan ses çıkmadı. Sanki hepsi dün bizim ülkeden hicret ettiler!

Ben buradan sesleniyorum...

Ey hocaların hocası ve ‘Hilafetin Kureyşliliği’ makalesiyle devlet düzeni ve sisteminin dinî referanslar taşımadığını üstüne basa söyleyen Mehmed Said Hatiboğlu hocam. Neredesiniz? Neden suskunuz?

Ey Hatiboğlu hocanın talebesi olan Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez Hocam! Söyleyin neredesiniz? Yoksa Hayreddin Hocanın söylediklerini duymadınız mı?

Ey dinî değerlerin reel politiğe kurban edilmemesine ilişkin ahlaki hassasiyetleriyle dikkat çeken, hatta bu konuda bugüne kadar Hayreddin Karaman’ın ortaya koyduğu dinî düşünce perspektifini adam akıllı sorgulayan, Yüzleşme gibi bir kitabı kaleme Ali Bardakoğlu hocam neredesiniz? Neden suskunsunuz?

***

Ey daha iki hafta önce Başbakan Binali Yıldırım’ın eski bakanlara verdiği kahvaltıda “dinin siyasete alet edilmesine” en şedit itirazı yapan, en sert tepkiyi gösteren Said Yazıcıoğlu hocam! Neredesiniz? Yok mu söyleyecek bir çift sözünüz?

Ey İslam ilahiyatının felsefî ufku, eleştirel zihin alt yapısı ile tanıdığımız Mehmet S. Aydın Hocam, siz neredesiniz?

Ey hukuk tarihi alanında geniş birikimiyle tanınan Mehmet Akif Aydın hocam, siz ne diyorsunuz bu işe! Ve ismini sayamadığım büyük hocalarımız, ilahiyatçılarımız, fakihlerimiz, müfessirlerimiz, takoz gibi kitaplara imza atan diğer âlimlerimiz…

Daha kimi sayayım, bilemedim. Kime sesleneyim, bilemedim...

Bu sessizliğin sebebini anlayamıyorum. Bir politikacı değil, bir din âlimi altı üstü bir sistem değişikliğini neredeyse “iman-küfür” noktasına getirdi. Ve fakat maalesef buna açıktan tepki koyan bir tek din adamımız çıkmadı.

Sahi neredesiniz? Bir ses verin!

(Ey yeşil sarıklı ulu hoca, hitabını Sezai Karakoç’un ‘Hızırla 40 Saat’ şiirinden aldım)
T24

Milli Gazete yazarından Hayrettin Karaman'a: AK Parti’nin faizci düzeni mi farz?
15 Nisan 2017



"ABD ve İsrail stratejik müttefikliğinin bir gereği olarak BOP'u hedefine taşımak mıdır farz olan?"

Milli Gazete yazarı İsmail Hakkı Akkiraz, "Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha 'Evet' diyerek atmak, 'farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır' kuralının çerçevesine dahildir" diyen Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman'ı eleştirdi. Akkiraz, "Burada ifade edilen 'tamamlanmak istenen farz' nedir ki onu tamamlayacak olan 'evet' tercihi farz olsun. Tamamlanmak istenen farz; AK Parti’nin 15 yıldır kararlılıkla yürüttüğü 'faizci, liberal kapitalist nizam' mıdır? Yoksa AB medeniyet projesi veya medeniyetler ittifakı, dinler arası diyalog çalışmaları mıdır? ABD ve İsrail stratejik müttefikliğinin bir gereği olarak BOP’u hedefine taşımak mıdır farz olan?" diye sordu.

İsmail Hakkı Akkiraz'ın Milli Gazete'nin bugünkü (15 Nisan 2017) nüshasında yayımlanan Kınamalara aldırmadan yanlışa hayır diyebilmek başlıklı yazısı şöyle:

Bismillahirrahmanirrahim; âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah’a (C.C.) hamd ederim. Salât ve selâm, Peygamberimize, âline ve sahabelerine olsun.

Her kul için, dünya hayatı bir imtihandır. Bir insanın önemseyeceği tek şey kulluktur. Kulluk ancak; yaratan, yaşatan, yöneten, hak ve adalet ölçülerini koyan Allah Teâlâ’ya yapılır. Kulluk bir görevdir ve bu görevin sınırları ise, Allah’ın Peygamberimize bildirdiği ve O’nun da bize tebliğ ettiği emir ve yasaklardır. Bu emir ve yasaklara uymak, insanı Allah’ın rızasına ulaştırır. Dünya imtihanını kazanıp ebedi saadete nail olmak, ancak bu emir ve yasakların tamamı olan İslam’ı “din ve düzen” olarak yaşamak ve yaşatmak ile mümkündür. Biz bunun için Müslüman’ız. Yalana kulak verenlerden olamayız. Yalana kulak verirsek kaybedenlerden oluruz. Kur’an ve sünnet; tabi olacağımız iki kaynaktır ve biz bu iki kaynağa kulak verip tabi olursak her zaman ve mekânda saadet buluruz. Müslüman sözü eylemine, eylemi de sözüne uygun olan kimsedir. Sözleri ile eylemleri arasında tutarsızlık bulunanların Müslümanlığı zahirdedir ve bu kimselerin aldanmak, aldatmak ve aldatılmaktan başka elde edeceği hiçbir istikbal olmaz. İnsanlar, cenneti de cehennemi de dünya hayatlarında yaptıkları tercihler ve verdikleri fetvalar ile kazanırlar. Yaptığı tercih ve verdiği fetvalar Kur’an, sünnet ve salim fıkha uygun olanlar cenneti, uygun olmayanlar ise cehennemi elde ederler. Müslüman’ın sahip olacağı istikametin bütün esasları FATİHA’da mevcuttur.

Bir fetva

Türkiye’de muhafazakâr demokrat siyasete destek veren bir yazar, yapılacak referandumda EVET oyu kullanmanın zarureti ile ilgili olarak şu fetvayı vermiş: “Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha ‘Evet’ diyerek atmak, ‘farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır’ kuralının çerçevesine dâhildir.” Burada ifade edilen “tamamlanmak istenen farz” nedir ki onu tamamlayacak olan EVET tercihi farz olsun. Tamamlanmak istenen farz; AK Parti’nin 15 yıldır kararlılıkla yürüttüğü “faizci, liberal kapitalist nizam” mıdır? Yoksa AB medeniyet projesi veya medeniyetler ittifakı, dinler arası diyalog çalışmaları mıdır? ABD ve İsrail stratejik müttefikliğinin bir gereği olarak BOP’u hedefine taşımak mıdır farz olan? Önemli bir fıkıh kariyerine sahip olan bu yazara soruyorum. AK Parti’nin 15 yıldır yürüttüğü faizci düzen ve bu düzenin icaplarına uygun olarak yaptığı bütün icraatlar, İslam dininin yapılmasını emrettiği farz olan şeyler midir? İnsanın yaptığı iyilikler de kötülükler de kaybolmaz. Bir kimsenin yaptığı kişisel iyilikler, müteaddi kötülüklerini örtmeye yetmez. Bir kimsenin faizciliğini kıldığı namaz ile örtemezsiniz. Bir kimsenin sağladığı destek ile ABD, AB ve İsrail’in Irak’ta, Suriye’de ve diğer bölgelerde, camide, caddede, pazarda, okulda masum insanları katletme suçuna ortak olmanın vebalini, başörtüsüne hürriyet, okullara konulan Kur’an ve Siyer dersi koyma sevabıyla örtemezsiniz. Bir kimsenin İslam inancına aykırı olarak, zalimleri veli edinmesi suçunu, kıldığı Cuma namazıyla örtemezsiniz. Bir kimse kendisiyle çelişmemelidir. Sadece devletin çeşitli kurumlar tarafından kullanılan yetkilerini Cumhurbaşkanlığı makamında birleştiren yetki devrinden ibaret bir anayasa değişikliğinin; ERDOĞAN düşmanlığı ile vatanın ve milletin bekası ile FETÖ ve PKK ile ilişkilendirilmesi, insanlığın üzerinde ittifak ettiği, bilinen hiçbir ahlaki esasa uygun bir tutum olmaz. Erdemli olmak zorundayız. Ki milletin önüne konulan bu anayasa değişikliği, AK Parti ve MHP’yi idare eden üst akıl tarafından, diğer kesimler dışlanarak hazırlanmış, kişiye özel hatalı ve riskli bir metindir. Bu ülkede sadece AK Partililer ve MHP’liler yaşamıyor. Bu ülkede Saadet Partisi’ne, CHP’ye HDP’ye, DP’ye, BBP’ye oy vermiş insanlar da var. Toplum, bütün kesimleriyle bir bütün değil midir? Kaldı ki, bu anayasa değişikliğine önemli sayıda HAYIR diyecek AK Partili, MHP’li, BBP’li seçmenler de var. İnsanlar okuduğunu anlıyor? Kimse ahmak ve aptal değildir. Toplum, AK Parti ve MHP’yi idare eden üst aklın çocuğu ve kölesi de değildir. Mademki bir değişikliği halkın onayına sunuyorsunuz, arzu etniğiniz neticeyi korkutarak, tehdit ederek, hainlikle suçlayarak almaya kalkışmanız yanlış olur ve kardeşliğe sığmaz.

Çok başlılık

Bir de çok başlılık edebiyatı yapılıyor. Gerçekten devletin birden fazla başı mı var ki bu baş bire indirilmeye çalışılıyor? Mevcut anayasaya göre devletin başı, halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı değil midir? Mevcut haliyle de Cumhurbaşkanı bir görevlendirme yapmadan hükümet kurulabiliyor mu? Yine Cumhurbaşkanı’nın onayı olmaksızın TBMM’nin çıkardığı kanunlar yürürlüğe girebiliyor mu? Yine devletin önemli makamlarında görev yapacak bürokratlar Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanmıyor mu? Arzu ettiği zaman Cumhurbaşkanı hükümete başkanlık etme yetkisine sahip değil mi? Başbakan Cumhurbaşkanı’nın onayı olmadan bakan atayabiliyor mu? Nerede çift başlılık gösterin bir bakalım. Kimden ne kaçırılmak isteniyor da bu değişiklikler yapılıyor? Bu yazar, çok başlılık konusunu da maksadını aşan bir değerlendirmeye tabi tutarak milleti yanıltmaya çalışıyor. Hâlbuki ilim adamlarının temel görevi halkı yanıltmak değil, doğru bilgilendirerek aydınlatmaktır. Kelimeleri yerinden oynatarak halkı yanlışa yönlendirmek veballi bir şeydir. Bunu da en iyi bilecek olanlardan birisi de bu yazardır.

Olmuyor, uymuyor

Giresun’da HAYIRCILAR ile ilgili olarak; “Hayırcı yokluktur, hayırcılar sefalettir, hayırcılar ne yazık ki Kandil’dir, İmralı’dır” denmiştir. Bu beyanlardan sonra, millet olarak bu kamplaştırıcı dilin şerrinden korkuyor, endişeleniyor ve tedirgin oluyoruz. Ve Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nu dinleyince, endişelerine hak veriyor ve rahatlıyoruz. Saadet lideri, bu anayasa değişikliğinin ileride doğuracağı sıkıntıları görmüş olacak ki HAYIR sonucunun Türkiye ve Erdoğan’ın geleceği için daha hayırlı olacağını söylüyor. Biz yanlışa EVET demeyenlerdeniz. Selam hidayete tabi olanlara…

Millî Gazete

Ahmet Hakan'dan Zafer Çağlayan'a: "Hem Allah hem de 45–50 milyon Euro sizinle birlikte olmaz, olamaz. Birinden birini seçmek zorundasınız"
07.12.2017



KANAL D HABER’DE ZAFER ÇAĞLAYAN’A ŞÖYLE SESLENDİM

DEDİM Kİ:
Sayın Zafer Çağlayan...
Kendinize ayetle seslenmişsiniz.
Demişsiniz ki: Üzülme! Allah bizimledir.
Sayın Zafer Çağlayan...
Hem Allah hem de 45–50 milyon Euro sizinle birlikte olmaz, olamaz.
Birinden birini seçmek zorundasınız.
Ya 45-50 milyon Euro’yu seçip Allah’ı bu işlere karıştırmayacaksınız.
Ya da Allah’a sığınmayı seçip 45–50 milyon Euro konusunda hepimizi ikna edecek bir açıklama yapacaksanız.
Başka türlü olmaz.
Çünkü “Allah” ile “45-50 milyon Euro” yan yana ve bir arada durmaz, duramaz.
Evet.
Aynen böyle dedim.
*Sonuçta ne mi oldu?
Hiçbir şey.Zafer Bey’den yine tek bir kelime bile gelmedi.
Oysa kaç gündür bekliyoruz bir açıklama yapmasını. 

Yazının tamamı için tıklayın: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-hakan/yedi-adet-bomba-gibi-reza-sorusu-40670244 

Ertuğrul Özkök: Zafer Çağlayan bal gibi rüşvet almış kardeşim
06 Aralık 2017



"Bak kardeşim, son yıllarda bu 'Allah’la aldatma' yöntemlerini çok gördük..."

Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın, WhatsApp profil resmini Kuran-ı Kerim'de geçen Tevbe Suresi'nin 40'ncı ayeti "Üzülme! Çünkü Allah bizimledir" sözleriyle değişmesi hakkında yazdı. Eski Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla'nın tutuklu olarak yargılandığı davada tanık olarak ifade veren Türkiye ve İran vatandaşı iş adamı Reza Zarrab'ın ifadesinde Zafer Çağlayan hakkında söylediği "45-50 milyon euro rüşvet verdim" sözlerini hatırlatan Özkök, "Müslüman adam, Allah’a inanan adam rüşvet almaz...” İyi de almış arkadaş... Bal gibi almış... Bak kardeşim, son yıllarda bu “Allah’la aldatma” yöntemlerini çok gördük..." yorumunda bulundu.

Ertuğrul Özkök'ün "Zafer kardeşim lütfen Allah’ı karıştırma bu işe" başlığıyla yayımlanan (6 Aralık 2017) yazısının bir kısmı şöyle:

ARKADAŞ sakal bırakmış...

Façayı da ona göre ayarlamış...

Yani tam bugüne uygun mütedeyyin bir mostra...

*

Sonra da WhatsApp hesabına Arapça bir laf...

Demek istediği açık...

“Arkadaş ben Müslümanım, Allah’a inanan bir müminim...”

*

İstiyor ki cümlenin arkasını sen tamamla...

Yani de ki...

“Müslüman adam, Allah’a inanan adam rüşvet almaz...”

İyi de almış arkadaş... Bal gibi almış...

*

Bak kardeşim, son yıllarda bu “Allah’la aldatma” yöntemlerini çok gördük...

Bak adam “45-50 milyon Euro rüşvet verdim” diyor...

Üstelik bir de senin adını veriyor...

“Ona verdim” diyor...

*

Yani sen sen ol, Rabbimizi bu işe karıştırma...

Hem kimse yutmaz, hem de çok günaha girersin...

Hürriyet
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Arl 07, 2017 11:28 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Tem 25, 2017 9:48 pm    Mesaj konusu: EBUBEKİR SİFİL CANER TASLAMAN TARTIŞMASI VESİLESİYLE Alıntıyla Cevap Gönder

“İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞ”A DAİR: 3 – KURÂN MÜSLÜMANI
Selim GÜRSELGİL
26 Ağustos 2017

“KUR’ÂN MÜSLÜMANI – I”

Yaşar Nuri ve Edip Yüksel‘in sapkın mezhebine taraftar olanlar, kendilerini diğer Müslümanlardan ayırarak, kendilerine “Kur’ân Müslümanı” diyorlar.

Bunları komik bir paradoks kuşatmıştır ki, dişi akrep gibi ilk visalin ardından kendi kendilerini öldürüyorlar. “Kur’ân’daki Din – Kur’ân’daki İslâm” diye kitablar yazıyorlar ve ilk bakışta kulağa hoş geliyor. Ama dikkat edince yazdıkları kitablar kendi fikirlerinin imhâsı mânâsına geliyor.

Kur’ân, onların yazacağı kitabla açıklanması gerekiyorsa, onun adı “Kur’ân’daki din” olmuyor ki; bu, “onun kitabındaki din” oluyor. O da vahiy olmadığına göre, iş yine zanna, içtihada, reye dayanıyor.

E iş yine mezhebe (reye, içtihada, görüşe) geliyorsa, ben niye İmâm-ı Azam varken onun içtihadına (!) uyayım?

Şunu sorayım basitçe: Niye bu kadar davarsınız olum siz?

12 Kasım 2012

“KUR’ÂN MÜSLÜMANI – II”

Özde değil sözde müslümandır. Namazın 5 vakit ve orucun 30 gün olduğunu asla bilemeyecektir. Bunlar Kur’ân’da geçmiyor. Hadi buldun, zorladın, çıkardın, vakit, niyet, abdest hiçbiri yok…

Ee, daha neyin palavrasını sıkıyorsunuz ki siz? Hadisler yoksa İslâm diye bir şey de yok!

12 Kasım 2012

HADİSLERE İNANMAYAN MÜSLÜMAN – I

Bak hâlâ benim soruma cevap vermiyor, boş kafasıyla vır vır ediyor:

– Hadis yoksa namazı nasıl kılıyorsun, aloo? Abdesti nasıl alıyorsun? Kur’ân’da bunların açık tarifleri yok. Hadislerin iyi yanlarını mı alıyorsun?

Bunlar Hollywood müslümanı. Müslüman demeye dilim varmıyor ya, ben müslümanım diyene de Müslüman değilsin diyemiyorsun.

13 Kasım 2012

HADİSLERE İNANMAYAN MÜSLÜMAN – II

Ağzımda tüy bitti ama anlamak isteyen yok. Çok afedersin ama;

– Hadis yoksa namazı nasıl kılıyorsun? Abdesti nasıl alıyorsun? Cenazeni nasıl gömüyorsun? Hadislerin iyi yanlarını mı alıyorsun?

Benim başka sorum yok, sanığı değerli jüri üyelerine bırakıyorum.

Hadi bırakmayayım: Şimdi bunlar “namazla niyazla işimiz yok” diyemiyorlar; çünkü Kur’ân’da namaz emrediliyor. Hadislerden ve mezheblerden alsalar, o zaman da “Kur’ân müslümanı” olamıyorlar, mezheblerini kendileri yalanlamış oluyor.

Geriye bir tek şey kalıyor: Kur’ân’da namaz diye geçen “salât” kelimesinin aslında lûgat anlamı şöyledir, aslında namaz diye bir şey yoktur; lâfı buraya getirmek… Traş hattı!

13 Kasım 2012

HADİS DİNİ – I

Buradaki kullanıcılardan biri literatüre soktu bu kavramı. Belki sosyolojide bir yeri, bir karşılığı olabilir; ama dinde hiçbir anlamı yok. Hadisle amel etmiyorsun ki, fıkıhla ediyorsun.

Hadis dini, âyet dini, Kur’ân dini, Kur’ân’daki İslâm vs gibi kavramları çok duyuyoruz son senelerde. Bunların bilerek veya bilmeyerek din düşmanlığından başka mânâsı yoktur. Edille-i şeriyye dörttür: Âyet, hadis, icmâ, kıyas… Bunlardan birini yıktığın zaman, dini yıkmış olursun. Din bu yönüyle sistematik bir bütündür.

Aslında bunu söylerken, günümüzün curcunası içinde bu gerçeği anlayanların pek kalmadığını ve aslında havanda su dövdüğümü biliyorum. Çünkü gerçekten ortalığın ağzına ettiler. Mezheblere saldırıyla başladı her şey: Onları ortadan kaldırmanın kişiyi daha dindar yapacağını söylediler. Sonra hadislere geldi sıra: Şimdi onların da çok mantıksız olduğunu, âyetlerin daha mantıklı olduğunu savunan kesimler çıktı.

Hâlbuki baktığın zaman, tam aksine izlenim uyanır: Hadis, beşer lisanına ve mantığına daha yakındır âyetten… O bir yana, Kur’ân’ın birinci muhatabı sen değilsin ki, ona istediğin türlü el at ve kendi mantığına uygun din yap… Kim? Allah Sevgilisi… O olmasaydı Kur’ân olur muydu? O gayrı şahsî bir telgraf şebekesi değil ki canım! Âyetler, sana bana değil, O’na indi ve O, onların ilk muhatabı olmak bakımından, hayatın dinamik yapısı içinde hemen oradan aldığını izhar etti, “ilk uygulama”yı gösterdi. (Hadisin dayanağı budur.)

Bunların sistematize hâle getirilmesi, neyin neye nisbetle söylendiğinin ölçülendirilmesi ve bu ölçülendirme üzerinde ümmetin ittifak etmesi ile (icmâ) hak mezheblerin temeli ortaya çıktı. Ve dikkat edin, mezheblerde, onların temel noktalarında birbiriyle hemfikir olanları olan Hak mezheblerde bile, bazı gamızalarda ihtilâf vardır. Çünkü âyet ve hadis üzerinde kesin tayinde bulunulamaz. Bu budur diyemezsin. O senin boyunu aşar. Diyemediğin için de “en yüksek kesinlik ihtimâli”ni ortaya koyanlara uyarsın. (Her mevzuda, her şey hakkında olduğu gibi!)

Böylece fıkıh ortaya çıktı. Ve yine hayatın dinamik yapısı içinde, her zaman yeni meseleler doğdu. Bunların doğrudan doğruya Kur’ân’da ve sünnette yeri tesbit edilemedi. Dikkat edin, hâlâ 1300-1400 sene öncesinden bahsediyorum. Yeni meseleler ortaya çıktı ve bunlar hakkında apaçık âyet ve hadis hükümleri bulunamadı. Bunlar da hakkında hüküm bulunan konulara nisbet edildiler. Fıkıh âlimleri tarafından… “Kıyas” diyoruz ona da; veya “kıyas-ı fukahâ”; fakihlerin kıyasları…

Din, hep böyle nisbet içinde bir dinamizm belirtir. Daha o zaman bile yeni meseleler ortaya çıkması karşısında bu türlü bir sistematik kurulmuşsa, bugünden bakıp, “ben âyetle amel ederim, ben hadisle amel ederim” diyenlerin nasıl bir hezeyan içinde oldukları görülür. Yahu senin hayatında, âyette ve hadiste açıkça yerini bulamayacağın bir dünya şey var; sen bunlar hakkındaki tefekküre giden yolu baltaladıktan sonra, âyet veya hadisle nasıl amel edeceksin? Dalga mı geçiyorsun?

Aslında pek çoğu, dalga geçtiğinin de farkında değil. Sabah akşam hadislere ve mezheb imamlarına atıp tutarlarsa dinî bir şey yaptıklarını zannediyorlar. Oysa bu mevzular, onlara ihtiyaç kalmadan çoktan hâlledildi. Her devir, ayrı ihtiyaçlar doğurur. Her devir, bir İslâma Muhatap Anlayış gerektirir. Her çağın meseleleri ayrı ayrıdır. Hayat nasıl daima yeniyse, din de öyledir. Hani Mevlânâ‘yı hatırlayın – nasıldı o söz:

-“Eski pazar dağıldı, yeni pazar kuruldu… Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım!“

Öyle ya, o günden bugüne insanlar arasında binbir mesele doğmuş, binbir ilim, binbir sanat doğmuş; psikolojisinden sosyolojisine, materyalizminden kübizmine neler; ama sen hâlâ Ali-Muaviye didişmesinden, zayıf hadis kuvvetli hadis münakaşasından çıkamamışsın. Ve bunu da dinî bir şey yapmak zannediyorsun. Onu yapan yaptı, senin orada buradan yapacağın bir şey yok!

Bu sefil anlayıştan iki tip insan doğuyor: Birisi, İslâm dünyasında bol örneğini gördüğümüz, ülkemizde de az görmediğimiz, bazı ilkel adamlar… İkincisi, dinî sorumluluğu sırtından atmış, onun yerine kalkıp İslâm tefekkürü kurmaya çalışan bazı modern ilahiyatçılar, müçtehid taslakları… Ve bu ikisi arasında düzinelerce yeni fraksiyon ve ton farkı!

Arkadaş, sen hadisleri kaldırıp attın; onlarla nasıl amel edileceğini gösteren mezhebleri kaldırıp attın; onlarda hangi hikmetler bulunduğunu söyleyen Muhiddin-i Arabî‘yi, İmam-ı Gazalî‘yi, İmam-ı Rabbanî‘yi kaldırıp attın; ferdî oluş ve eriş yönünü tamimleştiren bütün bir tasavvuf külliyatını aradan çıkardın ve “bid’at” saydın… Ee, İslâm tefekkürünü nasıl kuracaksın? Tasavvuf olmadan tefekkür olur mu? Neye göre ne? Kur’ân’da psikoloji, antropoloji zâhir ölçüsüyle yok ki! Bunlar çekirdekler halinde tasavvufta var. O olmayınca tefekkür de olmuyor nitekim… (Zaten tefekkür olması bu tiplerin itikadına aykırı!) Dön dolaş aynı yer, dön dolaş aynı yer… İslâm, sen 1400 sene boyunca abdestin sünnetlerini tartış diye indirilmedi ki! O iş konuşuldu ve halledildi. İslâm zamanı bütünleye bütünleye, her çağın ihtiyacına cevap vere vere geldi.

İslâm, kökü ezelde ve dalları ebedde olan bir ağaçtır. Bir tek kitabdan, Kur’ân’dan çıkmış, sünnetle gövdelenmiş, mezheblerle dallanmış ve tasavvufla çiçeğe durmuştur. O çiçekler arasından sonsuza dek bütün ilimlerin, fenlerin ve sanatların meyveleri devşirilir. Sen bu meyveleri devşirmek dururken, yok gövdeyi keselim, yok dalları kıralım, yok çiçekleri dökelim dersen, o ağaçtan nasibini alamazsın!

14 Kasım 2012


HADİS DİNİ – II

Dünden beri çok yoğun mesaj aldım, bazı yorumlardan dolayı; onların azımsanmayacak bir kısmı da benim “hadis yoksa namazı nereden biliyorsunuz?” dememe karşılık, şöyle cevap veriyorlardı:

– Hadis başka sünnet başkadır!

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Hadis, sünnetin haberidir, havadisidir zaten. Hadisleri attığın zaman sünneti kimden öğreniyorsun? CNN İnternational’dan mı? Öyle ya, hadisleri aradan çıkararak sünnetten haber veren yeni bir portal mı çıktı da ben mi bilmiyorum?

Sünnet başka hadis başkaymış… Not ettim kenara. 100 gün her sabah aç karına tekrarlarsam belki ben de sizin kafaya erişirim. Bir şey soracağım yalnız: Gülünce bilinç bozuluyor mu?

14 Kasım 2012
Adımlar Dergisi

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 11 – KÂİNATIN EFENDİSİ
13 Kasım 2017



KÂİNATIN EFENDİSİ – I

“Kâinatın Efendisi”, Sünnet ve Cemaat Ehli büyüklerinin, özellikle tasavvuf ehlinin Allah Sevgilisi’ne bakışlarından doğmuş bir kavramdır. İslâm dışı çevrelerin veya onlarla aynı kafada ama ters yönde simetriği olan mezhepsizlerin bunu anlamasını beklemiyoruz.

Ben zaten burada işin tasavvufî boyutuna girmeyeceğim; yani niçin öyle söylendiğine… Bunun için diyebileceğim tek cevap var: Öyle olduğu için!.. Ama kafa karıştırıyorlar ya, gelsinler, dil bilgisi dersi vereyim:

Şimdi bunlardan biri bir laf ediyor, hepsi koro halinde aynı şeyi tekrarlıyorlar. Özellikle mezhepsizlerden yüzüncü defa duyuyorum, özel mesajlar da atmışlar. Efendim, “Âlemlerin Rabbi” ifadesiyle “Kâinatın Efendisi” ifadesi aynı şey değil miymiş?

Yahu arkadaş, sizin içinizde işin içyüzünden haberdar olan bir tek Allah’ın kulu yok, anladım da, hiç Türkçe ile Arapça’yı bir arada bilen de mi yok? Hâlbuki çok basit bir bilgidir bu:

– Türkçe’ye Rumca’dan geçmiş olan “efendi” kelimesi, Arapça “rabb” kelimesinin değil “seyyid” kelimesinin karşılığıdır. Sen Allah’a “efendim” diye mi dua edersin, salak!.. Seyyidülbeşer: İnsanlığın efendisi… Seyyidülkâinat: Yaratılmışların efendisi… Yani en üstünü, en seçkini, önderi!..

…..

Ya gidin başımdan, sizin yüzünüzden ego yapıyorum lan burda… Hâlbuki tevazu adamıydım ne güzel; ensesine vur lokmasını al, ağzı var dili yok… Bak ne oldu şimdi?

19 Şubat 2013

KÂİNATIN EFENDİSİ – II

Çattık yâ hû!

Dostum, ben açıklayamam falan demedim. Açıklarım da siz alamazsınız. Bin kere aynı şeyleri dönüp dolaşıp tekrar ederiz. Saat olmuş 2.15, uğraşamam…

Tasavvuf niçin gerekli, o biter, din niçin gerekli… Bunlar herkesin kendinin cevabını bulması gereken sorular, kendi derdinizi bana niye yıkmaya çalışıyorsunuz ki?

Ama insanlık öldü mü, noolur açıkla derseniz, tamam, kıyağım olsun, kötü bellemeyin o kadar da beni: Aşağıda…

19 Şubat 2013

PEYGAMBERİMİZDEN, “EFENDİLER EFENDİSİ” DİYE SÖZ ETMEK

O, sadece bir peygamber değil, aynı zamanda “Peygamberler Peygamberi” olduğu için “Efendiler Efendisi” demek de yersiz bir hitab değildir.

“Kâinatın Efendisi” bence daha şık… Üstelik iyot gibi açığa çıkarıyor sahte ile gerçeği…

18 Şubat 2013

PEYGAMBER’E, “EFENDİMİZ” DEMENİN ŞİRK OLMASI – I

Bu başlık hayatımda gördüğüm en büyük camışlıklardan biri. Hiç mübalâğa etmiyorum: Bunu diyen hakikaten camıştır lan, mecazen değil yani.

Olum bak ben çeşitlendireyim isterseniz daha;

– Hazret-i Ali Efendimiz,

– Balıkesirli Mehmed Efendi,

– Kapıcı Rıza Efendi,

– Hanımefendi, beyefendi…

Bunlar da şirk mi lan?

Çöktürmeyin reformunuza!

9 Temmuz 2014

PEYGAMBER’E, “EFENDİMİZ” DEMENİN ŞİRK OLMASI – II

Sormak istiyorum:

Kur’ân’dan mı çıkarıyorsunuz siz bu hükmü? Hangi âyette geçiyor, Peygamber’e, “Efendimiz demeyin, şirktir!” diye? Hani siz her şeyi Kur’ân’dan yapıyordunuz, hadisleri, mezhepleri tanımıyordunuz?

Ama siz benim sorularıma hiç cevap vermiyorsunuz? “Bişey olmadı kii” deyip vıdı vıdıya devam ediyorsunuz.

Etinizden hüküm uydurmayın şerefsizler. Yeter bu gençleri zehirlediğiniz. 40 senedir, 50 senedir aynı konular. Her gözünü açan da sanki kendi bulmuş gibi üstüne atlıyor.

İslâm’ı dıştan yıkan kâfire de içten yıkan kâfire de geçit vermeyeceğiz. Haberiniz olsun!

9 Temmuz 2014

PEYGAMBER’E, “EFENDİMİZ” DEMENİN ŞİRK OLMASI – III

Davarın reformistlerinin kuyruklarının altından hüküm uydurmasına şahid oluyoruz. Lâfa gelince her şeyi Kur’ân’dan yapıyorlar ama, işe gelince demagojinin “efendisi”ni kimseye kaptırmıyorlar. Hani lan konuyla ilgili Kur’ân’dan âyet? On kere mi soracağız?

Bak, mandaya bak, nasıl kıvırıyor şimdi! “Efendi” demek kesin şirk olmayabilirmiş ama, “Kâinatın Efendisi” demek kesin şirkmiş, bunu diyen müslüman değilmiş… Daha demin “efendi” demek, “rabb” demek diyordun hıyar ağası, ne ara efendi meşru oldu da kâinata atladın?

Bunlar benim, hemen hemen 25 senedir bu camiadayım, belki 100 kere duyduğum laflar. Kelimesi kelimesine değişmez. Virgülün yeri bile değişmez. Bunları gençlere öğretip önümüze sürerler. Ve bu gençlerden artık hayır beklemeyin. Ömürleri “İslâm’ın yanlışları“nı düzeltmekle geçer.

Belki yüzüncü kere duyduğum basmakalıp, ne söylediğini bilmeden, ezbere tekrarlanan bir laftır şu:

– “Kâinatın Efendisi” demek, “Âlemlerin Rabbi” demektir. Öyle demek şirktir.

Lan şimdi hani bi laf var, döver misin sabah mı bırakırsın? Burada bile arasan 10 kere yazılmış görürsün, ama mandaya manda olduğunu anlatamazsın.

Salak herif, sen zaten bu mevzuyu, “Efendi demek Rabb demektir!” diye açtın. Şimdi kıvırdığın halde neyin davasını sürdürüyorsun? “Efendi demek şirk olmayabilirmiş; ama”… Tövbe estağfurullah ya, adamı günâha sokacaklar.

Bak çocuk!

Ne din bilirsin, ne dil bilirsin. Küçücük aklının ermediği mevzularda gelip burda ahkâm kesme… “Kainatın Efendisi” kelimesi, “Seyyid’ül Kâinat“ın karşılığıdır. “Âlemlerin Rabbi” değildir. “Efendi”, burada “seyyid”in karşılığı olarak kullanılan, Rumca’dan Türkçe’ye geçme bir kelimedir. Birine “seyyid” demek şirk olmadığı gibi, şıktır.

İkincisi;

“Kâinatın Efendisi”, “yaratılmışların seyyidi” demektir. Bunda bir beis yoktur. Tam aksine, hakikatin ta kendisidir. Senin “efendilerin” bunları böyle makara kukara konuşup sanki dinî bir şey yapıyormuş izlenimi vermek için, Hadis-i Kudsî’leri reddederler. Kâinatın, Allah Sevgilisi‘nin yüzü suyu hürmetine yaratılmış olması, onların küçük akıllarına sığmaz.

Üçüncüsü;

Az “efendi” olun. Çöktürmeyin reformunuza!

10 Temmuz 2014

PEYGAMBER’E, “EFENDİMİZ” DEMENİN ŞİRK OLMASI – IV

Sözlük ateistlerinin açtığı, selefîlerin de sündürdüğü bir konu oldu bu. Dün geceden beri (şu ân bile tartışma hâlindeyim), başımın etini yiyorlar; tamam ateist olabilir ama adam haklı, “efendimiz” dememek lâzım, o bizim arkadaşımız falan diye…

Ben de salak gibi burada gelenekçi, akıldışı, atarlı, softa görünmek pahasına onlara karşı durmaya çalışıyorum. Ateistlerle Selefîler din reformu yapıyor; ben bir İbdacı olarak, onlara karşı gelmeye çalışıyorum.

İslâm’ı rasyonalize etmek isteyen, bir akıl dini kurmak dâvâsında olan kimseler, elbette maça 1-0 önde başlıyor. Çünkü daima ilk saldırıyı onlar yapıyor ve ilk golü onlar atıyor. Ben ancak onlar saldırdıktan sonra cevap verebiliyorum. Yoksa benim başlangıçta onlarda saldıracağım bir şey yok ki! Ciddiye alınacak bir tarafları yok ki! Bu yüzden saldırıyor ya zaten…

İşin saçmalığı başından belli… Bu dengesiz ve adaletsiz bir mücadele… Militan gururum olmasa hemen pes edip gideceğim de, bu haksızlığı kabullenemiyorum yine de.

O kadar öküzler ki, şunu bile on kere söyledim, anlamıyorlar: Bir kadına “hanımefendi” demek, “hanımların rabbi” demek midir, dolayısiyle şirk midir? “Efendi efendi yerinde otur” deyince, sümme hâşâ, lâf olmadık yerlere mi gidiyor?

Defolun gidin lan başımdan. Çöktürmeyin reformunuza!

10 Temmuz 2014

HAZRET-İ M…….’İ HAZRET-İ İSA GİBİ TANRILAŞTIRMAK

Tanrılaştırmak diye bir şey yoktur. Ama tanrılaştırılmamak, ilâhlık vasfedilmemek kaydıyla ne kadar yüceltilse azdır.

Bunu da izâh etmeye gerek yok herhâlde;

Çünkü insan örneği – İde İnsan!

Yaratılmışların Efendisi – Halife!..

18 Kasım 2012

HAZRET-İ M……. EŞİTTİR ALLAH

Öyle bir şey yok, onu da nereden çıkarıyorsunuz? Bu bir hasedliktir; müslümanların Allah Sevgilisine olan sevgileri ve hürmetlerine olan hasedlik.

Bu hasedlikte ateist arkadaşlarla reformist arkadaşların ortaklık ettiğini görmeye şaşırıyor muyuz? Hayır. Onlar zaten İslâm’a karşı hep ortaktılar. Hiç çıkmadılar ki ortaklıktan. Onların İslâm’a bakışlarını belirleyen aynı görüşlerdir. Hiç değişmez bunlar. İcabında en mutaassıp Selefîlerle en koyu dinsizlerin İslâm’a karşı temel argümanları birdir.

Çünkü aynı kaynaktan besleniyor. Ve bu kaynaktan beslenen fikirler, kendi kanaatleri bakımından birbirinden çeşitli farklılıklar gösterseler de, İslâm’da yapmak istedikleri reform hemen hemen aynıdır. Mezheplere saldırırlar, hadislere saldırırlar, Hadis-i Kudsî’lere saldırırlar, kabirlere saldırırlar, tasavvufa saldırırlar, şefaat gibi, nüzûl-ü İsa gibi birtakım inanç esaslarına saldırırlar, Allah Resûlü‘ne, “Peygamber Efendimiz” denilmesinden huzursuz olurlar.

Bunların dâvâsı sadece saldırmak, karalamak, inanç ve bağlılık temellerini yıkmaktır. Yoksa getirdikleri yeni bir şey yoktur. Yeni bir namaz mı getiriyorlar? Hayır! Yeni bir oruç mu getiriyorlar? Hayır! Aralarından namaz kılanları (niye kıldıklarını da anlamış değilim ya!), küfür edip durdukları İmam-ı Âzam‘ın içtihadıyla namaz kılıyor. Veya hayatı bunlara karşı savaşmakla geçmiş Ahmed bin Hanbel “Efendimiz”in… Mezhep düşmanı İslâmcılık eşittir, “fala inanma falsız kalma” diyen çaçaron sekreter ideolojisi!

İslâm’da reform meselesi, Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli gündeme gelmiş bir meseledir. Çok uzağa gitmeye gerek yok, 28 Şubat’ın da baş gündem maddelerinden biriydi. Paşalar reform yapacaklardı. “Türk müslümanlığı” kuracaklardı. Ortaya attıkları fikirlerin, Mustafa İslamoğlu‘nun bugün “şeriat” felan diye savunduğu fikirlerden pek farkı yoktu. Temel noktaları yukarıda saydığımız şeylerdi. `Bir akıl dini yaratmak` dâvâsıydı. Tek farkı, işin içine Alevîleri de katıp, onları da birleştirip, bunu -gûya- millîliştirmek istemeleriydi.

Alevîler dedim de… Bilindiği gibi, kökeninde İslâm tasavvufu vardır. Ama bir yönü de İslâmdışı Batınîliktir. Şimdi bize Allah Resûlü‘nü seviyoruz diye çatanlar, oraya bakmazlar ama: Batınîlerden bazıları `Hazret-i Ali eşittir Allah` der. Bazıları `Hazret-i Ali Peygamber’den üstündür` der. Bazıları `Atatürk, Hazret-i Ali’nin reenkarnasyonudur` der. Bazıları Beşşar Esad‘a secde eder ve ettirirler. Karışık bir iştir Batınîlik… Oysa bizim yolumuz ne kadar net ve açık, öyle değil mi:

-“Allah’tan başka ilâh yoktur ve M……. O’nun kulu ve elçisidir!“

Noktalı yerleri hürmeten belirttim. Artık nasıl yorumlayacağınız size kalmış. Sözün tamamına bakıp susar mısınız, yoksa hürmetimi hasedlik edip, “vaay, demek müşriksin!” mi dersiniz, bilemem. Benim bildiği tek şey vardır:

– İslâma muhatap anlayışın yenilenmesi dâvâsı içinde İslâm’da reforma geçit yoktur. İster mutaassıp olsun, ister dinsiz, reformculuğun tüm fakültelerine dünyayı dar edeceğiz!

11 Temmuz 2014

Selim GÜRSELGİL

Kaynak Adımlar Dergisi
Etiketler:
ADIMLAR ADIMLAR DERGİSİ Allah Resulü din fikir gündem haber ibda İslam KÂİNATIN EFENDİSİ selim gürselgil sistem siyaset

Selim GÜRSELGİL: İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞA DAİR: 14 – BAZI SAHABELER
10 Aralık 2017



Ebu Zerr-i Gıfarî

Ebu Zer Hazretleri ilk Müslümanlardan. Baştan ayağa zühd, vecd ve aşk kesilmiş bir imân heykeli. Kâinatın Efendisi’ni ilk gördüğünde, O’na şöyle hitap ediyor:

– Selâmünaleyküm!

Ve bu selâm, Müslümanlar arasında musafahanın alâmeti oluyor. İlk söyleyen Ebu Zer Hazretleri…

Allah’ın Resûlü tarafından çok sevilen ve “İslâm’ın Mesihi” diye adlandırılan Ebu Zer Hazretleri, Hazret-i Osman’ın halifeliği döneminde Şam’da, Şam Valisi Muaviye’yi zenginlik ve gösterişle itham edip muhalefete başlıyor. Muaviye bu büyük sahabe ile başa çıkamıyor ve onu Halife Osman’ın yanına, Medine’ye gönderiyor. Halife ile Ebu Zerr arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

– İnsanlar zenginleşiyor, mal ve mülke rağbet ediyor. Hâlbuki Kur’ân ve Sünnette bu eğilimin ne kadar kötülendiğini bilirsin. Niçin emretmiyorsun da onlar ihtiyaçtan fazla mallarını ihtiyaç sahiplerine dağıtsınlar.

Halife Osman, “zühd zorla olmaz” diyor. “Ben Allah Resûlü’nden görmediğim bir şeyi yapamam” diyor. Nihayet Ebu Zerr, ben bunları görmeye dayanamayacağım diyerek Rebeze köyüne inzivaya çekiliyor. Halife Osman ona birkaç keçi, birkaç koyun geçimlik olarak veriyor. Fakir bir hayat yaşayan Ebu Zerr Hazretleri öldüğünde de çoluk çocuğuna sahip çıkıyor.

….

Şimdi bu tablodan yangın çıkar mı? Bakalım:

Ebu Zerr Hazretleri itirazında haklıydı. Mal ve mülk, servet ve para, her imanı bozar, her davayı lekeler, her ahlâkı çürütür. Müslümanların bunlara rağbet etmeye başlaması, Müslüman ahlâkını bozmuştur.

Ancak Hazret-i Osman’ın reyi, daha kuşatıcıdır. Çünkü İslâm’ın zühdü övdüğünü bilmekle beraber, insanları zühde zorlamayı emretmediğini de belirterek, bu mevzudaki ölçüye sadık kalmıştır.

Günümüzde bu dava çok büyütülüyor. Biliyorsunuz, son zamanlarda İslâm’ın “infak” sözünü diline dolayan ve her cümlesine “infak” diye başlayan kesimler de ortaya çıktı. Bunlar, İslâm’ın zekât emrini bile yetersiz buluyor, hatta tanımıyorlar. Zekâttan söz edenlere “şirk dini mensupları, müşrikler” diyorlar. “İnfak o şeydir ki, İslâm’ı sosyalizmin aynı yapar. Kur’ân neyse Das Kapital odur” demeye getiriyorlar.

İnfak nedir, infak? İnfak, malını ve mülkünü Allah yolunda harcamaktır. Ashab-ı Kirâm’ın yaptığıdır. Mal biriktirmeye, zenginleşmeye kıymet vermemek, eline geçeni Allah yolunda ve ihtiyaç sahipleri için sarfetmektir. İnfak özünde zühddür ve zühd övülmüş bir şeydir; ama zühd’de zorlama yoktur.

Zekâtta zorlama olur mu? Olur. Zekâtını vermeyene kılıç çekmek de, zekât için kan dökmek de caizdir. Ama infak için bunları yapamazsın. İnsanları infak yapmaya teşvik edebilirsin. Ama onların malına, mülküne zorla el koyamazsın. İslâm’da bu yoktur. İslâm mülkiyeti ve sermayeyi sınırlar ve cemiyet yararına kılar; ama yasaklamaz.

İslâm kapitalizm olmadığı gibi sosyalizm de değildir. İslâm “mülkiyet hakkına bağlı cemiyet sermayedarlığı”dır. İslâm’da kapitalist bir sınıf olmadığı gibi bu sınıfın görevlerini üstelenmiş ceberrut bir devlet anlayışı da yoktur. Devlet nâzımdır ve gerçek bir sosyal devlettir.

30 Nisan 2013

Ebu Hureyre

Vay anam vay neler dönmüş ya! Ben vakt-i zamanında bir arkadaşa dediydim: Bunlar beni molla edecekler en sonunda… O da bana dediydi: Derviş ol derviş… Olanları yeni yeni görüyorum ve şu ânki hava durumuna göre molla olmaya doğru gidiyorum.

Bizim için din malûm bir şeydi. Nasıl namaz kılınır, nasıl oruç tutulur, haramlar nedir, helâller nedir gibi… Oysa bu malûm şey, elimizden alınmak isteniyor bugün; meçhulleştirilmek, karartılmak, bulandırılmak ve bu bulantı içinde yok edilmek isteniyor. Bir taraftan Kur’ân’a, öbür taraftan Sünnet’e öyle büyük bir saldırı yöneltilmiş ki, şimdiye kadar bunları ciddiye almayarak sadece gaflet uykusu uyumuşuz. Ey ahâli, uyanın, din elden gidiyor!

Yok aga yok, bir Molla Kasım lâzım buraya… Ben Ebu Hureyre‘ye saldırının boyutlarını yeni farkettim. Daha doğrusu, sabah ezanına kadar böyle bir saldırı olduğunu bile bilmiyordum. Öyle anlaşılıyor ki, hadisleri ortadan kaldırmayı hedefleyenler, Ebu Hureyre‘ye özel bir kinle saldırıyorlar.

Üşenmedim, “Kur’ân’daki din” adlı siteye ilişkin verilen linkleri tek tek açtım ve okudum. Bu başlıkta yeri olmayan kısımlara yeri geldiğinde gireceğim. Yalnız burada Ebu Hureyre adlı sahabi ile ilgili yazılanlara değinmek istiyorum.

Düşündüm: Başka hiçbir şey bilmesem, araştırmasam, Ebu Hureyre‘yi sadece bu sitede yazılanlardan öğrensem, ne yapardım? Yüzde yüz etkilenirdim. Etkilenmekle kalmaz, afallardım. Çünkü bu siteyi hazırlayanlar, öyle ustaca hile yapıyorlar, öyle ince yerlerden saldırıyorlar ki, bir bakışta her şey gerçekmiş gibi görünüyor.

Ama yağma yok: Çıplak göze, güneş doğuyor ve batıyormuş gibi görünse de aklımızla biliyoruz ki, aslında dünya güneşin etrafında dönüyor… Bu iş de böyle. Çıplak göz ve kuru mantık oyununa girdin mi, sonuç ortada: Bakın nasıl herkes Ebu Hureyre‘ye sövmeye başlamış durup dururken!

Öncelikle Ebu Hureyre hakkında hüküm vermek için, onun anlattıkları dayanak seçiliyor. Yani, onun rivayet ettiği hadisleri çürütmek için, yine onun rivayet ettiği hadislerden meded umuluyor. Böyle bir şey olabilir mi? Yani, söylediklerinin bir kısmına inanacağız (işimize gelenlere), diğer kısmına inanmayacağız (işimize gelmeyenlere)…

Ebu Hureyre madem yalancı “Ömer hadisle uğraştığım için bana kızdı” dediği yerde de pekâlâ yalan söylemiş olabilir? Madem yalancı, Hazret-i Aişe, “ben bunları duymadım” deyince, “ayna ve sürme seni Peygamber’in meclisinden uzak tuttu” karşılığını verdiğini söylediğinde de yalan söylemiş olabilir? Orasına niye inanıyorsun da ötesine inanmıyorsun?

Bunu yapmak için sözleri yarım yamalak alıyorlar. Mânâlarından kopararak alıyorlar. Hadis âlimleriyle ilgili yazacaklarımda bunları daha geniş göstereceğim. Diyor ki mesela “Kuran’daki din” adlı site: “Allah zamandır“… Böyle bir hadis varmış güya… Böyle bir hadis yok. Şöyle bir hadis var:

“Dehre sövmeyiniz. Dehr Allah’ın isimlerindendir!”

Aynı şey mi bunlar? Ben Allah’tan tasavvuf okuyorum da “dehr” üzerine yazılmış ciltler dolusu şerhten haberim var. Yoksa dehr eşittir zaman demektir, zaman da Allah’tır, biber de acı gerçekler de… Cinayet!

Pekâlâ: Ebu Hureyre Hazret-i Aişe‘nin bilmediği hadisler rivayet ediyor diye inanmıyorsun da (buradan delil getiriyorsun), Hazret-i Aişe‘nin rivayet ettiği hadislere çok mu inanıyorsun? Yoo, sadece palavra: Maksad, Ebu Hureyre bir aradan çıksın da, sonra da Hazret-i Aişe de başka bir biçimde yıkılır.

Kezâ Hazret-i Ömer bahsi… Hazret-i Ömer‘i “en büyük zâlim” olarak gören tipler, iş Ebu Hureyre‘ye gelince, Hazret-i Ömer adaletine sığınıyorlar birdenbire. Oysa “bana kızdı” diyen de Ebu Hureyre! Sadece bu kadarını alıyorlar ve geri kalanını anlatmıyorlar.

Hadisler yazılmamıştır başlangıçta, Kur’ân’la karışmasın diye… Allah Resûlü, bazı kimselerin yazmasını isterken, bazı kimseler yazacak olduğunda da engellemişlerdir. Bunlar da sahih (Ebu Hureyre kaynaklı) hadislerde var!

Yine Ebu Hureyre çürütülmek için Şia kaynaklarına başvuruluyor ve güya Hazret-i Ali‘nin sözlerinin kitablaştırıldığı Nehc’ül Belâğâ adlı eserde, Hazret-i Ali‘nin Ebu Hureyre‘yi kasden “necaset – pislik” dediği belirtiliyor. Şiî hayal gücüne bakın siz! Ebu Hureyre gariban, kimsesiz, Yemenli bir göçmen ya; kendi asalet anlayışına ondan hadis öğrenmeyi yakıştıramıyor; İblis gibi “ben ondan daha yüksek yaratılışlıyım, ona secde etmem” diyor.

Hazret-i Ali‘nin Nehc’ül Belâğâ diye bir kitabı yoktur ve bu kitabın Hazret-i Ali‘den kaç yüzyıl sonra yazıldığı tartışma konusudur; bu bir… İkincisi, mantığa dikiz:

– Nitekim Buhârî ve Müslim‘in naklettiklerine göre, Ebû Hureyre şöyle demiştir: “Siz, Ebû Hureyre‘nin çok hadis rivâyet ettiğini söyleyip duruyorsunuz. Ben fakir bir kimseydim. Karın tokluğuna Allah Resûlü‘ne hizmet ediyordum. Muhâcirler çarşıda, pazarda alışverişle, ensâr da kendi malları, mülkleriyle uğraşırken, ben Allah Resûlü‘nün meclislerinin birinde bulunmuştum. Buyurdu ki: ‘İçinizden kim cübbesini yere serer de ben sözümü bitirdikten sonra toplarsa benden duyduğunu bir daha unutmaz!’ Bunun üzerine ben üzerimdeki hırkayı yere serdim, Allah Resûlü de sözünü bitirince, onu topladım. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o andan sonra ondan duyduğum hiçbir sözü unutmadım.” (Müslim, Fadâil’üs-sahâbe, 159; Buhâri, İlim, 42).

Şimdi sözü buradan alıyorlar ve ne diyorlar, biliyor musunuz: “Ebu Hureyre, Allah Resûlü‘nün yanına din için gelmemiştir, kendi karnını doyurmak için gelmiştir, söylediği sözlere itibar edilmez, meczubun tekidir”… Yahu insaf arkadaş, o sözden bu mânâ mı çıkıyor?

Yok yok, molla edecek bunlar beni… Sakalı uzatıyorum, cübbe siparişi de verdim, kollayın kendinizi!

5 Nisan 2013

Hasan bin Sabit

“Allah Resûlü’nün şairi” diye bilinen adam Hasan bin Sabit’e, Bedir savaşına katılamadığı için eksiklik izafe ediyorlar. Allah Resûlü buyuruyor:

-“Hasan’ın şiirleri, sizin oklarınızdan daha tesirlidir.”

Kendisi de şöyle diyor:

“Bir insan ha aslan pençesinde paramparça olmuş

Ha olmuş şiirimin nişanı

Aynı kaderdir onu bekleyen

Annesi yakında ağlayacak ona!”

Borges‘te okumuştum andıran bir hikâye. Eski bir şair, kendini överken, “benim şiirimin nişan aldığı kimse, şu şu hastalıklara yakalanır, kahrolur” gibi laflar ediyor. Kaç türlü cilt hastalığına falan yol açan…

– Şiir neymiş, ne olmuş?

Veya…

– Aslında şiir nedir?

Bilmiyoruz. Tıpkı “ateşin yaktığını biliyoruz ama, ateşin ne olduğunu bilmiyoruz!” diyen modern filozofun duygusu…

Ve şöyle bir hikmet:

-“Allah’ın sır hazinesi Arş’ın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir!“

“Her şeyden önce kelâm vardı” ve şiir işte bu sırrın; kelâm sırrının, ezel sırrının, gönül sırrının elçisi…

8 Ocak 2012

Süheyb-i Rumî

İlk Müslümanlardan olan Süheyb-i Rumî, tıpkı Selman-ı Farısî veya Bilâl-i Habeşî gibi, Mekke’ye köle tüccarları tarafından köle olarak getiriliyor. Bu olay, müslümanların ilk çıkış zamanına rastlıyor. Sonra bir şekilde kurtuluyor kölelikten. Ticarete atılıp, zengin de oluyor. “Azadlı – mevalî” statüsünde yalnız. Ne köle, ne hür; ikisi arası…

Bu sırada İslâm’ı tanıyor, etkileniyor, müslüman oluyor. Çok işkence görüyor. Yolundan dönmüyor. Hicret zamanında Mekke’den çıkıp gitmek istiyor. Müşrikler yakasına yapışıp, “hoop” diyorlar, “sen buraya köle olarak geldin, aramızda zengin oldun. Bu halinle çıkıp gidemezsin!” O da bütün servetini onlara bırakıyor: “Şimdi gidebilir miyim?” Müşriklerin mânâsız bakışları altında, tek başına, yalın ayak, başı kabak, Medine’ye gidip müslümanlara katılıyor.

Sahabenin sevilenlerinden oluyor. Sonraları, Hazret-i Ömer öldüğünde, üç gün onun yerine vekâleten halife de olacak…

Süheyb-i Rumî, aslen Musullu. Soyu, eski bir Arab familyası olan Nemr Oğullarından. Babasının adı Sinan, annesinin adı Selma. Bizanslılar tarafından esir edilmiş ve Bizanslılar’dan köle olarak alınmış olduğu için “er-Rumî” diye biliniyor.

Rumî karışık bir sıfat. Roma’dan geliyor ve kelimenin ilk anlamı “Romalı” demek. İlk zamanlar, Frenkleri de kapsayıcı olarak, Batılıları, Avrupalıları ifade için kullanılıyor. Daha sonra Roma İmparatorluğu ortadan kalkınca, Bizans’a ve onun yaşadığı Anadolu’ya “Rum” adı veriliyor. Nihayet Bizans da ortadan kalkınca, sadece “Anadolulu” anlamında “Rumî” kullanılıyor. Meselâ Mevlânâ Celâleddin-i Rumî‘den maksud, “Anadolulu Mevlânâ Celâleddin“dir.

Hikâyenin devamı da var: Türkler Anadolu’ya yerleştikten sonra, Ortadoğu’da Rumî kelimesi “Anadolu Türkleri” anlamında kullanılıyor. Anadolu Türkleri ise Anadolu’ya “Anadolu” adını verip, “Rumeli” veya “Rumî” diye Balkanlar’a hamlediyorlar. Bizans İmparatorluğu’ndan kalma halka ise “Rum” diyorlar. Bunun yanında, Avrupalılar’a “Frenk”, Elenler’e “Yunan”, Anadolu ve Kıbrıs’ta yaşayan Bizans bakiyesi halka ise “Rum” diyorlar.

Şu var ki, Kur’ân-ı Kerîm’de “Rûm Suresi” vardır ve hiç şüphesiz bütün bu tarihî açılımlarda yürüyücü bir mânâdır.

27 Aralık 2011

Selim GÜRSELGİL

Kaynak: Adımlar dergisi
Etiketler:
ADIMLAR Allah Resulü anlayış Ebu Hureyre Ebu Zerr Hazretleri Ebu Zerr-i Gıfarî Hasan bin Sabit Hazret-i Aişe Hazret-i Ömer HAZRET-İ OSMAN İslam İslâm’a Muhatap Anlayış Mevlânâ Celâleddin Muaviye Sahabeler selim gürselgil Süheyb-i Rumî

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 1
Selim Gürselgil
25 Temmuz 2017
.
EBUBEKİR SİFİL CANER TASLAMAN TARTIŞMASI VESİLESİYLE

Temmuz ayı içinde televizyon ekranlarında benzerine pek rastlanmayan bir tartışma programı yayınlandı. Mustafa İslamoğlu’nun adamı olarak bilinen Caner Taslaman adlı felsefeci ile, Ehl-i Sünnet âlimi Ebubekir Sifil arasında hadisler üzerine yapılan münazara Türkiye’de büyük ilgi uyandırdı ve aynı saatlerde milli maç yayını olmasına rağmen izlenme rekorları kırdı. Münazaranın ardından kamuoyunda da tartışmalar günlerce devam etti.

Bu mevzu, bizim davamızın ana bahislerinden biri ile (İslama Muhatap Anlayış) doğrudan ilgili olduğu için, sözkonusu program vesilesiyle, programda konuşulan ve konuşulmayan meseleleri de ele alıcı bir biçimde bu mevzuya girmemiz gerekiyor. Programda konuşulan ve konuşulmayan derken, şunu kasdediyoruz:

Caner Taslaman’ın getirdiği bu meseleler yeni değildir, birkaç yüzyıllık oryantalist ve emperyalist çalışmanın birer ürünüdür. Onlardan alarak gerek İslâm düşmanları, gerekse İslâm içi sapık kollar dillerine dolamışlardır. Bazı boyutlarıyla meseleler resmî nitelik de taşımaktadır: İlahiyat Fakülteleri olsun, Diyanet İşleri Başkanlığı olsun bu sapık fikirlere zaman zaman yer vermekte ve kamuoyunu bunlarla zehirlemeye çalışmaktadırlar. 15 Temmuz’dan sonra güya FETÖ ile mücadele adına resmî kanallardan yapılan hadis inkârcılığı buna en çarpıcı misaldir. Hasılı biz buradaki meseleleri ilk defa işitiyor değiliz; yıllardır karşılaştığımız ve Allah izin verirse bu yazı dizisi içinde nasıl karşıladığımızı sergileyeceğimiz mevzular bunlar.

15 Temmuz deyince, söz konusu programda hadis inkârcılığı ve düşmanlığı ile gündeme gelen Caner Taslaman da bu hususla doğrudan ilgilidir. Zira 15 Temmuz’dan sonra bir “15 Temmuz’un kaymağını yiyenler” veya en azında yemeğe çalışanlar familyası türedi ki, bunların başında da Taslaman’ın hocası Mustafa İslâmoğlu geliyor. Resmi kanallar, güya “FETÖ” ile mücadele adına hadis inkârcılığı ve mezhep sapkınlığı propagandası yapıyorlar.

Bu mevzu sadece Mustafa İslâmoğlu ile sınırlı değil. Hadislere düşman bir familya son yıllarda bir çok kanaldan gençliğin üzerine saldırıyor. Amerika’da Edip Yüksel ve Türkiye’de Yaşar Nuri “Kur’an Müslümanlığı – Kur’an’daki Din” adında bir sapkınlık biçimi uydurdular. Hadisler ve mezhepleri ortadan kaldırarak, sırf Kur’an’a bakarak bir din idrakına erişebileceklerini savunuyorlar. “Kur’an’daki din diye kitap yazmak” geri zekâlılığı şöyle dursun, Kur’an’a bakarak her biri ayrı bir din ortaya çıkaran bu tipler, gençler arasında ciddi ölçüde ilgi uyandırıyorlar. Edip Yüksel’in yolundan gidince “İslâm’ın tam da liberal bir din” olduğu ortaya çıkıyor, Yaşar Nuri’nin yolundan gidince “İslâm’ın tam da Kemalist bir din” olduğu anlaşılmış oluyor!

Onlar gibi başkaları da var, hadis inkârcısı ve sözüm ona “Kur’an dini”ni savunan. Meselâ İhsan Eliaçık’a bakınca Kur’an-ı Kerim ile Das Kapital arasında hiçbir fark kalmıyor. Tartışmacı Caner Taslaman’ın adamı bulunduğu Mustafa İslâmoğlu’nun hadis inkârcılığında ise İslâmiyet “muhafazakâr demokrasi” ile özdeşleşiyor. Yani bu hadis inkârcılarının her biri İslâmiyeti kendi yakın oldukları İslâm dışı doktrinlere benzetmeye çalışıyorlar. Sorunca da “Kur’an’dan yapıyoruz, Kur’an dini yapıyoruz” diyorlar. Hadisler ve mezhepler onlara ayak bağı olduğu için, onları atmadan yola koyulamıyorlar.

Şu bir gerçek ki, son zamanlarda bu taifenin sesi çok çıkmaya başladı. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra “Hadisler olmasaydı 15 Temmuz olmazdı” şeklinde bir hezeyan sergileyecek kadar alçalan tipler ortalığı kapladı ve Amerikancı hain Fetulah Cemaatin’den alınan makamlar bir bir bunlara verilemeye başladı. Aralarından bazıları “ilan edilmemiş şeyhülislam” pozları atarak hükümet üstü bir yerlerde dolaşıyor. Her gün, her vesileyle Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Yolu’na ve hadislere saldırıyor, kendi sarhoşluklarına bunları meze etmek istiyorlar. Ehl-i Sünnet dışı görüşleriyle Üstad Necip Fazıl’ın dahi dikkatini çeken Hayreddin Karaman ve onun kurduğu Ensar Vakfı, memleketin en ücra köşelerine kadar yayıldığı bir himaye görüyor ve genç dimağlara din öğretiyor.

Bu ve burada zikretmediğimiz bütün bu sapkın anlayışlara bakışımızı, sözünü ettiğimiz münazarada Caner Taslaman’ın programa getirdiği bir şişe deve sidiğiyle şov yapmaya kalkışması sadedinde toparlayalım. Bundan 5 yıl önce, ateistlerin hâkim olduğu bir çevrede bu mevzu gündeme getirilmişti ve Allah Resulü deve sidiğiyle hasta tedavi ediyormuş diye sırıtılmıştı. Ben de o zaman şu cevabı vermiştim:

– Hastasına bağlıdır. Kimine deve sidiği iyi gelir, kimine deve tabanı dayasan bana mısın demez. Hep ilim bunlar, hep hikmet!



SÜNNET VE CEMAAT EHLİ’NE ÖVGÜ

Sünnet ve Cemaat Ehli Yolu, yolların en doğrusu, en güzeli ve en üstünüdür.

Bu yol baştanbaşa İslâm tarihini ve İslâm medeniyetini yapanların yoludur.

Allah Resulü’ne, Sahabilere, Ehl-i Beyte sımsıkı sarılanların;

Emevi saltanatını yıkanların, Abbasileri içten fethedenlerin ve Selçukluların ve Osmanlıların ve baştanbaşa yeryüzüne yayılıp döşenenlerin yoludur.

İslâm’ın bütün ilim, fikir, sanat ve medeniyet hamlesi, bu yoldan, bu yolun güzidelerinden gelmiştir. Onlardan başka hiç kimsenin İslâm tarihine en ufak bir müsbet katkısı olmamıştır.

Sünnet ve Cemaat Ehli yolu, itikatta 2, amelde 4 hak mezhebden oluşur. Maturidi ve Eşari… Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli… Bunlar dışında hiçbir dönemeci yoktur.

Sünnet ve Cemaat Ehli’nin alâmet-i farikalarından başlıcaları şunlardır:

– Onlar farzı farz, sünneti sünnet bilirler ve içtihadları icma üzeredir.

– Onlar hiçbir sahabiye buğz etmezler ve hiçbir hadisi inkâr etmezler.

– Onlar, Kur’an’dan ve Sünnetten kafalarına göre, akıllarına estiği gibi, işlerine geldiği gibi yorum çıkarmazlar.

– Onlar, tasavvufu şeriatın gayesi bilir ve hakikatini inkâr etmezler.

Sünnet ve Ceamaat Ehli büyükleri, İslâm’a dosdoğru uymanın yolunu inşâ etmişlerdir ve bu yol da Fırka-i Naciye’nin yolu, Kurtuluş Yolu’dur.

Lakin şu da bir gerçek ki, anlayışta çözülme, bozulma ve çürüme bu yol üzerinde olmuştur. Demek ki, anlayış yenilenmesi de bu yol üzerinde olacaktır.

Ehl-i Sünnet büyüklerinin ortaya koyduğu iman ölçülerine karşı gelmeden ve onları zedelemeden, meselelere yepyeni bir bakış ve anlayışın geliştirilmesi de elzemdir ki, buna İslâma Muhatap Anlayış diyoruz.

22 Temmuz 2017

EHL-İ SÜNNET

Eşit, İslâm!

Gerisi, hikâye…

29 Ağustos 2012

Eşit, İslâm! Yani hakikati ve özü itibariyle söylüyorum; folklörik anlamda değil…

SÜNNİLİK



Şimdi, Peygamber’in mezhebi mi vardı deniliyor… Peygamber’in niye mezhebi olsun ki? Vahyin mezhebi mi olur? Mezheb “zan”dan gelir; yani vahye yaklaşım biçimidir.

“Mezheb olmasın” diyen de vahye bir yaklaşım biçimi sergiliyor (üstelik kendi çelişkisini görmüyor), bu işi en yakın kaynağından alan İmam-ı Azam gibi muazzam bir insan da… Ben niye bu zibidinin yaklaşımını benimseyeyim ki, İmam-ı Azam dururken?

Düşünsene: Adam çıkmış “Kur’an’daki İslâm” diye kitab yazıyor. Kafaya bak! İslâm Kur’an’daysa senin yazdığın kitab ne? Kur’an dururken, ben niye senin yazdığına bakayım o zaman? “Zan – mezheb” değil mi o da? Yoksa vahiy mi seninki?

Mezheb olmazsa, “hak mezheb” olmazsa, “İslâm’da düşünce” diye bir şey de olmaz. Düşüncenin yeri olmaz ki! Zaten bu işi körükleyenlerin amacı da odur. İlkel adamlar dini icad etmek!

Kur’an’da şeriata dair her şey açık açık belirtilmemiştir. Mesela abdest nasıl alınır, Kur’an’dan öğrenemezsin. Sünnetten öğrenirsin. Abdesti vücuddan kan çıkmasının mı bozduğu, yoksa karşı cinsle el temasının mı bozduğu noktası, hadislerde yoktur; onu da mezhebden öğrenirsin.

Bu kadar insanî ve zarurîdir mezheb. Sünnet ve Cemaat Ehli de bu idrakten doğmuştur zaten.

4 Eylül 2012

EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT

Buradaki sünnet kavramı, “Allah Resulü‘nün ortaya koyduğu örnek, doktrin” mânâsındadır. Cemaat ise topluluk hükmü… Yani hem doktrine, hem de doktrin hakkında topluluğun ortak görüşüne uyanlar!

Buradaki topluluktan kasıd, birinci derecede Sahabîler, ikinci olarak onlardan sonra gelenler ve nihayet “cumhur ulemâ” anlamındadır. “İcmâ” kelimesiyle aynı kökten… Yine cami, cuma, içtimâ kelimeleri de aynı kökten, etimolojik ilgi içinde…

Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’in alâmet-i farikası şunlardır:

Bağlılıkta:

Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali.

İncelikte:

Hazret-i Hatice, Hazret-i Aişe, Hazret-i Fatıma.

İtikatta:

İmam-ı Eşarî, İmam-ı Maturidî.

Kaynakta:

İmam-ı Buharî, İmam-ı Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İmam-ı Nesaî, İbn-i Mâce.

Tefekkürde:

İmam-ı Rabbanî, Muhiddin-i Arabî, İmam-ı Gazalî.

Tasavvufta:

Altun Silsile, Oniki İmam.

22 Kasım 2012



EHL-İ SÜNNET’İN İSLÂM’LA ALÂKASI

Kim demiş yoktur? Ehl-i Sünnetin İslâm’la alâkası yoksa kimsenin yoktur. Çünkü diğer hiçbirisi ana kaynağa Ehl-i Sünnetten daha yakın, “asıl örnek” üzerinde ondan daha titiz ve saf doğru yol endişesi dışında kaygulara düşmemiş değil.

İslâm tarihine baktığın zaman, Ehl-i Sünnetten başka hiçbir grubun İslâma derinliğine ve genişliğine bir katkısı olduğunu görmüyoruz. İslâmı Moro’dan Endülüs’e, Afrika içlerinden Sibirya steplerine kadar yayan, hep Ehl-i Sünnet ve ona ilişik çevrelerdir. İslâmın derinliğine en büyük kültür verimlerini meydana getirenler, dinin karnından tasavvufu çıkaran, ondan tefekkürü doğuran, İslâm medeniyetinin zafer takları sayılabilecek en büyük ilim ve sanat eserlerini meydana getiren, hep bu çevredir.

Bunun dışında başlıca iki kesim var: Birisi şia, diğeri selefî – modernist olarak tanımlanan daha yenice bir akım. Şia’nın 1400 yıl boyunca dışa karşı hiçbir hamlesi yok, sürekli içte bir kargaşalık merkezi. Kültür ve medeniyet alanında ortaya koyduğu bir verim de yoktur. 1400 yıldır Ali-Muaviye meselesini bitiremedi şia. Kendini kırbaçlamaktan başka hiçbir yenilik getirmedi İslâm diyarına. Birkaç cılız şiir, bir iki de minyatür… Onlar da şiaya rağmen, şia bu konuları konuşturmak istememesine rağmen ortaya çıkan bazı batınî akımların ürünleri zaten.

Şia’dan sonra vehhabî ve selefîler tuttu aynı doğrultuyu. Şimdi sürekli dinî meseleler konuşurlarsa dinî bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Sürekli hangi hadis zayıf hangisi güçlü, hayızlı kadın neler yapabilir, hangi âlim nerede diğerinden farklı ne demiş konularıyla uğraşınca, İslamî gerekliliğin yerine getirildiğini düşünüyorlar. Oysa İslâm statik bir din olmadığı gibi, eksik bir din de değildir. İtikadda iki, amelde dört hak mezheb tarafından, temelleri yıkılmaz bir hisarla kuşatılmıştır. Hangi hadis’e hangi gözle bakılması gerektiğini, hangi meselenin nasıl çözümlenmesi gerektiğini, Ehl-i Sünnet, en ince çizgilerine varıncaya kadar detaylandırmıştır.

Bunları (icmâ ve kıyas) aradan çıkarınca her hadis okuyanına başka şey söyler. Onlarda çelişkiler bulmak, herkesin her yönüyle yapabileceği bir şey olur çıkar. Çünkü artık içtihad değil, akıl ve heves devrededir. O da herkese göre değişik netice verir. Misal: Birisi tuttu burada, 6-7 ay kadar önce, deve sidiğinin şifası falan diye bir hadis getirdi. Yalan olduğunu düşünmüyorum, çünkü arkadaş böyle yollara tevessül etmez. Ama hadis bağlamından koparılmıştır. Hangi mevzuda kime söylendiği güme gitmiştir. Hadis, herkesin el atabileceği bir dâvâ değildir. Eğer öyle anlatılmak istendiği şekilde olsaydı, hadislere inananlar deve sidiği içer dururdu. Var mı böyle bir şey? Olmuş mudur?

Yalnız burada bir şey ilâve etmeme izin verin: Bu selefîlik meselesi çıkınca, ben geri adım atma gereği duydum ve hâlâ da duyuyorum. İki sebebi var: Birincisi, tertemiz bir su vardı, şimdi bulandırıldı. Bu mesele o kadar çok karıştırıldı ki, selefîliğin içinden, onunla aynı veya benzer metodları kullananan binbir yeni fraksiyon çıktı. Her geçen gün de çıkmaya devam ediyor. Artık neyin selefîlik, neyin ondan doğmuş başka bir şey olduğunu anlamanın imkânı kalmadı. Bugün Kurancı geçinen Amerikalı Edip Yüksel de selefî metodu kullanıyor, şeriatın en yalın haliyle yaşadığını savunan cihadçılar da, bizim kıytırık ilahiyatçılar da, Türk müslümanlığı diye uyduruk bir din yapmaya çalışan bazı Kemalistler de…

Buna bağlı olarak, selefiliğin boyutları bugün tahmin edemeyeceğimiz ölçüde büyük. Çünkü bu, yüzyılı aşkın bir zamandır Ortadoğu coğrafyasında, biraz da Arap milliyetçiliğinden hız alarak, sürekli biçimde işleniyor. Bir 40-50 senedir Türkiye’de, İslâmcı matbuat merkezlerinde yayılıyor. Arap ülkelerindeki gibi bizde halk tabanı oluşmadı henüz, ama onları “selefî” diye toptancı bir hat içinde değerlendirmek imkânı da kalmadı. Çıta o kadar yükseldi ki, söz söylemekte becerememek kor
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Arl 10, 2017 11:46 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Ağu 29, 2017 10:20 pm    Mesaj konusu: İslâma Muhatap Anlayış’a Dair: 4 İMÂM-I BUHARÎ Alıntıyla Cevap Gönder

İslâma Muhatap Anlayış’a Dair: 4 İMÂM-I BUHARÎ
Selim GÜRSELGİL
29 Ağustos 2017



İMÂM-I BUHARÎ

İmâm-ı Buharî, her şeyden önce, muhteşem bir adamdır. Bir gördüğünü bir daha unutmayan, tarihin bir eşini kaydetmediği ender hafızalardan biridir. Binlerce hadîsin metnini ezberlemiş, senedini (rivâyet edenler zincirini) ezberlemiş, hepsi üzerinde tek tek ve ayrı ayrı mütalâalarda bulunmuştur. Kendi yazdığına göre, 600.000 civarında hadîs toplamış, bunlardan ancak 7.275’ine kitabında yer vermiştir. Onun 16 yılda tamamladığı Cami’us-Sahih veya Sahih-i Buharî de muhteşem bir eserdir.

Bütün İslâm büyükleri ittifak etmişlerdir ki, müslümanlar için Kur’ân’dan sonra en önemli din kaynağı İmâm-ı Buharî‘nin topladığı hadîs kitabıdır. Hadîslerin toplanması ve bu iş sırasında takib edilen titizlik ve incelikler, tarihte benzeri olmayan bir çabanın karşılığıdır. Hadîsleri en güvenilir kaynaklarından tesbit eden Buharî, bununla yetinmeyip kitabında yer verdiği her hadîs için ayrıca gusül abdesti almış ve istihareye yatmıştır. Bu ikinci usûlün çoklarına garib geleceğinin farkındayım: Ama bu sadece işin sağlamasıdır, usûlün kendisi değil…

Bugüne kadar yazılmış hiçbir tarih kitabı, hadîslerin tesbit edildiği ince usûllerle tesbit edilmemiştir. Öncelikle hadîslerin kaleme alınmaya başladığı dönemde henüz sahabîlerden sonraki kuşak (tabiler) hayattaydı. Rivayetlerini doğrudan Allah Resûlü‘nü görenlerden almışlardı. Bunun yanında yüzlerce hadîs âlimi ve binlerce talebesi vardı. Bunlar gece gündüz hadîsleri toplar, tartışır, senedlerini tesbit eder, hattâ rivayet edenlerin hayatlarını inceler, güvenilir olup olmadıklarını araştırırlardı. Bir keresinde İmâm-ı Buharî’yi Bağdad’ta bu âlimler hesaba çektiler: Yüzden fazla hadîsi, metni ve râvîleriyle içinden çıkılmaz şekilde karıştırıp önüne koydular. O bunları hiç şaşırmadan asıl düzenlerine iade etti. Bundan sonra onun çalışması üzerinde hiçbir tereddüd kalmadı. Dört mezhebin dördüne bağlı yüzlerce âlim, onun doğruluğu hakkında hemfikir oldu.

Günümüzde ise Buharî‘ye saldırmak bir moda haline geldi. Saldırı iki kaynaktan geliyor: Biri dıştan, İslâm düşmanlarından; diğeri içten, sapık kollardan… Dışarıdan saldıranlar, hadîslerin tümünü ve onlar üzerinden dinin tamamını geçersiz kılmak emelindeler. Nitekim aynı şekilde Kur’ân’a da saldırı halindeler. İçten saldıranlar ise, kendilerine reformist, modernist, mealci, ilahiyatçı, selefî vs isimler verilen kesimler. Bunlar da “tüm hadîsleri reddedenler” ve “kafalarına göre hadîs seçenler” diye ikiye ayrılır; ve her ikisi de İslâm düşmanlarının yardakçılarıdır. Hem içten, hem dıştan saldıranların ortak hedefidir İmâm-ı Buharî.

Bir kere hadîsler ortadan kaldırılırsa, ortada din diye bir şey kalmaz; herkes kendi kafasından Kur’ân’dan hüküm çıkarır. Hâlbuki hadîsler, “Kur’ân’a mutlak muhatap anlayış“ı verir. İlk elden anlayışı ve uygulamayı gösterir. Çünkü Kur’ân’ın ilk muhatabı Allah Resûlü‘dür ve Kur’ân’a dair en üstün anlayışı o temsil eder. Hiç kimse O’nu aradan çıkararak, Kur’ân’dan kendisi hüküm çıkarmaya ve onunla amel etmeye kalkamaz. Bunu yaparsa da bunun adı İslâm olmaz, o yapanın kendi dini olur. Çünkü hadîsleri aradan çıkardığın zaman, ne namaz kalır ortada, ne oruç, ne abdest; sadece bunların adı kalır. Peygamber’e uyulmadan Allah’a uyulmaz!

İkincisi; hadîsleri herkes kendi kafasına göre tasnif de edemez. “O zayıf”, “bu kuvvetli”, “şu benim mantığıma uymuyor”; böyle bir şey olamaz. Senin mantığın, sana aid mantıktır; senin mantığın, içinde yaşadığın zamana aid mantıktır; senin mantığın senin eğitiminin ve hayat tecrübenin sınırları içindedir. Hadîsler hakkında hüküm vermeyi ne bilsin? Sen her şeyden önce bir sonlu ile bir sonsuzu kavramaya çalışıyorsun; bu muhâldir. Sen neyin ne olduğuna 1400 sene uzaksın; sanki bu tartışmanın içindeymiş ve neyin ne olduğunu bilirmiş gibi ahkâm kesemezsin. Bunları yapan yapmış. Bunlar, binlerce kez tartışılmış, her yönden tartılmış, denenmiş, süzülmüştür.

Hayır, hadîsler (veya onların bir bölümü) mantığına uymuyor da, Kur’ân çok mu uyuyor? Ölçümüz senin mantığın ya; onu uygula bakalım Kur’ân’a, ne sonuç çıkıyor! Turan Dursun’dan bir örnek vereyim, güyâ Müslümanlık adına hadîslere saldıranların hâli de görülecek: Turan Dursun Kur’ân’ı inceler, gece gündüz inceler, “aa bişey buldum – Peygamber burada kendi üslûbuyla konuşmuş, arada kaynamış, 1400 yıl sonra ben farkediyorum!“… Bu da sözümona Kur’ân’ı Peygamber’in kendisinin yazdığının delili! Allahsız kesim, mevzudan haberi yok ya, atlarlar bu buluşun (!) üstüne… Müslüman ise şöyle der:

-“Arkadaş güler misin, ağlar mısın, cevab mı verirsin, sabaha mı bırakırsın? Yahu bu o kadar gizli bir şey değil ki: Kur’ân’ın her yerinde onlarca kez var bu. Her yerini bırak, aç en başını, Fatiha Suresi: İlk üç âyet Allah’ın, dördüncüsü Allah ile kul arasında müşterek, son üç âyet “kul”un… Senin mantığına göre, sûreye önce Allah başlamış, hâşâ bitirememiş, gerisini kul getirmiş!”

Diyeceğim; istediğiniz gibi atıp tutabilirsiniz ama, ne hadîsleri, ne de İmâm-ı Buharî‘yi kimse yıkamaz, onu söyleyeyim. Burada binlerce İslâm âliminin emeği var, onbinlerce dervişin çilesi var, yüzbinlerce şehidin kanı var, “cennet anaların ayağı altındadır” mealindeki hadîsle müjdelenen milyonlarca masum ananın içli duaları var. İki tane reformist, üç tane modernist, beş tane vehhabî çıkacak, bunları yıkacak, öyle mi? Ve diyecekler: “İslâm tarihi baştanbaşa yalanın, dolanın tarihidir”… Bunu yaptırmazlar size. Bu iş sahibsiz değildir. Öyle sanırsanız yanılırsınız.

Siz hadîsleri bırakın da kendi anlayışınızı düzeltin önce; hadîslere nasıl bakılacağını ve neyin nasıl anlaşılacağını da öğrenmiş olursunuz böylece. İslâma Muhatap Anlayış`ı bir anlayın, fikir meydanında bir çıkın, orada bir boyunuzu görelim de, ondan sonra hadîslere el atarsınız. Çünkü bu fikirler o hadîslerden doğma; sen bakıyorsun, mânâsız geliyor, Mirzabeyoğlu bakıyor, İbda Külliyatı‘nı yazıyor. Tıpkı, onca insanın kafasına ağaçtan elma düşüyor da, yerçekimi kanununu Newton fark ediyor.

Evet, Buharî‘de uydurma hadîs yoktur; İslâma Muhatap Anlayış‘ın kaybedilmiş olması ve bundan dolayı hadîslerin mânâsız bakışlara mânâsız görünmesi vardır. Nasıl ki, mânâ mânâ ile bilinir:

Derviş bilir dervişi

Hak yoluna durmuşu

Dervişler hüma kuşu

Çaylak-u-baykuş değil

2 Nisan 2013

“İMÂM-I BUHARİ’NİN MÜSLÜMANLIĞI”

Tartışma konusu bile değildir. Kim söylüyor bu saçma sapan fikirleri? Buharî Müslüman değil de, bunu söyleyenler ve düşünenler mi Müslüman? Allah Resûlü‘nün Sünnetini, tarihte eşi görülmemiş bir incelik, titizlik ve metodoloji ile derleyen, süzgeçten geçiren, kitablaştıran ve ömrünü bu işe vakfeden bir insan Müslüman değil de, oturup ona buna çamur atan mı Müslüman? Bırakın bu işleri!

Tekrar ediyorum, Buharî‘nin çabasının bir benzeri, bütün tarih içinde gösterilemez. Tek tek bütün derlediği hadîsler, muazzam bir rivayet ediciler silsilesi içinde, akıl almaz bir yöntemle zabtedilmiştir. Bazılarının silsilesi zayıftır, onları “zayıf hadîs” olarak belirtmiştir. Buharî‘de, Müslîm‘de ve “Kütüb-ü Sitte” olarak literatüre geçen 6 hadîs kitabında hiçbir lüzumsuzluk yoktur. Bunlar İslâm’ın en güvenilir kaynaklarıdır.

3 Ekim 2011

“HEM BUHARÎ’YE HEM KUR’ÂN’IN DEĞİŞMEDİĞİNE İNANMAK”

Buharî, Müslîm gibi kaynaklar, Kur’ân’ın değişme vehmini bile bâtıl kılan en temel kaynaklardır. Tabiî anlayana!

Evet, burada ciddi sıkıntılar olduğu doğru: İslâma Muhatap Anlayış dediğimiz şey, 500 yıldır uçmuş bulunuyor. Anlayış’tan bahsediyorum: Kur’ân’a ve Sünnete bakış’tan… Bu uçtuğu için, her şey altüst oldu. İslâmı hâkim kılan, en ileri götüren bu altyapı iken, sonra en geri bırakan, mahkûm olmaktan kurtaramayan bir üstyapı haline dönüştü. İslâm dönüşmedi tabii; anlayış bu hale dönüştü.

Şimdi Kur’ân’dan yaparız, Sünnetten yaparız, kimselere bakmayız diyenler, baktıkları yerlerde hiçbir şey görmüyorlar. Yahut kendi çiğ akıllarınca bir saçmalama hürriyeti buluyorlar. Dışarıdan biri bakınca onlara “sonsuz çelişkiler” gösteriyor. Onu da görmemek için gözlerini yumuyorlar ve ortaya karikatürler çıkıyor.

Oysa biz anlayış’tan bahsediyoruz; İslâma Muhatap Anlayış‘tan… İslâma Muhatap Anlayış‘ın dünya çapında bir hesablaşma sürecinde –yeniden– doğmakta oluşundan… Bu anlaşılmadığı zaman, hiçbir şeyin anlaşılamayacağından…

Bu olmadan, hem müslümanlara söylüyorum, hem de İslâm düşmanlarına, meseleler anlaşılamaz, hayata geçirilemez, karikatürler arasında didişilir kalır. Problem ne Kur’ân’dadır, ne Buharî‘dedir, ne İmâm-ı Âzam‘dadır. Problem, İslâma Muhatap Anlayış‘ın zaman içinde kaybolmasında, kaybedilmesindedir.

16 Nisan 2012



“İSLÂM’DA EBU HANİFE’DEN UĞURSUZ BİRİ DOĞMAMIŞTIR”

Tarihte böyle bir söz varmış. Bazıları bu sözü İmâm-ı Buharî‘ye mâlederler, bazıları ona ders vermiş başka bir hadîsçiye mâlederler, bazıları da Şiî iftirasıdır, aslı yoktur derler. Aslını astarını ben bilmiyorum.

Bugün biz Müslümanlar için kimin söylediğinin çok önemi yok da zaten; çünkü bu sözün bir önemi yok. İhtimâllerin en kötüsünden tutalım: Velev ki bu sözü İmâm-ı Buharî demiş olsun… Zannetmiyorum ama, tutalım ki öyle demiş olsun…

Şimdi ben çıkmışım, yüksek bir binada oturuyorum. Sen de geçmiş karşıma diyorsun ki: Bu binanın inşaatı sırasında, ikinci kat çıkılırken, direklerin içinde bulunan demirlerden ikisi, birbirine paralel gitmesi gerekirken, çapraz gitmiş.

Ben de sana derim ki: Bana ne canım bundan? Bu durum, ne bu binanın yapısını sarsar, ne de söylemesen benim bundan haberim olur. Üstüne betonu atılmış, harcı karılmış, sıvası yapılmış, dekorasyonu beğenilmiş, olay nereden nereye gelmiş… Dedikodu olarak belki ilginç olsa da, mimari yönden ne anlamı var bunun?

Ebu Hanîfe‘nin kendi zamanında birçokları tarafından anlaşılmamış olmasını anlayabilirim. Hattâ iyi bilinir; Emevî zindanlarında geçmiş ömrü, Emevîlere karşı isyân fetvası vermiş, sonra Abbasîler gelince onlar tarafından da zulme uğratılmış, yine zindana atılmış, işkenceye maruz kalmış, fikirlerini değiştirmeye zorlanmıştır.

Bunu anlarım, özellikle ben anlarım. Çünkü İmâm-ı Âzam bir “vasıta sistem” ortaya koydu ve ilk başta insanlar bunun ne demek olduğunu anlamadılar. Tıpkı bugün “Büyük Doğu – İbda” vasıta sistemini de anlamadıkları gibi… Ama zamanla bu anlayış yerli yerine oturdu ve bütün müslümanlar bu “vasıta sitem”e tabi olarak Kur’ân’a ve Sünnete tâbi oldular; Kur’ân’a ve Sünnete tâbi olmak için ondan başka yol bulamadılar. Bazıları da bazı noktalardan muhalefet şerhi koydular: İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Hanbel, İmâm-ı Mâlik, ondan başka “vasıta sistem”ler kurdular.

Burada ben “vasıta sistem” deyince kimse çıkıp da ukalâlık yapmasın diye bir de dipnot ekleyeyim: Onlar içtihaddır, mezhebdir, dinin esasıyla ilgilidir; “Büyük Doğu – İbda” ise fikriyattır, tefekkürdür, dinin esasıyla değil, dine bakış ve anlayışla ilgilidir. Bunlar birbirine karıştırılmasın. Her biri kendi vaktinin icabıdır.

Mezhebler sistematik hale gelince, Kur’ân’a ve Sünnet’e tâbi olmanın prensipleri billûrlaştı. Her isteyenin, kafasına estiği gibi, Kur’ân’a ve hadîse el atmasının, namazı keyfekeder kılıp, abdesti aklına estiği gibi almasının yolu kapandı. Bundan sonra daha ayrıntıda içtihadlarla bu temel büsbütün sağlamlaştırıldı. Onun üstüne tasavvuf direkleri çıkıldı, onun üstüne ilim, sanat, tefekkür ve her yönüyle medeniyet tuğlaları örüldü. Tâ ki, İslâma Muhatap Anlayış‘ın sislenmeye, buzlanmaya, kararmaya başladığı son 500 yıllık tarih dilimine kadar, her devirde “vaktin icabı”nın ne olduğu bilindi ve bildirildi.

Bugün birçoğu anlamıyorlar bu çizgiyi. Bazısı yeni mezheb kurmaya kalkıyor. Bazısı tümden her şeyi reddederek Kur’ân’a bağlanabileceğini sanıyor. Bazısı hadîslere kabahat buluyor, bazısı tasavvufa çamur atıyor. Hâlbuki hem bu emellerine ulaşmalarına hiçbir yol yoktur, hem de kendi zamanları içinde bilmeleri gereken, İslâma Muhatap Anlayış‘ın en yüksek şekilleri ve gerekleridir. Dinin esasları en açık şekilde tanımlanmış ve tamamlanmıştır ve bunların bir eksikliği yoktur; onlara ilâve edilecek veya onlardan çıkarılacak yeni bir şey yoktur. Bunları bir kenara atarak Kur’ân’a ve Sünnete bulunacak bir yol da yoktur.

Sünnet ve Cemâat Ehli büyüklerinin, binbir inceliği içinde aslîleştirip çerçevelediği bu yol, İslâmın hakikî kurtuluş yoludur. Bugün İslâmî mesele, bu yolun tahrib edilmesi ve büsbütün yolsuz kalınmasında değil, “Büyük Doğu – İbda” dünya görüşünün anlaşılıp anlaşılamamasındadır. İslâm’ın hakikatine nisbetle çağın gereklerinin ne olduğunu kavrama görevini öteleyiştedir, gelecek nesillere ısmarlayıştadır, hemen kavrayıp hayata tatbik edemeyiştedir.

Tarih geriye doğru yürümez. Zamanın her devresi, yeni ihtiyaçlar doğurur, yeni bakışlar ve anlayışlar getirir. Bunlar, eskinin üzerine bina olurlar ve mutlak ölçüler yerli yerinde durarak muhatap anlayış her devirde yenilenir. Şimdi ben şu yazıyı yazarken, “ş” harfini olması gerektiği gibi mi yazıyorum, acaba onu daha mı sivri yazmalıyım konusuna dönemem; harflerin ne olduğu belli olduğu için ben bu yazıyı yazabiliyorum. Öyle mi?

Bu noktada İmâm-ı Buharî‘nin İmâm-ı Âzam‘a ne dediği, eşiyle dostuyla neler konuştuğu beni çok ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren, İmâm-ı Buharî‘nin “Kütüb-ü Sitte” dediğimiz 6 temel hadîs kitabından en geçerlisini yazmış ve İmâm-ı Âzam‘ın da 4 hak mezheb içinden en büyüğünü kurmuş olmasıdır. Gerisiyle isteyen oynasın, dönüp bakmaya değmez!

6 Hazian 2012

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Ağu 29, 2017 10:35 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Ağu 29, 2017 10:29 pm    Mesaj konusu: İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 1 Alıntıyla Cevap Gönder

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 1
Selim Gürselgil
25 Temmuz 2017
.

EBUBEKİR SİFİL CANER TASLAMAN TARTIŞMASI VESİLESİYLE

Temmuz ayı içinde televizyon ekranlarında benzerine pek rastlanmayan bir tartışma programı yayınlandı. Mustafa İslamoğlu’nun adamı olarak bilinen Caner Taslaman adlı felsefeci ile, Ehl-i Sünnet âlimi Ebubekir Sifil arasında hadisler üzerine yapılan münazara Türkiye’de büyük ilgi uyandırdı ve aynı saatlerde milli maç yayını olmasına rağmen izlenme rekorları kırdı. Münazaranın ardından kamuoyunda da tartışmalar günlerce devam etti.

Bu mevzu, bizim davamızın ana bahislerinden biri ile (İslama Muhatap Anlayış) doğrudan ilgili olduğu için, sözkonusu program vesilesiyle, programda konuşulan ve konuşulmayan meseleleri de ele alıcı bir biçimde bu mevzuya girmemiz gerekiyor. Programda konuşulan ve konuşulmayan derken, şunu kasdediyoruz:

Caner Taslaman’ın getirdiği bu meseleler yeni değildir, birkaç yüzyıllık oryantalist ve emperyalist çalışmanın birer ürünüdür. Onlardan alarak gerek İslâm düşmanları, gerekse İslâm içi sapık kollar dillerine dolamışlardır. Bazı boyutlarıyla meseleler resmî nitelik de taşımaktadır: İlahiyat Fakülteleri olsun, Diyanet İşleri Başkanlığı olsun bu sapık fikirlere zaman zaman yer vermekte ve kamuoyunu bunlarla zehirlemeye çalışmaktadırlar. 15 Temmuz’dan sonra güya FETÖ ile mücadele adına resmî kanallardan yapılan hadis inkârcılığı buna en çarpıcı misaldir. Hasılı biz buradaki meseleleri ilk defa işitiyor değiliz; yıllardır karşılaştığımız ve Allah izin verirse bu yazı dizisi içinde nasıl karşıladığımızı sergileyeceğimiz mevzular bunlar.

15 Temmuz deyince, söz konusu programda hadis inkârcılığı ve düşmanlığı ile gündeme gelen Caner Taslaman da bu hususla doğrudan ilgilidir. Zira 15 Temmuz’dan sonra bir “15 Temmuz’un kaymağını yiyenler” veya en azında yemeğe çalışanlar familyası türedi ki, bunların başında da Taslaman’ın hocası Mustafa İslâmoğlu geliyor. Resmi kanallar, güya “FETÖ” ile mücadele adına hadis inkârcılığı ve mezhep sapkınlığı propagandası yapıyorlar.

Bu mevzu sadece Mustafa İslâmoğlu ile sınırlı değil. Hadislere düşman bir familya son yıllarda bir çok kanaldan gençliğin üzerine saldırıyor. Amerika’da Edip Yüksel ve Türkiye’de Yaşar Nuri “Kur’an Müslümanlığı – Kur’an’daki Din” adında bir sapkınlık biçimi uydurdular. Hadisler ve mezhepleri ortadan kaldırarak, sırf Kur’an’a bakarak bir din idrakına erişebileceklerini savunuyorlar. “Kur’an’daki din diye kitap yazmak” geri zekâlılığı şöyle dursun, Kur’an’a bakarak her biri ayrı bir din ortaya çıkaran bu tipler, gençler arasında ciddi ölçüde ilgi uyandırıyorlar. Edip Yüksel’in yolundan gidince “İslâm’ın tam da liberal bir din” olduğu ortaya çıkıyor, Yaşar Nuri’nin yolundan gidince “İslâm’ın tam da Kemalist bir din” olduğu anlaşılmış oluyor!

Onlar gibi başkaları da var, hadis inkârcısı ve sözüm ona “Kur’an dini”ni savunan. Meselâ İhsan Eliaçık’a bakınca Kur’an-ı Kerim ile Das Kapital arasında hiçbir fark kalmıyor. Tartışmacı Caner Taslaman’ın adamı bulunduğu Mustafa İslâmoğlu’nun hadis inkârcılığında ise İslâmiyet “muhafazakâr demokrasi” ile özdeşleşiyor. Yani bu hadis inkârcılarının her biri İslâmiyeti kendi yakın oldukları İslâm dışı doktrinlere benzetmeye çalışıyorlar. Sorunca da “Kur’an’dan yapıyoruz, Kur’an dini yapıyoruz” diyorlar. Hadisler ve mezhepler onlara ayak bağı olduğu için, onları atmadan yola koyulamıyorlar.

Şu bir gerçek ki, son zamanlarda bu taifenin sesi çok çıkmaya başladı. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra “Hadisler olmasaydı 15 Temmuz olmazdı” şeklinde bir hezeyan sergileyecek kadar alçalan tipler ortalığı kapladı ve Amerikancı hain Fetulah Cemaatin’den alınan makamlar bir bir bunlara verilemeye başladı. Aralarından bazıları “ilan edilmemiş şeyhülislam” pozları atarak hükümet üstü bir yerlerde dolaşıyor. Her gün, her vesileyle Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Yolu’na ve hadislere saldırıyor, kendi sarhoşluklarına bunları meze etmek istiyorlar. Ehl-i Sünnet dışı görüşleriyle Üstad Necip Fazıl’ın dahi dikkatini çeken Hayreddin Karaman ve onun kurduğu Ensar Vakfı, memleketin en ücra köşelerine kadar yayıldığı bir himaye görüyor ve genç dimağlara din öğretiyor.

Bu ve burada zikretmediğimiz bütün bu sapkın anlayışlara bakışımızı, sözünü ettiğimiz münazarada Caner Taslaman’ın programa getirdiği bir şişe deve sidiğiyle şov yapmaya kalkışması sadedinde toparlayalım. Bundan 5 yıl önce, ateistlerin hâkim olduğu bir çevrede bu mevzu gündeme getirilmişti ve Allah Resulü deve sidiğiyle hasta tedavi ediyormuş diye sırıtılmıştı. Ben de o zaman şu cevabı vermiştim:

– Hastasına bağlıdır. Kimine deve sidiği iyi gelir, kimine deve tabanı dayasan bana mısın demez. Hep ilim bunlar, hep hikmet!



SÜNNET VE CEMAAT EHLİ’NE ÖVGÜ

Sünnet ve Cemaat Ehli Yolu, yolların en doğrusu, en güzeli ve en üstünüdür.

Bu yol baştanbaşa İslâm tarihini ve İslâm medeniyetini yapanların yoludur.

Allah Resulü’ne, Sahabilere, Ehl-i Beyte sımsıkı sarılanların;

Emevi saltanatını yıkanların, Abbasileri içten fethedenlerin ve Selçukluların ve Osmanlıların ve baştanbaşa yeryüzüne yayılıp döşenenlerin yoludur.

İslâm’ın bütün ilim, fikir, sanat ve medeniyet hamlesi, bu yoldan, bu yolun güzidelerinden gelmiştir. Onlardan başka hiç kimsenin İslâm tarihine en ufak bir müsbet katkısı olmamıştır.

Sünnet ve Cemaat Ehli yolu, itikatta 2, amelde 4 hak mezhebden oluşur. Maturidi ve Eşari… Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli… Bunlar dışında hiçbir dönemeci yoktur.

Sünnet ve Cemaat Ehli’nin alâmet-i farikalarından başlıcaları şunlardır:

– Onlar farzı farz, sünneti sünnet bilirler ve içtihadları icma üzeredir.

– Onlar hiçbir sahabiye buğz etmezler ve hiçbir hadisi inkâr etmezler.

– Onlar, Kur’an’dan ve Sünnetten kafalarına göre, akıllarına estiği gibi, işlerine geldiği gibi yorum çıkarmazlar.

– Onlar, tasavvufu şeriatın gayesi bilir ve hakikatini inkâr etmezler.

Sünnet ve Ceamaat Ehli büyükleri, İslâm’a dosdoğru uymanın yolunu inşâ etmişlerdir ve bu yol da Fırka-i Naciye’nin yolu, Kurtuluş Yolu’dur.

Lakin şu da bir gerçek ki, anlayışta çözülme, bozulma ve çürüme bu yol üzerinde olmuştur. Demek ki, anlayış yenilenmesi de bu yol üzerinde olacaktır.

Ehl-i Sünnet büyüklerinin ortaya koyduğu iman ölçülerine karşı gelmeden ve onları zedelemeden, meselelere yepyeni bir bakış ve anlayışın geliştirilmesi de elzemdir ki, buna İslâma Muhatap Anlayış diyoruz.

22 Temmuz 2017

EHL-İ SÜNNET

Eşit, İslâm!

Gerisi, hikâye…

29 Ağustos 2012

Eşit, İslâm! Yani hakikati ve özü itibariyle söylüyorum; folklörik anlamda değil…

SÜNNİLİK



Şimdi, Peygamber’in mezhebi mi vardı deniliyor… Peygamber’in niye mezhebi olsun ki? Vahyin mezhebi mi olur? Mezheb “zan”dan gelir; yani vahye yaklaşım biçimidir.

“Mezheb olmasın” diyen de vahye bir yaklaşım biçimi sergiliyor (üstelik kendi çelişkisini görmüyor), bu işi en yakın kaynağından alan İmam-ı Azam gibi muazzam bir insan da… Ben niye bu zibidinin yaklaşımını benimseyeyim ki, İmam-ı Azam dururken?

Düşünsene: Adam çıkmış “Kur’an’daki İslâm” diye kitab yazıyor. Kafaya bak! İslâm Kur’an’daysa senin yazdığın kitab ne? Kur’an dururken, ben niye senin yazdığına bakayım o zaman? “Zan – mezheb” değil mi o da? Yoksa vahiy mi seninki?

Mezheb olmazsa, “hak mezheb” olmazsa, “İslâm’da düşünce” diye bir şey de olmaz. Düşüncenin yeri olmaz ki! Zaten bu işi körükleyenlerin amacı da odur. İlkel adamlar dini icad etmek!

Kur’an’da şeriata dair her şey açık açık belirtilmemiştir. Mesela abdest nasıl alınır, Kur’an’dan öğrenemezsin. Sünnetten öğrenirsin. Abdesti vücuddan kan çıkmasının mı bozduğu, yoksa karşı cinsle el temasının mı bozduğu noktası, hadislerde yoktur; onu da mezhebden öğrenirsin.

Bu kadar insanî ve zarurîdir mezheb. Sünnet ve Cemaat Ehli de bu idrakten doğmuştur zaten.

4 Eylül 2012

EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT

Buradaki sünnet kavramı, “Allah Resulü‘nün ortaya koyduğu örnek, doktrin” mânâsındadır. Cemaat ise topluluk hükmü… Yani hem doktrine, hem de doktrin hakkında topluluğun ortak görüşüne uyanlar!

Buradaki topluluktan kasıd, birinci derecede Sahabîler, ikinci olarak onlardan sonra gelenler ve nihayet “cumhur ulemâ” anlamındadır. “İcmâ” kelimesiyle aynı kökten… Yine cami, cuma, içtimâ kelimeleri de aynı kökten, etimolojik ilgi içinde…

Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’in alâmet-i farikası şunlardır:

Bağlılıkta:

Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali.

İncelikte:

Hazret-i Hatice, Hazret-i Aişe, Hazret-i Fatıma.

İtikatta:

İmam-ı Eşarî, İmam-ı Maturidî.

Kaynakta:

İmam-ı Buharî, İmam-ı Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İmam-ı Nesaî, İbn-i Mâce.

Tefekkürde:

İmam-ı Rabbanî, Muhiddin-i Arabî, İmam-ı Gazalî.

Tasavvufta:

Altun Silsile, Oniki İmam.

22 Kasım 2012



EHL-İ SÜNNET’İN İSLÂM’LA ALÂKASI

Kim demiş yoktur? Ehl-i Sünnetin İslâm’la alâkası yoksa kimsenin yoktur. Çünkü diğer hiçbirisi ana kaynağa Ehl-i Sünnetten daha yakın, “asıl örnek” üzerinde ondan daha titiz ve saf doğru yol endişesi dışında kaygulara düşmemiş değil.

İslâm tarihine baktığın zaman, Ehl-i Sünnetten başka hiçbir grubun İslâma derinliğine ve genişliğine bir katkısı olduğunu görmüyoruz. İslâmı Moro’dan Endülüs’e, Afrika içlerinden Sibirya steplerine kadar yayan, hep Ehl-i Sünnet ve ona ilişik çevrelerdir. İslâmın derinliğine en büyük kültür verimlerini meydana getirenler, dinin karnından tasavvufu çıkaran, ondan tefekkürü doğuran, İslâm medeniyetinin zafer takları sayılabilecek en büyük ilim ve sanat eserlerini meydana getiren, hep bu çevredir.

Bunun dışında başlıca iki kesim var: Birisi şia, diğeri selefî – modernist olarak tanımlanan daha yenice bir akım. Şia’nın 1400 yıl boyunca dışa karşı hiçbir hamlesi yok, sürekli içte bir kargaşalık merkezi. Kültür ve medeniyet alanında ortaya koyduğu bir verim de yoktur. 1400 yıldır Ali-Muaviye meselesini bitiremedi şia. Kendini kırbaçlamaktan başka hiçbir yenilik getirmedi İslâm diyarına. Birkaç cılız şiir, bir iki de minyatür… Onlar da şiaya rağmen, şia bu konuları konuşturmak istememesine rağmen ortaya çıkan bazı batınî akımların ürünleri zaten.

Şia’dan sonra vehhabî ve selefîler tuttu aynı doğrultuyu. Şimdi sürekli dinî meseleler konuşurlarsa dinî bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Sürekli hangi hadis zayıf hangisi güçlü, hayızlı kadın neler yapabilir, hangi âlim nerede diğerinden farklı ne demiş konularıyla uğraşınca, İslamî gerekliliğin yerine getirildiğini düşünüyorlar. Oysa İslâm statik bir din olmadığı gibi, eksik bir din de değildir. İtikadda iki, amelde dört hak mezheb tarafından, temelleri yıkılmaz bir hisarla kuşatılmıştır. Hangi hadis’e hangi gözle bakılması gerektiğini, hangi meselenin nasıl çözümlenmesi gerektiğini, Ehl-i Sünnet, en ince çizgilerine varıncaya kadar detaylandırmıştır.

Bunları (icmâ ve kıyas) aradan çıkarınca her hadis okuyanına başka şey söyler. Onlarda çelişkiler bulmak, herkesin her yönüyle yapabileceği bir şey olur çıkar. Çünkü artık içtihad değil, akıl ve heves devrededir. O da herkese göre değişik netice verir. Misal: Birisi tuttu burada, 6-7 ay kadar önce, deve sidiğinin şifası falan diye bir hadis getirdi. Yalan olduğunu düşünmüyorum, çünkü arkadaş böyle yollara tevessül etmez. Ama hadis bağlamından koparılmıştır. Hangi mevzuda kime söylendiği güme gitmiştir. Hadis, herkesin el atabileceği bir dâvâ değildir. Eğer öyle anlatılmak istendiği şekilde olsaydı, hadislere inananlar deve sidiği içer dururdu. Var mı böyle bir şey? Olmuş mudur?

Yalnız burada bir şey ilâve etmeme izin verin: Bu selefîlik meselesi çıkınca, ben geri adım atma gereği duydum ve hâlâ da duyuyorum. İki sebebi var: Birincisi, tertemiz bir su vardı, şimdi bulandırıldı. Bu mesele o kadar çok karıştırıldı ki, selefîliğin içinden, onunla aynı veya benzer metodları kullananan binbir yeni fraksiyon çıktı. Her geçen gün de çıkmaya devam ediyor. Artık neyin selefîlik, neyin ondan doğmuş başka bir şey olduğunu anlamanın imkânı kalmadı. Bugün Kurancı geçinen Amerikalı Edip Yüksel de selefî metodu kullanıyor, şeriatın en yalın haliyle yaşadığını savunan cihadçılar da, bizim kıytırık ilahiyatçılar da, Türk müslümanlığı diye uyduruk bir din yapmaya çalışan bazı Kemalistler de…

Buna bağlı olarak, selefiliğin boyutları bugün tahmin edemeyeceğimiz ölçüde büyük. Çünkü bu, yüzyılı aşkın bir zamandır Ortadoğu coğrafyasında, biraz da Arap milliyetçiliğinden hız alarak, sürekli biçimde işleniyor. Bir 40-50 senedir Türkiye’de, İslâmcı matbuat merkezlerinde yayılıyor. Arap ülkelerindeki gibi bizde halk tabanı oluşmadı henüz, ama onları “selefî” diye toptancı bir hat içinde değerlendirmek imkânı da kalmadı. Çıta o kadar yükseldi ki, söz söylemekte becerememek korkusu var.

Bu konudaki ikinci sebebimse, birincisinden daha çarpıcı. Şimdi baktığın zaman Ehl-i Sünnet adına ortada ne var ki? Cuma namazı kalabalığı, çorap kokusu, istismara açık tekke türbe muhabbetleri; neredeyse bütünüyle ölü bir yığın… Bu yığının arasında İslâmcı refleks gösterenlerin önemli bir bölümü, selefiler… Bunları kaldırdığın zaman, Ehl-i Sünnet, halihazırda bir koyun rejimi, sisteme itaat ve sorgusuz baş eğme biçimi olarak ortada kalıyor. Oysa İslâmcı refleksleri harekete geçirmede, bunu politik mücadeleye dökmede selefîler kritik bir rol oynuyor. Çünkü onların rejime göbek bağı bulunmuyor.

İslâmcı camianın entellektüel tarafında boy gösteriyorlar. Leb demeden leblebiyi anlayan gayet zeki bir tipoloji çizenleri var. Ben şimdi selefîler diye toptan bir hücuma kalktığım zaman bu kimseleri incitmekten de çekiniyorum. Hem kendim boşa kürek çekmekten kaygu duyuyorum, hem de aradaki değerleri yok saymış görünmekten çekiniyorum. Yoksa ben fikir kavgasından kaçan biri değilim. Burada olsun, başka zeminlerde olsun, bir çok şahidi de vardır bunun. Sadece savunmada kalarak, dine bakış konusunda kendileriyle ayrılacağımı belirtmek istiyorum. O da şu:

– Din tamamlanmıştır. Onun yeni kurgulara ve fantezilere ihtiyacı yoktur. Sizin eleştirdiğiniz geleneklerin büyük bölümü, İslama Muhatap Anlayış‘ın reddettiği şekillerdir. Ama bunların sebebi dinin temelleri değildir. Din, Kur’an-Sünnet-İcmâ-Kıyas olarak dört temel üstünde yükselir. Bunlardan hangisine saldırırsanız, dine saldırmış, hangisini yıkarsanız, dini yıkmış olusunuz. Siz dini rahat bırakın, İslâma Muhatap Anlayış’ı anlamaya ve kuşanmaya bakın. Yoksa Ali-Muaviye, hayızlı kadın muhabbetinden ileri gidemezsiniz. Bunlar çook gerilerde kaldı. Şimdi her müslümandan beklenen, Batı’nın üstünlüğünü ve bunun sebeblerini anlamasıdır. Alâkalı alâkasız her mevzuda zayıf hadis kuvvetli hadis muhabbetini sündürmesi değildir.

Evet, bu benim savunma şeklim. Bu yönde bir fikir kavgasından kaçış sebeblerim. Siz yine de beni böyle munis görüp damarıma basmayın; herkesin kavgadan kaçamayacağı bir sınırı vardır.

14 Kasım 2012

Kaynak: Adımlar Dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com