EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

TC'nin gayr-I resmî tarihi

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Çrş Tem 11, 2007 5:50 am    Mesaj konusu: TC'nin gayr-I resmî tarihi Alıntıyla Cevap Gönder

UNUTTURULAN İKİ KAHRAMAN: DELİ HALİD PAŞA – KADİRBEYOĞLU ZEKİ BEY
E. Doğan Şeyhoğlu
29 Mart 2017

İnsanlar bazı kelimeleri, kavramları, isimleri ne zaman öğrendiğini bilmez. Anne-baba, ekmek vs. Halit Paşa ismi de benim için bu sınıfa girer. Çocukluğumun geçtiği Erzincan’da Halit Paşa Mahallesinde akrabalarımız oturduğu için sıkça telaffuz edilen isimler arasındaydı.

Ortaokul yıllarına kadar kim olduğuna dair bir bilgim olmadı. Erzincan’ın kurtuluş tarihi olan 13 Şubat törenlerinde şehrin kurtuluşunda görev almış bir komutan olduğunu öğrenmiştim. Hepsi bu… Daha sonraları Kâzım Karabekir Paşa‘nın Erzincan ve Erzurum‘un kurtuluşunu anlatan hatıratında Dersim Milisleri komutanı olduğu bilgisine rastladım. Yine Karabekir Paşa’nın İstiklal Harbimiz isimli kitabında Halid Paşa’nın askerî hiyerarşiye uymadan direk Mustafa Kemal Paşa ile irtibata geçmesinden şikâyetçi olduğu kısımla beraber aklımdan çıkmayan bir isim haline geldi.

Yıllar sonra Gümüşhane Mebusu Zeki Kadirbeyoğlu‘nun hâtıratında (tafsilatını aşağıda verilecek) mecliste kendisine pusu kurduğu bilgisine ulaşınca kanaatim belirginleşmeye başladı : “Kurtlar Vadisi dizisindeki Memati karakterine benzeyen adi tetikçi…”

Bugün, kısmen haklı olduğumu düşündüğüm kanaatimden vazgeçmeme sebep olan kitap İbrahim Özkan imzasıyla çıkan Deli Halid Paşa isimli eserdir. Kitap, Deli Halid Paşa‘nın hayatının her ayrıntısını yüzlerce eserden faydalanarak yazılmış. Yazarın emeğine sağlık…

Cesaret, kahramanlık, gözü peklik, fedakârlık, vatanseverlik kavramlarının adeta ete kemiğe bürünmüş hali olduğuna dair yüzlerce hadiseyi öğrendikçe bahsettiğim “tetikçi” intibaının hükmü kalmadı. 42 senelik ömrünün 22 senesinde, Yemen, Trablusgarp, Balkan Savaşı,1.Dünya Savaşı ve İstiklâl Harbine katılmış defalarca yaralanmış birisiydi “tetikçi” diye yaftaladığımız kişi… Velev ki öyle olsun. Aslolan, yiğidi öldürürken hakkını vermek değil miydi?

Gerçi Mareşal Fevzi Çakmak Paşa, “Bayburt başarılı olmuş Plevnedir” diyerek tarihe not düşmüş ama buna rağmen tarih kitaplarımızda pek mühimsenmeyen ve Doğu cephesindeki basit bir savunma savaşı gibi gösterilen Bayburt-Kop Dağı savunmasının ağır yaralı kahramanlarından birisidir Deli Halid Paşa ve Mareşal’in tespiti bu hak cümlesindendir. Erzincan ve Erzurum‘u eksi bilmem kaç derece soğuk altında iki metre kar içinde Ermeni mezaliminde kurtarması…. Düşmanın üzerine gözünü kırpmadan Fetih suresi okuyarak saldırması… Kendisine erattan ayrı ikramda bulunmak isteyenleri azarlayarak askeriyle nasıl hemhal olduğunu göstermesi… “Bir mıh bir nalı kurtarır, bir nal bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi kurtarır” hikmetinin ispatı sadedinde, Sakarya savaşında Çal Dağı taarruzuyla yarılan cepheyi kapatıp, savaşın seyrini değiştirmesi… Benzeri yüzlerce kahramanlık destanının teferruatını mezkûr eserde bulabilirsiniz.

1923 yılında Mustafa Kemal Paşa‘nın isteğiyle gönülsüz siyasete atılmış. Gönülsüz demişken; Halid Paşa deli lakabını hem aşırı cesaretinden hem de asabî kişiliğinden dolayı almıştır. Bu yüzden Mustafa Kemal’e asabî bir yapısının olduğunu, birisi itiraz ettiği zaman çekip vuracağından dolayı vekilliği kabul etmek istememiş. Yaklaşık bir buçuk yıllık vekilliğinde iki kez izin kullanmamış haliyle zaten gergin olan sinirleri iyice gerilmiş. İstirahat ve tedavi tekliflerini Malûl gazilerle alakalı kanun teklifinden sonrasına ertelemiş.

Halid Paşa ile ilgili bahsi şimdilik noktalayıp başlıkta adı geçen Gümüşhane mebusu Zeki Kadirbeyoğlundan bahsedelim. Kitapta Halid Paşa’nın hayatına dair her ayrıntıdan bahsedilmişken Zeki Kadirbeyoğlu‘nun hatıratında bahsi geçen meclisteki pusu hadisesinden hangi sebepten dolayı bahsedilmemiştir? Halid Paşa’nın kahramanlığına, mertliğine gölge düşürür kaygısıyla mı hayatının bu bölümü sansürlenmiş?

ZEKİ KADİRBEYOĞLU
Zeki Kadirbeyoğlu, 1884 yılında Gümüşhane’de doğmuş, 8 Temmuz 1952 yılında İstanbul’da vefat etmiş. Mekteb-i Sultani mezunudur. Çiftçilik, tüccarlık, Trabzon Kongresi Başkanlığı, Erzurum Kongresi üyeliği, Osmanlı Meclis-i Mebusan IV.Dönem Gümüşhane Mebusluğu, TBMM II. Dönem Gümüşhane Milletvekilliği yapmıştır.

Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılması Hakkındaki (431 Sayılı) Kanun’a red oyu veren tek mebus oldu.
Zeki Kadirbeyoğlu hakkında ansiklopedik malumat yukarıdaki satırlardan ibarettir. O da Halid Paşa gibi unutturulmaya çalışılan kahramanlardan birisidir. Millî Mücâdelenin önemli devrelerinden birisi olan Erzurum Kongresi‘nin tertip komitesinden, vatansever medeni cesaret sahibi, izzet-i nefsine son derece düşkün münevver bir kişilik.

Zeki Kadirbeyoğlu 2.Meclise MUSTAFA KEMAL’e rağmen girmiş tek bağımsız mebustur. Seçilmesi hayli ilginçtir:
“”Ozaman intihabat [seçimler] vilayetlerde ayrı ayrı yapılıyor ve kaza merkezlerinde bile birer ikişer gün fasıla ile müntehib-i sâniler [ikinci seçmenler] rey veriyorlardı. Bugünkü gibi bütün memlekette bir anda ve bir günde meb’us seçimi yapılmıyordu.

İlk intihab Kelkit kazasına emir verildi.

Süvari seyyar jandarma taburu, kaza merkezini ihata ederek tabur kumandanı bir müfreze ile ayrıca belediye dairesini çevirip kendisi de içeri girdi. Aynı zamanda jandarma kumandanı, kaymakam vekili de tedbir alarak belediye dairesine dahil oldu. Müntehib-i sâniler de tamam olduğundan belediye reisi Hacı Alâeddin bey merhum ayağa kalkarak: “Büyük müsafirlerimiz, biz şimdi mebus intihabına başlayacağımızdan, sizlerin belediye dairesinden lütfen çıkmanızı rica ederiz. Arzu buyrulur ise, yanımızdaki ufak odada oturunuz” demesi üzerine, Süvari Binbaşısı ve Kaymakam Vekili olan jandarma kumandanı: “Biz, buraya intihabı yaptırmak için geldik. İntihap bizim yanımızda yapılacak ve her müntehib-i sâninin yazdığı veyahut yazdıracağı pusulaları göreceğiz. Hükûmetin istedikleri adamlardan başka hiç kimseye rey verilemez” dediler.

Bu açık ve sarih tehdit karşısında belediye reisi Hacı Alâeddin Bey merhum: “Efendiler, bizim elimizdeki intihap kanununda sizlerin bulunacağına dair hiçbir kayıt yoktur halk da kendi vekilini kendisi seçeceğine ve buna karışanların ağır cezalara çarptırılacağına dair maddeler de vardır. Hükûmet istediğini yapacaksa, daha bu ahaliyi aylardan beri köylerinden niçin tedirgin edip, bu mahsul zamanı yerlerinden oynattınız? Kaza idare meclisi kararı ile yapılır, biterdi. Biz de bu eziyetlere katlanmazdık. Ben sizi, burada bırakamam. elimdeki kanun da bunu emrediyor.”

Binbaşı ve jandarma kumandanı:” Biz emir aldık. müntehib-i sâniler hükûmetin gösterdiği zevata reylerini verecek. Vermedikleri takdirde biz verdirteceğiz. Başka münakaşa istemez.” diyerek kesip atarlar. Bunun üzerine Hacı Alâeddin Bey: “Madem ki böyle bir emir aldınız, böyle arzu ediyorsunuz, bizler de kazâ namına mebus intihabına iştirak etmiyoruz ve çıkıyoruz. Sizler de istediğiniz gibi oturabilirsiniz” deyip, bütün müntehib-i sânilerle beraber belediye dairesini terk ederek, kasaba içerisine dağılırlar. Neticenin bu hâli kesbedeceğini hiç de ümid etmeyen kumandan ve kaymakam vekili hayretler içerisinde şaşırırlar; binbaşı doğruca telgrafhaneye koşup, evvelce aldıkları talimat dairesinde Mustafa Kemal Paşa’yı aramaya mecbur kalırlar.

Bir buçuk saat zarfında irtibat temin edilerek, Kelkit Belediye Reisinin ve müntehib-i sânilerin aldığı vaziyet Mustafa Kemal Paşa’ya bildirilir.(Bu muhabere Kelkit Telgraf ve Posta Memuru Gümüşhaneli Müftüzâde, elyevm mütekait ve berhayat bulunan İsmâil Efendiden alınmıştır.)
Mustafa Kemal Paşa, belediye reisini telgraf başına çağırmalarını emreder. Reis Hacı Alâeddin Bey’i hanesinden çağırırlar. Milyonlarca insana numune olacak şekilde medeni cesaretini gösteren bu hamiyetli koca Türk telgraf odasına girerken, Mustafa Kemal Paşa karşısındaymış gibi fesini düzeltmiş ve ceketinin önünü iliklemekle velev gıyabında bile olsa büyüğüne karşı tâzimini göstermiştir.

Muhabere memuru Mustafa Kemal Paşa’ya, belediye reisi’nin hazır bulunduğunu ve aldığı vaziyeti haber vermesi üzerine;
Mustafa kemal paşa: “Reise selâmlarımı söyleyiniz” demiş, reis de bilmukabele Paşa’nın ellerinden öptüğünü bildirmişti.

Mustafa Kemal Paşa: “Hacı Bey! benim size gönderdiğim mebuslara rey verecek olursanız, hem sizin hem de memleketiniz hakkında çok iyi olur. Ve siz de, memnun olursunuz. Zeki Bey’i biz boş bırakmayacağız. En yakın zamanda onu en büyük memuriyetlere koyacağız. Kelkit ahâlisine de selamlarımı söyleyiniz. Tekrar ediyorum, Zeki bey hakkında hiç merak etmeyiniz.”

Hacı Alâeddin bey: “Paşam ellerinden öperim. Bu benim elimde değildir. Halk and içmiştir. Zeki bey umumî harpte bizim ölümüze tabut, dirimize beşik olmuştur. Bizi her türlü felâketten kurtarmış, harpten sonra da açlıktan ölüm tehlikesine gelen ahalinin imdadına yetişerek bize hem yiyecek ve hem de tohumluk temin etmiştir. Eğer bizi istemiyorsan, birer kağnı bir de massamız vardır. Yer gösterin gidelim. Biz vekil olarak Zeki bey’i istiyoruz.”

Mustafa Kemal Paşa: “Massa nedir?” diye sual etmesi üzerine, memur ismail efendi, arabaya koşulan hayvanatı sürmek için, iki metre uzunluğunda bir değneğin ucuna sokulan bir çivinin massa tabir edildiğini izah eder. Mustafa Kemal Paşa: “binbaşı ve jandarma kumandanı orada mıdır?” sualine karşı da, muhabere memuru “Evet, buradadırlar Paşam” cevabını verir.
Mustafa Kemal Paşa, onlara hitaben: “Çekiliniz! Ve intihabı serbest bırakınız. bu nisbette azimkâr olan bir halka fazla tazyik yapılamaz” derler.

Bunun üzerine ikindiye yakın müntehib-i sâniler Belediye dâiresinde tekrar içtima ederek iki rey muhalife karşılık bütün reyleri bana verdiler; diğerleri, birçok kimseler dağıtıldı.

Bu hâli haber alan Seyran( Şiran) jandarma kumandanı ve aynı zamanda Kaymakam Vekili, Belediye Reisi’ne yalvararak, aman beni tehlikeli bir mevkie düşürmeyiniz. Reyleri şimdiden taksim edelim. Tam ve mutlak biri Zeki Bey’e diğer reyleri de Celal Bey’e, Hasan Fehmi Bey’e, Rıza Bey’e, Asım Bey’e bu dördüne taksim edelim. Reis Giriftinzâde Mehmed Bey’i ancak bu şekilde ikna edebilirler. ve Seyran’da reyler açık açık yazılarak Reis Mehmed Bey’in kontrolünden geçtikten sonra intihab bu şekilde yapılır.

Dorul kazasına gelince, iki kazanın müntehib-i sânilerine müsavi olan bu daire-i intihabiyyede Gümüşhane Jandarma Kumandanı ve aynı zamanda vali vekili olan Osman Bey, aşağıdaki telgrafı Dorul jandarma Kumandanı ve Kaymakam Vekili olana çeker:

Dorul Kaymakam Vekâletine

İntihab hakkında Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinden alınan telgrafname kazanıza da ta’mimen bildirilmişti. Telgrafnâme münderecatı dikkat nazarınıza alarak, her neye mal olursa olsun hükûmet namzetlerinin kazandırılması elzemdir.

Vali Vekili ve Jandarma Kumandanı Osman

Güzergâhta bulunan bu kasaba en çok nüfus kesâfetine malik olup, vürud eden müntehib-i sâniler belediye dairesinde içtima ederler. Toplantıya jandarma kumandanı müsellah kuvvetlerle girerek yukarıda yazılı telgrafı aynen reis ve müntehib-i sânilere tebliğ ettikten sonra muhalif bir rey verenin canlı olarak buradan çıkamayacağını da söyler.

Gördün mü Hâkimiyet-i Milliyeyi!” (1)

Hep düşünmüşümdür İkinci Meclis seçimlerinde başka vilayetlerde de Kelkitliler gibi “azimkâr” tavırlar gösterilsey di nasıl olurdu? 1920 şartlarında jandarma komutanının yaptığı tehditle 2015 yılında “Ya 400 ya kaos” manşetinin pek bir farkı olmasa gerek.

Yeri gelmişken bundan bir kaç yıl önce Kelkitli Aydın Doğan ve Tayyip Erdoğan arasında Kelkitli -Kasımpaşalı polemiği yaşanmıştı zavallı Aydın Doğan’ın “Bize Kelkitli derler biz Mustafa Kemal’e rağmen Zeki Kadirbeyoğlu’nu seçmiş insanlarız” demesini beklerdik ne yazık ki diyemedi. Onu geçtik, Zeki Bey merhumun yakınları, Gümüşhane’de açılan öğrenci yurduna Zeki Kadirbeyoğlu’nun adının verilmesine karşı duydukları memnuniyetsizliği izhar ettiler.

Zeki Kadirbeyolu’na pusu kurulmasına sebep olan hadiseler hatıratından:

“3 Mart 1924 Pazartesi, Şer’iyye Vekâleti’nin ilgası, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekili’nin vekâletten ayrılması, Hilâfet’in ilgası ile Hânedân-ı Saltanat’ın hârice teb’îdi (yurtdışına sürülmesi).

Bunların hiçbirisi bir encümene havâle edilmeden, doğrudan doğruya Hey’et-i Umûmiye’ye sevk ile müzâkeresine başlandı.

Her iki vekâletin iki dakikada ilgâsından evvelce Hilâfet ve Saltanat’ı yani umûr-i idâre-i devletin Hilâfet’ten ayrılmış olması münâsebetiyle sırf mânevî bir şekilde kalmış olan Hâlife ve hânedanın millî hududlar hâricine teb’îdi müzâkeresine geçildi.

Mustafa Kemal Paşa da, meb’uslar arasında oturmakta idi.

Bu mesele hakkında söz alan iki meb’us çıktı. Biri ben, diğeri Kastamonu Meb’usu Erkân-ı Harp Miralayı Albay Hâlid Bey idi. (Istiklâl Harbi’nde cepheyi yarıp Başkumandanı’nı esir eden ve zaferi ordumuza temin eden Dadaylı kahramandır.)

Ben şahsen, altıyüz seneyi mütecâviz bir hânedanın perişan bir hâlde millî hududlar hâricine atılıp kovulması ve sürülmesini Türk Milleti’nin ulûvvü cenablığıyla kabil-i kıyas görmedim ve bulamadım. Bâhusus (özellikle) bu hânedan, Avrupa âile-i kraliyeleri gibi milletlerin kurdukları, başkalarının eyâdi-i gasbından kurtardıkları vatanlarını, kendi ırklarından olmadığı halde büyük gördükleri Kral âilelerinden kendilerine bir kral isteyerek başlarına geçirmiş değillerdi.

Osmanlı Hânedânı, bunlarla hiçbir vakit kabil-i kıyas olmayıp, doğrudan doğruya kendi aşîretinin reisi bulunan Birinci Pâdişah Osman Bey, Selçuklular’ın bir beyliğini kabûl ederek Domaniç’e yerleşmiş ve Selçuk Hükümeti’nin inkırâzı vukûunda o da diğer beyler gibi istiklâlini ilân etmiştir ve bunun neticesi olan muazzam Osmanlı Imparatorluğu’nun ana temellerini atmaya muvaffak olmuştur. (…)

Benim nokta-i nazarım (görüşüm), Makarr-ı Hükümet (Hükümet merkezi) yapılan Ankara’nın gözü önünde bir mahallede kendilerine Feriye Sarayları gibi yapılacak iki üç cesim (büyük) apartman içerisinde yerleştirerek Hükümet-i Cumhûriyeti’nin nezâreti altında ikametlerine müsaade olunması zükûr-ünas (erkek) evlâdlarının da bizim evlâdlarımız gibi resmî mekteblerde tahsil ettirerek, işe yaramayan aksâmını devlet memuriyetlerinde tahsil ve derecelerine göre istihdâm edilmesi ve binnetice yarım asır zarfında halka karışıp memlekete daha müfid (faydalı) bir unsur olmuş olurlardı. Osmanlı Hânedanı teessüs ederken zamanında kendilerinden daha büyük ve kudretli hükümdarlar yok muydu? Karahanoğulları, Isfendiyaroğulları ve Dulkadiroğulları hânedanı, bunları o zamanın Osmanlı Padişahları hatta yurtlarını zabtettikleri halde, kapı dışarı sürüp süründürmediler. Evlâdlarını, kendilerini taltîf ederek istihdâm ettiler. Biz de bu ciheti güzelce tatbik edebilirdik. Ben bu nokta-i nazarı müdâfaaya kalkışıyorken, Gazi’nin (M. Kemal’in) sağa sola, vukû bulan işâretleriyle mâiyet-i seniyyelerinden ilk evvel Istanbul Meb’usu Ali Rıza Bey karşıma çıktı. Birinci Harb-i Umûmi’de meşhur levâzım reisi Ismail Hakkı Paşa’nın sağ eli olan bu yadigâra,

“- Siz Saray hafiyesi ve Saray’a mensubsunuz” demesini müteâkib,

“- Bana Saray hafiyyesi ve Saray mensubu diyen bu adam bunu isbât etmesi îcâb eder. Aksi takdirde en büyük nâmussuzdur. Zaten vazifesinde hırsızlıkla iştihâr etmiştir” diye ağzının payını verdikten sonra (Bu Ali Rıza Meclis’te kestor [Mali işlere bakan yüksek görevli] olarak bulunduğu müddetçe yaptığı suistimalinden dolayı çıkarılmıştır) Mustafa Kemal etrafına bakınarak, arkasında gördüğü Kozan Meb’usu Jandarma Zâbiti Ali Sâib’e işaret etmesi üzerine, elleriyle ne yapayım gibi bir işâret vererek:

“- Zeki Bey, Zeki Bey, Hânedan bu müdafaanı görseler seni damad yaparlardı” diyerek yavan bir hezeyanla salondan çıktı.

Cevâben:

“- Damâd-ı Şehriyârî olmak, elbette bir şereftir. Burada kalmış olsalar sizlerden kimseye sıra kalmazdı. Değil Damâd-ı Şehriyârî olmak, fırkanızın edib-i muhteremi Celâl Nûri Bey, Saray’a soğancıbaşlığına çoktan tâlib çıkmıştı.”

Onun peşine Gazi, Topçu Ihsan’a işâret etti. Teşehhüd miktarı Bahriye Vekilliği yapıp, kendisiyle beraber Vekâleti de yıkıp meşhur Havuz-Yavuz meselesiyle mahkemeye sevkedilen şahs-ı maruf da payını alarak yerine oturması Gazi’yi büsbütün çileden çıkardı. Yine etrâfa işâret vermeye başladığı sırada, artık tahammül edemeyerek doğrudan doğruya kendisine hitâb ettim:

“- Paşa, paşa, ben ne Hânedandanım ne de mensubtum. Ben bir hakikati ve kendi görüşümü müdâfaa ediyorken, siz boyuna işâret vererek karşıma adam çıkarmak istiyorsunuz. Ben senin gibi de, Bendegân-ı Hazret-i Şehriyârî’den değilim. Tard olunduğun (görevine son verildiği) halde, Erzurum Kongresi’nde Yâverân-ı Hazret-i Şehriyârî Kordonu’nu kemâl-i fahr-i mübâhatla sînene takarak geldin. Ve bugün de hâlâ altın imtiyaz madalyasını göğsünde taşıyorsun. Mektebden çıkıyorken sadâkat yeminini ben değil sen yaptın. Kızaracak yüz benim de yüzüm değildir” diyerek kürsüyü terkettim. Zira müzâkere çığırından çıkarılmıştı. (Beyînat aynen bu şekilde cereyân etmişti. Matteessüf zabıt değiştirilerek birçok kelimeler çıkarılmıştır.)

Mustafa Kemal hiç me’mul etmediği (ummadığı) bir hücuma mâruz kalınca baygınlık geçirdi. Yâverân, hemen odasına naklederek, beş dakika sonra da otomobili ile Çankaya’daki köşklerine naklettiler. Sonradan aldığım bir habere göre “öldürün” demiş.[1] (…)

Bir akşamüzeri Meclis’te gardroptan pardesümü giyerken, cebimde fazlaca bir kabarıklık gördüm. Elimi cebime attım, sert bir mukavva parçası, hariçten yokladım, başka bir şey yok. Çıkardım, üzerinde kurşun kalem ile acele yazılmış bir yazıyı gördüm.

“- Biz seni çok severiz. Otomobille çiğneyeceklerdir. Meclis karşısında bekleyen otomobile dikkat, kağıdı yak!..”

Kağıdı ezerek hânede yakmak üzere cebime koydum. Çıktım. Ankara Palas Oteli, az ilerisinde boş bir makina bekliyordu. Ben kenardan yavaş yavaş yürümeye başladığım sırada o da harekete geçti. Taş Han önünde Rüşdü Paşa ile Fâik Bey’i gördüm. Meseleyi anlattım. Beraberce yürümeye başladık. Camii geçtikten sonra, tam dört yol ağzında ben tedârikli bulunarak karşıya geçmek istediğim anda otomobil var kuvvetiyle üzerime yollandı. Kurtulamayacağımı anlayınca birden bire fırladım. O hızla geçti, ilerde durdu.”

Bu tartışmalardan sonra İsmet İnönü’nün kendisyle konuşmak için odasına çağırdığı bir hademe vasıtasıyla söyleniyor.
“Başvekâlet odasına girdiğim vakit ayakta ve odanın ortasında yalnız Halid Paşa’yı gördüm.
“-Paşa İsmet Paşa beni istemiştir, nerededir?” der demez,Halid Paşa:
“-Zeki Bey size yanlış haber vermişler, sizinle ben görüşmek istedim, içeri buyurunuz” dedi. Daha iki adım atar atmaz, kapı birden bire kapanarak arkasında saklı olan Rize meb’usu Rauf, İstanbul meb’usu Ali Rıza, Topçu İhsan meydana çıkarak, hemen kapıyı arkadan kilitlediler. Tabii bu hüsn-i niyete delâlet eden bir hâdise olmadığı için, her iki elim de ceplerime giderek biri Bramlon, diğeri Simentvesson olarak iki tabancayı çıkarıp köşede zâviye teşkil eden Başvekâlet masasının üzerinden geçmek sûretiyle arkamı duvara dayadım.Bu vaziyeti ümid etmeyen Halid Paşa:
“-Zeki ne yapıyorsun?” cevabına da
“-Kendimi müdâfaa ediyorum” dedim.” (2)
Halid Paşa Zeki Bey’in bu refleksine karşılık konuşmak istediklerini ve Mustafa Kemal Paşa’ya ve kendilerine hakaret ettiğini sözlerinin zabıttan çıkarması isteklerini red eder. Halid Paşa’ya İngilizlerin takibi zamanında kendisini evinde sakladığını misafir ettiğini bunun karşılığının bu mu olduğu mealinde teesürlerini bildirir. Zeki Bey’i aramaya çıkan arkadaşlarının kapıya birikmesiyle kapıyı açmak zorunda kalırlar.

Daha sonra İzmir Suikastı davasında tutuklanır suçsuz olduğu anlaşılır ve beraat eder. Mustafa Kemal Paşa’dan beraatiyle ilgili tebrik telgrafı alması hayli ilginçtir.

Buna rağmen sivil polis takibinden kurtulamaz. Ticaret yapmaya çalışır bilinmeyen(!) bir el bütün ticari faaliyetlerini sabote eder. Medeni cesareti sayesinde polis takibinden kurtulur. Evinin duvarına takip altında olduğuna dair büyük bir tabela yazar uzun münakaşalardan sonra emniyet müdürü,vali derken Mustafa Kemal’in haberi olur ve “Zeki ne casus ne komitecidir şarkın hârekatını hazırlayan vatanperverdir. Nedir bu , bu kadar tazyik ve rezalettir!” çıkışıyla takip ve tarassut bitirilmiş.

DELİ HALİD PAŞA VE ZEKİ KADİRBEYOĞLU

Gümüşhane’deki Kadirbeyoğlu konağı, Başvekil odasındaki pusudan sonra kader son kez iki kahramanı karşı karşıya getiriyor. 9 Şubat 1925 günü,malûl gaziler için Halid Paşa’nın kanun teklifi yüzünden çıkan tartışma üzerine Ali Çetinkaya (Kel Ali) Rize Mebusu Rauf (Zeki Bey’e pusu kurduğu kişi) ile kavga ederken Rauf Bey’in arkadan ateş etmesiyle ağır yaralanıyor.14 Şubat 1925 tarihinde vefat ediyor. Doğu Anadolu’da eşraftan birileri Deli Halid Paşa’ya ziyafet vermek istiyorlar “Askerimin yemediği yemeği yiyemen!” diyerek ev sahiplerini şiddetle azarlayan bir kişiliği tanıyanlar, malûl gaziler için nasıl bir çaba içinde olduğunu az çok tahmin eder. Ve bu gayretin laubali şekilde karşılık bulması Paşa’nın katliam yapması için gerekli sebeptir. Paşa’nın bu teklifine “para yoktur” diye mazeret ileri sürenlere ; “Şarktan gönderdiğim arabalar dolusu mücehverler altınlar nereye gitti?” diye hesap sormaya kalkması Deli Halid Paşa’nın kaleminin kırılmasına sebep olduğu dönemin havasına şahid olanlar tarafından ifâde edilmekte.

Zeki Bey hadiseyi duyar duymaz olay mahalline geliyor ve ilk müdahaleyi yapıyor. Halid Paşa’nın başını kollarınında tutarken Halid Paşa ne düşünmüştür? Meclisin soğuk odasında günlerce bekletilip ölüme terkedilmişken marazî sadakatini hesaba çekmiş midir? Mustafa Kemal’e atfedilen bir söz vardır “Eğer bir ihtilâl yapacak olsam yanıma alacağım ilk adam Yakup Cemildir, ihtilâlden sonra asacağım ilk adam Yakup Cemildir” Paşa’nın bile bile ölüme gönderilmesinde, davanın üstünün kapatılmasında bu anlayışın etkisi olmuş mudur?
Bu gibi soruların cevabını bilmiyoruz.
28 Şubat döneminde “Namlusunu halka çeviren tanka selam durmam!” diyen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Halidî tavrının düşman cephesinde sebep olduğu panik erbabının malumu.İki kahramanın akibetleri ne kadar da birbirine benziyor. Ha meclis odasında ölüme terkedilen Halid Paşa, ha Keş dağında katledilen Muhsin Yazıcıoğlu.

Bu vesileyle bütün şehitlerimize rahmet.

Kaynak:
1.Yılların İzi, Mahir İz. s. 406-409
2.Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in Hâtıraları, Ömer Faruk Lermioğlu s.197-202

Adımlar dergisi

Kürt Ve Arap İleri Gelenlerinin 1921'de Büyük Millet Meclisi'ne Çektikleri 2 Telgraf
Hazırlayanlar: Halit Çete, Gökhan Göbel



1. TELGRAF

(Latin harfleriyle transkripsiyon)

Ankara Büyük Millet Meclisi Riyâset-i Celîlesine

1920'de Fransızların teşvîkiyle Şeyh Ğarîbzâde Fuâd ve amûca zâdesi Kemâl ve polis müdir-i esbakı Emîn Efendiler Arab İttihâd ve Alevî Kulübü nâmıyla bir cemiyyet açarak Kilikya'nın Fransız himâyesi altında bir muhtâriyyetle idâre idilmesi içün Londra Konferansı’na mürâcaat itdiklerini ve hatta yerli Arabları temsîl itmek üzere bir de murahhas gönderildiğini haber aldık.

Şimdiye kadar kardaş arasına nifâk sokmağa muvaffak olamayan Fransızlar bu defa da bir takım aceze ve fukarâyı tehdîd ve birkaç denîyi pâre ile ıtmâ' iderek bütün Arabları temsîl itmek küstâhlığında bulunuyorlar.

Aylardan beri Anadolu Hükûmet-i Millîyyesi zîr-i cenâhında Türk kardaşlarıyla tahlîs-i vatan içün yan yana muhârebe iden Adana Arabları eşrâf, ayân ve ashâb-ı serveti bağ ve bağçeleri ve çiftliklerini mağâza ve dükkanlarının Ermeniler tarafından yağma ve tahrîb idilmesine câni Fransız hükûmetinin alenen müsaade ve müsâmaha itdiği fiilen görülmüşdür.

Binaenaleyh asırlardanberi hem dîn ve ayn-ı hakka mâlik olarak beraber yaşadığımız Türk kardaşlarımızdan hiç bir vechle iftirâkı kabul idemeyeceğimizi ve Ankara Hükûmet-i Millîyye ve meşrûasına rabt-ı mukadderât itmekden başka ğayemiz olmadığı ve câmia-i islâmiyyeden bizi ayıracak her hangi bir karârı silâhımızla ve kanımızın son damlasına kadar müdâfaa içün ahd-ü mîsâk itdiğimizi âlem-i medeniyyete teblîğ buyurmanızı ve eşhâs-ı merkûme hakkında da hıyânet-i vataniyye kânununa tevfîkân sedîd-i ta'kîbât icrâsını istirhâm eyleriz.

Abdülaziz bin Hüseyin, Hasan Abdullah, Ahmed Bin Hüseyin, Kars'ın Entam kariyesi Arab ahalisi namına Muhammed Bin Muhammed, Arap Âbidin, Ahmed Bin Adürrahim, Hüseyin Bin Kemal, Halil Bin Numan, Muhammed Bin Musa, Muhammed Bin Muhammed, Mustafa Muhammed Bin Ammad, Abdülkadir Bin Mustafa, İbrahim Bin Halil, Arab İsa Bin Hüseyin, Muhammed Bin Hüseyin, Âbidin Ali Bin Halil

(Bugünkü Uydurma Türkçesiyle)

Ankara Büyük Millet Meclisi Yüce Reisliğine

1920'de Fransızların kışkırtmasıyla Şeyh Garipzade Fuat ve amcaoğlu Kemal ve bir önceki polis müdürü Emin Efendiler “Arab Birliği ve Alevi Kulübü” ismiyle bir dernek açarak Kilikya'nın Fransız koruması altında bir özerklikle yönetilmesi için Londra Konferansı’na başvurduklarını ve hatta yerli Araplar adına davranmak üzere bir de delege gönderildiğini haber aldık.

Şimdiye kadar kardeş arasına anlaşmazlık sokmaya başaramayan Fransızlar bu defa da bir takım acizleri ve fakirleri korkutarak ve birkaç alçağı parayla doyurarak bütün Araplar adına davranmak küstahlığında bulunuyorlar.

Aylardan beri Anadolu Milli hükümeti kanadı altında Türk kardeşleriyle vatanın kurtuluşu için yan yana savaşan Adana Arabları eşrafı, ileri gelenleri, servet sahipleri bağ, bahçe ve çiftliklerinin, mağaza ve dükkanlarının Ermeniler tarafından yağma ve tahrip edilmesine cani Fransız yönetiminin açıkça izin verdiği ve koruduğu görülmüştür.

Bundan dolayı asırlardan beri aynı din ve aynı hakka sahip olarak beraber yaşadığımız Türk kardeşlerimizden hiçbir suretle ayrılığı kabul edemeyeceğimizi ve meşru Ankara Milli Hükümetine kaderimizi bağlamaktan başka amacımız olmadığı ve İslam camiasından bizi ayıracak herhangi bir kararı silahımızla ve kanımızın son damlasına kadar korumak için söz verip yemin ettiğimizi medeniyet alemine bildirmenizi ve adı geçen kişiler hakkında da vatana ihanet kanununa uygun olarak doğru bir kovuşturma yürütmenizi rica ederiz.

2. TELGRAF

(Latin harfleriyle transkripsiyon)

Ankara'da Büyük Millet Meclisi Riyâset-i Celilesi’ne

Kürdler küçük lokmanın pek kolay yutulacağını vaktinden çok evvel anlamışlardır. Türk birliğinden ayrılmak zihniyyetinde bulunanları Kürdler kendi milletlerinden add itmezler. Kürdlerin mukadderâtı Türk'ün mukadderâtıyla tev’emdir. Biz Kürdler Türkiya Büyük Millet Meclisi Hükûmetinden başka halâskâr beklemediğimiz gibi düvel-i itilâfiyyeden merhamet dilemeğe tenezzül itmiyoruz. Mîsâk-ı Millî dâhilinde sulh akdi edilmesini teminen bütün varlığımızla hükümetimize müzaheret edeceğimizi Türkiya Büyük Millet Meclisi Hükümeti dahilinde Kürdlüğün ayrı bir unsur olarak telakkîsini hiç bir zemân işitmek istemediğimizi arz ile muvaffakiyyetler temennî ve takdîm-i ta’zimât eyleriz.

Aluçlu Aşiret Reisi Muhammed, İzoli Aşiret Reisi Hacı Fiya Sebâti, Ulemâ-i Ekrâd’dan Bekir Sıdkî, Bâricgân Aşiret Reisi Halîl, Bükler Aşiret Reisi Hüseyin, Ulemâ-i Ekrâd’dan Rüşdî, Ulemâ-i Ekrâd’dan Avnî, Eşraf-i Ekrâd’dan İzdelili Fehim, Ulemâ-i Ekrâd’dan Halîl, Cürdî Aşiret Reisi Muhammed, Zîve Aşiret Reisi Halîl, Ulemâ-İ Ekrâd’dan Hâfız Muhammed, Deyükân Aşiret Reisi Hüseyin, Eşrâf-ı Ekrâd’dan İbrâhîm, Eşrâfdan Sâdık, Zebûhlu Halîl

(Bugünkü Uydurma Türkçesiyle)

Ankara'da Büyük Millet Meclisi Yüce Reisliğine

Kürtler küçük lokmanın pek kolay yutulacağını vaktinden çok önce anlamışlardır. Türk birliğiden ayrılmak düşüncesinde bulunanları Kürtler kendi milletlerinden saymazlar. Kürtlerin kaderi Türk'ün kaderiyle ikizdir. Biz Kürtler Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinden başka kurtarıcı beklemediğimiz gibi İtilaf Devletlerinden merhamet dileme durumuna düşmüyoruz. Milli Yemin içinde barış antlaşması yapılmasını sağlamak üzere bütün varlığımızla hükümetimize yardım edeceğimizi; Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti içinde Kürtlüğüm ayrı bir parça olarak anlaşılmasını hiçbir zaman duymak istemediğimizi bildirerek başarılar diler ve saygılarımızı sunarız.

Kaynak: http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi.aspx?YID=954&KID=54

Türkler, Müslümanlar, Sünnîler Ve Sistem
M. Şevket Eygi
12 Mayıs 2009

Türkler, Müslümanlar, Sünnîler Ve Sistem
Şöyle bir iddia var: Ülkemizdeki derin devlet Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere dayanıyor, onları destekleyip kabul ediyormuş, öteki farklılıkları, çeşitliliği dışlıyormuş.

Bu iddia doğru değildir.

Son seksen yıl içinde bu ülkede en fazla Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere zulm edilmiştir.

Müslümanlığa savaş açılmıştır.

Medreseler kapatılmıştır.

Sünnîlerin tekkeleri kapatılmıştır.

Tek parti devrinde camilerin yüzde sekseni kapatılmış, satılmış, kiraya verilmiş, harap edilmiştir.

İslâm kabristanları tahrip edilmiştir.

Dinî yayınlar yasaklanmıştır.

Bu anlattıklarım belgelerle sabittir. Hal böyle iken bu rejimin Müslümanları ve Sünnîleri tuttuğunu iddia etmek olacak bir şey değildir.

Türklere gelince Moiz Kohen Tekin Alp'in sahte Türkçülüğü paravana yapılarak Türkler ezilmiştir.

1944'te diktatör Millî Şef İsmet paşa devrinde Türkçü Nihal Atsız'a ve arkadaşlarına ne korkunç zulümler yapıldığını biliyoruz.

Dönmeler, şunlar bunlar bir yandan Türkleri eziyor, bir yandan yaşasın Türklük marşları okuyordu.

Bugün de ülkemizin en güçlü lobileri, baskı grupları Türklerin değildir. Sevgili Arnavut ve Çerkes kökenli vatandaşlarımı tenzih ederek söylüyorum, bugün Türkiye'nin en güçlü üç lobisi Arnavut, Çerkes ve Sabataycı lobileridir.

Yakın tarihimizdeki resmî Türkçülük samimî değildir.

1938 ile 1945 yılları arasında İsmet paşa rejimi, Sovyetler Birliği'ndeki Stalin rejimine paralel olarak Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere zulm etmiştir.

Günümüzde Alevî vatandaşlarımız ve kardeşlerimizin durumu bazı temel ve güçlü kurumlarda Sünnîlerin durumundan daha iyidir. Konu çok nazik ve netameli olduğu için Alevîlerin hangi kurumları ele geçirmiş olduklarını açıkça yazmayacağım. Bu yaştan sonra sürünmeye takatim yoktur.

Bugün Türkiye'ye hakim olan derin İttihadçılık bir Yahudi ve Dönme hareketidir.

Rejim; Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere dayanıyormuş... Çok rica ediyorum, böyle fantazi, uçuk, egzantrik faraziyeleri bırakalım, gerçekçi olalım, tutarlı olalım.

Türkiye'nin derin düzeni Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere karşıdır.
milli Gazete

Yutuyor muyuz?
MUSTAFA ARMAĞAN

Çarşaf açılımı, Kur'an kursu açılımı derken, Cumhuriyet Halk Partisi kaybedeceği besbelli olan bir seçim öncesinde bol keseden vaadlerde bulunuyor. Yutuyor muyuz? Yutmuyoruz elbette ama bir siyasi kanadın iflasını ibret ve hayretle seyrediyoruz.

CHP seçim kaybetmeye alışıktır, hatta mahkûmdur. 1950'den önce yapılmış tek 'serbest' seçim olan 1930 mahalli ara seçimlerinde Serbest Fırka'dan yediği darbeye karşı Menemen dahil neler tezgâhladığını henüz unutmuş değiliz. Nitekim yakın tarihe eğildiğimizde seçim kaybetmemek için CHP'nin nasıl kendi sözümona "ilkeler"ine ihanet ettiğinin misallerini bol bol görmekteyiz. Bu yüzden çarşafa rozet takan Deniz Baykal'a da, Kur'an kursları açmayı vaat eden Sefa Sirmen'e de şaşırmıyoruz, çünkü bunlar hiç taze numaralar değil.

Öyleyse 61 yıl öncesine gidelim ve tarihin nasıl tekerrür ettiğini gözlerimizle görelim:

Türkiye İkinci Dünya Savaşı'nın ardından İngiltere ekseninden ABD eksenine geçmek zorunda kaldı. ABD kendi 'Yeni Dünya Düzeni'ni kuruyor, her bakımdan iflas eden İngiltere'nin dünya düzenini devralıyor, kendi saflarına (Hür Dünya) katılacak ülkelere demokratik açılımı şart koşuyordu. Çok partili hayata geçilecek, serbest seçimler olacak, sivil toplum güçlendirilecek şu bu. Türkiye tehdidi görüyor ve tercihini yapıyordu ama bir türlü kendini beğendiremiyordu, zira rejimin adı Cumhuriyet olsa bile totaliter bir devlet görüntüsü arz ediyordu.

İşte 1946 Ocak'ında kurulan Demokrat Parti'ye ses çıkarılamamasının sebebi buydu. Ardından Türkiye hızla bir seçim "sath-ı mail"ine girdi. Şaibeli temmuz seçimleri aynı yıl gerçekleşti ama ne hakim teminatı vardı, ne de baskıdan azade bir seçim. Ardından muhalefet şiddetlendi. Halkın CHP'den sıtkı sıyrılmıştı. Seçim yapılmıştı ama onda bile halkın iradesinin sandığa yansıması engellenmişti. Yoksa bu kâbus hiç bitmeyecek miydi?

Artık biraz serbestlik gelmiş olan basında 1948 yılı itibarıyla ilginç bir tartışma başlamıştı. Bursa'da Kazım Baykal adında bir kahraman çıkmış, türbelerin kapatılmasını emreden kanuna rağmen "Mevlid" şairimiz Süleyman Çelebi'nin türbesini aşkla yeniden yaptırıyordu. Bir grup gönüllünün kurduğu Eski Eserleri Sevenler Kurumu'nun bu çabası kimilerince irtica'nın başkaldırısı olarak değerlendiriliyordu. Ancak onu savunan namuslu kalemler de yok değildi. Mesela Tahsin Aydemir gibi.

Beyazıt'taki Büyük Reşid Paşa türbesinin açılış töreni doğumunun 150. yıldönümüne denk getirilmişti.

1948'de kendi çıkardığı "Türkiye" gazetesinde bir dizi yazı kaleme alan Demiray, Bursa'daki girişimi destekler, kurumun "kutlu bir işe giriş"tiğini yazar. Ancak 30 Kasım 1925 tarihli ve 677 numaralı kanunun buna engel olduğunu söyler. Bu kanun, mevcut türbeleri kapatmakla yetinmiyor, aynı zamanda yeni türbe yapılmasını da yasaklıyordu. İlk defa bir "inkılap kanunu" tartışmaya açılıyordu.

Demiray'a göre bu kanun 1925'in özel şartlarında (Şeyh Said isyanı bastırıldıktan sonra ve Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlükteyken) apar topar çıkarılmış, metni maksadını aşacak şekilde yazılmıştı. Halbuki bir Gazi Osman Paşa'nın, bir Barbaros Hayreddin Paşa'nın, yüzlerce komutanımızın, devlet ve ilim adamımızın, şairimizin... türbeleri neden kapalı olsun? Hadi diyelim şeyhlerin türbeleri kapatıldı, Fatih'in, Kanuni'nin türbeleri neden kapalıdır? Devlette devamlılık esas değil midir? Üstelik de aradan geçen çeyrek asırda şartlar çok değişmiştir. Kanunun mutlaka değiştirilmesi gerekir.

Tahsin Demiray büyük kozunu en sona saklamıştır. Anıtkabir inşa halindedir ve Atatürk'ün naaşı Etnoğrafya Müzesi'nde ziyaret edilmektedir. Halbuki kanuna göre Atatürk'ün geçici kabrini ziyaret edenler açıkça suç işlemektedirler. Üstelik bu suçun 3 aydan hafif olmamak üzere hapis ve 50 liradan aşağı olmamak üzere para cezası vardır. Darbeli matkap faaliyetine devam eder:

"Anıt Kabir veya Muvakkat Kabir, bir binadır ve adı değişik olmakla beraber olduğu gibi bir türbedir. Biz, bilmeyerek yeniden bir türbe açmış bulunuyoruz ve bilmeden bir türbeyi ziyaret ediyoruz. Bu suretle orada yatanın imzasını taşıyan bir kanuna karşı gelmiş bulunuyoruz."

Henüz CHP iktidarında ve 1948'de yayınlandığını unutmadan tekrar okuyun yukarıdaki satırları. O yıllarda, sadece o yıllarda mı, bugün de yazılması cesaret isteyen sözlerdir bunlar. (Diğer yazılarını merak edenler yazarın "Anıt-Kabir ve Türbeler Meselesi" (1950) başlıklı broşürünü veya "Küçük İşaret Taşları" (1955) adlı kitabını okuyabilirler.)

Demiray'ın yazısını bir yıl sonra Peyami Safa'nın "Türbeler fobisi" yazısı, onu da 12 Ocak 1950'de "Son Saat"te çıkan Cihad Baban'ın "Atatürk'ün kabrini ziyaret suç mu?" yazısı takip edecek, fikir giderek daha fazla kulağa seslenecekti. Bu son yazı üzerine CHP hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu harekete geçecek, vaktiyle Demiray'ın köşesinde yapmış olduğu kanun değişikliği teklifini Meclis'e getirecek ve beş on muhalif oya karşılık geniş bir mutabakatla teklif kanunlaşacaktı. Bu, bizzat CHP eliyle gerçekleşen ilk inkılap kanunu değişikliği olacaktır.

Bundan sonra neler oldu?

Türbeler peş peşe açılmaya başlandı. Tespit edebildiğim kadarıyla Bakanlar Kurulu tarafından ilk ağızda İstanbul'da 8 türbenin açılması kararlaştırılmıştı. Büyük Reşid Paşa, Gazi Osman Paşa, Mimar Sinan, Barbaros Hayreddin Paşa, Kanuni ve Yavuz'unkiler açılmış, Fatih ve (içinde Abdülaziz ve II. Abdülhamid'in de yatmakta oldukları) Çemberlitaş'taki II. Mahmud türbesinin tamir edildikten sonra açılmasına karar verilmişti.

Anadolu'da açılacak türbeler ise şunlardır: Ankara'da Hacı Bayram, Söğüt'te Ertuğrul Gazi, Göynük'te Akşemseddin, Bursa'da Osman ve Orhan Gaziler ile Yeşil Türbe, Bolayır'da Gazi Süleyman Paşa, Kırşehir'de Âşık Paşa, Konya'da Selçuklu sultanları, Akşehir'de Nasreddin Hoca türbeleri...

Bu türbelerin ilk partisi, tam 59 yıl önce, 5 Mart 1950'de açılmıştı. Bu sırada genel seçimlere 2 ay, 9 gün vardı. Türkiye hızla seçime gidiyor, kasları kireçlenmiş CHP iktidarı, türbe açılımıyla halktan oy olacağını sanıyordu. Alabildi mi? Ne gezer! Peki bugün alabilir mi? Göreceğiz.

Keşke tarihten ibret alınsaydı da bize ihtiyaç kalmasaydı.

Abdülhamid'in cenazesi Türkiye'ye ne zaman gelir?

Geçen haftaki yazımı "Abdülhamid'in cenazesi de bir gün törenle "Türkiye"ye getirilir mi acaba?" cümlesiyle noktalamıştım. Arif olanlar meramımı anladı gerçi ama en yakın dostlarımdan bile bazı sitemler aldığımı itiraf edeyim. Nasıl olur da Abdülhamid'in Çemberlitaş'taki koca türbede yattığını bilmezmişim! Bu "vahim hatamı" düzeltenler mi ararsınız, özür dilememi isteyenler mi? Sevgili kardeşlerim, ille de o cümleyi düzünden yazmamı istiyorsanız öz olarak meramım şudur:

Bir cumhurbaşkanı ve başbakan ölüm yıldönümünde türbesine geldiği gün, Abdülhamid'in cenazesi de Türkiye'ye gelmiş olacaktır.
ZAMAN PAZAR

1930’lu yıllar Altın Çağ mıydı?
8/6/2007
MUSTAFA ARMAĞAN

İster CHP’nin söylemine bakın, isterseniz sığ popüler basına, 1930’ların neredeyse kutsandığını görürsünüz. 1920’li yıllar da önemsenir gerçi; ama asıl Cumhuriyet’in kendisini bütün görkemiyle gösterdiği yıllar 1930’lardır.
Asıl amaç Osmanlı’dan kopmak olduğuna göre, 1930’lar bu kopuşun zirve yaptığı yıllardır. Kalkınma hamleleri, sanayileşme çabaları, ekonomik bağımsızlık ve tek kuruş dış borç almadan kalkınmayı gerçekleştirme… bu dönemin karakteristiği olarak sunulur.

Gerçi bir ‘Osmanlı borçları’ meselesi vardır; ama bu da abartıldığı kadar değildir. Kuşkusuz 1930’ların şartlarında yılda iki taksit halinde 700 bin altın lira ödemek kolay bir iş değildir; ama sonuçta bu, bağımsızlığı uğrunda savaşılan bir ülkenin borcudur ve küçümsenmeyecek bir kısmı da Birinci Dünya Savaşı sırasında alınmıştır. Üstelik bu borcu biz ödedik de Arnavutluk, Suriye, Yemen, hatta Yunanistan’ın da aralarında bulunduğu 14 ülke ödemedi mi?

Kaldı ki, savaş tazminatı olarak Almanya’ya ödetilen miktar dudak uçuklatacak cinstendir: Tam 24 milyar altın sterlin. Öde öde bitmez diyorsanız yanılıyorsunuz; çünkü Almanlar 1932’de borçlarını bitirmişlerdir bile! Uzun vadeli borçlarımızın 15 milyon altın sterlin tuttuğunu göz önüne alırsanız diğer borçlarla birlikte ödeyeceğimiz meblağ yaklaşık Almanya’nın tazminatının yüzde biri civarındadır. Bu arada borcumuzun ilk taksidini ödemeye başladığımız tarihin Cumhuriyet’in 10. yılı olan 1933 olduğunu da unutmayalım.

Madem girdik bu bahse, bir şey söyleyeyim de siz inanmayın: İngiltere güya savaşın galibi olarak kurumla dolaşmaktadır ortalıkta; ama ekonomisi tek kelimeyle iflas etmiştir. Aman canım, lafı uzatmayayım da, İngiltere’nin Amerikan bankalarına olan borcunu 1960’ların sonlarına kadar ödemeye devam ettiğini söyleyeyim de gülün biraz! Tarih bazen komiktir sahiden de. Neyse biz gelelim bizim 1930’ların macerasına.

Bilindiği gibi Atatürk, Serbest Fırka’nın kurulmasına giden yolda hükümetin halk ile arasında oluşan kopukluğu gidermek ve muhalefet kanalıyla yukarıya yansımayan bazı gerçeklere uyanabilmek için kurdurmuştu. İşte Serbest Fırka’nın İzmir ve Balıkesir mitinglerinde halkın meydanları doldurması ve İnönü aleyhine, hatta bazı yerlerde Atatürk aleyhine sözler sarf edilmesi ve resimlerinin yırtılması karşısında Gazi harekete geçmiş ve iki etaptan oluşan bir yurt gezisine çıkmıştı.

Kasım 1930’da başlayıp Mart 1931’de biten bu yurt gezisi Gazi için çok öğretici ve hatta hayret uyandırıcı olmuşa benzemektedir. İdeolojik ve kültürel devrimlerle büyük şehirlere egemen olmaya çalışan Kemalist inkılabın henüz halka inemediğini bu gezi sırasında öğrenmiş olmalıdır.

Mesela Atatürk şöyle yazıyor gezi defterine: “Hükümeti ve fırkayı (CHP) zayıf düşüren mühim sebeplerden birisi de halk şikayetlerinin ve fırka teşkilat temennilerinin kayıtsızlığa maruz kalmasıdır. Halktan gelen müracaat ve şikayet tali memurların değil, bizzat Vekilin [Bakanın] (veya mahallinde valinin) imzalayacağı (müsbet veya menfi olsun) esbab-ı mucibeli [gerekçeli] bir cevapla karşılanmalıdır.”

Atatürk uyarıyor, İnönü dinliyor. Dinliyor mu acaba? Devam ediyor Atatürk:

“Bu seyahattaki temaslar bize… büyük halk tabakalarının hangi ıstıraplarla mahmûl [yüklü] olduğunu gösteriyor.”

Daha ne desin? Üstelik Ege Bölgesi ormanlarından elde edilen kitre, çiçek soğanı, mazı ve harup ihracatının 1914 yılına oranla çok fazla düştüğünü (bazı kalemlerde yüzde 99’dur oran) gözlemleyen Gazi, Ziraat Bankası’nın esasının bozuk olduğunu, boşu boşuna binalar yaptırıldığını, bu binalara saplanan sermayeyi uygun şekilde işletmesinin daha faydalı olacağı uyarısını yapmaktan da alamaz kendisini. Gezi sırasında Atatürk’ün önüne atılıp “Açız” diyenler de cabası.

Nitekim yakınlarından Hasan Rıza Soyak’a söylediği şu sözler 1930’ların başlarında Türkiye’yi de içine alan 1929 dünya ekonomik bunalımının Atatürk’ü ne kadar bunalttığının göstergesidir:

“Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum! Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen (sürekli olarak) dert, şikayet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddî manevî perişanlık içinde…”

Kim söylüyor bu sözleri? Atatürk. Ne zaman söylüyor? 1930’da. Peki nasıl oluyor da bu bunalımı yaşamış bir Türkiye Altın Çağ ilan edilebiliyor?

Bu gerçeği ısırıcı bir dille yakalayanlardan Yakup Kadri’nin sözlerine kulak verelim şimdi de. Kendisi Atatürk’ün de, İnönü’nün de yakınıdır. “Politikada 45 Yıl” adlı hatıralarında 1925’lerdeki durum hakkında şunları söyler: “O sıralarda bence bu hâdiselerin en önemlisini teşkil eden dünkü Millî Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü türlü şekillerde komisyonculuklar peşine düşmüş bulunuyorlardı… Hiçbirini durdurmak kabil [mümkün] olmuyordu.”

Demek ki neymiş? CHP kadrosu devlete sırtını dayayan bir rant ekonomisine startı vermiş ve halktan koparak bir avuç devletin palazlandırdığı zenginle Türkiye’yi idare etmeye kalkmıştır. Ancak Atatürk’ün bu kötü gidişe son vermek üzere kurdurduğu Serbest Fırka’nın eleştirilerine tahammül edemeyen kesim de, o zamanın deyişiyle “yiyici” kesimdi. Muhalefet istemiyorlar ve her muhalefet kımıldanışını “irtica” olarak damgalıyorlardı. Neden? Çünkü irtica, yani eskiye dönmek demek, ellerinden hortumlarının alınması anlamına gelecekti. Eğer 1920-1924 arasındaki serbestlik geri gelirse avantalar ellerinden gidecekti de ondan. 1935 yılı İl İdare Kurulu üyelerinin meslekî dağılımına bakarsak, bu seçkin zümrenin nasıl kemikleştiğini daha iyi görürüz: 90 tüccar, 31 varlıklı çiftçi, 10 fabrikatör, 24 avukat, 17 doktor ve eczacı, 7 banka müdürü, 14 emekli general ve subay, 4 öğretmen. 44 il ve belediye genel meclis üyesi…

Halk nerede, görebiliyor musunuz? O “Açız!” diye Atatürk’ün önüne atılanlar?

Çankaya savaşlarının özü, özeti budur vesselam.
Zaman

'Askersiz militarizm'
Emre AKÖZ
25 Haziran 2008
Sabah

Erken cumhuriyet dönemindeki inkılaplar, toplum tarafından bir ' travma' (darbe, yara) olarak mı yaşandı?

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Fırat böyle diyor ve bunun bir 'saptama' olduğunu belirtiyor: "İyi oldu ya da kötü oldu, demedim ama böyle oldu."
Fırat'ın bu 'saptaması' hem doğru, hem de yanlış.
Çünkü toplum bütünlüklü, tek parçadan oluşan bir varlık değildir. Sınıf ve zümrelerden oluşur.
' Atatürk inkılapları' denilen değişiklikler, toplumun bir bölümü tarafından alkışlarla karşılanırken, başka bir bölümünü sarsmış, itirazlara sebep olmuştu.
Öte yandan çeşitli sebeplerle inkılaplara 'kayıtsız' kalanlar da vardı.
Birkaç örnek vereyim.
Harf inkılabı en 'travmatik' değişiklerden biridir: Yüzyıllardır kullanılan harfleri yenileriyle değiştiriyorsunuz. Cemil Meriç'in tabiriyle kütüphane rafları bir anda duvara dönüşüyor.
Bu değişiklik, kişinin geçmişle bağını kopardığı için için kimliğini de etkilemişti.
1928'deki harf inkılabının en çok zorladığı kesimin başında 'matbuat' (basın) gelir. Bütün klişeler çöpe atılmış, sürüyle para verilerek yenileri alınmıştı. Mürettiplerin (dizgiciler) eli ayağı dolaşmıştı.
Bu ve benzeri noktalarda Fırat haklıdır: İnkılaplar bazı kesimlerde travma yaratmıştı.
Ancak şunu unutmayalım:
O dönemde hiç okul görmemiş, okuma yazma bilmeyen köylüler ağırlıktaydı. Alfabenin değişmesi nüfusun çoğunluğu için fazla bir anlam ifade etmiyordu.
Eğitim seferberliğiyle bir bölümü doğrudan yeni harfleri öğrendi; oldu bitti.
Bir de ters örnek vereyim:
'Atatürk inkılapları' arasında nedense sayılmaz ama 1932'de alınan Türkçe Ezan kararı bence bu kategoriye dahildir.
Toplumun büyük çoğunluğu, köylüler dahil, 'Türkçe Ezan'dan hiç hoşlanmamıştı. Gizli saklı ezan okurken yakalanan nice insan, jandarma dipçiği yemiş, hatta nezarete atılmıştır.
Millet, eline geçen ilk fırsatta (yani Demokrat Parti, CHP'yi alt edince) 'Türkçe Ezan'a son vermiştir.
Ama diğer alanlarda aynı şey olmadı: Mesela kimse " Metreyi, kiloyu boş verin; arşına, dirheme dönelim " demedi. Kadınların seçme ve seçilme hakkı kaldırılmadı. Takvim konusunda da geriye dönüş olmadı.

Fırat'ın sözlerinden sonra saçma sapan yorum çıktı: Efendim, " travmaya yol açtı " sözü milletvekili yeminine ("Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalmak") aykırıymış.
Saçmalamayın!
Ne alakası var?
Yukarıda anlattığım gibi, harf inkılabının 80 yıl önce bazı kesimlerde travma yaratması başka, 2008 Türkiye'sinde, "Eski harflere dönelim" demek başka.
Dengir Fırat'ın böyle bir talebi var mı? Yok. O halde, nasıl oluyor da milletvekili yeminine aykırı davranıyor?
Bence Fırat'ın dile getirdiği türden saptamaların (ve eleştirilerin) çoğalması ve tartışılması gerekiyor.
Aksi halde her tarafı çarpık olan 'resmi tarih' ve 'resmi ideolojiden' nasıl kurtuluruz?

İşte size bir örnek:
Bazı arkadaşlar, Atatürk döneminde silahlı kuvvetlerin "siyaset dışı" kaldığını iddia ediyor.
Bence yanlış.
Asker 1923-1938 arasında siyasetin tam göbeğindeydi. Çünkü Atatürk dönemi boyunca, Genelkurmay Başkanı, hükümetin "doğal" üyesiydi.
Fabrikaların kurulacağı yerden, açılacak yeni yollara, GK Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ın onayı alınırdı.
Komutanların her şeye karışabildiği bir rejim için nasıl "ordu siyaset dışıydı" denebilir? ('Milliyetçi' çizgideki Prof. Ümit Özdağ o döneme "askersiz militarizm" adını veriyor!)
Demokrat olamıyorsunuz, onu anladık da; bari fikriniz hür olsun!
emreakoz@sabah.com.tr

İsmiyle müsemma
Engin Ardıç / Sabah

Mahmut Esat Bozkurt'u duymuşluğunuz vardır, "Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşlarından" falan filan.
Hayır, "zevat-ı mutadeden" değil. Atatürk'ün sofra arkadaşlarıyla iş arkadaşları ayrı ekiplerdi.
Türkiye'de yakın zamana kadar yasak olan "Bozkurt" adlı Atatürk biyografisinin yazarı Harold Armstrong, birinciler için "desperados" deyimini kullanır!...
Trene binip binip Ankara-Haydarpaşa seferini yapanlar, önceleri Yalova'ya, sonra Florya'ya, sonra Savarona'ya "takılanlar" birincilerdir.
Mahmut Esat, Mustafa Necati, Tevfik Rüştü gibi adamlar ikinci gruba girerler. Mahmut Celal de öyledir (Bayar)...
Mahmut Esat Bey hukukçu, "iktisat vekilliği" de yapmış, "adliye vekilliği" de... Medeni Kanun'un gerekçesini (esbabı mucibe layihasını) yazan adam...
Bozkurt soyadı kendisine bizzat Atatürk tarafından verilmiş. Atatürk yakınlarına soyadı dağıtmayı severdi.
Bu soyadı, 1926 yılında cereyan etmiş olan ünlü "Bozkurt-Lotus davasından" kinaye... Bozkurt adlı bir Türk gemisiyle Lotus adlı bir Fransız gemisinin Ege'de çarpışmaları üzerine bizi Lahey'de savunan Mahmut Esat Bey olmuş...
Ankara Hukuk Fakültesi'nin kurucularından ve profesörlerinden...
Yazının buraya kadarının bir kısmı Google malıdır.
Bendeniz çok şükür "gugıl mugıl bilmem arkadaş, aklım ermez, yardımcı gençler var, bir şey lazım olunca onlara söylerim, arar bulurlar, getirirler" diyen yazarlardan değilim...
Fakat yazısını Google'dan apartmakla yetinenlerden de olmadığım için, lafın devamı var!
Başta Sayın İnönü olmak üzere, Sayın Peker, Sayın Saracoğlu falan gibi adamlar "çok solcular" ya, İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'nin yöneticileri... Basında da Sayın Yunus Nadi çok solcu, Cumhuriyet Gazetesi'nin yöneticisi, "Atatürk'ü anlayan tek lider Hitler" diye manşetler atıyor... Yolundan ayrılmakla hata ettiğimizi söyledikleri Nihal Atsız da pek solcu...
Bunlar sosyalist ama nasyonal sosyalist, eh, o kadarcık çeşitleme de kadı kızında bile bulunur.
Sayın Bozkurt da 1943 yılında ölene kadar, İzmir milletvekili... Savaşın sonunu görememiş, görseydi üzülecekti.
Bakınız, daha 1930 yılında da, daha kesin konuşalım, 19 Eylül 1930 tarihinde, Milliyet Gazetesi'ne verdiği bir demeçte ne demiş:
"Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir. SAF TÜRK OLMAYANLARIN, TÜRK ANAVATANINDA SADECE BİR TEK HAKLARI VARDIR: HİZMETKÂR OLMA HAKKI, KÖLE OLMA HAKKI."
O tarihte Adalet Bakanı. Adalet dağıtıyor, adaletin dağıtılmasını düzenliyor.
Biz demokratız, o cumhuriyetçiymiş meğer!
Biz eşeğiz, o büyük adam.
sabah

Evliyazade: Atatürk hem Osmanlı hanedanının sonu hem Türk halkının kurtuluşu oldu
10.06.2017

Son Osmanlı padişahı Vahdettin'in torunu Neslişah Evliyazade 'Aileniz Atatürk'e kızgın mı?' sorusuna "Süründüler, evet. 35 padişahın mezarı burada, Vahdettin'inki Suriye'de. Niye orada kalsın? Ama asla Atatürk'e düşman ya da kızgın değiller. Belki ailemin, Osmanlı hanedanının sonu oldu ama Türk halkının da kurtuluşu oldu" dedi.

Padişah Vahdettin’in torunu Neslişah Evliyazade, Posta gazetesinden Canan Danyıldız’a konuştu. Söyleşinin ilgili kısmı şu şekilde:

Aileniz Atatürk'e kızgın mı?

Süründüler, evet. Ama aksi olsaydı şimdi bu ülkede oturmazdık. Ne olurdu hain denmeseydi, biraz paraları olsaydı, bu dramları yaşamasalardı… Sadece bu var. 35 padişahın mezarı burada, Vahdettin'inki Suriye'de. Niye orada kalsın? Ama asla Atatürk'e düşman ya da kızgın değiller. Belki ailemin, Osmanlı hanedanının sonu oldu ama Türk halkının da kurtuluşu oldu.

Sultan Vahdettin, Atatürk'ü sever miydi?

Sürgündelerken, kalfalardan biri anneannem Hümeyra Hanım'a, İzmir Marşı'ndaki “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” sözlerini “Kahrolsun Mustafa Kemal” diye öğretmiş. Anneannem de beş yaşında, ne bilsin… Şarkıyı böyle söylerken Sultan Vahdettin duymuş ve “Bir daha benim askerime kahrolsun deme” diyerek kızmış. Kimsenin böyle bir şey demesine izin vermezmiş.

Parlamenter sistem mi, yoksa başkanlık mı?

Ben liberalim, parlamenter sistemden yanayım.

Sizin de (2. Abdülhamit'in torunu) Nilhan Sultan gibi “Şurası bizim, geri verin” diye isteyeceğiniz yerler var mı?

Benim bildiğim tapusu Osmanlı hanedanına ait olan bir yer yok. Sultan Vahdettin'e ait olan bir mülk varmış, orayı da o dönem satmış. Ellerinde tapuları olan hanedan üyeleri varsa, tabii ki almalılar. Ona bir şey diyemem.
Sputnik

Yazar Ünver: Atatürk, Vahdettin'in kızına iki kez evlenme teklif etti
14.05.2017

Atatürk’ün, Vahdettin'in kızına iki kez evlenme teklif ettiğini ama karşılık bulamadığını belirten yazar Mine Sultan Ünver'e göre Atatürk, saraya damat olsaydı Anadolu'da çok daha güçlü olabilirdi.

Serhat Sarısözen'le Gündem Dışı'nın bu haftaki konuğu yazar Mine Sultan Ünver'di.

2016'da yazdığı ‘Yanağımda Soğuk Bir Buse' isimli kitabında Mine Sultan Ünver'in kahramanları Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan ve Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk'ün Vahdettin'in kızına evlenme teklif ettiğini savunan Ünver, Vahdettin'in Atatürk'e çok güvendiğini de sözlerine ekledi.

‘ATATÜRK, SARAYA DAMAT OLSA ANADOLU'DA ÇOK DAHA GÜÇLÜ OLABİLİRDİ'

Ünver, Atatürk'ün Sabiha Sultan'a iki kez evlenme teklif ettiğini, Sabiha Sultan'ın bir mektubunda Atatürk'ün ‘Çok yakışıklı bir adam olduğu, çakmak çakmak baktığını' yazdığını da söyledi. Sabiha Sultan'ın Ömer Faruk Efendi'ye aşık olduğundan evlenmediğini, evlenseydi tarihin değişeceğini anlatan Ünver'e göre Atatürk, saraya damat olsa Anadolu'da çok daha güçlü olabilirdi. Ünver, ‘Yanağımda Soğuk Bir Buse' adlı romanında bütün bu konuları ele almış.

Minyatür sanatçısı olarak Türkiye, ABD ve Avrupa'da sergiler açan, minyatür dalında ödüller kazanan Mine Sultan Ünver, çeşitli edebiyat dergilerinde farklı takma adlarla yazılar yazdığını söyledi. Bunun sebebini ünlü olmak istememesine bağlayan Ünver, gizemli kalmayı tercih ettiğini ifade ederek sözlerini, "Bir mezar taşım bile olmasın, bu dünyadan kuş tüyü gibi eseyim geçeyim istiyorum, evrende küçücük bir zerreyim" şeklinde sürdürdü.

"Roman yazarları büyük acılar ve kırılmalar yaşayan insanlardır, ben de kendime bir dünya yaratmak istedim, bu sebeple kendimi, yazmaya verdim ve ilk olarak ‘Nar-ı Aşk'ı yazdım" diyen Ünver, 2011'de yayınlanan bu ilk romanında Şeyh Galip'i anlatmış. Ünver, ‘ateş denizinde mumdan gemiler yüzdüren' Şeyh Galip'i anlatığı eserini, henüz gösterime alınmasa da Devlet tiyatroları için bir tiyatro oyunu olarak da uyarlamış.

‘BİZ SAVAŞÇILARIMIZI SEVERİZ, SANATÇILARIMIZIN ÜSTÜNE TOPRAK SERPERİZ'

Son romanı ‘Sesin Efendisi: Itri Mucizem'de ise Mine Sultan Ünver, büyük bestekar Itri'nin hayatını yazdı. "Biz savaşçılarımızı severiz, sanatçılarımızın üstüne toprak serperiz" diyerek sanata olan ilgisizliği eleştiren Ünver, biz ne kadar ilgisiz kalsak da UNESCO'nun 2012'yi Itri yılı ilan ettiğini hatırlattı. Kitabında tarihi gerçeklerden esinlenen Mine Sultan Ünver, "Yazarken dönemi iyi bilmek gerekiyor, bu sebeple yazmadan önce hazırlanıyorum" dedi. Ünver'in tüm kitapları, hazırlığı aylarca süren titiz çalışmaların ürünü.

MİNE SULTAN ÜNVER KİMDİR?

1980 Çankırı doğumludur. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde lisansını, aynı üniversitede Geleneksel Türk El Sanatları alanında yüksek lisansını tamamladı. Minyatür sanatçısı olarak Türkiye, ABD ve Avrupa'da sergiler açtı. Minyatür dalında Türkiye genelinde üç ödül kazandı. Üniversite yıllarında başladığı iş hayatına devam etmekle birlikte, çeşitli dergiler için edebiyat, sanat ve tarih alanında öne çıkan simalarla söyleşiler hazırlayıp, düzenli olarak kültür-sanat ve gezi yazıları yazmaya devam ediyor.

Yazarın yayımlanmış diğer eserleri:

2011, Nâr-ı Aşk

2012, Sultanın Rüyası

2013, Hilalin İki Ucu

2014, Tanzimatın Validesi Bezm-i Alem

2016, Yanağımda Soğuk Bir Buse

Sputnik

Murat Bardakçı, Mustafa Sabri Efendi ile ilgili yanlış bilinenleri yazdı
16.17.2017



Habertürk yazarı Murat Bardakçı "Tarihimizin yüzkarası olan fetvayı Dürrizade verdi" başlıklı yazısında Mustafa Sabri Efendi ile ilgili yanlış bilinenleri yazdı

Bardakçı'nın yazısının ilgili bölümü şöyle:


(..)

İki gün önce, bir “Mustafa Sabri Efendi tartışması” çıktı: Tokat’taki bir imam-hatip lisesine Tokatlı Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin ismi verilmiş ama gelen tepkiler üzerine vazgeçilmiş ve okulun ismi “Tokat Şehit Yakup Akdağ Anadolu İmam Hatip Lisesi” yapılmış.

Tepkilerin gerekçesi ise, mâlûm: Mustafa Kemal Paşa, arkadaşları ve Kuvâ-yı Milliye aleyhindeki meşhur idam fetvalarını Mustafa Sabri Efendi’nin verdiği iddiası.

Tartışma işte bundan çıkıyor ama sâbık Şeyhülislâm’ı savunanların da, veryansın edenlerin de söylediklerinin hemen hepsi yanlış!

YANLIŞLAR VE DOĞRULARI

Şimdi baştan aşağı hatâlı ve uydurma olan bu iddiaların birkaçını nakledip doğrularını yazayım:

- Mustafa Kemal ve Kuvâ-yı Milliye hakkındaki idam fetvasını Mustafa Sabri Efendi vermişmiş...

Yanlış! Tarihimizin yüzkarası olan o fetvayı veren Mustafa Sabri değil bir başka şeyhülislâmdır: Dürrizâde Abdullah Beyefendi! Fetvanın tarihi 10 Nisan 1920’dir ve o tarihte “meşihat” ta, yani şeyhülislâmlık makamında Dürrizâde vardır. Dürrizâde 5 Nisan ile 30 Temmuz 1920 arasında, yani 3 ay 25 gün boyunca şeyhülislâmlık yapmış ve bu pisliği işte o sırada etmiştir.

- Mustafa Sabri Efendi, Damad Ferid’in “değişmez şeyhülislâmı” imiş ve bu makama beş defa gelmişmiş...

Uydurma! Damad Ferid Paşa beş hükümet kurmuş ama Mustafa Sabri’ye beş değil, dört hükümette görev vermiştir. Kurduğu dördüncü hükümetin sadrazamı Dürrizade Abdullah Efendi’dir ve fetva rezaleti bu hükümette yaşanmıştır.

- Mustafa Sabri Efendi, Damad Ferid Paşa ile beraber Sevr Andlaşması’nı imzalayan hükümetin de üyesi imiş!

Palavra! Sevr Andlaşması’nın altında Damad Ferid’in, Mustafa Sabri’nin yahut hükümetin imzası yoktur; bu utanç belgesini Türkiye’nin Bern’deki olağanüstü temsilcisi ve tam yetkili ortaelçisi Reşad Halis Bey ile her ikisi de “Âyân Meclisi Üyesi” yani “senatör” olan Rıza Tevfik Bey (Bölükbaşı) ve Hâdi Paşa imzalamışlardır.

AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE!

Açık söyleyeyim: Mustafa Sabri Efendi imparatorluğun son döneminin önemli bir din âlimidir, sözkonusu fetvalar gerçi ona ait değildir ama İttihad ve Terakki’ye muhalefeti yüzünden Kuvâ-yı Milliye’ye de karşı çıkmış ve Dürrizade Abdullah Efendi kadar olmasa bile millî harekete büyük zararlar vermiştir. Hele, Lozan Andlaşması’nın imzalanmasından sonra hazırlanan 150’likler listesine alınması üzerine gittiği sürgünde genç Cumhuriyet’in aleyhinde yaptığı neşriyat ile yayınladığı “Yarın” Gazetesi’ndeki yazıları da öyle yenilir-yutulur şeyler değildir. (..)

Ama ortada daha vahim bir vaziyet var: Mustafa Sabri Efendi’nin aleyhinde demediklerini bırakmayanların onun hakkında hiçbirşey bilmemeleri, meselâ Kuvâ-yı Milliye aleyhindeki Dürrizade fetvalarını ona ait zannetmeleri ama sâbık şeyhülislâmın ismini okula verenlerin de kahramanlaştırmaya çalıştıkları kişi hakkında tıngır tıngır olmaları ve “Bu fetva onun değil” diyememeleri...

Her iki taraf da birbirinden boş ve eskilerin “Cehâlet bir belâdır ki giriftâr olmayan bilmez” sözüne mükemmel birer örnek teşkil ediyorlar!
Ana Haber

Fevzi (Çakmak) Paşa Ankara Meclisi'ndeki ilk konuşmasını 27 nisan 1336** Salı günü Mustafa Kemal Paşa' nın Reis sıfatıyla açtığı 5. ictimanın ikinci celsesinde yapmıştır.

Konuşma şöyledir;

"Reis Paşa* - Meclisi açıyorum, evvela müsaade buyrulursa, çelebi efendi hazretlerinin bir takriri var okusun.

Katip Haydar Bey tarafından İstanbul' a bir heyet izamı hakkındaki takrir okundu. Kemal Paşa bu takriri ileri sürmekle Fevzi Paşa' ya söz verme fırsatını elde etmek istiyordu. Lakin buna sıra gelmeden Celaleddin Arif Bey*:

- Müsaade buyrulur mu? Fevzi Paşa hazretleri olayları şahsen görmüşlerdir, ihtisasatını tamamiyle bize bildirmeleri için kendilerinden istirham edelim, ihtisasatını bildirsinler, ondan sonra bu müzakereye vaaz edelim.

' Bahsedilen bu takrir Konya Mebusu Abdülhalim Çelebi ve arkadaşları tarafından meclise İstanbul ile anlaşmanın biricik selamet yolu olduğu hakkında verdikleri takrir idi.'

Reis Paşa - Fevzi Paşa hazretlerinin 5-10 dakika evvel istikbal ettik, yeni vasıl olmuşlardır. İstanbul' un ahvalinden, zatı şahanenin zatından, muhitinden, yakınından malumatta bulunuyorlar, tensip buyurursanız heyeti muhtereminize lazım gelen izahat ve malumatı ita buyursunlar.( hay hay, rica ederiz sadaları)

Fevzi Paşa alkışlar arasında kürsüye geldi.

Fevzi Paşa - Evvelemirde İstanbul' un esaret muhitinden kurtularak Ankara' nın hür muhitine geldiğimden dolayı cenabı hakka hamd ü şükran ederim.(alkışlar) ve beni karşılayan arkadaşlarıma derin şükranlarımı takdim ederim.

Efendiler; gerek padişahımız hazretleri ve gerek bendeniz 500 senelik baki payitahtımızın ilk defa düşman tarafından işgali faciasını görmek bedbahtlığına uğramış felaketzedelerdeniz. üç gün evvel İstanbul' un işgal edileceği haberi alındı. bunda bilhassa islam kanı dökmek ve bilhassa dökülen islam kanlarıyla yine islamları mahkum etmek cihet hainanesi düşmanlarımızca düşünülmüştü. bunun için gereken emir ve tebligat yapıldı ve ben bizzat harbıye nezaretinde gece gündüz mevcut bulundum. o gece ingilizler otomobillerle İstanbul, üsküdar, beyoğlu muhitine bahriye efradı çıkararak lazım gelen noktaları tuttular ve sırf fesat başlangıcı olmak üzere şehzadebaşı' ndaki 10. Kafkas Fırkası Karargahında bulunan karargah efradı üzerine hücum ederek mızıkacı erleri şehit ettiler.(kahrolsunlar sadaları) mızıkacı erleri meydana çıkararak birer birer öldürdüler. bir kısmı pencereden aşağı atıldı, bir kısmı yataklarında öldürüldü, bunların resimlerini fransızlar çıkarıp Avrupa'ya gönderdiler.(Allah rahmet eylesin sadaları) ancak evvelce verilen talimat ve daha sonra yapılan yayınlar sayesinde erler silahlı olarak sokaklarda bulunmadı. kışlalara çekildi. hiçbir tarafta kimsenin burnu kanamaksızın ingilizlerin fesatçı maksatla hazırladıkları tertip ve teşebbüsleri tanrıya şükürler olsun yalnız beş on neferin şehadetiyle neticelendi. o sırada İngilizler harbiye nezaretini işgal ederek benim nezaret odasına kadar süngülü neferlerini soktular. lazım gelen emirleri vermekliğimi tebliğ ettiler. zaten evvelce emir verildiği için ben kendilerini sükutla karşıladım. ancak göğüsüne düşman süngüleri dayanmış bir harbiye nazırı istanbul' un artık hür ve hilafet makamı meziyetini görmüş bir harbiye nazırı sıfatıyla pek üzgün bulunuyordum. derakab sadrazam' a malumat verdim. kabinenin toplanmasını emretti. o sırada 400' den fazla iki sıraya dizilmiş süngülü İngiliz eratı arasından geçerek kapılara birikmiş ermeni ve rum ahalinin hakaretli nazarları arasında( kahrolsunlar sadaları ) geçerek sükûnetle babıâli' ye gittim. hükümet lazım gelen protestoyu herhalde milletin şerefine lâyık bir surette yazmakta kusur etmedi ve o sırada gerek milli meclis' e karşı yapılmakta olan ve gerekse meclisi milliye karşı yapılmış ahvali, gerek askerlerimizin uyurken öldürülmesini protesto etti. bilhassa harbiye nezaretine karşı yapılmış tecavüzü protesto etti.

Ancak İngilizlerin maksadı etrafı korkutmak için nezaret makamında bulunmuş bir takım zevatı ellerine kelepçe vurarak yalın ayak, başı kabak, yük otomobillerine atarak hareketle şuradan buradan toplattıklarını haber aldım. sebebi sorulduğunda hiçbir cevap alamadım. mesele münevverlere karşı büyük bir tehdit savurmak ve İstanbul' da hakimi münferit kesilmek istedikleri anlaşılıyordu.

Cuma selamlığına gittiğim sırada zâtışâhane' nin selamlığa çıkıp çıkmamasını ingilizlere sormağa mecbur olduk. çünkü efendiler silahlı bir neferin dışarı çıkmasına müsade etmiyorlardı. halbuki zatışahane ve makamı hilafet şimdiye kadar tabii kuvveti cismaniye göstererek silahlı bir askeri kıta arasından adet olduğu üzere camii şerife teşrif buyurmaları lazım geldiğinden biz buna şüphesiz cesaret edemedik. böyle bir vaziyette ingilizlerin gelip silahları toplaması suretiyle hilafet makamını büsbütün hakir mevkiye düşürmesini istemedik. böyle bir vaziyette taviz vermeye mecbur olduk, asker göndermeye yalnız denizcilerden 50 kişilik bir müfreze gitti. daha sonra İngilizler müsaade istediler, sırf maiyeti seniyede bulunan biraz asker geldi. onlarından arasından zatışahane çok üzgün olarak geçerek camii şerife teşrif buyurdular.

Fazıl Paşa* - Hangi camiye paşam?

Fevzi Paşa - (devamla) Yıldız' da Hamidiye Camiine efendim. Namazdan evvel beni kabul ettiler, fevkalade müteheyyiş bulunuyorlardı. buyurdular ki ben böyle azabı elim içinde camiye gitmek istemiyordum. fakat vazifei diniyedir. vazifeyi diniyeyi geri bırakmayı münasip görmedim. cenabı hakka karşı bir ibadettir, ancak elli senelik mesainin gerek benim ve gerekse sizin kabinenin üzerine yıkıldığını görmekle fevkalade üzgünüm. enkazın altında ezildik, diyerek teessüf buyurdular. ayağa kalktılar, birkaç defa büyük üzüntü ile bendenize hitap ettiler. teselli verecek hiçbir şey yoktu. birkaç defa ingilizler harp gemilerinin toplarını çevirmişler, güya uzaktan atılamazmış gibi köprüye kadar sokularak zırhlıların bir kısmıyla her türlü tehditleri yapmakta kusur etmemişlerdi. oradan çekildik, hergün yeni tevkifler ve tehditlerle karşılaşıyorduk. zatışahane ertesi günü selamlıkta bendenizi tekrar kabul buyurdular. dediler ki; aman anadolu ile irtibatı temin ediniz, bendeniz dedim ki; irtibat müheyyadır, ancak ingilizler mani oluyorlar. her bir telgrafımızı kontrole tabi bulunuyorlar. şüphesiz her bir suhuleti gösteriyoruz, ancak ingilizler tarafından duçar olduğumuz güçlük bizi büyük bir tazyik içerisinde bulunduruyor. bu maruzatın üzerine; sakın siz çekilmeyiniz ve anadolu ile irtibat te
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt May 23, 2009 8:51 pm    Mesaj konusu: Bu İş Darağacında Biter Alıntıyla Cevap Gönder

İngilizlerin Bilmediğimiz Planları
GÜRKAN HACIR
24 Mayıs 2009

Türkiye Cumhuriyeti nasıl kuruldu? Atatürk'e Samsun'a gidiş vizesi kimden? Haritalar nasıl belirlendi? Kürt meselesi temelleri nasıl atıldı? Tarihle yüzleşme zamanı...

Özellikle Cumhuriyetçi ve laik çevrelerin en büyük korkusu, Türkiye'nin üniter yapısını koruyamayıp bölüneceği. Hem yurtiçinde hem yurtdışında giderek artan Kürt lobisinin etkinliği, hız kazanan Anayasa tartışmaları (ki en önemli ilk dört madde tartışılıyor) ve hemen yanı başımızda kurulan Kürdistan korkulu rüyamız oldu. Ama iş bununla sınırlı değil! Ermenistan ve Ermeni diasporasının taleplerinin, sırf soykırımın kabulüyle sınırlı olmadığı artık sır değil. Bir de giderek artan Pontus faaliyetlerini ve soykırım taleplerini de ekleyin, koca Anadolu coğrafyasını öyle düşünün.
Peki, nasıl oluyor da 85 yıl sonunda Türkiye bitmek tükenmek bilmeyen taleplere muhatap oluyor? Tam 85 yıldır büyük oranda barış içinde yaşamış, küçük sürtüşmeler hariç hiçbir ülkeyle savaşmamış bir ülke, bu kadar kolay bölünme hesaplarına dahil ediliyor.
Tamam mikro milliyetçilik çağındayız, tamam kimse bu önemli bölgede bu kadar büyük güçlü ve üniter bir yapıyı istemiyor ama bir ülkenin bölünmesi bu kadar rahat telaffuz edilebilir mi?

MECLİS BASKININA DİRENMEDİLER
Önce kuruluşumuzdan başlayalım. Türkiye Cumhuriyeti, İngilizlere rağmen kurulmadı. İngilizlerle uzlaşılarak kuruldu. İdris Küçükömer bunun işaretlerini kitabında verir. Dikkatli bir üslupla Doğan Avcıoğlu da bundan bahseder. İngilizlerin İstanbul'u işgalinde ve sonrasında, İstanbul'u terk etmelerinde tek kurşunun atılmaması hiç merak etmediğimiz bir konudur. Neden Rum ve Ermeni çetelerine karşı örgütlenen direniş, İngilizlere karşı yapılamadı?

Son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı basıldığında, İngilizlere hiçbir direniş sergilenmedi. Hatta, 16 Mart 1920'de, Fındıklıdaki Meclis baskınında milli mücadelenin önde gelen isimleri Kara Vasıf ve Rauf Bey kaçma imkanları varken kaçmadılar ve teslim oldular. Çünkü İngilizlerle uzlaşarak, varlıklarını koruyacaklarını biliyorlardı. Malta'ya sürüldüler.
İttihat ve Terakki'nin ve o yok olduktan sonra kurulan Karakol Cemiyeti'nin iki büyük temsilcisinin, bu tavrını anlamak için İngiliz faktörüne bakmak gerekir. Onlar, İngilizlere rağmen politika üretilemeyeceğini düşünüyorlardı. Bütün yazışmalar İngiliz istihbaratının eline geçiyordu. İttihatçı büyük şefler, Almanya'ya sığınmışlardı. Ve Osmanlı'nın büyük bir borcu vardı. Bu borçla, İngiltere'nin izni olmadan idare edilemeyeceğini hesaplıyorlardı.

ATATÜRK'E VİZE VEREN İNGİLİZ
Biraz öncesine gidelim ve asıl tarihsel yanılgımıza gelelim. İngilizlerle büyük mücadelemiz olan Çanakkale'ye... Çanakkale'de büyük bir direniş ve insanlık dramı yaşandı. Sayısı halen tartışmalı olsa da yüz binlerce şehit verildi. İngilizler, büyük askeri güçlerine rağmen Çanakkale Boğazı'nda sulara gömüldü. Ama bu savaşın Kurtuluş Savaşı'yla bir alakası yoktur. Arada 4 koca yıl vardır. Bu basit gibi gözüken ayrım aslında herkesin aklında karmakarışıktır. Kronolojik düşünme ne yazık ki eğitim sistemimizde bizlere verilmiyor. 1915 ile 1919 birbirine giriyor.
Ondan sonra Atatürk'e ve 36 arkadaşına Samsun'a gitmek üzere vize veren kişinin bir İngiliz İstihbarat subayı olduğunu öğrendiğimizde şaşırıyoruz. John Bennet bir İngiliz subayıydı. Atatürk ve yakın arkadaşlarının, İstanbul Boğazı'ndan ayrılması için gerekli vizeyi bizzat o hazırladı. Bu işlem için özellikle de İngiltere Dışişleri'nin baskı yaptığını anılarında anlattı. Anılarını 'Tanık' isimli kitapta topladı. Yakın bir zamanda yaşamını yitirdi.

MUSUL VE KERKÜK
Milli Mücadele yıllarında İngilizlerle hep masa başında karşı karşıya geldik. Cephede değil. İngilizler izin vermeselerdi Cumhuriyet kurulabilir miydi acaba? Emin değilim. Lozan'da hakem rolündeydiler. Ama asıl büyük oyunları hep Musul ve Kerkük üzerine oldu.
Musul Misak-ı Milli sınırları içerisindeydi ama Lozan'da çok kolaylıkla bıraktık. Asıl büyük zenginlik, haritamızın dışına bırakılmıştı. Referandumla da olsa güzel kent Hatay, yıllar sonra bünyemize katıldı. Ama petrol deposu ve hayati önemdeki Musul'da neden ısrar etmedik? Ve neden bu kadar kolay bıraktık? İngilizlerin kurduğu oyun tıkır tıkır işledi. İtiraz edemedik. Peki, o yıllar için yeni bir plan mıydı bu?... Hayır sanmıyorum.

SIRADA KÜRTLER Mİ VAR?
Bakın buraya dikkat. Sadece tesadüflerden hareket etmiyorum. Yunanlıların özgürlüklerini kazandıkları yıl 1829'dur. Onları Osmanlı'ya karşı başkaldırmaya teşvik eden ise elbette İngilizler'di. Tam 90 yıl sonra yani 1919'da Osmanlı parçalanırken, onları Anadolu'ya çıkmaları için tahrik eden yine İngilizler olmuştu. Tam 90 yıl sonra dayağı yiyen Yunanlılar hayal kırıklığıyla evlerine döndüler.

Aradan tam 90 yıl geçti. Şimdi Kürtlere aynı şey yapılıyor. Yani 1829'da Yunanistan'ın, 1919 da (başlayarak birkaç yıl içinde) Türkiye'nin ve aradan doksan yıl geçtikten sonra yani 2009'da da Kürdistan'ın kurulmasına izin veriyorlar. Eğer kurulmayı becerebilirlerse onlarında ömrü herhalde 90 yıllık olacak. Hesap ne kadar açık değil mi?

LOZAN'DAN YOUTUBE'A
Bu arada kurucu doktrinimizin yıpranma dönemi de geldi. Atatürk için yapılan seviyesiz ve ahlak dışı saldırılar, son bir iki yılda ne kadar arttı. YouTube'un yasaklanmasına kadar varan seviyesiz saldırıların, hemen tamamı Gazi'nin özel yaşamına ilişkin. Evet, internetin yaygınlaşması ve YouTube'un hayatımızı daha etkin bir şekilde girmesini kabul ediyorum ama her şey bu kadar kısa sürede nasıl bir saldırıya dönüştü. Bu yazının konusu değil ama Lozan görüşmeleri bir kez daha incelenmelidir. Musul'dan vazgeçip neyi kazandığımız net olarak sorgulanmalıdır.
Kürt meselesinin Osmanlı'dan bu yana dallanıp budaklanmasında İngilizlerin rolünü bilmeyen yok. Ama Ermeni olaylarından dolayı kurulan Divan-ı Harp'te İngilizler, kendilerine karşıt kim varsa darağacına veya hapse yollamaktan çekinmediler.

1918 sonrasında Berlin'de sıkışan İttihatçı şeflerin adresleri, Ermeni suikastçılara İngiliz istihbaratı tarafından verildi. İngilizlerin kurduğu plan hep tıkır tıkır işledi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını da Musul ve Kerkük'ü bırakmaya zorladılar.

Evet yazdıklarım determinist tarih çıkarsamaları... Ama bir düşünün lütfen! İngilizler her işin içinde olup da neden bu kadar az hedef oldular. Neden antiemperyalist eylemler hep Amerika'ya yöneldi? Neden Türkiye-İngiltere ilişkileri hiç ayrıntılarıyla incelenmedi ve belgeler süresi geldiği halde açılmadı?

Benden Selam Söyle Anadolu'ya

Yazar Dido Sotiriyu'nun kitabı her ne kadar bir insanlık dramını anlatsa da anlatım ve içerik olarak çokça tartışılan bir kitaptır. Kitabında anlattığı tüm Türk karakterler olumsuz, Rumlar ise daha görgülü seçkin ve iyi tiplerdir. Ama ben işin orasında değilim. Kitabın 80'inci sayfasında bir yerinde kitabın kahramanlardan biri 'Kemal 90 yıllığına anlaştı' diyor.

İSMET PAŞA BİLMEDİĞİMİZİ Mİ BİLİYORDU?

İki küçük soruyla bitirelim. Neden Güneydoğu'ya yatırım yapmıyorsunuz sorusuna, eski Başbakan Şükrü Saracoğlu 'İleride ne olacağı belli olmayan topraklara niye yatırım yapalım' cevabını verdi mi? İsmet Paşa Lozan çıkışında 'Bir doksan yıl daha kazandık' dedi mi? Acaba o dönemin devlet adamları, bizim bugün bilmediğimiz şeyleri mi biliyorlardı. Her ne olursa olsun kendi tarihimizle yüzleşmeliyiz. Sonucu her ne olursa olsun gerçeği öğrenmeliyiz. Ama bunu art niyetli araştırmacılara, fonlardan beslenen gazetecilere ve AB kuyrukçusu popülist aydın bozuntularına bırakmamalıyız... Gelin bu paranoid yazıyı komik bir tesadüfle bitirelim. Büyük bir gururla kutladığımız 23 Nisan 1920 bizim Meclisimiz'in açılış tarihidir. Ama 23 Nisan aynı zamanda İngilizlerin de Ulusal Günü'dür. William shakespeare'in de doğum günü olarak kabul edilir.
GÜRKAN HACIR/Akşam

Bu İş Darağacında Biter
23 Mayıs 2009 13:18

"Ne cesaret kuruyorsunuz partiyi. Bu işin sonu darağacında biter! " Celal Bayar'ın kızı Nilüfer, parti kurarken yapılan tehditleri anlattı..

Adnan Menderes ve iki bakanın idamıyla sonuçlanan 27 Mayıs darbesi mağdurlarından dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın kızı Nilüfer Bayar Gürsoy, darbeyi Cumhuriyet Halk Partililerin de aralarında bulunduğu karanlık bir gücün adeta dantel işler gibi hazırladığını söyledi. Gürsoy, Demokrat Parti'nin (DP) kuruluş aşamasında bazı Halk Partililerin, "Ne cesaret kuruyorsunuz partiyi. Bu işin sonu darağacında biter! " tehditlerinde bulunduğunu dile getirdi.
Türkiye'nin demokrasi karnesindeki kara lekelerden birisi olarak yerini alan 27 Mayıs darbesi, üzerinden 40 yıla yakın zaman geçmesine rağmen etkisini hissettiriyor. Cuntanın millet iradesine müdahalesiyle başlayan ve Yassıada işkenceleriyle devam eden darbenin mağdurları acı ve ızdırap dolu günleri Cihan Haber Ajansı'na anlattı.

Dönemin baş aktörlerinden Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın kızı Nilüfer Bayar Gürsoy, darbenin Türkiye'de şok etkisi yarattığını ve toplumda büyük bir travmaya sebep olduğunu söyledi. 27 Mayıs'ın sadece asker değil, Cumhuriyet Halk Partililerin de içinde bulunduğu gizli bir yapılanmanın, cuntanın işi olduğunu vurgulayan Gürsoy, darbenin ülke çapında yürütülen dezenformasyonla başlatıldığını aktardı. Gürsoy, "Bu dezenformasyon 27 mayıs günü değil çok önceden başladı. Adeta dantel işler gibi adım adım 27 Mayıs'a doğru gidildi. Önce şartları hazırlandı." diye konuştu.

"HALK PARTİLİLER DP KURUCULARINI İDAMLA TEHDİT ETTİ"

DP'nin kuruluşunun da çok kolay olmadığını belirten Gürsoy, dönemin TBMM başkanı Refik Koraltan'ın eşine misafirliğe gelen Halk Partili bazı vekil eşlerinin, "Ne cesaretle kuruyorsunuz Demokrat Parti'yi. Bu işin sonu darağacında biter! En kalın ipi de Koraltan'a saklıyorlar." şeklinde tehditlerde bulunduklarını söyledi. Gürsoy, Koraltan'ın eşi Makbule Koraltan'ın, eşinin o tarihten sonra hastalandığını dile getirdi.

Halk Partisi'nin DP'yi karalamak için "Yalan yayma komitesi" adında bir yer altı teşkilatı kurduğunu ileri süren Nilüfer Bayar Gürsoy, yine Halk Partililerin de içinde olduğu bazı kişilerin darbe öncesi DP'lilerin evlerini belirleyerek ihbar ettiğini ifade etti. Çeşme'de yaşadığı bir anıyı da anlatan Gürsoy, "Artık ihbar yapmayın" yazılı afişlerin darbenin ardından sokaklara asıldığını belirtti. Gürsoy, bu ihbarların Yassıada davalarının temelini de bu yalan ihbarların oluşturduğunu kaydetti.

"DARBEYİ YAPABİLMEK İÇİN MUHAFIZ ALAYI KOMUTANINI DEĞİŞTİRDİLER"

Darbenin yapıldığı anı hüzünlenerek anlatan Nilüfer Bayar Gürsoy, gece yarısı gürültü ile yatağından kalktığını ve korku ile şaşkınlık arasında bir hisse kapıldığını ifade etti. Bayar'ı korumakla görevli Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal'ın henüz iki ay önce göreve başladığını ve eski komutanın ise ortaya atılan yalanlarla görevinden aldırıldığını anlatan Gürsoy, tarihe "9 subay" olarak geçen kişilerin Köksal'ı köşke yerleştirdiğini belirtti. Darbe gerçekleştirildiğinde Köksal'ın çağrılmasına rağmen Bayar'ın yanına gitmediğini söyleyen Gürsoy, nizamiye kapısında bir askerin ise tek başına darbecileri içeri sokmamak için mücadele verdiğini ifade etti. Muhafız Alayı Komutanı Köksal'ın, "Aç kapıyı girsinler" demesi üzerine askerin, "Demek sen de onlardansın." diyerek Köksal'a tepki gösterdiğini aktardı. Gürsoy askerin, komutanı Köksal'ın ısrarı üzerine kapıyı açmak zorunda kaldığını anlattı.

"BAYAR'IN KIZI OLDUĞUM İÇİN ÜNİVERSİTEDEN ATTILAR"

Darbenin ardından DP'lilerin adeta tecrit edildiğini hatta DP ile ilgili iyi bir şey söylemenin bile yasaklandığını belirten Gürsoy, kendilerinin de Çeşme'deki yazlıklarında izole bir ortamda tutulduklarını bildirdi. Darbecilerin akrabaları hatta onların yakınlarına bile eziyet ettiğini belirten Gürsoy, Darbenin ardından üniversitelerden de DP taraftarlarının atıldığını vurguladı. Çeşme'de hapis hayatı yaşadıkları dönemde görev yaptığı Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ne gidemediğini ve durumu bir dilekçe ile gerekli makamlara bildirdiğini söyleyen Gürsoy, "Senelik iznim tamamlandı ve yapılacak işlerim vardı. Ankara'da 'buradan çıkmama müsaade edin' diye dilekçe verdim ancak dikkate almadılar. Daha sonra da 'vazife başına gelmediğiniz için görevden alındınız.' diye tebligat geldiğini anlattı.

"DEMİREL'İN SÖYLEDİKLERİ İLE YAPTIKLARI TUTMADIĞI İÇİN AP'DEN AYRILDIM"

Darbeden sonra Adalet Partisi'nden siyaset teklifi geldiğini belirten Nilüfer Bayar Gürsoy, teklifi Yassıada'da yargılanan eşi Ahmet İhsan Gürsoy'a mektupla şifreli şekilde yazdığını belirtti. Eşinden yine şifreli bir şekilde, "Bursa'ya gidersen Adalet teyzene uğra! " cevabını alan Gürsoy, AP'nin teklifini kabul ediyor.

Bir süre sonra AP ile yollarını ayırma kararı alan Gürsoy, sebep olarak Demirel'in söyledikleri ile yaptıklarının birbirini tutmamasını gösteriyor. Demirel'in 27 Mayıs yasaklılarına siyasi hakların verilmesi tartışmalarında da zorlaştırıcı rol oynadığına değinen Gürsoy, "Tabi insan olarak gayet saygılı. Ama sözlerle hareketler birbirini tutmayınca, ayrılık olunca, hükmünüzü verebiliyorsunuz. O günlerin askeri rejiminin de dahli vardı ama Demirel'in hiç değilse cesaretle bizleri müdafaa etmediğini söyleyebilirim." ifadelerini kullandı.

"KİMSENİN BİLMEDİĞİ MEKTUPTA NELER YAZIYOR?"

Ethem Menderes'in darbecilerle işbirliği yapıp yapmadığı noktasının karanlık olduğunu belirten Gürsoy, darbe sonrası Milli Birlik Komitesi'nin başına geçen Cemal Gürsel'in Adnan Menderes'e iletilmek üzere Ethem Menderes'e verdiği mektubu hatırlattı. Darbe sonrası Yassıada Mahkemeleri'nde okunan mektubun Gürsel'in isteği ile değiştirildiğini belirten Gürsoy, şimdiye kadar kimsenin bilmediği üçüncü mektubun varlığını açıkladı. "Aslında değiştirilen ilk mektup o değil, bir mektup daha var." diyen Gürsoy, Cemal Gürsel'in ölmeden önce bunu İsmet Bozdağ'a anlattığını ifade etti. Gürsoy, mektubun içeriği hakkında ise ipucu vermekten kaçındı. Gürsoy, "İsmet Bozdağ, aradan seneler geçti 3-4 sene evvel çaya geldi bize. Mektubu tartışıyoruz. Baktık böyle Bozdağ'ın yüzünde gülümseme belirdi. 'Bir versiyon daha var' dedi. Cemal Gürsel ölmeden önce mektubu Ethem Menderes'e anlatmış." şeklinde konuştu.

"CHP ATATÜRK'ÜN ÇİZGİSİNİ KARALAMAKTAN ÇEKİNMEDİ"

Cumhuriyet Halk Partililerin kendilerini devletin sahibi olarak gördüklerini belirten Gürsoy, "Halk Partisinin umdeleri aynı zamanda Cumhuriyetin de umdeleri. Halk partililer bunları bir bütün olarak gördüler. Ortak değerleri sahiplendiler. 'Devlet biziz' zihniyetini aşılamaya çalıştılar." dedi. Halk Partililerin DP'yi devlete karşı olarak lanse etmeye çalıştığını aktaran Gürsoy, "Atatürk'ün has ve objektif çizgisini karalamaktan çekinmediler. " diye konuştu.

Atatürk'ün ölümünün ertesi günü henüz Nutuk Meclis'te okunmadan CHP'li bazı vekillerin Bayar'a gelerek "Artık Atatürk yok." dediğini belirten Gürsoy, Bayar'ın 'Atatürk'ü anmak milli bir vicdan borcudur' sözünü o gün zabıtlara geçirdiğini ifade etti.

Atatürk'ün üstünden raht elde etmeye çalışan CHP'lilerin Atatürk'ün mirasına ve projelerine sahip çıkmadıklarını savunan Gürsoy şöyle konuştu: "Atatürk'ün projelerini hayata gözlerini yumduğu anda yok ediyorlar. Resmi pullardan resmi kaldırılıyor. Atatürk'ün tarih tezini yok etmek için Atatürk'ün tarih kurumuna hazırlattığı kitabın 1. cildini Şemsettin Günaltay daha 1939 yılında yeniden kendisi yazıyor ve okullarda okutulmasını kabul ediyor. Atatürk'ün fikriyatını silmeye çalışıyorlar."

aktifhaber

Putin, Sultan Hamid, Makbule Hanım, Gazi, İnönü, Derviş, Unakıtan...

Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın önceki gün yaptığı bir açıklama üzerine yazar Fatih Bayhan, başlıkta adı geçen tüm isimlerin ortak derdi olan sorunu kaleme aldı.

28 Haziran 2009 14:30

Makbule Hanım, “Vergileri İndireceğiz” deyince…

Enerji Bakanı Taner Yıldız önceki gün açıkladı; “Petrol fiyatlarını bu haliyle yüksek buluyoruzl.” Sayın Bakan’ın dilinden ikrar edilen bu gerçeği yıllarca hem matbuat, hem oe basın sektörü; yazı, kitap ve belgelerle gündemde tuttu. Ancak ne hikmetse dünyada petrol rafine ve varil fiyatlarında düşüş yaşandığı günlerde bile ülkemizde yıllarca petrol fiyatları arttı. Zaman zaman Başbakan Erdoğan’ın bile isyan ettiği bu sistem Maliye’nin vergilendirme sisteminden kaynaklanıyordu.

Mesele petrol zammı meselesi değil, vergi meselesiydi. Zaten bu ülkede devletin vergi politikası her dönem sorunlara neden olmamış mıydı?

Cumhuriyet hükümetleri dönemine genel olarak bakalım; hemen hepsi göreve gelir gelmez yeni bir vergi paketi açıklar, açıklanan paketin özünde vergisini ödeyememiş olanlara “ödeme kolaylığı” vardır!

Yani devlet, alacağını her zaman almış, affettiği ise faizi olmuştur. Peki “kaldırılan” vergiden, ya da “düşürülen vergilendirmeden” bahsedildiği oldu mu? Evet, kriz dönemlerinde devlet bugün olduğu gibi çeşitli kalemlerde vergi payını düşürerek ekonomiyi canlandırmaya çalışır. Ama bununda “kısa dönemli” hamleler olduğu açıktır. Ve bu hamlelerde devletin yastık altı parayı ekonomiye kazandırma amacını taşır.

“PUTİN MARKETÇİYİ AZARLADI”

Önceki gün ajanslardan bir haber geçti; Rusya Devlet Başkanı Putin şehir gezintisine çıkmış ve bir markete girmiş, fiyatların fahiş şekilde yüksek olduğunu görünce de market sahibine kızışmış. Putin’i yadırgamak mı lazım? Hayır, hemen her devlet ekonomiyi bir şekilde kontrol etmeye çalışmıştır. Liberal ve serbest ekonomi dönemlerinde bile. Kominist idare zaten her şeyin devlet eliyle yönetimini öngörüyor…

“SULTAN HAMİD’İN FİYAT ARTIŞINA ÇARPICI FORMÜLÜ VARDI”

Putin’in markette yaptığı müdahale ister istemez geçmişe götürüyor insanı…

Sultan Hamid döneminden canlı bir örnek aktaralım. Hatıranın sahibi Süreyya İlmen Paşa. Hamid döneminde; ekmek, et vs. halkın günlük tüketim mallarında fahiş artışlar görünce Putin gibi yapmıyor, peki ne yapıyor Sultan Hamid? Buyurun İlmen paşa’dan dinleyelim;

“Sultan Hamid zamanında, arasıra, kömür, ekmek, et vesaire gibi halkın çok muhtaç olduğu erzak fiyatları yükselirdi; lâkin Sultan Hamid kıyametleri koparırdı. Kömür fiyatlaşınca yani okkası on paradan yirmi paraya çıkınca, hemen fukaraya, Şehremaneti kömür dağıtmağa başlar; ekmek fiyatlaşınca, yani kırk beş, elli paraya çıkınca hemen otuz beş paraya, kırk paraya tenzil ettirilir ve et fiyatlaşınca, yani beş 'kuruştan altı, yedi kuruş olunca Şehremaneti tarafından Taksim, Eminönü, Beyazıt, Fatih gibi meydanlarda çengelli sehpalara yüklerce koyun asılarak en ucuz fiyatla halka et satılmağa başlanır nihayet «kasaplar bu hale iki, üç gün tahammül ederek fiyatları, meselâ, yedi kuruştan beş kuruşa indirmeye mecbur olurlardı.

Gözümle gördüğüm bu et meselesinin en büyük ve canlı şahidiyim. Rıdvan Paşa, Şehremini iken, kasaplar etin okkasını [kilosunu değil] beş kuruştan yedi kuruşa çıkarmışlardı. Ertesi gün Taksim-Eminönü, Beyazıt meydanlarında çengellere asılmış yüzlerce koyunun Şehremaneti tarafından [kilosunun değil] okkasının beş kuruşa satıldığını gördüm. Üç gün kasaplar İstanbul’da et satamadılar. O zamanlar pahalılıkla mücadele kanunlarla değil, işte böyle ameli bir suretle icra ediliyordu...”

“İSMET PAŞA: HALKIN ON PARASI VARSA ONU DA ALACAĞIM”

Aynı müdahaleyi Cumhuriyet döneminde de görüyoruz. Gerekçe de aynı…
Özellikle İsmet paşa devrinde “varlık vergisi”nin nasıl sonuçlar doğurduğunu iki kuşak öncesi herkes yaşadı. Ama yine İlmen Paşa o noktada da birkaç detay veriyor. İsmet Paşa’nın “halkın elinde on para varsa onu da alacağım” dediğini aktarıyor. “1927 senesinde mebus olduğum sırada bir gün Millet Meclisi kürsüsünde Başvekil İsmet Paşanın irat ettikleri nutuk, halâ kulaklarımda çınlamaktadır: “Arkadaşlar” dedi, “memlekette şimendifer yok, liman yok, köprü yok, yol yok, mektep yok, velhasıl hiç bir şey yok! Ben bunları yapacağım; bunları yapabilmek için de paraya ihtiyaç var. Onun için milletin cebinde on para bulsam onu da alacağım”
Biz de: “Al Paşam, al! Helal olsun diye avuçlarımız patlayıncaya kadar kendilerini alkışladık”

Hakikat halde İsmet Paşa, milletin cebinde ne bulduysa aldı. Bunu alabilmek için Maliye Vekili Saraçoğlu her sene vergileri yükseltti. Birçok yeni isimlerle, vergiler ihdas etti. Merhametsiz mali bir siyaset takibine başladı. Meclisten, süratle Maliye kanunları çıkarttı. Para! para! diye millete hiç nefes aldırmadı. Vergiler, milletin tahammül derecesini aştı. Milletin cebi tamtakır, kırmızı bakır kaldı ve yapılan bütün imar işlerinin, bütün masrafları bu zavallı, fakir milletin omuzlarına yüklendi. Memlekette o nisbettede fakr-u zaruret ziyadeleşti. Ziyadeleştiği halde bile bu mali siyasete devam edildi…” diye üzüntüsünü belirtiyor, ancak ilk konuşmayı “alkışladığını” da gizlemiyor.

VARLIK VERGİSİ ADIYLA “VARLIKSIZ” BIRAKILDILAR

Cumhuriyetin ilk yıllarında İsmet Paşa eliyle yürütülen ağır vergi politikası halkı canından bezdirmişti. Halk, elinde ne varsa vergisini veriyordu. Maliye sürekli yeni vergi kalemleri ihdas ediyordu. Hatta öyle ki sinemaya gitmekten, içki tüketmekten tutun, tiyatro biletinden bile eşit vergiler almaya başlamıştı.

Daha garip uygulamaları fıkralara konu edilen varlık vergisiydi. Varlık vergisi her ne kadar azınlıkları bezdirme vergisi gibi algılansa da asıl amacın savaş döneminde haksızca malını artıran ve özellikle azınlık nüfusa ait mallardan vergi alınmasını hedefliyordu. Ancak halkta çok ağır sonuçlar doğurdu. En önemli mesele kimden? Ne kadar? Vrgi alınacağıydı. Evet bazı kriterler vardı. Gayrimüslim ve Müslümanlara ait anonim şirketlerden ayrım yapılmaksızın, 1941 yılı net kazancının o yılın vergi ve zamları çıkarıldıktan sonra toplam kazancın yarısı Varlık Vergisi olarak alınıyordu. Savaştan olağanüstü kazanç sağlayan Müslüman grubun vergisi, son yıllarda elde ettikleri kazancın 1/8 oranındaydı.

Gayrimüslimlerden savaşın son yılında kazancın yarısı kadar vergi alınması benimsenmişti. Gayrı safi gelir üzerinden kazanç vergisi veren Müslümanlar'ın Varlık Vergisi, 1941 yılı kazancının vergisi ve zamlarının toplamı kadardı. Büyük çiftçilerin varlıklarının yüzde 5'ine el konulması öngörüldü. Emlak sahibi gayrimüslimlerden fevkalade sınıfına girmeyenler emlak vergisinin 1500 lirasının üstünde kalan kısmı kadar vergi verecekti. Bunun anlamı 500 lira mülkü olan gayrimüslimlerden 3500 lira vergi alınmasıydı. 3000 liradan aşağı gelir vergisi olan Müslüman emlakzedelerden ise hiç vergi alınmadı. Seyyar tüccarlardan ise 500 lira vergi alındı. Aylığı 40-50 lira olanlar vergiden muaf tutuldu. Mihver teba olarak anılan Yahudiler, mühtekirler, dönmeler, G M arası bir muameleye tâbi tutuldu. Ülkemizde yaşayan ermeni asıllı Arman Manukyan, bir hatıratında Varlık vergisiyle ilgili ailesinde yaşananları anlatırken şöyle aktarıyor; Varlık Vergisi hadisesini hiç unutmam. Ben 11 yaşındaydım, 1942 yılıydı. Okuldan yeni dönmüştüm, bir Varlık Vergisi sözü geçiyor ve deniliyor ki, "Varlık Vergisi konulacak." Ben orta 1'deydim. Fötr şapka takardı babam, gri bir fötr şapkası vardı. Bir gün eve erken geldi, o şapkayı çıkardı, masanın üzerine koydu. Anneme, "Eliza, gittik borcumuzu öğrendik, elimizde bir bu şapka kalıyor" dedi.

Annem ağlamaya başladı. Ben de 11 yaşındayım, ama ne olduğunu kısmen anlıyorum. 240 lira Varlık Vergisi konmuş babama. O zaman için çok büyük rakamdı. Varlık Vergisi daha fazla azınlıklara konulan bir vergiydi. Bilhassa Rumlara daha fazla konmuştu bu vergi. Ermenilere de Musevilere de ağır bir yüktü. Muayyen bir ödeme süresi tanındı bize. Ödeyen ödeyebildi Varlık Vergisi'ni. Babamın elinde eskiden biriktirmiş olduğunu altınları varmış: "Ben ödeyeceğim Zor ödeyeceğim ama bütün varlığım gidiyor" dedi. O altınlarını bozdurdu o süre dahilinde borcunu ödedi…”

ATATÜRK, “VERGİLERİ İNDİRECEĞİZ” DİYEN MAKBULE HANIMI İSTANBULA GÖNDERDİ!

Bir vergi hadisesi de Atatürk döneminde yaşanıyor. CHP’nin tek parti iktidarının verdiği güçle halkı ağır vergi politikalarıyla ezdiği günler, halk adeta inliyor. Yeni kurulan Muhalif Parti serbest Fırka halkın bu serencamına tercüman olmak amacıyla parti tüzüğüne bir madde ekliyor ve diyor ki, “imar ve devletçilik işlerinde halkı sıkmamak, vergileri azaltmak, bu gibi imar işlerinden ileride istifade edecek olan nesillerin omuzlarına da birer parça masraf yükletmek için uzun vadeli istikraz usulleriyle buna çare bulmak prensibi güdülecekti ki gayet makûl ve mantıki bir siyaset olacaktır.”

Ancak CHP tüzüğe eklenen bu maddeden sonra halkın Serbest Fırka’ya olan ilgisinden rahatsız oldu. Hatta öyle ki durum Atatürk’e şikayet konusu edildi ve “Serbest Fırka vergileri kaldıracağım diye ihtilâl çıkarmak istiyor” denildi.

Ancak durum gün geçtikçe çıkmaza giriyordu, halk kısa sürede Serbest Fırka’ya ilgisini artırıyordu. Bu günlerde Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’da serbest Fırka namına çalışmalar yürütüyor; ilçeleri, köyleri geziyor, halkı dinliyordu. Gittiği her yerde ilgi gören Makbule Hanım, “Serbest Fırka’nın gelmesi durumunda vergileri kaldıracaklarını açıkça beyan ediyordu.”

Makbule Hanım’ın bu açık tavrı CHP’yi ve tabiî ki İsmet paşa’yı küplere bindiriyor ve durumu Gazi paşa’ya şikayet ediyordu. Gerisini yine Süreyya Paşa’dan dinleyelim; “Gazi'nin hemşiresi Makbule Hanımefendi ile Gazi'nin evlâd-ı mânevisi Nebile Hanımın valideleri bir otomobille Yalova köylerinden birisine gitmişler, bir çok köylü kadınlar ile konuşmuşlar; bu kadınlar hallerinden şikâyet etmişler: kimisi vergi borcundan bahsetmiş, memurlar gelip eşyalarını ellerinden alıp satıyorlarmış, velhasıl bir türlü vergilerini veremiyorlarmış; Çünkü mahsul zamanlarına tesadüf etmiyormuş. Kimisi başka şeylerden bahsetmiş. Neticede hükümetten şikâyet! Makbule Hanımefendi de tekmil köylü kadınlarına hitaben: «Şimdi Serbest Fırka teşekkül etti, bu vergileri kaldıracağız; İnşallah bundan sonra bu gibi müşkülâta tesadüf etmeyeceksiniz; geliniz, bizim Serbest Fırkaya aza olunuz.» demiş.

Akşam Yalova’ya avdette Nebile hanımın validesi bunları Gazi'ye anlatmış. Gazi kızmış; Akşam sofrada hemşiresine sormuş; Ne o! Sen vergileri kaldıracağız demişsin! diye çıkışmış, Makbule Hanım da: «Evet; söyledim; ben propaganda yapıyorum. Sen nasıl Halk Fırkası için çalışıyorsan ben de Serbest Fırka için çalışacağım» demiş. Ya! öyle mi? diye Gazi cevap vermiş ve hemen bir motor hazırlatıp hemşiresini İstanbul’a gece yarısı göndermiş!..”

EKONOMİ DERVİŞİ BAKAN YAPTI, ECEVİT’İ SANDIĞA GÖMDÜ

Ekonomi meselesi her hükümetin en asıl meselesi olmuştur. ABD’de Bush’un sandığa gömülmesi sadece cumhuriyetçi-demokrat meselesi değil, Bush’un ekonomik politikalarının dünyayı getirdiği darboğaz olmuştur. Bizde durum farklımıydı? Ecevit, son başbakanlığı döneminde ekonomiyi düzeltsin diye Kemal Derviş’i ABD’den getirip Bakan yapmamış mıydı? Ecevit’in sandığa gömülmesi de yine Ekonomideki başarı grafiğinin halka geç yansıması olmamış mıdır?

Bir tespit daha yapalım, Ak Parti döneminin en disiplinli hamleleri ekonomi alanında yapıldı. Kemal Unakıtan’ın hedef tahtasına girmesi sadece çocuklarının; yumurta, mısır işine girmesi değil, “Ak Parti her alanda başarılı olsa ekonomide onu yakalayamaz” beklentisini en azından “geciktiren adam” olduğu içindir. Çocukları ve eşi meselesiyse tamamen onun adına bir talihsizliktir.

FATİH BAYHAN – haber7
bayhanfatih@mynet.com

Arslan Bulut

Amerikalılara verilen 99 yıllık imtiyazın iptali!

Bugün gündem dışı olmakla birlikte günümüzü doğrudan etkileyen bir olayla ilgili gelişmeler hakkında bilgi vereceğim. 1991 yılında Baba Bush’un Türkiye’ye gelişi dolayısıyla Türk-Amerikan İlişkileri’ni konu alan, “Önce Vatandan Önce Amerika’ya” başlıklı bir araştırma yapmış ve Tercüman’da yayımlamıştım. Daha sonra konunun bir bölümüne 2005 yılında çıkan Küresel Haçlı Seferi kitabımda da yer verdim.

DP Genel İdari Kurulu üyesi ve Anayurt gazetesi yazarı Mehmet Arif Demirer ise bir mektup göndererek, konuyla ilgili verdiğim bilgilerin tümüyle uydurma ve dezenformasyon olduğunu, düzeltme yapmam gerektiğini söyledi. Hatta kitabı yayımlayan Bilgi Yayınevi’ne de bir mektup gönderdiğini bildirdiler. Demirer, birkaç hatamı tespit etmiş olmakla birlikte esas olarak konuyla ilgili değerlendirmemi doğrulamış oluyor.

* * *

Araştırmamda özetle şöyle demiştim: “Atatürk, Lozan’ın imzalanabilmesi için Amerikalıların talep ettiği Chester imtiyazlarını kabul etti. Gizli anlaşmayı Refet Bele yaptı. Fakat Atatürk daha sonra bu anlaşmayı iptal ettirdi. Amerikalılar da buna karşılık 1927’de Lozan’ın onaylanmasını reddetti. Chester anlaşmasına göre Amerikalılar, 2 bin kilometrelik Bağdat demiryolu hattı boyunca, her iki yanda 20’şer kilometrelik şeritte bulunan bütün yer üstü ve yer altı servetlerinin imtiyazını alacaktı. Bu anlaşmaya Doğu Karadeniz ve Tunceli gibi bölgeler de eklenmişti. ABD, 1989’deki Chester imtiyazına benzer bir maden arama imtiyazını, 57’nci hükümet döneminde, uluslararası tahkim hukukunu kendisi kabul etmediği halde Türkiye’ye kabul ettirerek tahkim ettirmiş oldu!

ABD, böylece, Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan ve Türkiye Cumhuriyeti’nden Lozan’ın intikamını kısmen almış oldu!”

* * *

Demirer diyor ki, “Refet Bele için Devlet Bakanı demişsiniz. Türkiye’de Devlet Bakanlığı ilk kez 1946 yılında Recep Peker Hükümeti’nde kurulmuştur. Lozan görüşmeleri boyunca Rauf Bey (Orbay) başbakandı. Refet Paşa o hükümette bakan değildi.”

Bu eleştiri haklıdır. Kitabımın yeni baskısı olursa düzelteceğim.

Demirer, ikinci olarak “Lozan’dan hemen sonra, 20 Aralık 1923 tarihinde, Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra” cümlesinin yanlış olduğunu belirtiyor. Doğrusu “Lozan ve Cumhuriyet’ten hemen sonra 20 Aralık 1923 tarihinde” olacaktır.

Demirer “ABD ise Mustafa Kemal Paşa’ya cevaben Lozan’ı tanımamıştı” bilgisinin de yanlış olduğunu söylüyor ve Atatürk’ün Chester Projesi hakkında 13 Temmuz 1923 tarihinde “Amerika’ya olan inanç ve güvenimizin somut bir delilini, Chester İmtiyazını vermek suretiyle gösterdik” dediğini hatırlatıyor.

Demirer, “Amerikan Senatosu’nun 1927 yılında onaylamadığı antlaşma, ABD’nin Lozan’daki gözlemcisi (daha sonra Ankara Büyükelçisi) Joseph Grew ile İsmet Paşa arasında imzalanan Türk-Amerikan Barış ve Ticaret Antlaşması’dır” diyor.

Amerika’nın onaylamadığı antlaşmanın Lozan olmadığı yolundaki bilgiler birkaç sene önce ortaya çıkmıştı. Ben ise araştırmayı 1991’de yapmıştım. Fakat, Atatürk’ün Chester imtiyazı hakkında yukarıdaki sözleri söylemesinden 11 gün sonra Lozan’ın imzalandığına dikkat çekmek istiyorum.

* * *

Yine Demirer, konu ile ilgili bir yazısında “Neydi Chester imtiyazı? TBMM’nin 9 Nisan 1923 günü onayladığı ve Bayındırlık Bakanlığı’nın 29 Nisan 1923 günü imzaladığı bir dizi sözleşme ile Chester Grubuna verilen, Türkiye’de 4400 km uzunluğunda demiryolu yapımı ile demiryolu güzergahının sağında ve solunda 20’şer km genişliğinde bir alanda maden ve petrol aranması ve bulunduğu takdirde 99 yıllığına işletilmesine ilişkin bir imtiyaz sözleşmesi. Lozan sonrası Musul Irak’ta kalınca Chester Grubu gerekli sermayeyi sağlayamadığı ve işe başlayamadığı için iptal edilmiştir” bilgisini veriyor.

Atatürk’ün Amerikalılara Chester imtiyazını, Lozan’ın imzalanması için İngilizlere baskı yapmaları amacıyla verdiğini ve sonra bunu gizli bir celsede reddettirdiğini iddia eden kişi, Demokrat Parti’nin Trabzon milletvekili ve tarihçi Mahmut Goloğlu’dur. Chester imtiyazı hakkında yazdıklarımı Demirer’in verdiği bilgiler, teyit etmiş oluyor.

Fakat bu tarihi gerçeği yazmış olmamı Demirer nedense “dezenformasyon, uydurma” ve hatta “Ermeniler ve Taner Akçam bu işi yeterince yapıyor” gibi ifadelerle de eleştirmiş.

Neden böyle bir kasıt aramış bilmiyorum! Ben kendimden eminim, konuyu okurun takdirine bırakıyorum.

Yeniçağ

51 yıl önce askerî mahkeme darbecileri beraat ettirmişti
Mustafa Armağan
05 Temmuz 2009

Bugün olan bitenleri daha net anlayabilmek için yakın tarihe bakmak da şart. Darbe hücrelerinin askerî ve sivil bünyeye nasıl yayıldığı, kullandıkları şifreler, attıkları adımlar ve askerî hakim ve savcıların acele, taraflı ve tartışmalı kararları 51 yıl önce bir kere daha yaşanmıştı.

Hükümetin çıkardığı askerî mahkemeyi sivil yargıya bağlayan kanun, yıllardır konuşulan ama bir türlü cesaret edilip fiiliyata geçirilemeyen ezelî dertlerimizden biriydi. Nitekim Demokrat Parti'nin ilk Milli Savunma Bakanı Refik Şevket İnce –kendisi iyi bir hukukçuydu ve Atatürk döneminde 13 ay Adalet Bakanlığı yapmıştı- askerî ve sivil mahkemelerin birleştirilmesini ve iki ayrı yargılama sisteminin demokrasiye sığmayacağını savunuyordu. Bekleneceği gibi bu tehlikeli girişim, ordunun baskısıyla karşılaştı ve sonuçta Bakan İnce, koltuğundan oldu.

150 yıllık darbe tarihimize baktığımızda iki geniş parantez gözümüze çarpıyor. Bir, II. Abdülhamid'in 33 yıllık hükümranlığında askerî darbe yapılmamıştır, bir de Cumhuriyet'in kuruluşundan 1960'a kadar geçen 37 yılda. Bu iki 'sivil' parantez haricinde öyle dönemler yaşandı ki, neredeyse darbecilik normal, sivil yönetim anormal hale geldi.

Ergenekon soruşturması sürecinde bir kere daha gördük ki, Türkiye adeta darbe fideliğine dönmüş durumda. İlk modern darbe girişimimiz olan 1859 Kuleli Vak'ası'ndan beri hal ve gidişatı iyi görmeyen birileri, meseleyi kökünden çözmek üzere darbeye karar verip harekete geçiyorlar.

Şifrelerin bile geçmişten alındığını fark etmişsinizdir. 27 Nisan bildirisi, II. Abdülhamid'in tahttan indirildiği gün yayınlandı. Geçen yıl sabotajların başlatılacağı 7 Temmuz ise Şemsi Paşayı vurdukları gündü. 1957'de darbecilerin ilk toplantılarını yaptığı Üsküdar'daki konak, 31 Mart'ı bastırmaya gelen Hareket Ordusu'nun başındaki Mahmud Şevket Paşa'ya aitti vs.

Şimdi gelelim 9 Subay olayına...

1957 sonları. Konakta toplanan darbeci subaylar bir "büyük baş" arayışındadırlar. Yeminler edilir, planlama yapılır; ihanet edenlere ölüm cezası verilmesine kadar pek çok karar alınır. Bir yönetim kurulu oluşturulur. Başkanlığa, o sırada yarbay olan Faruk Güventürk getirilir. Alınan bir başka karara göre ise o sırada Milli Savunma Bakanlığı koltuğunda oturan Şem'i Ergin'e hareketin başına geçmesi teklifi götürülecektir. İyi ama nasıl?

Randevu alınır ve Bakan'la görüşmeye gidilir. İşin garibi, ihtilalin başına geçmesi teklif edildiğinde Ergin teklifi kabul etmemişti gerçi ama girişimi büyük bir olgunlukla karşılamış(!), bu da darbecileri rahatlatmıştı. Onun bu tavrını "İstemem, yan cebime koyun" şeklinde yorumlayan Güventürk, en kısa zamanda bir darbe planı hazırlayıp bizzat Bakan'a götürdü. Ancak o gün Ergin makamında yoktu. Bunun üzerine plan, Bakan'a ulaştırılmak üzere bir subaya teslim edildi. Fakat ne olduysa ondan sonra oldu ve Yarbay Güventürk'ün tutuklandığı haberi darbecilerin paniğe kapılmasına yol açtı.



Darbecilerin başlarına geçme teklifinde bulundukları Mlilli Savunma Bakanı Şem'i Ergin, CHP yanlısı yayınlarıyla tanınan Akis'in kapağında kendisine yer bulabilen nadir DP'lilerdendi (24 Ocak 1959 tarihli sayının kapağı)


Şimdi ne olacaktı? Ya darbe planı ele geçerse?

Subay Sezai Okan, elindeki darbe planını sigara küllüğünde yaktı. Ancak bir nüshası da Güventürk'ün bürosundaydı. Yakalanırsa her şey bitecekti. Kendisini tutuklamak üzere hakim yüzbaşı ve şifre subayı ile birlikte gelen Polatlı Topçu Okulu Komutan Yardımcısı Albay Adil Türkoğlu'ndan başka kimse Güventürk'ü kurtaramazdı. Bunun üzerine komutanının ellerine sarılarak bürosunu heyete aratmaması için açıkça yalvardı. Zira çekmecesinde bütün yapılanmayı çökertecek belgeler kuzu kuzu duruyordu.

Şifreyi alan albay, aramayı güya kendisi yaptı; gizli belgeleri yanına alırken, işe yaramayanları heyete verdi. Sonra da bütün darbe planları ve mektupları içeren dosyayı adamlarına emir vererek yaktırdı. Ayrıca Yarbay Güventürk'ün evine uğrayıp gerekli belgeleri ortadan kaldırmasına da imkân sağladı. Sonra tutukladı. (Böyle tutuklanmaya can kurban diyorsanız, haklısınız. Bugün yaşananlar gözünüzün önünden geçiyor gibi, değil mi?)

Böylece darbeciler ilk dalgadan kendilerini kurtarmış gibiydiler. Rahat bir nefes alabilirlerdi. Ancak devamı geldi.

16 Ocak 1958 günü bakanlıktan yapılan açıklamada biri emekli 9 subayın tutuklandığı bildirilmişti. Tutuklananlar, 3 albay, 1 yarbay, 4 binbaşı ve 1 yüzbaşıdan ibaretti. Gerçekte yakalananlar, darbecilerin bir kısmıydı sadece. Darbe oyununu bozan ihbarcı ise bir binbaşıydı: Samet Kuşçu. İçlerine girmiş ama kendisinin ihbar edileceğinden korktuğu için erken davranıp bizzat ihbarda bulunmuştu.

Askerî mahkeme uzun uzun soruşturduktan sonra yargılamaya geçti. Mahkeme başkanı, sonradan genelkurmay başkanı olacak 27 Mayısçı Tümgeneral Cemal Tural, mahkemenin kararını açıklayınca darbeciler derin bir nefes alacaktı: 9 beraat, 1 mahkûmiyet. Söylemeyi unutmuş olmalıyım. İhbar eden Samet Kuşçu da yargılananlar arasındaydı ve işin garibi, davada ceza, darbe girişimcilerine değil, darbeyi önlemeye çalışan muhbire verilmişti. Suçu da neydi biliyor musunuz? Adıyla sanıyla orduyu isyana teşvik! 27 Mayıs'tan sonra daha iyi anlaşıldı ki, yüksek rütbeli bazı subaylar askerî mahkemeye baskı yaparak arkadaşlarına ceza verilmesini engellemişlerdi.

Aslında konu hükümete intikal etmişti ama Başbakan Menderes, iltihabın ordunun tamamına yayılacağı kaygısıyla onu sıkıp patlatmak istememişti. Komitacılıktan gelen Cumhurbaşkanı Bayar ise meselenin üzerine gidilmesi için ısrar etmiş ama hükümete bir türlü söz dinletememişti. Olağanüstü toplantıya çağırdığı hükümet, konuyu önemsemez görünmüştü. Ne var ki, darbeyi hafife alma tavrı, çok değil, 2 yıl sonra herkese pahalıya patlayacaktı. Bayar, yıllar sonra Cüneyt Arcayürek'e, "9 Subay olayı iyi değerlendirilmiş olsaydı 27 Mayıs olmazdı!" diyecekti.

Tarihten ibret almaya başladık mı dersiniz?

Zaman

Atatürk'ün babası olarak bize gösterilen, bazı tarih kitaplarında bile yer alan resmin aslında uydurma olduğu anlaşıldı.

Tarih araştırmacısı Mustafa Armağan'ın yazısı:



Atatürk'ün babası kimdi' Gazi Mustafa Kemal'in 1922 yılında 'Vakit' gazetesinden Ahmet Emin Yalman'a anlattığı hatıralarından beri bu sorunun içinden çıkılamamıştır.

Şimdi içinizden 'Peki Atatürk köşelerinde gördüğümüz o fesli, bıyıklı adam kim o zaman?', diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Hevesinizi kursağınızda bırakmak istemem ama o fotoğraftaki kişinin 'Atatürk'ün babası' olduğu tezi, doğrudan doğruya bir İnönü devri yutturmacasıdır. Biz İnönü'nün göstermek istediği Atatürk ile Atatürk'ün kendi zamanındaki Atatürk'ü fena halde birbirine karıştırmış durumdayız. Daha doğrusu biz Atatürk'ü İnönü devrinde ona giydirilen deli gömleğiyle tanımak zorunda kalmış bulunuyoruz. Şimdi o gömleği çıkartmaya uğraşıyoruz ki, işimiz hiç kolay değil...

Daha önce de yazmıştım: İsmet İnönü'nün 12 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde 'Nutuk' bir tek defa bile basılmamıştır. Neredeyse yasaktır. Basılmıştır diyen varsa getirsin bir örneğini. 1938'de Atatürk'ü sağlığında yapılan son baskısından sonra ilk kez 1950 yılının ikinci yarısında basılabilmiştir 'Nutuk'un ilk cildi.

Mesela 1931'de basılan 'Tarih IV' adlı lise ders kitabında da, ölümünden hemen sonra Kanaat Kitabevi tarafından basılan M. Turhan Tan'ın 'Atatürk' kitabında da Atatürk'ün babasının fotoğrafını bulamazsınız. Neden acaba' Şimdi babası Ali Rıza Efendi'nin olduğunu sandığımız ünlü fotoğrafı, Atatürk'ün onayından geçmemiştir de ondan.

Peki nedir bu fotoğrafın hikâyesi' Neden o gün yokken bugün ders kitaplarımıza kadar sızabilmiştir' Tarih üzerinde bir oyun mu dönmektedir yoksa?

1935 yılında tesadüfen Ankara Cebeci'deki Şehnaz Hanım'ın aile albümünden çıkmış olan bu fotoğrafı büyük bir sevinçle hemen Atatürk'e ulaştırırlar. Sağdan bakar, soldan bakar, büyüttürür. Hayır, küçük yaşta kaybettiği babasının görüntüsü, fotoğraftakine hiç benzememektedir. Atatürk'ün içi 'resimdeki adam'a bir türlü ısınamamıştır. Nitekim Falih Rıfkı Atay'ın "Çankaya" adlı kitabında yazdığı üzere Atatürk, sonunda 'Bu bizim peder değildir' diye kestirip atmak zorunda kalmıştır.

Ne çare ki, onun inkâr ettiği "peder"in fotoğrafı kitaplara girmiştir bir kere, artık hangi babayiğit çıkartabilir.

Ali Rıza Efendi'ye ait olduğu söylenen bu fotoğraf, ilk kez 1939 yılında, yani artık atışın serbest hale geldiği İnönü devrinde 'Belleten'de İhsan Sungu tarafından yayınlanır. İşte bu tarihten sonra kitaplarda o zamana kadar Mustafa Kemal'in soyunu tek başına temsil eden Zübeyde Hanım'ın yanına yeni bir fotoğrafın yerleşmeye başladığı görülür. Bu tavırdan, Tek Parti dönemi muhafazakârlığına denk düşen 'iyi aile çocuğu' Atatürk imajının zihinlere kazınmak istendiğini çıkartmak zor olmasa gerek.

Peki gerçekten de Atatürk'ün babası kimdi' Ali Rıza Efendi'ydi elbette. Ne yazık ki, onun hayatı hakkındaki yayınların hiçbirisine tam olarak güvenemiyoruz. Biraz okuyunca kafanızın aşure kazanına dönmesi sebepsiz değil.

Mesela en muteber kaynaklardan sayılan Şevket Süreyya Aydemir, 'Kırmızı Hafız'ı Ali Rıza Bey'in amcası yaparken ('Tek Adam', I, 1969, s. 31), Prof. Şerafettin Turan babası yapmaktadır ('Kendine Özgü Bir Yaşam', 2004, s. 20). Yine Prof. Turan, Atatürk doğduğunda babasının Evkaf idaresinde çalıştığını yazarken (s. 20), Erol Mütercimler kereste tüccarlığı yaptığını iddia etmektedir ('Fikrimizin Rehberi', 2009, s. 39). Oysa Atatürk, 1922 Ocak'ında Ahmet Emin Yalman'a verdiği röportajda kendisi okula başlarken babasının 'rüsumat'ta, yani gümrük idaresinde memur olduğunu söylemiştir.

Bu durumda Ali Rıza Efendi'nin bütün hayatı alt üst oluyor. Önce Evkaf'ta kâtiplik yapıyor, sonra kereste tüccarlığı, 6 yıl sonra ise gümrük memurluğu. Oysa doğru sıralama, önce Evkaf, sonra Rüsumat idaresi ve en son memurluktan istifa ettikten veya emekli olduktan sonra kereste ticareti yaptığı şeklinde olacaktı (ölümünden önce bir ara tuz ticareti yaptığını Makbule Hanım anlatmıştır).

Üstelik Atatürk'ün babasının hangi yılda öldüğü de bilinmez. Rakamlar kitaptan kitaba, üstelik 5-6 yıla kadar oynuyor. Kimisi 1893'te öldü diyor, kimisi 1887 veya 1888'de. İnkılap tarihinin duayenlerinden Prof. Enver Ziya Karal, "babası genç yaşta öldü", diye yazıyor. Yahu üstad, eğer Ali Rıza Efendi 1839'da doğmuşsa ve ölüm tarihi 1893 ise öldüğünde 54 yaşındadır ve bu nasıl 'genç' ölmektir?

Biyografilerindeki ciddiyetsizliklere son bir örnek: Atatürk Şemsi Efendi mektebine başladıktan "az zaman sonra" babasının öldüğünü söylemiştir. Eğer okula 6-7 yaşlarında başlamışsa tarih, 1887 olmalıdır. Oysa bildiğimiz kadarıyla bundan sonra tam 6 yıl daha yaşamıştır Ali Rıza Efendi. Bu hesaba göre babası öldüğünde Atatürk 13-14 yaşında olmalıdır. Yani babasının ölüm tarihini esas aldığınızda Atatürk 14 yaşında, kendi demecindeki okula yazılmasından az sonra öldüğü bilgisi esas alınırsa da 7 yaşında çıkıyor. Hangisi doğrudur' Henüz bilmiyoruz.

Gördüğünüz gibi Atatürk'ün babasının kimliği konusunda karanlıklar içinde yol bulmaya çalışan ressam Brüghel'in körleri gibiyiz. Anlaşılan Atatürk de, 1930'ların sonlarına gelinirken, olgunluk dönemini idrak eden her erkek gibi babasını merak etmiş ve onun izlerini araştırmalarını istemiştir yetkililerden. Nitekim Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgeler bu araştırmanın Selanik'e kadar uzandığını gösteriyor (030-10-1 7 6 nolu dosya).

Maalesef bu araştırmadan da Atatürk'ün babası hakkında dişe dokunur bir sonuç çıkmamıştır. Atatürk'ün ölümünden bir yıl önce babasının kimliğini araştırma merakına kapılması bize yine de bir şey söylüyor olmalıdır. Gençliklerinde babalarını aştığını düşünen erkekler, olgunluk çağlarında 'baba'yı yeniden keşfe çıkmak ihtiyacını duyarlar.

Karlı bir gece yarısı baba yeniden evine dönecek midir? Bu ev, Çankaya Köşkü bile olsa'?
Zaman

04 Ağustos 2009
Nuh Gönültaş/Bugün
Kürt meselesinde nereden nereye?

Genç Türkiye Cumhuriyeti Kürtler'i nasıl görüyordu?
Bugün gelinen noktaya nereden gelindiğini göstermesi açısından 1930 Ağrı İsyanı'ndan sonra Cumhuriyet Gazetesi'nde yazanlara göz atmakta fayda var. O yıllarda Mahmut Esat Bozkurt -ki kendisi Cumhuriyet'in ilk Adliye Vekili'dir- "Çiğ eti bulgurla karıştırıp yiyen Kürtler'in Afrika yamyamlarından farkı yok" demişti.
Benzeri sözleri Cumhuriyet yazarı Yusuf Mazhar 1930 Ağrı İsyanı'nın bastırılmasının akabinde bölgeye yaptığı geziden sonra gazetesine yazmıştı.
İşte o yazıdan ibret-i alem için bir bölümü aşağıya alıntılıyorum ki, Kürt meselesi konusunda nereden nereye gelindiğini görelim anlayalım, bu sorunun çözümünü istemeyenlerin ne menem adamlar olduklarını öğrenelim.
Yusuf Mazhar, 1930 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde Kürtler için şunları yazıyor:
"Bunlar tarihin şehadeti ile sabittir ki, Amerika'nın kırmızı derililerinden fazla kabiliyetli oldukları halde ziyadesiyle hunhar ve gaddardırlar. Dessas ve bedevi hislerden, medeni temayüllerden tamamıyla mahrumdurlar.
Bunlar asırlardan beri ırkımızın başına bela kesilmişlerdir...
Ruslar'ın idaresi altında bir kısım insani ve medeni haklardan mahrum tutularak dağlardan inmelerine müsaade olunmayan bu mahlûkat hakikaten medeni haklardan istifadeye şayan değildir. Siyasi ve medeni teşkilata istinat eden buradaki Türk köylüleri hükümet ve idare nüfusunun zaafa uğraması üzerine başkaldıran vahşi Kürt aşiretlerinin önünden ya kaçmışlar yahut Kürtleşmişler, yalnız köylerinin isimlerini bırakmışlar.
Bunlar ayrık otu gibi sardıkları toprakta intişar eder fakat bastıkları yere zarar verir mahlûklardır.
Birçok yerlere hastalık sirayet eder gibi sonradan yerleşmiş ve asli ahalisini aşiret teşkilatındaki kuvvet sayesinde körletmişlerdir. Bu Kürtler zahireyi değirmende öğütmeyi bilmezler.
Bunlarda istiklal ve hürriyet hisleri temelinden meskût, ruhları izzeti nefisten mütecerriddir.
Bana bu sözleri söyleyen Kürt delikanlısı buralar Ruslar'ın işgaline uğrayınca hicret ederek 14 yaşından 19 yaşına kadar Gaziantep'te yaşamış olduğu cihetle biraz insanı andırıyordu. Yoksa bunlar meramlarını maksatlarını en basit mantıki kıyaslarla yahut en adi misallerle ifadeye kadir değildirler.
Bu Kürt kitlesindeki karanlık ruhu kaba hissiyatı hunhar temayülatı kırmak mümkün olmadığına kâniyim.
Bunu uzun bir tekâmülden beklemek bunların zaman zaman böyle isyanlar çıkararak yahut memlekette asayişi bozarak veyahut hırsızlık ederek hükümetin daima meşgul olmasına halkın mütemadiyen mutarrız olmasına sebep olur."

Altan/Taraf
Büyük Selanik

Artık hepimiz ucundan kenarından “yapay bir görüntüyü” gerçek zannettiğimizi hissetmeye başladık.

Bizim seksen yıllık cumhuriyet bir “sahtelikler” cumhuriyeti.

Mustafa Kemal, Selanik’te doğmuş, askerî okullarda nispeten “Batılı” bir eğitim almış, Sofya’da ataşelik yapmış, Almanya’yı görmüş genç bir generaldi cumhuriyeti kurduğunda.

Okuduklarımdan anlayabildiğim kadarıyla iki büyük tutkusu vardı.

Birincisi “lider” olmak.

İkincisi de, ta gençliğinden beri söylediği gibi Osmanlı’nın diğer topraklarından vazgeçip Anadolu’da büyük bir Selanik yaratmak.

Güzel kadınlar, şık beyler, balolar, danslar, temiz evler, çiçekli bahçeler, köylerde vals çalan orkestralar, kahve ve konyak kokan cafeler, beyaz örtülü lokantalar...

İlk amacına ulaştı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışılmaz lideri oldu.

Bir devletin liderliğini ele geçirmek zordur ama bunu yapabilecek yetenekleri vardı ve başardı.

İkincisi ise “zordan” daha zordu.

Yüzlerce yıllık gelenekleri yıkmak ve başka bir tarihin, başka bir mücadelenin, başka bir kültürün sonucu olan bir ülkeyi burada yeniden kurmak öyle bir “kişinin” kararıyla olacak iş değildi.

Onun hayalindeki ülke ne Osmanlı’nın bir mezbele halinde tuttuğu Anadolu’nun geleneklerine, ne de Müslümanlığın inançlarına uyuyordu.

Sanırım bütün diktatörlerin düştüğü hataya düşüyordu.

İstediği şeyin “iyi” olduğuna inanıyordu ve önerdiği “iyiliğin” kabul edilmemesine sinirleniyordu.

Zorla “şapka” giydirdi, zorla Batı müziği dinlettirdi, zorla dans ettirdi.

Ama bu iş “zorla” olacak bir iş değildi.

Onun hayal ettiği ülkeyle, yönettiği ülkenin gerçekleri birbirini tutmuyordu.

Bütün baskıya, gazetelerin bütün yayınlarına rağmen yönettiği insanlara “yabancı” biri olarak kaldı.

Birçok açıdan muhalefetle karşılaştı.

Müslümanlar, bu “Batılı” hayat tarzını reddediyorlardı ve emirle “Batılı” olmaya yanaşmıyorlardı.

Kürtler, kendilerine Kurtuluş Savaşı sırasında söz verilen “eşitliği” istiyorlardı.

Demokratlar, “diktatörlüğüne” karşı çıkıyorlardı.

Onu ürkütecek kadar gerçek kökleri olan direnişlerdi bunlar.

Sanırım hem ürktü hem öfkelendi.

Korkunç bir baskı uyguladı.

Kürt liderlerini astı, Müslümanları gazeteler vasıtasıyla “irticacılar” olarak ilan etti, demokratları Meclis’ten attı, solcuları hapse koydu.

Orduyla ve sivil bürokrasiyle bütün ülkeyi denetimi altına aldı.

Ve çok istediği Selanik’i, büyük şehirlerin yeni zenginleri ve bürokratlarla yarattı.

Artık “Atatürk” olan Mustafa Kemal’i memnun edecek göstermelik bir “Selanik” yaratıldı memleketin küçük bir parçasında.

Geride kalan kısımlar da, “yeni Selaniklilerin” esiri durumuna düştü.

İnsanlar kendi ülkelerinde bir söz hakkına sahip olamadılar.

Kürtler, Müslümanlar, demokratlar, solcular devletten dışlandılar.

Bu “Selanikleşme” hareketine “Atatürk ilke ve inkılâpları” adı takıldı ve bunlara uymayanlar “devlet düşmanı” ilan edildi.

Biz bugün hâlâ Türkiye’de “Selaniklilerle” Anadolulular mücadelesini yaşıyoruz.

Atatürkçüler, “bizim önerdiğimiz güzel ve iyi bir şey, neden buna karşı çıkılıyor” diyorlar.

Samimiler bunu söylerken.

Ama bunun zorla olamayacağını, emirle gerçekleşemeyeceğini, hayatın kendi doğal akışı içinde biçimlenmesi gerektiğini kavrayamıyorlar.

Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, dışlanan Müslümanlar, Kürtler, demokratlar, solcular şimdi haklarını istiyorlar, “Selanikleşme” hayali uğruna yaşadıkları baskılardan kurtulmaya uğraşıyorlar.

Kürt açılımı, muhafazakârların zenginleşip örgütlenmeleri, demokratların seslerini yükseltmeleri, değişen koşulların sonucu olarak yaşanıyor.

Mustafa Kemal’in çok istediği o “güzel kokan memleketin” yaratılması şimdi artık mümkün gözüküyor ama bunu buranın halkı, kendi isteğiyle, artık böyle bir hayata hazır olduğu, zenginleştiği, dünyayla ilişkiler kurduğu için gerçekleştirecek.

İşin belki de en “şakacı” yanı ise şimdi buna “Atatürkçüler”in karşı çıkması.

Çünkü onlar hâlâ bunun “Müslümansız, Kürtsüz, demokratsız, solcusuz” olacağını sanıyorlar.

Atatürkçülere aslında bir müjde verebilirim, istediğiniz gerçekleşecek ama bunu halk kendine uygun biçimde yapacak.

Bırakın da yapsınlar.

Etiketler: 12 Eylül gecesi Genelkurmay idam Genelkurmay Başkanı Komutan TBMM protesto darbe cia abd Cumhurbaşkanı GKB Mağdur atatürk laiklik abd ab nato ordu ihale kürt ölü abd gkb tsk Asker Jandarma Komutan düşman selanik dönme Etiketler: haber kavga atatürk laiklik içki zina darbe cumhuriyet Ahmet mustafa kemal selanik çankaya türk sünnî

17 Ağustos 2010
Mustafa YURTTAV
Atatürk'ün Kafatası Da Ölçülmüş

UNUTTUĞUMUZ TARİH: “64 BİN KİŞİNİN KAFATASI ÖLÇÜLDÜ”

Başbakan Erdoğan ile CHP lideri Kılıçdaroğlu arasında mitinglerde yaşanan gerilim, Erdoğan’ın “Sen soyuna bak” demesi ile farklı bir alana kaydı. Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a cevabı “Eğer sen insanların soyu ile uğraşıyorsan eline bir tane pergel, cetvel al, gel benim kafatasımı ölç” oldu. Herkes pergel ile kafatası ölçmeyi konuşurken insanların kafatasının, bundan 73 yıl önce Atatürk’ün emri ile Atatürk’ün manevi kızı ve Türk Tarih Kurumu’nun kurucusu Afet İnan tarafından ölçüldüğü ortaya çıktı.
***
Afet İnan, kafatası ölçmeye nasıl başladığını şöyle anlattı: “1936’da bütün memlekette büyük ölçüde antropometrik bir anket yaptırma arzumu, Atatürk’e anlattım. Uygun gördüler ve beni teşvik ettiler. Bunu hükumetten rica etmemi emir buyurdular. O zamanki Başbakan İsmet İnönü’den rica ettim. Bu iş için; savunma, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlarına meşgul olmalarını emretti.
***
Kafatası, boy ve kilo gibi 23 ölçüm için Türkiye 10 bölgeye ayrıldı ve on ekip oluşturuldu. On ekip için İsviçre’den on takım ölçü aleti getirildi. Ekiplere askerlerin yanı sıra, bir doktor ve bir sağlık memuru eşlik etti. Ekipler, Prof. Aziz Kansu’dan ölçüm için kurs alarak yola koyuldu. Araştırma için hazineden ‘mühim bir miktar’ da para ayrıldı. 10 ay süren çalışma ile Anadolu ve Rumeli’nin dört bir tarafından tam 64 bin kişinin kafatası ölçüldü. 20 bin kadın ve 40 bin erkek üzerinde ölçüm yapılırken bazı mezarlar da açılarak 2 bin kafatası çıkartıldı. Mimar Sinan’ın kafatası da çıkarılanlar arasındaydı. Ancak daha sonra kafatası bulunamadı. Araştırma Afet İnan tarafından 1947 yılında “Türkiye Halkının Antropolojik Karakterleri ve Türkiye Tarihi” ismiyle kitaplaştırıldı. Kitapta ‘Ari Türk Irkı’nın özellikleri ve kafatası ölçüleri anlatılıyor.
***
Araştırma sonuçlarına göre Laz, Kürt, Çerkez fark etmeksizin Türkiye’de bir ‘ırk birliği’ olduğu ortaya çıktı. Araştırmacılar, Türk halkının kafa yapısının ‘Brakisefal’ olduğunu kafa karinesi 80’in altında olanların Türk olamayacağı kanaatine vardı. İşte araştırma sonuçlarına göre Türkler: “Türkiye’de yaşayan halkın çoğunluğu orta boylu, kafa karinesi bakımından yuvarlak (brakhi) kafalıdır. Gözler muntazamdır. Mongoloit tesir pek azdır. Burunlar düzdür. Cilt nadiren çok esmerdir. Gözler açık, hatta ekseriyetle çok açıktır. Saçların çoğunluğu orta yani kestane rengindedir. Şu halde Türkiye halkı umumiyetle ‘Homo Alpinus’ denilen Avrupa’nın büyük beyaz ırkına mensuptur”
***
Araştırma çerçevesinde; boy, kilo, baş uzunluğu, baş genişliği, alın genişliği, yüz genişliği, alt çene genişliği, göz ölçüsü, iki göz arası mesafe, burun genişliği, burun yüksekliği, ağız ölçüsü, çene yüksekliği, dudak kenarı yüksekliği, kulak yüksekliği, kulaç, gövde ölçüsü, kulak deliği yüksekliği, ağırlık ve bacak uzunluğu.

ATATÜRK’ÜN KAFATASI DA ÖLÇÜLDÜ
Türkiye’de kafatası ölçme işlemi 1930’da eski Milli Eğitim bakanlarından Reşit Galip tarafından başlatıldı. Elinde bir mezru ve pergel ile önüne gelen herkesin kafatasını ölçen Galip, Atatürk’ün başını da ölçtü. Atatürk’ün kafatası, ‘Brakisefal’ Türk kafa yapısının ideal ölçüleri olarak kabul edildi. Atatürk’ün uşağı Cemal Granda’nın anılarını içeren ‘Cemal Granda anlatıyor’ kitabının 56. sayfasında bu durum şöyle anlatılıyor: “Atatürk'ün başı ölçüldü ve 81 geldi. Odadakiler sıraya girmişler başlarının ölçülmesini bekliyorlar. Atatürk Reşit Galip’e ‘Çelebi’ninkini de ölç’ dedi. Başım ölçüldü 81 çıktı. Sevinmeye başlamıştım. Öyle ya Atatürk ile aynı kafa ölçüsünü taşıyordum”
***
akifhaber

İsmet İnönü Anadolu'ya bohçalanarak gönderilmiş!
Mustafa ARMAĞAN
26 Eylül 2010

"Tarihteki olaylar neden farklı anlatılır?" diye soranlara bundan böyle Atatürk'ün "Nutuk"ta söyledikleri ile İsmet İnönü ile Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları arasındaki çelişkileri örnek olarak vereceğim.

Mesela Atatürk "Nutuk"ta diyor ki: İsmet Bey'i Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa'nın talebi üzerine ve özellikle önemli bir maksatla, 3 Mart 1920'den birkaç gün önce İstanbul'a göndermiştim.

"Nutuk" böyle diyor ama İnönü, kendisini Fevzi Paşa'nın çağırdığını, Mustafa Kemal'in ise uygun gördüğünü anlatıyor. Hatta hızını alamayıp Abdi İpekçi'ye Ankara'ya İstanbul'un işgalinden 6 ay önce gittiğini söylüyor. Bu durumda Ankara'ya Eylül 1919'da gitmiş ve Mart 1920'de dönmüş olması lazım ki, takvim olarak imkânsız. Halbuki Atatürk'e göre en geç şubat sonunda İstanbul'a dönecek ve mart ayında ikinci defa ve zorla gönderilecektir. Ankara'da kaldığını söylediği tarihlerde İnönü İstanbul'da Genelkurmay'da görevlidir ve Karabekir'e yazdığı mektuptan da görüleceği gibi açıkça Amerikan mandası taraftarıdır. Milli Mücadele'ye de uzun zaman inanmayacaktır. Öte yandan Cebesoy'un sözlerine bakarsak, İsmet Bey Ankara'da bir ya da iki gün ancak kalmıştır!

Şimdi siz Ankara'da 6 ay mı kaldı, 1-2 gün mü kaldı? Fevzi Paşa mı İstanbul'a çağırdı, yoksa Mustafa Kemal Paşa mı gönderdi? sorularının cevaplarını düşünedurun, bir tarihin nasıl çarpıtıldığını şu örnekle ortaya koyabileceğimizi düşünüyorum.

İnönü hatıralarında 16 Mart 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgallerinden sonra Saffet (Arıkan) Bey'in ansızın evine gelerek kendisini Mustafa Kemal'in çağırdığını söylediğini, bunun üzerine hazırlanıp derhal hareket ettiklerini anlatır ve Maltepe'de kendilerini Yenibahçeli Şükrü'nün karşıladığını, er elbisesi getirdiğini, eline bir vesika verdiğini ve er elbisesini giyerek bir kafile ile yola çıktıklarını ekler. (Bu arada ilk uğradıkları Pendik civarındaki köyün adını Turna olarak hatırlar. Halbuki bu köyün adı Turna değil, Kurna'dır. Koca İsmet Paşa'nın hatıraları ne perişanlıkta, düşünün.)

Şimdi bunları bir kenara yazın, zira az sonra bizzat Yenibahçeli Şükrü'nün ağzından aktaracaklarımızla karşılaştırmanız gerekebilir.

İnönü'nün hatıralarında adını verdiği Yenibahçeli Şükrü (Oğuz) Milli Mücadele'nin adsız kahramanlarından biridir. Ve uzun yıllar İnönü iktidarının nefes aldırmayan baskısıyla serbestçe konuşamazken 1950'den itibaren fikir ve hatıralarını gazete ve dergilerde açıklamaya başlar. 1952 Mayıs'ında "Milliyet" gazetesinde açtığı sert mücadelede İnönü hakkında hakarete varan iddialarda bulunur. Ancak biz konudan ayrılmadan şu Anadolu'ya geçiş olayını Yenibahçeli Şükrü'den dinleyelim.


İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve adam kaçırmakla görevli Karakol Cemiyeti'nin üyeleri. Oturanlardan ortadaki Yüzbaşı Dayı Mesut, ayaktakilerden ortada olanı ise Yenibahçeli Şükrü Oğuz'dur.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinin, uzun yıllar baskı altında yaşayan Milli Mücadele kahramanlarının dillerinin çözülmesini de getirdiğini, tarih alanında da bir ferahlamayı, moda tabirle bir "açılım"ı başlattığını bilmek çok önemlidir. İşte "Tarih Hazinesi" dergisinin Temmuz 1951 tarihli 12. sayısında Yenibahçeli Şükrü ile yapılan söyleşiyi de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Yenibahçeli Şükrü bu söyleşide şunları söylüyor özetle:

Milli Mücadele'nin zenci kahramanlarından Dayı Mesut, Mustafa Kemal'in ağzından Saffet (Arıkan) Bey'e bir mektup yazmış ve İstanbul'dan ayrılmak niyetinde olmayan İsmet Bey'i alıp Maltepe'deki Piyade Atış Okulu'nda yemek yiyeceğiz bahanesiyle kandırmasını söylemiş. Maksat, Mustafa Kemal'in "Meclisi açacağız, İstanbul'daki aydınlardan bulabildiklerinizi Ankara'ya yollayın" şeklindeki genel emrini yerine getirmek. Nitekim 19 Mart günü İsmet ve Saffet beyler trenle Maltepe'ye geldiler. Teğmen Hulusi Demir'in evinde konuk ettik. Biraz sonra İsmet Bey'e, "Mustafa Kemal Paşa'dan aldığımız emir üzerine -halbuki böyle bir emir yoktu- sizi Ankara'ya götüreceğiz." dedim. İsmet Bey Saffet Arıkan'a bakarak "Hani biz buraya yemeğe gelmiştik?" diye sordu. Ben de "Mustafa Kemal'in size ihtiyacı var, biz silaha sarıldık, siz de sarılın." dedim ve kendisini göndermeye kararlı olduğumu belirttim.

İsmet Bey "Şimdi ihtiyaç yok, icap ederse geçeriz. Şimdi gidip de ne yapacağız?" dedi. Ben dayanamayıp, "Buraya kadar geldikten sonra dönmek yok. Mutlaka Anadolu'ya geçeceksiniz. Hem de derhal!" dedikten sonra iki er elbisesi getirttim. Bunları giymelerini söyledim. Baktı ki olacak gibi değil. Lahavle çeker gibi dudaklarını oynatarak başını sağa sola salladıktan sonra aldı er elbisesini ve giyinmeye başladı. Saffet de kıs kıs gülmeye başlamıştı! Hemen o akşam üç öküz arabasıyla birlikte onları yola çıkardım. Yanlarına yaverim (halen CHP Müfettişi olan) Bekir ile Topçu Komutanı Teğmen Esad'ı verdim ve Kurna köyündeki İslam Bey müfrezesine sevk ettim.

Yenibahçeli Şükrü'nün anıları bildiğim kadarıyla henüz yayınlanmadı ama dergideki konuşmadan anlaşıldığına göre bu bilgileri bir defterden aktarmaktadır. Demek ki bir defter var ama biz ondan mahrumuz. Kim bilir daha neler var bu hatıra defterinde? Bulunursa öğreniriz.

Defteri bulmaya çalışalım ama Feridun Kandemir'in "İkinci Adam Masalı"nda CHP Müfettişlerinden Refik İsmail Bey'in ağzından aktardıkları da tıpatıp Yenibahçeli Şükrü'nün anlattıklarıdır. Hatta Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra bir gün Çankaya Köşkü'ne çağrılan Refik İsmail Bey'e Atatürk'ün, "Sahi anlat bakalım, İsmet nasıl bohçaya girmişti?" diye aynı olayı anlattırdığını ekler. Sofrada bulunan Karakol örgütü mensuplarından Edip Servet Bey'in de "Paşam, gerçi bohçaya girdi amma sokuncaya kadar neler çektiğimizi sormayın." diyerek herkesi güldürdüğünü okuyoruz kitaptan.

Bilmem size de öyle geliyor mu? Yakın tarihi yeniden yazma zamanı hızla yaklaşıyor.

Zaman

“Saltanat Yatı Ertuğrul” yerine Emily’nin yatı Savarona
Yavuz BAHADIROĞLU
3 Ekim 2010
Vakit

“Saltanat Yatı Ertuğrul” yerine Amerikalı mirasyedi Emily’nin yatı Savarona

Dünkü yazımızda da belirttiğim gibi, “Atatürk’ün yatı” olarak ünlenen Savarona, kimseye yar olmadı...
Ne yaptıran (gösteriş tutkunu Amerikalı mirasyedi dul bayan Emily Roebling Cadwallader yaptırmıştı) hayır gördü, ne satın alan, ne de kiralayan...
Son olarak adı öyle bir olaya karıştı ki, “Ayıkla pirincin taşını” dedirtecek cinsten...
Ancak “Savarona’da fuhuş” olayı patlak verdikten sonra, müze yapılması filan akıllara geldi...
Peki, daha önce aklınız neredeydi?
“Atatürk’ün Yatı”nı müze yapmak için, böyle bir rezaletin patlak vermesi mi gerekiyordu?
¥
Şimdiye kadar Savarona, hep farklı yönleriyle gündeme geldi...
Nüfusunun (nüfus 15 milyon civarındaydı) yarısından fazlası açlık sınırının altında yaşayan son derece fakir bir Türkiye’nin, böylesine gösterişli, böylesine lüks ve pahalı bir yatı neden satın aldığını hiç tartışmadık.
Tartışmadık, çünkü işin içinde “Atatürk” vardı, ne olur ne olmazdı...
Sonunda olan oldu: Savarona’nın adı bir “fuhuş skandalı”na karıştı. Üstelik bu ilk de değildi: Rezalet 5 yıldır sürüyordu. 30.09.2010 tarihli Sabah’ın sürmanşeti “Yıllardır fuhuş ve şantaj yuvası” şeklinde.
Vay benim köse sakalım!
¥
Savarona, döneminin en büyük, en lüks, en hızlı, en gösterişli, en sükseli, en görkemli yatı idi.
Türkiye’nin Savarona’yı satın aldığı yıllarda, ne ABD Başkanı’nın, ne de “Ufkunda Güneş Batmayan İmparatorluk” diye tanımlanan İngiltere Kraliçesi’nin böyle bir yatı vardı.
Arap şeyhleri ise henüz “petrol zengini” olmamış, henüz, “sonradan görme”liğin tescili olan koca koca yatlar satın almamışlardı.
Bu yüzden Irak Kralı Faysal ile Kralın Naibi Abdülilah sık sık Savarona’ya “misafir” olurlardı. Hatta Faysal’ın, “balıkçı kayığı” niyetine, dünyanın en lüks yatıyla balığa çıkması meşhurdur.
Bu yüzden Savarona’nın tadını Atatürk’ten çok misafirlerinin çıkardığını söyleyebiliriz.
O kadar ki, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin eşi Prenses Süreyya, Savarona’nın altın kaplama musluklu banyosunda süt banyosu yapmıştı.
İran Şahı Rıza Pehlevi, İngiliz Kralı VIII. Edward ve Ürdün Kralı Abdullah da Ertuğrul Yatı’nda ağırlananlar arasındaydı.
Uzatmayalım, takvimler 1938 yılını gösterirken, Savarona satışa sunuldu...
İki müşteri çıktı: Bunlardan biri Almanya’nın faşist diktatörü Hitler, diğeri ise Atatürk’tü!
Hitler’in gösterişe düşkünlüğü biliniyor. Gösteri ve gösterişe bayılan bir diktatör olduğu kıyafetinden hayat tarzına kadar her şeyinden belli... Yine de onca parayı vererek yatı almayacak, borçlarına karşılık müsadere edecekti. Hatta yata haciz bile koydurmuştu.
Türkiye’ye gelince: Bu yatı istiyordu, ancak dünyanın “en fakir ülkeleri” arasındaydı. Kişi başına gelir 100-150 dolar seviyesinde seyrediyordu (şimdi 10 bin Dolar).
En başta yeterli hastanesi, doktoru, ilacı yoktu. Parasızlıktan, yaşamsal önemde ilaçları ithal edemiyor, insanlar salgın hastalıkların pençesinde ölüyordu.
“İnce maraz” dedikleri verem, hastane, doktor, ilaç yokluğunda yakaladığını götürüyordu.
Çocuklar basit bir kızamık ve boğmaca gibi hastalıklarda tükeniyorlardı...
Okulu-öğretmeni son derece yetersizdi: Çocuklarını eğitemiyordu...
Klasmanda güya bir “tarım ülkesi” idi, ama parasızlıktan makineleşemediği için, topraklarını doğru düzgün işleyemiyordu...
Ayrıca gübresizlikten ve bilgisizlikten dolayı yeterli verim alınamıyordu.
Dolayısıyla insanların çoğu açlık sınırının altında yaşıyordu.
Yine de dünyanın en lüks, en pahalı yatını almak istiyordu.


En son Ekim tarafından Pzr Eyl 26, 2010 9:27 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Ekm 31, 2009 9:22 pm    Mesaj konusu: Türkiye'nin Cumhuriyeti Alıntıyla Cevap Gönder

Mustafa Erdoğan
Türkiye’nin Cumhuriyeti

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının icra ediliş tarzı, bu törenlerde resmi erkânın dilinden sadır olan söz ve beyanlar ile, bu vesileyle radyo, televizyon ve gazetelere hakim olan “ruh iklimi” bana Türkiye’nin Cumhuriyetinin karakteristik bir özelliğini hatırlattı. Buna kısaca, genel çocuksulaşma eğilimi diyebiliriz.

Resmi bayramlarda bu çocuksuluk hali sadece ilköğretim öğrencilerini değil, onların öğretmenlerini, üniversite hocalarını, gazetecileri ve tabii resmi erkânı, kısaca neredeyse bütün yetişkinleri tutsak alıyor. Böyle zamanlarda toplumun geneline hakim olan müsamere havası içinde koca koca adamlar adeta gönüllü olarak reşit olmaktan vazgeçiyor, düşünme melekelerini yitiriyor ve iradelerini insan veya nesne sembollerin emrine veriyorlar.

Sanılmasın ki, bu ruh hali sadece resmi bayramlara özgüdür. Gerçekte bu, toplumu her zaman etkisi altında tutan genel bir eğilimdir. Yani, arızi bir durumla değil, sistemik bir sorunla karşı karşıyayız. Bu durumun en hayati sonuçlarından biri, toplum olarak sorunlarımızı çözmemizi ciddi olarak zora koşmasıdır. Çünkü, karşı karşıya olduğumuz sorunları çözebilmemiz için, her şeyden önce, kendimizi reşit hissetmemiz, kendimize güvenmemiz ve tabii reşit insanlar gibi davranmamız gerekir. Oysa, bir toplum çocuksulaştığı ölçüde bu meziyetlerden yoksun hale gelir.

Bütün bunların, özellikle de resmi sıfatlı olanlar bakımından elbette ikiyüzlülükle ilgili bir yanı var. Ama sanırım mesele daha çok yetişme biçimimizle, kişiliklerimizin nasıl şekillendiğiyle ilgili. Bu da dikkatimizi mevcut resmi eğitim-öğretimin yapısına ve sistemin her yanına nüfuz etmiş gayrı resmi telkin ve propaganda mekanizmalarına yöneltmemizi gerektiriyor. Diyebilirim ki, açıktan totaliter olanlarını bir yana bırakırsak, günümüzde kendisini yurttaşlarını çocuklaştırmaya bu derece adamış olan başka bir cumhuriyet bulunamaz.

Bu durumun benim liberal tasavvuruma ters düştüğünü söylememe gerek yok. Açıktır ki, vatandaşlarına çocuk muamelesi yapan ve resmi dogmaların sorgulanamazlığını vaz eden böyle bir rejimin, doğal haklara sahip özgür ve özerk bireyi toplumsal varoluşun hareket noktası olarak kabul eden bir anlayışla bağdaşması mümkün değildir.

Ama bu durum, mevcut rejimin olmak iddiasında olduğu şeyin, “cumhuriyet”in doğasıyla da bağdaşmıyor. Çünkü, cumhuriyetçi felsefenin temel fikirlerinden biri, “aktif yurttaşlık” idealidir. Ben şahsen bu felsefenin arkasında yatan sıkı birlik düşüncesine, bireysel ilgi ve çıkarları çok geniş tanımlanmış bir “ortak iyi” anlayışına boyun eğdirme iddiasına ve “yurttaşlık erdemi”ni doğal haklara üstün tutmasına sempati duymuyorum. Anlatmak istediğim, cari rejimin kendi iddiası açısından da başarısız veya tutarsız olduğudur. Çünkü, aktif yurttaş olmak her şeyden önce “rüşdünü ispatlama”yı gerektirir.

Elbette bir cumhuriyette kamu eğitiminin özel ve önemli bir yeri vardır. Ama cumhuriyetçi bir rejimin genelleştirilmiş bir kamu eğitimiyle elde etmek istediği, yurttaşlarına cumhuriyetçi birliği ayakta tutacak erdemleri kazandırmak, bu arada onlarda “ortak iyi” anlayış ve duygusunu geliştirmektir. Yurttaşların çocuklaşmasının bu amaçlar arasında yer almadığında ise şüphe yoktur. Kendi iradesine güvenmemenin, ortaklığın fikri ve siyasi zemini hakkında söz söyleme hakkından feragat etmenin, “ortak yarar”ın bireysel çıkar ve ilgilerden üstün tutulmasıyla bir ilgisi bulunmamaktadır.

Türkiye’nin Cumhuriyeti’nin bu gibi meseleleri tezekkür edecek düşünürleri, sosyal teorisyenleri yok, ama bol miktarda slogan sayıklayan kifayetsiz demagogları ve propagandistleri var. Onun için, Cumhuriyetin kendine ait bir sivik ethos geliştirememiş olduğunu söyleyen Şerif Mardin haksız değil.

Star

11 Kasım 2009 13:31
CHP'DEN ALEVİLERE ÇOK AĞIR İTHAM
Meclis Kürsüsünde CHP'li Öymen Alevileri işgalci güçler ve PKK'lılarla bir tuttu.

CHP'li Onur Öymen Meclis'te yaptığı konuşmada Dersim Olaylarını örnek göstererek Alevileri ile Kurtuluş Savaşındaki düşman güçler ile PKK'lıları bir tuttu. Öymen Tunceli halkını işgalci güçler ve teröristlerle aynı kefeye koydu.

TBMM Genel Kurulunda 'demokratik açılım’a karşı görüşlerini açıklayan CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in verdiği örnekler tarihin acı olaylarına CHP’nin bakış açısını da gözler önüne serdi. Kadın, çocuk yaşlı demeden binlerce insanın öldürüldüğü Dersim olaylarını hatırlatan Öymen “O zaman kimse anaların gözyaşından bahsetmiyordu” dedi.

Öymen İsmet İnönü'nün talimatıyla beşikteki bebeklerin öldürüldüğü Dersim Olaylarına yaptığı bu benzetme Alevi kesimde büyük tepki çekti. Onur Öymen daha önce de yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde İslamiyeti yerden yere vurmuştu.

Dersim olaylarında dünya hukuk tarihinde örneği olmayan bir ile özel konun çıkartılmış, "Dersim Kanunu" olarak tarihe geçen kanunda, sanıklara haklarındaki suçlamaları öğrenme hakkı bile verilmemişti. Sanıklara savunma için söz alma hakkı vermeyen kanunlar sonucu yüzlerce can alındı.

Sabiha Gökçen'in de içinde bulunduğu jetler Tunceli köylerini bombaladı. Bu olaylar sonrası Alevi kesimin devletle kopmasının tohumu atıldı. Alevilere kalıcı ve unutmayacakları bir yara vurularak, yıllar boyu devlet karşı değişmeyecek bir bakış açısı oluşması sağlandı.

Alevilerin dini önderi Seyyit Rıza, hakim değiştirilerek ve resmi tatil olmasına rağmen cumartesi günü kurulan mahkemeyle hakkında idam kararı aldırıldı. Atatürk gelmeden idamı bitirmek için, özel karar alındı ve gece yarısı tatil günü idam infaz edildi.

Dönemin Emniyet Müdürü Şükrü Sökmensüer Seyit Rızanın katledilmesini şöyle anlatıyor: "ataturk singec koprusunu acmaya gidecek. dersim harekati bitti. beyaz donlu alti bin dogulu elaziga dolmus. ataturkten seyit rizanin hayatini bagislamasini isteyecekler. buna meydan vermeyelim".
1937 yilinda resmi tatil gunu cumartesi ogleden sonra, ataturk pazartesi gunu elazig'a gelecek. bizden istenenler "asilacak asilsin" ve ataturk'un karsisina beyaz donlular ciktigi zaman is isten gecmis olsun.
o donemde elazig valisi sefik bey, savci hatemi senihi bey, emniyet muduru serezli ibrahim bey, savci yardimcisi arkadasim, sukru sokmensuer "sivillerden emniyet genel mudurlugunun siyasi subesinden istediklerini al. ataturkun istasyondan halkevine kadar korunmasi da size ait" dedi.basta macar mustafa olmak uzere alti kisi alip yola ciktim. trenle elaziga vardim.emniyet muduru ibrahim beye gittim. savci icin "kuraldis bir sey yapmaz, mumkun degil " dedi.

savciya gittim. durumu kendisine anlattim. bana bu konuda hukumettende sifre aldigini, ama mahkemelerin cumartesi tatil oldugunu, tatildeyse sonuc almanin mumkun olmadigini bildirdi. ve ekledi. "bende mahkemeleri etkileyemem". oysaki biz mahkemenin kararini ataturk gelmeden once vermesi ve gereginin yapilmasini, ataturk geldiginde seyit riza meselesinin kapanmis olmasini istiyorduk. ben bunu halletmek icin hukumet tarafindan buraya gonderilmistim.

savci yardimcisi hukuktan sinif arkadasim. bana "sen valiye soyle bu savci rapor alsin gitsin. ben senin istedigini yaparim" dedi.
biz mahkemenin tatil gunu islemesini ve alinacak sonucun infazini istiyorduk.
savci rapor aldi. arkadasim vekil olarak savcinin yerine gecti.
mahkeme hakiminin evine gittim. gittigimde hakim mahkemenin aldigi karari evinde yaziyordu.
hakimle konustuk. kendisi karari daktiloya cektirmekle mesguldu. devir chp devri. herkes cekiniyor. hakim bana: "cumartesi mahkeme toplanmaz ancak pazartesi gunu mahkeme mahkemeyi toplar karari veririz. sali gunude idam hukumlerini yerine getiririz" dedi.

o zaman dorduncu bolgede temyiz haki yoktu.
abdurrahman pasa sikiyonetim kumandani olarak karari tasdik edecek. o da "yukaridaki karar tasdik olunur" demis basmis bos kagida imzasini. yukariya "abdurrahman poasanin idami" diye yazsaniz kendisi idam edilecek.
hakime dediki:
bu dediginiz gun ataturk geliyor. maksat hasil olmuyor ki. hakim "baskaca bir sey yapilamaz"diyerek kestirdi atti. bende kendisine sordum:
-sizin saat besten sonra davaya devam ettiginiz olmuyormu?
-oooo cok oluyor cevabini verdi.
-eee sonradan bes saat ihlal ediyorsunuz da bastan bes saat ihlal etseniz olmuyormu? yani pazar aksami sahurdan sonra mahkemeyi acariz.
hakim:
-elektrikler kesiliyor dedi.

onada çare bulduk. otomobil farlariyla hapishaneyi aydinlatiriz. halkevine luksler koyariz.
hakim bu defa :
samiin yok , dedi
ona da care bulduk. samiin de getiririz.
-kac kisi asilacak?
-onu karardan once soyleyemem dedi. ama ekledi: "savci 27 kisinin idamini istedi".
-biz ona gore mi hazirligimizi yapalim?
-bilmem dedi.

ceza infazi kanunu her asilanin ayri bir yerde asilmasini, asilanlarin birbirini gormemesini emrediyordu. bu sarti da yerine getirmeye calistik. her meydana dort sehpa kuduk. vali bir de cingene cellat buldu. gece 12:00 de hapishaneye gittik. farlarla cevreyi aydinlattik mahkemenin 72 sanigi var.

beni asmaya mi geldiniz ?

saniklari aldik. mahkemeye goturduk. cingene de geldi. adam basina on lira istedi "peki" dedik.
saniklar turkce bilmiyor. mahkeme karari acikladi yedi kisi olum cezasina carptirilmis, saniklardan bazilari beraat etmis bazilarida cesitli hapis cezalarina carptirilmisti.
kararlar okununca saniklar ilk anda anlamadilar. idam "tunne" diye bir vaveyla koptu.
biz seyit riza'yi aldik. otomobilde benimle polis muduru ibrahim'in arasina oturdu. jeep jandarma karakolunun yanindaki meydanda durdu.
seyit riza sehpalari gorunce durumu anladi.

-asacaksiniz; dedi ve bana dondu.
"sen ankaradan beni asmak icin mi geldin"? bakistik. ilk kez idam edilecek bir insanla yuz yuze geliyordum. bana guldu.
savci namaz kilip kilmayacagini sordu.istemedi. son sozunu sorduk.

-kirk liram ve saatim var. ogluma verirsiniz, dedi.
bu sirada findik hafiz asilirken gormesin diye pencerenin onunde durdum.
findik hafiz'in idami bitti. seyit rizayi meydana cikardik. hava soguktu ve etrafta kimseler yoktu. ama seyit riza meydan insan doluymus gibi, sessizlige ve bosluga hitabetti.

-evladi kerbelayimi, be gunayimi, ayibo zulimo, cinayeta. (evlad-i kerbelayiz, gunahsiziz, ayiptir, zulumdur, cinayettir.) dedi.benim tuylerim diken diken oldu. bu yasli adam rap - rap yurudu. cingeneyi itti. ipi boynuna gecirdi. sandalyeye ayagiyla tekme vurdu. infazi yapti.

aktifhaber

13 Kasım 2009
Ata'nın Cenaze Törenine Eleştiri
Başarılarıyla tarihe geçen Kazım Karabekir'in günlükleri yayınlandı. Karabekir Paşa, Atatürk'ün cenaze töreninde yaşadığı kırgınlığı anlatıyor...

Doğu Cephesi’ndeki başarılarıyla tarihe geçen Kâzım Karabekir, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Günlükler”inde, Atatürk’ün cenaze töreninde İstiklal Harbi’ne katkısı bulunan isimlerin hatırlanmamasını eleştiriyor, “Yapılan merasimde tarih değil hal düşünülmüştür” diyor

Milli Mücadele sırasında Doğu Cephesi’ndeki başarılarıyla tarihe geçen Kâzım Karabekir’in, 1906-1948 yılları arasında kaleme aldığı ve o döneme ışık tutan “Günlükler”i Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Günlükler’de Kurtuluş Savaşı’nı hazırlayan gergin günlerden, cumhuriyet dönemindeki çarpıcı anılara kadar birçok tarihi tanıklığa yer veriliyor.
Karabekir’in günlüklerindeki sayfalar, Atatürk’ün cenaze töreniyle ilgili kırgınlıklar yaşadığını da ortaya koyuyor. Karabekir’in o günlerde günlüğüne düştüğü notlar şunlar:

14 Kasım 1938 Pazartesi
Rauf Bey merasime birlikte köprüden iştirak etmeyi teklif etti. Çağrılmadıkça gitmeyi mahzurlu buluyorum dedim ve gitmedim. Programda mütekaitlere bile yer bırakılmamış!

19 Kasım 1938 Cumartesi
Atatürk’ün cenaze merasiminde malul gaziler ve emekli zabitler ve hatta generallerin adı anılmadı. Halbuki Erzurum ve Sivas kongreleri azaları dahi levhalarla ve mevcutlarıyla görünerek, İstiklâl Harbi tarihi canlandırılmalı idi. Yapılan merasimde tarih değil hal düşünülmüştür.

19 Mayıs sonrası
Karabekir, Mustafa Kemal’in Samsun’a geçişinden 12 gün sonra Anadolu’daki tabloyu şöyle özetliyor:

31 Mayıs 1919 Cumartesi
29/5/35 tarihli 9. Ordu Müfettişi Kemal Paşa’nın tamimi: İtilaf devletimizi idama mahkûm etti. İzmir ve Manisa’yı Yunan işgal, İtalyanlar Antalya ve Konya’yı işgal. Tevessüleri (Yayılma) vahim olacak. Samsun ve Trabzon gibi Bahr-ı Siyah sahillerimizin de aynı akıbete uğratılması tedarükatına başladıkları anlaşılıyor. Ermenistan hülyası saha-i hakikate iktiran ile hakk-ı hayat-ı millimize darbe-i idamın indirilmesi baîd (uzak) değildir. Vilayat-ı şarkiyenin işgalini iki tarzda tasavvur ediyorum: Ya Karadeniz sahilindeki Rum ahali isyan ederek cumhuriyet ilan ve bir taraftan da kuvvetli dahili ve bilhassa harici çeteleri vilayatımızı tarac (talan) edecektir. Veyahut böyle bir isyanla müteradif (tabi) olsun olmasın sahile ufak veya büyük ecnebi kuvvetleri çıkacak ve belki dahile de sarkacaktır. Bunlar hakkında tedbirlerden de bahistir, ki gerilla harbi tavsiyesidir!”

Türkçe hutbe eleştirisi
Karabekir, camilerde Türkçe hutbe okunmasının karar verildiği 1927’de ise, günlüğüne şu notu düşüyor:

31 Aralık 1927 Cumartesi
1928’de Türkçe hutbeler başlayacakmış. Gazeteler birkaç gün evvel ikisinin suretlerini neşretti! Hutbeleri Türkçe fakat kelâm-ı kadim (Kuran-ı Kerim) tercümesiyle hükümetin meşgul olmamasını meşrutiyet ilanından beri söylediğim gibi, salahiyettar (yetkili) olarak 1338 ve 39’da (1920 ve 1921) anlatmaya uğraşmıştım. Altı sene menfi tecrübelerden sonra karar verilmiş.
aktifhaber

15 Kasım 2009
"Köşecinin böyle fikir sektirmesi delilik alameti sayılmaz.. "
Selahattin Duman

"Benim sevgili arkadaşım, değerli demokrat Reha Muhtar’ın da eline bir kitap geçmiş.. Hatta iki kitap.. "

İşin kolayına kaçacaksan bir Atatürk hikâyesi bul..

Bu lafım, her meseleyi tarihten bir anekdot cımbızlayarak halletmeye çalışan köşe yazarlarımızadır.. Durumun bir benzerini bulur, hikâyeni anlatırsın.. “Atatürk o zaman böyle yapmıştı..” dersin.. Okurun kafasına iyi girsin diye bir de “Yaaaa işte böyleee!” çekersin.. Olur biter..

Bizim köşeciler de arada sırada kitap okur..

Eğer okudukları kitap Atatürk veya Kurtuluş Savaşı üzerine ise onlara fazladan üç beş günlük yazı konusu çıkar..

Ben de o yazıları okur, oturduğum yerden keyiflenirim.. Demokrasinin tartışıldığı her zeminde “Ama..” diye başlayan bir cümle varsa o cümlenin sonu mutlaka Gazi Paşamız’a ait bir anekdotla tamamlanır..

Oradan ahaliye verilecek ders çıkarılır..

Gazi Paşamız zamanında söylediği her yenin başına kakılacağını bilse adım gibi eminim bu kadar çok konuşmazdı..

Lakin ne yapacaksın? Çankaya’da oturuyorsun.. Ahalinin iki gözü sana dikili.. Herkes ağzından çıkacak yeni bir keramet bekliyor..

Mecburen konuşacaksın..

***

Temsil.. O zamanın taksi şoförleri bir dernek yapıp Çankaya’ya Gazi Paşamız’ı ziyarete gitmişler..

Gazi Paşa’nın da onlara bir şey demesi gerekir ki şoför milletinin kulağına küpe olsun..

O devirde oluk oluk gelen turist de yok ki “Türk şoförü turisti kazıklamaz..” gibisinden özlü bir söz çıksın..

Veya “Acele giden ecele gider..” mealinde bir şey söylensin.. Bu da söylenemez.. Çünkü daha önce “Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri..” lafı marşa girmiş..

Sözü edilen Türk şoförse mecburen yavaşlamayacak, önüne geleni sollayacak..

Gazi Paşamız da mecburen; huzuruna kadar gelip, gözünü kendine diken şoförlerimiz için önüne konulan şeref defterine “Şurası muhakkak ki Türk şoförleri çok derin hislerin sahibidir..” gibisinden bir şeyler yazmış..

Alın size bir adet alamet daha.. Bu laf üzerine “Atatürk ileride arabeskin moda olacağını bilmişti..” diye köşe yazısı yazabilirsiniz..

KÖŞECİ DEYİNCE..

Bizim ahalinin sosyal şuurundaki kaymanın birinci sebebi budur..

O sebep de yazısında Atatürk’ten söz edecek olan köşeci makûlesinin, söz konusu meseleyi kendine lazım olan ucundan tutmasıdır..

Bunu sokaktaki adam bir psikiyatrın önünde yapsa cebine bir deli raporu konur..

“Zengin yapınca beli derler, fakir yapınca deli derler..” hesabı köşecinin böyle fikir sektirmesi delilik alameti sayılmaz..

Tam tersine fikrinin taştığını gösterir..

Şu arada “Kürt açılımı” tartışılıyor ya! Birileri yine Atatürk’ten üç beş mesel bulup “Aha işte..” yazısı yazdı..

Bu mesellerden biri de Gazi Paşamız’ın Dersim Mebusu Diyab Ağa ile otomobil makinasında yan yana çekilmiş fotoğrafıdır..

Durup dururken böyle bir fotoğrafı basarsan onun altına da “Aha işte.. Devr-i Atatürk’te böyle bir sorun yoktu..” hükmü yakışır..

Oysa o fotoğraf çekildiğinde Dersim Koçgiri’de kıyamet kopuyordu..

Sivas Valisi Ebubekir Hazım Teperyan Ankara’ya “Buradaki kumandan Paşa’ya laf geçirin.. Ahaliyi yok yere kırıyor..” telgrafı çekiyordu..

Haydi bakalım, çık işin içinden..

***

Benim sevgili arkadaşım, değerli demokrat Reha Muhtar’ın da eline bir kitap geçmiş.. Hatta iki kitap..
Biri Gazi Paşa’nın uşaklarından Cemal Granada’nın hatıratı, öbürü Gazi Paşamız’ın kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun hatıratı..

İkisi de Gazi Paşamız’ın portresine dair dikkat çekici malzemeye sahip olduğundan çok değerlidir.. Ancak bütün bu anılardan anlaşılmaz..

Reha Kardeşim anılardan giderek bahar akşamı Gazi Paşa’nın yalnızlığını anlatıyor.. Sofra dağılmış, herkes gitmiş.. Gazi Paşa tek başına ve hüzünlü..

Çevresinde ne birlikte savaştığı paşalar var, ne inkılâpları başlattığı ideal arkadaşları.. Kadın desen o saatten sonra hiç arama..

FATURASI KİME?

İyi de Reha Abi.. bu yalnızlıkta bizim suçumuz ne ki bize laf sokuyorsun? Biz mi dağıttık yakın çevreyi?

Yakın çevrenin başına ne gelmiş şöyle bir bakalım..

İstiklâl Savaşı’nın bir numaralı askeri gücüne sahip Kazım Karabekir Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

En yakın arkadaşlarından ve komutanlarından Ali Fuat Cebesoy Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

Refet Bele Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

Cafer Tayyar Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

Yakın arkadaşı ve başbakanı Fethi Okyar.. İdamla yargılanmamak için yurt dışına kaçtı..

Yakın arkadaşı ve başbakanlarından Rauf Orbay.. Asılma ihtimaline kadar yurt dışına kaçtı..

Kurtuluş Savaşı’nın Rüştü Paşası.. Emekliydi.. Niye asıldığını bile anlamadı..

Anadolu’ya geçerken annesini emanet ettiği ve Şişli’deki evinin anahtarınını verdiği İsmail Canpolat.. Asıldı..

Lozan’da İsmet Paşa’ya teknik bilgi anlamında büyük yardımlar yapan Maliyeci Cavit Bey.. Asıldı..

Cephe ve sofra arkadaşı Albay Ayıcı Arif.. Asıldı.. Sadık adamlarından Sarı Edip Efe.. Asıldı..

Eşi Latife Hanım.. Anadolu Ajansı’nda yayınlanan iki satırlık bir tebliğle kendisini boşanmış halde baba evinde buldu..

Çankaya’nın savaş yıllarındaki gözdesi, annesinin büyüttüğü Fikriye Hanım.. Sırtından girip göğsünden çıkan yirmi iki kalibrelik bir kurşun ile tuhaf biçimde ihtihar etti..

Gazi’nin arkadaşlarını asan İstiklâl Mahkemesi’nin korku veren hakimi Kel Ali (Çetinkaya) yaka paça sofradan atıldı, bir daha köşke dönemedi..

Yazar Halide Edip.. Ölene kadar muhalif yaşadı.. Kocası Adnan Bey asılma ihtimali üzerine kaçtı..

***

Bunu da anlat bana Reha Abi? Asılanlar, sürülenler, kaçanlar olmasa o devrin Çankaya’sı daha şenlikli olur muydu olmaz mıydı?

O sofranın güzelliklerini polislerden, garsonlardan, uşaklardan okuyacak yerde bu ağızlardan da dinler miydik dinlemez miydik?

Vatan

19 Kasım 2009
Emre Aköz
Bu şartlarda CHP'nin arka bahçesi olmaya devam edilebilir mi?

Dünkü yazının son cümlesinde "Bir şey sorabilir miyim" demiştim, "Dersim harekâtını Atatürk'ün bizzat yönettiği söyleniyor. Doğru mu bu?"
Bazı okurlarımız, sağ olsunlar, benim beceriksizce yapılmış 'tecahül-ü arifane'me cevap vermiş.
Yine de binlerce teşekkür. Burada birlikte bir şeyleri öğreniyor ve paylaşıyoruz. Çok mutlu oluyorum.
Önce sorunun cevabına değinelim. Daha sonra büyük resme bakarız...
***
Dersim (Tunceli) harekâtını o sırada Başbakan olan Celal Bayar şöyle anlatıyor:
"Mareşal, Erkân-ı Harbiye Reisi, ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim'de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz.
Üçümüz bir arada 'Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır', onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi'nde muharebe etmişler.
Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim'in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı...
O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk'le göz göze geldik.
Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. 'Ne olacak' dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. 'Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını' dedim. Atatürk: 'Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim'i' dedi ve vurduk..."
Yani işin başında Cumhurbaşkanı Atatürk ve GK Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak var. Sivil kökenli Başbakan Bayar da "üstüne düşeni" yapıyor.
Haritayı da unutmayalım: Harekâtta yapılanları Atatürk'ün kendi eliyle işaretleyerek gösterdiği harita, Trabzon'daki müzede durmakta... 'Buradan girdik, şuradan vurduk' diye anlatmış.
***
Bayar ve Çağlayangil'in anılarını yan yana getirdiğinizde (daha niceleri var) manzara ortaya çıkıyor:
Operasyonu Atatürk ve Çakmak yürütüyor. En tepede onlar var. Diğerleri emirleri uyguluyor.
Ama emri verenin de, uygulayanın da vicdan azabı çektiğini, pişmanlık duyduğunu gösteren işaret pek yok:
Zehirli gaz da kullanarak, suçlu/suçsuz ayrımı yapmadan, kadın/çocuk demeden, toptan yok etmeyi, doğru ve meşru bir eylem olarak görüyorlar.
***
Bu ve benzeri olaylardan çıkan bazı sonuçlar şunlar:
* Şimdiye kadar okullarda okutulan cumhuriyet tarihi koca bir yalandır. Her şey çarpıtılmış ve sansürlenmiştir.
* "O vakit öyle düşünülmüş, öyle yapılmış" diyerek 'geçmişi' mazur gösterenler, o dönemi 'bugün' niye savunduklarını anlatsınlar da öğrenelim. İnsanlık suçuna niye sahip çıkıyorlar?
* Şimdi de aynı şeyi mi yapmak istiyorlar? Evet, istiyorlar. CHP'li Onur Öymen tam da bunu dedi.
* Gerçeklerin ortaya çıkması için 'Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun da kaldırılması gerekir.
* "Bazı" Alevilere sormak gerek: Madem Dersim'de yapılanları biliyordunuz... Niye 2006'da bin köye, bin Atatürk büstü dağıttınız? Kemalist darbecilerin organize ettiği Cumhuriyet mitinglerini niye desteklediniz? Ve niye, Reha Çamuroğlu'nun ifadesiyle, CHP'nin arka bahçesi oldunuz? Peki, olmaya devam edecek misiniz?
Sabah

Gürkan Hacır
gurkan.hacir@aksam.com.tr
Milli Mücadele'de çalıştı, Atatürk'e ihanetten asıldı

Milli Mücadele'de Mustafa Kemal'in yanında yer aldı. İttihat Terakki içindeki aykırı dikendi. İçişleri Bakanlığı da yaptı, vatana ihanetten hapis de yattı. İsmail Canbulat, sonunda Atatürk'e suikast iddiasıyla idam edildi
Abdullah Öcalan Meclis'te grubu bulunan bir lider olduğunu ispatladı. Bugüne kadar 'Biz PKK'dan ayrıyız' diyen DTP'liler de bu durumu resmen kabul etti. Oysa biraz geriye gidin ve Abdullah Öcalan'ın yakalandığı 1999'un 15 Şubat'ını düşünün. Veya mahkemede cam kafes ardındaki halini hatırlayın. Herkes intikam hissiyle dolmuş, asılmasına kesin gözüyle bakıyordu. Şimdi ise ülkenin bölünmesini istemeyen bir kanaat önderi sanki. Artık kimse Öcalan'ı önümüzdeki yaz, çok istediği Ankara Sakarya'da bira içerken görürse şaşırmasın. Şunu demeye çalışıyorum. Tarih öyle aldatmacalı bir oyundur ki kime ne zaman ne rol vereceği hiç belli olmaz. Birkaç yıl önce hain dediğinize birkaç yıl sonra kahraman veya devlet adamı dersiniz. Ya da tam tersini... Konjonktür, iktidar, dış dengeler bütün bildiklerinizi altüst edebilir. İşte size tarihten şahane bir örnek: İsmail Canbulat.
İsmail Canbulat, 1926'da Atatürk'e suikast girişiminden asıldı. Oysa çok değil, 6 yıl önce Atatürk'ün en yakın arkadaşı ve sırdaşı olarak Milli Mücadele planları yapıyordu. 'Devrim önce çocuklarını yer' tekerlemesine kulak asmadan söylüyorum. Bugün kahraman dediğinize, yarın ne diyeceğinizi siz değil, kudret tanrısı belirler. Gelelim bir kahraman, bir hain sayılan İsmail Canbulat'ın dramatik hikayesine...

CUMHURİYET'E KARŞIYDI
Tam adı İsmail Hakkı Canbulat'tı. Büyük Çerkes sürgününde Anadolu'ya göç etmiş Hatko aşiretindendi. (Ömer Seyfettin ve Behice Boran'ın eşi Nevzat Hatko gibi birçok tanınmış isim de İsmail Canbulat'la aynı aşiretin mensubuydu) TBMM'ye verdiği tercüme-i hal kağıdına bakacak olursak, 29 Ekim 1880'de doğdu. Garip bir tesadüf Cumhuriyet ile meselesini çözemeyen biri olarak doğumu Cumhuriyet'in kurulacağı 22 Ekim'e denk geliyordu. Bir parantez açarsam Cumhuriyet'le meselesi olduğu iddia edilen liderlerin çoğu 29 Ekim doğumludur. Abdullah Gül, Necmettin Erbakan da öyle...

KULELİ ASKERİ LİSESİ ÇIKIŞLI
İsmi konusunda da halen tartışma sürüyor. Kimi Canpolat, kimi Canbulat diyor. Soyadı Kanunu çıkmadan öldüğü için tercüme-i hal kağıdını temel almak ve Canbulat demek en doğrusu olacak. İsmail Canbulat, Jandarma Binbaşı Cemal Bey'in oğludur. Önce Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi'ne ardından Kuleli Askeri Lisesi'ne gitti. Kendi kuşağının birçok üyesi gibi o da Selanik ve Manastır'da görev yaptı. Özgürlükçü fikirlerle bu yıllarda tanıştı. İttihat Terakki'nin kuruluşunda görev aldı.

MEBUSKEN HAPSE DÜŞTÜ
Adını, Selanik Merkez Kumandanı Nazım Bey'e yönelik suikast girişimiyle duyurdu. Plana göre Enver Paşa, aynı zamanda eniştesi olan Nazım Bey'den randevu alacak, İsmail Canbulat ise odasına girip görüşecekti. Bu sırada bahçeye sızan Mustafa Necip de Nazım Bey'i silahla öldürecekti. Her şey tam planlandığı gibi yürüdü. Enver Paşa, ısrarla İsmail Canbulat'ı Nazım Bey'in yanına götürdü ve Mustafa Necip'in bahçeden açtığı ateşle Nazım Bey vuruldu. Ama seken kurşunlardan biri İsmail Canbulat'ın da kasığına saplandı. Kimse bu tertibin içinde onun da olabileceğini düşünmedi. Bu olay Meşrutiyet'in fitilini ateşledi.
Osmanlı'da 1908 yılında yaşanan büyük isyanının başrolünde o da vardı. 1909'da Adalar Kaymakamı, 1912'de ise Meclis-i Mebusan'da İzmit Mebusu olarak görev aldı. 1913'e yani, ünlü Bab-ı Ali Baskını'na kadar İttihat Terakki iktidardaydı ama muktedir değildi. İttihat Terakki'nin ipleri eline 1913'ten sonra aldı. İşte 1912 yılında Ahmet Muhtar Paşa, İttihatçı tevkifatına başladı. Canbulat, gözaltına almak için gelen inzibat erini vurdu. Er ölmüştü ama diğer ekip Canbulat'ı gözaltına almayı başardı. Canbulat, Bekirağa bölüğüne kondu. 4 yıl öncesinin hürriyet kahramanı ve şimdinin mebusu artık bir katil olarak cezaevindeydi. İsmail Canbulat'ın hapsi kısa sürdü. İttihatçılar birer ikişer Bekirağa'dan kaçmaya başladı. Zaten 1913 başında yapılan Bab-ı Ali Baskını ile de tamamı dışarı çıktı.

ARANIZDA BİR DİKEN GİBİYİM
Peki, sonra ne oldu dersiniz? İsmail Bey Emniyet Müdürü oldu. Bitmedi; sonra İstanbul Valisi ve Stokholm Büyükelçisi, 30 Temmuz 1918'de ise Dahiliye Vekili yani İçişleri Bakanı oldu. 2 ay 10 gün bakanlık koltuğunda oturdu. Kuruluşundan itibaren çelik bir İttihatçı'ydı ama ne Enver Paşa ile ne Cemal Paşa ile ne de Talat Paşa ile bir türlü uzlaşamadı. Cemal Paşa'nın rüşvet yediğini ve kabineden uzaklaştırılması gerektiğini söyledi. Cemal Paşa çok sert tepki verdi ve 'Seninle her türlü münasebetimi kesiyorum, artık hasımız' diye mektup yazdı. Enver Paşa'ya muhalefet etti. Talat Paşa'ya söylediği 'Aranızda bir diken gibiyim' aslında durumunu anlatıyordu. Talat Paşa gerçi 'Ama tatlı bir dikensin' diyerek İsmail Canbulat'ın gönlünü almıştı.

YOLLAR AYRILIYOR
Ama elbette Canbulat da İngilizlerin takibinden kurtulamadı. Hakkında yapılan ihbarlar sonucu bir kez daha tutuklanarak, Bekirağa'nın yolunu tuttu. Oradan kendi gibi 144 sanıkla beraber Malta'ya sürgün edildi. 2692 no'lu tutuklu olarak Malta'da yatarken İngiltere Başbakanı Lloyd George'a bir mektup yazdı ve 'Ne İngiltere'ye ne de başka bir devlete verilecek hiçbir hesabım yoktur' dedi. 1921'de diğer Malta sakinleriyle beraber Ankara'ya döndü. Büyük Millet Meclisi'ne girdi. Bu kez İstanbul Mebusu'ydu. Ama tahmin ettiğiniz gibi muhalefet cephesinde yer aldı. Önce 2'nci grupta, ardından 1924'te kurulan Terakkiperver Fırkası'nda yer aldı. Artık Atatürk'le yolları iyiden iyiye ayrılmıştı.

ARKADAŞI YARGILADI
Ama asıl büyük ayrılık, 1926'da Atatürk'e düzenlediği iddia edilen suikast girişimiyle oldu. Yakalananlar arasında o da vardı. Peki, yargılamayı yapan kimdi? 'Kel Ali' lakabıyla ünlü, Ali Çetinkaya. Mahkeme Başkanı sıfatıyla onu yargılayan Kel Ali'ye ilk silah eğitimini o vermişti. Dahası Ayvalık ve bölgesinde Milli Mücadele'yi örgütleme görevini Kel Ali'ye, İsmail Canbulat vermişti. Malta'da da sürgünde beraber yatmışlardı. Kel Ali, İzmir'deki dava boyunca eski silah arkadaşını hiç tanımadı. Sanki ilk kez karşılaşıyorlarmış gibi sorular sordu. İsmail Canbulat suikasttan haberinin olmadığını söyledi. Mahkeme boyunca yüzünde hep bir tebessümle oturdu. Kel Ali 'Bütün İttihatçıların Mason olduğu söyleniyor, ne diyeceksin?' diye sorduğunda İsmail Canbulat yine tebessümle kinayeli bir cevap verdi:
-Siz ne biliyorsanız ben de onu biliyorum.

GAZİ PAŞA ŞAHİDİMDİR
İsmail Canbulat elbette Mason'du. Savunmasında bütün iddiaları reddetti. Mahkemede, 'Ben Şükrü Bey gibi Kara Kemal'in arkadaşıymışım. Savcıdan başka hiç kimse, bunu bilemez. Beni tanıyan kimse buna inanmaz. İlkeleri olan, özgür düşünceli bir kişiyim. 'Kara Kemal'in adamıdır dolayısıyla suikasttan haberlidir' diyorlar. Kara Kemal ile ilişkim azdı, bir buçuk yıldır ise hiç yok. Sultan Vahideddin'in öldürülme teklifini reddettiğimi, Gazi Paşa'nın kendisi bilir. Suikast girişimine karşı olduğuma şahit olarak Gazi Paşa'yı gösteriyorum' diye ifade verdi. Ali Çetinkaya, İsmail Canbulat'ın yargılamasını Ankara'ya bırakmadı, idam kararı verdi. İdam sahnesi ise oldukça dramatikti. 14 Temmuz 1926 günü kurulan idam sehpasının önüne gelen İsmail Canbulat şaşırtıcı ölçüde soğukkanlıydı. Hiçbir şey yokmuş gibi ağır ağır yürüdü ve ipin önüne geldi. Cellat gözlüğünü almak isteyince çıkıştı: 'Bırak gözlüğümü vazifene bak!' Atatürk, gerçekten yakın arkadaşı İsmail Canbulat'ın bu suikast işinin içinde olduğuna inanıyor muydu? Bence hayır. Elinde net bir bilgi yoktu. Ama İsmail Canbulat'ın isterse neler yapabileceğini çok iyi biliyordu. O yüzden idamını istedi. İsmail Canbulat'ın hikayesi böyle... Bu gözü kara İttihatçı, asker ve devlet adamı, politikacı, bürokrat bir hain mi yoksa kahraman mı?

http://www.aksam.com.tr/2009/12/27/yazar/15635/gurkan_hacir/milli_mucadele_de_calisti__ataturk_e_ihanetten_asildi.html

Gürkan Hacır
gurkan.hacir@aksam.com.tr
Neden Atatürk filmi yapılamaz

'Mustafa' furyası yeni bitmişti ki 'Veda' tartışması başladı. Eleştiriler yağmur gibi geldi. Peki biz neden doğru dürüst bir Atatürk filmi çekemiyoruz? Ya da soruyu doğru soralım. Dört başı mamur bir Atatürk filmi çekilebilir mi? Bence çekilemez. En azından şimdilik...
1 -Gerçek bir Atatürk biyografisine halen sahip değiliz
Atatürk'ün ölümünün üzerinden 72 yıl geçti. Halen gerçekçi bir biyografisine sahip değiliz. Bir ülkenin kurucusu, en büyük önderi hakkında neden dört dörtlük bir biyografi yazılmaz. Düşünün Atatürk'ün daha doğum gününü bile bilmiyoruz. Bir sohbetinde söylediği sözden hareketle sembolik 19 Mayıs tarihini kabul ediyoruz. Babasının fotoğrafının o bilinen fotoğraf olmadığını bizzat kendisi Falih Rıfkı Atay'a söylemişti. 'Bu adam babama hiç benzemiyor, bari benzeyen birini bulsaydınız.' Doğum yeri ise tam bir muamma. Selanik değil Manastır olduğu bugün yeni yeni konuşuluyor. Selanik'teki o ünlü evin sembolik olduğu artık kabul ediliyor. Bu son tartışmalar olmasa üvey babası Ragıp Bey'den çoğu kimse haberdar değildi. Ve üvey kardeşi Rukiye'yi daha sonra yanına evlatlık olarak aldığını kimse bilmiyordu. Ona tıpatıp benzeyen manevi oğlu Abdürrahim Tunçak mevzusu ise hiç tartışılmadı. Yıllarca yanından ayırmadığı Abdürrahim Bey yakın zamanda hayatını kaybetti. Sorup soruşturmadık. Üvey babası Ragıp'ın yeğeni Fikriye'nin intihar ettiği öğretildi yıllarca. Oysa yaver Rusuhi Bey tarafından vurulduğu konuşuluyor. Sahi Fikriye Hanım intihar ettiyse neden mezar yerini bilmiyoruz? Atatürk'ün annesiyle ilişkisi çok çalkantılıdır. Hem büyük bir sevgi hem de nefret ilişkisi vardır. Annesinin cenazesine katılmayışına 'işleri çoktu' savunması komiktir. Hadi işleri çoktu diyelim ama şu bilgiyi bize verecek biyografi neden yok. Zübeyde Hanım 14 Ocak 1923'te hayata gözlerini yumdu. Mustafa Kemal Paşa, tam 15 gün sonra 29 Ocak 1923'te Bursa'da şampanyalar patlatarak evliliğe adım attı. Annesinin baskın karakteriyle hiçbir zaman yıldızı barışmadı. Latife Hanım'dan boşanmasına hiç girmiyorum. Halen Tokat'ta, Atatürk'ün ayağını masanın altından başka kadına uzatma masalına inanmaya devam edelim. Veya Livaneli'nin filmindeki gibi askerlerle konuşması üzerine sinirlenen Latife Hanım'ın sinir krizi hikayesine... Bu kadar sırlarla dolu bir hayat üzerine sağlıklı bir Cumhuriyet inşa edilebilir mi? Hem her şeyi ona havale edeceksiniz hem de onu tam manasıyla tanımayacaksınız. Ben 'insan' Atatürk'ü arıyorum. Zaaflarıyla, korkularıyla kahramanlıklarıyla Mustafa Kemal'i...
2- Normalleştiremedik, mucizelere inanmak istiyoruz
Bİz Türkler hep mucizelere inandık.
Alpaslan'ın 400 aslanıyla Anadoluya girişi mucizeydi. Fatih Sultan Mehmet bir mucizeyi başardı ve gemileri karadan Haliç'e indirdi. Çanakkale, Sakarya mucizenin dikalasıydı. Bu yüzden 'Şu Çılgın Türkler' adlı safsatalarla dolu kitap milyonlarca sattı! Kimse gerçeği öğrenmek istemedi, sorgulamadı. Doğru 'Şu Çılgın Türkler' bir mucizeydi, ama kitabın satış mucizesi. Yokluklar içinde bir avuç Türk, düvel-i muazzamayı dize getiriyordu. Bayıldık... Ama gerçekten öyle miydi? Bir kere Çanakkale ile Kurtuluş savaşını birbirinden ayırmamız gerekiyor. Kurtuluş Savaşı, Çanakkale'ye bakınca çok çok küçük bir savaştır. Kurtuluş Savaşı'ndaki esaslı kapışmamız sadece Yunanlılarla olmuştur. Fransızlarla İtalyanlarla hep çete savaşları yapıldı. Demirci Mehmet Efe ve sonradan hain ilan ettiğimiz Çerkez Ethem, çete savaşlarının öncüleriydiler. Tarihimizi tek kişiye indirgemek bizi büyültmez, sadece çocuklaştırır. Mustafa Kemal 19 Mayıs'ta Samsun'a çıktı diye başlayan bir tarih yazımı, masalsıdır. Gazi'nin ittihatçılarla
nasıl boğuştuğunu, Sivas'ta reisliği almak için
Rauf Bey ve ekibiyle nasıl mücadele ettiğini anlatmadan hangi duygusallıktan bahsedebiliriz. Atatürk'ün mucizesini arıyorsanız bu Sivas'tadır.
3- Nutku, resmi tarihin en temel metni olarak kabul ettik
Cumhuriyetimizin resmi tarihinin temel metinini 'Nutuk' oluşturur. Ama Atatürk'ün 1927'de kaleme aldığı Nutuk da tarihi değerinden daha çok siyasi bir metin olarak algılanmalıdır. 1926'da (Gazi'ye suikast davasıyla) İttihatçı temizliği yapılmış, Osmanlı ile yarım kalan hesaplaşma tamamlanmış, Atatürk'ün tüm bu olan biteni açıklama ihtiyacından doğmuştur. 1927 Nutku siyasi bir cevap metnidir. Oysa biz ne yapıyoruz? O metni esas alarak bütün tarihimizi yazmaya soyunuyoruz. Haliyle yanıltıcı oluyor. Atatürk ilk kez 1927 sonunda İstanbul'a gitti unutmayalım. Atatürk döneminin insanlarının hatıraları ise oldukça dikkatli okumaya muhtaçtır. Sadece bir kişinin anılarından yola çıkarsanız sonunuz felaket olur. (Livaneli gibi yaveri ve çocukluk arkadaşı diye Salih Bozok'u baz alırsanız, durum Veda'daki gibi olur.) Hangi hatırayı nasıl okumanız gerektiğini, kimden ne alacağınızı bilmelisiniz. Örneğin Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları yazıldığı yıllara göre şekil değiştirir. Anılar ya Atatürk'ün etkisinde kalanların ya da tam düşmanlarının yazdıklarıdır. Rıza Nur'u okuyarak Atatürk'ten nefret edebilirsiniz veya Hasan Rıza Soyak'ın anılarını okuyarak mistik bir Atatürk'le karşılaşabilirsiniz. Her ne kadar yaşadığı dönemde 'Atatürk'ün dili' dense de Falih Rıfkı'nın yazdığı Çankaya (dikkatli okumak şartıyla) en sağlam kitaptır. Bir de bana en samimi gelen uşağı Cemal Granda'nın anılarıdır. O kadar saf bir adamdır ki Granda içinde hiçbir şey saklamaz, olduğu gibi anlatır.
4- Sadece kurucu önder ve tarihi bir şahsiyet olsaydı işimiz kolay olurdu
Atatürk bizim için sadece kurucu önder ve tarihi bir şahsiyetten ibaret değildir. Öyle olsa işimiz kolaydı. Ama Atatürk bizim kurucu doktrinimizin adıdır. Bu ülkede modernleşmenin, çağdaş eğitimin adıdır. Karlofça'dan beri parçalana parçalana küçülen bir milletin son büyük çıkışının adıdır. Atatürk bizim yaşam gustomuzdur. Onun gibi giyinebilen ve giydiği üzerine bu kadar yakışan bir başka lider gördünüz mü? Pelerinli fotoğraflarını bir hatırlayın. Ve sonraki siyasi liderlerimizi
bir de pelerinle düşünün... Mesela Turgut Özal'ı... Boyları hemen hemen aynıydı. Atatürk bir köy çocuğuydu ama bir salon adamı olarak hayatını tamamladı. Centilmendi.
Parlak bir zeka, kusursuz bir stratejist, bir zamanlama dehasıdır. Aynı zamanda kararlı bir devlet adamıdır. Gerektiğinde en yakın arkadaşlarını bile harcamaktan çekinmeyen sert bir otoritedir. Tüm bunların ötesinde Atatürk
bizim kuruluş felsefemizin adıdır. Onun zaafları eksiklikleri
açmazları sanki 80 yıllık Cumhuriyetimizin eksikleriymiş gibi algılanıyor. O zaman Atatürk'te tartışılamaz kalıyor.
5- Sinemamız, tarihi filmi layıkıyla çekebilecek düzeyde değil
Hakkıyla tarihi bir film çekebildik mi? Bir kere buna uygun bütçeyi Türk sinemasının bulması zor. Dahası Hollywood gibi yaratıcı sinema unsurlarını bir araya getirecek bir sinema sektörümüz yok. Kadrajı kadar olan bir sinemamız var. Bir Truva, bir Braveheart veya Titanic gibi yapımlar bizden çok uzak. Ama bunun için öncelikle net, düzgün, çocuksuluktan arındırılmış bir tarihe ihtiyacımız var. 'Bir millet uyanıyor'dan daha iyisini çekemedik. Çünkü izleyici anlatılan hikayeyi inandırıcı bulmuyor. Düşünsenize 2010 yılındayız, Hollywood Avatar'ı çekerek hayal dünyasına müdahale ediyor, biz ise halen daha birdirbir oynarken eğilmeyen çocuk tiplemesiyle uğraşıyoruz. Daha büyük kahramanlık hikayemiz olan Çanakkale'yi bile çekemedik. Edirne'nin geri alınması , Balkan göçü, Sarıkamış önümüzde duruyor. Birine devlet el atsa ya... Küçücük İsrail mağdur imajını nasıl yarattı sanıyorsunuz? Kusursuz soykırım filmleriyle...
Şu yaptığımız Atatürk filmlerine bir bakın... Sinemasal olarak binbir hatayı bir tarafa bırakın... Oyuncunun Kemal Paşa'ya benzeyip benzememesi hiç önemli değil, yarattığımız karakteri eğer tanımasak korku filmi zannedebiliriz. Çünkü gerçek değil. Sahici değil, ayakları yere basmıyor. İlkokul kitaplarından bu yana bu anlatıma alışık olan izleyici de haliyle soğuk soğuk beyaz perdeye bakıyor. Bir de Atatürk'ü çocukluğundan başlayıp hayatının tamamını anlatma telaşı var ki insan sormadan edemiyor? Niye? Atatürk'ün hayatından bir kesit alamaz mısınız? Örneğin ittihatçılardan mühürü kaptığı Sivas Kongresi'ndeki büyük kapışma günlerini veya milli mücadeleye çıkmadan İstanbul'da geçirdiği 6 ayı anlatan bir film ne güzel olur... Başlı başına aşkları bile mükemmel bir film olabilir.
SONUÇ: YÜZLEŞMEK GEREK
İŞte bu sebeplerden layıkıyla bir Atatürk filmi çekilemez. Çünkü henüz kendi tarihimizi bilmiyoruz, yüzleşmedik. İdeolojik kamplaşmanın toz bulutu içinde, 'Mustafa' veya 'Veda'yı izleyerek sadece bir kısım mahir girişimcilerin kariyer ve ticari hesaplarına alet oluyoruz, o kadar.
Durun..! Şimdi daha kötüsü ve karikatürize olanı geliyor. Turgut Özakman'ın 'Dersimiz Atatürk' önümüzdeki günlerde vizyona giriyor. Asıl felaket orada. Atatürk filmi çekmek için önce çıkarsız ve dürüst bir geçmişe sahip olmak, kendini bu ülkeye ve Cumhuriyetimize sadakatle bağlı hissetmek, tarihimizi harf harf sökmüş olmak gerek. Hakikatin ipine sarılmak gerek. Gerçeğin yakıcı etkisinden de çekinmemek gerek. Sonrası kolay. O filme ruh da verilir, canda...
Kaynak: http://www.aksam.com.tr/2010/03/07/yazar/16564/gurkan_hacir/neden_ataturk_filmi_yapilamaz.html

Tabutluktan işkence anıları!
24 Ocak 2010

Geçen hafta vefat eden Ordinaryüs Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan'ın tabutluktan işkence anıları: "Almanya'dan özel ampul getirip gözümü kuruttular"

Geçtiğimiz salı günü defnettiğimiz Ordinaryüs Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, Sorbonne ve Columbia Üniversitelerinde akademik çalışmalar yapar ve bir kısmı yabancı dilde 39 kitaba imza atar.
Velüd bir kalemdir, çeşitli gazete ve dergilere makaleler yollar, film ve dizi senaryoları hazırlar. Kızılderililerin Türklüğü konusunda sunduğu belgeler hayli yankı bulur üniversite camiasında ama dönemin siyasileri tarafından pek sevilmez.

Türkiye gazetesinden İrfan Özfatura, Türkkan'ın tabutlukta uğradığı işkenceleri anlattı....

Tabutluktan gurbete bir dava adamı

Yıl: 1944...
Yer: Ankara
3 Mayıs günü Türkçü gençler Rusya'yı tel'in etmiş, İstiklal Marşı söylemiş, kahrolsun komünistler diye bağırmıştırlar.
Tam dağılıyorlardır ki atlı polisler gelir ve kalabalığı coplar. Gençler de mukabelede bulunurlar. Sıradan bir hadisedir ama İsmet Paşa pek kızar, devletin gücünü gösterecektir onlara!
Orda olsun ya da olmasın “kafası koparılacakların” listesi yapılır, Halid Ziya'nın oğlu Reha'yı da unutmazlar.
Genç hukukçuyu, gazeteci Ziyad Ebuzziya uyandırır “haberin olsun Reha” der, “seni de alacaklar!”
Babası tecrübeli bir bürokrattır. “İstanbul'da örfi idare var” der, “iyisi mi sen git Ankara'da teslim ol, askerin eline düşmemeye bak!”
Reha gecikmeden koşar Haydarpaşa'ya. Ankara'ya birkaç istasyon kala sivil memurlar tarafından tutuklanır. Sanki gerilla lideri gibi vilayetin arka kapısından sokar, bir odaya kapatırlar. “Yaz!”
- Neyi?
- Sorular kağıtta!

MAKALE GİBİ

Katılmadığı bir nümayişin hesabı sorulmaktadır, içi rahattır. Eline kalemi almışken döktürür, üstüne vazife gibi hükümetin Rusya'ya yaklaşmakla hata yaptığını açıklar. 23 yaşında bir çocuk işte, azıcık tecrübesi olsa “görmedim, duymadım” der, yırtmaya bakar.
Reha kağıdı memura uzatıp sorar “şimdi gidebilir miyim?” Adam elini sallar, “çok beklersin daha!”
Akşam olur, mesai biter, memurlar dağılırlar. Bakın şu toyluğa ki polislerden birine “ama gitmem gerek” diye sızlanır “annem merak eder sonra!”
Bakar tepki yok, “telefon edeyim o zaman...”
- Hayır! Men-i ihtilat var!
İki gün sonra sabrı taşar, “Ceza Usulü Muhakemesi kanununa göre beni ya salmalı, ya da hakime çıkarmalısınız. Ayrıca Anayasamızın...”
- Beyimiz kendini hukuk mektebinde sanıyor galiba!
Vilayet binasını iyi bilir, ani bir kararla yürür, doğru Valinin odasına... O sıra Vali Nevzat Tandoğan ile Hasan Ali Yücel ile konuşmaktadırlar. İkisi de aile dostudur, yakinen tanışırlar.
Vali yumuşakça sorar “seni aydınlık bir odada tutmalarını, yemek ısmarlamalarını tenbihlemiştim...”
- Beni burda tutmaya hakkınız yok ama!
Hasan Ali Yücel parlar “Vatanperverlik sana mı kalmış? Akıllanmadın mı hâlâ?”

KOMŞU HATIRINA

Milli şefimiz Sovyetlere şirin görünmekten yanadır. Maraz derecesinde ihtiyatlıdır zira. Hele Rus-İngiliz ittifakı kurulunca korkusu artar, öyle ki bize sığınan Azeri kardeşlerimizi geri verecek kadar. Moskova ile buzları eritmek için bir şeyler yapmalıdır, Turancıları toplamalıdır mesela.
Nitekim o yıl 19 Mayıs nutkunda “Türkçü elebaşlarına” verip veriştirir. Meğer neler yapmamışlar? Önce hükümeti devirecek, bilahare Almanya ile el ele verip Rusya'ya savaş açacaklarmış da filan...
Bir gece Reha'yı Etimesgut'tan trene atarlar, doğru İstanbul'a. Ama Haydarpaşa'ya götürmez, Pendik'te indirirler aşağıya. Meraklı insanları azarlar, halkı silahla hizaya sokarlar.
“Kaldırın ellerinizi, dönün duvara!”
Reha Oğuz'u Sirkeci'ye götürür bir deliği tıkarlar. Kör karanlık... El yordamı ile bir somya bulur, bavulunu dikine sığdırabilir ancak. Saçları arasında bir kımıldama hisseder pire herhalde deyip elini atar. Ama hayvan zıplamaz. Yoksa? Evet üstünü başını bit sarmıştır bir anda.
“Bu ne pislik? Doktor istiyorum, tifüs aşısı yapılsın bana!”
Kime anlatıyorsa!
Gece boyunca bit, pire, tahtakurusu ayıklar, sonraki günlerde direnci zayıflar koyverir yoluna...
Zaman mekan tasavvuru kalmamıştır, ben kimim, burası neresi, hangi aydayım sonra?
Lâkin hisleri gelişir komşu hücrede Muzaffer'in bir sonrakinde Savaş'ın yattığından emindir. Uzaktan uzağa Zeki Velidi Togan ve Prof. Namık Orkun'un sesini duyar. Ve tanıdık bir hıçkırık Ankara Musiki mektebi müdürü Orhan Şaik Gökyay'dan!
Her gece bir kapı açılır, içeridekinin canını çıkarırlar. Cellatlar adım adım yaklaşmaktadır. Hani ağzını burnunu kırsalar tamam da beklemek olmasa...
Bir sürü intihar vakası cam bulan bilek keser, zemin kıpkızıl kan.

YAZ OĞLUM

Bir sabah polisler onu alır huzura çıkarırlar. Bir yüzbaşı sandalye gösterir, otur!
- GGC'yi ne zaman kurdun?
- Anlayamadım?
- Yaz Muammer. Lise son sınıftayken üç arkadaşla birlikte Gizli Gürem Cemiyetini kurduk...
- Bu benim ifadem mi?
- Evet senin.
- Hiç heveslenmeyin, hayatta imzalamam.
- Anlaşıldı, seninle işimiz var. Atın şunu tabutluğa!
Aşağı indirir duvardan bir demir kapı açarlar. İte kaka deliğe sokar bileklerine halkalar geçirip tavana asarlar. Kapı kapanır paslı demir adeta dayanır burnuna. Tepesinde dört iri ampul ama böylesini görmemiştir daha...
Önce sadece bilekleri acır derken bütün eklemleri kopar. Sancı sancı sancı. Bir saat değil iki saat değil, 4 iri ampulün beyne verdiği eza diğerlerini bastırmaya başlar. Saçlar tutuştu tutuşacak. Şakaklarına şiş sokmaktalar. Göz kapakları ışığa mani olamaz, orbitaya kor korlar adeta. Ona da tamam da insanın dişleri niye gıcırdar?
Dayanılacak gibi değildir getirin imzalayacağım der, kapıyı açarlar. Ferah serin bir oda, ceviz masa, maroken koltuklar...
İçeri kısa esmer, çenesinin gücü yüzüne vurmuş bir adam girer. “Su verin şuna!”
İfade önüne gelir... Yok ırkçı Turancı bir teşkilat kurmuşlar da, babası destek olmuş onlara. Nihal Atsız'ın, Prof Zeki Velidi Togan'ın, Dr. Hasan Ferit Cansever'in adı geçer. Hatta Celal Bayar ve Ali İhsan Sabis Paşa... Silah üzerine yemin etmişlermiş, ihtilal yapacaklarmış. Sonra Almanya ile anlaşıp Rusya'ya...
Bir sürü zırva...

YAPANIN YANINA

İmza atsa alayı yanacak, atmasa tubutluğa tıkılacak.
Rica ederim der, daktiloya emretseniz de kendi ifademi yazdırsam.
O kadar vaktimiz yok, hem imzalayacağım demişsin memura.
- Bu şekilde imkanı yok ama...
Emniyet amiri doktoru çağırtır. “Bak bakalım dayanabilir mi?”
Doktor sadece kalbini dinler “arıza yok, ezaya müsait!”
Reha ifade kağıdını alır, parçalayıp doktorun yüzüne atar. “Tüh senin kalıbına!”
Polisler de ona girişir, tekmeler tokatlar... Yaka paça götürüp tabutluğa asarlar.
İstanbul Valisi Lütfi Kırdar'dır o sıralar... Düşünebiliyor musun böyle bir adamın adı sanatla kültürle anılıyor. Ne tuhaf!
Ve sil baştan askı. Demir halkalar bileklere gömülür, omzu çıktı çıkacak. Yere bir bassa! Hani boyu bir karış uzun olsa...
Sıcak, ışık, havasızlık... Çene kasıldıkça dişler zorlanır, azılar kırıldı kırılacak. Boğazı alev alev yanar.
Ya Rabbim sen büyüksün. Ah bir bayılsam. Ve bayılır da. Kendini yerde beton üzerinde bulur bir ara. Ne kadar da serindir. Ayıldığını belli etmez, azıcık daha yatsa...
Polislerden biri “yazık” diye acınır, öbürü, “geç” der, “bişey olmaz onlara!”
Ayılınca su verir, helaya götürür ve yeniden asarlar. Merhametli polis bir güzellik yapar ara sıra ampulü söndürür, çaktırmadan.
Ama sonraki günler full. Dört gün sonra bakarlar sol göz kurumuş, götürüp hücresine atarlar. Nasıl uyku... Bitmiş pireymiş kimin umurunda?

AÇ Bİ İLAÇ

Henüz dalmıştır ki sarsar kaldırırlar. Açlıktan midesi yapışmıştır sırtına..
Yine o Emniyet amiri ve yine o yüzbaşı. “Konyalı'ya yemek söyledik” derler, “ifadeni imzala da git otur sofraya!”
Akılları sıra tongaya bastıracaklar. Reha “mecmua çıkarmak için arkadaşlarımı çağırdım” diyor onlar, “kurduğum gizli cemiyetin mensupları ile o gece hafi bir toplantı yaptık” yazdırıyor.
- Eğer benim ifadem alınacaksa karışmayın, siz yazdıracaksanız kendi imzanızı atın altına!
- Mutena odayı unutma, bak tıktırırım bir daha!
- Ne duruyorsun? Korkutacağını mı sandın?
- Tabutluktan başka usullerimiz de var. Biz adamı öttürürüz icabında...
- Eğer laf alabileceğinizi bilseniz bunu yapardınız çoktan.
Emniyet müdürü yılışır. “Hadi ama çok uzattın, yemeğini soğutma!”
- Söyleyin çöpe atsınlar, zaten şu an itibariyle açlık grevine başlıyorum. Haberiniz ola!
MI ACABA?
Açlık grevi ilk günlerde zor gelir ama sonra alışır gider, ekmek su aramaz. Bir gün ona acıyan polis “yemeden olmaz ama” der “ölür gidersin burada!”
“Bana iyilik edeceksen olup biteni babama anlat!” Para uzatır. “Koy onu cebine insanlık ölmedi daha!”
İhtimal babasına ulaşmıştır. Bunu hisseder ve üste çıkar. Tutuklanması hukuksuzdur. Bir insan neyle suçlandığını bilmelidir en azından. Şimdi o sorar savcıya.
Ama adam kaşarlıdır, ifadeyi zapta geçirirken çaktırmadan tahrifat yapar. Reha bunları tek tek bulur ve sildirir, yeniden kapışırlar.
Savcının söylediklerine bakılırsa diğer tutuklulara dilediklerini imzalatmıştırlar. Arkadaşları onun kadar yürekli çıkmamıştır anlaşılan.
O gece uzun uzun düşünür, bir ses “dayan” derken öbürü “kendini kurtarmaya bak” diye fısıldar “şakası yok, darbenin cezası idam!”
Ne çirkef dünya... Kurtulmak istiyorsan salla arkadaşına! Hem böyle diren diren nereye kadar?
Pes etmeye niyetlenmiştir ama sorgu hakiminin karşısına çıkınca diklenesi tutar “asın beni” der, büyük bir kararlılıkla.
Bu defa savcı alttan alır, onun dediklerini yazdırır kağıda. Reha bu ifadeye de imza atmaz, değiştirilebilir kaygısı ile (ki değiştirilmiştir) uyduruk bir şeyler karalar.
(Mahkemede imzasının sahte olduğunu açıklayacak, bu kurnazlığı temyiz yolunda büyük puan kazandıracaktır ona.)
Bir ara hanımı ziyarete gelir. Reha direk Yüzbaşıyı gösterir “Güntekin” der “bu adam bana işkence ettiriyor!”
Hanımı öfke ile fırlar gözleri ateş saçmaktadır adeta. Yüzbaşı afallar “yalan” diye bağırır, “görüşme bitmiştir tamam.”
- Gel öyleyse, tabutluğun yerini göstereyim sana!
- Tamam dendi uzatma!
Ve Türkkan ailesi topyekun hücuma geçer. Dahiliye vekili yakınlarıdır zira. Annesi Savcı Alöç'ün odasına dalar, masasını yumruklar “bunu yanına koymam!”

HİÇ YOKTAN

Daha kuruyan göz meselesi vardır ki başlarına iş açacaktır anlaşılan. Reha'yı sinsice öldürmek için ne gerekiyorsa yapar, veremli bir mahkumun yatağına yatırırlar. Kah bodruma indirir akreplerin arasına atar (ki Müteferrika derler oraya), kah komünistlerle birlikte kapatırlar. Temmuz sıcağında suyu kesilir, garibim heladaki taharet musluğundan yudumlar.
Ama öldürmeyen Allah öldürmez. Reha işkence izlerini mahkemeye göstermekte kararlıdır bileğinde kabukları sürekli kanatır ve yaranın taze kalmasını sağlar.
Nihayet dava günü gelir.
Heyet-i hakime ve müddeiumumi (savcı) girer yerlerine otururlar. Savcı onunla uğraşan yüzbaşıdır bizzat, cübbe değiştirmiştir o kadar. Alayına idam istemektedir hem üstüne basa basa...
Hakimler arasında bir de general vardır Ziya Paşa!
Sıra Reha'nın ifadesine gelir, söylemediği cümleleri duyunca ayağa fırlar. Hakim tokmağı vurur, “atarım ha!”
Avukat tutmalarına izin verilmemiştir, hukuk kitaplarını da elinden alırlar. Sonraki celselerde avukat izni bağışlar ama onları da konuşturmazlar. İtiraz eden dışarıya!
Amir ve savcı direncini çözmek için sinir harbi başlatır. Mesela o gece Reha'nın yanında sarışın bir çocuğu falakaya yatırtırlar. Biri yorulur diğeri alır. Seyretmek daha yıpratıcıdır. Öyle ya dayak dediğin yiyinceye kadar!
Bir celsede savcı “bunlar nezarethanede ihtimamla ağırlandılar” deyince Reha dayanamaz “emniyette emniyette olmadık asla!”
Ve bir istida uzatır, dava dosyama koyun! Koymazlar.
- Askeri Usul Kanununun filan maddesine aykırı davrandınız. Madem öyle reddettiğinizi geçirin zapta!
İş inada binmiştir içlerinden biri kulağına fısıldar “bak kaçmaya kalktı der, sırtına sıkarız haberin ola!”

GECİKEN ADALET...

Heyet-i hakime yukarıdan emir almış olmalıdır ki o gün farklı davranırlar. İsmet Rasin'in avukatı Kenan Öner'in savunması belagat klasiğidir adeta.. “Eğer adalet işkenceden bahsedilirken burun kıvırıp başka tarafa bakmaksa....”
Reha “bu dava kanunsuz ve usulsüz başlamıştır” der, heyeti nazilere faşistlere benzetmekten korkmaz. Savcıya vatan haini ve müfteri diye hitap eder hatta!
Neticede Zeki Velidi Togan 10 yıl yer, Nihal Atsız 6, Reha ise 5 yıl beş ay...
Askeri cezaevi ayrı alemdir, daracık koğuş, hırsızı katili, sağcısı solcusu kucak kucağa...
Kış sert geçer, soba moba arama...

Reha temyize baş vurur, peşlerini bırakmaz.
O güne kadar CHP hep tek başına seçime girmiştir, bu defa (1946) DP vardır karşılarında. Paşa her ne kadar “açık oy gizli tasnif” gibi ucube bir usulle kendini garantiye aldıysa da adımını ölçülü atar. İçerideki Türkçüler Menderes'e yarar mı? Yarar valla...

Ve n'olursa olur, Askeri Yargıtay kararı bozar.

Bir anda kapılar açılır. İçerdekilerle vedalaşır, dışardakilerle kucaklaşırlar.
Hatıralarımı hislerime kapılmadan yazabilmek için on sene bekledim diyen Reha Oğuz (1955'te Tercüman Gazetesinde Tefrika edilmişti) CHP zulmünden uzaklaşmak için gurbete katlanır, ver elini Amerika...
Orası ayrı hikâye, bir başka yazıya...
ARSA MESELESİ Mİ?

Reha Oğuz'un babası Halid Ziya Türkkan bir İstiklal harbi gazisidir. Eski bir haritacıdır, Tapu Kadastro teşkilatını o kurar. Milli Şefimiz iktidar yıllarında Beşiktaş sırtlarındaki yarım kalmış Taşlık Camisinin arazisine göz koyar. Arsa önce Vakıflara aktarılır, sonra haraç mezat İnönü'lere satılır. Paşa bununla da kalmaz önünün park yapılmasını arzular. Gelgelim Tapu Kadostro Müdürü Halid Ziya istifası cebinde dolanan gözü kara bir adamdır, vazifede bulunduğu müddetçe yolsuzluğa alet olmaz.
anadoluhaber

TC.DEVLETİ MERKEZ BANKASININ KURULUŞUNDA YAHUDİ PARMAĞI



İki hafta önce Skyturk TV'de ilginç bir program yaptım.

Konuğum uluslar arası finans danışmanı Mete Akıncı’ydı.

Akıncı programda birbirinden ilginç o kadar çok bilgi verdi ki izleyiciler gibi bende şoka girdim.

Yayın sırasında mail box’ım çöktü, reji gelen telefonlardan kilitlendi.

Program bir kez daha yayınlandı.

Akıncı’ya göre Suriye’den sonraki durak Yemen olacaktı.

Ama asıl sırada Arabistan vardı.

Çünkü Fahd’ın Batı’daki bankalarda çok yüklü miktarda parası vardı ve bu para iflasın
eşiğindeki Amerika’nın ağzının suyunu akıtıyordu.

Sıra ona da gelecekti.

Akıncı “Arap Baharının” nedenlerini ise bambaşka bir açıdan değerlendiriyordu.

Amerika ve Avrupa’nın derinden yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla isyanlar ‘çıkartılıyordu.’

Daha doğrusu ABD ve Avrupa krizden de öte resmen iflasın eşiğine gelmişlerdi.

Bunun için yapılacak en iyi şey yeni hazinelere açılmaktı.

İşte Mete Akıncı tam bu noktada ‘dünyanın sahibi’ iki aileden söz etti.

Rockefeller ve Rothschild’ler…

Rothschild ailesinden bir temsilcinin, geçtiğimiz yılın son aylarında Tunus’u ziyaret ettiğini ve Zeynel Abidin Bin Ali’den Tunus Merkez Bankasının % 15’ini istediğini söyledi.

Bin Ali itiraz edememişti.

Sir Eveleyn De Rothschild aynı talebi Mısır’ın lideri Hüsnü Mübarek’e de götürmüştü.

“Merkez Bankası’nın % 15’ini bana devrediyorsun!”

Mübarek itiraz edecek gibi olmuştu.

Ama başına gelenleri görüyoruz.

Yayının ertesi günü bu anlatılanlar bilim-kurgu bir film gibi gözümde canlanırken asıl beni sarsan Akıncı’nın bir başka iddiası oldu.

“Türkiye Merkez Bankası’nın da % 15’i İngilizlere aittir.”

Bu yüzde on beş oranını duyunca aklıma şu soru takılıverdi.

Yoksa biz de “Arap baharı”nı yıllar önce mi yaşadık?

O halde buyurun…

1928 ve 29 daki dünya ekonomik krizi ve bize dayatılan Osmanlı’nın borç sarmalının gölgesinde kurulan Merkez Bankamızın hikayesine…

***

Son Kuruşuna Kadar Osmanlı’nın Borçlarını Ödüyoruz…

Peki Ama Niye?

Sorulması gereken soru şudur.

Osmanlı’nın A’dan Z’ye tüm mirasını reddederken neden borçlarını üstlendik?

Şimdi düşünelim.

Hem 7 düvele karşı savaş kazandınız.

Hem de yıktığınız devletin tüm borçlarını üstleniyorsunuz.

Üstelik Misak-ı Milli olarak ilan ettiğiniz en kıymetli topraklar olan Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bırakıyorsunuz…

Sormadan edemiyor insan…

Peki niye?

Önce Osmanlı’dan

devraldığımız borç sarmalına bir göz atalım.

24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan anlaşmasına göre Osmanlı’nın borçları tasfiye edilmesine karar verildi.

Lozan’da alınan karar, 1928 de imzalanan Paris anlaşmasıyla ödeme planına bağlandı.

(Ama dikkat edin…Dünya tam da tarihin en büyük ekonomik krizinin eşiğindeyken…)

Borçtan, imparatorluğun bakiyesi 14 ülke daha sorumlu tutuldu.

Arnavutluk, İtalya, Filistin , Bulgaristan, Irak, Lübnan, Yunanistan, Yugoslavya gibi Osmanlı imparatorluğundan doğmuş ülkelerde bu borçtan sorumluydular.

Aklınız karışmasın…

1912 den önceki borçların % 62 si,

1912 den sonraki borçların ise %75 i Türkiye Cumhuriyet’ine ait sayıldı.

Yani borçların ¾’ünden fazlası bizim sayıldı.

Kalan ¼ lük bölüm ise 14 ülke arasında pay edildi.

Bu ülkelerin çoğu bu borcu ödemedi.

Sadece İtalya ve birkaç Arap ülkesi paylarına düşen küçük miktardaki borcu kapattılar.

Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, Arabistan, Yemen ise tek kuruş ödemediler.

Biz ise son kuruşuna kadar ödedik…

Peki borçların tasfiyesi nasıl yapıldı?

Osmanlı imparatorluğunun kaybedilen topraklarının, Türkiye’ye düşen toplam borçtan indirilmesi esas alındı.

Yani Türkiye’nin sınırları dışında kalmış imparatorluk topraklarının “değer”i borçtan düşülecekti.

İyi de nasıl?

Toprak değeri nasıl ölçülecekti?

O zamanki adı Cemiyet-i Akvam olan Milletler Cemiyeti bu durumun çözümü için bir hukuk profesörü hakem belirledi.

İsviçreli bir Yahudi olan olan Eugene Borel !

Borel, sınırlarımız dışında bıraktığımız toprakların ‘emlak değer’inin baz alınması gerektiğini savunuyordu.

Ama toprağın salt emlak değeriyle ele almak bizim için intihar demekti.

Örneğin altında petrol kaynadığı anlaşılmış olan Musul’la, Bulgaristan’daki ıssız bir dağ köyü aynı sayılacaktı.

Türkiye’nin Osmanlı’dan devraldığı borç sarmalını ayrıntılarıyla inceleyen hesap uzmanı
Hüseyin Perviz Pur bakın bu duruma nasıl itiraz ediyor.

Kanımızca;

Türk Maliyesi ve yetkililerin verimli, verimsizliğin borç ödemede kıstas alınmasında önceki kararlarından vazgeçerek doğrudan alınan vergi gelirine dönmesi hatalı bir davranış olmuştu.

Bugün verimsiz arazi gelecekte verimli olabilir, ayrıca petrol gelirleri de arazi gelirine dahil edilebilirdi.

Hata burada yapılmıştı.

Osmanlı’nın işgal edilen topraklarının bedeli yer altı ve yer üstü değerleri ile
borç ödemede kullanılmalı idi.
(Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç Prangası / Hüseyin Perviz Pur )

Bu tuhaflık dönemin meclisinde de gündeme geldi.

Denizli milletvekili Mazhar Müfit Bey bu tuhaf takası eleştirdi.

“Maalesef ben meseleyi o kadar pembe görmüyorum.

Tamamen Osmanlı imparatorluğuna ait olan ve cümlemizin malumu vechile müvellidi servet olmak üzere değil, zevk-i safaya, safahata saif edilmiş olan bu milyonlara varan borcun ne suretle ödeyeceğimize dair elimize gelen bu sözleşme ve ekleri çok ağırdır.

Acaba bize miras olarak, yüksek binaları, varidatı hayvanatı, vs. ile bir çiftlik mi kaldı?

Yanmış yıkılmış,işçileri boğazlanmış, hatta toprağı zapt edilmiş, varisleri kovulmuş böyle bir vaziyet hadis olmuştu.

Biz canımızı feda edelim, kanımızı akıtalım, o yerleri karış karış alalım fazla olarak tahrip edilen bu yerler için mağlup tarafından Avrupa’nın diğer galipleri olduğu gibi “10” para bile verilmesin, sonra sen gel imparatorluğun yüzlerce milyon borcunu ver…

Bana tamirat için on para vermediniz ki benden almak istiyorsunuz.

Avrupa’da böyle mi olur?

Fransa borçlarını vermek için Almanya’dan tamirat parasını alayım da vereyim.

Aynı teraneyi İngiltere’de Amerika’ya söylüyor.

Bize gelince anlaşılıyor ki Garp(Batı) sermayedarları, sen elem içinde çalış, bütün mahsulünü ben zevk-ü sefa içinde yiyeceğim diyor.

Mazhar Müfit Bey isyanında haklıydı.

Kazandığımız bir savaş sonrasında bu kadar çok taviz verilir miydi?

Ya da soruyu tersten soralım.

Osmanlı’nın borçlarını genç cumhuriyetin omzuna kim yıktı?

Ve daha da yakıcı soru…

Musul’u ve Kerkük’ü bırakmamızı kimler istedi?

Neyse…

Unutmadan belirteyim.

Türkiye Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında kapattı.

Hem de tüm faizleriyle…

Dönelim Merkez Bankasına…

Güçlü bir Maliye’nin kurulabilmesi için para politikalarının düzenlenmesi gerekiyordu.

Bunun önünde de iki büyük engel vardı.

Birincisi Osmanlı’dan devralınan borçlar, ikincisi bir merkez bankasının olmayışı.

Birincisi halledilmişti.

En azından ödeme planına bağlanmıştı.

Ama merkez bankasının olmayışı ciddi sorundu.

Halen devletin tüm parası ve işlemler Osmanlı Bankası üzerinden yürütülüyordu.

İsmet Paşa’nın hükümet programında dile getirdiği “Devlet Bankasına ait kanun taslaklarını bu sene Büyük meclise takdim edeceğiz.

Bir seneye kadar bir zaman zarfında da Cumhuriyet Bankası’nın küşadının çıkacağını ümit ediyorum.” şeklindeki sözleri Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kuruluşunun ilk ve en önemli sinyali oldu.

Aslında Lozan’a göre banknot ihraç etme yetkisine sahip Osmanlı Bankasının 1924 yılında sözleşmesi sona erecekti.

Ancak Osmanlı Bankasını bir devlet bankasına dönüştürme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla sözleşmenin yeniden uzatılması gerekliliği doğdu.

Hükümetin bazı isteklerini de yerine getirme karşılığında Osmanlı Bankasının sözleşmesi uzatıldı.

Bununla beraber merkez bankasının kuruluşunda öncü rolü oynamak üzere bir yarışta başlamıştı.

Ziraat Bankası ve İş Bankası Merkez bankasının kuruluş sürecinde etkin rol almak üzere birbirleriyle yarış halindeydiler.

Ama bu iki milli bankamıza banknot ihraç etme yetkisi verilmedi.

Yeni ve bağımsız bir banka kurulacaktı.

1928 yılında Türkiye’ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İdare Meclisi Üyesi Dr. G. Vissering, özerk merkez bankası için bir rapor hazırladı.

Onu İtalyan Uzman Kont Volpi izledi.

Lozan Üniversitesinden Prof. Leon Morf’un desteğiyle Merkez Bankası yasa tasarısı hazırlandı.

Tasarı, TBMM’de 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edildi.

Artık bizim de bir Merkez Bankamız vardı.

Ama durun…

Peki ya hisseler kime aitti?

Öyle ya…

Yüzde yüz Türk hissedarların oluşturduğu Ziraat ve İş Bankası tercih edilmediğine göre…

Bankanın hisseleri (A), (B), (C) ve (D) sınıflarına ayrıldı.

A sınıfı hisseler Hazineye ait olacaktı.

B sınıfı hisseler milli bankalara,

C sınıfı hisseler yabancı bankalar ile imtiyazlı şirketlere,

D sınıfı hisseler ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişilere ayrılmıştı.

Kuruluşunda özerkliği korumak için sadece % 15 i hazinenin elinde tutuluyordu.

Kalan hisseler dağıtılmıştı.

İşte dağıtılan bu hisselerin bir kısmı da İngiliz Bankaları ve yatırımcılarınındı.

Daha doğrusu İngiliz tefeci ve bankerlerin.

Başka ülkelerde vardı hissedar olan.

Fransız , İtalyan, vs. Bugün ise Merkez Bankamızın % 54.73’ü hazineye ait.

Kalan 45.27 lük hisse ise milli bankalar, diğer bankalar ve şahıslara dağılmış durumda.

Diğer Bankaların içerisinde yabancı bankalarda var.

İngiliz ve İtalyan Bankaları ilk sırada.

Şahıslar kimler diye araştırdım.

Şahıs olarak en büyük hissedar

Ankaralı bir Yahudi vatandaşımız çıktı.

***

Evet işte böyle…

Yine Küresel bir soygun var…

Yine ona bağlı bir küresel ekonomik kriz var…

Ve yine iki ailenin güdümündeki emperyalizm Ortadoğu ülkelerinin başına çöküyor.

Ve yine Merkez Bankasından talep edilen oran değişmiyor. % 15!

Tıpkı 1929 da yaşadığımız gibi…

Kaynak : GÜRKAN HACIR / AKŞAM


En son Ekim tarafından Prş Nis 22, 2010 11:35 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ksm 23, 2009 11:11 pm    Mesaj konusu: 'Atatürk Tanrılaştırıldı' Alıntıyla Cevap Gönder

MUSTAFA ARMAĞAN
m.armagan@zaman.com.tr
07 Şubat 2010, Pazar
"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım"



Ölümünün 62. yıldönümü vesilesiyle geçtiğimiz 25 Ocak günü Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen Kâzım Karabekir'i Anma Töreni'nde konuşan Org. İlker Başbuğ, Paşa'nın bazı sözlerini Balyoz Harekâtı İddiası'nı boşa çıkarmak için kullanmıştı.
Yalnız Sayın Başbuğ'un konuşmasında andığı sözler ile Karabekir'in orijinal ifadesi arasında bir kelimenin farklı olduğu gözden kaçmadı.

İlker Başbuğ konuşmasında Karabekir'in sözlerini şöyle aktarıyordu:

"Vatandaş! Yanlış bilgi felaket kaynağıdır. Her işin evvela hakikatini ara ve öğren, sonra münakaşasını istediğin gibi yap. Birincisi, hakikatin aranması ve öğrenilmesi konusu senin vicdanına; ikincisi ise münakaşadaki durum kişilerin seviyesine ve irfanına, bilgi birikimine dayanıyor. (...) (H)erkes (...) önce vicdanına, sonra da seviyesine, bilgisine dayanarak hareket etmeli."

Eğer bir dil sürçmesi değilse Sayın Başbuğ'un önündeki metni hazırlayan uzman, Karabekir'in bir kelimesini yanlış yazmıştır. Diyeceksiniz ki, bu tür hataları hepimiz yapıyoruz, Genelkurmay Başkanı yapmış çok mu? İyi ama biz tarihimizi böyle mi 'doğru' anlayacağız? Emrinde binlerce uzman bulunan ülkemizin en seçkin kurumlarından birinin başkanı 5 cümlelik bir alıntıda bu hatayı yapabiliyorsa işin hakikatini nasıl araştıracağız?

Geçen hafta da sormuştum: Genelkur-may'ın Karabekir Paşa açılımı iyi güzel de, onun ciltlerce kitapta ortaya koyduğu ve resmi anlatıya taban tabana zıt mahiyetteki 'alternatif inkılap tarihi'ni nereye koyacağız?

Bu yazıda "yakın tarihin Pandora'nın kutusu" dediğim Karabekir'in tezlerini daha geniş olarak ele alacağım. Aşağıdaki radikal iddialarından açıkça görülecektir ki, eğer yakın tarihimiz Karabekir Paşa gözüyle yazılmış olsaydı, bugün bambaşka türden bir inkılap tarihi okuyor olacaktık.

Ben bu yazıda bu "Cıss" diyen birilerine aldırış etmeden Karabekir'in gözüyle İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet'in kuruluş seyrini anlatacağım. (Özet bana ait ama bilgiler tamamen Karabekir Paşa'nın kitaplarından derlenmiştir; kaynaklarını merak edenler lütfen yeni kitabımı beklesinler.)

7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa Filistin'de yenilen ordusunu perişan bir şekilde geri çekerken, Yıldırım Orduları Grubu'nun başına atandı; toplayabildiği kuvvetleri Adana'ya kadar çekti. Orada Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı haberi geldi. Benim başında bulunduğum 15. Kolordu (eski 9. Ordu) ise elde kalan en güçlü askeri birlikti. Morali düzgündü ve yenilmemişti.

Ancak Mütarekeyle birlikte ben de İstanbul'a dönünce bu kadar karargâhsız generalin İtilaf güçlerinin avucunun içinde durmasının tehlikeli olduğunu gördüm, hepimizi birden yakalayıp Malta'ya sürseler, Doğu'dan başlayacağına inandığım Milli Mücadele'yi kim yapacaktı?

İşte bu yüzden hem Padişah Vahdettin, hem de Fevzi Çakmak, İsmet ve Mustafa Kemal Paşalarla yaptığım görüşmelerde Anadolu'ya geçmekten başka çare olmadığı fikrini işledim. Padişah 'ümidim sizde' diyordu. En ümitsizi ise İsmet Paşa idi. Köye dönüp çiftçilik yapmayı bile düşünüyordu. Fevzi Paşa ondan beterdi. İstanbul'da kalıp siyasete atılmayı düşünen Mustafa Kemal Paşa ise Şişli'deki evinde yaptığımız baş başa görüşmede (o sırada ameliyatlıydı, hasta yatıyordu) benim Anadolu'ya geçme fikrime biraz soğuk baktı ve "Bu da bir fikirdir, sonra görüşürüz" dedi.

12 Nisan 1919'da İstanbul'dan hareket ederek Milli Mücadele'yi bizzat başlattım. "Siyasî ve askerî esas planlarını tespit ettim." Bir hafta sonra 19 Nisan'da Trabzon'a çıktım. İzmir'in işgali üzerine ilk mitingi Trabzon'da düzenlettim, daha o sırada Mustafa Kemal Paşa Samsun'a bile çıkmamıştı. 1918'de Rus işgalinden kurtardığım Erzurum ve Doğu illeri bana sadıktı. Kurtuluşun Doğu'da olduğundan adım gibi emindim. Trabzon'da Miralay (Albay) rütbesinde bir Osmanlı Şehzadesi ile karşılaşmam ilginçtir. Adı, Cemaleddin Efendi idi (Abdülaziz'in torunu).

17 Haziran günü "küçük Erzurum Kongresi" toplandı. Öte yandan Amasya Genelgesi az daha başımızı derde sokacaktı, zira askerî bir ihtilal havası vardı. Bunu dünyaya kabul ettiremezdik. Oysa Wilson prensiplerine göre bizim halkla beraber, millet olarak harekete geçmemiz gerekiyordu. Asker bu harekete sadece kol kanat gerecekti.

Bunun içindir ki, sivil bir olum olmasına önem verdiğimiz Erzurum Kongresi'ne katılmadım, İstanbul'dan tutuklama emri elimde bulunan Mustafa Kemal'i "Hepimiz emrinizdeyiz Paşam" diye selamlayarak karşıladım. Mustafa Kemal Paşa sendeleyerek üzerime atıldı, boynuma sarılarak yanaklarımdan tekrar tekrar öptü, teşekkür etti. Kendisine rahatça çalışabilmesi için askerlikten istifa etmesi gerektiğini söyledim. Lakin etmedi, bunun üzerine askerlikten uzaklaştırıldı, arkasından geç de olsa istifa etmek zorunda kaldı. Böylece sivil olduğu için Erzurum Kongresi'ne katılması imkân dahiline girdi.

Erzurumlular onu, milli hareketi önlemek için İstanbul hükümetinin gönderdiğinden şüpheleniyorlardı, ben bu şüpheyi teminat vererek giderdim. Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey benim etki ve baskımla üye seçildiler, M. Kemal'i başkan seçtiren de benim. Böylece Milli Mücadele, Erzurum Kongresi ile başlamış oldu. Hayret edilecek şey: Mustafa Kemal Paşa istifa etmesine rağmen askerî üniformayı ve yaverlik kordonunu üzerinden çıkarmamıştı. Bu yüzden Kongrenin başlangıcında tartışma çıktı, sonunda sivil giyinerek tekrar gelmek durumunda kaldı...

Görüldüğü gibi her cümlesi dinamit gibi olan iddialar bunlar. Resmi tarihe taban tabana zıt, her biri başlı başına bir tartışma konusu. Ancak madem inkılap tarihini Karabekir Paşa gözüyle (en azından Org. Başbuğ'un dediği gibi gerçeği arayış yöntemini göz önünde tutarak) yazacağız, o zaman iddialara biraz daha devam etmemiz gerekiyor.

Son olarak Karabekir, "Nutuk"un ilk cümleleri olan "19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara"nın kendisi açısından nasıl göründüğünü de yazmayı ihmal etmemişti. Bu radikal bir iddiaydı ve o cümleler çok şeyi anlatıyordu:

"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım. Şarktaki askeri vaziyet şöyleydi..."


23 Kasım 2009 13:59
'Atatürk Tanrılaştırıldı'
"Türkiye’de bir Atatürk kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı, mevlütü bile yazıldı. Bunda onun da günahı var."

TEK PARTİ DÖNEMİ UZMANI ÜNLÜ TARİHÇİ Prof. DR. Mete Tunçay: “Türkiye’de bir Atatürk kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı, mevlütü bile yazıldı. Bu, Mustafa Kemal’in kendi sağlığında başladı. O da razı oldu. Bunda onun da günahı var. Atatürk büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet için yapıyorlar. İsmet Paşa’ya sen küçüksün diyemedikleri için “Atatürk çok büyüktü” dediler. "

Röportaj: Fadime Özkan/Star

* * *

Prof. Mete Tunçay, Türkiye’de siyasal düşünceler tarihi disiplininin gelişmesinde katkısı çok büyük olan, çok büyük bir düşünür, akademisyen. Sosyalizmin (hatta sosyal demokrasinin) gerçekleşmesi için demokrasiyi gözden çıkarmayı düşünen kimi “sözde sosyalistler”den farklı olarak liberal demokrasiye, açık topluma inanıyor. Herkesin ortak saygısını kazanmış sol liberal bir demokrat. Tarihçiliğin namusuna halel getirmeyen bir tarihçi.

İki ciltlik “Türkiye’de Sol Akımlar” adlı devasa çalışmasının yeni baskısı İletişim Yayınları’ndan çıkınca kapısını çaldık ve Türk sol düşünce tarihinden bugünün neden güçlü bir solun olmadığına, tek parti döneminden Atatürk’e, Dersim’e kadar engin bir deryaya daldık. İnsanın, işi gücü bırakıp öğrencisi olası geliyor. Öyle “tatlı” anlatıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı olan Tunçay’ın pek çok başka değerli çalışmasının yanı sıra “Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması” adlı çok önemli bir çalışması daha bulunuyor.

• Atatürk ve Cumhuriyetin ilk yılları artık daha geniş toplum kesimlerinin de takip ettiği bir tartışmanın öznesi oldu. Yöntem ve üslubu nasıl buluyorsunuz?

Teslim etmek gerekir ki; Türkiye’de bir Atatürk tapısı / kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı. Bu Mustafa Kemal’in kendi sağlığında başladı. Bunda biraz da kendi günahı var. Atatürk çok akıllı bir adamdı. Kendisinin bir dizi sözü vardır, “Sana büyük adam diyecekler bunlara inanma” falan diyor kendisine ama beşeri bir şey tabi, kendisinin yaratıcı, kurucu, baba olduğunu söylediklerinde buna razı oluyor. Etrafında bunları söyleyen bir sürü adam var. Kötü manzumeler yazan Behçet Kemal mesela, Atatürk mevlütü diye bir şey yazdı, Atatürk’e peygamberlik izafe etti falan. Bütün bunlar abartmalı şeyler. Atatürk’ün etrafında kurulan şey böyle başladı başka bir yere gitti.

İNÖNÜ’YE MUHALEFETLE BAŞLADI

• ‘Abartmalar’ nasıl bir yere doğru gitti?

Yıllarca önce Bulgaristan’da geziyorum. Yanımda da Cengiz Hakof adında bir Türk var. Orada tarih profesörü. Ben Kiril harfleri okuyorum ama Bulgarca bilmiyorum. Bir yerde Dimitrov’un adını gördüm. Ne yazıyor burada, diye sordum: “Dimitrov Bulgarya’nın yetiştirdiği önemli adamlardan biridir’ yazıyor dedi Cengiz. “Ulan” dedim “Ne kadar kansızsınız. Biz olsak en büyük deriz”. Cengiz de dedi ki “Olmaz, Dimitrov en büyükse, Jivkof eşeğin biri mi demek istiyorsun?” Bu bana müthiş bir aydınlanma olarak geldi.

• Ne anlamda?

Çünkü “Atatürk çok büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet olarak yapıyorlar. İsmet Paşa paralara pullara kendi resmini koydurduğu zaman “sen kim oluyorsun da bunu yaptırıyorsun” dendi. Halbuki her padişahın kendi parasını çıkartması bizim geleneğimizdir. O da çıkartacak. İsmet Paşa’ya ‘sen küçüksün’ dememek için ‘Atatürk büyük’ deniyor. Bir süre sonra Halk Partisi bunun farkına varıyor: “Tabi büyüktü, partimizi o kurdu” diye bir yarışma başlıyor. Bir çeşit açık arttırma, çok abartmalı şeyler. Bunlar Atatürk’ün sağlığında başlamış olmakla birlikte asıl İnönü’ye muhalefette yükseliyor.

• Sağlıklı bir şekilde nasıl tartışabiliriz?

Bu kültten sıyrılmak “Atatürk haindi, faşistti” terimleriyle yapılabilecek bir şey değil. Atatürk de hiç şüphesiz bir takım takıntıları olmakla birlikte iyilik isteyen bir adamdı.

• Atatürk’ün takıntıları neydi?

Mesela Atatürk’ün bir Arap sevmezliği olduğu muhakkak. Kürtleri de her zaman bir tehlike olarak gördüğünü biliyoruz. Fakat ilginç yanları vardı.

MEMLEKETİN SAHİPLERİNİ BİLİYORDU

• Neydi en ilginç yanı?

Mesela Samsun’a çıktıktan sonra bir böbrek problemi var. Havza’da bir ay geçiriyor. 1919 28 Mayısı ve Haziranın önemli bir kısmı. Orada “memleketin sahiplerine” mektuplar yazıyor. Memleketin sahiplerinin kimler olduğunu biliyor. Çeşitli Kürt aşiret reisleri, şeyhler falan. İşte “sizinle şurada tanışmıştık, söylediklerinizi her zaman saygıyla hatırlıyorum” falan diye yazıyor ama içten içe de her zaman tedirgin. Kendisi de Türk milliyetçisi olduğu için diğer milliyetçiliğin yükselmesinden çekiniyor. Fakat Birinci Mecliste üzerine geldikleri zaman, hiçbir zaman Türk milleti falan diye milliyetçilik yapmıyor. Zaten Milli Mücadele, İslam milletinin mücadelesi. “Biz burada Türk’ü Arap’ı Çerkez’i Kürd’ü hep beraberiz” diyor.

POLİTİKAYA İNANMIYORDU

• Bu onun iyi bir politikacı olduğunu gösteren bir şey midir?

Politik manevra yapmak bakımından iyi bir politikacı ama politikayı sevmeyen bir adam Atatürk. Politika değil, buyurganlık yanlısı. Politika uzlaşı demektir. O ise kimseyle uzlaşmak istemiyor. Ama çeşitli

manevralarla onu ona, onu ona oynayıp kendi alanını açıyor. Pek çok örneği var bunun ama politikayı bir değer olarak benimsemiş biri değil. Pozitivist bir tarafı var. Neyin gerekli olduğunu bildiğine inanıyor. Doğruyu biliyorsan onu yerine getirmek senin için ahlaki bir vazifedir. O da biliyor neyin iyi olduğunu, ona inanıyor. O yüzden de buyuruyor.

BİR DİKTATÖRLÜK MÜ BIRAKACAĞIM?

• Milli mücadele ile ilgili bildiklerimiz ne kadar doğru?

Bir takım oransızlıklar var. 1. Dünya Savaşında Osmanlı ordusu 2 milyon kişiyi askere aldı. Ve Avrupa cemiyeti ülkelerinde, Kafkaslarda, Sina’da, Çanakkale’de büyük darbeler yedi. Ermenilerle başlayan sonra Yunanlılarla devam eden Milli Mücadelede sayılar inanılmayacak kadar küçüktü. En çok yüzeli, iki yüz bin kişi. Son derece uzun sürmüş küçük bir şey ama Milli Mücadele ya da İstiklal Harbi, siyasi bir olay olarak önemli. Fakat sonrasında politik sebeplerle Ali Fuat Paşa, Karabekir Paşa ve Rauf Bey ortalıktan siliniyor. Bunlar da muhalefete geçiyor. Ali Fuat Paşayı Çerkes Ethem ile işbirliği yaptı diye Moskova’ya büyükelçi olarak sürüyorlar, Karabekir’in askeri zaferlerini görmezden geliyorlar. Sonra Rauf Bey’e takıyor. Ki Rauf Bey Milli Mücadele’de hep onunla birlikte. Mesela Nutuk’ta en çok yerilen kişi Vahdettin değil Rauf bey.

• Muhaliflerini ekarte etmekten dolayı bir rahatsızlık duyuyor mu?

Tabi Atatürk zeki bir adam. Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdurtmadan önce Okyar’ın defterine kaydettiği bir şey var. Atatürk ona dert yanıyor, diyor ki “Bütün gençliğim Harbiye sıralarında Abdülhamit’e muhalefetle geçti. Şunları, şunları yaşadık öyle bir durum oldu ki, bugün gözlerimi kapasam arkamda kalacak olan bir diktatörlük manzarasıdır”. Mustafa Kemal’in böyle düşündüğüne şüphe yok.

• Bu bir pişmanlık ifadesi sayılabilir mi?

Hayır. Pişmanlık değil de daha çok bir hayal kırıklığı. “Ben beceremedim bu işi” demek gibi bir şey.

Tek Parti döneminde yaprak kıpırdamadı

• 1936 doğumlusunuz...

Çocukken 2 buçuk yaşındaki halimle Atatürk’ün cenaze törenini hatırlardım. Üzerimdeki kıyafeti tarif etmiştim de annem doğrulamıştı.

• O ilk yıllar, heyecanlı ama kaygılı yıllar. Psikolojisinden de etkilendiniz haliyle?

Cumhuriyetin ilk yıllarında herkesi sarmış bir heyecan vardı. Pek çok kişiyi almış götürüyordu. Ama bu ne pahasına oluyordu? Alfabe inkılâbından sonra okur yazarlık yüzde 10’larda geziyor. Ekonomik felaket kötü. Köylünün üretimi para etmiyor. Peşinden benim hatırladığım savaş yılları. Annemin ekmek dilimlerini güneşte kurutup bozulmasın diye saklardı. Şeker, ekmek karneyle. Üniversiteyi bitirdiğim yıllar eleştirel gözle baktığım yıllar. O vakte kadar bunlar verilmiş bunlara uyacaksın, doğru olan da budur iyidir hep iyiye gidiyor...

• Merakla ve eleştirel gözle baktığınız yıllardan bugüne ne değişti ülkede?

DP’ye gelinceye kadar Türkiye, elli yıldır kımıldamamış bir vaziyette. Her ne kadar benim arkadaşlarım mesela Sina Akşin DP’nin iktidara gelmesini karşı devrim olarak görüyor idiyse de hakikat halinde, köylerin elektriği yok, yolu yok, şehirlerde küçük bir grubun yaşadığı hayatla nüfusun büyük çoğunluğunun hiçbir alakası yok. İlk defa böyle bir entegrasyon DP zamanında başladı. Elektrifikasyon 60’tan sonra gerçekleşti. Benim gençliğimde telefon büyük bir belaydı. Bir tarafa telefon edeceksen santrale yazdırırsın; acele yıldırım bilmem ne diye farklı tarifelerde, beklersin. Teknoloji açısından müthiş bir gerilik vardı.

İkinci Dünya Savaşına İsmet İnönü Türkiye’yi sokmadı. Belki en büyük iyiliği o oldu. Gerçi adamı da ‘milletin erkekliğini öldürdü’ diye tenkit ettiler. Savaşı girsek iyi olur iyi. Benim elime bir liste geçti. Ayak diremek için “ordunun ihtiyaçları karşılanırsa savaşa katılabiliriz” deniyor. Rauf Orbay heyetinin İngilizlere sunduğu bir liste bu. Toplu iğneye dikenli tele varıncaya kadar her şey var listede. Sadece toplar tüfekler değil. Toplu iğne bile yapılamıyor. Toplu iğne çivi gibi bir şey. Kumaşa saplayınca yırtıyor kumaşı. Ampul diye bir şey yok. Türkiye Tek Parti döneminde hiçbir şey yapamadı. 2. dünya savaşı gelince de onun sıkıntıları boğucu oldu.

Dersim’de isyan bastırılmadı halk edeplendirildi

• CHP’nin genel başkan yardımcısı Onur Öymen, kendini savunmak için “Ne yani Dersim isyanını bastıranlar faşist miydi” dedi ve bir tartışmayı kapatmak isterken farkına varmadan başka bir tartışmayı başlattı.

Milli Mücadelenin başında, Cumhuriyetin ilk yıllarında Bektaşiler Aleviler kesinlikle Mustafa Kemal’i desteklediler. Hele hilafeti kaldırması Alevileri sevindirdi çünkü baskı unsuru gibi görülürdü. CHP Alevilerin partisiydi, bu Dersim’e rağmen devam etti. Alevilerin CHP desteği Demirel zamanına dek devam etti. Hatta bir ara anayasaya aykırı bir Alevi partisi kuruldu. Demirel bu partiye sırf CHP’den bir kısmını kopartır diye izin verdi. Ama Dersim özel bir durum.

• Nasıl özel bir durum?

Atatürk dönemindeki ayaklanmalara karşı yapılanların hepsine tedip deniyor. Edebe getirme yani bastırma. Ama bir isyan yok. Bir çok yerde “ola ki bunlar ayaklanır” diye önleyici tedbir alınıyor. Şeyh Sait’inkinde önce bir isyan sonra harekat var. Diğerlerinde bir isyan bastırmaktan değil Kürtlerin yola getirilmesinden bahsediliyor. Dersim’den önce ve sonra Kürt ve Türk Alevi cemaatinin büyük kısmı CHP’yi desteklemiştir. Alevilik etnisiteden önemliydi.

• CHP Tunceli’den iki vekil çıkarırdı ama 22 Temmuz’da bu olmadı. Aleviler de “CHP’nin arka bahçesi değiliz” demeye başladı. Laikliğin Kemalizmin bekçisi ilan edilip de aynı sistem tarafından görülmemeyi sorguluyorlar” artık.

Alevilik kimliği tanınmıyor, böyle bir kabul yok. Bir Alevi toplantısında “Osmanlı, halkı din üzerinden sınıflandırıyor. Ermenileri Gregoryanlar, Katolikler ve Protestanlar diye üç ayrı millet olarak kabul ediyor. Fakat iş Müslümanlara gelince ayrım yapmıyor, Alevi milleti demiyor. Aleviliği geçici olduğunu ümit etmek istedikleri bir sapma diye görüyor” deyince Aleviler “Mete hoca bize sapık dedi” diye itiraz ettiler. Talihe bak ki yanımda Mehmet Ağar oturuyor. Kalktı, hoca öyle demedi, dedi. “Şu hale bak” dedim kendime “beni Mehmet Ağar savunuyor”.

Demokrat Parti muhalif değildi

• Demokrat Parti döneminde Atatürk’e ve dönemine siyasi muhalefet var mı?

DP’de herhangi bir Atatürk muhalefeti yok. Celal Bayar belki en içtenlikli Atatürkçü. Her şeyini Atatürk’e borçlu. 27 Mayıs’ta Atatürk inkilaplarına muhalefet etti deniyor ama bu haksız bir ithamdı. Menderes daha serbestçe ‘İstiklal harbi dediğiniz şey, 3,5 sene sürdü 6 aylık işti, halbuki sayılar küçük, ben bunu ast subaylarla da yapardım’ gibi münasebetsizlikler etti diye çok kızdılar ama asıl işin sahibi Celal Bayar müthiş bir Atatürkçü. Hatta bir dönem bir Ticaniler put diye Lozan meydanındaki Atatürk heykelindeki kılıcı tutan ip kırmış. Celal Bayar, bir sembol olarak Cumhurbaşkanı sıfatıyla gelip kaynak makinesiyle kendisi tamir etti heykelin ipini.

Bu topraklar bir ‘federasyon’a gebe

• Prof. Halil İnalcık “Türkiye milli devlettir. Yeni Osmanlılıktan bahsediliyor, bu yanlış olur” dedi. Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi ülkelerle ilişkileri de giderek gelişiyor, ne dersiniz?

Osmanlılık değil ama ben bir ‘federatif ülke’ye inanıyorum. Ben görmem ama, insanlık çeşitli gruplaşmalar etrafında bir dünya devletine doğru gidecek. BM son derece sınırlı tecrübe. Muhtemelen eski Osmanlı toprakları üzerinde bir federasyon olacaktır. Türklerin hâkimiyetinde değil Türklerin de, Yunanlıların Bulgarların Sırpların Arnavutların, Kafkasların, Suriyelilerin Iraklıların Ürdünlülerin İsraillilerin de yer alacakları bir federasyon. Bana öyle geliyor ki bu yapıya erişilse var olan problemler daha kolay çözülebilir. Mesela Kürt Türk çatışması bu kadar taraf olursa daha sağlıklı çözülebilir. Ama buna yeni Osmanlıcılık demek yanlış olur. Osmanlıdan önce de burada bu insanlar bin yıl ortak bir yönetim altında yaşadılar, Doğu Roma’da. Bir arada yaşama geleneği var.

Nihal Kemaloğlu
nihal.kemaloglu@aksam.com.tr
Dersim 2009

Tarihle aramızdaki marazi ilişki hazırlıksız bir anda nüks etti.
Siyasi dil sürçmesini aşan densizlik, bizi 1938'in itinayla saklanan loşluğuna savurdu.
Toplumsal uzlaşmayla neredeyse bir giz gibi, "mırıldanarak anlatılan Dersim" hayatımıza sökün etti.
71 yıldır evlerde dahi konuşulamayan, dedelerle, amcalarla ilgili akıbet yazılmaya başlandı.
Mühürlenmiş zamanın Dersim üzerindeki hükmü çözüldü.
Ketumiyet yükünü atıyor "Dersim hakikatinin" örtüsü açıldı.
2009'a kadar resmi tarihin gölgelediği Dersim bütün suretleri ve insan hikayeleriyle
sessizliği bozdu..
Soy kütüğünü sakıncalı bir künye gibi yaşayan herkesin "üveyliği" bitiyor.
Suskunluğun sardığı 71 yıllık giderilmeyen öksüzlük ve yetimlik biraz teskin oldu.
Kayıp mezar sahibi büyükler bugünün vefasıyla en azından hatırlandı ve anıldı.
Resmi tarihin kişisel tarihlerimize uyumsuzluğu bilinse de hayatı kesen zulmün bugün bile inkarı
insan haysiyetinin de inkarı. olmuyor mu?.. .
Dersimli üç neslin ruhlarına açılmış derin uçurumdan aşağıya şimdi siyasiler düşüyor.
Dersim olaylarını 2009 yılında bile telaffuz edemeyen siyasi körlük ve hafıza yetmezliği başta Dersimliler'i yok saydı.
Savaş eskizlerine yaslanan siyasi taassup, tahripkar imalarından ödün vermedi..
Kaba ve şematik tarih söyleminin fanatikleri için "Dersim'i" anlamak ve kavramak mümkün değil.
Kimse kutsal tarih mitosunun sarsılmasını istemiyor, çocuksu zihniyet kıyımlara gerekçe icat ediyor.
Oysa yüceltilmiş rasyonel ve uygar aklın bulanık suları çekildikçe, insanlık enkazları görünür.
"Uygarlaştırma şiddeti",her zaman serinkanlı siyasi bir mantıktır.
Bu siyasi mantık "kendini ilahlaştırdıkça" meşruluğunu sağlamlaştırır.
Tarihi ilerleyen bir düz çizgi addeden "insansız kronoloji", bugüne yetemiyor, mitoslar pul pul dökülüyor.
Dersimliler'in hiçbir zaman "hınca" "sürüklenmemiş ahlaki duruşlarının yanında, siyasilerin bağnazlığı hepimize ağır bir uyarı!
Irkçı-milliyetçi kaskatı zihin hala insan kıyım cenderesi rolünü bırakmadı.
71 yıl sonra bile üretilen otoriter-statükocu dili her dem adaletsiz.
Ahlaki sorumluluğunu unutan "kibirli duygusuzluk" diretiyor.
Dersim insanının kin ve kan davasını reddeden tevekküllü tutumu da bu ülkeye başka bir ders.
Bu derste, mazlumluk ve kurbanlık psikolojisinin kavramlarına aktarılamayan kadim ve bilge vicdanın insanı kutsayan, yaşamı evetleyen geleneği var..
Kin tohumları atmadan, nefret söylemleri kurmadan bugünlere gelen Dersimliler'i toptancı şıhlık, şeyhlik modelleriyle değil, içlerinde yeşerttikleri kadim değerlerle anlayabiliriz.
Başka insanlardaki "insanlığı"öldürmenin insanlığa yapılmış zulüm olduğuna inanırlar.
Onlar bugünlerde sadakat ve bağlılıkla destekledikleri "siyasetçileri" acı acı seyrediyorlar.
İnsan acılarını tartmayan siyaset terazisine bu defa arkalarını dönmeye niyetliler.

Akşam

Mustafa Armağan/Zaman
Çerkez Ethem'in abisi Atatürk'e 'Kürt açılımı' önermiş

(..)

İşte bundan yaklaşık 80 yıl önce yazılan bir 'açık mektup', tam da bugünkü tartışmalara bir cevap niteliğinde.

Mektubu yazan Çerkes Ethem'in ağabeyi Reşid Bey, ilk TBMM'de Saruhan (Manisa) milletvekiliydi ancak hain ilan edilince 8 Ocak 1921'de milletvekilliği düşürülmüştü. Lozan'dan sonra ilan edilen 150'likler listesine alındığı için uzun yıllar Amman'da yaşamış ve rejime muhalefetini her fırsatta dile getirmişti.

Reşid Bey'in, aşağıda yayınlayacağımız ve aslı Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nde bulunan 'açık mektubu', Şam'da çıkan "El-Kâbes" gazetesinde Arapça olarak basılmış, Dışişleri Bakanlığı Basın Genel Müdürlüğü tarafından Türkçeye çevrilerek Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'e takdim edilmiştir.

Mektup daha önce Mete Tunçay tarafından "Tarih ve Toplum"un Ekim 1992 sayısında yayınlanmıştır. Ancak belgenin ekinde bulunan gazetedeki kupürü dikkate alınmadığı için metin tam olarak yansıtılamamıştır. Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nde A VII/I D 86 F I-90-91 numarada kayıtlı bulunan çeviriyi Arapça metniyle karşılaştırmak suretiyle anlaşılır bir hale getirmeye ve günümüz diliyle ifade etmeye çalıştım.

Mektubun yazıldığı tarihte Türkiye kamuoyu biri Doğu'da, öbürü Batı'da olmak üzere iki kritik olaya gömülmüş durumdadır. Birincisi Türk siyasetinde fırtına gibi esen Serbest Fırka'nın kuruluşu, öbürü de peş peşe çıkan 5 Kürt isyanının kara bulutları. Mektup, batısında yeni bir umut rüzgârının tutuştuğu, halkın CHP'den kurtulma umudunun doğduğu, doğusunda ise en büyüğü Ağrı'da gerçekleşen Kürt isyanlarının peş peşe patladığı bir ortamda yazılmıştı.

Reşid Bey, son çare olarak Atatürk'e 'Kürt açılımı' tavsiyesinde bulunuyor, gerçekten namını Türkiye'nin iki halkı, yani Türkler ve Kürtler arasında yükseltmek ve ebedileştirmek istiyorsa gerekirse kendisini feda etmesini istiyordu. Sertlikle, baskıyla, şiddetle Kürtleri yola getiremezsiniz diyor ve ekliyordu:. Tek çare, ılımlı bir yönetimi iş başına getirip her iki millete de hak ve özgürlüklerini tanımaktır. Türkiye ancak böyle yapılırsa bölünmekten kurtulacaktır.

İşte 80 yıl öncesinden bugünlere seslenen o mektup:

"İşittiklerime ve gördüklerime dayanarak şunu söyleyeyim ki, hem Kürtlerin dinlerine tutku derecesinde bağlılıklarına, hem de kamuoyunun vicdanına aykırı olan mevcut durum, bu necip milleti tehlikelere ve savaşlara sürüklemektedir.

80 yıl önce yazılan bir 'açık mektup', bugünkü tartışmalara cevap niteliğinde.

İşte kanlar akmakta, canlar yok olmakta, hırs uyanmakta, intikam sevdası kalplerde kök salmaktadır. Ülkemin çöküşe doğru gittiği meydandadır. Dahası, cahil ve gafil Türk gazeteleri bu ayaklanmayı muhaliflerden yalnız birkaç kişinin üzerine yıkmaktadırlar.

Kürtlerin zulme gelemeyecekleri şüphesiz iken, şiddet, despotluk ve türlü imha yöntemleri ve Kürt beylerinin -Seyyid Abdülkadir de onlardandır- idamlarıyla sonuçlanan Şeyh Said İsyanı'nın (1925) ikinci bir isyan doğurmayacağını mı zannediyordunuz? Kürtlerin intikamları da şiddetli olur. Tarihten delil getirmeye gerek yok, yalnız bu son isyan bile öldürme, zulüm, şiddet ve köklerini kazımanın (tenkil) sınırları olduğunu gösteriyor.

Ülkemizin 15 milyona ulaşan nüfusunun yarısını teşkil eden Kürtler, tarihin en eski zamanlarından beri kendi mamur beldelerinde yaşamakta iken, uygulamakta olduğunuz siyaset memleketlerini bölüp parçaladı.

Halbuki çeşitli vesilelerle ve özel olarak da tarafınıza, Kürtlerin geleneklerine ve dinen kutsal bildikleri şeylere hücum etmenin, ülkemizin çöküşüne neden olacağını açıklamıştım. Ne var ki, hükümetimizin başı (İsmet Paşa) ve yoldaşlarının Türk milliyetçiliğinde ve ülkenin harap ve bitap düşmesinde ısrar, hatta inat ettikleri görülüyor.

Ey Gazi, şu an bu fırsattan yararlanmak için üzerinize büyük bir görev düşüyor.

1. Mert Kürt milletini harcamayın (zayi etmeyin) ve ona karşı düşmanlığın devamına meydan vermeyin.

2. Korkarım, tarih bizim geçmişteki beraberliğimizi tescil etmiş bulunuyor. Günahlarınız yüzünden ülkenin bölünmesinden kaygı duyuyorum. Unutmayın ki, en büyük ve uzun ömürlü şöhret, tarihin tescil ettiği şöhrettir. Ne mutlu ki ey Paşa, şimdiye kadar yaptıklarınız ve söyledikleriniz sizi tarihî nam ve şöhretten mahrum bırakıyor. Ancak bugün elinize bunu tersine çevirecek büyük bir fırsat geçmiştir. Bir an için kendinizi ölmüş farz edip namınızı yükseltmeye bakmalısınız. Kürtlerin dine tutkunlukları ve millî asaletleri, onları Türklerden ayrılmaktan men ediyor. Ancak bir şartla: Yönetimi cumhurdan, yani halktan ılımlı ve hür bir gruba emanet etmeniz gerekir. Böyle yaparsanız, himayeniz altındaki milletlerin (Türkler ve Kürtlerin) özgürlüğünü temin ve ülkemizin selametini muhafaza etmiş, böylece tarihte büyük bir ad ve şöhrete nail olmuş olursunuz."

Mektup burada bitiyor. Bitiyor mu sahiden de? İsmet Paşa ve yandaşlarının bugün de aynı kafada olduklarını gördükten sonra bu mektup hiç bitmez dostlar!
Zaman

Boğaz'daki Aşiret
Prof. Dr. Anıl Çeçen
Yankı Dergisi

Mahmut Çetin’nin 1997 yılında yayınlamış olduğu kitabında bir büyük ailenin İstanbul Boğazı kıyısındaki serüvenini anlatmaktadır.

"Boğaz'daki Aşiret" isimli bu kitabında yazar Polonya göçmeni Yahudi asıllı bir yabancı ailenin, sülale boyutundaki Boğaz macerasını dile getirmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna göç ettikten sonra Mustafa Celalettin Paşa adını alan Polonyalı Konstantin Borzecki merkezli Polonyalı Yahudi ailesinin Lehistan’dan kalkıp gelerek Osmanlı ülkesine yerleşmesi, İstanbul Boğazının kıyılarında kendilerine bir gelecek kurmaları, hem Osmanlı İmparatorluğunun hem de Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Bu nedenle yazar kitabına Boğaz'daki aşiret adını vermiş ve bu sülalenin her alanda çıkardığı meşhur ve önemli kişilerin hayatını kitabiyle Türk kamuoyunun dikkatlerine sunmuştur. Boğaz'daki Aşiret zaman içerisin de büyüyerek her alanda önemli insanlar yetiştirmiş ve Türk devletlerinin yaşamında önde gelen bir yere sahip olmuştur.

1848 ihtilalleri Avrupa ülkelerini yakından sarsarken Avusturya, Macaristan İmparatorluğu ile beraber Lehistan krallığında da devrimci gelişimler olmuş ama kısa süren karışıklık dönemlerinden sonra krallar tahtlarına sahip çıkınca, Fransız ihtilalini gerçekleştiren kadrolar gibi saltanat ve hükümdarlık yönetimlerine son vermek isteyen devrimci kadrolar, kendi ülkelerinde bir devrimle ulus devlete geçebilmenin kavgasını yapmışlar ama başarısız kalınca, ülkelerini terk eden Osmanlı imparatorluğuna sığınmışlardır.

1830 ihtilalleri daha çok bir ulus devlet kurmaya dönük olmasına rağmen 1848 ihtilallerinde sosyalist düzen arayışları öne çıkmıştır. Ne var ki, bu gibi devrimci girişimler sonuçsuz kalınca elebaşları Osmanlı ülkesine demir atarak canlarını kurtarmışlardır. Konstantin Borzecki ve sülalesi de bu dönemde ülke değiştirmişler ve Mustafa Celalettin Paşa sülalesi konumuna gelmişlerdir.

Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki merkez bölgedeki devlet olduğu içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve daha sonra da göç eden aileler, isim değiştiren sülaleler ve dinlerinden ya da etnik kökenlerinden dönen zengin ye aydın kesimler fazlasıyla görülmüştür. Rus işgali sonrasında Polonya’dan kaçan başka bazı aileler de Beykoz'un arkalarında Polonezköy’ü kurarak bu bölgeye yerleşmişlerdir.

Boğaz’daki Aşiret bir buçuk yüzyılı geçen zaman diliminde, Osmanlı ve Türk devlet yaşamında bir çok önemli kişiyi Türkiye'ye kazandırmıştır.

Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver Paşa, Nazım Hikmet, TKP kurucusu Zeki Baştımar, Orgeneral Turgut Sunalp, yazar Refik Erduran, Oktay Rıfat, Samih Rıfat gibi yazarlar, Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Mehmet Ali Aybar, Rasih Nuri İleri, Nihat Sargın, Celal Nuri İleri, Suphu Nuri İleri, Abidin Dino, Namık Kemal, Abdin Paşa, Numan ve Nermin Menemencioğlu, Halikarnas Balıkçısı, Şirin Devrim, Prof.Dr .Suna Kili, futbolcu Sabri Dino, Ali Niyazi ve benzeri bir çok tanınmış isim, Borzenski sülalesinden gelen Polonya asıllı olup, daha sonraları Boğaz’daki Aşiret üyeleri olarak Türk toplum ve siyaset yaşamında önde gelen roller oynamışlardır.

İmparatorluktan, Cumhuriyete geçerken ve Batı dünyasından modernizm Türkiye'ye gelirken, bu gibi göçmen ve dönme ailelerin öncülük ve taşıyıcılık görevi üstelendikleri görülmüştür.

Boğaz'daki Aşiret, bir kitabın adı ve o kitaba adını veren bir ailenin tanımlamasıdır ama, günümüzde İstanbul Boğazının kıyılarında yaşayan beş bin aileye verilen ortak isim haline de gelmiş durumdadır.

TÜSİAD’a üye olan beş yüz zengin işadamı aileleriyle beraber yaşadığı İstanbul Boğazı o kesimin akrabalarıyla birlikte zaman içerisinde yeni bir Boğaz Aşireti yaratmıştır. Boğazın kıyısını yalayan sulara kapısı açılan yalıların sahipleri ile İstanbul Boğaz’ının en güzel manzaralarına sahip o tepelerin üslerindeki villalarda yaşayanlar, günümüzün Boğaz Aşiretinin uzantılarıdır.

İstanbul Boğazı gibi cennet bir bölgeyi kendi aralarında parselleyenler, Boğazların korunmasıyla ilgili mevzuatı hiçe sayarak, her geçen gün daha fazla yayılmaktalar, dönem dönem aldıkları inşaat izinleriyle, dükalıklarını pekiştirmektedirler.

İstanbul’u aynı zamanda borsa ve sermaye merkezi konumuna getiren Boğazdaki yeni aşiret, İstanbul üzerinden bütün Türkiye'yi yönetebilmenin arayışı içindedir. Sahip oldukları para gücüyle önlerine çıkan her şeyi satın almaktan çekinmeyen Boğaz Aşireti, aynı zamanda bütün basın ve medya organlarını da satın alarak, özel çıkarları doğrultusunda bunları kullanmaktan çekinmemektedirler.

Para gücü medya gücüne dönüşürken, aynı zamanda siyaseti yönlendirmekte ve aşiretin çıkarlarına uygun düşen yeni siyasi modeller ya da politikalar, Boğaz kıyısındaki yalılardan ortaya çıkmaktadır. Aşiret, Boğaz kıyısında rüzgarların serinliğinde, kendisini serin devlet olarak derin devletin yerine koymakta, insanın kanını donduran bir çok uçuk fikir ya da öneri, Boğaz Aşiretinin çıkarları doğrultusunda serin devletin üyeleri tarafından serinkanlıkla dile getirilerek savunulabilmektedir.

Borzensky sülalesi ile başlayan bu gelenek yeni transfer edilen yeni yetme zenginlerle desteklenmekte ve giderek Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ile oynamaya kadar varan sorumsuzluklar ağı, kıyı boyunca genişlemektedir. Türk milletinin ve devletinin açıkça kaderini belirleyen kararlar Boğaz kıyısında alınmakta, daha sonra bu kararlar patronlar aracılığı ile siyaset sahnesindeki aktörlere dikte edilmektedir.

İstanbul Boğazında yaşayan beş bin zengin aile Boğazdaki Aşiret olarak, Türk milletinin ve devletinin kaderini belirleme hakkını ve yetkisini açıkça kendisinde görebilmektedir. TÜSİAD üyesi beş yüz zengin işadamının ötesinde, bunların yerli ve yabancı ortakları da devreye girmekler ve aşiret bağları para ilişkileriyle giderek genişlemektedir.

Bu durum, Boğazdaki Aşiret üzerinde fazlasıyla heyecan yaratmakta ve zamanla kendilerini Bizans ya da Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde hissettirmeye başlamaktadırlar. Emperyalizm, bu durumu fark edince hemen Yeni Bizans, Yeni Osmanlı projelerini, Boğazdaki Aşireti taşeron yerine koyarak gündeme getirmiştir.

Her türlü ortaklığa razı olan aşiret mensupları, bu projelerin kendi ülkelerinin ulusal çıkarına uygun olup olmadığına dikkat etmeden, dışarıdan gelen bütün önerilere balıklama atlamakta ve yabancıların Türkiye'deki temsilciliğini hiç kimselere bırakmamaktadırlar. Para gücü ve ortaklıklar her türlü hedefi ve bu yoldaki girişimleri mubah hale getirmektedir.

Bir anlamda vahşi kapitalizmin Makyavelist yol ve yöntemleri, Boğazdaki yeni yetme aşiret için geçerli olmakta, yabancıların emperyalist ya da Siyonist önerilerine bile hemen angaje olmaktadır. Boğazın iki kıyısını sarmış olan para babalarından oluşan yeni kapitalist aşiret her yönü ile mütareke İstanbul'unu günümüzde başarıyla temsil etmektedir.

Mütareke İstanbul’u teslim olan başkent demektir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz donanmasının İstanbul Boğazına girmesiyle birlikte, Boğazdaki aşiret ve benzerleri hemen teslim olmuşlar ve İngiliz ya da Amerikan mandası altında yeni bir Bizans İmparatorluğunu, Almanya ve Rus saldırılarına karşı gerçekleştirmek için çaba göstermişlerdir.

Rumlar İngiliz. Ermeniler, Fransız mandası ararken, Yahudiler de geleceğin müstakbel İsrail projesini gerçekleştirebilmek üzere, Amerikan mandası peşinde koşmuşlardır. Mütareke İstanbul'u aslında; gayrimüslim kimliğinin öne çıktığı, Türklüğü ve Müslümanlığın devre dışı bırakıldığı bir işbirlikçiliğini gerçekleştirmiştir.

Mütareke İstanbul'u geleneği bugün Boğaz'daki Aşiret aracılığı ile İstanbul'da devam etmektedir. Dün Ulusal Kurtuluş Savaşının önderi Mustafa Kemal'e çapulcu diyen Mütareke İstanbul’unun teslim olmuşları, bugün de Türkiye’nin çıkarlarını savunan milliyetçileri ve de ulusalcıları gericilik ya da faşistlikle suçlamakta ve böylece kendi liberal işbirlikçiliklerini mazur göstermeğe çalışmaktadırlar.

Basın ve medya köşelerini sermayeye satılarak dolduran, bunların temsilcileri ekonomik çıkarlar uğruna ulusal çıkarları devre dışı bırakabilmenin yollarını aramaktadırlar.

İstanbul Boğazı’nın güzelliklerini, sahip oldukları para gücüyle satın alan Boğaz'daki Aşiret, yine para gücüyle Türkiye'yi ve Türk milletinin kaderini, uluslararası tekelci sermayenin desteği ile satın almağa çalışmaktadır. Misakı Milli sınırları içinde yaşayan Türk ulusunu tanımazlığa gelen, kozmopolit bir yapı içinde yeniden bir Bizans oluşturma özlemindeki misyoner kuruluşlarıyla ortak çalışmaları gündeme getiren Boğaz'daki gayrimüslim Aşiret’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderi ile oynamağa hakkı yoktur.

Türk ulusunun bir milli kurtuluş savaşı vererek kurduğu Türk devleti, Yani Bizans özlemi içindeki misyoner kuruluşlarının çalışmalarının oyun alanı değildir. Çok uluslu şirketlerin önderliğinde gündeme gelen yabancı dayatmalarının giderek Türkiye'ye egemen olmasında, Boğazdaki Aşiret fazlasıyla taşeronluk yapmaktadır. Bu durum da Türkiye'nin ulusal çıkarlarına açıkça ters düşmektedir.

Bir anlamda Boğaz'daki Aşiretin çıkarları ile Türk milletinin ulusal çıkarları birbiriyle ters düşmektedir. Boğaz'daki Aşiret Türklüğü ve Türk olmayı reddetmiş ve tıpkı eskisi gibi Bizans döneminin kozmopolit yapısı içinde, gayrimüslim bir kimliğin geleceğini aramıştır. Boğaz'daki Aşiret'in, Ulusal Kurtuluş Savaşını küçük gören, Türk milletini dışlayan, Ankara'daki Türk devletini yok sayan olumsuz tutumları davam ettiği sürece, Türkiye’de yaşayan insan topluluğunun ulusal bütünleşmesini gerçekleştirmek son derece zor olacaktır.

Küreselleşme dönemiyle birlikte, Boğaz’daki Aşiret'in tarihten gelen gayrimüslim ve gayri Türk tutumu, giderek yükselme göstermiştir. Sahip oldukları para gücüyle, İstanbul basınını Bizans medyasına dönüştürmüşler ve her yönü ile Türkiye’nin ulusal kimliği ile ulus devletine saldırıyı, bir alışkanlık haline getirmişlerdir.

Kendi içlerinden seçtikleri bazı temsilcileri ya da para ile satın aldıkları bazı Türk vatandaşlarını siyasete yönlendirerek onları finanse etmişler ve son dönemlerde anti ulusal siyasetinin oluşmasında, emperyalist merkezlerle birlikte Boğaz'daki Aşiret ortak hareket etmiştir. Basın ve medya ile halkı uyuşturma dönemi artık son noktasına gelmiştir.

Eskisi gibi kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda halkı uyutamayacağını gören Boğaz'daki Aşiret mensupları, Türkiye'yi bir iç çatışma ortamına sürükleme senaryolarını destekleyerek, kapalı toplantılarda halkın bilinçlenmesini sağlayan demokrasiye karşı çıkarak, sermaye çevrelerinin çıkarlarını koruyacak ve onlara bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmektedir.

Türk ulusu; Cumhuriyet devleti ve demokrasi rejimi ile kendi geleceğini güvenceye alma çabası içindeyken, Boğaz’daki Aşiret’in kendi zenginliklerinin peşinde koşması ve bunların korunması için bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmesi, yine Türkiye'nin ulusal çıkarlarına ve Türk demokrasisine ters düşen bir durumdur.

Misakı Milli sınırları içinde, Boğaz'daki Aşiret'in değil ama Türk milletinin ulusal egemenliği geçerli olmalıdır. Önümüzdeki dönemde; ya Türk milleti yeniden egemen olacak ve Boğazdaki Aşiret’in çıkarları sınırlanacak ya da Boğazdaki Aşiret, küresel sermaye ile ortaklık içerisinde hegemonyasını artıracak, bunun sonunda Türk devleti ve milleti sıkıntı çekmeye devam edecektir.

Türk devletinin güçlenmesi ve Türk milletinin mutlu bir düzene kavuşa bilmesi için; Bozaz’daki Aşiret’in anayasa ve yasal çerçevede denetim altına alınması gerekmektedir.

Kaynak: Prof. Dr. Anıl Çeçen - Yankı Dergisi

04 Ocak 2010 08:38
DARBECİLERDEN DERİN İMHA
Evrakları dijital ortama aktarmak için harekete geçen Meclis şok bir manzarayla karşılaştı.

Cumhuriyet tarihi boyunca Meclis'e gelen şikayetleri dijital ortama aktarmak için harekete geçen Dilekçe Komisyonu, vahim bir sonuçla karşılaştı: Darbe öncesindeki tüm dilekçeler yok edilmiş. Dersim İsyanı'ndan 6-7 Eylül olaylarına kadar birçok konuya ışık tutan evraklar, Türkiye'nin gayri resmî tarihi olarak nitelendiriliyor.

12 Eylül 1980'de darbe yaparak ülke yönetimine el koyan askeri cuntanın, 'Türkiye'nin hafızası' olarak nitelendirilen binlerce evrakı imha ettiği ortaya çıktı. Cumhuriyet tarihi boyunca Meclis'e gelen başvuruları dijital ortama aktarmak için harekete geçen TBMM Dilekçe Komisyonu, 1980 öncesindeki tüm dilekçe metinlerinin yok edildiğini fark etti. İmha edilen evraklar, Dersim İsyanı'ndan 6-7 Eylül olaylarına kadar Türkiye tarihindeki birçok tartışmalı konuya ışık tutuyordu. Komisyon Başkanı Yahya Akman, söz konusu dilekçelerin Cumhuriyet tarihinin en objektif kaynakları olduğunu belirtiyor. Akman, "Bu evraklar, bir nevi Türkiye'nin hafızasıdır. Askerî yönetimin hangi gerekçeyle bunları imha ettiğini anlayamadık." diyor.

Meclis'teki karar ve kayıt defterlerinde, dilekçelerin sadece numaraları ve konu başlıkları kalmış. Bazıları şöyle: "Bir kısım devrimlerden doğan mağduriyetler, 1955'te azınlıklara uygulanan baskılar, 27 Mayıs darbesiyle yaşanan mağduriyetler, 12 Eylül öncesi sokak olayları, Maraş ve Çorum katliamı."

Askerî cuntanın hazırladığı 28 yıllık anayasayı değiştiremeyen, TBMM, 12 Eylül darbesinin vahim sonuçlarından birini tam 30 yıl sonra fark etti. 1980 yılına kadar vatandaşın en önemli 'başvuru mercii' olan TBMM Dilekçe Komisyonu'na gelen yüz binlerce dilekçenin askerî yönetim tarafından imha edildiği anlaşıldı. Darbenin ardından TBMM'de her komisyonda olduğu gibi Dilekçe Komisyonu'nda da başkanlık etmesi için bir subay görevlendirildi. Bu dönemde çalışmalarını askerlerin kontrolünde devam ettiren komisyon, skandal kararlara imza attı. Örneğin bir emekli generalin, "Emekli oldum ama maaşım yetmiyor, muvazzaf dönemdeki maaşımı almak istiyorum." talebi komisyon tarafından uygun görüldü, Danışma Meclisi tarafından da onaylanarak hayata geçirildi. Bu yöndeki başvuru dilekçesinin de orijinali imha edildi ancak işlemin sonucu kayıt ve karar defterlerinde yer almaya devam ediyor.

TBMM Dilekçe Komisyonu Başkanı Yahya Akman, yaşanan vahim durumu geçtiğimiz günlerde yaptıkları bir çalışma sonucu fark ettiklerini söyledi. TBMM'nin kurulduğu 1920 yılından bu yana vatandaşların Meclis'e yaptıkları tüm başvuruları dijital ortama aktarmak için harekete geçtiklerini anlatan Akman, "Yapılan başvuruların ve bunlara verilen cevapların envanterini çıkaracaktık. Böylece bu belgelere daha kolay ulaşılmasını sağlayacaktık. Ancak 1980 öncesindeki başvuru metinlerinin hiçbirine ulaşamadık. Olayı araştırınca 12 Eylül döneminde bütün başvuruların imha edildiğini anladık. Bu durumu, uzun yıllardır Meclis'te çalışan bazı bürokratlardan da teyit ettirdik." diye konuştu.

TBMM Dilekçe Komisyonu arşivlerinin Türkiye'deki en önemli sosyal laboratuvar olduğunu belirten Akman, "Türkiye'nin Cumhuriyet tarihi boyunca yaşadığı olaylar ve içinde bulunduğu durumları öğrenmek için en objektif belgeler, vatandaşların TBMM'ye gönderdiği bu dilekçelerdir. Bu belgeler bir nevi doğrudan demokrasinin göstergesi, toplumun aynısıdır. Evrakların mutlaka saklanması gerekirdi. Zaten 1980'den önce ve sonra bütün belgeler hep saklanmıştır." ifadelerini kullandı. Evrakların 'emir-komuta' zinciri içinde imha edildiğini ancak buna neden tevessül edildiğini anlamadıklarını belirten Komisyon Başkanı, bu yönde bilgi sahibi olmak için de karşılarında muhatap olmadığına dikkat çekti.

TBMM Dilekçe Komisyonu, 1980 darbesine kadar adeta 'en üst mahkeme organı' gibi çalışıyordu. Yargı sürecinden istediği sonucu alamayan vatandaşlar, bugün olduğu gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) değil, son umut olarak TBMM'ye başvuruyordu. Dilekçe Komisyonu da fiilî anlamda önemli yetkilere sahipti. TBMM Genel Kurulu'nun onay vermesi durumunda (bugün cumhurbaşkanı tarafından kullanılan) 'mahkûmlara af' müessesesi dahi işletilebiliyordu. 3 yıllık askerî cunta döneminde vatandaşların komisyona olan ilgisi azaldı; sıkıntılarına çözüm bulamayan insanlar TBMM'ye dilekçe yazmaktan vazgeçti. 1983'ten sonra ise ilgi artarken 2002-2007 arası komisyona 12 bin 448 başvuru geldi.

Dersim olaylarının sırları da imha edildi

İmha edilen belgelerin ağırlıklı olarak cumhuriyet tarihinin tartışmalı konularını içermesi dikkat çekiyor. Karar ve kayıt defterlerine göre, 1937'deki Dersim İsyanı ve sonrasındaki olaylarla ilgili TBMM'ye binlerce talep ve şikâyet dilekçesi gelmiş. Dilekçelerin numaraları ve konu başlıkları defterlerde yer alıyor, ancak orijinal belgeleri yok edilmiş. İmha edilen dilekçelerin içerdiği bazı konular şöyle: Cumhuriyet'in ilk yıllarında hayata geçirilen bazı devrimlerden doğan mağduriyetler, tek parti döneminde yaşanan sıkıntılar, 1955'te azınlıklara karşı yaşanan baskılar (6-7 Eylül olayları), 1960 darbesi ve sonrasında yaşanan mağduriyetler, 12 Mart 1971 muhtırası, 1980 darbesi önce yaşanan sokak olayları, Maraş katliamı, Çorum katliamı.

12 Eylül cuntası, TBMM'yi feshetmişti

Kenan Evren başkanlığındaki cuntanın 12 Eylül 1980'de darbe yapmasının ardından bütün seçilmişlerin milletvekilliği sona erdi. TBMM feshedildi. Başbakan dahil bütün siyasi parti liderleri sürgüne gönderildi.1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı, önemli bütün kanunlar değiştirildi. TBMM çalışmalarını askerî yönetim tarafından belirlenen Danışma Meclisi sürdürdü. 1982 Anayasası da yine asker kontrolü altındaki bu meclis tarafından hazırlandı.

Kaynak: Habib Güler/Zaman

Vahdettin, İngilizlerle gizli anlaşma yaptı mı?
03 Mayıs 2010
Mustafa Armağan

Ateşli okurlarımdan birisi sormuş: "Vahdettin'in Milli Mücadele'ye destek verdiğini iddia ediyorsunuz da, neden İngilizlerle yaptığı gizli anlaşmadan bahsetmiyorsunuz?"

Bahsetmediğim doğru ama neden? Sebebi gayet basit: Sahte olduğu için...

Bakın, bunu ben söylemiyorum, Türk Tarih Kurumu'nun Atatürk zamanından beri çıkmakta olan bilimsel dergisi "Belleten"deki makalesinde araştırmacı Salâhi R. Sonyel söylüyor. ("İngiltere Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin ışığı altında 1919 İngiliz-Osmanlı gizli anlaşması", sayı: 135, Temmuz 1970, s. 437-462)

Şimdi bazı sözde tarihçilerin Sultan Vahdettin'in "hainliği"nin kanıtı olduğunu iddia ettikleri 12 Eylül 1919 tarihli bu sözde gizli anlaşmaya biraz daha yakından bakalım.

Buna göre Sadrazam Damat Ferid Paşa ile büyük bir ihtimalle İngiliz gizli haber alma servisinin (Intelligence Service) elemanları oldukları anlaşılan 3 levantenin imzalarını taşıyan gizli bir anlaşma yapılmıştır. İşin garibi, anlaşmada İngiltere adına imzaları bulunan M.S. Francer, H. Morlan ve G. Churchill adlı üç 'eleman' da nedense kimse tarafından tanınmamaktadır!

Nihayet 1919 Aralık'ında Fransız kaynaklı bir söylenti çıkar: Vahdettin'in de onayladığı söylenen bu anlaşma hükümlerine göre İngiltere, Türkiye'nin bütünlük ve bağımsızlığını korumayı üstlenmekte, İstanbul başkent olarak Osmanlı'da kalmakta, Boğazlar'ın denetimi İngilizlere verilmekte ve Kürdistan'ın kurulması gerçekleşmektedir. Buna karşılık, Osmanlı Devleti, hilafetin gücünü izin verdikleri bölgelerde İngiltere lehine kullanacak, Kıbrıs ve Mısır üzerindeki haklarından vazgeçecektir vs. (Abdülhamid'in pamuk ipliğiyle dahi olsa bağlı tutmaya çalıştığı Libya, Kıbrıs, Mısır ve Sudan'ı Lozan'da İngilizlere verdiğimizi biliyor muyuz? Madde 17. ve devamına bakın derim.)

Sevgili okurum sözün burasında haklı olarak şunu soracaktır: Ortalıkta kulaktan kulağa sadece bir rivayet dolaşmamakta, aynı zamanda bir 'belge' de sunulmaktadır. Peki ona ne diyeceksiniz?

Doğru, bir 'belge' var da, bu ne kadar 'mevsuk', yani sağlıklıdır, çok tartışılır.

Belgeyi Fransızlar ele geçirip yayınlar ve kısa zamanda hedefine ulaşır. Zira anlaşmanın varlığı duyulur duyulmaz İstanbul'daki işgal kuvvetlerinin arasına bomba düşmüş gibi olur. Fransızlar, İtalyanlar ve hatta Amerikalılar İngiltere'ye bozulurlar.

Ne var ki, inkılap tarihçisi Y. Hikmet Bayur belgeyi arşivde aramış, bulamayınca da suçu Vahdettin'e atmış ve belgenin ya onun tarafından yok edildiği ya da yurtdışına kaçarken götürüldüğü tahmininde bulunmuştur. Ancak yanıldığı çok geçmeden anlaşılır.

Mesela "Nutuk"ta Damat Ferid Paşa aleyhine eline geçen bütün fırsatları değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, nedense bu elini olağanüstü derecede güçlendirecek olan sözde 'gizli anlaşma'dan hiç söz etmez. Yani o gizli belge, yakın tarihin resmi metinlerinin başında gelen "Nutuk"ta dikkate dahi alınmamıştır. Bu durum size de çok garip gelmedi mi?

Hatta M. Kemal Paşa, 12 Aralık 1919'da Sivas'tan Kâzım Karabekir'e çektiği telgrafta tam da bu belgeden söz eder ama ona dair şüphelerini de dile getirmekten kaçınmaz. Belgenin doğrulanması ve aslının ele geçirilmesi için çalışılmakta olduğunu söyler. Nitekim yalnız bizimkinde değil, Londra'daki İngiliz Arşivi'nde de aslı bulunamamıştır. Hadi diyelim ki, bizdekini Vahdettin uçurdu, Lozan imzalandıktan sonra İngilizler hâlâ Vahdettin'i korumak için mi saklamışlardır onu?

Kaldı ki, İngiliz işgal yetkilileri anlaşma haberini aldıklarında Lord Curzon'a, belgede adları geçen kişileri tanımadıklarını, "uydurma olduğu şüphe götürmeyen" bu belgenin, İngilizler ile diğer İtilaf güçlerinin arasını açmak üzere düzenlendiğini yazmışlardır. Lord Curzon ise onun kesinlikle uydurma olduğu kanaatindedir. Üstelik bunu Sir George Buchanan'a gönderdiği kapalı telde yazmıştır. Yani düşüncesini saklaması için hiçbir sebebin olmadığı bir ortamda.

Dolayısıyla İngilizlerce dahi resmen yalanlanmış bir sahte belge karşısındayız. Sonuç:

1. Vahdettin böyle bir belgeyi imzalamamıştır.

2. Damat Ferid, Osmanlı Devleti'nin İtilaf kuvvetleri arasında parçalanmadan 'bir bütün olarak' İngiliz himayesine alınması için uğraşmıştır ama nafile. Zira İngilizler, böyle bir himayenin, işgal kuvvetlerini birbirine düşman edeceğini bilecek kadar akıllıdırlar.

Salâhi Sonyel şu hükme varır:

Damat Ferid ile İngiltere arasında böyle bir anlaşma imzalanmamıştır. Belge ya İngiltere'ye doğru kaymakta olan Osmanlı yönetiminin yüzünü kendilerine çevirmek isteyen Fransızlar tarafından uydurulmuştur (ki bu durumda epey işe yaramış ve kısa bir süre sonra Damat Ferid sadrazamlığı kaybetmiştir), ya da Damat Ferid, hem İngiliz, hem de Fransız gizli haber alma servislerinde "çifte ajan" olarak görev yapan üç levanten tarafından aldatılarak böyle bir belgeye imza atmıştır.

Ancak ilginç olan nokta, sahte de olsa belgede Vahdettin'in imza veya onayının bulunmamasıdır; hatta Damat Ferid'in imzası da taklittir! Nitekim Nisan 1920'de 4. kez sadrazam olduktan sonra anlaşmayı kendi ağzından yalanlayacaktır.

Burada şu sorulabilir: Bir sadrazamın İngilizlerin bile tanımadığı 3 istihbarat subayıyla yaptığı 'gizli' anlaşma bir devlet için ne kadar bağlayıcı olabilir, bir; ne kadar ciddiye alınabilir, iki?

Bitmedi daha. Siyaset bilimi eğitimini Sorbonne Üniversitesi'nde tamamlayan Hasan Yıldız'ın Fransız arşivlerinde yaptığı araştırma sonunda anlaşma metninin bir kere daha sahte, yani açıkça Fransız istihbaratı tarafından 'üretilmiş' olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Fransız devlet arşivlerinde yaklaşık 20-30 bin sayfalık bir taramayla sonuca ulaşılmış, önce sahte belge, sonra da onun sahte olduğuna dair belgeler çıkmıştır. (Bkz. Hasan Yıldız, 21. Yüzyılın Başlarında Kürt Siyasası ve Modernizm, İst. 2006, Doz Yay., s. 160).

Tarih sahte belgelerle değil, gerçek belgelerle beslendiği zaman boy atan bir bitkidir.
Zaman

Erhan Afyoncu
Bugün Gazetesi
Camileri parti binası bile yapmışlardı
09 Mayıs 2010

Camiler, tek parti döneminde kapatılmış, depo yapılmış, yıkılmış, kiraya verilmiş, parti binası ve spor kulübü lokali bile yapılmıştı

Başbakanımızın İnönü döneminde camilerle ilgili sözleri bana eski bir tartışmayı hatırlattı. 1966 yılında, İsmet Paşa muhalefet lideriyken, kendi döneminde camilerin kapatılmadığını iddia edince, dönemin önde gelen gazetecilerinden Mehmed Şevket Eygi, Yeni İstiklal Gazetesi'nde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak "CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi" göndermelerini istemişti. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal Gazetesi'nde yayınlandı. 2003 yılında ise bu mesele Mehmed Şevket Eygi tarafından "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırıldı. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Bu kitap, Türk tarihinin bu en acı hadisesini teferruatlı olarak anlatır.

CAMİ KAPATMAK İÇİN KANUN

15 Kasım 1935'te "Cami ve mescitlerin tasnifine ve tasnif harici kalacak cami ve mescit hademesine verilecek muhasasat (maaş, ödenek) hakkında" bir kanun çıkarıldı. 2845 numaralı kanunda "Tasnif harici tutulan cami ve mescitler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır" hükmü vardı. Bu tarihten sonra yüzlerce cami kapatıldı, depo yapıldı, satıldı, yıktırıldı, parti binası bile yapıldı.

Anadolu'nun birçok yerinde yüreği parçalanan vatandaşlarımız birleşerek yapılış amacı dışında kullanılan cami ve mescitleri satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürmeye çalıştılar. Tokat'ta Kâbe Mescit isimli ibadethane 1940'lı yıllarda kiraya verilerek, tuz deposuna dönüştürülmüştü. 1949'da satışa çıkarılınca dört Tokatlı burayı satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürdü. 4 Ocak 1967 tarihinde Yeni İstiklal Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta Tokat'ta 33 cami ve mescitin yıktırıldığı ve bir kısmının arsasının satıldığı ifade edilmişti.

MESCİT PARTİ BİNASI OLDU

Anadolu Hisarı Barutçular Sokak'ta bulunan Göksu Mesciti (Mihrişah Valide Mesciti) Mihri Şah Sultan tarafından yaptırılmış, İkinci Mahmud tarafından yenilenmişti. Göksu Mesciti ibadethanelikten çıkarılarak, CHP Ocağı yapıldığı gibi, üzerine de partinin simgesi altı ok konulmuştu. Çok partili dönemde Göksu Mesciti tekrar ibadethaneye dönüştürüldü.

KONYA'DA DEPO YAPILAN CAMİLER

Şevket Eygi'ye mektup gönderen Mevlüt Çınar, Konya'daki durumu şöyle ifade etmişti:

İnönü istibdadı zamanında Konya'daki ibadethanelerin durumu şöyledir:

1- Sultan Alaaaddin Camii: Depo oldu; 2- İplikçi Camii: Müze oldu; 3- Kışla Camii: Depo oldu; 4- Battallar Camii: Depo oldu; 5- Paşa Camii: Depo oldu; 6- Cıvıllıoğlu Camii: Depo oldu; 7- Kapu Camii: Depo oldu; 8- Sultan Selim Camii: Depo oldu; 9- Sahibata Camii: Depo oldu; 10- Sadreddin Konevi Camii: Depo oldu; 11- İnce Minareli Camii: Depo ve Müze oldu; 12- Havacı Camii: Depo oldu; 13- Karadayı Camii: Depo oldu.

Mehmed Şevket Eygi, Câmi Kıyımı, s. 38-39.

Bir cebânet hâli ve iktifâ miktârınca korkmak…
Adnan İslamoğulları
5 Ekim 2010

Kemâl Tâhir, cumhuriyetin kuruluş yıllarını anlattığı romanlarında ülkede oluşan “korku imparatorluğu”nu, “Sarı Paşa” müsteârı etrâfındaki kadroların -bağımlı ya da bağımsız olarak- nasıl bir korku ve endişe unsuru ve merkezi olduğu, savaştan yorgun çıkmış yeni kurulan bir ülkenin bir korku ve endişe iklimine nasıl mâruz kaldığını bütün teferruâtıyla anlatır.

Bahse konu tarihin en önemli hâdiselerinden birisi şüphesiz “İzmir Su-i Kasti”dir, çünkü “İzmir Su-i Kasti”nin ardından hâdiseye karışmış olanların hâricinde, “İttihat Terakkî”den geriye kalan bâzı isimler ve kadrolar için “yolların sonu” gelecek ve tasfiye edilecek, Türkiye artık “kendi yolu”na devam edecektir.

Kendileri için “yolların sonu” gelecek olan kadrolar, yüzyılın başında “kimler çizmiş bu hududu, dar geliyor” diyenler. “Yoluna devam edecek” kadrolar ise “küçük olsun risksiz olsun” tercihinin kadroları.

Yola devam edenlerin ilk yaptığı işlerden birisi olan “İzmir İktisat Kongresi”nin baş aktörü “iki kere ikinin kaç ettiğinden habersiz” Kâzım Karabekir ve “Kongreye gerçek çiftçiler ve gerçek çobanlar da katılacak” diyen Yusuf Akçora.

Gerçek çiftçi ve gerçek çobanların(!) katıldığı “İzmir İktisat Kongresi”nden ülkenin liberal sistemle kalkınma kararı çıkar.

“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” demektir bu, uzun yıllar sonrası Türkiyesi’ne veciz bir yansıma “teslisi” olacaktır bunun, ülkeyi yönetme biçiminin ser-levhası olarak:

“Yollar yürümekle aşınmaz”(Süleyman Demirel)

“Benim memurum işini bilir”(Turgut Özal)

“Verdimse ben verdim”. (Süleyman Demirel)

“İzmir su-i kasti”yle alâkalı olduğu gerekçesiyle tasfiye edilen ve “yollarının sonu” gelen kadrolar arasında, “millî sermâye” ve “bağımsızlık” tercihinin en önemli portrelerinden birisi olan Küçük Efendi Kara Kemâl, polisçe arandığı sıralarda sığınma isteğine cevap vermeyen İngilizler için, “Sevmezler, yabancılar yerli iktisat kurumları kurmaya çabalayanları… Almanlar da beni bunun için sevmezlerdi. Onlar borç isteyeni severler, hele hele rüşvet alanlara bayılırlar… Kendi yağıyla kavrulmaya çalışan Doğulu suç işliyor sayılır Batılılarca…” demişti.

Osmanlının yıkılışının tarihî mesuliyetini omuzlarında taşıyan ve hisseden Küçük Efendi Kara Kemâl, Kemâl Tâhir’in Osmanlıcı dilinden bu hissiyâtını şöyle anlatır:

“Biz dünyânın en ağır suçunu biraz tartaklanmayla savruşturulur sandık. Yüzüme vuran darağacı gölgesi suikast suçlusu olduğumdan değildir. Büyük suçun gölgesidir bu. Tarihin örneğini yazmadığı kurtlar boğuşmasına girip yenik düştük… Kurtlukta yenik düşeni yemek kânundur.”.

İttihat Terakkî’nin “Küçük Efendisi” Nâfıâ Vekîli “Kara Kemâl” de kurtlukta düştü ve yenildi…

Kadîm dostu mâliyeci Emin Bey’in evine sığınmıştı son çâre olarak.

Orada yakalanacağını anladığında kafasına bir kurşun sıkarak intihar etti.

Emin Bey İstiklâl Mahkemesi tarafından tutuklandı, İzmir’e götürüldü; idam cezâsıyla yargılanacaktı.

Sorgulama esnâsında kendisini sıkıştıran ve sık sık idam cezâsı alabileceğiyle tehdit eden “üç Aliler”den mahkeme reisine en sonunda şunu söylemişti:

“Siz benim eski arkadaşlarımsınız. İçinizde gerçek dostum olanlar da var. Beni korkutmağa çalışmanız beyhûdedir. Yeterince korktum, daha fazla korkmak gücümün üstündedir. Gerçekten daha fazla korkmak imkânsızdır benim için…”

Bir cebânet hâlinden sıyrıldığı ândır o ân Emin Bey’in. Korkusundan âzâd olduğu ândır.

İttihat Terakkî’nin “Küçük Efendisi” ve kâdîm dostu “Kara Kemâl”i evinde saklarken duyduğu korkuyla mücâdelesini yendiği ândır.

Serbest kaldıktan sonra neden o denli korktuğu üzerinde düşünür Emin Bey. Vardığı netice şudur:

“Mutluluğumu, huzurumu, rahatımı yitiririm diye korkmuşum meğer. Oysa insan gerçekten mutlu olayım derse, üstüne yüklenen sorumluluğun, gereğini sonuna kadar yerine getirip kurtulmalıdır. Gerçek hürlük budur bence. Korkuya.. hattâ ölüme karşı gerçek direnci veren bir hürlüktür bu…”

Ayrıca, George Orwell’ın “1984” isimli romanı da bu günlerde tekrâren okunası bir roman.

Roman, totaliter bir merkezî tek partinin ya da yapının ya da her ikisinin yönetiminde korku, izlenme, propaganda ve beyin yıkama ile halkın ve toplum hayatının nasıl manipüle edildiği üzerine “Ağabey seni gözlüyor” metaforuyla örülmüş, 20. yüzyılın en etkili romanlarından birisi olmuştur...

Bu yazıda yazılanların bizim ülkemizle hiçbir alâkası yoktur, bir pazar günü okumalarının tedâileri olarak okunmalıdır.

Ves-selâm…

Kaynak: haber10


En son Ekim tarafından Pzr Şub 07, 2010 11:38 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Oca 28, 2010 12:47 am    Mesaj konusu: Karabekir Paşa'ya Kurulan Tuzak Alıntıyla Cevap Gönder

27 Ocak 2010 15:26
Karabekir Paşa'ya Kurulan Tuzak
Kazım Karabekir Paşa’nın kızı Timsal Karabekir Yıldıran, babasının ‘İzmir Suikastı’yla bağlantılı gösterilip tutuklanmasının “senaryo” dedi...

Genelkurmay Başkanlığı tarafından ölümünün 62. yıl dönümünde ilk kez Karargahta özel törenle anılan Kurtuluş Savaşı komutanlarından Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir Yıldıran, Atatürk’e yapılan İzmir Suikastı nedeniyle İstiklal Mahkemeleri’nde babasının idamla yargılanıp beraat etme sürecini VATAN’a anlattı.

Genelkurmay Başkanlığı’nın, Karabekir’i anma töreniyle ailelerini şereflendirdiğini söyleyen Yıldıran, “Atatürk’e yönelik İzmir Suikastı iddialarında babamın adının geçmesi, Cumhuriyet’ten sonra Atatürk’ün etrafında bulunan yeni kadroların paşaları iteleme hareketidir. Ne babam ne de arkadaşları Mustafa Kemal’e böylesine çirkin bir olayın içine girecek insanlar değildir” dedi.

Atatürk’ü göstermediler

Yıldıran, Atatürk’ün suikasta Karabekir’in karıştığı iddialarına aslında hiç inanmadığını savunarak, şöyle konuştu:

“Atatürk yargılama sürecinde ’Paşalar beraat ettirilsin’ diye kararını Üç Alilere bildirmiş. Tabii, Atatürk’e Erzurum Kongresi’nden önce ’Emrinizdeyim’deyip, O’nu daha o zamanlar komutanı olarak kabul eden babama karşı yapılan suçlama çok acıdır. Babamın evinden alınıp, Ankara Polisi’ne götürülmesi, tutuklu yargılanması da öyle. Olaylardan sonra Atatürk babamı Dolmabahçe’deki dil kurultayına davet ediyor. Oraya Ali Fuat Cebesoy’la giden babamı Atatürk’ün etrafındaki o kadrolar yine buluşturmuyorlar. Babamla Atatürk’ün arasına orada da giriyorlar. Cumhuriyet’in ilanından sonra paşaları istemeyen o kadrolar, Atatürk’ün hasta yatağındaki ’Kazım Karabekir’i çağırın. Helalleşmek istiyorum’ talimatını da babama haber vermiyorlar. Babam Atatürk’ün ölümünün ardından bu durumu öğrendikten sonra, ablalarımın ’Baba, haberin olsa helalleşmeye gider miydin?’ sorusunu ’Tabii giderdim O Mustafa Kemal’ diye yanıtlamıştı. Babam suikast iddialarını hep haksız bir itham olarak değerlendirdi.”

İsmet Paşa’yı da tehdit ettiler

İsmet İnönü’nün yıllar sonra İzmir Suikastı iddilarıyla ilgili yaşadıklarını ablalarına anlattığını ifade eden Yıldıran, şöyle devam etti: “İsmet Paşa, yıllar sonra ablalarımı çağırarak, o dönem yaşananları anlatmıştır. İsmet Paşa, ’Karabekir için o dönem ben çok uğraştım ama ‘Uğraşma seni de o tarafa alırız’ dediler’ demiştir. Yani o dönem İsmet Paşa’nın da uğraşmamasını istemişler. Sonra İsmet Paşa babamı inziva hayatından tekrar siyasete dahil etmiştir. Kendisini saygıyla yadediyoruz. Ancak babam o inziva döneminde kitaplarına yöneldi. Ne kitaplarında ne de özel sohbetlerinde Atatürk’le ilgili olumsuz hiçbir şey söylemedi. Çocuklarına da Atatürk’le ilgili olumsuz hiçbir şey aktarmadı.”

70 lira maaşla emekli ettiler

Karabekir’in diğer kızı Hayat Karabekir Feyzioğlu ise Genelkurmay’daki Kazım Karabekir’i Özel Anma Töreni’ndeki panelde yaptığı konuşmada, Karabekir’in 45 yaşında haksız yere inzivaya çekildiğini belirterek, “70 lira maaşla emekliye sevkedilip, 45 yaşında askerlikten ve siyasetten uzak yaşadığı dönemin büyük kısmını babam Erenköy’deki evinde geçirdi. Ardından İnönü’nün teklifiyle milletvekili olarak Meclis’e girdi” değerlendirmesinde bulundu.

TİMSAL KARABEKİR YILDIRAN?

Kazım Karabekir Paşa’nın 3. kızı olarak 1941 yılında Ankara’da doğdu. İngiliz High School’dan mezun oldu. 1960 yılında ilk evliliğini yaptı. Bu evliliğinden iki erkek ve bir kız evladı oldu. Öğretmenlik, daha sonra da tenis kortu işletmeciliği yaptı. 1992 yılında ikinci evliliğini yaptığı Atilla Köymen Yıldıran ile Kazım Karabekir Kültür Merkezi’ni kurdu. Türkiye genelinde ve Avrupa ülkeleri ile Nahçıvan’da, Kazım Karabekir Paşa ve Cumhuriyet’in Kuruluşu konularında konferanslar verdi. 2003 yılında Kazım Karabekir Vakfı’nı, 2005 yılında da vakfa bağlı, Kazım Karabekir Müzesi’ni, ablası Hayat Karabekir Feyzioğlu ve yeğeni Gülden Gazioğlu ile kurdu.

NOT DEFTERİNDEN

- 1882’de İstanbul’da doğdu

- 1907’de yüzbaşı oldu

- 22 Nisan 1913’te Balkan Savaşı’nda Bulgarlara esir düştü

- 1915’te Gelibolu’da savaştı

- 1917’de Kafkas Cephesi’ni savundu

- 15 Ekim 1922’de Edirne milletveki oldu

- 1922’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu

- 1925’te parti kapatıldı. İzmir Suikastı sanığı olarak gözaltına alınıp serbest bırakıldı

- 1948’de Meclis Başkanı’yken öldü

Kaynak: Vatan

Mustafa Armağan
Zaman Gazetesi
Peki Genelkurmay 'Karabekir açılımı'na hazır mı?
31 Ocak 2010

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un yumruğunu masaya vurarak yaptığı son konuşma, Kâzım Karabekir'i anma programının kapanış konuşmasıydı.

Satır aralarında bana ilginç olan kimi noktalar oldu ki, bunlar muhtemelen meselelere siyaset gözlüğüyle bakanlara 'kel alaka' gelecektir.

Koskoca Genelkurmay Başkanlığı İstiklal Savaşı'nın bu muzaffer Şark Çephesi komutanını ancak 62. ölüm yıldönümünde hatırlamıştır. Zira haberlere bakılırsa bu toplantı bir 'ilk' imiş! Eh, birincisi yapıldığına göre önümüzdeki senelerde devamı da gelecektir herhalde.

Sayın Başbuğ konuşmasında ders kitaplarımızdaki tuzağa düşmedi ve ısrarla 'İstiklal Savaşı' dedi. Biliyorsunuz, biz çocuklarımıza 'Kurtuluş Savaşı' diye okutuyoruz ki, bu vahim bir yanılgıdır. Bir defa biz esir olmadık ki, kurtulalım. İkincisi, ordumuz tamamen yenilmedi ki, esir olalım. Hem Mustafa Kemal Paşa'yı Samsun'a 3. Ordunun başına müfettiş olarak gönderiyoruz, hem de esir olduk diyoruz. Bu ordu orada varsa, yalnız o ordu değil, Trakya, Konya, Erzurum vs.deki ordu ve kolordularımız yıpranmış da olsa ayakta ise ve en önemlisi de, Cafer Tayyar Paşa'dan Ali Fuat Paşa'ya, Kazım Karabekir'den Mustafa Kemal Paşa'ya sürekli tayinler yapılıyorsa bunun esaret neresinde? diye sormazlar mı?

Org. Başbuğ'un tarih üzerinden düşmanlık üretilmesi konusundaki şu uyarısı da yerindeydi:

"Geçmişte yaşananları doğru ve sağlam bilgilere dayanarak tartışmalıyız. Bunda sakınca yok. Ancak, tarihte, geçmişte yaşananları adeta bir hesaplaşma noktasına getirmek bence bu topluma, o millete, o ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bazen bunu görüyorum, maalesef... Tarihimizde yaşanan olayları, geçmişimizi bugün bir hesaplaşma malzemesine dönüştürmek o topluma en büyük kötülüktür."

Hesaplaşma bahsine gelirsek;

Sayın Başbuğ, bence tarihi serbest bırakalım. Davulcuya veya zurnacıya kaçacağından korkmayalım. Gerçeğin ortaya çıkması için çalışanların önünü kapatmayalım. Size göre yanlış bir yorum da yapılmış olabilir. Bunu hemen hainlik, nankörlük şeklinde değerlendirmek işte o eleştirdiğimiz hesaplaşma noktasına sürükler insanları. Tek kelimeyle askerin Atatürk üzerindeki yorum tekelini kaldırın lütfen.

Yine buyurmuşsunuz ki:

"Bugünleri kime borçluyuz? Bugünleri elbette İstiklal Savaşı'nı kazananlara, en küçük rütbelisinden en büyük, ebedi Başkomutanımız Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere İstiklal Savaşımızın bütün komutanlarına ve her şeyden önce o dönemlerde, o zorluklarda, o yokluklarda ordusuyla bütünleşen o Türk milletine borçluyuz."

Burada bir süre önce sözünü ettiğiniz 'Türk Silahlı Kuvvetleri Türk milletinin özüdür' ifadesinden daha olgun bir tavır görüyorum. Yine de "Türk milleti"nin en sonda değil de, en başta zikredilmesi gerekirdi. İkinci olarak bu bütün milletin, ama 'ulus' anlamındaki değil, 'ümmet' anlamındaki "millet"in istiklal (bağımsızlık) savaşıydı. Yani Türklerin, Kürtlerin, Çerkezlerin, Arapların vs. ortak mücadelesiydi. Bence meseleyi böyle konumlandırsanız gerçeğe daha uygun bir resim çizmiş olurdunuz.

Sayın Başbuğ'un sözlerini didiklerken, bunun bir 'tarih açılımı'nın ayak sesleri olacağı izlenimini aldım. Zira 10 Nisan'da Mareşal Fevzi Çakmak'ın anılacak olması önemli bir işaret. Hele hele katı Kemalist çevrelerde 'Sakallı' diye dalga geçilen ve 'gerici' kabul edilen Nurettin Paşa'nın da anılacak olanlar arasında zikredilmesi büsbütün dikkate değer bir olay.

Karabekir Paşa inkılap tarihlerimizde kasten unutturulmuştur. Bakın, 1930'larda liselerde okutulan "Tarih IV" adlı 350 sayfalık ders kitabında Karabekir'in adı sadece ve sadece 2 yerde geçmektedir! Birisinde sadece ismi zikredilmekte, diğerinde ise (s. 72) Mustafa Kemal'in kendisini Şark Cephesi'ne tayin ettiğinden bahsedilmekte, ancak burada kazandığı savaşlar anlatılırken tek bir yerde dahi bu savaşları kazanan kişinin o olduğundan söz edilmemektedir. Öte yandan İnönü savaşları ballandıra ballandıra anlatılırken kuşe kâğıda tam sayfa bir İsmet İnönü fotoğrafı çıkmaktadır karşımıza. Ayrıca kitap boyunca onlarca İnönü resmine rastlayabilirsiniz, oysa Karabekir'in kıyısında köşesinde göründüğü tek bir fotoğrafını ara ki bulasın. (Bu arada bazı uyanıklar kitabın indeksinde ismi 30-40 kere geçen "Kâzım Paşa"nın Kâzım Karabekir olduğunu zannedip bana e-mail atmasınlar sakın, çünkü o Kâzım Paşa, Kâzım Özalp'tır ve o sırada Meclis Başkanı'dır.)

Sadece bu 1931 tarihli ders kitabından bile görebilirsiniz Karabekir'in nasıl unutturulmak istendiğini.

Kâzım Karabekir Paşa'nın kitaplarındaki iddialar ise yenir yutulur gibi değil. Birkaçını sonradan açmak üzere zikredeyim:

1. Karabekir Paşa'nın "Nutuk" eleştirilerini nereye koyacaksınız? O kadar ki, Paşa, "Nutuk"un tek bir kişinin haklılığını kanıtlamak üzere yazılan ve tarihi yanlış yönlendiren bir kitap olduğunu iddia eder.

2. İstiklal Savaşı'nı kendisinin başlattığı, Şark Cephesi'ndeki başarıları olmasa savaşın kazanılamayacağı, hatta İsmet Paşa ve Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya geçmeye kendisinin ikna ettiği iddiasındadır.

3. Cumhuriyet'in kurulduğu günlerde İslamiyet'e yönelik eleştirilerin arttığı, Müslüman kaldıkça kimsenin yüzümüze bakmayacağı düşüncesinin yayıldığı, hatta 'En iyisi Hıristiyanlığı benimseyelim, bu iş olsun bitsin' diyenlerin Ankara'yı kuşattığı, Atatürk'ün de buna ses çıkarmadığı ve dolayısıyla kendisinin bu tavra karşı çıktığı için tasfiye edildiği kanaatindedir.

4. Karabekir Paşa, 1922'de Mustafa Kemal'in Halife olmak istediğini yazmaktadır.

5. Son olarak Mustafa Kemal'in kendisine "Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve okutturacağım" dediğini aktarmaktadır.

Gördüğünüz gibi Kâzım Karabekir Paşa'nın sadece bu birkaç iddiası bile Genelkurmay'ın tarih yorumuna taban tabana zıttır.

O zaman şu soruyu sormak pişmiş aşa su katmak olur mu:

Genelkurmay Başkanlığı "Kâzım Karabekir açılımı"nı nereye kadar götürebilecektir?

Mustafa Armağan/ Zaman
Asıl paşalar tutuklaması 1926'daydı

İkide bir söylüyorlar: "Bu bir ilk"miş. Güya paşalar ilk defa gözaltına alınıyor, ifade veriyor, sorgulanıyor, hatta tutuklanıyorlarmış.

O kadar kendilerinden emin konuşuyorlar ki, bilmesem ben de inanacağım. Sanki Yassıada'da idama mahkûm edilenler arasında bir orgeneral, hem de öyle böyle değil, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun yokmuş gibi, sanki Cemal Madanoğlu, 27 Mayıs'ta teğmenlerin evlerinden topladıkları sürü sepet generali tutukladıklarını anlatmamış gibi.

Lakin asıl üzerinde durulması gereken ve Cumhuriyet tarihi için hiç de şeref vesilesi sayılamayacak bir başka paşa tutuklama dalgası vardır ki, sağlıklı bir tarih bilgisi edinilmesi için yakından bilinmesi gerekir.

Önce 1925'in gazetelerinden birkaç notu paylaşayım:

25 Kasım: Şapka Kanunu kabul edildi. Erzurum'da bazı mutaassıpların gösteri girişimi bastırıldı. 26 Kasım: Erzurum'da 80 kişi tutuklandı. 30 Kasım: Yakalanan mürtecilerden 6'sı idam edildi. 7 Aralık: Mürtecilerden 4 kişi daha idam edildi.

İdam edilenlerin listesi uzayıp gidiyor. İskilipli Atıf ve Ali Rıza hocalar ise Ankara'da 3 Şubat 1926 günü bir çifte kavrulmuş hukuk skandalına kurban gideceklerdir. İlk skandal, malum: şapka kanununa muhalefetten yargılanıyorlar ama kanundan 1,5 yıl kadar önce yazılan bir kitapçıktan dolayı. İkincisi ise savcının 5-15 yıl arası ağır hapis cezası istediği Atıf Hoca'yı mahkeme başkanının, son anda hangi 'süper delili' bulduysa artık, idama mahkum etmiş olmasıdır.

Ancak bu, İstiklal Mahkemelerinin ne ilk, ne de son hukuk skandalı olacaktır.

TBMM Başkanlığı'nın son günlerdeki açıklamasına göre İstiklal Mahkemesi kayıtları maalesef araştırmacılara açılmayacakmış. Yazık. Böylece yine bir dönemin karanlık manzarası aydınlatılamayacak, geçmişle sağlıklı bir ilişki kurulması şansı başka bahara kalacak demektir.

Yine de bazı bildiklerimiz var; hatıralardan, gazetelerden, araştırmalardan. Bir de Rauf Bey'in Meclis Başkanına gönderdiği o müthiş sertlikteki, manifestovari mektubundan.

Ayşe Şasa'nın Timaş'tan çıkan "Bir Ruh Macerası" adlı anıları bize yalnız yazarının ruhundaki düğümlerin çözülüşünü anlatmıyor aynı zamanda, dayısı Rauf Orbay'ı olanca vakarı, sükûneti ve olgunluğuyla bir insan olarak tanıma fırsatını da sunuyor.

Sivas Kongresi öncesinde sonradan yolları ayrılacak olan Milli Mücadele'nin üç öncüsü bir arada: Solda Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, ortada Mustafa Kemal Paşa, sağda Rauf Bey (Orbay).

Milli Mücadele'nin çekirdek kadrosu içinde yer alanlardan "Hamidiye kahramanı" Rauf Bey, Cumhuriyet öncesinde bakanlık, Başbakanlık yapmış, ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bakanlar Kurulu kararıyla kapattırılınca yurt dışında hasta yatağında bulmuştur kendisini. (Sultan Vahdettin'in, kızı Sabiha Sultan'ı ona vermek istediğini, fakat Rauf Bey'in bu teklifi kibarca reddettiğini ve bekâr öldüğünü biliyoruz.)

Milli Mücadele'nin ilk lider kadrosunu teşkil eden Cafer Tayyar, Refet, Karabekir ve Ali Fuat paşalar ile Rauf Bey, İzmir Suikasti davasında hem de idamla yargılanacaklar ve kelleyi zor kurtaracaklardır.

Rauf Bey dava açıldığı sırada tedavi amacıyla yurt dışındadır. Dokunulmazlıkları olduğu halde Meclis Başkanı milletvekillerini apar topar teslim eder polislere. Meclis Başkanı o sırada Londra'da bulunan Rauf Bey'e büyükelçilik eliyle bir tutuklama 'müzekkeresi' ve mektup gönderip adalete teslim olmasını ister.

Peki kime, hangi hukuka güvenerek dönecektir? 12 Ekim 1926'da Paris'ten yazdığı uzun mektupta gerekenleri Meclis Başkanı Kâzım (Özalp) Paşa'ya sert ve mert bir üslupla söyleyecektir. Mektubunda İstiklal Mahkemesi savcı ve yargıçlarına 'cani' der, 'vatan haini' der, 'vicdansız' der. Hatta mevcut İsmet Paşa hükümetiyle el ele vererek Cumhuriyetin ideali olan sivil yönetime darbe yaptıklarını ve yönetimi soysuzlaştırdıklarını çekinmeden dile getirir.

Rauf Bey, her satırı bir volkan gibi patlayan bu zehir zemberek mektupta mahkemenin zorla rejimi değiştirme suçunu işlediği kanaatindedir; başlangıçta hukukun üstünlüğü için yola çıkıldığı halde İstiklal Mahkemelerinde onun fütursuzca çiğnenmesinden duyduğu üzüntü besbellidir. Hayatımın her dakikasının hesabını vermeye hazırım, der, ve ekler: "Her birinin gözünü hırs ve ihtiraslarının kanı bürümüş gayri meşru bir heyete karşı böyle bir mecburiyetten hamdolsun müstağniyim."

Gözünde İstiklal Mahkemesi gayri meşrudur ve kendisini hesap vermek zorunda hissetmez.

İşin ilginç yanı, 1939'da, yine bir CHP hükümeti adeta özür dilercesine bir beyanname yayınlayarak boşalan Kastamonu milletvekilliğine Rauf Orbay'ı aday gösterir. Ancak o, gıyabında verilmiş olan 10 yıl kürek (ağır hapis) cezasının yine hukuk yoluyla kaldırılmasını talep etmektedir. Af Kanunu'ndan yararlanması gündeme getirilirse de, kabul etmez. Suç işlememiştir ki, affedilsin. Nihayet Yüksek Askeri Temyiz Divanı'ndan beraat kararı çıkar ve tarih önünde zaten ak ve pak olan alnı bir kere daha yükselir.

Öte yandan Savcı Necip Ali, özellikle Terakkiperverci muvazzaf paşaları tutuklatma peşindedir. Aralarında Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Erzurum milletvekili Rüştü Dadaş paşalar ile, Ayıcı Arif, İsmail Canbolat ve 1908'in "Hürriyet kahramanı" Eyüp Sabri Akgöl'ün de bulunduğu bir grup asker ve sivil sanık tutuklandılar ve 1926 Ağustos'unda idamla yargılandılar. İstiklal Savaşı'nın önde gelen komutanları yağlı ipi boyunlarında hissettiler, hatta son anda kurtuldular. Ne yazık ki, Rüştü Paşa, Albay Arif, İsmail Canbolat ve diğerleri onlar kadar şanslı değildiler. Onları 27 Ağustos'ta Dr. Nazım'dan Maliyeci Cavid Bey'e uzanan ikinci dalga idamlar takip edecek ve "Suskunluk Kararı" anlamındaki Takrir-i Sükûn tam anlamıyla gerçekleşecekti.

Rauf Bey ise Londra'dan yazdığı 30 Haziran 1926 tarihli mektubunda İstiklal Mahkemesi'ni icat edenlerin, sonradan 6'sını asacakları milletvekillerini tutuklamakla rejimi değiştirme suçunu işlediklerini haykıracak ama bunu gönderdiği hiçbir gazete basamayacaktı.

Sonuç? Ayşe Şasa hanımefendiye kulak verelim:

"Rauf dayıma "gerici" damgası vurulmuştu, işin garibi bu berbat şayiaya ben de inanıyordum."


Can Dündar
Milliyet Gazetesi
“Halam intihar etmedi, sırtından vurdular”
28 Şubat 2010

Fikriye Hanım’ın yeğeninin iddiası:

“Halam intihar etmedi, sırtından vurdular”

Fikriye Hanım’ın ölümü, “Cumhuriyet tarihimizin ilk şüpheli ölüm”ü sayılabilir.
Çünkü 86 yıl sonra bile bu ölümün ardındaki sır perdesi tartışılmaya devam ediyor.
Zülfü Livaneli’nin “Veda”sından sonra tartışma yeniden gündeme geldi.
Filmde Fikriye Hanım’ın Çankaya’da Mustafa Kemal Paşa ile görüştürülmediği için intihar ettiği tezi işleniyor.
Biz de 1994’de yaptığımız “Fikriye” belgeselinde öyle işlemiştik. Ancak belgesel yayımlandıktan sonra ortaya çıkan bir tanık bildiğimiz her şeyi alt üst etti.

Bir telgraf ve bir haber
O tanığa geçmeden, “bildiğimiz her şey”i özetleyeyim. Tevatür çok ama elde ciddiye alınabilecek iki belge var:
Biri Mustafa Kemal Paşa’nın 1923 baharında, evlenip Ankara’ya döndükten hemen sonra Adnan Bey’e çektiği bir telgraf metni... Şemsi Belli’nin arşivindeki o metinde şu yazılı:
“Fikriye Hanım’ı tedavi için Almanya’ya göndermiştim. Benden izin almadan neden Dersaadet’e gelmiştir? Katiyen Ankara’ya hareketine müsaade edemem. Kendisine para vermiştim. Orada ikamet etsin ve bana izahat versin.”
İkinci belge ise, 1 Haziran 1924 günkü Vatan Gazetesi’nde “Fikriye Hanım’ın intiharı”nı duyuran haber:
“Fikriye Hanım Ankara’ya çıkınca istasyondan doğruca Reisicumhur dairesine gelerek Reisicumhur ve refikalarını görmek istediğini söylemiştir. Gazi ve hanımını görmek mümkün olmayacağı kendisine bildirilmiştir. Fikriye Hanım beklettiği kira arabasıyla geri dönmeye mecbur olmuş ve dönüş sırasında, üzerinde bulundurduğu anlaşılan tabancayla araba içinde intihar etmiştir.”

Çıkagelen tanık
Bu haber, muhtemelen bir “resmi açıklama”ya dayanıyordu ve yıllar boyu da “resmi tarih”in temel dayanağını oluşturdu.
Şimdi dönelim “gayriresmi tarih”e...
Belgesel yayımlandıktan sonra Türkan Şoray “Fikriye”nin öyküsünü sinemaya taşımayı
önerdi. Birkaç kez
buluşup konuştuk.
Bu hazırlık gazetelerde haber olarak çıktı.
İşte o haber üzerine Amerika’dan bir telefon geldi.
Arayan, Abbas Hayri Özdinçer’di.
Fikriye Hanım’ın öz yeğeniydi.
Kendisini tanıtınca, belgeselin hazırlığı sırasında Fikriye Hanım’ın ailesinden birilerine ulaşabilmek için çok çaba sarf ettiğimizi, kimseyi bulamadığımızı söyledim.
Ailenin olaydan sonra “bir nevi sürgün”e tabi tutulduğunu öğrendim.
Özdinçer belgeseli izlememiş ama film projesiyle ilgili haberleri okumuştu. Bizimle görüşmek istiyordu.
İstanbul’a geldi. Türkan Şoray’la birlikte buluştuk.
Son derece zarif bir beyefendiydi. Ancak kaygılı görünüyordu. Bildiklerini anlatmanın ne tür sonuçlara yol açabileceğini kestiremiyordu. O nedenle yıllarca susmuştu.
“Ama artık yaşlandım. Bu sırları size devretmek, bildiğim her şeyi anlatmak istiyorum” dedi.
Ve anlattı.
Bir defa Fikriye Hanım’ın hastalık
nedeniyle değil, Ankara’dan uzaklaştırılmak amacıyla -veya Ankara’da yapılmasında sakınca görülen bir tıbbi operasyon için- yurtdışına gönderildiği kanısındaydı.
Türkiye’ye dönüşte Ankara’ya gelip
bir süre Çankaya Köşkü’nde Mustafa
Kemal ve Latife Hanım’ın konuğu olarak kalmıştı. Ancak Latife Hanım’la yaşanan gerilimin ardından İstanbul’a dönmüştü.
Yeniden Ankara’ya geldiğinde Köşk’ün yaveri Rasuhi Bey tarafından içeri alınmamıştı.
Özdinçer halasının ikinci gelişinden ve içeri alınmayışından Mustafa Kemal Paşa’nın haberdar edilmediği inancındaydı.
Peki ölüm?
Yeğenine göre Fikriye Hanım intihar etmemiş, vurulmuştu.

“Alçaklar, vurdular beni...!”
Bilinenin aksine, Fikriye Hanım, olaydan sonra hemen ölmemiş, kanlar içinde Memleket Hastanesi’ne kaldırılmıştı.
Olaydan sonradan haberi olan Gazi, bizzat hastaneyi aramış, ilgilenmiş ama Fikriye Hanım kurtarılamamıştı.
Ölümden sonra Fikriye Hanım’ın İstanbul’daki ağabeyi Ali Enver Bey iki sivil polis eşliğinde Ankara’ya getirilmişti.
Enver Bey, cesedi görmek istediğinde, kendisine naşın defnedildiği söylenmişti.
Ama o, işin peşini bırakmamış, kardeşinin yattığı hastaneye giderek ölüm olayını araştırmıştı. Ve olay gecesi hastanede çalışan görevlilerden biri, kendisine “büyük sır”rı söylemişti:
“Kurşun, kardeşinizin sırtındaydı”.
O gün hastanede yatanlardan çoban
Hüseyin ise Ali Enver beye şöyle demişti:
“O gece bir avrat getirdiler. Sabaha kadar
avaz avaz ‘Alçaklar... katiller... vurdular
beni...’ diye bağırdı”.

“Boynu bükük sümbül”
Abbas Hayri Dinçer bunları anlattıktan sonra bir sigara yakmış ve “Üzerimden büyük yük aldınız, babam Enver Bey’e olan bir vefa borcumu ödedim” demişti. Sonradan olayı Atatürk’ün emir eri Ali Çavuş’un şimdi rahmetli olan kızından da dinlemiştim.
Bu olaydan sonra Atatürk’ün günlerce üzüntüsünü belli etmeden ıstırap çektiğini, Köşk’ün arka bahçesinde Fikriye Hanım’ın çok sevdiği “Boynu Bükük Sümbüle Döndüm” şarkısını mırıldanıp ağladığını söylemişti bana...
Hayri Bey 2006 yılında Fikriye Hanım’a ait bazı özel eşyaları Ulaştırma Bakanı’nın da katıldığı bir törenle TCDD’ye bağışladı.
Yatak örtüsü... Kırlent... Birkaç soluk fotoğraf... Atatürk’ün Şam’dan hediye getirdiği tepsi...
Bu eşyalar törenle teslim alındı ve Fikriye Hanım’ın Mustafa Kemal’le zor günlerde bir arada yaşadığı tarihi Gar Binası’na yerleştirildi.
Törende Hayri Bey’e gazeteciler ısrarla Fikriye Hanım’ı sordular. Şöyle dedi:
“Bizde Fikriye Hanım’a ait bazı hikayeler ve hatıralar var. Ancak, bunlar şu anda açıklanacak şeyler değil. Hakkında bilinmeyen şeylerden biri, halamın gömüldüğü yer, diğeri ise otopsidir. Bunlar hiç kimseye açıklanmamıştır. Halama ait eşyalar babama verilmemiştir. İntihar edip etmediği hususunda ise hiçbir şey söyleyemem.”

01 Mart 2010
Mete Tunçay: 'Atatürk Dönemi Yargısı İçler Acısı'
Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarih konuşuldu.

PAZARTESİ KONUŞMALARI
Neşe Düzel
Taraf Gazetesi

“Atatürk döneminde yargı da içler acısı vaziyette. Yüksek yargıçlar, Atatürk’ün antikomünist nutkunu, Eskişehir tren istasyonunda gece hazırolda dinliyorlar.”

“Milli Mücadele, İslam dini istismar edilerek kuruldu. Din devleti oluyoruz havası yaratıldı. İçki yasaklandı. Atatürk, kanuna aykırı olarak içki içti.”

“Atatürk, orduyu güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu birine verdi. Planı, güçlü bir orduya ihtiyaç duymadan, bölgesel paktlarla savaş riskini ötelemekti.”

* * *

NEDEN: METE TUNÇAY
Bugün yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü yakın tarihimizde yatıyor. Zaten bu yüzden yakın tarihimizi öğrenmemiz, bütün gerçekleri bilmemiz, bunları açıkça tartışmamız engelleniyor. Geçmişimiz, özellikle de yakın tarihimiz, eğitimin her aşamasında sansürleniyor, çarpıtılıyor. Gerçeklerin üstü yalanlarla örtülmeye çalışılıyor. Oysa, bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın kaynağını, bu ülkede ordunun ve yargının konumunu, Atatürkçülük ideolojisiyle ‘tek parti’ ideolojisinin ilişkisini ancak yakın tarihimizi bildiğimizde açıkça görebiliriz ve düğümleri çözebiliriz. Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarihimizi, Atatürk’ü, Atatürk’ün dinle, dindarlarla, Kürtlerle olan ilişkisini, orduya, yargıya ve siyasete bakışını, yönetim anlayışını, tek adamlığını, mücadele arkadaşlarının başlarına gelenleri, İstiklal Mahkemeleri’ni konuştuk. ‘Türkiye’de Sol Akımlar’ ve geçtiğimiz günlerde dördüncü baskısı yapılan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması’ isimli kitaplarıyla Türkiye’nin yakın dönem siyasi düşünceler tarihinin araştırılmasına ve erken Cumhuriyet döneminin anlaşılmasına büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Mete Tunçay, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor.

* * *

NEŞE DÜZEL: İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?

METE TUNÇAY: Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.

M. Kemal, Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?

Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nâzırı olmak istiyor. “Ben harbiye nâzırı olmak istiyorum” diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli Mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi beklenemezdi...

M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına getirilmedi peki?

İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.

Nasıl yani?

İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor. Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, “bu belayı da al yanında götür” diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza, Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince... Bizde Cumhuriyet’i kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey de yok.

Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet var?

Afrika’da var ama... Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince... Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.

Yargı kime bağımlı oldu?

Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koşmuştu. Bakın... Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askerî diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926...

30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?

30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in başbakanı İsmet Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.

Bundan ne anlamalıyım?

Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, Başbakan İnönü de asker... Bir taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da “paşamız orgeneral olsun” diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, “askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar” diye hikâyeler anlatılıyor ya... Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.

Atatürk’ün, askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara, “Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın” dediği söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?

Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya... Atatürk oraya mareşal üniformasıyla, ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.

Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?

Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor.

Kimi seçiyorlar?

Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. “Halk, bütün gerilikleri getiriyor” diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hâlâ tartıştığımız ‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti kuranlar...

Evet... Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?

Bunlar, 19. yüzyıldaki pozitivistlerden etkilendiler. 19. yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara, “Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocukluk hikâyeleridir” duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, “bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan” dendi.

Cumhuriyet’in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni Cumhuriyet, gerçekten bir din devleti olur muydu?

Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı’dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün dinlere saygı göstermek zorundadır.

Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?

Hem evet, hem hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.

Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?

Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. “Her general, bir önceki savaşa hazırlanır” diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle... “Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!” diye Antalya’ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.

Nasıl?

Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece “Fevzi” diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.

Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine, Cumhuriyet’in genelkurmay başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?

Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: “Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.”

Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?

Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.

Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki, yargının durumu neydi?

Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “bunlar hafif akıllı adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım.

Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı Cumhuriyet’i koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?

Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince... Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden bire, “savaşa girecek olursak” diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip, ona, “Paşam bir emriniz var mı” diye sordu.

Sonuç ne oldu?

Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.

Darbe ihbarı işe yaradı mı?

Hayır. Adama inanmadılar, “iftira ediyorsun” diye adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini, ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister bunlar’ diye düşündüler.

Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?

El cevap: hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.

Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?

Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.

Bunu bilinçli mi yaptı?

Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen “Hilafet kaldırmasın” çıkardı. Düşünün... Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin kaldırılmasına “hayır” diyor.

Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?

Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.

02 Mart 2010
Laiklik Sabetaycıların Eseri!

Atatürk Hint müslümanlarından gelen 600 bin liranın 100 bin lirasını savaş için devlete ödünç verdi. Sonra bu parayı geri aldı....

Neşe Düzel
Taraf Gazetesi

“Ordunun ilericiliği, bahane. Niye daha ileride olsunlar ki toplumdan? Bütün bu laiklik, Atatürk devrimleri sözleri, halka emretmeyi sürdürmenin bahanesidir.”

“Yeraltı muhalefeti, “Abe diye konuşanlar bizi yönetiyor” diye kızıyor. Atatürk de dahil böyle konuşuyor ve Rumeliliğe karşı Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor.”

“Yalçın Küçük, “Sabetaycılık, Selanik’te hâkim oldu. Cumhuriyet’i kuran sivillerin bu Sabetaycı kökeni, laikliği belirledi” deseydi, benimsenirdi.”

* * *

İKİNCİ BÖLÜM
Ünlü siyaset bilim ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yaptığımız ve dün birinci bölümünü verdiğimiz konuşmayı, kaldığımız yerden yayımlamaya devam ediyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: ‘Milli Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi... Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu...’ dediniz. Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?

METE TUNÇAY: Mesela... Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları ‘tabii aza’ sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye olamıyorlardı. Mesela... Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı. Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı Bayram’a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile Cuma’ya denk getirildi. Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip oldu.

Dinin kullanılması ne kadar sürüyor?

Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten sonra Atatürk Ankara’ya dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip şükran duası edelim” dendiğinde de, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. Mesela... Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam milleti’ anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’ dönüştürülüyor.

İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?

Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu ama... 1922’nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir. Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı.

Bugün ciddi bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet’in iki temel kurumuna dönersek... Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?

Bizim ordunun siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu yapıyor. Aslında ordunun ne kadar laiklik ve ilericilik yanlısı olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu kesin. İlerici ve laiklik yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını sağlıyor. Zaten ordunun istediği de...

Ordunun asıl istediği nedir?

Ordunun istediği de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmek. Bütün bu laiklik ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi oluyor ordu için. Ordunun ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor. Toplumdan niye daha ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik eğitimi görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden yok. Ama Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan ettirdikten bu yana, bu ülkede atılacak adımlara hep ordu karar verdi.

Cumhuriyet kurulduğunda toplumun yapısı nasıldı?

Bugün 72,5 milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. O kitlede muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını da düşünmek lazım.

Niye?

Şunu unutmamak lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler bugünkü gibi değildi. Ankara’da cumhuriyet vardı ama Atatürk, İstanbul’a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk’ün küs olduğu bir şehirdi. 1927’ye dek Atatürk İstanbul’a gelmedi. Ancak 1 Temmuz 1927’de şehri affetti. O güne dek, İstanbul’a hep kötü gözle bakıldı.

Atatürk İstanbul’a niçin küstü?

İstanbul kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin olduğu bir yerdi. İstanbul’da bir demokrasi talebi vardı. Mesela 1923’ün son günlerinde, Halife’nin istifa edeceği lafları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halife’ye “sakın ha istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklal Mahkemesi Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.

Affediliyor mu?

Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay sonra hapisten çıkıyor ve İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu, Ankara’ya posta koymak değildir de nedir? Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumun yapısını sormuştunuz... Ona dönersek... Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de Cumhuriyet’in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli’den Anadolu’ya bir buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.

Rumelilik ve Anadoluluk ayırımı niye önemli? Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma mı var?

Olmaz olur mu? Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, “ulan, bizi, ‘abe’ diye konuşanlar idare ediyor” deniyor. Çünkü Atatürk’ün kendisi de dahil böyle konuşuyor ve ortaya bir Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet’i kuran kadro, geniş ölçüde Rumeli’de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa Kemal’in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya’ya gitmez, Rumeli’ye giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya’da görevlendirilmekti. Mustafa Kemal, Şam’a ceza olarak gönderilmişti.

Peki, çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer mi?

Rumelililer kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu’nun intikamı olarak da yorumlanabilir. Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek isimlerine bakıp, ‘dönmelik’ hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın, “Sabetaycılık, Selanik’te önemli bir gruba hâkim olmuştu. Bunlar, iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler. Bunlar, Cumhuriyet’i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet’in laikliğinin formüle edilmesinde etkili oldu” deseydi, bu sözler kabul edilebilirdi ve Yalçın, yararlı bir hipotez getirebilirdi.

Ama yapılan yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da öne sürülen tezler, Cumhuriyet’i Sabetaycıların kurduğuna kadar vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?

Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet’te sorumlu makamlara getirildiler.

Atatürk hukuk konusunda bilgili miydi?

Bir kurmay subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar biliyordu. Mesela Enver Paşa için, “yok kanun, yap kanun” denir. Her yaptığı işin bir kanuna göre yapılmasını istediği için Enver, eğer yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun yaptırırmış. Atatürk’te de böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli konuları Meclis’in onayından geçirmek gibi bir tutumu vardı. Ama şu var! Atatürk’e icazet veren kurumlar, yani onayına başvurduğu kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.

Anlamadım...

Mesela bir milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun kendisini aday göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o kurulu da, cumhurbaşkanı tayin ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir meşruiyet sistemidir bu.

Böyle bir meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti nasıl tanımlamak gerekir?

Söyle anlatayım... Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma kabul ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi olarak yorumlanıyor ya...

Demokrasiye hazırlanılmıyor muydu?

Bakın... Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır diyebilmektir. İsmet Paşa, 1938’de cumhurbaşkanı oluncaya dek, ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi niyeti yoktu. Ama 1937’de İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire başbakanlıktan kenara atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı olduğunda, İsmet paşa’nın, Atatürk’ün el atamadığı bir şeyi başarmak, onu geçmek gibi bir derdi oluştu. “Atatürk her şeyi yaptı ama demokrasiyi getiremedi, onu da ben getireceğim” dedi adeta.

Peki ordu, ‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?

Sürdürdü. Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani, ‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M. Kemal’in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M. Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece, “Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar verildi. Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.

Padişahın yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu durumda?

M. Kemal’e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil olduğunu düşünmek yanlış. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan’ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle...

Ordu, Atatürk zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor muydu?

Başta da dedim ya, Atatürk, Abdülhamit’in hatasını yapmadı. Orduyu güçlendirmedi.

Ordu Atatürk’e karşı darbe yapabilir miydi ki?

Gayet tabii yapabilirdi. Atatürk’ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz ama, muhtemelen böyle bir şeyden endişesi var. Mesela Hint Müslümanlarından gelen paralar meselesi... 1927’de Büyük Nutku söylerken, gazetecilere, “bu paraları millete vereceğim” diyor. Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası’na yatırıyor.

Daha önce ne yapıyor o paraları?

Kendi elinde tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu parayı kullanarak kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi düşünüyordu, Atatürk’ün iç âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi olabilir. Ya da Hintliler, “Hilafeti kaldırdın, bu parayı geri ver” derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk, 600 bin lira dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz’dan önce Milli Müdafaa Vekâleti’ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.

Milli Savunma Bakanlığı’na ödünç para mı vermiş Atatürk?

Savaş için ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa başbakanken ona da para yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa’nın anılarında var.

Başbakan, sadece devletten maaşını almakla kalmıyor, cumhurbaşkanından da mı para alıyor? Bir ülkenin başbakanını aşağıya çeken bir durum değil mi bu?

“Bu para yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin” diye para veriyor herhalde. Tabii, demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey bu. Atatürk’ün bir de bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa, İsmet Paşa da olsa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar’a, “Siz, başbakanlıkta devam ediniz efendim” derken, “bu iki adamı da bakanlıktan atın” diyor ve atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa’nın Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanı olması için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor. Ordu, İsmet Paşa’yı destekliyor.

Orduya bu ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk mü?

Aslında Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının yolunu sağlıyor. Ve, Atatürk’ün döneminde ordu gücünü iktidara karşı kullanmıyor. Atatürk askere, “Ya üniformayı çıkarıp siyasete girin, ya da orduda kalın” diyor.

Üniformayı çıkarıyorlar mı?

Çoğu orduda kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası, Atatürk’e karşı muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve muhalefetin kurduğu Terakki Perver Fırka’nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı çıkaranlar tasfiye ediliyor.

Takrir-i Sükûn Kanunu neydi?

Bu, dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. Şöyle anlatayım... Terakki Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk Partisi’nden çözülmeler, istifalar oluyor. M. Kemal, İsmet İnönü’nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları ürküttüğünü düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar’ı başbakan yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.

O dönemde Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet mi vardı?

Tabii. En büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve Girit’ten gelen mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye, mübadeleye hazırlıksız yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye’den gelen mübadiller için dış krediler alırken, bizimkiler, ağızları yandığı için dış borç istemiyorlar. Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?

Niye mümkün değil?

Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver’in 1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti’nde Şeyh Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.

Şeyh Sait ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt ayaklanması mıdır?

İkisi birarada bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak “yerel sıkıyönetim ilan edelim ve oraya bir miktar asker kaydırmak için bütçeye ek ödenek koyduralım” diyor. İsmet Paşa ise, “hayır bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor. İsmet Paşa’nın Şeyh Sait ayaklanmasına koyduğu teşhis bu.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlar bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle değil mi?

Çok benziyor. “İstanbul’daki aydınlar ‘demokrasi’ deyip duruyorlar. Demokrasi isterseniz, başınıza böyle ayaklanma çıkar işte” deniyor. Böylece Kürt ayaklanması, muhalefeti tasfiye etmek için bahane olarak kullanılıyor. İsmet Paşa’nın arzusu üzerine, 1925 mart başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.

Ne kadar sürüyor?

Kanun iki seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929’da kaldırıldı. Bu kanun, hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz yetkiler verdi. Hükümet her örgütü kapatabiliyor, her yayını yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan kaldırabiliyordu.

Takrir-i Sükûn döneminde neler yaşandı?

Meclis biri Diyarbakır’da, diğeri Ankara’da iki tane İstiklal Mahkemesi kurdu. Ankara’dakinin yetki alanı bütün Türkiye oldu.

Ayaklanma Doğu’da olmuyor mu? Niye Ankara’da da mahkeme kuruluyor?

Eee, başka yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak, Ahmet Emin Yalman’a varıncaya kadar, İstanbul’un belli başlı bütün gazetecilerini toplayıp isyan bölgesine gönderiyorlar. “Demokrasi ve özgürlük isteyerek, Şeyh Sait ayaklanmasını dolaylı olarak desteklediler” diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu kanun, sadece muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm noktasıdır. Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir kırılmadır. Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?

Okuyucu yorumları

İktidar gafildir.
metin kocakurt
"Tarihin asırlar zarfında meydana getirdiği şeyi emirnamelerle değiştirmek isteyen iktidar sahipleri gafildir." (Gustave Le Bon) "Bence en mühim şey, Cumhuriyetin iyi bir şey olduğunu ekseriyet anlatmak ve cumhuriyeti hakiki cumhuriyetperverlerle tutmaktır. Riyakarlarla değil. Riyakarlar kuvvetinin ismi ne olursa olsun alkışlayanlar bedbahtlardır. (Kazım Karbekir) "Müstebit zalimleri tard edenmillet değil de fertlerse yeni bir zulme o millet yine boyun eğecektir." K.K
02 Mart 2010 Salı 22:19
dini reform
metin kocakurt
M.Kemal,Ülkenin siyasi yapısını değiştirmek, halkı uyandırıp onun Fransız İhtilali ile doğan ve şimdi Batı Avrupa'nın bir çok ülkesinde gelişen milli egemenlik kavramıyla ilgilenmesini sağlamak istiyordu.Böyle bir değişikliğin pek çabuk olamıyacağını biliyordu.Nedeni İslam diniydi.Dini güçler demokrasinin yerleşmesine karşı koyacaklardı.Onun için, M.Kemal siyasi reformu her şeyden önce dini reform olarak görüyordu.(Lord Kınross-ATATÜRK-Sa:66
02 Mart 2010 Salı 21:59
http://www.aktifhaber.com/news_view_comment.php?id=274879
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Mar 04, 2010 12:12 am    Mesaj konusu: Oğlunun Biri Asılacak Sen Seç Alıntıyla Cevap Gönder

03 Mart 2010
Oğlunun Biri Asılacak Sen Seç
Prof. Mete Tunçay'dan İstiklal Mahkemesi gerçeğini anlatan çorpıcı örnek: Babayı perişan eden soru: "Biri asılacak biri askere gidecek. Hangisini asalım , sen seç"

Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'in ünlü tarihçi Profesör Dr. Mete Tunçay'la yaptığı söyleşinin üçüncü bölümünde Cumhuriyet'in kuruluşunda yaşanan birbirinden ilgi çekici olaylara yer verildi.

Cumhuriyet dönemi İstiklal Mahkemeleri'nin dehşet saçtığını anlatan Prof. Tunçay, o dönemde "biri eski bakan,iki İtihatçı mahkum oldular. Halkın içine mahkum olarak çıkamayız deyip karara itiraz edince tekrar yargılanıp asıldılar" diye konuştu.

Tunçay'dan bir başka ürpertici örnek: İstiklal Mahkemesi iki asker kaçağı kardeşi yargılıyor. Babaya 'Biri asılacak, biri askere gidecek. Hangisini asalım, seç' diyor...

İşte Düzel'in Tunçay'la yaptığı röportajın üçüncü bölümünün tam metni:

Takrir-i Sükun Kanunu, Cumhuriyet’te neyin bitişidir ve neyin başlangıcıdır?

Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim 1923 sembolik olarak tabii önemlidir ama… Cumhuriyetin ilanının bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ama Takrir-i Sükun’un üç gün öncesiyle üç gün sonrası arasında dehşet bir fark vardır.

Takrir-i Sükun’un öncesiyle sonrası arasında ne fark var?

Bu kanunun uygulanmasıyla her şey, bütün hayat değişiyor. Cumhuriyetin kimliği belirleniyor. Meclistekiler kuzu gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükun öncesinde daha özgürlükçü olan cumhuriyet, Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra diktatöryal bir cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapabilen bir basın varken, gazeteciler Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor. Hatta o sırada genç bir politikacı olan Avni Doğan’a da savcılık görevi düşüyor. Avni Doğan, İçişleri Bakanı’na mektup yazıyor. Ben o mektubu Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk Merkezi’nde buldum ve kitabımda kullandım.

İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne diyor?

İçişleri Bakanı’na özetle şunu diyor. ‘İsmet Paşa bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyordu. Ama Atatürk’ten başka bir haber geldi. . Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor. Maalesef aramızdan bazıları sanıklara bunu açıkladı. Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan. ‘Ne söylerseniz onu yapacağım ben’ diyor. Ve, Atatürk’ün istediği oluyor. Gazeteciler özür dileme telgrafı çekiyorlar ve affediliyorlar. Bizde cumhuriyet lafı, demokrasiyle birlikte düşünülür ya.... İşte bu doğru değildir. Cumhuriyet sadece devlet başkanlığının, saltanatın babadan oğula geçmediği bir sistemdir. İyi ki Atatürk’ün çocuğu yoktu...

Cumhuriyetin kuruluşundaki İstiklal Mahkemeleri tam olarak ne tür mahkemelerdi?

Milli Mücadele sırasında asker kaçaklığını önlemek için milletvekillerinden kurulan mahkemelerdi önce bunlar. Yakaladıklarına bazen sopa atar bazen de ibret-i alem olsun diye bir, ikisini asarlardı. Takrir-i Sükun’dan sonra kurulan İstiklal mahkemeleri ise tam bir felaket oldu. Cumhuriyet devrimlerini ilan etme cesareti zaten bu mahkemeler kurulunca gösterildi. İşe, şapkayla başlandı. Rakamlar, saat, alfabe değiştirildi.

Şapka nedeniyle çok kişi asıldı mı?

Türkiye’nin her yerinden 20-30 kişi asıldı. 1926 yılına gelindiğinde… İzmir’de Atatürk’e suikast teşebbüsü ortaya çıkarıldı. kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy dahil olmak üzere muhalefet tutuklandı. Mahkeme Başkanı, Karabekir’i serbest bıraktıran Başbakan İsmet Paşa’nın bile tutuklanmasına karar verdi. Atatürk araya girdi de İnönü kurtuldu. İstiklal Mahkemeleri’nde korkunç şeyler yaşandı.

Atatürk’ün haberi olmadan İsmet Paşa tutuklanabilir mi?

Haberi olmadan olmaz tabii.

İstiklal Mahkemeleri’nde neler yaşanıyor peki?

Mesela biri bakanlık yapmış olan iki İttihatçı sanık on beş yıla mahkum oluyorlar. ‘Biz memleketin içine sanık ve mahkum olarak çıkamayız. Mahkumiyet kararına itiraz edelim’ diyorlar. İtiraz üzerine yargılama yenileniyor ve bunlar bu kez idama mahkum edilip asılıyorlar. Kısacası bu süreç, İttihat Terakki’nin hesabını görme sürecidir. O sırada yurt dışında olan Rauf Orbay da Atatürk’e suikast girişiminden on yıla mahkum oluyor. Ülkeye Atatürk’ün vefatından sonra dönüyor. İsmet Paşa bütün bu eski muhalifleri topluyor ve Rauf Bey Londra sefiri, Kazım Karabekir de tekrar milletvekili ve Meclis Başkanı oluyor.

Halk, İstiklal Mahkemeleri hakkında neler düşünüyordu?

Herhalde halk dehşet duyuyordu.

İstiklal Mahkemeleri hakkında fikirlerini söyleyebiliyorlar mıydı?

Hayır söyleyemiyorlardı. İstiklal Mahkemeleri’nin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi ‘zulüm’ denebilecek icraatları var. Hoca, ‘Frenk Taklitçiliği ve Şapka’ isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar. Mesela… Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, ‘oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç’ diyor.

Hangi evladın idam edileceği kararını babaya mı verdiriyorlar?

Evet. Adamın bayıldığı anlatılıyor.

Atatürk’ün en çok çekindiği kişi kim?

Karabekir’den de, Orbay’dan da çekineceğini sanmıyorum.

O zaman niye muhalefeti bu kadar sert bir biçimde tasfiye ediyor?

Onların arkasındaki halktan çekindi. Terakki Perver Fırka’nın tüzüğünde, ‘bizim partimiz efkar ve itikat-ı diniye saygılıdır’ diye bir laf vardı. Bu, irticaya destek olarak gösterildi ama Terakki Perver Fırka aslında liberal bir hareketti. Kazım Karabekir, bazen Cuma’ya gidiyor olsa da, M.Kemal kadar Batı’ya açık biriydi. Cebesoy, kendisiyle ilgili Nutuk’ta anlatılanları yalanlar.

Atatürk, Nutuk’ta Cebesoy için ne diyor?

‘Ankara istasyonuna omuzunda flintayla çeteci kılığıyla geldi. Koca cephe komutanı Çerkez Ethem’in maiyetine girmiş gibiydi’ diyor. Cebesoy, Atatürk’ün ölümünden sonra yayınladığı anılarında, ‘Bu tamamen yalan. Beni Moskova’ya niye sürdüler biliyor musunuz? Kazım Karabekir Paşa’yla ben, Milli Mücadele için İstanbul’a karşı Doğu’da mücadele etme azmindeydik. M. Kemal ise İstanbul’la ilişkileri yumuşak olan İsmet Paşa’yı ve Fevzi Çakmak’ı kullanmayı tercih etti. Biz olduğumuz sürece M. Kemal İstanbul’la uzlaşamazdı’ diyor.

Sizce bunlar gerçek mi?

Ben bu iddiayı inanılır buldum. Kazım Karabekir kendi anılarında, Cebesoy kadar ileri gitmedi. O, Atatürk için sadece, ‘Onu, Sakarya’da mareşal yaptılar. Aslında o, Sakarya’da ‘çekilme’ emri vermişti. Fevzi Paşa, çekilmeyi erteletti ve sabaha Yunanlılar çekildi. Bizimki mareşal oldu’ diyor.

Bazıları Nutuk’a, tartışılmaz, mutlak bir metin gibi bakıyor. Niye sizce?

Nutuk, ne yazık ki 1919-1938 dönemine bir temel çerçeve getirdi. Bu çok sakıncalı şey. Nutuk’a inanacak olursak, Karabekir nankör ve hain biri. Halbuki Karabekir, ‘Milli mücadelenin ilk zaferi, Doğu’da benim sağladığım zaferdir’ diye yırtınıyor. Ama Nutuk’ta Milli Mücadele sanki Birinci ve İkinci İnönü’yle başlıyor.

Ordu, Atatürkçü bir kurum ve herkesin de Atatürkçü olmasını istiyor. Atatürkçülük nedir?

Atatürkçülük, toplumun Batı’daki gibi bir toplum olması için, modernleşmesi için gerekirse toplumun zorlanmasını savunan bir anlayıştır. Çünkü doğrunun ve iyinin ne olduğunu onlar bilirler. Mesela başı örtmek geriliktir. Onun için başı örtmeyeceksin ve başı örtülü karısı olanı orduda tutmayacaksın. Atatürkçülüğe göre, dini gizli yaşayabilirsin ama ibadetini görünür hale getirmeyeceksin. Cumaya gitmeyeceksin. Namazını evinde kılacaksın. Düşünün… İsmet Paşa öldükten sonra, onun mütedeyyin bir tarafının olduğu anlaşıldı. İsmet paşa dini, hiç kullanmadı. Bir yere gittiğinde, ‘Biraz Allah’tan, Peygamber’den bahset denildiğinde, ‘Allahaısmarladık diyeceğiz ya’ dedi.

Atatürk, cumhuriyeti bir tek parti rejimi olarak kurdu. Tek parti rejimi ile Atatürkçülük arasında nasıl bir bağ var?

Aynı şey. Bulgaristan’da, ‘Dimitrov, Bulgaristan’ın yetiştirdiği en büyük adamlardan biridir’ diye yazıyordu. Tarihçi arkadaşıma, ‘Bizde olsa hemen ‘en’ kelimesi kullanılır. Siz neden en büyük demediniz?’ diye sordum. ‘Olmaz’ dedi. ‘Dimitrov’a en büyük demekle, bu Jivkov eşeğin biridir mi demek istiyorsun?’ dedi. Bu cevabı, bana müthiş bir aydınlanma oldu.

Nasıl bir aydınlanma?

Çünkü sonradan gördüm ki, Atatürk’ün büyüklüğü, İsmet Paşa’ya muhalefet olarak ortaya atılıyor ilk defa. İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olunca, doğal olarak paraya pula kendi resmini koyduruyor. Muhalifler, ‘Atatürk büyüktü sana ne oluyor?’ demeye başlıyorlar. ‘Atatürk büyüktü’ demek, ‘sen büyük değilsin’ demek oluyor. Bir süre sonra İsmet Paşa ve Halk Partisi uyanıyor ve ‘tabii Atatürk büyük ve bizim partimizi o kurdu’ diyorlar. Böylece bir açık artırma ve Kemalizm ululaması başlıyor.

Atatürkçülük’de demokrasi, insan hakları yok. Bugün Atatürkçülük dediğimizde ‘demokrasisiz’ bir yapıdan mı söz ediyoruz?

Evet.

Atatürk’ün kurduğu ‘tek parti’ rejimini ordu bugün hala savunuyor mu?

Resmen savunmuyor ama… Orduda, ana muhalefette ve yüksek bürokraside paylaşılan bir anlayış bu. Kökeni ne olursa olsun, ister din eğitimi almış, İmam Hatip’i bitirmiş olsun, ister din eğitimi almamış olsun, üniversiteye hak edenin girmesi gerekir. Ama İmam Hatipliler daha çalışkan çocuklar diye korkuyorlar ve onları bastırmak istiyorlar. Ülkedeki hakimiyetlerini sürdürmek için de, ‘biz kontrol etmezsek, dinciler her şeyi değiştirir’ diyorlar.

Ordu, Atatürk’ün ölümünden sonra onun bazı konuşmalarını sansür etti mi?

Meclis’te yapılan konuşmalar örtülemezdi ama en azından bazıları öne çıkarılmadı. Mesela Milli Mücadele’nin İslam milletinin mücadelesi olduğu gibi sözlerini öne çıkarmadılar. Aslında çok ilginç bir şey var ve bunun üzerine hiç gidilmedi. 1940 yılına kadar Halk Partisi’nin Güneydoğu’da teşkilatı yoktu.

Bugün de milletvekili yok… CHP Doğu’da niye örgütlenmedi?

Başlangıçta Urfa teşkilatı varmış ve kapatılmış. Düşünün, ülkede tek parti var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş milletvekili yapılmış. Adam Muş’u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis’e Kürtler gelecek.

Atatürk Kürtlere özerklik vermekten ne zaman vazgeçiyor?

Atatürk, Kürtlere, mahalli muhtariyet vermekten söz ediyor. Kendisinin yeteri kadar güçlü olduğunu anlayınca, bundan vazgeçiyor. Mesela Atatürk’e, ‘Doğu’ya okul mu yapalım, yol mu’ diye soruyorlar. ‘Yol yapın, ordu girebilsin’ diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu’ya. Atatürk, Doğu’da bir hayli bulunmuş. Diyarbakır’da evi var. Kürtleri yakından tanıyor. Mustafa Kemal’in özelliği ne diye hep düşünmüşümdür.

Özelliği nedir sizce?

1919’da Samsun’a indiğinde böbrek sancıları tutuyor ve Havza’da kaplıcalara gidip bir ay kalıyor. O sırada ‘memleketin sahiplerine’ mektup yazıyor. Mustafa Kemal, kimin, memleketin sahibi olduğunu biliyor. Doğu’daki Kürt beyleri, şeyhler de var mektup yazdıkları arasında. ‘Efendi hazretleri sizinle şurada teşerrüf etmiştik. Ben o hatırayı hep zihnimde taşıyorum’ türünden mektuplar yazıyor.

Yani…

Bu memleketi hareket ettirecek manivelalar kimlerin elinde Mustafa Kemal biliyor. Onun bu memlekete hakim olması şaşırtıcı değil. Hangi ipi çekeceğini biliyor o. M. Kemal, bir taraftan da dehşet küstah biri. Fikrinizi sorup, özgür cevap verdiğinizde hakaret ediyor. Ancak ona boyun eğenlere yaşam hakkı tanıyor.

İsmet paşa boyun eğdi mi?

Herhalde. Eğmediği zaman başbakanlıktan atıldı.

İsmet Paşa’nın orduyla ilişkileri neydi?

O da ilginç. Bir, iki yıl önce çıkan güncesini okurken biraz da irkildim. Büyük Taarruz’u yazıyor ve kendisinin neler yaptığını anlatıyor. Cephe komutanı adam. Biz, bunu o kadar Atatürk’e mal etmeye alışmışsız ki… Aslında Atatürk, Nutuk’ta 19 Mayıs öncesini hiç anlatmıyor. Atatürk’ün Sadrazam İzzet Paşa’nın kabinesinde bakan olmak istediği dönem bu.

Atatürk’ün iki yönü var. Bir siyasetçi, bir de asker yönü değil mi?

Evet ama, siyasette de asker gibi davranıyor, önce karşısındakini bölmeye çalışıyor. Karşısındaki cepheyi bölüp, bir kısmını esir alıyor, öbür kısmını da ortadan kaldırıyor. Mesela sol muhalefete karşı bunu yapıyor. Yeşil Ordu diye bir cemiyet kuruluyor. Atatürk Yeşil Ordu’yu bilmediğini söylüyor ama doğru değil. Bunu başından beri biliyor. Yeşil Ordu’cuların bazılarına, ‘bırakın bu Yeşil Ordu’yu, siz düpedüz komünist olun’ diyor. Türkiye’de Büyük Millet Meclisi döneminde 17 Ekim 1920’de ilk kurulan parti Türkiye Komünist Fırkası’dır. Yeşil Ordu’yu önce bölüyor, sonra yok ediyor.

Bu ülkede asla kaldırılmayan, memurların dokunulmazlığını sağlayan bir ‘geçici’ yasa vardır. Bu cumhuriyetin koyduğu bir yasa mıydı yoksa Osmanlı’dan kalma bir yasa mıydı?

Osmanlı’dan kalma bir yasadır bu.

Neden memurlar, hukukun dokunamayacağı bir konumda tutuldu?

Geleneksel yönetimin gereği olmalı bu. Bugün modernlikten bahsederken, çağdaş demokrasinin temel ihtiyacı olarak, ‘şeffaflığı ve hesap verebilirliği’ öne çıkarıyoruz. Ordu için bu çok zordu.

Devlet görevlilerin işlediği bilinen ama bu suçlardan yargılanmadığı olaylar oldu mu?

Atatürk’ün son zamanlarında yaverliğini yapan biri vardı. İstanbul’da metresini öldürdü. Deli raporuyla serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra da milletvekili seçildi. Bundan daha iyi örnek olur mu?

Bugünkü devlet ve hukuk anlayışımızla cumhuriyetin kuruluşundaki anlayışlarımız arasında farklar var mı?

Cumhuriyet’in kuruluşunu, hep bitmiş tükenmiş, işgal altına girmiş bir ülkenin ayağa kalkması diye düşünmek lazım ama… Atatürk’ün zamanında da liberalizm olabilirdi. Tam tersi, Osmanlı Meşrutiyeti’nin ve Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin havasından ve o kavramlardan geriye gidildi. Kürt isyanı falan bahane edildi. Şunu bilmek lazım. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’ndakiler mürteci değillerdi. O fırka sürdürülebilirdi. Ama çok kötü bir sistem olan terk parti sistemi tercih edildi. Zaman zaman bu sıkıntıyı Atatürk de hissetti.

Neyi Hissetti?

1930’da Fethi Okyar’a ‘benim gençliğim Abdülhamit istibdadına karşı mücadeleyle geçti. Şu hale bak. Bugün gözümü kapatacak olsam, arkamda bırakacağım şey bir diktatörlük manzarası’ dedi.

‘Başka türlü olamazdı’ deniliyor. Olamaz mıydı?

Biraz daha cesur davranabilseydi... Halktan korkmasaydı, olabilirdi. Ama halkın geri olduğunu düşünüyor.

Halktan korkuyor mu?

Karışık bir duygu içinde. Herhalde hem hakir görüyor, kızıyor, hem de endişe ediyor. Mayıs 1919’da Kaplıca’dayken tuttuğu defterde, ‘Ben bu kadar okumuş yazmış, yüksek fikirlere erişmiş bir adamım. Şimdi kendimi halkın derekesine mi indireceğim? Yok… Yapmam gereken şey, halkı benim seviyeme getirmek’ diyor. Halkı kendi seviyesine getirmek, o kadar kolay yapılacak bir şey değil. Bunu yaptığında, diktatörlük falan oluyor işte o zaman. Ama şunu da söylemek gerekir. M.Kemal’in hakikaten büyük bir prestiji var toplum üzerinde. Sürekli dayak yemiş bir toplum, ilk defa zafer kazanmış bir komutanı çok seviyor. Toplum ona tapıyor.
aktifhaber

Dün De Bugün De!!
Mesut Akgül
20 Mart 2010

Ermeniler Siyonistlerin kurbanı, Türkiye günah keçisi;

Görmemek, göstermemek için ısrarla özel çaba harcamayanlar için tüm gerçeklik olanca çıplaklığıyla boncuk gibi ortada, gözler önünde duruyor; hiçbir alet ve vasıtaya gerek olmadan çıplak gözle net görülüyor; yeter ki görülmek istensin…

Öyle ki; “basının amiral gemisi” Hürriyet’in Başyazarı Oktay Ekşi bile saklanamayan bu gerçekliği hiç yadsımadan -İsrail’e hizmet etmek amacıyla çarpıtarak da olsa- pat diye köşesine koyup kör, kör parmağım gözlerine pervasızlığı içerisinde şu sözlerle adeta herkesin gözüne soktu:

“Daha açık konuşalım: Dış İlişkiler Komitesi'nin Yahudi kökenli Başkanı Howard Berman'ın gayretlerine, aslında Türkiye hakkında olumlu değerlendirmeleriyle bilinen Komite Raportörü Yahudi kökenli Alan Makovsky'nin tutumuna, Komitedeki Yahudi kökenli 7 üyenin hepsinin de ‘Evet, Türkler soykırım yapmıştır.’ yönünde oy kullanmalarına... Ve ABD'deki güçlü Yahudi örgütlerinin bu defa ‘ne haliniz varsa görün’ dercesine Türk tezini sahipsiz bırakmasına bakınca gerçek ortaya çıkıyor:

Geçen yılki meşhur ‘Davos’ zaferimiz(!) vardı ya... Hani Başbakan Tayyip Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı'na yedi cihanın gözü önünde, ‘Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz!’ diyerek terk ettiği Dünya Ekonomik Forumu toplantısı... İşte o skandalın bedelini ödedik.”

“En son Haber. Com” İnternet Sitesinin alıntılayarak “Birileri Oktay Ekşi’ye İsrail Ha’aretz Gazetesi Başyazarı olmadığını söylemeli” şeklinde değerlendirdiği yazı, sözde Ermeni soykırım tasarısının ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonunda 1 oy farkla kabul edilmesini işte böyle izah ediyor!

Evet, işte böyle; bu kadar! Demek ki, Millî Görüş’ü her taşın altında Yahudi aramakla suçlayıp dünyadaki her işe Siyonistlerin mutlaka karıştığına ilişkin söylemlerine komplo teorisi diyenler, şimdiye kadar bu gerçekliği bile bile göz ardı edip insanları yanıltmaya çalışıyorlarmış.

Olayı değerlendiren Başbakan Erdoğan kararın oylamasında yapılan katakulliler nedeniyle tam bir komedi oynandı derken; amacına ilişkin olarak da “Bu karar ABD’ye mi; Ermenistan’a mı yaradı” diye sordu.

Açıkça belirtilmese de bu sorunun zımnen göndermede bulunduğu tartışmasız cevabı “Bu karar ne ABD’ye, ne de Ermenistan’a yaradı; aksine her iki ülkeye zarar verdi. Eğer gözetilen bir yararı varsa sadece İsrail için söz konusudur” şeklindedir.

Keza Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da “Kararın oylanmasında sonucun Türkiye aleyhine çıkması için Yahudi Lobisinin oynadığı belirleyici role ilişkin ne düşünüyorsunuz” şeklindeki bir soruya cevap verirken “Olayı bir Yahudi meselesi haline getirmek istemiyoruz” deyip alakası yok demeyerek yine İsrail faktörünü zımnen kabul etti.

Başbakan’ın yaptığı gönderme ve Dışişleri Bakanının bu gerçekliği yadsımayan ifadeleri Türkiye’nin Yahudi Lobisinin bu tutumunu İsrail hesabına not ettiğini gösteriyor. Geri çekilen ABD büyükelçimiz olsa da faturanın İsrail’e yazıldığı belirgin şekilde hissettirilmiştir.

Ama asıl mesele şudur: Peki, Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’i azarlayıp hakaret etmesinin karşılığı neden İsrail Parlamentosu Kneset tarafından değil de ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonunda veriliyor?

Oysa İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez Davos Platformunda uğradığı o hakaretlerden 10 dakika kadar sonra Başbakan Erdoğan’dan özür dilemiş ve bu dünya kamuoyuna canlı yayın sırasında duyurulmuştu!

Daha sonra da misilleme niteliğinde bazı yetkililerce verilen karşılıklar nedeniyle İsrail her seferinde özür diledi. ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu ABD’nin çıkarlarını ihlal edip Türkiye-Ermenistan ilişkilerine zarar veren bu kararı sadece İsrail çıkarlarını gözeterek 22’ye karşı 23 oyla almıştır. Başkan Obama ve Dışişleri Bakanı Clinton’ın çabaları etkisiz kalmıştır. Ancak tabii, Türkiye resmen İsrail’i değil ABD yönetimini sorumlu tutmuştur.

Hep şunu deriz: YAHUDİ, SAVUNAMAYACAĞI KİRLİ İŞLERİ DAİMA BAŞKALARININ ARKASINA SAKLANARAK, ONLARIN KİMLİĞİ İLE YAPAR. DÜŞMANINA DOĞRUDAN DEĞİL BAŞKASI ÜZERİNDEN ZARAR VERİR. GELECEK TEPKİLERİ TEK BAŞINA GÖĞÜSLEMEK YERİNE BİRLİKTE KARŞILAYACAK PARAVAN ORTAKLAR BULUR.

İsrail, Başbakan Erdoğan’ın rahatsız olduğu açıklamalarına ve Türkiye’nin izlemeye başladığı bağımsız politikalarla çıkarlarına zarar veren yaklaşımlarına doğrudan kendisi karşılık vermek yerine ABD ve Avrupa Birliği üzerinden dolaylı cevap vermeyi yeğlemektedir. Böylece ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini bozarak Türkiye karşısında kendine zorunlu müttefikler haline getirmeye çalışmaktadır.

İsrail, ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri yönetimleri nezdinde büyük desteğe sahip olsa bile uzun vadede bu desteğini yitirmemek için kamuoylarını da etkileyecek şekilde Türkiye ile aralarını bozmak amacıyla her fırsatı sonuna kadar değerlendirmektedir.

Ayrıca bir de Türkiye’yi, ABD ve Avrupa Birliği yönetimlerini kullanarak vesayeti altına alıp hiçbir konuda İsrail’i aşarak bu ülkelerle doğrudan ilişkiler kurmasın diye kendine mahkûm etmeye, ipotek altına almaya çalışmaktadır.

Bugün Ermeni diasporası üzerinden soykırım iddiasını sürekli gündeme getirip kullanarak Türkiye’nin Ermenistan ile arasını bozmaya, Batı ile ilişkilerini vesayet altına almaya, böylece İsrail hesabına kazanımlar sağlamaya çalışan Dünya Siyonizm’inden başkası değildir. Bu bugün böyle olduğu gibi dün de böyleydi.

Haydi, soykırım demeyelim ama Tehcir olayı da ta başından beri tamamen Siyonistlerin tezgâhladığı, Ermenilerin kurban edilip Türkiye’nin günah keçisi yapıldığı, kitlesel katliamlara yol açan, her türlü kötülüğün örgütlendiği bir planlı, programlı tarihi operasyondur.

Ermeni Tehciri sadece, Selanik ve Balkanlardan Müslüman diye göç ettirilip Anadolu’ya getirilen Sabetayist Yahudilerin kurucu unsur olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni bir gizli Yahudi devleti olarak inşa etmeleri amacına hizmet etmiştir.

Buna karşın Tehcir nedeniyle ortaya çıkan kargaşa ve çatışmalardan, olumsuzluklardanmeniler ve Rumlar bütün bu toplumsal trajedileri, büyük dramları yaşarken; Dünya Siyonizm’inin sağladığı uluslar arası konjonktür ve baskı nedeniyle başta düveli muazzama olmak üzere diğer bütün Hıristiyan Avrupa ülkeleri seyirci kalıp hiçbir şekilde seslerini çıkartmamışlardır!

Osmanlı Devleti’nin en zayıf döneminde Anadolu’daki bu iki kadim Hıristiyan azınlığa karşı uygulanan sürgün ve arındırma operasyonlarına Hıristiyan Dünyasının bu şekilde göz yumup izin vermesi Dünya Siyonizm’i faktörü dışında başka türlü nasıl izah edilebilir?

Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın, hangi dezenformasyonlara başvurursa vursun, ne tür komplolarla yaşanan tarihi farklı mecralara sürükleyip başka türlü göstermeye çalışırsa çalışsın; Ermeni Tehciri ve Rum Mübadelesinin, Dünya Siyonizm’inin, Osmanlı Devleti’ni tasfiye edip Türkiye Cumhuriyeti’ni bir örtülü Yahudi Devleti olarak kurma amacına yönelik yaptığı planın bir parçası olarak programladığı ve gerçekleştirildiği realitesi asla değiştirilemez.

Bir kere Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran çekirdek kadronun, İngilizler İstanbul’u işgal ederken merkezi Ankara’da kurulacak devletin sınırlarını ve niteliklerini bildikleri bugün belgeleriyle ortaya çıkmış bulunan bir tarihi gerçekliktir.

Sabetayist Yahudi unsurların, Osmanlı yönetimindeki toplumlar içerisinde son derece etkin konumlara sahip bulunan Anadolu’daki en kadim iki Hıristiyan azınlık olan rakip konumundaki Rum ve Ermeni toplumlarından bir şekilde kurtulmadan kurucu irade olarak yeni devlete sahip olmaları asla mümkün olamazdı.

Çünkü ileride her sahada ortaya çıkması kaçınılmaz rekabet ve ihtilaflar nedeniyle Rum ve Ermeni topluluklarının, Sabetayist Yahudiler karşısında Hıristiyan unsurlar olarak Batılı Toplumlar tarafından sahiplenilip himaye görmeleri ihtimali büyüktü. Ayrıca Ortodoks olmaları nedeniyle Rusya’dan da himaye ve destek görmeleri söz konusuydu.

İşte Dünya Siyonizm’i bütün bu kaçınılmaz handikapları ortadan kaldırmak için Anadolu’yu bu iki etkin Hıristiyan azınlıktan arındırıp Sabetayist Yahudi toplumu için kılçıksız bir ülke, sorunsuz bir rejim oluşturmak durumundaydı. Üstelik devam eden 1.Dünya Savaşının sağladığı elverişli bir konjonktür, her türlü bahane ve gerekçe de söz konusu iken bu fırsat kaçırılır gibi değildi.

Sabetayist Yahudi unsurların, her zaman dış destek bulabilecek rakip Ermeni ve Rum azınlıklardan kurtulduktan sonra geriye kalan ezici Müslüman çoğunluğu kolay zapturapt altına alabilecekleri düşünülüyordu. Çünkü Osmanlı Devleti dağıtıldıktan sonra bütün İslam Âlemi işgal altına alınacak ve Anadolu Müslümanları sahipsiz ve yardımsız kalacaklardı. Nitekim öyle de oldu.

Başsız ve sahipsiz bırakılan Müslüman Anadolu halkını devlet yönetiminden, siyasetten, ekonomiden, sosyal, toplumsal ve kültürel hayattan soyutlayıp kırsal alana mahkûm etmek; fakir, cahil, köylü, kültürsüz bir toplum haline getirmek, dininden uzaklaştırarak asimile edip sindirmek ve paryalaştırmak zor olmadı. Bütün bunlar Lozan Konferansı sırasında İsmet İnönü’ye danışmanlık yapan Mısırlı Haham Haim Nahum doktrini uygulanarak gerçekleştirildi.

Müslüman Anadolu halkı üzerinde her türlü ayırım, dışlama, baskı, dayatma ile sistematik asimilasyon uygulamaların yürütüldüğünü, Millî Selamet Partisi’nin 1973 Genel Seçiminde 1milyon 200 bin oy alarak 52 parlamenter çıkarmasını değerlendiren 2.Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Bir bakıma iyi oldu; 50 yıl sonra kaç kişi kaldıklarını öğrenmiş olduk” sözleriyle itiraf ediyordu.

Cumhuriyet’in 23 Ekim 1923’te ilan edilmesinden itibaren Millî Görüş’ün ikinci partisinin ilk kez girdiği 14 Ekim 1973 Genel seçimine kadar geçen 50 yılda Müslümanlara uygulanmadık baskı, zulüm, sindirme ve yok edip kökünü kazıma yöntemi bırakılmadı. Buna rağmen halen ülkede kaç Müslüman’ın dini bilincini muhafaza edebildiğinin tüm siyasi hayatını buna adamış bulunan İsmet İnönü için merak konusu olması normaldi.

İsmet İnönü, merak ettiği sonucu öğrendikten sonra o yıl vefat etti. Artık gözleri açık mı gitti; yoksa muradına ermiş olarak mı hayata veda etti bilinmez.

Ermeni Tehciri ve Rum Mübadelesinin Sabetayist Yahudi unsurların kurucu unsur olarak Türkiye’yi bir Tekelistan haline getirdikleri gerçekliğini teyit eden gelişmeler daha sonra da devam etmiştir. Çünkü Anadolu’nun Tehcir ve Mübadele ile Rum ve Ermeni azınlıklardan arındırılmasına karşın İstanbul’da hala hatırı sayılır bir Ermeni ve Rum nüfus vardı.

İstanbul’daki Rum ve Ermeni nüfusu da göçe zorlayıp Sabetayist Yahudi Toplumu için tam bir Tekelistan oluşturmak için İsmet İnönü döneminde yalnızca azınlıklara yönelik Varlık Vergisi diye bir özel vergi getirildi. Düşünün, bir insanlık suçu olan bu ayırımcılığa da yine ABD ve Avrupa ülkeleri yönetimleri göz yumup görmezden geldiler!

Spesifik olarak azınlıklara getirilen Varlık Vergisi Yasası Rumları, Ermenileri, bir de açık kimlikli Yahudileri kapsıyordu. Sabetayist Yahudiler ise Müslüman sayıldıkları için kapsam alanına girmiyorlardı. Böylece Rumlar ve Ermeniler göçe zorlanıp Türkiye bu iki azınlıktan tamamen arındırılırken açık kimlikli Yahudiler de Dünya Siyonizm’inin öteden beri yürütmekte olduğu İsrail’e göç planı çerçevesinde Türkiye’yi terk etmeye zorlanıyorlardı.

Dünya Siyonizm’i Türkiye’deki bu bir insanlık suçu olan Varlık Vergisi Yasasına destek verdiği için medeni (!) Batı Dünyası göz yumup gıkını bile çıkaramıyordu!

Sabetayist Yahudi unsurların yönetimindeki Türkiye’yi Ermeni ve Rum iki azınlıktan arındırmak için yapılanlar bu kadarla da kalmadı. Dahası yapıldı. İnönü’den sonra Demokrat Parti iktidarında ise 6-7 Eylül olayları diye bilinen, Rum ve Ermeni halkına karşı resmen devlet eliyle başlatılan yağma, talan ve çapul hareketi de Tehcir, Mübadele ve Varlık Vergisi Yasası uygulamasına rağmen hala yerlerini yurtlarını terk etmeyen bu iki azınlık mensuplarını göçe zorlamaya yönelik tertiplenen operasyonlardı.

İlginçtir, daha 1955 yılında resmen devlet tarafından planlı ve organize şekilde yürütülen bu insanlık dışı operasyonlar da sözde medeni Batı Dünyasında en ufak bir tepkiye yol açmıyordu. Çünkü tüm bu insanlık dışı ahlaksız uygulamalar Siyonist plan çerçevesinde yürütülüyordu.

Aman Allah’ım; Siyonizm nelere kadirdi!

Evet, 1915 yılında Ermeniler Tehcire tabi tutularak Anadolu’dan sökülüp sürülürken uygar (!) Batı Dünyası gıkını çıkarmazken; şimdi bir asır sonra adına soykırım diyerek Türkiye’yi bir kaşık suda boğmak için fırtınalar koparıyor!

Bunu yaparken yine, İsmet İnönü’nün CHP iktidarında bir insanlık suçu işleyerek spesifik olarak azınlıklara yönelik çıkardığı Varlık Vergisi Yasasının hesabını soran yok. Keza Demokrat Parti iktidarında azınlıklara yönelik devlet eliyle planlı ve organize yürütülen çapul, yağma, talan için de herhangi bir hesap sorulmuyor…

…Ve çok önemli bir hususa daha dikkatleri çekmek istiyoruz: Sözde Ermeni soykırım iddiaları ne zaman dünya gündeminde yer almaya başladı; hiç düşündünüz mü?

ABD tarafından planlandığı ve yürürlüğe konduğu artık Mısır’daki sağır Sultana kadar herkesin bildiği 12 Eylül 1980 askeri darbe yönetiminin dış güçlerin güdümünden çıkıp millî çıkarlarımızı esas alan bağımsız politikalar izlemesi üzerine patlak veren ASALA terörü ile başladı!

Daha da somutlaştırırsak; Kenan Evren’in Sivas’ta tertiplenen mitingde “Kimse bizden bu tencereyi kirletenlere tekrar teslim etmemizi beklemesin, kolay temizledik!” sözleri ile Ecevit ve Demirel’in siyasete dönmesine izin vermeyeceğini ima etmesi üzerine patlak verdi ASALA terörü!

Ancak diplomatlara yönelik eylemler gerçekleştiren ASALA’nın iki nedenden ötürü Siyonizm’in amacına hizmet etmediği kısa sürede fark edildi. Birincisi, öldürülen diplomatların tamamına yakını Sabetayist Toplum unsurlarıydı; çünkü Dışişleri Bakanlığına Sabetayist olmayanların kapıdan içeri adım atmaları bile olası değildi. Bu yüzden diplomatlara yönelik bu katliamlar yanlıştı.

İkincisi ve asıl önemlisi, her diplomatımızın katledilmesi sonrasında gösterilen tepkiler ve oluşan Batı karşıtlığı nedeniyle ülkede milli birlik ve beraberlik ruhu canlanıyor, sağ-sol ayrılıkları külleniyor ve daha da önemlisi 12 Eylül yönetimi ASALA eylemleri nedeniyle güçlenip kamuoyu nezdinde itibar kazanıyordu. Bu yüzden ASALA organizasyonuna derhal son verilerek bu kez PKK için revize edilip vizyona konuldu.

Daha sonra Ecevit ve Demirel’in yasakları kaldırılıp siyasete dönmelerine imkân verildiği halde Türkiye 12 Eylül çizgisinden bir türlü çıkarılamadı. Bu yüzden de bir yandan PKK terörü desteklenirken öte yandan Ermeni soykırım iddiaları gündemdeki yerini koruyup arttırarak devam ettirildi.

Daha sonra Türkiye’yi 12 Eylül sürecindeki çizgiden koparıp yeniden 1980 öncesi şablona geri getirip oturtmak için bu kez 28 Şubat post modern darbe süreci başlatıldı. Çok kısa sürede bu süreç de tersyüz edilerek 12 Eylül çizgisi güçlendirilerek sürdürülürken; potansiyel karşı hamlelere fırsat verilmemek üzere her sahada büyük tasfiyeler gerçekleştirildi.

Sonuçta Sabetayist Toplum unsurlarının sermaye, medya ve siyasetteki tekelleri kırılıp ülkenin yönetimi hızla tamamen el değiştirmeye başladı. Nihayet Millî Görüş geleneğinden gelenler Başbakan, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı olup ülke yönetimi tamamen Sabetayist unsurlardan kurtarıldı. Üstüne üstlük Ergenekon Davası ile de Sabetayist Unsurlar yargı önüne çıkartılıp Cumhuriyetin kurucu iradesini temsil eden unsurlar itibarsızlaştırılarak ülke yönetiminde söz sahibi olmaktan tamamen uzaklaştırılmaya başlandılar.

Cumhuriyet tarihi boyunca sadece İsrail ile dost olup bütün komşu ülkelerle kanlı bıçaklı ve düşman olan Türkiye, şimdi tam aksine bütün komşuları ile sıfır sorunlu hale gelerek yalnızca İsrail ile kanlı bıçaklı olacak noktaya geldi.

İşte şimdi bu kez İsrail, Yahudi Lobisini devreye sokarak ABD ve Avrupa Birliği ülkelerini soykırım iddiaları ile Türkiye aleyhine kışkırtıp Ermeni halkı üzerinden hedefine ulaşıp sonuca varmaya çalışmaktadır.

Dünya Siyonizm’i 1915’te İttihat ve Terakki yönetimi eliyle Ermeni Tehcirini gerçekleştirip bunca trajediye yol açarken gıkını çıkarmayıp seyirci kalan Hıristiyan Dünyası ise bu kez İsrail’in kışkırtmaları ile sözde Ermenileri savunmak adına soykırım iddialarına dört elle sarılmış bulunuyor.

Daha dün Ermenilere ve Rumlara yönelik Varlık Vergisi Yasası uygulamalarına ve 6-7 Eylül 1955 günleri İstanbul’un ortasında dünyanın gözleri önünde devlet tarafından gerçekleştirilen çapul ve yağma olaylarına seyirci kalıp sesini çıkartmayan Batı Dünyası şimdi kalkmış soykırım yaygaraları ile sözde mağdur edilen Ermeni halkının haklarını arıyor.

Oysa Ermenilerin başına gelen bütün felaketleri Dünya Siyonizm’i getirdi. Bir Ermeni aydını olarak gazeteci yazar Hrant Dink bütün bu gerçekleri bildiği ve anlattığı için suikasta hedef yapıldı. Bir televizyon programında müteveffa Hrant Dink canlı yayında bizzat şunları söylemişti: Bizim Ermeni büyükleri arasında “BAŞIMIZA NE GELDİYSE HEP YAHUDİLERİN PARMAĞI ALTINDAN ÇIKTI” sözü sürekli dile getirilirdi!

Yine, bütün her şeye rağmen yurdunu terk etmeyen yaşlı bir İstanbullu Ermeni de bir televizyonun canlı yayınında şunları söylüyordu: 6-7 Eylül 1955 olayları İttihatçı zihniyetin hep yapa geldiği bir geleneksel provokasyonu idi. Kesinlikle Müslüman Türk halkının yaptığı bir eylem değildi!

Nitekim Avrupa’da ve Ermenistan’da da birçok Ermeni aydını bu gerçekliğin farkındadır ve imkân buldukça da dile getirmeye çalışmaktadırlar. Ne yazık ki genel anlamda ne Rumlar, ne Ermeniler ve ne de Müslüman milletimiz bu gerçeklerden haberdardır.

Çünkü Türkiye’ye ve dünyaya egemen olan Siyonist güç odakları bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasına ve bilinmesine fırsat vermemektedirler. Aksine tarihi acı olayları çarpıtıp Rumları, Ermenileri ve Türkiye’nin Müslüman halkını karşı karşıya getirip kendileri hep üste çıkmaktadırlar.

Ancak, gerçeklerin zeytinyağı gibi nihayet mutlaka bir şekilde su yüzüne çıkmak gibi bir özelliği vardır. Bu yüzden sözde soykırım iddialarının devam ettirilmesinde, konunun Türkiye ve dünya gündeminde yer alıp tartışılmasında kesinlikle yarar görüyoruz. Çünkü konu irdelenip mıncıklandıkça nihayet bir şekilde gerçek iç yüzü ortaya çıkacak ve komplocu Yahudi zihniyeti bir kez daha bu vesile ile insanlık tarafından lanetlenecektir.

Özellikle Türkiye İsrail ve Dünya Siyonizm’inin etki alanından süratle çıkıp kurtulurken; bu çarpıtılan tarihi hadisenin üstü örtülen içyüzünün bütün çıplaklığı ile ortaya çıkartılıp dosdoğru şekilde insanlık önüne konulması hiçbir şekilde engellenemez. Bu süreç hiç kuşkusuz ki Türkiye’nin lehine, İsrail ve Dünya Siyonizm’inin aleyhine olacaktır. İsrail, Türkiye için kazmakta olduğu kuyuya kendi düşecektir.
aktifhaber

Vatan gazetesi yazarı Selahattin Duman'dan deprem eleştirisi:
"Osmanlı'dan kalma yapılar dimdik ayakta; cumhuriyet yapıları yerle bir"

10 Mart 2010 Çarşamba 14:00

İSTANBUL - - Elazığ'ı vuran deprem sonrası yine büyük bir afete ne kadar hazırlıklı olduğumuz tartışılıyor. 51 kişinin hayatını kaybettiği depremde suçlu kerpiç evler oldu. Vatan gazetesi yazarı Selahattin Duman, bugünkü köşesinde bu konuya değindi ve Osmanlı dönemiyle Cumhuriyet sonrası inşa edilen yapıları karşılaştırdı. İşte o yazının ilgili bölümü...

Yazı yazmanın can sıktığı günlerdeyiz

Kabahat “kerpicin” oldu..

Anadolu'da dokuz yüz senedir meskûn yaşıyoruz.. Evlerin yüzde sekseni de kerpiçti..

Altımızda yer sallandı, üstümüze nice damlar çöktü, bugünlere geldik..

Osmanlı sefildi, perişandı hani.. Onca sarsıntıdan, yerin şiddetinden ayakta kalanlara bakıyoruz.. Tamamı Osmanlı'dan kalma yapı..

Adapazarı, Gölcük, Erzincan.. Tepemize çökenler hep cumhuriyet yapıları.. Bunun da bir hikmeti olmalı..

Elimin altında “Tarihi hastaneler” başlığı ile hazırlanmış bir albüm var.. Osmanlı döneminde yapılan ilk sivil hastaneleri anlatıyor..

NASIL OLUYOR?

Yirmi üç sivil hastane.. Birini Sultan Aziz yaptırmış, diğerlerini Sultan Hamid- i Sani..

Yirmi üçü de üzerinden yüz sene geçmesine rağmen taş gibi ayakta.. Üstelik estetik açıdan çok güzel yapılar..

Anadolu'dan balkanlara gidin.. Osmanlı'nın geçtiği yerdeki şehir merkezlerinin tamamında bir saat kulesi vardır..

Hepsini Sultan Abdülhamid yaptırmış.. Osmanlı'nın Avrupa ile sıkı fıkı olmasından sonra alaturka saat ile alafranga saat arasındaki farkı gidermek için..

İzmir'in Konak Meydanı'ndaki saat de onca depreme rağmen yerinde duruyor, Manastır'ın türküde söylendiği gibi ortasında duran havuza yakın saat kulesi de..

Onlar da yerli yerinde.. Koca Sinan'ın beş yüz yıl önce diktiği binalar, yaptığı camiler, köprüler de yerli yerinde..

Bunları da mı görmüyor gözlerimiz?

Konut meselesine hâlâ “tek parti propagandası” nın etkisiyle bakıyoruz ki cümlesinin temeli “Osmanlı perişandı, cumhuriyet olmasaydı..” tezine dayanır..

O kadar da değildi abiler.. Aha cumhuriyetin yapıları da ortada..

Bir cumhuriyetin diktiği “çay kutusundan esinlenme” devlet hastaneleri adı altındaki çirkin binalara bakın..

Bir de Abdülhamid devrinde yapılan birbirinden güzel, şık hastane binalarına..

***


Hele hele hükümet adamlarının idaresindeki kuruluşların “tek tip bina projeleri..”

Birbirinden iğrenç, birbirinden sefil binalar.. Adam hayır sahibi.. İlkokul yapacak.. Eline hazır proje veriliyor.. “Böyle yapılsın..” deniliyor..

Bir de garip badanaları var.. “Yeşil bağla ala karşı, yakışmazsa öldür beni..” tarzında..

Doğada mevcut olmayan renkleri bulup, sıva üzerine yaymak bizim marifetimiz.. Artık depremden korkmuyorum.. Belki hayırlara bile vesile olur..

İnsana zarar vermeyen türden bir belâ gelse, bütün bu çirkinlikleri silip süpürse oturduğum tek evi bile kaybetmeye razıyım..

Çadırda yaşarım.. Yeter ki bu çirkinliği görmesin gözüm.. Tövbe tövbe.. Dellettiler beni.

Sünnî Müslüman Çoğunluk İçin de Açılım Yapılmalıdır
Mehmet Şevket EYGİ

YAKIN tarihimizde İsmet Paşa devrinde Türkiye halkının temel hak ve hürriyetleri çiğnendi, büyük zulümler yapıldı.

En fazla zulüm, çoğunluğu oluşturan Sünnî Müslümanlara yapıldı.

Neler yapıldı? Bir kısmını sayayım:

1. Karakuşî mahkemelerle, kanunsuz suç ve ceza olmaz temel prensibi çiğnenerek din âlimleri idam edildi, zindanlarda çürütüldü, sürüldü, terör kasırgaları estirildi.

2. Tarikat şeyhlerine ve dervişlerine de çok zulüm edildi. Nicesi asıldı, nicesi zindana atıldı, kimisi süründürüldü.

3. Evkaf-ı islâmiye yağma edildi. Yurt çapında on binlerce hayrat ve akar vakfı yok edildi. Binlerce cami kapatıldı, satıldı, kiraya verildi, yıktırıldı. Türbelerdeki kıymetli eşya bile yağmalandı.

4. Tarihî İslâm kabristanlarının ve hazirelerin çoğu düzlendi.

5. Din ve Kur'ân eğitimi yasaklandı.

6. Müslüman çoğunluğa, inançlarına, kimliklerine, millî kültürlerine uymayan yabancı bir ideoloji empoze edildi.

7. Devletin din işlerine karışmaması gerekirken, Ezan-ı Muhammedî okumak yasaklandı. Okuyanlara çok zulm edildi.

8. Medaris-i islâmiye, tekke ve zaviyeler, imaretler, dinî dernekler kapatıldı.

9. Müslümanlara baskı yapılarak zekât ve fitrelerin, dinî prensip, hüküm ve kurallara aykırı olarak birtakım derneklere verdirildi.

10. Kitabına "Kahr olsun Şeriat" başlıklı bir bölüm koyan Moiz Kohen (nâm-ı diğer Tekin Alp)Yahudinin sapık ideolojisi benimsendi.

Yapılan zulümlerin, baskıların birkaçıdır bu saydıklarım.

İsmet İnönü'nün partisi CHP bütün bu yapılanlardan dolayı Türkiye'nin Müslüman halkından özür dilemelidir.

Bu yapılanlar doğruydu, biz yine aynı kafadayız derlerse sittîn sene iktidar olamazlar.

Din, inanç, inandığı gibi yaşamak, din derneği kurmak, dinî ve tasavvufî faaliyette bulunmak, din adamı yetiştirmek, din eğitimi vermek insanların en temel hakkıdır. Bu hakların çiğnenmesi büyük zulümdür, büyük haksızlıktır.

İsmet Paşa rejimi lâikliği dine karşı yeni bir din veya anti-din haline getirmiştir.

İnsan haklarıyla ilgili bütün metinlerde din ve inanç hürriyeti vardır ama lâiklik diye bir değer yoktur. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi'nde, Avrupa İnsanHakları Sözleşmesi'nde, diğer bütün metinlerde yoktur. Lâiklik evrensel bir hak değildir, evrensel bir vazife değildir, evrensel bir değer değildir.

(..)

Masonlar ne kadar hürse, kendi localarında serbestçe Mason ayinleri yapıyorsa, Müslümanların da kendi kurumlarında toplanıp tasavvufî faaliyet yapmaya hakları vardır.

Lâik Fransa'da Katoliklerin hür ve bağımsız okulları ve liseleri varsa Türkiye Müslümanlarının da böyle özel hür okulları olmalıdır.

Lâik Fransa'da İslâm derneği kurmak, tarikat tekkesi açmak nasıl serbestse, Türkiye'de de serbest olmalıdır.

Lâik Fransa'da Müslüman kızlar başörtüsüyle üniversitelerde okuyabiliyorlarsa, Türkiye'de de okuyabilmelidir.

Türkiye'de hiçbir devirde gerçek lâiklik olmamıştır. Bizdeki lâiklik değil, lâikçiliktir.

Devletin resmî bir Diyanet başkanının, resmî memur statüsünde yüz binden fazla imam, müezzin, vaiz ve müftüsünün bulunduğu bir sisteme lâik denilebilir mi?

İş o raddeye gelmiştir ki, Avrupa Birliği sorumluları bir ara camilerde hutbelerde "Allah katında (hak) din İslâm'dır" âyeti okunmasın diyecek kadar küstahlaşmıştır.

Yakın tarihimizde çeşit çeşit dinî, etnik, kültürel gruplar, azınlıklar ezilmiştir, zulme uğramıştır ama en fazla ezilenler Sünnî Müslümanlar olmuştur.

Bozuk düzen veya sistem dinî açıdan Sünnîleri ezerken, sosyolojik kimlik açısından onlara dayanır görünmüştür.

İktidar Sumela Rum-Pontus manastırında, Van gölündeki Ahtamar Ermeni kilisesinde Nasranî dinine göre âyin ve ibadet yapılmasına izin verecekmiş.

Müslümanlara da aynı hakları tanırlarsa, Müslümanların da dergahlarda toplanıp zikrullah yapmalarına imkân tanırlarsa eyvallah... Lakin Sünnî Müslümanlarla ilgili açılım yapmazlar, açılımı sadece Hıristiyanlara yaparlarsa itiraz ve feryat ederiz.

Temel haklar ve hürriyetler önce çoğunluğa tanınsın.

Çoğunluk baskı altında, azınlıklara haklar hürriyetler tanınıyor. Olur mu böyle eşitsizlik?

Sumela'da, Ahtamar'da Teslis âyini yapılacak, Ayasofya'da ezan okunamayacak, namaz kılınamayacak...Olur mu böyle şey!
Millî Gazete

İsmail Küçükkılınç
'Alın şu kaltağı koğuşuna götürün'

27 Mayıs 1960 darbesinin 50. sene-yi devriyesine az kaldı. Milletin vicdanında onulmaz yaralar açan, tarihimize kara bir leke olarak yazılan bu hareketin en bariz özelliği husumet ve ölçüsüzlüğüydü. Harbiye’de ve Yassıada’da ika edilen mezalimler, bugün bile nefretle anılmaktadır.

Bizim bu yazıda kaleme alacağımız zulüm örneği İzmir Milletvekili Perihan Arıburun’a yapılanlarla ilgili olacaktır.

Malum olduğu veçhile 27 Mayıs darbesinden sonra hiç ayırım yapılmadan 1957 seçimlerinde Demokrat Parti’den milletvekili seçilenlerin tümü, CHP’den Demokrat Parti’ye geçenler ve Demokrat Parti listesinden bağımsız olarak seçilen Hikmet Bayur gözaltına alınmış, Yassıada’da mevkuf olarak tutulmuşlardır. Yalnız Demokrat Parti listesinden bağımsız seçilen Ali Fuat Cebesoy, bazı teşebbüslere rağmen gözaltına alınmamıştır.

Yeşilyurt’tan Yassıada’ya gönderilen milletvekili ve bakanlardan çok azı sıra dayağından kurtulmuş; konumlarına, ağırlıklarına göre ‘büyükbaş’ ve ‘küçükbaş’ olarak tavsif edilmişlerdir.

Yassıada mezalimleri, bilaistisna tüm mağdurların hatıratında önemli bir yer tutmaktadır. İhanetleri müseccel Şemi Ergin ile Ethem Menderes, özel muameleye tabi tutulan istisnai DP’lilerdir. Bunun dışında hakaret, küfür ve dayaktan azade kalmış hemen hemen hiçbir tutuklu bulunmamaktadır.

Yassıada zulümleri haddızatında gereği kadar anlatılamamıştır. Birçok bakan ve milletvekili gururlarına, onurlarına, konumlarına olan aşırı hassasiyetleri gereği bazı yapılanları ifade edememişlerdir. Bunlardan biri de Perihan Arıburun’dur. Perihan Arıburun’a yapılanlar, başkaları tarafından kaleme alınmıştır.

Perihan Arıburun hukuk tahsili yapmış, birkaç yabancı dil bilen ve aslında Cumhuriyet’in kadın tipolojisine de uygun bir milletvekilidir ve Cumhuriyet’in değerleriyle problemli de değildir. Üstelik Atatürk’ün hocası General Naci İldeniz’in kızıdır. Naci İldeniz, nezaketi nedeniyle Kibar Naci Paşa diye tesmiye edilen bir komutandır. Anlatıldığına göre Atatürk, hayatında hiçbir şekilde ‘sen’ diye hitap etmeyen Naci Paşa’ya muziplik kabilinden ‘sen’ dedirtebilmek için bir yemek esnasında ‘Hocam siz Paris’te bulundunuz. Fransa’nın o meşhur nehrinin ismini ben hatırlayamadım, neydi o nehrin adı?’ deyince Naci Paşa yine nezaketen ve zarafeten ‘Siz Nehri idi, Sayın Cumhurbaşkanım’ demiş, Atatürk de ‘Yine Paşamıza sen kelimesini kullandıramadık gitti’ demiştir (Sıtkı Ulay, Giderayak, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1996, s.20). Perihan Arıburun ayrıca darbe esnasında Hava Kuvvetleri Komutanı olan Tekin Arıburun’un eşiydi. Tekin Arıburun, 27 Mayıs sabahı ihtilale iştirak etmesi teklif edildiğinde darbeye karşı olduğunu söyleyen, bu sebeple görevden alınıp Yassıada’ya gönderilen makamının ağırlığını ve mesleğinin izzet-i nefsini koruyan bir komutandı. Bir erkek için, üstelik bir general için beraber tutuklu bulunduğu eşine yapılan hakaretlere, dayaklara müdahale edememek en son yaşanılacak bir durum olsa gerek!

Yassıada’da anayasayı ihlal ettikleri gerekçesiyle tutuklu bulunan DP’lilerin belli bir müddet sonra sorgulanmalarına başlanır. Perihan Arıburun’un da sorgu günü gelmiştir. Soruşturma Kurulu’nda ifade verirken CHP’nin yıkıcı, tahrik edici davranışlarından bahseden Perihan Arıburun’a “Sen nasıl konuşuyorsun? Sen İsmet Paşa’nın aleyhinde nasıl bulunursun?” diye müdahalede bulunan, ancak “Siz Ada Kumandanısınız, benim ifademe müdahale edemezsiniz” cevabı üzerine de; erkeklikten, mertlikten zerre miskal nasibdar olmayan Tarık Güryay hiddetlenerek, döverek, söverek, saçlarından sürükleyerek iğrenç muamelede bulunur, onu bu şekilde götürmeye çalışır. Kumandanlık binasının holüne geldiklerinde Perihan Arıburun, saçı başı dağılmış, birbirine karışmış, gözleri yaşlı haldedir. Tarık Güryay, terbiyesizliğin, edepsizliğin tezahürü bir ifadeyle “Alın şu kaltağı koğuşuna götürün” der ve Perihan Arıburun, koğuşuna götürülür. Perihan Arıburun, teselli cümlelerini önce erlerden görür. Koğuşa girerken kendisine refakat eden eli süngülü ama gözleri dolu dolu olan iki erden biri ‘Ağlama abla! Allah kerim’ diyecektir.

Tarık Güryay, bununla da kalmamış, Tekin Arıburun’u odasına çağırtmış ve sadece ifadesini veren hukukçu bir milletvekilinin ifade ve savunma tarzını keyfine muvafık görmediği için utanmadan ona ‘Senin karı ne biçim karı’ diye söze başlamış, eşini terbiye etmesini ihtar etmiştir. Bu söz, kendisine hakaret için Yassıada’da kullanılan ‘Tekin Onbaşı’ ifadesinden daha ağırdı. Tarık Güryay bununla da kalmamış, Tekin Arıburun’un koğuşunu değiştirmiş, eşiyle bir kelime konuşmasına da izin vermemiştir (Mithat Perin, Yassıada Faciası, Cilt:2, İstanbul, y.y., 1991, s.135-139).

CHP hakkında suçlayıcı ifadeler kullanan birçok kişinin akıbeti buna benzer olmuştur. 27 Mayıs, anayasayı ihlal değil, CHP’ye muhalefet gerekçesiyle yapılmıştır. İktidar da olunsa, CHP’ye muhalefet edilmeyeceği aynı zamanda rejimin ve bürokrasinin genetik kodlarında bir iman umdesiydi. Bu açıdan tahsilli, lisan bilir, paşa kızı, paşa eşi olmanız bir anlam ifade etmezdi.
avkucukkilinc@hotmail.com
haber10

14 Nisan 2010
TBMM Arşivinden Çıkan Tarihi Belge
Bugün Türkiye’yi kaosa sürükleme planlarına malzeme yapılan Kutlu Doğum ile ilgili Atatürk’ün ne yaptığını gösteren bir vesika bu...

Peygamber Efendimizin yeryüzüne teşriflerinin yıldönümü olan Kutlu Doğum Haftası geldi.

İçinde bulunduğumuz günlerdi dünyanın dört bir yanında herkes O’nu en güzel şekilde anabilmek için adeta birbiriyle yarışacak.

Maalesef bazı kesimler çok yakın geçmişte Kutlu Doğum’u ülkeyi kaosa sürüklemek için yaptıkları planlara bile alet etme cüretini gösterdiler.

Bu ülkede milletin Peygamberinin doğum gününü kutlamasından rahatsız olanlar 27 Nisan’da muhtıra yayınladı.

Kutlu Doğum iktidar partisinin suç faaliyeti olarak kapatma davası iddianamesine girdi.

Bu ülkede bir zihniyet milletin Peygamberinin doğduğu günü kutlamasına bile tahammül edemedi.

Ne için ?

Güya Cumhuriyeti korumak için.

Cumhuriyeti kim kurdu bu ülkede ?

Mustafa Kemal Atatürk.

Bu ülkede bir zihniyet; yıllarca dini sanki Cumhuriyetin düşmanıymış gibi göstermek için hep yalan söyledi.

Peki bu nasıl bir zihniyet ?

27 Mayıs’ı hazırlarken ülkede irticanın alıp başını gittiği yalanını ortaya süren de, 28 Şubat’ı hazırlarken aynı irtica yalanına sarılan da, 27 Nisan’da yine o irtica safsatasının arkasına sığınan da, bugün elinden gelse yine aynı teraneyi okuyarak Türkiye’yi yeni bir kaosa sürükleyecek yolun bahanesini hazırlamayı düşünen de işte bu zihniyet.

Aslında Cumhuriyeti kuran Atatürk’ü kendilerine kalkan yaparak ona en büyük düşmanlığı yapan da bu zihniyet.

İşte size tarihi bir belge.

Bu belge TBMM’nin arşivlerinden çıktı.

Bugün Türkiye’yi kaosa sürükleme planlarına malzeme yapılan Kutlu Doğum ile ilgili Atatürk’ün ne yaptığını gösteren bir vesika bu.

Hem de resmi, kimsenin yalan dolan diyemeyeceği, tamamen Meclis zabıtlarına geçmiş bir kayıt.

Bir Kanun.

Altında Atatürk’ün imzası var.

Şunlar yazıyor:

“12 Rebiül evvel gecesiyle gününün (Mevlid Kandilinin) Milli Bayram olmasına dair teklif ve Kanun.”

Yanlış okumadınız.

Peygamber Efendimizin doğum gününün milli bayram olmasından bahsediliyor.

Acaba yukarıdaki cümleyi; 27 Nisan bildirisini hazırlayan Yaşar Büyükanıt ya da Ak Parti’yi kapatma iddianamesine Kutlu doğum faaliyetlerini koyan Başsavcı Yalçınkaya okusa ne yapardı ?

Bu teklif Büyük Millet Meclisi’nde 24 Ekim 1923’de kabul edilerek kanunlaşmış.

Üstelik Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasıyla.

Ve Peygamber Efendimizin doğum gününe de “Hakimiyet Bayramı” denilmiş.
Atatürk’ün kurduğu ilk Meclis Efendimizin doğumu olan Mevlid Kandilinin Milli Bayram olarak kutlanmasını ilan etmiş.

İşte kanunun tam cümlesi:

“Leyle-i Viladet Hazreti Risaletpenahiye müsadif olup Türkiye’de saltanat-ı şahsiyenin ilgasıyla hukuk-ı saltanatın uhde-i millete istikrarını ve hakimiyet-i milliyenin teessüsünü sureti katiyede tespit eyleyen kararın Büyük Millet Meclisince kabul edildiği 12 Rebiü’l evvel gecesi ile günü Hakimiyet Bayramı addolunmuştur.”

İşte bu satırlarla Efendimizin doğum günü 12 yıl boyunca milli bayram olarak kutlanmış bu ülkede.

Peki sonra ne olmuş ?

1935’te son verilmiş.

27 Mayıs 1935’te “Milli Bayram ve genel tatiller” hakkında kanun yapılırken Peygamber Efendimizin doğum günü bu kapsamdan çıkarılmış.

Yedinci İnönü hükümeti tarafından hazırlanan kanun teklifiyle; Atatürk’ün milletin hassasiyetlerini ve Peygamberine olan hürmetini dikkate alarak imza attığı uygulamaya son verilmiş.

O tarihe kadar Cumhuriyet Halk Fırkası adıyla anılan İnönü iktidarının, adını Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirdikten sonraki ilk icraatlarından biri 27 Mayıs 1935 tarihli kanunla kutlu doğumu bayram olmaktan çıkarmak olmuş.

Kutlu Doğum ile ilgili bu tahammülsüzlüğün ve rahatsızlığın nerelere dayandığını ve nasıl bir zihniyetin ürünü olduğunu arşivler ortaya koyuyor.

Bugünse CHP’nin Genel başkanı Deniz Baykal, Kutlu Doğum töreninde konuşma yapmaya, ılımlı mesajlar vermeye hazırlanıyor.

Acaba bugün hayatta olsaydı Kutlu Doğum’u milli bayram ilan ettiği için Atatürk hakkında da TSK muhtıra yayınlar mıydı?

Acaba Kutlu Doğum’u milli bayram ilan ettiği için Atatürk hakkında da irticai faaliyetlerin odağı olduğu gerekçesiyle siyasi yasak istenir miydi ?

Atatürk’e sığınarak ortaya sürülen Cumhuriyet’i koruma yalanlarına artık kim inanır ?

Şimdi siz söyleyin;

Cumhuriyet rejimine “sözde değil özde bağlı” olan Cumhuriyetin kurucusu Atatürk mü, yoksa Atatürkçülük oynayanlar mı
aktifhaber

Eroin fabrikası
Gürkan Hacır/Akşam

UYUŞTURUCU BAHÇESİ

Türkiye, Uyuşturucuyla mücadele amacısyla Cenevre Anlaşması'nı imzalamayınca, Avrupa'nın hemen yanı başında bağımsız bir uyuşturucu bahçesi oluverdi. Yani şimdiki Kolombiya'yı düşünün. Uyuşturucuyla en büyük mücadeleyi yürüttüğünü söyleyen (!) ABD'nin burnunun dibinde dünya uyuşturucu pazarını yöneten Kolombiya gibi Türkiye de Avrupalı kaçakçıların gözdesi olmuştu. Sadece üretilen afyon ve Hint Kenevirinden söz etmiyorum. Eroin ve morfin üreten tesisler birbiri ardına açılmaya başladı.

İLK FABRİKA TAKSİM'DE

İlk fabrika, Taksim Gezisi'ndeki Mecidiye Kışlası'nda Japonlar tarafından kuruldu. Şirketin adı Oriental Products Company'di. Şirketin iki ortağından biri, Ermeni bir yurttaşımızdı; Hosep Galenyan. Ayda 200 kg. eroin üreten bu fabrikayı, 1929 yılında Ecza-yı Tıbbiye ve Kimyeviye şirketi izledi. Bu şirketin sahibi ise Türkiyeli ünlü bir Musevi aileydi; Tarantolar!

TARANTO İŞ BAŞINDA

Tarantolar, uzun yıllardır afyon ticaretiyle uğraşıyorlardı. Ama şunu da hatırlatayım; Tarantolar, Türkiye'nin ilk büyük sanayi kuruluşlarından sayılan Santral Mensucat'ın sahipleriydiler. Yani bir elleri uyuşturucuda, diğer elleri ise tekstil ve diğer sektörlerdeydi. Bugünkü uyuşturucu baronlarının ailelerinin yaşamına ne kadar da benziyor değil mi?

SANTRAL MENSUCAT

Tarantolar, varlık vergisinde büyük yara aldılar. Ve ünlü Santral Mensucat'ı küçük hissedarları Bezmenler'e kaptırdılar. (Türkiye'nin ilk Gabin davası da ünlü Taranto-Bezmen davasında görüldü.)

1000 KG. EROİN

Tarantolar'ın fabrikası Haliç'teydi. Aylık üretim, ilk kurulan fabrikadan daha çoktu; 1000 kg.
Tıbbi amaçla kullanılan morfin ve türevlerinin yanı sıra yüklü miktarda eroin de satışa sunuluyordu.
Üçüncü fabrika, yine aynı yıl Kuzguncuk'ta açıldı. Türk Ecza-yı Tıbbiye ve Kimyeviye Şirketi. Hissedarları adeta uluslararası bir konsorsiyomu andırıyordu. Meksikalı, Fransız Belçikalı ve Türk. Ama eroin ve morfin üreten bu fabrikanın hissedarlarından biri oldukça ilginç bir isimdi; Hasan Saka! Başbakanlık ve çeşitli hükümetlerde bakanlık yapan Hasan Saka, bu fabrikanın yönetiminde yer almıştı.
Hasan Saka'nın da bu işin içinde yer almas,ı aslında devletin bu işe ne kadar da sıcak baktığının göstergesiydi. Eroinden Türkiye'ye giren paranın ne kadar olduğunu söylersem durumu daha iyi anlatmış olurum.
Yıllık 14 milyon TL!...
Bu sayı Türkiye'deki birçok şirketin toplam cirosundan bile daha fazlaydı.

HEROİN MARKASI

Burada büyükçe bir parantez açmalıyım; eroin, bulunduğu ilk yıllarda ilaç olarak değerlendiriliyordu. 1900'lü yılların başında önce Avrupa'nın bazı ülkelerinde ardından Amerika'da resmi ilaç kodeksine giren bir sakinleştiriciydi. Eroinin öldürücü etkisi henüz ispatlanmamıştı. Tartışmalar üzerine ünlü Bayern firması, Heroin markasıyla ürettiği eroinle beraber mucize ilaç olarak bilinen aspirinin de üretimini durdurdu.
Eroin, 1925 Cenevre Anlaşması'yla yasaklandı. Ama Türkiye bu anlaşmaya imza koymayınca pazar da ona yönelmiş oldu. Bütün eroin kaçakçılarının gözdesi Türkiye oldu.

LEGAL AMA İLLEGAL

İşin tuhaf yanı Türkiye, eroini yasal çerçevede üretiyor ama dış pazara sunduğunda ürün illegal oluveriyordu.
Sadece eroin değil, kodein, morfin ve dionin de üretilip ihraç ürünü olarak satışa sunuluyordu.

YUNUS NADİ'NİN İLGİSİ

Tıbbi talebin olmadığı eroinin üretimine tüm hızla devam eden fabrikaların elde ettiği cirolar o kadar iştah kabartıcıydı ki, dönemin bütün ticaret adamları eroin fabrikası kurmanın hazırlığına girişmişlerdi.
Cumhuriyet gazetesinin sahibi Yunus Nadi de bunlardan biriydi. Ama müzmin muhalifi Arif Oruç'un bu konuya ilişkin yazıları çıkınca geri adım atmak zorunda kalmıştı.

BUNALIMI ATLATTI

Türkiye, tam bir yasal boşluk yaşıyordu. Hem ülke içinde hem de ülke dışında...
Bir teoriye göre Türkiye, 1929 ekonomik buhranını eroinden elde ettiği gelir sayesinde hafif atlatmıştı. Çünkü ihracatın neredeyse yarısından fazlasını eroin ve morfin oluşturuyordu.
Peki, ilaç olarak kullanımı nasıldı?

MAZHAR OSMAN

Psikiyatri alanında Mazhar Osman hoca, eroin felaketine işaret eden ilk tıp adamı oldu. Çünkü bu yarı legal üretimle, İstanbul'da bir anda eroin müptelaları ortaya çıkmaya başlamıştı. Ve bu bağımlıların da ilk getirildikleri yer haliyle Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi oluyordu. Bakırköy Akıl Hastanesi'nin Başhekimi olan Mazhar Osman Umsan, öncelikle Japon fabrikasında çalışan işçilerin üretim sırasında zorunlu olarak eroin kokladıklarını ve bağımlı olduklarını söylese de bunun sadece işçilerle sınırlı olmadığını gördü.

EROİNMANLAR ŞEHRİ

İstanbul artık bir eroinmanlar şehri olmaya başlamıştı. Ve ölümler de birbiri ardına gelmeye başladı. Sadece bir yılda İstanbul'da eroinden ölenlerin sayısı 1000'i aşmıştı.
Uluslararası tepkiler giderek büyüdü. Avrupa'da yayımlanan dergilerde Atatürk hakkında yapılan karikatürler belki de bardağı taşıran son damla oldu. 1933 yılında Atatürk'ün ısrarıyla bu fabrikalar kapatıldı. Aynı yıl Uyuşturucu Maddeler İnhisarı kuruldu. (Bugünkü Toprak Malzemeleri Ofisi.)

JALE'NİN HAZİN SONU

Türkiye, bu kısa dönemli uyuşturucu geliriyle yüklü miktarda ihracat yapmayı başarmış ama birçok gencini de eroin batağına gömmüş oldu.
İlk kadın tiyatrocumuz Afife Jale, bu furyanın en trajik kahramanlarından biri oldu. Giderek bağımlısı olduğu morfini ve sonrasında eroini temin edebilmek için eczacılarla yatıyordu. Bunu gören Selahattin Pınar, çok sevdiği halde eşinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Jale'nin sonu hazin oldu. Uyuşturucudan dolayı sefalet içinde hayatını kaybetti.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum May 28, 2010 11:00 pm    Mesaj konusu: PKK'nın Kaynağı Sivas Kampı Alıntıyla Cevap Gönder

12 Eylül Referandumu: KIRK KATIR MI YOKSA 40 SATIR MI? -4-
Ali Haydar CAN

1876 ile 1924 arasında bir de 1921 Anayasası var ki; bu minicik Anayasa 1876 ile 1982 anayasalar resm-i geçidinde gerçekten millî ve gerçek bir ihtiyaca denk gelen tek anayasa odur...

Hikâyesi ise bazı ulusalcıların tüylerini diken diken edebilicek kadar enteresan...

30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığında Osmanlı İmparatorluğu için yolun sonu görünmüştü...

Ancak 700 yıllık tecrübe birikimi olan bir dünya devletinin bu sona, son ana kadar direnmesi de tabiî idi...

Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlıyı parçalayarak yutmak için sabırsızlanan Batılı emperyalist devletler/düvel-i muazzama vakit geçirmeden İmparatorluk topraklarına sökün etmeye başladılar...

İstanbul dahil ülkenin bir çok yeri fiilen işgal edildi...

Osmanlının hem istihbarat hem de özelharp işlevini gören Teşkilatı Mahsusa isimli kuruluşu da işgale uğrayan yerlerde halkı gayr-ı nizamı harp düzeninde örgütleyip Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri adı altında silahlandırarak mahallî direnişleri başlatmıştı...

Gerilla savaşı şeklinde başlayan Millî Mücadelenin derlenip toparlanmaya ve düzenli ordu haline dönüştürülmeye ihtiyacı vardı. Zira Osmanlı Orduları d Mondros Mütarekesi gereğince silahsızlandırılıp dağıtılmıştı..

İşgal Altındaki Osmanlı Payitahtında oturan Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han, Mustafa Kemal Paşa’yı bu iş için görevlendirerek seçkin bir kurmay subayları kadrosu eşliğinde Anadolu’ya yolluyordu...

İstanbul’da bir Padişah, O Padişah’ın emri altında bir hükümet vardı ama işgal de vardı...

İşgalcilerin baskılarından kurtulabilmek için İstanbul’un eli kolu bağlı yöneticileri siyaset satrancında harika bir hamle yaptılar...

Mustafa Kemal’in ardından işgalcilerin kapattığı Meclis-i Mebusan’ı da “Millet Meclisi” ismiyle Ankara’ya taşıdılar...

Bu meclis 23 Nisan 1920'de dualarla, kurbanlar kesilerek, Kur’an-ı Kerim okunarak, Halife ve Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han’a bağlılık yeminleri edilerek açıldı.

Aynı meclis kuvvetlerr birliği ilkesine göre çalıştığından aynı zamanda yürütme/hükûmet fonksiyonunu da icra ediyordu.Yani 1. Meclisle birlikte Ankara’da yeni bir hükûmet de kurulmuş oldu...

Böylece Osmanlı Devleti’nin biri işgal altında diğeri işgale karşı savaşmak üzere aynı anda iki hükûmeti oldu...

Bu siyaset tarihinde eşine pek rastlanmayacak bir durumdu...

Hükûmetlerden işgal altında olanı İşgalcilerin her dediğine boyun eğiyor görünürken, İşgale karşı Savaşmak üzere kurulanı harıl harıl millî mücadeleyi düzenli ordu haline getirmeye çalışıyor ve el altından İstanbul’dan kesintisiz destek alıyordu...

İşgalciler İstanbul Hükûmetini sıkıştırdıkça, o hükûmet hiçbir zaman uygulanmayacak, emirler kararlar, talimatlar ve fetvalar yayınlayarak Ankara hükûmetini asi ilan ediyor ve işgalcileriin yüreklerine su serpiyordu.

Bu dahiyane politika tılır tıkır yürürken millî mücadele de hızla ordulaşıyordu...

Bugün bazı ulusacıların ”hain padişah, hain hükûmet aha işte kapı gibi belgeler ortada” diye gösterdikleri sözde belgeler bu dahiyane siyaset oyunun işgalcileri oyalamaya, yatıştırmaya dönük hamlelerydi. Konuyu dağıtmamak için iki küçük misal verelim:

Birincisi: Meclis’in beşinci oturumunda Mustafa Kemal Paşa 110 oyla birinci başkan seçilirken, Celâlettin Arif Bey 109 oyla ikinci başkan seçildi. Celâlettin Arif Bey, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın başkanıydı. İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçmişti. (6)

İkincisi: Mustafa Kemal Paşa o zaman bu konuyla ilgili şöyle bir açıklama yapıyor:

[[b]“İngilizlere hürmet edeceksiniz, ingilizlerin emrine gireceksiniz, böyle hareket etmediğiniz takdirde mahvolacağız. bu tarz hareketi vatan sevginizden beklerim.” yazılarından bazı zayıf düşünceli insanlar bu kadar muhterem bir arkadaş (Mareşal Fevzi Çakmak)ın bu ifadesi karşısında, belki de durum böyledir diye şüphe edebilirler. biz ise böyle bir tereddüde lüzum görmedik ve bunun düşman tarafından zorla not ettirildiğine hükmettik. bu görüşümüzde yanılmış değiliz. zira (Mareşal Fevzi Çakmak’ın) bir vesile ile gönderdiği yaveri Kurmay Binbaşı Salih Bey buraya geldi ve 'harbiye nazırı düşman süngüleri altındadır, emirleri zorla yazdırılıp imza ettiriliyor. o emirlere değer verilmemesi lüzumunu bildirmek üzere beni gönderdi' demişti.”] [/b](7)

İşte inanılmaz şartlarda göreve başlıyan Birinci Meclis, o şartların gereği olarak 20 Ocak 1921 tarihinde “Teşkilât-ı Esasîye Kanunu”nu kabul etmiştir. 1921 Anayasası 23 maddelik çok kısa bir Anayasadır. 1921 Anayasası 1876 Kanun-u Esasîsi’ni yürürlükten kaldırmamıştır. Aynı anda 1876 Kanun-u Esasîsi de yürürlüktedir.

Böylece Osmanlı devleti İki hükûmetliliğine iki anayasalılık gibi ikinci bir siyasî ilginçlik eklemiştir.

Bundan sonra 2. Meclis tarafından 20 Nisan 1340 (1924) günü kabul edilen 1924 Anayasası ile, mudanya Mütarekesinden sonra 1921 Anayasası’nda yapılan değişiklikler tamamiyle “yedidüvel” dayatmasıdır.

1924 Anayasası’nı ilga eden 27 Mayıs’ın NATOCU Darbecileri “Yedidüvel”in isteklerine uygun olarak 1961 Anayasası’nı yapmışlardır...

12 Mart 1971’de “yedidüvel” adına harekete geçen NATOCU darbecilerse 1961 Anayasa’ında 1971 ve 1973 yıllarında “yedidüvel”in lehine ve milletin aleyhine pek çok değişiklik yapmışlardır...

12 Eylül 1980’de “yedidüvel”in emriyle harekete geçen ve “yedidüvel”in “bizim oğlanlar” iltifatına mazhar olan NATOCU darbeciler ise 1961 Anayasası’nı çöpe atarak, “yedidüvel”in o günkü çıkarlarına çok daha uygun olan 1982 Anayasası’nı yürürlüğe koymuşlardır...

Bu Anayasa üzerinde “yedidüvel”in lehine ve milletin hiçbir yarasına merhem olmayacak bir yığın değişikliklere rağmen halen yürürlüktedir...

Kısaca Türkiye’nin anayasal macerasında 1876’dan bu yana değişen tek şey “yedidüvel”in patronajının 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’den ABD’ye geçmiş olmasından ibarettir...

Şimdi “Yedidüvel”, iktidara getirdiği için kendisine gebe olan AKP’den artık eskimiş olan 1982 Anayasası’nı çöpe atmasını ve acilen yeni bir anayasa yapmasını istemektedir...

Bütün gürültü bunun içindir...

12 Eylül’de yapılacak referandumda halk sandığa gidip de “evet” derse 1982 tarihli “yedidüvel” anayasısında, “yedidüvel” lehine ufak tefek bir kaç değişiklik yapılacaktır...

Bu değişikliklerden bazıları sanki miiletin işine yarayacakmış gibi görünse de, bu değişiklikten asıl kârı her zaman olduğu gibi “yedidüvel”in elde edececeği açıktır..

CHP-MHP ve onlara eklemlenen ulusalcılar ise aman “hayır” diyelim diye çırpınmaktadırlar...

Millet bu çağrıya uyarak “hayır” derse ne olacak?

“Yedidüvelin”in, “bizim oğlanlar” diye iltifat ettiği NATOCULARIN yaptıkları 1982 Anayasasına talim edilecek...

İşte başlıkta “Kırk katır mı? Yoksa Kırk satır mı?” dediğimiz şey budur...

“Evet” desen de, “hayır” desen de “yedidüvel”in kucağındasın...

Peki ne yapacağız?

Gitme sandığa kendileri çalıp kendileri oynasınlar...

Ya ceza?

Cezayı düşünüyorsan git hem evet hem hayır pusulasını koy aynı zarfa gerisini onlar düşünsün...

Sayın Banu Avar da bu referandumda alınması gereken en doğru tavrın “boykot etmek” olduğunun farkında (8), ama bu doğru tavrı önce BDP’nin açıklaması sebebiyle onlarla yanyana durmayı içine sindiremediği için CHP’ye kuyruk olmayı tercih ediyor...

Halbuki “doğru bir siyasî tavır” onu benimseyenlerin kimliğinden bağımsız olarak da doğru ise, onu kim benimserse benimsesin arkasında durulması gerekendir ...

Dipnotlar:
6- Bkz. Türk Kurtuluş Savaşı, Osman Özsoy, Timaş Yayınları. Bu konuda daha fazla bilgi için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=8
7- Emekli General Salih Polatkan, Siyasi ve askeri yönleriyle Mareşal Fevzi Çakmak, Önsöz basım ve yayıncılık, 1981, sayfa, 88,89.
8- “Boykotçular, BDP ve bölücüler.. Bence referandumun gerçekten ‘boykot’ edilme ihtimaline karşı, Batıdan aldıkları ‘taktik’ gereği, bu kararla ortaya çıktılar!” Banu Avar, “BU REFERANDUMLARIN ARKASINDA KİM VAR”, Odatv.com.


Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2937&mforum=entellektuel

28 Mayıs 2010
PKK'nın Kaynağı Sivas Kampı
Celal Bayar, 1938 ile 1960 arasında bölgenin istikrarlı olduğunu ama Sivas Kampı faciasının siyasal Kürtçülüğü hortlattığını söylüyor.

Sivas Kampı yazı dizisinin bu bölümünde “27 Mayıs’ın öteki yüzü: Sivas Kampı” kitabından ayrıntılarla yaşananları aktarmaya devam ediyoruz. 27 Mayıs askerin darbesinden sonra Cumhuriyet gazetesi başta olmak üzere basının tavrının bugün pek değişmediğini görebiliyoruz. Yassıada’da savunma avukatlığı yapan Hüsamettin Cindoruk da Sivas Kampı ile 1938-1960 dönemi arasındaki barışın bozulduğunu ifade ediyor. Cindoruk, Celal Bayar’ın Sivas için “Siyasal Kürtçülüğün merkezi” dediğini belirtiyor:

“Onlara Sivas’ta Kürt olduklarını hatırlattılar. Celal Bayar buna siyasal Kürtçülük hareketi derdi. Kürtçe diye bir dil de var, ırk da var, buna kimse karşı çıkamaz. Ama ayrı bir devlet olmak isteyen devlete isyan eden, ayrılıkları keskinleştiren bir hareket de olmuştur daima, ona Bayar Siyasal Kürtçülük derdi ve Sivas’a bağlardı. Bayar Sivas Kampı’na çok içerlemişti. Çünkü Bayar Şark meselesi ile çok ilgiliydi, bu konuda Şark Raporu hazırlamış bir insandı. Bayar, Sivas Kampı’nın siyasal Kürtçülük şuurunu tekrar uyandırdığını söylüyordu. Yani 1800’lerden başlayan hareketler durmuşken Dersim Hadisesi Bayar’ın tabiriyle tenkil edilmişken, her şey yoluna girmişken belirli bir barış hareketi yerine gelmişken, Sivas Kampı Kürtlere bir işaret veriyor, “Ne duruyorsunuz? İşte siz busunuz, hepinizi topladık biraraya, planınızı programınızı yapın.” Nitekim 27 Mayıs’tan hemen sonra Doğu Kültür Ocakları ve Rizgâri’ler ortaya çıkmıştır. Ve onlar kendilerine verilen imkânı yeterli bulmadıkları için silah zoruyla bu işlerin çözülebileceği noktasına gelmişler ve Apo Hareketi ortaya çıkmıştır. Apo yalnız değildir Apo’nun kaynağı Sivas’tır. Tabii orada Apo’nun peşinden gitmeyecek kadar idrak sahibi insanlar var, onlar siyasete tekrar dönmüşlerdir. Ama bir bölüm, bilhassa onlara yapılan haksızlıklardan ötürü kızgın olanlar Apo’ya doğru kaymışlardır ve Apo’da zamanlamasını iyi yapmıştır... Bir akıllı adam böyle bir formülün işe yarayacağını söylemiştir. Kim buna önayak oldu, kimi Alparslan Türkeş diyor, kimi Türkeş’le birlikte aşırı milliyetçi subaylar ve erler diyor, kimi Ragıp Gümüşpala diyor. Ama kim düşündüyse kim yaptıysa birden bire Kürtçe bilmeyen Kürtler dahil hepsini getirdiler Sivas’ta bir askerî kampa koydular. 55 Ağa hadisesi gibi ki önemli bir hadisedir, bu sosyolojik ve siyasal yapıyı bozdu” diyor.

Nurcular da Sivas Kampı’nda

Sivas Kampı’nın zorunlu misafirleri arasında Kürtler kadar Nurcular da yerini aldı. Görüştüğüm çoğu Nur gönüllüsü, Said Nursi’nin erkenden vefat etmemesi halinde onun da Sivas’ta zorunlu misafirliğe zorlanacağını ifade ettiler. Sivas Kampı’na gönderilen Nur talebeleri arasında Diyarbakır’dan Mehmet Kayalar, Erzurum’dan Mehmet Kırkıncı, Mehmet Serçil, Kamil Sirkeci, Yavuz Telli, Hilmi Ardos, Kahramanmaraş’tan Mustafa Ramazanoğlu, Malatya’dan Tarık Aktekin, gibi birçok insan vardı. Birçok insanın bütün hayatını vakfettiği Risal-i Nur ve Said Nursi hakkında Demokrat Parti’nin son dönemlerinde de “Gizli” ibareli raporlar tutuluyordu. Bu raporlar yıllar sonra Emniyet Genel Müdürlüğü vasıtasıyla kamuoyuna yansıtıldı. Kampa getirilen Mehmet Kırkıncı, Gülen’i Risale-i Nur ile tanıştıran kişiydi.

Diyarbakır’dan Sivas’a getirilen Bediüzzaman Said Nursi’nin “Nurun Muallimi, Nurun Kahramanı, Nurun Yüksek Bir Talebesi, Hayatını Nura Vakfeden Mehmet Kayalar...” gibi ifadelerle anlattığı Mehmet Kayalar Selanik doğumluydu. 1937 senesinin mayıs ayında Harp Okulu’nu bitirir ve subay olarak ordu saflarına katılır. Konya, Susurluk, Kemalpaşa, Uşak, Bingöl ve Diyarbakır illerinde vazife yapar. Kayalar 1952 yılında 41 yaşında yüzbaşı olarak ordudan emekli olmuştur. Evli ve üç çocuk babası olan Kayalar 1994 yılında Yalova’da vefat eder. Mehmet Kayalar ismi Diyarbakır Nur hizmetleri ile bütünleşmiştir. Zira 1950’den 1973 yılına kadar bu şehirde kalmış ve “hizmetlere” imza atmıştır.

İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu kampı denetlemeye geldiğinde herkes ayağa kalkar ama Mehmet Kayalar ve birkaç arkadaşı ayağa kalkmaz. M. İhsan Kızıloğlu, Kayalar’ın önünde durarak hakaret etmek ister ancak Kayalar onun hakaretine fırsat vermeden, “Senin soy ismindeki kızıllık, yüzünden görülmektedir. İsmin kızıllığı senin yüzüne aksetmiş” dedi. Kayalar daha sonra “55 Ağa” içerisinde yer alarak Çanakkale’ye sürüldü. Orada Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı mektupta kısaca, “27 Mayıs’tan beri geçen 11 aylık zamanda maruz kaldığım acıklı muameleler, hapis ve neyfiyemdeki sıkıntılar ve bazı garazkâr neşriyatla üzerime tevcih edilen iftiraların hakikatsizliğini ifade etmek için şahsıma ait bu maruzatımı zikretmeye mecbur kaldım... Hatta bugün Şarkta Kürtçülük damarını kırdığımız ve aleyhinde bulunduğumuz için bu menfi fikri taşıyan Kürtler bize düşman kesilmişlerdir. Şayet bizde Kürtçülük fikri bulunsaydı muhakkak bir sızıntısı, bir ipucu, bir delil bulunacaktı. Halbuki 20-30 mahkemenin hiçbirisi, bu hususta en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet vermemiş olduğunu görüyoruz. Gerek umumi emniyette, gerek millî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda Kürtçülüğe dair en ufak bir emare görülmemiştir” diyordu.

Nurcular gibi Sivas’a getirilen en önemli kişilerden birisi de Malatya Ekolü’nün öncü isimlerinden biri olan Sait Çekmegil’di. Çekmegil, daha sonra yayımlanan anılarında Sivas Kampı’nda yaşadıklarını satırlara döktü.

“Bir bölen olmak istemedik”

Kampa getirilen en ilginç kişilerden birisi de Arap asıllı olan Demokrat Parti’de Mardin Milletvekilliği yapan Bahattin Erdem ve kardeşi Mehmet Sait Erdem’di. Türkiye’nin sayılı işadamlarından olan Zeynel Abidin Erdem, babası Mehmet Sait Erdem ve amcasının yaşadıkları sıkıntıyı anlatırken bugüne kadar neden Sivas’ı anlatmadıklarının da ipucunu veriyor: “Kampla ilgili bize birçok şey anlatıldı: Oradaki sefalet, soğuk, zaman zaman açlık... Biraz da o günün şartlarında değerlendirmek gerekirse orada bir haksızlık vardı. Bu, sadece sitemdir. Bu olayı yaşayan büyüklerimiz bize yaşadıklarını naklederken hepimize ayrı ayrı ve defalarca bir “emir” buyurdular: “Siz bunları gelecek nesillere intikal ettirmeyeceksiniz. diyor.

Sivas’ı yaşayanlar bugün ne dedi

Hacı Said Ensarioğlu: Bu kadar yaşadıklarımdan sonra devletin bölücülüğünün oradan başladığını anladım. Biz kendimizi vatandaş zannediyorduk. Ben diyorum ki eşit haklara sahibim ama senin devletin kalkıyor, sen benden değilsin, sana özel bir kanun yapıyorum ve seni sürgün ediyorum. Olay buradan başladı. Devletin bölücülüğe burada tohum ekti.

Abdulilah Fırat: O günkü sistemleri medeni değildi. Bir darbe hükümeti idi. İnsanlıktan nasiplerini almamışlardı. Zulüm yapmaktan zevk duyan insanlardı. Hürriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu insan böyle zulümler gördükten sonra biliyor.

Sertaç Bucak: Sivas Kampı çözümleyici olmadı. Devletin tüm sürgün mağdurlarına karşı özür borcu olduğunu düşünüyorum. 1960’larda özür dilenmediği için 1990’larda devlet birkaç milyon Kürdü yeniden zorla yerinden etmiştir.

Zeynel Abidin Erdem: Ben bugün sürgüne gönderilmiş bir ailenin üyesi olarak ancak şunu söyleyebilirim. Biz hepimiz yanlış yaptık. Gerekli cezayı da aldık. Böyle bir inanış ve böyle bir son karar vardır. Bu kararı da o gün herkesle konuştuk. Tabii yukarıda arz ettiğim gibi bunun dedikodusunu yapmak ya da ileride bunların her gün tekrar yaşatılması, hatırlanması adına bir şey yapacak değilim.

Dengir Mir Mehmet Fırat: O zaman 105 sayılı yasaya göre yapılan uygulama tamamen insanlığa ve hukuka aykırı bir uygulamaydı. Dolayısıyla haksız bir uygulamaya uğrayan bütün insanlar gibi o insanlar üzerinde de çok büyük etkileri oldu. Bu tip uygulamaların devlete kazandırdığı hiçbir şey olmadı, temennim bu tip olayların bir daha yaşanmaması ve yaşatılmaması.

“Cumhuriyet gazetesi yüzünden kampa gittik”

Sivas Kampı’na gönderilen Şeyh Said’in torunu Abdülilah Fırat kampa gönderilme gerekçesi olarak; Şeyh Said’in torunu olmayı ve Cumhuriyet gazetesinin yaptığı yayınların etkili olduğunu ifade ediyor “27 Mayıs’ın öteki Yüzü: Sivas Kampı” kitabında. “Cumhuriyet gazetesinin 31 Mayıs 1960 yılında yapılanları alkışladığını görmekteyiz. Cumhuriyet gazetesi şöyle yazıyordu:

“Milli Birlik Komitesi’nin neşredeceği vesikalar, bir Kürdistan tesisi için DP Grubu içinde çalışanlar varmış. Sabık iktidarın Rus yapısı bir ciple vatan haini Şeyh Sait’in oğlunun Doğu’daki köylerde dolaşmasına göz yumulduğu tespit olunmuştur. Geliştirilmesine çalışılan gayenin yeni bir Kürdistan olduğu, bu konuda birkaç DP milletvekilinin çalışanlara müzair olduğu vesikalarda meydana çıkmıştır. Milli Birlik Komitesi ve hükümet bu yola sapanların faaliyetlerine son vermiş, memleketi parçalayıcı unsurların tamamen izalesi yolunda zecri tedbirler alma yoluna gitmiştir. Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir” diyordu.

Bunlar daha mı az ağa

Sivas’a götürülenler hakkında herhangi bir suçlama yapılmamışken, Meclis’ten çıkarılan bir yasa olacakları haber veriyordu. 2510 sayılı yasaya ek olarak çıkarılan 105 nolu yasada şöyle deniyordu: “Sosyal birtakım reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye’de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek... Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun çıkarılmıştır.” Bu sözlere bakılacak olursa, Sivas’taki toplama kampı ve mecburi iskânla, iktidar köylüleri baskı altından kurtarmak gibi “halkçı” bir iş yapıyordu.

CHP organı Ulus gazetesinin başyazarı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu Efendi’nin mecburi iskân tasarısıyla ilgili 12 Ekim 1960 tarihinde şunları yazıyordu: “Birkaç günden beri gazetelerde bahsi geçen Mecburi İskân Tasarısı, dün yayınlanan bir habere göre MKB’de görüşülerek kabul edilmiştir. Bu surette tasarının bir bölümünde görüldüğü gibi memleketimizin şu veya bu bölümünde ya da daha geniş bir bölge içinde dini his ve gelenekleri alet edenler, yabancı ideolojileri neşir ve telkine çalışanlar cebir ve şiddet kullanarak nüfuz ve baskıları altında adam sömürenler, bulundukları yerlerden uzak bölgelere nakledileceklerdir. Sürülecektir, demiyoruz. Çünkü bu gibiler için medeni haklardan mahrumiyet söz konusu değildir ve çıkarıldıkları bölgelere dönmemek şartıyla memleketin her tarafında dolaşmak serbestliği de ellerinden alınmayacaktır. Doğrusunu söylemek lazım gelirse, bu bakımdan Mecburi İskân Tasarısı’ndaki sertlik biraz yumuşatılmış gibi görünüyor” diyordu.

Öte taraftan Akşam gazetesinde Müfit Duru imzalı “Ağalardan sonra” ve Öncü gazetesinin “Şeyhlerin peşinde” yazı dizileri olmadık iftiralarla Sivas Kampı mağdurlarına saldırıyordu. Yön dergisi de konuyu inceleyerek Faik Bucak’ın görüşlerine yer veriyordu: “Faik Bucak ile konuşurken size şunları söyleyecektir:

“Benim toprağım yoktu ki toprak ağası olayım. Hayatımı avukatlık yaparak kazanıyordum. Yıllarca da bu memlekette hâkimlik yaptım. İşte bizim ağaların kaç dönüm toprağı olduğu da meydana çıktı. İyi ama bu memlekette madem ki toprak reformu diyoruz, madem ki sosyal adalet diyoruz, aklımıza niye Kasım Ağa (Gülek), Cavit Ağa (Oral), niye Fevzi Lütfü (Karaosmanoğlu), niye Hacı Ömer Ağa ve daha bunlar gibi yüzlercesi gelmiyor? Bunların toprakları bizimkilerin topraklarından yüzlerce defa büyük. Ya İstanbul’daki sermaye ağaları? Bunlar sanki daha az mı ağa?

55’lerden Bucak ve Kartal’ın tanıklığı

Bir ihtilal olmuştu. Her vatandaşa yeni bir dünya yaratmanın acı ve yük payı düşmüştü. Buna emniyet tedbiri dediler. Biz de masumca bir güvenle bileğimizi kelepçeye uzattık. Nasıl olsa diyorduk, “Adalet tecelli eder.” Suçsuz olduğumuz gün ışığına çıkar. Üç yüz kişiydik. Biz 55’leri ayırıp alıkoydular. Mesele sürgün müydü? İlk bakışta hissi konuştuğumuz sanılabilir. Bu soruların hakiki sebeplerini sıralayalım: 55’lerin bedbahtlık ve felaketlerinin sebebi Kürt asıllı olmalarında mı aranmalıdır? Yoksa hepimizin Demokrat Partili olmasında mı aranmalı? Yalnız Türkiye’de milyonlarca Demokrat Parti’li varken onlar niye bizim gibi sürülmediler?

Biraz geriye dönelim. Masumiyetimiz teslim edildikten sonra Ankara’ya geldik. İlk fırsatta günün idarecileriyle temas ettik. Salahiyetli makamlar bize haksızlık edildiğini kabul ettiler ve en kısa zamanda yerlerimize iade edeceklerini vaat ettiler. Türk aydınları, sizi haklı davamızın hakemleri seçiyoruz.

Numan Esin: İsyan hazırlığı vardı

Milli Birlik Komitesi Üyesi Numan Esin yıllar sonra Sivas Kampı ile değerlendirmeleri Güneri Civaoğlu’nun programında sorduğu “Menderes Kürt sorunu için ne söyledi?” sorusuna verdiği cevapta “ Bizim o tarihte bir endişemiz vardı. Acaba bir ayaklanma olur mu diye. Elli beş ağayı da o sebeple yönetim tutuklamıştı. Onları, güvenlik önlemi aldırarak, Sivas’ta nezaret altında bulunduruyordu. Bu arada acaba hükümetin, güneydoğuyla ilgili özel birtakım tedbirleri var mıydı? Aldığım cevap buydu ve son derece doğru bir cevaptı, demokrasi içinde. Gerçekten, 1938’den sonra, 1970’lere kadar, doğuda bir ayaklanma olmamıştı ve istikrar vardı. Türkiye’de bu istikrarı daha sonraki yıllarda yanlış uygulamalar bozmuştur ve güneydoğu sorunu Türkiye için ciddi, çok pahalı, çok riskli bir sorun haline gelmiştir.” dedi. Ancak Esin geçen hafta İstanbul’da katıldığı bir konferansta Sivas Kampı uygulamasının emrini kendilerinin vermediğini, İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu’nun bu emri tek başına aldığını ifade etti.

Kaynak:Taraf

"1942’de Başbakan olan Saracoğlu, ABD ajanıydı"
27 Eylül 2010 Anadolu Haber
Eski Başbakanlardan ve Fenerbahçe Eski Başkanı Şükrü Saraçoğlu'ile ilgili müthiş bir iddia atıldı.

Araştırmacı yazar Aytunç Altındal’dan müthiş iddia: "1942’de Başbakan olan Saracoğlu, ABD ajanıydı. Kod adı Harem’di..." 16 yıl Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı'nı da yürüten Şükrü Saracoğlu, ünlü Time dergisinin 12 Temmuz 1943’te yayınlanan sayısına kapak olmuştu.
Yazar Aytunç Altındal, konuyla ilgili görüşlerini Takvim Gazetesi'nden Arda Uskan'la paylaştı.

İŞTE O GERÇEKLER

"Allen Dulles, İsviçre'den İstanbul'a geliyor ve bir istihbarat ağı kuruyor. Elemanları, bütün casusluk teşkilatları gibi kod adlarıyla çalışıyorlar. Türkiye'ye de bir kod veriliyor. Türkiye'nin kodu: Yellow, yani sarı... Türkiye demiyorlar yazışmalarda sadece 'yellow' diyorlar. Bir de, çok ünlü bir Türk yöneticiye kod verilmiş, o da; 'Harem' Yazışmalarda Harem kod adlı birisi var Türkiye'de yani. Yellow'un sorumlusu Harem diye geçiyor adam...

Bu harem de Başbakan Şükrü Saracoğlu... Başbakanın ta kendisi. Bu ilk kez sizde yayınlanacak! İnönü cumhurbaşkanı, Saracoğlu başbakan o dönemde. "Sarı'dan -yani Haremden- gelen bilgiye göre..." diyor ABD kaynakları.

BİR TEK İNÖNÜ BİLİYOR

Saracoğlu bir yandan da Amerikalılar'a bilgi veriyor.
Bunu bir tek İnönü biliyor. Şimdi Almanlar'la bir anlaşma yaptı ya, bakıyorlar savaş başka türlü gidiyor, Amerikalılar da Pearl Harbour baskınından sonra girmiş savaşa... İster misin Amerika kazansın bu işi! Biz de Alman taraftarı olarak arada kaynarız gideriz maazallah!. Saraçoğlu, Lozan Üniversitesi mezunu bir hukukçu ve İnönü'nün en güvendiği adam. Bu yüzden önce Şükrü Kaya'yı başbakanlıktan alıp Saracoğlu'nu getiriyor yerine. Onun müttefiklerle aramızı düzeltecek bir yol bulmasını istiyor gizliden gizliye. İşte 'Harem' o zamanki CIA yani OSS'in Saraçoğlu için kullandığı kod adı. Bütün belgeler ve bilgiler bir tek onun üzerinden Amerika'ya geçebiliyor.

TÜRKİYE'DE DUYAN OLMADI

İddiaya göre sonuçta 'Harem', yani Şükrü Saracoğlu, ABD istihbaratına bilgi ulaştırıyor!
1942-1946 yılları arası bir işbirliği yapıldı ve bu belgeler iki yıl önce açıklandı. Ama Türkiye'de hiç duyan olmadı. Bu olay Türkiye'deki istihbarat faaliyetlerinin boyutlarını göstermesi bakımından çok önemli."

Tünelin sonu: Tanzimat'ın tanzimatı
Yusuf KAPLAN
06/09/2010

Türkiye, mini-anayasa referandumuyla birlikte, yeni bir dönemece giriyor.

(..)

Millet, Türkiye'nin ne tür bir hengameden, savruluştan geçtiğini henüz idrak edebilmiş değil. Türkiye'nin Tanzimat'tan bu yana yaşadığı deneyimin ne olduğunu, Türkiye'nin temel sorununun ne olduğunu bilmiyor millet.

Daha da vahimi, Türkiye'deki entelijansiyanın 150 yıldan bu yana yaşadığımız savrulmanın, şizofreninin, travmanın, yapay çatışmaların ne olduğunu, bunların nedenlerini bile henüz idrak edememiş olması. Böyle bir entelijansiya, elbette ki entelijansiya değildir; endülüjans'tır, günahçıkarıcısı'dır; kapıkulu'dur sadece: Kapıları tutanların kulu.

Opportunizm, karakteri olmuş o yüzden. Hiçbir ilkesi, kutsalı yok.

Böyle bir insan kişisine entelijansiya denebilir mi?

Burada asıl konu edineceğim şey, entelijansiya konusu değil, entelijansiyanın konusu olması, kafa yorması gereken tanzimat'ın (nihâyet!) sonuna geldiğimizi haber veren son, kapanış, final perdesi.

Türkiye, referandumla birlikte, en azından son yarım asrın cerahatlerini temizleyecek: Bu son yarım asrın nasıl olup da bu ülkede yaşanabildiğini de sorgulayacak, süzgeçten ve gözden geçirecek. Ve Türkiye'nin 1960'lı yıllarla birlikte içine sürüklendiği zihnî savrulmanın, yokoluşun kökenlerinin Tanzimat'a kadar izinin sürülebileceğini görecek.

Bir süreç mantığından baktığımız zaman, bu yaşananları önyargılı bir gözle değerlendirmeniz pek mümkün olmaz.

Şöyle bir tanımlama çerçevesi çizebiliriz: Tanzimat, bir kırılma ânı'ydı; Cumhuriyet, bu kırılmayı gerçeğe dönüştürerek bu milletin kaderini ve istikametini dönüştürme ânı. 1960 darbesiyle başlayan (ve Türkiye'nin Batı'ya ilk kez entelektüel olarak bilfiil açılmaya başladığı) süreç, tastamam bir savrulma ânı.

Tanzimat'la birlikte kendimizden şüphe etmeye ve kendimize olan güveni yitirmeye başladık. Ayağımızı bastığımız zeminin kaydığını hisseder olmuştuk. O yüzden hâkim psikolojimiz, savunma psikolojisiydi. Savunma psikolojisinin hâkim olduğu vasat'ın bizi götürüp fırlatacağı iki yer olabilirdi: Direniş ve inkâr. Biz ikisini de yaşadık iç içe. Tanzimat, bir açıdan bakıldığında, bir yokoluş sürecinin başlangıcı; bir başka açıdan bakıldığındaysa bir diriliş, bir varoluş sürecinin başlangıcı.

Yani ortada salt olumlu ya da salt olumsuz bakışlarla kavranamayacak kadar karmaşık ve zorlu bir süreç var yaşanan: Sözgelişi, bir yandan Avrupa edebiyatı, sanatı, düşüncesi ile doğrudan -iyi kötü- temasa geçiyoruz; öte yandan da kendi özsuyumuzla, kendi medeniyet dinamiklerimizle, öncülerimizle.

Tanzimat ve özellikle de ardından gelen Meşrûtiyet sürecindeki canlı, verimli ve dinamik düşünce, sanat ve edebiyatı hayatına bir daha kavuşamadık: Ne söylendiyse Meşrûtiyet'te söylendi aslında ve biz Cumhuriyet'le birlikte bu kez yenilgi psikolojisiyle hareket edip kendimizi inkâra kalkıştığımız için, Meşrûtiyet'te söylenenleri, yapılan tartışmaları ve ortaya konan entelektüel birikimi, elimizin tersiyle itiverdik. Ortada gerek İslâmcılar, gerek milliyetçiler, gerekse Batıcılar açısından olsun gerçekten çok büyük bir birikim vardı; ve yolunu, yönünü ve ruhunu yitirmiş her insan türünün yapacağı şeyi yaparak en yakınımızdaki bu muazzam birikimi inkâr etmeyi marifet sandık.

O yüzden 1960'lara gelinince, yaşadığımız inkâr süreci, bizi intihara sürükledi: 1960 darbesinden sonra Türkiye'deki entelijansiyanın bu ülkenin varlık nedenini, tarihsel derinliğini, kültürel, estetik, sanatsal birikimini, zenginliğini oluşturan yegâne kaynak olan İslâm'la ilişkileri sıfırlandı.

(..)

YENİ ŞAFAK

Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -2-
Murad Salih
14.10.2010



Savaş dedik ya...

Bu öyle edebî sanat olsun diye söylenmiş bir söz değil...

Bildiğin savaş...

Ateş, barut, top, tüfekle, kan revan içinde yapılanı...

Nasıl mı?

Bundan yüz sene önce üzerimize 7 düvelin yağmacı talancı emperyalistleri çullanmıştılar ya...

10 küsur cephede biz bunlarla göze göz dişe diş süngü süngüye yaman bir savaş vermiştik de altedememiştik onları...

Sonra onlar kendi aralarında bizi nasıl paylaşacaklarına dair uzun uzun müzakereler etmişlerdi...

De...

Çakallar gibi dörtbir yandan işgale başlamışlardı vatan topraklarımızı...

Uçsuz bucaksız vatan topraklarından bize kala kala, neredeyse Anadolu bozkırlarında bir avuç toprak ya kalacak ya kalmayacak hallarına kadar düştüydük ki...

Son anda...

Son Sultan 6. Mehmed Vahiddüddin Han ve kurmaylarının hazırladığı “millî mücadele” projesi...

Mustafa Kemal Paşa komutasında hayata geçirildi...

Emperyalistlerin piyon olarak Anadoluya sürdüğü Yunanlıların işgali İzmir’den denize dökülünceye kadar da başarıyla uygulandı...

Böylece Anadolu işgalden kurtarıldı...

Sıra Trakya’daki Yunan ve İstanbul’daki İngiliz işgaline gelmişti...

İzmir'in 9 Eylül 1922'de kurtuluşundan hemen sonra...

Fahrettin Altay komutasındaki süvari kolordusu, Çanakkale Boğazı üzerinden Trakya’ya yönelmek üzere durmaksızın harekete geçti...

Kolordu Çanakkale’ye doğru bir kaç İngiliz kontrol noktasını çatışmasız geçti...

Çanakkale önlerinde İngilizler tarafından durdurulunca...

Çanakkale'de bulunan İngiliz-Fransız işgal kuvvetlerine bir ültimatom vererek Trakya’daki Yunan işgalini defetemek için Gelibolu’ya geçit hakkı istedi...

Fransız birlikleri Fransa Başbakanı'nın emriyle derhal geri çekildiler...

Bunun üzerine bölgede bulunan. İngiltere Başbakanı Lloyd George ise ültimatomu reddederek İngiliz kuvvetlerine direnme emri verdi ve hükümetindeki bir grup bakanla birlikte bir bildiri yayınlayarak Türkiye'ye savaş ilan edileceğini duyurdu..

Ancak....

Bu savaşı istemeyen Kanada Başbakanı, savaşa İngiltere hükümetinin değil, Kanada parlamentosunun karar vereceğini belirterek, Kanada'nın siyasi bağımsızlığını tarihte ilk defa fiilen ilan etmiş oldu....

İngiliz kamuoyu ve Muhafazakâr Parti ileri gelenleri ile hükümetteki üyeleri de Türkiye ile savaşa karşı çıktılar....

Dışişleri bakanı Lord Curzon ve Çanakkale Savaşındaki yenilgisini unutmamış olan savaş bakanı Winston Churchill de başbakanın çatışmacı politikasına karşı çıkınca Muhafazakâr Parti, 12 Ekim 1922'de Carlton House deklarasyonuyla hem hükümetten çekildi, hem de bir sonraki seçimlere Liberal Parti'den ayrı olarak gireceğini beyan etti. Böylece hem Lloyd George, hem de lideri olduğu Liberal Parti İngiltere tarihinde bir daha tekrar iktidara gelmemek üzere siyaset sahnesinden kayboldular... (2)

Kısaca:

Ordulaşan “Millî Kuvvetler”in Anadolu’daki Yunan işgalini söküp atarak Trakya’daki Yunan işgalinin de defterini dürmeye yönelmeleri. Önce İşgalcilerin küçüklerini (Fransız ve İtalyan) çözerek yılanın asıl başı İngilizi yalnızlaştırmıştı...

Yunanlılardan sonra sıranın İngilizlere geleceği açıktı.

Bu yalnızlık İngiltere’nin içini de dışını da karıştırmıştı...

Bu karışıklıkta İngiltere savaşı göze alamazdı...

Kısaca hem Doğu ve Batı Trakya’daki Yunan işgali, hem de İstanbulda’ki İngiliz İşgali askerî ve siyasî açılardan kolaylıkla defedilebilir durumdaydı...

Olmadı...

Çanakkale’deki bir avuç İngiliz işgalciyi tepeleyerek rahatça Gelibolu’ya geçebilecek durumdaki Süvari Kolordusu orada durdu(ruldu)...

Bunun niye olmadığını bize bir gün cesaretle söyleyebilecek gerçek siyasî tarihçiler ortaya çıkıncaya kadar öğrenemeyeceğiz...

Onların yerine...

Sanki mağlûp tarafmışız gibi otur(tul)duğumuz Mudanya’daki ateşkes masasına...

Niçin oturmaya mecbur ve mahkûm olduğumuzu binbir dereden su getirerek bizi inandırmaya çalışan bugünkü martavalcı “tarihçi”lerin martavallarını dinlemeye devam edeceğiz...

Tarihe Çanakkale Krizi ("Chanak Affair") adıyla geçen bu tuhaf durum...

Aslında Millî Mücadele’nin İzmir’de zaferle noktaladığı ölüm kalım savaşında elde ettiği zaferin sağladığı askerî ve siyasî üstünlük avantajının elden çıkarıldığı ve inisiyatifin işgalci ingilizlere geçtiği andır...

Tarihî bir kırılma noktasıdır...

Sıfır noktasından başlayarak ince ince kurgulanan ve olağanüstü fedekârlıklarla yürütülerek yükseltilen, bir “işgalden kurtuluş projesi” doğusu ve batı’sıyle Trakya ve payitaht İstanbul’u da işgalden kurtarmaya bir iki adım kala niçin ve kim(ler) tarafından durdurulmuştur?

Bu sorunun gerçek cevabını da şimdilik bilmiyoruz...

Ancak hadiselerin akışına bakıldığında şu hususu net olarak görünüyor:

Mondros Ateşkesi’nin ağır şartlarına boyun eğmek zorunda kalan Osmanlı, İşgalcilerinin paylaşım kavgalarının doğurduğu zaman aralığında, İmparatorluk tecrübesiyle dönanmış devlet aklının ürünü olarak ortaya çıkan bu işgalden kurtuluş projesi; son bir iki adım daha atılarak Trakya ve İstanbul’un işgalden kurtuluşuyla taçlandırılabilseydi...

Ne Mudanya Antlaşması’na gerek kalacaktı, ne de Lozan Antlaşması’na...

12 Adalar, doğusuyla ve batısı ile birleşik bir Trakya, Boğazlar, Tüm Anadolu,Hatay, bugünkü Suriye Sınırının 30-40 Kilometre aşağısından geçen bir sınır çizgisiyle çoğunlukla Türk ve Kürtlerin yaşadığı topraklar... Erbil, Musul, Kerkük ve Süleymaniye dahil bugünkü Kuzey Irak ve Batum olmak üzere Vatan topraklarımız -Misak-ı Millî’de kararlaştırıldığı gibi-, kaybedilmiş diğer vatan toprakları halklarınınının hür iradeleriyle katılımına açık bir statüyü kapsayan sınırlar içinde, gerçekten bağımsız bir devletimiz olacaktı...

İsmi Osmanlı olsa da olmasa da; bir İmparatorluk nüvesini/çekirdeğini muhafaza etmiş olacaktık...

Bugün yaşadığımız iç ve dış problemlerin çoğu ortaya çıkmayacaktı...

İşte merhum üstad Necip Fazıl, doğru bir tarih muhasebesiyle başımıza gelenlerin ne olduğunu farkeden ve o güne kadar yalanlarla avutulan/uyutulan millete bunu anlatmak için, tek başına devlerle savaşmayı göze alabilen ilk mütefekkir-aksiyoncu idi...

O, bize zafer diye yutturulan “millî felâket”i yalnızca teşhis, tespit ve ilan etmekle kalmamış...

Aynı zamanda da...

Düştüğümüz bu tuzaktan nasıl kurtulabileceğimizi madde madde gösteren bir dünya görüşü/İdeolocya örgüleştirmiştir...

Bu yüzden de dün de emperyalizmin ve onun yerli uşaklarının hedefindeydi bugün de hedeftir/hedeftedir...

Lozan’dan bu yana bin bir türlü engellemelere rağmen dünyanın en büyük ordularından biri haline gelen TSK, AB-D emperyalizminin bu bölgedeki hesaplarının önünde potansiyel bir engel olarak görülüp ağır bir asimetrik psikolojik harekâtla yıpratılarak...

Eskiden olduğu gibi daha küçük, daha güçsüz ve “yurtta sulh cihanda sulh” zinciriyleyle sıkı sıkıya bağlanmış olarak...

AB-D’nin yalnızca tetikçiliğini yapmak üzere yeniden yapılandırılmaya çalışılırken...

O faaliyetlerin medyadaki tetikçiliğini kim(ler) yapıyordu?

Taraf ve ona koruma ve destek atışları yapan sair neoliberal paçavralar...

Peki...

Emperyalizmin bütün insanlığı köleleştirmek için “demokratikleştirme” adı altında dayattığı vahşî işgal hamlesinin adı ne?

Yeni Dünya Düzeni...

Var mı bunun fikirde bir alternatifi?

Var...

Bu kimin fikri?

Necip Fazıl Kısakürek’in...

Adı ne?

Büyük Doğu İdeolocyası...

BOP= Büyük Ortadoğu Projesi’nden 50 sene önce ortaya koymuş Merhum Üstad bu projeyi...

İsim benzerliğine bakar mısınız:

Büyük Doğu...

Büyük (Orta)doğu...

“Tesadüf canım” mı?

Pekiyi...

AB-D emperyalizmi’nin yürüttüğü bu alçakça projenin en sadık yayın organın ismini ve logosunu 20 yıl önce yayılanmış Büyük Doğu İdeali’ni hayata geçirme kavgası veren Taraf dergisinden aynen tırtıklanmış olması da mı “tesadüf”?

Merhum üstad Necip Fazıl’ı itibarsızlaştırma operasyonunda ilk kim bastı düğmeye?

Taraf’ta yazan “sosyalist” bir Yahudi yazar müsveddesi...

İmparatorluğun yıklmasının önündeki en büyük engel bir siyasî deha olan Abdülhamîd Han’a hâl fetvasını etekleri zil çala çala kim götürmüştü?

Emanuel Karasu... (3)

Bir Yahudi avukat...

Bu da mı “tesadüf”?

Pekiyi...

Taraf’ın derdi TSK değil miydi?

Ne derdi olur Necip Fazıl’la?

Çünkü projenin aksaksız yürümesi için bütün potansiyel tehlikelerin ortadan kaldırılması lâzım...

Dipnotlar:
2-) Bkz: Vikipedi-Özgür Ansiklopedi.
3-) Emanuel Karasu (ya da Emanuel Karaso, sonradan Emanuel Carasso); (d. 1862 Selanik) - (ö. 1934, Trieste), Yahudi asıllı Osmanlı avukat ve siyasetçi.
Jön Türkler'in tanınmış üyelerindendir. 1492 yılında İspanya'dan tehcir eden Sefarad Musevilerinin tanınmış ailelerinden birine mensuptur. Karasu, Selanik'teki Makedonya Risorta Masonik Locası'nın bir üyesi(bazılarına göre kurucusu) ve sonraki başkanı ve Osmanlı Devletinde masonik faaliyetlerin öncüsüdür.[1] Masonik localar ve bazı gizli cemiyetler, Selanik'te devrimci radikal görüşlere sahip ve aralarında Talat Paşa'nın da bulunduğu Jön Türkler'in duygudaşları arasında bir buluşma yeriydi. Karasu, Selanik'te avukatlık yaparken İttihat ve Terakki Cemiyetine üye oldu. Cemiyetin Müslüman olmayan ilk üyelerindendir.
Cemiyet, 1908 yılında II. Meşrutiyet ve sonrasında Osmanlı Devleti'nin idaresinde söz sahibi olunca Karasu da Selanik'ten Meclis-i Mebusan'a girdi.[2] Karasu, Sultan II. Abdülhamid'e Nisan 1909'da Hal'ini (tahttan indirilmesini) bildiren 3 kişiden biriydi. (Vikipedi)


(Devam edecek)
Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için:
http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3213


'Kemalist Türkiye'den Faşist İtalya'ya selam'
Cumhuriyet Gazetesinin 22 mayıs 1932 tarihli ilk sayfası ve manşetini haber ile birlikte yorumsuz olarak sizlere sunuyoruz.

19 Ekim 2010, 00:39
Anadolu Haber



Cumhuriyet Gazetesi 22 Mayıs 1932

“İtalya’da İtalyan milletini asrın en mütekâil bir cemiyeti haline yükselten Faşizmin gittikçe artan takdirlerine ve muhabbetlerine mazhar olmaktan kuvvet buluyorduk. Zâhirde hatta biraz hissi bile görünebilecek olan bu mütekabil itimat ve muhabbettir ki Büyük İtalyan milleti ile inkılâpçı ve behemehal teceddüt ve itilâya azimkar Türk milleti arasında en sağlam bir dostluğa müntehi olmuş oldu. Başvekilimizin Roma’yı ziyareti bu büyük dostluğun pek tabii bir neticesi olduğu kadar onu en samimi ve en parlak şekilde tes’it edecek bir tezahürdür de. Roma’da yekdiğerini müsaraat ve hararetle sıkacak eller, mensup oldukları milletlerin selâmet ve saadetleri kadar Akdeniz’de sulh ve müsalemeti de temin edecek kudretli manivelâlardır. Bundan her iki tarafın zimamdarları ne kadar memnun ve müftehir olsalar haklıdırlar.”

Murat Bardakçı
mbardakci@htgazete.com.tr
'Musiki İnkılâbı' ve başarısızlık
08 Kasım 2010

Tekfen Filarmoni Orkestrası, İstanbul'da geçen Cuma gecesi güzel bir konser verdi.
Romen şef Yoel Levi'nin idare ettiği orkestra önce 1977'de ölen Türk besteci Ferit Tüzün'ün "Türk Kapriçyosu"nu çaldı, 24 yaşındaki Rus piyanist Denis Kojuhin'den Rahmaninov'un herhalde hiçbir zaman eskimeyecek olan ikinci konçertosunu dinledik, daha sonra Çaykovski'nin "Slav Marşı", Haçaturyan'ın "Gayane Süiti" ve Borodin'in "Kuman Dansları" icra edildi.
Borodin'in "Poloveç Dansları" diye bilinen eserini neden "Kuman Dansları" diye yazdığımı merak edenler çıkabilir, söyleyeyim. En eski Türk kavimlerinden olan Kumanlar'a Rusça'da "Polovtsi" denir, "Poloveç Dansları" da "Kuman Dansları" demektir. Eser, Borodin'in 12. asırda yaşayan, Rurik Hanedanı'ndan olan ve Kuman Türkleri'ne karşı akınları ile tanınan Prens İgor Svyatoslaviç'in efsanelerini konu aldığı "Prens İgor" operasının bir bölümüdür.
Kimse kusura bakmasın: Ben, bizdeki resmî orkestraları dinlemeyi sevmem! Zira Avrupa orkestralarını işittikten sonra, resmî orkestralarımızın icraları, özellikle de tınıları bana biraz yavan ve ucuz gelir. Birkaçı istisna olmak üzere, Türk icracılar hakkında da aynı şekilde düşünürüm. "Aslını dinlemek varken onlar kadar hislendirmeyen müziği neden dinleyeyim ki?" derim ve bu işi kaliteli bir elbiseye sahip olma imkânı bulunanların gidip ucuz taklitleri satın almalarına benzetirim.
Resmî orkestralarımızın tını ve eserin ruhunu yansıtma bakımından geride kalmalarının en başta gelen sebebi bu işin hâlâ devlet memurluğu zihniyeti ile yapılması ve klasik müziğin hissiyatını bir türlü kavrayamamış olmamızdır. Bunda, klasik müziğin bir dönemde zorla sevdirilmeye çalışılmış olmasının da etkisi vardır.
Ama, geçen Cuma gecesi Tekfen Filarmoni Orkestrası'nı Batı'nın gerçek bir orkestrasının konserine gitmişcesine zevkle dinledim. Gayet güzeldi, zira orkestrada çok sayıda yabancı müzisyen vardı, yani "kendi müziklerini" yapıyorlardı.

TÜRK BEŞLERİ'NİN YAŞITI
Konserden sonra "Böyle güzel, zevkle dinlenen ve dünya çapında bilinen eserler bizde neden bestelenmedi?" diye düşündüm...
Çaykovski ile aslen Gürcü olan Borodin'i bir tarafa bırakalım, zira her ikisi de 19. yüzyılda yaşamışlardı ve ayrı bir gelenekten geliyorlardı. Tatar asilzadesi RahmanîMırza'nın soyundan olan Rahmaninov'u da saymayalım, zira ailesi sonraları tamamen Ruslaşmıştı ve yaptığı müzik, yetiştiği kültürün müziği idi.
Peki ama ya Haçaturyan?
"Spartakus" ile "Gayane" balelerinin ve dünyanın en tanınmış melodilerinden olan "Kılıç Dansı"nın bestecisi Aram Haçaturyan'ın eserlerini bizim kompozitörlerimiz ile mukayeseye kalktığımızda ne düşüneceğiz?
Haçaturyan 1903 doğumludur, yani bizde bir çevrenin yere-göğe koyamadığı ama eserleri 70 küsur seneden buyana dünya çapında hâlâ takdir görememiş ve tanınmamış olan "Türk Beşleri"nin yaşıtıdır. Tiflisli gayet fakir bir Ermeni ailenin çocuğudur, müzik tahsiline geç başlamıştır ama sadece "Kılıç Dansı" bile, artık dünyanın en meşhur ezgilerindendir ve bilgisayar oyunlarına kadar girmiştir.

HATAYI NEREDE YAPTIK?
Türkiye'nin "Musiki İnkılâbı"nın üzerinden bu kadar uzun seneler geçtikten sonra, hiçbir zaman ciddî şekilde kabul görmemiş birkaç bestecisini bir çevrede kendi kendine reklam etmeyi bir tarafa bırakıp dünya çapında kompozitör çıkartamamış olmasının sebebini artık açıkça tartışması gerekiyor.
Eksiklik nerede ve kimde? 1930'larda ekonomisini tahıl ihraç ederek ayakta tutmaya çalışan Türkiye o zamanların bütçesinde önemli bir yer tutan "Musiki İnkılâbı" yatırımını yanlış kişilere ve yanlış politikalara mı yaptı? Başarısızlıkta memleketin geleneksel müziklerine dudak bükmenin tesiri oldu mu? Sadece "mecburî hizmet" gereği eser veren besteciler yetiştirmekten niçin bir türlü kurtulamadık?
Ve, en önemlisi: Halk, bu müziği neden bir türlü benimsemedi?

habertürk

ANDIMIZIN YAZARI BASKIN ORAN'IN AKRABASIYDI
Orhan Gökdemir
26.11.2010

“Andımız” tartışma masasında. Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, andı okutmamanın yollarını arıyor. Sevgili arkadaşım Enver Aysever ise yerine Rakel Dink’in Hrant Dink’in cenazesinde yaptığı konuşmayı okutmayı önerdi, çok tartışıldı, hala tartışılıyor.
Öldürücü vuruşu ise BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık yaptı. Sakık Nimet Çubukçu’nun kararına gönderme yaparak, Andımız'ın okunması zorunluluğunun kaldırılması yönünde alınan kararın bazı milletvekillerince eleştirildiğini hatırlattı ve 'Benim varlığım neden Türk varlığına armağan olsun. Ben Türk değilim ki' dedi.
Hakkı tabii, Sakık’ın varlığı asla Türk varlığına armağan olmamalıdır. Ancak yine de bir yanlışı düzeltmemizde yarar var. “Andımız” öyle sanıldığı gibi “faşist ve ırkçı bir Türk”ün eli mahsulü değil.
“Türküm, doğruyum” diye başlayan o andın yaratıcı Dr. Reşit Galip. Andın metni 23 Nisan 1933 günü “Milli Eğitim Bakanı” Dr. Reşit Galip'in kaleminden çıkmış. Andın Reşit Galip’in yazdığı ilk bölümü okunmuş uzun yıllar. Andın “Ey bu günümüzü sağlayan Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim.Ne mutlu Türküm diyene” bölümü 1972 yılında eklenmiş.
İlginç bir hayat hikayesi var “and”ın yaratıcısı Reşit Galip’in.

TEŞKİLAT-MAHSUSA ÜYESİ
Reşit Galip 1897 yılında Rodos'da doğmuş. Ortaokulu bitirdikten sonra kardeşi Hüseyin Ragıp Baydur ile birlikte bir sandala binip Marmaris'e geçmiş, liseyi İzmir'de okuyor. Kardeşi diplomatlığı seçerken kendisi tıp okumayı tercih ediyor; İstanbul Tıbbîye Mektebi'ni bitiriyor. Öğrenciliği sırasında gönüllü olarak I. Dünya Savaşı'na katılıyor, Kafkasya Cephesinde savaşıyor. Belli ki Teşkilat-ı Mahsusa üyesi. Türk ocakları çalışmalarına katılmış. 1919'da Kütahya ve dolayında Müdafaai Hukuk Cemiyetinin kurulmasında çalışmış. Kurtuluştan sonra Mersin'de serbest hekimlik yapmış. Mübadale Komisyonunda görev almış.1925'de Aydın Milletvekili olarak meclise giriyor. Şeyh Sait ayaklanması sıralarında Şark İstiklal mahkemesi üyesi. 1932'de Milli Eğitim bakanı. Dil Tetkik Cemiyeti üyesi iken genç yaşta zatüreden ölüyor. Giderayak 1933 üniversite reformunu yapılmasına çalışıyor, yarım bıraktığı işlerden biri oluyor. Cebeci Asri Mezarlığı'na defnediliyor, Ankara'da bir caddeye ismi veriliyor.
Hakkındaki standart bilgiler böyle. Profesör Şerafeettin Turan’ın hakkında yazdığı “Dr. Reşit Galip’in Atatürk’e Yakınmaları” başlıklı makalesinde ise Reşit Galip hakkında şu bilgiler veriliyor. “Babası Mehmet Galip Bey’in yargıçlık yaptığı Rodos’ta 1982’de doğduğunda kendisine Reşit adı verilmişti. Ama o dönemde baba adı bir soyadı gibi kullanıldığından Reşit Galip olarak tanınmıştı. Kendisinden iki yaş büyük olan ağabeyi Hüseyin Ragıp, soyadı yasasından sonra Baydur soyadını almıştı.”
Soyadı Kanunun 1934’te çıkarıldı. Reşit Galip, bir yıl daha yaşasaydı “Reşit Galip Baydur” olarak ölecekti.

İLKOKULU ALLIANCE ISRAELİTE'DE OKUDU
Şerafettin Turan, eğitimi hakkında da şu bilgileri veriyor: “Reşit, ilköğrenimini özel dersler alarak tamamlamış, bir süre de Alliance Israelite’e devam etmişti...” Standart biyografilerinde yer almayan bu bilgi, Reşit’in, tıpkı Munis Tekinalp gibi, “Ne mutlu Türküm diyene” Türkü olduğunu gösteriyor.
Şerafettin Turan’a göre Dr. Reşit Mustafa Kemal’in çok yakını, Köşk sofralarının değişmez konuklarından biri. Turan, Mustafa Kemal’in onu yanındakilere “Bu hem doktordur, hem siyaset doktorudur, hem edebiyat doktorudur ve güzel arkadaştır” sözleriyle tanıttığını not ediyor. Yalnız Reşit çok ateşli, heyecanlı, sözünü esirgemez bir genç devrimcidir. Yeri geldiğinde Mustafa Kemal’e kafa tutmaktan çekinmez, yanında, kendisinden önceki Milli Eğitim Bakanının ağır sözlerle eleştirdiği, Mustafa Kemal’in uyarısına rağmen eleştirilerinde ısrar ettiği belirtiliyor.
Milli Eğitim Bakanı olunca Cumhuriyet’in onuncu yılında çocuklara kendi yazdığı o andı okutuyor. Ardından yayınladığı bir genelge ile okullarda hergün okutulmasını sağlıyor.
Dr. Reşit Galip’in hakkında yazanlardan biri de Can Dündar. Dündar’ın yazısı da Dr. Reşit hakkındaki standart bilgileri tekrarlıyor. Yalnız Dündar, Dr. Reşit’in torunu Feyhan Hanımla da konuşuyor. Feyhan Hanım, Dündar’a “dedem öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış” bilgisini verdikten sonra şunları anlatıyor: "Anneannem üç çocuğunu büyütebilmek için Afet İnan'dan yardım istedi. Atatürk'ün yardımıyla krediyle bir ev aldılar. O evin bir odasına sığışıp diğer daireleri kiraya vererek geçindiler."
Can Dündar’ın verdiği bilgiye göre “Atatürk’ün yardımıyla” büyüyen Feyhan Hanım, şimdi Prof. Dr. Baskın Oran'ın eşi.
Gelelim Sakık’ın “Benim varlığım neden Türk varlığına armağan olsun?” sorusunun cevabına; anlaşılan o ki bu sorunun yanıtını en iyi bilenlerden biridir Baskın Oran. Sırrı Sakık ona sormalıdır ve sakıncası yoksa öğrendiğini bize de açıklamalıdır.
Tamam, varlığımız kimseye armağan olmasın; ama at izi de it izine karışmasın...
Lütfen!
Odatv.com

En Vahimi, 'Aydınların Yabancılaşması'!..
Attila İlhan

Gâzi'nin ve Anadolu İhtilâli'nin talihsizliği, acaba -bazı lider arkadaşları gibi- 'taraftarı geçinen' aydınların da, 'ileri Tanzimatçı' olmaları değil miydi? Hanidir içinde yuvarlandığımız keşmekeş, düpedüz onların 'marifeti'; bunu kim inkâr edebilir?

...Zaman, hatıraları bulanıklaştırıyor; o yüzden, kesin konuşamıyorum: acaba hangisi söylemişti? 'Medeniye' hocamız, -o tarihte henüz doçent- Ferit Hakkı Bey mi; yoksa kürsünün sahibi, -sakalı hariç, her şeyi ile 'dört dörtlük Osmanlı' - 'meşhur ve mülehham' Ebû'l Ulâ Mardin Bey mi? Cumhuriyet'in her icraatını, gizli bir istihzayla anlatmak alışkanlığı; Mecelle'ye büyük hayranlığı hesaba katılırsa, muhtemelen ikincisi!..

Anlatılan şudur: Gâzi, 'yeni Türkiye'de toplumun, artık Medeni Hukuku'nu, Mecelle'yle yürütemeyeceği görüşünde imiş; zamanın uzmanlarını toplayıp, yeni düzene uygun bir 'Medeni Kanun' tedvir etmelerini istiyor; bunun için onlara sanırım üç yıl da süre tanımış; gel gör ki süre bittiğinde, 'ulusal' uzmanlarımız Gâzi'ye rejimin temellerine göre oluşturulmuş, yeni, özgün ve ulusal bir yasa getirmemişler; onun yerine İsviçre Medeni Kanunu'nun 'şartlarımıza uydurularak' kabulünü önermişler; esasen, öyle de yapılmış!

Ne yalan söylemeli, daha o tarihte, bu davranış beni utandırmıştı; bilahare Türk Ceza Kanunu'nun İtalyan, İdare Hukuku'yla ilgili kanunların Fransız Hukuku'ndan aktarıldığını öğrenince, utancım daha da büyüdü; çünkü başarısızlığımıza anlam veremiyordum, ancak yıllar sonra 'olay'ın aslında 'ecnebi'nin uyguladığı 'kültürsüzleştirme operasyonu'yla ilgili ve onun tabii neticesi olduğunu anladım: Emperyalizm, göz koyduğu ülkeyi öz kültüründen soyutladı mı; o ülkenin aydını yaratıcılığını kaybeder; artık 'yaşantısı' gibi, 'eserleri' de 'kopya'dır!

Gâzi'nin önüne çıkan 'talihsizlik' buydu!

Aydın 'çare'yi 'ecnebi'den beklerse...

Bursa Türkocağı'ndaki kalabalık ve heyecanlı toplantıda, muhatap olduğum sorulardan birkaçı, aynı sorunla ilgili idi: ''...memleket yanlış yolda, işler sarpa sarıyor, ama yol gösteren yok, biz ne yapacağız?..'' Tuhaftır, soru sahipleri, cevabı bulmakla mükellef olanın da, kendileri olduğunu ne biliyor, ne kestirebiliyor; anlamıyor da: çünkü 'kopya', 'alafrangalık' sahici 'yurttaşlık bilincini' bulandırmış; artık 'meseleyi va'z etmek' ve 'ulusal çözüm bulmak' kabiliyeti yok; böyle bir soruyu sordukları anda, yetersizliklerini itiraf ve çareyi başkalarından -muhtemelen 'ecnebi'den- beklediklerini açıklamış oluyorlar. İyi de, 'kültürsüzleşme' dedikleri, 'bizâtihi' bu değil midir?

Söyler dururum, asıl sorun -sanıldığı ya da gösterilmek istendiği gibi- halkımızda değil; tam tersine, (buraya dikkat!) ona kılavuzluk etmesi gereken aydınlarımızın 'yabancılaşmasında'dır; bu 'yabancılık' toplumun 'ulusal idrakini' tahrip ediyor; aydını, öz ülkesinde, 'ecnebi'; halkına ters gelen bir kütürün 'temsilcisi' durumuna düşürüyor ki, bunun en korkunç neticesi 'ulusal'a 'ilgisizlik', hatta düpedüz 'kayıtsızlık'tır; en irkiltici sonucu da, 'bilmem ne yapacağız' kötümserliğine düşmüş bu takımın, o kötümserliğin ana sebebi olan 'kültürsüzleşme'yi hâlâ benimsemeleri; yani mesela 'alafrangalığı' önemseyip; çocuklarını 'ecnebi misyoner' okullarına göndermekte devam etmeleri oluşturuyor.

Bilir misiniz ki, Yusuf Akçura gibi bir 'ulusallık' devi, bu tehlikeli duruma, daha 1932'de Tarih Kurumu'nun ilk Kurultayı'nda parmağını basmıştı; Cumhuriyet Maarifi'nin hazırlattığı ilk tarih kitaplarını; bakar mısınız, nasıl yerden yere vurmuş:

Kim 'aksini' söyleyebilir?..

''...Fransız tarihçileri 1789 İhtilâli'ni abartıp şişirmişlerdir; ve bu maksatla, ondan önceki devirleri ve başka ülkelerde gerçekleşen değişiklikleri, pek silik geçiştirirler. Halbuki hakikat böyle değildi. Maarif'in Müfredat Programı, Fransız İhtilâli'ne -Fransızların deyimiyle- 'hakiki mevkii'ni' vermek üzere tertip edilmese de, (kitabın yazarı) Ali Reşat Bey, Program'dan daha çok, (çevirdiği) yazara sadık kalmıştır. 1848 İhtilâli için de aynı şey geçerli idi...''

''...Hele iktisadi meseleler ve bunların tarihteki rolü, yine Müfredat Programı'na uygun anlatılmamıştır. (Buraya dikkat!) İktisadi meselelerle izah edilebilen Emperyalizm ve dünyanın Avrupa tarafından istilası ve taksimi mevzularında; vuzûhsuz, nâkıs, yanlış ve sırf Avrupa'nın sınıfsal çıkarlarına göre söz edilmiştir. Bu kısmı yazılırken, kitabın yazarı adeta Türklüğünü unutup Avrupalıların dünyayı istilalarına 'fetih' namını vererek, onların adeta haklı; bu Müslüman kavimlerin, memleketlerinin ve servetlerinin, sırf Avrupalıların çıkarları uğruna gasp edilmesi hadisesini de, haklı görmektedir...'' (bkz. 1. Türk Tarih Kongresi, Konferans ve Zabıtları, 1932.)

Gâzi'nin ve Anadolu İhtilâli'nin talihsizliği, acaba -bazı lider arkadaşları gibi- 'taraftarı geçinen' aydınların da, 'ileri Tanzimatçı' olmaları değil miydi? Hanidir içinde yuvarlandığımız keşmekeş, düpedüz onların 'marifeti'; bunu kim inkâr edebilir?
( 28.01.2005)
Kaynak:Cumhuriyet

Mason Ol Seni Hoca Yapalım !
09 Şubat 2011

Eski başbakanlardan birinin İHL'lerin kurulmasında aktif rol alan müderris Ökten’e mason olması karşılığında üniversite hocalığı teklif ettiği ortaya çıktı.
Eski başbakanlardan Şemsettin Günaltay’ın İmam Hatip Liselerinin kurulmasında aktif rol alan müderris Celalettin Ökten’e mason olması karşılığında üniversite hocalığı teklif ettiği ortaya çıktı. Timaş Yayınları’ndan çıkan “Dindar Bir Doktor Hanım” isimli eserde Cumhuriyet’in yakın tarihinde yaşanan olayların perde arkasına ilişkin çarpıcı anlatımlara yer veriliyor. Türkiye’nin ilk kadın doktorlarından Ayşe Hümeyra Ökten’le yapılan söyleşiyi konu alan eserde, Ökten’in yakın tarihe ışık tutan ifadeleri dikkat çekiyor.

Cumhuriyet’in kurulmasının ardından başlatılan inkılap hareketlerinin toplumdaki yansımalarına değinen Ökten, o yıllarla ilgili şunları dile getiriyor: “O zamanki en önemli sıkıntıyı ilim adamları yaşadı. Birden Arapça, din dersleri ortadan kalktı. O ihtiyar dedeler ve nineler bir kenara atıldı. Bir gece içinde sıfır oldular. Üstelik, çocuğu torunu mektepte sürekli onların aleyhinde telkin alır, dindarlar ‘softa, yobaz’ diye anlatılırdı. Camilere, imam ölünce yeni imam tayin edilmediğinden kapanırdı. Tekkeler yasaklanınca kimse gitmedi., orası boş kaldı, metruk oldu. Bu sefer yanındaki evlerde oturanlar oraya ya ot doldurup atını bağladı, ya da fukara ise girdi oturdu. “

Ökten, 1949’da 18. T.C. Hükümeti’ni kuran ve Demokrat parti iktidarına kadar başbakanlık görevini sürdüren Şemsettin Günaltay hakkında şu ifadelere yer veriyor: “Babam bir keresinde Beyazıt meydanında Şemsettin Günaltay’a rastlamış. 1940’lı senelerdi. O seneler mebustu. Babamın medreseden de ahbabıymış. Babama ‘Hoca gel mason ol, seni üniversiteye alalım, liselerde, orta mekteplerde sürünme. Şimdi üniversitede Arapça dersi var ama müsteşrikler okutuyor.’ Demiş. Babam mason olmayacağı için reddetmiş. “

TÜRKÇE EZAN OKUYAN SADETTİN KAYNAK FELÇ GEÇİRDİ

Ayşe Hümeyra Ökten’in röportajında dile getirdiği bazı hatıralar şu şekilde: “O yıllarda ezan Türkçe okunuyordu. Menderes 14 Mayıs 1950’de iktidara geldi. Haziran’da Ramazan başladı ve Arapça ezan yasağı kalktı. İlk teravihi kılmak Süleyman iye Camii’ne gittik. Caminin içi ve bahçesinin yarısı beyaz papatyalar gibi kadın cemaatle doluydu. Ezan Arapça okundu. Herkes sevinçten ağlıyordu. Türkçe ezanı ilk okuyan kişi Saadeddin Kaynak’mış. Sonradan tövbe etmiş, hacca gelmiş, ben orada gördüm; felç geçirmiş, ayağa kalkmıştı ama felç geçirdiği her halinden belliydi. O yollarda camilerde secde mahallinin yükseltilmesi de konuşulmuştu. Daha sonraki senelerde, 1961 ya da 1962 ılabilir; Üsküdar Şemsipaşa Camii’ne gitmiştim. Orada secde mahallini yerden 10-15 cm. yüksek yaptıklarını görmüştüm ama bir müddet sonra yükseklik kalktı.”

Yakın çevresinde “Celal Hoca” olarak anılan Mahmut Celalettin Ökten, İmam hatip okullarının açılmasında büyük emeği olan bir alim olarak tanınıyor. aktifhaber

"İnönü Zamanında Kur'an'ı Toprağa Gömdüm"

06 Haziran 2011
Ömer Çelik, Seyhan Belediyesi önünde 120 engelliye tekerlekli sandalye dağıtım törenine katıldı. Çelik’in yolunu 82 yaşındaki Zeki Demircan isimli bir vatandaş kesti.

Demircan, CHP döneminde Kur’an-ı Kerim'lerin toplatıldığını belirterek, “Ben İsmet İnönü zamanında Ağrı’da iken Kur'an'ı toprağa gömdüm. Cenazemiz oldu, kefen alamadık. Yorganımın yüzünü söküp cenazeme kefen yaptım. Sigara paketlerinin üzerindeki eski yazılara bile tahammülleri yoktu. ” diye konuştu.

Demircan'ı dinlerken çok duygulandığını aktaran Çelik, şöyle dedi: “CHP zihniyetini yaşamış canlı örnekler bunlar. CHP zihniyeti Kur'an'ı yasaklamış tek parti döneminde. Bu insanlar Kur'an'a bir halel gelmesin diye Kur'an'ı toprağa gömmüşler. Aynı örnekleri Beyli'de gördüm. Sigaranın üzerinde Osmanlıca yazıyı tehdit sayıyorlardı. Aynı zihniyet devam ediyor, işte canlı örnekler burada yaşıyor. “
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Şub 22, 2011 3:18 am    Mesaj konusu: İşgal Fotoğraflarından Sansürlenen ABD Alıntıyla Cevap Gönder

Resmî tarihin Sultan Vahdettin saplantısı
MUSTAFA ARMAĞAN
27.11.2007

1918 şartlarında İngilizleri tutmayan var mıydı ki, Hürriyet gazetesinde yer alan bir köşe yazısında(1), Mondros Mütarekesi'ni ve İngiliz himayesini kabullendiği için Sultan Vahdettin'e hain yaftası yapıştırılabiliyor?
Açın bakın, Mondros'ta İngiltere ile aramızda rica minnet çöpçatanlık yapan General Townshend'in hatıralarını, İngiliz gemileri kasım ayında Çanakkale'den nasıl birer 'kurtarıcı prens' olarak girmişlerdir, hayretle görürsünüz. Hadi onu bulamadınız diyelim, bari tarihçi Orhan Koloğlu'nun 1918 yılı üzerine yazdığı kitabındaki(2) basın taramasını okuyun ve zamanın PTT'sinin Mondros Mütarekesi'ni kutlamak için tam 22 bin serilik bir posta pulu çıkardığını hayret ve ibretle görün.

O zaman Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'da kendi parasıyla çıkardığı Minber gazetesinde işgalci İngilizlerin tebrik edilip alkışlandığını da, 17 Kasım 1918'de aynı gazetede çıkan söyleşisinde "İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever) bir dost olmayacağı" mesajını verdiğini de, ertesi gün çıkan Vakit gazetesinde ise "Britanya hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediğini" söylediğini ve dahi "muhataplarımızla [yani İngilizler, Fransızlar vd.] anlaşmak lazımdır" dediğini de hatırlamamız gerekmez mi? Ya Mustafa Kemal Paşa'nın 11-13 Ekim 1918'de Halep'ten Vahdettin'e çektiği telgraftaki ilginç teklifleri... Şöyle diyordu padişahın yaveri Naci (Eldeniz) Bey adına gönderdiği telgrafta: Müttefiklerle olmadığı takdirde ayrı olarak ve mutlaka barışı sağlamak lazımdır ve bunun için kaybedilecek bir an bile kalmamıştır. (Orijinali: "Müttefiken olmadığı takdirde münferiden behemahal sulhü takarrur ettirmek lazımdır ve bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır.")(3) Peki, bütün bu belgeler bilinip dururken birilerinin kalkıp da "Mütareke hükümlerine sonuna kadar riayetkâr davranmalıyız" şeklindeki tavrı nedeniyle Vahdettin'in hain ilan edilmesini anlamak gerçekten de mümkün değil.

Karabekir'in hatıratında Vahdettin

Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Kâzım Karabekir'in bile yakılan kitabı İstiklal Harbimizin Esasları'nın ilk baskısında (1933) Sultan Vahdettin'le son görüşmesine dair hatıraları, kitabın sonraki baskılarında açıkça sansüre tabi tutulmuş değil midir? Halbuki Vahdettin, 11 Nisan 1919 günkü görüşmesinde, birkaç gün sonra Trabzon'a giderek yeni görevine başlayacak olan General Kâzım Karabekir'e dönüp, "Paşa, ben ve millet sizlerden ümitliyiz... Hayır dualarım ve niyâzlarım sizinle beraberdir" demiş, Karabekir Paşa da kendisine şöyle cevap vermişti: "Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet zât-ı şahaneleri etrafında bir kalp ve bir kafa gibi toplanabilir şevket-meâb." Üstelik Karabekir Paşa dışarı çıkınca onu heyecanla bekleyenler arasında bir tanıdık da vardır kapının önünde: Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal Paşa. Hemen Karabekir'e sorar: Neler konuştunuz? Karabekir, Padişah'ın kendisini hayır dualarla yolculadığını anlatınca Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı tespiti yapar oracıkta: Sen Erzurum'a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel dayanak noktası teşekkül ediyor. Ne yazık ki, İstiklal Harbimizin Esasları'nın 1951 ve sonraki yıllarda yapılan baskılarında bu ve benzeri türden Vahdettin'i 'beraat ettirici' nitelikteki ibarelerin itinayla temizlendiğini hayretle görürüz. Eh, Karabekir'in kitaplarında durum buysa gerisini varın, siz düşünün.

Mustafa Kemal'in yukarıdaki sözüne dönelim tekrar. Ne demek istiyor? Gayet açık bence: Vahdettin ve İstanbul hükümeti daha önce Cafer Tayyar Paşa'yı Edirne'ye, Ali Fuat Paşa'yı Ankara'ya gönderdikten sonra üçüncü büyük kozunu oynamış ve Karabekir Paşa'yı Erzurum'a tayin ettirmeyi başarmıştır. Böylece direnişin Edirne, Ankara ve Erzurum ayakları tamamlanmış, sıra bunları toparlayacak ve organize edecek bir genel müfettişliğe gelmiştir ki, bir ay sonra bu göreve olağanüstü yetkilerle padişahın yaveri olan Mustafa Kemal Paşa atanacak ve 15 Mayıs 1919 günü yine Vahdettin'le görüştükten sonra dördüncü ve merkezÎ ayağı oluşturmak üzere Samsun'a doğru yola çıkacaktır. Nitekim bu görüşmeyi sonraları Falih Rıfkı Atay'a anlatan Atatürk, Vahdettin'in kendisine, "Şimdiye kadarki başarılarınızı unutun, asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin" dediğini nakletmemiş miydi? Öyleyse soralım: Bizzat Karabekir ve Atatürk'ün ağzından yaptıkları anlatılan Vahdettin nasıl hain olabiliyor?

İngiliz gizli belgeleri ne diyor?

Son olarak İngiliz gizli belgelerine bir göz atalım. Aslı Britanya arşivlerindeki gizli yazışmalara göre, işgalci İngilizler, şimdi de 'esir padişah'ı Samsun'a çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşmaya zorlamaktadırlar. Ne var ki, Vahdettin kendilerine, Mustafa Kemal Paşa'nın ancak İtalya'nın birliğini sağlayan millî kahramanları Garibaldi kadar "haydut" kabul edilebileceğini, onun yurtseverliğinden kuşku duymadığını, dahası ona saygı ve hayranlık hissetmemenin güç olduğunu söylemiştir.(4) İngilizler de bu sözleri resmen kayıtlara geçirmişler. Vahdettin'in ifadelerinin İngilizce çevirisi şöyle: "It is absurd to label the Nationalist Movement as the tyranny of a set of non-Turkish brigand and patriot in much the same sense that Garibaldi was, and is difficult not to respect and admire him."

Bir başka belge ise gerçekten şaşırtıcı. 14 Kasım 1918 günü, bir gün önce İstanbul'a gelip Pera Palas'ta ikamete başlamış olan Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Daily Mail Gazetesi'nin muhabiri G. Ward Price'ı aracı yaparak General Harrington'la görüşmek ister. Price, Pera Palas'ta yaptığı görüşmeyi hatıralarında şöyle aktarıyor: "Mustafa Kemal, yapmak istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edeceğini" bildirmemi rica etti. "Bu harpte yanlış cephede savaştık, dedi, eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik... Biliyoruz, partiyi kaybettik... Anadolu'nun Müttefik Devletler tarafından işgal edileceğini tamamen biliyordum... Bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerektir."

Kim kahraman, kim hain?

Anadolu'da İngiliz idaresinden o kadar da rahatsızlık duyulmaması gerektiğini söyledikten sonra Mustafa Kemal, bu topraklar üzerindeki İngiliz idaresinde bir vali olarak çalışmaya hazır olduğunu gazeteci aracılığıyla işgalci yetkililere şöyle iletecektir: "Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim..."(5) Türk Tarih Kurumu'nun çevirtip bastığı bir kitaptan alındı bu çarpıcı sözler. Şimdi söyleyin bakalım, İngilizlerle ilişki kurmak vatan hainliği sayılabilir miymiş?

Kaldı ki, kimin hain, kimin kahraman olacağına gazete köşelerinden yahut meclis kürsüsünden karar verilemez; hatta mahkemeler bile buna karar veremez. Bunun kararını kamuoyunun vicdanı ve "tarih" denilen o acımasız yargıç verirse verir. Hem Fransızlar şu General Petain'in hain mi kahraman mı olduğuna 60 küsur yıldır karar verebildiler mi? Adam üstelik vatanını Almanya'ya gerçekten peşkeş çektiği ve işgalcilerle düpedüz işbirliği yaptığı için İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra herkesin gözü önünde yargılanıp idama mahkûm edildiği halde bugün dahi onun bu şekilde davranmakta haklı olduğunu düşünen Fransız vatandaşları azımsanmayacak sayıdadır. Dahası, bu bir rejim sorunu değildir Fransa'da; bir tarih sorunudur. Ne diyelim, darısı bizim Vahdettin'in başına.

En iyisi son sözü, bir ara bakanlık da yapmış olan Hüseyin Cahit Yalçın'a bırakmak. Bakın yakın tarihimizdeki hain-kahraman düellosu hakkında bu tecrübeli kalem ne ibret-âmiz laflar söylemiş: "İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi [Mondros'u] imza eden Rauf [Orbay] Bey, bugün âdeta vatan haini oluyor. Çünkü Halk Fırkası'ndan çıkmıştır. İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi kabul eden ve imza etmesi için emir verenler arasında bulunan Fethi [Okyar] Bey ise bugün Millet Meclisi Reisi bulunuyor. Çünkü, henüz Halk Fırkası'na mensuptur. Bu ne mantıktır, bu ne ölçüdür, bu ne mutaassıp fırkacılık [particilik] hissidir?"(6) Tarih yalan söylemez; ama ona yalan söyletilebilir. Tabii yatsıya kadar...

1) Bkz. Tufan Türenç, "Tarih yalan söylemez: Vahdettin haindir", Hürriyet, 14 Kasım 2007. 2) Orhan Koloğlu, 1918: Aydınlarımızın Bunalım Yılı, İstanbul 2000, Boyut Kitapları, s. 190. 3) Atatürk'ün Bütün Eserleri, cilt 2, İstanbul 2003, Kaynak Yayınları, s. 232. 4) Bkz. S. Ramsdan Sonyel, Turkish Diplomacy 1918-1923, Londra 1975, s. 154, dipnot 1'den aktaran: Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 5, İstanbul 1992, Tekin Yayınevi, s. 249-250. 5) Price'ın Extra-Special Correspondent (Çok Özel Yazışmalar) adlı kitabından (1957, sayfa 104) aktaran Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çeviren: Cemal Köprülü, Ankara 1991, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 98. 6) Aktaran: Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, cilt IV, İstanbul 1962, s. 180.

Zaman

İşgal Fotoğraflarından Sansürlenen ABD
Açık İstihbarat
21.02.2011


Çocuklarımıza okuttuğumuz tarih kitaplarında işgal dönemi ile ilgili özellikle sansürlenen bir ülke vardır : ABD. ABD o kadar dokunulmazdır ki, Harp Akademileri'nde okutulan kitaplarda bile ABD ile emperyalizm kavramları mümkün olduğu kadar uzak tutulur.

ABD'nin zamanında ülkesini işgal eden güçler arasında olduğunu bilmeyenler, o yüzden başlarına çuval geçirmeye gelen ABD askerleri karşısında şaşırıp kalırlar, "siz bizim müttefikimiz değil miydiniz?" şaşkınlığını üzerlerinden atamazlar.

Halbuki aşağıdaki fotoğraflar ABD'nin müttefik değil, tarihi bir düşman olduğu konusunda nettir. Bu devleti ve milleti ABD'nin boyunduruğu altına almak isteyenler tarafından sansürlenmiştir.

Yunanlılar, İngilizler, Fransızlar, Ermeniler , Ruslar ...ve işte işgal fotoğraflarından sansürlenen ABD...

Açık İstihbarat

[list=]http://www.acikistihbarat.com/resimler/haber/abd-tarih-dolmabahce-onunde-dort-abd-zirhlisi-acik%20istihbarat.jpg[/list]
Dolmabahçe önünde ABD zırhlıları


İstiklal savaşı günlerinde Boğaz'da ABD destroyeri


1922 yılında Kabataş açıklarında ABD askeri gemisi USS Bainbridge


Yunanlıların Bandırma işgaline ABD bayrakları eşlik ediyor...


Venizelos İzmir'de ABD ve İngiliz bayrakları eşliğinde konuşuyor...

SON SADRAZAM TEVFİK PAŞA'NIN SÖYLEDİĞİ RİVAYET EDİLİR Kİ ELHAK DOĞRUDUR:



90 yıl oldu, hâlâ çıkarmaya çalışıyor millet, devlet "Beko'nun babası"nın sapladığı hançeri...

(1923 - 2023)


...
ah! küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap!

TAALLUK:
VEHMETTİĞİN, ZANNETTİĞİN ŞEY TÜRKİYE VE "ATATÜRK CUMHURİYETİ"NİN YIKILMASI DEĞİL, ATATÜRK İMGESİYLE MASKELENMİŞ "İNÖNÜ CUMHURİYETİ"NİN TASFİYESİDİR!

http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/2011/06/son-sadrazam-said-halim-pasanin.html

Keriman Hâlis Ece’nin dünyâ güzeli seçilmesi

Hâlid Turhan Bey Hatıraları’nda Keriman Hâlis Ece’nin dünyâ güzeli seçilmesini şu şekilde anlatıyor: 1932 senesinde Cumhûriyet Gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Hâlis kazanmıştı . Aynı yıl Belçika’nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünyâ güzellik yarışması düzenlenmişti. Keriman Hâlis bu yarışmaya Türkiye’yi temsilen katıldı. Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kimselerle görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünden kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar. Jüri salona geçip puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek şöyle konuştu: -Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa’nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünyâ üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika’nın ve Rusya’nın hakkını inkar edemeyiz. Neticede bu, Hıristiyanlığın zaferidir. Müslüman kadınların temsilcisi, Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş bu önemli değil. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Avrupa’nın zaferini kutluyoruz. ►►►Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdâhale eden KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN’ın TORUNU işte mayo ve sütyen ile önümüzdedir.◄◄◄ Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik, Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle, Türk güzelini dünyâ güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa’nın zaferi için kaldıracağız.”
Diğer Kaynak: 269-270 YALAN SÖYLEYEN TARİH UTANSIN / MUSTAFA MÜFTÜOĞLU
Ekleyen: KONYA AŞKI

İngilizler İstanbul'dan nasıl çıktı?
Mustafa Armağan
03 Temmuz 2011

Resmi tarih, İstiklal Savaşı'ndan sonra İngilizler başta olmak üzere işgal kuvvetlerini İstanbul'dan nasıl başları önlerinde çıkarttığımızı yazar.

Ne de olsa fena halde yenik ve eziktirler karşımızda. Nitekim muzaffer Türk ordusu 6 Ekim 1923 günü İstanbul'a girmiş ve şehri 5 yıla yakın süren düşman işgalinden kurtarmıştır.

Artık değişmesi şart olan tarih kitaplarımızda böyle yazar yazmasına ama gerçekler aynı kanaatte değildir. Aslında İtilaf devletlerinin silahlı kuvvetleri, resmi geçit törenleri ve centilmenlere yakışır "garden party"lerle veda etmişler, halkın alkışları arasında bayrağımızı selamlayarak Dolmabahçe rıhtımında kendilerini bekleyen "Arabic" adlı vapura binmişler ve sevinç içinde el sallayarak İstanbul'dan ayrılmışlardı.

Hangi tarihte peki? Herkes gibi '6 Ekim'de' diyorsanız yanılıyorsunuz. Doğru cevap için ise biraz sabrınızı istirham edeceğim. Çünkü daha önce hatırlatmam gereken bazı önemli noktalar bulunuyor.

Öncelikle şunu belirtelim ki, işgal kuvvetlerinin İstanbul'u terk edişi ile Lozan Antlaşması'nın imzalanması olayları arasında sandığımızdan da yakın bir bağ mevcuttur. Yani Lozan imzalanana kadar işgal devam etmişti, hatta sonrasında da 2,5 aya yakın bir süre işgalciler başkentimizden gitmemişlerdi.

Hemen araya girip söyleyeyim: Ankara'nın 13 Ekim'de başkent oluşu İtilaf kuvvetlerinin gidişinden bir hafta kadar sonraya rastlar, yani Lozan imzalandığında İstanbul hâlâ payitahttır ve bir maddesinde de Hilafet merkezinin İstanbul olduğu açıkça yazılıdır.

O zaman şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyorum: Ankara'yı başkent yapmakla Lozan'ı ilk delen biz mi olduk yoksa? Hani Lozan ilk imzalandığı haliyle dimdik ayaktaydı? Aslında Lozan defalarca delinmiştir. Hatta Montrö bir yana, belki de Lozan'ın lehimize asıl delinişi, "Kanalistanbul" projesiyle gerçekleşecektir. Böylece Boğaziçi, 1918'den bu yana ilk defa tam olarak egemenliğimiz altına girecektir.



Selahaddin Adil Paşa İstanbul'da işgal devletleri temsilcileri ile vedalaşıyor.

Konumuza dönecek olursak, şehrin boşaltılması sırasında İstanbul Komutanı olarak görev yapan Selahaddin Adil Paşa'nın "Hayat Mücadelelerim" adlı hatıralarında (1982) o günler içeriden ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır. (Maalesef bu hatıratın orijinali, Paşa'nın oğlu Semuh Adil Bey'in ifadesiyle Kemal Ilıcak'ın yalısında kaybolmuştur.)

Görevine Halife Abdülmecid'in biat töreniyle başlayan Selahaddin Adil Paşa, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın hükümlerine uygun olarak bir ay sonra (23 Ağustos) TBMM Lozan'ı onaylayacak ve ancak o zaman İtilaf kuvvetleri denklerini toplamaya başlayacaklardır. (İngiltere parlamentosunun onayı ise eylülde gelecektir.) 25 Ağustos'ta işgal kuvvetleri hazırlığa başlamış, binaları teslim etmektedirler birer ikişer. Boşaltma 1,5 ayda tamamlanacak ve son gün dostane bir tören düzenlenecektir. Bundan sonrasını S. Adil Paşa'nın hatıratından takip edelim (sayfa 424):

"General Harrington tarafından İtilaf devletleri orduları namına 29 Ağustos'ta Türk ordusu için Sumer Palas'ta bir çay ziyafeti verilerek İstanbul'daki askeri, sivil birçok kişi çağrılmış ve kumandanlıkça (yani Türk tarafınca) da 19 Eylül 1923'te Beykoz Parkı'nda bir garden parti ile buna karşılık verilmişti."

S. Adil Paşa bundan sonra ordumuzun İstanbul'a girişi için de hazırlık yaptıklarını ve eylül sonuna kadar işgal kuvvetlerinin binaları teslim işinin sürdüğünü, birliklerin de büyük ölçüde -karargâh heyetleri hariç- ülkelerine yollandığını anlatıyor.

Nihayet 2 Ekim günü İtilaf devletlerinin Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince el koydukları bütün cephane ve savaş malzemesinin Türk hükümetine teslim edildiğine dair belge imzalandıktan sonra artık resmi işlemlerin tamamlandığını yazan Paşa, aynı gün, yani 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini de şöyle anlatıyor (s. 425):

"Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanarak yabancı kumandanlar cami rıhtımına kadar uğurlanmış ve burada rıhtıma yanaşan bir motorla Fındıklı açıklarında beklemekte olan Arabic vapuruna gitmişlerdi. Bu suretle de İstanbul işgaline kesinlikle son verilmişti."

Bizzat İstanbul'u teslim alan komutanın ağzından aktardığım yukarıdaki satırlar İtilaf kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini belge değerinde bir anlatımla ortaya koyuyor. Yalnız o soruyu unutmadınız umarım: 'Hangi tarihte?' diye sormuştuk. Resmi tarih 6 Ekim diyor, S. Adil Paşa ise 2 Ekim.

Doğrusu, İtilaf güçleri 2 Ekim'de çekip gitmişlerdi ama onları göndermenin şerefi Selahaddin Adil Paşa gibi bir muhalife kalmasın diye resmi tarihte Türk ordusunun İstanbul'a giriş tarihi esas alındı ve adı yalnız İstiklal Savaşı'ndan değil, 18 Mart'ın gerçek kahramanı olduğu Çanakkale Zaferi tarihinden bile silindi.

İşte bizde buna tarih diyorlar.

Kaynak: http://www.mustafaarmagan.com.tr/ingilizler-istanbuldan-nasil-cikti.html


Seçimler Bitti, Sandıklar Açıldı: Ya Sonra? -1-
Alihaydar Can
14.06.2011



Hürriyet mi diyorlar;
Balık ağzında zoka.
Bilmezler ki hürriyet,
Teslim olmaktır Hakk’a. (*)


12 Haziran akşamı sandıklar açılıp sayım bitinceye kadar, bu seçimin olup olmayacağından, sonuçlarının alınıp alınmayacağından emin değildim...

Hem neredeyse tamamı küresel çete/diktatörlüğün sömürü ve tahakküm alanı haline gelen dünya...

Hem de bu küresel çeteye/diktatörlüğe yardım ve yataklık etmeyi en büyük dış politika marifeti olarak kakalamayı beceren AKP’nin yönetimindeki Türkiye ...

Gerilim yükü kırılmanın eşiğine gelmiş siyasî/iktisadi/sosyal fay hatlarının üzerinde bulundukları halde...

Hiçbir şeyden habersiz kitleleri günübirlik sahte çözümler üreterek (daha doğrusu; ellerindeki medyanın gücüyle hipnotize ettikleri kitleri bunun gerçek çözümler olduğuna inandırarak) iktidarlarını -bu iktidarları ebediyyen sürecekmiş gibi- fütursuzca sürdürüp gidiyorken...

Bu gerlim yüklü fay hatlarından biri veya bir kaçının aynı anda veya zincirleme reaksiyonlar halinde kırılıvermesi halinde ortaya çıkabilecek kıyametin etkisi ve sonuçları hem kadim kitaplarda, hem sonra gelen bilge kişilerin yorumlarında, en ince detaylarına kadar tasvir edilmişken...

Bugün de durumun farkında olan kalp, ilim ve insaf ehli tarafından sayısız ikazlar ve ihtarlar dile getirilirken...

Bu kıyamet tablosundan kurtuluşa en ufak bir katkısı bile olmayacak seçimler üzerimnde bunca hassasiyet gösterimesi neyin göstergesi olabilir?

***

Öyleyse biraz geriye dönelim...

Çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nu bir an önce parçalayıp paylaşmak isteyen “Dış güçler/Batı emperyalizmi” İttihat ve Terakki Fırkası’nı kolayca kafaya alıp, Halkı “müstebit Sultan” 2. Abdülhamid Han’ın “istbdadından/zorbaca baskısından” kurtarmak bahanesiyle, İmparatorluğun son kurtuluş imkânı olan -bu politika dahisi Sultanı- hallettiler/Yetkilerini alıp tahtından indirdiler...

Bu bir hükümet darbesiydi ve o günü “hürriyet bayramı” ilan ettiler...

Halbuki o gün Osmanlı İmparatorluğu’nun idam fermanının ilan edildiği menhus/uğursuz bir gündü ve bu durum, İttihatçılar tarafından ancak -gerçekten yenilmedikleri- bir büyük savaşta mağlûp ilan edildikleri zaman anlaşılabildi: “Hürriyet” zokasını yutmuşlar oltaya takılmışlardı...

Yani iş işten çoktan geçmişti...

Onlar İmparatorluk topraklarını terkedip mücadelelerini dışarda sürdürmeye çalıştılar ama...

Bu sırada İmparatorluk toprakları aç gözlü emperyalist devletler tarafından işgal yoluyla yağma edilmeye başlanmıştı...

Böyle bir hengâmede tahta çıkan “Büyük Vatan Dostu” Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han ve Hükümeti son bir kurtuluş hamlesi planlayıp bu hamlenin başına komutan olarak Mustafa Kemal Paşa’yı tayin ettiler...

Emperyalist devletlerin fiilen işgali altındaki bir başkentte hazırlanan bu dahiyane kurtuluş plânı, Mustafa Kemal Paşa’nın Ordu Müfettişi görünümünde -ama gerçekte Bütün imparatorluk tarihinde sadece bir kez bir tek sadrazama verilmiş yetkilerle donatılarak, bir nevi 2. Sultan (eş başkan gibi) olarak- Bandırma Vapuru’na, emrine verilmiş imparatorluğun en seçkin Kurmay subaylarıyla birlikte bindirilip yolcu edilmesiyle yürürlüğe konuldu...

Bu “kurtarıcı Heyet”in Yol haritası ilk elde Misak-ı Millî çerçevesindeki topraklardaki düşman işgalini kaldıracak yeni bir ordu kurmaktı.

Bu ordu, Mütareke ile dağıtılmış osmanlı ordularının subay ve erleri arasından seçilerek kuruldu, dağıtılan Osmanlı ordusunun el konulan silahları silah depoları ele geçirilerek, toprağa gömülmüş silahlar çıkarılarak, yeni silahlar temin edilerek silahlandırıldı...

Zor bir işti ama bu işle görevlendirilen heyetin üstün kaabiliyetiyle hakkından gelindi...

Bu orduyla -Misak-ı Millî’de belirtilen vatan topraklarının tamamı olmasa bile- Anadolu’da Ankara önlerine dayanmış Yunan İşgali kırıldı...

Yunanlılar geldikleri yere geldiklerinden çok eksik bir sayı ile döndüler..

Piyonun defteri dürülmüştü...

Sıra asıl düşmana İstanbul ve çevresini işgal altında Tutan İngilizler ve Fransızlara gelmişti...

Bu yeni Osmanlı Ordusu’nun bir Süvari Tümeni Yunanlıları denize dökmenin verdiği üstün motivasyon ile Çanakkale’ye dayandı...

Yunanlılar’ın başına geleni gören Fransızlar havlu atıp kenara çekildiler...

Artık asıl ve büyük düşman işgalci emperyalistlbaşı İngilizlerle bizim topraklarımızda başbaşa kalmıştık...

Bütün şartlar lehimizeydi, son bir hamleyle yılanın başını koparıp Marmara’nın mavi sularına rahatça gömebilirdik...

Ama...

İngiltere, Osmanlı Süvarilerinin Çanakkalede’den Gelibolu’ya geçmesini savaş sebebi sayacağını ilan etti...

İngilizlerle zaten savaşmıyor muyduk?

Savaşmıyorsak İngilizler’in bizim Başkentimizde işleri neydi?

Ve İngilizler ateşkes için Mudanya’da müzakere talep etti...

Müzakereci olarak da -nedense- İsmet Paşa’dan başkasını kabul etmediler...

Ve ne hikmetse İngilizler’in hem müzakere, hem de İsmet Paşa talepleri bizimkiler tarafından itirazsız kabul edildi...

Böylece 1919’da işgal altındaki bir başkente hazırlanıp binbir güçlükle yürürlüğe konulan dahiyane kurtuluş plânı, tam da kurtuluşa bir adım kala Mudanya sularına gömüldü...

Mudanya’dan Lozan’a giden süreç işgalciye adım adım teslim olarak, işgalden kurtulmaya çalışmak gibi inanılmaz ve ve izahı mümkün olmayan bir garip bir süreçtir...

İstanbul ve çevresindeki düşman işgalini -edindiğin yeni askerî imkânlarla- kolaylıkla söküp atabilecek durumdayken Mudanya’da kurulmuş diplomatik tuzağa niçin ve nasıl düşüldüğünü helal süt emmiş bir tarihçi herhalde bir gün anlatır, biz de öğreniriz...

Yalnız...

Kemal Tahir’in yarım yüzyıl önce sorduğu şu soru halâ cevabını bekliyor:

- “Biz bu İngiliz gâvuruyla savaşmadık, Yuanlılarla savaştık.İngilizler’e bir tek bile kurşun atmadık... Peki bu İngiliz gâvuru İstanbul’dan niye çekip gitti?..”.

Burayı almak için Çanakkale'de yüzbinlerce askerini feda eden İngiziler, bu İngilizler değil miydi?

İstanbul dediğin yer dünyanın en staratejik noktalarından birisi değil mi?..

Yunanlıları yenen yeni Osmanlı ordusundandan korktularsa, korkan bir düşmanla Mudanya’da masaya niye oturuldu?

Lozan’a niçin gidildi?

Lozan'da koskoca İmparatorluğun bütün hak ve alacaklarından vazgeçilirken bütün borçları niçin üstlenildi?

İngilizler kendilerine tek kurşun atılmadığı halde İstanbul gibi dünyanın en stratejik yerlerinden birini bırakıp gittilerse, birazcık diplomasi kültürü olanlar bilir ki; bu aç gözlü emperyalistbaşı İstanbul’dan gitme karşılığında, İstanbul’dan çok daha değerli bir şey almadan böyle bir enayiliği asla yapmaz...

İngilizler’i İstanbul’dan bile vazgeçirecek kadar değerli neyimiz vardı ki bizim, İngiliz gavuru onu alıp gitti?

Bu soruya ipucu olması için değil de hep aklımızın bir yerinde durması için son bir soru:

Lozan'da vazgeçtiğimiz İmparatorluk topraklarımızda bugün kaç tane yeni yetme devlet var sayısını bilen var mı?

Neyse...

Bütün bunları niye anlattım?

İttihatçılar’ın yuttuğu “hürriyet” zokasının nelere malolduğunu göstermek için...

Sonradan Filozof Rıza Tevfik gibi pişmanlık şiirleri(**) döktürdüler ama ne çare...

Dipnotlar:

(*) Necip Fazıl Kısakürek’in Manzara isimli şiirinden

(**) İttihat ve Terakki Fırkası mensuplarından Rıza Tevfik, "Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdad (yardım dilemek)" başlıklı şiirinde şöyle feryad ediyor:

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör pezevengin bak günâhına.

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına.

Pâdişah hem zâlim, hem deli dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz ‘beli’ dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına

Şiirin tamamı için Bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=714

(Devam edecek)

Bu yazı dizisinin devamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3869

CHP camileri sadece ahır değil, meyhane de yaptı



1935'de CHP hükümetinin çıkardığı kanunla bazı camiler kapatılarak çok başka amaçlarla kullanıldı!

14 Temmuz 2011
Anadolu Haber

CHP'nin cami düşmanlığı Cumhuriyetin erken döneminde başlar. 15 Kasım 1935'te TBMM çıkardığı 2845 numaralı kanunda ödenek dışında tutulan cami ve mescitlerin kapatılacağı veya başka bir şekilde istifade edileceği belirtilir.

Çorum, Amasya, Tokat, Kütahya, Kırşehir, Adana, Eskişehir'deki birçok cami ya kapatılır ya da başka bir amaçla kullanılır. Örneğin Tokat'ta Kabe mescidi uzun bir süre tuz deposu olarak kullanılır. Kanunda yapılan bir değişiklikle başka amaçlarla kullanılan camilerin vatandaşlar tarafından satın alınmasına izin verildiği için 10 yıl sonra tuz deposu olarak kullanılan camii satın alınır ve tekrar ibadete açılır.

İsmet İnönü döneminde başka amaçlarla kullanılan ve yıkılan camii sayısı 900'ü buluyor. Bu camilerin önemli bir kısmı depo, samanlık, ahır, CHP ocağı ve meyhane olarak kullanıldı. Bazı camiler de işyeri ve hana dönüştürüldü.

Kırşehir Çarşı Camii yıkılmak istenmiş fakat Kırşehir halkının tepkisi üzerine yıkılmaktan kurtarılmış dört yıl ibadete kapalı tutulmuştur. Bir süre de şehrin belediye başkanı tarafından tahıl ambarı olarak kullanılmıştır.

DEPREMİN YIKAMADIĞI CAMİYİ YIKMAK İSTEMİŞLER

Çorum'da Anadolu Selçuklu sultanı Aladddin Keykubat tarafından yaptırılan Alaaddin Camii yıkılmak istenmiş fakat vatandaşların karşı çıkması üzerine yıkılmaktan kurtularak kapalı tutulmuştur. 1509'da depremde Çorum Ulu camii yıkıldığı halde ondan daha eski Alaaddin Camii zarar görmemiş fakat CHP'li idareciler camiyi yıkmak istemişlerdi. Çorum'da kapatılan camilerden biri de Abdibey Camii'dir. Bu cami belirli bir süre kapalı tutulmuş daha sonra da tahıl ambarı olarak kullanılmıştır.

Bursa heykel meydanındaki Sarı Camii cemaati olmadığı gerekçesiyle 1939'da jandarma nezaretinde kazmayla yıktırılmıştır. Şehrin en işlek caddesinde yer alan camiinin bugünkü yerinde alış veriş dükkânları bulunmaktadır.

Mihri Şah Sultan tarafından yaptırılan Anadolu Hisarı'ndaki Göksu mescidi 1941'de çıkan bir kanundan faydalanarak CHP ocağına dönüştürülmüş ve camiinin giriş kısmını CHP'nin simgesi altı ok konmuştu. Adana'daki Alidede Camii'de yaklaşık 7 yıl CHP'nin il başkanlığı binası olarak kalmıştır.

Adana'da Siyavuş Paşa Cammi yıkılmak istenmiş fakat başarılamayınca han olarak kullanılmasına karar verilmişti.

Gaziantep'te Mehmet Paşa camii, Konya da Alaattin camileri de belirli bir süre ahır olarak kullanılmışlardır.

Divriği'deki Cedit Mustafa Camii'de CHP döneminde hapishaneye dönüştürülmüş, minberin önüd e mahkumların tuvalet yeri olarak kullanılmıştır.

TAKSİM'DEKİ KATİP MUSTAFA ÇELEBİ CAMİİ DE MEYHANEYE DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞ

Taksim'deki ağa Camii ile aynı yıllarda yaptırılan Katip Mustafa Camii kadro dışı bırakıldığı ve ödenek ayrılmadığı için 1931'den itibaren kapalı tutulmuş daha 1941'de şükrü Bıkmaz adında birine satılmış cami daha sonra yıkılmış yerine üç katlı bir bina yapılmış ve binanın giriş katı meyhane olarak kullanılmıştır.

Sirkeci'deki Merzifonlu Kara Mustafa Camii'de CHP döneminde kapatılan camilerden biridir. Viyanayı kuşatan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa adına oğlu Ali Bey tarafından yaptırılan camii Anadolu Saz Evi adıyla bilinen bir eğlence şirketine kiraya verilerek uzun süre sazevi-payvon olarak işlev görmüştür. Ancak 1985'te vakıfların devreye girmesi ile camii restore edilmiş ve ibadete tekrar açılmıştır.

Dünya Bülteni / Tarih Servisi

BANA SOYADINI SÖYLE Sana kim olduğunu söyleyeyim!
24 Temmuz 2011



Nereden geliyor hepimizin ikinci isimleri... Dönüp başa baktığımızda, her zamanki adaletsizliğin soyadlarımızda da olduğunu görüyoruz. Önce elitlere ve asil ailelere, yağlı ballı soyadları dağıtıldı. Sonra kalan siyah Türklere ise verilen listeden ne denk gelirse o soyadı olarak takıldı. Çok tuhaf olanlar da buradan yadigar kaldı: Yalak Memeci, Hıyarcı, Dönek, Sıçan, Korkak Kıro, Kalça, Damızlık, Angut, Eşekcanbazı, Öküz, Tavuk, Gıcık, Öldürür, Şebek

Ülkemizde ışık hızıyla değişen gündemi örneklemek için hep şu örneği verirdim. 'Bizdeki bir haftalık gündemle Norveç bir yıl idare eder.' Sanki birileri duymuş olacak ki Norveç de, Güney ülkelerinin bir türlü başlarını alamadıkları terör belasına çattı. Şimdi mutlu ve huzurlu Kuzey ülkesi de bizim gibi diken üstünde uyuyacak. Ne yazık... Bu hafta izninizle akıp giden gündemin biraz dışına çıkayım. Uzun zamandır yazmak istediğim bir konuya gireyim.

VAHİM HATA MAZERETİ

Türkiye'nin en çok hata yapan kurumu herhalde Nüfus müdürlükleridir. Hem isimlerimiz hem soyadlarımızda o kadar çok ve vahim hatalar yapılır ki!

Mazeretini de hemen üretiveririz. 'Bizim soyadımız aslında şu olacaktı ama nüfus memuru yanlış yazmış böyle olmuş' diye...

Oysa gerçekte öyle midir? nüfus memurları bu kadar sık ve büyük hatalar yapar mı?

Hayır! İşin aslı pek öyle değil. Yani o kadar basit değil!..

O halde soyadı meselesine şöyle bir uzanalım mı? Ne dersiniz?

Soyadı Kanunu 21 Haziran 1934'te çıkarken gerekçesi basitti. Giderek artan bu nüfusta, vatandaşların birbirinden ayırt edilmesi ve özellikle miras ve tapu işlemlerinde kolaylıklar sağlanması için soyadı alma zorunluluğu getirildi.

Ayrıca yine aynı kanunla hafız, efendi, ağa, hacı, molla, hoca, bey, hanım, hanımefendi, paşa, hazret sıfatlarının soyad olarak alınması yasaklandı.
Peki soyadlar nasıl tescil edilecekti?

ÇEKİRDEK AİLEYE ÖZELDİR

Önce devlet zevatına soyisim bulundu. Birbirinden heybetli ve gösterişli soyadları onlara verildi. Tengirşenk, Conker, Çakmak, Peker, Özalp...

Şimdi burada biraz duralım. Çalışma arkadaşlarının büyük bir çoğunluğuna soyadlarını Atatürk verdi. Ama bir şartla! Onun verdiği soyadını çekirdek ailenin dışında kimse alamayacaktı. Örneğin babası bir Saraç olan Başbakanımız Şükrü Bey'e Saracoğlu ismini Atatürk bir kağıt paranın üzerine yazarak ve imzalayarak verdi. Ama dikkat edin... Başbakan Şükrü Bey'in soyadı c harfiyle yazılır. Ç ile değil. Yani Saracoğlu ismini sadece o ve ailesi kullanabildi. Aynı şekilde Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Hanım da Atatürk soyadını alamadı. Atadan soyadı verildi.

Bir başka örnekle devam edelim. İsmet Paşa'ya da savaş kazandığı bölgenin adı verildi. Ama İnönü soyadını kardeşi bile kullanamadı. Onlar da Temelli soyadını aldılar.

Bir de Tarım Bakanı Reşat Muhlis Erkmen gibi az kalsın kazaya uğrayacak olanlar var. Atatürk bir sebepten dolayı Tarım Bakanı'na çok kızdı. Tam o sırada Tarım Bakanı, Atatürk'ten kendisine soyadı vermesini istedi. Paşa da 'Senin soyadın 'Eşek' olsun,' deyiverdi. Bakan, 'Aman Paşam nasıl olur,' deyince, Atatürk 'Ee, sen Tarım Bakanı değil misin? Toprağı eş, ek,' dedi. Ama bu şaka uzun sürmedi ve Tarım Bakanı Erkmen soyadını almayı başardı.

BERK'LE BİTEN SOYADLAR

Atatürk'ün soyadına geleceğim. Ama önce asıl meseleye gelelim. Hep tartışılan konuya...

Dünyada özellikle diasporadaki Yahudilerin kendilerine aldıkları soyadlarında bir benzerlik vardır. Soyadları genelde berg, man ve men ekleriyle biter. Örneğin ünlü Amerikalı Yahudi yönetmen Steven Spielberg gibi...

Peki bizde neden bazı aileler, kendilerine man men ve berk takısı olan soyadlarını aldılar.

Sabetayizmle bir alakası olabilir mi?

Cevabını siz araştırın. Ama şu kadar ipucu vereyim.

Ailesinin sabetayist olduğunu açıklayan sanayi devi Halil Bezmen'in yaptığı iş bez üzerineydi. Ona 'men' eki verilmesi tesadüf olabilir mi? Veya Dönmez soyadını taşıyan bir çok ailenin sabetaycı olduğunu eklememde de sanırım bir sakınca yok...

Sabetayizm demişken gazeteci ağabeyimiz Sabetay Varol'u da atlamayalım... Babası Varol soyadını aldıktan sonra oğluna nasıl bir heyecanla Sabetay ismini vermiş siz düşünün artık... İkisi birleşince adeta bir slogan çıkıyor ortaya; Sabetay Varol!

ELİTLERE MARKA

Devam edelim.

Cumhuriyet elitlerine markalaşmaya müsait isimler seçildi. Daha doğrusu tahsis edildi. Eczacıbaşı ismini bir düşünün... Sizi çalıştığınız sektörde baştan lider ilan ediyor.
Veya sportif iddiasını soyadıyla avaz avaz bağıran Ali Sami Yen'i düşünün... Nasıl iddialı ve avantajlı başlıyorsunuz hayata!..
Bazı siyasilerimiz ise aileleri tarafından alınan soyadını beğenmediler. Değiştirdiler.
Süleyman Sami Dolaksızoğlu Süleyman Demirel'e, Adnan Ertekin ise Adnan Menderes'e döndü. İlk kadın başbakanımız Tansu Çiller ise soyadını kocasına verdi. Özer Uçuran Bey, Özer Çiller oldu. (Ünlü ittihatçı Kara Vasıf'ın ailesi ise babalarının kurduğu ilk mücadele örgütü olan Karakol soyadını aldılar.)

Halka kalan garip isimler
Elİtler böyleyken halk ne yaptı dersiniz? Türk Dili Araştırma Kurumu listeler hazırladı. Soyadı bulmakta güçlük çekenlere kolaylık olsun diye hazırlanan listeler çok tuhaflıkları da barındırıyordu.
Örneğin, kurumun 22 Kasım 1934 tarihli listesinde bakın ne ilginç isimler var? Kabak, Kağır, Kadıncık, Karaöküz...
Bununla da bitmedi. Okuma yazma bilmeyen vatandaş, jandarma zoruyla nüfus müdürlüğünün yolunu tuttuğunda, nüfus memuru elindeki Türk Dili Araştırma Kurumu'nun alfabetik listesine bakarak sırada ne varsa onu gelen vatandaşa verdi. Artık şansınıza!..
1934'ün bürokratları arasında en keyifli mücadele, düzgün soyadı kapma yarışıydı. Çünkü tüm memurlara yıl sonuna kadar bir soyadı tescil ettirmeleri zorunlu kılınmıştı. Bakın 24 Kasım 1934 tarihli Cumhuriyet gazetesinden bir haber... Vali Bey'in Kültür soyismini almasından sonra Belediye Reis Muavini Hamit Bey de Oskal soyadını uygun görmüşlerdir. Diğer muavin Nuri Bey ise soyadı aramakla meşguldür. Bir gün sonraki gazetede ise Sanayi Birliği Genel Sekreteri Nazmi Bey'in kendisine soyadı olarak 'Çetin'in önerildiğini ancak çok sert geldiğini daha yumuşak bir isim aradığı haberini okuyoruz. Nazmi Bey'i doğrusu merak ettim. Daha sonra kendine nasıl bir yumuşak soyadı buldu acaba?
Gelelim Atatürk soyadına... Daha önce yazmıştım. Şimdi biraz daha açayım. Mustafa Kemal'e Atatürk soyadını veren kanun 24 Kasım 1934'te yürürlüğe girdi. Kanun metni aynen şöyleydi. 'Mustafa Kemal öz adlı reis-i cumhurumuza Atatürk soyadı verilmiştir.' Yıllar sonra bazı cingöz yazar tayfası hemen buradaki Mustafa Kemal öz'e balıklama atladı. Ve yazmaya başladılar. Mustafa Kemal'in Atatürk'ten önceki soyadı Öz'müş diye. Dahası bu yanlış ve saçma bilgi o kadar yayıldı ki neredeyse ilkokul müfredatlarına girecek hale geldi. Mynet ödüllü bulmaca yaptı, bir anaokulu öğrencilerine ders diye okuttu. Doğrusunu tahmin etmişsinizdir. Metinde 'öz adı Mustafa Kemal olan' demek istiyordu.
Evet özetleyecek olursak... Her zamanki adaletsizlik soyadında da oldu. Önce elitlere ve asil ailelere yağlı ballı soyadları dağıtıldı. Sonra kalan siyah Türklere ise listeden ne denk gelirse o soyadı olarak takıldı. Çok tuhaf soyadları da buradan yadigar kaldı. Yalak, Memeci, Hıyarcı, Dönek, Sıçan, Delik, Korkak Kıro, Damarlı, Kalça, Damızlık, Eşekcanbazı, Öküz, Tavuk, Gıcık, Öldürür, Şebek, Eşekçalan, Deveseven, Patlıcan...
Ha bir de, aile lakabımız diyerek onun şemsiyesi altına sığınanlar var. Onlar da son anda kazadan kurtulan gri Türkler olsun... Ama iş dünyasında soyadınızın Berkman olmasıyla Eşekcanbazı olması arasındaki farkı isterseniz anlatmayayım.

NASIL 'HACIR' OLDUK?
Biliyorum merak ediyorsunuz. Peki ya senin soyadın nasıl verildi, anlamı nedir diye? Ben de aile lakabı şemsiyesinin altına sığınanlardanım. Çünkü bizim aile olarak kullandığımız lakap Hacıoğlu'dur. 1934'teki yasaya göre soyadımızdan 'oğlu' ekinin çıkarılması istenmiş ve aile büyükleri de kelime kökünden ayrılmamak için Hacır soyadını almışlar. Kalabalık sülalemizin bir kısmı dava açarak tekrar Hacıoğlu'na döndü. Biz ise Hacır'da kaldık.

Kasapoğlu, Kesici'ye dönüşmüş

Yakın dostum eski Milletvekili İlhan Kesici'nin gerçek soyadını önceden bilmezdim. Sormak da hiç aklıma gelmemişti. Ama Emine Işınsu'nun İlhan Bey için yazdığı Canbaz adlı kitabını okuyunca aile soyadlarının Kasapoğlu olduğunu öğrendim. Kasapoğlu'ndan Kesici'ye geçiş anlamlıydı.

Gurkanhacir.com
Twitter.com/gurkanhacir

Aile adından soyadı mı olur?
1934 tarihli SOYADI KANUNUNUN ENTERESAN HİKAYESİ
Ekrem Buğra Ekinci
ekrem.ekinci@tg.com.tr
20 Temmuz 2011


Atatürk’ün soyadı kanunundan sonra çıkarılan nüfus cüzdanı.

1934 tarihli Soyadı Kanunu’nun 3. maddesi yabancı ırk ve millet isimlerinin soyadı alınmasını yasaklıyor. Burada kasdedilen belki İngiliz, Arnavut gibi ırk isimleriydi. Ama 6 ay sonra kanunun tatbikatı için çıkarılan nizamnamenin 5. maddesi “Yeni takılan soyadları Türk dilinden alınır” diyerek bu tevili boşa çıkarmaktadır. Türkçeye yerleşmiş Arapça, Farsça bir kelime bile buna dayanarak kolayca reddedilebilir.

İran Şahı örnek oldu
Osmanlılar zamanında her ailenin Hacıömeroğlu, Vidinligil, Dokumacızade gibi bir lakabı vardı. Akrabamız Macarlarda olduğu gibi lakap ismin önüne gelir. Ama lakap kullanmak mecburi değildi. Baba adı, memleket, hatta kör, topal gibi kişiyi ayırt etmeye yarayan bir lakap bile kabul edilirdi. Avusturya’da 1787’de çıkarılan bir kanunla, Yahudilerin soyadlarını Almancaya çevirmeleri emrolundu. Memurlara rüşvet verebilenler iyi soyadı alabildi. Olmayanlara iğrenç ve gülünç soyadları takıldı. 1925‘te İran Şahı Rıza Pehlevi bir kanun çıkartarak, herkesin Pers mitolojisine uygun soyadları almasını emretti. Bundan ilham alarak Türkiye’de de 1934’te Soyadı Kanunu çıkarıldı.

5 LİRA PARA CEZASI
Her aile bir soyadı almaya mecbur edildi. Alınan soyadları Türkçe olacak, rütbe, memuriyet, aşiret, yabancı ırk ve millet isimleriyle umumî âdâba uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları alınamayacaktı. Ağa, hacı, hafız, molla, hoca, efendi, bey, beyefendi, hanım, hanımefendi, paşa, hazret gibi unvan ve lakapları soyadı almak yasaktı. Aynı soydan gelenlerin aynı soyadını alması mecburî değildi. Bir nüfus kütüğünde bir soyadından ancak bir tane olabilirdi. İki sene içinde soyadı almayanlar beş lira para cezası ödeyecekler; bunlara mülkî amirler soyadı verecekti.

GENİŞ AİLELERE FARKLI SOYADI
Vaktiyle bir kazada nüfus kâtipliği yapan birinden işitmiştim: “Soyadı almaya gelen olmadı. Ceza ödeyecek halde de değillerdi. Müdür oturdu, eline lügatı aldı, herkese rastgele soyadı yazmaya başladı. Sevdiklerine veya hatırlı kimselere güzel, hoşlanmadıklarına kötü soyadları verdi. İleride başa belâ olur dedi ve farklı kollarına farklı soyadları vererek geniş aileleri böldü. Bu ailelerin mensupları birbirleri ile akraba olduklarını zamanla unuttular.”

Ne o, ne bu!

Afyon’da birisi nüfus idaresine gidip, “Bize Veliağaoğlu derler. Soyadımız da o olsun” diyor. Müdür, ağa unvanın soyadı alınamayacağını hatırlatıyor. Adamcağız, “Peki o zaman Velioğlu olsun?” deyince, “öztürkçe” itirazıyla karşılaşıyor. “Veli’nin öztürkçesi eren. Öyleyse Eren olsun” deyince memur razı geliyor. Meşhur şair Yahya Kemal de, Şehsuvar olan aile ismini “öztürkçeleştirerek” Beyatlı soyadını almıştır. Şehsuvar, at binicilerinin başı demektir.
Herkes bu kadar şanslı değil elbette. İzmir’de dul bir kadın soyadı almaya nüfus memurluğuna giderken akrabaları aldıkları soyadını bir kâğıda yazarak kadıncağıza veriyor, o da mantosunun cebine koyup gidiyor. Nüfus memuru “Teyze, sen ne soyadı istedin?” diye sorunca kadıncağız bir yandan elini cebine sokup kâğıdı araştırırken bir yandan da “Dur bakalım” diyor. Memur hemen soyadı olarak Durbakalım yazıyor.

İLK DUYDUĞUNU YAZDI
Ahlat’ta soyadı alma sırası yaşlı ve kimsesiz olduğu anlaşılan bir kadıncağıza geliyor. “Teyze sana ne soyadı verelim?” diye soruyorlar. Kadıncağız boynunu büküyor. “Kocan yok mu?” diye soruyorlar. “Şehit düştü” diyor. “Önceden ne iş yapardı?” diyorlar. Adamcağızın bir katırı varmış, onunla yük taşırmış. Kadın boynunu bükerek, ağzını açıp, daha “Katır...” demeye kalmadan memur Katır diye yazıyor. Kadıncağız, Ayşe Hanım olarak girdiği nüfus dairesinden Ayşe Katır olarak çıkıyor.

Yasak hemşerim!

Soyadı almaya gidenler, asırlardır ailelerine ait olan lakapları soyadı olarak almak istediklerinde itirazla karşılaştı. İnsanlar aileleri için hiçbir şey ifade etmeyen soyadları almak zorunda kaldı. Çin‘de olduğu gibi yüz binlerce aynı soyadı ortaya çıktı. Karışıklığı önlemesi umulan soyadı, daha çok karışıklığa sebep oldu.

Kimi yerde aynı mahalle veya köyde yaşayanlara, alfabetik sıraya göre rastgele soyadı verildi. Bazı yerlerde de soyadları hep birbirine benziyordu: Demir, Özdemir, Tekdemir, Çekdemir, Tokdemir, Pekdemir, Demiröz, Demiriz gibi. Muhacirlere ekseriya Yurdakul, Vatansever, Yurdatapan gibi soyadları takıldı. Türk olmayanlara umumiyetle içinde mutlaka Türk sözü geçen soyadları verildi. Şimdi bile Kürt milliyetçilerinin önde gelenlerinden birinin soyadının Türk olması ironiktir.

BAZI İLGİNÇ SOYADLARI

Manasız, gülünç, hatta iğrenç soyadları az değildir. Telefon rehberine rastgele bir göz atılsa, insan ne soyadlarıyla karşılaşıyor. Balık, Çekirge, Yılan, Çıyan, Tavşan, Horoz, Teke, Ot, Çayır, Simit, Gevrek, Tahta, Sinir, Deli, Delikafa, Çıplak, Ciddi, Otuzbir, Sımsıkı, Mayılmayıl, Pilav, Erik, Kiraz, Çilek, Ayva, Muz, Eşekçalan, Delidolu, Boynukara, Yanbakan, Açoğlu, Yavru, Sinek, Çakal, Barsakçı, Kazma, Keçi, Yanmış, Özdangalakoğlu, Neyaptı, Donsuz, Dönek gibi soyadları dikkati çeker.

Soyadı, bir şapka kadar reaksiyon doğurmamakla beraber, muhafazakâr çevre, bunun eski aileleri bölmek, soysuz kimselere soy bulmak ve maziyle bağı koparmak için yapıldığını iddia ettiler. “Soyadı kanununun Avrupa’daki örneği, muayyen bir grubun diğerlerinden ayırt edilmesi maksadına matuf idi; Türkiye’deki ise bunların kamufle edilmesine yaradı” dediler.

http://www.turkiyegazetesi.com/

Atatürk ve İnönü'nün Yolları Nasıl Ayrıldı?

24 Eylül 2011
Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İnönü’nün yolları 1937 yılının sonbaharında dramatik bir şekilde ayrıldı. Peki yolları neden ve nasıl ayrıldı?
Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemil Koçak, Atatürk ile İnönü arasında yaşananları, görüş farklılıklarını ve onları ayrılığa götüren kavgayı yazdı..

İşte Prof. Dr. Cemil Koçak'ın yakın tarihimize ilişkin ezbeleri bozduğu yazısı;

Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İnönü’nün yolları 1937 yılının sonbaharında dramatik bir şekilde ayrıldı. Bu kopuş yıllar sonra farklı siyasî polemiklere yol açtı.

Güncel politika, tarihsel geçmişi kendi uygun gördüğü şekilde yeniden kurar ve geçmişle günümüzü kendince tutarlı bir şekilde bağlamaya çalışır. Bunu yapabilmesi geçmişin ancak kendisi açısından uygun gördüğü kısmını ve geçmişi ancak uygun gördüğü oranda yansıtmasına bağlıdır. Sözünü ettiğim kopuş bunun somut örneğidir.

Atatürk ile İnönü’nün ilişkilerini sorunsuz ve benzersiz gibi göstermeye çalışanlar açısından ayrılığın nedenini açıklamak çok güçtür. Genellikle geçiştirilmek istenir. Buna karşılık ileride İnönü’nün siyasî hasmı olacaklar için söylentiye açık hayli bereketli bir konudur. Şimdi ayrılık nedenlerine gelelim.

Atatürk’ün hükûmet üzerindeki müdahaleleri

Nedenlerin ilki, Atatürk’ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla anayasal yetkisi olmamasına rağmen İnönü hükûmeti üzerindeki müdahaleleriydi.

Başbakan, kendisine sorulmadan, danışılmadan kabinesinde yapılan değişikliklere karşı öfkeliydi. Bir tarihte geceyarısı yapılan bir bakan değişikliği karşısında Cumhurbaşkanına çektiği telgrafta, “geceyarısı gaflet uykusundan uyandırılarak kabinesinde değişiklik yapılmak istendiği haberini alan bir başvekilin bu hususta ileri süreceği mütalaadan nasıl bir fikir selâmeti beklenebilir?” diye sorma gereğini hissetmişti!

Başbakan olarak sorguya çekilmeye, kınanmaya tahammül göstermesi isteniyor; İnönü de buna karşı sert tutum alıyordu.

Anılarında şöyle yazıyor:

“Evvelce de Atatürk ile hükûmet başkanı olarak beni müteessir eden bir olay cereyan etmişti. Atatürk, vekillere sert muamele yapacak. Atatürk’ten bilhassa rica ettiğim, vekillerden hangisini istemiyorsa, itimadı yoksa söylesin. Vekile söyleriz. Hiç kimse kendi itimadına mazhar olmadığı halde vekâlette kalmak arzusunda değildir. Emin olsun bundan. Bunu değiştirmek mümkündür. Yapmasın bunu. Bunu rica ettim kendisinden. Bu nokta üzerinde son derece kırılıyorum. Toplanıyoruz. Herhangi bir vekili istifaya mecbur etmek için sert muamele yapmak, onun için çok ağır bir muamele oluyor. Hükûmet olarak, başvekil olarak, benim için de çok üzüntü verici bir hadise oluyor.”

Unutulmasın ki, Celâl Bayar’ın ekonomi bakanı olarak kabineye girişi, yine Atatürk’ün ısrarı üzerine ve İnönü’nün de pek de hevesle karşılamadığı bir başka örnek olarak bilinmektedir.

Dış politikadaki görüş ayrılıkları

İkinci neden, dış politika konularındaki görüş farkıydı. Tam bu sırada imzalanan Nyon anlaşması, Türkiye’nin Akdeniz’de İngiltere ve Fransa ile yakınlaşması anlamına geliyordu. İtalya’ya karşı da sert bir yanıttı. Atatürk, kısaca ülkesinin yeniden İngiltere ile yakınlaşmasından yanaydı. Bu askerî birliktelik İtalya’ya karşıydı; buna karşılık başbakan Sovyetler Birliği ile ilişkileri dengelemenin daha tedbirli bir politika olacağını düşünüyor ve ülkesinin bu hızlı rota değişiminden tedirgin oluyordu. Hele dış politikayı kendisi bir yana bırakılarak Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile doğrudan saptamasına da mesafeli yaklaşıyordu. Hele bir de Hatay sorunu vardı ki, Atatürk’ün bütün ısrarlarına ve eleştirilerine rağmen, İnönü Fransızlarla görüşmelerin sonucunun beklenmesinden yanaydı. Hatay, o kadar da mühim bir mesele sayılamazdı; görüşmelerden olumlu bir sonucun alınması sabırla beklenmeliydi. Bu tutum Atatürk’ün düşündüğü şekilde zaman kaybı olarak görülmemeliydi; oysa Atatürk sabırsızdı; açıkça hükûmeti eleştiriyor, hatta askerî bir harekâtı dahi masanın üzerinde güçlü bir ihtimal olarak tutuyordu ki, İnönü anılarında buna kesinlikle kaşı çıktığını anlatmaktadır.

Devletçilik tartışmaları

Nihayet bir üçüncü ve çok temel bir anlaşmazlık konusu daha vardı ki, bu da devletçilikti. 1929 dünya ekonomik bunalımı Türkiye’de de benzer pek çok örnek gibi devletçilik dönemini başlatmıştı. Diğer yandan, devletçiliğin niteliği ve tanımı, ne olduğu, bundan ne anlaşıldığı ya da anlaşılmak gerektiği, hiçbir zaman somut ve açık olarak tartışılmamıştı; uygulamada dönemden döneme, hatta bakandan bakana değişen farklılıklar dikkat çekici olmakla birlikte, görmezden geliniyordu.

İnönü’nün Recep Peker’le birlikte devletçiliği temel bir iktisat politikası olarak kabullenme eğilimi açıkça görülürken; Atatürk, hantal bir bürokrasi çarkına dayanan ve verimlilikten çok uzak faaliyet gösteren bu eğilimi dizginlemeye çalışıyordu. Celâl Bayar’ın ekonomi bakanı olması aslında özel teşebbüs-devletçilik tartışmalarının göbeğinde Atatürk’ün Bayar’ı tercih ettiğini açıkça göstermişti. 1932 yılındaki bu atamadan sonra devletçilik uygulaması hep dalgalı bir seyir izledi. Bir yanda Celâl Bayar ve ekibinin kurduğu İş Bankası grubu, diğer yanda özel teşebbüsün her teşebbüsünü kuşkuyla izleyen İnönü’nün kadrosu hep çatıştılar. Celâl Bayar, bütün bu çatışmaların Atatürk’ün hakemliğinde çözüldüğünü ve onun hep kendisine destek olduğunu anılarında özenle belirtir. Bayar’ın devletçilik anlayışı Atatürk tarafından da paylaşılıyordu. Devletçilik, ekonomik ve siyasal bir konjonktürün zorunlu ve kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı, onlara göre; ülkenin hızlı sanayileşmesinde manivela işlevi görecek, fakat daha sonra özel sektörün gelişmesi ve özellikle de özel sermaye birikiminin gerçekleşmesiyle birlikte tarihsel misyonunu tamamlamış olacaktı. Oysa İnönü ve ekibi, devletçiliği yalnızca ekonomik politikada uygulanacak bir yöntem olarak görmüyordu; aksine siyasette de devletin önde gelebilmesinin baş koşulunun ekonomide devletin hâkim olmasından kaynaklandığını anlamış gibiydiler. Hatta sonraları solcu olarak tanınacak Kadro dergisi de, büyük ölçüde İnönü’nün devletçilik anlayışını destekler gibiydi. Nitekim bizzat Başbakan “biz iktisadiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz” demişti. İnönü şunu soruyordu: “devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti sermayedarların faaliyetlerinden beklemeye sevk etmek, bu memleketin anlayacağı bir şey midir?”

Kadro dergisinde yazdığı yazıda ise, İnönü, “iktisatta devletçilik siyaseti bana her şeyden evvel bir müdafaa vasıtası olarak kendi lüzumunu gösterdi.” “İktisatta devletçiliği biz inkişaf yolu takip edebilmek için bir müdafaa vasıtası ve bu sebeple bir azimet noktası, bir temel addetmeye mecbur bulunuyorduk.” “Memleketin muhtaç olduğu sanayi, teşkilâtı, vesaiti, devletin yardımcı nezareti ve hatta doğrudan doğruya teşebbüsü olmaksızın kurabilmeyi safdil olanlar düşünebilir.” “Benim kanaatimce bir işin efrada veya devlete ait olması o işin talep ettiği vesaitle ölçülmez. Meselenin bütün memlekete alâkası veya hususî menfaatlere terk edilebilmesi ihtimalidir ki, bu hususta karar vermeye esas olacaktır.” diyordu. Oysa Atatürk için devletçilik en kısa zamanda sona erdirilmesi gereken bir süreçti; bu sürecin sonunda devletin elinde toplanmış olan bütün üretim araçları yeniden özel girişime devredilecek, yani ülkemizde son yıllardaki adıyla özelleştirilecekti.

İnönü Atatürk için ne diyor?

Eğer bu değerlendirmemin yeterince ikna edici olmadığını düşünüyorsanız; aradan uzun yıllar geçtikten sonra İnönü’nün bu konudaki görüşünü aktarmakla yetineyim: Atatürk “başından itibaren özel teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi tatbik etmiştir.” “Atatürk devletçi değildi; liberal ekonomiden yanaydı.” Bayar da herhalde nadir olarak İnönü’yü onaylıyor: “Atatürk tedricen dar devletçilikten beriye doğru geldi; İsmet Paşa olduğu yerde kaldı. Mesele budur.” Sonra daha açık bir şekilde “esasta” İnönü ile anlaşmazlık konusunu dile getirmektedir: “Bilhassa ekonomik hayatta devlet-fert münasebetleri, devletin rehberlik hududu, hür teşebbüsün hak garantisi, vatandaşın refah sınırının meşru emeğinin ulaşabileceği kadar genişliği, sosyal hakların sadece resmi hizmetlere münhasır kalmama görüşü, yaratıcı gücün devlet adalet ve şefkatine mazhariyeti bahisleri…”

Kavgaya doğru

Atatürk’e ait Atatürk Orman Çiftliği’nin hazineye bağışlanması talep ve önerisinin İnönü’den gelmesine karşılık Atatürk’ün isteksiz davranması; çiftlikte bulunan bira fabrikasının genişletilmesini istemesine karşılık İnönü’nün bu öneriyi reddetmesi; Atatürk’ün İnönü’nün gerekçelerini yakınlarına soruşturması ve bunun gibi günlük pek çok ayrıntı sayılabilecek gelişmelerin yarattığı tartışmalar, çekişmeler, çatışmalar nihayet Eylül 1937 kavgasıyla sonuçlanacaktır.

İnönü şöyle anlatıyor: “Bu kavgada haksızlık esasında Atatürk’ündü. Tatbikatta idaresizlik ve haksızlık ikimiz arasında bana düştü. Haksızlık ona aitti. Şunun için: Aramızda geçen bir devlet işini, ‘sonra görüşürüz’ dedikten sonra, akşam masada halletmek, yani gündüzden tasarladığı mülâhazaları ve sebepleri imposition şeklinde karar alarak tebliğ etmek ve bu vesile ile sevmediği birkaç vekili tahkir etmek istedi. Evvelâ sakin idim. Sükûnet ile geçiştirmek istedim. Halindeki tecavüz manasının arttığını görünce, sabrım tükendi. Sonra şiddetle mukabele ettim. Mukabelemin şiddeti onu sükûnete getirdi. Tasmim ettiği hâdiselerde haklı olmak için sebep toplamak kararına derhal başladı. Sükûnet... Tariz... Hafif tahrik... Sonra Hatay ve Nyon meselelerini de söyledi.”

Ayrılığa götüren son kavga

İnönü ayrılık sahnesini de şöyle naklediyor: “Bir akşamüzeri sofrada kavga eder gibi bir münakaşa geçti. Ertesi gün Atatürk ile görüştük. Kendisinin bana söylediği şuydu: ‘Şimdiye kadar bin meselede bin defa kavga ettik. Akşam pek aleni oldu. Bir müddet çekilmen, istirahat etmen lâzım.’ ‘Minnettar olurum sana’ dedim. ‘Çok teşekkür ederim’ dedim. Hakikaten kendime hâkim olamayacak bir vaziyet idi. Olabilir. Oluyor. Hepimizin hergün yanımızda bulunanlarla birlikte çalıştıklarımızla başına gelen bir mesele.” “Bin defa kavga ettik, ama hepsinde ikimiz baş başa idik. Yalnız bu sonuncusu vekiller heyeti önünde olmuştur. ”Neticede 20 Eylül’de İnönü’nün sağlık nedenleriyle izinli olarak başbakanlıktan geçici olarak ayrıldığı açıklandı. Bayar vekaleten başbakan olmuştu. Bir hafta sonra ise söylentilerin ayyuka çıkması üzerine bu ayrılığın kalıcı olduğu resmen doğrulanacaktır. Cumhuriyet döneminin âdeta değişmez başbakanı sıfatını kazanan İsmet İnönü, bizzat Atatürk tarafından görevinden uzaklaştırılmıştı. Siyasete yeniden dönecektir; ama Cumhurbaşkanı olarak ve aradan bir yıldan uzun bir zaman geçtikten sonra.

Ayrılığın basındaki resmi yorumu

“Başvekil Malatya mebusu İsmet İnönü’ye talep ve ricası üzerine Reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet vekâletine İktisat Vekili vekâleten Bayar tayin edilmiştir.” (Anadolu Ajansı: 21 Eylül 1937)

“Başvekilimiz bir buçuk ay mezun. Tahkikatımıza nazaran Başbakanın Reisicumhur nezdindeki bu istirhamına doktorların bu kadarlık bir istirahat fasılası için gösterdikleri lüzum âmil olmuştur. Başbakanın sıhhî vaziyetinde endişe olunacak hiçbir cihet yoktur. Mesele yeni ve mühim işlerin başlangıcı olan meclis içtima iptidalarına kadar Başbakanın istirahat eylemesinden ibaretir.” (Cumhuriyet: 21 Eylül 1937) “Muzır elemanların aleyhimize yapabilmeleri muhtemel spekülasyonlara meydan vermemek için son vaziyetin izahında matbuat teenni ile hareketi bir vazife bilmiş, hatta İstanbul vilayetinin bir tebliğile Başvekâletteki tebeddüle dair birden bire curcuna şeklini alıveren neşriyata devamın caiz olmadığı bildirilmişti.” (Cumhuriyet: 28 Eylül 1937)

İnönü’nün günlüğünden ayrılık nedeni

İnönü, başbakanlıktan ayrıldıktan sonra günlüğüne şunları yazacaktır: “Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiriyle alınan teşebbüsleri ertesi gün iptal etmek bir eski âdetimizdi. Son seneler[de] bu âdet kalkmaya başladı. Hele nihayete doğru, (1936-37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam ve takip etmeye başladı. Sıhhatinde ve alkolün tesiratında bu tebeddülü fark ettiğim andan itibaren korkum çok arttı.” Bayar ise bu değerlendirmeye hiçbir zaman katılmadığını açıklayacaktır.

İnönü Atatürk’le konuşmasını anlatıyor

İnönü, Atatürk ile trende geçen konuşmalarını günlüğüne şöyle not etmiş: “Ayrılmak kararı kısa oldu. Dil kongresi [tarih kongresi] için İstanbul'a giderken trende beraber bir kahve içtik. ‘Ne olacak?’ dedi. Ben evvelâ çok müteessirdim. Ağlayacak vaziyette idim. Gönlünü almayı istiyordum. ‘Çok muzdaribim’ dedim. ‘Bilmiyorum nasıl oldu?' ‘Âlem önünde olmasaydı’ dedi. ‘Ne düşünürsün?’ dedi. Birden uyandım. Her zamanki gibi geçmiş veya geçecek hâdise addediyordum. Bu sual üzerine ayıldım. Teessürümü yendim. ‘Bir şey düşünmedim. Ne emrederseniz öyle yaparız.’ dedim.

O: ‘Bir fasıla verelim’

Ben: ‘Hay hay... Size müteşekkir olurum.’

O: ‘Şekli’

Ben: ‘Hastalık’

O: ‘Evvelâ izinle yapalım’

Ben: ‘Çok iyi... Kongreden evvel mi, sonra mı?’

O: ‘Nasıl istersen... Sofraya gidelim.’

Ben: ‘Çok yorgunum. Gidip yatayım.’

O: ‘Gizli tutalım. Kimi düşünürsün?’

Ben: ‘Mazur gör... Kimseyi söyleyemem.’

O: ‘Celâl Bayar!’

Ben: ‘Hakikaten bana iyi tesir etti’ (İnönü’nün Hatıra Defteri’nden Sayfalar)

Atatürk Bayar’ı övüyor

Yakup Kadri Karaosmanoğlu anılarında şöyle yazıyor: Atatürk “ne vakit İş Bankası’ndan söz açtı ise, o bankanın bütün başarılarını Celâl Bey’in dirayetli sevk ve idaresine atfedici beyanlarda bulunmuştur. Hatta bir gün gelmiş, İş Bankası’nın kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle İstanbul’da Ertuğrul yatında yapılan bir törende, bize Celâl Bayar’ı göstererek, ‘Bilesiniz ki, Mahmut Celâl Beyefendi Türkiye’nin en büyük iktisatçısıdır’ demiş ve her birimizin kalkıp onu ayrı ayrı tebrik etmemizi istemişti.”

Atatürk Bayar’a yol gösteriyor

Bayar’ın ekonomi bakanlığına atanmasından hemen sonra Atatürk şöyle demişti: “Millî iktisat yolunda emin olarak ve emniyet vererek kat’i ve radikal adımlar atarken, esas programımızın ilham ettiği ameli tedbirleri tercih etmek en doğru yoldur.” “Muvaffakiyetiniz için benimle beraber bütün arkadaşlarımızın ve yurttaşlarımın maddî ve manevî her türlü vasıtalarla yardımcınız olduğunu düşünerek müsterihane ve muvaffakiyetten emin olarak radikal surette çalışınız efendim.”
AKTİFHABER


Adalet Herkese Lazımdır
Mehmet Şevket Eygi
Milli Gazete
18 Ekim 2011



Militan, saldırgan, zorba, insan hakları ihlalcisi, faşist, vicdansız, vesayetçi, milÎ kimlik ve kültür karşıtı, neokolonyalist İslam düşmanları yakın tarihimizde yargıyı alet ederek çok zulümler yaptılar. Onlar çoğunlukta olan Müslümanları ezdiler. Zalimâne kanunlarla temel hak ve hürriyetleri ayaklar altına aldılar.

Neydi o İstiklal mahkemeleri...

Şu meşhur TCK 163'üncü madde...

İskilipli âtıf Efendiyi nasıl asmışlardı...

Evlerinde Risale-i Nur okuyan Müslümanları, kesinleşmiş beraat kararlarına rağmen nasıl tekrar tekrar yakalayıp zindanlara tıkmışlar, ağır cezalarda süründürmüşlerdi...

Erzurumlu bohçacı kadın Şalcı Bacı'yı, şapka kanunun tenkit ettiği için idam etmişlerdi...



Düzmece ve abartma Menemen vak'asında asılanlar.

Ziylan vadisinde kurşuna dizilen binlerce vatandaş.

General Muğlalı'nın kurşunu dizdirttiği 33 vatandaş.



On bin sayfalık bir ansiklopedi yazmak gerekir yakın tarihimizdeki adaletsizlikleri yegân yegân anlatmak ve açıklamak için.

Camiden çıkarken namaz takkesini başında unutan dalgın Müslümanları tutukladıkları günleri ne çabuk unuttular.



Onlar bu ülkenin asıl sahibi Müslüman çoğunluğun temel insan haklarını ayaklar altına almışlardı.

1930'lu yılların ikinci yarısında Bursa'da bir vatandaş Ulu Cami minarelerinden birine çıkmış, Ezan-ı Muhammedî okumuştu. Bugün adalet istiyoruz diye bağıranların dedeleri, babaları, amcaları yeri göğü birbirine katmış, irtica diye haykırarak Müslümanlara iğrenç zulümler yapmışlardı.

Millî Şef İsmet Paşa'nın diktatörlüğü zamanında Necip Fazıl Büyük Doğu dergisinin kapağına kocaman bir kulak resmi koymuş, "Başımıza kulak istiyoruz!" diye yazmıştı. Sonra apar topar tutuklanmıştı. Gerekçesi?.. Paşa hazretleri ağır işitiyormuş...

Stalin Türkistan'da, bunlar Türkiye'de yıllar boyunca Müslümanlara kan kusturdu.

Müslüman halkın kimliğini ve kültürünü değiştirmek için her zorbalığı yaptılar.

Şimdi kalkmışlar bağımsız adalet, ah adalet vah adalet, adalet istiyoruz diye yaygara kopartıyorlar, şamata yapıyorlar.

Ben, çoğunluğa mensup Müslüman bir vatandaş olarak elbette yargıya müdahale edilmesini istemem.

Adalet herkese lazımdır.

Samimî olarak adalet istiyorum.

Dün adaletin canına okuyan, Müslüman çoğunluğa zulm eden zihniyetin adalet diye bağırması çok ibretlidir.

Adalet herkese lazımmış... Anladılar mı?

Dünkü yargı katillerinin bugün adalet ağıtları yakmaları kanıma dokunuyor.

Namaz kılıyor, karıları başlarını örtüyor, içki içmiyorlar, altın yüzük takmıyorlar suçlamalarıyla binlerce ordu mensubunu ordudan ihraç edip hayatlarını söndürmüşlerdi.

28 Şubat'tan sonra Müslümanların yurtlarına gidip kızların saçlarını çekiştirmişlerdi. Peruk takıp takmadıklarını anlamak için.

Onlar medeniyetimizin ve kültürümüzün en temel vasıtası olan İslam yazısını bile yasaklamışlardı.

Sözde adaletleri ve yalancı uygarlıkları sayesinde bugün Türkiye halkı atalarının, dedelerinin Türkçe mezar taşlarını bile okuyamayacak kadar kara cahil kalmıştır.

Dün Müslümanları ezerken, çoğunluğa kan kustururken, vatandaşları dinlerinden, inançlarından dolayı zindanlara atarken adalet diye bağırmıyorlardı.

Attıkları zulüm bumerangları döndü dolaştı kendi kafalarına çarptı.

27 Mayıs 1960'ta adalet var mıydı?

Halkın seçtiği sivil iktidar adaletle mi alaşağı edilmişti.

Adnan Menderes ve iki bakanı adaletle mi asılmıştı?

12 Mart 1971.

Bir yığın adaletsizlik, zulüm, haksızlık, işkence.

12 Eylül 1980.

Yaşını büyültüp astıkları ülkücü çocuk.

Zulüm, işkence, vahşet, merhametsizlik, insafsızlık

Sivas Kongresi Kararları’nda “Manda" Reddedilmiş miydi?
Sinan
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt May 05, 2012 10:09 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Arl 11, 2011 11:43 pm    Mesaj konusu: Bir paşa öldürdü, İstiklal Mahkemesi’ne başkan oldu! Alıntıyla Cevap Gönder

Bir paşa öldürdü, İstiklal Mahkemesi’ne başkan oldu!
Mustaf Armağan
11 Aralık 2011



Gazetelerde bir haber: “Hatay’ı Fransızlardan 7 milyon franga satın aldık.” Haydi bakalım gelsin yorumlar: “Vay canına, demek ki yakın tarih bilgilerimiz külliyen yalanmış.
Biz de Hatay’ı bileğimizin hakkıyla kurtardığımızı zannediyorduk. Meğer neymiş?”
Körlerin fili tarifinden farkı yok bunun. Eline ‘belge’ geçiren ortalığa fırlayıp basıyor manşeti. Gerçek kimin umurunda? Ama gerçeğin birilerinin umurunda olması lazım. Jose Saramago’nun “Körlük” adlı romanındaki gibi çoğunluğun kör olduğu bir yerde birilerinin gördüklerini söylemesi şart..
Hadi ben dahasını söyleyeyim: Fransızlara verdiğimiz para 7 milyon frank değil, tam 35 milyon franktı! Ancak kimse Fransa’ya verilen bu paranın mahiyetini sormuyor.
Ben sordum. ‘Hatay uzmanı’ denilince akla ilk gelen isim olan Mehmet Tekin, Fransa’ya üç taksitte ödenen 35 milyon frangın Hatay’ın satış bedeli olmadığını, bunun oradaki Fransız yatırım ve tesislerinin karşılığı olarak ödendiğini söyledi. Tekin’e göre ilk taksitte 3 milyon frank ödenmiş, arkasında 25 milyon franklık bir ödeme gerçekleştirilmiş. Son taksit 7 milyon franktır ki, gazetecimizin bulduğu belge de bununla ilgilidir.
Türkiye’de tarih neden bu kadar gazetelere düşüyor? Tarihçiler arasındaki teknik bir tartışma olarak kalması gerekirken, neredeyse bütün kamuoyunun tarihî konularla bu denli ilgili olması tuhaf gerçekten de.

İskilipli Atıf Hoca’nın eşine idamından 40 gün kadar önce yazdığı son mektup: “İnşaallah yakın zamanda kavuşuruz. Size bir sepet elma gönderdim.” diyor.

Bunun açıklamasını ben tarihin yıllarca bastırılmasında görüyorum. Kemalist tarihin efendi anlatı olarak topluma dayatıldığı uzun bir tek eksenli tarih eğitiminden günün birinde nasıl olsa çıkacaktık. Bu çıkış, 1950′lerde ümit verici gelişmeler gösterdi. Yasak olan hatırat yayınlamak serbest hale geldi. Ali Fuat Cebesoy gibi Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından biri bile “Milli Mücadele Hâtıraları”nı ancak Demokrat Parti döneminde yayınlatabildi. Turgut Özal döneminde beliren rahatlama ikinci adım oldu. 28 Şubat postmodern darbesi Kemalist (yoksa “Kamalist” mi demeliydik?) tarihi diriltmeye yönelik son çabalayıştı.
Artık Post-Kemalist dönem başlamıştır ve bu dönemin en çarpıcı simgesi, Dersim katliamının kamuoyunun önüne serilmesi ve gözlerin Tek Parti döneminin karanlıklarını daha iyi görmeye başlamasıdır.
Yaşadığımız olay, “bastırılanın geri dönüşü”dür ve bu sürecin henüz başlarında bulunuyoruz. Arkası gelecek. Birilerinin korkuları bundandır. Bu süreçte İstiklal Mahkemesi’nin başına cinayet işleyen birinin getirildiğini de tartışarak öğreneceğiz.
Meclis’te cümle alemin gözü önünde Deli Halid Paşa’yı vuran, bunu da mahkemede itiraf eden ama nasılsa beraat ettirilen Kel Ali, sadece bir yıl sonra İstiklal Mahkemesi’ne üstelik “Başkan” atanmıştı. Katillerin hakimlik yaptığı bir dönemdi o.
İşte o sözde hâkimin torunu Osman Paksüt tartışmalar üzerine bir açıklama yapmış: Güya İskilipli Atıf Hoca şapka kanununa muhalefetten değil de, vaktiyle Teali-i İslam Cemiyeti’nin yayınladığı Milli Mücadele aleyhtarı beyannameye imza attığı için idam edilmiş.
Hukuk, delil demektir. Açarsınız en önemli hukukî belgeler olan iddianame ve kararı, görürsünüz neden idam edildiğini. Diyeceksiniz ki, İstiklal Mahkemeleri’nin arşivi henüz açılmadı. Evet, henüz açılmadı ama bundan 18 yıl önce, 1993′te İşaret Yayınları İstiklal Mahkemesi tutanaklarını bastırdı. Hem de Osmanlıca orijinaliyle birlikte.

İskilipli Atıf Hoca mahkeme sırasında Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya (hani şu Afyon’da heykeli yapılan ‘kahraman’) ve diğer heyet üyelerinin yönelttiği suçlamaları sırasıyla çürütürken, laf dönüp dolaşıp Teali-i İslam Cemiyeti’nin bildirisine geliyor. Atıf Hoca bildiriyi imzalamadığını ve imzalayan arkadaşlarını ikna etmek için nasıl çaba sarf ettiğini anlatırken, kendisinden bunu ispat etmesi isteniyor. O da belgeyi sunuyor. “Vakit” gazetesinin 1034. sayısında yayınlanmış bir tekzibname, yani yalanlama haberi. İskilipli, bu kesin delille mahkeme heyetinin iddiasını çürütmüş oluyor.
Hoca’ya illa bir suç yakıştırmak isteyen mahkeme heyeti ne yapıyor biliyor musunuz? Onu salondan attırıyor! Başkanın şu sözleri gayet manidardır: “Sus! Bizi çileden çıkarma!”
İşte İstiklal Mahkemesi’nin adaleti… Bir de karar metnine bakmaya ne dersiniz?
Kararda Atıf Efendi’nin TC’nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara engel olmak ve halkı isyan ve irticaya teşvik etmek kastıyla 1924 sonlarında “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitabı yayınladığı, 1925 tarihli Şapka kanunundan sonra isyan çıkan bölgelerdeki aramalarda kitabın bulunduğu ve eserin masum halkın fikirlerini iğfal ve isyanın çıkışında etkili olduğu belirtildikten, yani asıl suçlama şapka üzerinden yapıldıktan sonra buna ‘zoraki bir yorum’ ekleniyor.
Bu yorumda Hoca’nın daha 1909′dan itibaren karıştığı olaylar zikrediliyor ve inkâr etmesine rağmen bildiride imzası olduğu iddia ediliyor ama bundan dolayı suçlanmıyor. Bu husus, şapka hakkındaki kitabından dolayı suçlandıktan sonra onun zaten eskiden de bu işlere müsait bir şahıs olduğu iddiasını destekleyici bir yorum şeklinde karşımıza çıkıyor
Nitekim idam cezası, TCK’nun 55. maddesi gereğince anayasayı tamamen veya kısmen değiştirmeye cebren teşebbüsten veriliyor (s. 291). Anayasayı değiştirecek ne gibi bir eylemde bulunduğu meselesi bir yana (altı üstü bir kitap yazmıştır), kararda Atıf Hoca için vatana ihanetten bahsedilmemesi de idamın doğrudan doğruya kitabının şapkayı protesto edenleri, onların deyişiyle irticayı tahrik ettiğinden dolayı verildiğini ortaya koymakta. Asıl vatana ihanet suçlaması Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca için yapılmıştır ve karar metni dikkatle okunmadığı için birbirine karıştırılmıştır.
Zaten beraber asıldıkları merhum Ali Rıza Hoca ile Atıf Efendi’yi kader adeta birbirine bağlamıştır. Mesela kendisi de aynı mahkemede yargılanan Tahirü’l-Mevlevi’nin tanıklığından anlıyoruz ki, rüyasında Peygamber Efendimiz’i (sav) gören ve savunmasını onun uyarısı üzerine yapmayan kişi Ali Rıza Hoca olduğu halde, bu tavır İskilipli Atıf Hoca’ya yakıştırılagelmiştir.
3 Şubat 1926 sabahı Ankara’da, Meclis’in önünden geçenler dilini yutmuş bir kalabalığa rastlayacak ve merak edip baktıklarında beyazlar içindeki iki cesedin sehpalarda sallandığını göreceklerdi. Uzun boylusunun Atıf Hoca olduğunu sadece bilenler bilecekti.

İstiklal Mahkemeleri Aydınlatılacak
29 Temmuz 2010
TBMM, yakın dönem tarihini aydınlatacak olan İstiklal Mahkemeleri arşivini açıyor. Meclis arşivindeki 1471 adet dosya, 90 yıl sonra gün ışığına çıkacak.
TBMM Başkanlığı, yakın dönem tarihini aydınlatacak olan İstiklal Mahkemeleri arşivini açma kararı aldı. Öncelikli olarak elektronik ortama aktarılan zabıt ve belgeler Meclis’in resmi internet sitesi aracılığıyla herkesin bilgisine sunulacak.

Cumhuriyet’in ilanından önce 1920’de kurulan ve 1927 yılına kadar görev yapan İstiklal Mahkemeleri’ne ait dosyalar, halen TBMM arşivinde sır olarak saklanıyor. Bu dosyalarla ilgili TBMM İletişim Daire Başkanlığı’na bağlı Genel Evrak ve Arşiv Müdürlüğü bünyesinde 13 kişilik bir çalışma grubu oluşturuldu.

Çalışma grubu, İstiklal Mahkemeleri’nin envanterlerini çıkardı. TBMM arşivinde, 874 kutu içerisinde toplam 1471 adet dosyanın bulunduğu tespit edildi. Bu dosyaların Osmanlıca’dan tercümesine başlandı. Tercüme ile birlikte dosya içeriğindeki belgeler de taranarak elektronik ortama aktarılacak.

TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, 90 yıldır üzerinde çeşitli tartışmalar yapılan belge ve dosyalarla ilgili bilgi verirken “Yakın tarihimize ait bu tartışmalı dönem belgelerle aydınlatılarak, bu konudaki spekülasyonlar da, önemli ölçüde ortadan kaldırılacak” dedi.

1054 KİŞİ İDAM EDİLDİ

İstiklal Mahkemeleri, 1920 yılında Kurtuluş Savaşı sırasında ayaklanma, yağma, bozgun ve casusluk yapan, orduya ait silah ve mühimmatı çalan ve Milli Mücadeleyi engellemeye çalışanları yargılamak için kuruldu. 8 mahkeme bölgesi saptandı. Ankara hariç diğer İstiklal Mahkemeleri 17 Şubat 1921’de kaldırıldı.

Ankara İstiklal Mahkemesi ise 31 Temmuz 1922’ye kadar görev yaptı. Çerkez Ethem, Atatürk’e suikast, komünist kuruluşlar gibi davalara bakıldı. İkinci dönem İstiklal Mahkemeleri ise 1923-1927 arasında çalıştı. Hilafet ve saltanat yanlıları yargılandı. 1925’de ise Ankara ve Doğu Anadolu’da iki ayrı mahkeme daha kuruldu. Bu mahkemede, Şeyh Said isyanı davasına bakıldı.

İstiklal mahkemelerinin kararlarıyla 1054 kişi idam edildi. 2 bin 696 kişinin idamları, askerden kaçmamaları şartıyla affedildi. 243 kişiye gıyabında idam cezası verildi. 1786 kişi kalebent ve kürek cezasına çarptırıldı. 11 bin 744 kişi beraat etti. 41 bin 768 kişi ise daha hafif cezalara çarptırıldı.
aktifhaber

İstiklal Mahkemeleri arşivi açılsın
Taha Akyol
Milliyet Gazetesi
12 Şubat 2010

TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, Birinci Meşrutiyet’ten itibaren yasama ve yargıya ilişkin arşivlerin açılmasını emretmiş. Bunun içinde darbe dönemleri de var.

Akşam gazetesinde Ali Ekber Ertürk’ün bu haberine göre, 12 milyon belge araştırmacılara açılacak.

Fakat Şahin bir sınır koymuş: “İstiklal Mahkemeleri arşivi hariç!”
Mehmet Barlas dünkü güzel yazısında İstiklal Mahkemelerinin ne olduğunu, nasıl yargılama yaptığını anlatıyor ve bu arşivlerin de açılmasını istiyordu.

Ben de Sayın Şahin’e açık çağrıda bulunuyorum: Diğer arşivler gibi İstiklal Mahkemelerinin arşivlerini de açınız.

Kaldı ki İstiklal Mahkemelerinin birçok yönü zaten ‘açık’tır, akademik araştırmalara konu olmuştur. Bir bölümü gizli tutmanın anlamı yok artık.

‘Bize Nasıl Kıydınız?’
Konuyu Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Ali Birinci’yle konuştum. “İstiklal Mahkemeleri arşivi tam yasak değil ama ancak özel izinle incelenebiliyor” dedi.

Bunun anlamı sadece ‘güvenilir’ kişilere ve konulara göre izin veriliyor olsa gerek.

Bu arşivin tamamen açık hale gelmesini savunan Prof. Ali Birinci, “Gizlilik efsanelere, dedikodulara yol açıyor” dedi ve bir örnek olay anlattı:
İslamcı kesimden Emine Şenlikoğlu, 10-15 sene önce, “Bize Nasıl Kıydınız?” adlı bir senaryo yazmış, filmi de yapılmış: Nurani yüzlü, saygın bir zat olan Mevlevi Şeyhi Kemahlı İbrahim Hakkı Efendi, İstiklal Mahkemesi’nde irtica suçundan yargılanırken vefat ediyor. Adamı idama mahkûm edip cenazesini ipte sallandırıyorlar!

Prof. Birinci bunun tamamen uydurma olduğunu, İbrahim Hakkı Efendi’nin İstiklal Mahkemelerinden iki yıl önce vefat ettiğini, hakkında soruşturma bile açılmadığını anlattı.

Prof. Birinci bunu o zaman da bir dergide yazmış ve efsaneyi sona erdirmişti.

Bugün İskilipli Atıf Hoca’nın haksız idamı konuşulur, tartışılır ama o efsane çoktan unutulmuştur.

Hukuk devleti için
İstiklal Mahkemeleri hakkında Prof. Ergün Aybars’ın iki ciltlik bir eseri vardır. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin tutanakları da yayımlanmıştır. Şeyh Sait’in yargılanmasında artık gizli kapaklı bir taraf kalmamıştır.
Artık bu arşivlerin tamamı açılmalı, efsanelere kapılmadan tarihimizle yüzleşmeliyiz. Hangi aşamalardan geçtiğimizi, yargı kültürümüzde bunların bıraktığı izleri ve hukuk devleti yolunda gerçekten ciddi mesafeler aldığımızı da görmeliyiz.

Şüphesiz İstiklal Mahkemeleri, Prof. Velidedeoğlu’nun belirttiği gibi, “tedhiş mahkemeleri”ydi; tedhiş, yani terör. (Cumhuriyet, 25 Mart 1973)
Ali Fuat Paşa’nın söylediği gibi, “İstiklal Mahkemelerinin en önemli çalışmaları, muhalefet ve basını susturmak“ olmuş, birçok masum ve vatansever muhalife haksızlık etmiştir.

İstiklal Mahkemelerini alkışlayan bir dünya görüşüyle bugün ‘demokratik hukuk devleti’ni kökleştirmek mümkün olmaz. İstiklal Mahkemeleri hakkında ‘gulyabani efsaneleri’ uydurarak da olmaz.

Onun için Sayın Şahin, diğer arşivler gibi İstiklal Mahkemelerinin arşivlerini de ‘açık’ hale getirmelidir.

Çekinmeye gerek yok, bu arşivlerin en ‘netameli’ bir bölümünü Meclis Başkanlığı sırasında Hüsamettin Cindoruk açtırmıştı zaten.

Kaynak: http://www.mustafaarmagan.com.tr/

Kemalizmin Sembol İsimlerinden Keriman Halis Öldü
30 Ocak 2012



“Bugün Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Çünkü bugün İslâmiyet bitmiştir, onu bitiren Avrupa’dır!.. Müslüman kadınların temsilcisi, bugün mayo ile karşımızdadır...
31 Temmuz 1932’de Belçika’da yapılan Dünya Güzellik Yarışması’nda, oylama bile yapılmadan birinci ilân edilen Keriman Halis, 99 yaşında öldü... Keriman Halis’i birinci ilân eden jüri başkanı; “Bugün Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Çünkü bugün İslâmiyet bitmiştir, onu bitiren Avrupa’dır!.. Müslüman kadınların temsilcisi, bugün mayo ile karşımızdadır... Oylamaya gerek yok, onu kraliçe seçeceğiz” demişti.

Haber: ALİ EYVAZ

1932 yılında Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği “güzellik yarışması”nda birinci seçilen, ardından Belçika’da Avrupalı jüri tarafından “dünya güzeli” seçilen Keriman Halis Ece 99 yaşında dünyaya gözlerini yumdu. Keriman Halis’in ölümü, Türkiye’de uzun yıllardır tartışılan tepeden inmeci modernleşme hareketini ve bu süreçte yaşanan acıları, aşağılık komplekslerini bir kez daha gündeme getirdi.

Türkiye’nin ilk dünya güzellik yarışması birincisi Keriman Halis Ece, yıllardır herkesin merak ettiği yüzlerce soru işaretini cevaplandırmadan 99 yaşında dünyadan ayrıldı. Keriman Halis bugün İstanbul’da toprağa verilecek.

SIRLARIYLA GÖÇTÜ

31 Temmuz 1932’de Belçika’nın Spa kentinde düzenlenen, orijinal adı “International Pageant of Pulchritude” olan Uluslararası Güzellik ve Zarafet Yarışması’nda ilk kez jürinin oylama yapmadığı, jüri başkanının oylamaya geçilmesine izin vermeden Keriman Halis’i birinci ilan ettiği ve siyasi mesaj yüklü oldukça tartışmalı bir konuşma yaptığı, dünyada ve Türkiye’de uzun yıllar yazıldı çizildi. Hatta bu iddialar, Japonya’da bir dönem “Keriman Halis Olayı” adı altında okullarda ders olarak okutuldu.

ELEŞTİRİLER KONUSUNDA KONUŞMADI

Keriman Halis ise ne bu iddialara, ne de birinci elden aktarılan hatıralara yönelik ağzını bile açmadı. Sadece, birinci seçildikten sonra elinde Türk bayrağı ile sahneye çıkmak istediği, ancak salonda Türk bayrağı olmadığı için bu isteğinin karşılanmak istenmediğini, bayrak bulunmazsa sahneye gelmeyeceğine dair resti üzerine atlas kumaşlardan orada alelacele bir Türk bayrağı yapıldığını anlattı. Ancak jüri başkanının yaptığı konuşma ve kendisini dakikalarca ayakta alkışlayanların Osmanlı aleyhtarı tezahüratları konusunda tek kelime etmedi. Bu olay, o dönem dünya basında günlerce manşetlerde kalmış, “Osmanlı kızının son hali” adı altında Avrupa gazeteleri tarafından Keriman Halis’in resimleri kartpostal olarak dağıtılmıştı.

YARIŞMAYI GÖREN HALİT TURHAN BEY’İN ANLATIMLARI

Türkiye, Keriman Halis’in Avrupa’da nasıl karşılandığını ve jürinin tutumunu, bu yarışmayı bizzat gören Halit Turhan Bey’in hatıralarından öğrendi. Halit Turhan Bey, bu olayı kendi yayınladığı hatıralarında şöyle anlatıyordu: “1932 yılında Cumhuriyet gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Halis kazanmıştı. Aynı yıl Belçika’nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünya güzellik yarışması düzenlenmişti. 1913 yılında doğan Keriman Halis, bu yarışmaya Türkiye’yi temsilen katıldı. Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kişilerle görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünde kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar. Jüri salona geçip, puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek, ‘Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa’nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir. Bir zamanlar sokağı bile pencere arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı, zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz’ demişti.”

Böyle bir konuşmanın yapılıp yapılmadığı, Keriman Halis’e jüri tarafından bu yönde sözlerin söylenip söylenmediği konusunda sadece Keriman Halis değil, dönemin ilgili aktörlerinden de bir cevap gelmedi. Belçika’da yaşananlar konusunda Türkiye’de belirli bir sansür hep kendini gösterirken ve “Atatürkü koruma kanunu” dolayısıyla bildik kısıtlamalar olurken, dünyada bu yarışmanın yankıları sanıldığından çok daha fazla görüldü. Özellikle Avrupa basını, Müslüman bir kadının, bir Türk kızının kendini beğendirmek için Belçika’ya devlet imkanlarıyla gönderilmiş olmasını Türk modernleşme hareketinin doruk noktası olarak değerlendirdi.

Keriman Halis Ece’nin yıllardır konuşulan hikâyesi Japonya’yı o kadar çok etkilemişti ki, bu ülkede ders kitaplarında bir dönem “Keriman Halis Olayı” adı altında konu başlığı bile yer almıştı.

ATATÜRK’ÜN RESMİ AÇIKLAMASI

Yarışmanın ardından Türkiye’ye dönen Keriman Halis, yine bir devlet organizasyonu olarak Sirkeci Garı’nda şölenlerle karşılandı. Mustafa Kemal Atatürk tarafından şerefine balo tertip edildi. Atatürk’ün resmi açıklaması ise şöyle olmuştu: “Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz. Fakat Keriman Ece, hepimiz işittiğimiz gibi söylemiştir ki, o, bütün Türk kızlarının en güzeli olduğu iddiasında değildir. Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır. Cumhuriyet gazetesi bu meselede Türk ırkının diğer dünya milletleri içinde mümtaz olan asil güzelliğini göstermek teşebbüsünü takip etmiş ve bunu dünya nazarında muvaffakiyetle intaç eylemiştir. Arzusunu da ilave edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin Dünya Güzeli intihap edilmiş olmasını çok tabii buldum.”

“Osmanlı’yı bu hale getirdik”

Keriman Halis olayı Türkiye’de halk tarafından “Avrupa’nın Osmanlı’dan intikamı” olarak görülüyor. O dönem Türkiye tarafından “Türk modernleşmesinin ispatı” olarak sunulan bu hadise, Avrupa tarafından “Osmanlı’yı bu hale getirdik” şeklinde dünyaya takdim edildi. İşte bu sebeple 1933’ten 1951’e kadar Türkiye’de güzellik yarışması yapılmasına müsaade edilmedi. Cumhuriyet gazetesinin ilkini 1929 yılında düzenlediği ve her yıl tekrarladığı güzellik yarışmalarına 1933’te son verildi. 1951 yılına kadar Türkiye’de hiçbir resmi ve gayrıresmi kuruluş tarafından güzellik yarışması düzenlenmedi. Keriman Halis konusunda Avrupa’nın takındığı malum tavrın ve halkın gösterdiği tepkinin bu kararda etkili olduğu ifade ediliyor.
YENİ AKİT

Başbakan'a su bile vermemişler
17 Şubat 2012

Sabah gazetesi yazarı Engin Ardıç, bir dönemin Başbakanı Hasan Saka'nın hastaneye gittiğinde kendisine su bile verilmediğini yazdı.



CHP iktidarının başbakanlarından Hasan Saka, politikadan elini çektikten sonra sade bir yaşam sürmüş. Tedavi olmak için gittiği hastanede Saka'ya ne oturacak iskemle vermişler ne de içecek bir bardak su...

İşte Ardıç'ın satır aralarında yazdığı o olay:

Yeri cennet olası hocam Tahir Alangu, ısrarla, Sabahattin Ali'nin "ikili oynadığını" iddia ederdi, yani hem komünistlere hem MİT'e çalıştığını... Hatta bu yüzden Demir Özlü'yle çok kötü kapışmışlardı dergi sayfalarında, altmışlı yıllar.
Onu bilemem ama, Sabahattin Ali'nin İnönü yönetimiyle arası çok bozuktu. Birkaç kere hapise girdi çıktı (İlhan Selçuk'un ruhunu çağırıp soralım, bu da mı "çok partili rejimin" eseriydi acaba?) Bulgaristan'a kaçmak isterken (ya da öyle olduğu öne sürüldü), Ali Ertekin adında birisi tarafından önce boğulup sonra kafası sopayla (bir rivayete göre taşla) ezilerek öldürüldü, yıl 1948.

Daha sonra, cinayetin, cesedin bulunduğu yerde falan değil "jandarma karakolunda" işlendiği, cesedin sonradan götürülüp sınıra bırakıldığı da söylendi.
Katil elbette "milli hislerinin galeyana geldiğini" öne sürdü, ve yiye yiye... yok canım, idam değil, müebbet de değil, yirmi yıl otuz yıl falan da değil, hepi topu dört yıl hapis yedi! (Bu ülkede milli hislerle işlenen cinayetler hep anlayışla karşılanır, Ogün Samast tosunumuz da öyle yırtmadı mı?) Fakat 1950 affına dahil oldu ve özgürlüğüne kavuştu, kayıplara karıştı!

Ali Ertekin'in "MİT ajanı" olduğu daha o zamanlar dile düşmüştü. Ellili yılların sonları mı, altmışlı yılların başları mı ne, bacak kadar çocuktum, rahmetli babamın evde "Sabahattin Ali'yi MİT öldürttü" diye konuştuğunu hatırlarım...
Ertekin MİT mensubu muydu, ajanı mı, yoksa ayakçısı mı? Sabahattin Ali'nin teşkilatla ilişkisi var mıydı? Bilemeyiz.
Bunun için MİT arşivlerinin açılması gerekir ki, böyle bir şey ancak, Rusya'da olduğu gibi, bir komünist ihtilalden sonra gündeme gelebilir. (Bu hayali komünistler bile kuramıyorlar, geçen seçimde hedefleri "hiç olmazsa yüzde 1 oy toplayabilmek" olmuştu, yüzde 0.14'te kaldılar.) Fakat kesin olan gerçek, Sabahattin Ali'nin CHP yönetimi "sırasında" öldürülmüş olduğudur.
Canım belki de MİT, İsmet Paşa'dan habersiz... ha? Mümkündür.
Koskoca Milli Şef "bu adamı temizleyin" diye emir verecek değildi herhalde.... Başbakan Hasan Saka'dan habersiz... O da mümkündür.

Ama şunu iyi biliriz ki, MİT'e ordu (yani "asker İsmetçiler") ve parti (yani "sivil İsmetçiler") tam anlamıyla hâkimdiler.
Bildiğiniz gibi, daha büyük bir ihtimalle bilmediğiniz gibi, MİT otuzlu yıllarda "Şükrü Kaya ekibinin" elindeydi.
Yani, Atatürk'ün çevresini kuşatan, Harold Armstrong'un deyimiyle "desperados" takımının.
Bunlar İnönü'ye eni konu düşmanlık güdüyorlardı, hatta Atatürk'ün ölüm döşeğinde yattığı günlerde İnönü'yü yoketmek istedikleri bile söylenir.

İnönü ipleri eline geçirince onları tasfiye etti. (Gene rahmetli babam, kırklı yıllarda hastaneye tedavi olmaya giden Şükrü Kaya'ya oturacak iskemle bile verilmediğini, su bile verilmediğini anlatırdı, kendi gözleriyle görmüş.) Şimdi Kılıçdaroğlu "Sabahattin Ali'yi CHP öldürttü" dedi ya, postalcılar çıldırdılar. Bunların ağababası dün "merkez yönetim kurulu karar mı almış, bakanlar kurulundan karar mı çıkmış" diye dırlanıyordu...
Demagojinin dik âlâsını yapıyorlar. Elbette Kılıçdaroğlu bunu demek istemiyor, "CHP de sorumludur" demek istiyor.
Postalcılara da, bu sefer Kılıçdaroğlu'nu devirmek için kurultay maskaralığından medet ummak kalıyor!

Güneysu Kıyamı
17 Şubat 2012

Rize’nin Güneysu Nahiyesi halkı da şapka dayatmasını kabul etmedi. Protesto yapan 3 kişi istiklal Mahkemeleri’nce idama mahkum edildi. Erzurum’da ise Şalcı Şöhret adlı kadın da şapka Kanunu’na muhalefetten iadm edildi. Şöhret kadın, “Ula uşaklarım ben zaten hatun kişiyim. Ne diye şapka giyeyim” diye feryat ediyordu.

Mehmet SILAY

GÜNEYSU Rize’ye bağlı bir nahiye merkeziydi. Ankara’da gerçekleşen tepeden inme dayatmaları kabul edemediler. Sorumlu münevverleri olan nahiye kaynamaya başladı. Tarakçıoğlu Sabit adın da sevilen bir din alimi öncülüğünde olayları protesto etmek için şehir merkezine doğru yürüyüşe geçtiler. Protesto gösterileri on gün sürdü. Rize’ye gelen askeri birlikler Güneysu’ya sevk edilince bütün direnişçiler tutuklandı. Ağır hakaret ve işkenceye uğradılar. Seyyar İstiklal Mahkemesi tarafından üç idam kararı dışında otuz altı kişi ağır hapis-Kalebend, sürgün-nefy ve kürek cezalarına çarpıldılar.

Aralık ortalarında Giresun seyyar İstiklal Mahkemesiyle tanışıyor. Şapka aleyhinde bulunan ve halkı hükümete karşı isyana teşvik ettiği altmış kişi hakkında karar verdi. Yürüyüşün ve direnişin öncüsü Giresunlu Hafız Muharrem ile arkadaşı idam edildiler. Üç kişiye on beş yıl, altı kişiye de beşer yıl hapis cezası verildi.

Erzurum çarşı-pazar

Devlet durup-dururken Ankara’dan şapka giymeyi emretmiş. Agavat, sofu takımı ve sade halk şükürler olsun aralarında oturup konuşmuşlar. Kendiliğinden gelişen itiraz, kısa zamanda toplumsal tepkiye dönüşmüş. “ Gidelim Hükümet konağının önüne, Vali beye rica edelim. Kar da yeni yağmış. Bir tozak kar 3-5 santim. Bizim kulaklarımız üşüyor. Bahara kadar müsaade etsin, baharın örtelim başımıza şapkayı. Şimdi arasak da şapka bulamayız zaten. Nereden bulacağız?”

Daha kalabalık konağın önüne varmadan hafiyeler bir-kaç cahili kışkırtarak pencerenin bazı camlarını taş atarak kırdırmışlar. İzmirli Vali Zühtü bey hemen Ankara’ya, Erzurum’da halkın isyan ettiğini telgrafla bildirmiş. Seyyar İstiklal Mahkemesi hızla Erzurum’a geldi ve hemen şehirde Örfi İdare-Sıkı yönetim ilan edildi ve gece sokağa çıkma yasağı kondu.

Emir üzerine halk, evlerindeki silahları getirip örfi idareye teslim etmişler. Yekun olarak 2500 tüfek toplanmış.
Gazeteciler Vali Beye sormuşlar: “Kaç mermi sıkıldı devlete karşı bu tüfeklerle?”
“Hiç!”

O halde bu bir isyan değil, basit bir taşkınlık olayıdır. Büyütülen olay Erzurum’a İzmir’den gelmiş ayyaş bir valinin marifetidir. Vali Zühtü Beyin aczi ve beceriksizliğidir.

Şapka hadisesi günü Hükümet konağının önünde meçhul katiller tarafından Salasorlu Tosun Bey’le kimliği tespit edilemeyen bir genç vuruldu. Kırbaşoğlu Fevzi Beyin cesedi de Vani Efendi Camii avlusunda sırtından vurulmuş olarak bulundu.

Mahkeme kararları peş peşe açıklanmaya başladı. İlk çırpıda Cinoğlu Hacı, İttihat ve Terakki’nin vurucu güçlerindendi ve silahşördü. Erzurum’da dadaşlık ederdi, dayılık taslar, dövüşür, vurur-kırardı. Ağır mahkumiyet alıp Sinop’a sürüldü.
Sonra Erzurum’un en itibarlı şahsiyetlerinden Ahmediyeli Akif Küllebi ile papilacı Mahmut idam edildi. Ayrıca Divan-ı Harbi Örfi tarafından 21 kişinin idamı meydanda infaz edildi.
Sekiz kişinin de elleri kelepçeli olarak Erzurum’dan Ankara İstiklal Mahkemesine sevk edildiler.

Erzurum’da şapka yüzünden asılanlar arasında bir de kadının olması hazindir ve şaşırtıcıdır. Şalcı Şöhret Kadın, kasap Aziz’in anasıdır.
Bir kadının siyaseten idam edilmesi adalet tarihinde ilk defa Erzurum’da yaşanmıştır. Ulusal basının önde gidenlerinden Cumhuriyet, Tanin, Hâkimiyet-i Milliye ve Akşam gazetelerinden hiç biri bu vahşetle özdeş olayı yazmadılar, sütunlarına taşımadılar. Bu insanlık dışı cinayeti millete duyurmadılar.
Kocası Balkan Harbinde şehit düşen Şalcı Şöhret Kadın, ördüğü çorap, şal ve başlıkları bit pazarında satarak yetimlerini beslerdi.
Vilayete doğru yürüyüş yapıldığı gün “Şöhret Kadın senin oğlanlar hükümeti taşa tutuyor. Git onlara sahip ol!”

Şöhret Kadın bohçasını kapıp dışarı fırlamış. Hükümet Konağının önüne geldiğinde karşılıklı iki sıra halinde duran asker ve sivillerin birbirlerine sert bakıştıklarını gördü. Kalabalığın arasında yetimlerini göremeyince onları jandarmanın tutup götürdüklerini zannetti ve köpürdü. Bağırmaya başladı: ”Ula şapkanız soykanızda kala! Şapkanıza bilmem ne edeyim! Nerde benim balalarım?

Hem şapkalarına sövmüş hem de askerlere karşı uzaktan bir takunya fırlatmış. İşte Şalcı Şöhret kadını idama götüren suçu bundan ibaret.

Yetimlerini koruma içgüdüsü, ana yüreği, din gayreti ve galeyan halet-i ruhiyesi. El işçiliğiyle yünden şal-çorap ören ve bunları pazarlarda, yol kenarlarında satarak iki yavrusuna bakan cesur ve çilekeş dul bir kadın. Telaşla Hükümet konağının önüne geldiğinde camların kırıldığını görmüş ve ansızın gelişen arbedeye şahit olmuş. Ortalarda göremediği yetimlerinin de tutuklandığını zannetmiş. Sivillere dik dik bakan zabitlere bir takunya fırlatmış ve sövmüş. Çetin Altan’ın dedesi Tatar Hasan Paşanın bir işaretiyle tutuklanmış. Kadın mahkemede feryat ediyormuş; “Uşaklarım ben bir kadınım da, şapkayla ne alakam olur?” Diye bağırıp çağırsa da, topluluğu devlet kuvvetlerine karşı tahrik ettiği isnadıyla ikinci gün başına geçirilen bir un çuvalı içinde sehpaya çıkarılıp idam edilir.
Erzurum’da şapka direnişi yüzünden ve çoğu eşraftan, 22 insan asıldı. Üç kişi fail-i meçhule kurban gitti ve sekiz kişi onar yıl Kalebend ve Nefy cezasıyla Sinop’a sürgün edildi.

Savcı Eğinli İbrahim Edhem, tutuklanan çok sayıda masumu makul gerekçelerle kurtardı. Fakat Çetin Altan’ın dedesi Erzurum merkez Jandarma Komutanı Tatar hasan Paşa, şehirde şapka inkılabının baş kahramanlarındandır.
Çetin Altan yıllar sonra bu acı olayı sütununa taşır.
“Ben Tatar Hasan Paşanın torunuyum. Dedem Erzurum’da şapka yüzünden bir kadını da astırmış maalesef. Bir kalabalık şapkaya karşıyız diye yürüyor. Şalcı Şöhret kadında idam edilirken –Ula uşaklarım ben zaten hatun kişiyim. Ne diye şapka giyeyim? Diye bağırıyor. Bu üzücü bir şey.”

milat gazetesi

Rize'de Şapka Zulmü



Tutuklanan 143 kişinin 8'i meydanda asılarak idam ediliyor. 17 kişiye on beşer yıl ağır hapis ve diğerleri para ve dayak gibi hafif cezalara çarptırılıyor. Rize meydanında asılarak şehit edilen 8 insan: Ulu Cami imamı Hafız Şaban Hoca, Mahalle Muhtarı Yakup Çavuş, Islahiye imamı Hacı Hasan Efendi, Belediye bekçisi Kadir Ağa, Rize Asliye Ceza Mahkemesi Başkatibi Hafız Osman Efendi ve kardeşi Avukat Hulusi Bey, Rize Merkez Cami imamı Hafız Kamil, Rize'nin saygın ailelerinden Peçelioğullarından Mehmet ve Ahmet Arslan Çavuş kardeşler, Kamburoğlu Hafız Mehmet ve Naksi şeyhlerinden Numan Sabit Efendi. Rize'nin Güneysu nahiyesinde Sabit Tarakçıoğlu.

http://a1.sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-snc7/425583_178136512302474_101772789938847_255265_551150984_n.jpg


Hilafetin kaldırılmasını İngilizler mi istemişti?
Mustafa Armağan
04 Mart 2012

İşi gücü bıraktık, 'Ulubatlı Hasan diye biri var mı yok mu?' diye tartışıyoruz. Oysa rivayetin kaynağı olan Makarios'un kitabında her şey vardır da, surlara bayrak diktiği yoktur.

Aksine bayrağın, Ulubatlı Hasan şehit düştükten sonra "başka kulelerde savaşan askerler" tarafından dikildiği yazılıdır. Anlayacağınız, bir "akl-ı evvel" bayrakları Ulubatlı'ya diktirmiş ve bu yama, sorgulanmadan tekrarlanagelmiştir.

Hilafetin kaldırılmasının hikâyesi de benzer bir çarpıtma gayretinin izlerini taşır. Yok Halife Abdülmecid tahsisatının artırılmasını istemiş de, yok şatafatlı bir törenle cuma namazına gitmiş de, yok iktidarda gözü varmış da...

Artık İngiltere ve müttefiklerinin baskı ve zorlamaları yüzünden Hilafetin kaldırıldığını açıkça söyleyebilmeli, bunun çok isteniyorsa o günler için zorunlu olduğu, başka türlü bu devleti yaşatmayacakları itiraf edilmelidir ki, toplum da gerçekleri bilsin.

Central Florida Üniversitesi öğretim üyesi Hakan Özoğlu'nun ABD arşivlerinde bulduğu rapor, bir ABD diplomatının halifeliğin kaldıracağını Washington'a bizden önce öğrenip bildirdiğini ortaya koyuyor. Rapor Washington'a 25 Şubat 1924'te ulaşmıştı. Başka bir deyişle, Türkiye'deki insanların haberi olmadan bir hafta önce, Fransa ve ABD yetkilileri halifeliğin kalkacağını öğrenmişlerdi ("Aksiyon", 13 Aralık 2010).

Bunun anlamı şudur: Batı dünyası Hilafetin kaldırılmasını Lozan'dan beri bekliyor ve istiyordu. Hilafetin kaldırıldığı haberini, dönemin 1. Ordu Müfettişi, yani Halife'nin yaşadığı İstanbul'dan sorumlu olan Karabekir Paşa'nın bile gazetelerden öğrendiğini söyleyeyim de, gerisini siz anlayın.


Halifeliğin kaldırılmasından sonra yapılan bu karikatürün alt yazısında "Darısı diğerlerinin başına" yazıyor.

İlk topta atılan Halife Abdülmecid. Diğer topların ucunda ise Patrikler ve haham var. Ancak Halifeye yeten güç, diğerlerine yetmedi.

Hakan Özoğlu'nun "Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası" (Kitap Yay., 2011) adlı kitabında ilginç bir analiz yer alıyor: Ankara, 1922'de Saltanatı kaldırmış ama Hilafete ve Osmanlı hanedanına dokunmaya cesaret edememişti. Çünkü Karabekir gibi muhalif paşalar, İstanbul basını, Osmanlı döneminden kalma siyasetçiler ile Osmanlı hanedanı, Hilafeti kendilerine siper yapmışlar, onun arkasından muhalefetlerini örgütlemeye çalışıyorlardı. Muhalefet cephesinin sindirilip bertaraf edilebilmesi için Hilafetin devreden çıkarılması gerekiyordu. Daha sonra tasfiye sırası nasıl olsa diğerlerine gelecekti.

Yazar, Ankara hükümeti 1922'de muhtemelen bütün Osmanlı hanedanını yurtdışına sürme hamlesini yapacak kadar kendine güvenmiyordu, diyor. Oysa Kâzım Karabekir, daha 1922'de Hilafetin Osmanlı hanedanından alınma planını kendisinin önlediğini yazmaktadır. Gerçi o, Mustafa Kemal'in Hilafeti kendi üzerine geçirmek niyetinde olduğunu da yazar ama konumuz bu değil. Önemli olan, 1922'de Ankara'nın Hilafeti, Osmanoğullarından koparmak için siyasî bir hamle yaptığı gerçeğidir.

Hakan Özoğlu'nun nihai hükmü, Ankara'nın Hilafeti, hanedan tehdidini bertaraf etmek için kaldırdığı şeklinde. Başka bir deyişle "Hilafetin lağvedilmesindeki asıl hedef, Halifenin kendisi değil, Osmanlı hanedanıdır."

Ancak dış dinamiğin ihmal edilmemesi ve bu nedenle konunun daha geniş bir temele oturtulması gerektiğini düşünüyorum. Bence Hilafetin kaldırılması ve laikliğe gidiş, daha Lozan'da dayatılmış, Türkiye'nin kurulmasına bu şartla izin verilmişti. Bunun, Antlaşmaya ayrı bir madde halinde konulmamakla birlikte Osmanlı Devleti'nin eski Müslümanlar üzerindeki Hilafetten gelen ayrıcalık ve haklarının geri dönülmezcesine işgalcilere bırakıldığının açıklanması, Hilafetin bu yeni dönemde gündemde olmayacağının ipucuydu.


Üzerinde Kral V. George'un 10 Ocak 1924 günü Avam Kamarası'na yaptığı belirtilen konuşmanın Türkiye'yi ilgilendiren paragrafında "Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı" söyleniyor.

Şimdi birileri köpürecek, biliyorum. Ancak sakin olmalarında yarar var. Zira önemli bir kişisel tanıklık ile ilk defa burada yayınlanacak bir resmi belgeye göz atmadan karar vermeseler iyi olur derim.
Önce tanıklığa bir göz atalım:
Kâzım Karabekir, 16 Ağustos 1923 günü İsmet Paşa'ya, son zamanlarda hükümet çevrelerinden duymakta olduğu din aleyhindeki fikirlerin Lozan'dan geldiği kanaatinde olduğunu söyler. Ona göre Peygamber Efendimiz (sav) ve Kur'an hakkındaki "bu tehlikeli hava" Lozan'dan esmektedir. İsmet Paşa ona 1. Dünya Savaşı'nda Macarlar ve Bulgarlar da bizim gibi yenildikleri halde bağımsızlıklarına Hıristiyan oldukları için dokunulmadığını, bizimse sırf Müslüman olduğumuz için bağımsızlığımızın ortadan kaldırıldığı cevabını verir: "Biz kendi kuvvetimizle bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını, bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı."
Yeterince açık değil mi? Böylece İsmet İnönü, Müslüman kimliğimizden uzaklaşma telkininin Lozan'da yapıldığını itiraf etmiş olur.
İngiliz Milli Arşivleri'nden (National Archives) bulduğum ve ilk kez burada yayınlanacak olan bir "gizli" belge, Lozan'ın Hilafetle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyacak nitelikte. 10 Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası'na yaptığı açış konuşmasında, Lozan'ı ilgilendiren bir kanun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder:
"Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR." (As soon as this Bill has been passed, the Treaty will be ratified, and a new era will open.) (CAB/23/46, s. 424)
Kral V. George, Lozan'ın kabul edilmesiyle İngiltere için "yeni bir çağ veya dönem" açılacağını söylerken ne demek istiyordu? Bu, Halifeden kurtuluşun bir tür müjdesi olarak yorumlanabilir mi? Net olarak bilmiyoruz. Ancak İngilizlerin, Lozan'ı onaylamak için Hilafetin kaldırılmasını bekledikleri ve Hilafetsiz bir dünyanın kendileri için "yeni bir çağ"ın açılması anlamına geleceğini düşündükleri açıktır.
Nitekim beklenen Lozan kanun tasarısı Avam Kamarası'nda Nisan 1924'te gündeme alınıp kabul edilmiş, Ağustos'ta diğer taraf devletler tarafından da onaylanarak 1924 Eylül'ünde Cemiyet-i Akvam tarafından tescillenmiştir. Bu demektir ki, Cumhuriyet'in ilk yılının dolmasına çok az bir süre kalmasına rağmen TC henüz tanınmış bir devlet değildi. Hilafet düğümü çözülünce tanınmalar da gelmeye başladı. Artık tasfiye operasyonları başlayabilirdi.

m.armagan@zaman.com.tr
http://twitter.com/mustafarmagan

Cumhuriyet'teki o sayfa: Kemalist Türkiye'den faşist İtalya'ya selam!
Doğan Akın
03.04.2012



Başbakan Tayyip Erdoğan'ın partisinin grup toplantısında gösterdiği gazete sayfaları, Türk basın tarihi için bir süredir T24'te seçtiğimiz sayfalar arasındaydı. Başbakan'ın ekibinin, geçtiğimiz günlerde dijital ortama aktarılan ve kamuoyunun kullanımına açılan Cumhuriyet gazetesi arşivlerinde kısa sürede sıkı bir çalışma yaptığı anlaşılıyor.

Bizim T24'teki çalışmamızın hareket noktası, Türkiye'de basının başlangıçtan itibaren devlet ve resmi ideolojiyle ilişkisi ve bu ilişki üzerinden kurulan dildi. Bugünkü manzara nasıl bir geçmişin mirasıydı, sorusuna cevap ararken bulduğumuz çarpıcı cevaplardan biri de, Başvekil İsmet İnönü'nün İtalya gezisine çıktığı 22 Mayıs 1932'de yayımlanan Cumhuriyet gazetesiydi.

Başbakan'ın dün AKP grubundan birinci sayfasını gösterdiği o gazeteye birlikte göz atalım.

Aslında gazetenin, bugünkü ölçülerle “dokuz sütuna” çektiği başlık fazla söze gerek bırakmıyor:

Kemalist Türkiye'den faşist İtalya'ya selam!

Manşetteki bu başlığın altında, gemiyle yapılacak gezi için “Başvekil bu sabah şehrimizden geçerek İtalya'ya gidiyor” spotu kullanılmış.

Faşist Parti bayrağı ile ay yıldız iç içe

“Haber” için, o sırada İtalya Başbakanı olan Nasyonal Faşist Parti lideri Benito Mussolini (Il Duce) ve Başvekil İsmet İnönü'nün portre fotoğraflarının arasında kullanılan ilginç bir grafik de yapılmış. Bu görselde Nasyonal Faşist Parti'nin (PNF) “devlet gücü, halk gücü ve birlikteliği” sembolize eden baltalı bayrağı ile Türk bayrağının ay yıldızı üst üste oturtulmuş!

Lider kültü ve otoritesine dayalı iki ülke arasındaki ziyaret için hazırlanan bu görselin altında “Kemalist Türkiye ile faşist İtalya'nın dostluğunu temsil eden iki başvekil; İsmet Paşa ve Mussolini” ifadesi geçiyor.

İsmet Paşa'nın Ankara Garı'ndan İstanbul'a hareket etmek üzere trene bindiğini, “Gazi Hazretleri'nin İsmet Paşa Hazretleri'ni Çiftlik istasyonuna kadar uğurladığını” da duyuran gazetedeki yazılarda “faşist İtalya”ya övgüler içeren yazılar dikkat çekiyor.

Başyazı: Faşizm geldi ve...

Yazılardan ilki, gazetenin sahibi ve başyazarı, aynı zamanda Muğla Mebusu olan Yunus Nadi'ye ait. Nadi'nin “Başlı başına bir tarih” başlığı ve “Faşist Italya ile Kemalist Türkiye arasındaki dostluğun asıl kıymeti nedir? Spotu taşıyan yazısından bazı satırlar şöyle:

- Türkiye'de biz umumî harp neticesinde tasfiye olunan Osmanlı tmparatorluğunun ankazından yepyeni ve tamamen asrî inkılâpçı ve milliyetçi bir Türk milleti çıkarırken İtalya da İtalyan milletini asrın en mütekâmil bir cemîyeti haline yükselten Faşizmin gittikçe artan takdirlerine ve mubabbetlerîne mazhar olmaktan kuvvet buluyordu.

- Afyonkarahisarı'nın tekrar Türk'ler tarafından istirdat olunduğu haberi geldiği zaman bütün Roma'da sanki İtalya bir zafer kazanmışcasına meserretler izhar olunmuştu. Sonra Faşizm geldi, ve araya anlaşmamazlıklar sokmak istiyen bir sürü haricî gayretlere rağmen Faşist İtalya Türk dostluğunu daha realist bir salâbetle tuttu.

- Hakikat şu idi ki evvel ve ahir hakka riayet şeklinde Türk dostluğunu tutan İtalyan milleti idi, ve Faşizm idaresi İtalyan milletinin en hakikî hüviyeti ile tebarüz ettiği bir rejim idi.

- İtalyan milletinin Türkiye've karsı dostluğu bilhassa Fasizmin İtalyada hal ve mevkie hâkimiyetinden sonra müsbet ve filî sahalara intikal etmiştir, ve bu hususta Yeni İtalya'nın

Başbuğu M. Musolini'nin hissesi büyüktür.

Falih Rıfkı: Faşizm on senede elli senelik iş görmüştür



İsmet Paşa'nın ziyaretiyle ilgili diğer yazı, ertesi gün, Cumhuriyet'in 23 Mayıs 1932 sayılı nüshasında yayımlanıyor ve Falih Rıfkı (Atay) imzasını taşıyor. “Dünkü İtalya ve bugünkü İtalya” başlığı ile altında “Faşizm on senede bütün bir memleketin manzarısını değiştirmiştir” spotunu taşıyan Falih Rıfkı'nın yazısının da bulunduğu beşinci sayfa tamamen İtalya'ya ayrılmış. Sayfanın tepesinde dokuz sütuna yayılmış “Dost ve Faşist İtalya'ya Dair” başlığı var.

Falih Rıfkı'nın uzun yazısından bazı satırlar da şöyle:

- Cenup İtalya şehirleri, garp memleketlerinin en pis, karışık ve düzensiz şehirleri idi. Napoli'nin iç sokaklarından geçmek zordu. Brendizi'nin dar yollarından bir insan taaffünü vardı. Faşizm on senede bütün bu manzarayi değiştirmiştir. Servisler, şimdi, bütün Avrupa'nın en iyi işliyenlerindendir; sağlam bir hiyerarşi kurulmuş, sokak süpürücüsünden büyük idare adamlarına kadar, herkes iş başında ve size yardım etmeğe hazırdır; gümrük ve polis, eskisinin zıttıdır; Brendizi'nin iki tarafı hem dükkân, hem yatak odası, hem mutfak hizmeti gören höcrelerle çevrilmiş dar sokaklan bile tertemizdir.

- Yeni bir rejim, inşa etmeden duramaz. İnşa enerjinin fışkırışıdır. İnşa ve umran durduğu zaman, ruhlarda ve kafalarda bir ateşin sönmüş olduğuna inanmak lâzım gelir. Faşistler çok inşa etmişlerdir. İtalya'mn her şehri, Faşizm şehirciliğinin ve umranının büyük küçük, fakat mutlak kıymetli eserlerini size göstermektedirler.

- Faşizm, on senede elli senelik iş görmüştür: Mussolini ve Faşizm, yarın, başka bir gün belki düşebilir. Fakat bu eserlerin kaybolmak ihtimali yoktur.

- Evet, İtalya'da Fransız demokrasisi bulamıyacaksmız. Faşizm, ferdî parlâmento demokrasisine karşı ayaklanmış rejimlerdendir: «Bir prensip ki milletleri zayıflatır, doğrusu o değildir.»

- İtalya'yı bitiren disiplinsizlik idi. Faşizm bir otorite doktrinidir Her milleti, içinde bulunduğu şartlara en uygun sistemleri araştırmakta serbest bırakmak lâzım gelir. Faşizm, bir inkılâp mıdır? Hayır... Bir irtica mıdır? Hayır.. Faşizm yalnız İtalyan'lığa mahsus ve İtalya'nın şartlarına uygun bir sistemdir. Bu sistem, garp demokrasisi müesseselerinin, yeni hareketlere karsı, son tutunuş tecrübesi telâkki olunabilir.

Rus'lar, faşizmi, artık mukavemet mümkün olmıyan marksizme karşı burjuvazinin tavizatı gibi addetmektedirler. Faşistlerin fikri başkadır. Faşistler, hiç bir sınıfa bağlı olmadıkları gibi, hiç bir sisteme esir olmadıklarını söylemektedirler.

Faşizm, sınıf, grup ve şahısların menfaatleri üstünde bir devlet telâkkisine bağh olduğu için, cemiyetin bütün yeni inkişaflarının peşinden gitmeyi, lüzum oldukça değişmeyi, usul, fikir ve karar değiştirmeği tabiî sayar.

Gazete sayfalarından cumhuriyet tarihi

Falih Rıfkı, devrime karşı ve devriminhayatlarını güçleştirdiği insanları dört gruba ayırırken birinci grubu şöyle tarif ediyor:

“Korkaklar ve hayatlannda bir defa cesaret hissetmemiş olanlar: Bu korkaklar faşist rejiminin hadden aşırı ileri gittiğini ve ipin çok gerildiğini zannederler. Bunlar kendilerini besiye bırakanlardır ve artık inkılâp havasını teneffüs edemezler.”

Cumhuriyet'in 22 ve 23 Mayıs 1932 sayılı nüshalarında faşizme övgü satırları, başka sütunlarda da devam ediyor. Falih Rıfkı'nın yazısının hemen yanında “Antonio Mongerdi” imzasıyla yayımlanan “Faşist İtalya'da Ziraat ve sanayi” başlıklı yazının spotunda “Musolini'nin ziraat kanunu, İtalya'nın istiklal ve inkişafını temin etmiştir” ifadesi geçiyor.

Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Anayasa Hukuku hocamız Prof. Yavuz Sabuncu, “sadece Cumhuriyet okuyarak Mülkiye'yi bitirebilirsiniz” derdi. Çok zamansız kaybettiğimiz hocamız, elbette 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye'nin aydın ve demokratları için sığınak olan Cumhuriyet'ten söz ediyordu.

Ne dersiniz; geçmişimizle gerçekçi bir şekilde yüzleşmek ve dürüst bir muhasebe yapmak için gazete sayfalarından yazılmış bir cumhuriyet tarihi bile büyük bir adım olmaz mı?

Kaynak: http://t24.com.tr/

Türkiye'de Masonluk Tarihi Dizi Yazısı Üzerine Bir Eleştiri
Ali Rıza Üçer
İlk Kurşun
25.04.2012



Sayın Bojidar Çipof’un İlk Kurşun gazetesindeki “Türkiye’de Masonluk Tarihi (1-5)” dizi yazısının 3. Bölümünün girişinde:

“1925 yılında itibaren masonluğa karşı Türkiye’de tepkilerin başladığı gözlenir. Mason olmak üzere müracaat eden fakat masonluğa uygun görülmeyen eski Adliye Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, o dönemde kapatılmaya uğraşılan tekke ve zaviyelerle birlikte masonluğu da kapattırmak için çaba harcıyordu. Dönemin güçlü siyasetçilerinden Şükrü Saraçoğlu ve Fevzi Çakmak da masonluk hakkında olumsuz düşüncelere sahiptiler ve Meclis’te sık sık masonluğa karşı konuşmalar yapmaktaydılar. Buna karşı masonlar da mecliste fevkalade güçlüydüler. Zira CHP’nin ağır toplarından mason olan çok milletvekili vardı.” deniyor.

Atatürk’ün Türk gençliğine emanet ettiği Cumhuriyetimizin temel taşlarını ören idealist aydınlanmacı kadronun öncülerinden Mahmut Esat Bozkurt “Masonlar Dinleyiniz!” kitabındaki (Kaynak Yayınları, Birinci Basım Ağustos 2005) polemiklerinde locaya başvurduğu ama kabul edilmediği iddiasının kendisini yıpratmak için loca çevresince uydurulan bir yalan olduğunu açıkça dile getirmiştir.

Kaldı ki Bozkurt’un bu polemikleri otuzlu yılların başında çok okunan Anadolu, Yeni Asır, Hürriyet gibi gazetelerde tefrika edilmiş, loca temsilcileri zaman zaman Bozkurt’a cevap vermişler, Mahmut Esat Bey de bu cevaplara daha sert karşılıklar vermiştir.

Loca temsilcilerinin Bozkurt’un bu iddiayı yalanlamasına rağmen bir belge gösterememeleri ve susmaları mânidardır.

Mahmut Esat Beyin Anadolu gazetesinde 25-28 Ekim 1931 tarihleri arasında yayımlanan

“FARMASONLUĞA: SON VE KISA CEVAPLARIM”

başlıklı dizi yazısında bu konuyla ilgili iddialara verdiği yanıt açık seçiktir:

“Tatbikatta ispat ediyorum ki, masonluk Türk milletinin haklarına tecavüze vasıta oluyor. Onun için mücadele ediyorum. Farmasonluğa girmek için talepte bulunduğum iddiasına gelince, hiçbir gün, hiçbir yerde böyle bir arzu göstermedim. Nitekim bu rivayetin asılsız olduğunu İzmir mason teşkilatı da ilan etti. Meğer İzmir’de Güneş Kulübü varmış. Bu ismi de yeni duydum ve bu tuhaf isme güldüm. Farmasonluğun hülyaları, azameti eski İran Şahlarının mübalağalarını da geçiyor.”

“Düşünebiliriz ki farmasonluğun en ziyade yayıldığı yer, İstanbul ve İzmir mıntıkalarıdır. Halk Fırkasının bütün teşkilatları bundan ibaret değildir. Bütün Türkiye’dir. Milyonlarca üyesi olan Halk Fırkasının içinde üç yüz, beş yüz, iki bin mason bulunması bu teşkilatın % 90′ının mason olması demek değildir. Vaktiyle Halk Fırkası’nın içinde Bektaşiler, Kadiriler, Mevleviler, Nakşibendiler vesaire de vardı. Fakat bunların mevcudiyeti, o tarikatların aleyhtarı olmamıza ve onların Büyük Şef’in işaretiyle kapatılmasına mâni olmadı. O kadar ki gizli farmasonluk müstesna olmak üzere tarikatların hepsi kapatıldı ve mensuplarıyla evvelce olduğu gibi bugün de hep beraber bir yolda, inkilap yolunda yan yana çalışıyoruz... Bizim bildiğimize göre, son muhalefetin başında yürüyenler de masonlardı. Mesela eski Serbest Fırka Lideri Fethi Bey farmasondur. Yanında çalışan erkânın büyük çoğunluğu da farmasondur. Halbuki Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Büyük Reisi Gazi Hazretleri, Umumi Reis Vekili İsmet Paşa Hazretleri, Kâtibi Umumi Recep Beyefendi farmason değildir. Görülüyor ki Serbest Fırka erkânını farmasonlar Halk Fırkası ricalini de farmason olmayanlar teşkil ediyor.”

Mahmut Esat Bozkurt’un temel tezi şudur:

Masonluk evrensel olduğunu savunur bizse milliyetçiyiz, evrensellik iddiasındaki masonlar milli çıkarlarla emperyalist çıkarlar arasındaki çelişmede ikincilerden yana tutum alır, almak zorundadır. Bu nedenle cumhuriyetimizde masonların yeri yoktur.

**

Masonların laik, yurdunu seven Atatürk ilkelerine bağlı, ülke bütünlüğüne sahip çıkan insanlar olduğu propagandalarıyla masonik felsefe ve yapılanmanın cumhuriyet aydınlanması ile özdeş olduğu savlanmaktadır. Kendilerini Atatürkçü, cumhuriyetçi, laik ve ilerici olarak tanımlayan yazarlar bile bu propagandaları tekrarlamaktadır.

Bu vesileyle İlk Kurşun’da yayımlanan “Emin Çölaşan ve Masonluk” başlıklı yazımı hatırlatma gereği duydum.

Özcesi, siz Atatürkçü, cumhuriyetçi, yurtsever ve ulusalcıysanız masonları desteklemelisiniz, yoksa gericilerle aynı saflarda olursunuz denmektedir.

Oysa ki Atatürk, ulusal kurtuluş savaşıyla taçlanan Cumhuriyetimizi masonlarla kurmamış, en büyük eserini de masonlara değil Türk gençliğine emanet etmiştir.

Dahası dünyada eşi görülmemiş radikal bir girişimle mason localarının kapatılmasını sağlamıştır.

Yalın gerçek budur.

Cumhuriyetin aydınlanma felsefesini bu türden genel geçer bahanelerle masonlukla özdeşleştirme çabaları Cumhuriyet düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramamaktadır.
www.acikistihbarat.com

Emin Çölaşan ve Masonluk
Ali Rıza Üçer
26 Ocak 2012



Önce Emin Çölaşan’ın yazısındaki Masonlukla ilgili bölümü okuyalım:
“Sevgili okuyucularım, Masonluk ilginç bir dünyadır. Ya da dışarıda olanlara öyle görünür. Pek çok şeyi gizli tutulur, loca toplantılarında özel giysiler giyilir, ilginç törenleri vardır, ast üst ilişkileri sağlamdır.
Masonlar kıdem sırasına göre rütbe kazanır ve her rütbenin ayrı simgeleri, bize yabancı gelen ayrı unvanları vardır
Bildiğim kadarıyla en büyük özelliği Tanrı’ya inanırlar. Onu “Evrenin ulu mimarı” olarak adlandırırlar. İçlerinde din ayrımı yapılmaz. Tanrı’ya ve belli ilkelere inanan herkes, çeşitli soruşturmalardan geçtikten sonra mason olabilir.
Mason localarında siyasi tartışma yapılmaz. Particilik yoktur ve kesinlikle yasaktır. Ama masonlar genelde laik, yurdunu seven, Atatürk ilkelerine bağlı, ülkenin bütünlüğüne sahip çıkan insanlardır. Bu bilgileri verince benim mason olduğumu sanmayın. Kesinlikle değilim, hiçbir zaman olmadım- (Çölaşan masonlara övgüde bir hayli cömert olduğunun farkında görüldüğü gibi.)
Masonluk bir dernektir. Cemiyetler Kanunu uyarınca çalışır ve her açıdan bulunduğu ülkenin yasalarına tabidir.
Bizde şeriatçı kesim ve sağ iktidarlar, bir sürü abartılı ve yalan nedenler uydurarak masonlardan nefret eder.”
Emin Çölaşan, Mason Locasında Kavga Var, Sözcü gazetesi, 26 Ocak 2012
**
Çölaşan’a göre Masonlar laik, yurdunu seven, Atatürk ilkelerine bağlı, ülke bütünlüğüne sahip çıkan insanlar.
Şeriatçı kesim ve sağ iktidarlar bir sürü abartılı ve yalan nedenler uydurarak masonlardan nefret eder. Ülkeyi onlarca yıl yöneten Süleyman Demirel’i düşündüğünüzde Çölaşan’ın söyledikleri kara mizah türünden.
Özcesi siz Atatürkçü, Cumhuriyetçi, yurtsever ve ulusalcıysanız masonları desteklemelisiniz, yoksa şeriatçılarla aynı saflarda olursunuz diyor Çölaşan.
O zaman Çölaşan, Mustafa Kemal Atatürk’ün Mason Localarını neden kapattığını da lütfedip açıklar mı?

Ali Rıza Üçer
İLK KURŞUN

Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir nasıl unutturuldu?



Yıllarca İstiklal Savaşı tek cepheli savaş gibi gösterildi. Varsa yoksa Batı Cephesi. Karambolde Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir unutturuldu? Tarihçi Mustafa Armağan unuturulan paşalar dosyasını Haber 7'ye açtı:Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un ‘Karabekir Açılımı’nda söyledikleri önemliydi önemli olmasına ama resmi tarihimizde İstiklal Savaşının Garp Cephesi Komutanı İsmet İnönü yere göğe sığdırılamazken, Şark Cephesinin efsane komutanı Karabekir Paşa’nın önce unutturulup aradan bu kadar uzun bir süre geçtikten sonra hatırlanmasının garipliğine de bir şekilde değinmek gerekir.

Soru şudur:

Şimdiye kadar kimler engelledi ki, Genelkurmay Başkanlığı ancak ölümünün 62. yıldönümünde onu anma cesaretini gösterebildi?

Yıllar yılı İstiklal Savaşı tek cepheli bir savaş gibi gösterildi, durdu.

Varsa yoksa Batı Cephesi… Varsa yoksa şanlı komutan İsmet Paşa’nın Birinci ve İkinci İnönü “zaferleri”.

Oysa gariptir, İsmet Paşa’nın herhangi bir zafer kazandığını kimse söyleyemiyor bize.

Nerede savaşa girdiyse yenildiği biliniyor.

1917 Ekim’inde yapılan Üçüncü Gazze Muharebesi’nde İngilizler cephemizi onun komuta ettiği kanattan yarmışlardı. Bildiğiniz gibi Cephe Komutanı Von Kress ağır suçlamalarda bulundu, o da kendisini savunmak zorunda kaldı. Yenilgiye bahaneler ileri sürdü.
O savaş gümbürtüsü arasında unutuldu gitti her şey. Ne de olsa beterin beteri vardı.
Öte yandan Birinci İnönü Muharebesine zafer demek için bin şahit lazım.

İsmet Paşa hiç savaş kazandı mı?

Hatta bir seferinde Refet Bele ve diğer İstiklal Savaşı komutanları kendi aralarında konuşurlarken bir gazeteci gelmiş, onlara “İnönü zaferi”ni sormuş, paşalar hep birlikte gülüşmüşler.

Gazeteci bir pot mu kırdım acaba deyip gülüşmelerinin sebebini sorunca “Canım” demişler, “onu bize anlatma, İnönü kaçarken adamları gelip Yunanlıların da geri çekildiklerini haber veriyorlar, bunun üzerine düşmanın üzerine hücum ediliyor, Yunanlılar zaten kaçıyor, hepsi bu!”

Bunun üzerine gazeteci merakla sormuş:

“Peki Atatürk’ün İnönü’yü tebrik ettiği, “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz” dediği telgraf neyin nesi o zaman?”
Refet Bele gülerek cevap vermiş:

“Mustafa Kemal Paşa İsmet’in morali bozulmasın diye ‘Söyleyin Hamdullah Suphi Beye, benim ağzımdan şuna bir telgraf döşensin’ demiş. İşte bu telgraf o telgraftır.”

İkinci İnönü Muharebesi ise Fevzi Çakmak’ın son andaki müdahalesi sayesinde hezimete dönüşmekten kurtulmuştur. Meclis zabıtlarını okuduğunuz zaman görürsünüz ki, istisnasız herkes bu zaferin Fevzi Çakmak’a ait olduğuna inanmaktadır. Aksini düşünen dahi yoktur. (İyi ama kimse Fevzi Çakmak’ın bir zafer kazandığını okuyamaz kitaplarımızda.) Nitekim İsmet Paşa da telgrafında İnönü savaşını gerçek kazanan komutanın Genelkurmay Başkanı Çakmak olduğunu beyan etmiştir:

Askerlerimizin, zabitlerimizin ve kumandanlarımızın tarihî şecâat ve kabiliyetlerini yüksek sevk ve idaresiyle düşmana faik ve muzaffer kılan zat-ı devletlerine, âcizleri ile beraber bütün ordunun samimi ve mutlak olan itaat ve tazimatını te’yid eder ve takdirat ve tebrikatınız ile cümlemizin iftihar ettiğimizi arz ve temin eylerim.


Bugünkü dille ifade edersek mana şudur:

“Asker, subay ve komutanlarımızın tarihî kahramanlık ve yeteneklerini yüksek sevk ve yönetimiyle düşmana üstün ve muzaffer kılan yüce zatınıza, aciz olan benimle beraber bütün ordunun içten ve mutlak olan itaat ve saygılarını vurgular, takdir ve tebriklerinizle hepimizin övündüğümüzü arz ve temin ederim.”

Demek ki, İkinci İnönü Muharebesi’nde ordumuzu kim sevk ve idare ediyormuş? Fevzi Çakmak.

Ordu düşmana kim sayesinde galebe çalmış? Fevzi Çakmak.
Fevzi Paşa İsmet’i ne için tebrik ediyormuş? Görevlerini iyi yaptı diye.
Onun tebrikleriyle kim övünüyormuş? İsmet ve arkadaşları…
Gördüğünüz gibi İnönü muharebelerinde İnönü’nün sevk ve idare yetkisi yok, sadece uygulayıcı konumunda. Onu da becerebilse bari.

Geliyoruz Sakarya’ya

Kütahya cephesine doğru hücuma geçen Yunanlılara saldırarak tam bir felakete sebebiyet veren İsmet Paşa’nın hatasının bedelini ağır ödemiştik. Kanatlara saldıran düşman, tıpkı Gazze’de olduğu gibi cephemizi delip ordumuzu bozmuştur. Ağır kayıplara sebep olan bu yenilgi, mecliste ve kamuoyunda derin üzüntü ve heyecana yol açmış, İsmet Paşa aleyhine bir cereyan başlamıştır. İlginç olan, bu kampanyayı önleyenin Fevzi Çakmak olmasıdır. Meclis kürsüsüne çıkıp ‘İsmet Paşa’nın bu tarzda hareketini ben de uygun bulmuştum’ şeklinde açıklama yapan Fevzi Çakmak bu hareketiyle İsmet’i kurtardığı gibi kendi kariyerini de riske atmıştır.
Böylece İsmet Paşa bir kere daha yırtmıştır.
Onun yüzünden meydana gelen Beylikköprü faciası ise bambaşka bir konudur.

Karabekir’in silinen yüzü

Sözü şöyle toparlayalım:

Hayatında hiç yenilgisi olmayan, bütün savaşlarını galibiyetle sonuçlandıran Kazım Karabekir ile İstiklal Savaşımızın stratejisini ve bütün savaşların planlarını çizen Fevzi Çakmak ders kitaplarımızda gözükmezken, gözüktüğü zaman da birer kukla halinde sunulurken, İsmet Paşa gibi girdiği her savaşta yenilmiş olan bir komutan yıllarca “eşsiz asker” filan diye kakalanmıştır millete.
İşte bir lise ders kitabından “Şark Fatihi” Kâzım Karabekir’in Cumhuriyet neslinin hafızasından nasıl silinmek istendiğine çarpıcı bir örnek:

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (o zamanki adıyla Maarif Vekaleti’nin) 1931 tarihinde çıkardığı Tarih IV adlı lise ders kitabında Mustafa Kemal Paşa'nın İzmir'de annesinin mezarı başında çekilen fotoğrafından Kâzım Karabekir Paşa'nın bulunduğu kısım, üstelik sayfada boş yer olduğu halde kasıtlı olarak kesilmiştir.
Halbuki eğer ille de kesilmesi gerekiyor idiyse, sol taraftaki çoluk çocuğun kesilip sağ taraftaki Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak gibi iki tarihî kişiliğin gençlere sunulması gerekmez miydi? Hem söyler misiniz, bir tarih ders kitabı tarihteki önemli şahsiyetleri öğretmeyecek de neyi öğretecektir gençlere?
Nitekim büyük boy 350 sayfa tutan bu kitapta Karabekir'in ismi sadece 2 yerde geçmekte olup onlarca İsmet Paşa ve o zamanlar Meclis Başkanı olan Kâzım (Özalp) Paşa fotoğrafı bulunduğu halde bir tane olsun Karabekir fotoğrafına yer verilmemiştir. Olduğu zaman da örneğimizde gördüğümüz gibi resimden kesilmiş, çıkarılmıştır, böylece kasıtlı olarak unutturulmak istenmiştir.
Mesaj gayet açık değil mi?
Böylece hem Şark Cephesi diye bir 'cephe' yok denilmiş oluyor, sadece İsmet Paşa'nın komutanı olduğu 'Garp Cephesi'nin başarısı vurgulanıyor, hem de tasfiye edilen muzaffer komutanın görüntüsü hafızalardan temizleniyor.
Oysa biliyoruz ki, İstiklal Savaşı önce Doğu'da başlamış, sonra Batı'ya yayılmıştı. Burada Doğu'nun ‘Kürt kimliği’ de tehlikeli bulunuyor olmalı. İstiklal Savaşı'nın öncülüğü eğer Doğu'ya verilirse bu savaşın Kürtler arasında başladığı zannedilir kaygısının egemen olduğunu düşünüyorum bu kesip biçme operasyonunda.
O zaman da doğal olarak 1930'larda inşa edilmekte olan “Türk kimliği” bundan zarar görecek veya en azından tasarlanan mükemmeliyetine halel gelecektir.
Fotoğrafın aslına ve kesilmiş haline baktığınızda bir tarihin nasıl doğrandığını açıkca görebiliyorsunuz. O zaman Genelkurmay’ın da Karabekir’in farkına bu kadar geç varmasına şaşmamak gerekiyor.

kaynak:
http://evladiosmanli.blogspot.com/2010/08/kurtulusun-komutanlar-nasl-unutturuldu.html#more

Şalcı bacı`da şapka kanununa muhalefet suçlamasıyla idam edildi



İstiklâl Mahkemeleri’nde birçok insanın şapka yüzünden asıldığı bilinir ama biri var ki onun hikâyesine akıl sır erdiremiyor insan.

24 Kasım 1925‘te Kahramanmaraş’ta kurulan 23 darağacında bir de kadın vardır: Şalcı Şöhret Bacı.

Erzurum’da yetim çocuklarına bakmak için el işi şal örüp çarşıda satan bir annedir o.

Devlet birden şapka giymeyi emredince, yayılan dedikodularla birlikte Maraş halkı protesto amacıyla şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. O esnada kadınlar hamamından çıkan Şöhret Bacı’ya “Senin oğlanlar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip ol.” der biri.

Fevri bir kadındır Şalcı Bacı. Bohçasıyla hamamdan dışarı fırladığı gibi hükümet konağının önüne gider. Asker ve halk arasında sürtüşme olduğunu görünce evlatlarını aramaya başlar. Bulamayınca, oğullarını askerlerin teslim aldığını düşünür.

Annelik duygusuyla bağırarak bohçasındaki takunyaları askerlere fırlatır ve şapka hakkında kötü sözler sarf eder.

Ne olduğunu anlamadan tutuklanır, yargılanır ve 22 erkekle birlikte asılır.

Rivayete göre, “Ben hatun kişiyim, şapkayla ne işim olur?” dese de dinletemez kimseye.

İdam edilirken kadın olduğu anlaşılmasın diye başına çuval geçirilir. Bu süreçte idam edilen ilk ve tek kadın olur.

"Harf devrimi bin yıllık kültüre beton döktü"



Gazeteci ve belgesel yapımcısı Coşkun Aral, "benim dedem Osmanlıcayı uzun bir dönem kullanmış. Niye bir anda yerin dibine sokulsun ki" dedi.

CNN Türk'te Enver Aysever'in programına katılan Aral, "Harf devrimini eleştiriyorsunuz. Diyorsunuz ki harf devrimi bir devrim değil, kopuştur?" şeklindeki soruya, "Bize öyle anlatılmıştı. Arap alfabesi zor olduğu için Latin alfabesine geçtik. Latin alfabesine geçmesini ben çok isterim, çok güzel, kullanıyorum ama niye bin yıllık kültürün birikimini bir anda hiç anlaşılmayan bir dil haline getirip, beton dökmek..." şeklinde cevapladı.

Osmanlıca eserlerin ve dökümanların dünyanın her tarafında bulunduğunu belirten Aral, sözlerini şöyle sürdürdü:

"İran'da bugün herkes Farsçayı Arap alfabesiyle okuyup yazıyor. İsrail de Yunanistan da Rusya da kendi alfabeleriyle okuyup yazıyorlar. Latin alfabesinin ilk uygulanışı bizim cumhuriyet tarihinde değil. 1918'de Yön gazetesi çıkarılıyor Lenin'inin isteğiyle Azerbeycan'da. İlk uygulama orada. Yani bir ilk değil. Ben aşağı yukarı Roma döneminden, Bizans döneminden devralınmış bir uygarlığa ilişkin izin, kayda geçmiş envanterini niye başkalarının tercümesinden okuyayım.

"İki sene önce Yemen'e gittiğimde bakanlıktan biri 'gel seni, sizin kütüphaneye götüreyim' dedi. 'Biliyor musunuz, burada sukortodaki balıklara ilişkin çok güzel kitaplar var' dedi. Bir kitap çıkardı içi muhteşem minyatürlerle dolu çok muhteşem bir kitap... 'Okusana' dedi. 'Okuyamam' dedim. 'Türkçe' dedi. 'Yok bu Arap alfabesiyle yazılmış Türkçe, ben bunu okuyamıyorum' dedim. Sizin böyle bi hazineniz var, Afrika'da iziniz var oysa siz tercümelerle suyunun suyunun suyunu okuyorsunuz. Ben kivi meyvesiyle kivi kuşu arasındaki ayrımı öyle bir kitaptan öğrendim. Yapı Kredi bastı hem İngilizcesini hem Osmanlıcasını. Bırakın orada kivi meyvesiyle kuşu arasındaki farkı size herşeyi veriyor. Evet benim dedem Osmanlıcayı uzun bir dönem kullanmış. Niye bir anda yerin dibine sokulsun ki. Ben yeni Osmanlıcı falan da değilim."

İlk Meclis duvarına asılan ayet-i kerime
Prof. Dr. Osman ÖZSOY

23 Nisan 1920’de açılan TBMM'nin duvarına levha halinde asılan ayet-i kerime, aslında resmi özel tüm kurumların ve şirketlerin toplantı salonlarına asılması gereken anlam içeriyor. İşte tüm ayrıntıları ile ilk Meclis'ten manzaralar.

Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan ilk Meclis’in duvarına, aslında resmi özel tüm kurumların ve şirketlerin toplantı salonlarına asılması gereken bir ayet asılmıştı.

Nitekim ilk Meclis’in açıldığı gün Meclis duvarına, Kur’an-ı Kerim’in 42. suresi olan Şûrâ suresinin 38. ayetinde geçen ve “İşlerini istişare ile yürütürler”, anlamına gelen (Ve emruhum şûrâ beynehüm) ilahi kelamı bir levha halinde asıldı. Hakikaten ilk Meclis öyle çalıştı... Tüm işlerini ciddi bir meşveret ile danışarak yaptı.

(..)

TBMM, 23 Nisan 1920-16 Nisan 1923 tarihleri arasındaki I. Dönem çalışmaları sırasında 2 yıl 11 ay 21 gün (toplam 1.088 gün) faaliyette bulundu. 338 kanun çıkardı. Bunun dışında Başkanlığa 78 gensoru önergesi sunuldu. 625 soru önergesi verildi. I. Dönem Türk Parlamento Tarihinde milletvekillerinin dönemin kısalığına rağmen kürsüde en çok söz aldıkları ve konuştukları dönem oldu. Konuşma sayısı 2.027’si gizli oturumlarda olmak üzere 13 bine varmakta ve bir gün içinde kürsüye çıkan milletvekili sayısı günlük ortalama 24’ü bulmaktaydı.

Bu dönem zarfında 552 birleşimde 1.039’u açık, 238’i gizli, 19’u kısmen açık kısmen gizli toplam 1.296 oturum hâlinde toplantı gerçekleşti. TBMM’nin gizli oturumlarının özellikle cephelerde sıcak savaşın yoğun olarak yaşandığı zamanlara denk gelmesi, gizliliğe ne kadar önem verildiğini göstermesi ve devlet ciddiyetinin ne kadar ön plânda tutulduğunu yansıtması açısından dikkat çekicidir.

Sayın Bülent Arınç’ın Meclis Başkanı iken 23 Nisan 2003 tarihinde verdiği bilgilere göre, Mebusların yaklaşık yüzde 60'ı yabancı dil biliyordu. Bunların yarısı da birden fazla dil biliyordu.

İlk Meclis’in milletvekillerinin istatistiki bilgilerine bakıldığında, memurların % 27, eşrafın % 14, serbest meslek sahibinin % 13, askerin % 13, din adamının % 11 oranında olduğu görülür. Ülkenin o zamanki eğitim durumu göz önüne alındığında Meclis'in son derece yüksek bir ent
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 21, 2013 12:53 am tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt May 05, 2012 10:12 pm    Mesaj konusu: Sivas Kongresi Kararları’nda “Manda" Reddedilmiş miydi? Alıntıyla Cevap Gönder

Sivas Kongresi Kararları’nda “Manda" Reddedilmiş miydi?
Sinan Tavukçu
1 Mayıs 2012



Amerikan mandası ve şartlarının müzakere edildiği Sivas Kongresi’nde, “Manda ve Himaye Kabul Edilemez!” cümlesinin yer aldığı bir karar alınmadığı gibi, yayınlanan beyannamede de böyle bir ifade yoktu

Sivas Kongresi Kararları’nda “Manda ve Himaye Kabul Edilemez!” Cümlesi Yoktur.

4 Eylül’de başlayan Sivas Kongresi’nde alınan kararlar 11 Eylül 1919 tarihinde, Umumi Kongre Heyeti tarafından “Umumi Kongre Beyannamesidir” başlığıyla kamuoyuna ilân edilmiştir. Ancak ne hikmetse bugün, Umumi Kongre Beyannamesi’nin orijinal metnine ulaşmak neredeyse imkânsızdır. İnkılap tarihçilerinin kitaplarında da Sivas Kongresi kararlarının orijinal metnine rastlanmaz. Bu kitaplarda, günümüz Türkçesine çevirme bahanesine sığınılarak, tahrif edilmiş, bir birinden farklı metinler Sivas Kongresi kararları olarak sunulmaktadır.

Mesela, günümüzde bilgi kaynağı olarak başvurulan Wikipedi’de, Sivas Kongresi kararları olarak 8 maddeden oluşan aşağıdaki metin yer almaktadır (Bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Sivas_Kongresi):

1. Milli sınırları içinde vatan bölünmez bir bütündür; parçalanamaz.

2. Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet topyekun kendisini savunacak ve direnecektir.

3. İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.

4. Kuvay-ı Milliye'yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hâkim kılmak temel esastır.

5. Manda ve himaye kabul edilemez

6. Milli iradeyi temsil etmek üzere, Meclis-i Mebusan'ın derhal toplanması mecburidir.

7. Aynı gaye ile,milli vicdandan doğan cemiyetler, "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında genel bir teşkilat olarak birleştirilmiştir.

8. Genel teşkilatı idare ve alınan kararları yürütmek için kongre tarafından Temsil Heyeti seçilmiştir.

Ortalama bir Türk vatandaşının Sivas Kongresi hakkında bildiği, belki de tek şey, bu kongrede “Manda ve Himaye Kabul Edilemez!” kararının alınmış olduğudur. Halbuki, aşağıda orijinal metnine yer verdiğimiz gibi, bu kongrede “Manda ve Himaye Kabul Edilemez!” kararı alınmamıştır. Orijinal metnin inkılap tarihi kitaplarında yer almamasının sebebi, zihinlerde oluşturulan bu ezberin bozulması tehlikesidir.

Sivas Kongresi’ne dönecek olursak, bu kongre aslında Erzurum Kongresi’nde alınan kararları bazı değişikliklerle onaylayan bir kongreydi. Gerek Erzurum, gerekse Sivas Kongresi’nde teyid ve tekrar edilen önemli kararlardan ikisi; “her türlü işgal ve müdâhaleyi Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine hizmet etme” olarak kabul etme kararı ile, “milliyet esaslarına riayetkâr ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi devletin fennî, sınaî,iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılama” kararlarıydı. Bu kongre beyannamelerinde işgalci İtilaf devletlerine (İngiltere, Fransa ve İtalya) yönelik doğrudan bir meydan okuma söz konusu olmadığı gibi, onları rahatsız etmeyecek bir dil kullanılmasına bilhassa özen gösterilmiştir. Nitekim, Erzurum Kongresi beyannamesini Erzurum’da elden alan İngiliz istihbarat subayı Rawlinson, 14 Ağustos'ta İstanbul'a ulaşıp mezkûr beyannamenin bir kopyasını İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı'na vermiş ve daha sonra gelişmeleri değerlendirmek üzere çağrıldığı Londra’ya gitmiştir.

İtilaf devletlerini rahatsız etmeyecek bir dil kullanılmasına özen gösterildiği iddiamızı tevsik etmek bakımından, Erzurum Kongresi’ni müteakiben Sivas’ta bir kongre hazırlığı yapılması için Heyeti Temsiliye tarafından Sivas Valisi Reşit Paşa’ya gönderilen 21 Ağustos 1919 tarihli aşağıdaki telgraf dikkate değerdir (Telgraf,Heyeti Temsiliye adına M.Kemal, Hüseyin Rauf, Raif, Hüsrev ve 15.Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir tarafından imzalanmıştır):

“(…) Fakat milletin azim ve iradesi Allah’ın yardımıyla Kongre’nin yapılmasını kolaylaştırdığından Beyannamenin yayımlanması üzerine İtilaf devletleri, milletin bağımsızlığını ve varlığını kurtarmak meşru emeliyle toplandığını, hiçbir fikri tecavüz beslemediğini görerek İngilizler bile memnuniyet gösterdiler. Hatta bu konuda ayrıntılı bilgi vermek üzere ErzurumTemsilcisi Kaymakam (Yarbay) Rawlinson Londra’ya hareket etti ve yazdığı mektubunda aynen şunları söylemektedir. “Daha sonra tekrar gelmem mümkündür. Bu halde daha mesut şartlar altında görüşmek hazzına ulaşacağım.” Dersaadet’ten aldığımız bilgide de, bütün İtilaf devletlerinin meşru ve makul olan bu milli cereyanı pek tabii gördükleri,bilhassa Amerikalıların milletin genel fikirlerini anlamaya son derece önem verdikleri, genel bir şekilde toplanacak olan Sivas Kongresi kararlarının beklendiği, hatta milletle doğrudan doğruya temas için Sivas’a İstanbul’daki heyetten iki Amerikalı siyasi memuru göndermeye karar verdikleri bildirilmektedir…”

Bu telgraftan sonra, M. Kemal’in Heyeti Temsiliye adına Sivas’ta 3. Kolordu Erkânı harbiye Riyaseti’ne gönderdiği telgrafta da:

“ (…)İstanbul’daki yabancıların milletin bu gibi gösterilerini pek tabii ve meşru bulduğu istihbar kılındığı gibi, Erzurum Kongresi’nin İngiliz ve Amerikalılara pek iyi etki yaptığı ve hatta Amerika heyetinden iki sorumlu temsilcinin Sivas’a gönderilmek üzere bulunduğu da ayrıca kayda değerdir…” denilmektedir.[ii]

Bu telgraflardan görüleceği üzere, İtilaf devletleri arasında yer almayan Amerika’dan iki kişilik bir heyetin gelmesi Heyeti Temsiliye’ce dört gözle beklenmektedir. 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’nda İngiltere ısrarla, Ermenistan ve İstanbul-Boğazlar mandasını Amerika’nın üstlenmesini istemiş, Paris Konferansı ABD’nin mandalar konusunda görüşünü belirleyene kadar Türklerle barış görüşmesi yapılmasını ertelemişti. ABD Başkanı T.W.Wilson, eğitimci Henry C.King ve işadamı C.R.Crane’i Arap toprakları da dâhil olmak üzere, Osmanlı topraklarında bir Amerikan mandası kurulması imkânlarını araştırmak maksadıyla görevlendirmişti. İşte beklenen bu iki Amerikalı, “King-Crane Komisyonu” olarakda bilinen komisyonun üyeleri Henry C.King ve C.R.Crane’ di. Ancak, bu komisyon Sivas’a gelmedi. Yerlerine Chicago Daily News muhabiri Louis Edgar Browne’u gönderdiler. Browne, 13 Ekim 1919 tarihli Chicago Daily News’te yayımlanan haberinde Sivas Kongresi’ne katılma nedenini aşağıdaki gibi açıklıyordu:

“…Küçük Asya’ya araştırma yapmak üzere gönderilen Amerikan Komisyoneri C.R.Crane Sivas Kongresi’ne gözlemci olarak katılması için davet edildi, fakat zamanı yoktu ve yerine ben gittim. Az veya çok Arap geceleri deneyimim ve Türkçem vardı. Kemal Paşa, Rauf Bey ve bugünün Osmanlı İmparatorluğu liderleri ile aynı odaları paylaştım. Kongre’nin birçok oturumuna katıldım.”[iii]

Louis Edgar Browne’un Sivas’taki faaliyetleri konusunda daha geniş bilgi için, tarafımdan yazılan “Sivas Kongresi’nde Manda Tartışmaları ve Bir Amerikalının Şahitliği” isimli makaleye bakılabilir. (Bkz. http://www.haber10.com/makale/20972/).

Gerek Erzurum, gerekse Sivas Kongre beyannamelerinin 7’inci maddelerinde; “milliyet esaslarına riayetkâr ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen devlet” olarak tarif edilen ve fennî, sınâi, iktisâdî yardımlarının memnuniyetle karşılanacağı devlet olarak bahsedilen, Amerika Birleşik Devletleri idi. Heyeti Temsiliye telgraflarında bahsedilen ve Sivas’a gelmeleri beklenen Amerikalı ziyaretçiler, bu mevzuları konuşmak üzere davet edilmişlerdi. Amerikan mandası ve şartlarının müzakere edildiği Sivas Kongresi’nde, “Manda ve Himaye Kabul Edilemez!” cümlesinin yer aldığı bir karar alınmadığı gibi, yayınlanan beyannamede de böyle bir ifadeye yer verilmemiştir. Üstelik Amerikan Senatosu’na, senatörlerden oluşan bir tahkik heyetinin Türkiye’ye gönderilmesini talep eden bir mektup yazılmış ve gönderilmiştir. (Mektup, Sivas Milli Kongresi adına Mustafa Kemal Paşa, Başkan Vekili Rauf Bey, İkinci Başkan Vekili İsmail Fazıl Paşa ve iki divan kâtibi tarafından imzalanmıştır. (Bkz.Prof. Dr. Recep Toparlı, Sivas Kongresi’nin Tutanakları)[iv]

Kazım Karabekir’in İstiklal Harbi hatıralarını ihtiva eden “İstiklal Harbimiz” isimli kitabının 216 ve 217’inci sayfalarında[v], yine, Prof. Dr. Recep Toparlı tarafından hazırlanan “Sivas Kongresi’ninTutanakları” isimli kitabın 257-259’uncu sayfalarında Sivas Kongresi kararlarının Latin alfabeli orijinal metni mevcuttur. Aşağıda, Sivas Kongresi kararlarının Kazım Karabekir tarafından yayımlanan metni ile, her maddenin altında günümüz Türkçesine uyarlanmış haline yer verilmiştir.

Sivas, 11/9/1335

UMUMİ KONGRE BEYANNAMESİDİR

Bütün milletlerce malûm olan mehaliki hariciye ve dahiliyenin tevlid etmiş olduğu (iç ve dış tehlikelerin doğurduğu) intibahı milliyeden (milli uyanıştan) doğan kongremiz mukarreratı (kararları) âtiyeyi ittihaz etmiştir.

1- Devleti Aliye-i Osmaniye ve Düvel-i İtilâfiye arasında mün’akit mütarekenamenin imza olunduğu 30 Teşrinievvel 334 tarihindeki hududumuz dâhilinde kalan ve her noktası İslâm ekseriyeti kahiresiyle meskûn olan memâliki Osmaniye aksamı yekdiğerinden ve camiai Osmaniye’den gayrı kabili tecezzî ve hiçbir sebeple iftirak etmez bir kül teşkil eder; Memâlik-i mezkûrede yaşayan bilcümle anâsırı islâmiye yekdiğerine karşı hürmeti mütekabile ve fedakârlık hissiyatıyla meşhun ve hukuku ırkiye ve içtimâiyeleriyle şerâiti muhitiyelerine tamamıyla riayetkâr öz kardeştirler.

Osmanlı Devleti ile itilaf Devletleri arasında yapılan Ateşkes Anlaşması’nın imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırlarımız içinde kalan ve her noktasında çok büyük bir İslâm çoğunluğunun bulunduğu Osmanlı ülkesinin parçaları birbirinden ve Osmanlı topluluğundan parçalanamaz ve hiç bir sebeple ayrılmaz bir bütündür. Bu ülkede yaşayan bütün müslüman halklar, birbirine karşılıklı hürmet ve fedakârlık duygularıyla dolu, birbirlerinin ırkî ve sosyal haklarına saygılı, yaşadıkları muhitin şartlarına tam olarak riayetkâr özkardeştirler.

2- Câmiayi Osmaniyenin tamamiyeti ve istiklâli millîmizin temini ve makam-ı muallâyı hilâfet ve saltanatın masuniyeti için Kuvayı milliye’yi âmil ve irâdei milliyeyi hâkim kılmak esastır.

Osmanlı toplumunun bütünlüğü, milli istiklalimizin sağlanması, Hilâfet ve Saltanat yüce makamının dokunulmazlığı için Kuvayı milliye’yi etkili ve milli iradeyi hâkim kılmak esastır.

3- Memlâiki Osmaniyenin herhangi bir cüz’üne karşı vaki olacak müdahale ve işgale, ve bilhassa vatanımız dâhilinde müstakil birer Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine mâtuf harekâta karşı Aydın, Manisa, Balıkesir cephelerindemühâcedâtı milliyede olduğu gibi müttehiden müdafaa ve mukavemet esâsı meşruu kabul edilmiştir.

Osmanlı topraklarının herhangi bir parçasına karşı yapılacak müdahale ve işgale ve özellikle vatanımız içinde müstakil birer Rumluk ve Ermenilik kurulmasına yönelik hareketlere karşı, Aydın, Manisa ve Balıkesir Cephelerindeki milli cihatlarda olduğu gibi, elbirliğiyle savunma ve direnme esası meşru kabul edilmiştir.

4- Öteden beri aynı vatan içinde birlikte yaşadığımız bilcümle anâsırı gayrı müslimenin her türlü hukuku tabiiyetleri tamamıyla mahfuz olduğundan, anâsırı mezkûreye hâkimiyeti siyâsiye ve muvâzenet-i içtimâiyemizi ihlal edecek imtiyazat itâsı kabul edilmeyecektir.

Öteden beri aynı vatan içinde birlikte yaşadığımız, bütün gayr-i müslim azınlıkların her türlü hakları bütünüyle mahfuz bulunduğundan, bu azınlıklara siyasî egemenlik ve toplumsal dengemizi bozacak imtiyazlar verilmesi kabul edilmeyecektir.

5- Hükûmeti Osmaniye bir tazyîki hâricî karşısında memleketimizin her hangi bir cüz’ünü terk ve ihmal etmek ıztırarında bulunduğu takdirde makamı hilâfet ve saltanatla vatan ve milletin masuniyet ve tamamiyetini kâfil her türlü tedabir ve mukarrerat ittihaz olunmuştur.

Osmanlı Hükümeti bir dış baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasınıterk ve ihmal etmek zorunda kalırsa, Hilafet ve Saltanat makamı ile vatan ve milletin dokunulmazlığınıve bütünlüğünü sağlayacak her türlü tedbir ve kararlar alınmıştır.

6- Düveli itilâfiyece mütarekenâmenin imza olunduğu 30 Teşrinievvel sene 334 tarihindeki hududumuz dâhilinde kalıp azim ekseriyeti İslâmiyye ile meskûn olan ve harsî ve medenî faikiyeti müslümanlara ait bulunan vahdeti mülkiyemizin taksimi nazariyesinden bilkülliye feragatle bu topraklar üzerindeki hukuku târihiye, ırkiye, diniye ve coğrafyamıza riayet edilmesine ve buna mugayir teşebbüsatın iptaline ve bu suretle hak ve adle müstenit bir karar ittihaz olunmasına intizar ederiz.

İtilaf Devletleri’nce Ateşkes Anlaşması’nın imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırlarımız içinde kalıp İslâm çoğunluğunun oturmakta olduğu,kültür ve medeniyet üstünlüğünün Müslümanlarda bulunduğu ve bir bütün teşkileden vatan topraklarının taksimi görüşünden büsbütün vazgeçip, bu topraklar üzerindeki tarihi, ırki, dini ve coğrafi haklarımıza riayet edilmesine ve buna aykırı teşebbüslere son verilmesine ve böylece hakka ve adalete dayalı bir karar alınmasını bekleriz.

7- Milletimiz insani, asri gayeleri tebcil ve fennî, sınai ve iktisadi hâlve ihtiyacımızı takdir eder. Binaenaleyh devlet ve milletimizin dâhilî ve haricî istiklali ve vatanımızın tamamiyeti mahfuz kalmak şartıyla altıncı maddede musarrah hudut dâhilinde milliyet esaslarına riayetkâr ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi devletin fennî, sınaî, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız. Ve şerâiti âdile ve insâniyeyi bir sulhün de acilen takarrürü selâmeti beşer ve sükûnu âlem namına âhzı âmâli milliyemizdir.

Milletimiz insani, muasır (çağdaş) gayeleri yüceltir, teknik, sınaî ve ekonomik durumu ve ihtiyacımızı takdir eder. Böylece devlet ve milletimizin iç ve dış bağımsızlığı ve vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla, altıncı maddede yazılı sınırlar içinde, milliyet esaslarına saygılı olan ve memleketimize karşı istila emeli gütmeyen herhangi bir devletin teknik, sınaî, ekonomik yardımını memnuniyetle karşılarız. Bu adaletli ve insani şartların ( gerçekleşmesi), bir barışın acilen kararlaştırılması, insanlığın selameti ve dünyanın esenliği adına, en has milli emelimizdir.

8- Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tâyin ettiği bu tarihî devirde hükûmeti merkeziyemizin de irade-i milliye tâbi olması zaruridir. Çünkü: irade-i milliyyeye gayri müstenit herhangi bir hey’eti hükûmetin indî ve şahsî mukarreratı ve milletçe mutâ olmadıktan başka, haricen de muteber olmadığı ve olamayacağı şimdiye kadar mesbuk ahval ve netayic ile sabit olmuştur.Binaenaleyh milletin içinde bulunduğu hali zecret ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat tevessüle hacet kalmadan hükûmeti merkeziyemizin meclisi milliyi hemen ve bilâ ifadeden toplaması ve bu suretle mukadderatı millet ve memleket hakkında ittihaz ettiği eyleyeceği bil cümle mukarreratı meclisi millinin murakabesine arz etmesi mecburidir.

Milletlerin kendi geleceğini bizzat kendilerinin tayin ettiği bu tarihi dönemde İstanbul Hükümeti’nin de milli iradeye bağlı olması zaruridir. Çünkü milli iradeye dayanmayan herhangi bir hükümetin keyfi kararlarına milletçe baş eğilmediği gibi, böyle kararların dışta da muteber olmadığı ve olamayacağı,şimdiye kadar geçen olaylarla ve sonuçlarla ortaya çıkmıştır. Böylece, milletin içinde bulunduğu sıkıntı ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat başvurmasına gerek kalmadan, İstanbul Hükümeti’nin milli meclisi hemen ve hiç zaman yitirmeden toplaması ve böylece milletin, memleketin geleceği üzerinde alacağı bütün kararları milli meclisin denetimine sunması mecburidir.

9- Vatan ve milletin mâruz olduğu mezalim ve âlam ile ve tamamen aynı gayeve maksatla vicdan-ı milliden doğan vatani ve milli cemiyetlerin ittihadından mütehassıl kitle-i umumiye bu kere ”Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” ünvanıyla tesmi olunmuştur. Bu cemiyet her türlü fırkacılık cereyanlarından ve ihtirasatı şahsiyeden külliyen müberra ve münezzehtir. Bilcümle Müslümanvatandaşlarımız bu cemiyetin azâyı tabiyesindendirler.

Vatan ve milletimizin maruz kaldığı zulüm ve elemler ile ve hepsi aynı amaç ve maksatla milli vicdandan doğan vatansever ve milli cemiyetlerin birleşmesinden oluşan genel topluluk, bu kez “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i HukukCemiyeti” adını almıştır. Bu cemiyet her türlü particilik akımlarından ve şahsi ihtiraslardan uzaktır ve arınmıştır. Bütün müslüman vatandaşlarımız bu Cemiyet’in tabii üyeleridir.

10- Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin 4/Eylül/1335 tarihinde Sivas şehrinde in’ikad eden umumî kongresi tarafından maksadı mukaddesi takip ile teşkilâtı umumiyeyi idare için bir (Hey’eti Temsiliye) intihab edilmiş ve köylerden vilâyet merkezlerine kadar bilcümle teşkilâtı milliye takviye ve tevhid olunmuştur.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin 4 Eylül 1919 tarihinde Sivas’ta toplanan Genel Kongresi tarafından, mukaddes maksadı takip ve genel teşkilatı idare etmek için bir Heyet-i Temsiliye seçilmiş ve köylerden il merkezlerine kadar bütün milli teşkilatlar takviye edilmiş ve birleştirilmiştir.

Umum Kongre Heyeti

Kaynaklar:

[i] Kemal Atatürk. Nutuk c.III, Vesikalar, TDT Enstitüsü, İstanbul-1961,Vesika:43, s.934-935.

[ii] Kemal Atatürk. Nutuk c.III, Vesikalar, TDT Enstitüsü, İstanbul-1961,Vesika:44, s.935-936.

[iii] Dr. Deniz Bilgin. ABD’li Gözüyle Sivas Kongresi: Amerikan Mandası ve Gazeteci Louis EdgarBrowne’ın Faaliyetleri, Kaynak Yayınları,İstanbul Ocak-2004.

[iv]Prof.Dr. Recep Toparlı. Sivas Kongresi’ninTutanakları, Sivas Valiliği Kültür Müdürlüğü Yayınları-2010, Ek.19, s. 291.

[v] Kazım Karabekir. İstiklal Harbimiz, TürkiyeYayınevi, İstanbul-1960.

Kaynak: http://www.haber10.com/makale/27972/

AZERBAYCAN NEDEN CAN'DIR



Mustafa Kemal Paşa, 3 Mayıs 1920 günü Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı bir mektupta;

“Devlette hiç para kalmadı. Şu anda içeride para temin edebileceğimiz bir kaynak da yok. Başka kaynaklardan para temin edinceye kadar Azerbaycan hükümetinden borç para alınmasını temin etmenizi rica ederim” diyordu.

Kazım Karabekir Paşa, isteği Azerbaycan hükümetine iletti.

Bu istek, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti ile Ankara Hükümeti arasındaki ilk resmi temastı.

Azerbaycan’dan Türkiye’ye uzanan kardeş eli...

1921 yılı içinde Nerimanov’un şahsi emri ile Azerbaycan Dışişleri Bakanı Mirza Davut Hüseyinov, kazanılan Birinci-İkinci İnönü Savaşları münasebetiyle çektiği telgrafta;

“…Kazanılan bu büyük zaferlerden dolayı Türk halkını Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adına kutluyoruz.” diyor ve bu büyük zaferlerin şerefine;

“Azerbaycan halkının yardım için 30 sistern petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern kerosin“

gönderdiğini bildiriyordu.

Aynı yılın Mayıs ayında Azerbaycan devleti, TBMM hükümetine 62 sistern petrol gönderdi ve bundan sonra savaş bitinceye kadar aynı değerde petrol ve üç vagon dolusu kerosin göndermeyi taahhüt etti.

Bu taahhüdün dışında 1922 yılında Batum yolu ile Azerbaycan dokuz bin tondan fazla kerosin ve 350 ton benzin gönderdi.

Mustafa Kemal Paşa 1921 yılında Nerimanov’a bir mektup yazarak borç para talep etmişti.

Bu mektubu 17 Mart 1921 günü büyükelçi Nerimanov’a ulaştırdı.

Nerimanov, derhal 500 kg altın gönderdi. Bunun 200 kg'si devlet bütçesine, kalanı ise mühimmat ve silah için kullanıldı.

Daha sonra Nerimanov Rusya’dan aldığı 10 milyon altın rubleyi Ankara’ya gönderdi. Bu yardımlarla savaş içindeki ülkenin durumunda belirgin bir düzelme oldu.

23 Mart 1921’de Azerbaycan hükümeti talep etmediği halde Türkiye’ye Azerbaycan halkının hediyesi olarak 30 sistern petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern yağ gönderdi.

Nerimanov, Mustafa Kemal Paşa’nın yazdığı mektuba yazdığı cevabı mektubunda her gün kazanılan başarılarla Türk halkının emperyalizmden kurtulma günlerinin yaklaştığını, bu yüzden kahraman Türk halkını kutladığını yazıyor ve sonra ilave ediyordu;

“Paşam, bizim Türk milletinde kardeş kardeşe borç vermez. Kardeş, her zaman kardeşinin elinden tutar. Biz kardeşiz, her zaman elinizden tutacağız ve tutmaya devam edeceğiz .
Sıradışı

Sulatan Vahidüddin Han Hain değildi



Mareşal Fevzi Çakmak: "Ben Vahdeddin'i vatan hâini kabûl edemem!"[46]

Falih Rıfkı Atay: "Şüphesiz Pâdişah da Damad Ferid de birer hâin değildir."[47]

İngiliz yüksek komiseri Sir John de Robeck'in siyasî yardımcısı Harr Luke: "Pâdişah ile Damad Ferit, Mustafa Kemal ve taraftarlarından daha az vatansever değildirler."[48]

Alman Tarihçi Eric Jan Zürcher: "Vahdeddin ve Damad Ferit Paşa vatansever kişilerdir."[49]

Refet Bele: "Şu, İtalya'da sürünen Vahdeddin'in encâmına bak! Bu tâlihsiz hükümdar vatanını kurtarmak için elinden geleni yapmış amma sonunda kimseye yaranamamış olmak şöyle dursun, ismi vatan hâinine çıkarılmış bir bedbahttır. Ben onun, Mustafa Kemal'i bu işe sevk ve teşvik eden tek adam olduğunu yakından biliyorum. Elbette bu hakîkat bir gün tarihe intikâl edecektir."[50]

Tarihçi Reşat Ekrem Koçu: "Mâzileri çok temiz olan ve memleketleri felâket bataklığına düştükten sonra işbaşına geçen, ağır sorumluluklar yüklenen, yenik milletlere daha fazla çiğnetmemek için nefret edilen, gâlip düşmanlara dostça el uzatmak durumunda kalan o kara bahtlı insanlar milletlerin tarihlerinde sigorta lambalarına benzerler. Kendilerinin yanması vatan ve milletlerinin kurtulmasını te'min eder!.."[51]

Tarihçi Kadir Mısıroğlu: "Onların gurbette bin bir mahrumiyet içinde geçen elli yıllık sürgün devrelerinde, Türk Devleti ve Milleti aleyhinde herhangi bir beyan veya faaliyette bulunduklarına dâir hiçbir iddiâya rastlanmaz... Vatan hâini olmuş olsaydılar tekrar vatanlarına kavuşmak için bir çok ısrarlı mürâcaat ve talepleri olur muydu?"[52]

KAYNAKLAR:

[46] Kısakürek, age, s.193.
[47] Atay, age, s.192.
[48] Sonyel, age, s.47.
[49] Eric Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, İst.1987, s.208.
[50] Kısakürek, age, s.195.
[51] Mısıroğlu, age, s.106.
[52] Age, s.22.

Kaynak: Osmanli Hanedan Vakfi

ADNAN MENDERES'İN YIKTIRDIĞI TARİHİ CAMİLER



-1465 tarihinde inşa edilmiş olan tarihi Murat Paşa Camii Vatan caddesi yapılırken 1957'de yıkılmıştır.

-Yeni Kapı yakınlarında Fatih döneminden kalma 1479 tarihli Çakır Ağa Camii yine yol yapım çalışmaları nedeniyle 1958'de yıkılmıştır.

-Aksaray'da Vatan Caddesi'nin başlangıcında yer alan Fatih döneminden kalma Camcılar Camii ve çeşmeleri, 1957 yılında yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.

-Aksaray'da,1555 yapımı tarihi Kazasker Abdurrahman Camii 1957'de yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.

-Karaköy Kabataş arasındaki Süheyl Bey Camii 1957'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.

-Karaköy Kabataş arasındaki 1878-1879 yapımı, özgün mimariye sahip çok nadide eserlerden biri olan Karaköy Mescidi veya camisi 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.

-Karaköy Kabataş arasındaki II. Mahmut döneminden kalma, 1826 yapımı, tarihi Nusretiye Camii ve sebili 1958'de yol yapımı sırasında tahrip edilmiştir.

-Karaköy Kabataş arasındaki Mimar Sinan eserlerinden Kılıçali Paşa Camii ve dükkanları 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında tahrip edilmiş, bazı duvarları yıkılarak yeniden yapılmıştır.

Kaynak: Milli İradene Sahip Çık

“VALLAHİ, BİLLAHİ YEMİN EDERİM”
Yılmaz Dikbaş
29 Temmuz 2013
dikbas@kalinka.com.tr

Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı sırasında, hiçbir siyasi partinin yöneticisi de değildi üyesi de!
Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı’nın ilk evresinde, Sivas Kongresi’nde delegelere, hiçbir partinin siyasi amaçlarına hizmet etmeyeceklerine dair yemin ettirmişti!
Gazi Mustafa Kemal Paşa, vatan topraklarını düşmandan temizleyip Kurtuluş Savaşı’nı 30 Ağustos 1922 zaferiyle taçlandırdıktan bir yıl sonra, Cumhuriyet Halk Partisi’ni 9 Eylül 1923 tarihinde kurdu.
Kurtuluş Savaşı, CHP örgütüyle kazanılmadı!

Şimdi size, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi’nden bir belge sunuyorum:[1]

Yemin Biçimi

“Vatan ve milletin saadet ve selametinden başka Kongre’de hiçbir kişisel amaç takip etmeyeceğime, vatanın bugün uğradığı zorlukların ve felaketin sorumlusu bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin canlandırılmasına çalışmayacağıma ve mevcut siyasi partilerden hiçbirisinin siyasi amaçlarına hizmet etmeyeceğime vallahi, billahi yemin ederim.”

“Dışarıda yapılan propagandaların olumsuz etkisini gidermek amacıyla Kongre’nin, İttihat ve Terakki çıkarına veya bu cemiyetin canlandırılması maksadıyla çaba harcamadığını kamuoyuna kanıtlamak için yukarıda düzenlenen yemin biçimine uyularak saygıdeğer üyelerin yemin etmesi komisyonumuzca uygun görülmüştür.”

5 Eylül 1919 Teklif Komisyonu Başkanı
Mustafa Kemal


Şimdi gelelim günümüze.

Vatanın ve milletin bölünüp parçalanma aşamasına gelindiği günümüz koşullarında Kemalistler, “mevcut siyasi partilerin dışında” bir yapılanmayla çözüm yolu ararken, işte yukarıdaki somut tarihi belgeye dayanmaktadırlar.
Kendilerini “Atatürkçü”, “Ulusalcı” olarak görenlerin bu belgeyi çok dikkatli okumalarını, düşünmelerini, değerlendirmelerini dilerim.

www.dikbas.tv
www.kalinka.com.tr
0532 233 31 52
[1] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:3, sayfa: 364, Kaynak Yayınları

HATTAT HULUSİ EFENDİ TARAFINDAN YAZILAN "MECLİS" LEVHALARI



Ankara'da Büyük Millet Meclisi’nin açılışından bir gün önce, 22 Nisan 1920 günü Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal Paşa imzalı genelgeyle karşılaşırız. Genelge “Allah’ın lutfuyla” (Bimennihi’l-Kerim) diye başlıyor ve Büyük Millet Meclisi’nin Cuma günü Ankara’da açılacağı belirtiliyordu. Hatta açılışın özellikle Cuma gününe rastlatıldığı, bunun da o günün mübarekliğinden istifade etmek için yapıldığı, Cuma namazı Hacı Bayram Camii’nde kılınarak “Kur’an ve namazın nurlarından yararlanılacağı” ifade edilmektedir.

Namazdan sonra Lihye-i Saadet ve Sancağ-ı Şerif taşınarak Meclis’e gidilecek ama içeri girilmeden önce dua okunacak ve kurbanlar kesilecektir..

23 Nisan 1920 böyle “Nurlu” bir gündür işte..

O nurlu günün hatırasına hattat Hulusi Efendi’ye iki talik tablo yazdırıldı. Birincisi ve daha fazla görüleni, “Hakimiyet milletindir” tablosudur. İkincisi ise “Ve emruhum şûrâ beynehum” ayetidir. Ayet, “Onların işleri aralarında istişare (şura) iledir” mealindedir.

Levhalar 1925 baharına kadar Büyük Millet Meclisi salonunda asılı kaldı.
https://www.facebook.com/OsmanliHayranSayfasi?ref=stream&hc_location=stream

Sultan Vahdeddin, Mustafa Kemal diyaloğunda esrarengiz şeyler
28 Eylül 2013



Vahdettin ile Atatürk ortak hareket ettiler!
Vahdettin vatan haini iddialarının sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıktı.

Sultan Vahdettin’in Atatürk hakkında almış olduğu idam kararının da İngiltere’ye karşı oynanan bir siyasi oyun olduğu Meclis’in gizli celselerindeki konuşmalarda açıkça görülüyor.

Vahdettin ile Atatürk arasındaki ilişki yıllarca “Vahdettin’in vatan haini” olduğu yakıştıramasının temelinde yapıldı. Ancak Atatürk’ün ağzından Meclis’teki gizli celse de Sultan Vahdettin için kullanılan ifadelerde Atatürk ile Vahdettin’in ortak hareket ettiği ortaya çıktı.

Atatürk hakkında idam kararı aldıran Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal hakkında aldırdığı idam kararının ardından yaveri ile özel bir mektup göndermiş… Mektupta Vahdetin Atatürk’e şu ifadeleri kullanmış: “İngiliz süngüsü altında böyle bir karar almak durumundayım. Bu kararı almam senin çalışmaların ile alakalı yürüyeceğin yolda moralini bozmasın.

Yani durum gösteriyor ki Atatürk ile Sultan Vahdettin bu yolda ortak hareket etmiş ve İngiltere’ye karşı müthiş bir siyasi oyun oynamışlar… Bu belgelere göre; “Atatürk ile Sultan Vahdettin milli mücadale döneminde ortak hareket ettiler” yorumları da tarihçiler tarafından yapılmaya başlandı.

İşte Gazeteci yazar Fatih Bayhan’ın Aksiyon Dergisi’ne konu ile ilgili yaptığı açıklamalar:

Vahdettin-Atatürk ilişkisi tam manasıyla araştırılmadı bugüne kadar. Yazar Fatih Bayhan, elde ettiği yeni belgelere dayanarak “Mustafa Kemal’in Samsun görevi onun Anadolu’yu toparlayabilmesi için ortaya çıkartılmış bir görevdi.” diyor.

Vahdettin ve Mustafa Kemal ilişkisi, kimi çevrelerin kendi görüşleri üzerine temellendirildi bugüne kadar. Kimse de bildik kalıpların dışına çıkacak adımları atmadı veya atamadı. Zira doğru dürüst bir çalışmaya tabi tutulmamıştı konu. O yüzden de Halife ve Sultan VI. Mehmet Vahdettin de ‘vatan hainliği’ ile suçlanıp durdu yıllarca.

Ama tarih doğru araştırılınca, ortaya yeni belgeler çıkarmak mümkün. Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal’in temasları hiç de söylendiği gibi görünmüyor yeni bilgi ve belgelere göre. Hatta Paşa’yı Samsun’a gitmek için görevlendirenin bizzat Sultan Vahdettin olduğunun ötesinde “Samsun görevinin, Mustafa Kemal’in Anadolu’yu toparlayabilmesi için ortaya çıkartılmış bir görev” olduğu da anlaşılıyor.

Tarihî konularda yaptığı çalışmalarla gündem oluşturan gazeteci-yazar Fatih Bayhan, yeni yılda Vahdettin ve Mustafa Kemal ilişkisini kitaba dönüştürüp yayımlayacak. Kıbrıs Gerçeği, Fikriye Hanım, Zübeyde Hanım, Tarih Değiştiren Suikastler, Teyzem Latife, Atatürk’ün Aşkı Latife, Atatürk’ün Büyük Sırrı kitaplarının yazarı Bayhan, 1922 ve 1923 yıllarına tekabül eden 1. Meclis gizli celse zabıtlarına göre “Halifeye emanet-i şerifeyi teslim ve biat etmek üzere İstanbul’a bir mebus heyeti bile gönderildiğini” tespit etmiş mesela. Yeni belgeler, Vahdettin’in hain olmadığı tartışmasına da noktayı koyacak.

-“Atatürk, Osmanlı derin devletinin adamıydı.” diyorsunuz. “Atatürk’ün Büyük Sırrı” kitabında o kanaate varmış mıydınız?

Zaten o çalışmalar sürerken bir şey ortaya çıkıyor. Yani ‘Neden Mustafa Kemal?’ sorusu hep zihinleri kurcalamıyor mu? Neden Kâzım Karabekir, İsmet Paşa, Refet Bele, şu bu değil de Mustafa Kemal Atatürk seçiliyor?

-Pek çok rakibi de var. Seçildiği zaman İttihat Terakki bağı var, sonra o bağını kopartıyor.

Kopartmak zorunda kalıyor. Çünkü artık İttihat Terakki’nin bütün siyaseti bitiyor. Yeni bir döneme giriliyor.

-Sultan Vahdettin-Mustafa Kemal üzerine yeni ne tür bilgilere ulaştınız?

Benim ulaştığım nokta, Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal, Samsun’a hareketten önce, son gece, diz dize ahitleştiler. Görüşmede anlaşmaları şöyleydi: Vatanın sağlam bir şekilde selamete çıkartılması hususunda kendisi İstanbul’da düşman devletlerin ilgisini ve dikkatini çekecek, sulh ve anlaşma havası içinde zaman kazanacak, bir yandan da işgalleri bitirmeye, Anadolu’da yeniden güveni tesis etmeye çalışacaktır. Mustafa Kemal Paşa da Samsun’dan başlayarak Anadolu’yu örgütleyecek, dağınık askerî ve idarî yapıyı düzene sokacak ve bu sayede işgallere karşı bir sivil ve askerî harekat başlatacaktır. Anadolu’nun kurtuluşunun temini hangi yolda görülürse bir diğeri kendini feda edecek ve ülkenin kurtuluşuna zemin hazırlanmış olacaktır.

-Bu konuşma olarak mı aralarında geçiyor?

Bu ahitleşmenin kaydı kızı Sabiha Sultan’dadır. Ve Vahdettin’in özel yaverindedir. Nitekim bu ahitleşme gecesinde neler yaşandığını kısmen Nutuk’ta anlatır Paşa. Kısmen anlatır ama. Çünkü burada İngiliz siyasetine karşı bir siyaset geliştirilmiştir. Aradaki o ihtilaf noktalarının tamamı danışıklı dövüş. Mesela, çok enteresan bir şey söyleyeyim. Paşa hakkında, biliyorsunuz idam fermanı çıkartıyor. Şeyhülislam da mürted ilan ediyor değil mi? Ankara Meclisi’nde padişahın bu kararı tartışılıyor, gizli celsede.

-Azletme yoluna gidiliyor…

Onu tartışıyorlar. Mustafa Kemal kürsüye geliyor. Gizli celseler açıklanıyor şimdi. Gizli celse konuşmalarından çıkarttım ben o konuşmayı. Diyor ki “Padişah Vahdettin bana özel yaverini gönderdi. Biz Düzce’de görüştük.” Ve Vahdettin’in ona gönderdiği özel mektubu gösteriyor. “İngiliz süngüsü altında böyle bir karar almak durumundayım. Bu kararı almam senin çalışmaların ile alakalı yürüyeceğin yolda moralini bozmasın.” Paşa gizli celsede bunu okuyor. Yani bizimkiler müthiş bir siyaset izliyorlar İngiltere’ye karşı. Bu benim kurgum değil. Tarihî veriler üzerinden yaptığım okumalar sonucu kareleri birleştirince böyle bir fotoğraf ortaya çıktı. Onun için Mustafa Kemal Paşa ile ilgili, yani Vahdettin hain mi, değil mi tartışmalarının yapılıyor olması abesle iştigaldir. Sonra gizli celselerden aldığım bir belge daha var.

-Açıldı mı gizli celseler?

Daha açılmadı. Bu belgeyi paylaşabiliriz kamuoyuyla. Orada, Ankara’da hükümet kuruluyor, Meclis diyor ki ‘Padişahımıza biatımızın yapılması lazım.’ Mustafa Kemal Paşa’nın katıldığı Meclis’te biat ekibi kuruluyor. Biat ekibi özel bir trenle İstanbul’a naklediliyor. Harcırahları tartışılıyor.

-Kimler var biat heyetinde?

Erzurum Mebusu M. Durak Bey, Bursa Mebusu Operatör Emin Bey gibi isimler… Mustafa Kemal Paşa görevini yapmış, Anadolu’yu toparlamış, askerî ve idarî dağınıklığı gidermiş. Sultan Vahdettin bunun üzerine iki ayrı devlet görünümünde kalmak yerine, kendini feda ederek tek resmî yetkinin tümüyle Ankara hükümetinde olduğunu kuvvetlendirmiştir. Eğer Vahdettin vatanı terk edip gitmeseydi iki ayrı hükümet temsil edecekti Türkiye’yi Lozan’da.

-Neden yurtdışına çıktı Sultan Vahdettin?

Orada da Vahdettin’in, “Mustafa Kemal’in aklı da hırsı da yüksektir. Aklı galebe çalarsa çok faydalı olur, hırsı galebe çalmasın.” sözü olayı özetlemiştir. Ancak cumhuriyetin ilanından sonra İngiliz baskısı ve yeni kurulan devletin tanınmama riski saltanat ile yolların ayrılmasına neden olmuştur.

-Sultan Vahdettin’in İngiliz gemisi ile gitmesi mecburi miydi?

Başka ne yapabilirdi? Başka seçeneği yoktu. Orada İngilizlere tam anlamıyla güven verebilmek için onların gemisine bindi ve kendini feda etmiş oldu. Vatan için kendini feda etmiş bir padişahtır Sultan Vahdettin. İngilizler nitekim daha sonra onu kullanmak da istemişler belki. Bakın bir şey daha var. Neden ‘Mustafa Kemal?’ sorusunun arkasındaki en önemli cevaplardan biri şudur: Mustafa Kemal, şehzadeliği sırasında Vahdettin’e seryaverlik yapmış, birlikte Almanya seyahatinde bulunmuş ve bu seyahat sırasında Anadolu’daki ahvali ayrıntılarıyla konuşma fırsatı bulmuşlar. Paşa, Anadolu’nun her cephesinde bilinçli olarak görevlendirilmiştir. Oranın fotoğrafını iyi çeksin diye. Bu önemli bir husus. Vahdettin’in ikinci nedeni de damadı Enver’in Mustafa Kemal Paşa’ya tasallutuna mâni olmak için onu İstanbul’da fazla tutmak istememiştir. Bu yüzden de hep Anadolu’da. Çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın günü gelecektir. Planı budur.

-Mustafa Kemal, İstanbul’a bir daha 8 sene sonra mı geliyor?

Daha sonra geliyor, tabii. Hatta Sultan Vah-dettin’den Almanya ziyareti dönüşünde kendisinin padişahlığında Harbiye Nezareti’ne talip oluyor Mustafa Kemal. Kabinede görev almak istiyor. Vahdettin diyor ki “Zamanı var.” Sultan Vahdettin padişahlık makamına oturunca, sağlık dolayısıyla İsviçre’de tedavi gören Paşa, apar topar tedavisini yarıda kesip İstanbul’a dönüyor. Vahdettin’den randevu istiyor. Salı günü randevu istiyor, cuma selamlığından sonra görüşüyorlar. Mesela orada da enteresan tespitlerim var. Vahdettin’in güvenini kazanan Mustafa Kemal Paşa, özellikle son iki yılda, 1918-1919’da, Samsun’a çıkışına kadar, Sultan Vahdettin’le cuma selamlığından sonra neredeyse her hafta kayıtsız özel görüşme yapmıştır.

-Her zaman mı?

Evet. Padişah olduktan sonra. Bunu kimileri En-ver’den korktuğu için diye telaffuz eder ama asıl Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal’i İstanbul’da erken bir şekilde gündeme getirmeme kaygısından kaynaklandığını düşünüyorum ben.

-Peki, en baştaki konumuza tekrar dönelim. Mustafa Kemal, rakipleri arasında, Sultan Vahdettin nezdinde nasıl bir adım öne geçebilmiş? O bahsettiğiniz ‘derin yapının’ etkisi var mıdır bunda?

Mustafa Kemal’in Vahdettin’le kurduğu o sıcak temas, Almanya seyahati, onun sonraki hamlelerinde hep avantaj sağlamıştır. Ve padişaha bağlı bu derin yapı Mustafa Kemal’e tam anlamıyla güvenmiştir. Samsun’a gönderilmeden önce Dahiliye Nezareti’nden Mehmet Ali Bey, Mustafa Kemal Paşa’yı Şişli’de kaldığı evinde ziyaret ediyor. Bu zat kritik görevde bir zattır. Ardından Bahriye Nazırı Avni Paşa, Şişli’deki evine sık gidip gelmeye başlıyor, ahbap oluyorlar. Bu görüşmeler Mustafa Kemal’in saltanat, sadakat hislerinin öğrenilmesi ve teyidi için yapılmıştır. Sonra Avni Paşa özel otomobilini Şişli’deki evine gönderip Mustafa Kemal Paşa’yı evinden aldırıp bakanlığa getiriyor. Memleketin ahvalini konuşuyorlar. Mustafa Kemal Paşa o günlerde Harbiye Nazırı Şakir Paşa tarafından makamına davet ediliyor. Odasında tek kelime edilmeden Samsun’la ilgili görevi takdim ediyor. Onu Samsun’a görevlendiren Vahdettin’in kendisidir. Yani Samsun görevi onun Anadolu’yu toparlayabilmesi için ortaya çıkartılmış bir görevdir. Bandırma Vapuru’nu ayarlayan da Vahdettin’dir. Ailesine yetecek kadar parayı veren de, ailesini himaye eden de Sultan’ın kendisidir.

-Padişah’a rağmen olmamıştır bunlar yani?

Tabii. Paşa’yı bu göreve götürecek tek vasıta Bandırma Vapuru’dur ve gemiye ait işlemler bizzat Bahriye Nazırı Ahmet Avni Paşa tarafından yürütülmüştür. Paşa, gizli, kaçarak gitmemiştir. Bandırma Vapuru, Kaptan İsmail Hakkı kumandasında Samsun seferi için görevlendirilmiştir. Sadrazam, 14 Mayıs 1919’da Nişantaşı’ndaki konağında Mustafa Kemal Paşa’ya akşam yemeği verdi. Ertesi gün vapur yola çıkacaktı. O gece Rauf Orbay geç saatlerde Bahriye Nazırı Avni Paşa’nın telefonuyla bakanlığa çağrılır ve son gelişmeler konuşulur. Çünkü yeni gelişme İzmir’in işgaline giden sürecin başıydı. Rauf Bey bir an evvel vapurun İstanbul’dan kalkması için çalışırken öğlene doğru Şişli’deki Mustafa Kemal’in evine gidiyor. Evde Refet Paşa, Kurmay Binbaşı Hüsrev ve Ordu Müfettişi Doktor Albay İbrahim Tali de var. Orada hazırlıklara son şeklini veriyorlar. Mustafa Kemal, Samsun öncesi veda ziyaretlerinde bulunuyor. Önce, günün sabahında, Babıali’de Sadrazam ve nazırlarla görüşmüş, cuma selamlığından sonra da Hamidiye Camii mahfilinde Padişah Vahdettin’le bir araya gelmiştir. Çünkü gece hareket edeceği kesinleşmişti artık. Ve 16 Mayıs Cuma gecesi gün batımında vapur yola çıkmıştır. Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey, nezaretin örtülü ödeneğinden 1100 altından 1000 altını makbuz karşılığında Mustafa Kemal’e vermiştir.

-Mustafa Kemal’i Samsun’a gönderenin Sultan Vahdettin olduğuna dair belge bile kamuoyunda tartışmalara vesile olmuştu. Soldan çok eleştiriler yapılmıştı.

Bu işin sağı-solu yok artık.

-Bülent Ecevit ‘Vahdettin hain değildi’ dedi, kıyamet kopmadı mı?

Tarih, belgeler ve olaylar üzerinden okunur. Tarihi sağ-sol diye ayırmamamız lazım. Bugüne kadar böyle bir şey yapıldı. Vahdettin-Mustafa Kemal ilişkisi çok önemli. Çünkü Turgut Özakman gibi tarihçi olmayan bir ismin yazdığı çalışmada bir sürü iftira var. Ziyadesiyle Vahdettin’in aleyhine kullanmıştır. Tarihte durduğunuz yer çok önemlidir. Eğer objektif bir yerden bakarsanız belgeleri doğru okursunuz. Ama taraflı bir yerden bakarsanız o belgelerin her biri size farklı şeyler fısıldayabilir. Daha ötesini söyleyeyim size. Samsun öncesi Mustafa Kemal’e 9. Ordu Müfettişliği ve kurmay heyetini kurma yetkisi verilmiştir. Anadolu’daki ordu komutanlıklarına yapılan atamalar Samsun öncesine rastlar ve Mustafa Kemal’in isteğine göre yapılmış atamalardır. Paşa, müfettiş sıfatı ile görünürde Samsun’daki azınlıklarla ilgili ayaklanma olabilir vesaire bahanesiyle gönderiliyor. Ama görev tanımı Amasya, Sivas ve Erzurum ordularını da kapsıyor.

-O da planın bir parçası diyorsunuz.

Evet. Dahası Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu görevi, yetkilendirilmesi, şark vilayetleri valilerine de, askerî ve idarî makamlara da bildiriliyor. Onun için kolordu müfettişi olarak Samsun’a gittikten sonra Sivas’a, Amasya’ya, Erzurum’a gittiğinde valiler tarafından karşılanıyor. Paşa’nın vali tarafından karşılanması Vahdettin’in gönderdiği gizli talimatname üzerinedir. Mustafa Kemal Paşa’ya bu görev evrakı esnasında sadrazamla doğrudan temas yetkisi de veriliyor. Bir müfettiş için oldukça geniş yetkiler verildiği açıkça görülüyor. Böylesi geniş yetkilerin verildiğine dair atama kararı 5 Mayıs 1919 tarihli Takvim-i Vekayi’de de yayımlanıyor.

-Başka neler var Vahdettin-Mustafa Kemal diyaloglarında?

Mesela o süreçte yazışmaları var. Sivas’ta, bütün toplantı tutanaklarını rapor ediyor Sultan Vahdettin’e. “Sivas’ta yaptığımız kongrede şunlar oldu. Filanı filan yere aldım, filanı filan yerde görevlendirdim. Buradaki Ermenilerin durumu bu, azınlıkların durumu bu.” diye mektupla rapor ediyor.

-Bunlar bugüne kadar açıklanmadı mı?

Bir kısmı açıklanmıştır ama olay Atatürk-Vahdettin ilişkisi düzleminde ele alınmadığı için gündeme gelmemiştir.

-Bir art niyet mi var sizce?

Art niyet elbette var. Yoksa bu, Sultan Vahdettin’i meşrulaştırır. Vahdettin’i vatan hainliğinden çıkarıp normalleştireceği için belli kesimler bu ilişkiyi görmezden gelmişlerdir.



-Sultan Vahdettin yurtdışına gittikten sonra temasları olmuş mu Mustafa Kemal ile?

Olmuş. Arada heyetler gidip geliyor. Hatta Sultan Vahdettin yurtdışına gittikten sonra elbette mali kriz yaşadılar. Ama Meclis’in örtülü ödenekten para gönderdiğini biliyor musunuz, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatı ile.

-Bunlara nasıl ulaşıyoruz?

Kayıtlardan ulaştık. Para gönderme olayı oluyor. Ama Vahdettin’e sadık olduğunu iddia eden bazı isimler para alışverişlerinde tabir caizse Vahdettin’i dolandırıyorlar.

-Onlar belli mi?

Belli ama isimleri vermem doğru olmaz.

-Derin yapının padişaha bağlı olduğuna nasıl kanaat getirdiniz?

Böyle bir yapı elbette var. Osmanlı’yı idare eden derin yapı var. Mesela Ankara’yı başkent seçen Osmanlı’nın derin yapısıdır.

-Atatürk istemiyor, hatta taşımak da istiyor. Ama sonradan arkadaşlarım burada mal-mülk edindi, geç kalındı diyerek vaz geçiyor bundan.

Ankara, Mustafa Kemal’in Ankara’sı değil, Osmanlı’nın seçtiği Ankara’dır. Ankara’ya ilk giden Enver Paşa’dır. Enver Paşa, Kastamonuludur. Çanakkale Savaşı sürerken Enver Paşa Kastamonu’ya gider. Çünkü Çanakkale geçilirse ne olacağı üzerine bir B planı hazırlıyorlar. Önce Kastamonu başkent olarak planlanıyor. Bu B planıdır. İkinci bir yer olarak, tren güzergâhı da olduğu için Ankara seçeneği masaya yatırılıyor. Ve Enver Paşa Kastamonu’dan Ankara’ya geliyor. Fiziki koşulları da uygun görünce derhal Meclis’in inşasına başlanıyor. 1. Meclis’in yapım tarihi 1915’tir. Planlarını çizdiren, yapımına onay veren, temelini atan Enver Paşa’dır. İttihat ve Terakki’nin merkezi diye gösteriliyor. O zaman Ankara’da nüfus kaç ki İttihat ve Terakki’ye merkez yapıyorsunuz. Meclis imarının talimatı Çanakkale Harbi sürerken 1915’te veriliyor. Zaten Ankara’nın en önemli caddelerinin isimlerine bakın, İttihatçıların başındaki adamların tamamının isimlerine ait caddelerdir. Ankara bir İttihatçı şehridir bu anlamda. Dönelim Kayseri’ye.



-Meclis’in oraya taşınması da gündeme geliyor.

O da C planı. Bugün Kayseri Lisesi olarak hizmet veren merkez aslında Meclis binası olarak planlanmış bir yer. Dolayısıyla Ankara’yı seçen irade Osmanlı’nın derin iradesidir. Mustafa Kemal’i seçen irade ile aynı iradedir.

-Bu derin yapının iradesi, ideolojisi neye tekabül eder?

Devletin kendi varlığını sürdürme iradesi olarak bunu yorumlamak lazım. Nitekim bugün Türkiye Cumhuriyeti ayakta ise bu iradeye borçludur bunu.

-Bugün biraz anlam kaymasına uğradı ama…

O ayrı bir şey. Derin yapısı olmayan devletler özde sahipsiz devletlerdir. Her devletin bir kırmızı kitabı vardır ve o kitabı icra eden bir heyeti vardır. Türkiye Cumhuriyeti, Selçuklu, Osmanlı, Türk geleneğini sürdüren bir cumhuriyettir. Ve cumhuriyet olma kararı Mustafa Kemal Paşa’dan çok önce, 2. Meşrutiyet’ten sonra Sultan Abdülhamid’in tartıştığı ve gündeme aldığı bir konudur, daha 1908’de. Yani Meşrutiyet’ten sonra cumhuriyete geçiş süreci planlanmıştır, Harf İnkılabı’na kadar.

-Atatürk’ün vasiyeti konusu var. Gerçekliği nedir? “1988’de Kenan Evren ertelemiştir açıklanmasını.” da deniyor. Buna dair bir iz çıktı mı karşınıza?

Bu arkadaşların çalışmalarına saygı duyarım. Ancak söz konusu iddia ettikleri vasiyetle ilgili Genelkurmay arşivlerinde çalışma yaptım. Genelkurmay arşivlerinde ne böyle bir kayıt var ne de gizli, rafa kaldırılmış böyle bir vasiyet.

-Siz hepsine ulaşabildiniz mi arşivlerin?

Evet. Şöyle de bakarsanız, 1940’lı yıllardan sonra aşırı Kemalist bir yapılanmaya dönüşen devlet jakobenizmi, Mustafa Kemal’in bir vasiyeti varsa onu gizlemez, rafa da kaldırmaz, o vasiyetin gereğini yerine getirir. Çünkü Mustafa Kemal bir efsaneye dönüştürülmüştür.

Kaynak: Aksiyon Dergisi

SULTAN VAHDEDDİN'İN ÖLÜM HABERİNE MUSTAFA KEMAL'İN TEPKİSİ



Murat Bardakçı tarafından hazırlanan ve Sultan Vahdeddin'e ait hatıralar ve özel mektupların da yer aldığı Şahbaba adlı kitapta geçen bir anekdotta, Mustafa Kemal'in Sultan Vahdeddin'in ölüm haberi üzerine daha önce onun hakkında kullandığı ifadelerden farklı bir tepki gösterdiği ortaya çıktı.

Hamdullah Suphi Tanrıöver'den nakledilen anekdot şöyle: Sultan Vahdeddin'in ölüm haberi geldiğinde Adana'da bulunan Atatürk'ün sofrasında Hamdullah Suphi de vardır.

Atatürk ölüm haberini duyunca şöyle der: "Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi Topkapı'nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...."

Devamı sansürlenen bu sözün sonunda ise yayınlanması uygun olmayan ifadeler bulunmaktadır..

İstanbul'dan ayrılmak zorunda bırakıldıktan sonra yokluk, zaruret ve vatan hasreti içinde San Remo'da vefat eden Sultan Vahdeddin'in borçları yüzünden haciz konulan cenazesi bir süre teslim alınamadı.

Türkiye tarafından da kabul edilmeyen cenazesi onbinlerce Suriyelinin ve Suriye devlet başkanının katılımı ve büyük bir devlet töreni ile Şam'daki Süleymaniye Camii'nin avlusunda toprağa verildi.

-alıntıdır-
Kaynak: https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI


İlk Meclis duvarına asılan ayet-i kerime
Prof. Dr. Osman ÖZSOY

23 Nisan 1920’de açılan TBMM'nin duvarına levha halinde asılan ayet-i kerime, aslında resmi özel tüm kurumların ve şirketlerin toplantı salonlarına asılması gereken anlam içeriyor. İşte tüm ayrıntıları ile ilk Meclis'ten manzaralar.

Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan ilk Meclis’in duvarına, aslında resmi özel tüm kurumların ve şirketlerin toplantı salonlarına asılması gereken bir ayet asılmıştı.

Nitekim ilk Meclis’in açıldığı gün Meclis duvarına, Kur’an-ı Kerim’in 42. suresi olan Şûrâ suresinin 38. ayetinde geçen ve “İşlerini istişare ile yürütürler”, anlamına gelen (Ve emruhum şûrâ beynehüm) ilahi kelamı bir levha halinde asıldı. Hakikaten ilk Meclis öyle çalıştı... Tüm işlerini ciddi bir meşveret ile danışarak yaptı.

(..)

TBMM, 23 Nisan 1920-16 Nisan 1923 tarihleri arasındaki I. Dönem çalışmaları sırasında 2 yıl 11 ay 21 gün (toplam 1.088 gün) faaliyette bulundu. 338 kanun çıkardı. Bunun dışında Başkanlığa 78 gensoru önergesi sunuldu. 625 soru önergesi verildi. I. Dönem Türk Parlamento Tarihinde milletvekillerinin dönemin kısalığına rağmen kürsüde en çok söz aldıkları ve konuştukları dönem oldu. Konuşma sayısı 2.027’si gizli oturumlarda olmak üzere 13 bine varmakta ve bir gün içinde kürsüye çıkan milletvekili sayısı günlük ortalama 24’ü bulmaktaydı.

Bu dönem zarfında 552 birleşimde 1.039’u açık, 238’i gizli, 19’u kısmen açık kısmen gizli toplam 1.296 oturum hâlinde toplantı gerçekleşti. TBMM’nin gizli oturumlarının özellikle cephelerde sıcak savaşın yoğun olarak yaşandığı zamanlara denk gelmesi, gizliliğe ne kadar önem verildiğini göstermesi ve devlet ciddiyetinin ne kadar ön plânda tutulduğunu yansıtması açısından dikkat çekicidir.

Sayın Bülent Arınç’ın Meclis Başkanı iken 23 Nisan 2003 tarihinde verdiği bilgilere göre, Mebusların yaklaşık yüzde 60'ı yabancı dil biliyordu. Bunların yarısı da birden fazla dil biliyordu.

İlk Meclis’in milletvekillerinin istatistiki bilgilerine bakıldığında, memurların % 27, eşrafın % 14, serbest meslek sahibinin % 13, askerin % 13, din adamının % 11 oranında olduğu görülür. Ülkenin o zamanki eğitim durumu göz önüne alındığında Meclis'in son derece yüksek bir entelektüel seviyeye sahip olduğu görülür.

İlk Meclis’teki milletvekillerinden 92 tanesi Son Osmanlı Meclisi Mebusan'ın üyeleridir. Bunların 14 tanesi Malta'da İngilizlerin sürgüne gönderdiği ve bir şekilde oradan kaçarak gelen mebuslardı. Bu kişiler, Meclisi Mebusan'ın geleneğini, kurallarını ve havasını ilk Meclise taşıdılar. İlk Meclis'te kullanılan iç tüzük Osmanlı Meclisi Mebusanı'nın tüzüğüdür ve 7 yıl yürürlükte kalmıştır. İlk Meclis Başkanı seçiminde, Mustafa Kemal Paşa ile yarışan ve sonra onun yardımcısı olan iki kişi, Mevlana Hazretlerinin soyundan gelen iki çelebiydi. Meclisin içi tam bir Anadolu fotoğrafıydı. Etnik açıdan, kültürel açıdan, inanç açısından Anadolu'nun aynasıydı.

İlk çıkarılan kanun...

İlk Meclis’te çıkarılan ilk kanun, aslında Osmanlı Meclisi Mebusan'ın son gündem maddesiydi. Ancak işgal kuvvetleri Meclisi Mebusan'ı kapatınca son madde İlk Meclis'in birinci gündemi olarak tekrar görüşüldü ve karara bağlandı. Bu aynı zamanda iki Meclis arasında bir bağın olduğunu ve millet iradesinin kesintiye uğramadığını göstermekteydi.

Kanunun metninde dikkat çeken bir başka nokta üzerine yazıldığı kağıttı. Kanun, bir bakkal defterinin sayfalarından bile daha zayıf bir kağıda elle yazılmıştı. Yokluk içinde çalışan ama yine de devlet ciddiyetini ve onurunu her şeyi ile koruyan ve uygulayan bir Meclis vardı.

Yazımızı, ilk Meclis’in açılış gününe dair notlarla bitirelim.

Mustafa Kemal Paşa, 22 Nisan 1920’de bütün vilâyetlere bir tamim yayınladı. Mübarek bir gün olduğu ve hayırlara vesile olacağı düşüncesiyle Meclis’in 23 Nisan Cuma günü açılacağını açıkladı.

23 Nisan 1920 günü geldiğinde Hacı Bayram Camii’nde büyük bir kalabalık toplandı. Cuma namazının kılınmasının ardından cemaat cami avlusundaki yerini aldı. En önde yeşil örtülü bir rahlenin üstüne konulmuş olan Kur’ân-ı Kerîm’i ve Lihye-i Saadet’i başının üstünde taşıyan bir kişi vardı. Törene katılmış olanların geçeceği yolun iki tarafına halk ve asker sıralanmıştı. Yavaş yavaş yürüyen ve her tür insandan meydana gelmiş olan bu alay, tekbir getire getire Meclis’in toplanacağı binanın önüne geldi ve durdu.

Meclis salonunda herkes yerini aldıktan sonra hocalar, dua ayetlerini hep bir ağızdan okudular. Bir kısmı da Buharî okuyordu. Camide indirilen hatimlarin duaları da burada yapıldı. Hacı Bayram Velî Türbesinden alınan Sancak, kürsüye dikildi. Rahle üstünde getirilen Kur’an-ı Kerim ve Sakal-ı Şerif te kürsüye kondu.

Dualar okunduktan ve kurbanlar kesildikten sonra milletvekilleri binaya girdiler. Meclis saat 14.45’te milletvekillerinin en yaşlısı (Reisi Sin) olan Sinop milletvekili Şerif Beyin bir konuşmasıyla açıldı. Bu kısa konuşmanın son cümleleri, “Milletimizin dahili ve harici istiklâl-i tam dahilinde mukadderatını bizzat deruhte ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilân ederek Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” oldu.

Meclis’in açılışının ertesi günü, yani 24 Nisan 1920’de beş oturum yapıldı. Bunlardan dördüncü oturum gizli yapıldı. Meclis’in beşinci oturumunda Mustafa Kemal Paşa 110 oyla birinci başkan seçilirken, Celâlettin Arif Bey 109 oyla ikinci başkan seçildi. Celâlettin Arif Bey, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın başkanıydı. İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçmişti.

(Konu hakkında ayrıntılı bilgi için: Türk Kurtuluş Savaşı, Osman Özsoy, Timaş Yayınları kitabına bakılabilir. 0212 511 24 24)
(..)
Haber7

Gazetecinin mahkemeyle ilk imtihanı
Haber: BEHİCE TEZÇAKAR
19/08/2012



5 Aralık 1923 sabahında Tanin ve İkdam gazetelerinde yayımlanan bir mektup gündeme bomba gibi düştü. Aynı mektubu ertesi gün Tevhid-i Efkâr gazetesi de yayımladı. Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra kaleme alınmış, Londra İslam Cemiyeti Başkanı Emir Ali ile Pakistan, Hindistan, Afganistan ve Keşmir’de etkin İsmailiye mezhebinin lideri Ağa Han’ın imzasını taşıyan mektupta hilafetin muhafaza edilmesi ve yasal durumunun netleşmesi talep ediliyordu. Başvekil İsmet Paşa’ya gönderilen metin İstanbul basınına sızdıktan 3 gün sonra 8 Aralık günü Ankara ’da yankısını buldu. İsmet Paşa Meclis toplantısında “mahrem bir görüşme” başlığıyla gizli oturum yapılmasını talep etti ve olanlar oldu. 63’e karşı 89 oyla karar alındı ve Cumhuriyet’in ilanından sonra İstiklal Mahkemesi ilk kez “gazeteciler davası” sebebiyle İstanbul’da kuruldu. “Saltanatın düşmanı” olan İttihatçılar bundan sonra İstiklal Mahkemeleri’nde, belki de “Cumhuriyet’in düşmanı” olarak yargılanacaklardı. Hıyanet-i Vataniye Kanunu da basın muhalefetinin önünü kapatmak için şu şekilde değiştirildi: “Saltanatın ilgası hilafında veya TBMM’nin meşruiyetine isyanı mutazammın (içeren) sözlü ve yazılı veya fiilen ankasdin (kasıtlı) muhalefet veya neşriyatta bulunan kimseler haini vatan addolunurlar.”

Ve Meclis bu kanun gereğince Tanin, İkdam ve Tevhid-i Efkâr gazetelerinin “muhalif neşriyatta bulunmak cürmü”nü işlediğine karar verdi. Neredeyse tüm İstanbul basınının yargılandığı İstiklal Mahkemesi’nde Tanin’den Hüseyin Cahit Bey, İkdam’dan Ahmet Cevdet Bey ve Tevhid-i Efkâr’dan Velid Ebüzziya gibi gazeteciler hâkim İhsan Bey’in (Eryavuz) karşısındaydı. Mahkemeye mektubu yayımlayan, yayımlamayan tüm gazeteciler çağrılıp, ifadeleri alındı. Hilafet yandaşlığı suçlamasıyla açılan davalar sebebiyle hâkim huzuruna çıkan ilk ve ceza alan tek isim “Meşrutiyet yanlısı” yazılarıyla halkı kışkırttığı iddia edilen eski Dersim milletvekili ve İstanbul Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey oldu. Kendisi 6 ay hapis yattı. İkdam, Tanin, Tevhid-i Efkâr’ın sahipleri ve sorumlu yazı işleri müdürleri ise beraat ettiler. Davanın basına gözdağı vermek için açıldığı gün gibi ortadaydı. Hatta çok geçmeden Atatürk gazetecilerle arasını düzeltmek için bir davet düzenledi ve orada Cumhuriyet düzenini korumak için kendilerinden destek istedi. Davette sivrilen isim, davasına sadıklığı ve doğru bildiği yoldan sapmayışıyla bilinen Hüseyin Cahit Bey (Yalçın) oldu.

Herkes susarken o basın özgürlüğünü savundu ve tüm özgürlüklerin muhafazası için Gazi’den müsamahakâr davranmasını istediklerini söyledi. Cumhuriyetin ilanından sonra gazeteciler davası ile başlayan İstiklal Mahkemeleri dönemini ve bu mahkemelerin yeni rejim üzerindeki etkisini; devrim tarihi aktörlerini ne kadar iyi tanıdığını “Üç Aliler Divanı” gibi bir yapıtla ispatlayan; Mülkiye geçmişi, bakanlığa kadar uzanan siyasal yaşamı, bilgi ve birikimiyle konunun uzman ismi Yılmaz Karakoyunlu ile konuştuk.

İstiklal Mahkemeleri’ndeki gazeteciler davasını konuşacağız elbette ama önce bu yargılamaların ortaya çıktığı hilafet meselesiyle başlayalım. Emir Ali ve Ağa Han’ın mektubu neden İstiklal Mahkemesi kurulmasını gerektirecek kadar tepki çekiyor?
Bütün mesele bir-iki ismin “Hilafeti muhafaza edin” mealindeki mektubunun gazetelerde yayınlammış olması. Ağa Han o zaman bir komprador. İngiltere’nin de Pakistan, Hindistan, Afganistan, Keşmir’deki çıkarlarının koruyucusu. İsmailiye mezhebinin önde gelen ismi olarak İslam topraklarında etkisi büyük. Böyle bir adam tarafından hilafetin muhafaza edilmesinin talep edilmesi, kendi iç problemimize müdahale etmek yönünden büyük tesir yaratıyor. Hükümetin gazeteciler davasında hadisenin kamuoyuna yansıması gibi bir endişesi yok çünkü o tarihte basın sadece İstanbul’da. Ankara’da Ulus gazetesi bile yok. Telefon yok, televizyon yok, radyo yok. İstanbul Radyosu Bahçekapı’daki postanenin üzerinde yayın yapıyor, Harbiye’de dinlenemiyor. Babam radyo dinleyebilmek için Laleli’ye taşınmış.

İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan gazeteciler Hüseyin Cahid, Ahmet Cevdet ve Velid Ebuzziya, bu meselede gazeteciliğin gereğini mi uyguladılar?
Hüseyin Cahid kendisi bizatihi isyankâr ruhlu bir adamdır ama habis bir isyanı yoktur, tam tersine selimdir. Bir kimseye yapılan yanlışlık onun vicdanını yaralar ve sesini yükseltir. Ondaki cesaret ne Ebuzziya’da vardır, ne Ahmet Cevdet’te. Nitekim Atatürk’e yapılan suikast nedeniyle Cavid Bey içeriye alınıp da yargılanmaya başlandığı zaman Hüseyin Cahid de onun yanında yer alır. Ahmet Emin Bey’in gazetecilik mesleğindeki durumu diğerlerinden çok yukarıdadır. Ben bugünkü isimlerden Fehmi Koru’yu Ahmet Emin’e benzetirim. Bir fikrin yandaşlığını, bir siyasi kadronun yandaşlığına çevirebilmiş nadir bir adamdır. Ahmet Emin her müessesede temayüz eden bir adam. Temayüz edişi aykırılığından değil, ittibasından kaynaklanır. Adam fikri benimserse peşine düşüyor, gözünü korkutamıyorsun.

Gazeteciler davası da hizaya sokma meselesi.
Hüseyin Cahid Cumhuriyetin sadık elemanıydı. Yazdığı makaleler, milletvekili olarak verdiği mücadeleler belli bazı noktalarda Atatürk’ten koptu ve sonuna kadar direndi. İstiklal Mahkemesi’nin arkasında yazar, İstiklal Mahkemesi yalnız Allah’tan korkar diye. Hüseyin Cahid’in Ali Çetinkaya’ya verdiği cevap “Bırak bu lafları, İstiklal Mahkemesi yalnız Allah’tan korkmaz” diyor. Bunu söylemek mühim bir laftır.

O dönemki matbuat davasıyla bugünkü gazeteci davaları arasında benzerlik var mı sizce?
Aynen hiç farkı yok, gözdağı. Tek fark o zaman daha güçsüzlerdi. O devirde reklamcılık yok, özel sektör kendi finansmanını özel sektör kuruluşlarından sağlayamıyordu. En hakiki mürşit ilimdir dedi ve mahkemelerde “mürşit”ler de yargılandı.

Mustafa Kemal neden tekkeleri kapattı?
Bunların hepsinin kendisine muhalefet olacağını düşündü. Tekke, zaviye, dergâh kaldırılmıştır dendiğinde bir İslami müesseseyi kültür olarak yok etmiyordu. Onun esas amacı devletin otoritesine karşı diklenmeyi örgütleyen bir müesseseyi kaldırmaktı. Mustafa Kemal irşada çok önem verir. O tarihe kadar Türkiye ’de başkentte ne olup bittiğini Varna’daki nasıl öğreniyor? Radyo yok, televizyon yok. Tekkelerden yayılıyor.

Romanlarınız birer Cumhuriyet eleştirisi mi?
Evet. Cumhuriyetin ilkelerini değiştirmek gibi bir iddiamız yoktu bizim ama Cumhuriyet’i olgunlaştırmak amacındaydık. Demokrat Parti, Cumhuriyet’i yok etme değil olgunlaştırma partisiydi. Dolayısıyla yumuşaklıklar getirmek istedi ama diğer kitle fırsatı ganimet bildi, Atatürk’ü tahrip etmeye karar verdi. Ticaniler Atatürk büstlerini yıktılar. İsmet Paşa bütün bu asabiyetin karşısında tek kişiydi, müsamahakâr davranıyordu. Sonuna kadar bekledi ve sonunda mahvetti.


‘Bu mektup bir vesikadır, basmak benim görevim’
15 Aralık 1923 günü sanıklar İstiklal Mahkemesi heyeti önüne çıkarılıyor ve yargılama başlıyordu. İşte tutanaklardan dikkat çekici bölümler...

Reis: Bu mektup matbaanıza ne suretle geldi.
Hüseyin Cahit Bey (Tanin Gazetesi Sahibi): Efendim! Bir akşam evdeydim.Telefon çaldı. Kalktım. Matbaadan Baha Bey’di.” Ağa Han’ın bir mektubu geldi. Tercüme edelim mi” dedi. “Ne mektubu” dedim. “Ağa Han’ın İsmet Paşa’ya gönderdiği mektup” cevabını verdi.”Neye dairdir?” dedim. “Hilafete dairdir” dedi.”Tercüme edin” dedim. Ertesi sabah matbaaya geldim.Gazeteleri okudum. Baktım yalnız bizde değil, İkdam’da da var. Çok memnun oldum.”Öteki arkadaşları atlattık” dedim.Halbuki biz atlamışız. Keşke atlatmasaydık. Mektup özel zarfla gelmişti. (...)
Mahkeme heyetinden Refik Bey: Adı geçen mektupta (Ağa Hanın ) herhalde bir amaca yönelik olduğunu siz de söylüyorsunuz. Bu halde bunu yine gazetenizde bastınız?
Cahit Bey: Evvelce de arz ettim ya efendim. Bu alelade bir makale değildir.Ağa Han tarafından herhangi bir gazeteye yazılmış, rastgele bir yazı değildir.Bu, İsmet Paşa Hazretleri’ne yazılmış bir vesikadır, diye telakki ediyorum.Hatta birinde böyle bir mektup var deseydiler gazetecilik ilkeleriyle para verir, basmak için alırdım. Bu gazetecilik açısından borcumdur.

Atlas Tarih dergisinin Ağustos-Eylül 2012 sayısında Cumhuriyet’in basına karşı açılan bu ilk davası belgeleriyle ayrıntılı bir şekilde işleniyor.

Ağa Han’ın mektubu
Ağa Han imzalı mektupta hilafetin muhafaza edilmesi çağrısı yapılıyordu.

Kaynak: http://www.radikal.com.tr/turkiye/gazetecinin_mahkemeyle_ilk_imtihani-1097626

Misak-ı Milli: Bir Efsaneyi Sorgulamak!
Fikret BAŞKAYA



Bir fotoğrafa kimin nasıl baktığı, bir tarihsel-toplumsal olayı kimin hikaye ettiği, “nereye değil nereden bakıldığı” büyük öneme sahiptir.

Seksen altı yıldır Türk milliyetçilerinin ve egemen sınıf sözcülerinin dillerine pelesenk ettikleri şu Misak-ı Milli ne menem bir şeydi?

Misak-ı Milli denilenin gerçek dünyada bir karşılığı var mıydı?

Tevatür edilenle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk söz konusuydu?

İkinci adı ‘Ahd-ı Milli [ milli yemin] olan söz konusu beyanname için gerçekten yemin edilmiş miydi? Eğer yemin edilmişse yeminin sahipleri yeminlerine sadık kalmışlar mıydı?

Resmi tarihin nerdeyse kutsal metin mertebesine çıkardığı Misak-ı Milli Beyannamesi somut bir gerçekliğe mi tekabül ediyordu yoksa bir retorik miydi?

Bu yazıda Misak-Milliyle ilgili gerçeği anlatmayı, başka türlü söylemek gerekirse, ‘gerçeğin üstünü örten perdeyi’ kaldırmayı deneyeceğim.

TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ YALAN ÇÖPLÜĞÜDÜR

Türkiye’nin yakın tarihi esas itibariyle Mustafa Kemal’in Nutuk‘ta anlattıklarının bir tekrarı veya ona uydurma çabasının ürünüdür, tam bir yalan çöplüğüdür, dolayısıyla daha baştan bir yöntem zaafıyla malûldür. Bir toplumun tarihinin bir kesitini bir tek şahsiyetin, üstelik o süreçte etkili olmuş bir şahsiyetin anlattıklarına dayandırmak, bilimsellik kriteri bakımından kabul edilebilir değildir.

Elbette komprador egemen ittifakın, tarihi tahrif etmeye, olup bitenleri kendi çıkarları doğrultusunda hikaye etmeye, yalan üretmeye ve yalanı büyütmeye ihtiyacı vardı. Egemen olmak için gizlemek, gizlemek için de yalan, tahrifat, çarptırma, yok sayma, adıyla çağırmama, velhasıl hurafeler gereklidir. İşte bu amaçla ‘resmi tarihçiler taifesi’ canla başla çalıştı ve çalışmaya devam ediyorlar.

Elbette misyonları olayları tahrif etmek, çarpıtmak, hurafe ve yalan üretmek, yalanı büyütmek olanların, rejim tarafından ödüllendirilmeleri de anlaşılır birşeydir. Üstelik söz konusu taifenin gerçeği gizlemedeki başarısı, bilimselliğin de gerçekleşmesi sayılıyor. Bu yüzden bilim ve bilimci kavramlarına ihtiyatla yaklaşmak her zaman gereklidir.

GERÇEĞİ GİZLEYEN AKADEMİSYEN ÖDÜLLENDİRİLİYOR

Akademide yükselmenin yolu rejime dair yalanları üretmedeki ‘ sebat ve başarıya’ bağlı. Rejimin adamları olan bu taifenin sloganı az çok şöyledir: gizliyorum o halde rejim tarafından ödüllendirilmeye de hakkım vardır… Oysa yalanı üretmek için büyük çaba gerekmiyor. Asıl zor olan yalanı teşhir etmek, yalancıların ipliğini pazara çıkarmaktır.

Yalanı teşhir etme kaygısı taşıyanların, gerçeğin peşine düşenlerin işi, yalan üreticilerinden elbette daha zordur ama, gerçeğin safında yer almaktan dolayı da yöntem üstünlüğüne sahip olduklarında şüphe yoktur. Zaten uzun vadede gerçek yalana galebe çalar ki, bu eşyanın tabiati gereğidir. Birincisi, gerçeği tam olarak gizlemek hiçbir zaman mümkün değildir; ikincisi, gizlemek yok etmek değildir ve vakti geldiğinde gerçek bütün ihtişamıyla arz-ı endâm eder.

EMPERYALİST SAVAŞTA OSMANLI DA BİR TARAFTI

Daha önce başka yerde yazdığım gibi, resmi tarih üreticileri, olayların hikayesini Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 1919′dan başlatıyor. Sanki bir emperyalistler arası savaş yaşanmamış ve Osmanlı İmparatorluğu söz konusu savaşın tarafı değilmiş izlenimi yaratılıyor.

Velhasıl hikayenin başı sansür ediliyor. Yaratılan izlenim de kabaca şöyle: Ülke toprakları işgal ediliyor ve Milli Mücadeyle düşman defediliyor, bir ‘ulusal Kurtuluş Savaşı’ sonucu ülke kurtarılıyor… Osmanlı İmparatorluğunun Almanya-Avusturya safında, İngiliz, Fransız, Çarlık Rusyası’inin oluşturduğu İtilaf devleletlerine karşı emperyalist savaşa katıldığı tarih olan 1914 yılında imparatorluğun nüfûz alanındaki topraklar yaklaşık 5 milyon kilometre kare idi. Resmi tarih tarafından büyük bir başarı sayılan Lozan Barış Antlaşması imzalandığındaysa 770 bin kilometre kareydi. İmparatorluk topraklarının ve nüfûz alanlarının nerdeyse % 85′i kaybe
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal May 13, 2014 1:43 am    Mesaj konusu: Misak-ı Milli: Bir Efsaneyi Sorgulamak! Alıntıyla Cevap Gönder

Misak-ı Milli: Bir Efsaneyi Sorgulamak!
Fikret BAŞKAYA



Bir fotoğrafa kimin nasıl baktığı, bir tarihsel-toplumsal olayı kimin hikaye ettiği, “nereye değil nereden bakıldığı” büyük öneme sahiptir.

Seksen altı yıldır Türk milliyetçilerinin ve egemen sınıf sözcülerinin dillerine pelesenk ettikleri şu Misak-ı Milli ne menem bir şeydi?

Misak-ı Milli denilenin gerçek dünyada bir karşılığı var mıydı?

Tevatür edilenle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk söz konusuydu?

İkinci adı ‘Ahd-ı Milli [ milli yemin] olan söz konusu beyanname için gerçekten yemin edilmiş miydi? Eğer yemin edilmişse yeminin sahipleri yeminlerine sadık kalmışlar mıydı?

Resmi tarihin nerdeyse kutsal metin mertebesine çıkardığı Misak-ı Milli Beyannamesi somut bir gerçekliğe mi tekabül ediyordu yoksa bir retorik miydi?

Bu yazıda Misak-Milliyle ilgili gerçeği anlatmayı, başka türlü söylemek gerekirse, ‘gerçeğin üstünü örten perdeyi’ kaldırmayı deneyeceğim.

TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ YALAN ÇÖPLÜĞÜDÜR

Türkiye’nin yakın tarihi esas itibariyle Mustafa Kemal’in Nutuk‘ta anlattıklarının bir tekrarı veya ona uydurma çabasının ürünüdür, tam bir yalan çöplüğüdür, dolayısıyla daha baştan bir yöntem zaafıyla malûldür. Bir toplumun tarihinin bir kesitini bir tek şahsiyetin, üstelik o süreçte etkili olmuş bir şahsiyetin anlattıklarına dayandırmak, bilimsellik kriteri bakımından kabul edilebilir değildir.

Elbette komprador egemen ittifakın, tarihi tahrif etmeye, olup bitenleri kendi çıkarları doğrultusunda hikaye etmeye, yalan üretmeye ve yalanı büyütmeye ihtiyacı vardı. Egemen olmak için gizlemek, gizlemek için de yalan, tahrifat, çarptırma, yok sayma, adıyla çağırmama, velhasıl hurafeler gereklidir. İşte bu amaçla ‘resmi tarihçiler taifesi’ canla başla çalıştı ve çalışmaya devam ediyorlar.

Elbette misyonları olayları tahrif etmek, çarpıtmak, hurafe ve yalan üretmek, yalanı büyütmek olanların, rejim tarafından ödüllendirilmeleri de anlaşılır birşeydir. Üstelik söz konusu taifenin gerçeği gizlemedeki başarısı, bilimselliğin de gerçekleşmesi sayılıyor. Bu yüzden bilim ve bilimci kavramlarına ihtiyatla yaklaşmak her zaman gereklidir.

GERÇEĞİ GİZLEYEN AKADEMİSYEN ÖDÜLLENDİRİLİYOR

Akademide yükselmenin yolu rejime dair yalanları üretmedeki ‘ sebat ve başarıya’ bağlı. Rejimin adamları olan bu taifenin sloganı az çok şöyledir: gizliyorum o halde rejim tarafından ödüllendirilmeye de hakkım vardır… Oysa yalanı üretmek için büyük çaba gerekmiyor. Asıl zor olan yalanı teşhir etmek, yalancıların ipliğini pazara çıkarmaktır.

Yalanı teşhir etme kaygısı taşıyanların, gerçeğin peşine düşenlerin işi, yalan üreticilerinden elbette daha zordur ama, gerçeğin safında yer almaktan dolayı da yöntem üstünlüğüne sahip olduklarında şüphe yoktur. Zaten uzun vadede gerçek yalana galebe çalar ki, bu eşyanın tabiati gereğidir. Birincisi, gerçeği tam olarak gizlemek hiçbir zaman mümkün değildir; ikincisi, gizlemek yok etmek değildir ve vakti geldiğinde gerçek bütün ihtişamıyla arz-ı endâm eder.

EMPERYALİST SAVAŞTA OSMANLI DA BİR TARAFTI

Daha önce başka yerde yazdığım gibi, resmi tarih üreticileri, olayların hikayesini Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 1919′dan başlatıyor. Sanki bir emperyalistler arası savaş yaşanmamış ve Osmanlı İmparatorluğu söz konusu savaşın tarafı değilmiş izlenimi yaratılıyor.

Velhasıl hikayenin başı sansür ediliyor. Yaratılan izlenim de kabaca şöyle: Ülke toprakları işgal ediliyor ve Milli Mücadeyle düşman defediliyor, bir ‘ulusal Kurtuluş Savaşı’ sonucu ülke kurtarılıyor… Osmanlı İmparatorluğunun Almanya-Avusturya safında, İngiliz, Fransız, Çarlık Rusyası’inin oluşturduğu İtilaf devleletlerine karşı emperyalist savaşa katıldığı tarih olan 1914 yılında imparatorluğun nüfûz alanındaki topraklar yaklaşık 5 milyon kilometre kare idi. Resmi tarih tarafından büyük bir başarı sayılan Lozan Barış Antlaşması imzalandığındaysa 770 bin kilometre kareydi. İmparatorluk topraklarının ve nüfûz alanlarının nerdeyse % 85′i kaybedilmişti.

T.C. OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN YENİ ADIYDI

Sahip olduğunun %85′ini kaybeden birinin %15′i koruduğu için aşırı övünç duyması tuhaf değil midir? Demek ki, soruyu nasıl sorduğunuza bağlı olarak cevap da değişiyor. Gerçekten ulaşılan sonuç abartılacak bir başarı mıydı ya da kimin başarısıydı? Aslında T.C., Osmanlı İmparatorluğunun emperyalizm tarafından budanarak kuşa çevrilen versiyonunun yeni adıydı. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyete geçiş, resmi tarihçilerin hikaye ettiğinden farklı anlamlar taşımak durumundaydı.

Emperyalist güçlerin bir aracı olan, bu günün Birleşmiş Milletler Örgütü’ün ardılı Milletler Cemiyeti’nin [ Cemiyet- Akvâm] dayattığı ‘yeni dünya düzenine’ imparatorluğun merkezinin ve ondan koparılan kısımların uyumlandırılmasıydı.

Esas itibariyle birinci emperyalistler arası savaş [Harb-i Umumi], odağında Osmanlı İmparatorluğunun bulunduğu ünlü “Şark Sorununu” çözmeyi amaçlayan bir savaştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşta bir taraf olarak yer alması, “çözümü kolaylaştırıcı” bir işlev görmüştü…

ABD SON ANDA SAVAŞA DAHİL OLDU

Osmanlı İmparatorluğunun TC’ye dönüşmesi de dahil, emperyalist savaş sonrası ‘Orta Doğu’ denilen bölgenin bu günkü biçimini alması daha savaş devam ederken Çarlık Rusyası’nın da onayını alan ‘Antant devletlerinin’ İtilaf Devletleri’nden ikisinin, [İngiltere ve Fransa'nın] imzaladıkları Skyes-Picot gizli anlaşmasıyla [veya mutabakıyla] belirlenmişti.

Fakat 1917 Ekim devrimi bu anlaşmayı bazı bakımlardan ‘tadil etme gereğini’ ortaya çıkarmıştı. Haritanın oluşmasında etkili bir üçüncü unsur da, son anda [Nisan 1917] ABD’nin savaşa dahil olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu üç unsurun diyalektiği, Ortadoğu coğrafyasını biçimlendirdi ki, resmi tarih olaylara yön veren bu üç unsuru ısrarla yok saymayı, değilse geçiştirmeyi yeğledi.

MİSAKI MİLLİYE YEMİNİ NE ZAMAN EDİLDİ?

Mustafa Kemal’in de gözden geçirip onayladığı anlaşılan, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından 1931 yılında yayınlanan Tarih IV’te, “Ferit Paşa’ya teklif olunan sulh şartları yalnız Osmanlı Devletini değil, Türk vatanını ve Türk Milletini de parçalamak mahiyetinde idi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, buna derhal mukabele etti ve 18 Haziran celsesinde “Misak-ı Milliye” yemin ederek Türk topraklarının parçalanmasına musaade etmeyeceğini cihana ilãn eyledi” deniyor. (1)

Aynı eserin sonuna konulan kronoloji cetvelindeyse, 18 Temmuz 1920′de Büyük Millet Meclisinin Misak-ı Milli için yemin edildiği yazılı…Belli ki, bir rakam yanlışı var, zira TBMM’nin 18 Haziran 1920 de Misak-Milli gündemli bir oturumu yok, doğru tarih 10 Temmuz 1920 olabilir ama o gün de Misak-ı Milli gündemde yok. Nitekim o günkü oturumda milletvekili yemini edildiği anlaşılıyor ve yemin şöyle:

“Makam-ı Hilâfet ve Saltanatın ve Vatan ve milletin istiklâl ve istihlâsından [elde edilmesinden] başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.”

HİLAFET VE SALTANATI KORUMA SÖZÜNÜ TUTMADILAR

Fakat, Misak-ı Milli’ye dair yazan ve konuşan herkes 18 Temmuz 1920 tarihini veriyor… Yeminde sözü edilen ‘vatan’ neresiydi, millet kimdi, milletvekilleri yeminlerinin başına koydukları Hilafet ve Saltanatı koruma sözünü neden tutmadılar? Neden yeminlerine ihanet ettiler?

Altı maddeden oluşan Misak- ı Milli’nin tüm maddelerinin ihlâl edilmesi, arkasında durulmaması nasıl açıklanabilir? Bu ve benzer soruları ortaya atmak ve tartışmak soruna açıklık getirmek bakımından önemlidir. Her ne kadar resmi tarih, Misak-ı Milli Beyannamesi‘ni kutsal bir metin mertebeseni çıkarmak için zorlansa da, aslında söz konusu olan gerçeklikten çok bir söylemdi.

İlerleyen sayfalarda Misak-ı Milli söyleminin izini sürerek, gerçekler karşısındaki konumunu tahlil etmeyi deneyeceğim. Fakat, Misak-ı Milli Beyannamesini yüceltenler sadece yerli resmi tarihçiler değil. Yerli resmi tarihçilerin imdanına yabancı meslektaşları da yetişiyor.

30 Ekim 1918 de Osmanlı İmparatorluğuyla İtilaf devletleri arasında Mondros ateşkes anlaşması imzalandı ama başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletleri bu anlaşmaya uymadılar. 1 Kasım 1918’de Musul İngiliz generali Marhall tarafından işgal edildi. 23 Kasımda da Fransız generali Franchet d’Esperay İtilaf devletleri adına İstanbulu işgal etti. Yunanlılar 15 Mayısta İzmir’e çıktı, 25 Temmuz’da da Edirne’yi işgal ettiler. 16 Mart 1920′de de İstanbul İtilaf devletleri tarafından resmen işgal edildi ve böylesi bir ortamda 10 Ağustos 1920 de Sevre Antlaşması imzalandı. Mütareke koşullarında yapılan seçimler sonucu oluşan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı 12 Ocak 1920′de toplandı ve 28 Ocak 1920 de Misak-ı Milli’yi kabul etti.

MİSAK-I MİLLİ BEYANNAMESİ FELAH-I VATAN GRUBUNUN ESERİ

Misak-ı Milli Beyannamesi esas itibariyle mecliste oluşan sayıları 70 [kimilerine göre 88] olan Felah-ı Vatan grubunun eseriydi ve Meclis-i Mebusan’da yeterli çoğunluğun sağlanamadığı bir gizli oturumda toplantıya katılanların oy birliğiyle kabul edilip, 17 Şubat 1920′de de ilan edilmişti. Aslında söz konusu beyanname Edirne mebusu Şeref Bey’in gayretleriyle Meclis gündemine taşınmış ve yaptığı ‘duygusal’ konuşma etkili olmuştu. Altı maddeden oluşan beyannamenin birinci maddesinde:

“Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 günlü mütarekenin yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan ve Arap çoğunluğunun oturduğu kısımların kaderi halklarının özgürce verecekleri oylara göre belirlenmek gerektiğinden, sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve haricinde, dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen ve hiçbir sebeple ayrılamaz bir bütündür” deniyor.

ARABİSTAN İÇİN HALK OYLAMASI YAPILMADI

Dikkat edilirse bu madde çelişkiler içeriyor, dolayısıyla iç tutarlılıktan yoksun. Birincisi, ateşkes anında düşman ordularının işgali altında kalan Arabistan için bir halk oylaması hiçbir zaman gündeme getirilmiyor.

Ateşkes anında Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde bulunan ve ateşkes ihlâl edilerek işgal edilen Musul Vilayeti Lozan Barış Antlaşmasıyla İngilizlere bırakılıyor. Metinde yer alan mütareke dahilinde ve haricinde ifadesi sınır sorununu bütünüyle belirsizleştiriyor. Böyle bir ifade söz konusu olduğunda, ülke sınırları belirsiz hale geliyor. Eğer bu ifade dikkate alınırsa ki, alınmak zorundadır, artık sınırların nereden geçtiği belirsizdir…

Aynı şekilde Lozan’da çizilen sınırlar beyannamede sözü edilen; “dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen hiçbir sebeple ayrılamaz” deniyor ama sadece dinen ve emelen, ırken ve sosyal bakımdan uyum içinde olanlar değil, insanlar ailelere varıncaya kadar parçalanıyor. Güney sınırında bölge halkınnın yaşadığı bu trajik durum bu gün de devam ediyor. Bunun için Suriye sınırında dinî bayramlarda yaşananları hatırlamak yeter…

BATUM NASIL GÜRCİSTAN’A BIRAKILDI?

Beyannamenin ikinci maddesi; “Madde 2- Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda aray-ı ammeleriyle [özgür iradeleriyle] anavatana ilhak etmiş olan elviye-i selase [Kars, Ardahan, Batum] için ledelicap [istenirse] arayı ammeye [halk oyuna] müracat edilmesini kabul ederiz” şeklinde.

Bu madde de ihlâl ediliyor. Halk oylaması söz konusu olmuyor ve Batum Gürcistan’a bırakılıyor.

BATI TRAKYA İÇİN HALK OYLAMASI NEDEN YAPILMADI?

Üçüncü madde Batı Trakyanın statüsüyle ilgili. Batı Trakya’nın geleceğinin Wilson Prensipleri [self- determinasyon] gereği halk oylaması sonucu belirleneceğine dair ve Batı Trakya konusunda da aynı elviye-i selase de olduğu gibi halk oylaması konusu savsaklanıyor ve bu maddeye rağmen Batı Trakya denilen bölge Yunanistan’a bırakılıyor.

Dördüncü Madde yukarda sözünü ettiğimiz Milletvekili yemininde de yer alan “Hilafet ve Saltanat makamının korunmasıyla ilgili:

HİLAFETİ KORUMA SÖZÜ VERİP TASFİYE ETTİLER

“Madde 4: Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve Payitaht-ı Salatan-ı Seniyye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehri ile Marmaran-a Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masun olmadır…” şeklinde.

Hilafet ve Saltanat Makamı kurtarılmak bir yana, bizzat bu beyannameyi hazırlayanlar tarafından tasfiye ediliyor! O halde Hilafet ve Salatanatı kurtarma yemini edenlerin söz konusu makamı bizzat tasfiye etmelerinin sebeb- i hikmeti nedir?

Bu önemli soruyu birazdan tarışma konusu yapacağım ama burada şunu hemen söylemek gerekiyor: Böyle bir tasfiye başta İngilizler ve Fransızlar olmak üzere, emperyalist devletlerin istediği bir şeydi ve bu işi yapmak da Kuvayı Milliyeci kemalistlere düşmüştü…

LOZAN VE TC’NİN VAR OLUŞU

Beyannamenin beşinci maddesi azınlıklar hukukuna karşılıklılık esasları dahilinde uyulacağıyla ilgili. Altıncı ve son maddenin bu günkü dildeki ifadesi şöyle: Madde 6- “Ulusal ekonomik gelişmemize olanak sağlamak ve daha çağdaş düzenli bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız vardır. Bu, yaşam ve geleceğimizin temelidir. Bu yüzden siyasal, hukuki ve mali, vs. gelişmemize mani sınırlamalara karşıyız. Borçlarımızı ödeme biçimi de bu esaslara aykırı olmayacaktır.”

Lozanda sadece sınırlar konusunda değil, mali ve ekonomik konularla igili de Misak-Milli’nin ruhuna ve lafzına aykırı çok önemli tavizler verildi. Misak-ı Milli o alanda da by-pas edilmişti. Resmi tarih’in sansür ettiği Lozan Barış anlaşmasının asıl adı Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı‘dır ve bilinen anlamda bir antlaşmadan çok, tam bir emperyalist dayatmadır. Lozan’da emperyalisler istedikleri her şeyi dikte ettirmişlerdi…

Eğer diplomatik dile ve ‘nezakete’ itibar edilmezse, konferansın adı” Ortadoğuyu bölüp parçalama konferansı da olabilirdi. İşte T.C. o parçalardan bir olarak varolmuştu.

Dolayısıyla, tüm alanlarda olduğu gibi iktisadi, mali, siyasi konularda da dayatmalar içeriyordu.

MİLLET KİM, VATAN NERESİ?

Millet kimdi, vatan neresiydi, hudutlar nasıl çizilmişti, “milli menfaat” denilen aslında kimin menfaatiydi?

Misak-ı milli‘deki milli kelimesi milletle ilgili, millete ait anlamındadır ama oradaki millet bu günkü ulus anlamında değildi. Misak da sözleşme anlamını içeriyor. Misak-ı Milli’den anlaşılan da millet sözleşmesi olabilir. Çoğulu milel olan milletin Osmanlı iktidar sisteminde ifade ettiği anlam bu günkünden farklı olarak, dine gönderme yapıyor ve “bir dine, bir inanca mensup olan topluluğu” ifade ediyordu. Osmanlı sisteminde bir topluluk eğer farklı dine mensupsa farklı bir millet sayılıyordu.

Müslüman milleti, Hristiyan milleti, Yahudi milleti gibi…Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde sadece bir dine mensip olanlar değil, değişik Hrıstiyan mezheplerine mensup topluluklar da millet sayılıyordu. Bu o kadar ileri götürüldü ki, bir mezhebin içindeki farklı etnik unsurlar da millet sayılıp o statüden yararlanır olmuşlardı. Bu aşamada bir parantez açarak, Osmanlı İmparatorluğunun varlığını koruyabilmek için ne tür çabalar içine girdiği ve millet kavramının nasıl bir gelişim seyri izlediğini hatırlatmak uygun düşüyor.

İLK DENEME ‘OSMANLI MİLLETİ’ ADINA

Batı Avrupa’da ulusculuğun gelişmesi, zengin bir etnik- dinî, kültürel, sosyal çeşitliliğe sahip Osmanlı İmparatorluğunda yankılanmaması mümkün değildi. Doğu Avrupa ve Balkanlardaki uluslar birer birer impatarorluktan koparken, Osmanlı yönetici kliği bu süreci durdurmak, imparatorluğun bütünlüğünü korumak için genel iradeye dayalı, farklı dinî ve etnik unsurlara eşit haklar ve yasal statü tanıyan bir Osmanlı Milleti yaratmayı denedi. Bu günün moda deyimi ‘anayasal vatandaşlığa’ dayalı bir birlik amaçlanıyordu.

Tanzimat dönemi sonrası, özellikle de Âlî ve Fuat Paşalar zamanında gündeme getirilen bu proje başarılı olamadı, imparatorluktan kopuşlar devam etti.

Mithat Paşa’nın düşüşünden sonra, hiç değilse Müslüman unsurları bir arada tutmayı amaçlayan bir Tevhid’i İslam [islam birliği] projesi gündeme getirildi ama tarihsel koşullar bu tür bir projenin de gerçekleşmesi için uygun değildi.

İTTİHATÇILARIN TÜRK İMPARATORLUĞU PROJESİ

1908 Jön Türk [İttihatçı] darbesinden sonra, ırka dayalı, panturan bir milliyetçilikle Batı’dan kovulmayı ‘Türk ırkının’ yaşadığı doğuya doğru genişleyerek ödünleme hezeyanlarına kapılmışlardı. Aslında İttihatçıların, özellikle de onların etkin kanadının [Enver, Talat, Cemal Paşalar] emperyalist savaşa katılma isteği biraz da bununla ilgiliydi. Bu ‘Türk ırkının’ yaşadığı bölgeleri kapsayan bir Türk imparatorluğu kurma projesiydi. Sözünü ettiğimiz bu üç arayış başarısız oldu ve emperyalist savaşın sonunda imparatorluk çöktü…

İLK BAŞTA TÜRK MİLLETİ DİNİ BİR İÇERİĞE SAHİPTİ

Kavram kargaşası ve arayışlar milli mücadele ve sonrasında da devam etti. Milli Mücadele dönemi olan 1919-1922 aralığında Millet ve Türk Milleti kavramı hâlâ dinî bir içeriğe sahipti, etnik bir nitelik taşımıyordu. Gerek bizzat Mustafa Kemal tarafından, gerekse Büyük Millet Meclisi üyeleri tarafından kullanılan dil tartışmasız dinî içeriğe sahipti. Nitekim Milli Mücadele boyunca söz konusu mücadelenin öznesi sayılan millet sözcüğünden anlaşılan, Anadolu ve Rumeli’nin Müslüman ahalisinden başkası değildi. Misak-ı Milli Beyannamesinde ” Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun bulunan aksam” denilen de odur.

MİSAK-I MİLLİ’DE TÜRKLÜKTEN SÖZ EDİLMİYOR

Dikkat edilirse beyannamenin hiçbir yerinde Türk’ten Türklük’ten ve Türk Milletinden söz edilmiyor. Bu durum dönemin başka metinlerinde de öyledir. Mesela Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti nizamnamesinde “bilcümle anasır-ı islamiye” ibaresi yer alıyor ve Türk ve Türklüğe gönderme yapılmıyor. Nizamnamede ” bilumum islam vatandaşlar cemiyetin aza- ı tabiiyesindedir” deniyor.

Dönemin tüm metinlerinde ve konuşmalarda Araplar hariç tutularak İslam milletinden söz ediliyor. Eğer etnik/kültürel kimlik değil de, dine gönderme yapan bir millet söz konusuysa, müslüman Arapların neden bunun dışında tutulduğu sorusu ister istemez akla gelir. Aslında bunun Batılı söyleme uyumun bir gereği olduğu söylenebilir ki, bu da Milli Mücadelenin tarihsel anlamına dair esaslı sorunları tartışmayı gerektirecektir.

Bilindiği gibi, Batılılar Osmanlı yönetimi altındaki Anadolu ve Rumeli’ye çoktan beri Türkiye adını vermişlerdi ve doğal olarak o bölgede yaşayan halka da etnik fark gözetmeksizin Türk diyorlardı.

Mustafa Kemal de 1 Mayıs 1920′de BMM deki konuşmasında, “(Büyük Millet Meclisi’ni) teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır” (2)diyordu. Bir başka vesileyle de Mustafa Kemal benzer şeyler söylüyor, Anasır-ı islamiyeden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek istiyordu:

“Bu hudud- u milli dahilinde tasavvur edilmesin ki, anasır-ı islamiyeden yalnız bir cins millet vardır. Çerkes vardır ve anasır-ı saire-i islamiye vardır. İşte bu hudut, memzuç bir halde yaşayan bütün maksatlarını, bütün manasıyla tevhit etmiş olan kardeş milletlerin hudud-u millisidir. (Hepsi islamdır, kardeştir sesleri). (3) Karesi mebusu Abdülaziz Efendi de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki bir konuşmasında [19 Şubat 1920] şunları söylüyor: ” [Türkten] maksat Türk, Kürt, Çerkes, Laz gibi anasır-ı muhtelife-i islamiyedir. Bu böylemidir? (Hay hay, öyledir sadaları, alkışlar]. Eğer Türk kelimesinin manası bu değilse, rica ederim, burada nutuk iradedildikçe Türk tabiri yerine anasır-ı islamiye densin.”

MÜBADELEDEKİ KRİTER ETNİK DEĞİL, DİNİDİR

Lozan Konferansı gereği yapılan nüfus mübadelesi de yukardaki yaklaşımın devam ettiğini gösteriyor. Nüfus mübadelesindeki kriter etnik-kültürel değil dinîdir. Bu konuda Sevan Nişanyan şunları yazıyor:

“Türkçe konuşan, Grek hafleriyle yazan ve kiliselerinde Türkçe dua eden Karamanlılar ve Pontus Ortodoksları, ısrarlı protestolarına rağmen ‘Rum’ sayılarak sınır dışı edilmişler, buna karşılık ırk ve anadil unsuru göz önüne alınmaksızın Girit ve Rumeli’nin Müslüman halkı ‘Türk’ sayılarak muhacerete kabul edilmişlerdir. Cumhuriyet döneminde anadili Rumca olan Müslüman Of’lular, cumhurbaşkanlığı (Cevdet Sunay), bakanlık (Adnan Kahveci) , cunta üyeliği (Alb. Ahmet Kahraman) ve diyanet ileri başkanlığı (Dr. Mustafa Yazıcıoğlu) makamlara yükseleceklerdir. Buna karşılık anadili Türkçe olan hıristiyanların aynı mevkilere gelebileceklerini düşünmek, muhayyile sınırlarını zorlar” – . (4-5)

İlerleyen dönemde, özellikle ırk esasına dayalı millet anlayışının (ırkçı milliyetçiliğin) abartıldığı 1930′lu yıllar ve sonrasında retorik değişse de bu anlayışın varlığını koruduğu görülüyor.

ATEŞKES ANLAŞMASI TESLİMİYETİN İFADESİ

Misak- ı Milli Beyannamesi’nde ülkenin sınırları konusunda ateşkes anlaşması [Mondros Mütarekesi] sırasındaki durumun kabulü, sınırlar ve vatan kavramıyla ilgili soruları akla getiriyor. Aslında bu tür bir yaklaşım teslimiyetin ifadesidir. Eğer ateşkes anındaki durum farklı olsaydı, mesela Ankara işgal edilmiş olsaydı o zaman vatan topraklarınını sınırı da farklı olurdu. Bunun tersi de pekala mümkündü. Düşman orduları 30 Ekim 1918′deki hattın gerisinde durdurulmuş olsaydı, ülke sınırları, dolayısıyla Misak-ı Milli’ye dahil edilecek topraklar daha geniş olurdu.

Eğer bir ülkenin toprakları işgal edilmişse bu haksız bir durumdur ve düzeltimesi gerekir. Kuvayı Milliyeciler öyle bir talepte bulunmayı asla akıllarından geçirmiyorlar. O kadar ki, emperyalist işgalcilerin Mondros Mütarekesine rağmen işgale devam etmesini bile sorun etmiyorlar…

ERMENİ VE RUMLARIN MALLARINA EL KOYDULAR

Misak-ı Milli Beyannamesinin altı maddesinin de ihlâl edildiğine bakılırsa, Kuvayı Milliyeciler her koşulda emperyalist itilaf devletleriyle uzlaşmaya, onların tüm isteklerini kabule hazırdılar ama bir şartla: Kutsal devletleri korunacaktı. Onlar için hududun şuradan veya buradan geçmesi önemli değildi. Zaten millet‘ten anladıkları da devletti. Devleti kurtarmak milleti ve vatanı kurtarmakla özdeşti. Osmanlı yönetici bürokrasisinin ve katledilen ve/veya sürgün edilen Ermenilerin ve Rumların mallarına el koymuş Müslüman-Türk tüccar sınıfının çıkarı milli çıkar sayılmıştı.

O halde Lozan Konferansında son derece mütevazı Misak-ı Milli şartlarının dahi budanması nasıl açıklanabilir? Osmanlı İmparatorluğunun yaklaşık son yüzyılı, Avrupalı emperyalistlerden birine vaya diğerine yaslanıp, aralarındaki çelişkilerden yararlanarak ayakta kalma “ilkesine” dayanıyordu.

Dönemin hegemonik emperyalist gücü olan İngiltere ve ikinci derecede emperyalist-sömürgeci bir güç olan Fransa, imparatorluğu doğrudan sömürge statüsüne indirgemek yerine – ki, bu diğer emperyalist güçlerle sorun yaratmak demekti- onu yarı-sömürge statüsünde muhafaza etmeyi yeğlediler.

Bütün bu zaman zarfında Osmanlı yönetici elitinde emperyalist bir güce -tercihan Büyük Britanya’ya- dayanmadan varolamıyacaklarına dair bir “bilinç” oluştu. Fakat İngiltere 19. Yüzyılın sonuna doğru [1895] yukardaki yaklaşımdan uzaklaştı. Mondros Mütarekesi sonrası dönemde tüm kesimlere hakim olan bilinç emperyalistlerin insafına sığınmak şeklindeydi.. İtilaf devletlerini incitecek, gücendirecek hiçbir söz söylememeye, hiçbir eylemde bunumamaya büyük özen gösterme leri bu yüzdendir. Hepsinin kafasında az-çok su soru vardı:

“Acaba başta ingiltere olmak üzere düvel- muazzama bize neyi münasip görüyordu…”

SİVAS KONGRESİ’NDE MANDA TARTIŞMASI TESADÜF DEĞİLDİ

Anlamaya çalıştıkları o idi. Sivas Kongresi’nin manda tartışmalarıyla geçmesi bir tesadüf değildi. Kongreye katılan delegelerin sorunu, hangi devletin mandasına girmek ehven-i şerdir, ya da acaba bizi hangisi kabul eder sorularının tartışmasıyla geçmişti. Bir Amerikan mandasının ehven-i şer olduğu düşüncesi ağır basıyordu ama Amerika Birleşik Devletleri Anadolu’da bir manda rolü üstlenmeye yanaşmamıştı.

Dönemin belgeleri, konuşmalar, emperyalistlerle temaslar süresince takınılan tavır, ‘Barış Konferanslarındaki’ Osmanlı delegasyonunun tavrı ve benimsenen üslûp, söylediğimizi doğrular neteliktedir.

Durum böyle olduğu halde resmi tarih çok farklı bir söylem geliştirdi ki, bunların başında yedi düveli yenme safsatası geliyor. Fakat hepsi bu kadar da değil… Lozan, savaş meydanlarında kazanılan zaferin diplomatik alandaki taçlandırılması olarak sunuldu, hâlâ da sunulmaya devam ediyor.

LOZAN: BİR ANTİEMPERYALİZM MASALI NASIL YAZILDI

Oysa Lozanla ilgili gerçek tam da Tolga Ersoy’un kitabının başlığına uygun düşüyordu: “Lozan: Bir Antiemperyalizm masalı Nasıl Yazıldı?“. (6)

Yedi düvel yenilmedi ama Lozan’da yedi düvelin her istediğine razı oldular. Oysa, mütareke’den sonra İtilaf devletlerine tek kurşun atılmadı. Bir tek Yunanlılarla savaşıldı ki, emperyalist güçler Yunanlılara desteği kesip 1920′den sonra Kuvayı Milliyecilerle uzlaşma tercihi yaptıkları andan itibaren Yunan ordusunun Anadolu’da tutunması imkânsızdı.

Kaldı ki, Yunanlılarla savaş resmi tarihin ısrarla abarttığının aksine sınırlı bir savaştı. 15 Ekim 1921′de imzalanan Türk-Fransız İtilafnamesi emperyalistlerle uzlaşmanın başlangıcıydı ve söz konusu İtilafname Misak-ı Milli’nin açık ihlâli anlamına geliyordu…

MİSAK-I MİLLİYE VE YEMİNİ HATIRLATMANIN BEDELİ

“Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı” sadece Türkiye ile İtilaf devletleri arasındaki sorunları emperyalizmin tek yanlı çıkarına olarak çözen bir antlaşma değil, Ortadoğuyu biçimlendiren, bölgedeki emperyalist çıkarları güvence altına alan bir düzenlemeydi. Söz konusu antlaşma zaten son derecede mütevazi şartlar içeren Misak-ı Milli’nin de gerisindeydi.

Türkiye Lozan’da fiilen olmasa da hukuken hålâ Osmanlı İmparatorluğuna ait olan Suriye, Irak, Lübnan, Filistin’in manda yönetimlerine bırakılmasını kabul etti. Aynı şekilde Mısır, Sudan ve Libya üzerindeki tüm haklarından vazgeçti.

Limni, Semandirek, Midilli, Sakız, Sisam, adaları dahil 12 ada Yunanistan ve İtalya’nın hükümranlığına bırakıldı. İskenderun sancağı Suriye sınırları dahil edilerek, geçici nitelikteki Türk-Fransız İtilafnamesi onaylandı. Batı Trakya Yunanistan’a, Musul İngilizlere bırakıldı.

Sonuç itibariyle söz konusu antlaşmayla, Batı Trakya, Ege adaları, Musul, İskenderun sancağı [bugünkü Hatay vilayeti] , Batum [Gürcistan sınırlarına dahil edildi] Misak-ı Milli’ hilafına “çözüldü”…

TÜRK DONANMASI BOĞAZLARA GİREMEDİ

Türk donanmasının Çanakkale ve İstanbul boğazını girişi yasaklandı (ve bu durum 22 Temmuz 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi, imzalananıncaya kadar devam edecekti), Osmanlı borçları kabul edildi ve 1951 yılına kadar da ödendi,

“…beş sene müddetle- Türkiye’de adli idare ıslah edilene kadar- hukukçulardan müteşekkil bir müşavirler heyetinin” Türkiye’de görev yapması kabul edildi ki, bu durum Türkiye’de 1920′li yıllarda yapılan “hukuk inkilabının’ gerisinde kim olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye hukuk sistemini emperyalizmin ihtiyaçlarıyla uyumlandırma sözü verdiğinde kapitülasyonların kaldırılması artık sorun olmaktan çıkmıştı.

Kaldı ki, İttihatçılar kapitülasyonları tek taraflı olarak daha önce kaldırmışlardı. Zaten Kapitülasyonlar da emperyalizm için anlamını çoktan yetirmişti, zira, Türkiye burjuva hukukunu kabul edeceği sözünü verdiği koşullarda, hukukî kapitülasyonların kaldırılması emperyalizm için sorun teşkil etmiyordu. Nihayet, Lozanda gümrüklerin beş yıl süreyle eski düzeyinde korunacağı taahhüt edildi.

İZMİR İKTİSAT KONGRESİ’NDE VERİLEN MESAJ

Birinci Lozan görüşmeleri kesildiği koşullarda, alel acele toplanan İzmir İktisat Kongresi’yle, emperyalist kampta kalınacağı, emperyalizmin ekonomik-ticari-finansal çıkarlarına zarar verilmeyeceği imâ edildi…

İşte resmi tarihin eşine az rastlanır bir diplomatik zafer saydığı, her yılın 24 Temmuz’unda resmen kutlanan, ‘ateşli nutuklar atılan’ şu ünlü Lozan antlaşması böyle bir şeydi…Bu durum,yenilginin, teslimiyetin nasıl bir zafer olarak sunulabildiğinin ve buna insanların nasıl inandırıldığının ibret verici bir örneğidir.

Misak-ı Milli diye yola çıktığını ilân eden, her vesileyle Misak-ı Milli’den söz eden BMM üyelerinin bu kadarını kabullenmesi elbette kolay değildi. Lozan Konferansı’na gönderilen İsmet Paşa başkanlığındaki Türk delegasyonu, başta İngiliz heyet başkanı Lord Curzon olmak üzere, emperyalist delegasyonların dayatmaları karşısında bir varlık gösteremedi.

BMM’nin heyete verdiği, sınırlar, Adalar, Batı Trakya, Boğazlar, azınlıklar, kapitülasyonlar ve borçlarla ilgili, vb. talimatla, emperyalist cephenin talepleri arasında bir “uyum” ve “uzlaşma” mümkün olmadı. Bunun üzerine görüşmeler kesildi (4 Şubat 1923).

Mustafa Kemal 23 Nisan 1920′de kendini BMM başkanı seçtirmeyi başardığı tarihten itibaren, sahsi iktidarını güçlendirmek için sürekli mücadele etti. Tüm çabalarına rağmen BMM üzerinde tam hakimiyet kurmayı başaramadı. Daha Lozan’a gönderilecek heyetin seçiminde sorunlar çıksa da Mustafa Kemal, İsmet İnönü başkanlığında bir heyeti Meclise kabul ettirdi.

ALİ ŞÜKRÜ BEY GÖZDAĞI İÇİN ÖLDÜRÜLDÜ

Birinci tur Lozan görüşmelerinde dayatılan koşulları mevcut meclis kompozisyonunun kabul etmesi mümkün görünmüyordu. Lozan’da verilen tavizlere en şiddetli eleştirileri yönelten şahsiyetlerden biri olan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey hunharca katledildi. Bununla BMM üyelerine gözdağı veriliyordu… Böylece itiraz edenlere bir mesaj verildi ama Mustafa Kemal bu kadarıyla yetinmeyerek, meclisi feshetti ve birkaç kişi dışında muhaliflerin yeniden seçilmesi engellendi.

Misak- ı Milli Mustafa Kemal ve dar ekibi için artık bir ayakbağı haline gelmişti. İsmet Paşa delegasyonuna ve Rauf Bey Hükümetine sert eleştiriler yönelten İzmit milletvekili Sırrı Bey’in Misak-ı Milli Beyannamesini bizzat kaleme alanlardan biri olduğunu hatırlatması üzerine Mustafa Kemal, “Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz” (7) dediği biliniyor.

Lozan ‘barış görüşmeleri’ üzerinde Meclis’te sert tartışmalar sürerken, söz alan Mustafa Kemal, “Misak-ı Milli’nin ne olduğunu önce anlamalı, ondan[sonra] mütecavizlerin kimler olduğunu ortaya koymalı. Misak-ı Milli hiçbir zaman şu hat şu hat diye hiçbir zaman hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Heyet-i Celile’nin iabet- hazarıdır” demişti.

MİSAK-I MİLLİ’DE AÇIKÇA BELİRLENMİŞ SINIRLAR YOK

Mustafa Kemal eleştirileri püskürtmek için hep sınırların belirsizliği argümanını kullanmayı yeğledi. Gerçekten de Misak-ı Milli’de açıkça belirlenmiş sınırlardan söz edilmiyordu.

Beyannamenin birinci maddesindeki “mütareke hattı haricinde ve dahilinde” ibaresi bu tür manipülasyonları kolaylaştırıyordu.

Gerçekten de mesele sınır meselesi değil, “milletin menfaatiydi” milletten kastedilen de devletti, orada söz konusu olan kutsal devletin sahipleriinin menfaatiydi… Misak-ı Milli’ye dahil olan Musul savaşsız, çatışmasız İngilizlere bırakılmıştı ama hâlâ “Kerkük Türktür, Türk kalacak” türü nutuklar atılıyor. Misak-ı Milli’ye dahil olmayan Kıbrıs için ‘barış harekâtı’ düzenlenip adanın kuzeyi işgal ediliyor…

KÜRTLER MİSAK-I MİLLİ’NİN NERESİNDE DURUYORDU?

Bilindiği gibi, Misak-ı Milli Beyannamesi’nde Kürt adı geçmiyor. Birinci maddede “din ortaklığından”, “Osmanlı İslam ekseriyetinden”, “ayrılık kabul etmez bir bütün”den söz ediliyor. Milli Mücadele boyunca, “Türklerin ve Kürtlerin Misak-ı Millisi”nden, self determinasyon’a, muhtariyete, mahalli idare kurma hakkına varıncaya kadar bir dizi vaadde bulunulsa, Kürtlerin farklı bir etnik kökene sahip oldukları çekingen bir tarzda da olsa da ifade edilse de, o dönemde geçerli ‘millet’ anlayışından ötürü, Kürtlerin Türk Milletinden sayıldığı izlenimi ortaya çıkıyor.

Fakat gerek beyannamenin birinci maddesi, gerekse de Mustafa Kemal’in 18 Aralık 1919 tarihli demeci, daha işin başında çelişkiyi ortaya koyuyor. Nitekim, Mustafa Kemal söz konusu demecinde şunları söylüyordu:” [...]devlet için milli yeni bir hudut kabul ettik [...] Bu hudut ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırıyla meskun aksamı vatanımızı tahdit eder”. (8)

Kürt yurdu olan Musul Vilayeti 2 Kasım 1918’den itibaren İngilizlerin işgali altında olduğuna göre, Kürdistan’ın bölünüp-parçalanmasına razı olunduğu, bu durumun sorun edilmediği anlalışıyor…

Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’deki demecindeyse, “(Erzurum Kongresinde) vatan hududu dahilinde yaşayan anasır-ı İslamiyenin her birinin kendine mahsus olan muhitine, âdatına, ırkına mahsus olan imtiyazatı bütün samimiyetle ve mukabilen kabul ve tasdik edilmiştir” (9) diyor.

Açıkça ifade edilmese de Kürtlerin self-determinasyon hakkına sahip oldukları imâ edildiyor. Fakat Amasya Protokollerinde daha net ifadeler kullanıldığı görülüyor. Bir taraftan bu tür beyanatlar verilirken, diğer yandan da Türk, Kürt, Çerkes, vb. birliğine ve bunların bölünmezliğine yapılan vurgunun dozu artıyor. Develetin durumu netleştikçe, başta Mustafa Kemal olmak üzere, yönetici kliğin duruma hakimiyeti pekiştikçe, emperyalistlerle anlaşma yolunda mesafe kaydedildikçe, uslubun da değiştiği görülüyor. Bu sorunla ilgili yapılan tüm konuşmalar mutlaka birliğe-bölünmezliğe yapılan bir vurguyla bitiyor.

HEDEF KÜRTLERİ DE TÜRKLEŞTİRMEK

Meclisin ve hükümetin hem Kürtlerin, hem de Türklerin meclisi ve hükümeti olduğu, Lozan Konferansı’na giden heyetin Türkleri ve Kürtleri temsil ettiği, Misak-ı Milli’nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Misak-ı Milli’si olduğu ifade ediliyor.

Eğer söylemin lafzından ziyade ruhu dikkate alınırsa, asıl niyetin Kürtleri Türkleştirmek olduğunu söylemek mümkündür. Adadolu’da Türk ırkına dayalı bir devlet-ulus kurmak isteyenler, ülkeyi Rum ve Ermenilerden temizleyerek zaten bu yolda büyük bir mesafe kaydetmişlerdi. Geriye Kürtleri Türkleştirmek, değilse hizaya getirmek kalıyordu. TC elbette Kürtlerle birarada yaşamak isitiyordu ama bir şartla: Kürtler hiçbir hak talebinde bulunmadıkları sürece…

TC iktidarının bu tür bir politika uygulayabilmesi, bizzat Kürtler tarafından da kolaylaştırılmıştı. Nitekim herbiri ayrı bir ‘devletçik’ halindeki Kürt aşıret şefleri arasındaki bölünmüşlük ve rekabet, onların gelecekleriyle ilgili ortak tavır almasını, ortak bir politik proğram izlemesini olanaksız hale getirmişti.

Bir bölüğü açıkça Kuvayı Milliyecilerle ortak hareket ederken, bir bölüğü de silahlı mücadele yürütüyordu, bir başka kesim iki taraf arasında ‘kararsızdı’, vb. Zaten Kürt aşiret reisleriyle Kuvayı Milliyeciler arasındaki “muğlak mutabakat” Hilafet Makamı’nın tasfiyesinden sonra problemli hale gelmişti.

Resmi söylem, sorunun Lozan Konferansı’nda çözüldüğünü, Kürtler Lozan’da temsil edilerek Self- determinasyon hakkını kullandıklarını, artık söyleyecek sözlerinin olmadığını ileri sürerek, sorunu kapatmaya çalışıyor.
-
KÜRTLER LOZAN’DA TEMSİL EDİLDİ Mİ?

Gerçekten Lozanda Kürtler temsil edilmiş miydi? Edilmişse ne kadarını kim temsil etmişti? Bu soruların burada cevaplanması için yerimiz yok ama şu kadarını söyleyebiliriz: Kürdistan’ın güneyi [Musul Vilayeti] ingiliz işgali altında olduğuna göre, Lozan’a o bölgeden temsilcilerin katılması zaten mümkün değildi. Üstelik Kürtler İngilizlerle savaşmaktaydı. Daha baştan İngilizlerle anlaşarak Kürt yurdunun parçalanmasına onay verenlerin bu gün hâlâ Kürtlerin self-determinasyon hakkını kullandığını söylemesi ne anlama geliyor?

Resmi tarih imalatçılarının zorlamaları ve imal ettikleri safsatalar bir yana bırakılırsa, TC’nin sınırları ‘yedi düvele’ karşı ‘ulusal bir kurtuluş savaşı’ veren Kuvayı Milliyeciler tarafından değil, emperyalistler tarafından ve onların tekyanlı çıkarlarını gerçekleştirecek biçimde çizilmişti.

EMPERYALİSTLER ERMENİSTAN’IN KÜÇÜLMESİNİ İSTEDİ

Daha önce başka yerde (10)yazdığım gibi, Sovyet Devrimi ve iç savaşta Bolşeviklerin zaferi, emperyalist hesapları alt-üst etmişti. Bolşeviklerin zaferi ve devrimin yayılma potansiyeli karşısında başta İngiltere olmak üzere emperyalist güçler, Sevre Antlaşması’nda tâdilat yapmak zorunda kaldılar.

Orhan Dilber’in ifade ettiği gibi, “Zaten asıl büyük değişiklik Türkiye’nin Misak-ı Milliye göre genişlemesi biçiminde değildir. Nitekim yukarda gösterildiği gibi, bu bakımdan bir daralma söz konusudur. Bu nedenle söz konusu değişikliği Kuvayı Milliye’nin Misak-ı Milli aşkıyla daha büyük topraklar fethetmesi biçiminde yorumlamak yerine, emperyalistlerin Büyük Ermenistan ve bir özerk Kürdistan’dan vazgeçmesi biçiminde yorumlamak gerekir.Türkiye’nin sınırlarının bir tek bu çerçevede genişlemiş olması ve başka cephelerde bilakis geri çekilmiş olması da bu yorumu açıkça doğrulamaktadır. Bu bakımdan emperyalistler Ermenistan’ın küçültülmesini tercih etmiş ve Batı Ermenilerini de buna razı etmişlerdir. Kürtlerin kuzeyde kalan kesimini de 7 düvele karşı savaş havasındaki azgın Kuvayı Milliyecilerin önünde yalnız bırakmışlardı.” (11)

TÜRKİYE’NİN SINIRLARINI BELİRLEYEN FAKTÖRLER

Dolayısıyla, Türkiye’nin sınırlarını belirleyen başlıca faktörler: Bolşeviklerin Çarlık döneminde işgal ettiği topraklardan çekilmesi, ABD’nin de Sevre’den doğan haklarından vazgeçmesi ve Sovyet devriminin emperyalist dünyada yarattığı korkudur. İşte TC’nin ve Ortadoğu’nun savaş sonrasında aldığı biçim bu üç faktör tarafından belirlenmişti. Artık o aşamada sorun, sınırların şuradan veya buradan geçmesi değil, emperyalist çıkarları tehdit eden komünist yayılmayı engellemekti ve T.C. bir tampon bölge olarak bu işlevi yerine getirecekti…

Dipnotlar

1- Tarih IV, Türkiye Cumhriyeti 1931, s. 64. İstanbul Devlet Matbaası,
2 – Bkz: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, III, TTK yayını, s. 73.
3 – 23.4. 1920’de BMM açış konuşması.
4 – “Kemalist Düşüncede “Türk Milleti” Kavramı”, Türkiye Günlüğü, Mart-Nisan 1995 ss: 127-141.
5 – Yazar, isimleri sayfa altındaki notta veriyor, ana metne tarafımdan eklenmiştir.
6 – Bkz: Sorun Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2004.
7 – Bkz: TBMMGCZ,III, s. 1319.
8 – Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 12.
9 – Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, 2.baskı, s.30.
10 – Paradigmanın İflası, Özgür Üniversitie Kitaplığı.
11 – Bkz: “Bir Emperyalist Saldırı Projesi [BOP]Orhan Dilberle Söyleşi”, in Ozguruniversite.org Güncel Yazılar, 7 Nisan 2006.

KAYNAK: http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/471-misak–milli–bir-efsaneyi-sorgulamak

Mustafa Kemal Paşa Halep’te esir düşmüş
Mustafa Armağan
m.armagan@zaman.com.tr



Kobani ile gündeme yeniden gelen Suriye’de bundan 96 yıl önce yakın tarihimizin en sarsıcı olayları yaşanmış, 402 yıl idaremizde kalmış olan Şam ve Halep İngilizlere terk edilmişti. Tarih kitaplarımızda tam bir kale önü karambolü halinde anlatıldığı için Mustafa Kemal Paşa’nın Halep’te esir düştüğü ve ancak fidye vererek esaretten kurtulabildiği pek bilinmez.

Yavuz Sultan Selim Suriye’ye 1516 yılında Mercidabık’tan girmişti. Kaderin acı cilvesine bakın ki, Suriye ve Arap topraklarındaki son muharebemiz ve teslim oluşumuz da aynı civarda gerçekleşti. Mercidabık dediğimiz Haleb’in 38 km kuzeyinde, Antakya’dan Menbiç’e giden yol üzerinde, Kuveyk ırmağı kenarındaki Dâbık adlı yerleşim yeri yakınında olup Kilis’in burnunun dibindedir. (Merc Arapçada ‘sahra’ veya ‘çayır’ demek. Dâbık ise bir yerleşim yerinin ismi.) Mercidabık IŞİD’in yıktığı Hz. Davud’un türbesiyle meşhurdu.

19 Eylül 1918 sabahı. Kudüs’ün kuzeyinde mevzilenmiş üç Osmanlı ordusu Gen. Allenby’nin üstün kuvvetlerine karşı mücadele vereceklerdir. 4., 7. ve 8. ordularımıza sırasıyla Mersinli Cemal, Mustafa Kemal ve Cevat paşalar kumanda ediyordu. Tafsilatını Derin Tarih’in son sayısında anlattığım bu kritik savaş hezimete dönüşecek ve sadece 10 günde tam 560 km toprak kaybedecektik. Nablus’tan Şam’a 10 günde perişan halde ricat eden birliklerimize bu defa Halep’e çekilme emri verilirken kuvvetleri iyice eriyen Mustafa Kemal Paşa’ya Rayak’a gidip direnişi örgütleme emri verilecektir. Bazı püskürtme başarılarına rağmen İngiliz hücumları ancak karargâhımızın Toroslara çekilmesiyle duracak ve tam bu sırada Mondros Mütarekenamesi imdadımıza yetişecektir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Halep’te karargâh olarak kullandığı ve içinde bedevilere bin altın vererek esaretten kurtulduğu ünlü Baron Hotel yakın zamanlara kadar hizmet veriyordu.

Osmanlı Devleti’ni teslim olmak zorunda bırakan bu ricat tarihlerimizde üstünkörü geçiştirilir ve içlerinde sadece M. Kemal’in kuvvetlerini ‘başarıyla geri çektiği’ söylenir. Kusura bakmayın ama bunun, okuyanı aptal yerine koymaktan farkı yok. Bizden başka hiçbir ülkenin tarihinde ana vatan topraklarından 600 küsur km geri çekilmeye başarı denilmez. Bir başarı varsa süvari birlikleriyle benzersiz bir zafere imza atan Allenby’ye aittir ve bu hezimette Enver Paşa’dan M. Kemal’e kadar herkesin suçluluk payı vardır.

İtiraf etmek zor gelse de Tek Adam’ı parlatmak adına yapılan tarihi mıncıklama operasyonuna artık son verilmeli ve yenilgilerimizin tarihi de adam gibi yazılmalıdır. Maziden alacağımız dersler yere düştüğümüz noktaları iyice tanımaktan geçer de ondan.

40 günde Osmanlı Devleti’ni çökerten Filistin-Suriye yenilgisinin hazin hikâyesi henüz yazılmamıştır. Bazı sarsıcı sahneleri ise hemen hiç…

ATASE belgeyi neden saklıyor?

Hatırlayan olacaktır, bir ara Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı ATASE arşivindeki bir belgeden bahsetmiştim. Belgeyi 2 yıl önce bir mektupla ATASE’den istemiş ama cevap bile vermeye layık görülmemiştim. Saklasınlar, nasıl olsa günün birinde çıkacak ortaya. Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyları vardır zira!

İşte o belgenin Ayfer Özçelik’in Ali Fuat Cebesoy konulu doktora tezindeki kod numarasını buracığa yazıyorum (Not: Ayfer hanıma belgeyi sadece ‘göstermiş’ ama fotokopi almasına izin vermemişler):

ATASE Arşiv 5/7855, Kl. 4521, Dos. 16 (14-H), fh. 69.

Bundan sonra da vermezlerse gayri vebali boyunlarına.

Buradan soruyorum:

Belgeyi vermeyince vatanı mı kurtarmış oluyorsunuz? Yeter artık, milleti ergen çocuk yerine koyduğunuz! Sakladığınız belgedeki hadiseyi onu bizzat yaşamış olan Mustafa Kemal Paşa kendi ağzıyla anlatıyor. O saklamamış 1926’da, açıkça anlatmış ama sizler 2010’lu yıllarda korumaya almışsınız! Bu nasıl bir zihniyet?

Anlayan anladı sanırım; şimdi biz dikkatimizi belgenin satırlarına yöneltelim en iyisi.

Hadise şu:

25 Ekim 1918 günü M. Kemal Paşa İngilizlerin amansız taarruzu karşısında Ali Fuat (Cebesoy) Paşa komutasındaki 20. Kolordu’nun Katma’ya çekilmesi emrini verir. Kendisi Halep’teki karargâhındadır. Tam bu sırada şehri aniden istila ediveren bin .500 kadar bedevînin baskınına uğrar. Bedevî Araplar Mustafa Kemal’in karargâhına kadar ilerler. Prof. Özçelik’in aktardığına göre zor duruma düşen M. Kemal Paşa, yanında bulunan bin altını bedevilere vererek esaretten kurtulur!

Atatürk’ün kızkardeşi Makbule’yle birlikte nasıl karga kovaladığını anlatmaya üşenmeyen tarih kitaplarımızda onun esir düştüğü neden anlatılmaya değer görülmez dersiniz? Bakla tarlasındaki kargaların yanında esamisi okunmaz esaretin, değil mi? Hem bin altın nedir ki!

Şimdi bazılarının yelelerini şişirerek üzerime eğilmekte olduklarını düşünmek hoşuma gidiyor. Örümcek bağlamış hikâyeleri bir kenara atın da şimşekleri çaktırın tarih kitaplarında, bakın gençlerin gözleri nasıl parlıyor. Enkaza dönmüş İnkılap Tarihlerinin uyuşukluğundan kurtulmak tarihin yatağını yasaklarla kapatmamaktan geçiyor, bilesiniz.

“Bin altın verip kurtuldum”

Mustafa Kemal’in ağzından da aktaracağım bu ilginç olayı ama biraz sabır lütfen: Önce bir belgeyle bayram etsin gözleriniz. Hadisenin ertesi günü Yıldırım Orduları Kurmay Başkanı Sedat imzalı bir telgraf çekilir Başkomutanlığa. 25 Ekim öğleden sonra Şerif Hüseyin ordusuna mensup bin-bin 500 kadar bedevî süvarisinin Halep’e doğudan girdikleri ve hükümet konağını işgal ettikleri bildirilir. Sonrasını beraber okuyalım:

“Saat 2.30’dan sonra Merkez Komutanlığı ile Ordu Komutanlığı karargâhına taarruz etmişlerdir. Merkez Komutanlığı geçici olarak işgal edilmiş ise de bedeviler sokak muharebesi neticesinde def edilmişlerdir.”

Para kısmı hariç, birebir doğru. Ancak en tartışılmaz delil, Gazi’nin, Mahmut Soydan ile Falih Rıfkı Atay’a 1926’da anlatıp aynı tarihte “Milliyet” ile “Hakimiyet-i Milliye” gazetelerinde beraber yayımlanan hatıraları. Ben Atay’ın İş Bankası Yayınları’ndan çıkan “Atatürk’ün Hatıraları” (1965) kitabından aktarıyorum (s. 69-70). Olayın kahramanı anlatıyor:

“Halep’in şark cephesinin işgal olunduğuna dair karışık bir haber geldi. Yakın bir tehlikeyi gösteren bu haberin doğru olup olmadığını anlamak için bizzat o tarafa gitmeyi tercih ettim. Otomobilde (Suriye Valisi) Tahsin Bey, yaverim Cevad Abbas Bey vardı. Şehrin şark girişinde bir kalabalığın içine daldık. Bunlar asker kıyafetini taşıyan urban ve bedevilerdi. Esir olmuştuk.”

Esir düştüğünü itiraf eden Mustafa Kemal Paşa, eline bir kırbaç aldığını ve kalabalığa “Reisiniz kimdir? Çağırın” diye bağırdığını söyler. Bulunan reisten o akşam odasına gelmesini ister. Yine kendisi anlatsın, bakalım esaretten nasıl kurtulmuş:

“Sordum: ‘Benden ne istiyorsunuz?’ ‘Şimdilik bin altın, silâh, cephane’ dedi. Bin altını o akşam verdim, silâh ve cephane için vaat ettim.”

Esir olmuştuk… Bin altını verdim…

Tarih böyledir işte. Üzerine ne kadar gölge salmaya kalkarsanız kalkın meteoroloji güneşli bir günün müjdesini mutlaka verecektir. Gözü olana gün ışımıştır diyorum.
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/mustafa-kemal-pasa-halepte-esir-dusmus_2249989.html
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Mar 31, 2017 10:59 pm    Mesaj konusu: Fevzi (Çakmak) Paşa Ankara Meclisi'ndeki ilk konuşması Alıntıyla Cevap Gönder

Fevzi (Çakmak) Paşa Ankara Meclisi'ndeki ilk konuşmasını 27 nisan 1336** Salı günü Mustafa Kemal Paşa' nın Reis sıfatıyla açtığı 5. ictimanın ikinci celsesinde yapmıştır.

Konuşma şöyledir;

"Reis Paşa* - Meclisi açıyorum, evvela müsaade buyrulursa, çelebi efendi hazretlerinin bir takriri var okusun.

Katip Haydar Bey tarafından İstanbul' a bir heyet izamı hakkındaki takrir okundu. Kemal Paşa bu takriri ileri sürmekle Fevzi Paşa' ya söz verme fırsatını elde etmek istiyordu. Lakin buna sıra gelmeden Celaleddin Arif Bey*:

- Müsaade buyrulur mu? Fevzi Paşa hazretleri olayları şahsen görmüşlerdir, ihtisasatını tamamiyle bize bildirmeleri için kendilerinden istirham edelim, ihtisasatını bildirsinler, ondan sonra bu müzakereye vaaz edelim.

' Bahsedilen bu takrir Konya Mebusu Abdülhalim Çelebi ve arkadaşları tarafından meclise İstanbul ile anlaşmanın biricik selamet yolu olduğu hakkında verdikleri takrir idi.'

Reis Paşa - Fevzi Paşa hazretlerinin 5-10 dakika evvel istikbal ettik, yeni vasıl olmuşlardır. İstanbul' un ahvalinden, zatı şahanenin zatından, muhitinden, yakınından malumatta bulunuyorlar, tensip buyurursanız heyeti muhtereminize lazım gelen izahat ve malumatı ita buyursunlar.( hay hay, rica ederiz sadaları)

Fevzi Paşa alkışlar arasında kürsüye geldi.

Fevzi Paşa - Evvelemirde İstanbul' un esaret muhitinden kurtularak Ankara' nın hür muhitine geldiğimden dolayı cenabı hakka hamd ü şükran ederim.(alkışlar) ve beni karşılayan arkadaşlarıma derin şükranlarımı takdim ederim.

Efendiler; gerek padişahımız hazretleri ve gerek bendeniz 500 senelik baki payitahtımızın ilk defa düşman tarafından işgali faciasını görmek bedbahtlığına uğramış felaketzedelerdeniz. üç gün evvel İstanbul' un işgal edileceği haberi alındı. bunda bilhassa islam kanı dökmek ve bilhassa dökülen islam kanlarıyla yine islamları mahkum etmek cihet hainanesi düşmanlarımızca düşünülmüştü. bunun için gereken emir ve tebligat yapıldı ve ben bizzat harbıye nezaretinde gece gündüz mevcut bulundum. o gece ingilizler otomobillerle İstanbul, üsküdar, beyoğlu muhitine bahriye efradı çıkararak lazım gelen noktaları tuttular ve sırf fesat başlangıcı olmak üzere şehzadebaşı' ndaki 10. Kafkas Fırkası Karargahında bulunan karargah efradı üzerine hücum ederek mızıkacı erleri şehit ettiler.(kahrolsunlar sadaları) mızıkacı erleri meydana çıkararak birer birer öldürdüler. bir kısmı pencereden aşağı atıldı, bir kısmı yataklarında öldürüldü, bunların resimlerini fransızlar çıkarıp Avrupa'ya gönderdiler.(Allah rahmet eylesin sadaları) ancak evvelce verilen talimat ve daha sonra yapılan yayınlar sayesinde erler silahlı olarak sokaklarda bulunmadı. kışlalara çekildi. hiçbir tarafta kimsenin burnu kanamaksızın ingilizlerin fesatçı maksatla hazırladıkları tertip ve teşebbüsleri tanrıya şükürler olsun yalnız beş on neferin şehadetiyle neticelendi. o sırada İngilizler harbiye nezaretini işgal ederek benim nezaret odasına kadar süngülü neferlerini soktular. lazım gelen emirleri vermekliğimi tebliğ ettiler. zaten evvelce emir verildiği için ben kendilerini sükutla karşıladım. ancak göğüsüne düşman süngüleri dayanmış bir harbiye nazırı istanbul' un artık hür ve hilafet makamı meziyetini görmüş bir harbiye nazırı sıfatıyla pek üzgün bulunuyordum. derakab sadrazam' a malumat verdim. kabinenin toplanmasını emretti. o sırada 400' den fazla iki sıraya dizilmiş süngülü İngiliz eratı arasından geçerek kapılara birikmiş ermeni ve rum ahalinin hakaretli nazarları arasında( kahrolsunlar sadaları ) geçerek sükûnetle babıâli' ye gittim. hükümet lazım gelen protestoyu herhalde milletin şerefine lâyık bir surette yazmakta kusur etmedi ve o sırada gerek milli meclis' e karşı yapılmakta olan ve gerekse meclisi milliye karşı yapılmış ahvali, gerek askerlerimizin uyurken öldürülmesini protesto etti. bilhassa harbiye nezaretine karşı yapılmış tecavüzü protesto etti.

Ancak İngilizlerin maksadı etrafı korkutmak için nezaret makamında bulunmuş bir takım zevatı ellerine kelepçe vurarak yalın ayak, başı kabak, yük otomobillerine atarak hareketle şuradan buradan toplattıklarını haber aldım. sebebi sorulduğunda hiçbir cevap alamadım. mesele münevverlere karşı büyük bir tehdit savurmak ve İstanbul' da hakimi münferit kesilmek istedikleri anlaşılıyordu.

Cuma selamlığına gittiğim sırada zâtışâhane' nin selamlığa çıkıp çıkmamasını ingilizlere sormağa mecbur olduk. çünkü efendiler silahlı bir neferin dışarı çıkmasına müsade etmiyorlardı. halbuki zatışahane ve makamı hilafet şimdiye kadar tabii kuvveti cismaniye göstererek silahlı bir askeri kıta arasından adet olduğu üzere camii şerife teşrif buyurmaları lazım geldiğinden biz buna şüphesiz cesaret edemedik. böyle bir vaziyette ingilizlerin gelip silahları toplaması suretiyle hilafet makamını büsbütün hakir mevkiye düşürmesini istemedik. böyle bir vaziyette taviz vermeye mecbur olduk, asker göndermeye yalnız denizcilerden 50 kişilik bir müfreze gitti. daha sonra İngilizler müsaade istediler, sırf maiyeti seniyede bulunan biraz asker geldi. onlarından arasından zatışahane çok üzgün olarak geçerek camii şerife teşrif buyurdular.

Fazıl Paşa* - Hangi camiye paşam?

Fevzi Paşa - (devamla) Yıldız' da Hamidiye Camiine efendim. Namazdan evvel beni kabul ettiler, fevkalade müteheyyiş bulunuyorlardı. buyurdular ki ben böyle azabı elim içinde camiye gitmek istemiyordum. fakat vazifei diniyedir. vazifeyi diniyeyi geri bırakmayı münasip görmedim. cenabı hakka karşı bir ibadettir, ancak elli senelik mesainin gerek benim ve gerekse sizin kabinenin üzerine yıkıldığını görmekle fevkalade üzgünüm. enkazın altında ezildik, diyerek teessüf buyurdular. ayağa kalktılar, birkaç defa büyük üzüntü ile bendenize hitap ettiler. teselli verecek hiçbir şey yoktu. birkaç defa ingilizler harp gemilerinin toplarını çevirmişler, güya uzaktan atılamazmış gibi köprüye kadar sokularak zırhlıların bir kısmıyla her türlü tehditleri yapmakta kusur etmemişlerdi. oradan çekildik, hergün yeni tevkifler ve tehditlerle karşılaşıyorduk. zatışahane ertesi günü selamlıkta bendenizi tekrar kabul buyurdular. dediler ki; aman anadolu ile irtibatı temin ediniz, bendeniz dedim ki; irtibat müheyyadır, ancak ingilizler mani oluyorlar. her bir telgrafımızı kontrole tabi bulunuyorlar. şüphesiz her bir suhuleti gösteriyoruz, ancak ingilizler tarafından duçar olduğumuz güçlük bizi büyük bir tazyik içerisinde bulunduruyor. bu maruzatın üzerine; sakın siz çekilmeyiniz ve anadolu ile irtibat tesis ediniz buyurdular. bendeniz bu ferman üzerine yaverimi göndermek hususunda teşebbüs ettiğim gibi kabine de bazı zevatın gönderilmesine teşebbüs etti. ingilizler muvafakat ettiler. gönderildiğini ve her bir taraftan da bazı kolordularla irtibatlarımız arzettiğim vakit fevkalade memnun oldular. ve bu suretle meselenin hüsnü suretle hallolacağını ve İstanbul' un işgalinden ingiltere' nin beklediği gayenin artık kaybolmak üzere bulunduğu hissolunuyordu. biz de memnunduk. bu sırada efendiler, bendeniz, üzerinde vaki olan tazyikler de kaldırıldı. çünkü samimiyetle ingilizlere diyordum ki; tehdit ile birşey yapamazsınız. siz bizi tatmin ederseniz hayat bahşedersiniz, biz herşeyi yapmaya hazırız ve bu tatmin de benimle olmaz, belki kabineyi tatmin ediniz, bu ricamız aksi tesir yaparak hergün kabineye nota bombardımanı başladı, gece gündüz şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş gibi en ufak şeylerle kabineyi taciz ederek çekilmeye icar ettiler. Filhakiki kabine de bir iki hafta müddetle baskıya dayandı. bu tazyiklerin esasını efendiler kuvayi milliye' nin red ve kabahatlendirilmesi teşkil ediyordu. kavuya milliyeyi reddediniz diyorlardı. bizce kuvayi milliyenin haksız işgallerden ortaya çıktığını, izmir' in işgalinde yunanlıların birçok zulüm yaptıkları Avrupa' nın bitaraf devletler tarafından tasdik olunduğu görünürde iken bizim kuvayi milliyeyi ve bu tazyikten doğmuş cepheyi reddetmemiz doğrudan doğruya milletimize bir ihanet olurdu. biz bunu yapamayız.( alkışlar) İzmir' in bununla beraber şark vilayetlerinin tecavüzüne uğrayacağına dair sık sık rivayetlerin ortaya çıkması ve bir pontus hükümetinin trabzon, samsun havalisinde karadeniz sahillerinde zuhur etmek üzere bulunduğuna dair pek çok havadislerin dolaşması, büsbütün milleti heyecana getirdi ve bu suretle kuvayi milliye teşekkül etmiştir. bu teşekkülden maksat milletin haksız olarak duçar olduğu saldırılara karşı ırz ve namusunu meşru bir surette savunma ve muhafaza etmek istiyordu. orduyu kullanamıyoruz, millet bunu görüyor. tabii meşru nefis müdaafasında bulunuyor, milletin bazı harekâtı vardır. biz bunu reddedemeyiz. ancak şunları reddederiz. kuvayi milliyenin namına bazı taşkınlıkların harekatı vardır, millete bazı yerlerde fenalık yapanlar bazısını öldürür, bazısını kaldırır, bu harekat milletin arzusu dahilinde değildir. keyfi bir takım ticaret yapanları reddetmek istiyoruz. fakat umumiyet itibariyle kuvayi milleye namına bir reddiye yazmak doğrudan doğruya kendisini iskât etmek demektir. hükümet ancak milletin arzusu ile ve millete faydalı olmak için iktidar mevkiine gelir. milletin zararı için mevkii iktidarda duramaz. bizim bu nota teatisi esnasında tekrar bir olay oldu. dediler ki nerde Kuvayi Milliye köprüleri bozdu ise oradan İstanbul' a erzak gelmiyor. istanbul aç kalırsa kuvayi milliye evvela sorumludur. sonra da siz sorumlusunuz, çünkü Kuvayi Milliyeyi reddetmediniz, ve bu devirde şunu da söylemekten çekinmediler ki biz Amerika' dan un getireceğiz, fakat bunu hristiyanlara vereceğiz, islamları düşünmeyeceğiz.(kahrolsunlar) maksat bize tazyik edip, illaki Kuvayi Milliye'yi red ve tel in ettirmekti. tekrar bendeniz bunu üzerine telgraflar yazdım. aman köprüleri bozmayınız, erzak gönderiniz buraya, biliyordum bunların tesiri olamazdı. nihayet efendiler bir nota yazdık. şimdiye kadar arzettiğim hususatı tafsilatlı olarak hikaye ettik, çünkü bu arzettiğim maddelerin bir kısmı hariciyemize giriyor, şifahi notalarla, şifahi takrirlerle anlatılıyordu. bunlar tarih sayfalarına geçmeyecek ve inkâr edecekler diye bunları tafsilatlı olarak yazdım. bir nota yazdık ve bu notada dedik ki bizim maksadımız sulhü sağlamaktır ve bu sulh ile biz bizzat osmalıların memleketini kurtarmak değil, dünya sulhûnü temin edeceğiz. millete kabul ettireceğiz ve sizin bize bahşedeceğiniz adilane şartlarla sulh yapacağız. ve millete ayrılık gayrılık olmama hissini bizim kabine tekeffül ediyor, bu kadar sulhe istekli ve kendisini ortaya atan bir kabineyi ne yolda telakki edecektir? düşmanlarımıza bunu anlatmak istiyorduk, madem avrupa sulh istiyor, sulh yapıldıktan sonra açıklanacaktır. biz bunu tekeffül ediyoruz. biz yapacağız diyoruz, bu gayet ağır, belki altından çıkamayacağımız müşkülata vatan aşkıyla giriyoruz. fakat acaba ingilizlerin fikri nedir? ingilizlerin teklifi nedir? bunu anlamak efendiler, ingilizler bu teklifimizi kabul etmediler.(hay hay sadaları) ve bunun üzerine bir mazbata yazdırdık. Babıâli' de kabinenin sulhçü siyaseti ingilizlerce kabul olunmuyor ve İngilizlerin maksadı bizim içimize nifak sokarak birbirimize düşürmektir. ( kahrolsunlar sadaları) maalesef bir heyet de bulmuşlar, harb istiyorlar. fakat böyle bir harb ki kendilerinin burnu kanamaksızın birbirimize düşürmek ve harbetmek istiyorlar. yine maatteessüf zatışahane tazyik içinde bulunduğu için biz durduk, tahammülün fevkinde baskıya uğradık, en nihayet bize dediler ki, efendiler... gayet ağır muameleye duçar olacaksınız, yani bizi babıali' den süngü ile atacaklar, bunu ihsas ettiler. biz buna tahammül edecektik. ancak o zaman hükümet merkezi istanbul' da kalamazdı. biz çekildik, bizden sonra kabine bir iki gün kurulamadı, ancak tabi malumatımız var. bu kabinenin teşekkülü ile beraber benim temasa geldiğim gerek o kabine erkânından zevatın, gerekse harbiye nezaretinde bulunan arkadaşlarımdan aldığım bilgiye nazaran kabineye tazyik icra ettiler, fetvayı veriniz diye. nihayet o fetvayı aldılar. malumunuz olduğu üzere o fetva ingiliz süngüsü ile alınmış islâmı sinesinden birbirine düşürmek için, ilk defa yazılmış acı bir vesikadır. milletin hakikat hissi ümit ederim ki bu fecaatı görecek ve bunun ehemmiyetini sıfıra indirecektir. ( şüphesiz sadaları )

Refik Bey* - Zaten yoktur, inmiştir.

Fevzi Paşa (devamla) - Efendiler, bendeniz İstanbul' dan daha evvel çıkmak istiyordum. ancak temasım evvela ingilizlerin siyasetini anlamak hususuna matuf idi. anladım. bunda hiç şüphem kalmamıştır. saniyen ingilizlerin askerlikçe ne yapacaklarını tedkik etmek idi. bunların en büyük arzuları içimizdeki bazı hayinleri teşvik ederek millet arasına kan düşürmek ve bu kan ne kadar genişlerse işleri o kadar kolaylaşacaktır. ve bunu söylemekten de çekinmiyorlardı. yani en ağır ne olursa olsun bizi mahvedecek, sulhü imza etmeye rıza göstermiyoruz, biz buna rıza gösterecek bir heyet bulacağız, fakat rıza gösterecek heyet millet namına olsun, buraya dikkat isterim.

Müşfik Bey* - Kabul etmez millet.

Fevzi Paşa (devamla) - Yani diyorlar ki, sulhü milletle yapacağız, bunun için siz milleti elinize alınız, millet elimizde deyiniz, ondan sonra biz sulhü yaparız. bu ne demektir efendiler? birbirinizle boğazlaşınız, kuvvetsiz ve zayıf kalınız, biz de bir ingilizin burnu kanamadan Anadolu' yu istila edelim, sizi esir edelim demektir.( kahrolsunlar sadaları) allah' ın lutfundan kuvvetle umud ederim ki ingilizler şimdiye kadar bir çok şeylerde aldandıkları gibi - Çanakkale hücumunda olduğu gibi - bu meselede de aldanacaklardır.( alkışlar ) bunları aldatan efendiler birkaç haindir. ve bu hainler içimizde ne kadar az olursa, biz birbirimizle nifak halinde ne kadar azimkârane hareket edersek, ingiliz planı tamamıyla ve o kadar çabuk suya düşecektir. bizde bir fenalık ortaya çıkarsa, derakab bastırılır ve ingilizler görürlerse Türkler tek bir kitle halinde kendi hayat haklarını istiyorlar, bunu görürlerse efendiler, istikbalimizi kurtardık demektir. (alkışlar)(inşallah sadaları) bendenizin hissiyatı bundan ibarettir, hürmetlerimi arz ederim efendiler.(teşekkür ederiz sadaları)

Reis Paşa* - Paşa hazretlerinin verdiği bu izahatı bastırıp yayınlasak.(hay hay sadaları) Çelebi Hazretleri İstanbul' da bir heyetin izamı hakkında verdikleri takriri bu izahattan sonra geri alıyorlar.(alkışlar)

Mustafa Kemal Paşa bu olayı bütün Anadolu' ya müjdelemek için acele ediyordu. fetvalar, fermanlar, isyanlarla sarsılmakta olan, memleketin her tarafına telgraflarla şu tamim gönderildi;

Tamim

İistanbul' un elim durumu karşısında, orada herhangi bir surette vatan ve millete hizmet ihtimalinin kalmadığını gören eski harbiye nazırı Ferik Paşa hazretlerinin, milletin kurtarılması mücadelesine, bundan sonra Anadolu' da katılmak üzere, büyük zahmet ve tehlikeleri göze alarak İstanbul' dan tebdili kıyafetle Ankara' ya geldikleri tamamen tebşir olunur.
27 nisan 1336**
Mustafa Kemal


İstanbul' dan ayrılarak Fevzi Paşa' nın Anadolu' ya iltihakından sonra Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Millet Meclisi' nin açılışının ikinci gününde yaptığı gizli toplantıdaki konuşması esnasında ;

" Bugünkü kabineden önceki hükümette harbiye nazırı olan Fevzi Paşa hazretleri namus, haysiyyet ve şeref bakımından yakınen tanıyan arkadaşlarımızın da kabul ettiği üzere, şüphe ve tereddüd edilmeyecek üstün bir niteliğe sahiptir."

demişti. yine bir açıklamasında;

" İngilizlere hürmet edeceksiniz, ingilizlerin emrine gireceksiniz, böyle hareket etmediğiniz takdirde mahvolacağız. bu tarz hareketi vatan sevginizden beklerim. yazılarından bazı zayıf düşünceli insanlar bu kadar muhterem bir arkadaşın bu ifadesi karşısında, belki de durum böyledir diye şüphe edebilirler. biz ise böyle bir tereddüde lüzum görmedik ve bunun düşman tarafından zorla not ettirildiğine hükmettik. bu görüşümüzde yanılmış değiliz. zira bir vesile ile gönderdiği yaveri Kurmay Binbaşı Salih Bey* buraya geldi ve 'harbiye nazırı düşman süngüleri altındadır, emirleri zorla yazdırılıp imza ettiriliyor. o emirlere değer verilmemesi lüzumunu bildirmek üzere beni gönderdi' demişti." şeklinde bir açıklama yapmış olan Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa' yı hakiki cephesiyle milletvekillerine tanıtmak istemişti. ²

¹ Emekli General Salih Polatkan, Siyasi ve askeri yönleriyle Mareşal Fevzi Çakmak, Önsöz basım ve yayıncılık, 1981, sayfa, 34,35,36,37,38,39,40,41,42
² Emekli General Salih Polatkan, Siyasi ve askeri yönleriyle Mareşal Fevzi Çakmak, Önsöz basım ve yayıncılık, 1981, sayfa, 88,89

AYM, Recep Peker’in hayali olan Cumhuriyet Konseyi
20 Temmuz 2009
Mehmet Recep Peker, Cumhuriyet’in tipik asker-bürokrat kurucu isimlerinden biri. 61 yıllık hayatı süresince Cumhuriyet’e şekil veren isimlerden biri oldu.

Aslında Recep Peker’i tanımak için, birkaç cümle ile hayat hikâyesine bakmakta fayda var. 1889’da doğan Peker, Harbiye ve ardından Harp Akademisi’ni bitirdi. Libya’da, ardından patlak veren Balkan Savaşları’nda ve eskilerin Harb-i Umumi dedikleri Birinci Dünya Savaşı’nda bulundu.

Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Sekreteri Mehmet Recep Peker

İkinci Meclis seçiminin ardından 1924’te kurulan Fethi Okyar kabinesinde Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) oldu. Okyar’ın Şeyh Sait ayaklanmasına karşı yumuşak davrandığı gerekçesiyle protesto için istifa etti.

Hayatında hep sertlikten yana bir çizgisi oldu.

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın dört defa genel sekreterliği görevini üstlendi. Kuruluştan itibaren etkili oldu ise de ülkeye damgasını vurduğu tarih 1930’lu yıllar oldu. Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü’den sonra “üçüncü adam” idi.

Daha sonraki yıllarda ise farklı şekillerde kurulan hükümetlerde görev aldı.

Partiyi 1935 kurultayına hazırlayan Başvekil İsmet İnönü, parti sekreteri Recep Peker’i iktidardaki partilerin tüzüklerini araştırmak için faşist İtalya ve Hitler Almanyası’na gönderdi.

Bu kurultay, hastalığı artık belirginleşmeye başlayan Mustafa Kemal Atatürk sonrası hazırlık oluşturması bakımından İsmet İnönü için hayati öneme sahipti.

İnönü ve Peker için 4. Kurultay, aynı zamanda CHP içindeki “Kadro” tabir edilen sol hareketi ve liberal kanadı tasfiye etme açısından bir tasfiye operasyonu olacaktı.

Recep Peker, rejimin en etkili organı olarak görülen ve kısaca “Genbaşkur” olarak adlandırılan CHP Genel Başkanlık Kurulu’nda “Atatürk adına” kararlar alabilen ve açıklamalar yapabilen birisi idi. Parlamentoya gidecek milletvekili adaylarının tek belirleyici heyetinde idi. Dahası, tek parti rejiminin ideologu olarak bilindi.

Faşist ve Nazi partilerinin tüzüklerini inceleyen Recep Peker, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın, Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüştüğü meşhur 1935 kurultayı için yeni parti tüzüğü hazırladı.

İnönü’nün hazırladığı yeni tüzük, onay için "Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanlığı" görevini resmen üzerinde bulunduran Atatürk’ün onayına sunulmak üzere Çankaya Köşkü’ne gönderildi.

Bugünkü karşılığı ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevinde bulunan Katib-i Umumi Hasan Rıza Bey (Soyak) hatıratında, Atatürk'ün böyle bir değişikliğin kendisinin onayına sunulmasına hem kızdığını, hem bozulduğunu anlatır.

Hasta Atatürk’ün bu tüzük değişikliğini imzalayacağını düşünen İnönü ve Peker’in hayalleri Çankaya’nın tavrı ile yıkılır.
Dosyayı, akşamdan incelemesi için teslim eden Hasan Rıza Bey, sabah geldiğinde sırtında bornozu Atatürk’ün dosyayı incelediğini görür.

Atatürk, “Zorbalar” diyor ve ekliyor: “İnanılmaz şey. Ben memleketi hala bir tek parti ile idare etmekte olduğum için utanıyorum. Ama bazı arkadaşlarımız bu hali devamlı kılmak istiyor.”

Atatürk’ü çileden çıkaran şey, Nazi ve Faşist partilerin tüzüğünde olan yeni bir kuruluşun ihdası idi. "Yüksek Faşist Konsey" benzeri Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde görev yapacak Yüksek Cumhuriyet Konseyi kurulmasına şiddetle karşı çıktı.

Atatürk, Hasan Rıza Bey’e sorar:

- İsmet bunu görerek mi imzalamış?

Atilla İlhan, 22 Mart 2003’te verdiği bir röportajda İnönü-Peker ikilisinin girişimini değerlendirirken şöyle diyor:

- Yani, Meclis onların işine gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu reddedebiliyor. Yani Cumhuriyet fikri, halk hakimiyeti hepsi gümbürtüye gidiyor… Tüzüğün bir kısmını Gazi, Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHP tüzüğü Nazi ve Faşist tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya'da da İtalya'da da devletle parti birdir. Bizde de öyleydi.

İnönü ve Peker, Yüksek Cumhuriyet Konseyi projelerini hayata geçiremediler. Ama parti-devlet fikrini rejime dahil etme yolunda önemli bir mesafe aldılar. Nitekim Peker, “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir” ilanını bu kongrede yaptı.

Bu kongreden sonra Recep Peker, Kemalizm’in sol çizgide ilerlemesini sağlamaya çalışan “Kadro hareketi”ni ve liberal açılımları savunan öteki kanadı büyük ölçüde tasfiye sürecini başlatır.

Peker, Ülkü dergisi etrafında oluşturmaya çalıştığı Kemalizm ideolojisini topluma benimsetmenin yolunu burada açtı. Topluma Atatürk’ün Nutuk’unu "Türk’ün mukaddes kitabı", Halkevleri ve Çankaya’yı da "mabedine" dönüştürmeye çalıştı. Peker’e göre halkın damarlarında dolaşan “kirli kan” bu mabetlerde temizlenecekti.

Her ne ise… O tarafı ayrı bir konu…

İnönü, Recep Peker aracılığı ile 1935’te hayata geçiremediği fikrini 1960 ihtilali sonrasında başardı. Adına “Yüksek Cumhuriyet Konseyi” diyemedi Anayasa Mahkemesi dedi.
Ünal Tanık - Haber 7

Afet
Engin Ardıç

Atatürk düşmanları, Muazzez İlmiye Çığ ile dalga geçmek cüretini göstermişler...

Vay vay vay vay...

Yani Halil Berktay, Ahmet Turan Alkan falan oluyor bunlar...

Özür dilesinler.

Bendeniz de, Muazzez Hanım'a "profesör" demiş olduğum için özür dilerim, yanlış bilgi vermiş, kamuoyunu aldatmışım: Çünkü profesör falan değilmiş, "fahri doktorası" varmış!

Eh, Atatürk düşmanları Muazzez Hanım'la uğraştıklarına göre, biz de başka bir hanımla ilgilenelim: Profesör Doktor Afet İnan...

Yok, bu vallahi profesör.

"Topluca" bir hanımdı, bana hep Stalin'in celladı Lavrentiy Beria'nın karısı Nina'yı hatırlatırdı... Ne de olsa, otuzlu yıllar...

Kendisi Selanikli... Bursa Kız Muallim Mektebi Mezunu...

İzmir'de Redd-i İlhak İlkokulu'nda ilkokul öğretmenliği yaptığı sırada Büyük Önder'in ilgisini çekmiş ve önce Ankara'ya atanmış, sonra da İsviçre'ye okumaya gönderilmiş.

Döndüğünde, ortaöğrenim tarih öğretmenliği sınavına girmiş ve Ankara Musiki Muallim Mektebi'ne tarih ve yurttaşlık bilgisi hocası olmuş. Oradan, Ankara Kız Lisesi'ne geçmiş.

Daha sonra da Türk Tarih Kurumu "asbaşkanı" olmuş. Bu sıfatla üniversitede konferans vermiş.

Sonra gene İsviçre'de üniversite okumuş. Yani önce Türkiye'de üniversite kürsüsüne çıkıyor, sonra dışarıya gidip lisans ve doktora alıyor!

Atatürk devrinde kıymeti de pek bilinmemiş galiba: Doçentliği 1942, profesörlüğü ancak 1950 yılında... Milli Şef döneminde.

Afet Hanım'ın, gençliğinde "Medeni Bilgiler" adıyla yazdığı ortaokul yurttaşlık bilgisi kitabını saymazsak (bunu Atatürk'ün kendisinin yazdığı da söylenir), tam üç eseri var. Bunların ikisi tarihle ilgili, biri de "Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler"...

Mimar Sinan'ın mezarını açtırıp kafatasını ölçtürmesiyle de ünlüdür.

"Türk tarih tezinin" fikir anasıdır. Bu tezi, 1930 yılında, henüz lise öğretmeni olduğu sıralarda büyük bir yetkinlikle ortaya atmış, "Türk ırkının kafatasını tesbit etme" çalışmalarına katılmıştır. Doktora tezi için Anadolu'da tam 64 bin iskelet kalıntısı üzerinde araştırma yaptığı söylenirse de, bu 64 bin rakamı herhalde Atatürk düşmanlarının uydurması olmalıdır.

Vallahi ben Wikipedia'nın yalancısıyım!

Şimdi Atatürk düşmanları Afet Hanım'la da dalga geçmeye falan kalkarlar... Sakın ha!

Alimallah bir ölçtürürüm kafataslarını, sonra Ermeni falan çıkarlar!
Sabah

Genelkurmay bu yıl Karabekir Paşa'yı unuttu
Mustafa ARMAĞAN
30 Ocak 2011

Masaya yumruk vurdu, bağırdı, çağırdı ama İlker Başbuğ zamanında Genelkurmay Başkanlığı bir ilke imza atarak 62 yıllık ayıbı temizlemeye soyunmuştu.

1. Kâzım Karabekir Paşa'yı anma günü düzenlemiş olan Başbuğ, konuşmasında Karabekir'le birlikte Fevzi Çakmak'ı da kucaklayacaklarını söylemiş ve 10 Nisan 2010'da Mareşal'i anma günü de düzenlemişti.

Gelin görün ki, Işık Koşaner döneminde Genelkurmay Başkanlığı garip bir sükûnete bürünmüş durumda. Şikayet ediyor değilim. Elbette olması gereken bu. Ancak bu suskunluk, Karabekir'i anmaya mani değildi. Sonuçta bugün bu bayrak dalgalanıyorsa ve o makam ayaktaysa bunda Karabekir'in emeğini görmezden gelmek en basit ifadesiyle kadirbilmezliktir.

Ne var ki, bu kadirbilmezliği daha sağlığındayken yaşamıştı Paşa. İsminin ders kitaplarından nasıl itinayla temizlendiğine, Mustafa Kemal'le yan yana göründükleri pozlardan suretinin nasıl makaslandığına, daha da kötüsü, "Nutuk"un sonunda nasıl haksız yere suçlandığına tanık olmuştu.

Karabekir'in farkı, mücadeleci bir ruha sahip olmasıydı. Nasıl cephede başarılı bir asker olmuşsa, fikir mücadelesinde de, kitabının yakılmasına, yazı ve belgelerine 4 defa polisçe el konulmasına rağmen yılmamış, adeta bir "gerilla" gibi tek başına savaşmıştı. Ne mutlu ki, o savaştan bize, alternatif yakın tarih hazinesi diyebileceğimiz eserler kalmıştır.

Cephelerde sırtı yere getirilemeyen Karabekir, yazı sahasında da susturulamamış nadir kalemlerden biri olarak inkılap tarihimizin "yalan yanlış" yazılmasına, gerçeklerin tersine çevrilmesine, dürüst şahsiyetlerine dil uzatılmasına, gençliğin hipnotize edilmesine karşı çıkmayı bilmişti. Kısaca Karabekir'in kılavuzluğunda yakın tarihin bulanık sularında yüzme imkânına sahibiz.

Karabekir'in 1918'de Erzurum ile Kars'ın kurtarılmasını takip eden "sınır ötesi" Kafkas harekâtı Azerbaycan'a kadar uzanmış, nitekim Mondros Mütarekesi haberini Tebriz'deki karargâhında almıştır. Öte yandan çağrıldığı İstanbul'a bir umutsuzluk havasının çöktüğünü görmüştür. Mustafa Kemal Paşa dahil birçok komutan cephede yenildikleri için kurtuluşa dair umutlarını kaybetmişlerdi. Karabekir ise İngilizleri püskürtmüş, Rusya'nın bıraktığı boşluğu iyi değerlendirerek Ermeniler ve Gürcülerin üzerine yürümüş, İran Azerbaycanı'na hakim olmasına ramak kalmıştır.

Bu diri psikolojiyle İstanbul'a dönen Karabekir, İsmet (İnönü) ile konuştuğunda onun askerliği bırakıp çiftçi olma planları yaptığını öğreniyor, Mustafa Kemal'i ise Anadolu'ya geçmek yerine, Harbiye Nazırı olmak için kulis yaparken buluyordu.

Tam bir hayal kırıklığına uğrayan Paşa, derhal "siyasî ve askerî planlar" yapar; İstanbul'daki komutanlara Anadolu'ya geçip "tek dağ başı mezar oluncaya kadar mücadele" etme kararını anlatır; daha sonra Mustafa Kemal'e atfedilen ünlü parolayı kendisinin icat ettiğini yazar: "Ya istiklal ya ölüm!"

Zaferden sonra Kâzım Karabekir için çıkarılan taşbaskı poster. Üzerinde şöyle yazılı: "Ermenistan fatihi ve yetimler babası, muzaffer Şark ordularımızın kumandanı Kâzım Karabekir Paşa hazretleri."

Karabekir Paşa'nın eserlerinde üzerinde durduğu bazı noktalar, tarih algımızı kökünden sarsacak niteliktedir. Mesela Mustafa Kemal'e Şişli'deki evinde teklif ettiğini söylediği "kurtuluş planı"na göre, 1) Erzurum'da geçici bir hükümet çekirdeği hazırlanacak (siyasî plan), 2) M. Kemal Paşa Konya'daki, kendisi de Erzurum'daki Ordu Müfettişliği'ne geçecek, 3) Bir tehlike vukuunda geçici bir hükümet kurulacak, M. Kemal "Anadolu Komutanı" namını alıp Batı cephesini, kendisi de Doğu cephesini üstlenecektir (askerî plan).

Karabekir istiklalin bu planla kazanılacağına inanmıştı. Oysa Mustafa Kemal'in o sıradaki fikri, askerî değil, siyasî bir kurtuluştan yanaydı. Milli Mücadele'yi diplomasi yoluyla kazanmaya önem vermesinin sebebi buydu. Nitekim Karabekir, M. Kemal'in bizzat ordunun başına geçmeyişini bir zaaf olarak görür. O, derhal Başkomutan olmalı ve İnönü'nün geçimsizlik ve beceriksizlikleri yüzünden zaman, asker ve savaş kaybetmeyi göze almamalıydı. Hatta Yunan işgali Sakarya'dan hemen sonra bitirilebilecekken, işin savaşla değil, siyasetle halledileceği takıntısı yüzünden bir yıl kadar uzamış ve düşmana gereksiz yere Anadolu'yu yakma ve binlerce sivili öldürme fırsatı tanınmıştır.

Keza İstanbul'un başkentlikten çıkarılmasının İngilizlerin zorlamasıyla olduğu iddiası. İngilizler Boğazlar'a yerleşmek istedikleri için hükümetin İstanbul'dan çıkmasını istemişler, hatta zorlamışlar, bunun için Hilafetin saltanattan ayrılıp saltanatın kaldırılmasını istemişlerdi. Böylece saltanatın kaldırılması ve başkentin Ankara'ya naklinin Lozan'ın hemen öncesine denk gelmesindeki sırrı tartışmaya açıyor Paşa.

Kâzım Karabekir 1920 sonlarındaki Doğu harekâtında hem doğu sınırlarımızı güvenceye alarak, hem de Gümrü Antlaşması'yla Ermenilere Sevr'deki imzalarını geri aldırarak (böylece Sevr'i ilk "parçalayan"ın kim olduğunu öğreniyoruz) hayatî önemdeki başarılara imza attığı halde kitaplarımızda neden ısrarla görmezden gelinir? Bu sık sorulan sorunun cevabını, yukarıda yazdıklarımdan çıkarmış olmalısınız. Resmi tarihe itiraz eden Karabekir, elbisenin içine girmiş, sürekli rahatsız eden bir "diken" gibidir.

Nitekim 19 Ekim 1922 tarihli günlüğüne M. Kemal Paşa'ya neden kendisini Lozan'a göndermediğini sorduğunda şu çarpıcı cevabı aldığını kaydetmiştir: "Çünkü sen kafanla hareket edersin. İsmet Paşa'yı göndereceğim. Çünkü sözümden çıkmaz."

Bana sık sık hiçbir savaşı kazanamayan İsmet Paşa'nın nasıl olup da bu kadar hızla yükselebildiğini soranlar bu cevabı iyi okusunlar. Sır söz dinlemekte gizli.

Ancak tarih dede, gerçek yükselişin halkın gönlünde gerçekleştiğini öğrenecek kadar uzun yaşamıştır. Kitaplar unutturmaya yeminli olduğu halde halkın Karabekir'i tereddütsüz bağrına basmış olması yeterince ibret-âmiz değil midir?

Geçen yıl "Genelkurmay Karabekir'i kucaklamaya hazır mı?" diye sormuştum, bu yıl cevabını almış oldum
Zaman

Vahdettin, Mustafa Kemal’e, üstleneceği görevi layıkıyla yerine getireceğine dair yemin ettirmiş
24 Ocak 2012

Mustafa Kemal Paşa’nın, Bandırma Vapuru ile Samsun’a gitmeden bir gün önce İstanbul’da, Kuran-ı Kerim üzerine el basarak yemin ettiği ortaya çıktı.

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in döneminde Bahriye Nazırlığı ve Başyaverlik görevlerinde bulunan Ahmet Avni Paşa’nın kaleme aldığı çarpıcı detaylarla yüklü hatıratı, 90 yıl sonra ortaya çıkarıldı.

Yazar Osman Öndeş’in kaleme aldığı, “Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor” isimli kitapta yer alan hatıratla, Vahdeddin’in Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ve Mustafa Kemal Paşa ile ilişkisine dair karanlıkta kalan birçok nokta aydınlandı. Kitapta yer alan bilgilere göre, Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’yı, Osmanlı Ordusu’nun dağıtılması sürecini denetleme ve asayiş için görevlendirmeye karar veriyor. Vahdettin, Atatürk’e, üstleneceği görevi layıkıyla yerine getireceğine dair yemin ettiriyor. Yıldız Camii’ne gelen Mustafa Kemal, cuma selamında, 15 Mayıs 1919’da, Kuran-ı Kerim’e el basıp yemin ediyor.

İŞTE O YEMİN

Vatan gazetesinin haberine göre, yemin olayı ise şöyle anlatılıyor: “Sadrazam Paşa, Yaver Paşa padişahın iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa askeri duruşuna dini bir edâ dahi vererek ilerledi ve sağ elini Kuran-ı Kerim’in üzerine koyarak şu yemini eyledi. ‘Heyet-i Vükelaca tanzim olunup Padişah Hazretlerinin iradesine sunulan yirmi bir maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda padişah hazretlerimizin Anadolu vilayetlerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerindeki teftiş ve tedkikat görevimi, padişah hazretlerinin müsaadeleri doğrultusunda iftiharla ve sahip olduğum yetkiler doğrultusunda tüm sadakatimle yapmaya gayret edeceğime vallâh billâhi.”

HAYAL KIRIKLIĞI

Yemin edildikten bir gün sonra, 16 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Genel Müfettişi vazifesiyle 18 silah arkadaşıyla birlikte Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a doğru yola çıkıyor. Kitapta, Bandırma Vapuru’nu hazırlayan kişinin de Avni Paşa olduğu anlatılıyor.

Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’a gidip Kurtuluş Savaşı sürecinin kıvılcımını çaktıktan sonra Vahdettin ve İstanbul’la ilişkileri koparmıştı. Avni Paşa, bu Vahdettin’in ülkeyi terk etmeden önce hem yakın çevresine hem de Mustafa Kemal’e serzenişte bulunduğunu anlatıyor. Avni Paşa, şunları yazıyor: “Anadolu’ya düşmanları defetmesi için görevlendirdiğimiz Mustafa Kemal’in ihtirası ve muvazaası karşısında kaldım. Her tarafımı istila eden kör ve nankörler arasında dolandım ve ıztırap içerisinde bunaldım. Bu şekildeki hilafete, kendimde ne direnme ve ne de itaat imkanını göremeyerek, ortalık sakinleşinceye kadar belirli bir süre için bu tehlikeli mıntıkadan uzaklaşmaya karar verdim.”

AHMED AVNİ PAŞA KİMDİR?

1878’de Batum’da doğan Ahmed Avni Paşa, 1897 Osmanlı-Yunan, Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşları’na katıldı. Son padişah Vahdettin’in başyaverliği görevi ile Bahriye Nazırlığı görevlerini yürüttü. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1924 yılında 150‘likler listesine dahil edilerek sürgüne gönderildi. Lübnan’ın sahil kasabası Cünye’ye yerleşti ve ölümüne kadar burada yaşadı.
http://www.sonhaberler.com/
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com