EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Ajanlar... İddialaar... İtiraflar... Emareler... Deliller...

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Tem 06, 2010 12:55 am    Mesaj konusu: Ajanlar... İddialaar... İtiraflar... Emareler... Deliller... Alıntıyla Cevap Gönder

Rusya, yabancı ajan yasası kapsamına alınabilecek 9 basın kuruluşuna yazı gönderdi
16.11.2017



Rusya Adalet Bakanlığı, Rus parlamentosunun alt kanadı Duma'da yabancı ajan kanununun kabul edilmesinin ardından yasa kapsamına dahil edilebilecek en az 9 basın kuruluşuna yazı gönderdi.

ABD Adalet Bakanlığı'nın talebi üzerine Russia Today (RT) televizyonunun yabancı bir ülkenin çıkarları için lobi faaliyetleri yapanları hedef alan bir yasa olan FARA kapsamında yabancı ajan olarak kaydedilmesinin ardından Rusya, Washington'a yanıt vermek için harekete geçti.
Rusya Adalet Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre yazı gönderilen kurumlar arasında Amerikan'ın Sesi (VOA) ve Radio Free Europe/Radio Liberty (RFE/RL) gibi öne çıkan kuruluşlar var.

RFE/RL'nin Rusya'daki iştirakleri olan Kavkaz.Realii, Krym Realii ve Sibir Realii web siteleri, Radio Azatliq radyosu, Current Time televizyonu (VOA-RFE-RL ortak projesi) ve RFE/RL'ye ait factograph.info web sitesi ve IdelRealii projesi de yazı gönderilen kuruluşlar arasında yer alıyor.

ABD yönetiminin Russia Today (RT) televizyonuna yönelik muamelelerine yanıt veren Devlet Duması, dünkü üçüncü oylamada yurt dışından finanse edilen basın kuruluşlarının yabancı ajan olarak tanınmasını öngören yasa düzenlemelerini onaylamıştı.

13 Kasım'da Sputnik ve Russia Today (RT) Genel Yayın Yönetmeni Margarita Simonyan, RT America'nın ABD Adalet Bakanlığı'nın talebi üzerine 'yabancı ajan' olarak kaydedildiğini açıklamıştı.

Twitter hesabından açıklama yapan Simonyan, "Hukuki yollara başvurma ve yabancı ajan olarak kaydolma seçenekleri arasından ikincisini tercih ettik. Bu çerçevede ABD'deki ifade özgürlüğünü ve buna hala daha inananları tebrik ediyoruz" diye yazmıştı.

Rusya Adalet Bakanlığı: Amerika'nın Sesi Radyosu'nda 'yabancı ajan' belirtileri var

Rusya Adalet Bakanlığı’ndan bir kaynak, ülkede yayın yapan ‘Amerika’nın Sesi’ Radyosu’nun faaliyetlerinde yabancı ajan işlevlerine ait belirtilerin bulunduğunu söyledi.

Rus basınına konuşan Adalet Bakanlığı yetkilisi, Rus Parlamentosunun alt kanadı Duma’da yabacı yayın kuruluşlarının ‘yabancı ajan’ olarak tanınmaları ile ilgili yasanın kabul edilmesine bağlı olarak, Adalet Bakanlığı’nın Amerika’nın Sesi radyosuna yasada öngörülen kısıtlamaların radyoya uygulanma olasılığı konusunda uyarı içeren bir bildiri gönderdiğini belirtti.
Rus basınına konuşan bakanlık yetkilisi, “Kurumumuz, Amerika’nın Sesi Radyosu’na Devlet Duması’nda yabacı yayın kuruluşlarının ‘yabancı ajan’ olarak tanınmaları ile ilgili yasanın kabul edildiğine ve söz konusu yasanın Rusya’da faaliyet gösteren yabancı yayın kuruluşlarının yabancı ajan olarak tanınma olasılığı içerdiğine dair bildiri gönderdi. Mektupta özellikle Amerika’nın Sesi Radyosu’nun faaliyetlerinde yabancı ajan işlevlerine ait belirtiler olduğu için Rus yasalarında öngörülen kısıtlamalarının kendilerine uygulanabileceği belirtiliyor” ifadelerini kullandı.

Daha önce Devlet Duma’sının, yurtdışından finanse edilen basın kuruluşlarının yabancı ajan olarak tanınmasını öneren yasa düzenlemelerini onayladığı açıklanmıştı.



Putin'den, ABD'de Sputnik ve RT'ye yapılan baskılara aynı şekilde yanıt verme sözü

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD'nin Amerika'da çalışan Rus medya kuruluşlarına yönelik eylemlerini ‘ifade özgürlüğüne saldırı' olarak niteledi ve Washington'ı, Moskova'nın kendilerine ‘aynı şekilde yanıt vereceği' konusunda uyardı.

Vietnam'da düzenlenen Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) Zirvesi sonrasında düzenlenen basın toplantısında gazetecilere açıklamalarda bulunan Putin şu ifadeleri kullandı:

"Halk arasında söylendiği gibi, bu kadar hüzün verici olmasaydı, komik olurdu. Zira ABD'de bunu yapanlar sürekli olarak göğüs gere gere ‘gayretli demokratlar', dünyada bir numara olduklarını söylüyordu ve bu bağlamda ifade özgürlüğü her zaman demokrasinin ışığı gibi öne çıkarılıyordu. İfade özgürlüğü olmadan demokrasi de var olamaz. ABD'de yayın kuruluşlarımıza yapılan saldırı şüphesiz ifade özgürlüğüne yapılan bir saldırıdır."

'RT, ABD'DE HİSSETİĞİ BASKIYI BAŞKA HİÇBİR YERDE HİSSETMEDİ'

Daha önce ABD Adalet Bakanlığı, RT America'ya 'yabancı ajan' olarak kaydolması için pazartesiye kadar süre vermişti. Sputnik ve RT Genel Yayın Yönetmeni Margarita Simonyan, talebin yerine getirilmesi için verilen süre bitiminin ‘yamyamca' olarak belirlendiğini, RT televizyonunun ABD'de hissettiği baskıyı başka herhangi bir ülkede hissetmediğini belirtmişti.
Geçtiğimiz ekim sonunda Twitter, Rusya'nın ABD'deki başkanlık seçimlerine sözde müdahalesini gerekçe göstererek RT ve Sputnik'in sahip olduğu tüm hesaplardan gelen reklamları engelleme kararı aldığını açıklamıştı.

ABD kongre üyeleri ayrıca, seçimlerin sona ermesinden birkaç ay sonra ülkede yayına başlamış olmasına rağmen başkanlık kampanyasına ‘müdahale ettiği' iddiasıyla Sputnik radyosu hakkında da soruşturma açılması çağrısında bulundu.

‘AYNI ŞEKİLDE YANIT VERİLECEK'

Rusya parlamentosunun alt kanadı Duma'da ABD'de Rus yayın kuruluşlarına yapılan baskılara karşı alınacak tedbirler görüşülüyor. Milletvekilleri özellikle CNN, Amerika'nın Sesi, Özgür Avrupa Radyosu gibi yabancı yayın kuruluşlarının ‘yabancı ajanlar' yasasına dâhil edilmesini öneriyor.
Putin, "Dün gördüğüm kadarıyla şu anda Devet Duması'nda görüşülen şeyler belki de fazla sert olabilir, fakat bu doğal bir şey, çünkü iktidarı temsil eden makamlar ortamında aşırı uç değerlendirmeler, sert yorumlar ve katı öneriler duyulabilir. Fakat biz, yanıtımızı mutlaka formül haline getirmeliyiz ve bu yanıt, karşı tarafa aynı şekilde verilecek" ifadelerini kullandı.

‘MEDYA KURULUŞLARIYLA NASIL TARTIŞILIR?'

Rus yayın kuruluşlarının ABD'deki başkanlık seçimlerinin kampanyasına müdahale ettiklerine dair hiçbir kanıtın olmadığına dikkat çekerek, sözlerine şöyle devam etti:
"Zannedersem kongrede ya da senatoda yapılan son soruşturmalar, oradaki reklam payının on binde birlerde olduğunu gösterdi, izleyici kitlesinin etkisi de binde bir ya da on binde bir civarında ölçülüyor. Yani bu karşılaştırılamayacak bir şey. Zannedersem 100 bin reklam varmış, Amerikan medya kuruluşlarıysa oraya milyonlarca reklam yerleştiriyor. Bu karşılaştırılabilir gibi değil. Fakat bu onlara tehlikeli geldi, müdahale olarak yorumlanıyor."

Yayın kuruluşların pozisyonlarıyla tartışılabileceğini, ancak bunun baskı yoluyla yapılmaması gerektiğini vurgulayan Putin, "Yayın kuruluşları kendi bakış açılarını ifade ediyor. Bilgi veriyor, yorum yapıyor ve kendi bakış açılarını ortaya koyuyor. Bununla tartışılabilir, ancak bu, kapatma veya mesleki faaliyetleri olanaksız hale getiren koşulları oluşturma yoluyla değil, kendi bakış açısını ortaya koyma, kendi bilgilerini kitlelere ulaştırma yoluyla yapılmalı. Böyle olmadı, fiilen kapatma yolunu seçtiler. Yanıt ta buna uygun, aynı şekilde verilecek"

‘BİR TAKIM ZIRVALAR'

Rus lider, sözde Rus dosyasını ve (ABD Başkanı Donald) Trump'ın ekibinin kendi akrabalarıyla temaslarda bulunduğuna yönelik söylentileri de değerlendirdi.
Tüm bunları Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov'dan ancak dün öğrendiğini söyleyen Putin, "Bu konuda hiç ama hiçbir şey bilmiyorum. Bence tüm bunlar bir takım zırvalar" ifadelerini kullandı.

Putin, tüm olup bitenleri ABD'de devam eden iç siyasi mücadelenin bir tezahürü olarak niteledi.

ABD Ticaret Bakanı Ross'un ‘Rusya'yla ilişkilerini' de yorumlayan Putin, Wilbur Ross'un daha önce bir işadamı olarak tüm dünyadan ürün tedarikçileriyle kontratlar imzaladığını hatırlattı.

Rus lider, "Belki de Rus tedarikçilerle de kontrat imzalamıştır. Fakat tüm bunlar işin ötesinde bir şey değil ve bunun hiçbir zaman siyasetle herhangi bir alakası olmadı ve şimdi de yok" diye konuştu.

‘Rus müdahalesi davasının' bir figüranı daha olarak görülen Trump'ın eski kampanya danışmanı Paul Manafort, eski Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç döneminde Ukrayna hükümetine çalışmış olmakla suçlanıyor.

Bu konuda da değerlendirmelerde bulunan Putin, "Bunun Rusya'yla ne alakası var? Hiçbir alakası yok. Burada hiç ama hiçbir şey yok. Tüm bunlar boş konuşmalardan ve her türlü ipucunu mevcut başkanla mücadelede kullanma arzusundan ibaret. Fakat bu bizim işimiz değil, kendileri çözsün" ifadelerini kullandı.
Sputnik

Sabahattin Önkibar: Onlar Büyükada casuslarının medya ayağı mı?
17 Eki, 2017



Karı-koca teyakkuzda!
Önce Nagehan, ardından kendinden beş yaş küçük olan ikinci eşi Rasim Ozan Kütahyalı.
Yırtınıyorlar…
Neymiş efendim Büyükada casuslarıyla ilgili iddianame kofmuş.
Amaçları bu şekilde casuslukla suçlanan ajanları tahliye ettirmek.
Değilse adalete açıktan baskı kurmak ve onları kurtarmaya soyunmak neden?
İlginçlik bu iki ismin AKP’nin hâlâ gözbebeği olması. Biri Cumhurbaşkanlığı uçağının abonesi, diğeri havuz medyasının sözde fedaisi.
Devran dönsün, vallahi Tayyip’e ilk bunlar saldıracak zira benzerini Fetullah örneğinde gördük. Adamdan milyonlarca dolar aldılar, şimdi hücum ediyorlar.

GÖKÇEK’İN AĞLAYANI YOK

AKP’nin Uzan Grubu’na yaptığı malum operasyon sürecinde ziyaretine gittiğim Süleyman Demirel şunu söylemişti:
“İktidar, Uzanlara kural tanımadan saldırıyor… Düşündürücü olan, aleni hukuksuzluğa rağmen Uzanlar için toplumda tek bir ağlayanın olmamasıdır.”
Demirel haklıydı… Uzanlar kamuoyunda öyle bir antipati toplamıştı ki AKP’nin haksız hücumuna karşı ahaliden zerre bir destek bulamadı.
Aynı şey bugün Melih Gökçek için geçerlidir.
Değil CHP’liler, en keskin AKP’liler bile Gökçek’in gidiyor olmasına seviniyor.
Dahası, bütün Türkiye’de Gökçek gidiyor diye üzülen tek bir kişinin bile olmadığına iddiaya girerim.

ABD İLE ARTIK DİKİŞ TUTMAZ

Büyük Kürdistan hedefi ve Suriye’de koridor harekâtı.
-PYD/PKK’ya binlerce TIR dolusu silah!
-Terörist Fetullah’a aleni sahiplenme!
(..)
– Kıbrıs’ta Rumların lehine petrol ve doğalgaz arama dahil her konuda baskı.
Böyle bir tabloda ne yaparsanız yapın, ABD ile Türkiye arasında dikiş tutmaz ve güven oluşmaz.
Türkiye doğal hinterlandına Avrasya’ya lafla değil, eylemle transfer olmalı.
İlk Kurşun

Sorgulanmadan gönderilen Amerikalı'nın sır ilişkileri!
08 Ocak 2017



Reina’da vurulduğunu söyledi, el sallayarak ülkeyi terk etti. Arkasında birçok soru işareti bıraktı. Küçük bir dükkan işlettiği söylenmişti ancak Pensilvanya’dan Pentagon’a uzanan bir ağın ortağı çıktı.

Yılbaşı gecesini kana bulayan Reina saldırısını yapan teröristin üzerindeki sır perdesi henüz aralanmamışken, olaydan yaralı olarak kurtulan ABD'li Jacob Raak hakkındaki soru işaretleri de her geçen gün artmaya devam ediyor.

Reina'da bacağından vurulduktan sonra ambulansa kaldırılırken verdiği röportajla dikkatleri üzerine çeken Raak, kaleşnikof kurşunu ile yaralanan bacağına yılbaşı süsü ile yapılan bandaj ve neredeyse gülerek verdiği röportajla akıllarda kalmıştı.

ABD medyası Raak'ın bir Amerikan Kara Kuvvetleri'ne istihbarat üreten National Ground Intelligence Center (NGIC) adlı gizli istihbarat biriminde çalıştığını söylerken ABD'li adamın kafasındaki şapkada yazan 'Quiet Storm' (Sessiz fırtına) yazısının da bu birimin sloganı olduğu anlaşıldı. Pensilvanya'da küçük bir silah dükkanı olduğu belirlenen Rakk hakkında ABD medyasında dün yeni iddialar ortaya atıldı.

Neoliberal News of the Day gazetesi "Türkiye, Truman Doktrinleri dahilinde Gladyo Operasyonları'na dahil olan ilk ülkelerden biriydi ve henüz Gladyo'dan arındırılmamış tek ülke olmayı da sürdürüyor" sözleriyle başlayan makalesinde Raak'ın babası tarafından kurulan TECH Manugactiring isimli şirketin Pentagon'a kadar uzanan ilişki ağı irdelendi.

ARKADAŞLARIN NEREDE RAAK?

Habere göre internet sitesi bile çalışmayan şirket hiç de basit silahlar satmıyor aksine savunma sistemleri, insansız hava araçları ve füzeler geliştiriyor. Ayrıca bu gizemli şirketin çözüm ortakları arasında ABD Savunma Bakanlığı'nın yakın ilişkilerde olduğu Lockheed Martin, Boeing, Raytheon gibi şirketler bulunuyor. Basit bir silah dükkanını Pentagon'a kadar bağlantısının çok anlamlı olmadığını anlatan gazete Gladyo Operasyonları'nda kullanılan gizli CIA görevlilerinin aynen Rakk örneğinde olduğu gibi "Silah işiyle uğraşan eski bir asker" kimliğini sık sık kullandığı da belirtti. Gazete ayrıca şu an Rakk'ın neden kameralardan uzak olduğunu ve beraberinde Reina'ya geldiği ve 7'si saldırıda vurulan arkadaşlarının neden ortaya çıkmadığını da sorguladı.

PENSİLVANYA PENTAGON HATTI

♦ Silah işi yapan eski bir asker' CIA için ne anlama geliyor?
♦ Jake hangi amaçla İstanbul'a gelmişti?
♦ Rakk şu an nerede, neden ortaya çıkmıyor?
♦ Bu arkadaşlar şu an neredeler? Neden hiç ortaya çıkmadılar?
♦ 7'si vurulan 9 arkadaşı kimlerdi?
♦ Basit bir silah dükkanının nasıl oluyor da çözüm ortakları arasında Lockheed Martin ve Boeing gibi devler bulunuyor?
Haberhergün

Ankara’yı ayağa kaldıracağımız gün çok yakın”
02.11.2016

İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mücahit Ören’in 15 Temmuz darbe girişiminden 2 gün önce “Ankara’yı ayağa kaldıracağımız gün çok yakın” diye mesaj gönderdiğini iddia edildi.

Aydınlık gazetesi yazarı Sabahattin Önkibar, İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mücahit Ören’in 15 Temmuz darbe girişiminden 2 gün önce “Ankara’yı ayağa kaldıracağımız gün çok yakın” diye mesaj gönderdiğini iddia etti.

“CIA ŞEFİ İHLAS HOLDİNG’DE YÖNETİCİLİK YAPTI”

Sabahattin Önkibar, bugünkü yazısında önce İhlas Holding’teki Amerikalılara dikkat çekerek “Mark Grossman kim? ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi ve CIA’nın Ortadoğu masası şefi. Emeklilik sonrasında İhlas Holding’de ayda 150 bin dolar maaş ile yöneticilik yaptı” dedi.

“Thomas Bonifield ise İhlas Haber Ajansı'nın birkaç hafta öncesine kadar genel müdürüydü ve bu göreve Mark Grossman’ın tavsiyesi ile gelmişti” diyen Önkibar şöyle devam etti:

İHLAS HOLDİNG CEO’SU FETÖ’DEN TUTUKLU

“15 Temmuz FETÖ darbesinden sonra Mücahit Ören bu Thomas’ı apar topar işten çıkardı ki bu kovmada devletin devreye girdiği dillerde. Bir diğer isim İhlas Holding’in halen FETÖ mensubu olmaktan hapiste olan CEO’su Cahit Paksoy ve onu tavsiye eden yine Mark Grossman.”


“ANKARA’YI AYAĞA KALDIRACAĞIMIZ GÜN ÇOK YAKIN”

Sabahattin Önkibar, FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimi öncesinde Mücahit Ören’in ABD’de bulunduğuna dikkat çekerek

Tarih 13 Temmuz 2016. ABD’den holdinginin işlerini takip etmektedir. Türksat için malum bütün televizyonlardan teminat mektubu istenir ve TGRT’de o teminatı gönderir fakat gönderilen teminat eksik yani yetersizdir... Konu Mücahit Ören’e aktarılır ve Ören bu talebe ABD’den e-mail ile aynen şu karşılığı verir:

- ‘Kesin söylüyorum bir kuruş ilave teminat vermeyeceğim... Önce kapatırım TGRT’yi, ancak ANKARA’YI AYAĞA KALDIRACAĞIMIZ GÜN ÇOK YAKIN... BANKALAR İLE KONUŞMAYIN...”

“MÜCAHİT ÖREN’DEN BATUHAN YAŞAR’A ABD SAATİ İLE 10.05’TE”

“Mark Grossman’ın can dostu Mücahit Ören 13 Temmuz’da yani FETÖ darbesine iki gün kala üstelik ABD’de bulunuyor iken durduk yerde niye Ankara’yı ayağa kaldıracaklarından söz ediyor?” diye soran Önkibar yazısını şöyle sonlandırdı:

“MİT ve emniyet istihbarat, 13 Temmuz 2016 günü ABD saati ile 10.05’te Mücahit Ören (a.m.oren@ıhlas.com.tr) tarafından Batuhan Yaşar’a (batuhanyasar@tgrthaber.com.tr) gönderilen bu e-mail mesajına pekala ulaşıp sorgulayabilir ki , o mesajın çıktısı İhlas’ın içinden bana gönderildi... Evet asla suçlama yapmaksızın soruyorum, bu mesaj ne anlama geliyor ve devlet bu konuyu araştıracak mı?”

Odatv.com

Kimse Kusura Bakmasın… Casusların Yeri “Çöplük” Değildir!..
17 Haz, 2016



Balyoz kumpasının medya ayağına ilişkin iddianamede, Mehmet Baransu’nun yanısıra Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Tuncay Opçin ve Yıldıray Oğur gibi bazı kalemşörlerin sanık olarak yer alması üzerine başlayan tartışmaları izliyorum.

Önce Balyoz kumpasında 1 numaralı hedef olan emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan ve damadı Dani Rodrik konuşup, “Bunların yeri hapis değil, gazeteciler çöplüğüdür” yorumunu yaptı. Acaba Çetin Doğan da böyle mi düşünüyor?

Ardından Soner Yalçın, “Altan, Çongar ve diğerlerinin, hem okuyucu, hem Cemaat kışkırtmalarının kurbanı olduğunu, tezgâha gelerek Cumhuriyet tarihinin en büyük gazetecilik skandalına imza attığını” yazdı. Refik Halit Karay örneğini de veren Yalçın, “Karay özür dilemesini bilecek olgunlukta ve zekada bir yazardı. Bunlar ise hâlâ utanmıyor; hâlâ özür bile dilemiyor. Ama. Yine de… Yerleri Silivri zindanı değil, gazetecilik çöplüğüdür. Onların bize yaptığını biz onlara yapmayacağız” diye yazdı.

Son olarak Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök’ten şu değerlendirme geldi:
“Düşünün, babaları haksız yere o kadar süre yatmış iki insan intikam duygularını nasıl atmışlar içlerinden. İki yıl hapis yatan Soner Yalçın da aynı şeyi söylüyor. Ben de aynı şeyi söylüyorum. Bu insanların yeri hapis değil…”

Hiçbiri kusura bakmasın… Onlar kadar “demokrat” ve anlayışlı değilim…
Yanlış anlaşılmasın, “kin ve intikam” gibi şahsi hesabım yok…

Zira bu olay, ne “şahsi”dir, ne de “safiyane” bir “gazetecilik” faaliyetidir…
Olay vatan meselesidir… Vatana ihanet ve casusluktur…

Velev ki, “askeri vesayetle, darbelerle mücadele” gibi “ulvi” bir misyon üstendiler… Ve velev ki, onlar da “aldatıldı”… Gerçek bir gazeteci, “darbe planlarını yayınlıyorum” adı altında ülkesinin savaş planlarını yayınlar mı?

Yayınladılar. Ne oldu, hatırlayın:

Yunan medyası çarşaf çarşaf bu planlardan söz edip, kendi savaş planlarını buna göre değiştirmedi mi?

Ege’deki 16 ada, yüzlerce kaya ve kayacığı bundan sonra işgâl edip, silahlandırmadı mı?

Peki bu işgâle TSK’dan kim sesini çıkarabildi? Kimse çıkaramadı. Sırf, “Bakın, Balyoz gerçekmiş. Halen Yunanistan’la gerginlik yaratıp, iktidarı devirme planları yapanlar var” denmesinden korktuğu için.

O “gazeteciler”, “Okuyucu ve Cemaat kışkırtmalarının kurbanı” öyle mi?
Peki Taraf’ın o dönemdeki patroniçesi Yasemin Çongar’ın o günlerde ABD’nin en büyük radyo kanalı Ulusal Halk Radyosu’na yaptığı, “Balyoz darbe planı belgelerinin yayınlanması için Başbakan ve devlet istihbaratının başı tarafından teşvik edildikleri” açıklamasını nereye koyacağız?

Konu, bizlerin 3-5 yıl hapis yatması olsa, affedelim gitsin… Kimbilir belki merhum Ali Tatar’ın, Murat Özenalp’in, Cem Aziz Çakmak’ın aileleri de bu “safları” affedebilir…

Neticede, “kul hakkı” der, “helalleşir” geçeriz.

Ama konu, “vatana ihanet” olduğunda, hem Atalarımız ve şehitlerimiz, hem çocuklarımız namına hiçbirimizin affetme, anlayış gösterme ya da acıma hak ve yetkisi yoktur.

Ha, gelir suçlarını, hangi “üst akla” neden hizmet edip, kendi ordularının belkemiğini niye kırdıklarını itiraf eder ve milletten özür dilerler, işte ancak ondan sonra hakettikleri “çöplük” nereyse, oraya atılırlar!..
Müyesser YILDIZ
17 Haziran 2016
Kaynak: İlk Kurşun

size=24]FUAT BARAN'DAN İLGİNÇ BİR DEĞERLENDİRME: AKP VE SİYASAL İSLAMCI AJANLAR[/size]
07 July 2015



Siyasi İslamcı görülen istihbarat elemanları meselesini ilk Mümtaz’er Türköne bu yazısında şöyle işlemişti.

70’lerin başına ait bir hikâye. Üniversitede okurken polisler sebepsiz yere Siyasî Şube’ye alıyor; iyi polis-kötü polis muhabbeti ile korkutucu bir sorgudan geçiriliyor. En nihayetinde üçüncü bir kişi “bize çalışacaksın” diye meseleyi bağlıyor. İslâmcı dostum, “Ben reddettim, ama çevremde aynı tezgâha düşüp teklifi kabul eden çok sayıda tanıdığım olduğunu anladım.” diye bitirdi hikâyeyi. İslâmcıların devletle ilişkisi sadece teorik bir açmaz değil, pratik olarak aynı zamanda kirli bir ilişki. Bugünün “Devlete nasıl karşı gelirsiniz?” diye mangalda kül bırakmayan kelli-ferli İslâmcılarının önemlice bir kısmının 70’li yıllarda “haber elemanı” olarak devşirilmeleri kimseye tuhaf gelmemeli. Devletimiz o günlerde “şeriat devleti” heyulası yaratmış, Ceza Kanunu’nun 163. maddesi ile kendini koruma altına almış, memurlarını da bu işle görevlendirmişti. Memurlar da, serseri mayın gibi ortalıkta dolaşan İslâmcıları bu iş için seferber etmişti. Devleti ele geçirdikten sonra aynı resmî merkezlerde ve resmî toplantılarda karşılaşmaları, aralarındaki yakınlık duygusunu ve devlete bağlılıklarını mutlaka artırmış olmalı. Hiç eksiği yok: Bugün herkesi kesip biçen, sağa-sola çamur atan ve tek kişiye hitap eden yazılar kaleme alan “havuz kalemleri”nin tamamının haber elemanlarından ve “devlet tecrübesi” ile ruhlarını şekillendirmiş olanlardan seçilmeleri size garip gelmemeli. En çirkefleri bilin ki, asıl mesleğinde en ileri olanlar.

İstihbarat işi ciddi bir iştir, ince bir zekâ gerektirir. İki yüzlü bir haber elemanı olarak yaşamak ise doğal olarak insanı yozlaştırır, soysuzlaştırır. Sırtını sağlam yere dayayıp yağıp gürlüyor, bir sürü insanı yoldan çıkartıyor ve sonra da yüzüstü bırakıyorlar. Ahlaksız olmadan bu hayat nasıl sürüp gider? Bugün sağda solda duyduğunuz düzeysiz polemikleri bu bataklıkta ancak bu çiçekler açar diye okumalısınız. Ayrıca, bu düzeysizliğe mahkûm olan iktidar oyununun da bir hikmeti var. Otokrasiler emre amade adamlar arar. Güce hizmet etmeyi hayat biçimine dönüştürmüş adamlar dururken nitelikli olanlara sıra gelir mi? Düzeysizlik mi? O tencereye uygun kapağı başka nereden bulabilirsiniz?

Şimdi olayı somutlaştıralım…

Bugün İslamcı diye zikredilen ve birçoğunun birarada olduğu bir dergiden bahsedelim. Bu dergi Yeni Zemin dergisi. İşte bu derginin kadrosu.

Derginin Sahibi:Osman Tunç (Kürt- İslam sentezcisi Zehra Vakfı yöneticisi).

Genel Yayın Yönetmeni:Mehmet Metiner

Yayın Danışmanı:Ali Bulaç

Yayın Kurulu: Kenan Çamurcu, Abdurrahman Dilipak, Davut Dursun (RTÜK Başkanı), Altan Tan (MİT’çiler daha sonra Tan’ı tasfiye etti).

Yayın Müdür yardımcısı: Yalçın Akdoğan

Sonra Bu isimler içinde yer alanlardan bugün en etkin olan Yalçın Akdoğan ı Ekrem Dumanlı nın şu yazısından okuyalım…

Bir dönem kendime samimi arkadaş gibi gördüğüm Akdoğan’ın 28 Şubat dilini kullanmasını çok yadırgadım. Çok yakışıksız laflar bunlar. Sonra daha önce de sorduğum bir soruyu hatırladım: Sayın Akdoğan 28 Şubat’ta siz hangi görevi ifa ediyordunuz? Başbakanlık Takip Kurulu’nda askerlerin kurduğu Batı Çalışma Grubu’ndan gelen emirleri yerine getirmek için hangi fişlemelere ne muamele yaptınız? Sanırım sağda solda dediğiniz gibi darbeci askerlerin kurup yönettiği BÇG’yi oyaladınız, o vahşi fişleme ve karalama işlerine perde oldunuz. Öyle bile olsa görüyorum ki o dönemden kalma yılan, akrep, kertenkele gibi laflar zihninde iz bırakmış. Bu yakışıksız sözler kabir azabına dair bir endişenin yansıması ise ona bir şey diyemem; ama haktan, hukuktan, adaletten bahsedilirken böyle laflar sarf edilmez. Ayıp… Hem adam olmak önemlidir hem de devlet adamı olmak.

Eminim sizlerde diğer isimlerle ilgili bir yığın fikir ve bilginin beyninize hücüm ettiğini farketmişsinizdir.

Mavi marmara

Kudüs Gecesi

Acem Uşakları

Perinçek …

Selam Tevhit davası.

İran

Evet bu mesele daha çok su götürür.

Ve belki bu süreç gözümüzü kapatan siyasal islamcı perdesinin aralanmasına yardımcı olacaktır.

Kaynak: Yeni Yön

MİT’Çİ İSLAMCILAR TARTIŞMASI BÜYÜYOR
07 July 2015



Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, aynı gazeteden Mümtaz Türköne’nin yazısında bahsettiği 1970’li yıllarda üniversitede okurken “ajanlık teklif edilen İslamcı öğrencinin” kendisi olduğunu açıkladı. Bulaç, üç polis tarafından alındığı sorguda kendisinin ajanlık yapmaya zorlandığını ancak kabul etmediğini belirterek bir çok İslamcı’nın bu teklifi kabul ederek yükseldiğini de vurguladı. Çevresindeki bir çok kişinin hatta en yakın arkadaşlarının polis olduğu ya da Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) çalıştığı konusunda uyarıldığını veya gözlemlediğini anlattı. Bulaç, “Tam zaaf içindeyken devlet İslamcılarla kuvvet buldu, ayağa kalktı” değerlendirmesinin doğru bir tez olduğuna dikkat çekti.
Yeni Zemin’i kastetmiş
İslamcı çevrede başlayan ajan-provokatör tartışmalarını Yurt Partisi Genel Başkanı Sadettin Tantan yorumladı. Tantan, Ali Bulaç’ın Yeni Zemin Dergisi’ndeki çalışma arkadaşlarını kastettiğini belirterek şunları söyledi: “1990 yıllarda Fatih’te 20’ye yakın gazete ve dergi kuruldu. İslamcı, Kürtçü çizgideki dergi ve gazeteler Türkiye’nin her tarafına yayıldı. Kim bunlar? Şu anda açığa çıktılar.Bir takım gazeteciler, televizyoncular devletin her türlü belgesini alıyormuş gibi davranıyor. Onlar hep kendilerinin servise yakın olduklarını hissettirmediler mi? Abdurrahman Dilipak, AKP’nin kuruluş aşamasında kendilerine yabancı ajanlar için ‘biri gidiyordu 3’ü geliyordu’ demedi mi? Pekiyi Türk istihbaratı neredeydi bütün bunlar olurken?”
Devletin alt yapısı yok
Yurt Partisi lideri Tantan o günlerdeki işleyişi şöyle anlattı: “Biz hep dedik ya, devletin temel alt yapısı Türk halkına ait değil, diye. Devletin temel alt yapısı yok. Olsa bunlar olur mu? Olmaz. O günkü mantıkta ilk önce polis kendi kullanacağı ajanları mimler, onları eğitir ve devşirir. Hizmete sunar. Sonra onların içlerinden iyilerini MİT alır. Böyle bir süreç yaşanır. Ama Türkiye’de devletin temel alt yapısı olmadığı için bunlar da zaman içinde yıpranırlar tabii. Mesela bir ajan müessesesi yok. Bu konuda hukuki bir yapılanma yok. Yani Anadolu’dan gelmiş o genç çocuklar bir takım menfaatlerle, parayla veya sınıf geçmeyle kontrol altına alınabilir. Onların kullanılması da çok kolay olur.” Tantan sözlerini şöyle tamamladı: “NATO’nun bir sivil kanadı, bir askeri kanadı var. Türkiye’de Atlantik Konseyi’nin kullandığı sivil kanat acaba yerli istihbaratı mı temsil ediyor, yabancı istihbaratı mı? Galatasaray Lisesi mezunu Prof. Ahmet Yüksel Özemre yazdığı bir kitabında, ‘Galatasaray’da istihbarat tarafından mimlenmeyen tek adam benim’ diyor. Bir de sivil toplum örgütleri var. İşte Komünizmle Mücadele Derneği, A derneği, B derneği, C derneği gibi. Bunların hepsi yerli oluşumlar mı yoksa yerli gibi gözüken yapılar mı? Mesela İHH Türkiye’nin lehine mi çalışıyor yoksa aleyhine mi?”
Kaynak: Yeniçağ

'İslamcı ajanlar'
EKREM DUMANLI
13 Temmuz 2015,

Ali Bulaç, gençlik yıllarına dair bir hatırayı nakledince kıyametler koptu. Neydi o hatıra? Üniversitede okurken Bulaç gözaltına alınır ve sorgulanır. İyi polis kötü polis rolüne soyunan sorgucular nihayet ağızlarındaki baklayı çıkarır ve “ajanlık” teklifinde bulunur. “Okuldaki nurcular hakkında bilgi getirmesi” istenir.
Ali Bey teklifi reddeder ancak bilahare öğrenir ki kendisi gibi bazı “İslamcılar”a da benzer baskı yapılmış ve o şahıslar da bunu kabul etmiş. İstihbarat servisine devşirilen kişilere dair başka çarpıcı örnekler de veriyor. Yazısından anlaşılıyor ki Bulaç'ın hedefi, topyekûn İslamcılar değil. O, yaygın tehlikeye dikkat çekiyor ve bugün yaşanan olaylar ile 'derin devlet' ve onlar hesabına çalışan 'İslamcılar'a dikkat çekiyor. Ali Bulaç'la çok eski yıllardan beri dava arkadaşlığı yapan ve iki dönemdir HDP milletvekilliği görevini üstlenen Altan Tan “İslamcı yazarların ve Kürt siyasetinde yer alanların yarısı devletin adamıdır” şeklindeki çarpıcı ifadeleriyle tartışmaya yeni bir derinlik kattı.
Tartışılması gereken bir konu. Soğukkanlılıkla, vicdanla, izanla düşünülmesi gereken böyle bir mevzu karşısında kimi “Siyasal İslamcılar” Ali Bulaç'a hakaret etmeyi tercih etti; hatta külhanbey bir ağızla tehditler savurdular. Bazılarının öfkesi, suçüstü yakalanmanın telaşını andırıyor...
AK PARTİ'Yİ KENDİ TABANINDAN KOPARDILAR
Paniğe gerek yok. Söylenen sözler, öteden beri İslamcı camiada konuşulan, tartışılan; hatta bilinen mevzular. Bazı kişilerin İslamcı görüntüsüne rağmen derin devletle bağının varlığı hep söylendi; ancak uzun yıllar geri planda bekleşen o kitle, son yıllarda AK Parti hükümetinin vitrini haline geldi. Bu dar oligarşik kadro, AK Parti'yi hem kendi tabanından kopardı; hem de partinin anahtarını “derin devlet”e teslim etti. Samimi İslamcılar bu vahim durumdan bîzar. Geçenlerde bir AK Parti milletvekili muhabirimize Meclis'te soruyor: “Son süreçte kazanan kim?” Parti mi, sivil toplum mu? Cevabı kendisi veriyor: “Tek kazanan var: Derin devlet, Ergenekon...”
Durduk yerde ortaya çıkmıyor kuşkular. Bazı somut bilgiler ve gelişmeler doğrultusunda cevap aranıyor. Dilerseniz birkaçını burada sıralayalım: 28 Şubat'ta Batı Çalışma Grubu'nun direktifleri doğrultusunda resmî çalışmalar yapan raporlar yazan, eylem planlarını uygulayan kişi(ler) şimdi nasıl oluyor da Bakanlık makamında oturup cemaat avcılığı yapıyor ve tam bir derin yapı ağzıyla insanlara hakaretler savurabiliyor? 28 Şubat'taki görevleri halen devam mı ediyor? 28 Şubat'ta Çevik Bir'in posta memuru gibi çalışan, Tayyip Erdoğan'a selam getirip “Paşam dedi ki bu Erbakan'ı yıksa yıksa bu Tayyip yıkar” diyen ve halen bakanlık makamını işgal eden kişi(ler), onca zaman içinde postacılığa devam etmiş midir? Başı kapalı anneler bile çocuklarının mezuniyet töreni için kışlaya sokulmazken, muhafazakâr gazeteciler askeri tesislerin kıyısından köşesinden bile geçirilmezken şu an AK Parti'nin önünde yürüyen bazı kişiler nasıl oluyor da o dönemde generallere akıl hocalığı yapabiliyor, baş tacı ediliyordu? AK Parti ile hiçbir zaman fikri teması olmadığı halde ve üstelik bir başka parti liderinin kurşun askeri olarak bilinmesine rağmen bir adam omuzlara basa basa nasıl yükselebiliyor ve bu dönemin McCarthy'si haline gelebiliyor?
Daha saymama gerek yok sanırım. Acı gerçek şu ki İslamcılık kisvesiyle iktidar merkezine sızmış; ya da o partide çalışırken devşirilmiş bazı kişiler bugün AK Parti'yi derin bir uçurumun içine atmış bulunuyor. Ergenekon dayanışmasının, Perinçek sevdasının, Balyoz seviciliğinin vs. altında derin ilişkiler yatmaktadır. AK Parti'ye gönül vermiş idealist tabanın anlam veremediği çelişkinin birçok nedeni var; bunlardan biri de “İslamcı ajanlar”dır.

KİMDİR BUNLAR?

Bugün isim isim zikretmek ve bunları belgeye dayandırmak zor; ancak bir gün Seferberlik Tetkik Kurulu belgeleri fâş olursa ve Özel Harp Dairesi'nin yeşil bereli üyeleri gün yüzüne çıkarsa şaşkınlık içinde bazı isimleri göreceğimizden kuşku duyulmamalı. Mevzuu huşunete boğmaya gerek yok. Bir kere bilmek gerekiyor ki bütün bir kitle ajanlıkla suçlanmıyor. İkincisi, ajanların İslamcılığa verdiği zararı 'İslam düşmanları' bile vermiyor; veremiyor... Kaldı ki ortada bir de 'başka devletlere çalışan ajanlar' sorunu bulunmaktadır...

Gelin işin makul bir çerçevesini çizelim: Devletin istihbaratı bütün siyasi eğilimlere, sosyal hareketlere sızmak ister; belli bir oranda da sızar. Sağda, solda, laikçilikte, antilaikçilikte, ajanların rolü hep olageldi. Bunu bir paranoyaya dönüştürmemek ve her şeyi bu tür komplo senaryolarına teslim etmemek gerekiyor. Yalnız, meydanı sayıları az ama çok etkin 'ajanlar'a bırakmanın da bir vebali var. Bir davaya, düşünceye, ideale samimi bir şekilde inanan kişilere düşen vazife, o usta sızmaların dümene geçmesini önlemektir. Her kim davaları yörüngesinden çıkarmış, kitleleri birbirine kırdırmış, masum insanları casuslukla suçlamış, kumpas senaryoları ile partilerini derin yapıların kumpasına teslim etmiş ise, bilin ki o şahıslar ezelden beri vazifelidir; bunu fark etmek de feraset ehlinin sorumluluğundadır.

Geniş kitlelerin günahını almaya, İslamcıların tamamını itham altında tutmaya hiç kimsenin hakkı yok; ancak tâ baştan beri güdümlü bir şekilde içeri sızmış ve zamanı geldiğinde insanları birbirine kırdıran kişilere teslim olmanın da bir mantığı olmasa gerek.

ZAMAN'I BİTİRİN TALİMATI

Madem Ali Bulaç kumpasın bir parçasını ifşa etti, müsaadenizle kalan kısmı tamamlayalım. Ali Bey'e “Gazeteden ayrıl, oradan ne alıyorsan iki-üç katını verelim” dediler ve namuslu bir entelektüel duruşu karşısında üstü kapalı tehdit savurup gittiler. Yalnız o teklif sadece Ali Bey'e yapılmamıştı.
Haydi baştan anlatayım: ‘Havuz' cenahından bir dost bana bir gün dedi ki: “Haberin olsun Zaman'ın içini boşaltacaklar.” Şaşkınlıkla karşıladım. “Nasıl yani?” Adam devam etti: “Yazarlarınızı, editörlerinizi, hatta muhabirlerinizi oradan ayrılmaya zorlayacaklar.” Ben çok ihtimal vermedim. Hatta kuşkuyla baktım. Çünkü Zaman'ı bitirmek için zaten düğmeye basılmış, gazete seçim meydanlarından hedef gösterilmiş, aboneler üzerinde terör estirilmiş, reklam verenlere tehditler savrulmuştu. Bunca haksızlık/hukuksuzluk irtikâp edildikten sonra gazete kadrosu ile niçin uğraşılsın ki diye düşünüyordum.
Yanılmışım. O günlerde “Bu gazetede yazan adam kalmayacak” nevinden yazılar kaleme alınmaya başlandı. Hatta devşirme bir yandaş, canlı yayında üst perdeden kehanetlerde bulundu ve “Zaman'dan kaçış” olacağını söyledi. Dedikodu artınca bazı yazarlarımızla buluştuk. Yandaş'tan aldığım haberi söyleyince bir yazarımız şöyle dedi: “İyi oldu bu konuyu açtığın. Ben de yanlış anlaşılma olmadan bunu nasıl söylerim diye düşünüyordum.” Meğer siyasetin en zirvesi telefonla aramış. İltifatların ardından bir yetkilinin kendisini ziyaret edeceğini söylemiş. Ve o yetkili gelince “Zaman'ı bırak; istediğin gazetede (Havuz'u söylüyor) ya da TV'de çalış” demiş. Allah var; o yazarımız da yiğit çıktı; önce “Bana bir iki ay müsaade” deyip zaman kazandı; ardından da kibarca reddetti o ahlaksız teklifi…

Yazarlarımız, editörlerimiz, muhabirlerimiz tekliflerle, tehditlerle karşılaştı. Bir-iki fire verdik; ancak -tıpkı okur gibi- yazarlar da dimdik durdu. Ne ilginç bir denk gelmedir ki tam bu süreç yaşanırken dönemin başbakanı Erdoğan, kendisine soru soran başörtülü bir muhabirimize canlı yayında “Sen oradan ayrıl.” diyebildi. Tesadüf müydü?

Şimdilik bu kadar naklediyoruz. İlerleyen zamanlarda Zaman'ı bitirme planının nasıl işletildiğini, okurun ürkütülmesinden reklam verenin korkutulmasına kadar nasıl tazyik altında bırakıldığımızı geniş geniş anlatacak herkes. Ve eminim birilerinin yüzü kızarırken Zaman'ın ruhunu kavrayan büyük çoğunluğun göğsü kabaracak…

Ajancılık oynarken

İstihbarat konusu açılmışken tehlikeli bir durumdan da bahsetmek gerekiyor. Almanya'da yargılanan ve Erdoğan'ın danışmanlığını yapmış olan Taha Gergerlioğlu'nun iddianamesi korkunç detaylar içeriyor. “Cemaat”e iftira atmaktan Almanya'daki Türkleri fişlemeye kadar ürpertici ithamlar var. Fransa'daki feci cinayetle ilgili de çok ağır suçlamalar yapılıyor ve mahkeme faturayı MİT'e kesiyor. Sakine Cansız ve yanındaki iki kişinin Paris'te öldürülmesi ile ilgili tutuklanan Ömer Güney'in MİT yöneticileriyle cinayeti planlama konuşması ortaya çıkmış, PKK'lı yetkililer MİT'çilerin sesini tanıdıklarını ifade etmişti. Ortaya çıkan şifreli belge de işin cabası...
Üzülerek söylemem gerekiyor ki MİT ile ilgili kuşkular artıyor ve dosya kabarıyor. Yurtdışındaki (başta Suriye olmak üzere) faaliyetlerinde acemice işlere soyunup açık veren teşkilat, yurtiçinde de bir kişinin, bir partinin, bir siyasi ekolün özel istihbaratı gibi davranarak devlet kurumu statüsünü ve inandırıcılığını kaybediyor.

Fişlemeyle başlayan, itirafçı üretmeyle devam eden, bilgi belge oluşturmaya, kumpas kurmaya kadar pek çok konuda kuşku duyulan bir kurum haline geldi MİT. İddialar doğruysa siyasi konjonktür değiştiğinde, hukuk raftan indiğinde MİT'i çok zor günler bekliyor.

Medyadaki ayağı da öyle. Siyasal İslamcılar arasında “ajan” var mı tartışması eski İslamcılar için rencide edici bir mahiyet taşıyor. O yüzden telaşla bağırıp çağıranlar var. Bir de yeni yetme yandaşlara bakın; onlar “ajan” olmayı övünülecek bir şey sanıyor. Acınası bir durum. Bilmiyorlar ki hem gazeteci hem istihbaratçı olunamaz; olunsa bile ajanlık esastır gazetecilik maskedir onlar için ve o adam(lar)a gazeteci denemez.

Şimdi de bu türedi; gazetecilere bazı görüntüler veriliyor, bilgiler sızdırılıyor onlar da şehvetle konunun üzerine atlayıp yazıyor, konuşuyor. Bir gün hem onlara hem o servisi yapan insanlara şu sorular sorulmayacak mı: Siz bu bilgi ve görüntüleri kimden ve nasıl elde ettiniz? İnsanların şahsi hatalarını servis etmeden önce o kişilere şantaj yaptınız mı? Şantajınıza boyun eğen ve kumpasınızın maşası olan çıktı mı? “Ben bu iftirada yokum” deyip kamuoyu huzurunda rezil edilmeyi göze alanları linç etmek ve bir kişinin hatası üzerinden masum kitleleri suçlu göstermek için elemanlaştırılmış gazetecileri kullanmak suç değil mi?

İstihbarat servisleri ciddi devlet kurumlarıdır. Görevleri de eylemleri de önemlidir ve hukuki olmak zorundadır. Siz böylesi kurumları siyasi bir partinin emrine amade eder, haysiyet cellatlığına soyunur, bunu da çapsız, küçük, dar ufuklu elemanlar vasıtasıyla yaparsanız ajancılık oynamış olursunuz. Bu tehlikeli oyunun sonu hiç de iç açıcı görünmüyor…
Zaman

Ajanların İtiraf Telaşı: Edelman Yalan Söylüyor; Berkan Doğru Söylese de Farketmez

Açık İstihbarat Özel

Geçen haftayı tek kelimeyle özetleyin deseler şöyle derdik :

"İtiraflar Haftası"

Bu ülkenin her türlü çemberden geçmiş vatandaşları olarak eniştenin öpüş zamanını da tarzını da kestiremediğimizden ve artık çok da yadırgamadığımızdan belki gözden kaçtı ama geçen hafta üç önemli kişinin üç kritik itirafı satır aralarından sırıttı gözümüze.

Önce İsmet Berkan çıktı sahneye ve Fetullahcı camianın yayın organlarından birine zamanında MİT'in kendisine ajanlık teklifinde bulunduğunu ifşa etti.

Bu teklif karşısında çok midesi bulandığına ve hatta teklifi kabul etmediğine de inanmamızı bekledi.

Daha da ilginci kendisinin nasıl MİT ajanı olmadığına inanmamızı bekleyen Berkan; aynı röportajda durup dururken Ankara'da bir başka gazetecinin ismini vererek, "zaten onun MİT ajanı olduğunu herkes bilir" diyerek garip bir ifşaatta da bulundu.

Burada durup şu ayrımı yapmamız gerekiyor :

MİT görevlisi iken gazeteci görevini üstlenen ve bunu başarı ile yerine getirene profesyonel denir. Mesleğini icra etmiştir.

Gazeteci iken MİT ajanı olana ise meslek maymunu denir. Mesleğine ihanet etmiştir.

İsmet Berkan profesyonel bir istihbratçıyı deşifre ederken , kendisinin bir meslek maymunu olmadığına inanmamızı bekliyor.

Hadi bizi bırakın okurlar bile Berkan'a inanmamış olacak ki, bakın bir kaç okur ilgili haberin altına nasıl imalı , "Atma İsmet Berkan, biz seni tanırız" mesajları bırakıyor...hem de Berkan'ın çıkmak bilmediği Cihangir'den selamlarla..

halk 23 Haziran 2010 Çarşamba 23:54
sayın berkan, başbakanla putinin soçi görüşmesi ile ilgili tek satır yazabilmişmi acaba? yada ergenekonda yargılananların başbakanın bulaştığı olaylarla ilgili ifadelerine yer verebilmişmi? efendim? bence siz o ajanlık teklifini kabul etmişsiniz :) ve şu an görevdesiniz ;)

Dursun Gezer 23 Haziran 2010 Çarşamba 23:22
Kendileri birinci elden çalışır. Şenkal gibi taşeronun ajanı olmaktansa doğrudan Şenkal'ın patronları hesabına çalışır. Naber İsmet, açtırma kutuyu söyletme kötüyü. Cihangir'den selamlar?...Anladın mı?

İsmet Berkan'ın kendisini aklarken, kendisi ile alakasız bir ismi deşifre eden bu röportajı sonrasında MİT görevlilerinin kimliklerini deşifre edilmesi ile ilgili bir yasal tatbikata uğrayıp uğramayacağını göreceğiz.

Tahminimiz uğramayacağı yönünde.

Nedeni malum: İsmet Berkan "gazeteci", biz de keriziz ve bu ülkede yasalar sadece kerizlere karşı işletilir.

İsmet Berkan'ın bu garip röportajını Cezayir (bazıları Fransız der) sokağında ayazda kalmasına bağlayacaktık ki, bir baktık eski gözağrımız Edelman, Berkan'ın ifşaatlerini gölgede bırakacak bir itirafta bulundu.

Zamanın Ankara gülü eski ABD Büyükelçisi Edelman ; Çetin Doğan'ın kızı ve damadına yaptığı açıklamada, AKP'ye yakın isimlerin ABD'yi sahte belgelerle darbe olasılığına inandırmaya çalıştığını açıkladı.

Bak sen...

Türkiye'de son 3 yıldır darbe paranoyası üzerinden insanların hayatları karartılıyor, ülkenin temel taşları yerlerinden oynatılıyor Edelman hazretlerinin aklına "sahte darbe belgeleri" yeni geliyor...

Ve bir hamle ile kendini Ankara'da yaşanan süreçten sıyırıp; İsmet Berkan misali, "ben masumum, onlar bana sahte belge getirdi" savunmasına yatıyor.

Yemezler Edelman!

O dönem Ankara'daki "cornucopia" günlerini.........

Ankara'da buluştuğun insanları ve mekanları.....

Zamanında "Ergenekon" sürecine belge taşıyıp da, süreç dönünce "ABD Büyükelçiliği bu işin arkasından çekildi" diye orada burada konuşanları...

FBI'ın "önleyici dava" konseptini nasıl uyguladığını.......

ABD Büyükelçiliğine yakın isimler üzerinden Ankara'da hangi sahte/dezenformasyon belgelerinin dolaştırıldığını ve bu belgelerin Ankara ve İstanbul'da "darbe heveslisi" avlamak için nasıl kullanıldığını bilenler...

YEMEZLER EDELMAN!

O yüzden zamanında darbe fokurdatanların başında gelip, sonra İsmet Berkan misali bu işten sıyrılabileceğini zannediyorsan yanılıyorsun.

"Ergenekon" davasında yargılanan bazı isimleri ofislerinde nasıl tehdit ettiğinin ortaya çıkmayacağını zannediyorsan yanılıyorsun. (Bkz : Ergenekon tutanakları 21 Kasım 2008 tarihli 17. celse)

AKP Büyükelçiliği'nin Ergenekon'dan tutuklanmasını istediği 88 kişinin listesini, 22 Ocak'taki dalga öncesinde AKP hükümetine verdiğinizi bizzat Fehmi Koru tarafından Kanal 7'de açıklandığını unutacağımızı düşünüyorsan yanılıyorsun.

"AKP'ye yakın çevreler darbeye inandırmak için sahte belge getirdi" yalanını şöyle değiştirmeni tavsiye ederiz...

"Hem AKP'yi, hem Genelkurmay'ı avucumuza almak için biz sahte belge ürettik, dolaştırdık"

daha doğru bir cümle olacaktır kanaatimizce.

Dürüstlük, mesleğinin itibar ettiği bir kişilik özelliği değil o yüzden dürüst olmanı beklemek abes ama en azından bu sözde itiraflarını daha akıllı ve üsturuplu sallayabilirsin.

Hazır söz bir CIA (daha doğrusu ABD Devleti) ajanından açılmışken, bu garip itiraflar haftasının son vakasına getirelim sözü.

Yaşar Kemal'e.

Bu değerli romancımız; zamanında bir CIA ajanının kendisine ; "İşçi Partisi'nden ayrıl, seni yükseltelim" teklifinde bulunduğunu açıkladı. Zamanın İşçi Partisi'nden sözediyoruz tabiki.

Memleketteki bereketi görüyor musunuz?

Cihangir'den, Çukurova'ya kadar eli kalem tutana MİT'den CIA'ye iş teklif eden edene.

Bir de buna Ankara'da görev alıp da, durup dururken "sahte belge vicdanı" tutan resmi ajanları eklediğinizde tablo daha da renkleniyor.

Soru şu:

Zamanın müstakbel MİT ajanı İsmet Berkan'dan; CIA ajanı Edelman ve zamanın müstakbel CIA ajanı Yaşar Kemal'e herkes neden itiraflarda bulunmak için bu haftayı seçti.

Daha bu memlekette çok karpuz kesip kelek çıktığına şahit olacağımızdan; bu

"ben ajan değilim o ajan"
"ben sahte belge hazırlatmadım, onlar hazırladı"
"ben CIA ajanı olabilirdim, olmadım"

pür telaşı niye?

Acaba diyoruz...

Bir yerlerde sağlam bir liste dolaşmaya başladı da, bu arkadaşlar bu listeye karşı ön mü alıyor?

Bu gidişle karışan izlerin sadece ata ve ite olduğu günleri bile arayacağız.

Gerçek at ve itlerin izlerinden vazgeçtik ; bir de at kılığında itlerle, it kılığında atların izleri başımıza bela.

Açık İstihbarat

AKP YANLISI AMERİKAN CASUSLARI KİMLER?
06.07.2010

ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman’ın Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın kızı ve damadına yaptığı açıklamalar yeni boyutlar kazanıyor.

Balyoz davasının bir numaralı sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan ile damadı Dani Rodrik, ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman’la görüştü ve görüşmenin ayrıntılarını kendi blog’larında yayınladı.
Biz de bu haberi Odatv sayfalarında yayınladık.

****

Habere göre; “AKP hükümeti yanlısı ve Edelman’la çok iyi geçinmek için çabalayan bir grup” 2003-2005 yılları arasında Türkiye Büyükelçisi olan Edelman’a bazı evraklar iletti. Fotokopi halindeki bu belgeler “ordunun darbe hazırlık planlarını” gösteriyordu.

Edelman, belgeleri ileten gizemli kişileri ciddiye aldı ve belgeleri Amerikalı uzmanlara inceletti. Sonuçta belgelerin sahte olduğu anlaşıldı.

Bu belgelerde ne vardı? Balyoz planı mı, Ergenekon şemaları mı; ne vardı?
Edelman, nedense bir şey hatırlamıyor.

Peki sahte belgeleri ileten kişiler kimlerdi?
Edelman, “Bir elçilik kaynağı” diyor.

“Kaynak adı” verilen kişiler acaba elçilik adına çalışan casuslar mıydı?
Bu soruların yanıtlarını ancak eski Amerikan elçisi Edelman verebilir.

Peki, Edelman konuşacak mı?
Konuşmayacağı anlaşılıyor. “Gizlilik var” diyor başka bir şey söylemiyor.

****

Edelman’ın açıklamalarını gündeme taşıyan yine ODATV oldu. Ardından Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş Edelman’a e-posta yoluyla sorular iletti, yanıtlar aldı. Yanıtlar bugünkü Milliyet gazetesinde yayınlandı.

Edelman Rodrik’e açıklamalarını teyit ediyor. Ama bazı “düzeltmeler” yapıyor.
Elyazısı bir mektup fotokopisi şeklindeki belgenin, ‘bir dizi darbe dedikodusunun raporu’ ve ‘TSK içindeki mekanizmaları’ anlattığını belirten Edelman, “Bu bir hükümet ya da AKP kaynağından gelmemişti” diyor.
Buna göre casuslar AKP içinden değil gibi görünüyor. Acaba doğru mu? Bu soruyu Edelmann’la ilk görüşen kişi olarak Dani Rodrik’e yönelttik.
Elektronik posta yoluyla ulaştığımız Rodrik şu açıklamayı yaptı:

“Biz bloğumuzda belgeler Edelman’a ‘AKP hükümeti yanlısı ve Edelman’la çok iyi geçinmek için çabalayan bir grup tarafından’ verildi diye yazmıştık. Bu doğru ve Aslı Aydıntaşbaş’ın yazdıklarıyla çelişmiyor.

Edelman’la yaptığımız görüşmede kendisi bize belgeyi verenler konusunda çok daha fazla detay verdi, ancak isim yayımlamamızı istemedi. Öyle sanıyorum ki aktardığımız şekliyle sahte belgenin kaynağının hangi grup olduğu açık.”

Kim bu grup?

Rodrik biliyor ama açıklamıyor. Çünkü Edelman’a söz vermiş görünüyor. Edelman da konuşmuyor.

Oysa geçen 3 yıldır memleket Ergenekon’la, darbeyle, ıslak imzayla, Balyoz’la yatıp kalkıyor. Rejim dengesi ve iktidar mimarisi bile buna göre şekillendi. Ama nedense isimler saklanıyor.

Kim bu sahte darbe belgesi üreten, AKP’ye yakın Amerikan casusları?

Daha da ilginç olan nokta şu: Bunca yaşanan hikaye, tutuklamalar, hapisler, telekulaklar vs., acaba her biri casusların Türkiye’ye karşı oynadığı oyunlardan mı ibaret?

Odatv.com

Erdoğan'a "darbe" sorusu

CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a sahte darbe notlarını sordu. Köktürk, Başbakan'a, ABD'nin eski Büyükelçisi Eric Edelman'ın, darbe notlarının sahte olduğuna yönelik sözlerini hatırlatarak, "ABD Büyükelçisi Edelman'a, fotokopi belgeler getirerek "ordunun darbe hazırlık planları olduğunu' iddia eden AKP Hükümeti yanlısı kişiler kimlerdir" diye sordu. 06.07.2010
CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a sahte darbe notlarını sordu. Köktürk, Başbakan'a, ABD'nin eski Büyükelçisi Eric Edelman'ın, darbe notlarının sahte olduğuna yönelik sözlerini hatırlatarak, "ABD Büyükelçisi Edelman'a, fotokopi belgeler getirerek "ordunun darbe hazırlık planları olduğunu' iddia eden AKP Hükümeti yanlısı kişiler kimlerdir" diye sordu.

-TBMM'YE TAŞIDI-

CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk, TBMM Başkanlığı'na Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi. Köktürk, emekli Orgeneral Çetin Doğan'ın kızı Pınar Doğan ve damadı Dani Rodrik'in ABD'nin eski Büyükelcisi Eric Edelman ile görüştüğü yönündeki haberleri hatırlatarak, şöyle dedi:
"Edelman'ın anlattığına göre, 2003-2005 yılları arasında Türkiye Büyükelçisi olan Edelman'a AKP Hükümeti yanlısı ve ABD ile sıcak ilişkileri olan bazı isimler önemli belgeler götürdü. Fotokopi belgelerin ordunun darbe hazırlık planları olduğunu iddia ettiler. Edelman bu belgeleri alarak ABD'li uzmanlara inceletti. Yapılan teknik çalışmalar sonucunda belgelerin sahte olduğu anlaşıldı. Edelman, bu isimlerin sahte belgeler ile orduda bir darbe hazırlığı izlenimine ABD'yi inandırmaya çalıştığını söyledi."

-"SORUŞTURMA AÇTIRACAK MISINIZ?"-

Basında çıkan bu haberleri anımsatan Köktürk, Başbakan'a, "ABD Büyükelçisi Edelman'a, fotokopi belgeler getirerek "ordunun darbe hazırlık planları olduğunu' iddia eden AKP Hükümeti yanlısı kişiler kimlerdir? Edelman'ın söylediklerini bir ihbar kabul edip bu skandal olayla ilgili soruşturma açtırmayı düşünüyor musunuz" diye sordu.
Başbakan'a, Edelman'dan bu sahte belgelerin neler olduğu konusunda bir açıklama istemeyi düşünüp düşünmediğini de soran Köktürk, şu soruları yöneltti:
"ABD'nin Türkiye'de bulunan en üst isimlerinden biri olan Edelman'ın söylediği bu sözler İrticayla Mücadele Eylem Planı, Balyoz Planı, Ergenekon Davası, Kafes Planı gibi bir dizi davayla ilgili belgeleri akla getirmektedir.
Balyoz Darbe Planı'na bir gazetede yayınlanması konusunda teşvik ettiğiniz yönünde bir gazete yazarı açıklamalarda bulunmuştur. Bu haberler doğruysa bir ülkenin Başbakanı'nın görevi doğruluğu şüpheli olan bilgileri teşvikle gazetelerde yayınlatmak mıdır? Bu tavır sorumlu devlet anlayışıyla örtüşmekte midir?" haberx

Yaşar Kemal'in Reddettiği Teklifi Pamuk Kabul Etti mi?
Açık İstihbarat
07.07.2010



Yaşar Kemal 'e yazık olmuş. CIA'in çömez zamanlarına denk gelmiş.

O zamanlar CIA ajanları yazarlara yanaşır; "sen bize şunu yap, biz de seni meşhur yapalım" derlermiş.

CIA'nin resmi olarak 1947'de kurulduğunu gözönüne alırsanız ve o sırada Moskova'dan George Kennan'ın "Komunizm yayılacak" hezeyanları içinde çektiği telgrafların ABD'nin dış politikasını oluşturmada oynadığı pür telaş rolü hatırlarsanız; Sovyetlerin çeperinde CIA'in alelacele adam devşirme huyunu daha rahat anlarsınız.

Yaşar Kemal'in söylediklerine inanacak olursak, kendisi bu cevval CIA ajanının teklifini reddetmiş.
Günümüze gelelim.

CIA artık daha tecrübeli. Küre çapında paravan yapılarını oturtmuş durumda.

Romanya'da bodrum katta matbaa kurup, broşür bastığı günler geride kalmış ve artık küre çapında yayın yapan gazeteleri, televizyonları, yayınevleri var ve ülkelerdeki entellijensiya eliti ile temas kurmasının binbir mekanizmasını yerine oturtmuş.

Gelecek vaadedenleri "liderlik eğitimleri" adı altında radarına alıyor, formatlıyor.

Tuna Bekleviç bilir, Yiğit Bulut bilir.

Eli kalem tutanları yazarlık kurslarına davet edip, kontrolündeki yayınevlerinden kitaplarını basıp dünya çapında yıldız yapıyor, olmadı kendi ülkesinde bir telefonla medyada üst düzeylere taşıyor.......

Elif Şafak'lara , Aslı Aydıntaşbaş'lara, Yasemin Çongar'lara sormak lazım; onlar da bilebilir.

Zamanında ABD Dışişleri Bakanlığı'nın sponsorluğundaki International Writing Program'a dahil edilen ve bu kursa katıldıktan sonra ufku açılan Orhan Pamuk'da bilebilir.

Bizim MGK bir edebiyat kursu açsa, "ne alaka, devlet yazar mı yetiştirir" diye ortalığı velveleye verecek geri zekalı tayfası sözkonusu AB-D Devleti olunca kuyruğunu kıstırdığından Orhan Pamuk'un bu kariyer çizgisi kimseyi rahatsız etmez.

Ya da Orhan Pamuk'un kitaplarının; ABD Devleti'nin Soğuk Savaş'taki en önemli ortaklarından Bertelsmann Yayıncılık'ın sahibi olduğu Randım House tarafından sahiplenilip, dünyaya yayılmasından şüphelenmez.

Orhan Pamuk'un aldığı IMPAC Dublin ödülünü veren yönetim danışmanlığı şirketinin sahibinin ABD'nin en önemli askeri akademilerinden West Point'ten üstün hizmet ödülü alan derin bir şahsiyet olduğunu bilmez.

Düşünün Veli Küçük bir yönetim danışmanlığı şirketi kursa ve bir yazara bu şirket Orhan Pamuk'a verildiği gibi 115 bin dolarlık bir ödül verse, kopacak yaygarayı tahmin edebilirsiniz.

İşte bu köpek zihniyetler aynı şeyi ABD Devleti yapınca salyaları akarak, sıranın kendilerine geleceği umudu ile alkışlarlar.

Dedik ya; Yaşar Kemal, Orhan Pamuk kadar şanslı değilmiş.

O zamanlar çömez CIA adam devşirme ağını bugünkü kadar geliştirmediğinden, adam yollayıp, "abi bizi gör , biz de seni görürüz" mealinde laflar edermiş.

O günden bu yana değişmeyen tek şey ; AB-D'ye hizmet edenin yükseltileceği sözü.

Şimdi Orhan Pamuk'un macerasını yukarıdaki bilgiler ışığında tekrar bir hatırlayın.

Edebiyat macerası intihal vakaları ile dolu bu sorunlu kişiliğin ve kalemin; sözde ermeni soykırımı ile ilgili ettiği büyük laflardan sonra önünde açılan kapıları bir düşünün.

Sizce Orhan Pamuk'un ; Yaşar Kemal'e edilen teklifi kabul etmiş olma ihtimali nedir?

Yaşar Kemal bu ifşaatı biraz da, "ben de CIA'ye çalışsaydım, bana da o ödülleri verirlerdi" mealinde mi yapmıştır?

Orhan Pamuk'a, "şu Ermeni meselesinde bir laf et, biz de seni adam edelim" teklifini yapan CIA ajanı kimdir?

Bu CIA ajanı Yaşar Kemal'e göründüğü gibi bir CIA ajanı olarak mı görünmüştür; yoksa bir yayınevi sahibi, bir yönetici olarak mı görünmüştür?

Orhan Pamuk bilir mi?

Bilemeyiz ama Cihangir'i avucunun içi gibi bilenler bilir.

Orhan Pamuk da bir gün öğrenecektir elbet.

Açık İstihbarat

Başbakanlık Koridorlarında Bir "CIA Ajanı"
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
18.08.2010


Ergenekon duruşmaları, sadece hukuk tarihine geçecek rezaletler, insanlık dramları ve içinde kin taşıyan bir siyasi iktidarın topluma ve adalete nasıl büyük kötülükler yapabileceğine ilişkin dersleri barındırmıyor.

Ergenekon davaları, bütün bu kirliliğin, yozlaşmanın, devlet olmaktan ve insan olmaktan çıkışın ortasında önemli bilgileri, olayları ve ilişkileri de gün ışığına çıkarıyor.

Genelllikle canı yakılmış sanıkların haklı bir isyan sonucu verdikleri bilgiler oluyor bunlar ve çoğu basında yer bile almıyor. Çünkü Ergenekon davaları, neyi ne kadar ortaya çıkaracağı; kimin ne kadar deşifre edileceğinin önceden belirlendiği bir proje...

Bu büyük enformasyon kirliliği içinde bir önemli haber daha kaynadı.

Yeniçağ gazetesinin Ergenekon duruşmalarını izleyen muhabiri Salim Yavaşoğlu, eski Jandarma İstihbarat Daire Başkanı, tutuklu sanık Emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'ün sorgusunu diğer gazetelerde yer almayan bir ayrıntıyla haberleştirdi.

Levent Ersöz'ün sorgusuyla devam eden son duruşmada, ortaya atılan kimi darbe planlarının CIA tarafından servis edildiği iddiası gündeme gelmişti.

Konu, üye hakim Sedat Sami Haşiloğlu'nun Levent Ersöz'e

“Jandarma İstihbarat Başkanı olduğunuz dönemde darbe planlarını size getiren Faruk Demir’in CIA ajanı olduğunu belirlemişsiniz. Hakkında ne gibi işlem yaptınız?”

şeklindeki sorusuyla gündeme geldi.

Yeniçağ'ın ve oradan alıntı yapan Açık İstihbarat''ın haberinde de okuduğunuz gibi Ersöz, Faruk Demir'in CIA ajanı olduğunun kendisinin emekliliğinden sonra kanıtlandığını belirterek

"Benim dönemimde ortaya çıksaydı gereğini yapardım"

dedi.

Demir'in CIA görevlisi olduğunun ne zaman ortaya çıktığı, kendisiyle kimlerin işbirliği içinde olduğu, CIA ajanı sıfatıyla devletin hangi faaliyetlerine sızdığı ve hangi faaliyetleri yönlendirdiğini ortaya çıkarmak artık o soruyu soran Sedat Sami Haşiloğlu'nun ve mahkeme heyetinin görevi.

Bakalım, Ergenekon davaları devlet içindeki CIA görevlileri konusunda nereye kadar gidebilecek?

Yoksa bu bilgi de "Ergenekon'un meczupları" konumunu üstlenmiş olan Kuvva-i Milliye derneğinin hâmisinin Tayyip Erdoğan'ın bacanağı çıkması gerçeğinin kapatılması gibi unutturulacak mı?

Konumuz Faruk Demir...

Kendisini 1997 yılında ANKA Ajansı'nın Başbakanlık muhabiriyken tanıdım. ANAP-DSP-DTP koalisyonu işbaşındaydı.

28 Şubat'ın "kudretli generalleri" bu zayıf hükümetin her yaptığından haberdar olmak istiyorlar, 28 Şubat kararları çerçevesinde hergün hükümetten mantıklı mantıksız bir dizi istekte bulunuyorlardı.

Başbakanlık Takip Kurulu da esasen "kamuda irticacı avlamaktan" ziyade bu ihtiyaç için kuruldu.

Askerler, sadece yazışma ve bilgi alma yoluyla değil bizzat Başbakanlığın içinde olmak, yapılan ve yapılmayan işleri bizzat denetlemek istiyorlardı.

Tabii bu duruma, askeri vesayetle işbaşına gelmiş tabansız bir hükümetin karşı koyması beklenemezdi. Askerler ne istese yapılıyordu ama gerek Mesut Yılmaz'ın, gerek Bülent Ecevit'in bu durumu tam olarak içlerine sindirdiklerini söylemek haksızlık olur. "Sivil" insanlar olarak belli bir ölçüde rahatsızlık duydukları ama bir şey yapamadıklarını söylemek en insaflı yorum olur.

Mesut Yılmaz'ın Gürcistan'a giderken uçakta gazetecilere askerlerin hükümet üzerindeki baskısını ima edip, isim telaffuz etmekten çekindiği için ( Başbakan'ın uçağının içi o dönemde de dinleniyor olabilir) elleriyle omuzlarını işaret ederek "rütbeliler" demeye çalıştığını, bu acıklı hareketin de uçakta bulunan Mehmet Ali Birand tarafından haber yapıldığını hatırlayanlar çıkacaktır. Mesut Bey, bu yüzden Birant'a uzun süre dargın kalmıştı...

Faruk Demir olayına dönecek olursak..

İşte askerlerin hükümeti bu kadar pervasızca denetlemek ve yönlendirmek istediği bir ortamda Başbakanlık koridorlarında aniden kısa boylu, tıknaz, genç, espritüel, ve oldukça konuşkan bir adam peydah oldu.

Siyaset ve bürokrasi ile ilgili her konuda bir görüşü vardı.

Enteresan olan, Müsteşar Yaşar Yazıcıoğlu'nun makam odası başta olmak üzere istediği yere rahatça girip çıkabilmesi, üst düzey bürokratlara "sen" diye hitap etmesi ve gerektiğinde dikte edici üslûplar kullanabilmesiydi.

Başbakanlık koridorlarında daha önce rastlamadık bir tür olan bu insan modelinin "görevinin ne olduğu"sorulduğunda, personelden sorumlu bürokratlar bile

"Genelkurmay'a yakın bir arkadaş olduğu söyleniyor"

demekten öteye gitmiyorlardı.

Faruk Demir'in çok konuşma özelliği, vurguladığı ilişkilere ihtiyatlı yaklaşmayı gerektirir ama kendi gözlemlerime dayanarak Genelkurmay ile oldukça yakın bir ilişki içinde olduğunu söyleyebilirim. Bazı üst düzey askerlerle de oldukça senli-benli ilişkiler içindeydi.

Özellikle Genelkurmay'ın çıkmasını istediği bir yasa, tüzük veya yönetmeliğin istenilen sürede ve istenilen içerikte hazırlanıp hazırlanmadığını sıkı takip ederdi. Başbakanlığın en kozmik birimlerinden birisi olan Kanunlar ve Kararlar Dairesi'ne girip çıkmak Faruk Demir için kantinde çay içmek gibi bir şeydi..

Bir keresinde, Müsteşar Yazıcıoğlu'na Kanunlar ve Kararlar Dairesi'nden evrak götüren genç bir kavası koridorda durdurup elindeki dosyaya baktığını bugün gibi hatırlıyorum.

Faruk Demir'in mesai saatleri dışında kullandığı mekânlar, Ankara'nın en üst düzey siyasetçi, bürokrat, asker, istihbaratçı ve gazetecilerinin mesken tuttuğu lüks lokanta ve cafelerdi. Papermoon yanlış hatırlamıyorsam o dönem henüz yoktu. Yukarıda anılan zevatın uğrak yerleri arasında "Ivy" adlı bir cafe ile, yanındaki şimdi adını hatırlayamadığım lüks balıkçı lokantası vardı.

İlginçtir, Ankara aristokrasisinin bir başka gözde mekânı da o dönem Turkish Daily News gazetesinin imtiyaz sahibi İlnur Çevik tarafından işletilen Daily News Cafe idi.

Bu mekânın özelliği hem 28 Şubat'ın etrafındaki gazeteci siyasetçi ve bürokratlar, hem de İlnur Çevik'in yakın arkadaşı, o dönemin güya "mağduru" Fehmi Koru tarafından ortak kullanılıyor olmasıydı.

İki tarafın buluşup temas kurduğu yer burasıydı.

Daily News Cafe'nin müdavimleri arasına, fakir bir köşe yazarıyken sonradan birileri tarafından "keşfedilip" maddi ve sosyal durumu düzeltilen Ömer Çelik, ardından da Mustafa Karaalioğlu eklendi.

Burada yapılan konuşmalar Tayyip Erdoğan'a Ömer Çelik tarafından, Necmettin Erbakan'a da Mustafa Karaalioğlu tarafından günü gününe iletilmekteydi.

Tabii Daily News Cafe'nin en sadık müdavimleri arasında Amerikan Büyükelçiliği'nin Türk siyaseti ile yakından ilgilenen yetkililerinin bulunduğunu da unutmuyoruz...

Faruk Demir konusunun dağıldığını düşünmemenizi rica ederek şu önemli ayrıntıyı da eklemek istiyorum:

Son derece şen şakrak bir adam olan İlnur Çevik, 28 Şubat'la ilgili gelişmeleri her nedense pek keyifle izliyordu.

Kendisine "irticacı" damgası vurulamayacağı için pek rahattı ve bu rahatlıkla Fehmi Koru gibi sözümona "mağdur İslamcı aydınlara" hamilik yapıyordu. 28 Şubat'çılarla "mağdur islamcıların" Cafe'sinde buluşup konuşmalarından oldukça memnun bir hali vardı.

İlnur Çevik'in o dönem asıl ilgi alanını, kimsenin üzerinde durmadığı Kuzey Irak oluşturmaktaydı.

Burada bir radyo istasyonu kurmuştu. Yılın neredeyse yarısını orada geçiriyor, Türk girişimcilere "Burada gelecek var, gelin bigane kalmayın" çağrıları yapıp duruyordu. (Senenin 1997 olduğunu ve Irak'ın işgalini kimsenin rüyasında bile görmediğini hatırlatalım...)

Daily News Cafe'nin "seçkin" müdavimleri arasında Kuzey Irak'la yakından ilgilenen bir diğer kişinin de Faruk Demir olduğunu belirtelim...

Demir'in Başbakanlık'taki evrak takibinden sonra en ilgi duyduğu alan Kuzey Irak'tı.

Kendisinin, Kürtçe'nin bütün lehçelerini mükemmel anlayıp konuşabilen bir "abimiz" olduğunu da bilmeyenlere duyuralım...

Zaza asıllıydı...

Bu yüzden kendisine, biraz da attığı üst düzey havalardan dolayı "Allah'ın Zazası" derdim...

Bu "Allah'ın Zazası" bir gün,

"Sana çok önemli bir şey söyleyeceğim. Suriye'den yakında çok değerli bir paket alacağız. Ve bu paket, Türkiye'nin gelecek 20 yılını şekillendirecek"

dedi...

Bir gazetecinin yarım yamalak bilgi verip arkasını getirmeyen bütün haber kaynaklarına kızdığı gibi kızdım ve

"Be hey Allah'ın Zaza'sı! söyledin bir şey, bari azıcık ucunu aç. Ne demek istedin şimdi sen, bari biraz da bilgi ver"

dedim ama bütün ısrarlarıma rağmen "Bu kadar söylerim" deyip sustu.

Bu istihbaratı kime soracak, nasıl doğrulatacak ve detayları kimden alacaktım? Tabi hiç bir şey yazamadım, olay orada kaldı.

Faruk Demir'i her gördüğümde

"Konuştu Bal Kabağı diye haber yazıp o 'bal kabağının' altına da senin fotoğrafını koyacağım, haberin olsun"

diye taciz edip durdum.

Her zamanki gevrek gülüşüyle kahkalar atarak Başbakanlık koridorlarında kaybolup gitti.

Faruk Demir bu "ham bilgiyi" bir gazeteci ile paylaştığında sene 1998'di. Yaklaşık 1,5 yıl sonra Abdullah Öcalan'ın "şartlı" bir paket halinde Türkiye'ye teslim edildiğini biliyorsunuz...

Faruk Demir'in Başbakanlık'taki tuhaf mesaisi, DSP azınlık hükümetinin başlarına kadar sürdü. Yaşar Yazıcıoğlu döneminde, baktılar ayak altında bu kadar dolaşması dikkat çekiyor ve rahatsızlık yaratıyor; hiç bir resmi sıfatı olmayan bu "görevliye" bir ara oda bile tahsis ettiler.

Hem de nerede bilin?

Kozmik Oda'nın hemen dibinde!

Hani şu Mesut Yılmaz'a Türkank'ın satışı konusunda gelen istihbarat notunun kaybolup gittiği Kozmik Oda'nın dibinde...

Ahmet Şağar'ın müsteşarlığı döneminde ya Hüsamettin Özkan'ın "askerlerle doğrudan ilişkiden sorumlu Bakan" vazifesini üstlenmesi, ya da görevin ifâ edilmiş olmasından dolayı "Allah'ın Zazası" Başbakanlık'tan çekildi.

Kısa bir ortadan kayboluştan sonra "NTV'nin strateji danışmanı" sıfatıyla karşımıza çıkıp televizyon yorumları yapmaya başladı.

O dönem Mehmet Emin Karamehmet'in "sağ kolu" olarak anılan ve gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin önemli aktörleriyle samimiyet kurma becerisine sahip olan gazeteci Nuray Başaran'la da arası oldukça iyiydi. Ergenekon ek delillerine göre ikisi birlikte Levent Ersöz'ü de ziyaret etmekteymişler...

Ersöz'ün "Faruk Demir'in CIA ajanı olduğundan" (kendisinin iddiasıdır) ne zaman şüphelenmeye başladığını ve kendisiyle ne düzeyde bir ilişki içinde olduğunu bilmiyoruz.

At izi it izine karışmış vaziyette çünkü....

Bildiğimiz, devletin en üst düzey istihbarat yetkililerinden biri (Levent Ersöz) tarafından "CIA ajanı" olarak saptanan bir şahsın, Başbakanlığın en kozmik odalarına elini kolunu sallayarak girebildiği ve Genelkurmay'ın en üst düzey yetkilileriyle ahbap-çavuş ilişkiler kurabildiği..

Faruk Demir, o dönem çok üst düzey bir generalin kendisine "kızını vermeye çalıştığını" bile anlatıp gülüyordu; ne kadar doğru olduğunu bilmiyoruz.

Şimdi, "Faruk Demir'in CIA ajanı olduğu" iddiası çerçevesinde sorulması gereken sorular, kurulması gereken mantıklar var:

Faruk Demir eğer CIA ajanıysa;

(Açık İstihbarat : Faruk Demir'in "ajan" olmaktan çok CIA-MİT Genelkurmay arasında bir "istihbarat ka
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 16, 2017 9:25 pm tarihinde değiştirildi, toplam 18 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 29, 2010 7:29 pm    Mesaj konusu: O İstedi Diye Beni Kovdular! Alıntıyla Cevap Gönder

Cemaat'in CIA'le bağlantısı var mı?
Washington Post Gazetesi'nde Jeff Stein imzalı ilginç bir haber yer aldı. Üst düzey bir Türk istihbarat yetkilisi anılarını yazdığı kitabına dayandırılan haber Cemaat'in CIA ile ilişkilerini olduğu iddia ediliyor.
08 Ocak 2011
Washington Post / Jeff Stein

Üst düzey bir Türk istihbarat yetkilisi anılarını yazdığı kitabında, merkezi Pennsylvania'da bulunan dünya genelinde yaygın ılımlı İslami hareketin, 1990’lı yılların ortalarından bu yana CIA’yı maskelediğini ileri sürüyor.

Emekli Türk istihbarat yetkilisi Osman Nuri Gündeş,“İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” adlı kitabında, eskiden imam olan nüfuzlu Fethullah Gülen liderliğindeki dinî hoşgörü hareketine bağlı dünya çapında 600 okul ile dört milyon mürit bulunduğunu belirtiyor.

Paris merkezli Intelligence Online haber bültenine göre, Gündeş, 1990’lı yıllarda hareketin Kırgızistan ve Özbekistan’daki okullarında "130 CIA ajanını barındırdığını" iddia ediyor.

Kitabın geçen ay basılmasından sonra Türkiye’de ortam hassaslaştı.

Gülen’in konuya ilişkin yorumu ise alınamadı.

Ancak Orta Asya’da uzun süre görev yapmış iki eski CIA yetkilisi, Gündeş’in iddialarına kuşkuyla yaklaşıyor.

Intelligence Online’a göre, "görüşleri genelde ABD politikalarına yakın" olan imam Gülen, tüm dinlere yönelik hoşgörülü yaklaşımıyla hareketini El-Kaide ve diğer radikal gruplara rakip kılarak Orta Asya, Orta Doğu ve hatta Avrupa ve Afrika’daki Müslümanların ilgisini kazanmaya çalışıyor.

Henüz İngilizceye çevirilmemiş olan kitap ile ilgili haber bültenine göre, Türkiye İstihbarat Teşkilatı MIT’in İstanbul eski şefi Gündeş ayrıca, "bizzat kendisinin 1990’lı yıllarda Gülen hareketi ile ilgili soruşturmaları yürüttüğünü" belirtiyor. Gündeş’in ne tür bir soruşturma yürüttüğü belli değil; dinî görüşleri de tam bilinmiyor ancak Türkiye’de radikal İslamcıların etkisi 1990’lı yıllarda artış kaydetmişti.

Gülen, 1998 yılında Türkiye’den ayrıldı ve hareketin merkezi olan Pennsylvania eyaletinin Saylorsburg kentine yerleşti. Intelligence Online tarafından yayımlanan habere göre, Gülen, ABD’de kalma iznini ancak 2008 yılında, CIA'nın üniversitelerdeki uzantıları olarak tanımlanan Fuller ve George Fidas aracılığıyla temin edebildi.

Bu iddiayı yalanlayan Fuller, "2006 yılının başlarında, düşmanları Gülen’in ABD’den sınırdışı edilip Türkiye’ye gönderilmesi yönünde baskı yaptığında FBI’a bir mektup yazmak oldu. 11 Eylül sonrasında Gülen’in tehlikeli bir radikal olduğuna ilişkin söylemler yayılmaktaydı. FBI’a yazdığım mesajda görüşlerimi bildirdim; yani ABD’ye yönelik herhangi bir tehdit oluşturmadığını ifade ettim. Tıpkı çağdaş İslam ile ilgilenen birçok bilim adamı gibi bugün de öyle düşünüyorum." diyerek sözlerini şöyle sürdürdü: "Gülen’i bir radikal ya da tehlikeli olarak görmüyorum. Hatta dünya genelindeki birçok İslami hareketlerle ilgili araştırma yapmış birisi olarak, Gülen hareketinin muhtemelen günümüz Islamiyetinin siyasal ve sosyal yapısının evrim geçirmesini sağlayabilecek en umut verici hareketlerden biri olduğu görüşünü taşıyorum."

Bu arada, ne yorumunu almak için Fidas’a ulaşılabildi ne de CIA'dan, Fidas ile ilgili sorulara cevap alınabildi. Fidas, George Washington Üniversitesi Elliot Uluslararası İlişkiler Okulu'nda ziyaretçi profesör ve Merkez İstihbarat Analiz ve Üretim Bürosu Yardımcılığında Direktör olarak görülüyor.

Tercüme: Byegm

O İstedi Diye Beni Kovdular!
28 Aralık 2010
Hüsnü Mahalli

Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Küçükkaya 23 Aralık tarihli köşesinde ''Tarafsızlığımız çok net'' başlıklı çok önemli bir yazıyı kaleme almıştı. ''Mutlak bir gazetecilik refleksi ve haber takibiyle güçlendirilmiş NET haberler ve NET gazetecilik'' ilkesine vurgu yapan Küçükkaya, AKŞAM'ın ne denli özgür bir gazete olduğunu anlatıyordu.
5 yıldır AKŞAM'da yazıyorum. Küçükkaya göreve geldiği ilk günden bu yana ve bildik çevrelerin tepki ve baskılarına rağmen hiçbir yazıma müdahale etmedi ve hiçbir yazımla ilgili hiçbir söz söylemedi.

Oysa Yeni Şafak'ta yazdığım dönemlerde yakın dostum olan Genel Yayın Yönetmeni Selahattin Sadıkoğlu zaman zaman yazılarıma müdahalede bulunmuş ve ABD ve İsrail ile ilgili yazılarıma itiraz etmiş hatta bu yazılardan bazılarını sansürlemişti. Gazetede bazı arkadaşlar da 'ABD ve İsrail karşıtı yazılarımın çok sert olduğu' uyarısında bulunmuş ve bu yazıların yumuşatılmasını istemişti. Bense 'ABD Irak'ta; İsrail de Filistin'de insanları öldürürken yumuşak öldürsün ben de yazılarımı yumuşatayım ' türünden yanıtlar vermiştim.

Nitekim ABD'nin Ankara Büyükelçisi namı değer Edelman, 'Sezer Şam'a gitmemeli'' türünden tehditkar bir açıklama yapınca ben de 16 Mart 2005'te kendi köşemde ''Edelman sömürge valisi mi?'' başlıklı bir yazı yazmıştım. Gazeteye sık sık geldiği, adamlarını gönderdiği ve gazetede bazı arkadaşlarla sıkı fıkı dostluk ilişkileri içinde olduğunu bildiğimiz Edelman bu yazıya dayanamayıp farklı kanalları da kullanarak gücünü kanıtladı ve yaklaşık 10 gün sona beni gazeteden attırdı. Peki ne oldu?

5 yıl sonra Edelman'ın değil benim haklı ve doğru olduğum kanıtlandı.

Peki ne oldu?

Edelman ve Edelman dostlarının Türkiye aleyhinde nasıl çalıştıklarını hep birlikte gördük.

İşte bu nedenle İsmail Küçükkaya'nın yazdıklarını ben çok önemsiyorum. Çünkü ben o zaman da bugün de NET ama aynı zamanda ÖZGÜR yazıyorum.

NET gazetecilik yapıyorum.

Bunu da son Ahmet Davutoğlu'nun sohbetinde çok daha NET anladım. Cumartesi günü 40 kadar meslektaşımla birlikte Bakan'ın sohbetine katılmıştım. Üç buçuk saat süreyle çok net, açık ve samimi konuşan ve Türkiye'nin dış politikası ile ilgili tüm detayları anlatan Bakan daha sonra soruları yanıtladı.

Salonda bulunanlara güvenerek 'şunları yazmayın' diyen Bakan, bazı sorulara da sinirlendiğini hiç saklamadı. Çünkü bazı meslektaşlarımız Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı'na Türkiye vatandaşı bir gazeteciden çok İsrail ya da ABD mantığı düşünen gazeteciler olarak sorular sormayı tercih ediyordu.

Örneğin ''Neden İsrail ile barışmıyorsunuz'' ya da ''İran bombasından korkmuyorsunuz''...

İşte garip olan buydu. Bu gariplikleri katıldığım televizyon programlarının tümünde görmüş ve yaşamıştım. Huylu huyundan vazgeçmiyor.

Allah Bakan Davutoğlu'na sabır versin. Allah bazı meslektaşlarımıza NET haber, NET ve ÖZGÜR gazetecilik ihsan eylesin.

Bu da olmazsa İsmail Küçükkaya'nın tavsiyesine uyarak AKŞAM okumalarını sağlasın

Akşam

Assange ABD casuslarını açıklayacak

Wikileaks'in kurucusu Julian Assange, çeşitli ülkelerde resmi görevlerde bulundukları sırada ABD hesabına casusluk yapan kişilerin isimlerini açıklayacağını söyledi.

31 Aralk 2010
Anadolu Haber

Katar'da yayın yapan El Cezire televizyon kanalının "Bile Hudut" (Sınırsız) programına katılan Assange, kendi ülkelerinde resmi görevlerde bulunan bazı kişilerin, ülkeleri hakkında ABD'ye bilgi vererek casusluk yapmalarını ''hainlik'' olarak nitelendirdi. Assange, casusların tüm dünyada bulunduğunu belirterek, bu kişilerin günlük olarak ülkeleri hakkında ABD'ye bilgi aktardıklarını öne sürdü.

Assange, Arap ülkelerinde önemli görevlerde bulunan birçok kişinin ABD büyükelçiliği veya konsolosluğuyla bağlantıya geçerek, ülkeleri hakkında bilgi verdiklerini iddia ederek, "Bu kişiler ABD'ye bilgi vererek ülkelerine ihanet etti" dedi.

Ortadoğu ülkelerindeki para akışı, askeri yapılanma ile Körfez bölgesindeki terörle mücadele ve petrol yataklarıyla ilgili ellerinde belgeler olduğunu ve zamanı geldiğinde bunları açıklayabileceklerini belirten Assange, ''Wikileaks belgelerinde bahsi geçen casusların, öldürülmeyeceğinden emin oldukları zaman adlarını açıklayacaklarını'' sözlerine ekledi.

İSRAİL-WIKILEAKS İLİŞKİSİ

İsraille bağlantılarının sorulması üzerine de Assange, Wikileaks'in İsrail istihbarat örgütü MOSSAD ile doğrudan veya dolaylı olarak hiçbir ilişkisinin olmadığını kaydetti.

MOSSAD dahil birçok ülkenin istihbarat servisinin kendilerini izlediğini anlatan Assange, İsrail'le ilgili ellerinde çok fazla belge olduğunu, bu belgelerin şu ana kadar sadece yüzde bir veya ikisini açıkladıklarını, zamanı geldiğinde tüm belgeleri yayımlayacaklarını söyledi.

Köstebekler!
30 Aralık 2010
Nurullah Aydın yazdı

Türkiye’de; XXX diye kodlanan ve Bu hükümetin geleceği yok diyen Brütüsler aranıyordu. Anlaşılan aramalar durdu. Yayınlayan gazetelere, diplomatlara dava açılacaktı, o da durdu.

Türkiye'yle ilgili yayınlanan 27 belgede 10 adet 'XXX' var. Wikileaks belgelerinde 'XXX' diye kodlanan Brütüsler vardı. Bir kurmay "Bizimkiler gidip ötmüş" demişti.

'XXX' olarak tanımlanan ve bilgi alınan kişiler ya danışmanı ya da yakın kişilerdi. Bu kişilerin kim olduğu biliniyor hatta bazıları ötmeye başladı bile!.

Bakın; ABD gizli belgelere sıkı önlemler alıyor!

Wikileaks belgelerinin yayımlanmasından sonra zor günler geçiren ABD yönetimi, gizli doküman ve ağların güvenliğini artırmak ve köstebekleri engellemek için sıkı önlemler almaya hazırlanıyor.

ABD yönetimi, aynı durumun tekrarlanmaması için Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve Ulusal İstihbarat Direktörlüğünün aralarında bulunduğu, gizli belge ve ağlarla ilgili birimleri incelemeye almış.

Danışman Russell Travers, Ulusal Güvenlik personeline, düzeltici eylemler, yatıştırıcı önlemler ve belgelere yönelik ihlallerle ilgili politika tavsiyelerinde bulunacak.

Yine; Başkan Obama'ya bağlı İstihbarat Danışma Kurulu, icra organının gizli belgeleri koruma ve paylaşmada kullandığı araçları bağımsız bir bakışla ele alacak. Bu kapsamda kurul, gizli belge ve ağların güvenliği için gerekli önceliklerin alınması ve karşılaşılan tüm zorluklara karşı kapsamlı değerlendirmelerin yapılmasını sağlamak için hükümetteki tüm birim ve dairelerle birlikte çalışacak. Belgelerin ilgili birimlerle paylaşılması ile bunların ciddi anlamda korunması ihtiyacı arasındaki dengenin oturtulması konusunu ele alacak.

Bunun yanı sıra önemli dokümanın korunmasını artırmak için İdare ve Bütçe Bürosu, gizli belgelerle ilgilenen daire ve birimlere talimat verdi.

Her birim, güvenlik, karşı istihbarat ve bilgilerin güvenliğini sağlamakla görevli uzmanlardan oluşan güvenlik değerlendirme ekibi kuracak. Ekip, gizli belgelerin uygun olmayan şekilde ifşa edilmesini engellemek için uygulanan prosedürleri ve eksikliklerini gözden geçirecek.

Ekipler, çalışanların, gizli devlet sistemlerini, işlerini daha etkin yapabilmek için gerektiğinden fazla kullanmaları ile devletin bilgisayar ağlarına taşınabilir veri aygıtları takmalarını önlemek ve bunların kullanımına dair sınırlamalara uymalarını sağlamak amacıyla, birimlerin gizli sistemlerinin yapılandırmasını sınırlama olmaksızın inceleyecek.

ABD Dışişleri Bakanlığı da kendi güvenlik prosedürlerini tekrar gözden geçirecek. Bu kapsamda bakanlıkta ilgili alandaki tüm kıdemli yönetim uzmanları, konuyla ilgili mevcut politikaların ve prosedürlerin derinlemesine ele almaları ve zorluklarla aynı şekilde başa çıkabilmeleri için bir araya getirildi.

Bununla, bir yandan gizli belgelerin korunmasının artırılması, bir yandan da bu önlemlerin ilgili birimlerin ihtiyaç duyulan belgelere gerektiğinde ulaşmada sıkıntı çekmemesi için uygun bir dengeyi oluşturmak amaçlanıyor.

Ayrıca gizli ağları düzenli olarak izleyerek buralarda kolayca anlaşılamayacak anormallikleri tespit edecek bir sistemi de harekete geçirecek olan bakanlık, bu sistemler oturana kadar gizli belgelere ve diplomatik raporlara ilişkin veritabanına girilmesini askıya aldı.

Köstebekleri bulmak için ekip kuruldu. ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) ise bu incelemelerin sonuçlarına göre yeni düzenlemeler yapacak. Buna göre kredi kartı şirketlerininkine benzer bir yöntem kullanacak olan Pentagon, gizli ağların indirilmesini engellemek için bakanlığın ilgili ağlarında çıkarılabilir aygıtlar kullanılmaması ve şüpheli durumların izlenmesinin artırılmasına yönelik önlemler almayı düşünüyor.

Muharip komuta kademelerinde de Wikileaks benzeri gelişmelerin tekrarlanmaması için iç tehdit çalışma grubu oluşturulması ve güvenlik, iç tehdit gibi konularda personele verilen eğitimlerin artırılması planlanıyor.

GünüN SöZü: Zaafları olmayanlarla yola çıkarsan, endişe etmezsin.
http://www.antigazete.com/


B.M Ajan Örgütü mü?
Doç.Dr. Birol Ertan
03 Ocak 2011
Birleşmiş Milletler, dünya barışını sağlamak ve kalıcı kılmak amacıyla kurulmuş bir örgüt. Bırakın barışı sağlamayı, süper güçlerin ülkeleri işgal etmesini önleyemedi, seyirci kaldı. ABDnin Irak işgali sırasında BM büroları vuruldu, gazeteciler öldürüldü, milyondan fazla masum insan katledildi, BM bunları seyretmekle yetindi.

Birleşmiş Milletler denen bu örgütün bazı birimleri, bazı ülkelerin ajanlık faaliyetlerini yürüttüğü birimlere dönüşmüş. WikiLeaks belgelerinden öğrendiğimize göre, UNDP aracılığıyla bazı ülkelerin iç işlerine müdahale edilmiş, bazı ülkelerde emperyalist devletler adına işbirlikçilik yapanlara hizmetleri karşılığı paralar dağıtılmış. Bunlardan birisi de Annan Planı oylaması öncesinde Kıbrıs adasında iki tarafta 1331 kişiye sözleşme karşılığı verilen paralardır.

UNDP

Örneğin, UNDP denen BM örgütünü ele alalım. UNDP, Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü’dür. UNDP konusundaki bilgiye, kendi internet sitesinden bakalım : “UNDP Başkanlığı, BM Sisteminde Genel Sekreter ve Genel Sekreter Yardımcısı’ndan sonra gelen üçüncü resmi makamdır. Genel Sekreter tarafından önerilir ve Genel Meclis tarafından 4 yıllık bir dönem için kabul edilir. Helen Clark, 17 Nisan 2009’da Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı başkanlığı görevine başlayarak organizasyonu yöneten ilk kadın ünvanına sahip oldu. Helen Clark, dokuz yıllık başbakanlığından önce, Yeni Zelanda gizli servisinde görev yaptı.”

Yanlış duymadınız, şu anki UNDP Başkanı, ülkesinin gizli servisinde çalışmış bir ajan. Clark’ın geçmişini karıştırırsanız, ülkesinde yakalanmış suikast hazırlığı yapan iki Mossad ajanının casus olmadığını açıklaması gibi ilginç konular gündeme gelebilir. Konumuz Helen Clark değil, ancak UNDP’nin Başkanları ilginç isimler. Clark’tan önceki isim de Amerikalıların has adamı Kemal Derviş. Bu konuya hiç girmiyorum.

BM NE YAPIYOR

2011’de Birleşmiş Milletler’in açlığı, adaletsizliği, katliamları, iç savaşları, soykırımları önlemek için Afrika ve Asya kıtalarının sefalet içindeki ülkelerine ilgi göstermesini diliyorum. OECD, dünyada aç insan sayısının özellikle tarım ürünleri fiyatlarındaki artış nedeniyle 1 milyarı aştığını açıkladı. BM denen sefil uluslararası örgüt, bu konuda göstermelik çalışmalar ve açıklamalar ve raporlar hazırlamak dışında ne yapıyor acaba?

BM, kaynaklarını küresel açlığa ve yoksulluğa harcamalı. BM’den beklentimiz, Afrika kıtasında ve Güney Asya’nın yoksul ülkelerinde etkin ve sonuç alıcı çalışmalar yapmasıdır.

Odatv.com

İki ABD'li ajan olduğu iddiası üzerine şehri terk etti!

ABD'den Türkiye'ye İngilizce öğretmen görünümünde 54 ajan geldiğini ileri sürülünce Karabük Üniversitesi'ndeki ABD'li iki öğretmenin derslerine kimse girmemeye başladı. Ajan söylentisi artınca iki öğretmen izine ayrıldı.
07 Ocak 2011
Anadolu Haber
Gazeteci-yazar Banu Avar, 24 Aralık’ta Karabük Esnaf Kefalet Odası’nın toplantı salonunda düzenlenen konferansta, “Buraya Amerikan Büyükelçiliği’nden heyetler gönderildiğini öğrendim. Karabük Üniversitesi’nde konuştuklarını öğrendim ve o nedenle gelmek istedim. Çünkü bütün üniversitelere şu anda Amerikan elçileri gidiyor. Ayrıca 37 üniversiteye görev yapmak üzere 54 Amerikan istihbarat görevlisi Türkiye’ye getirildi ve bunlar İngilizce öğretmeni kılığında çeşitli üniversitelere sokuldu. Bunlar çeşitli işler çeviriyorlar. Onun dışında Kardemir işçileri gak dediği zaman buraya Amerikan elçileri geldi. Çünkü burası Türkiye’nin en önemli yerlerinden biri. Tıpkı İsdemir ve Ereğli gibi. Böyle hassas bölgelere daha da yoğunlaşıyorlar. Onun içinde devamlı üniversitelere gelip gidiyorlar. Bende bu nedenle üniversiteye gelmeyi istedim” dedi.

İddiaya göre, Banu Avar’ın açıklamalarının ardından bazı öğrenciler, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’nın finanse ettiği Fulbright İngilizce Öğreten Asistanlar Programı’nın katılımcılarından olan Rachel Smith ve Hayfa Aboukier’in, Karabük Üniversitesi’nde verdikleri İngilizce derslerine girmemeye başladı. İki Amerikalı öğretmen haklarında çıkan ’Ajan’ suçlamalarından rahatsızlık duyarak, geçtiğimiz hafta bağlı bulundukları Fulbrıght’dan izin aldılar. Amerikalı öğretim asistanlarının Kıbrıs’a tatile gittikleri öğrenildi.

Rektör: Casus değiller

Rektör Prof. Dr. Burhanettin Uysal ise yaşanan gelişmeleri şöyle anlattı: “Dünya ile entegre olabilmek içinde bütün bölümlerimizde yabancı dil hazırlık sınıfı zorunlu olarak veriliyor. Şu anda 3 bine yakın öğrencimiz İngilizce hazırlık sınıfı okumaktadır. Tabii yeterince öğretim görevlisi, okutman ve öğretim üyelerimiz İngilizce alanında var. Ama YÖK de üniversitelerde dil sorununun eğitim süresince çözülmesi için ek tedbirler aldı. Fulbright ile anlaşarak Amerika’dan personeli getirdiler ve ihtiyacı olan üniversitelere dağıttılar. Bu kişiler hem öğrencilerimizin İngilizce eğitimlerine, hem de okutmanlarımızın gelişmesine katkı sağlıyorlar.

Mehmet Baransu / Taraf
Film Gibi Ama Bunlar Gerçek!
31 Ocak 2011

28 Şubat sürecinde ABD'nin Ankara'daki gayrı resmî temsilcisi Aydan Kodaloğlu'ydu. Türk Amerikan Derneği'nin Genel Müdür'lüğünü yapan Kodaloğlu, silah ticaretinden siyasi görüşmelere varıncaya değin uluslararası bir dizi faaliyet yürütüyordu.

Yine o dönemde Türk Amerikan Derneği'ni çok sayıda paşa ziyaret ediyordu. Dönemin kudretli orgenerali Çevik Bir de bunlardan birisiydi.

Bu arada, derneğin ziyaretçileri, yapılan toplantılar, çalışanlarının da dikkatini çekiyordu. Nihayetinde, Emniyet'te tanıdığı olan bir dernek çalışanı Çevik Bir'in faaliyetlerini yakın arkadaşına aktardı.

Hanevi Avcı'nın ekibindeki bu isim, derneği yakın takibe aldı. Kodaloğlu'nun tüm ilişkileri takip edilmeye başlandı. Hacı romanının yazılmasına neden olan olaylar zinciri böylece başlamış oldu. Avcı'nın ekibindeki bu isim bir yandan derneği yakın takibe alıyor, diğer yandan da içeri sızmaya çalışıyordu.

Kodaloğlu'yla çalışan kadın hizmetçiyle irtibata geçti. Hizmetçiye bir ekran okuyucu makinesi, hard diski verildi. Nasıl kullanılacağı ayrıntılı olarak anlatıldı. Hizmetçinin görevi basit ama önemliydi; Kodaloğlu'nun açık ekranını tarayacak, bilgileri yükleyecekti.

Hizmetçi üzerinden yürütülen plan sonuç verdi ve kısa sürede Kodaloğlu'nun tüm yazışmaları bilgisayardan ele geçirildi. Bilgisayarda bulunan, mail yazışmaları dâhil tüm yazışmalar kaydedildi. Bunlardan özellikle silah tüccarlarıyla gerçekleştirilmiş olanlar hayati öneme sahipti.

Artık, 28 Şubat generalleri ve ABD arasındaki kavşak noktasında bulunan kişinin tüm yazışmaları 'cepteydi'. Geriye sadece bu bilgilerin nasıl kullanılacağı meselesi kalmıştı.

Bilgilerin askerlere karşı uygulanan psikolojik harbin bir parçası olarak 'bir kitapta' kullanılmasına karar verildi. Bunun için uygun bir kişi arandı ve bulundu. Bilgiler Cüneyt Ülsever'le paylaşıldı ve Hacı romanı da böylelikle ortaya çıktı. İşte, Hacı romandaki yazışmaların hikâyesi buydu. Ülsever'in hayal dünyasından oluşturduğunu iddia ettiği yazışmalar, bir hizmetçinin ekran okuyucuyla elde ettiği bilgilerden başka bir şey değildi.

Cüneyt Ülsever, büyük bir ihtimalle bu yazdıklarıma da yalan diyecektir. Ancak hatırlatmak isterim, bu bilgilerin ne zaman, nerede, kim tarafından kendisine verildiğini de biliyorum. Umarım beni mahkemeye verir de mailler, gerçekler mahkemede resmî yollarla ortaya çıkar.

Evet, Emniyet birilerini yönlendirmenin de ötesinde etkilemiş ama o birisinin ben olmadığı kesin. Asıl üzücü olan Emniyet'ten aldığı belgelerle roman yazan birisinin beni Emniyet tarafından yönlendirilen bir gazeteci olarak görmesi, başkalarının böyle görmesini sağlamaya çalışması. Bu arada unutmadan Cüneyt Ülsever'e bir sorum olacak. Hisarüstü Cinayetleri romanın da hayal ürünü mü?

CIA İçin Çalışıyormuş
21.02.2011
ABD ile Pakistan arasında diplomatik krize yol açan Amerikalı konsolosluk görevlisinin CIA için çalıştığı bildirildi.

Pakistan’ın Lahor kentinde bir kişinin öldüğü trafik kazasına karışan ve olay sonrasında iki kişiyi silahla vurarak öldüren Amerikan Konsolosluğu görevlisinin Amerikan Merkez Haberalma Teşkilatı CIA için çalıştığı Amerikalı yetkililerce doğrulandı.
Olayda gözaltına alınan Raymond Davis isimli Amerikalı görevli ise ölen 3 kişiden ikisinin kendisine saldırmak üzere oldugunu ve kendisinin meşru müdafaada bulunduğunu iddia etmişti.

Pakistan Başbakanı Yusuf Rıza Gilani sorunun Pakistan hukuk sistemi içinde en kısa zamanda çözüleceğini inandığını söyledi. TRT

Ergun Babahan/ Star
Bağımsız denilen medya gerçeği
23 Şubat 2011

Bu yazı aslında yabancı okur için kaleme alındı ama son dönemde kafası karışan Türkiye kamuoyu açısından da önemli.

Ergenekon gerçeğinin medya ayağı olduğu ve bunun tam anlamıyla ortaya çıkarılamadığı gerçeğini anlatmaya çalıştığım bu yazı Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara Büyükelçisi Francis Joseph Ricciardone’ye hitaben kaleme alındı.

Büyükelçi Ricciardone, Odatv Baskını’ndan sonra Türkiye’de olup biteni anlamaya çalıştığını söyledi.

Türkiye’nin büyük gazetelerinden birinde uzun yıllar üst düzey yöneticilik yapmış, bir gazeteci olarak kendisine yardımcı olayım.

Bugün Türkiye’de iktidar-medya ilişkilerinin sıkıntılı olduğu doğru.

Başbakan Erdoğan zaman zaman medyaya, yazarlara sert çıkışlar yapıyor bu da doğru.

Ancak Türkiye’de Batılı anlamda bir medyanın mevcudiyeti daha sıkıntılı.

Bu ülkenin medyası ne yazık ki, yıllar boyunca Genelkurmay karargahının bir uzantısı olarak işlev gördü. Gazetecilerin itibarı yüksek rütbeli generallerle ne kadar samimi olduklarıyla ölçüldü.

Çünkü asker uzun yıllar devlet içinde devlet konumunu korudu ve işadamları için her zaman siyasetçiden önemli oldu.

Bu ülkede yıllar boyu her görüşten siyasetçiye hakaret yağdı ama asker her zaman kutsal, dokunulmaz kaldı.

Sıkıntı bundan ibaret değildi, medyayı devlet üzerinden zenginlik kaynağı olarak gören medya sahipleri, askerle iyi geçinme kaygısıyla köşe yazarından haber sorumlusuna kadar askerin tavsiyesiyle adam aldı. Genelkurmay, MİT gibi kurumlar kendilerine gazeteci diyen ajanların atama işlevi gördü. Bunun neticesinde asker kutsal, siyasetçi karanlık, pis bir biçimde değerlendirildi.
Askeri istihbaratın sağladığı bilgiler, askerin rahatsızlık duyduğu siyasetçileri devre dışı bırakmak için kullanıldı.

Karargahtan gelen taleplerle yazılar yazıldı, o talimatlarla kimi konulara hiç girilmedi.

Mesela, Türkiye’de kendine merkez diyen medyanın hiçbir zaman insan hakkı, hukuk gibi kaygıları olmadı. Kıbrıs’tan Kürt meselesine, Ermeni soykırımı tartışmalarından solculara baskıya kadar bu medya her koşulda devletin yanında yer aldı. Almakla kalmadı, devletin hassasiyet gösterdiği konularda farklı duruşu olan aydın ve sanatçıları boy hedefi haline getirdi.

Bundan Nobel Ödüllü yazarımız Orhan Pamuk da nasibini aldı, sürgünde vatan hasretiyle ölen Kürt sanatçı Ahmet Kaya da. Diyarbakır’daki işkenceleri de görmezden geldiler, faili meçhul cinayetleri de.

Aslında askerle işbirliği içinde siyaset sahnesini düzenlemeye çalışan gazeteci kılıklı devlet ajanları sahnedeydi.

Üstelik bu yeni bir şey değildi Türkiye için.
1945’deki Tan Matbaası baskınından 1960 darbesine, 9 Mart darbe girişiminden 28 Şubat sürecine kadar her aşamada halkı tahrik etmek görevini onlar üstlendi.

Şimdi Ergenekon dava sürecinde, Balyoz olayında da onların izleri ortaya çıkıyor.

Sayın Büyükelçi, bunun basın özgürlüğüyle ilgisi yok, demokrasinin korunması meselesiyle karşı karşıyayız. Size sadece şunu hatırlatayım, bu ülkede yakın geçmişte devlet kaynaklı çok cinayet işlendi.

Çok sayıda aydın, öğrenci, bu cinayetlere kurban gitti. ‘Sözkonusu vatansa, gerisi teferruattır’ diyen zihniyet, bu uğurda kendisine yakın isimleri de öldürtmekten çekinmedi.

Amaç irtica tehlikesi tehdidiyle halkı askeri müdahalenin yanına çekmekti.

Bu medya, bütün bu olaylarda yalanların yanında oldu, gerçeklerin üzerine gidenleri karaladı. Size şu kadarını söyleyeyim, Ergenekon dava sürecinin başlamasıyla birlikte siyasi amaçlı cinayetler bıçak gibi kesildi.

Hrant Dink devleti rahatsız eden görüşleri dile getirdiği için öldürülen son aydın oldu ve dilerim öyle kalır.

Bu cinayetin aydınlatılması için kendisine bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçiren bu medyanın seçilmemesi için parti kapattırma tezgahlarına giriştiği Cumhurbaşkanı Gül oldu.

Özetle sayın Büyükelçi, Türkiye’yi anlamak uzun ve sabır gerektiren bir süreç.

Zorluk çektiğinizde biz buradayız.

"Türkiye'de GAZETECİ KILIKLI Ajanlar?"
12 Mart 2011
İstihabarat servisleri gazetecileri nasıl kullanıyor? Ajan gazeteciler var mı? İşte dünyadan örnekler...
Video-Analiz/Aktifhaber

Ergenekon soruşturması kapsamında odatv'de yapılan aramalarda ele geçirilen belgeler, Odatv'nin İsrail'le bağlantısı iddiaları gazetecilik ile istihbaratçılık arasındaki o ince çizgiyi tekrar tartışmaya açtı.

Örneğin geçtiğimiz aylarda İngiliz The Telegraph Gazetesi'nin ortaya attığı, "AKP seçimler için İran'dan 25 milyon dolar bağış aldı" yalan haberi önce 15 dakika içinde İsrailli Haaretz Gazetesi tarafından alıntılanmış oradan Oda tv bu haberi Türk medyasına servis etmişti.

Bu haberin yalan olduğu geçen hafta ortaya çıktı ve İngiliz gazetesi tazminata mahkum edildi.

Gelelim gazetecilik ile istihbaratçılık arasındaki ince çizgiye ve gazeteci kılığına girmiş istihbaratçılara...

Dünyada bu olayın pek çok örneği var.

Diplomat istihbaratçılarında etkinlik alanı vardır ama gazeteci kılığına girmiş ajanlar neden daha makbuldür?

Kanal 24'de Fuat Kozluklu'nun Moderatör programında "ajan gazeteciler" ve İstihbarat servislerinin gazetecileri nasıl kullandığı Gazeteci Ardan Zentürk tarafından örneklerle anlatıldı.

Gazetecilik ile istihbaratçılık arasında çok ince bir çizgi var. Gazetecilerin de haber kaynakları vardır. Bilgi toplarlar ve haberlerini öyle yaparlar; istihbaratçılar da aynı şekilde bilgi toplarlar ama onlar rapor yazar.

Bir gazetecinin ilişki ağı esasen bir ajanın ilişki ağına göre daha yüksektir. Çünkü gazetecinin kimliği bellidir ve açığa çıkma gibi bir kaygısı yoktur.

Bu nedenle de diplomat kılığına girmiş bir ajanla gazeteci kılığına girmiş bir ajanın etkinlik alanı daha yüksektir.

Gazetecilik mesleği özellikle Soğuk Savaş yıllarından bugüne kadar istihbarat örgütleri tarafından hoyratça kullanılan bir meslek haline geldi diyen Ardan Zentürk, gazeteci kılığına girmiş istihbaratçılarla ilgili dünya basınından çarpıcı örnekler verdi.

Örneğin 1996 yılında ABD kongresine verilen bir raporda CIA'in hem Amerikalı hem de dünya çapındaki gazetecileri kullandığı resmen kabul edildi.

İşte istihbaratçılar tarafından kullanılan yabancı gazeteciler ve yaptıkları olaylardan birkaç örnek;

Peki Türkiye'de durum ne?

Program moderatörü Fuat Kozluklu Türkiye'deki "ajan gazeteciler"le ilgili isim vermedi ama adres gösterdi. Kozluklu, Türkiye'de siyaseti dizayn etmeye çalışan yazarlar, gazeteci kılıklılar var ama onlar ortaya çıkarılamıyor dedi. aktifhaber

Açık Konuşalım Rafael Sadi!
Açık istihbarat
14 Mart 2011

OdaTV'nin Türkiye doğumlu İsrail'li yazarı Açık İstihbarat'ın haberi üzerine bir açıklama yayınlamış.

Açıklamanın tam metnine http://www.odatv.com/n.php?n=rafael-sadi-iddialara-cevap-verdi-1103111200

adresinden ulaşabilirsiniz.

OdaTV tarafından okuyucuların yorumlarından bile sansürlenen bir site olarak,

, Açık İstihbarat'ı kaynak göstererek haber yapan Akit gazetesi üzerinden de olsa sitemize cevap verilme gereğinin hissedilmesi bastığımız nasırın büyüklüğünü ortaya koyuyor.

O nasır ise, Rafael Sadi'nin bir itirafname niteliğindeki cevap yazısı ile kapatılamayacak kadar büyük.

Rafael Sadi, OdaTV baskınından sonra ortadan kaybolduğu yolundaki tespitimizi yalanlamıyor ama topu OdaTV'ye atıyor.

"Ben yazmaya devam ettim, arkadaşlar ya gündeme uygun bulmadıklarından yahutta bilemeyeceğim sebeplerle siteye koymamışlardır"

şeklinde açıklama getiren Rafael Sadi'ye, doğal olarak "atma Rafael, din kardeşiyiz" diyemiyoruz.

OdaTV baskını sonrasında neredeyse Bangladeş elçisinin bile "destekliyoruz" mesajlarını yayınlayan OdaTV, aylardır başköşede yer verdiği yazarının mı bir destek mesajını yayınlayamadı?

Eğer OdaTV'de yayınlanmadıysa, Hastürk isimli sitende niye yayınlamadın yazdıklarını diye sormak gerekiyor Rafael Sadi'ye.

Yoksa o siteyi , "Mavi Marmara kaptanı ile Bülent Yıldırım'ın çok özel görüntüleri" tarzında ucuz propaganda haberleri için mi saklıyorsun?

Velhasıl , Rafael Sadi'nin kendisine "gazeteci" görünümü verip, "ben yazdım ama yayınlanmadı" şeklindeki sözleri havada kalıyor. Rafael Sadi'nin istediği takdirde yazdıklarını yayınlayabileceği bir sitesi mevcut. Yeter ki niyeti olsun; yeter ki niyeti gazetecilik olsun.

Açık istihbaratı doğru okuyalım, açık ve doğru konuşalım Rafael Sadi..

Bu garip sırra kadem basışına dikkat çekilmeseydi, sen, Tahtakale'deki şaibeli günlerin sonrasında geri çekildiğin (ve bir iddiaya göre geri çekilmek zorunda kaldığın) güvenli evin İsrail'de fırtınanın dinmesini bekleyecektin.

Fakat baktın olay büyüyor..."Damage control" kavramı devreye girdi.Tahribatı kontrol altına almak gerekti.

Ve bir dizi yanıltmayla süslü açıklamanı yapmak zorunda kaldın. O Türkvari, kasımpaşalı tavırlarınla bir çoğunu kandırabilirsin ama James Bond değil "Ahmet Efendi" görünümlüleri ayırt edebilecek olanları kkandıramazsın.

Ve Gazze'deki bombalama sırasında seninle bir gazetecinin MSN'de yaptığı iddia edilen ve aşağıdaki linkten tam metni verilen konuşmadaki ifadelerin doğru ise, sen su katılmamış, gözü dönmüş faşist bir Türk ve insanlık düşmanısın...

(Rafael Sadi'nin Gazze bombalaması sırasında bir gazeteci ile MSN'den yaptığı iddia edilen konuşmanın tam metni için tıklayın ) .

İhtiyat payı bırakarak bu kadar gözünün dönmediğini varsayarak devam edelim ve gelelim OdaTV'yi İsrail propagandasının yatağı haline dönüştürdüğün yolundaki tespitlerimize...

İsrail aleyhine yapılan yanlış bilgileri doğruları ile ikame ettiğini, hayatının bunla geçtiğini itiraf ediyorsun. Yani sen İsrail'in gönüllü bir ajanısın ki bu noktada faaliyetlerini icra ettiğin medya açısından MOSSAD'ın bordrolu elemanı olup olmaman önemini yitiriyor.

Senle ilgili İsrail Dışişleri'nin memnuniyetini nereden bildiğimizi, İsrail Dışişleri ile ne zaman görüştüğümüzü soruyorsun.

İsrail'le ilgili OdaTV üzerinden yaptığın aklama haberlerinin İsrail Dışişleri'ni memnun ettiğini bilmek için illa telefon mu açmak gerekiyor Rafael Sadi? "Mavi Marmara'da cinsel taciz iddiası" gibi ucuz karşı propagandalar Trinidad ve Tobago Dışişlerini mi memnun edecekti?

Ve tabi İsrail devletine hizmet eden her İsrail'li gibi , İsrail'i eleştiren herkesi "Yahudi Düşmanlığı" ile suçluyorsun.

Ağır ol Rafael Sadi!

Çok ustaca "Yahudi düşmanlığı" ile başlayıp, lafı "İsrail karşıtlığına" getirip; "T.C. yasaları düşmanlık, ırkçılık ve din ayrımcılığını yasaklar" cümlesi ile hükmü veriyorsun.

Aslında bu hukuk ufkunla savcı olacak adamsın.

Ne zamandan beri "İsrail karşıtlığı" suç oldu?

İsrail'in terör devleti olduğunu savunmak...

İsrail'in bu ülkede ajanından, gazetecisine kadar yürüttüğü "düşmanca" faaliyetlerden şikayetçi olmak...

Bunu "Yahudi düşmanı anti-semit" olarak damgalanmadan getirmek mümkün olmayacak mı?

Ne zamandan beri İsrail'i eleştirmek din ve ırk ayrımcılığı oldu?

İsrail bir devletin/ülkenin adı...

Yahudilik ise, mensupları arasında İsrail devletine kökten karşı olanların bile mevcut olduğu bir dinin adı.

Sen İsrail'in döktüğü kana şarap muamelesi yaparken insanlık düşmanı olmuyorsun da, İsrail devletinin terörünü ve ülkemizdeki faaliyetlerini deşifre edenler mi "Yahudi Düşmanı" oluyor?

Bizden geçtik; sen maalesef ülkendeki ve dünyadaki insanlık onuruna sahip Yahudilerin bile din kardeşi değilsin Rafael Sadi.

"Düşmanımın düşmanı dostumdur" tezine çok güveniyorsun.

Bizler Tayyip Erdoğan'a muhalifiz...

İsrail'de Tayyip Erdoğan'a düşman...

(ki Açık İstihbarat olarak İsrail-Erdoğan gerginliğin ABD-İsrail gerginliğinin doğal bir uzantısı olduğunu savunuyor, bu sözde konjonktürel kavgayı çok ciddiye almıyoruz)

Dolayısıyla Tayyip Erdoğan'a karşı İsrail'in kucağına oturmaya hazır zannettiğin geniş bir kitle olduğunu varsayıyorsun ve aklınca buna oynuyorsun.

İsrail istihbaratı da, "ulusalcı" , "Kemalist", "anti-Tayyip" cephenin içine de işte bu damardan sızıyor, sızmaya çalışıyor. Kimi sarışın uzun saçlı, kimi göbekli fırça bıyıklılar da bu oyunda bilinçli ve bilinçsiz rol alıyor.

Sonra da birileri çıkıp o oyunu bozunca "Yahudi düşmanı" oluyor öyle mi...

Geçiniz bunları Rafael Sadi.

Olgunlaşmanın ve Yahudi kimliğinin arkasından çıkıp ve yediğin herzelerle ilgili eleştirileri birey olarak göğüslemenin zamanın geldi.

Sen bir "Yahudi" değilsin. Sen karşındakini aptal yerine koyan bir kurnazsın.

Tayyip Erdoğan gibi bir çırpıda sıralamak gerekirse...bu coğrafyada senin gibi Türk de, Kürt te, Çerkez de, Laz da, Arnavut da sürüsüne bereket var.

Fakat hiç birinin kendisine yapılan eleştiri karşısında "sen anti-Kürt müsün, anti-Türk müsün, anti-Çerkez misin" şeklinde kullanabileceği bir cümlesi yok.

Ne dinini, ne ırkını, ne cinsini, ne soyunu Tahtakale kurnazlıklarına perde etmemelisin.

MOSSAD'la veya İsrail Dışişleri Bakanlığı ile ilişkinin ayrıntıları varsa bir yerlerde mevcuttur elbet. Açık İstihbarat olarak biz açıkta olanı deşifre ederiz.

Ne düşmanımızın düşmanı dostumuz...

Ne dostumuzun düşmanı düşmanımız...

Ne dostumuzun dostu dostumuz...

İkisini de kendimiz seçeriz.

O yüzden Tayyip Erdoğan'ı "döveceksek" de, "seveceksek" de bunu biz yaparız. İsrail'den ne akıl , ne de gaz almaya ihtiyaç duyarız.

O yüzden bizi sakın başkaları ile karıştırma ve Anadolu'yu Sina Çölü sanma.

Sen "gazeteci" kal Rafael Sadi. Bize "gazetecilik" masalları anlat. Biz de dinleyip, eğlenelim.
Açık İstihbarat

Koç sorumluluğu ABD elçisine attı
7 Nisan 2011
Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı WikiLeaks'ta yer alan iddialarla ilgili ABD Büyükelçisi'ni suçlarken 2009 yılı şartlarını da hatırlattı.

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, WikiLeaks'taki iddialara ilişkin olarak, ''Sayın büyükelçi bunu bu şekilde Washington'a iletmişse tamamıyla kendi yorumudur. Gazetede çıktığı gibi benim böyle bir iddiam olmamıştır. Ancak, 20 ay evvelinin şartlarında herhangi olası başka bir alternatif ve senaryo üzerinde değerlendirmeler yapılmıştır. Bundan da daha normal bir şey olabileceğini zannetmiyorum. Bu her zaman yapılan, olağan bir şeydir'' dedi.

WikiLeaks'te, kendisiyle ilgili iddialar konusunda da Koç, şöyle konuştu:

''Habere konu olan toplantıda hükümete karşı herhangi bir eleştiri bulunmuyor. Bu tip toplantılar, bu tip istişareler yabancılarla iş dünyası arasında sık sık meydana geliyor. Eğer böyle bir algılama var idiyse veya sayın büyükelçi bunu bu şekilde Washington'a iletmişse tamamıyla kendi yorumudur. Mevcut iktidarları her zaman özel sektör yaptıkları iyi işler için takdir etmiştir, yanlış gördüğü şeyleri de yapıcı bir şekilde eleştirip ikaz etmiştir. Bunu her zaman bu şekilde yapmıştır ve yapmaya da devam edecektir. Fakat gazetede çıktığı gibi benim böyle bir iddiam olmamıştır. Ancak 20 ay evvelinin şartlarında herhangi olası başka bir alternatif ve senaryo üzerinde değerlendirmeler yapılmıştır. Bundan da daha normal bir şey olabileceğini ben zannetmiyorum. Bu her zaman yapılan, olağan bir şeydir.'' haber10

İKT`den İhsanoğlu, Obama`yla ne görüştü?.
12-04-2011

FacebookTwitterDel.icio.usredditMixxStumbleUponGoogleYahooİslam Konferansı Teşkilatı (İKT) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, ABD Başkanı Barack Obama ile görüştü.
İhsanoğlu, Beyaz Saray`da heyetiyle birlikte, önce Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Denis McDonough ile 30 dakika süren bir görüşme yaptı. Ardından, görüşmeye Obama`nın da katıldığı ve İhsanoğlu`nun, Obama ile yaklaşık 20 dakika görüştüğü belirtildi.

Edinilen bilgiye göre görüşmede Obama, ülkelerine dönmekte olan Afrikalı mültecilerin Tunus üzerinden ülkelerine geri gönderilmesi de dahil, İKT`nin çalışmalarını yakın takip ettiğini ifade etti. Obama`nın, "Medeniyetler Çatışması konusuna kendisinin hiçbir zaman inanmadığını ve bu konuda İKT ile gelecekte işbirliğini artırmayı ümit ettiğini" söylediği öğrenildi..

İhsanoğlu, katıldığı ABD-İslam Dünyası Forumu`nda Obama ile görüşmesine dair gazetecilerin sorularını yanıtlarken, bunun, ilk defa İKT Genel Sekreteri ile bir ABD Başkanı arasında Beyaz Saray`da yapılan görüşme olduğunu söyledi. "O açıdan tarihi önemi olduğunu söylemek bir mübalağa değildir" diyen İhsanoğlu, görüşmelerinde Obama`nın İKT`nin çalışmalarını yakından takip ettiğini ve takdir ettiğini söylediğini kaydetti.

İhsanoğlu, "Obama`nın bu sözleri bizi memnun ettiği gibi, şimdiye kadar gerek teşkilatımızda, gerek İslam dünyasındaki reform hareketlerine destek verme bakımından yaptığımız çalışmaların uluslararası camia ve ABD tarafından takdir görmesi bizi memnun etti. O açıdan bu görüşmenin önemli bir yönü vardır" dedi.

İkinci olarak, İslam dünyasında son dönemde yaşanan değişimlerle ilgili fikir alışverişinde bulunduklarını ifade eden İhsanoğlu, "Birçok konuda beyan ettiğimiz fikirlerle sayın Obama`nın beyan ettiği fikirler arasında kendisinin de belirttiği gibi bir hayli yakınlık var, birçok hususta mutabık kaldığımız hususlar var. Netice itibariyle bu uzun konuşmadan sonra, Sayın Obama`nın da söylediği gibi İKT ile ABD arasında ilişkiler daha da yeni ivme kazanacak" diye konuştu.

İhsanoğlu, Obama ile görüşmesini "müspet ve yapıcı bir görüşme" olarak nitelendirdi.

İKT Genel Sekreteri İhsanoğlu, "Libya konusunda hemfikir misiniz?" sorusu üzerine, Libya konusunun karmaşık bir mesele olduğunu belirterek, "Libya`daki çatışmalarda sivillerin korunması gerektiği hususunda hemfikir olduğumuzu zannediyorum" ifadesini kullandı.
http://www.gazeteboyut.com/

Sistani, Amerika'dan rüşvet aldığını itiraf etti
Sistani, Irak'ın işgali öncesi Amerika'dan 200 milyon dolar yardım aldığını itiraf etti.

19 Nisan 2011
Anadolu Haber

Amerikalı neoconların en şahinlerinden ve Irak'ın işgali sırasında ABD Savunma Bakanı olan Donald Rumsfeld'in anılarını kaleme aldığı kitabında Sistani'ye 1987 yılından bu yana Kuveyt’teki Cevad el Mihri aracılığıyla milyonlarca dolar para yardımı yapıldığını söylemesi üzerine Sistani'ye bu parayı alıp almadığı yönünde yazılı olarak yöneltilen soruya Sistani'den olumlu cevap geldi.

"Son dönemlerde sizin liderliğinizdeki dini merciiyetin Amerikalılardan işgalin kolaylaştırılması ve işgal aleyhine fetva verilmemesi karşılığı 200 milyon dolar aldığı yönünde söylentiler dolaşıyor, bu konuda görüşünüz nedir?" şeklindeki soruya Sistani, "Evet, bu mahrum halkın fakirleri ve muhtaçları için bu meblağ alındı" diyerek cevap verdi. Sistani'nin ofisinin mührünü taşıyan belgede cevabın altında 7 Cemaziyelevvel 1432 (yaklaşık bir hafta önce) yazıyor.

200 MİLYON DOLARLIK FETVA!

Rumsfeld, Amerikan işgaline destek olması karşılığı Sistani'ye para verilmesi olayını kitabında şu şekilde anlatıyor: “Irak’taki arkadaşlarımıza ve elbette bunların başında müttefikimiz olan Sistani’ye Amerika Birleşik Devletleri’ne razı olması için 200.000.000 (ikiyüzmilyon) Amerikan doları tutarında hediye verdik. Kuveyt aracılığıyla Sistani’ye verilen bu hediyenin ardından ilişkilerimiz oldukça gelişti ve gelişti. Sistani’nin hediyeyi aldığı yönündeki bu haber Başkan Bush’a ulaştı ve kendisi bilgilendirildi. Bunun üzerine Sistani ile ilişkiler ofisi adlı bir birimi CIA bünyesinde açmaya karar verdik. Başkanlığına deniz kuvvetlerinden emekli general Simon Yolande atandığı ofis aracılığıyla bilgi alışverişinde bulunma ve irtibatın sağlanması hedeflenmekteydi. Açılan bu ofis tüm ciddiyetiyle çalışmalarını yürüttü. Karşılıklı ilişkilerin meyvelerinden birisi de Sistani’nin yayımladığı fetva idi. Kuveyt sınırına kadar uzanan müttefik güçlere karşı direnmemeleri yönünde Şiilere ve müntesiplerine fetva yayımladı."



ROTAHABER

Abbas, yeni bir Filistin ayaklanmasına karşı
20 Nisan 2011
Filistin lideri Mahmud Abbas, duraksayan İsrail ile barış görüşmeleri tamamen başarısız olsa bile yeni bir silahlı ayaklanmaya karşı olduğunu söyledi.

Abbas, ziyaret için bulunduğu Tunus'ta gazetecilere yaptığı açıklamada, İsrail ile eylül ayına kadar görüşmeler yoluyla barış anlaşmasına varılması yolundaki ABD destekli hedefe bağlılığının sürdüğünü kaydetti. haber10

Ahu Özyurt ve Aslı Aydıntaşbaş'a ABD ödülü
13 Eylül 2011
American Turkish Society "Genç Cemiyet Liderleri"ni biraraya getiriyor. medyakafe.com sitesinin haberine göre; Türkiye'den iki kadın gazeteci de bu zirveye seçilen isim oldu.Başkanlığını Murat Köprülü'nün yürüttüğü Amerikan Türk Cemiyeti'nin biraraya getirdiği Young Society Leaders (Genç Cemiyet Liderleri) profesyonel başarıları, liderlik yetenekleri ve gelecekteki Amerikan - Türk ilişkilerini şekillendirmeye kendilerini adamış olmalarına göre seçiliyor. İş, hukuk, tıp, gazetecilik, akademi ve sanat alanlarını temsil eden Genç Cemiyet Liderleri, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletlerinden geliyor.
Genç Cemiyet Liderleri kendi aralarında güçlü bir ağ oluştururken, aynı zamanda yönderlik etkinlikleri ve özel projelere katılıyor.

"Genç Cemiyet Liderleri" programı bir sonraki neslin liderlerini yetiştirme ve Türk-Amerikan topluluğunu olumlu anlamda etkileme amacını taşıyor.

Bu yılın Genç Cemiyet Liderleri arasında ING Bank Türkiye yeni Genel Müdürü Pınar Abay (Türkiye), MIT Ekonomi Profesörü Dr. Daron Acemoğlu (ABD), GittiGidiyor CEO'su Cenk Angın (Türkiye), Milliyet Gazetesi Köşe Yazarı Aslı Aydıntaşbaş (Türkiye), CNNTURK Chief Writer ve Merkez Muhabirlerinin Şefi Ahu Özyurt, Harvard Üniversitesi Kamu Sağlığı Okulu, Genetik ve Kompleks Hastalıklar Departmanı Başkanı Dr. Gökhan Hotamışlıgil (ABD), Texas Eyaleti, Harris İlçesi 8. Ceza Mahkemesi Hakimi Jay Karahan (ABD), KIND Healthy Snacks ve PeaceWorks, Inc. CEO'su/Kurucusu Daniel Lubetzky (ABD), Cuil İş Geliştirme ve Finans Başkan Yardımcısı Seval Öz (ABD), NBA International Başkanı Heidi Ueberroth (ABD), Agro Farma Inc./ Chobani Yoğurt Başkanı ve Kurucusu Hamdi Ulukaya (ABD), German Marshall Fund of the United States Transatlantic Fellow'u Dr. Joshua Walker (ABD) yer alıyor.
netgazete

Benim aklım ermedi, ama belki siz anlarsınız
Taha Kıvanç
14 Ekim 2011

Bir dostum, “Siyasetten hoşlanmıyorum, ama bir günlüğüne en tepe noktada bulunmak isterim” der durur.

Cumhurbaşkanı ve başbakan konumundakilere her gün akan bilgi ve istihbarata ilk elden vakıf olmak için... “Dünyanın ve ülkenin gerçekleri herhalde gözüme çok farklı görünmeye başlardı” düşüncesiyle...

İşte o dostum, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘Alman vakıfları’ dosyasıyla ilgili görüşünü Güney Afrika’da bizlere de tekrarlaması sonrası aradı. Önce “Başbakan konuyu ele alırken gözünü içinizden kime dikmişti?” merakını giderdim. Sonra da bir beklentisini dinledim: “Takip et bakalım, Almanlar bu çıkışlara nasıl ve kim aracılığıyla cevap verecekler...”

Dostumun tezi şu: Türkiye’yi yakın takipte tutan birkaç ülke var. Bu ülkelerin hemen hepsi siyasette ve kamuoyunu etkilemede payı olan kişiler ve kurumlarla içli dışlılar... Medyadan dost tuttukları gibi, kimileri üzerinde de ‘dehşet dengesi’ sağlayacak bilgilere sahipler...

Soğuk Savaş’tan kalma bir tabir bu ‘dehşet dengesi’: ABD’nin elinde ne kadar nükleer füze varsa Sovyetler de en az o kadar füzeye sahip olma çabasındaydı; biri karşı tarafı tahrip etmek için düğmeye bastığında diğeri de muhatabını yok edebilecek güçte olmalıydı... İki taraf arasında kurulan ve çok uzun soğuk yıllar boyunca düğmeye basılmasını engelleyen duruma deniyordu ‘dehşet dengesi’...

Pimpirik dostum ise, ‘dehşet dengesi’ tabirini bugün devletlerin elinde varolan bilgi gücü olarak kullanıyor...

“Şöyle düşün” dedi bana: “Bir siyasetçisin veya medyada önemli bir kişilik... Gazete patronu, yayın yönetmeni... Bir yabancı ülkeye gittin... Seni gezdiriyorlar... Biri, bir gün merakını ayaklandıracak özel bir yerden söz eder... Daha önce hiç görmediğin türden bir yer... Önce ‘Hayır’ dersin, sonra merakın galip gelir, ‘Hadi, sadece şöyle bir kapıdan bakalım’ mukabelesinde bulunursun...”

Kapıdan bakmak üzere ayak bastığın yanlış yerde birkaç dakika bile kalsan siyasi hayatını bitirebilecek bir fotoğrafa özne olabilirmişsin... “Bir tek kare fotoğraf yeterli” dedi dostum...

Verdiği bir örnek de şu: Türkiye üzerinden Batı’ya sevk edilen uyuşturucu trafiğinin seyr-ü sefer haritasını bütün istihbarat örgütleri bilir ve canları istediğinde yakalar... Canlarının istemesi için de o sevkiyata politik bir şahsiyetin veya medyadan birilerinin adlarının karışması gerekir. Yanlış işlere karışmış bir yakın akraba yüzünden kimler üzerinde ne tür baskılar uygulandığını ise kimseler bilemez...

“Galiba senin bildiğin bir şey var” sıkıştırmama, gülerek, “Aslında benim bildiklerimi sen de biliyorsun” cevabını verdi. Bir yabancı ülkede yanlış yerde bulunmuş önemli bir siyasetçi? Ya da yakın bir akrabasının ismi uyuşturucu kaçakçılığı gibi yüz kızartıcı bir işe bulaşmış medyadan bir isim?

Çok düşündüm, ama aklıma herhangi bir isim gelmedi.

“Hemen pes etme” dedi dostum, “İyice düşün...”

Türkiye’yi önemseyen bir ülke, hele bir de topraklarında çok sayıda Türkiye’den insanı barındırıyorsa, olağanüstü bilgi birikimine sahiptir. Acaba bu bilgiler veya eldeki malzemeler, onları elinde tutan devlet tarafından canı acıtılmak istenenlerin aleyhine kullanılır mı?

“Sen benim vakıflarımı mı hedef aldın, ben de senin...” der mi bir devlet? Der ise, elinde tuttuğu malzemeyi bu amaçla kullanır ve dört koldan yaylım ateşi açtırır mı?

“Malzemeyi kullanır ve yaylım ateşi de açtırır” görüşünde olan pimpirik dostum, “İşte bu yüzden bir günlüğüne de olsa en tepede bulunmak istiyorum ya” dedi. En tepede olanların karşı-salvonun kimlerden ve nerelerden geldiğini görebilecek durumda olduğuna inanıyor çünkü...

Ne yalan söyleyeyim, benim kafam karıştı. Umarım ne demek istediğini sizler anlamışsınızdır.
Star

Soner Yalçın ile ilgili şok iddia!
27 Ocak 2012



Odatv Davası’nın tutuklu sanıklarından Soner Yalçın’la ilgili bir dosya yayımlayan Chronicle dergisi, Yalçın'ın MİT bağlantısını deşifre etti.

Dergiye göre Behçet Cantürk’ün MİT’teki sorgu tutanakları Yalçın’a gitmiş. Ergenekon’un medya yapılanmasında yer aldığı iddia edilen Odatv’nin MİT bağlantısı hep gündeme gelmişti. Bu bağlantının kalp krizi sonucu yaşamını yitiren MİT mensubu Kaşif Kozinoğlu üzerinden kurulduğu iddia edilmişti. Ancak sitenin sahibi Soner Yalçın’ın MİT’le ilişkisinin sadece Kozinoğlu’dan ibaret olmadığı geçmişinde de bir çok kez teşkilatla yollarının kesiştiği anlaşıldı.
ANI DEĞİL TUTANAK
Soner Yalçın ile ilgili Chronicle dergisi çarpıcı detaylar içeren bir dosya hazırladı. Yalçın’ın ilişkiler ağına mercek tutan çalışma, Odatv ile MİT bağlantısını da gözler önüne serdi.Dergide Behçet Cantürk’ün MİT’te verdiği ifadeleri içeren tutanakların ‘özenle’ Yalçın’a ulaştırıldığı yazıldı. Yalçın’ın bu ifadeler doğrultusunda ‘Behçet Cantürk’ün Anıları’ adlı kitabını oluşturduğu belirtildi:
GAZETESİ BOMBALANDI
“Behçet Cantürk’ün anıları MİT’teki ifadelerinden oluşuyordu. MİT, ünlü uyuşturucu kaçakçısı Diyarbakır Liceli Cantürk’ü sorgulamış, bu kayıtları arşivine almıştı. Cantürk’ün annesi Ermeni’ydi ve ayrılıkçı Kürt hareketinin en büyük finansörleri arasında sayılıyordu. Cantürk 1990’larda faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Finansörleri arasında bulunduğu ÖzgürGündem gazetesinin binası bombalandı. MİT’te verdiği ifadenin tutanakları ise özenle Soner Yalçın’a ulaştırıldı. Cantürk, Cem Ersever’den sonra Yalçın’ın ilgilendiği ve faili meçhul bir cinayete kurban giden ikinci isimdi.”
Dayısının oğlu MİT’çi
Chronicle’nin iddiasına göre Yalçın’ın MİT ile bir irtibatı vardı. Daha doğrusu bir MİT elemanı ile yakın akrabaydı. Soner Yalçın’ın dayısının oğlu İsmet Cem Çetin MİT mensubuydu. Yalçın da yakın akrabaları MİT’çi olan basın mensupları arasında yerini almıştı.
Maocular CIA denetiminde
Soner Yalçın, Doğu Perinçek ve 2000’e Doğru ekibinden ayrıldıktan sonra eski çalışma arkadaşları tarafından ‘ajanlıkla’ suçlanmıştı. Yine Aydınlık’ta yer alan bir bilgiye göre Soner Yalçın, MİT Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay ile ilişkilendiriliyordu; ‘Askeri istihbaratın 2000 yılında hazırladığı gazeteciler raporunda Soner Yalçın’ın adı da geçiyor ve isminin karşısında bağlı bulunduğu kurum şöyle yazıyor: Mikdat Alpay ekibinden.’ Çalışmada, Soner Yalçın’ın 2000’e Doğru dergisindeki dosyalarlatanındığı ve Aydınlıkçıların yayın organında kamuoyunun karşısına çıktığı belirtildi.
Dev-Yol’un liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu’nun hatıralarını içeren Bitmeyen Yolculuk adlı kitapta, Maocular olarak nitelendirilen Doğu Perinçek ve çevresinin 12 Eylül öncesinde ABD’nin istihbarat örgütü CIA’nın denetiminde olmakla suçladığı hatırlatıldı. Chronicle’de böyle bir durumda bir Dev-Yol sempatizanın Maocuların arasında kendisine nasıl yer bulabildiği sorusuna ise “Bu da Soner Yalçın’ın sırrı” yorumu getirildi.
http://www.haberzoom.com/

'TANSU ÇİLLER CIA'YA ÇALIŞTI'
05 Haziran 2009

MİT tarafından Ergenekon mahkemesine verilen 6 CD'lik belgelerin içinde Tansu Çiller'le ilgili ilginç bir iddia var...
MİT tarafından hazırlanan ’Ergenekon şeması’nın nasıl oluşturulduğuna dair bilgiler mahkemeye verildi. CD’lerin içinden ilginç bir belge ortaya çıktı. Belgedeki iddiaya göre Çiller, 1967’den beri “İstanbul’un Gülü” kod adıyla CIA için çalışmış.

MİT tarafından 6 CD halinde gönderilen belgelerin içinde Tuncay Güney’in sorgusu, Aydınlık dergisindeki haberler ve bazı askeri dosyalar yer alıyor...

İSTANBUL 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından görülen Ergenekon davasının en önemli konularından biri de Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından hazırlanan ’Ergenekon Terör Örgütü Şeması’. Şimdiye kadar çok tartışılan bu konuyla ilgili olarak dün mahkemede önemli bir gelişme yaşandı. Ergenekon Terör Örgütü Şeması’nın oluşturulmasında kullanılan belgelerle ilgili olarak daha önce 6 CD olarak 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmişti. Mahkeme bu belgelerdeki incelemesini dün tamamladı ve bu CD’leri avukatlara dağıttı.

İmzasız mektupla ortaya çıktı

MİT Şeması ve 6 CD 3 Temmuz 2002 tarihinde ortaya çıkmıştı. CD’ler MİT’e, 3 Temmuz 2002 tarihinde kendisini polis olarak tanıtan bir kişi tarafından posta yoluyla isimsiz ve imzasız ihbar mektubu olarak gönderilmişti. 6 adet CD, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 6 Ocak 2009 tarihindeki duruşmada kurumdan istenmişti.

Güney de var Hizbullah da

2002 yılında MİT’in eline geçen ve “Ergenekon Terör Örgütü Şeması” nın oluşmasını sağlayan CD’lerde, Tuncay Güney’in 2001 yılında gözaltına aldığı dönemde İstanbul Emniyet Müdürlüğünde kendisiyle yapılan bir mülakata ilişkin ses kaydı da var. Bu kayıtlarla ilgili daha önce haberler basında yer almıştı. Özellikle bu CD’lerde Güney’in işkence altında ifade verdiği dikkat çekmiş ve bu konu uzun süre basında tartışılmıştı. CD’lerde Aydınlık dergisindeki bazı haberler, Tansu Çiller’in ABD vatandaşlığı, Hizbullah’ın MİT tarafından yönetildiği iddiaları, Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından 1985 yılında hazırlanan rapor, Veli Küçük hakkında çıkan haberlerin küpürleri, TBMM’deki Susurluk Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanan raporun bir kısmına kadar bir çok konu hakkındaki haber metni de yer alıyor.

BİR GARİP BELGE DAHA!

CD’lerin içinden ilginç bir belge ortaya çıktı. Belgedeki iddiaya göre Çiller, 1967’den beri “İstanbul’un Gülü” kod adıyla CIA için çalışmış. 1999 yılında da gündeme gelen bu iddialara göre, Türkiye’deki bazı siyasetçiler Çiller’in iktidarda olduğu 1993-1996 yılları arasında ABD’deki malvarlığını araştırmak üzere bir hukuk bürosuyla anlaştı. Büro da CAL kod adlı eski bir CIA ajanıyla çalışmaya başladı. CAL, Çiller’i bizzat tanıyan ve Prag’da yaşayan Fish adlı ajana ulaştı. Fish, Frankfurt’taki ABD Üssü’nde verdiği ifadede, Çiller’in 1979’da, “ABD çıkarlarını kollayan yabancı ülke vatandaşlarına Amerikan vatandaşlığını verebileceğini ve bunun gizli tutulacağını” öngören 8 USC 1427 (f) yasasına göre ABD vatandaşı olduğunu söyledi. Çiller’in 1967’den beri “İstanbul’un Gülü” kod adıyla CIA için çalıştığını, özel eğitimden geçirildiğini ve bu dönemde Yale Üniversitesi’nde post-doktora yaptığını da öne sürdü. ABD’li yetkililer, Fish’i bu işin üzerine gitmemesi yönünde uyardı. Tüm bu iddiaların yer verildiği belgede, bir de eski CIA ajanı “Motta Gur”un şu notu yer alıyor: “Fish, evinde çıkan bir yangında hayatını kaybetti, Çiller’in ajanlığına ilişkin belgeler de kayboldu!”
aktifhaber

Taraf'ın 'ajan gazeteci' haberi ortalığı karıştırdı
29 Mart 2012
Taraf Yazarı yakalandığında 'kefilim' dedi. Taraf 'Ajan' gazeteci olarak manşetten haberi duyurdu. O muhabir işinden oldu... PKK ölüm listesine aldı. Peki, Taraf muhabirin ismini neden verdi?



Taraf'ın bugünkü "ajan gazeteci" haberi sosyal medyada büyük tartışma çıkarttı. Taraf Gazetesi'ne "muhabirin hayatını tehlikeye attığı" için eleştiri okları yöneltildi. Türkiye Gazetesi'nde 25 gün önce aynı ifadeyi gazetecinin ismini açıklanmadan vermiş olması da Taraf'ın haberini tartışmalı kılan unsur oldu. Öte yandan Taraf Gazetesi Yazarı Tuncer Köseoğlu'nun aynı gazetede söz konusu yazara kefil olması da, gazetenin bir diğer yazarı Melih Altınok tarafından alaycı cümlelerle eleştirildi

Taraf Gazetesi AFP'de çalışıp MİT'e de gönüllü olarak bilgi veren muhabirin ismini açık bir şekilde yazınca medyadan büyük tepki aldı.

İŞİNDEN ATILDI, PKK'YA HEDEF OLDU

AFP, ismi deşifre edilen Mustafa Özer ile ilişiğini kesti. Hedef haline gelen gazeteci yakın bir arkadaşına "Bir haberle beni öldürdüler" diyerek dert yandı.
Özer'in terör örgütü PKK'nın ölüm listesine girdiği de iddia edildi.

Bu gelişmeler ile birlikte Taraf'a yönelik eleştirilerin dozu daha da arttı. "Habercilik uğruna bir insanın hayatı karartılıyor" eleştirilerine muhatap olan Taraf, hedef göstermekle suçlandı.

EMNİYET - MİT ÇEKİŞMESİ Mİ?

MİT'e bilgi sızdıran gazecinin isminin deşifre edilmesi Emniyet-MİT çekişmesini de bir kez daha gündeme getirdi. Taraf'a haberin ve ismin sızdırılmasını medya mensuplarının bir kısmı Emniyet'in atağı olarak değerlendirdi.

UFUK ÇİZGİSİNİ MİT NİYE ÇEKTİRİR?

Bu arada gazetecinin ifadesinde yer alan "UFUK ÇİZGİSİ" fotoğraflarına dair ilginç bir bilgiyi de paylaşalım.

MİT o gazeteciden Kandil'e gittiğinde ufuk çizgisini çekmesini istemiş. Neden ufuk çizgisi...

Sabah istihbarat muhabiri Ferhat Ünlü bu konuda şu enteresan bilgiyi paylaştı:

"Eğer bir arazide vizörde ufuk çizgisini ortalayıp fotoğraf çekerseniz MİT'in elindeki bir sistem sayesinde dünyanın neresinde olursa olsun tam koordinatlarını belirleyebiliyormuşsunuz. Bu yüzden ufku ortala diyorlar."

TARAF'A TEPKİ YAĞDI

Taraf'a bu haber nedeniyle iki yönlü tepki yağdı. Birincisi muhabirin isminin ifşa edilip hedef haline getirilmesi, ikincisi ise bayat bir haberin sunulması...

İşte tepkiler;

Nazif Karaman : Böyle gazetecilik olmaz olsun... Mustafa Özer'inbaşına birşey gelirse bilinsinki sorumlusu TARAF Gazetesi ve yöneticileridir.

Şaban Aslan: Bu çocuk zaten deşifre olmuştu. bir de ekmeğiyle ve de 'hayatıyla' oynamak illa ki gerekiyor muydu. diye düşünmeden de edemiyorum.

Bilal Şahin : yayınladıkları bilgiye ve belgeye sadece kendilerinin sahip olduğunu sanan Taraf kalitesinden çok kaybetti... haberi yapan yazan TARAF söz konusu gazetecinin fotoğrafını neden basmadı ki, etiğe aykırı olduğu için mi?

Mustafa Gökkılıç : Taraf ve Yurt gazetesi benim 90 gün önce yazdığım ama MİT'in sansürlediği belgelere ulaşmış. Biraz geriden geliyorlar.. PKK Mustafa Özer'i ölüm listesine aldı. Mustafa'ya birşey olursa sorumlusu TARAF ve YURT gazetesidir.

Ferhat Ünlü : Çift meslekli olmak, hem gazeteci hem MİT'çi olmak gazetecilik açısından utanç vesikasıdır. Ama Mustafa'nın MİT'e çalışması ne kadar fena ise bu gerçeği ifşa ederek onu hedef göstermek, utandırmak da o kadar fenadır. Bu, yeni bir bilgi de değildir, hepimizin malumuydu kimse haberi bu şekildeyapmaya tenezzül etmemiştir. Buradan bakarsak Taraf'ın yaptığı 'büyük habercilik' midir, hayır değildir.

Sevilay Yükselir : Sik sik aleme gazetecilik dersi vermeye kalkan Tuncay Opcin gazetesi Taraf'in bugun yaptigini da acaba gazetecilik olarakmi goruyor?

TARAF MUHABİRİ DE TEPKİ KOYDU

Taraf'ın muhabirin ismini deşifre etmesine gazetenin etkin kaleminden de tepki geldi. Mehmet Baransu twitterde şu notu düştü;

"Tarafin bugunku mitci gazeteci haberinde ismin aciklanmasini dogru bulmadigim notunu duseyim.

ARKADAŞINI MI DEŞİFRE ETTİ?

Aynı zamanda arkadaşı olan muhabirin ismini açık bir şekilde yayınlanan Taraf'ın Yazı İşleri Müdürü Tuncay Köseoğlu, eleştirilere twitter üzerinden yanıt verdi. Mustafa Özer'e savunma hakkı vermemekle itham edilen Köseoğlu, "hala da arkadaşım" karşılığını verdi.

Tuncay Köseoğlu habere yönelik eleştirilerle ilgili de şunları yazdı;

*İfadenin elden ele gezdiği herkesin bildigi bir olayı Taraf haber yaptı. Mesele budur kimse vicdan ahlak vs taslamasın... Taraf üzerinden vicdan yapanlar sunu unutmasın. Su anda bu pis isler yüzünden cezaevinde bir çok masum gazeteci hapis yatıyor...

TARAF SAVUNMADA

Taraf'ın köşe yazarları da bu haber nedeniyle sosyal medyada savunma halindeydi. İşte onların attığı twitler;

Yıldıray Oğur : Kiminin james bond maceralarini savciya ovunerek anlatip tahliye olan mitci gazeteci, kiminin de dogrudan mit ahbabi olunca haber cikmamis

Melih Altınok : Mustafa özer gözaltına alındığında, "o da alınıyorsa bu ülkede basın özgürlüğü bitmiştir arkadaş" atarlanmaları yapanları hatırlıyorum da:)
Naçizane tavsiyemdir,kimseye peşinen kefil olmayın,hele ottan boktan mevzularla basın susturuluyor fırtınasının estirildiği bu günlerde asla... (Gazeteciler.com)

'Ajanları gördüm!'
Yavuz Selim DEMİRAĞ
ysd592@gmail.com
28 Eylül 2012



Hukukun katledildiği, adaletin kötü yola düştüğü canım memleketimde kaderimize hep duruşma salonları düşüyor. Suyoluna çevirdiğim Silivri’den hemen sonra Ankara’da tarihe tanıklık etmeye devam ettim. Terörle mücadele esnasında bir gözünü kaybetmiş, vücudunda ameliyat edilmedik yer kalmayan Gazi Üsteğmen Serdar Öztürk’ün ifadeleri aslında Türkiye gündemini sarsmalıydı. Şehitliğin ’kelle’ye, gaziliğin işportaya düşürüldüğü Türkiye’de Serdar Öztürk’ün asıl kimliği, hukukçu olmasıdır. Yıllar süren tedavisinin ardından Hukuk Fakültesini bitirip savaşına adalet için devam ediyordu. Özel Kuvvetlerin efsane subayı Mustafa Levent Göktaş’ın ünlü Ümraniye Davasıyla göz altına alınmasıyla, Öztürk sahtecilik çetesinin peşine düştü. İstanbul Emniyetinde gözaltında bulunan M. Levent Göktaş’ın “Burada bazı polisler gelip; biz ülkücüyüz komutanım; sizi tanıyoruz... Burada Amerikalı görevliler var. Amirlerimizle sürekli toplantılar yapıyorlar... Nelerin olup bittiğini bilmiyoruz...” sözlerini aktardı Öztürk... Bir hukukçu olarak Göktaş’ın bürosundaki aramanın hukuksuzluğuna itiraz edip, ele geçirildiği söylenen DVD ve diğer belgelerin imajlarını istedi. Ama verilmedi. 10 Ocak 2009 günü saat 22:30’da İstanbul Emniyetinde müvekkili Göktaş’ı ziyarete giden Öztürk “Amerikalı görevlileri TEM şubenin ve İstihbarat Şubenin bulunduğu bloğun dışında bizzat gördüm” diyerek Amerikan ajanlarının Emniyetteki izini yakaladığını açıkladı. Dahası herşeyin kamera kaydına alındığı görüntüleri, mahkeme aracılığıyla istemesine rağmen getirilmediğini vurguluyor. Bunun üzerine ilgili emniyet mensupları hakkında “askeri casusluk” tan suç duyurusunda bulunmaya hazırlanırken başına gelenleri sıraladı. Kelimenin tam anlamıyla kan donduran iddialardı. Serdar Öztürk’ün söylediklerinin binde birinin izi sürülse ortada ne Ümraniye Çuvalı, ne de Balyoz Davası kalırdı. 51 no’lu DVD’nin peşine düşen Öztürk, adli emanette karıldığı açıklanan ünlü DVD’nin 31 Aralık 2009 tarihinde İstanbul Emniyetince kopyasının alındığını ortaya çıkardı. Yani Levent Göktaş’ın gözaltına alınmasından bir hafta önce kopyalanmıştı. Bu ancak insanın zeka seviyesiyle alay etmek anlamını taşıyordu... Sahtecilikle beraber Amerikan ajanlarının izini süren Serdar Öztürk çok ileri gitmeye başlamıştı. 6 Mayıs 2009’da arabası sıkıştırıldı... Ölümcül kazada eşini emniyet kemeri kurtarmıştı. Bu arada 51 no’lu DVD kayıtları basına sızdırıldı. Öztürk verdiği yeni dilekçede kamera kayıtlarından DVD’yi oluşturanların kimliğini tespit edeceğini, Göktaş’ın Yargıtay Tetkik Hakimi eşiyle paylaştı. İpin ucunu yakalamış, gerisi gelmekteydi. Bu esnada kamuoyunda Adnan Hocacılar olarak bilinen iki bayan telefonla arayıp Öztürk’ten randevu aldılar. Arayan Ayşegül Hüma Babuna, kendisini Cede Ertüzün diye tanıtmıştı. Adnan Oktar’ın Yargıtay’daki davalarını almasını teklif eden iki kadının talebini geri çevirdi ama şüphelendi.

3 Haziran 2009 tarihinde Hakim Metin Özçelik, şüpheliden henüz delil elde edilemediği için gizli dinleme kararının bir ay daha uzatılma kararını imzaladı. Aynı hakim 24 Mayıs günü gönderilen e-posta ihbarına dayanarak Av. Serdar Öztürk’ün bürosunda arama kararı aldırdı. Öyle ki 1 Temmuzda el konulan deliller arasında Kur’an ayetleri bile vardı. (Öztürk bunları mahkemeye sundu) Öztük’ün bürosunda “AKP’yi ve Gülen’i bitirme” belgesinin yanında tabanca mermileri de bulundu. Bir gözü görmeyen Öztürk’ün ruhsatlı silahı bile yoktu. Mermilerin NATO’nun tedarikçilerinden bir İsveç firmasına ait olduğunu da ortaya koydu. Av. Öztürk’ün bürosunda bulunan sözde delillerin üzerinde 4333 tane parmak izi bulunmasına rağmen bir teki kendisine ait değildi. Söz konusu kadınlar sadece Av. Serdar Öztürk’ün bürosunu değil Av. Mustafa Levent Göktaş, Av. Hüseyin Bozoğlu ve Av. Vural Ergül’ün de bürosunu ziyaret etmişlerdi. Ergül istisna oldu. Diğerlerinin hepsi tutuklandı. Kadınlar operasyonlar öncesinde ziyaret ettikleri avukatlara farklı kartvizit ve telefon numaraları bırakmış, hiç biri de kendi adlarına kayıtlı değildi. Av. Serdar Öztürk söz konusu kadınların kullanılmış olabileceğini belirterek dava açmış. Kadınlar da hakaretten... Av. Serdar Öztürk 3,5 yıldır hapiste içeride de boş durmuyor. Sürekli suç duyurusunda bulunup, yeni yeni davalar açıyor.

Mahkemede üç gün süren savunması ibretlik olduğu kadar manşetlik de...

Ama sesini duyuramıyor. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki kuruluşlara mektuplar yazıyor. Askeri casusluk, sahte belge üretenlerin isimlerini tek tek vermesine rağmen henüz birisi için bile soruşturma açılmadı. İsimsiz e-posta ihbarları, gizli tanıklar için yüzlerce insan hapishanelerde tutuklu bulundurulurken bir hukuk adamının belgeleriyle ortaya koydukları için işlem yapılmayışı düşündürücü.

“Amerikan Ajanlarını gördüm” diyen Av. Serdar Öztürk’ü iyi tanıyın. Togan Yayınları’ndan çıkan kitabını okuyun. Öztürk’e tecrit uygulandığını, duruşma ve ziyaretçi yasağı konduğunu hatırlatıp bu hukukçunun adalet kavgasını takip edeceğimi belirtiyorum.

Kaynak: http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=24246

Arnon Milchan, İsrail için çalıştığını açıkladı.
26 Kasım 2013



Casusluk yaptığını itiraf etti

Hollywood’da ba
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 28, 2013 1:21 am tarihinde değiştirildi, toplam 12 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Mar 24, 2011 9:50 pm    Mesaj konusu: İÇ VESAYETE İTİRAZ İÇİN DIŞ VESAYETİN BEŞİNCİ KOLU MU OLMAK Alıntıyla Cevap Gönder

İÇ VESAYETE İTİRAZ İÇİN DIŞ VESAYETİN BEŞİNCİ KOLU MU OLMAK LAZIM?
Kenan Çamurcu
23 Mart 2011

12 Haziran seçimlerine giderken en ilginç siyasi gerilimin AK Parti ile diğer siyasi partiler arasında değil, bugüne kadar iktidara destek vermenin karşılığında devlet aygıtında derinlemesine örgütlenmiş muhafazakar kesimler ve liberal batıcılar ile AK Parti lideri arasında yaşandığı bilgisine atıfta bulunmanın stratejik anlamı var.

Çünkü bazı muhafazakar kesimler ve liberal batıcılar, seçimlere giderken AK Parti'nin aday listelerinin düzenlenmesinden Erdoğan'ın siyasi üslubuna, Türkiye'nin bölgesel tutumundan batı ve İsrail'le ilişkilere kadar bir dizi konuda etkili olmak, AK Parti'ye nüfuz etmek ve Erdoğan'ı tasarrufları altına almak için her yolu deniyor. Bu kesimler, devasa AK Parti iktidarının azmanlaşmış biçimde yeniden iktidar olmasını, bu büyüklükteki iktidarı diledikleri gibi kullanma şartına bağlı olarak istiyor ve Erdoğan'ın sadece görünür oyuncu olmaya boyun eğmesini bekliyor. Wikileaks Türkiye belgelerinin Washington-Brüksel ekseninin yayın organında tam da seçimin arefesinde yayınlanmaya başlamasına Erdoğan'ın yakın çevresindeki gazetecilerin tepki vermesi bu nedenle anlamlıdır, önemlidir. Gerçekten de Wikileaks Türkiye belgelerinin yayınlandığı mecranın ve bazı muhafazakar kesimlerin AK Parti liderine yönelik tepkisi fazlasıyla aleni, hedef göstererek ve ısrarlıdır.

Erdoğan'ın iç dinamiklerle yeni bir oyun kurma ihtimalini açık ettiği ve milli refleksin gereklerine tabi olacağına dair emareler vermeye başladığı (ya da en azından Haziran seçimlerini bu şekilde geçirmeye niyetlendiğinin hissedildiği) an Washington-Brüksel ekseninin liberal batıcı ve muhafazakar kanatlarının bu yeni duruma karşı adeta şahlanmasının kitaptaki tek tanımı beşinci kol faaliyetidir!

Mevcut durumu bir cümlede özetlemek gerekirse, liberal batıcı kesim Erdoğan'ın görkemli iktidarını ancak AB(D) vesayetinde iş gördüğü müddetçe kutlamakta; muhafazakarlar da iç vesayete itiraz için dış vesayetin hegemonisinde uzantı olmayı, yani beşinci kol faaliyetini normalleştirmekte, makulleştirmekte, makbul ve meşru bir davranış gibi göstermektedirler. Konu Sovyetler Birliği döneminde Moskova'yı eksen alan sosyalist hareket olduğunda veya Türkiye'nin istiklal harbi yıllarında mandater yönetim tartışmaları bahsi açıldığında rahatlıkla “ihanet”ten sözedebilen muhafazakarların Washington-Brüksel vesayetine (mandaterliğine) övgüler düzmesi, bu vesayete kayıtsız şartsız teslim olmayı Erdoğan'a dayatması ve AK Parti'nin bu vesayeti ideoloji olarak benimsemesini özendirmesi hayli manidardır.

Türkiye'deki temel meselenin (askeri/ideolojik) vesayet olduğunu düşünüp buna karşı mücadele kampanyaları açanlar, sıra Washington-Brüksel ekseninin vesayetine (mandaterliğine) geldiğinde sarsılmaz itikatla bağlılık yeminleri ediyor ve iktidarın bu vesayete bağlı kalması için akla hayale gelmeyecek baskılara başvurabiliyorlar.

Nitekim Gülen Hareketi'nin medyasındaki bir yazara göre (H. Gülerce) “liberal, demokrat, muhafazakâr kesimlerden oluşan geniş bir kesim”, Başbakan Erdoğan'ın AB'nin Türkiye'ye yönelik aşağılayıcı üslubundan huzursuzluk duyarak “ne halleri varsa görsünler” noktasına gelmesinden son derece rahatsızdır. Bu kesimler, “Avrupa Birliği'nin, demokratikleşmeye, demokratik laikliğe verdiği desteği hatırlatarak, [iç] vesayetin tuzağına düşme ihtimalinden kaygı duyuyorlar. AB yolundaki kırılmanın, Ergenekon'a en büyük kozu vereceğini düşünüyorlar.” Bütün bunların olmaması için de Washington-Brüksel vesayetinin kesin egemenliğinin tesis edilmesi gerekiyor haliyle!

Erdoğan'ın dinî hayatın kısıtlarından müşteki olanları yoksayması da liberal batıcıların ve bazı muhafazakarların beklentileri arasındadır. “Şeriat tehlikesi”den sözedenlere koz vermemek için mücadele “evrensel standartlar” üzerinden yürütülmeli, yani “yerel” dindarlığa dair durumlar ve sorunlar ertelenmeli, ötelenmeli, geciktirilmeli, oyalanmalı, hatta yok sayılmalıdır. Çünkü Washington-Brüksel vesayetinin iç vesayete karşı mücadeleye vereceği desteğin temel koşulu, “yerel” dindarlığın, meşruiyet çemberinin dışına itilmesidir. Ama “evrensel (ekümenik)” dindarlığın en küçük sorunu bile Washington-Brüksel vesayetinin ajandasındaki listenin en başında yeralabilir. “Evrensel (ekümenik)” dindarlık “evrensel standartlar” cümlesinden olarak etkili koruma ve kollamanın konusu olurken “yerel” dindarlık yeni sömürgeciliğin görmek istemediği gerçekliktir. Liberal batıcıların ve bazı muhafazakar kesimlerin, “evrensel standartlar” namına itaat ve bağlılık çağrısı yaptığı dış vesayet bundan ibarettir.

Evrensel standartlar, batı dünyasının kendisi dışındaki kültürlere dayattığı standartlardan başkası değilken yüzeysel, cahil muhafazakar aklın yaşadığı hipnoz veya narkoz halini, sömürgeciliğin altın çağında sömürgelerdeki sömürgeleşmiş zihinler ile metropol ülke arasındaki ilişkiyi tasvir eden Sartre'ın karikatürüyle açıklamak gerekir: Metropoldeki entelektüeller “insan hakları” diye bağırdığında, bu haykırış, “evrensel standartlar”a meftun sömürgelerdeki sömürgeleşmiş zihinlerde yankılanır: “-ları, -ları, -ları”!

2011 Haziran'ındaki genel seçimlerin gerçek ve asıl rekabet zemini, iç vesayetten kurtulmayı amaç gösteren aklın dış vesayetin beşinci kolu olmayı politik kimlik olarak iktidar yapmak istemesi ile iç vesayete itiraz ve isyanı dış vesayete itiraz ve isyandan ayırmayan yerli, milli ve otoktan dinamiklerin hattı ve sathı müdafaa çabasıdır.

Kaynak: http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=187

TEKNOLOJİ YABANCILAŞTIRMAZ, İNGİLİZCE YABANCILAŞTIRIR
Bülent ESİNOĞLU
01.04.2011

Ajanlaşma, mafyalaşama ile yürüyen bir süreçtir.
Diyeceksiniz ki, teknoloji, Libya, ajanlaşma, mafyalaşma bunların birbirleri ile ne alakası var?
Tanzimat’tan bu yana Batılılaşma adına neler yapmadık ki, Teknoloji ve bilim alsın da gelsin diye Batıya gönderdiklerimiz, ülkeye Batının etki ajanı olarak geldiler. Daha sonra siyasi ajan oldular.
Bu kişiler bir taraftan Batıya karşı aşağılık duygusu içinde yaşarken, öte yandan kendi halkını küçümsediler.
Tabi, yönetenler de onlar olduğu için sömürge düzenini derinleştirmek gerekti. Bunun içinde, daha fazla işbirlikçi ihtiyacı duyar oldular.
Benliğini yitirmiş işbirlikçilerin Batıya bağlılık kalitesini yeterli görmeyen emperyalizm, bunu kökünden çözme kararı aldı.
Kırk bin yabancı İngilizce öğretmeni getirmeyi planlandı.
Bu sayı, Amerika’nın Türkiye topraklarında yaşayan Amerikan ajanı sayısının ve kalitesinin yeterli olmadığı sonucuna vardığını gösteriyor.
Türk insanına söylenen gerekçe de, Türk öğretmenlerin iyi İngilizce öğretememeleri gösteriliyor. Tercüme ederek söylersek, iyi ajanlaşmıyorlar, ajanlaştıramıyorlar demek istiyorlar.
Kırk bin ajan getirecekler.
Siz ister etki ajanı deyin, ister doğrudan ajan deyin, ister ülke insanını yabancılaştırmaya hazırlayacak kişiler deyin, ne derseniz deyin kabul edilemez bir durumdur.
Ama şu bir gerçek ki, AKP sadece orduyu ortadan kaldırmak niyetinde değil, milleti birbirine bağlayan tüm bağların kopartarak, milleti ortadan kaldırmak niyetindedir.
Fizik, matematik, tarih ve Türkçenin iyi öğretilmesinin peşinde değiller de, İngilizcenin iyi öğretilmesinin peşindeler.
Halbuki üretmek, bilgi üretmek, teknoloji üretmek fizik, matematik ve Türkçeden geçmektedir.
Emperyalizmin buradaki acil ihtiyacı, Irak, Afganistan, Libya işgaline karşı çıkmayacak insandır. Bunu da fizik öğreterek yapamaz. İngilizce öğreterek, İngilizceyi araç gibi kullanarak ajan yetiştirmek ile yapabilir.
Amerika’nın Amerika’ya kayıtsız şartsız bağlı insanlara ihtiyacı var. Şimdi bu ihtiyacın peşinde.
Onun için eğitimi bu esaslar içinde yönlendiriyorlar.
Talim Terbiye Kurulunu Amerikalı uzmanlara ve yetkililere terk edersek, başka sonuç çıkmayacağı baştan bellidir.
Sorun bağımsızlık sorunudur.
Müfredat programlarına etki ederek, ülke sorunlarından uzak nesiller yetiştirmenin yeterli olmadığına karar vermiş olacaklar ki, şimdide doğrudan kendilerinin istediği gibi bir insan yetiştirme yoluna gidiyorlar.
Demek ki, Amerika artık Türk ordusunun, Amerika’nın müdahale ettiği ülkelerde, müdahil güç olarak kullanılması ile yetinmemektedir.
Önümüzdeki yıllarda, dışarıdan gelecek öğretmenler elinde yetişen kişiler vasıtasıyla, dolaylı olarak yönettiği Türkiye’yi, doğrudan yönetmeyi planlamaktadır.
Tabi bu orta vadeli bir program ve plandır. Buna Amerika’nın emperyal ömrü yeter mi, bilinmez.
Bildiğimiz bir şey varsa, her geçen günün Amerika’nın aleyhine işlediğidir.

http://www.ordumillet.com/

Kosova'da Başkanı ABD seçti!

Kosova'nın eski Cumhurbaşkanı Behçet Pacolli, yeni cumhurbaşkanının yerel politik partiler tarafından değil, ABD'nin Kosova Büyükelçisi Christopher Dell tarafından seçildiğini ifade etti.

08 Nisan 2011
Anadolu Haber

Atife Yahyaga, dün Priştina’daki parlamento tarafından Kosova’nın yeni Cumhurbaşkanı olarak atandı. Yahyaga’nın yerine geçtiği Pacolli, devlet başkanlığı seçimlerinin “anayasaya aykırı” kabul edilmesinin ardından görevini bırakmaya zorlanmıştı.

İşadamı ve Yeni Kosova İttifakı Partisi (AKR) lideri Pacolli, Yahyaga’nın ismini cumhurbaşkanı adayı olarak gösterildiği ana kadar hiç duymadığını ve Başbakan Haşim Taçi ve Kosova Valisi İsa Mustafa’nın, kendilerine Yahyaga ismi sunulduğunda "birbirlerine imalı bir şekilde baktıklarını” belirtti.

ZARFTAN ÇIKAN İSİM

Pacolli, “Ben, çekildiğimi söyledim. Ardından, ABD elçisi bir zarfı açarak: ‘Bunu kabul etmek zorundasın yoksa hem çok iyi bir dostu hem de ABD’nin Kosova’daki çıkarlarını kaybederiz” dediğini iddia etti.

Priştina merkezli Clan televizyonuna konuşan Pacolli, “ABD elçisi Dell, zarftan cumhurbaşkanı adayı olarak sunmak için Atife Yahyaga’nın ismini çıkardığında, Haşim Taçi ve İsa Mustafa şaşırdı” dedi.

Bu konuda açıklama yapan Dell, ABD’nin yıllardan beri Yahyaga ile işbirliği içinde olduğunu ifade etti. Dell, “Yahyaga’nın, kendisiyle birlikte çalışan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’dan yüzlerce polise kadar son 11 yılda herkesin takdiri ve saygısını kazandığını” belirtti.

36 yaşındaki Yahyaga, Kosova polisine 2000 yılında çevirmen olarak katıldı. Daha sonra Emniyet Gene Müdür Yardımcılığına yükseldi ve tuğgeneral rütbesi aldı.

CIA NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?
Bülent ESİNOĞLU
11.08.2011

Bulanık suda balık avlamak, ya da suyu bulandırmak.
Basit bir hatırlatma yapalım.
Saddam'ın silahları ve radyasyon tehlikesine karşı halk uyarılıyordu.
Hatta bazı anneler çocuklarını radyasyon tehlikesine kaşı okula göndermedi.
Ortalıkta naylon sıkıntısı baş göstermişti.
Radyasyondan korunmak için naylona hücum vardı.
CIA halk arasında bir yönde hassasiyet oluşturmak, ya da oluşmuş bir
hassasiyet varsa, onu dağıtmak için yalan haber yapar.
Fıkralar sızdırır.
Köşe yazıları yazdırır.
Karikatürler yaptırır.
Silah şemaları ve resimleri gazetelerde boy gösterir.
Amerikan ekonomisinin çöktüğü haberler hızla yayılıyor, Amerika'nın
gücü konusunda dünya kamuoyunda şüpheler oluşmaya başladı ya...
Şimdi CIA'nın görevi; Amerika'yı kurşundan hızlı, ışıktan parlak,
attığını vurur güçlü bir devlet olarak yeniden takim etmektedir.
Milliyet Gazetesinin haberine göre; "Amerika sesten tam 20 kat hızlı
giden ve haydut devletler diye tabir ettiği ülkeleri bir saatten az
zamanda vurabilecek silahları test ediyor"
Afganistan'da yenilmiş, Irak'ta on yıldır bir sonuç alamamış Amerika
bir saatte haydut devlet temizleyecekmiş!
Aynı Irak işgalinden önce yaşadığımız senaryonun işaretleri gelmeye
başladı bile...
Gazeteler böyle CIA Haberlerini niye koyarlar?
Böyle bir haber ne işe ve kimin işine yarar?
Kimleri korkutmak ve teslim almak içindir?
Gazeteler şöyle bir haberi neden görmez?
Çin, Çin'in hava sahasında, haber toplamak için uçan Amerikan
uydularının üzerine "sakız yapıştırır gibi" küçük uydu yapıştırıp,
Amerikan uydularını kör ettiğini... Neden haber yapmazlar?
Şimdiye kadar neden böyle bir haber okumadık?
Hiçbir yayın organı artık Amerika'yı melek veya göze hoş gelecek bir
matah gibi gösteremez. Aman şöyle güçlü, böyle güçlü diye anlatamaz.
Her şey artık ortadadır.
Amerika "seri bir katildir". İşbirlikçiler vardır. Kullandığı dini
örgütleri vardır. V.s.
Ama artık oda bitmektedir. Amerika'yı güçlü göstermek ve teslim
olunması gereken bir güç gibi anlatmak sadece Amerika'nın işine gelen
bir şeydir.
http://www.ordumillet.com/

Bir Gazetecinin İsrail’le Olan Özel İlişkileri
29 Eylül 2011


Gazeteci Sedat Sertoğlu’nun 2006 yılında yayımlanan “Yazsam Olay Olur” kitabı, İsrail muhibbi bir gazetecinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinde oynadığı roller bakımından ilginç bilgiler ihtiva ediyor

Gazeteci Sedat Sertoğlu’nun GOA Basım ve Yayın Dağıtım Ltd.Şti. tarafından 2006 yılında yayımlanan “Yazsam Olay Olur” kitabı, İsrail muhibbi bir gazetecinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinde oynadığı roller bakımından hayli ilginç bilgiler ihtiva etmektedir. Kitaptan, bu özel ilişkilere dair seçilen olaylar aşağıda anlatılmaya çalışılmıştır.

1980 askeri darbesinden sonra -Sedat Sertoğlu’na göre Araplardan medet uman- generaller bazı sivillerin dolduruşuna gelip, İsrail ile ilişkileri 3’üncü kâtip düzeyine indirmiştir. İşte bu sıralarda, Genelkurmay’dan bir Albay kendisini arayarak Orgeneral ‘U’ nun çok önemli bir görüşme için kendisini Ankara’ya çağırdığını bildirir. Bu görüşme için Ankara’ya giden Sertoğlu, Genelkurmay’da general ve albaylardan oluşan 15 kişilik bir grupla Orgeneral ‘U’nun başkanlığında bir toplantı yapar. Orgeneral ‘U’ “Senden İsrail’e gitmeni istiyoruz. Bizim ordunun tankları çok eskidi. İsrail ile ortaklaşa Merkava tanklarını üretmek istiyoruz. Bunlar çok iyi tanklar. Biz resmi olarak bu konuya giremeyiz. Sen bir sivil olarak yapabilirsin. Bizim adımıza gidip bu görüşmeleri yürütmeni itiyoruz.” diyerek, ona aracılık görevi verir. Bu görevlendirmeye şaşıran Sedat Sertoğlu, bu iş için niçin kendisinin seçildiğini merak etmektedir. Bu seçimde, FKÖ tarafından eğitilen ve İsrailliler tarafından yakalanan Türk asıllı militanlarla İsrail hapishanelerinde yapmış olduğu, Milliyet’te yayımlanan röportajlarının etkili olduğunu düşünür. Bu röportajlarından birisi, FKÖ tarafından eğitildikte sonra 5 kilo dinamitle Hayfa’daki petrol rafinerisini havaya uçurmaya giderken yakalanan bir Türk kamyon şoförüyle yapılan röportajdı. İsrail bu zata hapishanede öyle güzel muamele etmiştir ki, adamcağız cezasını çektikten sonra ailesini de getirip İsrail’e yerleşmeyi düşünmektedir. (3 yıl önce bir seyahat turu ile ailece İsrail’e gittiğimizde, gerek girişte gerekse dönüşte, Ben-Gurion Havalanı’nda saatler süren ve işkenceye dönüşen sorgulamaları hatırlayınca insan tebessüm etmeden geçemiyor)

Tank projesi için Tel Aviv’e giden Sertoğlu burada, daha sonra MOSSAD’ın ikinci adamı konumuna yükselecek olan Raffi Eritan ile temas kurar. Savunma Bakanlığı’nda yaptığı görüşmede ortak tank projesinin iki tarafın özel sektörü ile yapılmasında mutabık kalınır. Raffi bu projenin saklı tutulmasını tembihledikten sonra, “Özellikle de Amerikalılar duymamalı. Çünkü duyarlarsa sorun çıkartabilirler…” der. Generaller bu projenin Türkiye’deki sivil ayağı olarak Koç’ları seçer. Onlar da 25 milyon dolar harcayarak Atlı Zincir’i satın alırlar (Taha Kıvanç, Yeni Şafak’ta 05.06.2010 tarihinde yayımlanan makalesinde Orgeneralin ‘U’nun Org. Necdet Üruğ olabileceğini tahmin ettiği gibi, Koç’ların satın aldığı şirketi de Asil Çelik olarak düzeltir). Bu proje en fazla iki ay saklanabilir ve Amerikalılar öğrenince bu projeyi engellerler.

Sedat Sertoğlu, Türk-İsrail ilişkilerinin gelişmesinde Amerikalıların hep “kazık attığını” düşünmektedir. Nitekim kitabının henüz girişinde, “ABD’nin son 25 yıl içinde Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkileri kaç kez dinamitlediği, kaç kez dinamitleme girişiminde bulunduğunu biliyor musunuz?” diye sorar. Sertoğlu, yine 1990’lı yıllarda bir Türk-İsrail projesi olarak gerçekleştirilmesi düşünülen “Arrow-2” füze projesinin de Amerikalılar tarafından engellendiğini belirterek, ABD’ye olan kızgınlığını ifade etmekten çekinmez. Hatta bu konuyla ilgili olarak, “1990’lı yılların ortalarında yine Washington’da “bizim Beltway” ekibi ile toplanmıştık. Yahudi Lobisinin sıkı isimleri ile yemek yiyorduk. Onlara Amerika niye “Arrow-2” ortak projesine karşı çıkıyor?’ ” diye ortaya sorar. Pentagon’un nefes alışından bile haberi olan bir arkadaşı, bunu ABD milli menfaatleri ile açıklar. ABD, Mısır’ın taleplerini dikkate alarak bu projeye geçit vermemiştir.

Sedat Sertoğlu, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin en sert olduğu, ilişkilerin en düşük seviyede olduğu dönemlerde bile, İsrail’in dostluğunun ve yardımının devam ettiğini öne sürer. Nitekim, Abdullah Öcalan yüzünden Türkiye ile Suriye savaşma noktasına gelmeden önce İsrail, Suriye Ordusu’nun son durumu ile ilgili bütün bilgileri ve uydu fotoğraflarını gizli bir özel tim ile Ankara’ya getirip, Genelkurmay’a vermiştir. Sedat Sertoğlu’na göre, aralarında 20 yıllık dostlarının da bulunduğu Yahudi lobisinden Türkiye hep iyilik görmüştür. Yahudi lobisi için Türkiye’nin İsrail’le dost olması hayati derecede önemlidir. Yahudi lobisi’nin etkinliğini ve lobi üzerindeki kendi tesirini anlatmak üzere bir hatırasını nakleder. İsrail’de Begin’in başbakan olduğu sıralarda, Washington’dan Türkiye aleyhine bir karar çıkmak üzeredir. Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Kamuran Gürün kendisin arayarak yardım ister. Sertoğlu, Begin’in çok yakınındaki arkadaşı Uri Dan’ı devreye sokarak Amerika’daki Yahudi lobisini harekete geçirir ve bu olumsuz kararı önlemeyi başarır.

Yıl 1991’dir ve Türkiye’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dır. Aynı yıl Madrid’de, ABD’nin girişimiyle İsrail, Suriye, Lübnan ve Ürdün heyetlerinin iştirakiyle Filistin meselesi görüşülecektir. Bu sırada, Patron (Turgut Özal’a böyle denilmektedir) Cengiz Çandar aracılığı ile Sedat Sertoğlu’ndan özel bir talepte bulunur. Cengiz Çandar, “Patronun senden bir ricası var. İsrail Delegasyonu ile konuşmanı istiyor. Patron, burada bir anlaşmaya varılırsa Filistin-İsrail görüşmelerinin Türkiye’de yapılması için senin İsraillilerle konuşmanı arzu ediyor. Onun bu mesajını Şamir’e iletmen gerekiyormuş.” der. Sedat Sertoğlu zor da olsa Bibi (Benjamin Netanyahu) ’ye ulaşmayı başarır ve Cumhurbaşkanının mesajını iletir. Ertesi gün Bibi, “Haber iyi. Bizim başbakan teklife olumlu bakıyor. Ankara ve İstanbul olabilir. Ama benim sana dün söylediğim gibi Washington faktörünü unutmayalım.” diyerek, hem olumlu cevabı hem de endişesini ifade eder. Ancak, insiyatifi elinden kaçırmak istemeyen ABD, toplantıların Türkiye’de yapılmasına hayır der. Bunları yazarken Sedat Sertoğlu, Camp David anlaşması günlerinde İsrail üst yönetimiyle olan temaslarını hatırlar. Camp David öncesi, Tel Aviv’de Savunma Bakanlığı’nda, İsrail başbakanı İshak Rabin ile sıcak bir görüşme yapmıştır. 20 dakika sürmesi gereken ziyaret 55 dakika sürmüş ve o kadar dostça bir ortamda geçmiştir ki, Rabin orada “çişini” bile yapmıştır.

1982 yılında İsrail Lübnan’ı işgal eder. Bu sırada Sedat Sertoğlu Tel Aviv’dedir. Ancak aldığı bir haberle uyuduğunu fark eder. Türk Genelkurmayından bir heyet, Lübnan’ın işgal harekâtını İsrail Savunma Bakanlığı Harekât Merkezi’nden izlemektedir. Fakat bunu kendisi bile başka kaynaktan öğrenmiştir. Bu bilgi iç kamuoyunda ve Arap dünyasında tepki doğuracağından konuyu 24 yıl boyunca yazmaz.

Bu arada Sedat Sertoğlu, İran’ı ilgilendiren hatıralarından da bahsetmektedir. Bir gün, İran’lı iki diplomat Sedat Sertoğlu’nu ziyaret ederek İsrail’le diyalog kurmak istediklerini söylerler ve kendisinden aracı olmasını isterler. Niye kendisini seçtikleri sorusuna İranlı diplomat şu cevabı verir “Sedat Bey. Bu mesaj için niye sizi seçtiğimizi siz daha iyi bilirsiniz. Anahtar sizsiniz”. Sedat Sertoğlu anahtar fonksiyonunu yerine getirir ve diyalogu başlatır. Bu diyalogun neticesi bilinmez. Bu arada, İran’ı içeriden karıştırmak isteyenler de Sedat Sertoğlu’nu bulur. Yahudi asıllı çok önemli bir Amerikalı, Türkiye’nin laik ve demokratik rejiminin ne kadar olumlu olduğunu, dine dayalı devletinse ne kadar kötü olduğunu anlatan kitaplar basılarak İran’a sokulmasını, böylece İran’da Türkçe konuşan milyonlarca Azeri’yi İran rejimine karşı harekete geçirmeyi teklif eder. Amerikalı, Sedat Sertoğlu vasıtasıyla zemin yoklamaktadır. Buna Sedat Sertoğlu’nun cevabı, “anan güzel mi?” mahiyetinde İngilizce bir cevap olur.

Sedat Sertoğlu bir dönem, diplomatlarımızın katili ASALA örgütünün peşine düşer. ASALA örgütü hakkında bir yazı dizisi yapmak için Ermenilerin yoğun yaşadığı Fransa’nın Marsilya kentine gider. Buradaki Türk Başkonsolosu ve İdari Ataşeyi (ona göre İdari Ataşeler MİT elemanıdır) ziyaret ederek, kendilerinden bu araştırmada yardımcı olmalarını talep eder. Ancak onlar bu araştırmadan tedirginlik duyarlar. Başkonsolos ve İdari Ataşe kendi aralarında 20 dakikalık özel bir görüşme yaptıktan sonra kararlarını bildirirler. “Sedat Bey, burası çok tehlikeli bir yer. Size tavsiyemiz bir an önce toparlanıp dönmeniz…”

Sedat Sertoğlu “Canınız sağ olsun” diyerek Başkonsolosluktan ayrılır. Allah’tan gideceği ikinci bir adresi daha vardır. Türk Başkonsolosu’nun ilgisiz kalacağını tahmin ettiğinden, daha Türkiye’de iken İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Eli Shaked’i aramış ve ondan İsrail’in Marsilya Başkonsolosu’nun telefonunu ve adını almıştır. Marsilya’da Sertoğlu’nu kabul eden Başkonsolos Kabataş Lisesi mezunu bir Yahudidir ve mükemmel Türkçe konuşmaktadır. Başkonsolos onu çok samimi bir tavırla karşılar ve hemen “Hoş geldiniz Sedat Bey. Buyurun. Vatandan ne haberler var?” diye, havadis sorar. Başkonsolosun vatandan kastı Türkiye’dir. Kısa bir muhabbetten sonra, Sedat Sertoğlu sebeb-i ziyaretini anlatır; “Ben buraya ASALA ile ilgili bir yazı dizisi hazırlamak için geldim. Ama elimde yeterli bilgi yok. Bana bilgi verecek bir kaynağa ihtiyacım var. Ahtapotun kaynağı burada. Onu bulmam lazım.”

Başkonsolos bu konuda yardımcı olmak üzere bir MOSSAD ajanını çağırır. Bu ajan, ASALA destekçilerinin Marsilya’da nerede oturduklarını, örgütlenme biçimlerini kağıda çizerek gösterdiği gibi, bazı militanların fotoğraflarını da verir. Hatta daha ileri giderek, örgütün parasını yediği için ASALA tarafından aranmakta olan bir militanı dahi onun aracılığıyla Türkiye’ye teslim etmeyi teklif eder. Sedat Sertoğlu heyecanla Türk Başkonsolosu ve İdari Ataşeye bu teklifi iletir. Ama onlar, ta Marsilya’dan itibaren bu Ermeni militanı kendisinin koluna kelepçeleyerek götürmesini teklif ederler. Sedat Sertoğlu bu saçma teklif üzerine sükût-u hayale uğrar. Bir yanda İsrail’in ve MOSSAD’ın desteği, diğer taraftan bizimkilerin tavrı…

Sedat Sertoğlu, gerek Dışişleri Bakanlığı’nda, gerekse Genelkurmay’da yapılan beyin fırtınalarının sürekli davetlilerinden birisidir. O aynı zamanda, ABD’deki Yahudi düşünce kulüplerinin yaptığı beyin fırtınalarının da gediklisidir. Sedat Sertoğlu’nun gazetecilik fonksiyonunu aşan ilişkilerini anlattığı hatıralarında en göze çarpan husus, Türkiye ve İsrail’in birlikte ortak projeler geliştirmesi hususundaki gayreti ile bu yönde atılan adımların Amerikalılar tarafından engellenmesine duyduğu öfke ve kızgınlıktır.
sinantavukcu@yahoo.com.tr
haber10

Emrullah Uslu ABD'yi Yine Gururlandırdı
Açık İstihbarat
20.10.2011

Taraf gazetesini sallasanız Taksim'de görev yapacak sayıda polis çıkar. Dünyanın polis kaynayan tek "liberal" yayın organıdır bu şahsına münhasır propaganda organı.

İşte bu gazetenin polis yazarlarından biri Emrullah Uslu. Siz kendisini izlerken nasıl bir hisse kapılıyorsunuz bilemeyiz ama biz Emrullah Uslu'yu dinlerken aksanını hiç bir yere oturtamıyoruz. Anadolu kokan bir aksan değil bu. Bir örneği meşhur Anayasa raportörü Osman Can'da görülen bir aksan bu. Sanki sonradan öğrenilmiş bir Türkçe ile konuşuyor Emrullah Uslu.

Sonradan Türkçe öğrenmiş , su gibi Türkçe konuşan ama Anadolu'nun toprağından kaynaklanmadığı için de suyun berraklığında kırılmalar hissettiğiniz bir tını var bu garip aksanda. Bir örneğine ABD özel kuvvetlerinin psikolojik harp unsurlarında görevli subaylarında rastlayacağınız cinsten bir garip Türkçe aksanı bu.

Sanki, Marmara depremi sonrasında misyonerler tarafından ABD'ye kaçırılan yüzlerce anasız-babasız bebeklerden biri eğitilmiş te büyüdükten sonra tekrar aramıza salınmış gibi.

Emrullah Uslu'nun gizli kodlarını açık istihbarattan çözmek zor. Onu işin ustalarına bırakalım. Önemli olan Emrullah Uslu'nun gizli kodları ne olursa olsun, "stratejist" diye ekranlara salınan bu zatın açık bir ABD propagandacısı olması.

Bu doğal bir refleks. Onu büyüten ve önünü açanlara duyduğu minnet ister istemez analiz yeteneğini bu yönde köreltiyor. Fakat propagandanın bu kadar barizinin de bir kıymeti yok.

Emrullah Uslu, üstlendiği misyonu dün (19 Ekim 2011) katıldığı bir televizyon programında bütün şeffaflığı ile ortaya koydu.

27 fidanı kaybettiğimiz saldırının ertesinde televizyonlarda bildik saz heyetleri ekranda. Bu saz heyetlerinin vazgeçilmez isimlerinden biri de Emrullah Uslu ve bakın o müthiş analiz gücünü hangi sözlerle ortaya koyuyor :

"PKK ile mücadeleye en büyük destek veren ABD'dir. Bizim devlet yetkililerimiz İran'la uzlaşı arayışında oldukları kadar ABD kongresini ikna etmeye çalışsalardı, Predatorler gelirdi. Zira Heronlar bu operasyonlarda gerekli işlevi görmüyor.

Biz burada ev ödevimizi yapmıyoruz. Kongrenin hangi liderlerine teker teker gittik.
Sorun burada bizden kaynaklanıyor, ABD'lilerden değil"

ABD'nin bu değerli evladını görüyor musunuz...

Dağlıca baskınında ABD'nin oynadığı rol hakkında onlarca olgu ortaya çıkmış...

Yıllardır bölgede yüzlerce ABD ajanının bir kadın ajan liderliğinde bölgede cirit attığını bizim Açık İstihbarat okurları bile biliyor...

Ama herşeyi bilen Emrullah Uslu, nedense bunlardan haberdar değil ve utanmadan ABD'nin PKK ile mücadelemizde en büyük desteği verdiğini iddia ediyor.

Ve hamisi ABD'nin Türkiye ile İran'ın arasına kara kedi sokma politikası çerçevesinde, Türkiye'nin terörle mücadelede İran'la işbirliği arama çabalarından ciddi anlamda rahatsız olduğu anlaşılıyor.

Ve her kiralık kompleksli beyin gibi, "ev ödevi" gibi aşağılık kompleksi kokan terminolojilerle, ABD bize daha fazla yardımcı olsun diye ABD kongresinin kapısında yatmamızı öneriyor.

İşin ilginci, "Ergenekon" sürecinde ABD üzerinde lobi yaparak Türkiye'deki politikayı etkilemek "suçu" ile insanları içeri atan Emrullah Uslu ve tayfasıydı.

Şimdi kendisi iktidar da olduğu için, iktidardan ettiklerinin yöntemlerini kendisi uygulamakta beis görmüyor.

Emrullah Uslu kendisini yetiştirenleri gururlandırıyor.

Küçükken eğilen bir fidan, dimdik dururken şehit edilen fidanların katillerinin çok işine yarıyor.

Açık İstihbarat

Amerika’yı Dost Gösteren Aydın, Ajandır
Bülent ESİNOĞLU
31 Ağustos 2013

Yıl 1961

Yer Yozgat Lisesi

27 Mayıs Devrimi daha yeni gerçekleşmiş, devrimin Bakanları henüz iş görmeye başlamıştı.

Amerika ise, o günlerde daha etnik ve mezhepsel verilerini yeni yeni toplamaktaydı.

Amerikan Fidel Servis adı altında görev yapan, Amerikan Gönüllüleri örgütlenmesinin elemanları, Yozgat Lisesi’nden Amerika’ya götürüp, orada eğitim yaptıracağı gladyo altyapısını toplamaya çalışıyordu.

Tabi bu gerçeği ben, ancak yıllar sonra kavrayabiliyordum.

Epeyce öğrencinin arasından eleyerek, ben ve bir başka öğrencinin imtihanları kazandığını açıkladılar.

Daha sonra, ben en yüksek puanı almış olmama rağmen, beni ABD’ye götürmekten vazgeçtiler.

Arkadaki gerçeği bilmediğim için üzülmüştüm.

Diğer arkadaş ABD’ye gitti. Geldiğinde artık bir Amerikalı gibi düşünmeye başlamıştı.

O hayatını Amerikancı olarak yaşadı. Ben ise, Amerika’nın dünyada neler yaptığını anlamaya çalışarak yaşadım.

Biz bunları yaşarken, Yozgat Lisesinin öğrencilerinden olan Taha Akyol da, Komünizm ile Mücadele derneklerinin faaliyetlerini çoğaltmakla meşguldü.1960.

Bunları şunun için anlattım.

Amerika’nın sol, etnik ve mezhepsel ayrılıkları kullanabilmek için, gerekli alt yapıları, 1960’lı yıllarda kurmaya başlamıştı. Belki de daha önceleri.

Tarikatlar içindeki çalışmaları daha öncelere dayanabilir. Çünkü tarikatlar içindeki çalışmalar daha kolay ilerler. Tarikat liderini ele geçirdiniz mi yeter.

Yani bu gün, çokça Amerikancı aydın görüyorsak, bu ABD’nin 50-60 yıllık yatırımının bir ürünüdür.

Tabi bu ürününün meyvelerini, istihbarat örgütleri, ordu, medya ve siyasi partiler içinde, şimdilerde çıplak gözle görüyoruz.

Artık aydın görünümünde, yetkinleşmiş ajanlardır.

Amerika’nın Suriye’ye yapacağı ölüm saldırısına bu kadar canhıraş destek vermelerini nasıl izah edebilirsiniz.

Kimyasal silah ile şu kadar insan öldü diye, Nükleer terörist Amerika’nın sabıkalarını örtmeye çalışıyorlar.

Irak’ta Amerika 1,5 milyon insan öldürülürken Amerika’ya destek verdiler.

Japonya, Vietnam, Libya, Yugoslavya, Suriye say sayabileceğin kadar. Sanki bu zatlar için, Amerika’nın öldürme dokunulmazlığı var.

Asıl bu beylerin önemi, Amerika’nın eğer ömrü yeterse, ülkemizin bölünmesi sırasında ortaya çıkacaktır.

Onun için hep söylüyoruz ki, emperyalizmle savaş onun işbirlikçileri ile savaştır.

Uzun lafın kısası; aydın kime denir derseniz, ülkesini emperyalizme karşı savunandır.

Amerikancı aydının ağzından emperyalizm sözcüğünü duyamazsınız.

Emperyalizme emperyalizm diyemez.

Aydın, ama emperyalizmi savunuyorsa ajandır.

http://www.guncelmeydan.com/pano/amerika-yi-dost-gosteren-aydin-ajandir-bulent-esinoglu-t35477.html

AYŞE BÖHÜRLER'DEN TÜRKİYE GAZETESİ'NE AJAN TEPKİSİ; OPERASYON GAZETECİLİĞİ!
18.09.13

AK Parti kurucularından olan gazeteci Ayşe Böhürler Türkiye gazetesinin dünkü manşetini sert sözlerle eleştirdi.

AK Parti kurucularından olan gazeteci Ayşe Böhürler Türkiye gazetesinin dünkü manşetinde yer alan ’AK Parti içindeki İran böcekleri’ başlıklı haberi Twitter’dan eleştirdi.

Böhürler yapılan habere ilişkin bir düzeltme olmamasını belirterek, "AkParti kadın kurucuları olarak Hüriyet/Miliyet vb.gazetelerden yıllarca gördüğümüz tavır Yeni Türkiye’de benimsenmiştir, tebrkler" dedi.

Ayşe Böhürler’in tweetleri şöyle:

[img]http://www.medyaradar.com/i.php?p=f1/ec9_9ea64.jpg[/img]

www.medyaradar.com/

RedHack'dan Hüseyin Çelik ve Eğemen Bağış Bilgileri...
23 Ekim 2013



More Sharing ServicesPaylaş Share on facebook Share on twitter Share on email Share on google


RedHack, Eğemen Bağış ve Ricciardone ile ilgili belgeleri yayınladı.Belgelerde Gaziantep Milletvekili ve AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik'in de adı da geçiyor.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığı için adı geçen AB Bakanı Egemen Bağış'a RedHack sürprizi. Redhack, Bağış'a gelen mailleri, maaş ve hesap bilgilerini ve kimi harcama belgelerini yayınladı. Yayınlanan belgeler arasında Ricciardone'nin Bağış'a yolladığı bir mail de bulunuyor.

Redhack, Egemen Bağış'a ait bazı belgeleri yayınladı. Belgelerde, Bağış’ın hesap bilgileri, Londra Hilton Oteli‘nde yaptığı harcamalar ve maaş belgeleri yer aldı.

"Egemeni Bagişlamayız. 5 Dakika içinde Belge yayınlayacağız.. Yayınlanacak belgeler Tor server uzerinden olacak. Ve hergün güncellenecek. RedHack'ten İBB Adaylığı taklasındaki Egemen Bağış'ın Belgeleri.. Bugunlük 18 Belge." ifadeleriyle yayınlanan belgelerde ilginç bilgiler yer aldı.

Hilton'da gelsin viskiler, şaraplar...
Egemen Bağış’ın "Kutlu Doğum Haftası"nda Londra’da bulunan Hilton Oteli’nde konakladığını gösteren bir belge yayınlayan Redhack, yapılan harcamalara dikkat çekerek “Egemen bey bir yandan ayetli hadisli tweet atarken diğer yandan da viskileri şarapları karıştırıyormuş. 43 poundluk (130TL) içkinin markasını merak ettik doğrusu” dedi.

Ricciardone'den mail
ABD Büyükelçisi Ricciardone’nin Türkiye'deki yargılamaları eleştirmesinin ardından Gaziantep Milletvekili ve AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik Ricciardone'ye "haddini bilmeyi öğrenememiş” demişti. Bu sözlerin ardından Ricciardone'nin Egemen Bağış'a attığı mail de açıklanan belgeler arasında yer aldı.

“Sevgili Egemen, bu işten uzak durmaya çalıştığın için çok teşekkür ederim.
Tüm yazıyı için ekleyeceğim. Tüm bunların doğru tarafında olarak, patronunu ve ona öncülük edenleri nasıl övdüğümü görebilirsin. fakat görünen o ki bazı anlayışsız danışmanları yanlış tarafa atlamakta ısrar ediyorlar. Bu gerçekten davayı yürüten karanlık güçlere yapılan bir uyarı atışıdır.
İsimlerini vermeyeceğim ama onlar tam bir yıl önce Hakan Fidan’ın peşinden gidenlerle aynı kişiler. Bunu anlamıyorlar mı? Eminim büyük patron anlamıştır. Ve açıkça bunlardan bazıları kendini beğenmişçe böbürleniyorlar, taa DC’den (Washington) duyuluyor ki “Bizim Hüseyin” ceplerindeydi.

Lütfen bunu cevaplama, dönene kadar bekleyelim ve çay veya yemek için buluşabiliriz.

Ricciardone’nin e-mailinin aslı:

Thanks so much for struggling to stay out of this, dear Egemen.
I’ll attach the full text for your pleasure / amusement. You can see how I contrived to credit your boss and his leading associates with being on the right side of all this. but it seems some of his less insightful advisors are insisting on jumping very firmly onto the wrong side. This really is a warning shot at the dark forces running the prosecution. I won’t name them but they are the same ones who went after Hakkan Fidan exactly a year ago . don’t they get that? surely your big boss gets it? and some of these guys evidently were boasting much too smugly, heard all the way in DC, that “Bizim Huseyin” was in their pocket.

Don’t answer this please – let’s wait till you get back and we can meet for a tea or a meal.

Frank

GaziantepHaberler.com

Bir test: Irkçı mısın? Liberal ve demokrat mısın?
Prof. Dr. Nurullah Çetin
12 Eylül 2014



- Evimin odalarımın hepsi benim ana sütü gibi helal mülkümdür. Dolayısıyla evimin bütün odalarının ve müştemilatının mülkiyeti ve tasarruf şekli konusunda kimseyle ortaklığa yanaşmam ve kimseye bir şey sorup hesap vermem dersen ırkçısın. Evimin bazı odalarını mahrem namahrem demeden düşmanlarıma veriyorum, paylaşıyorum, birlikte aynı evi bu şekilde kullanabiliriz dersen liberal, demokrat, hatta muhafazakâr demokrat ve çağdaş oluyorsun.

- Evinin nasıl idare edileceğine sadece sen karar veriyor ve uyguluyorsan ırkçısın. Yok eğer, ben kendi evimin nasıl idare edileceğini düşmanımla, yabancılarla birlikte kararlaştırıp uygulayacağız dersen, liberal ve demokrat oluyorsun.

- Evinde aile üyelerinin tamamı tek dil Türkçe konuşuyorsa ve sadece Türkçe konuşarak iletişim kuruyorsanız, hayallerinizi Türkçe görüyor, hatıralarınızı Türkçe ile anıyorsanız, gelecek tasavvurunu sadece Türkçe düşünüyorsanız, Türkçe gülüp ağlıyorsanız, Türkçe kavga edip barışıyorsanız ırkçısınız. Yok eğer benim aile üyelerimle tek dilde anlaşmam, iletişim kurmam gerekmiyor. Kardeşin kardeşle, ananın evladıyla anlaşabilmesi gerekmiyor. İsteyen istediği dili konuşsun, özgürlük var, ben ötekinin ne dediğini anlamasam da aynı evde, aynı ailenin fertleri olarak yaşayabiliriz diyorsan, liberal ve demokrat oluyorsun.

- Evinin, ailenin atalarından kalan mirasının, tarlalarının, dükkânlarının, bahçelerinin ve nihayet evinin tapusu ve tasarruf hakkı sadece bana aittir. Bu en tabii hakkımdır diyorsan ırkçısın. Yok eğer atalarının kanları pahasına sana miras bıraktığı ailenin malı olan tarlaları ve bütün mülkleri yabancılara yok pahasına satıyorsan, böylece yabancı senin kendi mülkünde efendi, kendi çocukların da işçi, küçük memur ve güvenlik görevlisi oluyorsa bunu çağdaşlık, ilericilik olarak görüyor ve liberal demokrat oluyorsun.

- Evimin, ailemin ve taşınır taşınmaz bütün mülklerimin bekçisi olarak sadece kendi ordum yeter ve sadece ona güvenirim diyorsan ırkçısın. Yok eğer evimin ve ailemin güvenliğini düşmanınla, hırsızlarla birlikte sağlarım diyorsan o zaman liberal ve demokrat oluyorsun.

*Evinde aile bireylerinin neleri öğrenip neleri öğrenmemesi gerektiğine sen karar verirsen ırkçısın. Böyle yapmayıp da benim çocuklarımın ne öğrenmesini, nasıl yetiştirilmesini, nasıl bir kültür ve eğitim sisteminden geçmesini gâvurlar daha iyi bilirler. Aile bireylerimin eğitilmesini gâvura emanet ediyorum dersen liberal ve demokrat oluyorsun.

- Evinin, ailenin sahip olduğu tarlalarda nelerin ekilip nelerin ekilmemesine sen karar veriyorsan ırkçısın. Yok eğer, benim tarlamda nelerin ekilip nelerin ekilmemesini en iyi düşmanlarım bilir. O yüzden ziraatimde neyin nasıl olacağını düşmanlarım belirler, ben de onlara uyarım dersen, liberal ve demokrat oluyorsun.

- Amelde imamım Ebu Hanife, itikadda imamım Maturidi, tasavvufta şeyhim Ahmed Yesevi dersen ırkçı olursun. Yok eğer amelde, itikada, siyasette, ekonomide, kültürde, günlük yaşantıda, tasavvufta yani her alanda tek imamım ılımlı İslamcı, Dinlerarası diyalogcu, Barzanici, kedicikler şeyhi, Türklükle alakası olmayan hatta Türk düşmanı olan uyduruk kaydırık bir sürü cemaat ve tarikat şefi dersen liberal ve demokrat olursun.

http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12010973/bir-test-irkci-misin-liberal-ve-demokrat-misin/prof-dr-nurullah-cetin

Basılmamış kitabın yazarını öldürdüler
Soner Yalçın
18 Aralık 2014

Tarih: 18 Aralık 2002
Yer: Ankara
Saat: 20.45
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde “Devrim Tarihi” dersi veren Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu, market alışverişi yaptıktan sonra, Yukarı Ayrancı Portakal Çiçeği Sokak, No: 40’taki evinin önüne, 06 TF 647 plakalı yeşil renkli Fiat Brava otomobiliyle geldi. Aracından indiği sırada kimliği belirsiz kişi ya da kişilerin silahlı saldırısına uğradı. Sol gözüne aldığı 9 mm çapında mermiyle olay yerinde hayatını kaybetti.
Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu evde akşam yemeğini hazırlıyordu. “Kapımız çaldı. Apartman görevlimiz, ‘Şengül abla, arabanızın yanında bir adam yatıyor’ dedi. Park ettiğimiz yere doğru pencereden baktım. ‘Burada değil galiba’ derken anladım. ‘İnşallah yaralıdır’ diye dua ederek dışarı çıktım, komşularımız beni yanaştırmak istemedi önce. Dokunamıyorum, nasıl uyuyorsa elleri öyle kıvrılmış yatıyor. Yüzü kanlı, gözlüğü duruyor. ‘Yaşıyor mu?’ diye sordum yanımdakilere. Cevap veremediler. Orası birden kalabalıklaştı. Hemen yukarı çıktım. Çocukların biri on, diğeri 11 yaşındaydı. ‘Bundan sonra babanız bizimle değil. Konuşacağımız çok şey var ama ne olur ağlamayın, beni bekleyin. Birlikte ağlayacağız’ dedim. İki çocuk birbirine sokulmuş, büzülüp tek vücut haline gelmişti…”
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, AKP genel merkezindeki toplantıdan ayrılarak olay mahalline gelip, Hablemitoğlu’nun ailesini ziyaret etti. Çıkışta “bu menfur saldırıyı kınıyorum. Ümit ediyoruz ki en kısa sürede failler bulunur ve adalete teslim edilir” dedi. Necip Hablemitoğlu’nu kimin öldürdüğü 12 yıldır ortaya çıkarılamadı…
Niye?…
“Köstebek”
Suikastten birbuçuk yıl önce…
Tarih: 11 Ağustos 2000
Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, Fethullah Gülen hakkında yaşa dışı örgüt kurmak ve yönetmek iddiasıyla iddianame hazırladı.
İddianameyi hazırladıktan sonra Savcı Yüksel’in dikkatini, “Yeni Hayat” dergisinin Ağustos sayısındaki makale çekti: “Etki Ajanları, Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar.”
Makaleyi yazan Necip Hablemitoğlu idi.
Savcı Yüksel, Hablemitoğlu ile görüşmeye başladı. Ve 4 Ocak 2001 günü, mahkemeye Hablemitoğlu’dan aldıklarını ek delil olarak sundu.
F.Gülen davasının sonuna gelinmişti ki, İstanbul polisi 3 Haziran 2002’de yaptığı “aramada” Savcı Yüksel’in Ankara’da çekilmiş “seks kasetini” buldu! Savcı Yüksel DGM Savcılığı’n-dan ve Gülen davasından alındı! Tarih: 21 Ekim 2002 idi.
Hablemitoğlu o günlerde kitap yazmaya başladı:
“Köstebek: Fethullahçılar İstihbarat Dosyası.”
Şöyle yazdı:
“Fetullahçılar, Türkiye’nin tek özel istihbarat örgütüne sahiptirler. Devletin istihbarat birimlerinin tüm olanaklarını kullanan; gizli bilgilerin tamamını elde eden bu yaşa dışı örgüt, kendi ‘hasım’ları ve gerekse, hedef siyasiler, gazeteciler, bürokratlar, akademisyenler, askerler ve diğer önemli meslek mensuplarının ‘açıklarını’ içeren, şantaj malzemesi olarak kullanılabilecek her türlü görsel ve işitsel bant kayıtlarından, bu kayıtlara ait çözümlerden, fotoğraflardan her türlü resmi belgeye hatta kişisel anekdotlara kadar her şeyi içeren arşive de sahip bulunmaktadır. Parayla satın alamadıklarına, hatta korkutamadıkları ‘hasım’larına karşı çarpıtılmış, fabrikasyon bilgi ve belge tanzimi de bu örgütün ilgi ve uzmanlık alanı içindedir.”
“Köstebek” kitabı tam baskı aşamasındaydı ki, Hablemitoğlu öldürüldü.
1 milyon dolar!
Basılmamış kitabın yazarı Necip Hablemitoğlu’nun katilleri 12 yıldır neden bulunamıyor? Bugün artık ortaya çıkıyor ki; H. Dink ve Malatya’daki Misyoner cinayetlerine Cemaatçi polisler göz yumdu. Cemaat medyası hep perdeleme yaptı; suçu Ergenekon’a attı.
Zaman gazetesinden bir örnek vereyim. Osman Yıldırım’a, 12 Mart 2008 tarihinde söylettirilen yalanı manşetine taşıdı. Sözüm ona Veli Küçük ve Muzaffer Tekin, Hablemitoğlu’nu öldürmesi için Osman Yıldırım’a 1 milyon dolar teklif etmişlerdi! O da reddetmişti ama Osman Gürbüz parayı kabul etmişti!
Bu koca bir yalandı.
Tutmayınca Veli Küçük ile Sami Hoştan’ın Hablemitoğlu’nu öldürmesi için İbrahim Çiftçi’yi telefonla aradıkları, kabul etmeyince Çiftçi’yi öldürttükleri yazıldı! (16.5.2012)
Keza bu da tutmayınca Zaman‘da şu haber yazıldı:
“(Polis) Necip Hablemitoğlu’nun dosyasını yeniden açıyor. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmek üzere hazırlanan dosyada Ergenekon sanığı Albay A.U. ve astsubay T.Ü. ile ilgili önemli bulgulara yer verildi. A.U. ve T.Ü.’nün, cinayet günü polisin delil toplama çalışmalarını yerinde izlediği belirtildi.” (30.12.2012)
Tabii bu da yalan çıktı!
Zaman gazetesi neden (Ergenekon’dan önce de Hizbullah diye de yazarak) bu tür yalanlarla Hablemitoğlu suikastini örtme ihtiyacı içindeydi?
Bu cinayette kimlerin parmağı vardı?
14 Aralık Operasyonu’nda yurt dışına kaçan Zaman gazetesi yetiştirmesi Nuh Gönültaş‘ın, Hablemitoğlu hakkında yazdıkları unutulabilir mi: “Fethullah Gülen Hocaefendi ve onu seven insanlara yönelik saldırılarda en dikkate şayan isim Necip Hablemitoğlu’dur… “ (30.06.1999, Yeni Aktüel)
Gazetelere, Cemaatçi gazeteciler için “basın özgürlüğü” ilanı verenler; bugün Ankara Karşıyaka Mezarlığı 5 Nolu Kapısı’nda Hablemitoğlu’nu anmaya gelenlere anlatsınlar; basın özgürlünün sadece arkadaş çevreleriyle sınırlı olduğunu!..
Niye bu arkadaşların ağzından bir gün “Hablemitoğlu’nun katilleri bulunsun” talebi çıkmıyor?
Evet, basılmamış kitabın yazarını kim öldürdü?..
Cemaate yönelik operasyonlar ile bu tür gerçekler ortaya çıkarılacak mı? Göreceğiz…
Kaynak: Sözcü

Kamalak: Erbakan İsrail'in isteklerini kabul etse AKP kurulmayacaktı
04 Ocak 2015




Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak, Erbakan’ın yolunun Büyük İsrail Devleti’nin kurulması amacıyla kesildiğini iddia etti. Kamalak, “Abdülhamid’in yolu subayları tarafından kesilmişti, Erbakan’ın yolu öğrencileri tarafından kesildi. Orada İsrail devletinin kurulması amaçlanıyordu, şu an ise Büyük İsrail devleti kurulmak isteniyor” dedi.

Son dönemin belki de en fazla tartışılan konusu AK Parti’nin kuruluşuyla ilgili ortaya çıkan arka plan bilgiler. Gazeteci Ünal Tanık’ın yazısıyla başlayan tartışma hararetini koruyor. İddialara göre AK Parti’nin kuruluş sürecinde İsrail’in önemli etkisi var.
Biz de bu konuyu ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile arkadaşlarının Milli Görüş hareketinden ayrılışını ve takipsizlik verilen yolsuzluk operasyonlarını Saadet Partisi lideri Mustafa Kamalak’la konuştuk.

Milli Görüş lideri Necmettin Erbakan’a kirli teklifler yapıldığını söyleyen Kamalak, “Eğer Erbakan İsrail’le ilgili yapılan önerileri kabul etseydi AK Parti kurulmayacaktı” diyor.

Kamalak, üstü kapalı bir şekilde Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını kastederek, “Erbakan’ın yolunu öğrencileri kesti” yorumunu yapıyor.

ERBAKAN İSRAİL ÖNERİLERİNİ REDDETTİ

Milli Görüş Hareketi, 1999’dan bu yana istediği ilgi ve desteği bulamadı. Bu da oy oranlarına yansıdı. Milli Görüş çöküş sürecine mi girdi?

1999’dan bu yana dediğiniz doğru. Eğer biz kuru bir particilik yapmış olsaydık yükseliş devam edecekti. Nitekim 17 Aralık 2014 tarihli Ünal Tanık’ın imzasını taşıdığı bir makale yayınlandı. Birtakım finans sahipleri, proje mimarları Erbakan Hoca’yı ziyaret ediyorlar. Bu doğrulandı. Ne diyorlar “İslamiyet yükselen bir çizgidir. Biz sizinle işbirliği yapmak isteriz” Peki ne olacak?

Üç öneride bulunuluyor. Birincisi “Biz sizi iktidara taşıyacağız, ikincisi bu alandaki gerekli finansmanı sağlayacağız, üçüncü olarak da karşı çıkanları saf dışı bırakacağız. Buna karşılık sizden şu taleplerimiz olacak. İsrail’in güvenliği sağlanacak. İki, İslamiyet’in yeni yorumunda bize yardımcı olacaksınız. Üç, Büyük Ortadoğu Projesinde bize destek vereceksiniz.” Erbakan Hoca tartışmaya bile açmadan reddediyor bu önerileri.

AK PARTİ DÜNÜN İTTİHAT TERAKKİ’Sİ

Ben bugünün AK Parti’si dünün İttihat Terakki’si diyordum. Elimde somut veriler yoktu ama eldeki veriler ve sezgi oraya götürüyordu.

Muhsin Yazıcıoğlu’na da aynı teklifin yapıldığı iddia ediliyor?

Muhsin Bey de (Yazıcıoğlu) reddediyor. Zaman Gazetesi Yazarı Ali Bulaç, konuyla ilgili bir yazı kaleme aldı. Erbakan ve Yazıcıoğlu reddedince şu anki iktidar sahipleriyle pazarlığa oturuyorlar ve anlaşıyorlar. Kurulduğu günden bu yana ben bugünün AK Parti’si dünün İttihat Terakkisi diyordum. Elimde somut veriler yoktu ama eldeki veriler ve sezgi oraya götürüyordu.

Erbakan’ın yolunu oğulları kesti!

İttihat ve Terakki’yi kurduranlar bazı isimleri ön plana çıkarıyordu: Enver Paşa, Cemal Paşa, Talat Paşa. AK Parti’ye bakıldığında da önde gelen üç bey var. Beylerin ismini de değerli okuyucularımız bilir zaten. O paşalar Osmanlı’nın yolunu açmak için yola çıkmıştı. Yolu kesen kimdi onlara göre Abdülhamid Han’dı. Abdülhamid Han’ın siyasetinin 33. yılında bu hadiseler gerçekleşiyor. Bakıyoruz Abdülhamid Han’ın emanetini üstlenen birisi var:

Erbakan Hoca. Ne diyordu Abdülhamid? Milli Birlik. Bundan maksat İslam birliğidir. Erbakan Hoca ne diyor? İslam birliği diyor. Ancak sözüm ona orada yolu kesen Abdülhamid Han’dı, burada Erbakan. Abdülhamid’in yolu subayları tarafından kesilmişti, Erbakan’ın yolu öğrencileri tarafından kesildi. Orada İsrail devletinin kurulması amaçlanıyordu, bizim gafiller bunun farkında değildi. Şu an Büyük İsrail devleti kurulmak isteniyor.

ERBAKAN KABUL ETSEYDİ AK PARTİ KURULMAYACAKTI

Eğer Erbakan İsrail’in isteklerini kabul etseydi, AK Parti kurulmayacak mıydı?

Kurulmayacaktı tabii. Lüzum kalmayacaktı. Nitekim toplantının yapıldığı evde (Ünal Tanık’ın anlattığı toplantı) Merkez Partisi’nin liderinin ismi zikrediliyor. AK Parti’nin önde gelenleriyle anlaşıldığı için şu an itibariyle Merkez Parti’ye ihtiyaç yok diyor. Bunu diyen şu anki merkez partinin kurucu genel başkanı Abdürrahim Karslı.

İSRAİL AK PARTİ DÖNEMİNDE GÜVENDE

Yani İsrail’in istekleri kabul edildiği için AK Parti kuruldu?

Tabii. Büyük Ortadoğu Projesi’ne destek vereceksiniz diyorlar. Tayyip Bey de zaten kendisini Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı ilan etmişti. Birinci istek neydi? İsrail’in güvenliğinin sağlanması. İsrail’in kendisini 1948’den yani kuruluşundan beri en güvende hissettiği dönem AK Parti dönemidir.

GÜNEYDOĞU ELDEN ÇIKTI

AK Parti döneminde Irak çökertildi. Saddam, Müslümanlar’ın bayram günü idam edildi. Bunlarda AK Parti’nin büyük rolü vardı. 1 Eylül 2004 tarihli Resmi Gazete’de, Dışişleri Bakanlığı’nın bir tebliği yayımlandı.

Bu tebliğe göre Türkiye Cumhuriyeti’nin altı havaalanı ile yedi deniz limanı, ABD’nin emrine amade kılındı. ABD’den getirilen cephaneler, mühimmatlar Türk şoförleri vasıtasıyla Amerikalı ‘coni’lere, Suriye’yi işgal eden kuvvetlere servis edildi.

Öbür taraftan dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül bir soru önergesine şu cevabı veriyordu: “Meclis 1 Mart’ta tezkereyi reddetti ama biz o hatayı Adana İncirlik Hava Üssü’nden 4990 Amerikan sortisine müsaade etmek suretiyle telafi ettik.”

AMAÇ İSRAİL’İN GÜVENLİĞİNİ ARTIRMAK

Bu gelişmeler Türkiye’nin işine yaradı mı? Yaramadı. Kimin işine yaradı? İsrail’in. Anlaşmanın metninde ne vardı? İsrail’in güvenliğini artırmak. Kimin güvenliği sağlandı? İsrail’in. Suriye karıştırıldı, ateşin içine atıldı. Kimin işine yaradı Suriye’deki gelişmeler? Türkiye’ye bir şey sağladı mı? Yok. İsrail’in etrafı boşaltıldı. İsrail kendisini dikensiz gül bahçesinde hissediyor. 67 yıl sonra kirli postallarıyla Mescid-i Aksa’ya giriyor. Taahhüdün birinci aşaması gerçekleşti mi? Gerçekleşti. Haritalar değişecek deniyordu. Sudan ikiye bölündü. Libya fiilen 40 parçaya ayrıldı. Irak fiilen 3’e bölündü. Asıl hedefte Türkiye var. Dilimiz varmıyor ama Türkiye’nin Güneydoğu bölgesi bir bakıma elden çıktı.

ERBAKAN KİRLİ TEKLİFLERİ GERİ ÇEVİRDİ

Erbakan sadece Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının partiden ayrılmasına mı kızdı, yoksa farklı sorunlar da var mıydı bu isimlerle ilgili?

Önceden farklı sorunlar yoktu. Refah Partisi kapatılmamış olsaydı, karşımızda hiçbir güç yoktu. Erbakan Hoca’nın metodu yanlış değildi. Ben Erbakan’ı 1969 yılında Kahramanmaraş’ı ziyaretinde tanıdım. Ben o zaman imam-hatip okulunda öğrenciydim. Hoca’yı karşılayan öğrenciler arasındaydım.
O tarihten bu yana Erbakan’ı sürekli izledim. Başbakan Yardımcısı olduğunda da ben Ankara’da öğrenciydim. O zaman da irtibat sürüyordu.

“KÂBE’DEN TAŞ SÖKMEYE ÇALIŞIYORLAR”

Özel kalem müdürü Kahramanmaraşlı’ydı. O vasıtayla sürdü irtibatımız. Üniversiteye asistan olarak girdiğimiz zaman da izlemeye devam ettim. 1995 seçimlerinde de milletvekili olarak Meclis’e girdim. O zaman daha sıkı bir görüşmemiz vardı. En sıkıntılı günlerde beraberdik. Erbakan Hoca’nın derdi ümmetin derdiydi. Eğer Erbakan Hoca makam-mevki peşinde koşsaydı, cumhurbaşkanı olurdu, belki de siyasi hayatı boyunca Başbakan olarak kalırdı.

Nitekim zaten son haftalarda yaşanan önemli gelişmeler ışığında, Hoca’nın makam-mevki peşinde koşmadığını, kendisine gelen kirli teklifleri elinin tersiyle ittiğini görüyoruz.

Erbakan’ın sıkıntısı, acısı, ıstırabı, ümmetin içine düşürülmüş olduğu hazin tablodan kaynaklanıyordu. O ayrılıkçı arkadaşlar için de şu ifadeyi kullanmıştı: “Bunlar Kâbe’den taş sökmeye çalışıyorlar.”

AK PARTİ'Yİ O PROJE SAHİPLERİ İKTİDAR YAPTI

AK Parti’ye yönelik en fazla eleştiri parti mensuplarının ‘aşırı zenginleşmesi’ üzerine oldu. Siz bu eleştiriler ve iddialara ne dersiniz?

Birtakım temiz yürekli insanlar, AK Parti’nin kuruluşunda temiz bir gaye olduğunu zannediyordu. Biz iç yüzünü az çok tahmin edebiliyorduk. Bu yüzden Milli Görüş ocağı suç işlememişti, kirli işlere bulaşmamıştı, yanlış da yapmamıştı. Ortaya koyduğu program da yanlış değildi. İşçiye, memura, emekliye cumhuriyet tarihinde görülmemiş şekilde yüzde 50 zam verirken hata mı etti? Fakir fukara sürünüyordu. Öbür taraftan denk bütçe yapıldı. Burada bir yanlışlık yoktu ki. O projenin sahiplerinin alkışıyla ve büyük bir medya desteğiyle iktidara geldiler. Ne oldu? Eğer bu nimetse bir avuç insan servetine servet katıyor ama faturasını bütün millet ödüyor.

Peki bu gelişmeler dindarlara zarar verdi mi?

Onları sizler takdir edin. Biz ne söylesek muhalefet olarak kalıyoruz. Tabii ki yanlışlığın hiç kimseye faydası olmaz. Sadece bunlar değil. Daha önce birtakım holdingler kurulmuştu. Avrupa’dan toplanan fonlarla. Bu holdingler, toplanan fonlar sadece kendilerine değil İslam’a da zarar verdi dedik. Bir Müslüman’ın haksız işler yapması sadece kendisine değil inanca da zarar verir.

ONE MİNUTE ÇIKIŞI HİKAYEYDİ

Bu bağlamda hükümetin Mavi Marmara ile ilgili söylem ve eylemlerini samimi buluyor musunuz?

Zaten son açıklamalar AK Parti’nin kuruluş amacını ortaya koyuyor. Gerisi teferruat. One minuteler hikâyedir. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Hadise budur.

Dershane meselesine bakışınız nasıl, şu anda herkes AYM’nin vereceği kararı bekliyor?

O gün de dedim, bugün de diyorum, dershanelerin kapatılması yanlıştır. Hukuka ve anayasaya aykırıdır. Anayasa’ya aykırıdır, niye?
Herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Dershane özel teşebbüstür. Devletin anayasası böyle diyor.

Biz perde gerisinde ne olduğunu bilmiyorduk. ‘Daha iyi eğitim’ falan dediler. Sonra baktık ki iş bununla kalmadı, okullara sıra geldi.

HEM ESEDCİ HEM ERGENEKONCU HEM PARALEL OLDUM

Bu arkadaşlar 32 yıl Milli Görüş cephesinde mücadele ettiler. Her nedense 33’üncü yıl ‘yanılmışız, Erbakan bizi kandırmış’ dediler ve gömlek çıkardılar.

12 yıl da Cemaat’le birlikte hareket ettiler, 13’üncü yıl yine nasılsa ‘Yanılmışız’ dediler. 44 yıl eder. Demek ki 44 yıldır yanılgı içindeler. Bununla da bitmedi.

Kendilerinin iddiasına göre TÜBİTAK işgal edilmiş haberleri yok, üniversiteleri bütünüyle kuşatmışlar haberleri yok, zaten polis teşkilatı fethedilmiş haberleri yok, kışlaya sızmışlar haberleri yok.

NE OLURSA OLSUN HAKLININ YANINDAYIZ

Bazı gazeteler hatırlayacaksınız ‘Kışlada 42 paralelci’ diyordu. Genelkurmay aklı başında davrandı ve yalanladı. Yani vatana başka birinin bayrağı dikilse ‘safmışız, haberimiz yok’ diyecekler. Böyle şey mi olur. Bunları söylediğimiz zaman ‘paralelci’ oluyoruz. Önceki gün Esed’ciydik, sonra Ergenekoncu, bugün de ‘paralelci’ olduk. Biz bunların doğru suçlamalar olmadığı kanaatindeyiz. Biz masumun yanındayız. Ne pahasına olursa olsun haklının yanındayız. Çünkü hakikat karşısında susan dilsiz şeytandır. Bakara Suresi’nde Cenab-ı Allah şöyle buyurur: “Aleyhinize de olsa Allah için hakkı hakim kılın.”

AK PARTİ'YE KAPATMA DAVASI AÇILABİLECEĞİNİ SADULLAH ERGİN'E SÖYLEDİM

AK Parti hakkında kapatma davası açıldığında o arkadaşlarımız haklı olarak korkuyorlardı. Ama ben kendilerinden çok daha fazla AK Parti’yi savundum. Hatta şu bilgiyi vereyim. Üniversitelerdeki başörtüsü serbestliği 411 milletvekilinin oylarıyla TBMM’de kabul edilmişti. Cumhurbaşkanı’nın bu anayasa değişikliğini onaylama eğiliminde olduğu ifade ediliyordu. Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i aradım. Dedim ki, “Sayın Bakanım, gazetelerden okuyorum, Cumhurbaşkanı anayasa değişikliğini onaylayacakmış. Bunu yapmayın, yanlış olur.
Bu hem partinizi sıkıntıya sokar hem de Türkiye’yi sıkıntıya sokar. Bunu

böyle yapmayın, Başbakanla görüşün. Başbakan da Cumhurbaşkanı ile görüşsün, bu değişikliği referanduma sunun. Aksi halde CHP Anayasa Mahkemesi’ne götürürse, mahkeme büyük ihtimalle iptal eder bu değişikliği. Bunun üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da partinize kapatma davası açar. Cumhurbaşkanı referanduma sunulmak üzere imzalasın.” Sadullah Ergin hayatta, açın sorun. Zaten halkoyuna sunulsaydı halk bunu büyük oranda destekleyecekti. ‘Halkın desteğiyle yapılan bir anayasa değişikliğini CHP AYM’ye götüremez. Götürse bile AYM milli iradeyi esas alarak iptal cihetine gitmeyebilir’ dedim.

AK PARTİ'NİN MALZEMESİ KAVGA

Milli Görüş tabanının büyük bir kısmının, Tayyip Erdoğan’a ne kadar da kızgınlığı olsa sandığa gidince yine AK Parti’ye oy verdiği görüşü hâkim. Ne dersiniz?

Şimdi AK Parti’nin en önemli seçim malzemesi kavgadır. Bir tarafta dışarıya karşı kavga veriyor gözüküyor, bir taraftan da içte kavga yapıyor. Kavgada insanlar kimin haklı olup olmadığına bakmaz, taraf belirlenir. Bu durumda sağ seçmen ‘CHP mi gelsin’ diyor.

CHP maalesef millet zihninde iyi bir yere sahip değil. Mesela 1924 Anayasası yapılırken dinimizin Hıristiyanlık olarak değiştirilmesi teklif edilmiş CHP’nin ileri gelenleri tarafından. Atatürk’e kabul ettiremiyorlar. Ezanın tahrip edilmesi ve başörtüsüne serbestlik getiren yasa değişikliğinin AYM’ye götürülmesi. AK Parti tarafından ‘Ben gidersem bunlar gelir’ deniyor. Şimdi ikinci bir düşman çıkarıldı: ‘Paralelciler.’ Bu durumda ister istemez sapmalar oluyor. Kavganın olduğu yerde bu kaçınılmaz. Ama teşkilatlarımız şu anda manzarayı görüyor.

HIRSIZ SERBEST POLİS TUTUKLU

17 ve 25 Aralık soruşturmalarına takipsizlik verildi. Sonrasında ise emniyet ve yargıda birtakım tasfiyeler yapıldı. Son olarak da 14 Aralık’ta Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca gözaltına alındı. Bu süreci nasıl okuyorsunuz?

17 ve 25 Aralık operasyonlarıyla ilgili şu misali vereyim: Nasreddin Hoca bir gün bir köyü ziyaret etmiş. Üzerine köpekler saldırıyor. Hoca da eline bir taş alıp kendini savunmak istemiş. Taş buz tutmuş ve alamamış. Sonra Hoca şöyle diyor: “Ne garip ülke taşları bağlamışlar, köpekleri salmışlar.” 17 Aralık bize bunu hatırlattı. Çünkü hırsızı yakalamak isteyen polisler tutuklandı. Hırsızlar serbest.

14 ARALIK İNANDIRICI DEĞİL

Kasaları polisler koymuş dendi. Sonra kanunlar değişti, isteğe göre savcılar atandı, mahkemeler kuruldu. Takipsizlik kararı çıktıktan sonra polisin koyduğu paralar yasal faiziyle beraber her nedense başkasına iade edildi! Biz haklıya haklı, haksıza haksız demek zorundayız. 14 Aralık operasyonunu doğru bulmuyoruz. İddialar inandırıcılıktan uzaktır. Mevcut iktidar sahipleri her şikâyete böylesine devlet gücüyle mi gidiyor.

'MAKUL ŞÜPHE' HUKUKİ DEĞİL

Bu süreçte ‘makul şüphe’ kavramı hukukun içine girdi?

İnandırıcı, objektif, kesin delil yerine ‘makul şüphe’ kavramı getirildi. Bu kavrama göre şu anda burayı polis bassa hepimizi gözaltına alabilir. Belki burada ‘devletin yapısını değiştirme’ amacıyla toplanmışızdır! Bunun sınırı yok. Makul şüphe hukuki bir kavram değildir.

Hüseyin KELEŞ- BUGÜN GAZETESİ
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Oca 04, 2015 7:26 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Ağu 18, 2012 7:51 pm    Mesaj konusu: CIA'in Türkiye'deki Kontakları Alıntıyla Cevap Gönder

AK Parti bir proje miydi?
Ali Bulaç
a.bulac@zaman.com.tr



Geçenlerde Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, +1 TV’ye verdiği röportajda Abdurrahman Dilipak’ın, “AK Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğunu iddia ettiğini”, kuruluşuna destek veren güçlerin, şu üç şeyi talep ettiğini söyledi:

“1. Biz sizi iktidara taşıyalım. 2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim. 3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.” AK Parti’den istenenler de şunlardı: “a. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız. b. Büyük Ortadoğu Projesi yani sınırların değişmesi. c. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.”

Bu konuyu yazmamın iki sebebi var: İlki, Sayın Karslı beni de şahid gösteriyor. Konu sosyal medyada yer aldıktan sonra doğru olup olmadığını soran onlarca e-mail aldım. Yine yazmayacaktım ama Dilipak, Rotahaber’den Ünal Tanık’a konuşulanları teyid edince yazmaya karar verdim. İkincisi, AK Parti hükümetinin neden Batı’yla bozuştuğunu anlamak için artık bunları yazmak lazım. Evet, o toplantıda vardım, 40 senedir tanıdığım Abdurrahman Dilipak, bunları –ifadelerde bazı değişiklikler olsa da- anlattı. Mesele şu:

1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları şuydu: “Türkiye’de dindar zemini kuvvetli bir iktidar mümkün mü?” Ben ana fikir olarak şunları söylüyordum: “Türkiye’de İslami-muhafazakâr aktörlerin belirleyici rol oynadığı bir döneme giriyoruz. Kronikleşmiş sorunlarımızı eski zihniyetle çözemeyiz; bölge gibi Türkiye de yeniden şekillenmek durumunda, Batı İslam’a, Müslümanların hayat tarzına ve kaynaklarına saygı göstermelidir. Batı ile savaşmak zorunda değiliz ama Batı’nın süren tahakküm ve hegemonyası altında Ortadoğu böyle devam edemez. İsrail sınırlanmalı, rejimler demokratikleşmeli, kaynaklar adil dağıtılmalı, İslam’ın cevaz verebileceği siyasetlere engel olunmamalı.”

Ancak ne aktivisttim ne siyasi bir hevesim vardı. Dilipak ise çok hareketli, aktif bir arkadaşımız. Tanıyanlar bilir, her konuda projesi var. Yeni dönemde Türkiye için mümkün bir siyasi proje hazırladı, bundan hayli saygın kişilere bahsetti. Ve onun ifadesine göre Ankara’da birilerine çalıştığı dosyayı verince, Amerikalıların görüşme trafiği değişti, bir süre sonra Dilipak, projesinin “bazı değişiklikler”le AK Parti olarak ortaya çıktığını gördü. Bundan sonrası hepimizin malumu!

Amerikalılar, ikna edebilselerdi söz konusu projeyi Erbakan hocaya uygulatmayı düşünüyorlardı, ancak o reddetti. Erbakan hoca vefatından önceki son görüşmemizde AK Parti’nin nasıl kurulduğunu uzun uzun anlattı, elindeki bazı belgeleri bana gösterdi; Ertan Yülek Bey şahittir.

Karslı’nın evinde Dilipak, şunları da söyledi: “AK Parti böyle kuruldu ama Erdoğan artık bağımsız hareket ediyor.”

Bu köşeyi takip edenler, benim ilk günden AK Parti’nin BOP merkezli politikasına muhalefet ettiğimi; kuruluşta Amerikalılara ve Batı’ya –bölge ve İsrail adına- verilen taahhütlerin çok ağır olduğunu yazdığımı, bol keseden taviz ve taahhütlerde bulunmadan da bölgesel politika yürütmenin mümkün olduğunu savunduğumu bilirler. Elbette kıyamete kadar Batı’ya bağımlı kalmayacaktık ama bağımlılıktan kurtulmanın yolu bu değildi.

M. Ali Bulut’un yazdığına göre o dönemde bu proje rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na da teklif edilmiş. Yazıcıoğlu, Erdoğan’a: “Kardeşim zaman ve hadiseler bana öğretti ki, Amerika’nın desteğindeki bir siyasete hizmet edilmiyor. Eğer millete dayanarak siyaset yapacaksan geleyim. Aksi takdirde Amerika hep kendine hizmet ettirir.” Tayyip Bey ona, “Bir müddet Amerika’nın dediklerini yaparız, sonra millete hizmet ederiz. Mani olurlarsa dirsek vurur, gideriz.” deyince rahmetli, “Amerika dirsek vurulacak bir güç değil. Fil ile gireceğin yataktan ezilerek çıkarsın.” demiş, teklifi nazikçe reddetmiş. (Bkz. Haber7, 11 Ocak 2014)

Sistemin onayını al, imkânlarını kullan, sonra “Ben yokum” deyip diklen! Arkasından Saddam’ın Batı adına İran’la savaştıktan sonra Kuveyt’i işgal etmesini andırırcasına Suriye “Bizim iç meselemizdir, birkaç hafta sonra Beni Ümeyye Camii’nde namaz kılacağız” diye silahla rejim devirme ve müdahale arzularını açığa vur. Bu ilk günden yanlıştı. Bugün faturası hepimize kesiliyor!
Kaynak: Zaman

CIA'in Türkiye'deki Kontakları
Erkan Güçiz -
Güncel Meydan
17.08.2012

Değişik ülkelerde görevli Amerikan Büyükelçi ve Konsoloslarının Merkezle (Washington) yazışmalarından binlercesi Wikileaks (Hızlı Sızıntılar) tarafından İnternet yolu ile ortaya döküldü.

Bu yazışmalarda Merkezden kaynaklananlardan sonra, sayıca en fazla olan Ankara’dan merkeze gönderilenler. Bize bu kadar önem verdiklerine ve Obama’nın Erdoğan’a bu sıcak yaklaşımına da bakarsanız, Erdoğan’ın dediği gibi Türkiye “Butik Devlet” değil, “Dünyaya Açık Güçlü Devlet”.

Ankara’da Amerikan Büyükelçisini ziyaret ederek ve arzu ettiği bilgileri vererek bizi Butik Devlet olmaktan çıkarıp, değerimizi arttırarak böylesine Güçlü yapan kişilerin adları da bu belgelerde geçiyor.

CIA kendi puan sistemine göre bu kişilere not vermiş. Aşağıda bunların karnesi var; hepsi sınıf geçecek not almış.

Karnelerine bakıp kişiler hakkında hemen gıyaben hüküm vermeyelim.

Kişileri tanıyorsunuz, ülke için ne hizmetler verdiklerini biliyorsunuz; kafanıza fesat düşünceler sokmayın. Sakın ha, bunlar CIA ajanı gibi aşağılayıcı bir etiket takmayın, büyük haksızlık olur. Bizde, toplumun ahlak değerlerini çiğneyen işlere saplanmışlar için “kötü yola düşmüş kişi” derler. Bu vatandaşlarımızın ne zorunlu şartlar altında bu yükümlülük altına girdiklerini de bilmiyoruz, o yüzden böyle bir düşünceye de kapılmayın.

Bu durumlarını açıklayabilecek, aklıma gelen birkaç sebep şunlar olabilir:

• Geçim sıkıntısı var; çoluk çocuk evde aç beklerken ülkeye olan sorumluluk hissi biraz arka plana itilmiş, ekmek parası için bu yola düşmüş.

• Baskı altında; çek, senet mafyası gibi bazı kişilerin tehditlerinden çekinerek bu işe razı olmuş.

• Şantaj yapılıyor; gizli kamera çekimlerinin kayıtları var CIA’nın elinde, ele güne rezil olmamak için kabullenmiş.

Hiçbir şekilde, bu hizmetlerinin karşılığı bir maddi, politik kazanç ve mevki beklentileri olduğunu sanmıyorum. Zaten ABD’nin bizim iç işlerimize karışıp bu kişilere herhangi bir şekilde bir imkân doğurmaları da olası değil.

Siz, cari açık, dış borçlar büyüyor, vergiler artıyor, geçim zorlaştı diyen nankörlere kapılmayın. Ekonomik bağımsızlığımızın bize verdiği güçle pekişen siyasi bağımsızlığımızı ABD bile sorgulayamaz. Bakın Libya için neler söyledik, neler yaptık; şimdi aynı Güçlü politikayı Suriye’de uyguluyoruz, Obama ve Clinton hayranlıklarını ne şekilde anlatacaklarını bilemiyorlar.

Kim Hakkında Kontağın CIA değerlendirmesi Ne zaman söylenmiş

(lütfen bilinmesin) yakın 2005
yakın 2003
yakın 2003
yakın 2003
yakın 2004
yakın 2007
yakın 2004
yakın 2003
yakın 2003
sıradan 2003
sıradan 2003
sıradan 2003
sıradan 2004
sıradan 2002
sıradan 2003
sıradan 2003
sıradan 2005
sıradan 2002, 2003
iyi 2002
iyi 2002
iyi 2002
iyi 2007
iyi 2004
iyi 2002
iyi 2002
iyi 2006

(hiçbir şekilde bilinmesin) iyi 2004
iyi 2002
iyi 2003, 2006
uzun zamandır 2002
uzun zamandır 2002
uzun zamandır 2005
uzun zamandır 2006, 2008
uzun zamandır 2002
uzun zamandır 2002
uzun zamandır 2004, 2005
uzun zamandır 2007
uzun zamandır 2004
ziyaretçi 2004
uzun zamandır 2007
ANAP’tan 2003
ANAP’tan 2003
devamlı 2005
Güvenilir ve uzun zamandır 2006
faydalı 2007
saygı değer 2007


BELGENİN ORJİNALİ:

02ANKARA8382
–Deputy P.M. Mehmet Ali Sahin: Born in the coal and iron and steel region of Karabuk in 1950. Graduated from Istanbul U. Faculty of Law. Practiced law as a private attorney. Elected to Parliament in 1995 on the ticket of Islamist Refah Party of Necmettin Erbakan. Married with four children. An Embassy contact for several years.

–State Minister for Economy Ali Babacan: see ref (D). Good contact of Embassy. –State Minister for Foreign Trade Kursad Tuzmen: see ref (D). Long known to Embassy. –Justice Minister Cemil Cicek: Born in Yozgat in central Anatolia in 1946. Graduated from Istanbul U. Faculty of Law 1971. Practiced law for 10 years and has an excellent reputation as a jurist. Entering politics as a founder of Turgut Ozal’s ANAP, he was close to Ozal and served as Mayor of Yozgat during the early Ozal years (mid-1980′s). A state minister in the ANAP governments of Ozal, Yildirim Akbulut and Mesut Yilmaz. Was driven from ANAP after a dispute with Yilmaz and served as an independent M.P. Member of parliamentary Constitutional Committee. Joined AK only a few months before the November elections. Married with three children. Speaks English and French. Good contact of Embassy.

–State Minister for Economy Ali Babacan: see ref (D). Good contact of Embassy.

–State Minister for Foreign Trade Kursad Tuzmen: see ref (D). Long known to Embassy.

–Justice Minister Cemil Cicek: Born in Yozgat in central Anatolia in 1946. Graduated from Istanbul U. Faculty of Law 1971. Practiced law for 10 years and has an excellent reputation as a jurist. Entering politics as a founder of Turgut Ozal’s ANAP, he was close to Ozal and served as Mayor of Yozgat during the early Ozal years (mid-1980′s). A state minister in the ANAP governments of Ozal, Yildirim Akbulut and Mesut Yilmaz. Was driven from ANAP after a dispute with Yilmaz and served as an independent M.P. Member of parliamentary Constitutional Committee. Joined AK only a few months before the November elections. Married with three children. Speaks English and French. Good contact of Embassy. Probably a Naksibendi.

–Defense Minister Vecdi Gonul: Born in Erzincan in eastern Turkey 1939. Graduated from Ankara U. Political Sciences faculty (then the premier training ground for future high civil servants) 1962; earned an M.S. from University of Southern California. Joined the Interior Ministry; after service as an inspector and sub-governor, appointed governor of Kocaeli (Izmit), director general of security (National Police), governor of Ankara, governor of Izmir; was close to Turgut Ozal; a founding member of the High Education Council (YOK), Undersecretary of Interior Ministry under Minister Abdulkadir Aksu (see below); chairman of the Court of Accounts (Sayistay). Elected to Parliament 1999 on the ticket of Erbakan’s Islam-oriented Fazilet Party. Joined AK in 2002. Married, three children. Speaks English. Long-time contact of the Embassy. Did his military service with President Sezer (a classic bonding experience). No base in AK’s grass-roots. Considered an exemplar of Turkey’s Deep State, and thus someone who will smoothly manage AK’s relations with the Turkish military. Expected to be nominated by AK as its candidate for speaker of Parliament, but was brushed aside by party vice-chairman Bulent Arinc. Probably a Naksibendi.

–Interior Minister Abdulkadir Aksu: Born in Diyarbakir 1944. Of Kurdish origin. Graduated from Ankara U. Political Science Faculty. Joined Interior Ministry, served as Malatya police director, Kahramanmaras deputy governor, deputy director general of security (National Police), Rize governor and mayor, Gaziantep governor. Entered politics with ANAP, elected to Parliament from Diyarbakir. Served as Interior Minister 1988-91. Married, two children. Speaks German. Long-time Embassy contact. Probably a Naksibendi.

–Education Minister Erkan Mumcu: Born in Yalvac (former Pisidian Antioch) in south-central Anatolia 1963. Graduated from Istanbul U. faculty of Law. Entered politics as a rising star in ANAP, elected to Parliament on ANAP ticket 1995 and 1999. Served as Minister of Tourism for first part of the Ecevit government. Resigned from ANAP in summer 2002 after long-running dispute with ANAP leader Yilmaz and joined AK. Married, two children. Speaks English. Long-standing contact of Embassy. Has been sharply critical of the Kemalist State for years. Seen as too openly ambitious by many.

–Industry and Trade Minister Ali Coskun: see ref (D). Long-time Embassy contact. Possibly a Naksibendi.

–Energy Minister Hilmi Guler: see ref (D). Embassy contact.

–Culture Minister Huseyin Celik: Born in Gurpinar (Van) 1959. Graduated from Istanbul U. Faculty of Literature, Department of Turkish Language and Literature. Post-grad studies at the University of London. Chairman and staff member of Department of Turkish Language and Literature at Centennial U. (Van). Has also written history articles, including on the Armenian question. Elected to Parliament on the DYP ticket 1995. Joined Fazilet Party 1999. Joined AK when Fazilet was closed. Married, three children. Speaks English. Good contact of Embassy. Focused, sometimes intense, but good natured. Likes to pontificate. Has long urged restoration of the Armenian church on Akhdamar island in Lake Van.

02ANKARA8505

Turkish Defense Minister Mehmet Vecdi Gonul is a long-time Embassy contact. His vast experience (below) with the organs of the state — and the Deep State (refs A,B) — have earned him the confidence of many in the Kemalist Establishment. Gonul also served in the military with President Sezer, a classic bonding experience. As a result, he is considered by Kemalists to be one of the most “acceptable” senior figures in the Islam-influenced AK (Justice and Development) Party government.

First, we have on good authority that Gonul has ties to the Naksibendi tarikat. This is a nominally illegal sufi Islamic order, generally dominated by Kurds and characterized now by tendencies toward quietism and serious religious piety. Gonul’s patron, the late P.M./President Turgut Ozal of the Motherland Party (ANAP) was a Naksibendi, as was Ozal’s Islamist brother Korkut — a long-time Embassy contact and senior Naksi figure in his own right. Gonul is reportedly close to Korkut. In private meetings with us, Gonul has evinced a remarkably intimate understanding of tarikat history — he sees the orders as a natural part of Anatolian society — and the current trends in tarikat politics in Turkey.

03ANKARA2258

On April 7, the Government replaced two Central Bank Board members at the Central Bank’s regularly scheduled annual meeting. The two new Board members are: Durmus Yilmaz, a Deputy DG of the Central Bank’s markets department and Embassy contact; and Dr. Mustafa Ilker, an economics professor from Uludag University. Central Bank official Ikler Domac told us Yilmaz is a religious Muslim, but not known to be close to AKP and is well respected at the CBT. The second appointee, Mustafa Ilker is an AKP cadre and close to MP Nazim Ekren. There are six GOT-appointed Central Bank board members, each has a three-year term.

03ANKARA2353

Elkatmis (Mehmet), an Embassy contact since 1996 and member of the more hard-core Islamist tendency in AK, has been a useful interlocutor in the past. However, this misstep, and a previous attempt by him to contribute to a smear campaign alleging USG support for the PKK (ref A), reflect the generally low quality and still embryonic understanding of democratic institutions shared by Elkatmis and other members of the Human Rights Committee. In this context, we note that Elkatmis and other Committee members: (1) profess to believe that the Committee’s work is somehow unconnected to the wider traffic of parliamentary activity and USG-GOT relations — despite their own sensitivities about U.S. Congressional attitudes towards Turkey; and (2) appear to derive considerable inspiration from fiery Speaker of Parliament Bulent Arinc, who has made no secret of his ambitions to challenge Erdogan for leadership of AK (ref B).

03ANKARA3507

We will follow up with members of Gul’s delegation and with MFA contacts for first-hand readouts of what Gul said in his private contacts with the Syrians and Iranians when the del returns to Ankara week of June 2. But it is clear that Gul’s comments are significant in several respects, particularly in terms of the domestic political and policy battles shaping up in Ankara. First, the philosophical: Gul’s emphasis on “rational thinking,” though coming from a political leader with impeccable “Islamic” credentials, runs counter to a theme recently reiterated in the Turkish Islamist press. Abdurrahman Dilipak, a columnist and Embassy contact with great influence over the Islamist hardcore rank-and-file, took issue recently with the West’s allegedly “rationalist secular religion,” which he charged has no respect for “sacred values.”

03ANKARA3784

Selma Acuner, former chairman of the women’s group Ka-Der, is a close Embassy contact with political ambitions whom Genc is trying to recruit. She told us recently that Uzan has quietly established a think tank-like organization in Ankara as a policy planning/propaganda center aimed at a more elite audience. According to Acuner, Genc is carefully trying to keep its distance publicly from this organization in order not to undermine its carefully-nurtured image as an “independent” — and thus credible — institution.

03ANKARA3992

In a June 19 meeting with poloff, Gokcek chief advisor Murat Dogru explained that the mayor wants to be on AK’s ticket and that negotiations are still underway. Dogru claimed that there is resistance to Gokcek’s membership in AK from F.M. Gul and those close to him — including AK M.P. and Embassy contact Murat Mercan, who once worked for Gokcek. They view the incumbent as a potential national rival. Dogru expressed confidence that AK will eventually agree to make Gokcek its candidate. “It’s the only thing that makes sense,” he said. (Note: as reported reftel, Erdogan and Gokcek are seeking rapprochement. End note). According to an independent pollster/activist with excellent access to conservative circles, Gokcek, a skilled political operator, is assiduously lobbying AK party officials, including members of the Parliamentary group, to support his AK candidacy and legitimize his place as a national contender.

03ANKARA5652

Sahin (Mehmet Ali) has been a long-time Embassy contact as an Istanbul M.P. from AK predecessor parties, Refah and Fazilet, and earlier as an Istanbul political bigwig (he served briefly as mayor of conservative Fatih district and later was Refah’s party boss for Istanbul in 1994). He has been an open, thoughtful interlocutor — and one not prone to blustering or hyperbole. Our contacts say Sahin has a certain entree to P.M. Erdogan. Their relationship likely grew out of their time working together in Istanbul, where Erdogan served as mayor 1994-1998.

03ANKARA6447

The delegates approved the list of 50 Central Decision Making and Administrative Board (MKYK) members submitted by Erdogan. Notably, Erdogan excluded Defense Minister Vecdi Gonul, former Deputy PM Ertugrul Yalcinbayir, and Parliament Human Rights committee MP Ersonmez Yarbay, a close Embassy contact. Erdogan increased the number of women on the MKYK to 10 — up from five — which Erdogan had promised prior to the convention (Note: seven of the 10 women do not wear headscarves. End Note). Erdogan also included the AK provincial chairmen from Ankara and Istanbul — a nod to the party grassroots.

Our contacts — including a leading national security analyst, the Aksam journalist, and AK Ankara chief and MKYK member Nurettin Akman — confirm press reports that, in re-shaping the MKYK, Erdogan has begun the process of decreasing the influence of the Islamist Milli Gorus foundation, which they say Erdogan sees as exploiting religion for personal material gain. In doing so, they say Erdogan is attempting to bring in a more modern, forward-thinking, and responsive cast that is closer to the PM and the AK Party decision-making inner circle. The Aksam journalist argued that leaving Gonul off the MKYK will actually strengthen his position as a Minister, because Gonul will no longer have to devote his energy to party business. Akman told poloff Oct. 14 that Gonul simply did not have enough time to devote to party affairs. Yalcinbayir is considered a chronic naysayer by AK insiders. Meanwhile, Yarbay — a thoughtful observer — may have dug his own grave recently by criticizing Erdogan for authoritarian tendencies, a useful warning but one made too bluntly in the press, our contacts say.

03ANKARA6535

In his address to the crowd, Bahceli strongly criticized the AK Government’s Iraq policy, claiming the GOT had surrendered to outside powers. He said the GOT has dishonored Turkey and has not pursued any policies that have benefited the Turkish nation. Opposition CHP Vice Chairman and close Embassy contact Sinan Yerlikaya, who attended the MHP convention, told poloff Oct. 17 that after hearing Bahceli’s speech, he believes MHP will react quickly and loudly to any Turkish casualties resulting from a troop deployment to Iraq (Note: CHP also opposes deploying Turkish troops. End Note). In a subsequent Oct. 17 conversation, Huseyin Kocabiyik, who once served as advisor to former PM Ciller and who maintains extensive contacts on the political right, echoed Yerlikaya’s sentiment, saying that Bahceli’s speech suggests the party will organize its extensive grassroots youth organizations in universities and elsewhere to demonstrate against the GOT, especially if Turkish troops take casualties.

Our contacts suggest that Bahceli will make at least some changes to the party administration. Mehmet Telek acknowledged that the party will bring in some new faces, but he does not believe there will be very many additions. MHP Vice Chairman and close Embassy contact Sevket Bulent Yahnici told us after the convention that the party assembly will choose MHP executives (Vice Chairmen, administrative board) next week. Yahnici, who has largely withdrawn from party activities and does not expect to serve as Vice Chairman again, was dismissive of any potential changes. He averred that any new party executives will be chosen by the current unsuccessful, Bahceli-led administration. As a result, the party will have the same uninspired leadership with little “vitality,” he claimed.

03ANKARA7411

The inability to criticize the party reflected in the above comments will carry over into the party’s policies at least until local elections, according to our CHP contacts. In private conversations recently, several party deputies told us that they do not expect any major shift in the party’s direction following the late October general convention that manipulated Baykal’s reelection as CHP leader. Close Embassy contact and CHP M.P. from Hakkari Esat Canan, who admitted to poloff that he has contemplated leaving the party, said there will be no change in party policy before local elections. He asserted that while many in the party are looking for former State Minister Kemal Dervis — now CHP Vice Chairman — to assert himself and make the party more appealing to the public, Dervis lacks the courage and political skill to pull it off. He added that Dervis is not fit to lead.

03ANKARA7641

Our ANAP contacts — including Kececiler, Dincerler, and long-time ANAP activist and Embassy contact Ali Turktas — tell us Nas has long been associated with former ANAP leader Yilmaz, who, along with several former Ministers, is about to be examined by a parliamentary high court (Yuce Divan) for corruption. Nas would only say to us that Yilmaz “does not oppose” her candidacy; in the past she has told us more openly that she favors his comeback. Dincerler, who Dec. 10 resigned his position as advisor to the ANAP chairman, told us Nas’ emergence probably means Yilmaz is planning an eventual comeback, which Dincerler claimed would destroy the party. Dincerler admitted that he privately hopes Nas becomes ANAP chairman, performs poorly, and is forced out so that the Yilmaz faction within the party will be discredited further. While acknowledging that Nas is likely paving the way for Yilmaz’ return, Kececiler pointed out that Yilmaz will do nothing to pursue his comeback while the corruption investigation continues.

04ANKARA126

FM Gul, the top GOT official responsible for human rights, personally asked Bicak to replace an ineffective predecessor as head of the Human Rights Presidency, according to our contacts. A long time Embassy contact, Bicak (Vahit) is sometimes seen as arrogant and aloof, which explains his failure to consult with human rights NGOs on this regulation. However, he is respected as an authority on human rights issues, and he is clearly trying to provide much-needed structure to a chaotic human rights monitoring system that to date has served as mere window-dressing. As an indication of the system’s low status in the GOT, Bicak’s office, part of the Prime Ministry, does not have a separate budget. And it is woefully underfunded — Bicak has asked a number of embassies to donate 10 computers to supplement the two his office currently has.

04ANKARA2119

In an April 12 meeting, CHP Diyarbakir M.P. and close Embassy contact Mesut Deger confirmed to us that Baykal is not going anywhere soon. Deger explained that Baykal convened both the party assembly and provincial chairmen on April 10-11 in Ankara. Both groups — whose members owe their jobs to Baykal — gave the CHP leader a vote of confidence, according to Deger, suggesting that change is not in the offing. Deger added that the party is awaiting the results of a research committee — headed by Tanla — that is reportedly evaluating the election results in detail.

Like Baykal, Tanla was dismissive of opposition in the party, even though nine prominent M.P.s, including Embassy contact and party executive board member Hakki Akalin, had just called for Baykal to resign. Tanla suggested that discontent is the point of equilibrium for a CHP Parliament group, adding that opposition inside the party had always existed since the time of Ismet Inonu, Ataturk’s right-hand man. As if searching for any theme that could mollify the party’s critics, Tanla asserted that the party needs young faces, although he could not explain how that might happen. Without prompting, Tanla rejected the possibility that Dervis could mount a serious challenge: “I meet with Dervis all the time; he doesn’t even want to be leader.”

CHP Denizli M.P. Mehmet Nessar, who serves on Parliament’s NATO assembly and who is normally free of knuckleheaded thinking, told us recently that the thrust of Dervis’ criticism is that: 1) Baykal has refused to accept new members into the party; 2) CHP provincial and district level officials are only out to benefit materially from their positions; and 3) the party is stuck in the 1930′s. While conceding that Dervis’ points are true, Nessar nevertheless claimed that Dervis would have been better served if he had worked behind the scenes versus expressing his criticisms aloud.

04ANKARA2291

MHP intellectual and long-time Embassy contact Riza Muftuoglu, who unlike most of his party colleagues is usually a free thinker, offered to us April 20 a more even-handed analysis of the party’s performance. Muftuoglu explained that MHP leaders can spin the results as a “victory” by noting that the party finished third in votes for provincial councils and that this is a tacit blessing of the party’s general direction. On the other hand, Muftuoglu argued that after factoring in the thirty percent of Turks who did not vote March 28, MHP’s showing is much less impressive. “If these had been national elections, we still would not have entered Parliament,” he asserted.

04ANKARA4524

A key Embassy contact on Islam in Turkey is launching an effort within the Muslim world to turn Mecca and Medina into an autonomous zone. He seeks USG financial support to bring his project to fruition. We will inform him that the U.S. cannot support such an initiative unless Department instructs us otherwise by Aug. 20

Habiboglu (Bedreddin) has raised with us an idea to make Mecca and Medina an autonomous zone, somewhat similar to an Islamic Vatican. He asserts that the idea is different from proposals to re-establish the caliphate. He claims the idea as his own, and demands that we keep his approach and idea closely held. We note, however, that the idea has circulated in Turkey at various times over the past 30-35 years, including under the late PM/President Turgut Ozal.

04ANKARA6490

Close Embassy contact Hak Is Labor Union President Salim Uslu, as well as other union contacts, accuse the MOLSS of unnecessarily shifting hospital facilities to the MOH and ultimately attempting to privatize state hospitals, a move which is expected to make the cost of health care more expensive for union members. Uslu, who portrays himself as close to PM Erdogan, alleges the “bureaucrats” misled the prime minister in citing a 22 quadrillion Turkish lira (approx. USD 1.5 billion) health care financing deficit for the first nine months of 2004. Uslu also cites “corruption” by pharmaceutical companies using a two-tier pricing system as contributing to cost overruns, possibly with reference to accusations that Roche has overcharged for medicines. Uslu does not see any practical benefit to be derived from transferring MOLSS-operated hospitals to the MOH and believes the central government could do a better job of managing hospitals and health care. He suggests it would be more efficient to consolidate various small non-MOLSS hospitals.

Yildirim Koc, special advisor to the President of Yol-Is (Highway Workers Union), affiliated with the more left-leaning Turk-Is Union, and another longtime Embassy contact, insisted to us that the U.S. and the EU want to dismember Turkey and carve it into several smaller states. Koc asserts the health care financial problems are related to MOLSS corruption and mismanagement and are being camouflaged under the pretext of making health care services more cost-effective by transferring them to the MOH. Koc describes this transition as going “from a republican system to a federal system” and cites what he calls failures to deliver good health care under privatized systems in Algeria, Egypt and the Palestinian Territories as examples of a vacuum in services that will set the stage for Islamists to take over and improve inferior quality state medical care in Turkey, as well.

04ANKARA7106

Long-term Embassy contact with deep experience in intel and national security analysis has relayed to us from his sources the belief that (1) PKK and Sunni radicals collaborated in Dec. 17 murder of five Turkish security guards in Mosul; (2) PKK is readying a serious terrorism campaign in Turkish cities; (3) Turkish Jandarma intel is besieged by paranoid orders from Ankara to uncover “Armenian separatists” and an “Israeli land grab” in the southeast; and (4) a serious disinformation and psyops campaign against NATO is being waged on more junior Turkish officers. Our contact has proven accurate in the past but we caution that we have no corroborating evidence for much of the information in this cable — especially relating to the Mosul attack.

Just returned from two trips to Turkey’s southeast, where he is involved in a major anti-smuggling investigation at the behest of Turkey’s Energy Minister, a pre-eminent Turkish national security analyst (Faruk Demir — strictly protect) briefed us Dec. 20-21 on several aspects of current Turkish security questions, and, in particular, Jandarma intel (JITEM) ops and preoccupations. He based his report to us on meetings with approximately 40 JITEM officers — lieutenants, captains, and majors, some of whom were our contact’s students — involved in field investigations and ops from Mersin to Mardin.

05ANKARA198

Baykal’s ability arbitrarily to manipulate CHP rules and machinery makes it more difficult to predict the outcome of the current struggle. Erol Cevikce — a former CHP State Minister and longtime Embassy contact on intra-CHP politics who correctly predicted two weeks ago that the YDK would not convict Sarigul — estimates that 700-800 of the approximately 1,200 party delegates are currently in the pro-Baykal camp. He also believes, however, that the wind is blowing in Sarigul’s favor. Cevikce claims that Sarigul will muster 30,000 supporters to rally outside the party convention hall and pressure the delegates to back Sarigul. Cevicke also believes that the delegates’ own political ambition may aid Sarigul. Many delegates want to be elected to parliament or other public offices, where they anticipate they can benefit from Sarigul’s pork barrel largesse, and they believe that their chances are dim as long as the unpopular and elitist Baykal remains the leader of the party.

05ANKARA776

Oya Aydin, a Board member and attorney for Kaboglu, told us the AKP leadership is dismissing the 14 Board members early, but there is a deeper motive beyond the minorities report. Shortly after the controversy over the minorities report, FM Gul announced that he had selected a number of candidates to fill upcoming openings on the 78-member Board. The new appointees included bitterly anti-Western, Islamic fundamentalist columnist Abdurrahman Dilipak, of the daily Vakit, and others known for Islam-oriented views in line with those of the AKP leadership. They will replace members who generally hold leftist, or Kemalist/secular views. The MFA has refused to respond to our repeated requests for confirmation that Gul indeed appointed Dilipak.

05ISTANBUL377

TESEV’s report and conference may stimulate more debate among Istanbul academic and media circles, which have lagged far behind the rest of the country in questioning the Diyanet and its relation to Islamic thought and practice. The future of the Diyanet is central to the question of the relationship between Islam, the state, and society. Although near-term consensus is unlikely, TESEV has made an important contribution by placing the issue squarely in the public domain and stimulating an open debate. TESEV Chairman Can Paker told poloff that he was pleased with the cooperation they received from the Diyanet in preparing the report. Participation in the conference and comments by senior Diyanet officials, moreover, suggest that they themselves are preparing for change. Co-author of the report Irfan Bozan told poloff most agree that the current system has failed in its basic purpose – to control religion in Turkey. What remains to be seen is what will be done about it. We will continue to track the debate and government statements or proposals to assess whether Turkey is moving in the direction of securing religious freedom and equal treatment for all groups or whether reforms are used to advance the interests and influence of some vis-a-vis others.

05ANKARA1231

A close Embassy contact in the Ministry of Justice (MOJ) retired early in frustration after being unable to overcome resistance within the ministry to EU reform; she returned at the insistence of the Justice Minister. The official, an expert on EU law, told us the MOJ Undersecretary has consistently blocked her efforts to enact regulatory reform required by the EU. She said the majority of MOJ bureaucrats openly oppose EU membership. GOT has thus failed to enact many reforms required for EU accession, including changes to the GOT’s High Council of Judges and Prosecutors, which the EU has criticized for restricting judicial independence. Moreover, the GOT failed to hold an interministerial meeting after the October EU progress report and December EU Summit to coordinate response to issues raised by the EU, leaving each ministry to develop its own approach. Her observations indicate that Turkey will be off to a slow start when accession negotiations begin in October.

We met with Ayse Saadet Arikan, director general of the MOJ’s General Directorate for EU Affairs, on March 4, shortly after Justice Minister Cicek persuaded her to reverse her decision to take an early retirement. Arikan (please protect), a close Embassy contact, is a key figure within the GOT bureaucracy working on the nuts and bolts of EU harmonization. She is one of Turkey’s top experts on EU law — she studied EU law in Amsterdam and London and wrote her Ph.D. thesis on Turkey-EU relations — and a strong advocate of EU-related reform. Over the past two years, she has expressed to us her increasing concerns about what she views as the sluggish, unprofessional approach of the GOT and ruling AK Party (AKP) to EU harmonization. Her experience serves as a gauge of Turkey’s capacity to meet the long-term demands of the EU accession process.

05ANKARA2072

In a meeting March 31 with EconOff and Econ Specialist, Board Member Galip Zerey expressed enthusiasm for a yet-to-be-scheduled expert trip to the FCC Washington. Zerey met Ambassador David Gross at the recent 3GSM Conference at Nice, France. He stated that the specific purpose of the trip would be to gain knowledge on 3rd generation GSM; the more broad purpose would be to gain general best regulatory practices from the FCC. EconOff also encouraged the Turkish visitors to meet with State Department telecom experts. Zerey stated that the board has increased its outreach to EU members’ bodies. According to Zerey, the previous Board President’s term ended March 29 and the Prime Minister had not yet named a new one. Zerey said that his name was one of two on the short list. Faruk Comert (another regular Embassy contact, also eager to pursue contact with the FCC) is acting President.

05ANKARA2784

As noted in reftel, the official unemployment figure published by the Turkish State Statistics Institute, which indicated Turkish unemployment was at 11.5 percent in January 2005, may understate the severity of the problem. Concurrently 13.1 percent (3,189,000 people) were working part-time because full-time employment was not available. One Embassy contact, economist and polling company owner Tarhan Erdem, suggests the real unemployment rate may be closer to 12 million, or approximately one-quarter of the work force. Most economists do not believe the official statistics are that far off. As noted reftel, unemployment data are difficult to capture with accuracy in Turkey because of high unemployment and the large unregistered economy.

05ANKARA4857

There is substantial evidence, however, that MHP,s popularity is not on the rise. MHP deserves credit for hosting a rally with 500,000 attendees, but this is roughly the same number as have attended MHP,s Erciyes Mountain rallies in previous years. ANAR pollster Ibrahim Uslu, moreover, recently told POLOFF that his polls indicate that MHP is still below the 10 percent threshold for representation in parliament. Ozgur Unluhisarcikli of the ARI movement told POLOFFs that his liberal-nonpartisan organization,s recent surveys indicated that MHP is polling only around 6 percent. A recent TNS/PIAR poll published in Radikal newspaper also placed MHP,s support at around 6 percent. MHP member and longtime Embassy contact Riza Muftuoglu also believes that MHP remains below the 10 percent threshold and he blames this on the failure of the current party leadership.

05ANKARA4857

Ozdag also argues in his book — and in conversations with POLOFFs — that the Europeans are trying to create a “Turkish Milosevich,” i.e. someone who will lead Turkey into an ethno-religious civil war that will result in the dismemberment of the country. Ozdag says that Turkey must resist this; but given the relish with which he discusses this scenario, we suspect he harbors dark fantasies of being Turkey’s nationalist leader during a time of ethno-religious civil war.

Dr. Riza Ayhan is a professor of international trade law at Gazi University in Ankara and another candidate to replace Bahceli. In manner and demeanor he is the exact opposite of Ozdag: Ayhan is very smooth and self confident with a patrician (if not imperial) style. Ayhan told POLOFF that nationalism must adapt to the realities of globalization, but he was unable to elaborate on what he meant by this phrase. As with Ozdag, Ayhan recognizes many of the problems facing Turkey and Turkish nationalism, but he is unable to come up with more than vague policy recommendations.

Sevket Bulent Yahnici is considered by many Turkish observers to be another leading MHP intellectual. Yahnici is a former MHP MP from Ankara, but he is not a candidate to replace Bahceli. Yahnici is slovenly and disorganized. He met POLOFFs in his office/apartment which was littered with books and papers. He sat in a large chair next to a nargile (Turkish water pipe) with ashes on the floor. He started the conversation by trying clumsily to bait POLOFF with anti-Christian rhetoric. He then complained about rural migration to Ankara and lamented that he was one of the few Ankara-born MP to represent the province in the last parliament. (Note. He claimed that most of Ankara’s twenty-nine MPs were born elsewhere. End Note.)

05ANKARA6540

The former president of the Tunceli Bar Association, Huseyin Aygun, told us in an October 25 conversation that the military had been carrying out intensive operations in the province over the past seven or eight months. The military portrayed these operations as a continuation of ongoing operations, but Aygun believed the operational tempo had increased in recent months over the previous period. ¶9. (C) Tunceli Governor Erkal warned us in an earlier October 25 conversation that Aygun was under investigation on charges of fraudulently filing a case, that he was trying to get rich by suing the Turkish state and appealing , case to the European Court of Human Rights (ECHR), and that he was not to be trusted. Aygun told us these charges are false. He explained that an elderly client who was living in Thrace had sent Aygun a power of attorney document allowing him to pursue the client,s Tunceli-based case regarding forced removal from his village in the 1980,s or 1990,s. The client died before Aygun opened the case in the ECHR, but the surviving family members neglected to tell Aygun that his client had passed away. The government claimed that Aygun had submitted fraudulent documents to the court. Aygun then obtained power of attorney from the client,s heirs to continue to pursue the case, which he successfully completed. Aygun added that public prosecutors and other state authorities believe that no case should be brought before the ECHR; they believe doing so shows disloyalty to Turkey.

In an October 26 conversation, Elazig Human Rights Association (HRA) President Nafiz Koc told us that he had personally seen some mutilated male bodies, including the body of a male Iranian national, which had since been retrieved by his parents who came from Iran for the body. Koc believed that some of the bodies he had seen showed indications of torture before being shot at close range or otherwise killed. Indicating that mutilation took place after death, some of the bodies had their eyes gouged out and some had parts of their skulls removed then re-attached. Koc mentioned that he had also seen the body of a female Syrian national whose face had been burned. Another member of the Elazig HRA told us he had seen three bodies that appeared to have been dragged behind a vehicle.

06ANKARA786

Oran (Baskin), a longstanding Embassy contact not known for humility, caustically mocked the prosecutor and ridiculed the indictment. He detailed what he said were the many factual errors in the document, which he said the prosecutor could have avoided by simply checking the encyclopedia. Oran asserted that he deserves a “better indictment,” adding, “I believe that I deserve better than this prosecutor, who pretended to be an academician and tried to undermine a scientific thesis, but in each case made himself look worse.” He told the court he wanted to issue a counter indictment accusing the prosecutor of violating free expression, interfering with academic autonomy, and abusing the power of the judiciary.

06ANKARA3312

Yusuf Alatas, attorney and president of the Human Rights Association, told us he believes the draft bill is part of a broader effort by the security establishment to regain powers curtailed under recent legal reforms. Alatas averred that the long list of crimes included in the bill would give prosecutors broad leeway to assert that common criminal suspects are linked to terrorism, and thereby to try their cases in the specialized heavy penal courts that handle crimes against the state. These courts operate under special rules that favor the prosecution.

06ANKARA3899

According to our contacts, the DTP remains the main political force in the region. The gains the Justice and Development Party (AKP) made locally in the run-up to the 2004 local elections appear to be softening as tension and violence have increased. (Comment: Diyarbakir AK officials claim just the opposite and bank on a previously untapped Islamic female vote to buoy their future numbers. Even if these predictions hold true, much urban Kurdish support and most village support squarely is in DTP,s corner. End Comment.) Close Embassy contact and former MP Hasim Hasimi, who himself has a wide range of contacts both among Kurds on the left and among more conservative, pious circles, told us that although the DTP was primarily run by leftist intellectuals who have little contact with man-on-the-street Kurds, the party is still the only legitimate political force in the region for now. Hasimi argued that DTP,s enduring popularity is tied directly to its relationship to the PKK. As clashes with the PKK have increased, support for the DTP has also gone up. Yet, Hasimi asserted, there is a significant portion of Kurds in the Southeast (he couldn,t say what percentage) who are disenchanted with DTP politics–particularly more religious Kurds, who see the DTP as Marxist-Leninist and therefore atheist, but also among moderate Kurds who want to distance themselves from PKK violence. Tanrikulu told us that there is a perception among many Kurds that neither the DTP nor the AKP has been able to address their concerns and they want an alternative.

06ANKARA4102

Over the past few months, Prime Minister Erdogan and the senior leadership within AKP have repeatedly interfered in local AKP conventions. The AKP leadership wants local party conventions to nominate only a single individual for that province’s party chairmanship. In some cases, the AKP leadership is openly intervening in the process in favor of a handpicked candidate. The AKP leadership has further intervened to postpone conventions in Isparta, Bingol, and several other provinces when the delegates refused to nominate only one candidate for the chairmanship. Erdogan summoned the nine strongest of twenty-three candidates in Agri province to Ankara and ordered them to nominate a single candidate for their convention. In Ankara province, Erdogan and other senior party leaders openly intervened to support incumbent chairman Nurettin Akman — an AKP moderate and longtime Embassy contact — against a more radical challenger from the poor district of Altindag.

06ANKARA4236

AKP whip and Ankara MP Salih Kapusuz, a reliable and longtime Embassy contact, reflected both party and public opinion in a July 19 conversation with us. Currently, Kapusuz said, Israel is killing peace and chances for peace. It was wrong for Hizbullah to kidnap the two soldiers, but Israel,s attacks on infrastructure and civilians are the biggest blow to the peace process. The Turkish public, he stated, did not welcome President Bush,s remarks on the Israeli attacks because they appeared one-sided. Although the public generally has little sympathy for Russia, people were attracted to Putin,s words. The U.S. must, he said, exert more pressure for peace.

07ANKARA1326

An Embassy contact at the Turkish General Staff, J-5 Plans officer Colonel Oktay Bingol, claimed to be unaware of any extraordinary deployments. He noted that counter-terrorist operations against the PKK in southeastern Turkey continue, as is routine in the spring and summer months.

Long-time Embassy contact and Turkey’s German Marshall Fund director Suat Kiniklioglu, who holds the number two slot in Cankiri (all three of which went to AKP in 2002).

Prominent Alevis, including close Embassy contact Reha Camuroglu and Ibrahim Yigit, will work to tap the previously incompatible Alevi vote; Camuroglu has a safe place on the Istanbul list; Yigit is just three slots behind. In strongly Alevi Tunceli province, Alevi Haydar Dogan tops AKP’s list.

07ANKARA1769

In a recent conversation, Yusuf Alatas, a long-time Embassy contact, independent thinker and outgoing president of Turkey’s Human Rights Association (IHD), was pessimistic about the current political situation and enormously skeptical as to whether the pro-Kurdish Democratic Society Party (DTP) is capable of playing a constructive post-election role. He also focused on what he sees as many Turkish Kurds’ main desire: respect for their ethnicity, culture and language. He is worried about the military, worried about ultra-nationalism, and worried about the state of democracy in Turkey. For a person who calls himself an optimist, he is currently downbeat, perhaps natural for someone who has worked incessantly to try to improve the situation and now sees his country as taking two steps back rather than one forward. This cable represents one free-thinking man’s view.

07ANKARA2014

TUNCA TOSKAY. A former academic elected with MHP in 1999, Tunca Toskay served as State Minister in the DSP-MHP-ANAP coalition. A good Embassy contact before the MHP defeat in 2002, Toskay returned to his hometown, Antalya, and taught at Antalya University after AKP came to power in 2002.

OKTAY VURAL. Also personally loyal to Bahceli, former Transportation Minister (1999-2002) Oktay Vural is now a deputy party leader. He is known for transcending intra-party feuds and will likely provide his boss with balanced council. He is pro-West but very skeptical of the EU. He was a member of the NATO Parliamentary Assembly and chairman of the TGNA Industry, Trade, Energy, Natural Resources, Information and Technology Committee. Vural has been a useful Embassy contact. He is intelligent and speaks English, though he prefers not to.

07ANKARA2036

Turkey’s parliament elected Koksal Toptan, a widely respected moderate, its new Speaker in condensed voting on August 9. Toptan, the ruling Justice and Development Party’s (AKP) Zonguldak deputy, is a former True Path Party (DYP) member with 30 years in government. Viewed across the board as fair, intelligent and clean, Toptan was mentioned as a consensus presidential candidate last spring. Nationalist Action Party (MHP) candidate Tunca Toskay and independent deputy Kamer Genc also ran but AKP’s 341 seats, bolstered by support from CHP and others, ensured an easy victory for Toptan. A well-respected Embassy contact, Toptan will bring a balanced, experienced approach to managing Turkey’s fractious new parliament. The every-man’s choice of Toptan as Speaker may be AKP’s attempt to smooth the way for FM Gul’s more contentious presidential candidacy. Debate continues on whether PM Erdogan will name his cabinet or his presidential candidate next.

08ANKARA575

Initial open insubordination by the military toward the new president had gradually been supplanted by a working relationship that Gul nurtured with strong language on national security issues. Gul’s apparent accommodation with the Turkish General Staff (TGS) was reflected in his recent invitation to Iraqi President Talabani, at which he had hinted for several months. In January, TGS chief Buyukanit restated his view that there was no benefit to meeting with Talabani, but in contrast to a similar statement made in February 2007, indicated that the TGS could not impose its view on other institutions of the state. Two days after Gul chaired his third National Security Council meeting (February 20), which the press portrayed as having been preoccupied by the headscarf controversy, the military launched a limited land operation (CBO) against the PKK into Northern Iraq while Talabani received his invitation to Ankara — he visited March 7, a week after the CBO wrapped up. Long-time Embassy contact Hasim Hasimi, who met with Gul for two hours on March 9, says Gul will reciprocate the visit sometime in the next two months.

08ANKARA1392

Turkish Land Forces Commander General Ilker Basbug (pronounced BAHSH-boo) was named as Turkey’s next CHOD at the Turkey’s Supreme Military Council (YAS) that concluded on August 4 (full YAS results reported septel). Despite some shifts in civil-military relations, the CHOD is still one of Turkey’s top policymakers. A regular embassy contact since 2003 when he served as the Deputy CHOD, Basbug is favorably disposed to the U.S. In his capacity as DCHOD, Basbug was instrumental in overcoming strained bilateral mil-to-mil relations in the aftermath of the March 1, 2003 vote and the July 4, 2003 “hooding incident.” The change of leadership at TGS is unlikely to lead to any significant policy shifts at TGS. Basbug appears to understand the struggle against the PKK cannot be won by military means alone and has expressed support for the government’s initiative to begin Kurdish language broadcasts on state-run stations. While Basbug is a committed secularist, media reporting suggests he is philosophically opposed to military intervention in politics, a view reportedly shaped by the events during and following the 1960 coup, when he was still a cadet in the military academy. Basbug’s “secret” meeting with a Constitutional Court judge days before the filing of the closure case against the AKP (ref a) suggests he might have had prior knowledge of the case and provided at least tacit approval of it. Having someone with Basbug’s experience and understanding of the U.S. and NATO as the CHOD should be beneficial for overall bilateral relations.

Bülent ESİNOĞLU: Fuat Avni hep geleceği bilecek?

Aklınıza damlayan soru; gelecek nasıl bilinir sorusudur.
Evet, geleceği planlamışsanız, geleceğin çok önemli bir
kısmını önceden bilirsiniz.
İyi bir eğitim yapmışsanız, iyi bir iş bulacağınız şimdiden
çok büyük bir yüzde ile bellidir.
Geleceği bilmek, bir planlama işidir.
Eğer düzen ve sistem planlandığı gibi akıyorsa, üç adım
sonsa, ne olacağı üç aşağı beş yukarı bellidir.
1950 yılından buyana, hatta Mustafa Kemal’in vefatından
bu yana, nasıl yaşayacağımız, hangi ülke ile dost
olacağımız, hangisi ile düşman olacağımız, kimlerin ve
hangi nitelikteki kişilerin bizi yöneteceği, askerlerle mi
yoksa mollalarla mı yönetileceğimize, hep Batı ve
Amerika karar vermiştir.
Üst paragrafta yazdıklarımı belgeleyelim,
Amerika ve Batının ülkemiz içindeki kurumlarını sayalım,
NATO, OECD, Dünya Bankası, Gümrük Birliği, Özel
Yabancı Bankalar, Amerika ile ikili anlaşmalar, ABD ile
Gizli Anlaşmalar.
Bu saydıklarım Amerika’nın Türkiye içindeki resmi
kurumsallaşmış düzenidir.
Amerika’dan gelir temin eden sivil toplum örgütlerini ilave edelim; NED, NDI, IRI, Açık Toplum Kuruluşu…
Almanya’dan para alan Konrad Adenauer Vakfı, Friderich Nauman Vakfı, Friderik Elbert Vakfı, Heinrich Böll Vakfı.
Bunlara Uçan Süpürge, Mor Çatı gibi, adı Türk kendisi
yabancı olan, STK’ları da ilave etmemiz gerekir.
Bu sivil toplum örgütleri, AB yasalarının Türkiye’ye uyarlanması(dayatılması) işlerinde görev aldılar.
Yavaş yavaş anlıyorsunuz değil mi?
Bu kadar Batı örgütü içimizde varsa, bu örgütlerin, Türkiye
için çalıştığını varsayamayız. Bir hatırlatma; Putin
yabancı ülkelerden para alan STK’ları ajan ilan edince,
Batı nasılda Putin düşmanı oldu?
Küresel mali sistemin ülkemiz içindeki hareket kabiliyetini
hesaba katarsanız, siz isteseniz de bir kozmik odanız
olamaz. Çünkü her taraf işgal altındadır.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Batının ajanları
çoğunlukla ticaret erbabından seçilirdi.
Bu gün de, aynı işi finans kuruluşlarının doğrudan veya
dolaylı olarak yaptığı kesindir.
Sözgelimi, ABD Açılımı destekliyor. TÜSİAD da
destekliyor. ABD Kobani’ye (Ayn el Arap) silah yardımı
veriyor. Silahlar Türkiye üzerinden gidiyor. Türkiye’deki
sivil toplum kuruluşları hep bir ağızdan Kobani’ye özgürlük
diye bağırıyorlar.
Ermeni meselesi gündem yapıyor, “Hepimiz Ermeniyiz”
diye bağırttırılıyoruz.
Batının tüm şirketleri sütre gerisinden misyonerlik
hizmetlerine devam ediyor.
Fuat Avni, yukarıda anlatmaya çalıştığım, emperyalist kuruluşların, tek merkezde örgütlü halidir.
Fuat Avni’nin varlığı Türkiye raydan çıkarsa, tekrar raya
oturmak ve “Biz buradayız” uyarısını yapmak içindir.
Düzenin planlayıcısı, akışını denetleyicisi Amerika ise,
gelişen bir bir olayın bir adım sonrasını da bilebilenidir.
Bakanlardan birisine sordular. Fuat Avni’yi niye
yakalamıyorsunuz diye…

Fuat Avni yakalanmaz. Fuat Avni Amerikadır.
Aydınlık

EDELMAN’IN MELEKLERİ
Selcan TAŞÇI
08.12.2010

Charlie’nin melekleri kadar olmasa da onlar da güzel, onlar da akıllı ama önemli de bir farkları var;

gaipten gelmiyor talimatları, büyükelçi görünümlü ABD ajanını koruma çabaları gün gibi ortaya çıkarıyor.

Yanlış hatırlamıyorsam şöyle başlıyordu filmin fragmanı;

“Onlar güzel, akıllılar.. Görmediğimiz ancak sesini işittiğimiz patron Charlie için çalışıyorlar...”

Bunlar da, -güzellik göreceli bir kavram tabii ama- genel estetik değerlere göre pek de fena sayılmazlar, eh bunca yıldır “medya” denen kurtlar sofrasında, sırtları yere gelmediğine göre -kendilerinde mi var - yoksa gerekli hallerde bir aparatla mı bünyeye eklemleniyor belli olmasa da- “akıllı”lar da...

Ama bu melekleri Charlie’ninkilerden ayıran çok önemli bir farkları var:
Talimatlarını “gaip”ten almıyorlar. Kim için çalıştıkları gün gibi meydanda...

İşte bu yüzden onlar, Charlie’nin son melek versiyonunda başrol oynayabilecek kadar yakışmalarına rağmen Hollywood operasyonlarına; “Edelman’ın melekleri” olmakla yetinmek durumundalar medya dünyasında...

Baksanıza WikiLeaks’in yayımladığı belgelerde Türkiye ile ilgili kriptoların Edelman’ın marifetiyle ABD’ye iletildiği ortaya çıkınca nasıl çektiler kılıçlarını; bir elleri de koltuk altlarında gizledikleri “tetik” te, bacaklar uçan tekmeler savurmak üzere havada ve ciyaklamayı andıran ses tonunda nidaları yükseliyor sütunlarında:

“Hayııııırrrrrr, o yapmadııııııııı!”

Mübalağa mı sanıyorsunuz...

O zaman buyrun birlikte okuyalım; ABD Dışişleri Bakanlığı Operasyonlar Dairesinin yetiştirdiği, Batı Şeria’dan Sovyetler’e, Çekoslovakya’dan Afganistan ve Irak’a kadar el attığı her ülkeyi “konjonktürel hedefe uygun olarak” ya bölen, ya parçalayan, ya kaos çıkaran ajanının, Türk basınındaki korumalarını...

Önce Aslı Aydıntaşbaş’ın can hıraş savunması: “Nasıl ki Ermenistan’da biri çıkıp ”Vay sizin gizli kırmızı kitabınızda bize şöyle böyle deniyor!“ diye bir dava kazanamazsa, hükümetin bu çabaları da hukuken sonuçsuz kalacaktır. Belli ki hükümet meseleyi kişiselleştirip en sert telgrafların altında imzası olan eski ABD Büyükelçisi Eric Edelman’a yönelecek. Hukuken burada da sonuç alınması mümkün değil. Zaten altında imzası olsa da o telgrafların çoğunu Edelman yazmamış; altında görev yapan John Kunstadter ya da Bob Deutch gibi diplomatların analizlerine paraf atmış. (Anladığım kadarıyla Başbakan’ı en sinirlendiren telgraflar uzun yıllar Ankara’da görev yapmış Siyasi Müsteşar Kunstander’in kaleminden çıkanlar.) ”

Aynısı Türkiye’de olsa, yine “o yapmamış ki astlarının çalışmasına paraf atmış” diye savunur muydunuz Aslı Hanım?

İyi düşünün...

Yoksa “daha iyi ya” diye ellerinizi ovuşturarak; “Tek başına da değilmiş resmen organize işler bunlar, çete suçu” diye yangın mı yapardınız?
Edelman da kendi çetesinin tuttuğu raporları paraflamanın cezasını çeksin yani Aslı bacım! (Anadolu’dan yeni dönmüş olmanın etkisi aldırmayın!)
Sahi, hemen her konuda müneccimlik taslayan “bir yetkili”nden ne haber; o ne diyor bu işlere, hiç haber vermemişsin!
* * *

Drew Barrymoore suratlı ABD’li melekten sonra sıra Lucy Lui kılıklı melez meleğin yazdıklarında. “Güvenilir ABD’li kaynaklar”a dayanarak, Habertürk için Edelman’la yaptığı röportajı şöyle özetliyor Amberin Zaman:
“WikiLeaks kripto skandalını yakından izleyen Washington’da güvenilir ABD’li kaynaklara göre ”Erdoğan’ın İsviçre’de gizli hesapları var“ iddiasını içeren kripto, kesinlikle Eric Edelman tarafından yazılmadı. Kriptoyu yazan kişinin ismini vermemekte direnen kaynaklar, belgeyi kaleme alan diplomatın kimliğinin Wikileaks sitesinde de izah edildiği gibi rakamlar ve harfler içeren bir kodla belirtildiğini teyit ediyorlar. O kodları bilmeyenler yazanın kimliğini çözemez. Ancak yazı dili kimi zaman diplomatları ele veriyor. Malum kriptodaki yazı dili de, dönemin siyasi işlerden sorumlu müsteşarı tarafından yazıldığı tezini güçlendiriyor. Aynı kaynaklar kriptoların sadece çok az bir bölümünün yayınlandığını hatırlatarak Edelman döneminden önce ve sonrasında da AK Parti’yi sertçe eleştiren kriptoların varlığına dikkat çekiyorlar...”

Hey melez melek!

Bu “güvenilir Amerikan kaynağı”, tıpkı Edelman gibi ABD Dışişleri görevlisi olan kocan mı yoksa?

Zevahiri kurtarmak için neredeyse “her ülkeye lazım” bir Edelman portresi çizmiş Amberin: “En nüfuzlu diplomatlar arasında, etkin ideolog, Savunma Bakanlığı’nın üçüncü adamı, Musevi olmasına karşın, Hıristiyan eşi Patricia ile pazar günleri kiliseye gider, bir iktidar değişikliğinde yeniden önemli bir göreve getirileceği tahmin ediliyor...”
Tabii bu secerede, Kafkaslar’da, eski demir perde ülkelerinde, Orta Doğu’da yediği naneler yok Edelman’ın... Türkiye’den neden apar topar çağırıldığı yok...
* * *

Medyada Edelman’a kalkan olan zevata en anlamlı cevap Edelman’dan gelmiş aslında... Diyor ki “Benim görevim ülkemi korumak ve kollamak. Ve eğer ülkem hakkında korkunç yalanlar üretiliyorsa bunlara karşı çıkmak... Bugün olsa aynı şeyleri yapardım. Pişman değilim.”

Günlerdir gezdiğim Anadolu kasabalarının hemen hepsinde Atatürk’ün “Vatan sevgisi ona hizmetle ölçülür” sözünün sağlamasını yapmış biri olarak, meleklerin hizmet ettiği adrese de bakarak sormalı:

Sizin vatanınız neresi?
YeniÇağ

İŞTE O "CASUS GAZETECİLER"
Ayhan Bozkurt
09.12.2010

Medyayı çocuk parkına çevirdiler.
Jöleli yazıyor; "elçilerle görüşen casus gazetecilerden ikisini tanıyorum!"
Terlikçi kadın "hadi hadi isim ver isim ver" diyor.
Bilmiş havalardaki eskisinin badem bıyıklısı, yalı sahibi köşesinde gizemli cümleler kuruyor.
Dolandırıcılıktan sabıkalı gazeteci ise "bu tür işlerde belge bulunamaz" diye yazıyor.
Medya siteleri de günlerce bunları manşetlerine taşıyor.
Yahu...
Ne düşünüp duruyorsunuz?
Balık hafızalı mısınız?
Ne çabuk unuttunuz Karen Fogg adını?
Avrupa Birliği'nin Türkiye temsilcisiydi.
e-postalları ortalığa saçılmıştı.
Orada vardı gazeteci isimleri...
Hangi gazetecilerle neler yazışmıştı.
Kim miydi o isimler:
Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Mehmet Altan, Oral Çalışlar...
Yani o hep bildik isimler işte.
Dönemin Gözcü gazeteci bu ekibe "Kör Agop Çetesi" adını vermişti. Kumkapı'daki Kör Agop Meyhanesi'nde buluşuyorlardı bazı akşamlar.
Bazen evlerde de görüşüyorlardı.
M. Ali Birand 8 ocak 2002 tarihinde Karen Fogg'a şu maili attı:
"Sevgili Karen,
Evimde yüksek düzeyde ya da en üst düzeyde gazetecilerle özel toplantıyı yeniden öneriyorum. ne dersin?"
Şahin Alpay ise 19 Ocak 2002'de şu maili attı:
"Sevgili Karen,
Nasılsın? Yakında İstanbul'a geliyor musun? Bahçeşiher'deki dekanım Prof. Eser karakaş (çok saygı duyulan bir liberaldir, geçen yıl Bahçeşehir'e yaptığımız ziyarette kendisiyle kısaca görüşmüştünüz) bir akşam yemeği ya da öğle yemeğinde sizi ağırlamayı çok istiyor, sizinle konuşmaya fena halde ihtiyacı olduğunu söylüyor. Lütfen İstanbul'dayken bizi görmek için biraz zaman ayırın."

MAKBUZU GÖNDER"

Hep merak edilir yabancı diplomatlarla ilişkilerde para var mıdır?
Ben nereden bileyim.
Ama...
Karen Fogg 1 Nisan 2001 tarihinde gönderdiği maille Cengiz Çandar'dan AB'nin çıkardığı Güncel Haber için makale istiyor ve son cümlesinde parantez içinde diyor ki:
"Birinci sayfada AB ve Avrupa bütünleşmesi olarak tercihen katışıksız Türk görüşünün dışında bir şeyler yazan her ay başka bir seçkin Türk köşe yazarının makalesi var. Nitekim Şahin Alpay IGC üzerine, Lale S güvenlik ve savunma üzerine, Cüneyt C tarım üzerine, Emine Y telekom üzerine yazdı. Ferai T, mehmet Ali B, Samy C, Semih İ, Zeynep G Mithat M, Mim Kemal bu yoldan geçtiler. (...) şimdi senin sıran. Güncel bir Avrupa konusu üzerine Türkçe 400-500 kelimelik bir makale üretmek ve bize e postayla 9 Nisan'a kadar (...) bizim konuk köşe yazarımız olur musun? (Ödeme mümkün, bize makbuz gönder.)"
Çandar'ın 3 Nisan tarihli yanıtı şuydu:
"Sevgili Karen,
Senin bir önerini nasıl geri çevirebilirim? Sizin sayfalarınızdan geçenler kuyruğunda en son sırada oluşum şaşı

Onları tanıyorsu
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Tem 08, 2015 2:32 am    Mesaj konusu: Onları tanıyorsunuz. Kim mi onlar? Alıntıyla Cevap Gönder

Onları tanıyorsunuz. Kim mi onlar?
Mehmet Baransu

Asker gazeteciler. Ayağında postal, omuzlarında yıldızlarıyla, yıldızlı gazeteciler. 12 Eylül darbesinin ardından ortaya çıktılar. 28 Şubatta yıldızları parladı. Gerçek yüzlerini kamuoyuna göstermeye başladılar.

Güçlülerdi... Her şeyi yapmaya muktedir...

Hükümet kurup, hükümet yıkıyor, irtica ve bölücü avıyla, emir-komuta zinciri içerisinde üslerinden aldıkları emirleri tek tek yerine getiriyorlardı. Karargâhın bir işareti yeterliydi onlar için. Önce tekmil, ardından işaret edilen noktaya, nokta operasyon yapmak için yetiştirilmişlerdi.

Bu ülkenin muhafazakârları mı yok edilecek, Kürtler mi hedefe konacak, aydınlar mı linç edilip, ölüme götürülecek... Hazır kıta bekliyorlardı.

24 saat göreve hazır mantığıyla yetiştirilmişlerdi. Acil durumlar onların işiydi.

Önce doldur boşalta gidiyorlardı. Kendilerine verilen mühimmatı hücum yeleklerine koyuyor, mermileri şarjörlerine dolduruyor, göreve, nöbete gidiyorlardı. Kıtaları belirlenmişti. Nöbet çizelgeleri karargâhta hazırlanmıştı.

Görev silahsız kuvvetlerin yani kendilerinindi.

Mermiler manşetlerden boşaltılıyordu. Ustalardı. Atış talimi eğitimini iyi almışlardı. Başarılıydılar da. Hedefi 12den vurmada mahirlerdi. Bin yıl sürecek kavganın keyfini sürmek, rantını yemek, çocuklarına, torunlarına cephe savaşında yaptıklarını miras bırakmak istiyorlardı. Vatan elden gidiyordu. Vatan savunmasında her şey mubahtı.

2003-2004te de görev başındaydılar. 367 tartışmalarında, 27 Nisan muhtırasında görevlerini yapmanın huzuruyla ışıkları kapamış, huzur içinde başlarını yastığa koymuşlardı.

Tarafta yaptığım haberlerle bir kez daha ortaya çıktılar. Onlar için her yazılan, her ortaya konan belge, yalandı. Gerçeği, gerçekleri yalanlamak için var güçleriyle çalıştılar. Karargâh kıbleleri, kalemler süngüleri olmuştu.

Aldıkları psikolojik harp eğitimini sonuna kadar kullandılar. Başaracaklarına o kadar inanmışlardı ki tüm stratejilerini yok etme planı üzerine kurdular.

Şimdilerde yayın yönetmeni olan birisi, İlker Başbuğ Kara Kuvvetleri Komutanıyken kendisini telefonla aramıştı. Paşam, şu sizin meşhur fotoğraf var ya onu medyaya şu gazeteci sızdırdı diyerek ajanlık rolüne bile girmişti. Gazeteci miydi, ajan mı bilinmiyordu.

Bununla da yetinilmemiş, yine İlker Paşalarına Paşam, Taraftaki şu isimsiz haber var ya, onu Mehmet Baransu yazdı demişlerdi. Hele birisi, dost görünümlü şeytan, Balyoz haberi henüz Taraf gazetesinde çıkmadan, paşasını karargâhta ziyaret etmiş ve Tarafta Balyoz darbe planı yayımlanacak ihbarında bulunmuştu.

Zeki olduklarını zannediyorlardı. Olayları bilmediğimi, bilemeyeceğimi, haberimin olmayacağını düşünüyorlardı...

Yanılmışlardı... Tıpkı daha önce yanıldıkları gibi... Tıpkı her haberimi yalanlamak için aldıkları emirler gibi...

Bugün ortalıkta görünmüyorlar. Ortalara çıkmıyorlar. Ara ara aldıkları psikolojik harp planlarını devreye sokuyorlar. Cemaat-Baransu kullandıkları en popüler teknik. Bu kara propagandalarını ciddiye almadığımı görünce de çıldırıyorlar.

Herkesi kendileri gibi zannediyorlar...

Dedim ya şu sıralar ortalıkta yoklar. Çünkü söyleyecek lafları yok. Dağlıca, Aktütün, Andıç, İnternet Andıcı, Balyoz, İrticayla Mücadele Eylem Planı, Lahika.... dediğimde, susuyorlar. Söyleyecek lafları yok. Çünkü yalan dedikleri her haberin, doğru olduğunu bugün görüyorlar.

Dün de biliyorlardı. Ancak, beyinleri, ruhları görevleri icabı her gerçeği yalanlama üzerine programlanmıştı.

Bugün suskunlar. Tıpkı yarın susacaklar gibi...

Kim mi susacak olanlar?

Onlar da iktidarın gazetecileri. İçlerinden bazıları da MİTçiler. Bugünlerde kendisini İslamcı, muhafazakâr, dindar olarak tarif ediyorlar. Hükümete yakın isimler...

Dün asker gazeteciler gerçeklerin üstünü örtmeye çalışıyorlardı, bugün onların yerini bu arkadaşlar aldı. MİTi savunmak için girmedik kılık bırakmadılar. Hükümete söyleyecekleri bir tek laf yok. Gerçekler karşısında suskunlar.

Yok aslında asker gazetecilerden farkları. Dün onlar gerçekler karşısında psikolojik operasyon yapıyorlardı, bugün kendileri. Dün onlar ne kadar ahlaksızca işler yapıyordularsa, bugün kendileri aynısını yapıyor. Gerçekleri konuşmaktan, yazmaktan çekiniyorlar. Tıpkı dün gibi... Tıpkı dünküler gibi...

MİT demişken, MİTçi gazetecilere, kendilerini muhafazakâr ilan edenlere, hükümete laf söyleyemeyenlere şunu hatırlatayım... MİT haberimin de arkasındayım. Tıpkı ilk günkü gibi...

Asker gazeteciler bugün nasıl sustularsa, siz de susacak ve konuşamayacaksınız. Çünkü yok birbirinizden farkınız.
Taraf

Taha Kıvanç/Yeni Şafak
Ankara’dan Edelman diye bir büyükelçi geçmişti
04 Aralık 2010

Şimdilerde "Eric Edelman’a hücum" oyunu oynanıyor gazetelerde, ama bir zamanlar bizim medyanın ’en popüler diplomatı’ idi, ülkemizdeki ömrü çok kısa sürmüş Amerika’nın Ankara Büyükelçisi... Hemen her akşam evinde yemek veriyor, oraya ’1 Mart’ tezkeresini gözü kapalı desteklemiş dostlarını çağırıyor, onları ağırlıyordu.

Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı Abdullah Gül’den devraldıktan sonra hükümeti sıfırdan oluşturacağını ve sofra arkadaşlarının bazısının bakan olacağını umuyordu Eric Edelman; değişikliğin birkaç bakanla sınırlı kalması ve dengenin korunması en az 1 Mart tezkeresinin reddi kadar etkili oldu Büyükelçilik üzerinde...

Bütün belgeler yayımlandığında, yeni Ak Parti hükümeti ilkinden farksız teşekkül ettikten sonra ABD Ankara Büyükelçiliği’nin Washington’a gönderdiği raporlarda çizilen Tayyip Erdoğan portresinin öncekilerden daha sert olduğu görülecektir.

Eric Edelman 1 Mart tezkeresinin TBMM’de görüşülüp oylanması sırasında Ankara’da değildi, gelişmeyi Washington’da Dick Cheney’in ofisinde izledi. Bush’un yardımcısı Cheney’in sağ koluydu Edelman. Cheney başkan yardımcısı seçildiğinde yanına ilk onu almıştı.

Irak’ı ve sonrasında bütün Ortadoğu’yu dize getirmek üzere yola çıkan Bush-Cheney ikilisi, bu ’fetih’ yolculuğunda Türkiye’yi yanlarına çekmeyi kafaya koymuş, bütün altyapıyı hazırlamışlardı. Cheney ofisinin Türk medyasını yönlendirme hizmetleri Ankara’ya büyükelçi olarak gönderilmeye hazırlanan Edelman’a verilmişti.

İsterseniz kısa bir kronoloji sunayım: Eric Edelman’ın Ankara’ya büyükelçi olarak gönderileceğini o kritik 2003 yılının ilk ayında duymuştum. Ertesi ay (Şubat 2003) Beyaz Saray Edelman’ın büyükelçi atanması sürecini başlattı. 24 Şubat günü Senato’ya ismi gönderildi. Senato’dan onay biraz gecikmeli olarak 11 Nisan tarihinde çıktı, gündemin yoğunluğu sebebiyle; yoksa tezkerenin TBMM’de oylanacağı sırada Ankara’da onun bulunması arzu ediliyordu.

Tezkerenin elinde patladığı Büyükelçi Robert Pearson taltif görüntüsü verilen bir atamayla merkeze çekildi ve o yılın Mayıs ayında Ankara’ya ulaştı Eric Edelman...

Yazarınız bütün bu gelişmeleri Washington ve Ankara’dan izliyordum, hem de çok yakından... Bir şey fena halde dikkatimi çekmişti: Bütün büyükelçilerin atanma işlemleri Senato’da herkese açık oturumlarda adayın sorgulanmasıyla gerçekleştirilir; görev yapacağı ülkenin diplomatları oturumu izler. Oturum tutanakları da herkesin bilgi sahibi olması için yayımlanır...

Edelman’ın Senato’da sorgulanması kapalı kapılar ardında yapıldı. Başka ülkelerin diplomatları da meraklı dinleyicilerle birlikte toplantıya alınmadı. Her aday gibi Edelman da gittiği ülkede ne yapmak istediğini anlatmıştır oturumda, senatörlerin sorularına da cevap vermiştir; ancak Senato ve ABD Dışişleri Bakanlığı görüşme tutanaklarını yayımlamadığı için bunları kimseler öğrenemedi.

Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nin davet edilmediği oturumda yapılan konuşmalara yayın yasağı konuldu. Dahası da var: Eric Edelman’ın ülkesinin Ankara Büyükelçisi olarak atanması sonrasında yapılan yemin törenine de bizim diplomatlar katılamadı...

Her fırsatta "Neden?" diye sorduğum için bana çok kızmıştı Eric Edelman...

Yemin törenine katılan birinden dinlemiştim olup biteni. "Bir tür ’kabal’ toplantısı gibiydi" demişti kaynağım. Neo-Çılgınlar cemaatinin en büyükleri küçücük bir odada toplanmıştı: Dick Cheney bizzat gelmişti. Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, Douglas Feith de... Daha sonra ’Bir gizli CIA ajanının kimliğini deşifre etmek’ iddiasıyla yargılanacak Lewis ’Scooter’ Libby de oradaydı... Libby’nin orada bulunması doğaldı; Washington’daki görevi sırasında Edelman’ın bir üst patronu oydu çünkü...

İki de sürpriz tanıkla tamamlanıyordu ’kabal inisiyasyon töreni’ gibi toplantı: ’New Standard’ dergisinden William Kristol ile Robert Kagan... Edelman, Atina/Yunanistan doğumlu Kagan’ı büyükelçi olduğu dönemde Ankara’da ağırlayacak ve onu kendisi gibi ’neo-Çılgın’ Türk dostlarıyla tanıştıracaktı.

Senato’dan atama izni çıkmasıyla sonuçlanan görüşmelerde kimbilir kendisine nasıl bir misyon biçmişti Edelman. "Ankara’ya gidince neler neler yapacağım" diye kimbilir neler anlatmıştı. Bunları bir türlü öğrenemedim. Bir şeyi ise çok iyi biliyorum: Vaat ettiklerinin hiçbirini gerçekleştiremedi Edelman. Bir ’fatih’ edasıyla geldiği ve hemen her kesimden kendisine sadık takipçiler bulduğu Türkiye’den, henüz iki yılını doldurmadan, arkasına bile bakmaksızın ayrılmak zorunda kaldı.

Geride, görevde bulunduğu sürede kaleme aldığı öfke ve kin dolu onlarca bilgi notu, kripto ve rapor bıraktığı anlaşılıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı tarihine de, "Bulunduğu ülkenin başbakanından en uzun süreyle randevu alamamış büyükelçi" rekoruyla geçti.

Şimdilerde yine eski gazeteci dostlarını aydınlatmaya devam ediyor.

Öyle değil mi Mehmet Ali Birand?

ABD’ye bilgi veren gazeteciler
Fatih Altaylı
fatihaltayli@haberturk.com
04 Aralık 2010

ŞİMDİ herkes Wikileaks’te çıkması beklenen, “ABD’li elçilik görevlilerine konuşan gazeteciler listesini” bekliyor merakla.
Merak etmeyin, ben size söyleyeyim. Adına biraz aşina olduğunuz gazetecilerin hemen hepsi Amerikan Elçiliği’nden birileriyle hasbıhal etmiştir.
Mesela, önemli gazetelerin Ankara temsilcilerinin hemen hepsi. Önemli gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin hepsi.
Büyükelçiler konuşmak isterse gazeteciler onlarla buluşur.
Burada önemli olan buluşmak, konuşmak değil, “Ne konuştuğun ve nasıl konuştuğundur”.
Mesela, birkaç hafta önce Fransa’nın Ankara Büyükelçisi, Habertürk’e geldi.
İlişkilerin son durumunu anlattı. İki ülke arasında yaşanan sorunları anlattı. Çözüm için yapılan çalışmaları anlattı.
Epey bir anlattı. Türkiye’nin Avrupa Birliği perspektifinden uzaklaşır gibi olduğunu söyleyip bana, “Sizce eksen kayması var mı?” diye sorunca benim yanıtım net oldu: “Türkiye birileriyle ilişki kurmak zorunda. Yalnız yaşayacak halimiz yok. Siz kapıyı kapayınca, Sarkozy ve Merkel politikaları etkin olunca Türkiye de başka yöne doğru dönmek zorunda kaldı. Kabahati hükümette arayacağınıza kendi ülkelerinizde arayın.”
“Biz o politikayı artık bıraktık. Sarkozy çok değişti. Yakında Ankara’ya gelmesini planlıyoruz. Almanya için aynı şeyi söyleyemem ama Fransa artık o politikada değil” dedi.
Son görüştüğüm Amerikan Elçisi ise Ross Wilson’dı.
Sabah’ın yayın yönetmeni olduğum sırada ziyarete gelmişti.
Onunla epey sohbet ettik. Doğan Satmış’la beraber.
O anlattı, biz dinledik. Gittiğinde Doğan Satmış’a, “Amma boşboğaz büyükelçi. Hayatımda böylesini görmedim. Söyledikleri ‘off the record’ olmasa herhalde büyükelçilik hayatı biterdi” dedim. Irak meselesinde hükümete ağır eleştiriler yöneltmişti çünkü.
Onlar anlatır, biz dinleriz. Arada soru sorarız veya yol açıcı yorum yaparız. Fazlası, gazeteciye “haramdır”. Sınırı aşmamak gerekir. Haber kaynağı ile aramızda bir cam duvar vardır aşmamamız gereken. Aştık mı cam kırılır, üst baş yırtılır, kesilir.
Haa, ne zaman bu iş “gazeteci-haber kaynağı” görüşmesi olmaktan çıkar?
Onu söyleyeyim.
Eğer bu görüşmeler bir “rutin” içinde yapılıyorsa. Gazeteci bilgi almaktan çok veriyor, dinlemekten çok konuşuyorsa. Asla yazamayacağı şeyleri anlatıyorsa. Bu görüşmeleri gizli tutuyor, kimseyle paylaşmıyorsa.
O zaman gazetecilik değil “haber elemanlığı” veya muhabirlik değil “muhbirlik” yapıyor demektir.
Habertürk

Edelman benim de kellemi istemişti
İbrahim KARAGÜL
ibrahimkaragul@gmail.com
7 Aralık 2010

Madem Wikileaks'in Türkiye ile ilgili bilgilerinin çoğu ABD'nin o dönem Ankara Büyükelçisi Eric Edelman kaynaklı. Madem Türkiye'nin iç siyasete, medya mensuplarının büyükelçilik çalışanlarına dönüşmesine ilişkin tartışılabilir notlar ortaya çıkıyor...

Madem ABD'nin dağıttığı iddia edilen yüklü miktarda paranın Türkiye'de kimlere gittiği sorgulanıyor.. Ve madem; Edelman'ın talimatlarına pirim vermediği için, işgal politikasını yerden yere vurduğu için, kirli savaşla ilgili şok edici gerçekleri ortaya serdiği için kelleleri istenen gazeteciler var.. O zaman bir not da bize düşüyor. Çünkü kellesi istenenlerin başında biz vardık.. Ben ve Yeni Şafak'tan birkaç kişi daha... Bugünlerde Edelman dönemini sorgulayıp yerden yere vuranlar, Vikileaks belgelerinde Türk medyasının yüz kızartıcı ilişkilerine dair bilgi sızdırılır korkusuna kapılanlar arttıkça, Edelman dönemiyle ilgili bütün detaylar daha bir önemli hale geliyor.

Gazeteciler.com'da yayınlanan Cenk Açık imzalı yazıdaki, "Edelman hangi gazetecilerin kellesini istemişti" sorusunu görünce o günler tekrar belirdi zihnimde..

İşgal bütün şiddetiyle devam ediyordu. Her gün Irak'tan akılalmaz haberler, sarsıcı bilgiler alıyorduk. Canlı tanıklar ağlayarak telefonda bilgi veriyordu. İşkenceler, tecavüzler, katliamlar, yerleşim birimlerini haritadan silmeler, cami bombardımanları ve daha bir çok şey..

Bir gün bunları yayınladık. Irak'taki o meşhur işkence ve insanlık suçlarıyla ilgili en ciddi iddiaydı ve dünyada ilk kez yayınlanıyordu. Kıyamet koptu. ABD Büyükelçiliği, Eric Edelman müthiş bir öfkeyle karşı saldırıya geçti. İddia Amerikan basınında da yankılanmıştı. Bizi arayıp bilgi istediler. Hiç birine cevap vermedik.

Edelman'dan önce medya ayağa kalktı. Köşe yazarları bize çok ağır suçlamalarda bulundu. Hurriyet gazetesi üç gün, bu iddiayı örtbas etmek için Edelman üzerinden haber yayınladı. Bir muhafazakar gazetenin yayın yönetmeni aynı günlerde Edelman'la yaptığı söyleşiyi birkaç gün yayınladı. Tam bir kamuflaj operasyonu yapılıyordu.

Yeni Şafak yönetimine müthiş baskılar yapılıyordu. Günlerce bu baskılarla mücadele ettik. Kendi gazetemizde aleyhimize yazılar yayınlanıyordu. Edelman'la görüşenler soluğu gazetede alıyor, bizzat bana sert tepkiler gösteriyordu. Biz, gazeteyi iki paralık etmiştik, ABD ile ilişkileri bozmak gibi çok büyük bir günah işlemiştik. Gazete yönetimi ve sahipleri değil yazarları bu baskıyı yapıyordu.

Şahsıma karşı acımasız bir itibarsızlaştırma, değersizleştirme, etkisizleştirme, yalnızlaştırma kampanyası yürütüldü. Bu kampanyada kimlerin ne yaptığını hiçbir zaman paylaşmadım. Yaşanan stresi kimseye söylemedim. Sadece şu sözü verdim kendime: Hiç kimseye kızma, kinlenme... Ancak bunu unutma. Sadece günü gelince hatırlat...

Hayal kırıklığı çok şiddetliydi. Susturulmamız isteniyordu. Yazılarımıza son verilmeliydi. Ve bu apaçık yapılıyor, bu yönde talepler iletiliyordu. "bu adam ABD ile ilişkilerimizi bozacak, yazılarına son verilmeli" deniliyordu.

Birileri, Edelman adına linç kampanyası yürütüyordu.

Sadece gazeteciler mi? Adı bizde saklı bazı siyasilerin bu konuda neler yaptığını biliyorduk. ABD'ye giden, etkili çevrelerle görüşen bir siyasetçi (adı bizde mahfuz) eline tutuşturulan bir mektuplar soluğu gazete binasında alıyor, kelle avcılığı yapıyordu. Bu operasyonda kimlerin ne yaptığı bilgisine elbette sahibiz.. Ama isimler üzerinden hiçbir zaman konuşmadık, konuşmayacağız...

Bütün bunlar 2005 yılında oluyordu. Vikileaks notlarının yazıldığı günlerde.

Edelman, bazı gazetecilere talimatlar yağdırıyor o gazeteciler de aynı öfkeyi bize yöneltiyordu. Nasıl olurdu da, ABD'ye, ABD ordusuna böyle şeyler yakıştırabilirdik. Sadece Türkiye'nin ABD ile ilişkilerini değil, gazetemizin ilişkilerini de riske atıyorduk. Yıllar sonra, o günlerde bizi haşlayanlardan birinin, Edelman'la ilgili bir yazıda, o haberi ilk bizim gazete verdi diye övünmesi ne ibretlik bir durumdu.

Yıllar geçti, o haber doğrulandı. Çok daha beter şeylerin olduğunu öğrendi dünya. Ama o zamanlar Edelman'ın talimatıyla terör estirenler, bu kötülükleri gizlemeye çalışanlar her şeyi unutmuş gibi yaptı ve Edelman'ın kötülüklerinden söz eder oldu.

Medya, adeta ABD Büyükelçiliği'nden yönetiliyordu. Çok az sayıda insan, savaşa, işgali ve dehşet verici gelişmelere karşı sesini yükseltiyordu. Onların da kelleleri isteniyordu. Yeni Şafak'ta kellesi istenenlerin başındaydım.. Çünkü o haber ilk kez bizde yayınlandı ve dünyayı karıştırdı.

Herkes kendi vicdanıyla hesaplaşmalı şimdi. O günlerde, haftalarda, aylarda yaşananları, yaşatılanları unutmam mümkün değil. Gazeteden istifa kararımı vermiştim. Ama bugünleri görebilenler beni korudu. O günün öfkesiyle, telaşıyla kıyameti koparanlar bugün hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Elbette bu beceri işi. Böyle yapanlar her devirde haklıdır, biliyorduk bunu. Ama yine de öyle olmamaya karar verdik.

Ne oldu? Kellelerimiz alınamadı. Bütün pislikler bizlerin dediği gibi ortaya çıktı. Herkes yalanlarıyla baş başa kaldı. Şimdi Edelman'ın palavra notlarıyla yüzleşiyor Türkiye. Bu kişiler de Edelman'ı kötüleme yarışına girdiler.

Gerçekten de, o günlerde ABD'nin yüklü miktarda para dağıttığı tartışılıyordu. Umarız bir sonraki Wikileaks belgelerinde bu isimler de sızar. Daha bitmedi. Asıl şok edici gerçeği o zaman göreceğiz.. Bizim kellelerimiz hâlâ yerinde duruyor. Başımız öne eğilmedi, eğilmeyecek de...
Yeni Şafak

HASAN BÜLENT KAHRAMAN'IN CIA AJANI DOSTLARI KİM
Ahmet Yıldız
21.10.2010
Yazar, pencereden karın yağışını izliyordu. Tıpkı doğduğu kent Kars’daki gibi iri, yavaş ama bereketle yağıyordu kar.

Kardan yollar kapandığında okula gidemediği çocukluk günlerinin sevinçli coşkusuna kapıldı bir an.

“Aptallaşma Hasan Bülent!" dedi, içinden. Saçsız başı soğuğu duyumsadı sanki. “Kars nire, Princeton nire? Sen şimdi tezek kokularından kalkmışsın, Dünya imparatorluğunun en şirin eyaletinde üçüncü büyük üniversitesinin en önemli adamının evindesin!”

Evin kadını, dudaklarında yapmacık bir gülümseyiş, elindeki fincanda müthiş bir kahve kokusuyla mutfağın kapısında belirdi.

Yazar, çok önemli bir iş yapıyormuş gibi sehpanın üzerindeki bilgisayarın tuşlarına dokundu. Sabah Gazetesi’nde 5.12.2007 tarihinde “Amerika’ya Kar Yağıyor” başlığıyla yayınlanacak olan yazısının ilk tümcelerini yazdı:

“Şimdi bu satırları yazdığım bin yıllık dostum Robert Finn’in evinin yer katındaki güzel odasından bakınca karşımdaki bahçeyi tepeden tırnağa örtmüş karı görüyorum!”

Hasan Bülent, 13.7.2003 tarihinde Radikal gazetesindeki köşesinde de Robert Finn’in konukseverliğini anlatmış, hatta Tomris Uyar’la ilk onun evinde tanıştığını yazmıştı!

(Boşuna aramayın, bu yazılar internetten çoktan silinmiş!)

*

Peki kimdir bu Robert Finn?

Değerli araştırmacı yazar Mustafa Yıldırım’ın –bazı yazarlarımızın ilişkilerine, dolaysıyla edebiyatımızın haline de ışık tutan– son kitabı Ortağın Çocukları’nda yazılanlara göre, CIA’nın çok önemli adamlarından biri!

Sıkı durun! Armağan’ın belgelerine göre “Dostumuz!” Finn, CIA’nın verdiği “Tehlike derecesi yüksek yerlerdeki çalışmaları” karşılığında 1988’de “CIA Kahramanlık Ödülü”, 1992’de “İstisnai İstihbarat Toplayıcı Ödülü” almış bir casus!

Hele HUMINT diye bir ödülü daha var ki tek başına Robert Finn’in CIA için ne kadar önemli bir kişi olduğunun kanıtıdır. CIA bu ödülü her yıl istihbarata en çok katkısı olan bir kişiye veriyormuş!

*

Robert Patrick John Finn, görünürde bir edebiyat profesörü.

Saint John Üniversitesi’ni bitirmiş.

1967’de Türkiye’ye gelen “Barış gönüllüleri!”nden.

Tokat’ın Turhal Lisesi’nde bir yıl İngilizce öğretmenliği yaptığında 22 yaşındaydı.

Ertesi yıl CIA’ya yüksek düzeyde istihbaratçı eleman yetiştiren Princeton Üniversitesi, Yakındoğu Çalışmaları Bölümü’ne (NES) geçti.

1742’de kurulan Princeton Üniversitesi’nde CIA’nın Mkultura programında yer aldı. Amerikan etkisindeki ülkelerde 30 üniversitede yanıltıcı, masum bilimsel çalışmalar altında çalıştılar. Proje hem edebiyat incelemeleri yapıyor, antropoloji çalışıyor, hem sorgu-işkence tekniklerini deniyor/geliştiriyordu!

“Dostumuz!” yalnızca edebiyatçı bir yumuşakça değil “Kemikkıran/taşakburan!” bir istihbaratçıydı!

*

Hasan Bülent Kahraman’ın içindeki Amerikan sevgisini dile getiren türkü dizesi tadındaki “Amerika’ya Kar Yağıyor!” başlıklı yazısını yazarken yudumladığı kahveyi getiren kadın ise daha zehir bir istihbaratçıydı!

Robert Finn’in İstanbul’da Türkiyat Enstitüsü’nde Türk edebiyatını “inceleyip!” döndüğü 1978 yılında Helena Kane de Princeton’a girmişti. Finn, Dışişleri İstihbarat ve Araştırma Bürosu’na girdiği yıl Helena Kane ile evlendi.

Çifit 1978 sonuna doğru İstanbul’a gönderildi. Robert Finn, İstanbul’a “Konsolos Yardımcısı!” olarak, Helena Kane Finn de Boğaziçi Üniversitesi’ne okutman olarak girdi. Daha sonra ABD Büyükelçiliği'nin “Kültür İşleri Sorumlusu!” oldu!

Helena Kane Finn, CIA içinde, kültürel faaliyetlerin istihbarat ve dönüşüm için önemine inanan “Ortodoks CIA’cı”lığıyla tanınıyor!

Bir de teknoloji kullanarak gizli dinlemelerin sağladığı bilgiye karşı birebir ilişkilerle toplanmış bilginin tadına inanmasıyla!

Karşılaştırmalı edebiyat ise uzmanlık alanı! (Ben de tüm üniversitelerimizde “çok kültürlülük” adına pıtrak gibi biten bu bölümden oldum olası huylanmış, bir türlü sevememiştim!)

(Burada, CIA’nın kültürel alana ilgi duyması ve edebiyat dünyasını kullanmaktaki ustalaşmasının öyküsünün anlatıldığı, F. Stonor Saunders’in CIA belgeleriyle yazdığı Ülker İnce’nin mükemmel Türkçesiyle yayınlanmış, “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı” adlı kitabı anımsatmakta yarar var!)

*

Finn çiftinin kadim dostları arasında ise Tomris Uyar, Nazlı Eray, Adalet Ağaoğlu, Orhan Pamuk, ''crazy Buket'' yani Buket Uzuner var!

*

Finn’lerin maceralarının devamı daha heyecanlı. Dileyen Mustafa Yıldırım’ın “Ortağın Çocukları - Anglo-Amerikan Sivil paşalar Darbesi” adlı değerli kitabı polisiye niyetine de okuyabilir.

Biz “Kahraman”ımıza dönelim!

*

Attila İlhan, ölmeden birkaç yıl önce, “Attilâ İlhan'a Edebiyat Dünyasından Mektuplar” adıyla, sanki bir zamanlar yanında olup, ondan yararlanıp sonra ihanet edenlerden sağlığında intikam almak istercesine yayınladığı mektuplarda, Hasan Bülent “Kahraman” şunları yazmıştı:

''Ankara yokluğunuzla bir kez daha üşüyeceği bir kışa hazırlanıyor. (02.12.1981)''

''Gelip yüzünüzü göremiyeceğim. Zaman zaman telefon edip sesinizi duymama sanırım -tabii rahatsız ettiğimin bilincindeyim- izin verirseniz... Eşinize sonsuz saygılarımı sunarım, sizin ellerinizden öperim, aziz ve büyük ağabeyim. (tarihsiz)''

*

Yalnızca bu mektuplarıyla bile türünün dışında ilgiyi hak eden Hasan Bülent Kahraman’ın “Bin yıllık dost!”u Robert Finn ile Helena Kane Finn’e mektup yazıp yazmadığını ya da neler konuştuğunu merak etmemek elde değil!

*

Bu adamları tanımamız gerekiyor!

Türk edebiyatının niçin kütleştiğini, niçin kendi kuyruğunu kovalar halde aptallaştığını anlamamız için bu şart!

*

Ekşi Sözlük’te Kahraman’ın daha 1. maddesinde hepsini gönülden sevdiğim ve hep inandığım zeki gençlerimiz: “insanın temelde okunmak isteği ile yazdığı düşünülürse ve hasan bülent kahramanı okumaya da neredeyse kimsenin sabredemediği göz önünde bulundurulursa…” diye yazmış!

*

“Kahraman”ımızın, Cumhuriyet’in inşasıyla adı birlikte anılan Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık dergisinin neredeyse başyazarı olduğunu –acı ama– anımsatmamızda yarar var!
Odatv.com

Robert Kolej'in casus hocası!
Cüneyt ÖZDEMİR
18 Kasım 2010

Boyd ilginç bir adam. Türkçe dahil 6 dil biliyor. Tam 35 yıl Robert Kolej'de çalışıyor.

Vietnam’da, uzun zamandır masamın üzerinde bekleyen ‘Teşkilatın Adamları’ kitabını okuma fırsatı buldum. Belma Akçura’nın diğer kitaplarıyla karşılaştırdığımızda ‘aceleye gelmiş’ diyebiliriz. Hanefi Avcı’nın sözlerinde yeni bir şey yok, isimsiz askerin anlattıkları da ‘eh işte’ dedirtiyor.
Benim ilgimi asıl çeken Mehmet Eymür’ün Doğu Perinçek ve İşçi Partisi hakkındaki ağır ithamları oldu. Mehmet Eymür’ün anlattıkları çok ilginç.
Aralarındaki kavganın 1972 yılında başladığını söylüyor. Ardından da şapka uçurtan bir ajanlık öyküsü anlatıyor. 1940’larda Sovyetler’deki Troçki-Stalin kavgasında, Troçki yurtdışına kaçınca ABD ve İngiltere gizli teşkilatlarının ‘Troçki’yi Destekleme Komitesi’ adında bir vakıf kurduğunu, bunun da sekreterinin Profesör Charles (Hilary Sumner) Boyd’un olduğunu söylüyor.
Boyd ilginç bir adam. Türkçe dahil 6 dil biliyor. Tam 35 yıl, yani 1976 yılında ölene kadar İstanbul’daki Robert Kolej’de temel bilimler profesörü olarak yer alıyor. Eymür kitaptaki söyleşisinde, 1970’lerin başında Doğu Perinçek’in başında olduğu Türkiye İhtilalci Köylü Partisi adındaki illegal partinin Şafak adlı dergiyi çıkartıp dağıtmaktan dolayı arandığını ve Boyd’un evinde, Robert Kolej’in içindeki lojmanında ele geçirildiğini söylüyor. Mehmet Eymür bu iddiayı ortaya atarken kendinden oldukça emin. “Ben de oradaydım” diyor. Sonrasındaki sözleri ise Doğu Perinçek’i gerçekten yerinden hoplatacak cinsten! “CIA düşmanı, ulusalcı, Kemalist Aydınlıkçılar, İngiliz Ajan Boyd’un evinde karargâh kurmuştu!” Üstelik Mehmet Eymür kitapta bunun artık belgeleriyle de ispat edildiğini söylüyor. “Belgeler nerede?” sorusuna net bir cevap yok. Milliyet arşivleri ve İngiliz belgeleri diye geveliyor. Bu bile tam bir bomba! Ben duyduğumda çok şaşırdım, Eymür-Perinçek kavgasının tarihini bilmek adına ilginç ve kuşkusuz tartışılacak bir iddia! Benim bu kavganın herhangi bir tarafı olmaya hiç niyetim yok.

Açıklama zamanı
Ancak merak ettiğim başka bir konu var. Robert Kolej yöneticilerine buradan basit bir soru sormak istiyorum. Okulunuzda 35 yıl boyunca çocuklara eğitim veren Profesör Boyd, İngiliz ajanı mıydı? Sanırım bunlar ortaya döküldüğüne göre bir açıklama yapmanın zamanı da geldi.
Radikal

Fehmi Koru: İlk kez ana akım medyadan biri, ‘komplocu’ tehlikesine aldırmadan, ‘stratejik planlama’yı yazdı
15 Ekim 2017



"Ben gerçeği aramanın peşindeyim"

Fehmi Koru*

Yıllar önce, Türkiye ABD’de fazlasıyla gündemdeyken, bir panelde konuşmak üzere Washington’a davet edilmiştim. Panelistlerden biri de şimdi Hürriyet’in İngilizce gazetesini yöneten Murat Yetkin’di. Günlerimiz beraber geçerken bir ara ortadan kayboldu Murat; ertesi gün yeniden ortaya çıktığında ABD başkentinde üst düzey memurlara tahsis edilmiş bir sitede oturan Ruzi Nazar’la görüştüğünü öğrendim.

TIKLAYIN: Murat Yetkin: Stratejik planlama diye bir şey gerçekten var: http://t24.com.tr/haber/murat-yetkin-stratejik-planlama-diye-bir-sey-gercekten-var,465007

İmrenmiştim.

Ruzi Nazar diye bir casus

Ruzi Nazar.. Ankara’nın esrarengiz konuğu..

Ruzi NazarSoğuk Savaş Ankara’sının en önemli figürlerinden biriydi. Özbek asıllı bir ABD vatandaşı ve CIA’nin Ankara istasyon şefiydi. 27 Mayıs (1960) darbesi ‘Made in USA’ damgalıysa, üzerindeki parmak izi ona aitti.

Nazar 1959-1975 arasındaki yılları görevli olarak Türkiye’de geçirdi.

Alparslan Türkeş’in çok yakın arkadaşıydı.

[Darbeci kadrodan Cemal Madanoğlu tehlikeli gördüğü Türkeş’i kurşuna dizdirme çabasına girdiğinde darbenin lideri Cemal Gürsel’e gidip bunu önleyenin de Ruzi Bey olduğu söylenir].

Geçenlerde FETÖ kapsamında tutuklanan, bir ara MİT’te de çalışmış, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’ne açılımında Turgut Özal’a danışmanlık da yapmış Enver Altaylı’nın (o da Özbek asıllıdır) manevi babası sayılırdı.

Altaylı’nın ‘CIA’nin Türk Casusu: Ruzi Nazar’ adıyla bir kitabı da var.

[Gazeteci İrfan Ülkü de, yıllar önce, ‘Büyük Oyundaki Türk: Enver Altaylı’ kitabında Nazar-Altaylı ilişkisine yer vermişti.]

Ben Afleck’in ‘Argo’ filminde anlattığı İslam Devrimi sırasında 6 CIA ajanının Tahran’dan kaçırılmasını organize eden kişi de, o sırada İran’da bulunan Ruzi Nazar’dan başkası değildir.

Murat Yetkin Washington’daki o görüşmeden şu anekdotu aktarmıştı bana:

“CIA’de görevliyken, özellikle de Türkiye’de yaşarken tanık olduklarınızı yazmayı veya yazar kızınızın yazmasını sağlamayı düşünmez misiniz?” diye sorduğunda, Ruzi Bey, “Henüz erken, belki ileride” cevabını vermiş…

O sırada 90’lı yaşlarını yaşamaktaydı Ruzi Nazar…

Başarılı bir filme de uyarlanan ‘A Beautiful Mind’ (Türkiye’de ‘Akıl Oyunları’ adıyla gösterildi) kitabının yazarı Sylvia Nasr yabancımız değildi; Ruzi Bey’in kızıydı. Zülfiye olan adını Sylvia’ya çevirmiş, Nazar soyadını da Nasr yapmıştı yazarlık hayatına başladığında.

Görüşmesinin ayrıntılarını yazacağı zamanı merakla bekliyordum Murat Yetkin’in; Ayşe Arman’a verdiği mülâkattan ‘Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı’ adıyla çıkan eserinde bunu yaptığını öğrendim.

Sevindim.

Bir şeye daha sevindim: İlk kez ana akım medyada yer alan biri, Murat Yetkin, ‘komplocu’ithamı tehlikesine aldırmadan, gözlerimiz önünde cereyan eden nice olayın arka-planında ‘stratejik planlama’ da denilebilecek bir kurgu bulunduğunu yazabilmiş.

Dediği şu:

“Biz içinden çıkamadığımız bazı şeyleri, ‘komplo teorisi!’ deyip ciddiye almıyoruz. Halbuki zaman geçip belgeler ve itirafçılar ortaya çıktıkça, anılar yazıldıkça, çıplak gerçek de ortaya çıkıyor.”

Şu cümle de aynı mülakattan:

“Ben gerçeği aramanın peşindeyim. Hiçbir şeyi, komplo teorisi diye reddetmem!”

“Benim adım Bond, James Bond, o olay sırasında İstanbul’daydım”

MI6’ten Ian Fleming.. 6-7 Eylül’de (1955) İstanbul’daydı..

Kitapta yer verildiği anlaşılan tiplerden biri de Ian Fleming…

Geçen akşam Digitürk kanallarından birinde karşıma ilk James Bond filmi ‘From Russia With Love’ (Rusya’dan Sevgilerle) çıkmasın mı?

Film Fleming’in 1957’de çıkan aynı adlı romanından 1963 yılında filme çekilmişti. ‘007’ kodlu İngiliz casusu James Bond rolünü genç ve yakışıklı Sean Connery üstlenmişti.

Adında ‘Rusya’ bulunsa da film neredeyse bütünüyle İstanbul’da geçmekteydi.

Ian Fleming’in kendisi de ölümüne kadar (1964) İngiliz istihbarat örgütünde (MI6) çalışmış bir casustu.

Romanını siyasi tarihimizin en karanlık olaylarından birini içinde yaşadıktan sonra kaleme aldığı biliniyor.

‘Karanlık olay’ diye andığım 6-7 Eylül (1955) olayıdır. Fleming ‘İnterpol görevlisi’ kimliğiyle bir toplantıya katılmak üzere İstanbul’a gelmiş, toplantıda beş dakika bile kalmamıştır.

İngiliz casus, İstanbul’a, olayların ateşleyicisi olduğu bilinen Atatürk’ün evinin bombalandığı iddiasına mekan teşkil etmiş Selanik’ten gelmişti.

Dahası, olayı dünyaya duyuran da oydu. Dünya 6-7 Eylül’de yaşananları ‘Sunday Times’ gazetesinde çıkan “İstanbul’da büyük ayaklanma” başlıklı ayrıntılı haberden öğrendi.

Haberi kaleme alan Ian Fleming’di.

‘Rusya’dan Sevgilerle’ Sovyetler’in İstanbul’daki istihbarat biriminde çalışan bir genç kadın aracılığıyla şifre kırma makinası çalma hikâyesidir; Bond ‘SPECTRE’ adlı gizli örgütle baş etmeye çalışır, bunun için bir Türk (Kerim Bey) ve bol miktarda Roman’ın desteğini alır.

Murat Yetkin’in ‘Entrikalar’ kitabında Fleming’in Türkiye’de yaptıkları da anlatılıyormuş…

James Bond karakteri tam 23 filme konu oldu. Bond’u canlandıran artistler değişti, Bond’un kendisi zamana uydu, ama filmlerde İngiliz istihbaratı hep başarılı operasyonlar sergiledi.

İngiltere Musevi Cemaati’nin yayın organı Forward dergisinde çıkan bir yazıdan, Ian Fleming’in ‘anti-Semitik’ bir kimliğe sahip olduğunu okumuştum; yazar “James Bond romanlarında yer alan Musevi tipler hep kötücüldür” tespitinde bulunuyordu. Bereket, Hollywood, romanları mahir bir senarist eliyle perdeye aktarırken tiplerle de oynamış…

Henüz okumadım, ama tavsiye ediyorum

Yazılarına Hürriyet’in internet sitesinin yer verdiği Murat Yetkin kitabında Ruzi Nazar ve Ian Fleming dışında başka karakterlere de yer veriyormuş. Hepimizin bildiği 10 olayın pek az kişinin bildiği yönleri ayrıntılarıyla ‘Entrikalar’ kitabına aktarılmış.

Arkasının da geleceği anlaşılıyor.

İlk işim kitabı edinip okumak olacak.

*Bu yazı ilk kez fehmikoru.com'da yayımlanmıştır.
T24

Başbakanlık Koridorlarında Bir "CIA Ajanı"
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
18.08.2010


Ergenekon duruşmaları, sadece hukuk tarihine geçecek rezaletler, insanlık dramları ve içinde kin taşıyan bir siyasi iktidarın topluma ve adalete nasıl büyük kötülükler yapabileceğine ilişkin dersleri barındırmıyor.

Ergenekon davaları, bütün bu kirliliğin, yozlaşmanın, devlet olmaktan ve insan olmaktan çıkışın ortasında önemli bilgileri, olayları ve ilişkileri de gün ışığına çıkarıyor.

Genelllikle canı yakılmış sanıkların haklı bir isyan sonucu verdikleri bilgiler oluyor bunlar ve çoğu basında yer bile almıyor. Çünkü Ergenekon davaları, neyi ne kadar ortaya çıkaracağı; kimin ne kadar deşifre edileceğinin önceden belirlendiği bir proje...

Bu büyük enformasyon kirliliği içinde bir önemli haber daha kaynadı.

Yeniçağ gazetesinin Ergenekon duruşmalarını izleyen muhabiri Salim Yavaşoğlu, eski Jandarma İstihbarat Daire Başkanı, tutuklu sanık Emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'ün sorgusunu diğer gazetelerde yer almayan bir ayrıntıyla haberleştirdi.

Levent Ersöz'ün sorgusuyla devam eden son duruşmada, ortaya atılan kimi darbe planlarının CIA tarafından servis edildiği iddiası gündeme gelmişti.

Konu, üye hakim Sedat Sami Haşiloğlu'nun Levent Ersöz'e

“Jandarma İstihbarat Başkanı olduğunuz dönemde darbe planlarını size getiren Faruk Demir’in CIA ajanı olduğunu belirlemişsiniz. Hakkında ne gibi işlem yaptınız?”

şeklindeki sorusuyla gündeme geldi.

Yeniçağ'ın ve oradan alıntı yapan Açık İstihbarat''ın haberinde de okuduğunuz gibi Ersöz, Faruk Demir'in CIA ajanı olduğunun kendisinin emekliliğinden sonra kanıtlandığını belirterek

"Benim dönemimde ortaya çıksaydı gereğini yapardım"

dedi.

Demir'in CIA görevlisi olduğunun ne zaman ortaya çıktığı, kendisiyle kimlerin işbirliği içinde olduğu, CIA ajanı sıfatıyla devletin hangi faaliyetlerine sızdığı ve hangi faaliyetleri yönlendirdiğini ortaya çıkarmak artık o soruyu soran Sedat Sami Haşiloğlu'nun ve mahkeme heyetinin görevi.

Bakalım, Ergenekon davaları devlet içindeki CIA görevlileri konusunda nereye kadar gidebilecek?

Yoksa bu bilgi de "Ergenekon'un meczupları" konumunu üstlenmiş olan Kuvva-i Milliye derneğinin hâmisinin Tayyip Erdoğan'ın bacanağı çıkması gerçeğinin kapatılması gibi unutturulacak mı?

Konumuz Faruk Demir...

Kendisini 1997 yılında ANKA Ajansı'nın Başbakanlık muhabiriyken tanıdım. ANAP-DSP-DTP koalisyonu işbaşındaydı.

28 Şubat'ın "kudretli generalleri" bu zayıf hükümetin her yaptığından haberdar olmak istiyorlar, 28 Şubat kararları çerçevesinde hergün hükümetten mantıklı mantıksız bir dizi istekte bulunuyorlardı.

Başbakanlık Takip Kurulu da esasen "kamuda irticacı avlamaktan" ziyade bu ihtiyaç için kuruldu.

Askerler, sadece yazışma ve bilgi alma yoluyla değil bizzat Başbakanlığın içinde olmak, yapılan ve yapılmayan işleri bizzat denetlemek istiyorlardı.

Tabii bu duruma, askeri vesayetle işbaşına gelmiş tabansız bir hükümetin karşı koyması beklenemezdi. Askerler ne istese yapılıyordu ama gerek Mesut Yılmaz'ın, gerek Bülent Ecevit'in bu durumu tam olarak içlerine sindirdiklerini söylemek haksızlık olur. "Sivil" insanlar olarak belli bir ölçüde rahatsızlık duydukları ama bir şey yapamadıklarını söylemek en insaflı yorum olur.

Mesut Yılmaz'ın Gürcistan'a giderken uçakta gazetecilere askerlerin hükümet üzerindeki baskısını ima edip, isim telaffuz etmekten çekindiği için ( Başbakan'ın uçağının içi o dönemde de dinleniyor olabilir) elleriyle omuzlarını işaret ederek "rütbeliler" demeye çalıştığını, bu acıklı hareketin de uçakta bulunan Mehmet Ali Birand tarafından haber yapıldığını hatırlayanlar çıkacaktır. Mesut Bey, bu yüzden Birant'a uzun süre dargın kalmıştı...

Faruk Demir olayına dönecek olursak..

İşte askerlerin hükümeti bu kadar pervasızca denetlemek ve yönlendirmek istediği bir ortamda Başbakanlık koridorlarında aniden kısa boylu, tıknaz, genç, espritüel, ve oldukça konuşkan bir adam peydah oldu.

Siyaset ve bürokrasi ile ilgili her konuda bir görüşü vardı.

Enteresan olan, Müsteşar Yaşar Yazıcıoğlu'nun makam odası başta olmak üzere istediği yere rahatça girip çıkabilmesi, üst düzey bürokratlara "sen" diye hitap etmesi ve gerektiğinde dikte edici üslûplar kullanabilmesiydi.

Başbakanlık koridorlarında daha önce rastlamadık bir tür olan bu insan modelinin "görevinin ne olduğu"sorulduğunda, personelden sorumlu bürokratlar bile

"Genelkurmay'a yakın bir arkadaş olduğu söyleniyor"

demekten öteye gitmiyorlardı.

Faruk Demir'in çok konuşma özelliği, vurguladığı ilişkilere ihtiyatlı yaklaşmayı gerektirir ama kendi gözlemlerime dayanarak Genelkurmay ile oldukça yakın bir ilişki içinde olduğunu söyleyebilirim. Bazı üst düzey askerlerle de oldukça senli-benli ilişkiler içindeydi.

Özellikle Genelkurmay'ın çıkmasını istediği bir yasa, tüzük veya yönetmeliğin istenilen sürede ve istenilen içerikte hazırlanıp hazırlanmadığını sıkı takip ederdi. Başbakanlığın en kozmik birimlerinden birisi olan Kanunlar ve Kararlar Dairesi'ne girip çıkmak Faruk Demir için kantinde çay içmek gibi bir şeydi..

Bir keresinde, Müsteşar Yazıcıoğlu'na Kanunlar ve Kararlar Dairesi'nden evrak götüren genç bir kavası koridorda durdurup elindeki dosyaya baktığını bugün gibi hatırlıyorum.

Faruk Demir'in mesai saatleri dışında kullandığı mekânlar, Ankara'nın en üst düzey siyasetçi, bürokrat, asker, istihbaratçı ve gazetecilerinin mesken tuttuğu lüks lokanta ve cafelerdi. Papermoon yanlış hatırlamıyorsam o dönem henüz yoktu. Yukarıda anılan zevatın uğrak yerleri arasında "Ivy" adlı bir cafe ile, yanındaki şimdi adını hatırlayamadığım lüks balıkçı lokantası vardı.

İlginçtir, Ankara aristokrasisinin bir başka gözde mekânı da o dönem Turkish Daily News gazetesinin imtiyaz sahibi İlnur Çevik tarafından işletilen Daily News Cafe idi.

Bu mekânın özelliği hem 28 Şubat'ın etrafındaki gazeteci siyasetçi ve bürokratlar, hem de İlnur Çevik'in yakın arkadaşı, o dönemin güya "mağduru" Fehmi Koru tarafından ortak kullanılıyor olmasıydı.

İki tarafın buluşup temas kurduğu yer burasıydı.

Daily News Cafe'nin müdavimleri arasına, fakir bir köşe yazarıyken sonradan birileri tarafından "keşfedilip" maddi ve sosyal durumu düzeltilen Ömer Çelik, ardından da Mustafa Karaalioğlu eklendi.

Burada yapılan konuşmalar Tayyip Erdoğan'a Ömer Çelik tarafından, Necmettin Erbakan'a da Mustafa Karaalioğlu tarafından günü gününe iletilmekteydi.

Tabii Daily News Cafe'nin en sadık müdavimleri arasında Amerikan Büyükelçiliği'nin Türk siyaseti ile yakından ilgilenen yetkililerinin bulunduğunu da unutmuyoruz...

Faruk Demir konusunun dağıldığını düşünmemenizi rica ederek şu önemli ayrıntıyı da eklemek istiyorum:

Son derece şen şakrak bir adam olan İlnur Çevik, 28 Şubat'la ilgili gelişmeleri her nedense pek keyifle izliyordu.

Kendisine "irticacı" damgası vurulamayacağı için pek rahattı ve bu rahatlıkla Fehmi Koru gibi sözümona "mağdur İslamcı aydınlara" hamilik yapıyordu. 28 Şubat'çılarla "mağdur islamcıların" Cafe'sinde buluşup konuşmalarından oldukça memnun bir hali vardı.

İlnur Çevik'in o dönem asıl ilgi alanını, kimsenin üzerinde durmadığı Kuzey Irak oluşturmaktaydı.

Burada bir radyo istasyonu kurmuştu. Yılın neredeyse yarısını orada geçiriyor, Türk girişimcilere "Burada gelecek var, gelin bigane kalmayın" çağrıları yapıp duruyordu. (Senenin 1997 olduğunu ve Irak'ın işgalini kimsenin rüyasında bile görmediğini hatırlatalım...)

Daily News Cafe'nin "seçkin" müdavimleri arasında Kuzey Irak'la yakından ilgilenen bir diğer kişinin de Faruk Demir olduğunu belirtelim...

Demir'in Başbakanlık'taki evrak takibinden sonra en ilgi duyduğu alan Kuzey Irak'tı.

Kendisinin, Kürtçe'nin bütün lehçelerini mükemmel anlayıp konuşabilen bir "abimiz" olduğunu da bilmeyenlere duyuralım...

Zaza asıllıydı...

Bu yüzden kendisine, biraz da attığı üst düzey havalardan dolayı "Allah'ın Zazası" derdim...

Bu "Allah'ın Zazası" bir gün,

"Sana çok önemli bir şey söyleyeceğim. Suriye'den yakında çok değerli bir paket alacağız. Ve bu paket, Türkiye'nin gelecek 20 yılını şekillendirecek"

dedi...

Bir gazetecinin yarım yamalak bilgi verip arkasını getirmeyen bütün haber kaynaklarına kızdığı gibi kızdım ve

"Be hey Allah'ın Zaza'sı! söyledin bir şey, bari azıcık ucunu aç. Ne demek istedin şimdi sen, bari biraz da bilgi ver"

dedim ama bütün ısrarlarıma rağmen "Bu kadar söylerim" deyip sustu.

Bu istihbaratı kime soracak, nasıl doğrulatacak ve detayları kimden alacaktım? Tabi hiç bir şey yazamadım, olay orada kaldı.

Faruk Demir'i her gördüğümde

"Konuştu Bal Kabağı diye haber yazıp o 'bal kabağının' altına da senin fotoğrafını koyacağım, haberin olsun"

diye taciz edip durdum.

Her zamanki gevrek gülüşüyle kahkalar atarak Başbakanlık koridorlarında kaybolup gitti.

Faruk Demir bu "ham bilgiyi" bir gazeteci ile paylaştığında sene 1998'di. Yaklaşık 1,5 yıl sonra Abdullah Öcalan'ın "şartlı" bir paket halinde Türkiye'ye teslim edildiğini biliyorsunuz...

Faruk Demir'in Başbakanlık'taki tuhaf mesaisi, DSP azınlık hükümetinin başlarına kadar sürdü. Yaşar Yazıcıoğlu döneminde, baktılar ayak altında bu kadar dolaşması dikkat çekiyor ve rahatsızlık yaratıyor; hiç bir resmi sıfatı olmayan bu "görevliye" bir ara oda bile tahsis ettiler.

Hem de nerede bilin?

Kozmik Oda'nın hemen dibinde!

Hani şu Mesut Yılmaz'a Türkank'ın satışı konusunda gelen istihbarat notunun kaybolup gittiği Kozmik Oda'nın dibinde...

Ahmet Şağar'ın müsteşarlığı döneminde ya Hüsamettin Özkan'ın "askerlerle doğrudan ilişkiden sorumlu Bakan" vazifesini üstlenmesi, ya da görevin ifâ edilmiş olmasından dolayı "Allah'ın Zazası" Başbakanlık'tan çekildi.

Kısa bir ortadan kayboluştan sonra "NTV'nin strateji danışmanı" sıfatıyla karşımıza çıkıp televizyon yorumları yapmaya başladı.

O dönem Mehmet Emin Karamehmet'in "sağ kolu" olarak anılan ve gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin önemli aktörleriyle samimiyet kurma becerisine sahip olan gazeteci Nuray Başaran'la da arası oldukça iyiydi. Ergenekon ek delillerine göre ikisi birlikte Levent Ersöz'ü de ziyaret etmekteymişler...

Ersöz'ün "Faruk Demir'in CIA ajanı olduğundan" (kendisinin iddiasıdır) ne zaman şüphelenmeye başladığını ve kendisiyle ne düzeyde bir ilişki içinde olduğunu bilmiyoruz.

At izi it izine karışmış vaziyette çünkü....

Bildiğimiz, devletin en üst düzey istihbarat yetkililerinden biri (Levent Ersöz) tarafından "CIA ajanı" olarak saptanan bir şahsın, Başbakanlığın en kozmik odalarına elini kolunu sallayarak girebildiği ve Genelkurmay'ın en üst düzey yetkilileriyle ahbap-çavuş ilişkiler kurabildiği..

Faruk Demir, o dönem çok üst düzey bir generalin kendisine "kızını vermeye çalıştığını" bile anlatıp gülüyordu; ne kadar doğru olduğunu bilmiyoruz.

Şimdi, "Faruk Demir'in CIA ajanı olduğu" iddiası çerçevesinde sorulması gereken sorular, kurulması gereken mantıklar var:

Faruk Demir eğer CIA ajanıysa;

(Açık İstihbarat : Faruk Demir'in "ajan" olmaktan çok CIA-MİT Genelkurmay arasında bir "istihbarat kavası" olma ihtimali daha yüksek bir ihtimal olarak değerlendirilmelidir. Eskimoların buz üzerine yüzlerce kelimesi olduğu gibi ajan kaynayan bir memleketin de "ajanlık"üzerine yüzlerce kelime üretmesi gerekiyor)

28 Şubat'ın gerçek mimarı CIA ise;

28 Şubat, AKP'yi iktidara getirmiş olan süreç ise...

Böyle bir "sanal darbenin" yarattığı "ters efektle" iktidara gelmiş olan AKP, bugün CIA tarafından arzulandığı gayet belli olan bir anayasa değişikliği yapmaya kalkışıyor ve bunun adına da "darbelerle mücadele"diyorsa...

Siz kimi, hangi suçtan yargılıyor;

"Ergenekon" adını koyduğunuz Gladyo'yu nerelerde arıyorsunuz Sayın hakim ve savcılar?

Elde Var 1 Mr. Smith; Sıra Mrs. Smith'lerde
Açık İstihbarat
17.08.2010

(Açık İstihbarat : Sorun Faruk Demir'in CIA ajanı olduğu iddiasının ortaya atıldığı noktada değil, Faruk Demir'i 28 Şubat süreci dahil bir çok kritik noktada değerlendirenlerin de "CIA ile işbirliği" yapmak suçlaması ile karşı karşıya kaldıkları noktada başlayacak.

Bu arada bu kadar vatan haininin itibarlı adam muamelesi gördüğü bir ortamda kafası karışmış olabileceklere hatırlatalım ; CIA ajanı olmak da , CIA ile işbirliği yapmak da ciddi suçtur. Duydunuz mu güzeller? )


*********************************************************
Yeniçağ'dan Salim Yavaşoğlu'nun Haberi

Silivri Ceza ve İnfaz Kurumları Yerleşkesinde görülen birleşik Ümraniye davasında ortaya atılan sözde darbe planlarının, çeşitli kurumlara CIA tarafından servis edildiği iddia edildi.

İkinci Ümraniye davasının 72. duruşması ilginç diyaloglara sahne oldu. Davanın tutuklu sanık Emekli Tuğgeneral Levent Ersöz, Üye Hakim Sedat Sami Haşıloğlu’nun,

“Jandarma İstihbarat Başkanı olduğunuz dönemde darbe planlarını size getiren Faruk Demir’in CIA ajanı olduğunu belirlemişsiniz. Hakkında ne gibi işlem yaptınız?”

şeklindeki sorusuna,

“Faruk Demir’in CIA ajanı olduğu, ben emekli olduktan sonra ilişkileri değerlendirilerek belirlendi. Ben görevde olduğum zaman ortaya çıksaydı, gereğini yapardım”

cevabını verdi.

TSK’yı şikayet etmişler

Çapraz sorguda Üye Hakim Hasan Hüseyin Özese’nin, Faruk Demir’in ilişkileri ile ilgili bir sorusu üzerine Ersöz,

“Gazeteci Nuray Başaran kanalıyla Emniyet, MİT ve Genelkurmay Başkanlığı ile bağlantıları vardı”

dedi. Bu kez araya giren Cumhuriyet Savcısı Nihat Taşkın da,

“Bu belgeler nereye verilmiş? Faruk Demir, belgeleri misyondan mı, dernekten mi almış?” sorusunu yöneltti. Levent Ersöz de “Yabancı misyon şefliğinden aldığını, buranın da Amerikan Büyükelçiliği olduğunu söyledi. TSK, Amerikan Büyükelçiliği’ne şikayet edilmiştir” şeklinde konuştu.

İfadesi alınamadı

Ersöz, darbe planlarıyla ilgili şunları söyledi: “Nuray Başaran tarafından tanıştırılan Faruk Demir, temmuz ayı içerisinde 4 sayfalık power point sunu fotokopileri getirdi ve bunların bizim tarafımızdan hazırlandığı söylentileri olduğunu söyledi.

Nereden ele geçirdiğini sorduğumda da, HAKDER isimli derneğin genel sekreterliğince yabancı bir misyon şefliğine gönderilerek TSK’nın şikayet edildiğini, kendisine de öyle ulaştığını ifade etti. Ben bu sayfaları komuta katına arz ettim. Sorgumda belirtmeme rağmen bu şahsın ifadesinin niçin alınmadığını takdirlerinize sunuyorum. Emekli Tuğgeneral Ali Esener tanıktır. Her ikisinin de tanık olarak dinlenmesini istiyorum.”

Asılları yoksa yargılama olmaz

İkinci Ümraniye davasının 74.duruşması dün yapıldı. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesince Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi’nde oluşturulan salonda görülen davada savunmasını yapan Levent Ersöz’ün avukatı Ali Rıza Dizdar, 2. iddianamenin ek delil klasörlerini tek tek inceleyerek değerlendirdi.

Dizdar, “İddianame dediğimiz zaman iddia, iddia gibi olacak. Bir şeyi düşünmeyi, silahlı bir eylem olarak mı algılıyorsunuz? Biz ottan bir toplum yaratmadık ki. Herkes konuşacak. 116’ncı dosyada kafam çok karıştı. Size hiç kimse baskı yapamaz. Ben bunu bilirim, düşünürüm. Ama bu dosyayı okuyunca kafam karıştı. Hakimler taraf olamaz mı? Olurlar ama hukukun tarafında olurlar. Taraf olurken yetki sınırlarını aşarlarsa, buna gölge düşürürler” dedi.

Gizli tanıkları eleştirdi

Ali Rıza Dizdar, “Sarıkız’, ‘Yakamoz’, ‘Eldiven’, ‘Ayışığı’ gibi darbe planlarının asılları iddianamede yer almamaktadır. Asılları yoksa suret ile karar veremezsiniz. Asılları varsa vardır, yoksa delil olarak kullanamazsınız, yargılama yapamazsınız” dedi.

Klasörlerde yer alan gizli tanıkların hiçbirinin devlet sırrı mahiyetinde bilgilerle donatılmadığını savunan Dizdar,

“Eğer donatılmış olsalardı, savcıların ifade alması hukuken mümkün değildi. Çünkü zabıt katibi olmayacak, kimse olmayacaktı. Savcı ifadeleri aldı. 47. madde ‘bir suç olgusuna ilişkin bilgiler’den bahsediyor.

Sayın savcılar, bu tanıklardan hangisi, hangi darbe bilgisini verdi bu dosyaya? Hangi gizli tanık, hangi suç ilişkisine dair bir bilgi verdi? Savcılar, sürekli Yüksel Dilsiz ile ilgili sorular sordu. ‘Nasıl plan yaptınız, nerede toplandınız’ diye sormadılar” şeklinde konuştu.
Haber93

Bizim devletimizin arşivlerinde onun için "ajan" yazıyor
Türker Ertürk
28.07.2017

Geçtiğimiz gün Merve Kavakçı’nın Malezya’ya atandığını ve Türkiye’nin Kuala Lumpur Büyükelçisi olduğunu üzüntü ile öğrendik! Emin olun sorun kılığı kıyafeti değil! Bu göreve uygun eğitiminin ve liyakatinin olmaması da değil.

Merve Kavakçı gizlice Amerikan vatandaşlığına geçmiş birisi. Babası Yusuf Ziya Kavakçı yaklaşık 50 yıldır Amerika’da yaşamakta olup ABD derin devleti ile İslami konularda ve operasyonlarda iş tutmuş birisi! Yani Amerikalıların güvenilir adamı. Papa’nın ABD’yi resmi ziyareti sırasında görüştürülen isimler arasında Yusuf Ziya Kavakçı!
(..)
Başka bir ülkenin vatandaşı olan birisi ABD’nin, Almanya’nın İngiltere’nin, Rusya’nın, Fransa’nın büyükelçisi asla yapılmaz. Çünkü o insanın hangi ülkeye bağlılık duyduğu konusunda şüphe oluşur. Böyle bir atama olsa olsa kabile devletlerinde olur!
OdaTv

'Dini bir cemaat, İstanbul'da CIA'in karargahı oldu'
03 Ekim 2017

Takvim gazetesi genel yayın yönetmeni Ergün Diler, Türkiye’deki dini bir cemaatin şu an CIA’nın merkezi konumunda olduğunu yazdı.

Ergün Diler Fethullah Gülen cemaati dışında başka bir cemaati kastettiğini belirterek, "Dini bir akımın merkezi şu an CIA'nın bölgedeki en önemli karargahı. Akıl almaz bir şekilde operasyon için hazırlanıyorlar. Tam 2000 SURİYELİ genç alındı, eğitildi. Günü geldiğinde kullanılmak üzere... Buranın CIA merkezi olduğunu anlayıp harekete geçtiğiniz anda dünya ayağa kalkar. Zor bir durum. Bu da kaos hesabına dahil! Suriyeli olan gençlerin çoğu sizden habersiz LANGLEY'e götürüldü, eğitildi. İstanbul'da çoğu. Bazı merkezlerde emir bekleyenler de var. Ama CIA'nın Ortadoğu karargahı burası artık" şeklinde konuştu.

Takvim'in genel yayın yönetmeninin, hangi cemaati kastettiği bilinmiyor.
İlk Kurşun
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 16, 2017 9:29 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Şub 25, 2017 9:28 pm    Mesaj konusu: GAZETECİLERİN PARALI AJANLIK KAVGASI Alıntıyla Cevap Gönder

“SARI SAÇLI, MAVİ GÖZLÜ ADAM” BU PAPAZ MI?
A. Bâki Aytemiz
10 Ağustos 2017



Amerika’nın teröre vermiş olduğu desteğin boyutlarının PKK-PYD teröristlerini resmî yollardan silâhlandıracak seviyeye ulaşması üzerine Türkiye’den tepkiler de giderek artmaya başlamış ve bu tepkiler karşısında Erdoğan, milletin gazını bir kez daha almak üzere, Trump’la 16 Mayıs’ta yapacağı görüşmeye, artık bu işe bir nokta koymak gerektiğini duyurarak gidiyordu Amerika’ya…

AMERİKA BU, HİÇ NOKTA OLUR MU?

Trump, Erdoğan daha yola çıkmadan teröristleri silâhlandıracak kararnameyi imzalayarak görüşme başlamadan açık bir mesaj vermiş oldu. Erdoğan ise bu imza ile mânâsızlaşan görüşmeye, millî haysiyet gereği gitmemesi gerektiğinin söylenmesine rağmen gitmemezlik yapamadı. Nihayetinde Erdoğan’la Trump’ın baş başa görüşmesi 20 dakika, heyetler arası görüşme de iki saat kadar sürdü.

Beyaz Saray’daki görüşmenin ardından Erdoğan, “Nokta mı, virgül mü koyuldu, nasıl değerlendiriyorsunuz, hangi aşamaya gelindi” sorusuna karşılık olarak “Nokta koyarsak olmaz” ifadelerini kullandı.

NEREDEN ÇIKTI BU PAPAZ?

Görüşmenin neticesinde ortaya çıkan bu “imlâsızlık” bir yana, bu görüşmelere kamuoyunun hiç ummadığı bir Amerika talebinin damga vurduğu ortaya çıktı.

Görüşmede Trump’ın, Türkiye’de Aralık ayından bu yana “FETÖ” soruşturması kapsamında tutuklu olan Papaz Andrew Brunson’ın serbest bırakılmasını ve ABD’ye iadesini talep ettiği öğrenildi.

Brunson’ın durumu heyetlerarası görüşmede ilk önce Trump, ardından da Başkan Yardımcısı Mike Pence tarafından gündeme getirildi. Görüşmede, Papaz Brunson’ın serbest bırakılması ABD tarafından 3 kez dile getirilmiş… ABD açıklamasında, “Başkan Trump Pastör Andrew Brunson’ın hapsedilmesine de değinmiş; Türk hükümetinin Brunson’ı süratle Amerika Birleşik Devletleri’ne iade etmesini talep etmiştir” denildi.

ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence de Twitter hesabından Beyaz Saray’daki görüşmeden fotoğraf paylaşarak tutuklu bulunan İzmir Diriliş Kilisesi Papazı Andrew Brunson’un serbest bırakılmasını istedi. Pence mesajında ‘Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ağırlamaktan onur duyduğumuz NATO müttefikimiz ile yaptığımız görüşmede Peder Brunson’un serbest bırakılması da dâhil pek çok önemli konuyu da görüştük” diye yazdı.

Beyaz Saray’ın açıklamasının ardından bir açıklama yapan Amerikan Hukuk ve Adalet Merkezi, “Bu kesinlikle Başkan’dan yapmasını istediğimiz şeydi. Papaz Andrew’i eve döndürmek için belirleyici bir ilerleme olacak.” ifadelerini kullandı.

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, Beyaz Saray’ın açıklamasını internet sitesinde duyurdu. Açıklama şöyle:

ABD Başkanı Donald J. Trump, bugün Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile bir araya gelmiş; görüşmede ülkelerimiz arasındaki derin ve çok yönlü ilişkinin nasıl daha da güçlendirilebileceği ele alınmıştır. Başkan Trump, Amerika Birleşik Devletleri’nin NATO müttefikimiz Türkiye’nin güvenliğine ilişkin taahhüdünü ve terörün her türüyle mücadele edebilmek için birlikte çalışmaya duyulan gereksinimi yinelemiştir. Başkan Trump, Pastör Andrew Brunson’ın hapsedilmesine de değinmiş; Türk Hükümeti’nin Brunson’ı ivedilikle Amerika Birleşik Devletleri’ne iade etmesini talep etmiştir. Başkan Trump, gelecek hafta gerçekleştireceği uluslararası ziyaretler kapsamında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı görmeyi dört gözle beklediğini de ifade etmiştir.

KİM BU PAPAZ?

Amerika’nın papazı bu kadar şiddet ve ısrarlar ve hatta “süratle-ivedilikle” istemesi, bu papazın kim olduğu konusunda soruları da gündeme getirdi.

Bir kere bu papaz hiç de öyle sıradan bir papaz değildi ki bizzat Trump tarafından isteniyordu. Hem de bu istek bir toplantıda üç defa dile getiriliyor ve isteğin şekli de “süratle” diye ayrıca belirtiliyordu.

Diplomatik lisanda “süratle” istemek, aslında bir dikte mahiyeti de bulunan bir tarz ki, istenilen kişinin hiçbir sorgulama ve yargılamaya maruz bırakılmadan hemen iadesini talep etmektir.

Tabi gözler papazın üzerine yoğunlaşınca, daha önce gözlerden kaçan kimi ayrıntılar da gündeme geliyordu. Amerika Dışişleri Bakanı Tillerson’un, Erdoğan’ın Amerika seyahatinden önce Türkiye’ye gelişinin asıl sebebinin papazı istemek olduğu fakat o gelirken Amerika Başkonsolosluğunun Adil Öksüz’ü defalarca aradığının ortaya çıkması ile bu talebini dile getiremediği de söylenenler arasındaydı.

PAPAZI NASIL ELE GEÇİRDİK?

İzmir Protestan Diriliş Kilisesi Pastörü olan Andrew Craig Brunson ile ilgili süreç 15 Temmuz’dan sonra hakkında alınan sınırdışı kararıyla başladı. İlk olarak, İzmir Göç İdaresi Müdürlüğü’nün 28 Eylül’deki yazısıyla, Brunson ve eşi Norine Lyn Brunson’un ‘G-82 (Milli Güvenliğimiz Aleyhine Faaliyet tahdit) kodu’ kapsamına alındı. Brunson ve eşinin ülkeyi terk etmeleri istendi. Kararın kendilerine tebliğ edilmesinden sonra 7 Ekim’de emniyete giden Brunson çiftine misyonerlik yaptıkları ve yurtdışından kendilerine kaynak aktarıldığı suçlamasının yöneltildiği tebliğ edildi. Daha sonra Norine Lyn Brunson serbest bırakılırken, eşi Andrew Craig Brunson sınırdışı edilmek üzere İzmir Harmandalı Geri Gönderme Merkezi’ne gönderildi. Brunson ile ilgili sınırdışı kararının ise bir gizli tanığın ifadesine göre verildiği öne sürüldü.

PAPAZIN DERİN İLİŞKİLERİ

Medyada yer alan haberlerden biri de şöyle: Brunson’ın, Amerikan Ordusu’nda Özel Harp subayı olarak görev yaptığı belirtildi. 23 yıldır (*) İzmir’deki Protestan cemaatine ait kilisede papazlık yapan ABD vatandaşı Andrew Craig Brunson’ın, “FETÖ” soruşturması kapsamında halen firarda olan örgütün Ege Bölgesi imamı ve İstişare kurulu üyesi olan ve örgütün beyni olarak kabul edilen Bekir Baz’la da sık sık görüştüğü ve bu kilisenin kuruluş aşamasında bürokratik sorunları ve aşamaları Baz’ın yardım ve dizayn ettiği tespit edildi. ABD’deki “FETÖ” bağlantılı bir vakıftan her ay yüklü miktarda maaş alan Brunson’ın, kilisedeki ‘Önderler Toplantısı’nda “FETÖ”yü öven konuşmalar yaptığı duyruldu…

Protestan Cemaati’ne ait İzmir Diriliş Kilisesi’nin kurucusu ve dini önderi olan Brunson’ın misyonerlik faaliyetlerinin “FETÖ” tarafından ciddi anlamda desteklendiği, bunun için “FETÖ”nün üyelerinin bile görüşemediği Ege Bölge İmamı Bekir Baz’ın bire bir rahiple irtibatlı olduğu öğrenildi. Brunson’ın, özellikle Suriye’den gelen PKK’nın uzantısı PYD adına faaliyet yürüten guruplara maddî ve manevî destek sağladığı, onlara özel Kürtçe ayinler düzenlediği de ileri sürüldü. Bölgeden gelen guruplara maddî destek sağladığı iddia edilen Brunson’un, lojistik destek de verdiği öğrenildi. Brunson ise ifadesinde Kürtçe bilmediğini iddia etti.

Aynı soruşturma dosyası kapsamında daha önce ifadesi alınan bir gizli tanık ifadesinde; Papaz’ı 2003 yılından beri tanıdığını, Kaya Prestij Oteli’nde, kilise toplantısı görünümünde daha çok bir beyin yıkama faaliyeti gerçekleştirdiği, bu toplantıda 25 tane Türk üniversite öğrencisinin Amerikan Milli Marşı eşliğinde yemin ederken gördüğünü kaydetti. Aynı gizli tanık, Brunson’ın bazı kişilerle birlikte Dünya Kiliseler Birliği’ne ve Kanada yetkili makamlarına bir şikâyet mektubu yazarak; Türkiye’de Hristiyan azınlığa ve Tuncelili Kürt kökenli ailelere baskı yapıldığı, evlerinin basıldığı ve dövüldüklerini belirterek Kanada’ya iltica etmeleri için alt yapı hazırlanmasını amaçladığını söyledi.

Tanık ifadesinde, bu faaliyet çerçevesinde PKK üyelerinin cezaevinden çıktıktan sonra kiliselere başvurup Hristiyan olduklarını belirterek yabancı ülkelere iltica ettiklerini kaydetti.

Ayrıca devlete ait gizli bilgileri FETÖ mensupları aracılığıyla ele geçirdiği, bunu Türkiye aleyhine yabancı devletlere aktardığı yönünde bilgilere ulaşan savcılık, bilgi ve belgelerle casusluk konusundaki iddiaların araştırmasını sürdürüyor.

Medyada çıkan haberlere göre, Brunson’un tutuklanmasının ardından ekibindeki bazı kişilerin Türkiye’den kaçtığı tespit edildi. Türkiye’de kalanların ise, sorguya alındığı belirtildi. Brunson gibi ABD özel harp subayı olduğu belirtilen ekibindeki papazların da sorgularının ve incelemelerinin devam ettiği belirtildi.

PAPAZ BÜYÜKADA TOPLANTISINA DA İŞTİRAK ETMİŞ

15 Temmuz darbe gecesi İstanbul Büyükada’daki Splendid Palas Hotel’de gerçekleşen ve en az 13 CIA ajanının katıldığı gizemli toplantıya Brunson’un da kaldığı, darbenin başarısız olmasıyla apar topar İzmir’e dönüp kilise faaliyetlerine devam ettiği belirlendi.

Otelde, Orta Doğu uzmanı Marwa Daoudu, Avrupa Birliği Dış İlişkiler Konseyi görevlisi Ellie Geranmayeh, Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü programı uzmanı Ahmed Morsy, Woodrow Wilson Center yöneticisi Ali Vaez, Irak’ın eski ABD Büyükelçisi Samir Sumaidaie, üst düzey Orta Doğu analizcisi Masood Karokhail, Obama’nın İstihbarat Danışma Kurulu üyesi Ellen Laipson, siyasi analist Sylvia Tiryaki, Julya Romano ile yanı sıra İran, Rus, Ukrayna ve Alman uyruklu isimlerin de yer aldığı toplam 42 kişi konakladı.

Ancak kayıtlarda 40 kişi göründü. O isimler arasında İzmirli Papaz Andrew’in de olduğu öne sürüldü.

Katılımcıların, otele girişleri bir gün önce olmasına rağmen bir gün sonra gösterildiği iddia edilirken, Graham Fuller’in de kral dairesinde kaldığı ve kayıt yapılmadığı, Yunanistan’a kaçan ya da kaçırılan helikopterde Fuller’in olduğu iddia edildi. Bu iddiayı Yunanistan hükümeti ve Fuller yalanlamadı. Bir diğer katılımcı Hanry Barkey, “Türkiye’nin Kürt Meselesi” isimli eserini, CIA’nın Ortadoğu uzmanı Graham Fuller ile birlikte kaleme almıştı. Fuller ve Barkey’in, Fetullah Gülen’in ABD’de kalmasına referans oldukları biliniyor.

Splendid Otel, 1919’daki işgal günlerinde İngiliz Ordu Karargâhı olarak kullanılmıştı.

Darbe girişiminin yaşandığı gün Türkiye’ye giriş yapan ve sır toplantı sırasında sık sık ABD ile telefonda temas kuran Barkey’in, 19 Temmuz’da Türkiye’yi terk ettiği, grupla birlikte otelden çıkış yaptığı esnada odasında ‘Pensilvanya’ yazan bir çan bıraktığı belirtiliyor. Toplantıya başkanlık eden kişinin ise CIA eski Haberlama Konseyi Başkan Yardımcısı Graham Fuller olduğu ifade ediliyor. Fuller, toplantı hakkında, “İran’daki nükleer silahlarla ilgili toplantı yaptık” diyor.

Katılanlardan Avrupa Birliği Dış İlişkiler Konseyi’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika Programı’nda görevli Ellie Geranmayeh, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘sokağa çıkın’ çağrısından sonra 00.33’teki Twitter mesajında “Erdoğan, Facetime’dan CNN Türk’e bağlanıp halkın sokağa çıkmasını istedi. Bu sırada kendisi güvenlik için komşu bir ülkeye gidiyor” diye tivit atmıştı. Geranmayeh’in, bundan sadece 7 dakika önce, “Türkiye uzmanı Henri Barkey’le birlikteyim. Kendisi birçok şeyin Erdoğan ve Başbakanın tutuklanıp, tutuklanmamasına bağlı olduğunu söylüyor. Darbenin gerçekliğini tespit etmek için zamana ihtiyaç var” tivitini atması da dikkat çekmişti.

PAPAZ CIA ORTADOĞU ŞEFİ Mİ?

ABD ordusunda kendisi gibi özel eğitimli adamları olduğu söylenen Protestan Kilisesi Papazı Brunson’ın askerlerinin de sorgulandığı söylenirken, Brunson’un sadece İzmir ve Türkiye’nin değil ABD istihbarat teşkilatı CIA’in Ortadoğu sorumlusu olduğu ileri sürüldü

“FETÖ” tutuklusu Papaz Andrew Brunson’un 15 Temmuz başarıya ulaşsaydı CIA Başkanı olacağı iddia edildi…

PAPAZA SUİKAST GİRİŞİMİ Mİ?

Brunson, 1 Nisan 2011’de silâhlı saldırıya uğradı. Kilise önüne gelen Mustafa Ali Eren, Diriliş Kiliseleri Derneği vaizi Andrew Craig Brunson’un kapı girişinde olduğu sırada, “Hesap sorulacak. Misyonerlik yapıyorsunuz. Vatanı size sattırmayız. El Kaide bundan hesap soracak” diye bağırarak kuru sıkı tabancayla 5-6 el ateş etti.

Dava devam ederken, Brunson’ın şikâyetçi olmaması dikkat çekti.

“SARI SAÇLI, MAVİ GÖZLÜ ADAM”

Peki biz bu Andrew Craig ismini nereden biliyoruz?

Şimdi bunun hikâyesine geçelim:

11 Ocak 1987 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanmış ve Salih Mirzabeyoğlu’nun “İstikbâl İslâmındır!” ve “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eserlerinde bahsettiği bir habere bakalım:

-“Sarı saçlı, mavi gözlü adam bir taraftan piposunu çekiştiriyor, diğer taraftan da yarı Türkçe yarı İngilizce kelimeler kullanarak karşısındakilere derdini anlatmaya çalışırken şunları söylüyordu: “Siz Türkleri anlamak mümkün değil. Nasıl oluyor da bir İslâm Devrimi’nin eşiğinde olduğunuzu göremiyorsunuz!”… Sözlerin sahibi, Andrew Craig adlı bir Amerikalı idi. Ülkesinde Türkiye ile ilgili doktora yapmıştı ve kendini tam bir Türkiye uzmanı sayıyordu. Elinde tuttuğu dergide, gazlı “yeşil” kalemle altını çizdiği satırları Türk dostlarına gösteriyor ve böylece telâşının boş olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu. Amerikalı oryantalistin elinde tuttuğu dergi, son yıllarda BÜYÜK GELİŞME GÖSTEREN İslâmi yayınlardan biriydi ve Necip Fazıl’a yakın bir İslâmcı İdeolojiyi savunduğu bilinmekteydi. Altı çizili satırlarda ise şu görüş ileri sürülmekteydi: İslâmî dünya görüşüne bağlı bir tarih ve hâl muhasebesi yaptığımızda, içinde bulunulan dönemde Türkiye’de büyük bir İslâmî zuhur, gerçek bir İslâm İnkılâbı bekleniyor!”

Kumandan Mirzabeyoğlu ile bir röportaj yapan Nokta dergisi o röportajı, “Bu bizim okuyucuya çok ağır gelir!” diyerek yayınlayamaması üzerine o röportaj Tavır dergisinde yayınlanmıştı. İşte, Craig, Tavır’da yayınlanan bu röportajdan altını çizdiği satırları muhataplarına gösterirken, Cumhuriyet gazetesi de bunu haber yapmıştı. (Röportaj için bkz: Salih Mirzabeyoğlu, İstikbâl İslâmındır, 4. Basım, 162-171)

Kumandan Mirzabeyoğlu’nun, Craig’in o günkü değerlendirmesine cevabı şöyleydi: “Cumhuriyet gazetesinde “Tavır” dergisindeki röportajımla ilgili olarak çıkan bu dehşet verici(!) haberde, alenî olarak Amerikalının ortağı kuşku üslûbuna dikkat çekmek bir yana, ahmak kâfirlerle cüce münafıkların Amerikalı oryantalistin gösterdiği ortalama zekâ seviyesine ermelerini beklemekteyim…” (İstikbâl İslâmındır, sh: 171)

“SARI SAÇLI, MAVİ GÖZLÜ ADAM” BU PAPAZ MI?

İkisinin de adı Andrew Craig…

1987’da muhataplarını İBDA’ya karşı ikâz edip uyarmaya çalışan Craig hakkında araştırma yapmaya çalışsak da hakkında bir iz, emare bulamadık.

Trump’ın istediği Craig ise bir ifadeye göre 23, diğerine göre 28 seneden bu yana Türkiye’de bulunuyor ve İBDA’ya karşı Fetullah’ı destekleyip, İslâm Devrimi’ni engelleyebilmek için “İslâma Muhatap Anlayış” yerine “Dinler Arası Diyalog” ihanetini ikame etmeye çabalıyordu. Bu hedef doğrultusunda da Amerika menfaatleri doğrultusunda hükûmetleri dizayn etmekle meşgûldü.

Şahıslar farklı olsa da -ki bizce aynı kişiler-, misyonların aynı olduğu apaçık.

Daha 80’li yıllarda Kumandan’ı tehlike olarak işaretleyenler, onun yolunu kesmek için önce 91’de gözaltına alıp işkenceden geçirdiler. Sonra, 98’de… 1998’den 2014’e kadar 16 sene esir tutulan Kumandan’a karşı bu dönemde aynı zamanda Telegram işkencesi de başlatıldı ve hâlen de devam ediyor. Diğer yandan müslümanların arasından türetilen Ilımlı İslâm’ın bir versiyonu olan Fetullahçılk da Craig’in kolları altında serpilip geliştirilmekteydi. Daha sonra ise herkesin bildiği üzere tüm bu Ilımlı İslâm’a ait versiyonlar, BOP çatısı altında birleştirildi.

O Craig bu Craig olmasa da değişen bir şey olmuyor. Zira yapılan şey aynı, kasıt ve niyet aynı: Türkiye’deki bütün hesaplar, Türkiye’nin bir İslâm Devrimi ile kontrolden çıkmaması, tam bağımsızlığını elde edememesi üzerine.

Hüküm ne idi:

“İslâmî dünya görüşüne bağlı bir tarih ve hâl muhasebesi yaptığımızda, içinde bulunulan dönemde Türkiye’de büyük bir İslâmî zuhur, gerçek bir İslâm İnkılâbı bekleniyor!”

Bu hükmü boşa çıkarmak için ne yapılması gerekir?

Aslın yerine sahtelerin ikamesi. Ve, aslın sesinin kısılması, yolunun kesilmesi için de elinden ne geliyorsa yap…

Millî olan güçleri perdelemek için sahte millîler, solcular içinde sahte solcular, dindarlar içinde sahte dindarlar türet… Bunları palazlandır ve iktidara bunları taşı.

Emperyalizm, İBDA’ya karşı güçler hazırlıyor. Fetullah Gülen’in İBDA’ya karşı düşmanlığı aleni olarak biliniyor. Tabi bunun yanında düşmanlığını aleni olarak ortaya koymayan ve hatta sempati besliyor gözüken, sempati beslediği vehmi ile iş yapan güçler de yok değil. İBDA’nın önünün kesilmesi için her yolu deniyor, her ata oynuyorlar. Zaten siyaset bir tercih mevzuudur ki, karşınızda asıl düşmanınız dururken, ondan da gözükse, o olmayan ve sizin oltanıza düşecek kim varsa onlarla da işbirliği yaparsınız. Yani Mirzabeyoğlu olmasın da isterse “mış” gibi olsun, kim olursa olsun, O’nun gelmemesi için diğerini iktidara getir ve iktidarda kalması için de her şeyi yap.

Yani artık emperyalist efendilerin tercihi, laiklikler mi islâmcılar mı şeklinde değil, gerçek İslamcılar mı yoksa İslâmcı denilen Amerikancı, işbirlikçi hainler mi şeklindeydi.

Kumandan’ın Nokta’nın yayınlamadığı röportajında geçtiği üzere, 80 ihtilâlinden sonra milletin üzerine ayet yazılı kâğıtların atılması kabilinden şeyler, İslâmî bir gelişme olmayıp, aslıyla İslâm Devrimi’nin önünü kesmek için yapılan hamlelerdir, dinin istismarıdır.

Adam karşı duramadığı yerde sana yanaşıyor, sana taviz vermek mecburiyetinde hissediyor kendini. Orada, Nokta dergisi muhabiri sormuş:

– “12 Eylül’den sonra, sayı olarak artış, nitelik olarak gelişmeye sebep olmadı mı?”

– “Bir kere gençlik meselesi bugünün meselesi değil ki, gûya Özal iktidarının desteği ile gelişiyormuş gibi gösteresiniz… 1975 (GÖLGE dergisi ve Akıncıların çıkması) ve 1978’deki (Akıncı Güç) büyük patlayışların, tıpkı açıkta kopan fırtınanın zamanla kıyıya vurması gibi, sizin tarafınızdan yeni olarak görülmesi…”

İslâmî gelişimin motivasyonu belli.

Bugün iktidarda olanlar da bu motivasyonu istismar ederek bir yerlere geldiler, getirildiler. Şimdi ise kendileri o motivasyonu sağlayamadığından ve artık İslâmcı kesim de bu iktidardan yüz çevirmeye başladığından, son referandumda gençlik büyük oranda hayır oyu verdi. Gençlik, akacağı mecraı bu istismarcılar dışında bir yerlerde aramak gerektiğini çok iyi gördü diyebiliriz.

Craig’in tutuklanması da aslında vazifesinin başaramadığının, yenildiğinin göstergesi.

Bütün bunlara cevap olacak hükmü Kumandan’dan bağlayalım:

“Büyük bir zuhur!.. Onu bekliyoruz!..” (Necip Fazıl’la Başbaşa, sh: 335)

“İşin ön sözüyle son sözünü kendine bağlayan mânâ, Allah’ın Kur’ân’da buyurduğudur:

– “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de.”

(*) Nurettin veren, katıldığı bir TV programında bu süreyi 28 yıl olarak veriyor.

(Not: İlgili bölümler; İstikbâl İslâmındır kitabında sayfa 171 ve Necip Fazıl’la Başbaşa’da sayfa 334)

Kaynak: Adımlar dergisi

Ergün Diler : Fatura ağır olur
02 Eylül 2017



Daha önce defalarca yazdığımı hatırlayanlar olacaktır.
Pastör Andrew Craig Brunson... Amerikan istihbaratının çok önemli isimlerinden biri. Papaz olarak İZMİR'de yıllardır görev yapıyordu. Hatta bir keresinde kendisini vurmaya gelen birinin elinden silahı kapıp etkisiz hale getiriyordu. Belli ki özel biriydi. Bir gün gözaltına alındı. Eşi ile birlikte. Pastör tutuklandı, eşi serbest kaldı. Şimdi nerede bilmiyorum...
Kendisi Buca'da cezaevinde ve duruşmaları sürüyor. En son duruşmaya bulunduğu cezaevinden katıldı. Kırıklar'dan...
Pastör'ün başı casusluk ve FETÖ'den dolayı belada. Kendisini nasıl savunur, sonuç ne olur bilemem. Adalet gereğini yapar. Suçluysa da suçsuzsa da bir karar verilir! Burasını biz bilemeyiz. Ama dikkatimi çeken ayrı bir nokta var! Dün BUCA'da bir otobüse el yapımı bomba ile saldırı düzenlendi.
Çöp kutusundaki bomba uzaktan kumanda ile patlatıldı. 7 GARDİYAN yaralandı. Gereken tepki hemen verildi.
Ben "Neden BUCA?" diye kendi kendime sordum! "Neden KIRIKLAR'da görev yapan gardiyanlar hedef alındı" sorusuna cevap aradım...
Bulamadım! Sadece "PASTÖR BRUNSON ORADA KALIYOR DİYE OLABİLİR Mİ" sorusu zihnimi kurcaladı. İşin içinden çıkamadım. Siz ne düşünürsünüz bilemem! Aklıma geleni sizlerle paylaştım...
Takvim

ABD vatandaşı çıktı: İşte Amerikalı Mücahit....
29 Temmuz 2017



'Ulusalcılar hâlâ tehlike' manşetiyle çıkan Türkiye gazetesinin sahibi Ahmet Mücahit Ören ABD vatandaşı. ABD'nin çıkarlarını koruyacağına yemin etmiş bir isim.

Hürriyet’in deneyimli Washington muhabiri Kasım Cindemir’in, 16 Haziran 2001 tarihli haberinin başlığı “ABD’li Mücahit” idi. Başında bulunduğu İhlas Finans kapatılmadan bir süre önce ABD'ye giden Mücahit Ören, yemin ederek bu ülkenin resmen vatandaşı olmuştu.
Tören, ABD Bayrak Günü'nde, ülkenin ilk Başkanı George Washington'un yaşadığı evin bahçesinde gerçekleştirilmiş. Ören böylece, Türkiye'ye “iade edilme” korkusundan kurtulmuştu.
Cindemir’in haberine göre, Bayrak Günü'ndeki yemin töreni sırasında bando tarafından ulusal marşlar çalındı ve ABD Milli Marşı okundu. Ahmet Mücahit Ören ile birlikte “artık resmen Amerikalı” olanlar arasında 3 İranlı, 5 Hintli, 2 Pakistanlı, 1 Bangladeşli, 1 Suudi Arabistanlı, 1 Kuveytli, 1 Faslı ve Ahmet Demirtaş adında bir başka Türk de yer aldı. Tören, ABD Göçmenlik ve Vatandaşlık Dairesi (INS) ile "The Mount Vernon Ladies Association" tarafından düzenlendi. INS Bölge Direktörü Warren A. Lewis tarafından yeni vatandaşlara ellerini kaldırıp toplu yemin ettirildi ve yeminden sonra imzalarını taşıyan vatandaşlık belgelerini aldılar.
ABD’YE BAĞLILIK YEMİNİ
Mücahit Ören o yeminle bugüne kadar vatandaşı olduğu Türkiye Cumhuriyeti ile arasındaki bağlardan vazgeçtiğini resmen ilan etmiş oldu. Ören, ABD'nin anayasası ve yasalarını “iç ve dış” bütün düşmanlara karşı savunacağı, ABD'ye gerçek bir bağlılık göstereceği, yasa gerektirirse silah altına alınacağı ve ABD Silahlı Kuvvetleri'nde hizmet vereceği, yasa gerektirirse ulusal önemde sivil görev üstleneceği ve bu yükümlülükleri özgür iradesiyle ve çekincesiz olarak yaşama geçireceği sözünü vermiş oldu. “Tanrı bana yardımcı olsun” dedi.
600 MİLYARI İÇ ETTİ
İhlas Grubu'nun Başkanı Enver Ören'in oğlu olan Ahmet Mücahit Ören, İhlas Finans Kurumu'nun Yönetim Kurulu Başkanlığını yapıyordu. Kuruma el konulmasından sonra istifa eden Mücahit Ören, o tarihlerden bu yana Amerika'da bulunuyordu. İhlas Finans, “İslami bankacılık” ayaklarıyla 200 bin yatırımcının 600 milyar lirasını iç etmişti. Ören için daha fazla bilgi isteyenler, Aydınlık yazarı Sabahattin Önkibar’ın kitap ve yazılarını okuyabilir.
ULUSALCILAR NASIL 'TEHLİKE' OLDU?
Ören'lerin sahibi olduğu Türkiye gazetesi 26 Temmuz 2017 günü “Ulusalcılar hala tehlike” manşetiyle çıktı. Önkibar bu haberi, “Darbeyi ulusalcı-laikler yaptı diyen Fetullah’a Türkiye gazetesi manşetinden omuz verdi” diye yorumladı.
Türkiye gazetesi, daha önce Fetullahçılara verdiği destekle bilinirdi. CEO'su Cahit Paksoy, FETÖ soruşturmalarında tutuklanıp serbest kalmıştı. Haber, Gülen'in darbe girişimini Ulusalcı kesime yıkma çabasına destek anlamına geliyordu. Aynı fikir daha önce de Nagehan Alçı, Rasim Ozan Kütahyalı, Cem Küçük gibi isimlerce savunulmuş ve söz konusu isimlere Fetullahçılar destek vermişti.
TÜRKİYE’NİN EN ZENGİN GAZETECİSİ
Haberin altında imzası olan Nuri Elibol, 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’den aday oldu, seçilemedi. 2000 yılında kıdemli binbaşı iken kendi isteği ile Özel Kuvvetler Komutanlığı'ndan emekliye ayrıldı. 2001 yılından beri İhlas Yayın Grubu'nda gazeteci. Elibol’a göre FETÖ’cülerin TSK içinde yeni bir darbeye kalkışmasının imkân ve kabiliyeti ortadan kaldırılmıştır. “Batı normlarına taşıyacak reformlar ve hukuki düzenlemeler yapılamazsa bir buçuk iki yıl içinde ordudaki Ulusalcılar yeni bir darbeye kalkışabilir.”
Elibol’un kimliğini, kişiliğini gene Sabahattin Önkibar’ın yazılarından öğreniyoruz.
“Adam bazılarına göre istihbaratçı. Bazılarına göre de gerçekte AKP’nin sadık mutemedi ve militanı, ama askeri de idare ediyor. Çalıştığı gazetede yazdığı yazılara bakıyoruz katıksız AKP yandaşı.
Subay emeklisi bu sonradan olma gazeteci bugün dünya üzerindeki en zengin medya çalışanıdır. Peki, bu korkunç servet nereden mi geldi ve hâlâ gelmeye devam ediyor? Kamudan aldığı tezgâhlanmış işlerden! Adam güya fiili olarak hem gazetecilik yapıyor hem de devletten onlarca trilyonluk işler bitiriyor ki bunu gizli saklı değil, resmen yapıyor.”

Hikmet Çiçek/Aydınlık
Etiketler:
Türkiye gazetesinin sahibi Ahmet Mücahit Ören ABD vatandaşı Nuri Elibol

GAZETECİLERİN PARALI AJANLIK KAVGASI
15 Mart 2010



Star Gazetesi yazarı ve Sabah Gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan, 28 Şubat ve sonrasıyla ilgili önemli ifşaatlarda bulundu... Babahan "Fatih Altaylı ile Tuncay Özkan, Mesut Yılmaz’ın önünde bir tartışma yapmışlar.“MİT’TE kim maaşlı, kim gönüllü çalıştı” diye atışmışlar. Güya biri paralı, biri gönüllüymüş." dedi...

İŞTE BAHAHAN'IN TARAF'TA NEŞE DÜZEL'E VERDİĞİ SÖZLERİNDEN SATIR BAŞLARI

Hürriyet’le Sabah arasında kartel ilişkisi kuruldu. Ertuğrul, Zafer, Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Yalçındağ, Sönmez Beyti’de akşam yemeğinde her şeyi konuşuyorlardı.

28 Şubat’ı ABD organize etti. Amerikan devleti adına en önemli ayak eski Ankara Büyükelçisi Abramowitz’ti. Sabah’a çok gelip gitti. Dinç Bey’le birkaç kez konuştu.

Zafer Mutlu toplantıda, manşeti “De-de rahatsız” yapalım dedi. Çekinip vazgeçti. O anda Fatih aradı. “De-de manşeti atmışsınız. Asker aradı. Yapmayın” dedi.

İSTİHBARAT kurumları, ajan gazetecilere şu adamı yıpratın der ve onlar da suçlayıcı haberleri ve yazılarıyla yıpratırlar. Biz Sabah’ta ajan olarak bir tek Ünal İnanç’ı bilirdik.

HÜRRİYET Grubu’nda ise Fatih Altaylı’nın ve Tuncay Özkan’ın Milli İstihbarat Teşkilatı ile ilişkileri biliniyordu. Eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür onların ismini açıkladı.

FATİH Altaylı ile Tuncay Özkan, Mesut Yılmaz’ın önünde bir tartışma yapmışlar.“MİT’TE kim maaşlı, kim gönüllü çalıştı” diye atışmışlar. Güya biri paralı, biri gönüllüymüş.

ASKERLERİN mesajları bize, Sabah’ın Ankara Temsilcisi Fatih Çekirge üzerinden geliyordu.

HÜRRİYET devlet gazetesidir. Onların askerlerle ilişkisi çok farklıydı. Onlar askerle iç içe gibidir.

DOĞAN ve Sabah Grubu ayda bir buluşurdu. Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu, Aydın Doğan, Mehmet Ali Yalçındağ, Dinç Bilgin, Kenan Sönmez Beyti’nin üst katında biraraya gelirdi.

ERBAKAN, Türkiye’nin Başbakanı olarak gittiği Libya’da, Kaddafi’den fırça yemişti. Sonra Abramowitz Sabah’a gelip ‘Türk askerlerini tanıyamıyorum. Sünepe olmuşlar’ gibi laflar etti.

28 Şubat’ın organizasyonunda, Amerikan devleti adına en önemli ayak Morton Abramowitz’di.

ŞERİAT tehlikesi yaşandığına inanıyorduk. Ahmet Vardar, Salih Memecan, Can Ataklı karşıydı.

EN önemli işim, yazarları tek tek sansürlemekti. Hükümet yanlısı, asker karşıtı ise silerdim.

ÇİLLER’E Erbakan’la koalisyon kurdu diye çok öfkelendik. Kendimizi ihanete uğramış hissettik.

NEŞE DÜZEL'İN ERGUN BABAHAN'LA YAPTIĞI SÖYLEŞİ...

NEŞE DÜZEL: Siz 28 Şubat döneminde Sabah Gazetesi’nin yönetim kadrosundaydınız. O günlerde neler yaşandığını çok iyi biliyorsunuz. O günlerde gazete yönetimleriyle generaller arasındaki ilişki nasıldı?

ERGUN BABAHAN: Ben o dönemde yazıişleri müdürüydüm. Genel Yayın Müdürü Zafer Mutlu’dan sonra gazetede ben vardım. Askerlerin mesajları bize, Sabah’ın Ankara Temsilci Fatih Çekirge üzerinden geliyordu. Mesela Zafer Mutlu Alevidir ve Kürttür. Ankara bürodan sık sık, Zafer Mutlu’nun bu Alevi ve Kürt kimliğinin onun aleyhine kullanılabileceği mesajları gelirdi. Bu da Zafer Mutlu’yu çok tedirgin ederdi.

Kim gönderiyordu bu mesajları?

Herhalde asker gönderiyordu. Zaten Çiller hükümeti düşürülürken ve DYP dağıtılırken, hükümetten istifa etmeleri için kimi bakanlara Alevi kökenlerinden dolayı çok baskı yapıldı.

Gazete merkezlerine generallerden talimatlar Ankara üzerinden ne şekilde gelirdi?

O sırada Sabah’ın Ankara temsilcisi olan Fatih Çekirge, “Şu paşayla konuştum” diye bizi telefonla arardı. Fatih’in bizimle yaptığı konuşmalardan anlardık askerlerin ne isteyip ne istemediklerini. Askerler hoşlanmadıkları bir şey yayınlandığında Fatih’i telefonla arıyorlardı. O da bize, “Çok rahatsız oldular, köpürdüler” diye haber veriyordu.

Diğer gazetelerde de aynı sistem mi işliyordu?

Bildiğim kadarıyla Ertuğrul Özkök, askerlerle yakın bir gazeteci. Zaten Hürriyet devlet gazetesidir. Dolayısıyla onların askerle ilişkisi bizimkinden çok farklıydı. Askerlerle iç içe gibidir onlar. Ama şu var. Biz o dönemde Tansu Çiller’e, Necmettin Erbakan’la koalisyon kurdu diye çok öfkelendik. Sabah Grubu olarak kendimizi ihanete uğramış olarak gördük.

Niye?

Sabah’ın sahibi Dinç Bilgin Avrupa yanlısıydı ve askerin siyasete müdahale etmesine karşıydı. Tansu Çiller Sabah’ın siyasetçisiydi. Sabah Grubu, DYP Başkanı Tansu Çiller’i çok destekledi. Onun için çok kavga etti ve epey tiraj kaybetti. Ama Çiller’in bu desteğe rağmen gidip Necmettin Erbakan’la koalisyon için anlaşması ve RefahYol hükümetini kurması Dinç Bey’i şoke etti. O günü çok iyi hatırlıyorum.

O gün tam olarak ne yaşandı?

Fatih Çekirge Ankara’dan telefonla aradı. “Tansu Hanım, Erbakan’la hükümeti kuruyor” dedi. Ben, gene de çok emin olamadığım için “RefahYol’a doğru” diye bir manşet attım. Manşeti görünce Dinç Bey’in yüzü asıldı. “Oğlum olmayacak şeylere amin diyorsunuz. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Aydın Bey’le (Aydın Doğan) ben varız. Böyle bir koalisyon mümkün değil. Biz buna karşıyız” dedi. Dinç Bey, Çiller’in medyayı karşısına alamayacağını, medyaya rağmen RefahYol hükümetini kuramayacağını düşünüyordu.

Niye bu kadar emindi?

Çünkü o dönemde siyasiler çok zayıftılar. O akşam Zafer Mutlu Londra’dan aradı. “Tansu Hanım beni aradı, koalisyon protokolünü imzalamış. ‘Erbakan başbakan’ diye manşet yapalım” dedi. İki sene Erbakan, iki sene Çiller başbakan olacak diye protokol imzalamışlar. Nitekim Sabah’ın Çiller’le ve hükümetle ilişkileri ondan sonra gerilmeye başladı. Hatta Hyaatt Oteli’nde bir Sabah yöneticisi için verilen davette, Dinç Bey, Çiller için, “Hata yaptı, bedelini öder” dedi.

Sabah Grubu’nun askerlerle yakın ilişkisi o günden sonra mı başladı?

Türkiye’de gazetelerin Ankara bürolarının askerle ilişkisi zaten hep vardı. Çünkü asker, politik hayatın bir gerçeğiydi. O sıralar, Genelkurmay’a davet edilmek, bir asker, general tanımak çok önemliydi. Hürriyet Grubu ise zaten o dönemde Çiller’le kanlı bıçaklıydı. İşte o sırada Doğan Grubu’yla Sabah Grubu arasında kartel ilişkisi kuruldu.

Kartel ilişkisi ne demek?

Fiyatı beraber belirleyeceklerdi. Birbirlerinden adam almayacaklardı.

O dönemde medyaya bu iki grup hâkimdi. Birinden ayrılan sonsuza kadar işsiz kalıyordu, gazeteciliği bırakmak zorunda kalıyordu. Köle ticareti gibi bir durum değil miydi bu?

Tabii.

Gazetecilere karşı yapılan bu anlaşmanın bir benzeri siyasetçilere karşı da yapıldı mı o dönemde peki?

Tabii... Doğan ve Sabah Grubu ayda bir Beyti lokantasının üst katında toplanırdı. Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu, Aydın Doğan, Mehmet Ali Yalçındağ, Dinç Bilgin, Kenan Sönmez akşam yemeğinde buluşuyorlardı ve o yemekte her şeyi konuşuyorlardı. Hürriyet hep askerciydi de... Sabah Grubu öyle değildi. Sabah, 28 Şubat döneminde değişti. Bir de o zaman Amerika’nın eski Ankara büyükelçisi Abramovitz Sabah’a çok gelip gitti. Dinç Bey’le konuştu.

Anlamadım...

Erbakan, Türkiye’nin Başbakanı olarak gittiği Libya’da, Kaddafi’den çadırda fırça yemişti. Bu fırçadan sonra Abramowitz geldi mesela. “Türkiye gibi bir devlet nasıl böyle bir aşağılanmaya katlanabiliyor? Bu Türk askerlerini tanıyamıyorum. Sünepe olmuşlar,” falan gibi... laflar etti. Zaten 28 Şubat’ın organizasyonunda, Amerikan devleti adına en önemli ayak oydu.

28 Şubat’ı ABD mi organize etti sizce?

Tabii... Yanılmıyorsam... Abramowitz, bu iş için devreye girmeden önce, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerden bütün Türkiye ve bölge uzmanları ortak bir toplantı yapıyorlar. Darbe değil ama, darbe benzeri bir müdahale üzerinde anlaşıyorlar. Yol haritası o şekilde çiziliyor. Abramowitz o sırada emekli büyükelçiydi. Türkiye’yi çok iyi bilen ve herkesi tanıyan biri olarak Türkiye’ye gelip gidiyordu. O zamanlar, Zafer Mutlu’yla yaptığı görüşmelerde, ikisi arasındaki tercümeleri ben yapıyordum. Abramowitz, Dinç Bey’le de bir, iki kez görüştü.

Abramowitz ne istiyordu medyadan?

28 Şubat’ın altyapısını hazırlıyordu herhalde. RefahYol hükümetinin Türkiye’ye zarar verdiğini düşünüyordu. Sanıyorum Erbakan’ın bölge politikasından İsrail çok rahatsız olmuştu. O sırada Erbakan’ın kabinesinde Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener bakandılar ama Erbakan’a karşı kimsenin sesi çıkamıyordu.

Peki, Refah kapatıldı yerine AKP kuruldu ve ilk seçimde Abdullah Gül başbakan oldu. ABD, Gül’ün başbakanlığına karşı çıkmadı, öyle değil mi?

Bilmiyoruz. Bakın şimdi Ergenekon soruşturmasıyla, 2002 -2003 darbe planları ortaya çıkıyor. Demek ki AK Parti hükümetine karşı bir darbe için altyapı hazırlıkları yapılmış. Belki Genelkurmay karargâhının bu planlarla doğrudan bir ilgisi vardı ve sonra yaşanan gelişmelerle tablo değişti. Çünkü şu bir gerçek. 1960 ihtilalinden sonra, alt kadrolar yanlış yapmasınlar diye orduda öyle müthiş bir istihbarat ağı kuruldu ki, Genelkurmay karargâhının ve Genelkurmay başkanının bilgisi olmadan orduda hiç bir darbe hazırlığı yapılamaz.

ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, bu aybaşında gene ortaya çıktı ve Türkiye’nin İran’la ve Rusya’yla artan ilişkileriyle ilgili yeni uyarılarda bulundu. İsrail’le gerginliğin ABD’deki muhafazakâr kesimleri kızdırdığını, Başbakan Erdoğan’ın Gazze’de yaşananlara ‘soykırım’ demesinin Türkiye’nin Batı’daki duruşuna zarar verdiğini, Türkiye ile ABD ilişkilerinin önümüzdeki birkaç yılda zorluklar yaşayacağını söyledi. Abramowitz, Türkiye’deki kutuplaşmanın daha derinleşeceğine de dikkat çekti. Koalisyon hükümeti olasılığını bile dile getirdi. Abramowitz’i yakından izlemiş biri olarak, onun bu yeni açıklamalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Obama, Ermenistan sınırının açılmamasına çok bozuldu. Abramowitz, Amerikan yönetiminin AK Parti hükümetinden rahatsızlığını ortaya koyuyor. Amerika’yla ilişkilerde sıkıntılı bir dönem başlıyor. İsrail lobisinin görüşlerini dile getiren ama neocon olmayan biridir Abramowitz. Amerikan politikasında önemlidir. Eğer yaşı ilerlemiş olmasaydı, bugün Obama yönetiminde yer alırdı. Abramowitz, Türkiye konusunda söyledikleri kabul gören biridir. Ben olsam, onun sözlerini ciddiye alırım.

Gazeteci-asker ilişkilerine dönersek... Generallerden gazetelere talimatlar gelir miydi?

Ankara büroya gelirdi.

Neler yazılmasını isterlerdi?

Sincan olayını çok önemserlerdi. “Dört yıldızlı uyarı”, “Komutanlar rahatsız” gibi manşetler atılmasını isterlerdi. Bu manşeti hangi generalin attığını bilemiyorum. Belki o manşeti general atmazdı da, bizim Ankara büro manşet bulamayınca bunu oturup yazardı... Ama şu var. Bu herhalde bizim de işimize geliyordu. Dediğim gibi o sırada hem Çiller’e büyük bir öfke vardı. Hem de Erbakan’a, “Türkiye’yi Suudi Arabistan yapacak” diye bir güvensizlik vardı. Bizim de o sırada, solculuktan gelen ateist damarımızla, dinle ilgili her şeye şüpheyle bakan laikçi damarımız birleşmişti. RefahYol koalisyonunun, hayat tarzımızı değiştireceğini düşünüyorduk ve askeri doğal müttefikimiz olarak görüyorduk.

Psikolojik harbin ürünü olduğu apaçık olan o Fadime manşetlerine gerçekten inanıyor muydunuz?

Şeriat tehlikesi yaşandığına yüzde yüz inanıyorduk. Bizler aktif laiklerdik. Sadece rahmetli Ahmet Vardar ve Salih Memecan bu yayın politikasına ve askerle işbirliğine çok kesin karşı çıkıyorlardı. Can Ataklı, Çiller’e yakındı, o da benimsemiyordu. Mehmet Barlas da yayın politikasına karşı çıkıyordu. Geri kalan herkes RefahYol hükümetinin gitmesini istiyordu.

Darbeyle gitsin, öyle mi?

Biz o dönemde, askerle müttefik olmaktan rahatsız değildik. Türkiye’yi belaya sürükleyen bir hükümete karşı düzen kavgası veriyorduk biz. 28 Şubat’ı darbe olarak görmemiştik.

Bugün baktığınızda ne görüyorsunuz peki?

Korkunç tabii.

Askerler, nelerin yazılmasına kızarlardı?

Askerler, kendilerini eleştiren, hükümeti öven yazıların yayımlanmasını istemiyorlardı. Ben 28 Şubat sürecinin sonuna doğru depresyona girdim zaten. Benim o dönemde gazetede en önemli işim, oturup bütün köşe yazılarını okumak ve yazarları tek tek sansürlemekti. 28 Şubat’taki baskılar, bizlerde öyle tuhaf bir duygu ve ruh hali yaratmıştı ki... En ufak bir cümle bile hükümet yanlısı, asker karşıtı gelebiliyordu bize. Ben o bölümleri yazılardan siliyordum.

Yazarları çok sansürlediniz mi o günlerde?

Çook... Bir korku atmosferi yaratılmıştı. Düşünün, 28 Şubat’ın generali Erol Özkasnak, Mehmet Altan için “Onu süngüye oturtup Güneydoğu’da dolaştırırım” demişti. Faşizmin ne olduğunu, o döneme baktığımda şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanın bayağı ruhunu ele geçiriyor faşizm. Bir gün Zafer Mutlu yazıişleri toplantısına geldi, Manşeti, “De-de rahatsız” yapalım dedi.

De-de mi?

Derin devlet yani... Sonra, “Bu manşet, bela çıkarır başımıza” dedi ve de-de başlığından vazgeçtik. Beş dakika sonra Fatih Çekirge Ankara’dan telefonla aradı. “De-de manşeti atıyormuşsunuz. Beni aradılar. Yapmayın” dedi. Haber anında askere gitmiş.

Ajan gazetecilerin sayısı basında çok mu fazladır?

Çok fazladır. Meşhur bir Hayri Birler olayı vardır. Hürriyet’in Ankara bürosunda ikinci adam olarak çalışırken, esas işi açığa çıkıyor ve Hürriyet’ten ayrılıyor ve gerçek işine geri dönüyor. MİT’in Diyarbakır bölge müdürü oluyor.

Bu ajan gazeteciler ne yaparlar?

Karakter suikastı.
Haber93

ABD ile Türkiye arasında krize neden olan konsolosluk görevlisi Metin Topuz kimdir?
09 Ekim 2017



Konsoloslukta işçilikten DEA irtibat görevliliğine: Metin Topuz hakkında bilinenler

ABD ile vize krizine, ABD Başkonsolosluğu çalışanı Metin Topuz'un FETÖ üyeleri ile irtibatı ve yurtdışına çıkışları konusunda yardımcı olduğu iddiasıyla tutuklanması neden oldu. Peki ABD Başkonsolosluğu çalışanı Metin Topuz kim ve hakkındaki iddialar ne?

Cumhuriyet’ten Yavuz Karakoç’un haberine göre, 1982 yılında ABD Başkonsolosluğu'na işçi statüsüyle giren Metin Topuz hakkında bilinenler şöyle:

Konsoloslukta işçilikten DEA irtibat görevliliğine

Metin Topuz 1982 yılında ABD İstanbul Başkonsolosluğu'nda işçi statüsünde çalışmaya başladı. 1993 yılına kadar konsoloslukta görev yapan Topuz, aynı yıl İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı Narkotik Şube Müdürlüğü'nün ABD Uyuşturucu ile Mücadele Dairesi olarak bilinen DEA'nın irtibat görevlisi olarak atandı. 1993- yılından 2002 yılına kadar burada görev yaptı.

Narkotik şubede bürosu vardı

Metin Topuz için İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün Vatan Caddesindeki yerleşkesinde B Blok 5. katta bir oda bile ayrıldı. Yalnız değildi. Ali Arabian isimli bir kişiyle birlikte yaklaşık 10 yıl boyunca burada görev yaptı. İşi İstanbul Narkotik ekipleriyle ABD DEA görevlilerini irtibatlandırmaktı.

Narkotik şubeye dinleme cihazlarını aynı ekip kurdu

Metin Topuz ve Ali Arabian İstanbul Narkotik Büro için dinleme cihazlarının kuruluşunda da görev aldı. Mecidiyeköy'de bulunan ek hizmet binasının dokuzuncu katında Gayrettepe PTT den çekilen kablolarla dinleme yapılıyordu. O zamanki sistem konsolosluk görevlileri tarafından kurulmuştu ilk bakışta uyuşturucu operasyonları için kullanılıyor gözüküyordu ancak sistem herkesin dinlenmesine müsaade ediyordu. Aynı dönemde söz konusu binanın girişine de Amerikalılar tarafından x ray kapısı hediye edilmişti..

İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde tanımadığı Emniyet müdürü, amiri ve savcı yoktu

Görev yaptığı süre içerisinde Hem emniyet hem de adliyede hatırı sayılır bir çevre edindi. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Metin Topuz’un 2002/2015 arasında Emniyet’te irtibatlı bulunduğu kişiler hakkında ‘FETÖ’ irtibatlı oldukları iddiasıyla çok sayıda soruşma açıldı.

Ayrıca bu dönemde Emniyet müdür ve amirleri dış misyon görevi ve vize için hep Metin Topuz ile iletişime geçti. DEA eğitimi için ABD'ye gitmek isteyenler, uzun süreli vize almak isteyenler Metin Topuz'un aracılığına başvuruyordu.

Metin Topuz hakındaki suçlamada FETÖ'den haklarında arama kararı olan ve tutuklanan polis şefi ve savcılarıla irtibat kurduğuve yurt dışına çıkışlarına yardımcı olduğu iddia ediliyor. Topuz'un ilişkide olduğu isimler arasında halen firari olan ve eski Organize suçlar şubesi ve Terörden sorumlu emniyet müdürü yardımcısı Mutlu Ekizoğlu, Fenerbahçe'ye yönelik Şike kumpasını yapan Nazmi Ardıç, 17-25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonlarını koordine eden Yakup Saygılı ve firari savcı Zekeriya Öz de bulunuyor.

İşte Metin Topuz hakkındaki o soruşturma evrakı;

Polis ve savcılara yurt dışı gezisi

Polis şefi ve savcıların yurtdışındaki futbol maçlarına götürülmesi ve masraflarının karşılanması da Metin Topuz ve arkadaşı Ali Arabian üzerinden yürütülüyordu.

Türk vatandaşı olan Metin Topuz'un dokunulmazlığı da yoktu.

Lucky S ve Kısmetim 1 operasyonlarında da Metin Topuz vardı

Narkotik Şube de görev yapan gazetecilerin de yakından tanıdığı bir isim Metin Topuz. Lucky S ve Kısmetim 1 operasyonlarında bizzat DEA Türkiye şefi Michael Spasaro nun yanında Marmaris'e giden ekibin de içindeydi...
T24
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com