EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Türkiye'yi Bekleyen Gelecek

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Şub 05, 2009 9:50 pm    Mesaj konusu: Türkiye'yi Bekleyen Gelecek Alıntıyla Cevap Gönder

Av. Harun Yüksel: "ABD, Müslümanları haksız hukuksuz, haysiyetsiz şerefsiz ve vatansız köle sürüleri haline getirmeye çalışıyor" (*)



Şükrü Sak:- Şuradan başlamak istiyorum mevzuya müsadenizle; savaş çıkacak galiba? En son olarak, bu, BM silâh denetçilerinin raporu açıklandıktan sonra, kesinleşti gibi… Türkiye’nin “ikircikli” bir tavrı var savaş karşısında, iki ucu pislik değnek gibi… “Savaşa karşıyız” dese olmuyor. “Savaşa evet, taraftarız” dese, çok riskli bir durum… Türkiye’nin bu çelişkili, ikircikli tavrını neye bağlayabilir, nasıl değerlendirebilirsiniz?.. Çok şaşkın bir pozisyonda gerçekten…



Av. Harun Yüksel: - Olanı biteni sade, basit bir Müslüman gibi anlamaya çalışıyorum... Şimdi, şöyle bir gariplik var TC’nin durumunda; şu anda iki ayrı iktidar görünüyor; bir generallerin iktidarı var, bir de sivillerin . Bunların İkisi de savaşa girmeye mahkûm ve mecbur bir hâldeler… Ama, generaller her zamankinin aksine, sivilleri öne sürüyorlar; “Biz sivil idarenin emrindeyiz, ne derlerse yapacağız” diyorlar. Biliyorlar ki Biçare ve şaşkın sivil iktidar ne kadar kıvırtmaya çalışırsa çalışsın sonunda Büyük patron ABD’nin dediğini yapacak... Şimdi Amerika, aslında sivil iktidarı çok yönden sıkıştırıyor; en bilineni borç var, adamlar gırtlağına kadar borca batırmışlar. “Para vermeyeceğim” dese çöktünüz. “Meşruiyet” dertleri var, Ankara’daki kemalist laik oligarşi Yargı cihetinden ayrı, Çankaya cihetinden ayrı, generaller cihetinden ayrı, medya ve TÜSİAD cihetinden ayrı ama eş zamanlı olarak itip kakalanıyor, aşağılanıyor, çelmeleniyor... Onlar da bu laik- kemalist oligarşinin dişleri nasılsa ABD ve AB’ye geçmez diye onların kucağına daha sağlam yerleşiyor, filan... Aslında Amerika ne derse yapacaklar, fakat bunu dönüp de içeriye anlatmaları mümkün değil; yani oy aldıkları kitlelere anlatmaları mümkün değil. Onların gözünü boyamak için de bir şeyler yapıyormuş gibi davranıyorlar. Yani gösteri mahiyetinde “barış çağrıları-çabaları filân... Bu gün okudum gazetede, Mısır 117 milyar dolar almış Amerika’dan. Buna rağmen, “ben savaşa katılmayacağım” diyor. Üstelik, “BM karar verse de katılmayacağım” diyor. Her hâlükârda, “ben bu savaşa katılmayacağım” diyor. Arap Birliği ha keza... Almanya ve Fransa malum... Şimdi bunlar kendilerini peşinen bağladılar; “BM karar verirse, ne yapalım kardeşim, biz de onların üyesiyiz” filân diye Amerika’nın arkasına takılıp gidecekler. Ankara paramparça... Şimdi devletin içinde kaç tane odak var, kim kimin adamı bilmiyoruz. Ortalık toz duman.. Bir de, yani devletin içinde gerçekten Türkiye’nin çıkarlarını ve geleceğini düşünen kesim de herhalde var gibi görünüyor, bazı hâl ve tavırlarından… Şimdi o kesim, bu savaşa girilsin istemiyor.



Ş. Sak:- Bu mânâda bir takım sesler duyuluyor…

Av. Harun Yüksel:- Evet. Niye istemiyor? İşte, belli ki bu savaş burada bitmeyecek… Yani Amerika Irak’ı yense bile, orda durmayacak. Dönecek; Şu anda Kuzey Irakta Kurulmuş bulunan devletle, işte İran’daki Kürtleri, Suriye’deki Kürtleri, Türkiye’deki Kürtleri de birleştirip, ortada, kendi güdümünde ve İsrail himayesinde bir Kürdistan kuracak. Yani TC, bu savaşa girse de girmese de, Amerika bu savaşı kazanırsa; bu operasyonu eninde sonunda yapmaya çalışacak. Şimdi devletin içinde, “hiç olmazsa bu toprakları, bu sınırları koruyalım, bölünmesin devlet” filân diye düşünenler, “girersek bunlar bizi bölecekler, bu görünüyor... Yani göstere göstere de yapıyor artık; gizlisi saklısı da kalmadı bu işin … Talabani bir taraftan konuşuyor, Barzani bir taraftan konuşuyor… Neden? Amerika’dan taahhüt alıyorlar, ona göre konuşuyorlar neticede… Şimdi Ankara’da işler oldukça karışık gözüküyor. Sivil hükümet, kendine oy veren safoşları avlamak için, bir mazeret arıyor paçayı halktan kurtarmak için, “Güvenlik konseyi karar alsa da, biz bu işten yırtsak…”



Ş. Sak:- “Dünya ile birlikte hareket ettik, filân” gibi…

Av. Harun Yüksel: -Diye bekliyorlar dört gözle. Fakat Avrupa’nın tavrı da gösteriyor ki, Güvenlik Konseyi’nden bu karar kolay çıkmayacak!.. Amerika da diyor ki: “Kardeşim, ben gireceğim!” Türkiye’ye dönüyor, diyor ki; “Bak, ben oraya gireceğim. Sen benimle beraber gelirsen, Kürdistan meselesini şimdilik askıya alırız. Ama, gelmezsen benimle beraber… Valla artık Kürtler ne yapar bilemem. Ben onları tutmam, tutamam.”



Ş. Sak:- Aba altından sopa gösteriyor…

Av. Harun Yüksel: -Evet. Tabii, böyle bir şey olursa, Diyarbakır’dan ötesini yok say TC’de... Bölünecek Türkiye... Generallerin iktidarı da, AKP’nin iktidarı da bir çözüm üretemiyor… Şimdi Tayyip’in söylediği hoş bir şey var: “Siyaset, çözüm üretme sanatıdır!” diyor. Siyasetin bir tarafı öyledir. Hakikaten siyaset “iç”te çözüm üretme sanatıdır. Yani dahilî problemlerde siyaset, çözüm üretir, üretmek zorundadır, siyasi iktidarın asıl işi budur. Şimdi bunlar halkın hiçbir derdini çözemiyorlar. Siyasi İktisadî, sosyal, hukuki hiçbir şeyi çözemediler bugüne kadar… “Dış”ta ise siyaset her zaman çözüm üretme sanatı değil; tam aksine bazen çözümsüzlük üretme, bazen de problem üretme sanatıdır... Yani dış dünyada, dış dünyanın vahşî şartlarında ayakta kalabilmek için çok iyi çok çetrefilli problemler üretmek lâzım gelebilir... Buna misal olarak da Sayın Denktaş’ı gösterebiliriz… Otuz senedir adam problem üreterek ayakta kalıyor… Başka türlü de ayakta kalması mümkün değil, Kıbrıs çoktan gitmişti… Yani, sırf orada çözümsüzlük üreterek, Kıbrıs’ı elde tutabiliyor. Hem de O inanılmaz şartlarda elde tutuyor üstelik... TC’ye rağmen adam elde tutuyor Kıbrıs’ı. Son derece büyük bir politikacı. Yani burada, “bizim dış dünya ile problemimiz var, biz bunları çözelim.” dersen, o zaman vereceksin, yani Kıbrıs’ı vereceksin, işte Güneydoğu’yu vereceksin… Ancak böyle çözebilirsin… Şimdi, bu çözümler senin işine yaramıyorsa, sen burada çözüm üretmeyeceksin, sen burada problem üreteceksin. Problemlerin devamını sağlayacaksın.



Ş. Sak:- Çözülmemesini sağlayacaksın…

Av. Harun Yüksel: -Çözülmemesini sağlayacaksın, uzatacaksın, uyutacaksın, unuturacaksın... Yani, aciz bir ülkenin yapabileceği en iyi şey bu. “Ben” diyor, “çözeceğim Kıbrıs’ı”... Çünkü bastırıyorlar işte, “çöz, möz, ver, artık sonuna geldi işin” diye…
Anadolu’nun tarihî şartları, coğrafî şartları, siyasî şartları, kültürel şartları, geleceği, istikbali için Kıbrıs’ın verilmemesi gerekiyor. Kıbrıs’ın bizde kalması gerekiyor. Yani bugün Kıbrıs’ı verirsek, yarın burasını, yeniden büyük bedeller ödeyerek geri almak zorunda kalacağız …
Fakat bunlar, her ne pahasına olursa olsun, iktidara gelmek istediler. Bunun için de sözler verdiler, seçilmeden önce. Seçimlerden de öncedir, yani Tayyip’in lider olarak hazırlanışından başlayarak dış dünyayla, dünyayı yönetenlerle, bunlar, oturdular pazarlığa giriştiler; şunları, şunları, şunları yapacağız dediler, bizi iktidara getirirseniz. Sonra, seçimlerden önce, Abdulluh Gül’le beraber gittiler Davos toplantısına, Amerika’da yapıldı o toplantı. Orada yeniden teminatlar verdiler… O teminatları verdikleri için de iktidara geldiler. Şimdi bunları iktidara getirenler, sandıktan çıkaranlar, “Hadi bakalım!” diyorlar, “Verdiğiniz sözleri tutun!..” Şimdi onlara verdikleri sözleri tutabilmeleri için, Kıbrıs’ı vermeleri gerekiyor. Güneydoğuyu da vermeleri gerekiyor bir şekilde… Yani, özerklikten başlayarak, azınlık statüsünden başlayarak, özerkliğe giderek bunları vermeleri gerekiyor…
Bunlar da üst üste yığılınca, tabiî devletin içinden de dirençler oluyor, hem halk direniyor, hem devletin içinde bir takım odaklar haklı olarak direniyorlar… Bir şey var, bir patırtı gürültü oluyor yani, kapışma oluyor devletin içinde…
Ş. Sak:- Bir de hadiselerin bunları zorlaması var.
Av. Harun Yüksel: -Kendileri hadiselere hâkim değiller. Tabiî yani. Bir de işin generaller tarafı, yani ikinci ve asıl iktidar tarafı var. Generalleri de şöyle köşeye sıkıştırıyor Amerika, “Benim dediğimi yapmazsanız” -bu Tayyip’in demokratikleşme paketi, işte Kopenhag Kriterleri mıriterleri diye getirdiği şeyler içerisinde “iktidarın sivilleşmesi” de var. Yani generallerin politikadan çekilmesi, şartlardan bir tanesi.- Diyor ki Amerika: “Saltanatınızın devam etmesini istiyorsanız, benim dediklerimi yapacaksınız. Yapmazsanız, ben bu Kopenhag Kriterleri davasını serbest bırakırım, bunlar da yaparlar. Sizin protokoldeki yeriniz Savunma Bakanının arkasına düşer. Ondan sonra sesinizi çıkaramaz bir hâle gelirsiniz.” Şimdi, generalleri de böyle bağlamışlar anladığım kadarıyla. Generaller iktidarlarını kaybetmemek için bu savaşa girecekler. Ama, bu savaşın risklerini bildikleri için de bu acemiler mangasını öne sürüyorlar. Yani bunlara “iktidarmış,hükümetmiş gibi” filan davranıyorlar. Diyorlar ki; “Biz siyasî iradenin emrindeyiz, onlar ne derlerse biz onu yapacağız.” Yok ya? Hangi dağda Kurt öldü de?.. Fakat, bunlarda azıcık “ipe un serme” tavırları görünce, Genelkurmay Başkanı topluyor medyayı atıyor fıçasını sözde hükumete; “Yav bunlar daha karar veremediler, n’olacak bu iş” filan diye… Çünkü Amerika onları da sıkıştırıyor. (Pearson) tam bir sömürge valisi gibi, asker, sivil, sivil toplum kuruluşları kim varsa hepsiyle görüşüyor, ve onları ikili görüşmelerde, gizli görüşmelerde, bir şekilde “ikna” etmeye çalışıyor...



Ş. Sak:- Bu savaş ortamında, medyanın gerçekten korkunç, akıl almaz bir Amerikan propagandası yaptığını görüyoruz. Sinsice, bilerek ve isteyerek yapıyor bu zihinleri bulandırma işini. Fakat bunlar içinde, Genç Parti ve Uzan Grubu’nun tavrı gerçekten çok farklı, istisnaî bir örnek oldu. Televizyon ve gazetelerde yayınlattığı ilâna bakınca…



Av. Harun Yüksel: -Şimdi şunu söyleyeyim; söz tam oraya geldi: Müslümanların bu savaşı kaybetmemeleri gerekiyor. Yani Amerika Irak’la, Saddam’la filân savaşmıyor; Amerika İslâm’la savaşıyor. Ve Müslümanlar bir şekilde bu savaşı kaybederlerse, bir daha tutunmaları pek mümkün görünmüyor. Yani bugün Irak çiğnenirse, yarın İran çiğnenecek, öbür gün Suriye çiğnenecek, Türkiye çiğnenecek, Ürdün çiğnenecek… Dümdüz edecekler dünyayı.. İslâm’ın, dünyaya yeniden hâkim olmasını engellemeye çalışıyorlar. Müslümanları haksız hukuksuz, haysiyetsiz şerefsiz ve vatansız köle sürüleri haline getirmeye çalışıyorlar. Zaten bunlarda bunun, köleciliğin kültürü var, Batı’da; kölecilik kültürü var. Dünyaya bunlar hükmedecekler. Bizleri de pis işlerinde, ağır işlerinde filân çalıştıracaklar. Onun için de bütün dünya Müslümanlarının ABD eşkiyasına karşı direnmeleri gerekiyor. Bu savaşı kazanmaları gerekiyor...
Şimdi enteresan olan şu; Türkiye Müslümanlarının legal örgütlerinin yapmaları gereken en güzel şeylerden bir tanesini Genç Parti yapıyor…

Ş. Sak:- Evet…

Av. Harun Yüksel:- Çok orijinal, çok güzel bir kampanya yapıyor!..

Ş. Sak:- Tercüman oluyor halkın hislerine…

Av. Harun Yüksel: -Hem halkın hislerine tercüman oluyor, hem Amerikancı medyanın neye taptığını gösteriyor; bastırıyor parayı, şakır şakır tam sayfa ilânlar, dakikalarca televizyon ilânı… Bunun parasını da, tahmin ediyorum şöyle karşılıyor; hazine yardımı alıyor ya partiler,devletten. Peki Saadet Partisi, Büyük Birlik Partisi, MÜSİAD, HAK-İŞ, bunca para babası kişi, cemaat ne yapıyor? Şimdi orada, Saadet Partisi içinde de mesela gerçekten savaş karşıtı, anti-emperyalist insanlar var, yok değil… Bizim tenkidimiz onun liderliğine. Böyle bir orijinal buluş, mesela Genç Parti’nin yaptığı gibi orijinal bir buluşla bir kampanya yapabilirsin, klâsik usûlleri kullanabilirsin. Nedir işte, ölüm orucu yaparsın, miting yaparsın, panel yaparsın. Yani ortalığı fıkırdatacak bir takım şeyler yaparsın. Bildiri dağıtırsın, afiş yaparsın, pankart yaparsın. Bunlardan hiçbiri yok. Yani onlar da bir nevi böyle pusuya yatmış hâlde, “Tayyip’in ayağı sürtsün de sıra bize gelsin” gibi. “Bunlar mecburen bu savaşa girecekler, o zaman aziz milletimiz uyanacak, bunların ne kadar Amerikancı olduklarını görecek, ondan sonra gelecek bize oy verecek…” Yahu, bunun mevzuu kalmayacak!.. Yani, bu savaşı kaybederse Müslümanlar, bir daha böyle bir şey yok!.. Yeniden seçimler olacak da, yeniden Saadet Partisi iktidara gelecek de, Millî Görüşü şey yapacak da filân… Çünkü dünyada, İslâm coğrafyası diye bir coğrafya kalmayacak! İktidar, coğrafya ile kaim olan bir iştir. Sürgünde iktidar olmaz, sürgünde hükümet olur da, “Sürgünde iktidar” olmaz! Şimdi herhangi bir toprak parçasına hükmetmiyorsan, orda artık senin iktidar şansın kayboldu demektir, bitti, mevzu bitti demektir…



Ş. Sak:-Bir de genel olarak estirilen havaya baktığımızda, bu savaşta Amerika’nın kazanması bir bedahetmiş gibi görülüyor, gösteriliyor… Halbuki bu, güç nispetsizliği ne kadar olursa olsun, nihayetinde yine de bir savaş… Ve bir çok ihtimale açık, değil mi?

Av. Harun Yüksel: -Çantada keklik gibi görülüyor... Şimdi Amerika fil gibi, “ahmak fil” tabiri vardır ya… Sırf güce dayalı bir fil. Orada bakıyorsun, tozu dumana katarak, yeri göğü titreterek, lambur lumbur geliyor.. Sen de serçe gibisin, “çiğner geçer” diyorsun, ürküyorsun, korkuyorsun.... Bakın Gülay Göktürk ne diyor:
“Savaş kurmaylarının, sıradan insanlar savaşın dehşetini hissetmesin diye geliştirdikleri bir jargon var.
Özellikle haksız bir savaşın taammüden cinayetle aynı şey olduğunu kamufle etmeye yönelik bir jargon, bir terminoloji kullanıyorlar. Doktorların ölüme “X oldu” demesi gibi bir şey.
Gücün kendisini, meşruluğun temeli yapmaya çalışanların sık sık kullandıkları ön cümle şu: “Madem ki ABD saldıracak ve yenecek, o halde.”
“O halde”den sonrası çeşitli şekillerde devam ediyor. “O halde biz de kendi ulusal çıkarlarımızı kollamalıyız.” “ O halde kuzey seçeneğini zayıflatmalıyız.”
***
“Madem ki savaş kaçınılmaz, o halde biz de kendi ulusal çıkarlarımızı korumalıyız” mantığıyla hareket etmenin yanlışlığını birkaç gün önce yazdım. Şu kadarını tekrar edeyim ki, ulusal çıkarı savunmak, izlenen politikayı her zaman ve her koşulda haklı ve meşru kılmaz. Gözetilen ulusal çıkarlar, başka halkların yada genel olarak insanlığın çıkarlarıyla, evrensel ahlaki değerlerle çelişiyorsa, o ulusun çıkarına da olsa savunulamaz. Tarih, “kendi ulusal çıkarı doğrultusunda hareket ettiği için” fetihlere girişen, başka ülkeleri işgal eden, ya da işgalcilerle saldırganlık paktları imzalayıp barışçı dünyaya ihanet eden ülke örnekleri ile doludur.
Yani “ulusal çıkarlara uygunluk” haklılık ve meşruluk garantisi değildir.
“Madem ki” ile başlayan ikinci cümleye gelince.
“Madem ki savaş kaçınılmaz, o halde bir an önce bitmesi için yardımcı olunmalıdır; yani Irak’ın tüm gücünü güney cephesine yığmasını önlemek için Kuzey’de Türk sınırında dikkat çekecek büyüklükte kuvvet bulundurulmalıdır.”
Bu fikir kibarca “Kuzey seçeneğini zayıflatmamak” şeklinde ifade ediliyor. Ve tabii böyle ifade edildiğinde, içinde taşıdığı dehşet güzelce kamufle edilmiş oluyor.
Eğer herhangi bir savaş, haklı, meşru bir savaşsa, örneğin bir halkın saldırıya karşı kendini koruması söz konusuysa, saldırganın bir an önce pes etmesi için yeni bir cephe açmak; onu kuşatıp kıskıvrak yakalamak için yardım etmek de meşrudur. Söylemeye gerek var mı: Savaş meşru değilse, o savaşın çabuk bitirilmesi için yardım da meşru olmaz.
“Ama böyle olursa, o istemediğiniz savaş daha çabuk bitecek, daha az insan ölecek” diyorlar
Biraz ağır kaçacak belki ama, şuna benziyor:
Adamın biri gelip size “Bak ben şu kadına tecavüz edeceğim. Kararlıyım. Senin bunu engelleme şansın yok. Ama benimle birlikte gelir ve ben tecavüz ederken elini ayağını tutarsan işimi daha çabuk bitiririm, hem de kadının canı daha az yanar” diyor.
Böyle bir teklif karşısında, nasılsa tecavüz gerçekleşecek, bari gidip elini kolunu tutayım da kadıncağız daha fazla hasar görmesin, der misiniz?” diye devam ediyor…
Öteki yazısında da , çok doğru olarak şunu söylüyor: “Yanlış ata oynuyorsunuz. Sizin kazanacak taraf dediğiniz ABD, daha şimdiden mağlup… Üstelik Irak’a saldırsa da saldırmasa da, savaşta kazansa da kazanmasa da mağlup. Çünkü siyaseten mağlup…” Şimdi, Amerika burada haksız bir savaş yürütüyor… Bütün dünya da bu savaşın haksız olduğunu görüyor… Vicdan sahibi hiç kimse bu savaşta Amerika’nın yanında yer almaya kendini iknâ edemiyor, insan olarak. Şimdi sadece bizimkiler…

Ş. Sak:- “Stratejik ortağımız” işte filân diye…

Av. Harun Yüksel: -O, “Stratejik ortaklık” mevzunu sonra konuşalım. Şimdi sadece bizimkiler, “yağmadan pay alalım, yani iki petrol kuyusu da belki bize verecek Amerika.” Amerika, ha bire elini cebine atıyor ya, “para vereceğim size, kıyak yapacağım” filân diye… Şimdi orada “ya abi şimdi Amerika nasıl olsa bunları yenecek, orda petrol kuyularının hepsinin üzerine oturacak, en iyisi biz de bununla gidelim oraya, elini ayağını tutalım bunların, iki kuyu da bize verirse, o bizim kârımız olur, belki bu iktisadî sıkıntılarımıza bir merhem olur filân…” diye, çok ahlâksızca, kahpece bir bakışları var meseleye.

Ş. Sak: -Bu savaşın gerçekten hiçbir haklı, meşru bir temeli, bir sebebi yok dediniz. Gerçekten bu böyle… Şimdi 91’deki Körfez Krizi’ne baktığımızda, Saddam Hüseyin, uluslararası destek yönünden, tek başına kalmıştı. Bugünkü hadiseye bakınca, uluslararası destek yönünden, o zamanki Irak’ın durumunda bu gün Amerika var.

Av. Harun Yüksel:-Yani uluslar arası alanda tecrit oldu…

Ş. Sak: -Tecrit oldu, tek başına kaldı.

Av. Harun Yüksel:-Tabii tabii evet.

Ş. Sak: - O zaman Saddam tek başına kalmıştı, İbda’nın o zaman verdiği desteğin haricinde. Bu gün de Amerika tek başına kaldı. Özellikle Avrupa’dan destek çıkışları var. İslâm ülkelerinden, mesela Suudî Arabistan tavır koydu; Mısır, ben katılmayacağım diyor. Diğer bazı ülkelerin karşı çıkışları var… Bunlara nisbetle bir değerlendirme yapmak gerekirse, bu tavırlar savaşa farklı bir boyut kazandırabilir mi?

Av. Harun Yüksel:-Şüphesiz kazandırır. Zaten bu, Gülay Göktürk, “siyaseten kaybettiler” derken onu söylüyor. Yani Amerika şu anda, İngiltere -“Amerika’nın fino köpeği” diyor ya İngilizler Blair’e- İngiltere dışında, “Tamam abi, nereye gidersen can baş üstüne, senin yanındayım” diyebilecek, gönül rızasıyla gerçekten, “ya gidelim bak dünyayı kurtaralım bu beladan” diyecek ülke bulamıyor. Yani savaşın meşruluk temeli yok. Ayrıca Yavuz Sultan Selim Han’ın, o dünya haritasını önüne koyup, “Bir hükümdar için çok büyük, iki hükümdar için çok küçük!” dediği durum davar… Yani dünyayı hiç kimse tek başına bir hükümdara yedirmez! “Ben dünyanın tek başına sahibi olacağım!” derse herhangi bir ülke, diğer ülkeler ona, “hoop, n”oluyor, dur bakalım!” derler. Şimdi Avrupa’nın yaptığı o. “Ben bütün dünyanın tabiî kaynaklarına, petrolüne, stratejik noktalarına hâkim olacağım; dünyanın tek hâkimi ben olacağım! Siz de ben ne verirsem onunla iktifa edeceksiniz!” diyor Amerika. Bunu da çok açık yapıyor. Yani bütün nezaket kurallarının dışında, bütün diplomasi kurallarının dışında yapıyor. Amerika’nın yaptığı her harekette bu görülüyor; “Güç benim elimde; ben istediğimi yaparım arkadaş! Siz de büke büke buna katılacaksınız, başka şansınız yok!” diyor. O Almanya’nın, Fransa’nın politik olarak birleştiklerini, aynı tavrı aldıklarını deklare ettikten sonra, bu Amerikan Dışişleri Bakanı, “Bunlar bunak, yaşlı!” filân demeye getirdi. Yani, “bunlar zaten ölmüşler, bunlar muhatabımız değil, işte genç Avrupa bizimle beraber” filân dedi.

Ş. Sak: -Almanya buna çok öfkelenmiş olacak ki, “terbiyesiz” diye karşılık verdi…

Av. Harun Yüksel: -Şimdi, Avrupa’nın böyle bir zafiyeti var. Amerika onu görüyor. Avrupa yaşlanıyor, Avrupa ölüyor yani. Ölüm döşeğindeki yaşlı bir adam gibi adeta… Amerika da, onun gayrı meşru evladı gibi. Gayrı meşru evladı ama artık babasının bütün malına mülküne ölmeden konmaya çalışıyor. Babaya da hükmedecek... Hani, çingeneyi bey yapmışlar, önce babasını asmış … Avrupa coğrafyasını da kendine bağlayacak bir hegemonya peşinde koşuyor. O da herkesi rahatsız ediyor. Türkiye’de şu anda iktidarda olan, iktidara, diyet ödeyerek gelmiş, diyet ödemeyi vaat ederek gelmiş ve diyet ödemenin de vakti geldiği için, “hadi bakalım öde!” faturası burnuna dayanmış olanlar haricinde hiç kimsenin, böyle bir savaşa gönlü elvermiyor, vicdanı elvermiyor; “ne işimiz var bizim bu savaşta” diyor herkes. İngiltere ise bunların dışında. İngiltere her ne pahasına olursa olsun, girecek; işte Avustralya zaten İngiltere’nin vagonu halinde o da giriyor. Türkiye’nin burada eli mahkûm, Amerika çeke çeke götürecek yani…
Biraz önce bu “stratejik ortaklık” mevzuunu demiştiniz…

Ş. Sak: -Neyin nesidir, nasıl bir iştir bu “Stratejik ortaklık?” Okkalı bir laf gibi hep söyleniyor ama?

Av. Harun Yüksel: -Şimdi Amerika bir imparatorluk, burası küçük bir devlet, devletçik yani. Üstelik de bu imparatorluğa borçlu, gırtlağına kadar borçlu. O koruyup kollamasa yarın yok. O kadar borçlu. Roma Hukuku’nda olduğu gibi, alacaklılar paramparça edip, her biri bir parçasını alacak gidecek. Öyle bir konumu var. Şimdi burada tavlamak için, “Siz bizim stratejik ortağımızsınız!” diyor Amerika. Bu şuna benziyor; şimdi Sakıp Sabancı gelmiş bana;“Sen benim stratejik ortağımsın!” diye sırtımı sıvazlıyor… Burada bende biraz akıl varsa, diyeceğim ki; “ulan, Sakıp Sabancı para babası bir adam, benimse cep delik cepken delik, cebimde beş kuruş yok, bu herif geliyor bana niye habire “stratejik ortak, bir numaralı ortağımsın” filân diyor?.. Şimdi, ya ceketime göz dikti, ya ayakkabılarımı alacak ayağımdan, ya kolumdan saatimi yürütecek… Yani bunun başka hiçbir izâhı yok ki! Şimdi, “Amerika bizim stratejik ortağımız!”
Nereden ortağı oluyorsun sen Amerika’nın?. Nasıl ortağı oluyorsun? hangi gücünle ortaksın? İktisadî gücün mü var, siyasî gücün mü var, kültürel bir üstünlüğün mü var, bunun karşısında paylaşabileceğin bir zenginliğin mi var? Hiçbir şeyin yok ki!

Ş. Sak:-Yani ortaklığın metaı ne?

Av. Harun Yüksel:- Nerde ortaksın, hangi konuda ortaksın?..

Ş. Sak:- Şöyle bir şey olabilir mi: Amerika’nın bu savaşta, hiçbir gerekçesi yok, bahanesi yok, meşrû bir temeli yok. Savaş için ileri sürdüğü sebeplerin de “minarenin kılıfı” gibi havada duruyor olması? Bunları göz önüne aldığımızda bu savaşın “asıl bilinmeyen” arka plânı ne olabilir. İleri sürdüğü sebepler hem kendi kamuoyu, hem uluslararası kamuoyu tarafından, hem diğer ülkeler tarafından inandırıcı olmadığı için, “Orda kimyasal silâh var, işte onun için”, petrol bir yere kadar sebep olsa bile, Irak petrollerinin büyük bölümü (Dik Çeni)nin ortağı olduğu Amerikan şirketi, Ürdün üzerinden alıyormuş zaten. Bunları göz önüne alırsak, bu savaşın “bilinmeyen bir arka plânı” olabilir mi başka?

Av. Harun Yüksel:- Bilinmeyen bir arka plânı yok. Her şey zaten göz önünde oluyor; bu Davos toplantıları gibi toplantılar da… Prof.Oktay Sinanoğlu’nun çok güzel bir tabiri var, bunlar için “Küresel Kraliyetçiler” diyor. Yani dünyaya tek başına hâkim olmaya çalışan bir azınlık, gücü elinde tutan, iktisadî gücü elinde tutan, siyasî gücü elinde tutan, kaba gücü elinde tutan, yani ordu güçlerini, generalleri elinde tutan, bir klik var, ülkelerden de bağımsız bir organizasyon… Gizli de değil artık, eskiden olduğu gibi, komplo teorisi gibi filan da değil...…

Ş. Sak:- Böyle bir sis perdesi arkasında…

Av. Harun Yüksel:- Algılanabilecek bir şey değil, artık öyle değil yani. Bunlar bayağı, gücü tam olarak ellerine geçirdiklerine inandıkları için, kendilerini gizlemiyorlar… Şimdi bu Davos toplantısı niye yapılıyor? Değil mi?.. Bir sürü adamlar gidiyor… Şu gidiyor da, mesela bu niye gitmiyor, dev firmaların patronları vesaire. Mesela, Tayyip’le Abdullah gidiyor da diyelim Türkiye’den başka bir siyasetçi, Cem Uzan niye gitmiyor? Zenginse zengin, parti başkanıysa parti başkanı. Şimdi öyle seçerek çağırıyorlar… İşte oralarda neler konuşuluyor? Göstermelik, toplantının basına açık bölümlerinde bir şeyler konuşuyorlar da; bir de basına açık olmayan toplantılar var, oralarda neler konuşuluyor? Kimlerden hangi taahhütleri alıyorlar, kimlere hangi taahhütleri veriyorlar o belli değil… Şimdi Tayip bu işleri sevdi, çok sevdi, hani o kırmızı halılar seriyorlar ya… “Hoş geldiniz sayın Başkanım!” Bir de rüyasında görmediği bir itibar sözkonusu.

Ş. Sak;- “Sucukcu Tayyip, trilyoner Tayip olunca Amerika gözüne hoş görünmeye başladı…”

Av. Harun Yüksel: -“Kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş” diyor, bu Davos toplantıları için. Davos toplantılarında ulaşılamayacak kadar kıymetli olan şey nedir? Yani, n’oluyor orada?. Niye bazıları haset ediyorlar da, sen o haset edenlere “şizofren-mizofren” diyorsun? Yani na’pıyorsunuz siz orda?
Kimse ne yaptığını bilmiyor. Orada çok önemli şeyler dönüyor ki, bu kendini çok önemli adam sayıyor, o toplantılarda bulunduğu için, katıldığı için… Katılmayanları, katılmayıp da buna caz yapanlara diyor ki, “Oğlum, sizi adamdan saymıyorlar. Kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş!”
Peki senin önüne attıkları, tav olduğun “ciğer” ne?
Şimdi bu çerçevede, bir dünya hâkimiyeti peşinde Amerika’yı kullanarak, yani kol gücü olarak, askerî güç olarak, Amerika’yı kullanarak, bu klik, dünya hâkimiyeti kurmaya çalışıyor… Tek kutuplu bir dünya, globalleşen bir dünya… “Yuvarlak”(!) bir dünya… Dünya 16 köşeliymiş, geçen gün okudum bir yerde, küre değilmiş yani, 16 köşeliymiş; bunlar o köşeleri yuvarlayıp “küresel” yapacaklar, bir de “küresel” götürecekler yani, götürürken mevzuyu…
Şimdi işin şakası bir yana, burada çok dehşetli bir “Hak- Bâtıl mücadelesi” var. Ve şu ânda güç şeytanın elinde, hiçbir iyi ilkesi olmayanın elinde. “İpler puştun eline geçti” diye bir sözümüz var ya bizim, tam olarak dünyanın ipi puştun elinde. Kötülüğün bütün yollarını açan, iyinin bütün yollarını tıkayan bir gücün elinde… Bunun dinî literatürdeki karşılığı şeytan!.. Şeytanın tecessüm etmiş hâli gibi şu ânda Amerika, dünyada… Bunun karşılığında da İslâm! Yani, bunun karşısında durabilecek tek güç İslâm… Bunu yok etmeye çalışıyor, bunu dümdüz etmeye çalışıyor. Bunu dünyadan kovmaya çalışıyor.
Şimdi burada çok nisbetsiz bir savaş var. Güçler kötünün elinde, iyinin elinde de hiçbir şey yok. Burada, yani Saddam’ın duruşunda, Saddam Hüseyin’in duruşunda hayranlık uyandıracak şey şudur, tam bir Müslüman gibi duruyor Saddam Hüseyin! Yani, biz Müslüman olarak diyoruz ki, yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’tır! Şimdi Amerika’nın görünürde bir gücü var, yani Amerika’nın gücü üstünde bir güç yok şu ânda görünürde dünyada. Dehşetli bir silâh gücü var. Şimdi burada müslümanın göstermesi gereken tavır, tam da Saddam Hüseyin’in gösterdiği tavırdır… Yani, “neyin varsa var ulan!”, “Allah’dan başka güç ve kudret sahibi mi var ki, bu dünyada sen bana böyle bir takım oyuncaklarla, “höt, ezerim, çizerim; bilmem ne diyorsun?” demesi gerekiyor.
Fakat şimdi bir taraftan Ebrehe’nin fillerinin ayak seslerinin toprağı titretişini duyacaksın, lambur lumbur, lambur lumbur geliyor filler; bir taraftan da “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm!” diyeceksin. Yani bunu yürekten söylersen ancak o fillerin karşısında dik durabilirsin. “Acaba ulan? Bunlar çiğner geçer mi” filân diye şüpheler varsa, orada kıvırmalar başlıyor, “Abi, biz de n’apalım, Ebrehe’den tarafa olalım da, gidelim Kâbe’yi yıkalım” mesela… “Kâbe’yi yıktıktan sonra, orda bir villalık arsa da belki bize verir” diyecekler… Biz imân ediyoruz ki, yegâne güç ve kudret sahibi Allah’tır! Amerika mamerika, bilmem neyin fizikî gücü, var gibi görünen gücü diye Allah’ın gücünü kıyas etmek, ancak “haşa” ile başlayacak bir cümle ile mümkün olabilir, değil mi? Yani, şeytanın bütün gücü patırtısındadır. Şamata yapar, patırtı yapar, vesvese atar, hatarat sokar, bilmem n’apar, işte arkandan dolaşır, ağzından girer, burnundan çıkar, yoldan çıkarmaya çalışır… Bunlar da böyle şeytan gibi, “biz seni yok ederiz arkadaş!” diye, şeytan gibi patırtı yapıyorlar…

Ş. Sak:-Saddam’ın bu liderlik özelliği gerçekten, son yüzyılda belki, emperyalizm karşısında böyle meydan okuyan, “Bir canım var, o da Allah yolunda kurban olsun!” diyen tavrı… Diğer bölge ülkelerinin halklarına sirayet edici, moral aşılayıcı bir unsur olarak görünüyor. Bir de, uzun bir süreden beri gerçekten, Müslüman kimlikli ülkeler, böyle dik duran, böyle meydan okuyan bir lider görmedi. Saddam’ın bu haysiyetli ve şahsiyetli tavrı, başka ülkelere ve onların da liderlerine ilham verebilir mi, bu anlamda?

Av. Harun Yüksel:- Başka ülkelere de, insanlara da tabiî olarak ilham verir. İslâm dünyası, sun’î olarak birbirinden ayrılmış bir dünya. Aslında bizim birbirimizden ayrı olmamamız gerekiyor... Bu paramparça edilmiş dünya içinde de Arapların birbirinden ayrı olmamaları gerekiyor; hem dinî sebeplerden ayrı olmamaları gerekiyor, hem ırkî, hem kültürel sebeplerden dolayı ayrı olmamaları gerekiyor. Fakat bunlar, bir şekilde ayrılmışlar. Sunî sınırlarla. Emperyalizmin işine öyle geldiği için. Şimdi, burada bir liderlik mücadelesi var. Halklar bir, lider çok; pek çok… Herkes lider orada. Kaç tane devlet varsa o kadar lider. Tabiî olarak halkın gönlü, İslâm’ın istediği gibi durabilen liderlere kayıyor.Şimdi mesela Usame bin Ladin’in bu kadar sevilmesinin sebebi, ondaki şehitlik şuuru ve dik duruş, emperyalizme kafa tutuş değil midir? Ondaki, şehitliği şuura çıkaran eylemleridir. Şuurlara alternatif veren eylemleridir. Onun gibi Saddam’ın da bu tarzda duruşu, bütün Arap dünyasının, bütün Müslümanların hoşuna gidiyor; Böyle bir dik duruş, eğri duranların foyasını da meydana çıkarıyor.

Ş. Sak:- Bu da onlarda kaygı doğuruyor, iktidarlarının sarsılması korkusuna kapılıyorlar.

Av. Harun Yüksel:- Tabii tabii… Şimdi onlar istiyorlar ki, Saddam Hüseyin, süklüm püklüm teslim olsun, sürgünü kabul etsin, böylece bu “kötü örnek” de ortadan kalksın, onlar da dalgalarına baksın … Yani, hani, “Teslim ol Saddam! Biz sana güvenle yaşayabileceğin yer ve maaş vereceğiz…” filân çağrıları yapıyorlar ya, “barış” adı altında… Hep bu kötü örneği ortadan kaldırmaya dair. Ama bütün İslâm dünyasında bir eşik aşıldı; İslâm’ın cihad ve şehitlik kavramları yeniden hayatiyet kazandı. Öyle olunca, bu tür “dik duruş”lar, tabiî olarak halklar seviyesinde yeni alternatifler doğurdu. Şimdi Amerika bunu tersinden söylüyor, “Saddam’ı devirdik mi, ötekileri de domino taşı gibi deviririz. Bize daha iyi hizmet edecek “kravatlı adamları” filân getiririz, demeye getiriyor. Halbuki, Saddam ister devrilsin, ister devrilmesin bu domino etkisini doğurur ve ordaki “kafa tutuş”, Amerika’nın hiç istemediği, gerçekten Müslüman ve anti-emperyalist liderler ülkelerine hâkim olabilirler. Yani böyle bir sonuç da doğurabilir savaş…

Ş. Sak: Bu, Tilki Günlüğü’nde geçen bir “Sarhoşa tokat” hadisesi var. Orda işaretlenen bir psikoloji… Sarhoşun yaptığı pisliklere kimse sesini çıkaramıyor… Sonra muavin sarhoşa bir tokat atınca, bu defa hepsi sarhoştan taraf oluyor. Halbuki az önce onun yaptıklarına bir şey diyememişlerdi.

Av. Harun Yüksel:- Evet. Evet… Çok güzel… Bir arkadaşla konuşuyorduk bu meseleyi, eski İrancı, İran eğilimli filân, böyle bir arkadaş… Tabii, Saddam’dan nefret ediyor . Söz geldi bir yere de, “Bak Saddam tam bir Müslüman gibi davranıyor, mütecaviz Amerika karşısında” deyince, “Ya hu, bırak şu Saddam’ı filân” diyor. “Ya hu” dedim, “Saddam’ın geçmişini niye karıştırıyorsun” İslâm’da aslolan, insanın bu günüdür. Değil mi yani? İnsanların geçmişini karıştıracak olursak, çok azımız...

Ş. Sak:- Temiz çıkarız…

Av. Harun Yüksel:- Sabıkasız belgesi alırız…

Ş. Sak: - İlk taşı, suçsuz olan atsın!..

Av. Harun Yüksel:- Mesela...Saddam gerçekten Müslüman olduysa, mevzu kapandı zaten, geçmişine dair… Bu zalim“Zalim Saddam!” edebiyatı neyin nesidir?

Ş. Sak: -Kumandan’ın 91 krizi ile ilgili kendisi ile yapılan röportajda söylediği bir şey var, şöyle bir tesbiti vardı: “Mesele Saddam’ı sevmek bakımından değil de, Amerika ve Amerikan emperyalizmine karşı olmak noktasından ele alınmalı” diye… “İsrail’e ve Siyonizm’e karşı olmak bakımından ele alınmalıdır” diye. Bu gün Amerika Vietnam’a girse, biz Vietnam’ı destekleriz mealinde… Mesele, Vietnamcı, Saddamcı olmak değil, emperyalizme karşı olmaktır.
Geçen gün NTV’de bir belgesel program vardı, bu savaşla alakalı. Batı’nın böyle bütün olayları akılla tahlil etmesine örnek. Orda Körfez Savaşı’na katılmış bir general vardı, bir CIA ajanı vardı, görüşlerine başvurdukları. -Ki bu ajana da “Saddam’a suikast” görevini vermişler- Olmamış neticede. Bu kişinin ilginç tesbitleri oldu. Amerika’da da bugün çözülmeler başladığını, bunun da aslında 4 yıl önce Siyonist mahfillerce hazırlanmış bir rapora dayalı olarak, bu savaşın 4 yıl önceden kararlaştırıldığını, CIA’nın da bu işte Pentagon tarafından devre dışı bırakıldığını söylüyor. Ve işin başını çekenlerin, o Yahudi politikalarını, Amerikan yönetiminin üst kademelerinde resmîleştiren, yürürlüğe koyan bir kesimin provokasyonu olduğunu söylüyor. O İngiliz general de –Körfez Savaşı’nda binbaşıymış-, şimdi o da bu savaşa karşı duruyor. “Bu savaşa İsrail’in çaldığı savaş davulları ile gidiyoruz!” diyor, yani “ortada hiçbir şey yokken”… Bir nevi işi, “İsrail’in güvenliği” noktasına da getiriyor… Neticede de şöyle bir durum çıkıyor, ortada Siyonizm’in-Yahudi’nin provokasyonundan başka bir şey yok diyor yani. Siyonizm’in Amerika’yı “Ahmak fil” gibi gütmesi, böyle ifâde etmiyor ama, bunu söylüyor.

Av. Harun Yüksel:- Şimdi bu Nil’den Fırat’a büyük İsrail projesi var ya… Bu onların “farz”ı gibi, gerçekleştirecekler bunu. Rüyaları bu. Irak’ın ortadan kalkması, İsrail’in tabiî olarak güvenliğini sağlayacak, ikincisi de orda bir Kürt devletinin kurulması. Bu bölgede… Bu, ikinci bir İsrail gibi tasarlanıyor aslında…

Ş. Sak:- Bu kadar ısrarla üzerinde durmalarının asıl sebebi bu?..

Av. Harun Yüksel:- Hem de “Nil’den Fırat’a kadar” Coğrafyası içinde, dikkat edersen… “Büyük İsrail” sınırlarına dahil yani. Şimdi bu durumda, şüphesiz, “İsrail’in güvenliği”, İsrail’İn “vaat edilmiş topraklar”a yeniden hâkim olması gibi bir takım şeyler şüphesiz var, fakat, yani bu dünya üzeride yürütülen, “Küreselci hâkimiyet” çabasında, iş artık “Nil’den Fırat’a”yı geçti. Bütün dünya sözkonusu… Bütün dünyayı istiyor artık. “Her yer Nil, her yer Fırat” oldu yani…
Bu çerçevede çok büyük bir operasyon yapıyor Amerika. Yani, bunun doğrudan doğruya, İsrail’in Ortadoğu çıkarlarıyla irtibatı var, İsrail bunu çok istiyor. Ama sadece bu değil! “Dünya hâkimiyeti” sözkonusu burada. Bugün Amerika’ya hâkim olan Yahudi lobi, bu gücü, Amerika’nın kaba gücünü kullanarak, dünyaya artık hâkim olabileceklerini gözlerine kestirdiler diyeyim. “Ulan, biz bu güçle, bütün dünyayı ele geçiririz. Niye Nil’le Fırat arasında kalalım?” diye düşünüyor olabilirler. Çünkü hakikaten, bunlar çok gözü kara tipler. Vietnam Savaşı’na da bunlar soktu Amerika’yı… Yahudi lobisi soktu Vietnam’a Amerika’yı. İşte, prestijimiz kırılmasın, bilmem ne olmasın filân diye. Büyük bir bozgun yedi orda, Amerika’nın ilk bozgunu zaten o. Viyana kapısından Osmanlı’nın dönüşü gibi. Hiç hesapta olmayan bir şey. Gittin alamadın; yani bu olacak iş değil Osmanlı için ama, bir yer geliyor, oluyor. Viyana’ya giremiyorsun. Şimdi onun gibi, Amerika orda bir bozgun yedi. Bunu telafi etmek için çok uğraştı, hâlâ da uğraşıyor. Yani bunun izleri hâlâ Amerika’da var. Şimdi burada, 11 Eylül’de daha fena bir şey oldu…

Ş. Sak:- Karizma çizildi, yerle bir oldu yani…

Av. Harun Yüksel:- 11 Eylül’de alnından vuruldu Amerika… Üstelik de kendi mahallesinde vurdular, kafadan, alnının ortasından kurşunu yedi Amerika 11 Eylül’de

Ş. Sak;- Onun prestij savaşı gibi yorumlar da oldu…

Av. Harun Yüksel:- Evet. Yani, “Orda karizmayı çizdirdik, burada kurtaralım” filân gibi yapıyorlar. Fakat şöyle bir şey var, Amerika 11 Eylül’de fiilen çöktü. İmparatorluk olarak çöktü Amerika… Şimdi, imparatorlukların çöküşü, sandalın batışı gibi olmuyor, çok büyük oldukları için, batışları da uzun sürüyor. Bir Sovyetler çok çabuk battı, göz açıp kapayıncaya kadar. Buzdağına çarpan gemi vardı, “bu gemi batmaz abi” diyorlardı. Titanik. Titanik gibi battı… Osmanlı İmparatorluğu 300 senede battı, Roma İmparatorluğu’nun da uzun sürdü batışı…
“Amerika’yı da o kadar bekleyecek miyiz?” filân gibi birşey gelmesin akıllara. Yok; yani, Amerika’yı o kadar beklemeyeceğiz. Amerika bu imparatorluklara göre çok püften temellere istinat ediyor. Bu yüzden de çok çabuk olacak inşallah Amerika’nın dünyadan silinmesi…

Ş. Sak:- Bu sucukçu Tayyip’in olur olmaz söylediği bir lâf var… “Terörün dini olmaz!..”

Av. Harun Yüksel:- “Paranın dini olmaz, terörün dini olmaz…” Ulan, kimin dini var? Tayyip’in de dini yok!!! Partinin de dini yok!!!

Ş. Sak:- Şimdi, bu savaşın din temelinde, dinî temeller üzerinde yürüdüğü o kadar bedahet ki. Bu savaşın asıl temelinin “din” olduğu… Amerika’da ve Batı’da, son zamanlarda, Kitab-ı Mukaddes tercümelerinde, yeni yorumlarında, Hilâl “şeytan” olarak tercüme ediliyor, yorumlanıyor… Dipnotlar düşülüyor… Bu yeni bir tavır ve yorum yani… Yani İslâm’ı, İslâm dünyasını, Müslümanları, şeytan-deccal olarak… Yani bizde de var ya…

Av. Harun Yüksel:- Tabii tabii…

Ş.Sak:- Bir de yine buna paralel olarak (Holivud) filimleri –Amerika bu propaganda işini de çok iyi bildiği için- dört bir koldan yürütülüyor iş… Filimler çevriliyor, 12-13 yaşında Müslüman çocuklar “terörist” oluyor… Bu ÇOCUKLAR ÖLDÜRÜLEBİLİR…Mesaj bu! Müslümansa, büyük veya çocuk fark etmez mesajı yerleştiriliyor zihinlere…

Av. Harun Yüksel:- Şimdi o, bizde Mesih Deccal diye bir tabir var. Yani bu kötülüğün simgesi olarak var. Sanıyorum; “Kendini Mesih zanneden Deccal… Mesih gösteren Deccal” filân gibi bir şey galiba . Tercümelerden benim anlamaya çalıştığım kadarıyla. Şimdi orada, hem Hıristiyan dünyası, hem Yahudi dünyası, hem İslâm dünyası bir şey bekliyor… Yani, dünyada işler o kadar içinden çıkılmaz hâle geldi ki. Mesih’siz, Mehdî’siz içinden çıkılamaz. Çünkü Deccal dünyaya hâkim oldu, değil mi? Ancak, Deccal dünyaya hâkim olursa, insan Mesih isteyebilir, Mehdî isteyebilir. Şimdi buradan yola çıkarak, şöyle bakabiliriz meseleye; “dünyaya hâkim olan Deccal”…
Deccal dünyaya hâkim olduysa, kim olduğu da belli o zaman... Deccal kendini “Mesih” olarak da gösterse, öyle de tanıtsa, öyle de zannetse, “dünyaya hâkim güç” şu ânda o ise, ki insanlar Mesih ve Mehdî beklediklerine göre, hakikaten Deccal’den mağdur durumdalar… Hem Hıristiyan dünyası, Hem Yahudi dünyası, Hem İslâm dünyası birşey bekliyor. Yani, dünyaya hâkim olan güç karşısında aciz kalmış hissediyor kendisini.
Dünyaya hâkim olan güç hangisi? Amerika-İsrail ittifakının elinde değil mi?. O zaman da, hakikaten bunların zamanı ise… Deccal, Mesih, Mehdî zamanı ise… Deccal tamam…

Ş. Sak:- Sırada Mehdî var!..

Av. Harun Yüksel:- Ha, o zaman nedir? İslâm dünyası için Mehdî, Hıristiyan-Yahudi dünyası için Mesih gelecek… İnsanlar bunu da ümit ediyorlar yani. Ancak böyle olabilir diye. Şimdi Mesih ve Mehdî mevzuuna bakıldığı zaman, Hz. İsa, o zaten İncil’de de hep böyle “Gökyüzü Krallığı”, “Göğün Kralı” filân diye tarif ediliyor. Göğe ait tarafı, melekiyet tarafı çok öne çıkan, önde olan bir Peygamber…
İslâm’ın tarif ettiği Mehdî ise, “Yeryüzü Kralı”… Yeryüzünün işlerinden anlayan, yeryüzündeki problemleri çözmek üzere gelecek olan, onları çözebilecek bir insan, Yeryüzünü iyi bilen bilen bir insandır da aynı zamanda. Yani bilmeyen bir insan bunları nasıl çözecek. Kısaca“yeryüzü işleri”nden iyi anlayan bir insan… Mehdî Aleyhisselam... “Gök halkı”nı iyi tanıyan bir insan; Hz. İsa’nın yeniden nüzûlü, ve karşısında Deccal…
Şimdi bu, son hesaplaşma vakti ise… O zaman insanlar tercihlerini “kimin askeri” olacaklarına göre yapacaklar. Yani Deccal’ın askeri mi olacaksın, Mesih’in askeri mi olacaksın, Mehdî’nin askeri mi olacaksın?.. “Asker” olacaksın yani.

Ş. Sak:- Bu çerçevede işâretler de var İslâmî kaynaklarda; Ortadoğu, Bağdat, Basra… Mevzunun coğrafya olarak, bu çemberde tezahür edeceğine dair…

Av. Harun Yüksel:- Evet… Yani, oralarda dönüyor işler. Şimdi mesela Filistin’e bakarsan, Hz. İsa’nın doğduğu topraklar, gezdiği topraklar, tebliğini yaptığı topraklar. İşte göğe çekildiği topraklar. Filistin… Filistin, kan ve ateş deryası… İşte o hadislerde Fırat geçiyor, Nil geçiyor, Şattülarap geçiyor, Umman Denizi geçiyor. Değil mi? Bu bölgeler hep böyle, kan revan içinde… Rahmetli Üstad’ın konferanslarından bir tanesinin ismi, “Dünya Bir İnkılâp Bekliyor”du. Otuz sene filân önce verdiği konferans. İdeolacya Örgüsü’nde “Beklediğimiz İnkılabın vasıfları, yönleri” anlatılıyor... Şimdi aslında dünya bir inkılâp doğuruyor. Sancısız doğum olmaz. Dünya bir inkılâp doğuruyor…

Ş. Sak:- Üstad’ın yine o dönemlerde yazdığı bir “Çerçeve”de, “Birinci ve İkinci Dünya savaşını Yahudi çıkardı. Korkarım 3. Dünya Savaşı’nı da bunlar çıkaracaklar…” diye bir tesbiti var. Her iki dünya savaşında da dünya “ur”unu kusamadı…
Bu Mesih-Mehdi inanışlarında böyle yanlışa kaçan, tefrite varan…

Av. Harun Yüksel:- Şimdi, bizim Müslüman olmamızdan dolayı, mesûliyetlerimiz bakidir. Yani Mesih gelir gelmez, Mehdi gelir gelmez… Bunlar ayrı şeyler. Bizim mesûliyetlerimiz bakidir. Gelse de gelmese de yapmamız gerekenler bellidir. Uymamız gereken İslâm ahlâkı bellidir. Bunlar, bu beklentiler, pasifizm sebebi asla olmaz. Yani olmamalıdır da… Tabiî olarak olmamalı. Neticede gittik öbür dünyaya, “N’aptınız?” dediklerinde, “Biz Mehdî bekledik!” gibi tuhaf bir cevap verirsek… Sonra bizi n’aparlar, onu düşünmek lâzım yani…
(……)
Bu çerçevede, çok güzel bir sözü vardı, Irak’lı bakanlardan birinin, diyor ki “Amerika saldırırsa ırak’a, bütün İslâm dünyasından, bunun karşılığını çok ağır görecektir!” diyor, “bunu da organize bir hareket olarak söylemiyorum” diyor. Yani, “biz böyle Amerika’ya bütün dünyada tuzak kuruyoruz filân diye söylemiyorum” diyor. “Müslümanların refleksleri bunu yapacak, yani bütün dünya ülkelerinde Amerika çok ağır bedeller öder bize saldırırsa” diyor… Şimdi bu olur mu olmaz mı, orası ayrı dava. Fakat İslâmî hassasiyetler içinde bakıldığında, “olması gereken”, bakanın söylediğidir. Olursa, Müslümanlar görevlerini yapmış olurlar, olmazsa kendileri bilir…

Ş. Sak:- Çok enteresan… Bu Hüsnü Mahalli var, gerçek bir gazeteci.

Av. Harun Yüksel:- Hârikulâde bir gazeteci…

Ş.Sak:- Türkiye’de gazetecilere de gazetecilik haysiyetinin ne demek olduğunu gösterdi aynı zamanda. O, geçen gün bir şey söyledi, bir tv programında; bu bölge ülkelerinde bir anket yapmışlar; Amerika saldırırsa, size de başka seçenek kalmazsa ne yarsınız, intihar saldırısını düşünür müsünüz?” diye. En düşük oran Kuveyt’te çıkmış, o da % 33… Diğerlerinde % 80, % 90… Bunun demin bahsettiğiniz domino teorisi gibi, zincirleme etkileri olabilir. Bunu, savaşın doğabilecek “garip cilveleri” ve “beklenmedik mallar pazara geldi” hesabı ile birlikte düşünürsek, neyin ne olacağı hiç belli olmaz… Bu, Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin ordusunun, fillerin üzerine gökten taş yağması gibi…

Av. Harun Yüksel:- Orda hemen bir şey söyleyeyim, şimdi orda taş yağıyor gökten… Ebabil kuşlarını Allah gönderiyor Kâbe’yi kurtarmak için. Ve o zaman Kâbe’de, zaten Kabe’yi koruyacak Müslüman yok... Hz. İsa’dan sonra karanlık çökmüş dünyanın üstüne… İşte ancak “hanif” dedikleri, kenarda köşede kalmış insanlar tevhidi kalplerinde taşıyabiliyorlardı. Tevhid inancı yeryüzünde bugünkü gibi, kuvvet sahibi değil,bir Milyar müntesibi yok. Ve o yüzden de Kâbe’yi korumakla mükellef adam yok diyelim. Yani insanlar n’apabilirler Ebrehe’nin filleri karşısında, işte hanif iseler, dua edebilirler, “Ya Rabbi, n’olur defet” diye. Onun dışında işte fillerin önüne atılırlar, taş atarlar, bilmem n’aparlar… Ama, filleri durdurabilecek bir güç, bir organizasyon ortada yok!.. Allah, hangi şartlarda nasıl irade ederse, o öyle oluyor… Orada “kuş orduları”nı gönderiyor, onlar hâllediyorlar, Ebrehe ve ordusunu…
Şimdi o Ebabil kuşlarının güçteki nisbetsizliğinden insana gelen tedaîler bir yana, onlar ayrı şeyler;
Şimdi, dönem öyle değil, yani bizim gökten Ebabil filân bekleyecek mazeretimiz yok. Biz üzerimize düşeni, elimizden geleni bir yapalım hele... Bize Peygamber gelmiş, biz ona imân etmişiz. Değil mi? Kitap getirmiş, imân etmişiz. Her şey ortada bizim için; şeytanın yolumuzu saptıracak bir şeyi yok. Ana ölçüler ortada…
Şimdi buna rağmen biz “Ebabil” beklersek, bu, “hanif”lerde olduğu gibi bizi kurtarıcı olmaz. Biz, işimiz neyse, onu yapmalıyız. Zulme karşı çıkmalıyız… Elimizden ne geliyorsa onu yapmalıyız… Ha, Allah, artık kuş mu gönderir, kurt mu gönderir, solucan mı gönderir, yürekleri ve bilekleri kavi, “alınları fikir çizgili” civanlar mı gönderir orasını biz bilmeyiz; O bilir!.. Böyle bir lutf-u İlahi de gelirse, ayrı bir rahmet ve güzellik olur, o mücadele güzelliği içinde …
Şimdi, bunu bir kenara bırakıp, yani kendi üzerimize, Müslüman olarak İslâm ahlâkının bize yüklediği mükellefiyetleri bir kenara bırakıp, “Ebrehe geliyor. Öyleyse Ebabiller de gelse bari…” filân demek de züğürt tesellisi gibi oluyor... Burada “Ebabil” olunacaksa, Ebabil olacak olanlar biziz... Ahmak fil karşısında minicik durmuyor muyuz? Ebabil olunacaksa, tamam!.. Olması gerekenler bizleriz!.. Onun dışında, Allah yardım eder etmez, artık o neyi tercih eder, nasıl irade eder, nasıl hükmeder, orasını O bilir! Biz kendi fiillerimizden mes’ûlüz… Biz ne yaptıysak veya yapmadıysak onun hesabını soracak bizden…

Ş. Sak:- İbda Mimarı’nın, “İstikbâl İslâmındır”da, “Zamanın maksatlılığı” diye bir mevzu var. Zaman bir gayeye doğru akmaktadır. Buna nisbetle de içinde yaşadığımız “âhir zaman” dilimi gibi bir zaman kesitindeyiz. Bu dönemde, böyle “acaip” hadiselerin artacağı ifâde ediliyor.

Av. Harun Yüksel:- “Aman efendim aman / Galiba âhir zaman…” diyor ya Üstad…

Ş. Sak:- Geçenlerde mevzu olmuştu, bu “zaman dilimi”nin özelliklerine dair; “gök yarılacak…”, “kızgın ateş düşecek”, “semadan bir göktaşı başınıza düşecek-dünyaya çarpacak”; bir alev fışkıracak”, “İsrail yıkılacak, savaş çıkacak”, “bir duman yükselip ortalığı kaplayacak” gibi, İslâmî kaynaklarda işaretlenen garip hâdiselerin zuhura geleceği bir zaman dilimindeyiz sanki. Bunlar da İslâmî kaynaklardaki işaretlerin yorumlanması ile çıkarılan sonuçlar… O çerçevede söyledim, yani çok acaiplikler zuhur edebilir anlamında…

Av. Harun Yüksel:- Tabi tabii… Şüphesiz çok enteresan işler oluyor, her zaman olmamış, olağandışı, olağanüstü işler oluyor. Ancak böyle “dönüşüm zamanlarında”, büyük tarihî dönüşüm zamanlarında olan işler oluyor… “Harika” dediğimiz şeyler oluyor. Biz aslında çok büyük bir dönüşüme şahitlik ediyoruz … Şimdi bu tür şeyler, yani Mesih inancı, Mehdî inancı, beklentileri, Hadislerde belirtilenler, büyüklerin işaretleri, böyle hepsi tak tak tak üst üste oturuyormuş gibi geliyor bize. Oturuyor, oturmuyor, biz yanlış anlıyoruz, doğru anlıyoruz, orasını bilemem. Şimdi bu tür şeylere fazlaca abanılması diyeyim, yaslanılması, medet umulması, umut bağlanması, insanı hâdiseler karşısında pasif hâle getiriyor. Bekliyorsun o zaman … Yani, “nasıl olsa gelecek”, o gelir, işte Ebabil gelir, bir şeyler olur, biz de bu arada, kalabalıkta yırtarız, paçayı kurtarırız filân diye… Şimdi yani, bir tarafta Allah’ın istediği işler içinde olsak, bir Müslüman olarak üzerimize düşeni yapıyor olsak, bir taraftan da böyle bu şeyleri…

Ş. Sak:- Gözümüzün ucuyla…

Av. Harun Yüksel:- Ha, sırrın güzelliği hâlinde, öyle mi böyle mi filân diye meseleyi kurcalasak, bu olur… Yani bir güzelliği tatmak bakımından…

Ş. Sak: - Bir sapma olmaz yani o zaman.

Av. Harun Yüksel:- Evet… Ama kitlelerin hemen yanaştıkları şey, mesela şimdi o işte; “İsrail’in başına bir hâl gelecek…” diyor, o, Ömer Çelakıl mıydı? O zaman şimdi diyelim bunu Filistinli duydu, yatsın Filistinli… “Ya nasıl olsa abi iki üç ay sonra gidiyor, niye biz kendimizi sıkıntıya sokalım” diye değil mi? Halbuki, hayır, belki de İsrail’in başına ne gelecekse, o Filistinlinin yapacağı bir şey sebebiyle gelecek. O yüzden de Filistinlinin yatmaması gerekiyor… Filistinli zaten yatmıyor da! Yatan biziz...“İşte New York ortadan kalkacak…” Göktaşı düşecek New York’a… “Abi tamam, bekleyelim işte, kaç sene kaldı”… Bir sene filân kaldı Ömer kardeşin hesabına göre… Öyleyse biz şimdi Amerika ile burada işbirliği de yapalım, üç beş petrol kuyusu da kapalım. Orda New York gitti mi, Amerika zaten gider filân diye… Bunlar hep şeytanî teselliler. Bu tuzaktan da uzak durmak lâzım… Yani, şahsî ilgi olarak, o sır idrakinin getirdiği bir güzellik hâlinde böyle bunlara yanaşalabilir...Ve insan orada kendini motive de edebilir… Ama tezahürü öyle olmuyor. Öyle olmadığı için de zannediyorum sapma olarak karşımıza çıkıyor.

Ş.Sak:- Sahtelikler oluyor, sapmalar oluyor!..

Av. Harun Yüksel:- Öyle oluyor yani. Bir de böyle dandik şeyler çıkıyor, Mehdîler, Mesihler çıkıyor... Bütün bu olan bitenlerde şunu görebiliriz; İbda Fikriyatı’nın doğruluğunu görmek bakımından ; 91’deki savaş için yapılan tahlillerin haklılığına Türkiye’dekiler de dahil dünya daha yeni geliyor. Yani 91’de “Zalim Saddam” edebiyatıyla başlayan işler, bugün tam bir anti-emperyalist tavıra geldi. Ki, 91’de şayet öyle bir tavır olsaydı dünya, zaten Amerika’nın buna cesareti ve cüreti kalmazdı. Şimdi 91’de, o Amerikan saptırmaları içinde –tabi medyayı filân da çok iyi kullanıyorlar- işte “zalim Saddam aşağı, zalim Saddam yukarı, işte Kürtlere şöyle yaptı da, böyle yaptı da” filân diye Amerika’yı meşrulaştırdılar. Amerika’nın tecavüzünü meşrulaştırdılar. Şimdi her şey ortada... İşte, kitaplarda var. Tahlillere bakıldığında görülecektir ki, o zaman İbda Fikriyatı’nın tahlillerine itibar edilmiş olsaydı, bu gün hem Türkiye, hem dünya apayrı bir yerde olurdu. Amerika da bu kadar küstah bir mütecaviz tavır içinde asla olamazdı. Ama dünya yeni uyandı… Olsun. Geldi yani neticede. İşin bizim açımızdan güzel olan tarafı şudur, gerçekten çok büyük bir anti-emperyalist blok oluştu şu ân, hem Türkiye’de hem dünyada! Ve biraz da Amerika bunun telaşı içinde, belki milyarlarca dolar harcıyor dünyada propaganda için, bunu kırabilmek için ve kıramıyor.
Ve çok garip şeyler de oluyor… Yani şimdi Amerika diyelim milyarlarca dolar harcıyor. Ondan sonra Türkiye’de bir Cem Uzan çıkıyor, hiç umulmadık bir insan, kel alaka birisi; üç-beş trilyon harcıyor… Söylenebilecek ne varsa hepsini, bütün radyo kanallarından, bütün tv kanallarından, bütün gazetelerden söylüyor. Şimdi dünya da bunu kabule hazır, insanların vicdanları da, tek tek fertlerin vicdanları da bunu kabule hazır artık. 91’deki gibi işler böyle gizli kapaklı değil yani. “Vay ulan, bak gittiler Kuveyt’i işgal ettiler…” Yahu bunu söyleyen adam bir haritaya baksın… Kuveyt dediğin yer nerde haritada? Basra Körfezi’nde denizin çıkışını Irak’a kapatıyor. Yani, ırak’ın tabiî bir parçası olduğu o kadar belli ki haritada. Bu, sonradan bir dümenle Irak’dan koparılmış bir toprak. Senin kolun gibi bir şey bu. Adam da gidiyor kolunu almaya ordan. Şimdi dar bir koridor bırakmışlar Kuveyt ve İran arasına. Ancak o koridordan Basra Körfezi’ne açılabiliyor. Ne işi var orda Kuveyt diye bir ülkenin?.. Hiçbir hakikati yok, hiçbir tarihi yok, tarihi varlığı yok, Coğrafî gerekliliği yok… Sadece emperyalizmin çıban başı olarak, cetvelle çizilmiş, kurulmuş bir yer… “Kuveyt’i işgâl etti, Kuveyt’i işgâl etti”, adam tabi ki işgâl edecek… Sen Kıbrıs’a niye gittiysen işte o da oraya ondan gidiyor.
Ş. Sak: -Gerçekten de Amerika’ya karşı çok büyük bir anti-emperyalist bir blok oluştu. Vietnam’a girdiğinde Amerika, gösteriler üç yıl sonra başlamış. Şimdi daha savaş başlamadan gösteriler dalga dalga yayılıyor. Ben aslında bu savaşın sonuçları ne olabilir diye mevzuyu bağlamak noktasından bir soru soracaktım, fakat siz onu başta söylediniz, “Müslümanlar bu savaşı kazanmak zorunda” diye…

Av. Harun Yüksel:- En azından kaybetmemeliler… Daha doğrusu, bu savaşta Amerika kazanmamalı. Yani n’olur, orasını bilmiyorum… Ama bu savaşı Amerika kazanırsa, ondan sonra dünya Müslümanlar için yaşanması çok zor bir gezegen olur ki, onu bir örneğini, 11 Eylül’den sonra Amerika’da yaşayan Müslümanların halinden görüyoruz. 11 Eylül’e kadar Amerika’da yaşayan Müslümanlar refah içinde, işte özgürlükler ülkesi bilmem ne filân diye, şehitlik şuurundan uzak, cihad şuurundan uzak bir koloni hayatı yaşıyorlardı. Şimdi 11 Eylül bütün keyiflerini bozdu, Amerika’daki Müslümanların… Ve Amerika’yı Müslümanlar için cazip olmaktan çıkardı, yaşanılmaz bir hâle getirdi. Şimdi bir projeden bahsedildi geçen gün bir tv kanalında; kamera takacaklarmış, Amerika’da okuyan Müslüman öğrencilere, FBI, her gittiği yerde görecekmiş bunları tek tek… Şimdi böyle bir şey yani. Amerika’nın Sovyetler karşısındaki soğuk savaş döneminde en büyük farkı neydi, işte hürriyetler ülkesi, fırsatlar ülkesi değil mi?.. Şimdi, giden yabancıya kamera takılacakmış… KGB bile düşünemedi böyle bir şeyi. Kovboyların sığırları damgaladığı gibi damgalamadıkları kaldı yani…

Ş. Sak:- O bahsettiğim belgeselde, bir zenci lider, öfkelenmiş böyle, sinirle konuşuyor, “uçaklara binip, şehid olmayı isteyen milyonlarca insan çıkaracaksınız” diye bağırıyor. “Uçaklara atlayıp, gördükleri yere dalacaklar” diye…

Av. Harun Yüksel:- Tabi tabi…

Ş. Sak:- Bir de Amerika böyle veya benzer bir durumla karşılaştığında, toplum olarak çözülme ihtimali çok yüksek… Bir (keskin nişanıcı) çıkıyor, neredeyse hayat duruyor. Normal yaşam alt-üst oluyor, benzin satışları düşüyor, okullar kapanıyor filân. Bu çerçevede de böyle savaşçı vasfı olan bir millet de değil…

Av. Harun Yüksel:- Bunların böyle bir serseri, manyak, psikopat yanları var. Daha doğrusu eğitimleri, askerî eğitimleri öyle yapıyor onları… Cesaretlerinden değil de manyaklıklarından savaşıyorlar yani, haz aldıkları için, öldürmekten, yaralamaktan, ezmekten filân… Bu da aslında asker tanımından çok eşkıya tanımına uyuyor. Yani asker şimdi, vatanını kurtarmak için savaşır, başka ülkelerdeki insanları zulümden kurtarmak için savaşır da… Yani “lan, ben gideyim, şurdan üç tane adam öldüreyim.”

Ş. Sak:- Macera olsun diye…

Av. Harun Yüksel:- “Amerikalı orgazm oluyor” filân diye başlık atıyorlardı ya bizim pezevenkler… Onun gibi, hakikaten orgazm oluyor. Adam oraya bomba atınca böyle bir hallere filan giriyor. Yahut birisinin gırtlağını kesince ondan haz alıyor. Şimdi bu tam bir manyak eşkıya tavrıdır . Halbuki asker öyle değil, asker öldürür ama, öldürmekten de zevk almaz. Yoksa savaşlar bitmez zaten dünyada. Bütün ordular, Amerikan ordusu gibi manyaklardan oluşsa. Bunlar bir başkasını öldüremeyince, kendilerini öldürüyorlar zaten. Çıkıyorlar sokaklara, işte okulları tarıyor, süper marketi tarıyor… O çerçevede belki Moğol ordularına uyuyor olabilir bunların vaziyeti, ama onun dışında benim aklıma pek şey gelmiyor yani, bu kadar bireysel zevk haline getirmiş öldürmeyi, asker, ordu…
(…………)

Ş. Sak: -Çok büyük bir boğuşma olacak… Yahut da… Şu an öyle görünüyor ki, bu, “Körfez Krizi”ndeki gibi kalmayacak. Böyle yukardan attın bombaları uçaklarla kaçtın… Geçenlerde, yabancı bir tv kanalında bir “savaş plânından bahsediyorlar; Körfez Savaşı’nda 40 gün boyunca attığı kadar bombayı, bu savaşta bir günde atacaklarmış ki…

Av. Harun Yüksel:- Şimdi, “Allah zayıflardan yanadır” diyor birisi… Bir diğeri de diyor ki, “Ya Rabbi, bana zayıfların kuvvetini ver!” Yani, Allah, kibir içindekileri sevmiyor. Allah’ın en çok sevmediği fiillerden bir tanesi kibir. Hem mütekebbir, hem mütecaviz… Yani bütün şeytanî vasıfları, zemmedilmiş işleri bünyesinde toplamış Amerika… Orada, Allah, müminlerin dualarını kabul eder, inananların kalplerine kuvvet verir, yüreklerine, bileklerine güç verir, zihinlerini açar. Taktik ve stratejik olarak yeni buluşlar ilham eder… Bilemeyiz yani… Talep mevzudur da aynı zamanda bu… Müminler böyle bir şeyi gerçekten ve yürekten talep ediyorlar mı? Ediyorlarsa inşallah, Allah da dualarına karşılık verir…

Ş. Sak:- Hüsnü Mahalli, ilginç bir tahlilde bulundu. Bu bütün bölgeyi, Ortadoğu’yu avucunun içi gibi biliyor gerçekten. Mesela diyor, oraya girmedikten sonra ne yaparsan yap boş diyor…

Av. Harun Yüksel:- Bağdat’a gireceksin…

Ş. Sak.- Oraya giremedikçe ne yaparsan yap diyor… İş oraya girmeye geldiğinde ise diyor, Saddam’ın 200 bin kişilik aşiret ordusu, fedaisi var ve bunlar ya ölecekler, ya kazanacaklar; asla teslim olmazlar diyor.
Av. Harun Yüksel:- Amerika iki tane kara savaşı yaptı. Bir tanesini Kore’de yaptı. Bir tanesini Vietnam’da yaptı. Kore’de zaten İngilizler’in Anzakları kullanması gibi Türk’leri telef edilecek yerlere sürdüler. Kendilerini mümkün olduğu kadar daha emin yerlerde tuttular. Çok az bir zayiatla kurtardı orda paçayı. İlk darbeyi Vietnam’da aldı. Gerçekten de Vietnam’da yürüttüğü kara savaşı çok gözünü korkuttu Amerika’nın. Yani açıkladıkları zayiat sayısı 50 bin filân…Çok daha fazladır sanıyorum, rakam olarak kendileri 50 bin diyorlarsa… Oradan kalma bir şey var, yani ondan sonra Amerika karada bir daha şey yapamıyor… Yani o (Holivud) filimlerinden filân da görülebilir… Hep kahramandır amerikan askerleri, gidiyorlar başka ülkelere paraşütle atlıyorlar, bin bir türlü tehlikenin içine, feleğin kırk çemberinden geçip, mevzuyu halledip dönüyorlar filan… Yani bu, bir nevi işi beceremeyen adamın, bunun hayalini kurması gibi, böyle bir tarafı var işin… Kara savaşını gerçekten beceremeyebilir. Yani onun için de çok yoğun olarak bombardımana abanıyorlar yani, çöle milyonlarca ton bomba at, n’olacak yani, çölde kumları vuruyorsun…

Ş. Sak:- Bu bombardımanın Türkiye’de beklenen depremi tetikleme ihtimali varmış… Atıyorsun atıyorsun bombaları, bizim altımız, üstümüz fay hattı dolu yani…

Av. Harun Yüksel:- Çok güzel ya…

Ş. Sak:- Bir de böyle bir endişe çıktı şimdi… Al başına belayı…

Av. Harun Yüksel:- Hakikaten şimdi Bağdat’a girmek için, bu Amerikan filmlerindeki “Delta Timleri” filan var ya, öyle delikanlı şeyler lazım… Bu da Amerika’da yok. Yani Amerika’da böyle…

Ş. Sak:- Filmlerde var ama Amerika’da yok…

Av. Harun Yüksel:- (Holivud) da çok da… Amerikan ordusunda yok… Yok olduğunu da şurda gördük biz, mesela Lübnan’da… Lübnan’a gittiler, karargâh kurdular, Lübnan’daki iç savaş sırasında… Niyetleri orda kalmaktı da… Ama bir kamyon girdi karargâha patlayıcı dolu, 200-300 zayiat verdiler, anında çekildiler Lübnan’dan. Hemen gemilere atladılar, iki-üç tane top attılar gemilerden Lübnan’a, ondan sonra vın… Somalide iki helikopter düşürülünce aynı şey... Şimdi, böyle bir ölüm korkusu var diyeyim… Hap map veriyorlar filân, kendilerinden geçiriyorlar pilotları… Diyelim ki, “yav, Saddam’ın elindeki uçaksavarların menzili 5 kilometre, siz 8 kilometreden uçarsınız, sizi vuramaz..” diye gaza getiriyorlar… Ama şimdi kara savaşı öyle değil. Karada yüz yüze geleceksin… Yanlış hesap Bağdat’tan dönecek inşaallah...

Ş. Sak:- Şimdi, bu propagandayı çok iyi yapıyorlar dediniz ya abi… Adamlar şimdi bir yandan, “Savaşı 10-15 günde bitireceğiz” diyorlar, Türkiye’den de 5 yıllığına yer istiyorlar… Kimse de demiyor ki, “Yahu 15-20 günde bitireceğin iş için, bu 5 yıl da neyin nesi?” demiyor!..
(…………….)

Av. Harun Yüksel:- Ondan sonra sanki Türkiye 100 bine razı olmuyormuş da, 15 bine razı olabilirmişe filan getiriyor. Halbuki ona lazım olan demek ki 15 bin asker… Kapıyı 100 binden açıyor ki… “Ulan ne bu böyle? İşgâle mi geliyorsunuz?..” filân diyecekler… Ondan sonra 15 bine düşünce de, “Ya bak gördün mü Abdullah’la Tayyip’i, mevzuyu 15 bine kadar indirdiler elhamdülillah” filan deyip, kendilerine teselli bulacaklar. Kaç taraflı puştluğu birden yapıyorlar. 15 bin tane asker getireceksin, 15 bin tane asker orda 5 yıl kalacak. “Çekiç Güç”ü gördük, geldi, gitmiyor… Kaç tane uçak var? 2 filo uçak var. Şimdi sen 15 bin tane askeri oraya koydun, nereye konuşlanacaklarsa… Yahu 10 bin tane PKK’lı ile sen 15 sene başa çıkamamışsın. 15 bin tane “Rambo” ile sen ne yapacaksın orda ?.. Herife, “git” dediğinde, “gitmiyorum” derse ne yapacaksın?..
Nedir? Bunlar buraya 15 bin tane askeri koyacaklar. Türkiye’nin, orda kurulacak Kürt devletine müdahalesini önleyecekler. Bütün dertleri bu… Yani, “biz oradan cephe açalım” hikayeleri… boş… Bugün söyledi televizyonda; “Sakın savaşmayın Saddam’la” diyor Kürt’lere Amerika.

Ş. Sak:- Bulunduğunuz yerde durun…

Av. Harun Yüksel:- Durun… “Karışmayın bu işe” diyor. Kürt’lerin 200 bin tane peşmergesi var. Bunlar savaşmıyorlarsa, sen 15 bin tane askeri oraya koyacaksın da n’olacak?..

Ş. Sak:- 200 bin tane peşmerge, ver birer tane “Rambo” silâhı…

Av. Harun Yüksel:- Onlara diyor ki “savaşma”… Bize de dönüyor, diyor ki; “Gel, beraber savaşalım…” Belki de şunu tasarlıyor olabilirler. Türkiye’yi oraya sokacaklar. Şimdi 15 bin tane de “Rambo” burada var ya. “Vaay, bu Türkler, Musul Kerkük’ü işgâle geldiler. Ne duruyorsunuz? “ diye bunları Türkiye’nin üstüne sürecekler. Şimdi Kürtler yendi yendi. Yenemezlerse, bu 15 bin asker de; “Yahu durun, ayıp oluyor” filan diye herhalde araya girecek...

Ş. Sak:- Bu Barzani, tek başına posta koyuyor, adam resmen dikleniyor. “Ne işi var Kuzey Irak’ta? Kimseyi karıştırmayız içişlerimize, batağa saplanır..” bilmem ne filan…

Av. Harun Yüksel:- Sonra sen, “Ben orda Kürdistan’ı kurdurmam” diyorsun. Kürdistan zaten kurulmuş. Sen neyi kurdurmuyorsun? Adamların parlamentosu var, hükümeti var, ordusu var, polisi var, parası var, sınırları var…

Ş. Sak:- Bayrağı var…

Av. Harun Yüksel:- Bayrağı var, evet, radyosu var, televizyonu var… Sen ne kurdurmuyorsun orda yani, onu anlayamadım?

Ş. Sak:- Bir de “Savaş sebebi sayarım” diyor… “Casus belli”…

Av. Harun Yüksel:- Evet, evet öyle diyor bir de. Yani Türkiye’nin talihsizliği –belki de talihtir yani- … Bu kadar vasıfsız, hem asker hem sivil, bürokrasi açısından söylüyorum, hem de politikacılar açısından söylüyorum, bu kadar vasıfsız insanlar tarafından yönetiliyor hâlde iken, böyle bir badireye düşmesi Türkiye’nin… Yani, statükonun devamını isteyenler açısından son derece vahim bir durum. Statükonun devamını istemeyenler açısındansa, bu aynı zamanda şans da olabilir, alacakları tavra bağlı olarak… Böyle bir hengâmede, vatan elden giderken, “Seyirci mi duracağız?” diye düşünebilirler belki…
Ş. Sak:- Bu göz göre göre yapılan haksızlıklar ve dış dayatmalar, bazı resmî çevrelerde de gerçekten rahatsızlıklar doğuruyor… Bazı şeyleri böyle haysiyet meselesi yapan sesler çıkıyor. O kadar ipe sapa gelmez dayatmalar, tavırlar sergileniyor, o kadar ipe sapa gelmez şeyler oluyor ki, birisinin tepesi atacak, “Bu ne yahu” diyecek. Bu, Anadolu’nun işgâli sırasında, Osmanlı ordusu lağvedilirken, 2. ordu komutanının, “Ben dağıtmıyorum orduyu” dediği gibi, Kâzım Karabekir’in…

Av. Harun Yüksel:- Merkezî hükümetin mecali yok. N’apacak, gel… Başka bir ordusu da yok ki, göndersin üstüne dağıtsın…
Şimdi, Allah’ın hangi kalplere ne ilham vereceğini bilemeyiz… Anadolu Müslümanların elinde, İslâmî vasıflarını koruyarak kalacaksa, burada Müslümanlara çok büyük iş düşüyor… Bu ölüm kalım şartlarında, kendini vatansever, milliyetçi olarak tanımlayan, devlet içindeki gerçekten, yağmaya, talana bulaşmamış asker olsun, sivil olsun, kadrolar şapkalarını önüne koyup düşünmeleri gerekiyor… Ve bölünme tehlikesi ise, tam kapıda. Bölünme tehlikesi yani, çat diye Diyarbakır’dan ötesi, birdenbire Türkiye’nin elinden gidebilir…

Ş: Sak:- Bu savaşta Türkiye’nin tavrı, gerçekten çok büyük ölçüde savaşın sonucunu etkileyebilir, hatta değiştirebilir… Bugün bu birçok yerde dile getiriliyor. Mesela Türkiye, “Yok kardeşim, biz ağzımızın payını aldık, Körfez Krizi’nde dersimizi aldık… Gırtlağımıza kadar da battık… Bu işte biz yokuz, bizi unutun. Siz n’aparsanız yapın. Biz topraklarımızı da, limanlarımızı da, üslerimizi de, hava sahamızı da kullandırmayız. Hiçbir şekilde bu savaşa destek olmayız…” tarzında ortalama bir tavır gösterse, işler bir anda Amerika açısından fiyasko, içinden çıkılmaz bir duruma dönecek yani… O dayatmaların, baskıların, zorlamaların, şantajların hepsi tersine tepecek ve Amerika resmen şapa oturmuş olacak. Türkiye’nin böyle büyük bir rolü, savaşın sonucunu etkileyecek, hatta belki de “savaşı önleyebilecek” büyük bir rolü ve tarihî bir fırsatı varken, bunu böyle hiç dikkate almadan, tamamen gözardı ederek, böyle Amerika’nın “aba altından sopa” gösteren tavırlarına katlanması…

Av. Harun Yüksel:- Devlet içinde varolduğu işaretleri veren “millici” kesimler açısından katlanılabilir bir tavır değil... Şimdi burada, devlet içindeki millîci unsurların diyelim, asker ve sivil bürokrasinin, Amerika karşısındaki, Kıbrıs’ta ve Kuzey Irak’ta, Irak’ta duruşları hem Türkiye’de, hem Ortadoğu coğrafyasında çok şeyi değiştirebilir…
Ha, yani burada sadece böyle milliyetçi, millîci bir tavır içinde, “Abi, aldık madem, duralım orada...” diye bunca emperyalist baskıya rağmen bırakmadılar ya Kıbrıs’ı... Şimdi oradan söküp atmaya çalışıyorlar ve bu işe de Tayyip’i taşeron yaptılar … Tayyip’in eliyle Kıbrıs’ı vermeye çalışıyorlar… Onun gibi…

Ş. Sak:- Bir takım sesler duyuluyor ama…


En son Ekim tarafından Pzr Şub 14, 2010 7:25 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Ağu 12, 2009 9:59 pm    Mesaj konusu: Devam... Alıntıyla Cevap Gönder

(Devam)


Av. Harun Yüksel:- İşte onun ne olacağını bilemeyiz. Yani bunlar ne kadar millîci ve kuvvetleri ne kadarmış göreceğiz… Burada kendini “millîci” olarak vasfeden sivil ve askerî bürokrasi, Türkiye’nin bu savaşa girmesini durduramazsa… Demek ki “varolduğunu” zannetmişiz bunların, devlet içinde… Yani algı yanılması olmuş. Ya bunlar kendilerini olduklarından daha güçlü filan göstermişler… Kıbrıs’ta bunu yapıyorlar şu ânda… Kıbrıs’ta iyibir direniş sergiliyorlar… Şimdi, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın gidip Kıbrıs’ta Tayyip’e fırça atması, normal olarak devlet anlayışı içerisinde tasvip edilecek bir iş değildir. Ama, kıyamet şartlarında, yani adam kendi durumunu da riske atarak böyle bir şey yaparsa… Ve bu yaptığı şey emperyalizmin çıkarlarına da ters düşüyorsa?!. AB almak istiyor, Amerika da diyor, “Ver gitsin…” Buna reğmen diyor ki, “Vermeyeceğiz arkadaş burasını!”… Şimdi Kara Kuvvetleri Komutanı bunu söylüyor… Üstelik de bunu TSK adına söylüyor... Taşıdığı sıfat itibariyle, söylediklerinin ciddiye alınması lâzım… Yani ben bir vatandaş olarak şunu anlıyorum, Tayip burasını verse de ordu vermeyecek!..

Ş. Sak:- Gelin benden alın diyecek…

Av. Harun Yüksel:- En azından Kara Kuvvetleri vermeyecek… Şimdi Kara Kuvvetleri burasını vermezse, orasını Tayyip veremez… Ve burada, bu sözü söyleyenin sözünün arkasında durması gerekir. Kıbrıs’ta yaptığı bu doğru tahlili, Irak için de yapması gerekir. Yani bir komutanın çıkıp demesi lâzım ki, “Arkadaş, bizim alakamız olmayan bir savaşta, her hâlükârda bize zarar verecek bir savaşta yerimiz yok!.. Biz sınırlarımızı koruruz. Burada Amerikalı mamerikalı da istemeyiz. Kimse de buraya gelmesin! Bize de güvenmesin.

Ş. Sak:- Başınızın çaresine bakın…

Av. Harun Yüksel:- Herkes başının çaresine baksın! Ben burada, mehmetçikleri harcatmam. Şimdi, böyle bir duruş, sivil bürokrasiden, dışişlerinden olabilir, sivil savunma bürokrasisinden olabilir, askeri bürokrasiden olabilir… Böyle bir duruş gelirse ki, mesela 1. Körfez Savaşı’nda Genelkurmay Başkanı bunu yaptı... Genelkurmay bunu yaptı, yani girmedi, Özal’ın itmesine rağmen, “Siz ne biçim askersiniz, biz sizi bu günler için besledik” demesine rağmen, Musul-Kerkük macerasına girmedi.

Ş. Sak.- Şimdi bunlar da pek hevesli değil.

Av. Harun Yüksel:- Yani tam emin de değilim ama, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın tavrı ümit verici.

Ş. Sak:- Teşekkür ederim.

Av. Harun Yüksel:- Ben de teşekkür ederim. İnşallah hakkımızda hayırlı olur… Hayırlı işler yaparız. Allah mecal verir… Topyekün kurtuluşumuzun vesilesi kılar...

* Eski tarihli bir röportajı yeniden yayınlarken kısa bir izah: Gazeteci Şükrü Sak'ın Av. Harun Yüksel'le yaptığı bu ilginç röportajı yazı arşivimizi karıştırırken bulduk. Nerede ve hangi tarihte yayınlandığına dair bir not yok. Röportaj okunduğunda ABD'nin Irak'ı İşgale başlamak üzere olduğu tarihlerde yapıldığı anlaşılıyor. Nisan 2003 civarı... Hem hafıza tazelemek hemde o gün varolan iç ve dış problemlerin aradan geçen 12 yıla rağmen çözülmesi bir yana, o zaman çözülmediği için katlanarak arttığını göstermek için yayınlıyoruz. Fotoğraflar tarafımızdan eklendi.
(EF)

Türker Ertürk: ÇOCUKLARINIZI İRAN İÇİN HAZIRLAYIN
Türker Ertürk
31 May, 2017



Günümüzde Libya; Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Avrupa, hatta tüm dünya için istikrarsızlık ve terör kaynağı haline geldi. Libya’da görünebilir bir gelecekte de suların durulacağı, barışın ve istikrarın tekrar geleceğinin emareleri gözükmüyor. Libya’ya tamamen El-Kaide gibi radikal İslami unsurlar hâkim, birden fazla devlet olduğunu iddia eden otoriteler var ve tek yaptıkları birbirlerini öldürmek ve bombalamak.

Libya’ya demokrasi ve insan haklarını getireceklerini söyleyerek müdahale eden emperyalist güçler; bırakın getirmeyi, Kaddafi döneminde bile mevcut olanları yok ettiler ve ülkeyi terör ve istikrarsızlık bataklığına çevirdiler.

Manchester Çetesi

Geçtiğimiz günlerde, 22 insanın ölümüne ve 59’unun yaralanmasına yol açan Manchester’daki canlı bomba saldırısının sorumlusu da Libya’da yaratılan bu bataklıktan çıkmış. İngiltere’de yaşayan savaş muhabiri olan dostumuz Mahir Tan’dan aldığımız bilgilere göre; Manchester’da, Libyalı radikal İslami unsurlardan müteşekkil bir çete var!

Libyalı göçmenlerden oluşan bu çete; 1994’den beri İngiltere’ye getirilerek, Manchester ve Kuzey İrlanda’ya yerleştirilen Kaddafi muhaliflerinden LİFG adlı El-Kaide grubu. Manchester Arena katliamını yapan Salman Abedi’nin babası; 25 yıl Manchester’da yaşamış, 2011’de Kaddafi ile savaşması için Libya’ya gönderilmiş ve Kaddafi yıkıldıktan sonra Trablus’a yerleşip, Merkezi Güvenlik Örgütü’nün başkanı olmuş.

Terör, Vekalet Savaşlarının Sonucu

İngiltere’den Libya’ya savaşmak için gönderilen militanların bir bölümü, Kaddafi devrildikten sonra Türkiye üzerinden Suriye’ye gönderilmiş. Trablus Belediye Başkanı olan El-Harati, Kuzey İrlanda’dan savaşmak için Libya’ya gelmiş, Kaddafi devrildikten sonra Türkiye üzerinden Suriye’ye geçirilmiş, burada da savaştıktan sonra tekrar Libya’ya dönmüş birisi.
İngiltere’de ana muhalefet partisi olan İşçi Partisi’nin lideri Jeremy Corbyn; “Terör, İngiltere’nin yaptığı savaşların sonucudur” diyor. Corbyn doğru söylüyor. Çünkü; 2011’de Libya savaşı başlatıldığında, Muhafazakâr Hükümetin Başbakanı Cameron Kaddafi’yi devirmek için Libyalı göçmenlerden oluşan bu çeteleri Libya’ya, daha sonra da Türkiye üzerinden Suriye’ye göndermişti.

Mutlaka Hesap Vermelidir!

Bu yapılanlar; Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında yapılmıştı. Ama bu işte, emperyalizmin çıkarları vardı. Ya Türkiye! Hiçbir çıkarı olmadığı halde, hatta bu planlar gereğince tecavüz edilmesi planlananların içinde olduğu halde, emperyalizmin Libya’daki ve Suriye’deki vekalet savaşına “kraldan çok kralcı” davranarak destek verdi ve suç işledi.
Bugün, ekonomik iflastan teröre, istikrarsızlıktan en az 50 bini terörist olmak üzere 4 milyon Suriyeli sığınmacının ülkemize doluşmasına kadar yaşadıklarımızın nedeni; halen ülkemizi yöneten ve ülkemizi her geçen gün daha fazla yaşanmaz kılan iktidar iradesidir. Mutlaka hesap vermelidir!

Daha Kötü Günler Bekliyor

Yine de bunlar, iyi günlerimiz! Ne yazık ki; halen seyrettiğimiz rotada gitmeye devam edersek, ülkemizi daha da kötü günler bekliyor! Benden söylemesi; çocuklarınızı İran savaşı için göndermek zorunda kalabilirsiniz! Türkiye ile İran’ı kapıştıracak yol taşları döşeniyor, bilesiniz.

Donald Trump, ilk yurtdışı gezisini Suudi Arabistan’a yaptı. Daha sonra İsrail’e giden Trump, Brüksel’de NATO Zirvesi’ne ve İtalya’nın Sicilya Adası’ndaki Taormina kasabasında yapılan G-7 Zirvesi’ne katıldı.

Bu Silahlar Kimin İçin?

ABD Başkanı Trump, Suudi Arabistan’la 110 milyar dolarlık, Körfez ülkeleri ile 150 miyar dolarlık silah satış anlaşması imzaladı. Bu silahlar kimin için? Rusya’nın bile böyle bir bütçesi yok!

Brüksel’deki NATO Zirvesi’nde, IŞİD’le mücadelede koalisyona katılma kararı alındı. Daha doğrusu; büyük patron Amerika istedi ve karar alındı. NATO’nun koalisyona dahil edilmesinin esas nedeni Türkiye idi! Üsleri rahatça kullanabilmek, Almanya’ya karşı çıkarılan zorluğu aşmak ve asker gönderme konusunda TBMM’den yetki istemek zorunda kalmamak için!

Sünni-Arap-Türk-Kürt-İsrail Cephesi

Türkiye, NATO’nun bu kararını veto edebilirdi! Ama edemezdi! Çünkü; halen ülkemizi yöneten iktidar iradesi, IŞİD ile geçmiş ilişkisi nedeniyle kolayca suçlanabilirdi. Zaten Rusya’nın, Türkiye’deki iktidar iradesinin IŞİD’le işlenen suçlar konusunda BM Güvenlik Konseyi’ne verdiği dosyalar bekliyordu!
Bölgede yapılmak istenen; İran’a karşı, Sünni-Arap-Türk-Kürt-İsrail cephesi kurmaktır. Trump’ın ilk yurtdışı gezisinin Suudi Arabistan ve bilahare İsrail’e yapılmasını, 150 milyar dolarlık silah satış anlaşmalarını, NATO’nun IŞİD’le mücadele koalisyonuna katılımını, Türkiye’nin milli çıkarları gerektirmediği halde Katar’da üs kurmasını, daha önce Erdoğan ile Hulusi Akar’ın beraberce yaptıkları Riyad ziyaretini ve Suudi Arabistan liderliğinde ve Türkiye dahil olmak üzere 34 Müslüman ülkenin katılımı ile kurulan Sünni İttifakını böyle okumak lazım. ABD Temsilciler Meclisi’nin 16 Kasım 2016’da, Senatosunun ise 2 Aralık 2016’da “İran Yaptırımlar Yasası”nı 10 yıl daha uzatmasını, bu bağlamda değerlendirmek lazımdır.

İşte Ergenekon ve Balyoz gibi gayri hukuki operasyonlar, bu günler için yapıldı. Bu hukuk görünümlü operasyonlar yapılmasaydı, Türkiye, emperyalizmin Libya ve Suriye’deki vekalet savaşlarının ateşine odun taşımazdı. Yapılmasaydı, Türkiye emperyalist bakış açısı ile “iti ite kırdırmak” olarak planlanan ve İran’a karşı kurulan Suudi liderliğindeki Sünni Şer Cephesi’ne dahil olmazdı!
İLK KURŞUN

Anadolu, “Büyük Selanik” Olacak mı?
Oğuz Gürses

[ Şu “Taraf Pavyonu”nun müdürü Ahmet Altan alem adam...

Yazılarına genellikle iyi başlıyor ve çok kötü bitiriyor...

Türkçeyi iyi kullanıyor...

Hadiseleri iyi gözlüyor ve bu hadiselerdeki matraklıkları/çelişkileri çok iyi görüyor...

Ama... ]
(*)

Sözleriyle başlayan yazımda Ahmet Altan’ın yukarıda saydığım “iyi vasıfları”nı bağımsız bir gazeteci/yazar/aydın gibi kullanmadığını, genellikle iyi başladığı yazılarını [bir “görevli” bıkkınlığıyla aynı sebebe veya sonuca bağlayarak bitiriyor.] tespitini yaparak, bunu bir yazısını tahlil ederek göstermiştim...

Aslında Ahmet Altan ve Taraf gazetesi, “hazmede hazmede, hazmettire hazmettire” TC’yi “AB-D” planları” doğrultusunda dönüştürme eyleminde önemli bir misyona sahip...

Özal’ın aynı program doğrultusunda TC’yi dönüştürme harekâtı, Taraf dergisinin sözcülüğünü yaptığı Anadolu Kurtuluş Hareketi’nin merkez gücü olan İBDA Fikriyatı bağlılarının oluşturduğu direnişle defedildi...

Ve bu durum kayıtlara geçtiği için, aynı sinsi dönüşüm plânı, bu defa AKP eliyle yeniden uygulamaya konulduğunda bu ihanet planına koçbaşı görevi yapacak gazetenin ismini de logosunu da taklid ederek işe başladılar...

Bizim inancımıza göre “tesadüf”, hayatta herhangi bir yeri ve rolü olmayan zihinsel/zihnî bir kavramdır...

Yani Taraf gazetesinin isim ve logosunun aynen taklid edilmesi, basit bir “tesadüf” eseri değildir...

Dünyada isim ve logo kıtlığına kıran mı girdi de, başka isim, başka logo mu kalmadı da; bula bula Özal ihaneti’nin önünü kesmede öncü/sözcü rolü olan bir derginin ismini kullanıyorsun?

Ayrıca bu seçimde bize uzatılan “havuç”u farketmediğimiz de sanılmasın...

Gelelim “Müdürüm”ün “Büyük Selânik” (**) başlıklı yazısına:

[Artık hepimiz ucundan kenarından “yapay bir görüntüyü” gerçek zannettiğimizi hissetmeye başladık.

Bizim seksen yıllık cumhuriyet bir “sahtelikler” cumhuriyeti.

Mustafa Kemal, Selanik’te doğmuş, askerî okullarda nispeten “Batılı” bir eğitim almış, Sofya’da ataşelik yapmış, Almanya’yı görmüş genç bir generaldi cumhuriyeti kurduğunda.

Okuduklarımdan anlayabildiğim kadarıyla iki büyük tutkusu vardı.

Birincisi “lider” olmak.

İkincisi de, ta gençliğinden beri söylediği gibi Osmanlı’nın diğer topraklarından vazgeçip Anadolu’da büyük bir Selanik yaratmak.

Güzel kadınlar, şık beyler, balolar, danslar, temiz evler, çiçekli bahçeler, köylerde vals çalan orkestralar, kahve ve konyak kokan cafeler, beyaz örtülü lokantalar...

İlk amacına ulaştı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin (..) lideri oldu.

Bir devletin liderliğini ele geçirmek zordur ama bunu yapabilecek yetenekleri vardı ve başardı.

İkincisi ise “zordan” daha zordu.

Yüzlerce yıllık gelenekleri yıkmak ve başka bir tarihin, başka bir mücadelenin, başka bir kültürün sonucu olan bir ülkeyi burada yeniden kurmak öyle bir “kişinin” kararıyla olacak iş değildi.

Onun hayalindeki ülke (..) Anadolu’nun geleneklerine, ne de Müslümanlığın inançlarına uyuyordu.

Sanırım bütün diktatörlerin düştüğü hataya düşüyordu.

İstediği şeyin “iyi” olduğuna inanıyordu ve önerdiği “iyiliğin” kabul edilmemesine sinirleniyordu.

Zorla “şapka” giydirdi, zorla Batı müziği dinlettirdi, zorla dans ettirdi.

Ama bu iş “zorla” olacak bir iş değildi.

Onun hayal ettiği ülkeyle, yönettiği ülkenin gerçekleri birbirini tutmuyordu.

Bütün baskıya, gazetelerin bütün yayınlarına rağmen yönettiği insanlara “yabancı” biri olarak kaldı.

Birçok açıdan muhalefetle karşılaştı.

Müslümanlar, bu “Batılı” hayat tarzını reddediyorlardı ve emirle “Batılı” olmaya yanaşmıyorlardı.

Kürtler, kendilerine Kurtuluş Savaşı sırasında söz verilen “eşitliği” istiyorlardı.

(..)

Onu ürkütecek kadar gerçek kökleri olan direnişlerdi bunlar.

Sanırım hem ürktü hem öfkelendi.

Korkunç bir baskı uyguladı.

(..)

Orduyla ve sivil bürokrasiyle bütün ülkeyi denetimi altına aldı.

Ve çok istediği Selanik’i, büyük şehirlerin yeni zenginleri ve bürokratlarla yarattı.

Artık “Atatürk” olan Mustafa Kemal’i memnun edecek göstermelik bir “Selanik” yaratıldı memleketin küçük bir parçasında.

Geride kalan kısımlar da, “yeni Selaniklilerin” esiri durumuna düştü.

İnsanlar kendi ülkelerinde bir söz hakkına sahip olamadılar.

Kürtler, Müslümanlar, demokratlar, solcular devletten dışlandılar.

Bu “Selanikleşme” hareketine “Atatürk ilke ve inkılâpları” adı takıldı ve bunlara uymayanlar “devlet düşmanı” ilan edildi.

Biz bugün hâlâ Türkiye’de “Selaniklilerle” Anadolulular mücadelesini yaşıyoruz. ]


Nasıl?

Buraya kadar bu ülkedeki “İslâmcı”ların 86 yıldır söylediklerinden kabaca aparılmış ve içine bir takım sinsilikler (meselâ “demokratlar” gibi) yerleştirilmiş yakın tarih doğrularından bir demet...
Burada yeni olan tek şey... Bunları Ahmet Altan’ın da söylemiş olmasından ibaret...

(Bu doğrular bu ülkede 86 yıldır söylenir ve söyleyenlerin başına bin türlü belalar açılırken, Ahmet Altan’ın pederi Çetin Altan hem söylenen doğruları ve hem de söyleyen müslümanları alaya alıp madara etmeye çalışıyordu.)

Şimdi bizim “ecmain takımı” yazıyı buraya kadar okudular ya, hepsi mest...

“Yahu dıurun, bu daha maçın ilk yarısı; sonuç ikinci yarıda belli olur” desen de...

Klavye başına çömen “ecmain”ler Ahmet Altan’a “tebrikler teşekkürler Allah senden bin kere razı olsun ahmet abem benim”ler yağdırıyorlar...

İnanmıyorsanız, bu yazıların yapıştırıldığı “ılımlı islâmcı” sitelerin okuyucu yorumlarına bir göz atın.

Halbuki her yazısının ikinci yarısında olduğu gibi, bu yazısında da Ahmet Altan, bütün sünsiliği ile “Kendilerine Kemallist, Atatürkçü, ulusalcı” gibi sıfatlar takan “Küçük Selaniklileri” uyandırmaya çalışıyor:

[Bırakın bu irtica, laiklik, Atatürkçülük safsatalarını artık... Görmüyor musunuz? RTE sayesinde Atatürk’ün en büyük rüyası; en büyük muhaliflerinin unutulmaz katkılarıyla gerçek oluyor... Anadolu, ”Büyük Selanik” oluyor... Susun ve bekleyin yüce kosmos hepimize yeni bir Atatürk göndermiş kıymetini bilelim. Uyandırmayın kerizleri... Bozmayın şu güzelim işi , sıkın biraz dişi...RTE’nin AKP’si “hazmede hazmede hazmettire hazmettire" Anadolu’yu “Büyük Selanik“ yapıyor... Baksanıza artık camilerin ve okulların yanına meyhaneler, kerhaneler, dikotekler, gece kulüpleri rahatça açılıyor... Zina suç olmkltan çıkalı yıllar oldu... Kumar sözde yasak ama, 90 lira ceza ödemeyi göze alana yasak masak kalmıyor... Ülke fuhuş ve uyuşturucu cennetine döndü... Bunlara karşı çıkan partililerin ismini hemen çizmiyor mu sayın RTE? Niye salaklık edip işi bozmaya çalışıyorsunuz ey Atatürkçüler, Çağdaşlar, ilericiler, Masonlar Roteryanlar Lionslar ulusalcılar?] manâsına gelen şeyler yazıyor....

“Yok canım, Ahmet abimiz böyle şeyler yazmaz”...

Yazmaz tabiî ey “ecmain takımı”... Bulmuş sizin gibi safoşları hiç uyandırır mı?

Bakın yukarıda kodlarını çözerek açık açık yazdığım şeyleri, o nasıl şekere bulayıp, masal kıvamında anlatıyor:

[Atatürkçüler, “bizim önerdiğimiz güzel ve iyi bir şey, neden buna karşı çıkılıyor” diyorlar.
(..)
Ama bunun zorla olamayacağını, emirle gerçekleşemeyeceğini, hayatın kendi doğal akışı içinde biçimlenmesi gerektiğini kavrayamıyorlar.

Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, dışlanan Müslümanlar, Kürtler, demokratlar, solcular şimdi haklarını istiyorlar, “Selanikleşme” hayali uğruna yaşadıkları baskılardan kurtulmaya uğraşıyorlar.

Kürt açılımı, muhafazakârların zenginleşip örgütlenmeleri, demokratların seslerini yükseltmeleri, değişen koşulların sonucu olarak yaşanıyor.

Mustafa Kemal’in çok istediği o “güzel kokan memleketin” yaratılması şimdi artık mümkün gözüküyor ama bunu buranın halkı, kendi isteğiyle, artık böyle bir hayata hazır olduğu, zenginleştiği, dünyayla ilişkiler kurduğu için gerçekleştirecek.

İşin belki de en “şakacı” yanı ise şimdi buna “Atatürkçüler”in karşı çıkması.

Çünkü onlar hâlâ bunun “Müslümansız, Kürtsüz, demokratsız, solcusuz” olacağını sanıyorlar.

Atatürkçülere aslında bir müjde verebilirim, istediğiniz gerçekleşecek ama bunu halk kendine uygun biçimde yapacak.

Bırakın da yapsınlar.]

Şimdi siz söyleyin; haksız mıyım?

Haksızsam; “hazmede hazmede, hazmettire hazmettire”, “Beraber yürüdük biz yollarda beraber ıslandık yağan yağmurda” şarkısına devam.

Veya...

Bu çizginin 1980’li yıllardan beri söylediği Büyük Doğu Marşı’ korosuna katılacaksınız:

[Büyük Doğu Marşı

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak! ]
(***)

Kısaca tercihiniz birinci şıksa; iç ve dış düşmanlarımızın zor ve zorbalığın her çeşidini deneyerek “Büyük Selânik” haline getiremedikleri şehid kanlarıyla yoğrulmuş Anadolu’yu, ahmak ıslatan yağmurlarında “beraber yürüdüğünüz” hainlerlerle birlikte kendi ellerinizle “Büyük Selânik” haline getireceksiniz...

Veya ikinci şıktaki “Büyük Doğu Marşı” söyleyenlerin korosuna katılarak Hazreti Adem’den bu yana şehid olmuş mü’minler topluluğuyla birlikte Anadolu’yu yeniden Büyük Doğu’nun merkezi haline getirilmesinde katkınız, emeğiniz, alınteriniz olacak...

* Bkz. {“Çinliler, Türkler, Kürtler...” Batılılar ve Ahmet Altan]başlıklı yazım, Baran dergisi..
** Ahmet Altan/Taraf gazetesi.
*** Çile/Necip Fazıl Kısakürek
Baran

Kumandan Carlos: Türkiye’nin kapısında bir iç savaş riski var ve bu olursa geçmişte Irak’ta, şimdi Suriye’de gördüklerimizden çok daha kötüsü yaşanacaktır(*)
12 Aralık 2016

(..) Diğer meseleler, elbette Suriye’de şu ân gerçekleşmekte olan şeyler hakkında da konuşabiliriz biraz…

Şurası bir gerçek ki, cihadçıların kıstırıldığı ve imha edileceği bir şehirdir artık Halep. Çoğu masum sivil olmak üzere, binlerce insanın katledildiği, tahrib edilmiş ve şartların çok zor olduğu bir yerdir bugün orası.

Unutmayınız ki, İslâm Devleti Halep’e girip orayı tahrib etmek gibi işlere teşebbüs etmemiştir. Fakat oraya, İslâm Devleti henüz ilân bile edilmeden önce, dışarıdan başka insanlar gelip yerleşmiştir. Her kesimden başka gençleri satın alıp kendi kuvvetlerine katmak üzere, çoğunlukla Suudî Arabistan, Birleşik Arab Emirlikleri, biraz da Kuveyt kaynaklı olarak yanlarında yüz milyonlarca dolar da getiren bu insanlar, ABD’nin koruması altında Ürdün ve Irak yoluyla muazzam miktarlarda silâh da temin etmişler, böylece bir karmaşa içerisine sokmuşlardır o bölgeyi.

(..) Suriye rejimi (..) Neticede berbat bir rejimdir. Fakat unutmamalıyız ki, yine aynı Baasçı rejim, herkesin kendi dininin gereklerini yerine getirme hakkını savunmuştur. Küçük mezhebler dahil, tüm dinlere saygı göstermişlerdir. Bu da harika bir şeydir (..). Aynı şekilde, tüm milliyetlere saygı da göstermişlerdir. İstisnâ olarak, 1930’larda Türkiye’den gelen ve Suriye’nin kuzeyindeki sınır bölgesinde yaşayan Kürt mülteciler bunun dışında kalmıştır ki, politik bir takım sebeblerle kendilerine vatandaşlık verilmeyen bu insanlar da şimdi kazanmıştır aynı hakları.

Yeri gelmişken, Suriye’de doğmalarına rağmen kendilerine uzun dönem Suriye vatandaşlığı verilmemiş bu insanlar, diğer herkes gibi askere giderdi Suriye’de. Bu da çok ilginç bir durumdu (..).

Yine bu vesileyle bir bilgi daha paylaşayım: Baas Suriye’de iktidara gelmezden evvel bile, 1940’ların sonlarıyla 1950’lerin başlarında, Kürt kökenli iki devlet başkanı olmuştur Suriye’nin.

Gelmek istediğim nokta, (..) böyle bir rejimde, (..) bile, her şeye rağmen belli bazı insan haklarının, tarihî hakların, siyasî hakların, etnik hakların mevcud bulunduğudur. (..) bakınız neler olmuştur? Suriye’de halk harekete geçtiğinde, Suriye’nin tarihî muhalefetinden isimler hapishânelerden serbest bırakılmıştı ve Suriye’deki hükümet sisteminde belli bazı iyileştirmeler yapılacaktı. Ne var ki İsrail ve ABD’nin emriyle Suudî Arabistan tarafından bölgeye gönderilen “neo-vahhabîlerin” müdahalesi, işleri bu noktaya getirdi.

Oraya savaşmaya gelenlerin ajan olduğunu falan söylemiyorum. Hayır. Çoğunlukla, Müslümanlar arasında “neo-vahhabîler” gibi azınlık bir takım mezheblere mensub bu insanlardan, hakikaten inanan bu insanlardan korkuyordu Suudî Arabistan’da iktidarda olan İsrail yanlısı münafıklar. Bu insanlardan kurtulmanın en iyi yolu da, onları buralara gönderip ölmelerini sağlamaktı. Yanlarında bazı İsrail, ABD ve Suudî ajanları da vardı kuşkusuz. Sonuç olarak, berbat bir durum yaşıyoruz ve işler iyiye gitmiyor orada.

Bu arada, 1950’lerden beri o bölgede olan Ruslar da müdahale etmek zorunda kaldılar duruma, çünkü savunmaları gereken stratejik çıkarları vardı. İç politikaya asla karışmamış olmalarına rağmen, bu yüzden müdahale etmek zorunda kaldılar Suriye’ye.

Fundemantalist Şii bir rejime sahib İranlı Şiilere gelince; bunlar da aslında Suriyeli Alevîleri -bizzat biliyorum- “İslâm düşmanı… İslâm dışı…” görmelerine ve gerçekte dinen desteklememelerine rağmen, Suriye devletini destekliyorlar bugün. Niçin? Çünkü onların da jeostratejik çıkarları var bölgede.

Benim Suriye ve Lübnan’daki yoldaşlarım bile -bazıları Suriye hükümetini hiçbir zaman desteklememiş olmalarına rağmen- Suriye safında savaşıyorlardı. Çünkü Suriye’ye müdahale eden düşman, Suriye halkının, Suriye halklarının, oradaki tüm kavimlerin, hattâ orada yaşayan Yahudilerin bile düşmanıydı da ondan. Suriye’de yaşayan o Yahudiler dahi, askere gitmek ve İsrail tarafından ajan olarak devşirilmemek için sıkı takib altında bulunmak dışında, diğer herkesin sahib olduğu haklara sahibti.

(..)

Bu vesileyle, Gönüldaş Erdoğan’a hitaben de bir şeyler söylemek isterim:

Kendisine “gönüldaş” diye hitab ediyorum, çünkü iyi taraftadır kendisi. Ne var ki, hatalar yapıyor. Bölge ülkelerinin sınırlarını değiştirmek gerçekçi değildir bugün. Tamam, haritayı önünüze aldığınızda Suriye, Irak ve Türkiye arasında gördüğünüz sınırlar gerçekten “sun’i” sınırlardır. Fakat bu duruma müdahale etmek şu gün doğru değildir, yanlıştır.

Bana sorarsanız şayet, Türkiye’ye huzur getirmeye bakmalıdır Gönüldaş Erdoğan ve Türkiye’de yaşayan herkesin, Müslüman olmayanların, Alevilerin, Hristiyanların, Ermenilerin, Rumların, hepsinin haklarını tanımalıdır. Bunlar devletin güvenliği için, iktidardaki hükümet için bir tehlike teşkil ediyor değillerdir. Tam tersine, bu hakları vermek, hükümeti güçlendirecektir sadece.

Unutmayınız ki, Kürtler çoğunlukla Müslüman, hem de iyi Müslüman, ekseriyetle Sünni Müslümanlardır ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a oy vermişlerdir öncelikle.

Umarım kendisine kötü tavsiyelerde bulunulmuyordur ama korkarım Gülenci müdahale henüz tamamen bertaraf edilememiştir. Zira hepsi açığa çıkarılamamış olup, bir kısmı hem iktidar partisinde hem de cumhurbaşkanının yakınında gizlice yuvalanmış vaziyettedirler.

Bu yanlışlarını düzeltmelidir Gönüldaş Erdoğan, çünkü Amerikalılarla, İsraillilerle, Bağdad’daki ajan rejimle birlikte bu oyuna dahil olmanın zamanı değildir.

Aynı şekilde, İran’a karşı savaşa girmekte de hiçbir çıkarı yoktur Türkiye’nin. Zira, o bölgede İran’a karşı savaşa giren herkes, kaybetmeye mahkûmdur. Türkiye için de geçerlidir bu durum. İranlılar da belki tahribat ve ölümler yaşayacaktır ama hep ayakta kalacaktır İran rejimi.

Bitirirken; Suudî Arabistan başta olmak üzere, İsrail’in dostları tarafından provoke edilmiş çok zor bir durum, çok büyük bir karmaşa içerisindeyiz hepimiz. Türkiye’nin de bu noktada oynaması gereken tarihî bir rolü bulunmaktadır. Aynen değil elbette, ancak Türklerin dünyanın tüm o bölgesine hâkim oldukları devre, Fas’tan Çin’e dünyanın en güçlü imparatorluğuna sahib oldukları ama Müslüman olmasalar da tüm kavimlere haklarını verdikleri ve saygı gösterdikleri döneme, herkesin İstanbul’daki Halife’ye boyun eğdiği öyle bir çağa geri dönmenin bir yolunu bulmalıyız mutlaka.

Şayet Gönüldaş Erdoğan bahsettiğim tuzaklara düşmezse, eskisinin aynı bir halifelik veya sultanlık değil ama, Türkiye dünyanın o bölgesinin askerî, siyasî ve ideolojik esas gücü olacaktır yeniden. İnşallah böyle olur. Yoksa, bizi Türkiye’nin kapısında bir iç savaş riski beklemektedir ve bu da patladığında başka hiçbir şeye benzemeyecektir. Ordu bölünecek ve geçmişte Irak’ta, şimdi Suriye’de gördüklerimizden çok daha kötüsü bekleyecektir.

Her ne olursa olsun, adaletin ve hakiki Müslümanların hâkimiyetini kabul eden tüm dinlerden inananların zaferi için dua edelim.

Allahü Ekber.

20 yıldır Fransız zindanlarında esir tutulan efsanevi FHKC komutanı İllich Ramirez Sanchez'in Türk Avukatı Güven Yılmazla yaptığı telefon görüşmesinin Adımlar dergisinde yayılanan notlarından derlenmiştir. Başlık tarafımızdan konulmuştur. (EF)

The Independent: LTürkiye çöküşün eşiğinde
02.01.2017



İngiliz gazetesi The Independent, Reina saldırısının ardından bugünkü başyazılarından birini Türkiye’ye ayırdı. Makalede, “Osmanlı’nın 100 yıl önceki çöküşünden bu yana bu ülkenin birliği ve geleceği hiç bu kadar kırılgan olmamış, gücü hiç bu kadar açık bir biçimde azalmamıştı. Bu, bölge, Avrupa ve dünya için kötü haber” denildi.

Makalenin özet tercümesi şöyle:

‘TÜRKİYE DE ŞİDDETİN ALTINDA EZİLİYOR’

“Yeni yılla birlikte, bütün Ortadoğu’nun istikrarsızlaşmasının devam ettiğine ve hatta bu durumun 2017’de hızlanabileceğine dair kanlı bir hatırlatma meydana geldi. Suriye iç savaşında kırılgan bir ateşkes sağlanmış olabilir fakat son birkaç yıl, ulusların yakın tarihte tahayyül edilemez biçimde, bir bütün olarak bölünmesine ve yok edilmesine sahne oldu.

Domino taşları gibi, Irak, Libya, Suriye ve Yemen korkunç acılar çekti; bunun bedeli yaralananlar, yas tutanlar ve evsiz kalanlar hâlâ bedelini ödüyor. Mısır erimenin eşiğinde görünüyor. Şimdi de bölgesel bir süper güç, NATO üyesi ve uzun zamandır bu acımasız gelişmelerde kurbandan çok bir aktör olduğu düşünülen Türkiye de şiddetin altında eziliyor.

‘HİÇ BU KADAR GÜÇSÜZ OLMAMIŞTI’

Bu şiddet, kaygı verici biçimde çeşitli güçler tarafından ortaya konuyor: İslamcı aşırılıkçılar, Kürt ayrılıkçılar, geçen yaz başarısız olan askeri darbe girişiminin arkasındaki laik güçler ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rejiminin içinden daha gaddar unsurlar. Osmanlı’nın 100 yıl önceki çöküşünden bu yana bu ülkenin birliği ve geleceği hiç bu kadar kırılgan olmamış, gücü hiç bu kadar açık bir biçimde azalmamıştı. Bu durum, bölge, Avrupa ve dünya için kötü haber.

‘YAŞAM BİÇİMİNİN SEMBOLÜ’

Düşük yoğunluklu terör Türkiye’de neredeyse norm haline geldi. Neredeyse her ay ayrım yapmayan türden veya siyasi cinayetler işleniyor; düğün davetlileri, havalimanları, askeri konvoylar, partiye gidenler, Rusya büyükelçisi ve şimdi de, bazı köktendincilerin gözünde Türkiye’nin laik seçkinlerinin sözüm ona ahlaksız yaşam biçiminin sembolü olan önde gelen bir gece kulübü.

‘BASKI İŞE YARAMAZ’

Erdoğan’ın alışılmış tepkisi, sivil özgürlükler ve meşru siyasi muhalefetin üzerindeki baskıyı artırmak; polis ve diğer devlet kurumlarında tasfiye oluyor. Bu yöntem işe yaramadı. Türkiye’nin dış politikası ve güvenlik politikaları böylesine kafası karışık ve değişken seyrederken yarayamaz da.

‘HÜKÜMET, TEHDİTLERİN DOĞASINI ANLAMIYOR’

Ülke zaman zaman Rusya’yla savaşın eşiğine geldi; ta ki iki ülke IŞİD’i bastırmakta son derece büyük bir ortak çıkarları bulunduğunu fark edene kadar. Son ateşkes de bu sayede sağlandı. Türkiye askeri destek için ABD’ye bel bağlıyor; bununla birlikte Fethullah Gülen’e kol kanat gerdiği için bu ülkeyi azarlıyor. En tehlikeli biçimde ahmakça olanıysa, Türkiye Kürtlerle savaşta yararlı bir güç olarak göründüğü sürece IŞİD’e göz yumdu. Bundan önce de, Türkiye Esad hükümetinin bir yanında, bir karşışında oldu. Batı gibi, El Nusra Cephesi’yle ne yapacağına tam olarak karar veremedi. Bunların hiçbiri Türkiye’nin de Erdoğan’ın da pek işine yaramadı. Bu durum, Türkiye hükümetinin ulusun karşı karşıya olduğu tehditlerin doğasını ve büyüklüğünü anlayamadığını ortaya koyuyor.

‘KÜRTLERLE ANLAŞMA ŞART’

Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinde de facto bir Kürt vatanı ve çok-etnili siyasi bir yapı kurulmuş durumda. Türkiye, kendisini Kürt milliyetçiliğinden korumak için artık Saddam ve Esad’a güvenemez. Pek tabii ki Kürtlerle bir siyasi anlaşma Türkiye’de birçokları için kabul edilemez ve böyle bir anlaşma, Kürt bölgelerinin ayrılması ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünün bozulması anlamına gelebilir. Fakat böyle bir durum, bölgedeki mevcut şiddet ve baskı eğiliminin kaçınılmaz sonu olarak zaten yaşanabilir.


(Duvar)

Kerem Çalışkan yazdı: Balkanlaştırma
11.09.2016

Bir süredir Batı’da çeşitli think-tank’ler tarafından kaleme alınan analizlerde Ortadoğu için sık sık kullanılan bir terim vardı.

Bir süredir Batı’da çeşitli think-tank’ler tarafından kaleme alınan analizlerde Ortadoğu için sık sık kullanılan bir terim vardı. Son olarak WSJ’in (Wall Street Journal) yorumunda da yer alınca artık ‘resmileşti’.

Bu terim: Balkanizasyon. Yani Balkanlaşma…

Daha da açık ifadeyle Ortadoğu’nun Balkanlaştırılması.

-Kim tarafından?

ABD ve İsrail tarafından…

-Niçin?


İsrail’in güvenliği için…

-Balkanlaşma ne demek?

Balkanlaşma, bir dizi küçük ülkenin, etnik, milli, dini, mezhepseli ve bölgesel nedenlerle birbirleriyle ve kendi içlerinde sürekli çatışması demek…

Bitmek bilmeyen kesintisiz bir çatışma, savaşma, didişme hali… Balkanlaşma bu!...

-ABD ve İsrail Ortadoğu’da neden Balkanlaşma istiyor?..Balkanlaşma İsrail’in güvenliğini nasıl sağlayacak?

Bölge ülkeleri bu parçalanma nedeni ile İsrail’e karşı birleşip, Filistin sorununu çzmek, İsrail’i işgal bölgelerinden çıkarmak ve Gazze ablukasını kırmak için birlikte davranamayacaklar…

Yani bölge Balkanlaşırsa, İsrail kendi işgalci, zorba ve despot yönetimini daha uzun yıllar sürdürebilecek…Golan’da işgal ettiği bölgeleri terketmeyecek… İşgal bölgelerinde fiili yerleşim sürecek…Ta ki artık kimse İsrail’den hesap soramayacak noktaya gelene kadar…

ABD ve İsrail’in bölgede Balkanlaşma istemesinin ana nedeni bu…

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile bölgede 22 ülkenin bölünüp parçalanması, sınırların değişmesi ve neredeyse 44 ülkenin ortaya çıkması aslında bu ‘Balkanlaşma’yıhedefliyordu…Ama o zaman (1990’lar) henüz ‘Balkanlaşma’ diyerek açıkça adı konmamıştı…Şimdi adını da koydular ve açıkça ‘Balkanlaşma’ diyorlar…

CIA Başkanı'nın "Irak ve Suriye bölünebilir" açıklamasının sırrı burada.

-Kürtler bu Balkanlaşma’nın neresinde?

ABD-İsrail’in planına göre Kürtler (Barzani ve PKK) Balkanlaşma’nın ana aktörü, hatta bir anlamda stratejik aktörü…

-Neden?

Çünkü Irak’ta kurulacak Kürdistan (Barzanistan) ABD-İsrail planlarına göre İsrail’in denetiminde olacak ve Irak ve bölge ülkeleri ile sürekli bir çatışma ve sürtüşme nedeni haline gelecek…

-Peki Suriye’de PKK kantonları?

ABD-İsrail’in ana planı ünlü ‘Kürt koridorunu’nu (terör koridoru) kurup, Türkiye’yi güneyden kuşatarak hem Kürt petrolünü ve doğalgazı Akdeniz’e çıkarmak, hem de o bölgenin bekçiliğini PKK’ya vermekti…

Ama Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonu ABD-İsrail’in ‘terör koridoru’ planını şimdilik bozdu..

-Şimdi ne olacak?

Bölgede neredeyse dünyanın bütün büyük küçük güçleri, kendi hesapları ve çıkarları için çeşitli senaryo ve planları gerçekleştirme peşindeler…

-Kim bu güçler?

ABD, İsrail, Rusya, Çin, İran, Suudi Arabistan, Suriye (Esad),Türkiye, Fransa, Almanya, İngiltere, Mısır, Lübnan, Ürdün, Filistin, Barzani, PKK, IŞİD (DAEŞ) ve bu ülkelere bağlı çeşitli taşeron silahlı gruplar ve çeteler…

-Bu kadar çok gücün ve hesabın çatıştığı bir alanda ne olacak?

Bu kadar çok gücün çatışması ‘Balkanlaşma’ için ideal ortamı yaratıyor… Her ülke bir başka karşıt gücü destekleyerek kendi senaryosunu hayata geçirmeye çalışıyor…

-Balkanlaşma nasıl önlenir?

Temel olarak Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi bölgenin 4 büyük ülkesinin toprak bütünlüğü ve üniter devlet ilkeleri temelinde elele vermesi ve ittifak yapması ile önlenebilir…

-Peki Balkanlaşma gerçekten önlenebilir mi?

ABD ve İsrail ‘Balkanlaşma’ istediği için bu yönde çabalar sürecek demektir…Rusya ve Çin’in Balkanlaşma’ya karşı bölgenin 4 temel ülkesine destek vermesi halinde Balkanlaşma önlenebilir…

-Balkanlaşma deyince insanın aklına Osmanlı ve Balkanlar sorunu da geliyor!..

Doğru, Batılı ülkeler ve Çarlık Rusyası Osmanlı’yı parçalayıp çökertmek için 18-19-20. Yüzyıllar’da Balkanlaşmayı kışkırtmış, Balkan ülkelerindeki milliyetçi ve dini akımları destekleyerek silah veverek Osmanlı’ya isyan etmelerini sağlamışlardı…

Balkanlar (Makedonya) İttihatçı subayların yetiştiği 1900’lerin başında bölgedeki bütün etnik ve milli çetelerin, komitaların çatıştığı bir barut fıçısına dönmüştü…

-Osmanlı bu yüzden mi çöktü?

Balkanlaşma’nın Osmanlı’nın çöküşünde ciddi rolü oldu…

-Şimdi Türkiye’yi çökertmek ve parçalamak için Ortadoğu’da yeniden Balkanlaşma mı istiyorlar?

Evet, Irak ve Suriye’yi fiilen parçaladılar, parçalanmaya esas direnen Türkiye ve İran… ABD-CIA’nin FETÖ eliyle giriştiği 15 Temmuz darbesi başarılı olsa, Türkiye şimdi Suriye gibi fiilen parçalanmış olacaktı…

-Bu iş nereye gider?...

WSJ Gazetesi açıkça, Türkiye’yi ABD uçakları ile tehdit ederek, PKK Kürt kantonlarının savunulmasını ve bölgede Balkanlara benzeyen küçük ülkeler yapısının kurulmasını istiyor…

-Türkiye Balkanlaşma’yı önleyebilir mi?

Bu Erdoğan iktidarının bu konuyu ne kadar anladığına ve bölge ülkeleri ile, yani Suriye (Esad), Irak ve İran ile ne kadar anlaşabildiğine ve Rusya’yı da ikna ederek, ABD-İsrail planına ne kadar karşı koyabileceğine bağlı…

-Umut var mı?

Allah’tan umut kesilmez!...

Kerem Çalışkan

Odatv.com

Uzaktaki yakın barış
Serdar Akinan
Amerika'nın çok önemsediğim bir özelliği vardır. Düşünce kuruluşları...
Küresel ve bölgesel fallar açmakta pek mahirlerdir.

Askeri, ticari, siyasi, kültürel ve ekonomik trendleri okurlar.

Bu veri denizinde boğulmadan ve aslında o denizin hacmine katkı da sunarak meseleleri ABD çıkarları ekseninde değerlendirip, gene bu aygıtın kolektif bilincine sunarlar.

Fakat Türkiye'yi okumakta kesinlikle çaresizler diye düşünüyorum.

Mesela dün... 'Ermenistan açılımı'na dair bir takvim ve çerçeve açıklandı.

George Friedman, CIA'in yan kuruluşu STRATFOR'un kurucusu...

'Önümüzdeki 100 Yıl: 21. Yüzyıl İçin Öngörüler' adlı bir kitap yazdı.
Öngörüleri hayli ilginç...

Türkiye ile ilgili öngörülerine baktığımızda belli tespitleri var.

İlki şu: Türkiye’nin sınırları istikrarsız bir hal alacak.

Ermenistan-Türkiye sınırının 'kaçınılmaz' olarak açılacağını öngörüyor Friedman...

Ancak bu açılımın çatışmayı davet edeceğini de belirtiyor.
2040 gibi Türkiye'nin gerçek bir küresel güç olacağı iddiasında yazar...

Friedman, bu güç ekseninin yerel, bölgesel ve hatta 2050 gibi küresel bir çatışmaya yani yeni bir dünya savaşına yol açacak önemde olduğunu savlıyor.

Burada durup şunu hatırlamak gerek. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu aslında Uluslararası İlişkiler Profesörü'dür. Ve, bilen bilir, 'Stratejik Derinlik' adında bir kitabı vardır. Ve çok mühimdir.

Kitap ortaya bir teori atar. O da şudur:

Türkiye, soğuk savaş sonrası oluşan yeni düzende yani küreselleşme sürecinde basit bir 'köprü' değil, Ortadoğu ve Orta Asya'nın yeniden şekillenmesinde 'katalizör' olan bir güçtür.

Bu gücün DNA'sında Türkiye'nin 'tarihi derinliği' yatar. Ve bu aslında bir fırsat alanıdır.

Neden?

AK PARTİ'nin varoluş dinamiklerinden biri de Amerika'nın Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya'daki 'Soft power: Yumuşak güç' ihtiyacına yanıt verecek bir ideolojik/pratik arka plan sunabilmesidir.

Ancak, konjonktür, genel itibarıyla sadece AKP'nin değil Türkiye'nin işine de geliyor. Bu sahici ve önemli bir gerçek.

Siyasetten bağımsız yalın bir veri...

Yani iktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak...Türkiye'nin son yıllardaki 'öngörülemeyen' dış politika salınımı (1 Mart tezkere reddi, Halid Meşal ziyareti, Sezer’in Şam ziyareti, One minute şoku, Tahran’la yakınlaşma, Nabucco’yu imzalayıp bir yandan Güney Akım’ı devreye sokmak) aslında sürekli marka imajına ve hatta kimliğine yansıyor.

Ermeni açılımını da bu çerçevede okumak gerek...

Bu tartışma büyük kıyamet kopartacak... AKP içeride, tıpkı Kürt açılımında olduğu gibi, dayak yiyecek ama atılan adım Ermenistan’la ilişkilerimizde; soykırım baskısında Türkiye’nin elini rahatlatacak.

İktidarda kim olursa olsun bu mahallenin artık bir 'haşarı çocuğu' var...Türkiye...

Her taşın altından çıkan, maraza çıkartan, çok kimlikli, çok kültürlü, etkin...
Yani demem o ki...

Davutoğlu, vakti zamanında tam olarak bunu mu kastetti...Yoksa Washington, 'Aman da bunları kullanalım...' mı dedi... Önemli değil...

Bu kaotik dış politika kalıplara sığmıyor ve işin özünde Türkiye'nin etki alanı muazzam genişliyor.
Akşam

Türkler, 22. yüzyılı göremeyebilir
Kemal Özer
12.08.2009

Dünya nüfusu azalıyor. Yanlış okumadınız hakikaten dünya nüfusu azal(tıl)ıyor. Bununla beraber Türkiye’nin nüfusu da...

Dünya nüfusu ile ilgili yaşanan karmaşayı anlayabilmek için Henry Kissenger, Rockefeller Ailesi başta olmak üzere Unesco, Ford Vakfı, Carnegie Vakfı, Cloerance Gamble (Proctor & Gamble), Jonn Harvey Kellogg, Cleveland Dodge, Winston Chuechill, Maynard Keynes, Lour Arthur Balfour, Julian Huxley gibi kişi ve kurumları yakından tanımak gerekiyor.

Dünyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerinin tümünde gözü olan ABD ve son yüzyılda bütünüyle ABD’nin kuklası rolüne bürünen İngiltere’nin dünya nüfusunu kontrol etme planını iyi analiz etmeliyiz.

Dünya nüfusunun istenen seviyenin üstünde olması durumunda ülkeler, kaynaklarını kendi halklarına pay etmek zorunda kalırlar. Yöneticiler buna yanaşmasa bile halk yöneticilere bunu yapmaya mecbur edebilir.

Sorun tam buradadır. Ülkelerin kaynaklarını daha rahat elde edebilmelerinin yolu nüfusu kontrol altında tutmak ve azaltmaktan geçtiğini çok iyi bilmekteler.

Torun John David Rockefeller, “BM Tarım ve Gıda Organizasyonu 2. McDougall Konferansında “Bana göre nüfus kontrolü günümüzde atom silahlarının kontrolünden sonra ikinci en büyük önceliğimizdir” diyerek özetliyordu, kimin doğum yapacağını kimin yapmayacağını.

En isabetli anlatımla kimin hayatta kalıp kimin öleceğine, kimin doğup kimin doğmayacağına, kimin doğurup kimin doğurmayacağına, kimin hangi hastalığa yakalanması gerektiğine , kimin ölüp kimin tedavi edilmesi gerektiğine, hangi ırkların yaşamlarına devam edip hangilerinin tarih sahnesinden çekilmesi gerektiğine onlar karar verecekti.

Çünkü onlara göre kendilerine hizmet edenler istisna diğerleri itlaf edilmesi gereken birer sürüden ibaretti…

Bu adı konulmamış ilahlık iddiasının tepki çekmemesi için, yol ve yöntemler gerekecektir. Bunun için 1923’de doğum kontrol teknikleri için çok kapsamlı çalışmalar başlatılır. Doğum kontrolü birçok ülkede yerli taşeronlarla hayata geçirilir. Projenin finansı tüm vergilerden muaf olarak faaliyet gösteren Rockefeller Vakfı’nca sağlanır. Hafızalarımızı yoklarsak hangi büyük koçun, ülkemizde bu faaliyetleri yürüttüğünü görebiliriz.

İlk denemeler, ideal bir deney istasyonuna çevrilen Porto Riko halkı üzerinde yapılır. 1965 yılında Porto Riko’da yapılan bir araştırmada doğum yapma yaşına gelmiş kadınların yüzde 35’inin başarıyla kısırlaştırıldığı görülür.

İkincil hedef Brezilya’dır. 1970’lere gelindiğinde Brezilya hükümetince yapılan araştırmaya göre 14-55 yaş aralığındaki kadınların yüzde 44’ü doğurganlığını kaybetmiştir. Hindistan başta olmak üzere birçok ülkede hiçbir engelleme ile karşılaşılmadan kısırlaştırma faaliyeti halk sağlığı, aşı, yardım vs gibi adlar altında sürdürülür.

ABD’nin gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere yaptığı yardımlarını(!) dağıtırken artık, nüfusu kontrol edenler ve edemeyenler olmak diyerek üzere iki ana tasnife tabi tutacaktır.

Henry Kissenger’in NSSM200 projesi devreye sokulduğunda gelişmekte olan ve büyük kaynak zenginliğine sahip; Hindistan, Nijerya, Meksika, Bangladeş, Brezilya, Pakistan, Endonezya, Filipinler, Kolombia, Tayland, Mısır, Etiyopya ve Türkiye gibi 13 ülke hedef tahtasının tam ortasına oturtulurlar.

Projenin hayata geçirilebilmesi için bu ülkelerde sürekli istikrarsızlık politikaları devreye sokulur. Darbeler, suikastlar, terör olayları, ayrılıkçı hareketler birbirini izler. Bu sürede hem kısırlaştırma faaliyeti devreye alınır hem de zengin kaynaklar bir bir sömürülür. Bu durumun adını da “aile planlaması”, “sürdürülebilir kalkınma” ve “seçim özgürlüğü” koyarlar.

Bu faaliyetlerin yürütülmesinde kürtaj teşvik edilir, korunma aletleri dağıtılır, bazı hastalıkları önleme adı altında aşı kampanyaları düzenlenir, sezaryen doğumu teşvik edilir, bazı ülkelerde kadınlar sezaryenle doğuma mecbur edilir ve bu operasyon sırasında kadınlar istekleri dışında tüpleri bağlanır, gıdalara kısırlaştırıcı katkı maddeleri eklenir, genetiği değiştirilmiş ürünler gizliden ve aşikâren tükettirilir, tedavi olmak için satın alınan ilaçlara kısırlaştırıcı içerikler eklenir, teşhis ve güvenlik adı altında geliştirilen aletlerle radyasyona tabi tutulurlar.

Bir soykırım suçlaması ile karşı karşıya kalmamak için her türlü kılıfları da hazırlamışlardır. Bu hedefe ulaşmak için ülke yönetimlerini, siyasetçilerini, bürokrasisini, akademik çevrelerini hatta halklarını da ikna edecek gerekçeleri de boldur.

“Artan nüfus, fakirleştirir. Halk sağlığı tehlikeye düşer. Gelir paylaşımında sorunlar yaşanır. Tarım alanları yetersiz kalacağından gıda krizi çıkar” türü propagandalar… Gerçekte olmadığı halde adına “küresel ısınma” dedikleri yalanlarına, doğadan kendi elleriyle tahrip ettikleri yeterli malzemeleri de vardır.

Netice itibari ile cin şişeden çıkarılmıştır. Şeytani plan gözlerimizin önünde cereyan etmekte adına da “aile planlaması” denilmekte... En ürkütücü sonuçlardan biri de Brezilya ve ABD’deki Afrika kökenli kadınların yüzde 90’ının kısırlaştırılması… Türkiye’de ise 1970’lerde yüzde 2 seviyelerindeki kısırlık oranı, 2009’a gelindiğinde yüzde 25’lere çıkmış…

Şimdi ise tüm dünyada uygulanacak olan “domuz gribi aşısı” ile benzer bir projenin hayata geçirilmesi mukadderdir. Daha henüz aşısının bulunduğu resmen ilan edilmese bile insan üzerinde bazı deneylere başlandığı haberleri geliyor. Hacca gidecek olanlara bu aşı zorunlu hale getirilmeye çalışılıyor. İkna içinde Haccı yasaklamak gibi haberler yayarak bilinçaltı yönetimi yapılmakta. Bu oyuna ilk gelen ülke ise İran’dır.

Virüsü üretenlerin ellerinde tuttukları anti-virüs, insanlar iyice tedirgin edildikten sonra piyasaya sürülecek ve operasyon bütünüyle hayata geçirilmiş olacaktır.

Aslında yapılan şundan ibaret: Virüsü geliştir, bulaştır, yaygınlaştır, ilacını pazarla, kısırlaştır ve kurtul!

Bütün bunlar size komplo teorisi gibi mi geldi? Merak etmeyin bu bir komplo teorisi değil bütünüyle insanlığa yapılan komplodur. Ölüm uykusundan uyanmazsak gençlerimiz çocuk sahibi olamayacak, orta yaşlılarımız ise torun özlemiyle terki dünya edecekler.

Sahte Mehdilerimiz, ‘kıyamet 21. yy’da kopacak’ kehanetinde bulunsalar da, akledemeyen feraset yoksunlarımız 22. yüzyılda mensubu oldukları ırkın tarih olacağını göremeden terk edecekler dünyayı.
TIMETURK

Dünya savaşı Ermenistan'dan mı İsrail'den mi başlayacak?
Mustafa YÜREKLİ
22 Ekim 2009

Öncelikle fotoğrafın bütününü ortaya koymalıyız: Bölgedeki başlıca sorunlar, ABD ve Batı emperyalizminin bölgeye müdahalesinden kaynaklanmaktadır. Bu gerçeği herkes kabul eder.

Türkiye, 20. yüzyılın başına sardığı, 50 yıllık, 100 yıllık kronik iç ve dış sorunlarını çözmek istiyor. AK Parti hükümeti, “Demokratik Açılım”larla toplumda umutlar uyandırıldı..

Bu sorulanları, şöyle bir sırlamak bile.. ne kadar köklü ve çözümlerinin ne kadar zor olduğunu görmek için yeterli değil mi?

1-) ABD’NİN BÖLGEYE MÜDAHALESİ:

Öncelikle fotoğrafın bütününü ortaya koymalıyız: Bölgedeki başlıca sorunlar, ABD ve Batı emperyalizminin bölgeye müdahalesinden kaynaklanmaktadır. Bu gerçeği herkes kabul eder.

Üzerinde anlaşma sağlanacak bir gerçek de, Ortadoğu’yu ve Kafkasya’yı yeniden yapılandırmak için bölgeye askeri müdahale yapan, Afganistan’ı ve Irak’ı işgal eden ABD’nin, mevcut sorunları canlandırıp büyütmüş olmasıdır.

Aklın yolu bir ise, şu gerçek de, üçüncü ortak kabul olarak ortaya konabilir: Bölgedeki amaçlarından vazgeçmeyen ama Irak’taki işgal kuvvetlerini geri çekmek isteyen ABD, Irak’taki karşıt güç odaklarını ve bölgede canlandırdığı tüm çatışmaların faturasını bölge ülkelerinin üstüne yıkarak çekilmek istemektedir.

Olaylara sağduyuyla bakan basiret sahibi her aydın, yakın geleceği görmekte zorlanmayacaktır: 1. Irak’ta Kürt-Arap, Sünni-Şii, Türkmen-Arap-Kürt çatışması.. 2. Irak-Suriye gerginliği.. 3. İran-Irak gerilimi.. 4.Azerbaycan - Ermenistan gerilimi.. 5. İsrail – Filistin gerilimi.. Bütün bu sorunlar, bölgede patlamaya hazır bir bomba gibi bekleyen gerilimlerdir.

Bölgede “lider ülke” rolüne soyunan Türkiye, ABD’den bu gerilimleri de devralmaktadır.

Türkiye aydını, bir tarih bataklığı haline gelmiş bölgede, ülkenin yeni kurtarıcı rolünü iyi kavramak ve tanımlamak zorundadır.

2-) RUSYA’NIN HAMLELERİ:

Yazının burasında, inkar edilemez bir gerçeği daha ortaya koymak gerekmektedir: Bölgenin “yerli” emperyalist gücü Rusya da, bölgede giderek daha etkin rol oynamakta, ABD’den açılan boşluğu (ABD’nin etkisinin zayıflamasıyla) doldurmak için sabırsızlanmaktadır.

Rusya, enerji silahı, bölge ülkelerine yakınlığını ve eski etkisini kullanmaktadır.

ABD’den bağımsız davranabilmesi ve hatta ABD’ye karşı bir güç odağı olması, Rusya’ya bölgede ek bir ayrıcalık da kazandırmaktadır.

Türkiye’nin her adımında Rusya ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır.

Azerbaycan’la oluşan ilk gerilimlerde Rusya’nın Azerbaycan’ın koluna girmesi, Nabucco’yu çökertecek hamleleri arka arkaya devreye sokması şaşırtıcı değildir.

Eğer Türkiye gerçek bir güç olarak tarih sahnesine çıkacaksa ve bölgenin yapılandırılmasında söz sahibi olacaksa Rusya ile baş etmek zorundadır.

Ermenistan’da patlak verecek bir savaş, Türkiye’yi Rusya ile karşı karşıya getirecek ve bu savaş kısa sürede dünya savaşı boyutlarına tırmanacaktır.

Türkiye, bölgedeki yeni konumunu ve ağırlığını Rusya’ya diplomasiyle kabul ettiremezse, bu savaş kaçınılmaz gözükmektedir.

3-) İSRAİL FAKTÖRÜ:

Türkiye’nin Ortadoğu’daki çabalarını izlerken, özellikle Türkiye-İsrail ilişkileri değerlendirilirken göz önünde bulundurulması gereken bir gerçek var: Evet, ABD, İsrail’in “ben merkezciliği”nden bıkmış, onu terbiye eden bir tutumu benimseyebilir ama bu, İsrail’den vazgeçtiği, ya da onun için İsrail’in önemsizleştiği anlamına gelmez.

Bu yüzden de İsrail’le arasını, bir başka düzlemde de olsa iyileştirmeyen Türkiye’nin, ABD ile ilişkilerini iyileştirmesi beklenemez.

Yani “model ülke” olacak Türkiye’nin, “modelliğini” İsrail’le birlikte yapması gerekecektir.

İsrail, arkasına aldığı ABD desteğine güvenip işgalci, suçlamacı ve çatışmacı politikasını sürdürürken, Türkiye dünya devletlerini yanına alsa bile, ABD ve AB’yi İsrail’in yanında, dolayısıyla karşısında bulacaktır.

Arap dünyası şimdilik Türkiye’yi kıskançlıkla ve kızgınlıkla izlemektedir. Bu ABD ve AB’yi de rahatlatmaktadır.

İran ve Arap dünyası, Türkiye’nin yanına geçerse, Türkiye-İsrail gerginliği, dünya savaşını başlatan bir çatışmaya dönüşebilir.

4-) İRAN TÜRKİYE REKABETİ:

Öncelikle ABD-İran ilişkisinin geldiği noktayı tespitte yarar var: ABD, İran’ı etkisizleştirme amacından vazgeçmemiştir.

Ama bunu İran’a askeri müdahale yapamayacağını anlamasından beri de İran’a bölgede bir rakip aramaktadır. Bu da Türkiye’dir.

ABD’nin umudu, Türkiye ile İran’ın bölgede liderlik çatışmasına girişmesidir.

Türkiye – İran gerginliği, Rusya’nın da işine gelir.

ABD, AB ve Rusya, İslam dünyasını ikiye bölecek Sünni-Şii gerginliğini kaşıyıp İran – Türkiye savaşının fitilini ateşleyebilir.

Türkiye-Ermenistan anlaşması sonrasında Şii Azerbaycan’ın İran’a yakınlaşması ve Türkiye’ye karşı İran-Azerbaycan öncülüğünde bölgede yeni bir yapılanmanın başlaması ihtimal dahilindedir.

Türkiye, Ermenistan açılımını gerçekleştirirken, sınırları görmeli; Azerbaycan’ı Rusya’nın ya da İran’ın kucağına atmamalıdır.

Türkiye, Suriye ve Irak’la gerçekleştirdiği komşularıyla ilişkileri geliştirme politikasını, bir an önce İran’la da gerçekleştirmelidir..

5-) KAFKASYA ÇATIŞMASI:

Türkiye-Ermenistan sınırını açmak bile Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini berhava etmekte, büyük enerji oyundan Türkiye’yi dışlayacak gelişmeleri tetiklemektedir.

ABD’nin dümen suyunda Kafkasya’da “liderlik” ciddiye alınır bir macera bile değildir.

Bütün bunların da ötesinde, sonuçta bu “düzenlemeler”, bölgeye emperyalist müdahalelerin bir devamı olarak gerçekleşmektedir. Bu yüzden de Türkiye üstünden sürdürülen bu girişimlerin her an geriye dönecek gerilimlerle birlikte var olduğu da görülmek zorundadır.

Elbette burada eleştirilen, bölge ülkeleri arasında ve halklar arasında yeni ve daha yoğun ilişkilerin önünü açacak adımlar atılması değildir. Bu adımlar elbette atılsın.

Ama bölgenin ve Türkiye’nin aydınlarının; Türkiye’nin demokratikleştirilmesi ve bölge halklarının, kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde, emperyalist müdahalelere karşı birliği temelinde yakınlaşıp kardeşleşmesi, Türkiye halklarının burada üstüne düşeni yapması ve hükümeti de bu doğrultuda davranmak için baskılaması, son derece önemlidir.

Yoksa hükümetin, ABD menşeli bölgede etkinlik manevralarını, “bölge sorunlarını çözüyor” diye alkışlamak, sadece geleneksel yanılgıları tekrarlamak olur.

Türkiye – İran stratejik ortaklığı bölgenin yapılanmasında güçlü bir eksen olacaktır. Türkiye – İran ortaklığı, ABD, AB ve Rusya’yı hayal kırıklığına uğratacak ve bütün oyunlarını bozacaktır.

Türkiye- İran yakınlaşması sonrasında, Ermenistan veya İsrail üzerinden uygulamaya geçirilecek savaş senaryoları tarihin çöp sepetine atılacaktır.

Türkiye – İran stratejik ortaklığı, dünya barışını, halkların özgürleşmesini ve adaletli bir dünyanın inşasını sağlayacaktır.

Türkiye-İran öncülüğünde başlatılacak İslam birliği politikasına, kısa sürede Pakistan ve Mısır da katılacaktır çünkü.
Haber 7

Türkiye eksen değiştiriyor (mu?)
Serdar Akinan
Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’nun, İsrail’e karşı oluşturulan söylem ve tavır başta olmak üzere, dış politikamıza damgasını vuran “kişilikli duruş”u yüreklere su serpiyor.
Geçen bir grup meslektaşla yaptığı özel yayında dikkatle izledim Davutoğlu’nu... Tutarlı ve samimi duruş içeren imajı, tarihsel vurgularla da bezenerek, özgüveni tam bir retoriğe yaslanıyor.
Başarıyla çizdiği bu imaj izleyenin zihninde bir algı haritası oluşturuyor.
Algılarımızı şekillendiren; zihnimizde sahici ve güven inşa edici bir etkisi olan bu “inandırıcı” söylemin konjonktürel olduğunu düşünüyorum.
Gazze konusundaki duruş ilk bakışta bu milletin yüreğine su serpen mahiyette.
Masum sivilleri fosfor bombalarıyla öldüren bir zihniyete tabii ki karşı duracağız.
Gazze’de Müslümanları açlığa ve safalete mahkûm eden, bununla yetinmeyip katleden İsrail’e karşı durmak, direnişi desteklemek, gereken ve elden gelen neyse onu yapmak Türkiye’nin zorunluğudur.
Bu milli hasassiyeti bir devlet politikası haline getiren siyasetçileri de halkımız şüphesiz ki bağrına basar.
Ama bu haklı duruşu İsrail’e gösteren hükümetimizin Irak’ta bir milyon sivili öldüren Amerika ve İngiltere’ye karşı bir iki laf etmesini beklemek çok fazla şey mi istemek olur?
Susan samimiyet sınavından çakar.
Bu içeride, gören ve anlayan açısından, çok ciddi bir handikaptır.
Peki dışarıda durum ne?
İşte AKP açısından asıl sorun da burada saklı.
Konjonktürel dengeleri böyle okuyan (ötesinde dengelere karar vererek şekillendiren; kararlaştıran ve tavır alan) iktidar, söylem ve tutumlarıyla “umulan çizginin çok ötesine” baraj atışı yapmaya başladı.
Aldığım izlenim ve bilgiler o ki “Batı”lı bazı odaklar son dönemdeki bu çizgiyi gerçek anlamda bir “eksen kayması var mı?” endişesiyle okumaya başladı.
AKP iktidarına milletin verdiği desteğin “Kürt açılımı” nedeniyle çok ciddi şekilde eridiğini biz değil kendi araştırma şirketleri ifade ediyor.
Genel seçimleri bir yıl önce yaparak (Kasım 2010) oyları erimeden bir dönem daha tek başına iktidar hesapları yapan parti üst yönetimi güvenilir araştırma şirketlerinden gelen sonuçlar karşısında erken genel seçime gitmenin partiyi bir koalisyona mecbur kılacağını gördü.
Seçimlerin zamanında yapılması parti yönetimindeki genel hava...
Ancak bu yol da çok sıkıntılı.
Önlerindeki vadeye ve yola gömülü iki büyük handikap var.
Biri kürsel ekonomik kriz... Bu kez daha sert bir şekilde geliyor ve çarpışma uzakta değil, yakında...
İkincisi ise “Batı”nın verdiği destek zayıflayabilir.
Nedeni ise AKP elitinde nicedir kronikleşen ve artık bir siyasi körlüğe yol açtığını düşündüğüm özgüven patlaması.
Küresel bir ekonomik krizin asimetrik etkileriyle, böylesi körleştirici bir özgüvenle, varlığını tek başına idame etmek isteyecek bir iktidar memleketi çok daha totaliter bir yapıya savurabilir.
Akşam

Yakında Fırat ve Dicle havzası AB ile ortak yönetilecek. Türkiye ayrıca İsrail'le de işbirliği yapacak
01 Aralık 2009
Türkiye 10-11 Aralık'ta gerçekleştirilecek AB Zirvesi'nde 'Çevre' faslında müzakerelere başlama konusunda Birlik ile uzlaşırken, önemli sonuçlar doğuracak bir kapanış kriterini de kabul etti. Buna göre, Türkiye'nin 'Çevre' başlığında müzakereleri tamamlamasının ardından, AB'nin Fırat ve Dicle havzasının yönetimi konusunda doğrudan müdahale hakkı bulunacak. AB daha önce bu konuya 2004 yılında yayımladığı, 'Etki Raporu'nda yer vermiş, ancak Ankara'dan tepki almıştı. Bu durum daha sonra gündeme getirilmemişti.

ÇEVRE'NİN KAPANIŞ KRİTERİ
AKŞAM'ın Brüksel'deki AB kaynaklarından edindiği bilgilere göre, birlik, 10-11 Aralık tarihlerinde gerçekleştirilecek Hükümetlerarası Konferans'ta Türkiye ile 'Çevre' faslında fiili müzakereleri başlatacak.
Ancak taraflar arasında yapılan pazarlıklar sürecinde Türkiye'nin AB tarafından daha önce de önüne koyulan ancak kabul etmediği, 'Fırat ve Dicle Havzaları'nın ortak kontrolü konusunu kapanış kriteri olarak onayladığı belirtiliyor.

AB İÇİN ÖNEMLİ MESELE
AB bu konuya ilk kez 6 Ekim 2004 yılında yayımladığı ve Türkiye için müktesebat olan 'Etki Raporu'nda yer vermişti. Raporun sekizinci sayfasında, üyelik halinde Fırat ve Dicle nehirleri ile bunlar üzerindeki barajların ve sulama planlarının idaresinin uluslararası yönetime bırakılmasının ve bu konuda komşular ve İsrail ile işbirliği yapılmasının Türkiye'den isteneceğine yer verilmişti. Raporda şöyle denmişti:
'Ortadoğuda su önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye'nin AB'ye katılımı ile beraber su kaynakları ve altyapılarına (Fırat ve Dicle nehir havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, İsrail ve ona komşu ülkeler arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) ilişkin uluslararası yönetimin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.'

BÜYÜK SIKINTI VAR
Ancak söz konusu rapor Türk kamuoyundan büyük tepki görmüş ve bir daha gündeme getirilmemişti. Türkiye-Irak-Suriye arasında Fırat ve Dicle nehirlerinin suyunun paylaşımı konusunda büyük sıkıntı bulunuyor. Özellikle Irak Parlamentosu, bu nehirlerden akan suyun 'adil paylaştırılmaması' konusunda Türkiye ile imzalanan hiçbir anlaşmayı onaylamayacağı kararını
aktifhaber

Irak’a “Çuval”…Afganistan ve İran’a “Kafes”
Meyyal UYGUR

CIA’cı Henry Barkey’i herhalde tanımayanımız yok. Bu zat 26 Mart 2003’te, yani ABD’nin Irak’ı işgaline destek için Gül Başkanlığındaki dönemin hükümetince Meclis’e sevk edilen, ancak yeterli oy çoğunluğunun bulunamaması sebebiyle çıkartılamayan 1 Mart tezkeresi vakasından 25 gün sonra meşhur Utah Üniversitesi’nde bir konferans verir. “Felaketle Flört: Türkiye, Irak ve ABD” başlıklı konuşmasında kelimesi kelimesine şunları söyler:

“Mevcut durum (tezkerenin kabul edilmemesinden söz ediyor) kötü olsa da, İslamcı olmasına rağmen 3 Kasım seçimlerinden sonra Türkiye’de güçlü, esaslı bir hükümet, özellikle bizim söylenmesini düşündüğümüzü söyleyen ve yapan bir hükümet var. Onlar neden söz ediyor? Demokrasiden, AB ile bağlantıdan. Bu iki konuda Türkiye’yi güçlü şekilde destekliyoruz. Evet Türkler geçmişte de demokrasi ve AB’den söz etti, fakat gerçek şu ki daima gönülsüzlerdi. İlk defa bir Türk hükümeti güce sahip ve bunları söylüyor, biz de aynı şeyleri istiyoruz, çünkü bunlar Türkiye için, etnik veya dini ilgisi olmaksızın Türkiye halkı için iyi. Şimdi bunun retorik olduğunu söyleyebilirsiniz, fakat bu farklı bir retorik. Bu bizim rönesansımız. Onlar AB ile adaylık sürecinin Türkiye’yi demokratikleştireceğini anlıyor. Bu süreçte biz askeri çok sıkı bir kafese koyacağız. Bunun anlamı, askerin her 10 yılda bir veya hükümet değiştirmek için müdahale yapamayacağıdır…”

6 yıl sonra bugün Türkiye neyle meşgul? Askerin kapatıldığı “kafes”le!..

1 Mart tezkeresinin perde arkasında çok iş döndü. Birileri dışarıya “tezkere tamam” derken, içeride de milletvekilleri üzerinde kuyumcu titizliğiyle çalıştı ve o sonuç çıktı. Belki tezkerenin çıkmasını hakikaten istemiyorlardı, belki büyük bir oyun oynandı, bilinmez. Ama kesin olan şu, faturası TSK’ya kesildi, Süleymaniye’de başımıza “çuval” geçti. TSK’nın inişe geçirilişi de böyle başladı. Ve sanki o günden beri adeta kasıtlı bariz hatalar yapılıp, neticede Türkiye’ye büyük bedeller ödettirilmesi politikası izleniyor.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun geçenlerde AKP’nin Kızılcahamam Kampı’nda, milletvekillerine yaptığı (Yeni Osmanlı kısmı yalanlandı, bu kısma ilişkin bir açıklama gelmedi) şu değerlendirme, şüphe ve duyumlarımızın teyidi gibi:

“1 Mart tezkeresi eğer geçseydi, Güneydoğu savaş bölgesi içinde olacaktı. Yeniden Olağanüstü Hal (OHAL) gelecekti. Ben ABD askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasını istemiyordum. Tezkerenin geçmemesi ise ABD ile ilişkilerimizi bozacaktı. Bizim A ve B planlarımız hazırdı. Bunları uyguladık.”

Şimdilerde İngiltere’de eski Başbakan Tony Blair, haksız Irak işgali sebebiyle hesaba çekiliyor. Türkiye sözüm ona o işgale katılmadı, ama hem fiili ortaklık yaptı, hem de çok büyük bedeller ödedi. “Çuval” yeter!..Bu durumda ülkemizde de, şu “A ve B planlarının” sorgusunun yapılması gerekmiyor mu?

TSK üzerinde aylardır yürütülen asimetrik psikolojik harekâtın, “Kürdistan”ın tanınması dışında, eninde sonunda Afganistan ve İran’a dayanacağını iddia ede geldik.

İşte “Kafes” ve Irak işgali sırasında görevde olan komutanların Ergenekon Savcılarınca davet edilmesinin hemen ardından hem Afganistan, hem İran için bastırmaya başladılar. Aynı gün, haftalık basın bilgilendirme toplantılarını da yapan Genelkurmay Adli Müşaviri Tuğgeneral Hıfzı Çubuklu’nun ses kayıtlarının internete düşürülmesi meselâ bonus mudur? Ya eski komutanların ifade zamanlaması?..İddia edilen bütün işler Hilmi Özkök döneminde gerçekleştiğine, o sırada Özkök’ün İkinci Başkanı da İlker Başbuğ olduğuna göre, “Size de çıkabilir” kabilinden büyük yılbaşı piyango bileti olabilir mi?

FG’nin gazetelerinden Todays Zaman’ın, Erdoğan-Başbuğ arasında 29 Ekim’de Başbakanlık Konutu’nda yapılan görüşmeden hemen sonra, “Başbuğ’a evini temizlemesi için yılbaşına kadar süre verildi” demesi herhalde atmasyon bir bilgi değildi!..Galiba sadece Irak tezkeresi, sadece Dolmabahçe değil, 29 Ekim zirvesinin de açıklığa kavuşması elzemdir.

Evet anlaşılan Afganistan ve İran için de A,B,C planları var!..Bugün falan da gündeme gelmiş değil, kökleri taa Bush zamanına dayanıyor. İşte yine aklıma bir konferans geldi. Dönemin Dışişleri Bakanı Rice’ın Müsteşarı Nicholas Burns, 22 Temmuz seçimleri ve Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının ardından Türkiye’ye gelecektir. Gelmeden önce 13 Eylül 2007’de bir diğer meşhur kuruluş Atlantik Konseyi’nde konuşur, daha doğrusu Gül ve Erdoğan’a yapacağı tebligatı açıklar. Çok uzun ama çok önemli bu konuşmadan bazı bölümleri aktarmam gerekiyor:

-Türkiye, Pakistan’dan memleketlerine geri gönderilen Afgan mültecilerine yardım teklifinde bulunabilir, her iki tarafın sınır yönetimi ve gümrük işlemlerini geliştirmesine yardımcı olabilir, ya da ABD’nin yapmayı planladığı gibi, Afgan-Pakistan İmar Fırsat Bölgelerinin(ROZs) oluşmasına destek verebilir.

-AKP, artık Hükümeti, Meclisi ve Cumhurbaşkanlığını kontrol etmektedir…Türkiye’nin demokratik kurumları güçlendikçe ve reformlar ilerledikçe, Türkiye’nin ABD için stratejik ortak olarak önemi artar…Türkiye’nin Orta Doğu’da oynayabileceği bir bölgesel liderlik rolü, ABD’nin en acil dış politika hedeflerinin gerçekleşmesine yardımcı olabilir, ancak ülkelerimizin birbirine ters amaçlarla hareket etmesini engellemek için koordinasyonun dikkatli yapılması gerekir.

-Türkiye’nin yakın tarihlerde İran ile eneri alanında bir mutabakat imzalaması tedirgin edicidir. Şu an İran ile her zamanki gibi iş yapma zamanı değildir. (Obama’nın temsilcileri de aynı şeyleri söylüyor)

-Şu an Türk siyasetinde potansiyel yeni bir dönemin eşiğinde duruyoruz, önümüzde ABD-Türkiye ilişkilerinde stratejik ortaklığı yenileme şansı bulunuyor. Yeni hükümete bu mesajı bizzat vermek üzere yakında Ankara’ya seyahat edeceğim…21. yy. için güçlü, hayati ve yeri doldurulmaz bir Türk-Amerikan ittifakını oluşturmak üzere aynı vizyon ve kararlılığı paylaşan Türk yöneticileri ile birlikte çalışmayı bekliyoruz.

Irak’taki ABD askerlerinin çekilmesini düzenledikten sonra Temmuz başında Ankara’ya gelip, Başbuğ ve Davutoğlu ile görüşen “Çuvalcı” General David Petraeus’un, “Türkiye’den Afganistan operasyonları konusunda verebileceği desteğin en büyüğünü” istediğini de unutmayalım!..

Majestelerinin Ricası

Bu süreçte “Majesteleri”nin katkısına da göz atalım. Özellikle İran tecrübesiyle çok başarılı bir “kariyeri” olan İngiltere’nin yeni Ankara Büyükelçisi David Reddaway, iktidara çok yakın bir gazeteye 11 gün önce verdiği röportajda, (Sorular da, cevaplar da birbirinden ilginç. Onları yeri geldikçe değerlendiririz) İran ve Afganistan konusunda Türkiye’den “ricalarını” şöyle sıraladı:

“Diplomatik oyun hala sürüyor, ama İranlılar girişime yanıt vermiyor. Bu nedenle Türkiye’nin rolünü çok önemsiyoruz, çünkü Türkiye ve İran’ın güvene dayanan iyi ilişkileri var. Türkiye bu belirsizliği gidermek için yardımcı olursa çok memnun oluruz…Türkiye, bizim şimdiye kadar başaramadığımızı yaparak, İran yönetimini ikna edebilir…Türkiye bunu başarabilirse uluslararası toplum müteşekkir olacaktır.”

“İns


En son Ekim tarafından Pzr Şub 21, 2010 1:13 am tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Arl 04, 2009 10:30 pm    Mesaj konusu: ABD Osmanlı'yı Arıyor Alıntıyla Cevap Gönder

Bülent Esinoğlu: Kuşatmayı nasıl yaracağız?
31 May, 2016



Amerikan kuşatmasını yarmanın birinci koşulu; kuşatma altında olduğumuzu kabul etmemizdir. Saldırı değil, savunmada olduğumuzun farkında olmamız gerekir. Osmanlı masallarının halka vereceği bir şey kalmamıştır.

Güneydoğumuzdan başlayan Amerikan kuşatmasını, hala Amerikalı subayın kolunda ki, PYD arması sanırsak, kuşatmayı anlamamışız demektir.

Bu kuşatmaya, Suriye’de süren, kirli bir savaşın parçası gibi bakarsak, gene hiç bir şey anlamamışız demektir.

Bu yazımda, Amerikan kuşatmasının adım adım nasıl geldiğini ifade etmekten ziyade, yıllardır süren Amerikan şantaj ve provokasyonlarını bizler anlatmaya çalışırken, bize “siz Amerika’dan başka bir şey bilmez misiniz” diye eleştiri getirenlere bir uyarıdan ibarettir.

Çünkü bu kuşatmayı yarmamız için onların da, Türkiye’den yana olacaklarını bilerek yazıyorum. Çünkü bu savunmada, topyekûn olmak zorundayız.

Bu savaşı ve savunmayı Erdoğan’ın meselesi ya da müsebbibi olarak bakmanın da, artık bir faydası yoktur.Amerikan saldırısı başlamıştır. Saldırıya karşı ne yapılması gerekir, onu düşünmek zorunluluğu vardır.

Meselenin sadece bir Kürdistan kurma meselesi de, olmadığını görmemiz gerekir.

Artık, emperyalizmin hedefinde doğrudan Türkiye vardır. Bunu Batı dünyası Türkiye’de demokrasi yok da, demokrasi getirmek içinde yapmaz. Ya da, Türkiye Müslüman olduğu için yapmaz. Çokuluslu şirketlerin işleyişini bilenler, bu işin demokrasi getirmekle veya din savaşı yapmakla bir ilgisi olmadığını bilirler. Amerika Myanmar’da Müslümanları destekliyor.

Mesele din değil, çokuluslu şirketlerin dünyayı kontrol etme meselesidir.

Nasıl ki, silah olmadan savunma yapılamayacağı bir kesinlikse, bilgi olmadan da, silah bile olsa savunma zordur.

Savunmanın ham maddesi bilgidir.

Vatan savunması bilgi ve bilime dayalı olarak sürdürülürse başarıya varabilir.
Yazının başında ifade edilen kuşatmayı biraz açalım.

NATO ülkemizi askeri olarak denetim altında tutar.

OECD ülkemizi ekonomik olarak kontrol altında tutar.

Dünya Bankası, İMF gibi kurumlar kendi çıkarlarına hizmet edecek kurum ve sektörlere kredi verir. Ekonomik yağma için vardırlar.

Amerika ile yapılmış ve ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz İstihbarat Anlaşmaları, iktidarları şantaj ve provokasyonlarla hizaya getirmek için vardır. Sivil Örümceğin Ağındadırlar.

İncirlik Üssünde Amerika’nın fiili askeri gücü vardır. Bu üs kullanılarak, orta doğu ülkeleri (İran, Suriye, Türkiye, vs.) sürekli tehdit altında tutulur.

İzmir’de NATO Müttefik Kuvvetler Komutanlığı vardır. Türkiye’yi Batıdan denetler.

Çokuluslu şirketlerin ülke içindeki varlıklarını da, bu savaş makinasına ilave etmek gerekir. Bilhassa bankaları saldırıların tetikçisi olacaklardır.

Kuşatmayı yarmak için bunların hepsini bir arada düşünmek ve savunma stratejimizi buna göre yapmalıyız.

Bölge ülkeleriyle, Suriye dâhil, acilen ittifaklar oluşturmalıyız. Rusya ile ilişkileri yeniden tamir etmeliyiz. Halkımızı Amerikan saldırısı ile ilgili çok açık bilgilendirmeliyiz. Bu bir kınama işi değildir.

İncirlik Üssü”nden Amerika’yı çıkararak işe başlamalıyız.

“Türkiye’yi bağımsız sanmak tehlikeli bir cehalettir”

Kaynak:İlk Kurşun

AKP Türkiye'yi AB'nin mülteci tampon bölgesi mi yapıyor?
23.11.2015



Financial Times Brüksel muhabiri Alex Barker: "Avrupalı yetkililer iddialı bir göçmen anlaşması için adil bir bedel ödediklerini söylüyor. Önümüzdeki aylarda milyonlarca Suriyeli Türkiye'de istihdam ve eğitim alanlarında daha fazla hakka sahip olabilecek. Sınır kontrolleri sıkılaştırılabilecek. Bir yıl içinde 'geri kabul anlaşmasının' tamamen uygulanması ile binlerce kaçak göçmen Türkiye'ye geri gönderilebilecek. Tüm bunların yerine getirilmesi halinde Türkiye göçmenler açısından Avrupa'nın tampon bölgesi olacak."

Obama’nın “Genç Türkleri”
Meyyal UYGUR

Karşı karşıya bulunduğumuz tablo artık vahim ötesi…İçinde ihanet, acı, gözyaşı, pişmanlık, kumpas, tuzak her bir şey var. Daha da olacak!..

“Kara Bush” Obama’nın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton 7 Mart’ta Ankara’ya geldiğinde, hemen yanı başında dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan şunu söyledi:

“Bugün şu açıklamayı yapmaktan dolayı çok memnunum. Genç Türkiye-Genç Amerika girişiminde bulunacağımızın haberi; Türkiye ve ABD’de yeni genç liderlerin hem kendi yaşamlarını, hem de halklarımızın yaşamını olumlu etkileyecek ve daha iyi bir gelecek yaratacak girişimlerde bulunmalarını sağlayan bir girişim olacak.”

Bu “Genç Türkiye, Genç Türkler” ifadesi size ne hatırlattı? Genç Türkler…Jön Türkler…Genç Osmanlılar demişlerdi Abdülhamid’e bayrak açanlara, İttihat ve Terakki’cilere. Şimdi emperyalizm ve içerdeki işbirlikçileri hangi noktada mutabıklar; “Osmanlı’yı, İttihat ve Terakki’ciler yıktı”da!..

Acaba, çağımızın “Genç Türk liderleri” kimlerdir ve ABD onlardan nasıl “daha iyi bir gelecek yaratmalarını” bekliyor?

“Açılımlar…kafesler…suikast girişimleri…intiharlar…Ve resmen dağıtılan bir devlet…”; Sanki kıran kırana bir kukla oyunu seyrediyoruz…

Çankaya Savaşları

Bu tablo üç çerçeveli. Bir tarafında 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimi, diğer tarafında Başbakanlık seçimi, hepsinin tepesinde de İran’a saldırı var.

Şamil Tayyar, kendisine “Ergenekon” bilgilerini aktaran, geçenlerde intihar eden emekli Albay Varımlı’nın tüm arzusunun “Hilmi Özkök’ün Cumhurbaşkanı yapılması” olduğunu satır arasında ağzından kaçırmıştı. İşte taa o zaman başlayan savaş, şimdilerde iyice hızlandı, şiddetlendi. Gül’ün hedefinde ikinci kez Çankaya’ya çıkmak, hatta Başkan olmak var. Erdoğan’ın da gözü-gönlü Köşk’te.

Belirtiler, “Erdoğan’ın şansı yok. Değil Çankaya’ya çıkmak, üstü tamamen çizildi” diye bağırıyor. (Birazdan detaylandıracağım) İbre neredeyse kıpırdamadan Gül’e kilitlenmiş durumda. Erdoğan sadece dışarıda değil, kabinesinde de yalnızları oynuyor. Çünkü Gül, tüm “koalisyon ortakları”na ustaca kol-kanat geriyor. Tüm “açılımların” da sahibi. Ancak “açılım” bombaları, kendisine yetişmek için canhıraş maratona giren Erdoğan’ın kucağında birer birer patlıyor, o kenarda seyrediyor.

Erdoğan’ın, “siyasete tamam” kararı, Başbakanlık “heveslilerini” de, oraya “istenenleri” de açık ediyor. Heveslilerin başında Bülent Arınç var tabii ki. AKP’yi kuran üç isimden Gül’ün Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yaptığını düşünüyor. Erdoğan’ın da Başbakanlıktan sonra Çankaya’ya çıkacağını hesaplayıp, “Artık Başbakanlık benim hakkım” diyor.

Başbakanlığı istenenlere gelince; Ali Babacan değişmez adaylardan. Bilderberg kapsamında…Ahmet Davutoğlu da arayı epeyce kapattı, “Genç Osmanlı” oldu. Ancak ABD makam ve kulisleri nezdinde çok etkili bir ismin, üstelik Temsilciler Meclisi’nde yaptığı değerlendirmeye göre, “Kaderini İran tavrı belirleyecek”…“Yedek kulübe”de tutulan İngiliz vatandaşı Mehmet Şimşek’i de unutmamak lâzım!..

Son günlerde Bülent Arınç ismi etrafında yaşanan hadiseleri, “köstebek” takibinin, dört koldan “suikast hazırlığı”na dönüştürülmesini, bir de bu “mücadele” ışığında değerlendirsek nasıl olur demekle yetiniyorum!..

Siyaset Yeniden Dizayn Ediliyor

İşte “kuklacı”, bir elinde bu hevesler ve hesaplar, diğer elinde Türkiye’yi birbirine kırdıran planlarla Türk siyasetini yeniden dizayn ediyor. Ama bu, yeni bir iktidar alternatifi yaratma değil de, sanki AKP’yi “gençleştirme” operasyonuna benziyor.

Daha önce bir yazımda, “Süreç Irak’ı işgal öncesine o kadar benziyor ki…” demiştim. Şimdi İran sürecindeyiz. Ve işi şansa bırakmaya hiç niyetleri yok. Hem “iktidar”, hem TSK milim problem çıkartamayacak şekilde “çuvala” konuyor. İsrail Büyükelçisi Levy ve “İran uzmanı” İngiliz Büyükelçi Reddaway’in Trabzon turlarından hemen sonra Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un “Oruç Reis”le Trabzon’a çıkartma yapmasını, ardından TSK’nın başına gelenleri bu boyutuyla da düşünelim!..

Siyasetin yeniden dizaynı dedim; Öyle “teröristbaşı” teslim edip, birilerini iktidara getirme numarasını yutacak kimse kalmadı. Ekonomik kriz deseniz, zaten dibin dibini görmüşüz. Bu defa şapkadan neler çıkartacaklar, inanın ben de kestiremiyorum.

Bu dizaynda Erdoğan’ın durumu ne; Üstünün çizilmesinin Obama ziyareti, burada anlaşma sağlanamaması ve İsrail’le kavgasıyla falan ilgisi yok. Artık, onun “içeriyi idare etmeye” yönelik söylemlerine bile tahammülleri kalmadı. Yani “yaşlandı” ve bitti!.. Ama iki handikap var; Seçim ve İran operasyonu.

Yumurta-Tavuk: Seçim ve İran

Soru şu; İran operasyonu mevcut iktidar döneminde mi yapılacak, yoksa Türkiye bir erken seçime götürülüp, ondan sonra mı İran’a saldırılacak?..

Şu anda mevcut iktidarla İran’a operasyon üzerinde çalışılıyor. Yabancı basın ve uzmanların birden Erdoğan’a ağır eleştirilere başlaması, İsrail’in onun adını anmazken, Gül’e, “Kapımız her zaman size açık” demesi?..Hatta Patrik Bartholomeos’un, “çarmıha gerildik” sözünü izah ederken, ayağına kadar giden Erdoğan değil de “hükümetin yardımlarından” söz etmesi, dahası “çarmıh”a karşılık, Erdoğan’ın “kefen” sözünü örnek vermesi…Kader ağlarını örüyor!..

Ya Erdoğan-İsrail kavgası? Ahmedinejad’a karşı “İslam dünyanın gerçek lideri” gazını İsrail verdi, şimdi Batı devam ettiriyor. Böylece bir taşla iki kuş vuruluyor; Erdoğan başı sıkıştıkça İsrail’e çatıp, içeriyi idare ediyor, ama farkında olmadan kendi elleriyle son kredilerini tüketiyor…İsrail de onu “gözden çıkartmış” gibi yaparak, bir yandan seçime kadar içerideki durumuna katkıda bulunuyor, öte yandan İran’a “müdahale” yolunu alabildiğine açıyor. Nasıl mı? Eskiden İran’ı İsrail’in vuracağı söyleniyordu. Artık işi tümüyle ABD üstlendi. Böylece Erdoğan ve AKP, “Bakın işin içinde İsrail yok, biz engelledik…ABD’ye yardım edersek, sorun daha kolay çözülür” deme imkânına kavuşuyor. Irak tezkeresi de aynı gerekçeyle sevk edilmemiş miydi?

Diyelim ki; TSK tamamen kıstırıldı, Erdoğan ve AKP de gönüllü veya gönülsüz İran operasyonuna razı edildi…Sonuç? ABD işini halleder, ama sadece Erdoğan değil, AKP de biter, hatta seçime gidecek mecali bile kalmaz. Biterse, bitsin ABD’nin umurunda mı? İyi de, bunun sonrası yok mu? Cumhurbaşkanlığı ne olacak? Türkiye’yi kendi yörüngelerinde tutmaya devam edecek Başbakan ve iktidarı nereden bulacaklar?

Öyleyse önce erken seçim, sonra İran operasyonu mu? Hazır sistem tıkanmış, herkes seçim beklentisine girmiş, Soros uzantıları da, “Kampanyası sivil Anayasa temeline oturtulan” bir seçim çağrısı yaparken, neden olmasın? Hem, Başbakan adaylarından Davutoğlu’nun Meclis’e girmesi sağlanır!..Sağlanır da, AKP’nin tek başına iktidar olması banko değil ki…Haa, şapkadan çıkartılacak muazzam bir tavşanla veya başka bir şekilde “banko” hale getirilir, o başka!..

Zayıf olmakla birlikte üçüncü bir ihtimal de şu; Kamuoyu baskısı veya daha fazla yıpranmaması için AKP’nin “nadasa” çekilmesi kararı üzerine erken seçime gidilir. Hazır giderek yükselen milliyetçi-ulusalcı bir dalga da var. Vakit geçerse, emperyalizm için tehdit boyutlarına varacak…O halde sandıktan CHP-MHP koalisyonu veya tek başına CHP iktidarının çıkmasından memnuniyet duyulur, hatta teşvik edilir…Türkiye’de “demokrasinin” işlediği, öyle söylendiği gibi “faşizan” bir rejime falan gidilmediği de ispatlanmış olur!..

Maalesef bunun da “ama”sı şu; Türkiye tepeden, tırnağa 15 yılda giderilemeyecek ağır tahribata uğradı. Yeni iktidarın başarısızlığı adeta baştan mukadder. Hele de “yola gelmez”se, en fazla 6 ay ömrü olur. Tarihte örneği görüldüğü gibi, TÜSİAD’ın iki gazete ilânı yeter de artar…Bunun neticesi mi? Ortadan kaldırmak için can attıkları Mustafa Kemal’im ve partisi, bir daha dirilmemek üzere betona gömülür. İktidarda veya değil, MHP “marjinal” bir parti olarak, “çöplüğe” atılır. Millet, “yandım anam” diyerek, yeniden AKP’nin kollarına koşar!..

Emperyalizm, “Genç Türklerle”, “Nerede kalmıştık?” diye yoluna devam eder!..

Bakın Irak’ta “Iraklılar” azınlığa dönüştü…Ve oralarda deniyor ki; “Irak’ın dağılmamak için Atatürk gibi bir lidere ihtiyacı var”…

Ya bizim? Son çaremiz; CHP ve MHP başta tüm milli-ulusal parti, kurum ve kişilerin, artık uyurken bile gözlerini açık tutması desem?!..
Kaynak: Açık İstihbarat


2011'de İç Savaş Hazırlığı
Hasan Demir
Yeniçağ

1970 yılında Paris’te Sevr’in 50. yıl dönümü nedeniyle “Sevr’i Canlandırma Toplantısı” adı altında bir toplantı yapılmıştır.

“Sevr’in ölü bir anlaşma olmadığı ve canlandırılması gerektiği” nin dile getirildiği bu toplantıyı Paris’in uluslararası sorunlarda ağırlığı olan Congere Internationaux tertiplemiş, toplantıya 600 dinleyici katılmıştır. Katılanlar arasında Paris valisi ve bölge kaymakamları da vardır.

Siz ister paranoya deyin ister komplo teorisi.

Elin oğlu boş durmuyor.

Batı, Sevr’de o kadar ısrarcı ki kararı bu topraklarda yaşayan Türk ve Kürde de bırakmış değil, o öylesine “İlle de Sevr” diyor ki, Amerika’sı ile Avrupa’sı ile bu topraklarda bir “iç savaş” çıkartmayı bile göze almış durumda.

Ey millet uyanınız, bunlar bir iddia değil, elle tutulur gözle görülür gerçekler.

Ortalıkta dolaşan haritaları bir tarafa bırakalım, bugünkü DTP’nin geçmişi olan DEHAP’ın o zamanki Batman İl Başkanı Mehdi Öztürk’ün, Amerikalıları kastederek,

“Bize gelen heyetler, ’Farklılıklarınızı ön plana çıkarın, milliyetçiliği körükleyin’telkininde bulunuyorlardı”

dedikten sonra kendisinde oluşan kanaati şu kelimelerle özetlememiş miydi:

“-Irak’ta oynanan oyunun benzeri Türkiye için oynanıyor. Yıllardır yaratılmaya çalışılan bir Türk-Kürt kavgasıdır.”

Üzülerek ifade edelim ki Amerika bu konuda yalnız değildir. Avrupa da bu tezgâhın içersindedir.

Paris’lerde bir yandan “Sevr’i Canlandırma” platformları oluşturulurken diğer yandan da kardeşi kardeşe kırdıracak bir “iç savaşın” gayreti de yine Avrupa ’dan neşet etmektedir.

Yine AB metinlerinde bir yandan Türkiye’ye, “Yerel ve bölgesel özerkliğin geliştirilip yaygınlaştırılması” telkin edilirken diğer yandan da “2011 yılında iç savaş” için düğmeye basılmış bulunmaktadır.

Örnek çok da biz bir tane verelim anlayan anlar.

Bakınız Muharrem Bayraktar 24 Mayıs 2005 tarihinde Yeni Mesaj gazetesinde kaleme aldığı, “Türkiye’de iç savaş çıkarmak istiyorlar” başlığı altındaki yazıda bizi hangi gerçeklerle yüz yüze getiriyor:

“Sefa Yüksel Norveç’te yaşıyor. İskandinavya Türk Dili Konuşan Ülkeler Enstitüsü Direktörlüğü yapıyor.

Üç hafta önce, Meltem TV’de yaptığım Diyalog Programının konuğu idi. Programda ’Batılı dostlarımızın’dehşet verici bir tezgâhına nasıl şahit olduğunu anlattı:

‘- Belçika Stratejik Araştırmalar Kurumu’nda görevli bir uzmanı dün ziyaret ettim. Yakinen tanışıyorduk. Bana kalın bir dosya getirdi.

-Bunu oku- dedi.

Dosyayı karıştırmaya başladım. Türkiye’de çıkarılması planlanan bir iç savaşın nasıl tetikleneceğine dair senaryolar yer alıyordu. İç savaşın çıkması için öngörülen tarih 2011 yılı idi.”

Bu satırların üzerinden 5 yıl geçti..

Şunun şurasında 2011’e ne kaldı?

Birileri Sevr demekle Sevr mi olacak, birileri Sürgünde Kürt Parlamentosu kurdularsa bu Kürtlerin ayrı bir devlet isteği anlamına mı gelir, Diyarbakır’ı başkent ilan etmekle Diyarbakır başkent mi olur diyenler olabileceği gibi Belçikalı bir uzman 2011’de Türkiye’de iç savaş çıkartılacak demekle iç savaş mı çıkar diyenler de çıkabilir, ama durunuz, Safa Yüksel’in sözleri henüz bitmiş değil.

Safa Bey diyor ki:

“- İşin daha vahim boyutu, bu dosyanın Avrupa Başkentleri’nde ilgili birimler tarafından değerlendirmeye tabi tutulduğu idi...”

Sözün özü. Ortalıkta Sevr haritaları dolaşıyor.

Avrupa Başkentlerinde Sevr toplantıları yapılıyor.

ABD’li diplomatlar Türkiye’de ayrılıkçı gördükleri Kürtleri,

“Türklere düşman olun” diye körüklüyor, Avrupa başkentleri 2011’de Türkiye’de çıkartılması düşünülen bir iç savaşın nasıl tetikleneceği üzerinde en az beş yıldır kafa yoruyor...

Bütün bunlar geçmişte olmuşsa ve biz “Yine deniyorlar, yine olabilir” dediğimizde, niye elinde devlete dayattığı şartlar ve üstünde üniformayla Kandil’den inen teröristten daha kötü oluyoruz, sahi niye?

(26/10/2009)

Norveç'in Rolü Ne?
Nazım Güvenç
Bizim Anadolu Gazetesi

Bu 35 sayfalık planın Norveç'te devlete ait bir enstitüde bulunması rastlantı mı?

Kesinlikle değil. Gerçi bu planı hazırlayan kurumun Norveçli olmadığı açık.

Bu plan muhtemelen ABD veya İngiltere'de hazırlanmış. Ancak metnin İngilizce orjinalinin Amerikan İngilizcesi olduğu dikkate alınırsa, ABD'deki kurumlardan birinde hazırlandığı düşünülebilir. Bunun ille de CIA olması gerekmiyor. RAND korporasyondan başlayıp bir alay stratejik ilişkiler enstitüsüne dek uzanan bir yelpazede bu tür planlar hazırlayan, senaryolar yazan uzmanlar var.

Bu da onlardan biri ama içeriği ve hedefi itibariyle hafife alınacak sıradan bir siyasal analiz veya öneri düzeyinin çok üstünde bir önemi var.

2003 yılında ABD Başkanı Bush'un zamanında hazırlanmış olması nedeniyle bugün Başkan Obama'nın bunu ne ölçüde sahiplendiği de sorgulanabilir.

Lakin şu da bir gerçektir ki ABD, hele dış ilişkilerinde ve bu planda öngörülen konularda belki de İngiltere'den sonra "derin devlet"inin en çok güdümünde olduğu bir devlettir. ABD'nin tarihinin kısa olduğu hep söylenir ve bu doğrudur. Bununla birlikte, ABD'de devlet aygıtı özellikle stratejik hedef ve planlarını en az 50 yıllık bir perspektifle hazırlar ki doğrusu da odur ve ne yazık ki bizim devletimiz Atatürk'ten sonra bu uygulamayı boşlamıştır.

Bu da ayrı konu.

Norveç'e gelince. Bu devlet, Danimarka ve diğer İskandinav ülkeleri gibi birçok konuda "ABD'nin taşeronu" işlevini görmektedir. Böylece ABD'nin güvenlik şemsiyesi altında olmasının bedelini ödemektedir. Güya sosyal-demokrat bir görünüm taşımaları, nüfusu ve askeri güç olarak küçüklükleri bunlara "kamu diplomasisi" yürütmekte suret-i haktan görünme kolaylığı sağlamaktadır.

Aynen Danimarka gibi, Norveç de son yıllarda "terörizmle mücadele"de etkin bir rol oynamaktadır ama bu çift yönlüdür. Bir yönüyle İslamcı terör örgütleri ile mücadele adı altında Batı'yı rahatsız eden İslam ülkelerine karşı sıcak savaş hattında değil ama psikolojik savaş hattında rol oynamaktadır. "Sivil toplum kuruluşları" da denen güya "hükümet dışı örgütler"in içinde yer alan gayrı-resmi ajanların (yerli ve yabancı) her bakımdan kullanılması işi bu devletlerin sırtındadır.

İkinci yönü ise Norveç'in "terör örgütü" PKK'ya açık ve gizli destek vermesidir. Unutmayalım ki, AB dışında kalan fakat NATO üyesi Norveç, PKK'yı resmen de "terör örgütü" olarak kabul etmeyen bir devlettir ve bu tavrında NATO'yu kilitlemek pahasına ısrarlıdır.

Dolayısıyla söz konusu raporun adı geçen Norveç Enstitüsü'ne de gönderilmiş olması kadar doğal bir şey yoktur.

Kürt Açılımı"nın en başında hatırlanacağı üzere Cumhur reisi, "biz bir an önce ne yapılması gerekiyorsa yapalım yoksa başkaları yapacak" mealinde bir uyarıyla bu açılımın ne kadar önemli ve ne kadar acil olduğunu vurgulamak istemişti.

Zaten hemen ardından büyük bir aceleyle "Açılım" paldır küldür eldeki malzemeyle yürürlüğe kondu.

Kim bilir belki bu ve benzeri planlar bizim devleti yönettiklerini sananların da kulağına kar suyu kaçırmıştı? 2011'e şunun şurasında ne kaldı?

(Açık İstihbarat : Yazar; 2011'de İç Savaş Hazırlığıbaşlıklı yazıdaki rapordan bahsediyor)


04 Aralık 2009 16:01
ABD Osmanlı'yı Arıyor
Osmanlı'nın parçalanmasına ‘barışı bitirecek son barış yaratıldı' yorumunu yapan Newsweek'de yer alan makale, 'ABD ve Batı hatalarıyla Türkiye'yi yükseltti' dedi.

Amerikan Newsweek dergisi bu hafta yayımladığı "Türklerin zaferi" başlıklı makalede, "Ortadoğu’da yaşadığımız talihsizliklerin sürpriz kazançlısı Türkiye oldu" ifadesini kullandı.

Amerikan Newsweek dergisi bu hafta "Türklerin zaferi" başlıklı bir makalede Türkiye'nin yeni dış politikasını değerlendirdi.

Owen Matthews ve Christopher Dicket imzasıyla yayımlanan yazıda, "Ortadoğu’da yaşadığımız talihsizliklerin sürpriz kazançlısı Türkiye oldu" ifadesi kullanıldı.

ABD ve Batı’nın Ortadoğu’da on yıllardır yaptığı hataların Türkiye’yi bölgesel güç olarak yükselltiği savunuldu. Yazıda, siyasi nüfuz anlamında Türkiye’nin bölgede rakibi olmadığı vurgulanıyor.

ABD’nin 2003’teki Irak işgaliyle bölgeye istikrar getirme girişiminin tam ters bir sonuç doğurduğu ve ‘komşularla sıfır sorun’ politikası izleyen Türkiye’nin bu savaştan siyaseten kazançlı çıktığı ifade edien yazıda yer alan ifadeler şöyle:

“I. Dünya Savaşı’nı 'savaşlar dönemini bitirecek son savaş’ olarak görme eğilimindeki zamanın siyasetçileri Osmanlı İmparatoruğu’nu parçalayarak aslında ‘barışı bitirecek son barış’ı yarattı. Nitekim o son barışı, bölgede sonu gelmeyen sömürgeci kötü yönetimler, darbeler, ihtilaller ve cihatçı şiddet izledi. Bölgeye düzen getirme iddiasıyla ABD liderliğindeki ittifakın Irak’ı 2003’te işgal etmesi Irak’ta bir güç boşluğu yarattı ve onu tüm bölge için bir istikrarsızlık kaynağı haline getirdi.

Osmanlı’nın koltuğuna oturan Türkiye ise kargaşanın dışında durmak için elinden geleni yaptı; hatta 2003 işgalinde ABD güçlerinin kendi topraklarından geçmesine bile izin vermedi. Buna rağmen, bugün bakıldığında savaştan kazançlı çıkan taraf, pek çok gözlemcinin düşündüğünün tersine, İran değil Türkiye oldu.

TÜRKİYE’NİN BÖLGEDE RAKİBİ YOK
Amerikan firmaları umutsuzca kenarda beklerken Türkiye, Irak’ın en büyük ticaret ortağı olmak için İran’la yarışıyor. Bölgesel etki anlamındaysa Türkiye’nin rakibi yok. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, uzun zamandır Amerika’nın kontrolü altındaki bir coğrafyada Türkiye’nin bağımsız siyasetini geliştirmek için çalışıyor. Önümüzdeki hafta Başkan Obama’yla görüşmek üzere Washington’a uçacak. Ancak sadece birkaç hafta önce Tahran’da İran Cumhurbaşkanı ve “iyi dostu” Mahmud Ahmedinejad ile omuz omuza poz verdi, İran’ın nükleer programını savundu.

BATI KURUMLARINDAN NEFRET HAVASI
İsrail’le ilişkilerin zedelenmesi ve Sudan Başkanı Ömer El Beşir’in soykırım suçu işlemiş olamayacağı iddiası gibi Batı’yı rahatsız eden gelişmelerin dışında, Washington’ı belki en çok rahatsız eden konu, Ankara’nın yeni siyasi tavrını, pratikte ulusal çıkarları savunma kaygısından daha çok gizlenmiş bir İslami ideolojinin belirliyor olması ihtimali. Erdoğan dinle siyaseti birbiriyle karıştırmadıklarını ısrarla söylese de, iktidardaki AKP Türkiye’nin laik sistemini tehdit ettiği gerekçesiyle yüksek mahkemelerde sık sık suçlandı.

Aynı paralelde, son beş yılda Avrupa’ya yönelik bir soğuma ve Batı kurumlarına karşı nefret havası yaratıldı. Ve hükümetteki hiç kimse, Amerika karşıtlığının hızla artmasını önlemeye yönelik bir girişimde bulunmuyor.

TÜRKİYE, KIYMETLİ BİR ORTAK OLDU
Öte yandan Türkler’in, onların çıkarlarını düşünmeyen Batı’ya karşı hissiyatları mazur görülebilir. ABD, Soğuk Savaş sırasında Kremlin’i bölgeden uzak tutmak için İran şahı gibi Batı yanlısı despotları, sivillerden yönetimi üç kere zorla devralan Türkiye’deki generalleri destekledi. Sonuç Amerika için felaket oldu. Çünkü kendi halkı tarafından bile sevilmeyen güvenilmez müttefikler yaratıldı. 2003’te Bush yönetiminin Irak işgali için Türkiye topraklarını kullanma amacıyla Ankara’ya yoğun baskı yapması anti-Amerikan nefreti doruğa ulaştırdı.

O gün belki Türkiye’nin ABD’yle ilişkilerinin tabana vurduğu gündü. Ama aynı zamanda, Türkiye’nin ekonomik toparlanma, bölgesel güç olma ve ABD’yle farklı bir ilişki kurma döneminin de başlangıcı oldu. Gerçekten de Türkiye’nin bölgedeki yeni duruşu, ülkeyi her isteneni yapan bir araçtan ziyade Washington için çok daha kıymetli bir ortağa dönüştürebilir.

TÜRKİYE'NİN İMPARATORLUK GÜCÜNÜ TESİS ETMESİ İMKANSIZ
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalandığı günden bu yana dünya kökten değişti ve Türkiye’nin yaklaşık 350 yıl süren imparatorluk gücünü yeniden tesis etmesi imkansız. Ancak dünya, 60 yıldır süren bu “barışı yokeden ‘barış’ dönemi”ni sonlandırma yönünde adım atmaya çalışırken, hiçbir ülke dağılan parçaları yerine yerleştirme konusunda Türkiye’den daha iyi durumda değil.

aktifhaber

Boğaz'daki Aşiret
Prof. Dr. Anıl Çeçen
Yankı Dergisi

Mahmut Çetin’nin 1997 yılında yayınlamış olduğu kitabında bir büyük ailenin İstanbul Boğazı kıyısındaki serüvenini anlatmaktadır.

"Boğaz'daki Aşiret" isimli bu kitabında yazar Polonya göçmeni Yahudi asıllı bir yabancı ailenin, sülale boyutundaki Boğaz macerasını dile getirmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna göç ettikten sonra Mustafa Celalettin Paşa adını alan Polonyalı Konstantin Borzecki merkezli Polonyalı Yahudi ailesinin Lehistan’dan kalkıp gelerek Osmanlı ülkesine yerleşmesi, İstanbul Boğazının kıyılarında kendilerine bir gelecek kurmaları, hem Osmanlı İmparatorluğunun hem de Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Bu nedenle yazar kitabına Boğaz'daki aşiret adını vermiş ve bu sülalenin her alanda çıkardığı meşhur ve önemli kişilerin hayatını kitabiyle Türk kamuoyunun dikkatlerine sunmuştur. Boğaz'daki Aşiret zaman içerisin de büyüyerek her alanda önemli insanlar yetiştirmiş ve Türk devletlerinin yaşamında önde gelen bir yere sahip olmuştur.

1848 ihtilalleri Avrupa ülkelerini yakından sarsarken Avusturya, Macaristan İmparatorluğu ile beraber Lehistan krallığında da devrimci gelişimler olmuş ama kısa süren karışıklık dönemlerinden sonra krallar tahtlarına sahip çıkınca, Fransız ihtilalini gerçekleştiren kadrolar gibi saltanat ve hükümdarlık yönetimlerine son vermek isteyen devrimci kadrolar, kendi ülkelerinde bir devrimle ulus devlete geçebilmenin kavgasını yapmışlar ama başarısız kalınca, ülkelerini terk eden Osmanlı imparatorluğuna sığınmışlardır.

1830 ihtilalleri daha çok bir ulus devlet kurmaya dönük olmasına rağmen 1848 ihtilallerinde sosyalist düzen arayışları öne çıkmıştır. Ne var ki, bu gibi devrimci girişimler sonuçsuz kalınca elebaşları Osmanlı ülkesine demir atarak canlarını kurtarmışlardır. Konstantin Borzecki ve sülalesi de bu dönemde ülke değiştirmişler ve Mustafa Celalettin Paşa sülalesi konumuna gelmişlerdir.

Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki merkez bölgedeki devlet olduğu içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve daha sonra da göç eden aileler, isim değiştiren sülaleler ve dinlerinden ya da etnik kökenlerinden dönen zengin ye aydın kesimler fazlasıyla görülmüştür. Rus işgali sonrasında Polonya’dan kaçan başka bazı aileler de Beykoz'un arkalarında Polonezköy’ü kurarak bu bölgeye yerleşmişlerdir.

Boğaz’daki Aşiret bir buçuk yüzyılı geçen zaman diliminde, Osmanlı ve Türk devlet yaşamında bir çok önemli kişiyi Türkiye'ye kazandırmıştır.

Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver Paşa, Nazım Hikmet, TKP kurucusu Zeki Baştımar, Orgeneral Turgut Sunalp, yazar Refik Erduran, Oktay Rıfat, Samih Rıfat gibi yazarlar, Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Mehmet Ali Aybar, Rasih Nuri İleri, Nihat Sargın, Celal Nuri İleri, Suphu Nuri İleri, Abidin Dino, Namık Kemal, Abdin Paşa, Numan ve Nermin Menemencioğlu, Halikarnas Balıkçısı, Şirin Devrim, Prof.Dr .Suna Kili, futbolcu Sabri Dino, Ali Niyazi ve benzeri bir çok tanınmış isim, Borzenski sülalesinden gelen Polonya asıllı olup, daha sonraları Boğaz’daki Aşiret üyeleri olarak Türk toplum ve siyaset yaşamında önde gelen roller oynamışlardır.

İmparatorluktan, Cumhuriyete geçerken ve Batı dünyasından modernizm Türkiye'ye gelirken, bu gibi göçmen ve dönme ailelerin öncülük ve taşıyıcılık görevi üstelendikleri görülmüştür.

Boğaz'daki Aşiret, bir kitabın adı ve o kitaba adını veren bir ailenin tanımlamasıdır ama, günümüzde İstanbul Boğazının kıyılarında yaşayan beş bin aileye verilen ortak isim haline de gelmiş durumdadır.

TÜSİAD’a üye olan beş yüz zengin işadamı aileleriyle beraber yaşadığı İstanbul Boğazı o kesimin akrabalarıyla birlikte zaman içerisinde yeni bir Boğaz Aşireti yaratmıştır. Boğazın kıyısını yalayan sulara kapısı açılan yalıların sahipleri ile İstanbul Boğaz’ının en güzel manzaralarına sahip o tepelerin üslerindeki villalarda yaşayanlar, günümüzün Boğaz Aşiretinin uzantılarıdır.

İstanbul Boğazı gibi cennet bir bölgeyi kendi aralarında parselleyenler, Boğazların korunmasıyla ilgili mevzuatı hiçe sayarak, her geçen gün daha fazla yayılmaktalar, dönem dönem aldıkları inşaat izinleriyle, dükalıklarını pekiştirmektedirler.

İstanbul’u aynı zamanda borsa ve sermaye merkezi konumuna getiren Boğazdaki yeni aşiret, İstanbul üzerinden bütün Türkiye'yi yönetebilmenin arayışı içindedir. Sahip oldukları para gücüyle önlerine çıkan her şeyi satın almaktan çekinmeyen Boğaz Aşireti, aynı zamanda bütün basın ve medya organlarını da satın alarak, özel çıkarları doğrultusunda bunları kullanmaktan çekinmemektedirler.

Para gücü medya gücüne dönüşürken, aynı zamanda siyaseti yönlendirmekte ve aşiretin çıkarlarına uygun düşen yeni siyasi modeller ya da politikalar, Boğaz kıyısındaki yalılardan ortaya çıkmaktadır. Aşiret, Boğaz kıyısında rüzgarların serinliğinde, kendisini serin devlet olarak derin devletin yerine koymakta, insanın kanını donduran bir çok uçuk fikir ya da öneri, Boğaz Aşiretinin çıkarları doğrultusunda serin devletin üyeleri tarafından serinkanlıkla dile getirilerek savunulabilmektedir.

Borzensky sülalesi ile başlayan bu gelenek yeni transfer edilen yeni yetme zenginlerle desteklenmekte ve giderek Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ile oynamaya kadar varan sorumsuzluklar ağı, kıyı boyunca genişlemektedir. Türk milletinin ve devletinin açıkça kaderini belirleyen kararlar Boğaz kıyısında alınmakta, daha sonra bu kararlar patronlar aracılığı ile siyaset sahnesindeki aktörlere dikte edilmektedir.

İstanbul Boğazında yaşayan beş bin zengin aile Boğazdaki Aşiret olarak, Türk milletinin ve devletinin kaderini belirleme hakkını ve yetkisini açıkça kendisinde görebilmektedir. TÜSİAD üyesi beş yüz zengin işadamının ötesinde, bunların yerli ve yabancı ortakları da devreye girmekler ve aşiret bağları para ilişkileriyle giderek genişlemektedir.

Bu durum, Boğazdaki Aşiret üzerinde fazlasıyla heyecan yaratmakta ve zamanla kendilerini Bizans ya da Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde hissettirmeye başlamaktadırlar. Emperyalizm, bu durumu fark edince hemen Yeni Bizans, Yeni Osmanlı projelerini, Boğazdaki Aşireti taşeron yerine koyarak gündeme getirmiştir.

Her türlü ortaklığa razı olan aşiret mensupları, bu projelerin kendi ülkelerinin ulusal çıkarına uygun olup olmadığına dikkat etmeden, dışarıdan gelen bütün önerilere balıklama atlamakta ve yabancıların Türkiye'deki temsilciliğini hiç kimselere bırakmamaktadırlar. Para gücü ve ortaklıklar her türlü hedefi ve bu yoldaki girişimleri mubah hale getirmektedir.

Bir anlamda vahşi kapitalizmin Makyavelist yol ve yöntemleri, Boğazdaki yeni yetme aşiret için geçerli olmakta, yabancıların emperyalist ya da Siyonist önerilerine bile hemen angaje olmaktadır. Boğazın iki kıyısını sarmış olan para babalarından oluşan yeni kapitalist aşiret her yönü ile mütareke İstanbul'unu günümüzde başarıyla temsil etmektedir.

Mütareke İstanbul’u teslim olan başkent demektir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz donanmasının İstanbul Boğazına girmesiyle birlikte, Boğazdaki aşiret ve benzerleri hemen teslim olmuşlar ve İngiliz ya da Amerikan mandası altında yeni bir Bizans İmparatorluğunu, Almanya ve Rus saldırılarına karşı gerçekleştirmek için çaba göstermişlerdir.

Rumlar İngiliz. Ermeniler, Fransız mandası ararken, Yahudiler de geleceğin müstakbel İsrail projesini gerçekleştirebilmek üzere, Amerikan mandası peşinde koşmuşlardır. Mütareke İstanbul'u aslında; gayrimüslim kimliğinin öne çıktığı, Türklüğü ve Müslümanlığın devre dışı bırakıldığı bir işbirlikçiliğini gerçekleştirmiştir.

Mütareke İstanbul'u geleneği bugün Boğaz'daki Aşiret aracılığı ile İstanbul'da devam etmektedir. Dün Ulusal Kurtuluş Savaşının önderi Mustafa Kemal'e çapulcu diyen Mütareke İstanbul’unun teslim olmuşları, bugün de Türkiye’nin çıkarlarını savunan milliyetçileri ve de ulusalcıları gericilik ya da faşistlikle suçlamakta ve böylece kendi liberal işbirlikçiliklerini mazur göstermeğe çalışmaktadırlar.

Basın ve medya köşelerini sermayeye satılarak dolduran, bunların temsilcileri ekonomik çıkarlar uğruna ulusal çıkarları devre dışı bırakabilmenin yollarını aramaktadırlar.

İstanbul Boğazı’nın güzelliklerini, sahip oldukları para gücüyle satın alan Boğaz'daki Aşiret, yine para gücüyle Türkiye'yi ve Türk milletinin kaderini, uluslararası tekelci sermayenin desteği ile satın almağa çalışmaktadır. Misakı Milli sınırları içinde yaşayan Türk ulusunu tanımazlığa gelen, kozmopolit bir yapı içinde yeniden bir Bizans oluşturma özlemindeki misyoner kuruluşlarıyla ortak çalışmaları gündeme getiren Boğaz'daki gayrimüslim Aşiret’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderi ile oynamağa hakkı yoktur.

Türk ulusunun bir milli kurtuluş savaşı vererek kurduğu Türk devleti, Yani Bizans özlemi içindeki misyoner kuruluşlarının çalışmalarının oyun alanı değildir. Çok uluslu şirketlerin önderliğinde gündeme gelen yabancı dayatmalarının giderek Türkiye'ye egemen olmasında, Boğazdaki Aşiret fazlasıyla taşeronluk yapmaktadır. Bu durum da Türkiye'nin ulusal çıkarlarına açıkça ters düşmektedir.

Bir anlamda Boğaz'daki Aşiretin çıkarları ile Türk milletinin ulusal çıkarları birbiriyle ters düşmektedir. Boğaz'daki Aşiret Türklüğü ve Türk olmayı reddetmiş ve tıpkı eskisi gibi Bizans döneminin kozmopolit yapısı içinde, gayrimüslim bir kimliğin geleceğini aramıştır. Boğaz'daki Aşiret'in, Ulusal Kurtuluş Savaşını küçük gören, Türk milletini dışlayan, Ankara'daki Türk devletini yok sayan olumsuz tutumları davam ettiği sürece, Türkiye’de yaşayan insan topluluğunun ulusal bütünleşmesini gerçekleştirmek son derece zor olacaktır.

Küreselleşme dönemiyle birlikte, Boğaz’daki Aşiret'in tarihten gelen gayrimüslim ve gayri Türk tutumu, giderek yükselme göstermiştir. Sahip oldukları para gücüyle, İstanbul basınını Bizans medyasına dönüştürmüşler ve her yönü ile Türkiye’nin ulusal kimliği ile ulus devletine saldırıyı, bir alışkanlık haline getirmişlerdir.

Kendi içlerinden seçtikleri bazı temsilcileri ya da para ile satın aldıkları bazı Türk vatandaşlarını siyasete yönlendirerek onları finanse etmişler ve son dönemlerde anti ulusal siyasetinin oluşmasında, emperyalist merkezlerle birlikte Boğaz'daki Aşiret ortak hareket etmiştir. Basın ve medya ile halkı uyuşturma dönemi artık son noktasına gelmiştir.

Eskisi gibi kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda halkı uyutamayacağını gören Boğaz'daki Aşiret mensupları, Türkiye'yi bir iç çatışma ortamına sürükleme senaryolarını destekleyerek, kapalı toplantılarda halkın bilinçlenmesini sağlayan demokrasiye karşı çıkarak, sermaye çevrelerinin çıkarlarını koruyacak ve onlara bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmektedir.

Türk ulusu; Cumhuriyet devleti ve demokrasi rejimi ile kendi geleceğini güvenceye alma çabası içindeyken, Boğaz’daki Aşiret’in kendi zenginliklerinin peşinde koşması ve bunların korunması için bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmesi, yine Türkiye'nin ulusal çıkarlarına ve Türk demokrasisine ters düşen bir durumdur.

Misakı Milli sınırları içinde, Boğaz'daki Aşiret'in değil ama Türk milletinin ulusal egemenliği geçerli olmalıdır. Önümüzdeki dönemde; ya Türk milleti yeniden egemen olacak ve Boğazdaki Aşiret’in çıkarları sınırlanacak ya da Boğazdaki Aşiret, küresel sermaye ile ortaklık içerisinde hegemonyasını artıracak, bunun sonunda Türk devleti ve milleti sıkıntı çekmeye devam edecektir.

Türk devletinin güçlenmesi ve Türk milletinin mutlu bir düzene kavuşa bilmesi için; Bozaz’daki Aşiret’in anayasa ve yasal çerçevede denetim altına alınması gerekmektedir.

Kaynak: Prof. Dr. Anıl Çeçen - Yankı Dergisi

Ruchir Şah
Türkiye'nin su ve petrol jeopolitiği

Tarihte Türkiye gibi coğrafi konumunu kaldıraç olarak başarılı bir şekilde kullanan ulus sayısı çok azdır. Türkiye, tüm zamanların en güçlü iki medeniyetinin, Bizans ve Osmanlı'nın merkezi olarak, Doğu ve Batı arasındaydı, köprüydü, bölgeler arası ticaret, ekonomi ve siyasi ağın canlı merkeziydi. Coğrafik gücüne ilave olarak, kaydadeğer su kaynakları da var Türkiye'nin. Ortadoğu'nun kavruk pek çok bölgesinin aksine, Türkiye'nin su kapasitesi büyük nüfus artışına ve incelikli şehirler inşa etmesine izin vermiştir. Türkiye modern dönemde bir kez daha merkezi rolü kazanma şansına sahiptir zira bugünün enerji jeopolitiğinin Türkiye'nin geleneksel su jeopolitiğiyle kesiştiği bir devlettir. Türkiye'nin merkezi konumu bu kez Doğu-Batı arasında değil de enerji üreticileri ve tüketicileri arasındadır ve ona dünya meselelerinde - hem petrol hem de doğalgaz - merkezi bir jeopolitik rol bahşetmektedir. Dahası, Akdeniz'den Arap Yarımadası'na kadar su fakiri ülkelerle stratejik işbirliği inşa etme sûretiyle Türkiye'nin su kaynaklarından Türkiye'nin bölgedeki stratejik rolünü kuvvetlendirmek için de yararlanılabilir. Su ve enerji tarih boyunca medeniyetlerin en temel kaynakları olmuştur; binlerce yıldan beri beşeri büyüme ve gelişimi beslemek için esas olan Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinin temelidir.

Su ve enerjinin birbirine nasıl da bağlı olduğu hakkıyla takdir edilmemiştir. Enerji üretimi, nakli ve arzı kaydadeğer bir su gerektirir tıpkı suyun çıkarılması, arıtılması ve hatta tuzdan arıtılmasının kaydadeğer bir enerji gerektirmesi gibi. Enerji ve su geleceğe doğru gitgide kıt kaynaklar haline geldiğinden dolayı, Türkiye gibi uluslar coğrafi konum ve tabiî kaynakların bir sonucu olarak bahsedeğer bir nüfuz kazanabileceklerdir. Türkiye konumunu bir üstünlüğe tahvil etmek sûretiyle, onu ticari boru hatları projelerinin kavşak noktası kılarak, boru hattı diplomasisinden fayda sağlayabilir. Türkiye, bir dizi su ve enerji boru hatları vâsıtasıyla, kaydadeğer bir siyasi, iktisâdi ve sosyal nüfuz elde edebilir ve bu esnada bölgesel bütünleşme ve istikrara katkı sunabilir. Bu çalışma, enerji ve su kaynakları bakımından Türkiye'nin jeopolitik geleceğinin zeminine hitap etmektedir. Türkiye'nin jeopolitik potansiyelinden nasıl daha fazla avantaj elde edebileceği hakkında bazı önerilerde bulunmayı da amaçlamaktadır. Çalışmanın birinci kısmı Türkiye'nin jeopolitik potansiyelini tartışmakta; ikinci kısmı Türkiye'nin bölgedeki uluslarla karmaşık ve ihtilaflı ilişkilerinin tafsilatını vermekte; üçüncü kısmı, siyasi ihtilafların zaptettiği belirli boru hattı projelerini incelemekte; dördüncü kısmı ise durum analizi yaparak Türkiye için politika önerileri getirmektedir.

Türkiye, dünyanın en kuru bölgelerinden birinde, su bolluğu içerisinde. Dicle ve Fırsat gibi dünyadaki ilk medeniyetlerden sorumlu ve bugün Irak ve Suriye'de hatırı sayılır bir kaygı kaynağı olan büyük nehirlerden bazıları Türkiye'den geçmektedir. Ülkenin büyük yağışlar alan kuzeyinde karlı dağlar ve büyük su havzaları var. Hidrolojik parametrelere göre, Türkiye'nin su kaynakları kişi başı yılda 3150 metreküptür. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da ise kişi başı yılda 300 metreküp civarındadır ve tüm bir bölgeyi su fakiri kılmaktadır. Türkiye, kişi başı yılda 10.600 metreküp suyun düştüğü Latin Amerikayla aynı çapta bir su kaynağına sahip değilse de Ortadoğu'daki komşularına nispetle kaydadeğer bir kaynağı yine de vardır. Türkiye, su boru hatlarının ve su ticaretinin oluşturulması sûretiyle, su kaynaklarını bölge uluslarına ve Ortadoğu'ya ihraç etme fırsatına sahiptir. Türkiye'nin üç Ortadoğu ülkesiyle sınırları vardır: Irak, İran ve Suriye. Fakat Akdeniz yoluyla tüm bir bölgeye uzanabilmektedir. Irak ve Suriye su kaynaklarının büyük kısmı için topyekûn Dicle ve Fırsat nehirlerine dolayısıyla kaynak ülke Türkiye'ye bağımlı.

Kısmen Saddam Hüseyin dönemindeki zayıf planlama yüzünden, yeni Irak hükümeti müthiş bir su sıkıntısıyla karşı karşıya. Türkiye'nin su ulaştırma projeleri, bölgede nüfuz küresini genişletmesine imkan verecektir. Türkiye, Ürdün, İsrail, Filistin ve Lübnan gibi su fakiri ülkelere de su gönderme potansiyeline sahip. Su kıtlığı bölgeyi kasıp kavurmakta ve uluslar arasında çatışmalara yol açmaktadır. Aslında, su yokluğu, devam eden ve bitecek gibi görünmeyen Arap-İsrail çatışmasını beslemektedir. 1987'de Türkiye, Katar doğalgazı karşılığında paylaşılan su dolayımıyla, bölge ihtilaflarına şifa olsun diye su kaynaklarından "Barış Suyu Projesi" yaratma fikri üzerinde durmuştu. Bu proje her ne kadar hayata geçmediyse de, su diplomasisinin potansiyel değerini göstermektedir. Su kıtlığı yaşayan tüm bu bölgeler, arz fazlası su satışı karşılığında Türkiye'ye hatırı sayılır ekonomik faydalar sunmaktadır. Bundan başka, böylesi değerli bir kaynağının tedarikçisi olarak, Türkiye bölgede önemli bir stratejik itibar kazanacaktır. Su kadar önemli olan başka bir şey de Türkiye'nin enerji kaynakları naklindeki merkezi konumudur. Türkiye'nin Akdeniz'de derin su limanları, Yunanistan ve Bulgaristan'la dolayısıyla da AB ile ortak sınırları var. AB, Amerika'nın ardından, dünyanın ikinci büyük ve en bütünleşik enerji tüketicisi. Avrupa, doğalgazının büyük bir kısmını, yüzde 25'inden fazlasını yıllardan beri, öncelikle eski Sovyet Cumhuriyetleri'nden geçen boru hatları üzerinden Rusya'dan ithal ediyor. Ancak Avrupa, Rus kaynaklarına bağımlılığı hususunda son zamanlarda hassasiyet sergileyeme başladı. Rusya, komşusu Ukrayna ile ticari bir ihtilafı yüzünden Ocak ayı başlarında Avrupa'ya uzanan boru hatlarını kapatmıştı. Rusya kesintinin bir arz anlaşmazlığı yüzünden olduğunu iddia ettiyse de Ukrayna'nın yeni, batı yanlısı hükümetini onaylamıyor oluşu da bu olayda bir rol oynamıştır. Avrupa'daki milyonlarca vatandaşın bu ihtilaf nedeniyle doğalgazdan mahrum kalmaları, Avrupa'ya Rusya'nın enerji boru hatlarını siyasi amaçlar uğruna kullanabileceğini göstermiştir. Avrupa enerji kaynaklarını çeşitlendirmeye bakarken, doğalgaz boru hattı için alternatif seçenekler Orta Asya ve Ortadoğu'dur ki her ikisi de nihayet Türkiye'den geçmektedir. Rusya gibi Türkiye'nin komşuları da kaydadeğer enerji kaynaklarına sahiptir: İran, Azerbaycan [sic! Azerbaycan Türkiye'nin komşusu değildir], Irak ve Suriye [sic! Suriye enerji zengini değildir]. Şu an pek çok ülke Avrupa pazarına etkin bir şekilde nüfuz edemiyor zira elverişli boru hattı güzergâhları yok. Türkiye, bu kaynakların Avrupalı tüketicilere ulaştırılmasında önemli bir role sahip. Coğrafi üstünlüklerin yanısıra, siyasi sınırları aşan güçlü kültürel bağları da var Türkiye'nin. Ortadoğu, Orta Asya ve Avrupa'nın kültürel mirâsıyla harmanlanmış bir başka ulus yoktur. Türkiye, İslam inançları dolayımıyla, Ortadoğuyla güçlü bir kültürel bağa sahiptir. Türkiye bugün her ne kadar katı laikliğin olduğu seküler bir ulus ise de, İslam kültür ve mirâsını muhafaza etmiştir. Türkiye'nin Orta Asya ile siyasi sınırları aşan bir etnik ve dilsel bağı vardır, ortak bir tarihi ve kültürel zemini paylaşmaktadır. Bu ulus, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu 1923 itibariyle, Avrupayla da güçlü bir siyasi ilişki tesis etmek için önemli bir kaynak tahsis etmiştir. Diğer pek çok Avrupa ulusu gibi Türkiye de güçlü, seküler, demokratik bir yönetime sahiptir ve NATO gibi bir dizi batılı örgütlerin üyesidir. Türkiye, akışkan bir kültürel arkazemini ve mihverdeki coğrafi konumuyla, bölge boyunca çok nüfuzlu bir rol oynayabilme potansiyeline sahiptir. İdeal bir dünyada, uluslararası güç adına pek çok su ve enerji boru hattını kolayca kaldırabilecekti. Ancak gerçeklikte, Türkiye'nin jeopolitik başarısı bir dizi siyasi ihtilaf eliyle kısıtlanmaktadır.

Türkiye'nin en önemli anlaşmazlığı, uzun bir tarihi ve müşterek kültürel arkazemini paylaştığı ama diplomatik ilişkilerin bulunmadığı sınırdaş Ermenistan'dır. Bu ilişkinin ardında çeşitli sebepler var ise de en önemlisi Türkiye'nin etnik çatışmaya karşı tavrıdır. 1915'te Osmanlı hâkimiyetindeki 1.5 milyon Ermeni vatandaş hayatını kaybetti. Birçok tarihçi, 1915'te yaşananın soykırım olduğuna dair güçlü inanç besliyor fakat Türkiye, ölümlerin I. Dünya Savaşı sırasında tüm tarafların ıstırap çektiği yıkımın bir sonucu olduğunu savunuyor. Bu olayın soykırım olarak etiketlenip etiketlenemeyeceğine bakmaksızın, Türkiye'nin 1915 olaylarını soykırım olarak görmeyi reddetmesi, Türk-Ermeni ilişkilerini hayli germiştir. Bu anlaşmazlığa ilave olarak, Ermenistan ve Türkiye'nin bir diğer komşusu [sic!] Azerbaycan arasında yaşanan savaşla bu ilişkiler daha da gerilmiştir. Türkiye, Azerbaycan'ın tarafını tuttu. 1994'te Rusya'nın aracılık ettiği bir ateşkes antlaşmasıyla savaş sona erdiyse de, iki ulus arasındaki çatışmalar bugüne kadar devam etti ve normalleşme yönündeki uluslararası çabaları sakatladı. Türkiye son birkaç aydır Ermenistan'la ilişkileri iyileştirme yönünde çabalar sarfediyor fakat şaşırtıcı değildir, Azerbaycan hoşnutsuzluğunu ifade ediyor. Statüko sürdürülebilir değil. 1915 olayları ve Ermenistan-Azerbaycan arasındaki mevcut ihtilaf çözüme kavuşturulana dek bölgede kalıcı barışın tesis edilmesi zordur.

Türkiye ve Irak ilişkileri, Kürtlerle alâkalı kültürel ihtilaf bakımından, gerilimlidir. Azınlık Kürt grup – şu an Türkiye, Irak ve İran'da ikamet etmektedirler - on yıllardır bağımsız bir Kürdistan kurmak için çalışıyorlar. Bu durum, ABD ve Avrupa'nın görevlendirdiği bir örgüt olan PKK eliyle şiddete dönüştü. PKK'nın pek çok üyesi Irak'taki yarı özerk bir yönetim olan Kürt bölgesine sığındı ki Irak'ın enerji kaynaklarının önemli bir kısmı buradadır. Türkiye'nin Irak ve Özerk Kürt Yönetim Bölgesi ile ayrı ayrı diplomatik ilişkileri var. Ama Türkiye'nin Kürtlerle yakınlaşma çabasına rağmen PKK Türkiye'nin uluslararası gelişimi için hayâti önemdeki altyapıyı hedef alarak gene de yıkıcı terör faaliyetlerini sürdürüyor. Türkiye ve İran'ın çok güçlü diplomatik ilişkileri var, geniş bir yelpazeye dağılan projeler üzerinde çalışıyorlar ve aralarında sınır ihtilafı yok. Bununla birlikte, uluslararası ilişkilerin çok yönlü dünyasında, İran hükümetinin uluslararası statüsünün ve onun devam eden nükleer programının gölgesi herhangi bir Türk açılımının üzerine vuruyor. ABD ve Avrupa liderliğindeki müeyyideler ve İran yönetimini tecrit etmek çin sarfedilen diplomatik çabalar, Türkiye'nin ekonomik programlarla el uzatmasını neredeyse imkansızlaştırmaktadır. Türkiye ve İran arasındaki ilişkiler, İran'ın küresel tecridi ve müeyyide altında olması yüzünden fena halde kısıtlanıyor.

Türkiye ve Avrupa arasında da çeşitli ihtilaflar var. Acil meselelerden biri de Kıbrıs'ın câri statüsüdür. Türkiye, 1974'te Rumlar ve adadaki Kıbrıslı Türkler arasındaki bir çatışmanın ardından askeri çıkarma yaptı ve askeri güçle adanın Kuzey'inde ayrı bir Türk yönetimi tesis etti. Bu yönetim yalnızca Türkiye tarafından tanındı ve dünyanın geri kalanı güneydeki Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanıdı. Kıbrıs Cumhuriyeti şu an AB üyesi ve bu mesele, AB-Türkiye ilişkilerinin karşısındaki ciddi bir engeldir. Türkiye'nin Avrupa Birliğine katılım süreci üzerindeki anlaşmazlıklar yüzünden Avrupayla ilişkiler de gerili. 1987'deki başvurusundan beri, başka hiçbir ülkenin birliğe katılımı bu miktarda gerilim, tartışma ve ayak oyunları yaratmamıştır. Türkiye defalarca AB'ne katılımı diğer politikaların önüne koydu ve diğer ulusal öncelikleri sık sık tehlikeye düştü. Bu siyasi ihtilaflar bizâtihi rahatısız ediciyken, Türkiye'nin boru hattı diplomasisi yürütme teşebbüsleri üzerinde de doğrudan zarar verici bir etkiye sahiptir. Bunun bir örneği, Irak petrolünün ihracı için 1980'lerde döşenen dünyanın ikinci büyük hattı, Kerkük-Ceyhan ham petrol boru hattıdır. Türkiye son yıllarda, Irak petrolünü Avrupa'ya - ve Körfez tankeriyle tüm dünyaya - bu boru hattı üzerinden sevkedeceği bazı hırslı yatırımlar planladı. Bu projeler, Türkiye'nin Kürtlerle siyasi çatışmasıyla ilgili olarak bölgedeki terörist faaliyetler neticesinde maalesef engellendi. PKK çeşitli fırsatlarla bu hatta yapılan saldırıların sorumluluğunu üstlendi. Bu patlamalar sadece Türkiye'ye önemli ekonomik kayıplar açmakla kalmayıp boru hattının sağlayacağı potansiyel enerji güvenliğini de azaltmaktadır. Herhangi bir boru hattı projesinin en önemli amaçlarından biri, istikrarlı, güvenli bir enerji kaynağıdır ki Kürt çatışması bunu doğrudan baltalamaktadır. İhtilaf uygun bir şekilde çözüme kavuşturulmaksızın Türkiye'nin bölgesel nüfuzunu genişletmesi zor olacaktır.

Türkiye'nin bir diğer ihtilafı, küresel pazarda satışa sunulacak Azerbaycan petrolünü Türk limanlarına getirmeyi amaçlayan Bakü-Tiflis-Ceyhan bor hattının inşasına başlandığı 2002'de ortaya çıktı. En hızlı, en ucuz ve en etkin boru hattı güzergâhı Ermenistan olmasına rağmen, hat nihayet Gürcistan'dan geçti. Güney Kafkasya doğalgaz boru hattı da aynı problemlerle karşılaştı ve daha dolaysız Ermenistan yerine yönü Gürcistan'a çevrildi. Ermenistan'la siyasi gerilimler bu projeleri engellemedi ama daha bir zorlaştırdı ve netice olarak mâliyetleri artırdı. Rus şirketlerinin çetin rekabetiyle karşılaştığında, Türkiye boru hatlarının ilave masraflarını güç bela karşılayabilecektir.

Çatışan siyasi gündemlerin Türk jeopolitiğindeki etkisini görüşmeleri halen yapılmakta olan Nabuko boru hattından daha iyi resmeden başka bir örnek yoktur. Avrupa, Rus doğalgazına bağımlılığı azaltmak istediğinden dolayı uluslar konsorsiyumu ve şirketler, Orta Asya ve Ortadoğu'daki doğalgaz kaynaklarını Rusya'yı atlayarak doğrudan Avrupa'ya bağlayacak bir boru hatı inşası için bir araya geldi. Böyle bir inisiyatif her hâlükarda Türk onayını ve katılımını gerektirir; Türkiye'nin jeopolitik konumunu yükseltmesi için bir fırsatı da temsil eder. Bu proje Avrupa uluslarında bir hayli heyecan yaratmışken, Başbakan Erdoğan'ın projeyi AB üyeliğine bağlaması dâhil pek çok Türk itirazı ve önşartıyla da karşılaştı. Başbakan Erdoğan Ocak ayında bir beyânat vererek "enerji faslının kilitlendiği bir durumla karşılaştığımız takdirde (Nabuko'daki) pozisyonumuzu elbette ki gözden geçireceğiz" dedi ve Nabuko ile AB müzakerelerindeki enerji faslının açılışı arasında bir bağlantı olduğunu ima etti. Bu beyânat daha sonra yumuşatıldıysa da Türkiye'nin AB üyeliğini diğer jeopolitik hedeflere nasıl da öncelediğini göstermiştir.

Boru hattı inşası için Ağustos'ta imzalanan bir niyet anlaşmasının ardından Türkiye'deki siyasi şahsiyetler Nabuko boru hattı anlaşmasının, Türkiye'nin AB'ye nihâi katılımına doğru atılmış bir ilk adım olarak görülebileceği ümidini bir kez daha yinelediler. Türkiye projeyi onaylamadan evvel AB'ne katılım yönünde harekete geçilmesi muhtemel görünüyor. Nabuko boru hattının Türkiye'nin jeopolitik potansiyeline kavuşması üzerinde önemli bir etkisi olabilirken, rakip siyasi gündemler nedeniyle proje zapt altında tutuluyor. Nabuko ve Avrupa'ya uzanan diğer boru hatları bakımından, hattın her iki ucunda da çeşitli engeller varlığını koruyor. Irak ve Azerbaycan Nabuko hattına katılmaya ilgi gösteriyorlar ama her ikisi de sınırlı kaynağa sahip. Azerbaycan muhtemelen Türkiye'yi ve Avrupalıları dürtmek ve biraz da Rusya'ya iyi niyet gösterisi olması için sınırlı miktardaki ihraç edilebilir doğalgazını Rusya'ya da satıyor. Çaylak Irak yönetimi ise Özerk Kürt Yönetim Bölgesiyle problemlerine ilaveten bir de petrol yataklarını işletilebilir hale getirmek ve güçlü bir enerji altyapısı kurmak için zamana ihtiyaç duyuyor. Neredeyse tıpası açılmamış dev gaz yataklarına sahip bir diğer ulus ise enerji projelerini hayata geçirmek için Türkiye'nin birlikte çok çaba sarfettiği İran.

Ancak uluslararası müeyyidelerin ve de İran'ın çok zorlu yatırım rejiminin bir sonucu olarak, İran kaynaklarından istifade edebileceği uygun altyapıdan yoksun. İran'ın ihraç edilebilir doğalgazı olsa bile, ABD ve Batı Avrupalı ulusların hırpalayıcı ekonomik müeyyideler yüzünden herhangi bir uluslararası projeye katılımı imkansıza yakın derecede zordur. Kısa bir süre önce imzalanan Nabuko anlaşması, İran'ın boru hattına katkı yapması ihtimaline dolaylı olarak atıf yapmakta, câri siyasi manzarada bir değişim farzetmektedir. Ama İran şu an ki durumu itibariyle, boru hattına dâhil edilecek yaşayabilir bir kaynak değildir gene de ve Nabuko'nun yeterince garantilenmiş bir kaynak arzı yoktur. Boru hattının diğer ucunda ise, çatışma halindeki bir Avrupa pazarı, Hazar'daki doğalgaz tedarikçilerinin ellerindeki tüm kartları göstermelerine ruhsat verecek gerçek bir ticari talep üretmiş de değil.

Çatışan siyasi gündemlerden su projeleri de vahim bir şekilde etkilenmektedir. Irak ve Suriye, su kaynakları için Türkiye'ye bağımlı bu iki ulusla ilgili olarak, Türkiye kendi potansiyelini kullanmada tam olarak başarısız oldu. Bu uluslara su teklif etmek veya Dicle ve Fırat nehirlerinin paylaşımı için etkin bir anlaşma üzerinde çalışmak yerine izlenen saldırgan politikalar her iki ülkeyi de kışkırtmakta ki geçmişte neredeyse savaşa yol açacaktı.

Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) sonucunda her iki nehir üzerinde de pek çok baraj inşa edildi ve su akışı azaldı. Sonuç olarak su, Türkiye'nin Irak ve Suriye'yle ilişkilerini baskı altına aldı. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal 1988'de şöyle demişti: "Araplara petrolü ne yapacaklarını anlatmıyoruz, suyumuzu ne yapacağımızı da onlar bize anlatmasın." Bu ifade kendi içinde bir miktar geçerliliğe sahipse de, siyasi ufuksuzluk düzeyine de işaret etmektedir; halbuki Türkler Arap petrolüne mukabil kendi sularıyla iftihar edebilir ve onu biraz daha stratejik kullanabilirler. Türkiye'nin ihtiyaçtan fazla suyu varsa, Özal'ın ifadesi, suyu komşularına karşı bir siyasi araç olarak kullanma arzusuna işaret eder. İşbirliği yerine, Türkiye'nin Suriye ve Irak'la girdiği siyasi çatışmalar rekabete yol açtı ve suyla ilgili ilişkileri baskı altına aldı. Türkiye'nin geleceğinin önünde müthiş engeller varsa da bu problemlerin potansiyel çözümleri de mevcut. Bu önerilerin hepsi de boru hattı diplomasisi aracılığıyla kaldıraç gücünü artırmak için siyasi gâyelerinin bir çoğunun önceliğini yeniden belirleyen Türk hükümetiyle bağlantılıdır. Türkiye, aradığı uluslararası saygının büyük bir kısmını bu projeler vâsıtasıyla bulacaktır.

Her şeyden evvel, Türkiye, ABD-İran çatışmasında bilhassa da İran'ın nükleer programıyla ilgili olarak daha fazla merkezi rol üstlenmelidir. İran'la enerji ve su meselelerinde daha fazla ilerleme kaydetmeden önce Tahran'ın diplomatik statüsüne hitap edilmelidir. ABD-İran ilişkilerinim normalleşmesinden kazanacağı çok şeyi vardır Türkiye'nin. İran kaynaklarından bir kısmını şu an ihraç ediyorsa da, doğalgaz rezervlerine büyük ölçüde dokunulmamıştır ve dünya çapında uygulanan müeyyideler yüzünden alım-satım konusu olmamışlardır. İran'ın uluslararası duruşunda bir iyileşme sağlanması ve bu müeyyidelerin bir kısmının kaldırılması, İran'ın kaydadeğer bir enerji altyapısı kurmasına ve yatırım rejimini doğrudan yabancı sermaye yatırımları için uygun hale getirmesine izin verecektir. Türkiye'den geçmek zorunda olan ve Avrupa'ya uzanan boru hatlarına faal olarak katılmasına da izin verecektir. İran petrol ve doğalgazı, Rusya'nın dev enerji kaynaklarına alternatiftir.

İran'la kültürel bağları bulunan bir köprü ulus olarak Türkiye, eşsiz konumuyla bu konuyla ilgili arabulucukta merkezi bir rol oynama potansiyeline sahiptir. Ermenistan-Azerbaycan arasındaki çatışmayla ilgili olarak, Türkiye bölgenin problemlerine daha güçlü bir jeopolitik gelecek emellerinin peşine düşmezden evvel bir çözüm bulunması gerektiğinin farkındadır. Türkiye evvel emirde 1915 olaylarının tarihe nasıl kayda geçirileceği üzerindeki ihtilafı çözmek için büyük bir gayret sarfetmek durumundadır. Bu meseleyi çevreleyen pek çok pürüz ve tutkulu görüş her iki tarafta da var ama çatışmanın daha istekli bir şekilde ele alınması, çözüme giden ilk adımdır. Türkiye, Ermenistan-Azerbaycan arasındaki çatışmanın ancak ve ancak karşılıklı fayda esası çerçevesinde yürütülecek diplomatik çözümlerle sonuca bağlanacağını iyice anlamalıdır. Azerbaycan'a sırt vermek yerine, çatışmaya yönelik daha incelikli ve tarafsız bir zihniyet geliştirmelidir. Irak ve Suriye ile ilişkilerince gelince, Türkiye enerji ile Dicle ve Fırat nehirlerinin suyu arasında daha karmaşık bir dengeyle yüzyüze gelmektedir.

Türkiye hızla sanayileşen bir ulus, enerji tüketimi artıyor ki bu iki aziz nehir üzerinde barajlar kurarak su gücünden istifade etmeye vahim bir ihtiyaç duyuyor. Aynı zamanda, her iki nehir sisteminde aşağı doğru akışın güvenliği, gitgide su kıtlığı ve kuraklık yaşayan Suriye ve Irak için çok önemli. Türkiye daha büyük bir bölgesel nüfuz kazanmadan önce ve su fazlasını kaldıraç olarak kullanmazdan önce, bu iki nehir sistemlerinin gelecektelki statüsünü bir karara bağlamalıdır. Potansiyel çözümlerden biri, Suriye ve Irak'ın enerji kaynaklarına karşılık suyun mübadele edilmesidir. Türkiye bu nehirleri öncelikle su gücünden istifade etmek için kullandığından dolayı, Suriye ve Irak'la potansiyel bir mübadele, su ve enerji arasında farklı bir denge olabilir. Suriye ve Irak, özellikle de su kıtlığının yanısıra büyük enerji kaynaklarına sahip olduklarından dolayı böylesi bir mübadele/ticari ayarlamaya sıcak bakacaktır; bu uluslar için suyun her damlası petrol kadar değerlidir. Türkiye bu sûretle enerji dengesini bile iyileştirebilir ve bu esnada iyi niyet ve de artan bir siyasi güç elde eder.

Türkiye'nin küresel politika sahasında oynayacağı temel bir jeopolitik rolü var. Bir dünya gücü olarak Türkiye'nin geleceği, kendisini bölgesel büyümenin ve istikrarın gücü olarak tesis edip, kültürlerin ötesine geçme ve dünya halklarını cezbetme yeteneğine bağlıdır. Türkiye'nin AB üyeliği gibi tek bir amacının olması, diğer önemli amaçlara ulaşmasını geciktirmektedir. Nitekim AB üyeliği, coğrafi ve siyasi konumuna uygun hareket etme noktasında Türkiye'nin özgürlük derecesini azaltacaktır.

AB üyeliği dünyadaki diğer uluslara vereceği gibi Türkiye'ye de bazı ekonomik avantajlar verecekse de olumsuz sonuçları çok daha büyük olacaktır. AB üyesi devletlerden sadece biri olacak ve önemli bir bölgesel güç ve dünya medeniyetlerinin siyasi, iktisâdi ve içtimâi ağı olarak kendi potansiyelini açığa çıkarmak için sağlam bir konumu olmayacaktır. Türkiye asırlarca uzun bir coğrafi başarı ve refah tarihine sahipti ki ticaretteki merkezi mevkisi ve bol su kaynakları sayesindeydi. Gelecek adına, Türkiye, mevkisini boru hatlarıyla jeopolitik başarıya tahvil etmek için daha fazlasını yapabilecek durumdadır, daha önce hiç olmadığı kadar hem de.

Su kaynaklarını naklederek ve petrol üreticisi ülkeleri tüketicilerle biraraya getirerek bölge boyunca ve nihayet küre çapında kaydadeğer bir siyasi kaldıraç elde edebilir. Gelecekte yaşanacak su ve enerji kıtlığı ve bunların karşılıklı bağımlılığı, Türkiye'ye eşsiz bir jeopolitik fırsat potansiyeli sunuyor.

Yazı ve yazar hakkında: Rice Üniversitesi ve Fransa'da yerleşik IFRI adlı düşünce kuruluşunun işbirliği çerçevesinde Rice Üniversitesinden dört öğrenci uzmanların nezaretinde iki ay boyunca IFRI'de bir araştırma konusu üzerinde çalışmışlar ve çeşitli program faaliyetlerine katılmışlardır. Bu metin IFRI enerji programı çatısı altında kaleme alınmıştır ve yazarı bir IFRI stajyeridir.

Yazının orjinal başlığı: Türkiye'nin su ve petrol jeopolitiği

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı


En son Ekim tarafından Cmt Şub 13, 2010 1:12 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Oca 03, 2010 12:00 am    Mesaj konusu: 2010 TAHMİNİ: Postmodern iç savaş Alıntıyla Cevap Gönder

Carlos: Tarih Türkiye'yi göreve çağırmaktadır

Çakal Carlos unvanıyla tanınan Ilich Ramirez, Timeturk’e yaptığı açıklamalarda “Tarih, Türkiye’yi göreve çağırmaktadır” dedi.

Perşembe 15.04.2010 -

Çakal Carlos unvanıyla tanınan Ilich Ramirez, Timeturk’e yaptığı açıklamalarda “Tarih, Türkiye’yi göreve çağırmaktadır” dedi.

Fazıl Duygun* / TİMETURK

Fransa'da ömür boyu hapis cezasına çarptırılan "Çakal Carlos" unvanıyla tanınan Vladimir Ilich Ramirez Sanchez, Timeturk’e açıklamalarda bulundu. Carlos, “Kudüs, bu sapkın Yahudilerin işgali altında olduğu müddetçe, ‘Barış’ gerçekleşemez!” diye konuştu.

Çakal Carlos (Ilich Ramirez Sanchez-Salim Muhammed) 10 Nisan 2010 tarihinde, avukatlarından Sayın Güven Yılmaz Bey’le gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde, TimeTürk adına kendisine sorduğumuz aşağıdaki soruları cevapladı.

********

Dünyanın birçok entelektüeline göre emperyalist bir ülke olan Amerika Birleşik Devletleri'nin yeniden dünyaya hâkim olmaya çalıştığı şu demde, Latin Amerika ülkeleri ve İslâm ülkeleri arasında ne tür bir stratejik dayanışma geliştirilebilir?

Her şeyden önce, “Latin Amerika ülkeleri” gerçekte bir “blok” ismi olmadığı gibi, “Latin Amerika” da ABD sınırından, Rio Grande'den başlayarak Patagonya'ya kadar uzanan bir coğrafî bölgenin ismidir aslında.
“Latin Amerika” deyimi, Meksika'yı işgal eden III. Napolyon tarafından icad edilmiştir. “İber Yarımadası'ndan, bir Latin ülkesi olan Fransa'dan gelen ve bir Latin dili olan Fransızcayı konuşan bizler aynı zamanda Amerikalıyız” demeye getiriyordu ki, elbette bu, tarihî bakımdan yanlış bir kavram belirtir.

Evet, Latin Amerika ülkeleri bir “blok” değildir, demiştik. Şimdi, bunlarla dayanışma içinde olup olamayacağını tartıştığımız “İslâm ülkeleri”ne bir bakalım dilerseniz.
Peki, “İslâm ülkeleri” ne demektir? Çoğu, halkı Müslüman fakat rejimi Müslümanlıktan uzak ülkeler... Hatta bunlar arasında olup da rejimi zâhiren Şeriat kanunlarına uygun görünen Suudî Arabistan ve birkaç küçük ülkeye gelince; bunlar da tamamen emperyalizmin müttefikidirler, üstelik kimilerinin en iyi iktisadî veya sair nitelikteki ilişkileri Siyonist varlıkla, yani İsrail'ledir.
Bu yüzden, “iki blok arasında bir dayanışma”dan bahsedemeyiz, çünkü ne o tarafta ne bu tarafta, böyle bir “blok” varlığı mevcuttur. Ancak şundan bahsedebiliriz; evet, Amerikan toplumlarıyla İslâm toplumları arasında bir dayanışma olabilir ve olmalıdır da!

Üstelik, Arab ülkelerinden Amerika kıtasına çok büyük göçler de gerçekleşmiştir ki, sadece Venezüella'da bizim 4 milyon Arab asıllı vatandaşımız vardır. Yalnızca bu bile, mezkûr iki ayrı bölgenin insanları arasındaki bir yakınlaşmanın vesilesi olabilir.

Ne var ki, “dayanışma” dediğimiz hâdise, sadece duyguların aynılığı meselesi olmayıp, bir “eylem” mevzuudur ve “devletler planında” pratiğe dökülme gereğine kadar gider.

Bu çerçeveden baktığımızda, çoğu Amerikan devletinin “devrimci” karakteri hâiz olmadıkları da bir başka gerçektir. Aksine, İslâmî hareketlere bakışlarında ABD'nin bakışına yer yer paralellikler arz etmektedirler. Nasıl ki, bugün İslâm ülkeleri denilen çevrede de aynı husus söz konusudur.

Venezüella ve Küba, birer istisnâdır. Aynı şekilde, Bolivya ve Ekvador da öyle. Daha da gidersek, Uruguay ve Paraguay da daha müsbet bir çizgide ilerlemektedir ama, neticede bunlar hep istisnâ çerçevesindedir.

Bölgenin en büyük gücü olması bakımından mühim bir mevkii olan Brezilya'nın ise, milyonlarca Arab asıllı Hıristiyan vatandaşı olması hasebiyle, bunda bir rol oynayabileceği düşünülebilir. Neticede bir ihtimaldir.

Burada asıl mühim rolü Türkiye oynayabilir. Şu ân, tarihî rolünü oynamasını engelleyen Sabetayist ağırlıklarını atma yolunda olan, daha iyi bir rejim var Türkiye'de. Bölgesinde büyük bir güç olarak Türkiye, coğrafî uzaklığa rağmen, sadece toplumlar arasında değil, devletler arasındaki dayanışma bahsinde de çok önemli roller icrâ edebilir bence.
Karamsar değilim ve bugüne değil, ileriye bakmalıyız. Ne var ki, böylesi yaygın bir dayanışma, şu ân için çok mümkün gözükmüyor. Daha katedilecek uzun bir yol var önümüzde.

Müslüman olduktan sonra Batı hayat tarzına ve medeniyetine yönelik bakışınız değişti mi? Dünya ve Batıyı bu bakımdan nasıl değerlendirirsiniz?

Ben kendimi asla inkâr etmedim.

Şimdi burada konuşurken, ön tarafımda Afrikalı bir arkadaş var. Geldiği bölgeye has an'anevî elbiselerini üzerine giymiş bir Müslüman. Şimdi benim onu veya bir başka bölgeden gelen diğer bir Müslümanı şeklen taklid etmem, bir nevî karikatürleşme olur.

Ben, ideallerin, prensiblerin adamıyım. Bu, sathî veya şeklî bir mesele değildir. Kaldı ki, komünizm mücadelesi verdiğim gençlik yıllarımda, ülkemde komünist bir genç lider olduğum o dönemde dahi, ben asla bir Che Guevara gibi giyinmedim meselâ. Asla böyle bir şey yapmadım. Gerçi, OPEC operasyonu sırasında başımda bir bere vardı ama, bu da yalnızca polisçe tanınmamı engellemeye ve bu amaçla yüzümü gizlemeye matuf “istisnaî” bir durumdu. Şeklî bir özenti değildi yani.

İnancım odur ki, ben, sadece benim; ve kimliğim de buradan geliyor. Bir kültürüm var ve onu inkâr etmiyorum. Giysi ve diğer vasıflar bakımından sahib olduğum gelenekler var, içinden gediğim bu geleneği yok saymıyorum, aksine, sahipleniyorum.

Lâkin benim hakikaten reddettiğim bir şey vardır; o da, Batı medyasının -özellikle ABD'ninki!- tahakkümü vasıtasıyla empoze edilen belli şekilde giyinme, belli şekilde yiyip içme, belli şekilde yaşama ve bu çizgide resmedilen bir hayat tarzıdır. Bu hayat tarzını kökünden reddediyorum! Hem ben, bu hayat tarzını sadece Müslüman olduğum için değil, daha öncesinde de reddediyordum.
Evet, ben köklerimden, İspanyol kültürümden kopmuş değilim; aksine, daima bu geçmiş köklerime, kendi mahallî kültürüme, geleneklerime bakar ve onları sahiplenirim. Yani, Müslüman olduktan sonra -bu anlamda- yeni bir kültür, medeniyet ve hayat tarzı kazanmış değilim; hayır, böyle bir şey olmadı.
Bence herkes, öncelikle kendi köklerine, anavatanına, aile geleneklerine dayanmalı ve “otantik” dendiği veçhile, “orijinal” olmalı. Bir diğer ifadeyle, bugün İslâm ülkelerinde şu veya bu kesimin yahut liderin giydiği giysilerle “mücahid” olunmaz. Böyle bir şey sizi “mücahid” kılmaz.

Cezaevindeki durumunuz nasıl? Haklarınız veriliyor mu? Fransız hükümetinin cezaevindeki Müslümanlara ve Mücahidlere karşı tutumu nedir? Ziyaretçileriniz veya avukatlarınızla kolayca görüşebiliyor musunuz? Avukatlarınız, hükümet tarafından herhangi bir engellemeye uğramadan sizi savunabiliyor mu?

Siyasî tutuklu ve mahkûmlar, diğer tüm tutuklu ve mahkûmlardan daha az hakka sahiptir. Gardiyanların çoğunluğu “siyasî” kimliğinizden ötürü size belli bir saygı duysa dahi, durum bu merkezdedir. Size saygı duyulur; çünkü siz, şahsî kazançlarınızın peşinde koşarken değil, idealleriniz uğruna cezaevine düşmüşsünüzdür.

Diğer yandan, başka bir kısım gardiyanlar da,
siyasî tutuklu ve mahkûmlara karşı bilhassa saldırgan bir tutum sahibidirler. Bunlar, esas itibariyle polis muhbiridir. Şu yüzden ki, normal gardiyanlar için konuşursak, ne hâkimdir bunlar ne de savcı, nihayet gardiyandırlar ve mesaileri bittiğinde evlerine gitmek üzere vakitlerini geçirmeye çalışacaklardır. Fakat bazıları böylesi hususî bir kin taşıdığına göre, bunlar yalnızca gardiyan değil, demek ki aynı zamanda polis muhbiridir, özel olarak görevlendirilmişlerdir.

Başka bir zâviyeden baktığımızda ise, “sistem” itibariyle, siyasî tutuklu ve mahkûmların farklı ve özel bir uygulamaya tâbi tutulduğu âşikârdır. Bizler, daha fazla kontrol ve takib ediliriz. Mektublarımız, belgelerimiz, telefon konuşmalarımız dikkatle izlenir. Avukatlarımızla münasebetlerimizde bile durum aynı minvâldedir. En basit izinlerin alına bilmesi dahi büyük meseledir ve günler alır.
Fransa ve Türkiye, evet, birinci olarak Fransa, hemen ardından Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından en çok kınanan iki ülkedir. AİHM “devrimci” bir kuruluş değildir ancak, benim durumum ve maruz kaldığım müşahhas cezaevi şartları hakkında aldığı ve Fransa'yı açıkça kınadığı kararları vardır. Meselâ, beni tüm dünyadan tecrid etmeye ve manevî bakımdan çökertmeye matuf “izolasyon-tecrid” uygulamaları hakkında aldığı kararlar. Böyle bir tecrid uygulamasına ne Avrupa'nın kalan kısmında ne de Türkiye'de rastlanmıştır.

Evet, başka Avrupa ülkelerinde de tecrid uygulaması vardır fakat, yalnızca sınırlı bir zaman dönemine hastır. Öyle, aylarca, yıllarca, onyıllarca sürmez. Fuad Ali Salah isimli birisi var, misâl olarak. Paris'teki birtakım bombalı saldırılardan dolayı tutuklanmıştı. Tam bir tecrid altında şu ân ve 1987'den beri de aynı şartlarda cezaevinde.
Avukatlarımız ise, daimî bir engelleme ve kontrol altındadır. Yılda birkaç kez mâlî teftişe uğrarlar. Özellikle eşim Isabelle, sayısız kez mâlî teftişe, vergi kontrolüne maruz kalmıştır. Yetmiyormuş gibi, sürekli başka bazı şeyler icad ederek, avukatlarımız ve bizim üzerimizde kesintisiz bir taciz politikası tatbik ederler. Eşim meselâ, siyasî değil normal ticarî avukatlık işlerini bile yapamaz hâle getirilmiştir. Gece gündüz telefonla taciz edilir, küfür ve hakaretlere maruz kalır ve bu telefonları dinleyen polisler de elbette müdahale etmez, sorumluları yakalamazlar. Acaba niye? O hâlde bu tacizciler kimdir!?

Kısacası, beni savunmak hiç de kolay değildir.
Maalesef, Venezüella hükümeti de, hem de en üst seviye yetkililer olarak, benim savunmama “yardımcı olmamak” bakımından ellerinden gelenin azamîsini yapmaktadır. Bana yardım etmemek ve savunmamı geciktirmek için daima bir yol bulma gayreti içindedirler. Bunlar, hem dışişlerinde, hem de büyükelçilik çevrelerinde bulunan, kariyer yapmış bürokrat veya diplomatlardır. Benim herhangi bir hakkımı kazanmam yahut hak kaybımın engellenmesi için, şimdiye dek tek bir diplomat veya bürokrat kılını kıpırdatmış değildir. Venezüella Devlet Başkanı seviyesinde bana olan desteğin dillendirildiği doğrudur fakat, bu asla tatbikata aksetmiş değildir.

Kaldı ki, Venezüellalı bu bürokrat kesim, zaten en başta “devrimci” falan değildir ve tek düşündükleri şey, -hepsi ille de bana düşman olduklarından da değil üstelik-, kendilerini “Chavez sonrası” döneme sağ sâlim saklamaktır. Çünkü ne devrime ne de devrimin uzun süreceğine inanmaktadırlar. Ola ki Chavez öldürülürse, sonra geleceklere, “Aman bize ilişmeyin, Carlos'a yardım etmemek için elimizden geleni ardımıza koymadık!” deme hazırlığıdır onlarınki.

Kısacası, şartlar böyle devam ettiği müddetçe, benim ve avukatlarımın durumu pek iç açıcı olmayacak. Bana sadık az sayıda avukatım var zaten. Üstelik, benimle uğraşmaktan dolayı, kendilerine tek kuruş ödenmiş de değil.
Son olarak, burada öyle hastalar var ki, Türkiye'de olsa cezaevi dışında, meselâ bir hastanede tedavi edilirdi. Ancak, bunlar cezaevinde tutuluyorlar hâlâ.

Filistin'de yaşadınız ve yıllarca onun için savaştınız. Kudüs ve Mecsid-i Aksâ'nın ehemmiyeti üzerine neler söylemek isterdiniz?

Kudüs... Filistin'in, hem Müslümanlar hem de Ehl-i Kitab dediğimiz çerçevedeki inananlar için mukaddes topraklar olması bir yana, Yahudî sapkınların, Siyonistlerin gayrimeşrû işgaline karşı tavır almakla tüm insanlığın sorumlu olduğu bir meseledir bu.

Bu yüzdendir ki, Filistin dâvâsına, Arab milletine ve İslâm Ümmetine ihanet eden, yani işgalcilerle işbirliği yapan tüm lafta Müslümanlar yahut lafta İslâm devletleri, bu hainliklerinin bedeli olarak, en ağır biçimde cezalandırılmayı haketmektedirler. Enver Sedat ve benzerleri, buna bir örnektir. Filistinlilerin Siyonist düşman tarafından kuşatıldığı ve imha edildiği bir durumda, bu katil sürüsüyle, bu teröristlerle işbirliği yapmanın bir bedeli olmalıdır elbette. Ki, işgal altındaki o insanların herhangi bir diplomatik ilişkisi, hukukî bir statüsü ve ağır silahlarla mücehhez bir ordusu da yoktur.
Filistin bu sapkın Yahudilerin işgali altında olduğu müddetçe, dünyada herhangi bir “barış” gerçekleşemez! Kaldı ki bu işgal, milletlerarası tüm hukuk kurallarına aykırı bir durumdur. Ortada böyle hukuksuz bir işgal varken, dünyanın herhangi bir yerinde “adalet”ten bahsedilemez!
Her mü'minin birinci vazifesi, bilâhare Filistin'i de hürriyetine kavuşturmak üzere, öncelikle kendi ülkesinde İslâmî bir devrim gerçekleştirmesidir. Bu, esaslı ve önemli bir mevzudur.

Neticede söyleyebileceğim şey, bazı aklıbaşında Yahudilerin dahi itiraf ettiği üzere; İsrail'in varlığı komşularınca asla kabullenilmeyecek; sadece sürekli bir savaş ve komşularına karşı daimî bir askerî zaferle “geçici” olarak yaşatılabilecek bu devletin belli bir zaman sonra sonu gelecek; sonra ise bir daha asla böyle bir devlet vücud bulamayacaktır. İşgalcinin bile bildiğini başka herkesin de bilmesi ve İsrail'in sonunu getirecek olan adımların buna göre atılması gerekmektedir.

Salih Mirzabeyoğlu hakkında “soylu İslâmî mücadelemizin lideri” diye bir tâbir kullandığınızı biliyoruz. Niçin böyle bir tesbitte bulundunuz?

Şimdi elimde onun Başyücelik Devleti adlı eserinin İngilizcesi var. Böylesi bir kitab kaleme almış bir insan için başka ne söylenebilirdi? Bu kitab, üzerinde yorum yapabilmem bakımından, henüz yeni bir eser. Ancak, bir devrimden sonra İslâmî devleti idare edecek olan liderlerin “aydın elit sınıf”tan olması şartı çok doğru ve çok mühim.

Burada mesele şudur bence: Peki, bu “elit”i kim seçecek. Kitabta bu da teferruatlı biçimde anlatılmış.
Evet, bu “seçkin aydınlar” sadece bizim taraftan olmayacaktır, çünkü diğer tarafın da hakikaten seçkin aydınları vardır ve -“işin ehline verilmesi” ölçüsünce- bir zamanlar düşmanımız da olsalar, bunlar da vazife almalı, kendilerine vazife verilmelidir.

Demokrasi meselesi karşımıza çıkmaktadır burada. “Halkın idaresi” gibi albenili bir ifadeyle takdim edilen demokrasi, bugün Batıda ve her yerde, iktisadî gücü, basın gücünü, siyasî nüfuzu ellerinde tutan bir azınlık tarafından kitlelere, sokaktaki insana empoze edilmektedir. Fakat, nedense kazananlar hep kendileri olmaktadır. İşin özü, demokrasi veya halkın idaresi manipüle edilmekte, halkın iradesi hiçbir yerde tecellî etmemektedir. Son sözü söyleyen, daima bu “azınlığın iradesi” olmaktadır.
“Demokratik” Türkiye'yi düşünün. İktidarda olanlar Amerikan müttefikidirler ve sokaktaki halkın Amerikan karşıtı hissiyatı ve protestolarının belirleyici bir neticesi yoktur, son sözü yine iktidardakiler söylemektedir. Demek ki, “demokrasi” sözü veya idaresi, bu bakımdan tam bir aldatmacadır. Olan biten, yine bir “seçkinler idaresi”dir.

Evet, bir “aydınlar idaresi” olmalıdır ancak, demek ki, “doğru fikirler” temelinde, bu idealler ve halkın iyiliği için herşeylerini fedâ edebilecek seçkinlikteki aydın şahsiyetler etrafında teşkilâtlandırılmış bir idare olmalıdır bu. Ne var ki, sadece “doğru fikirler” de yetmez; bu fikirlere uygun teşkilâtın, idarecilerin ve davranışların da bir seçim sistemiyle denetlenmesi gerekir. Salih Mirzabeyoğlu'na katılıyor ve eserini böyle yorumluyorum.

Son bir not olarak; bugünkü “demokratik” sistemlerde, “basın” belirleyici bir rol oynamakta ve kapitalistlerin elinde bu güç, halkı manipüle etmekte, emperyalistlerin ve yönetenlerin çıkarlarına paralel bir yayın yapmaktadır. Şu hâlde, öncelikle “basın”ın millîleştirilmesi gerekmektedir.

Türkiye'nin tarihî misyonunu üzerine alması, bunun gereğini yapması çağrısında bulunuyorsunuz. Türkiye'nin dünya ve İslâm Âlemi bakımından bu tarihî rolü nedir sizce?
Biliyorsunuz, Halifelik bir zamanlar İstanbul'daydı ve Osmanlı Devleti, idaresi altında olan tüm milletlerin kültürlerini, lisanlarını, inançlarını -Sultanın otoritesine saygılı oldukları müddetçe- himâye ediyordu. Bu, kimsenin inkâr edemeyeceği bir hakikattir. O muazzam Osmanlı coğrafyasında, Macaristan'dan yola çıkan bir kişi, Orta Asya'ya, Türkistan'a kadar, yine Somali'den kalkıp Kafkaslar'a kadar, Sultanın sağladığı bir emniyet içinde ve rahatça seyahat edebiliyordu. Ne sınır muamelesi ne vergi ödemesi sözkonusuydu.

Sonra ne oldu? “Her kavme bir devlet” milliyetçiliği kışkırtıldı, “bağımsızlık kazanma” diye bir cereyan alevlendirildi ve sonuçta, güya bağımsız bir sürü devletçik, İngiliz ve Fransız güdümünde kukla yapılar doğdu, gövdesine İsrail diye bir de zehirli kazık çakıldı. Osmanlı'dan güya kurtuldular ama, geçmişin aksine olarak, zalim emperyalistlerin kuklası ve mağduru oldular.
Tüm bu acı hatıralar ve tecrübeler sonrasında, şimdi Türkiye yeniden o tarihî rolü üstlenebilir ve Arabların yahut Ermenilerin yaşadığı türden menfî tatbikatlardan ders çıkartarak; burada yaşanan acı hatıralara saygısını göstererek; Osmanlı'nın daha geçmiş tarihindeki müsbet pratiğini kendinde örnekleştirebilir ve kendi halkının en tabiî hakları yanında bünyesindeki azınlıkların haklarına da saygı gösterici bir yapılanmaya gidebilir. Böylece, tüm İslâm dünyasının göstermeye hazır olduğu bir “konsensüs”le liderlik görevini yeniden devralabilir, bölgesindeki en büyük güç olabilir, yıllardır kendisini mahkûm ettiği o marjinal mevkîden çıkabilir.

Liderlik potansiyeli bakımından Mısır'ı da unutmayalım. Fakat, orada olan bitenler hiç de ümid vaadedici değildir. Saddam Hüseyin de bir dönem böyle bir liderlik teşebbüsünde bulundu. Fakat, malûm olduğu üzere, ülkesi işgal edildi, kendisi de şehid edildi.

Kısacası, hem tarihî tecrübesi hem de aktüel şartlar bakımından, yalnızca Türkiye bu rolün hakkını verebilecek bir potansiyel taşımaktadır.

Üstelik, Doğu Türkistan'dan Bosna'ya kadar çok geniş bir coğrafyada Türkçe konuşulmaktadır ve kültürel bakımdan hepsi Türkiye'ye bağlıdır.

Lâkin, bunun için Türkiye'de öncelikle “millî” bir hükümet olmalıdır; gerek Amerikan müttefiki hükümet olmaktan, gerekse NATO'nun ayakçısı bir ordu olmaktan çıkılmaldır.

Tarih, Türkiye'yi göreve çağırmaktadır!

Irak ve Afganistan'da NATO ve ABD'nin başarılı olabileceğini düşünüyor musunuz?

Irak için konuşmak gerekirse, iktisadî sömürü anlamında ve geride bıraktıkları kuklaları bakımından siyasî anlamda belli bir başarıya ulaştıkları söylenebilir. Ne var ki, bu kalıcı bir hâkimiyet değildir ve kurdurulan hükümet de tüm Irak halkını temsil etmiyor. Kendileri açısından nihaî bir çözüme ulaştıramamışlardır oradaki işgali. Yani şimdiki siyasî durum geçici ve gidicidir.

Afganistan'a gelince... Afgan toprağı tarihte hiçbir zaman yabancılarca fethedilememiştir. Makedonyalı Büyük İskender bile, Afgan dağ ve vadilerinden geçerek Hindistan'a gidebilmek için, oradaki Afgan kabilelerine para ödemek zorunda kalmıştır.

Büyük İskender'in ordusu gibi, yine zamanının en büyük ordularından birine sahib İngilizler bile, Afganistan'da yaptıkları üç büyük savaşı kaybetmişlerdir.
Yine zamanının en büyük, en eğitimli, en güçlü, en teçhizatlı ordularından Sovyet ordusu, Kızılordu da, Afganistan'da Mücahidlere karşı verdiği savaşı kazanamamış, sonunda Afganistan'ı terketmek zorunda kalmıştır.
Şimdi, olanca azametine rağmen Amerikan ordusunu bekleyen de kesinlikle budur.

Amerikalılar, bir kilometre ötede bir Mücahid farkettiklerinde hemen hava kuvvetlerini yardıma çağırıyorlar ve o tarafa uçaklarla, helikopterlerle hava saldırısı düzenliyorlar ki, her bir saldırı milyonlarca dolar demektir. Böyle bir savaş sürdürülemez, böyle bir savaş kazanılamaz.

Kaldı ki, gerek Irak'ta gerekse Afganistan'da istediklerini yapamadıklarını, savaşı diledikleri gibi sonuçlandıramadıklarını, hele Afganistan'da tamamen kaybetmeye başladıklarını söyleyenler de Amerikalıların tâ kendileridir.

*Fazıl Duygun, gazeteci-yazar, Carlos’un Türkiye’deki temsilci gazetecisi

Timeturk

Etiketler: Vladimir Ilich Ramirez Çakal Carlos Fransa İslam Müslüman Latin Amerika

Sahibini arayan rol!
28 Ocak 2010, 00:06
Mustafa Özcan

Bölgede bir rolünü arayan ülke var, bir de rolünün aradığı ülke var. Bu bağlamda ve anlamda, El Ahram Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde çalışan Vahid Abdulmecid’in Türkiye ile alakalı dikkat çekici bir analizi var.

Vahid Abdulmecid, 1950’li yıllarda Cemal Abdunnasır’ın unutulmuş bir sözünü aktarıyor. ‘Bölgede sahibini arayan bir rol var, biz de bu sahibini arayan rolün peşindeyiz…’

Şimdi aynı durumun Türkiye için de geçerli olduğunu söylüyor. Türkiye’nin bölgede rol aramasından ziyade rolün kendisini aradığını ve dolayısıyla ‘sahibini arayan madalya’ örneğinde olduğu gibi bölgede de oynanması gereken bir rol olduğunu ve bu rolün sahibini aradığını ve bu sahibin de Türkiye olduğunu belirtiyor. 1950’li yıllarda Eisenhower’ın bir doktrini vardır ve bu doktrin ‘boşluğu doldurmak’ adıyla anılmaktadır.



Bir bakıma Nasır’la aynı tespiti yapmış gözüküyor. Amerikan başkanları genelde doktrinleriyle birlikte anılır. Carter’ın SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesinden sonra Körfez’le ilgili ortaya attığı bir doktrin vardır. ‘Carter doktrini’ olarak bilinir. 1980’lerin başında vazedilen bu doktrinin özü, Körfez savunmasıdır ya da Körfez’in ABD’nin hayat alanı olduğudur ve bu alan çerçevesinde gerekirse her türlü ihtimali göze alacaklarının ilanıdır. Bir diğer benzeri doktrin ise Truman doktrinidir ve gerekçesi aynıdır yani Sovyet yayılmacılığıdır.

1946 yılında Sovyet Rusya üç ana yönde yayılma çabalarına hız vermiştir. Stalin, İran üzerinden Ortadoğu petrolleri ve Basra Körfezi'yle Hint okyanusu, Türkiye üzerinden Boğazlar’a ve Doğu Karadeniz’e yayılmak istemektedir. Kars-Ardahan’la birlikte Giresun, Gümüşhane ve Bayburt’a kadar olan bölgeyi Sovyet peyki ve aynı zamanda anavatanı Gürcistan’a ilhak etmek istemektedir. İngiltere ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında yorulmuş ve çaptan düşmüştür ve Rus yayılmacılığıyla ancak ABD’nin baş edebileceğini öngörmektedir. Gelişmeler bu çerçevede cereyan eder.

Bundan dolayı İngiltere, 1947 Şubatında Amerikan hükümetine, biri Türkiye ve diğeri de Yunanistan hakkında olmak üzere iki memorandum (muhtıra) verir. Bu memorandumlarda, Türkiye'nin Batı savunması için önemi belirtilerek Türkiye'ye hem ekonomik ve hem de askeri yardım yapılması teklif edilir lakin İngiltere'nin bu yardımları yapamayacağı ve hatta Yunanistan'daki askerlerini dahi geri çekmek zorunda bulunduğu ve dolayısıyla sorumluluğun ABD’ye düştüğü belirtilir.

¥
ABD kararını vermekte gecikmez. Başkan Truman, Amerikan Kongresi'ne 12 Mart 1947 günü gönderdiği mesajında, Türkiye ve Yunanistan'a 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılması için kendisine yetki verilmesini istedi. Bu mesajda, Türkiye'nin toprak bütünlüğünün korunmasının Ortadoğu düzeninin korunması için bir zaruret olduğu belirtiliyor ve Türkiye ile Yunanistan'ın kanat bölgesinde adeta ikiz olduğu ve güvenliklerinin birbirine bağlı olduğu vurgulanıyor. Yardımın Kongre'deki tartışmaları sırasında, Amerikan dışişleri bakanlığı yetkilileri, Türkiye'nin Sovyet baskısı altında bulunmasının, boğazlardan Çin'e kadar olan bütün Ortadoğu ve Asya'yı tehlikeye attığını belirtmişlerdir. Truman doktrini savaş sonrası Amerikan dış politikasında, sonuçları günümüze kadar ulaşan olağanüstü önemde bir dönüm noktası oluşturur. Bunun içindir ki, Truman doktrini karşısında Sovyet basını büyük tepki göstermiştir.

Şimdi bölge Amerikan sonrası döneme hazırlanıyor. Bu dönem yeniden yapılanma ve karılma dönemidir. Burada birkaç oyuncu ülke var. Sayılı Arap düşünürlerinden Burhan Galyon gibilerine göre Arapların genel manzarası fecaat arz ediyor.

Tamamen denklem dışında bulunuyorlar. Ya da savunma pozisyonundalar. Buna mukabil, dost meclislerinde kimi arkadaşların da değindiği gibi sözgelimi Irak’ta İran, nüfuz sahibi iken Türkiye rol sahibi bulunuyor. Lakin denklem süratle Türkiye’nin lehine değişmektedir. Araplar da seyirci düzeyinde bulunuyorlar. Bu bağlamda, Mısırlı düşünürlerden Tarık Bişri bir konuşmasında Ahmedinejad’ı izlediği populist politikalar açısından Nasır’a benzetmiştir. Nejad her ne kadar ateşli hitabet tarzıyla Nasır’a benzese de Nasır’ın ‘bölgede bizi arayan bir rol var’ deyimi acaba iki ülkeden hangisine isabet ve intibak ediyor?

Türkiye’ye mi yoksa İran’a mı?

Vahid Abdulmecid’e göre, İran bölgede rol ararken, rol Türkiye’ye bakmakta, onu beklemekte ve aramaktadır. Dolayısıyla, Nejad Nasır’a benzese de Nasır’ın tarif ettiği rol Türkiye’ye bakmaktadır. İlginçtir, Nasır sonrasında Nasır takımı olarak bilinen Muhammed Hasaneyn Heykel hatta bir derece Fehmi Huveydi gibi isimler de Tarık Bişri’nin analizi doğrultusunda bölgenin yeni Nasır adayı olan Nejad’ın peşine takılmış görünüyorlar.

Galiba Nasır’ın adamları Nejad’ın, rolü de Türkiye’nin arkasında gözükmektedir.

Mustafa ÖZCAN
Anadoluhaber

ÇELEBİ EFENDİDEN 2010 TAHMİNİ: Postmodern iç savaş
02.01.2010 11:07

Sadece bir ayda meydana gelen üç olaya bakmak bile yeter: Erzincan’da cemaat araştırması yapan MİT elemanlarıyla, kapılarına dayanan “terörle mücadele” elemanları birbirlerine silah çektiler. “Bülent Arınç’a suikast hazırladıkları” iddiasıyla gözaltına alınan subaylarla ilgili ihbar ve araçların plakaları ABD’den açılan bir telefonla verildi. Ve ay sonunda Cumhuriyet düşmanı güçler olası bir iç savaş strateji ve taktiklerinin bulunduğu yerlerine girdiler. Siz hâlâ bir iç savaşın tankla, topla, tüfekle mi cereyan edeceğini sanıyorsunuz? Şu an iç savaşın düşük yoğunluklu bölümündeyiz, gerisini de yaşayarak göreceğiz.

Sanki başkasının ordusunu sarakaya alıyor
Bülent Arınç, gazetecilerin “kozmik oda” ile ilgili soruları üzerine “Sen ‘kozmik oda’ diyorsun, yolda birisi bana ‘Kozmetik odada ne var ne yok?’ diyor” demiş. TSK’nın komutanları için de bir zamanlar “ iyi ki bu adamlarla savaşa girmemişiz” demişti. Rabbim her ülkeye böyle dirayetli bir Başbakan Yardımcısı ihsan eylesin, amin.

Yalancının mumu
2009 yılı medyada yalan haberciliğin “altın yılı” oldu. Dezenformasyonun zirvesi telefonla helikopter düşürme olayıydı; ondan sonra yalancılık inişe geçti. Yılın son günü garnizonun şoförünü, aşçısını, marangozunu, elektrikçisini “takipçi ajan” ilan etmeye kadar düştü. 2010’da bu yalan makinelerinin artık kendi taraftarlarını bile uyutamayacaklarını umuyorum.

Gemiciğe selam, sadakaya devam
İktidarın saltanat masrafları yüzünden bütçe şişince 2010’a halkın belini bükecek zamlarla girdik. Öte yandan hükümet günlerdir direnen Tekel işçilerinin çalışma süresini 10 aydan 11 aya çıkardığını açıkladı. Yeni yılda buna karşı sürecek olan işçi mücadelesinin “sadaka ekonomisi zihniyetini” çökertmesini diliyorum.

Organ mı kaldı?
Abdullah Gül, “yeni yıl vesilesiyle” yasama, yürütme ve yargı organlarının başkanlarının katılacağı bir toplantı yapacağını söylemiş. Bu üç kuvvetin, hatta dördüncü kuvvet sayılan medyanın da başı artık Erdoğan sayıldığına göre, bir tek onunla toplansa yeter!

Böbürlenme padişahım, senden büyüğü de var
Başbakan her konunun daniskasını bildiği gibi, Kasımpaşalılıktan olsa gerek, külhanbeylikte de kendini alternatifsiz sanıyordu. Ama Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir çıkıp “Meşe ağacının hangi dalı nerenize battı sayın hükümet?” dedi ve ardından da has…tiri basıverdi. Erdoğan artık “öfke belagati” açısından dağarcığı çok geniş bir rakiple karşı karşıya; hem de açılım için ittifak yaptığı siyasi hareketin temsilcisi olan bir rakiple.

Odatv.com

Küreselleşmeden Yana Taraf Olanların Çaresizliği
Mehmet Uğur Civelek
Dünya Gazetesi

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody's Türkiye'nin kredi notunu Ba3'ten Ba2'ye yükseltmiş. Bu kararın gerekçesi ise mali şokları emebilme kapasitesine olan güvenin artması olmuş.

Görünüşe bakılır ise söz konusu değerleme kısa vadeli, aşırı iyimser ve spekülatif karakterli beklenti yönetimine destek verilmiş, eğilimlerin sürdürülebilir olmadığı yanı sıra yaşananların ekonomiye verdiği tahribat dikkate alınmamış; bazı kesimlerden yana taraf olunmuş...

Sürdürülebilir olmayan durumlarda geçmişte yaşananlar ile orta vadeli gelecekte yaşananların belli bir devamlılık arz etmesi mümkün değildir, eğilimlerin değişmesi kaçınılmazdır. Böyle olduğu için belirsizlik ve kırınganlık artar, güvensizlik büyür, özetle söylemek gerekir ise sistematik risk artar.

Kredi değerlendirme kuruluşları da diğer kurumsal yapılar gibi sistemin bir parçası olduğu ve sürdürülebilir olmayan durumlarda kendi kendisini de etkileyeceği için olması gereken tarafsızlığı kaybeder olumlu olan gelişmeleri görür, olumsuz alanlara karşı duyarsızlaşır, artan zaafları nedeniyel siyaseten yönlendirilebilir hale gelir ve kademeli olarak itibar kaybederler.

Bugün itibariyle uluslararası kredi değerlendirme kurumları sistemden ve kısa vadede kırınganlığın artmasını engelleyen aşırı iyimser eğilimlerden yana taraftır, diğerleri gibi sorunları görmezden gelerek günü kurtarmaya çalışmaktadır.

Küresel sorunlar ağırlaşır iken küreselleşme lehine taraf olan kurumlara ve kamuoyuna ilan ettikleri analizler ile değerlendirmelere ne kadar güvenebilirsiniz?..

Sürdürülebilir olayan eğilimler en güçlü ve onlardan yana taraf olanlara da telafisi imkansız bir şekilde yıpratır, korkuları büyütüp çaresizliği artırır, adalet ve demokrasi gibi kavramlar yozlaşır. Varlığını koruma içgüdüsü bu süreçte belirleyici olur, görüntü ile gerçek farklılaşır.

Bu aşamada sormak gerekiyor, eğer Türkiye'nin mali şokları eritebilme kapasitesine olan güven artıyor ise küreselleşmeden yana taraf olanlar neden IMF diye ısrar ediyor?

Yoksa bu kesimlerin dile getiremediği gerçek kanaatleri tam aksi yönde mi?

Para ve maliye politikasının etkinliği, yapısal sorunlar ağırlaştıkça artar mı, yoksa azalır mı?

Rekabet koşulları olumsuzlaştıkça faaliyet gelirlerinin azalması ve devamında ekonominin daralması mevcut uygulamalarla aşılabilecek bir sorun mudur?

Eğer öyle değil ise mali şokları emebilme kapasitesine olan güven nasıl artıyor olabilir?..

İki yüzlülük ve riyakarlığı vurgulamak adına benzer nitelikteki soruları çoğaltmak mümkün, ancak şimdilik bu kadarı yeterli...

Türkiye ekonomisine ilişkin endişeler büyüyor ve korkular artıyor; bunların kısa vadedeki etkisini sınırlamak adına bir çeşit doping yapılıyor.

2009 yılında mali sektör ve kamu kesimi suni teneffüsle ayakta tutulmuş, para politikası iyice gevşetilmiş, faizler düşürülmüş; bu sayede varlık değerlerindeki tahribat kontrol altına alınmış, bütçe açığındaki anormal büyümeye rağmen kamu finanse edilmiş, paniğin büyümesi önlenmiş. Bugün için kısa vadeli faizler yüzde 6.5, reel faizler sıfır düzeyine inmiş ve önümüzdeki altı ayda enflasyon artacağı için negatife ineceği biliniyor.

Bütçe açığı yüksek düzeyini koruyup, kamu borç yükü arttıkça sıkıntının büyüyeceği ve gelişmelerin kontrolden çıkacağı biliniyor.

2010 yılı brüt dış borç ödemesinin 116 milyar dolar düzeyinde olması ve özel sektörün taşıdığı kur riskinin 70 milyar dolar seviyesini aşması, döviz kurunda çok ciddi bir enerji birikimi olduğu anlamına geliyor. Diğer taraftan eriyen faaliyet gelirleri, yükselen zorunlu ihtiyaç maddesi fiyatları kamu kesimi ve mali sektör için iyi şeyler söylemiyor.

Ekonomi dalgalı bir şekilde daralacak, bütçe ve kamu finansman ihtiyacı büyüyecek ve sorunlu krediler tırmanacak. Bu tabloya bakarsanız Türkiye'nin mali şokları emebilme kapasitesi taban yapmış gibi görünüyor, hal böyle olunca aksini düşünüp güveni artmış gibi davrananları mercek altına alıp incelemek gerekiyor!...

Kendilerini küreselci olarak tanımlayanlar daha önce almış oldukları pozisyonların kölesi durumunda ve bugün yanlış olduğu bilinen söz konusu pozisyonları korumak adına kimsenin almak istemediği riskleri almak zorunda kalıyor.

Güçleri tükenme sınırına yaklaştığında onları bu duruma düşürüp yönlendirenler mevcut politikaların değişmesini önlemek adına şapkadan tavşan çıkarıyor, başka bir kaleyi kullanıyorlar. Sonuçta beklentiler yolu ile piyasalar yönlendiriliyor, bu saatten sonra ekonominin nereye gittiğine bakılmıyor.
Toksit kağıtlara AAA notu nasıl verildiyse, Türkiye'nin kredi notu da aynı hiyerarşi içinde yapay olarak günü kurtarmak ve mevcut tercihlerin değişmesini önlemek adına yükseltiliyor. Kendini bu oyuna kaptıranlar, gerçeklerden kopuyorlar ve orta vadede evdeki hesaplarının çarşıya uyması imkansızlaşıyor. Ne ekerlerse onu biçeceklerini unutuyorlar!...

Ne dersiniz küreselciler birbirlerine güveniyorlar mı?

Eğer öyle ise gelişmiş ekonomilerde bankalar arası işlemlere devlet güvencesi neden getirildi ve hala kaldırılamadı?

Küreselleşme ve bundan yana taraf olanlar yıpranıyor, günü kurtarmaya çalıştıkça ekonomik daralma potansiyelini derinleştiriyor ve geniş kesimler nezdinde itibar kaybetmeye devam ediyorlar.

Güç dengeleri değişiyor, sürdürülebilir olmayan eğilimlerin bilinen sonuçları taksit taksit önümüze geliyor; gelecekte de her şeyin eskiden olduğu gibi devam edeceği gibi yanlış varsayıma itibar itibar edenler büyük hatalara yenilerini ekliyor...

Ortak aklın kullanımını engelleyecek düzeydeki korkunun ecele faydası olamayacağını hep unutuyorlar...

Yusuf Kaplan
Yeni Kıta Amerika'nın Keşfi Avrupa İçin Ne Anlam İfade Ettiyse

Önce Şam'da yakınlarda yaşanmış anlamlı bir anekdot aktarayım: Yaklaşık 10 kişilik bir Türk grubu, Şam'ın otantik mutfağıyla ünlü seçkin büyük lokantalarından birine girdiklerinde, lokanta sahibi, lokantada bulunan herkesi, 1 dakikalık saygı duruşunda bulunmaya davet eder. Ve herkes hiç çekinmeden, homurdanmadan, aksine seve seve ayağa kalkarak lokantalarını “teşrif eden” Türk grubuna 1 dakikalık saygı duruşunda bulunur.

Bu bizzat yaşanmış anekdotu, Suriye'deki kültür elçilerimizden sevgili Sıddık Yıldırım kardeşim anlattı; Şam'a Şamlı yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, televizyoncular ve işadamlarıyla, bağrında Şam'ın manevî ve tarihî mimarlarını barındıran Kasiyon Dağı'nın tepesinden, zirve noktasından doyasıya baktığımız, bol bol Humus-Trabzon esprileriyle kardeşliğimizi perçinlediğimiz, derinleştirdiğimiz, Şam semasına nakşettiğimiz nezih bir Şam lokantası akşamında…

Şundan kesinlikle emin olabilirsiniz: Bu tür anekdotlar, hâdiseler, el-ân Suriye'nin, Suudi Arabistan'ın, Körfez'deki Arap ülkelerinin, Mısır'dan Fas'a kadar Kuzey Afrika'daki Müslüman ülkelerin hepsinde de yaşanıyor… Ve Arap dünyasında sadece halklar değil, Marksist, milliyetçi ve tabiî İslâmcı aydınlar, sanatçılar, yazarlar ve düşünürler arasında da şöyle bir efsane dilden dile anlatılıyor, aktarılıyor: “Eğer Tayyip Erdoğan, Türkiye'de seçimi kaybedecek olursa, Suriye'de, Mısır'da, Fas'ta ve sözkonusu diğer ülkelerde adaylığını koysa, kesinkes başbakan seçilir.”

Bu elbette ki, olacak iş değil. Bunu da, yazının başında aktardığım anekdotu da, Türkiye'nin son yıllarda başta Suriye, Irak, Lübnan, Filistin ve diğer Arap ülkeleriyle gerçekleştirdiği derin ilişkilerin Arap dünyasında nasıl aksülamel bulduğunu göstermek için aktardım, sizlerle paylaştım.

Gerçekten de Türkiye, son birkaç yılda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ve münhasıran da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun kimi zaman ortaklaşa, kimi zaman kişisel gayretleriyle gerçekleştirdikleri dış politika açılımının, Türkiye'nin, dolayısıyla İslâm dünyasının dünyanın geleceğinin şekillenmesinde bizim tahmin edebileceğimizin çok ötesinde büyük ufuklara, atılımlara imkân tanıyabileceğini henüz bütün boyutlarıyla idrak edebilmiş durumda değiliz.

Yeni Kıta olarak adlandırılan Amerika'nın keşfi, Avrupa için ne anlam ifade etmiş ve ne tür bir fonksiyon icra etmişse, şu ân bizim için “yeni kıta” sayılabilecek, medeniyet iddialarımızı terkettiğimizden, yönümüzü, rotamızı yitirdiğimizden bu yana zoraki olarak “kayıp kıta” hâline getirmeye, unutmaya çalıştığımız İslâm dünyasının, münhasıran da Arap dünyasının keşfi aynı anlamı ifade ve benzer bir fonksiyonu icra edecek…

Bize gösterilen bu derin teveccühün, samîmî sevginin ve saygının yalnızca Türkiye'nin son yıllarda Arap dünyasıyla kurduğu derin, samîmî, dürüst ve sonuç alıcı ilişkilerin sonucu olduğunu düşünmek basit, yanıltıcı bir yaklaşım olur.

Çağımızın en büyük tarihçilerinden Fernand Braudel'in önemli bir tespiti var. Üstad, “Bir insanın, bir toplumun hayatındaki en uzun ömürlü şey, kolektif hafızadır” der. Bizim Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'dan oluşan Osmanlı coğrafyasında yaptığımız tarih, kendiliğinden sona ermiş bir tarih değil; düvel-i muazzama denen İngilizlerin, Rusların, Fransızların ve İtalyanların uzun zamana yayılan saldırgan, sömürgeci, emperyalist stratejilerinin ve politikalarının ürünü olarak durdurulan, sonra da cumhuriyet döneminde unutturulan, yok sayılan, üstü örtülen, dünyanın büyük kaosların, katastrofların eşiğinden geçtiği şu dondurucu, boğucu, yok edici kış mevsiminden herkesi kanatlandırıcı, herkesi bağrına basıcı, herkese güller sunucu bir bahar mevsimine nasıl geçebileceğimizin köklü, asil ve hâlen taptaze ipuçlarını barındıran esaslı bir tarih; geleceğin tarihi bu; geleceğin tarihini şekillendirecek dinamikleri, barışı, adaleti, hakkaniyeti, vicdanı, ahlâkı, estetiği, kısacası anlam haritalarını yeniden bütün insanlığa sunabilecek ama inatla, ahmakça ve insafsızca üstü örtülmeye, bastırılmaya, yok sayılmaya çalışılan fakat hâlâ yaşayan, her gittiğimiz yerde bizimle dolaşan, bizim peşimizi bırakmayan, her yerde izleri, ruhu, dinamizmi karşımıza çıkan canlı, capcanlı bir tarih bu.

İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci büyük krizi aşmamızı mümkün kılan medeniyet kurucu ve medeniyeti koruyucu küresel bir rol oynamamızı mümkün kılan, öncü, önaçıcı, önderlik edici köklü bir tecrübe… O yüzden, İslâm dünyasında attığımız her adım, bu tarihî tecrübenin içtenliği ve derinliğiyle doğru orantılı olarak kat be kat yankılanıyor…

Yenişafak

Türkiye İçin Şok Senaryo!
02 Şubat 2010, 14:42 Anadolu Haber

Stratejik araştırma kuruluşu Stratfor'un, Türkiye için tahminde bulunduğu korkunç senaryo.

Bazı çevrelerde “gölge CIA” olarak da nitelenen ABD’nin en etkili stratejik araştırma kuruluşların Stratfor, Karabağ’ın I. Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olan Bosna krizine benzer bir uluslararası etki yapabileceğini öne sürerek, Türkiye’nin de kendisini her an muhtemel bir Karabağ çatışmasının ortasında bulabileceği tahmininde bulundu.

KARABAĞ ÇATIŞMASIYLA KARŞI KARŞIYA

Türkiye, Rusya ve İran gibi bölgesel güçlerin hiç istemedikleri halde bir Karabağ çatışmasının ortasına sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu savunan Stratfor’un siyasi analistlerinden Marko Papic, “Olaylar kontroldan çıkabilir. Türkiye, Rusya veya İran kontrolden çıkmasını istediği için değil, Azeri-Ermeni çatışmasının 1914’te Bosna’da çıkan yerel bir savaşın bir dünya savaşına dönüşmesine benzer bir etki yapma ihtimalinden dolayı bu böyle” yorumunu yaptı.

RUSYA TÜRKİYE'Yİ KENDİNE ÇEKİYOR

Türkiye, Rusya ve İran’ın kendi ellerinde olmayan bir nedenle kendilerini bir çatışmanın ortasında bulabileceğini iddia eden Stratfor uzmanı, “Bu bölgesel güçlerin kendi aralarındaki ilişkilerin gelişimi de Azerbaycan ile Ermenistan’a bağlı olarak değişecek” diyerek şöyle devam etti: “Rusya’nın çıkarları başından beri, bu çözümü zor soruna Türkiye’yi de dahil etmek. Türkiye bu yüzden bölgede zaman ve enerji kaybediyor. Rusya ise rahat hissediyor. Ermenistan’ la Azerbaycan’ın Türkiye’ye doğru yönelmesinin kendisi konumunu etkilemeyeceğini düşünüyor. Bu arada Türkiye ile Ermenistan arasındaki görüşmelerden rahatsız olan Azerbaycan ise yavaş yavaş Rusya’ya doğru sürükleniyor.”


Coni’nin Türkiye Rüyası: ‘Hazır olun 2012 Nisan’da Türkiye’deyiz”
06 Şubat 2010 Cumartesi 17:36

Avazturk.com okuyucularına bir yazımda

“2010 ile birlikte her senenin rakamının Türkiye için hayati bir önem taşıyacağı bir döneme girdik. Sizlere önümüzdeki bir yazıda da 2012 ile ilgili somut bir ABD senaryosunu aktarmaya çalışacağım ”demiştim. Artık bunu da sizlere aktarma zamanı geldi.

Önce,Zaman gazetesinde çıkan CİA’nın yan kuruluşu ABD’nin stratejik araştırma merkezi Stratfor ile ilgili habere göz atalım.

“Amerikan siyasi analiz şirketi Stratfor'un, 2010-2020 dönemi tahminlerinde, Türkiye'nin ‘güçlü ordusu ve ekonomisiyle gelecek 10 yılda da kendine güvenen bölgesel lider olarak ortaya çıkışını sürdüreceği ve bölgede hakim güç haline geleceği’ belirtildi.

ABD'nin çekileceği Ortadoğu'nun 1. Dünya Savaşı'ndan bu yana ilk kez kendine yeterli bir bölgesel güç dengesini geliştireceği öne sürüldü.

Stratfor, her 5 yılda bir çıkardığı ‘10 yıllık tahminler’ raporunu yayımladı. Buna göre, ‘gelecek 10 yılda radikal İslamcıların saldırıları devam etse de, ABD ile 'cihatçılar' arasındaki savaş yatışacak ve bölgedeki iki büyük savaş, 2020'ye kadar sona ermese de büyük ölçüde etkisini yitirecek.’ Ortadoğu'da İran, Afganistan ve Irak 2020'ye kadar gündemdeki yerini koruyacak; ancak bölgedeki "tanımlayıcı" konular arasında olmayacak.

Gelecek 10 yılda çok daha önemli olacağını öngördüğü iki ülke olarak Türkiye ve Mısır'ı işaret eden raporda, ‘Türkiye, güçlü ordusu ve ekonomisiyle kendine güvenen bir bölgesel lider olarak ortaya çıkıyor. Bu gidişatın devamını ve Türkiye'nin bölgedeki hakim güç olarak çıkışını görmeyi bekliyoruz. Gelecek 10 yılda Türkiye'nin gücü ve etkisindeki büyüme, ABD ile 'cihatçılar' arasındaki savaşın dineceğinden ve İran konusundaki dönüşümden emin olmamızın bir nedenini oluşturuyor. Akdeniz ve İran, hatta Kafkaslar ve Orta Asya arasındaki dinamikler, Türkiye'nin yeniden ortaya çıkışıyla tanımlanacak.’ denildi.”

Şimdi burada bir duraklayalım buraya kadar söylenenleri size kısaca tercüme edelim;Neo-Osmanlıcılık iş de bu.Haberi okumaya devam edelim;

“Türkiye'de kaos ihtimali iddiasına yer verilen raporda, ‘Tabii ki Türkiye, her ortaya çıkmakta olan güçte olduğu gibi, bu süreçte çok büyük iç gerilimler hissedecek. Türkiye için derin fay hattı, Atatürkçü gelenekle İslami gelenek arasındaki ilişki. Bu durum, ülkeyi kaosa sürükleyerek bu tahminleri boşa çıkarabilir. Bu mümkün olmakla birlikte, krizin, her ne kadar acı ve stres içinde geçse de gelecek 10 yılda idare edileceğini düşünüyoruz.’ yorumu ileri sürüldü. “

Bir es daha, şimdi anladınız mı? Cami bombalama senaryolarını.Peygamberlik yakıştırmaları altında “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali İslam’ı kullanarak sağa sola saldırılar ve “sen misin daha iyi Müslüman ben miyim” tartışmalarını.Emine Erdoğan üstünden yeniden alevlendirilen başörtüsü tartışmalarını ve TSK’nın geldiği noktayı.

Okumaya devam;

“Mısır'ın da 2020 yılına kadar, sınırları ötesindeki gelişmelere etkide bulunma kapasitesinden yoksun olduğu dönemden sıyrılacağının savunulduğu raporda şöyle devam edildi:

Washington Bölgeden Çekilecek

‘Mısır da, Türkiye gibi laiklik ile İslam arasında sıkışıp kalmış durumda. Bununla birlikte, Türkiye'nin yükselişi sürdükçe, Ankara ucuz işgücü ve ihracat pazarı için büyük bir kaynağa ihtiyaç duyacak. Bu sonuç, Mısır açısından hem kendine hem Türkiye'ye katkıda bulunabileceği bir etkiyi doğuracak. Bu karşılıklı destekle, sadece Mısır'ın pasifliğinin sona ermesini değil, Mısır ile diğer bölge ülkeleri arasındaki sürtüşmenin artmasını bekliyoruz. Özellikle, İsrail, güçlü Türkiye ve yeniden ortaya çıkmakta olan Mısır arasındaki dengesini koruyacak yolların arayışı içinde olacaktır. Bu, onun dış ve iç politikalarını şekillendirecek.’

Raporda, ‘bölgeden çekilmeye istek duyan ve Türkiye, Mısır ve İsrail arasında güç dengesinin ortaya çıkmasından mutlu olacak olan ABD'nin de, her bir ülkenin bağımsızlıklarını koruyarak, bölgesel dengenin kurulmasında rol oynayacak güce sahip olmasını teminat altına almaya çalışacağı’ öne sürüldü.

Radikal hareketlerin etkisini sürdüreceğinin iddia edildiği ve bunun ne Türkiye ne Mısır ne de İsrail'in çıkarına olduğunun belirtildiği raporda, ‘Washington'ın, bölgede sorumluluğu ve gücü devrederek aradan çekileceği ve silah satışları, ekonomik teşvikler ve cezalarla durumu idare edeceği’ ileri sürüldü. Raporda, ‘1. Dünya Savaşı'ndan bu yana ilk kez bölge, kendine yeterli bir bölgesel güç dengesini geliştirecek.’ ifadesi kullanıldı.

İran konusunun da gelecek 10 yıl içinde kontrol altına alınacağının öne sürüldüğü raporda, ‘Bu, askerî yolla mı, İran'ın izole edilmesiyle mi, mevcut ya da yeni bir rejimle siyasi bir düzenlemeye gidilmesiyle mi olur, bu net değil. Ancak bölgede büyük bir oyuncu olacak temel güce sahip olmayan İran, kontrol altına alınacak.’ ifadesi kullanıldı.”

Güvenlik kaynaklarına göre, bahar aylarında ABD-İsrail işbirliği ile İran’a bir hava saldırısı bekleniyor. Uzmanların son günlerdeki yaptığı değerlendirmelerdeki bir ortak noktada, “İran’a karşı yürütülecek bir harekatta ,ABD 1 Mart tezkeresindeki gibi işi şansa bırakmak istemiyor.Onun içinde AKP-Genelkurmay işbirliği ile TSK’da gerekli düzenlemeler yapılıyor.”

Şimdi gelelim 2012 yılına. Türkiye, Afganistan’daki NATO gücüne şimdilik muharip güç vermiyor ama önemli destek sağlıyor. Türkiye’nin Afganistan’da askeri gücünün yanı sıra önemli bir de iş ve yatırım gücü var.

Son günlerde Afganistan’dan Türkiye’ye hasret gidermek için dönen iş adamı ve mühendislerden kulaklarınıza inanmayacağınız iddialar duyuyoruz. İddialara göre, Afganistan’daki Türklerin sıkıntısı büyük. Nedeni ise şu, “Amerikalı asker ve işadamları ağız birliği etmişçesine Türkleri her gördükleri yerde ‘hazır olun 2012 Nisan’da Türkiye’deyiz” diyorlarmış. Bunu yemin ederek dahi anlatanlar var. Peki bunlar Ankara’daki yetkili makamlara iletiliyor mu? Aldığımız cevap “gücümüz yettiği yere kadar ama bildirmekle kalıyoruz.”

Şimdilik bunları sarhoş, serseri kendini bilmez, ukala Amerikalıların sözleri olarak kayıtta tutuyoruz.Ama unutmayın ki bunlar değil mi bizim devamlı gözümüze büyük Kürdistan haritasını sokan?

avaztürk

Türkiye ABD'nin Yeni Truva Atı
Bahir Salih
Kuds Ül Arabi
(Çeviri : Radikal)

Türkiye’nin son tutumları ve İsrail’le ilişkileri insanı dehşete düşürüyor.

Bir yandan Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Gazze saldırıları sebebiyle İsrail’i düzenli olarak eleştiren ateşli açıklamalarını, Müslüman liderlerin Gazzelilere dair tutumlarını eleştirdiğini, bazı vekillerin Filistin konvoya katılımını desteklediğini, kendisinin ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ankara’yı ziyaret eden İsrail Savunma Ehud Barak’la görüşmeyi reddedişini görüyoruz.

Diğer yandan Barak’ın ziyaretinde iyi ağırlandığını, dışişleri bakanı, savunma bakanı ve genelkurmay başkanıyla görüştüğünü biliyoruz. İsrail ve Türkiye bu ziyaretin ardından özellikle askeri işbirliğinin sürdüğünü teyit etti.

Savunma Bakanı Vecdi Gönül’se, iki ülkenin ortak çıkarlara sanip olduğunu ve başka ortak savunma projeleri olacağını açıklıyor.

Türkiye İsrail’den 180 milyon dolarlık 10 insansız uçak almak için anlaşma imzalıyor. Likud milletvekili Eyüp Kara başkanlığındaki bir İsrail heyeti esir İsrail askeri Gilat Şalit’in değişimi anlaşması için Türkiye’ye geliyor.

Davos seçim zaferi getirdi

Diğer yandan İslamcı köklere sahip AKP başörtüsünü ve bazı İslami görüntüleri savunurken, İslam Konferansı Örgütü içinde kalmakta kararlıyken ve İslam dünyasında yakınlaşırken, Türkiye Afganistan’daki NATO güçlerinin komutasını devralıyor.

Ankara, ABD’nin Irak’a saldırmak için kullandığı İncirlik üssüne de kucak açıyor. Hatta Türkiye ve ABD stratejik ortak olmakla övünüyor.

Tablo net değil.

Türkiye İsrail’e karşı mı? Arapların ve Müslümanların yanında mı? Yoksa İsrail’le koalisyon kurup başka hedefler için İsrail karşıtı mı görünüyor?

Kişiliğini kaybedecek derecede pragmatist mi?

İnsan Türkiye’nin rengini ve tadını anlayamıyor.

Aslında mesele basit, ancak taşların yerine konması gerekiyor. AKP İslamcı yapısını koruyor, çünkü kendisini İslam iktidara getirdi.

Fakat birçok kez laik cumhuriyetin ilkelerini ortadan kaldırmaya çalışmadığını açıkladı. Bu nedenle seçim savaşına girmeden önce İslamcı tabanını yükselten bir tiyatroya başvuruyor.

Erdoğan’ın, partisinin kazandığı yerel seçimlerden önce Davos’ta ortaya koyduğu dramatik sahne buna örnek gösterilebilir. Partinin yerel düzlemdeki politikası, İslami eğilimlere sahip halkçı tabanını korumak olarak özetlenebilir.

Bölgesel ve uluslararası alandaysa, Türkiye ABD’nin iyi bir müttefiki gibi davranıyor. ABD Türkiye’ye İslam dünyasının hassas bölgelerinde Amerikan hegemonyasını güçlendirebilecek önemli bir İslam ülkesi olarak bakıyor.

Türkiye bu misyona ehil. Zira stratejik konumu, köklü tarihi, Arap ve İslam dünyasıyla bağları, İslam örtüsü altında yönetilen laik sistemi, enerji hatlarına evsahipliği yapması Türkiye’yi etkili rol oynayabilecek bir güç kılıyor.

Kahire ve Riyad artık güvenlir değil

Mısır’daki Hüsnü Mübarek yönetiminin sona yaklaşmasının, Suudi Arabistan’ın ABD planlarına destek olmakta tereddüt etmesinin, Suriye’nin zayıflığının ve ABD’nin Irak’la Afganistan’daki krizinin gölgesinde, Washington Ankara’ya olan ihtiyacı arttığı için bu ülkeyi Ortadoğu’da daha etkin rol oynamaya sevk etti.

ABD Erdoğan’ı ve Gül’ü, İsrail’le Suriye dolaylı barış görüşmelerinde arabuluculuk rolü oynamaya, Afganistan’da NATO’yu komuta etmeye ve Ermenistan’la ilişkilerini doğallaştırmaya teşvik etti.

ABD ayrıca, Ortadoğu planlarında kendisini temsil etmesi için Türkiye’yi İslam dünyasına yaklaşmaya sürüklüyor ki, bu dünyaya girişin ana kapısı Filistin meselesidir. Başka hiçbir
ülke somut ve hatta söylemsel tutumlar ortaya koymazken, Türkiye Filistinlilere özlem
duydukları ateşli konuşmalarla yaklaşıyor.

Türkiye kendisini Filistinliler ve Araplar nezdinde iyi lanse etti; ABD’nin Filistin tarafından daha fazla ödün almak veya zorlukları azaltmak için ihtiyaç duyduğu Ortadoğu projesinde kabul edilir bir arabulucu haline geldi.

Filistinliler çok aldatıldı

Türkiye diğer yandan da silah anlaşmasıyla, arabuluculukla ve hatta belki Şalit’le İsrail’in elindeki Filistinli esirlerin değişiminde aracılık yaparak Tel Aviv’le ilişkileri güçlendiriyor.

Böylelikle ABD’nin İslam dünyasındaki planlarında bir değirmen taşı haline geliyor. Filistinliler veya Müslümanlarsa duygularına dokunan sözlerden başka bir şey görmüyor.

Özetle Türkiye ABD’nin bindiği yeni bir at.

ABD Başkanı Barack Obama’nın Erdoğan’ın Washington ziyareti sırasında yaptığı açıklamalar bu yöndeydi.

Obama,

“İran’ın yürüdüğü yoldan döndürülmesinde Türkiye’nin önemli rol oynayabileceğini düşünüyorum”

diyordu. Müslümanlar Türkiye’nin bölgedeki Amerikan çıkarlarını hayata geçirmek için oynadığı şaibeli role boyun eğmemeli, işleri birbirine karıştırmamalı. Liderlerin saptırma ve aldatmacalarına çokça maruz kalan Filistinliler, Türk yöneticilere karşı başkalarından daha dikkatli olmalı.

Kaynak: Radikal,

Büyük “İrtica” Senaryosu!..
Müyesser YILDIZ
muyesseryildiz@avazturk.com

19 Şubat 2010Cuma
Ahmet Taşgetiren üstat, ortaya şöyle bir cephe koyuyor; “CHP, Yargıtay, Danıştay, YARSAV, HSYK, Barolar Birliği, Başsavcılık ve MHP”…Keşke karşı cepheyi de sıralasaydı; “AKP, 2. Cumhuriyetçiler, Cemaatçiler, ABD, AB, Avrupa Konseyi, AİHM, Barzani, Talabani, Papandreu, Hristofyas” gibi!..

Nedir bu? Liboş cephenin öncü ismi, eşi AKP Milletvekili İhsan Dağı’nın söylediği gibi, “Yüz yıllık bir mesele”…Dağı’nın, dahiyane(!) çözüm önerisi ise şu; “Uluslararası dinamikler olmaksızın, Ankara sultanları yerinden oynatmak mümkün değil…Bu da ancak Türkiye’yi AB'ye demirlemekle olur.”

Dağı’yla aynı gazetede kalem oynatan cemaatin önde gelen ismi Hüseyin Gülerce de ondan farklı düşünmüyor; T.C.’ye sahip çıkanları “Cumhuriyetin ağaları” ilân ediyor…Ama T.C. karşıtı cepheye, “Manda veya cemaat ağaları” demeye dili varmadığından, “demokrasi cephesi” yıldızını takıyor. Bu “son viraj”mış, “beraberlik ihtimali yok”muş ve “statüko kaybedecek, demokrasi kazanacak”mış!..

Soros’un temsilcisi de, “Eski rejimin son kalelerinden biri daha yıkılıyor” diye ellerini ovuşturuyor…

Ne işbirliği ama?!..ABD, bu son yıkımın neresinde diye merak ediyordum. Hürriyet’ten Tufan Türenç yazdı. İliç İlçesi’ndeki bir altın madeni işinde ABD varmış ve ortağı AKP’ye yakın kişilermiş. Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in bu konuda hazırladığı dosya, fincancı katırlarını iki kez ürkütmüş.

Yargı depremine yol açan olaylarda da büyük bir “ittifakın kurgusu” ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. Dursun Çiçek imzalı olduğu öne sürülen İrtica Eylem Planı, Taraf Gazetesi’nce ortaya çıkarılmadan aylar önce Fethullah Gülen’in, “Bize komplo kurabilirler” öngörüsünü düşünün…Bir de Başbakan Erdoğan’a çok yakın olan Sanayi Bakanı Nihat Ergün’ün, Erzincan olayı patlak vermeden çok önce, İrtica Eylem Planı için “Belki bunun çapı genişleyecek” demesini…
Galiba Erzincan, o “kurgu”nun son noktası!..Bunu nereden mi çıkarıyorum. AKP’lilerin konuşmalarından…Erzincan’daki soruşturmaya A’den Z’ye, hem de çok çok önceden vakıf oldukları öyle belli ki!..

Somut bilgiler de akıyor. Özetleyeyim; Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner daha işin başında, soruşturma için 81 il emniyetine yazı yazıp, yardım ister –gizli saklı iş çeviren biri bunu yapar mı?- . Bir Emniyetçi, “Bu nedir?” diye sorup, soruşturur, neticede konu hükümete kadar intikal ettirilir. Cihaner’e karşı “yargı operasyonu” başlar. Ama eller hala güçlü değildir. Ne zaman ki, “İrtica Eylem Planı” ortaya çıkar, işte ondan sonra Bakan Ergün’ün ifadesiyle, “İşin çapı genişlemeye” başlar. Olaya resmen Adalet Bakanlığı el koyar.

Etkili bir ismin ifadesiyle, “İrtica eylem planı ele geçirilince, Erzincan Savcısı’nın yürüttüğü soruşturmayı da, irtica iddialarını çökertmenin de dayanağı bulunmuş olur”.

Eğer böyleyse, “İrtica Eylem Planı” için “TSK’nın bir takım çalışmaları revizeden geçirildi” ya da “bu belge imal edildi” iddiasında bulunanlar haklı çıkmış olmuyor mu?

Kurgu veya gerçek, sonuca bakarsak; ucu Fethullah Gülen’e uzanan büyük bir soruşturma, daha geniş anlamda da, “irtica ile mücadele” çökertildi mi? Çökertildi…

Daha önemlisi, önce TSK, sonra Yargı “vesayetine” savaş açanlar, “Cemaat- Tarikat Vesayetini” ilân ve kabul ettiler mi? Ettiler…

İşte “Demokrasi ağaları”nın, 70 milyona reva gördüğü kader!..
avaztürk

Mehmet Ali Birand
Cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşanıyor...
24 Şubat Çarşamba 2010

Ergenekon soruşturması başladığı sıralarda hayretler içindeydik.
Dokunulmaz sayılan komutanların gözaltına alınmaları büyük bir heyecanla izleniyor ve bu olayın nereye kadar gideceği konuşuluyordu.
Ardından yeni gözaltılar, yeni soruşturmalar, yeni iddianameler geldi.
Her defasında “bu iş nereye kadar gidecek?” sorusu soruldu.
Gözler Genelkurmay’a çevrildi ve “bakalım ne tepki gösterilecek?” dendi.
Her defasında fazla ileri gitmeyeceğinin tahminleri yapıldı.
Ancak durmadı, tam aksine giderek yaygınlaştı.
Pazartesi günü yaşananlar için “Türkiye Cumhuriyetinin yakın tarihinde bir ilk” denilebilir.
49 gözaltı yaşandı.
2’si Kuvvet Komutanı olmak üzere 6 orgeneral, 2 oramiral, 3 korgeneral, 1 koramiral, 2’si muvazzaf 4 tuğamiral, 2 muvazzaf tuğgeneral ve geri kalanlar da çeşitli rütbelerden subaylar...

Müthiş bir zamanlama mı, yoksa tamamen rastlantı mı?
Bütün bu gelişmelerde, kamuoyunun konuştuğu ve çok kimsenin dikkatini çeken birçok nokta var.
Bunların başında, özellikle son yıllarda arka arkaya 1 inci orduyu yöneten üç komutanın (Çetin Doğan, Hurşit Tolon ve Ergin Saygun) gözaltına alınmasıydı. Sanki herşey 1 inci ordu etrafında kümelenmiş gibi bir izlenim doğuyor.
Dikkat çeken bir diğer gelişme, müthiş bir zamanlamayla karşı karşıya kalındığı izlenimi. Toplumun bir kesimi için, kim oldukları bilinememesine rağmen, bütün bu gelişmeler, zamanlama ustaları tarafından dizayn ediliyormuş gibi görünüyor.
Siz isterseniz, bu algılamanın tamamen toplumumuzun içindeki komplo teorisi merakından kaynaklandığını söyleyebilirsiniz.
Ancak ortada da çok ilginç bir manzara var.
Tam yargı kavgası yaşanıyordu, iktidar partisi bundan dolayı eleştiri oklarını üzerine çekmişti ve genelde pekte haklı görünmüyordu ki, birden bire önceki günkü tutuklama fırtınası esti.
Bütün dikkatler başka yere döndü.
Gündem değişti.
Karşılıklı müthiş bir psikolojik savaş yaşanıyor.

Bunların tümü komplo, tümü düzmece mi?
Sorulan ve tartışılan diğer bir nokta da, tüm iddiaların Türkiye’yi bölmeye çalışanlar, Türkiye’yi din devletine dönüştürmek ve başka yönlere çıkmak isteyenler kolları sıvadılar ve böylesine büyük bir kampanya ile Silahlı Kuvvetlerimizi yıkmaya çalışıyorlar.
AKP’nin askerden intikam aldığına inanılıyor.
Bu görüşe karşı çıkanlar ise, savcıların böylesine büyük bir komplonun içine giremeyeceklerine dikkat çekiyorlar.
“Bu kadar büyük yalan hazırlanamaz. İddialardan büyük bölümü komplo olsa dahi, geri kalan bölümü yeter” yanıtı veriyorlar.
Şimdi işler çok ciddileşti.
Olay artık bir Ergenekon soruşturma-davasının ötesine geçti.
Yaşamakta olduklarımız, yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Hangi yönde gelişirse gelişsin, ülke içi dengeler değişiyor.
Hangi yöne doğru değişecek şimdiden bilemeyiz, ancak tarihi günler geçiyor.

TSK'nın sabrı taşarsa ne olacak?
Dünden itibaren en çok sorulan soru bu...
TSK’nın tepkisi olacak mı, olacaksa ne yaşanacak ?
Bu öylesine bir ince çizgi ki, atılacak adımların ölçüsü kaçtığı taktirde işin nereye kadar gidebileceğini kimse tahmin edemez.
Ülkenin sadece siyasi gidişi etkilenmez, ekonomisi dahi allak bullak olabilir.
Dikkat edecek olursanız, şu ana kadar yaşananlar karşısında piyasalarda bir kıpırdanma başladı, ancak henüz tehlike çanları çalmıyor.Panik yok, ancak bu duruma fazla da aldanmamak gerekli.
Hiç belli olmaz, birden bire piyasalar kötü bir kok alıverirleru ve istikrarsızlık sürecine girilir.
İşte bu yönden bakarsak, ister TSK, ister yargının olası tepkileri, örneğin yeni bir kapatma davası, belirli bir çizginin ötesine geçilmesi herşeyi değiştirebilir.
Mllyet

HABERİN ETİKETLERİ
TSK din Türkiye Ergenekon Genelkurmay Hurşit Tolon kapatma davası

01 Mart 2010
"Amerikalılar ve Avrupalılar yanılmasın! Bize göre (Türkiye'nin) geri dönüşü olmayacak"

Fransız düşünce kuruluşu Avrupa Siyasi Tahminler Laboratuvarı Türkiye ile ilgili önemli bir analize imza attı.

Fransız düşünce kuruluşu Avrupa Siyasi Tahminler Laboratuvarı (LEAP/Europe 2020), Soğuk Savaş döneminde "Batı'nın kalesi" olmayı kabullenen Türkiye'nin "uyanarak" güç kaybetmeye devam eden Batı kampını kademeli olarak terk ettiği değerlendirmesinde bulundu.

Düşünce kuruluşunun Türkiye analizinde, "hayati jeopolitik çıkarlarını yeniden tanımlama sürecine giren" Ankara'nın büyük güçlerce kendisine dayatılan gündemi takip etmek yerine kendi önceliklerini belirlediği ifade edildi.

"Türkiye'nin uyanışı: Batı kampını kademeli terk ediş" başlıklı analizde, Türkiye'nin Batı'yla ilişkilerini anlamak için İsrail'le ilişkilerine bakılması gerektiği belirtilerek, İsrail'in Aralık 2008'deki Gazze saldırısının ardından önce tonunu, sonra yönelimini değiştiren Ankara'nın Tel Aviv'le diplomatik ve askeri ilişkilerinden geri adım atmaya devam ettiği kaydedildi.

Bu kapsamda "İsrail pilotlarının Türkiye'deki eğitimlerinin durdurulması ve İsrail'in Ekim 2009'da NATO tatbikatından men edilmesi" hatırlatılan analizde, "Bunun hemen ardından Suriye'yle ortak askeri tatbikat duyurusu yapan Türkiye'nin ABD'ye sadık bir müttefik ve önde gelen bir NATO üyesinden beklenen askeri ve stratejik davranışların çok uzağına düştüğü" öne sürüldü.

Soğuk Savaş döneminde, "Orta Doğu satrancında Batı'nın kalesi olmayı kabullenen" Türkiye'nin, "Sovyetler Birliği'nin yıkılışının ardından Batı'yla farklılaşan çıkarları nedeniyle Washington'un tembihlerine uymak istemediği ve son dönemde ABD'ye verdiği bir dizi olumsuz cevapla bunu gösterdiği" belirtilen analizde, "Bu durumun NATO içinde Türkiye düşmanlığını alevlendirdiği ve bazı liderlerin Türkiye'nin NATO üyeliğinin meşruiyetini sorgulamaya başlamasına neden olduğu" iddia edildi.

Öte yandan Türkiye'nin bölgesinde kendi stratejik bakışıyla geliştirdiği politikaların ABD ve NATO'nun çıkarlarına gittikçe artan oranda zarar verdiği ifade edilen analizde, buna örnek olarak, Washington'un ısrarla savunduğu İran'a yaptırım ve ambargo fikrine rağmen Ankara'nın Tahran'la iyi ilişkileri gösterildi.

Analizde, "Kısaca Türkiye-NATO ilişkileri dönüşü olmayan noktaya ulaşmak üzere. Türkiye örneği, üyelerini kontrol etmek için ne vizyonu ne de gerekli araçları bulunan NATO'nun devam eden dağılma sürecine çarpıcı bir örnek teşkil ediyor" ifadesi kullanıldı.

Türkiye'yi Batı yörüngesinde tutmak için tasarlanan bir diğer aygıt olan AB üyelik sözünün gerçekte tam tersine hizmet ettiği ileri sürülen analizde, AB katılım müzakereleriyle demokrasi güçlenirken, "ordunun kademeli olarak kışlasına geri dönmeye zorlandığı" ifadesine yer verildi.

Düşünce kuruluşu, AB üyelik müzakereleri nedeniyle ordunun güç kaybederek, "Batı'yı, Türkiye'deki en vefalı müttefikinden yoksun bırakmasını", "kaderin bir cilvesi" olarak nitelendirdi.

Türkiye'nin son dönemdeki aktif dış politikasının Ankara eksenli olduğu belirtilen analizde, şu görüşlere yer verildi:

"Vatandaşları Türk sahillerine akan Rusya'dan Ankara'nın Türkçe konuşan ülkelere yönelik proaktif ticari ve kültürel politika tatbik ettiği Orta Asya'ya, İran ve Suriye'ye kadar Türkiye, Osmanlı mirasının siyasi ve tarihi sınırları, İslam dini yakınlığı ve geçiş noktasındaki bölgesel güç olarak özel çıkarları arasında sentez oluşturacak yeni bir diplomasi inşa ediyor. Sarkaç etkisi yöntemleriyle oynanan bu kombinasyonda NATO ve AB temel veri ya da temel hedef olmaktan çıkarak, sadece Ankara'nın diplomatik oyununun unsurları haline geliyor."

Analizde, "Amerikalılar ve Avrupalılar yanılmasın! Bize göre (Türkiye'nin) geri dönüşü olmayacak. Rusya, AB ve İran, güney sınırındaki diğer etkili aktörler ve Mısır arasındaki jeopolitik denklemin merkezindeki vasıta olan Ankara'nın yalnız gitmeyi bırakarak dağılma sürecindeki bir NATO'ya geri dönmesi için hiçbir neden yok" ifadesi kullanıldı.

NATO'nun Türkiye'deki "en sadık müttefiklerinin" ordudaki generaller olduğu ileri sürülen analizde, 10 yıl içinde görev alacak yeni nesil generallerin, Doğu ve Batı arasında köprü olan Türkiye'nin birleştirdiği yakalardan herhangi birine ait olması halinde köprü yerine çıkmaz olacağında uzlaşacağı belirtildi.

Avrupa Siyasi Tahminler Laboratuvarı, "Türkiye'de gelecek 5 yılda Washington destekli bir grup eski general küçük bir risk olsa da askeri darbe yapmaya kalkışabilir ama sonu muhtemelen, 1991 yılında Rus generallerin Mihail Gorbaçov'u hedef alan darbesi gibi olur" tahmininde bulundu.

Analizde, geçmişte Türkiye'yi Batı kampına bağlı kalmasında Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) "önemli bir rol üstlendiği" kaydedilerek, Batı'nın bu sayede on yıllardır IMF'nin en büyük müşterilerinden biri olan Türkiye'yi "vekaletle yönetme imkanına kavuştuğu" öne sürüldü. 2008 yılında IMF programından çıkan Türkiye'nin, "diplomasideki stratejik dönüşümünün bu tarihten itibaren daha görünür hale gelmesini" buna kanıt olarak gösteren düşünce kuruluşuna göre Ankara bu nedenle IMF ile yeni kredi anlaşması konusunda "son derece gönülsüz" davranıyor.

Avrupa Siyasi Tahminler Laboratuvarı, Türkiye'nin zayıflayan Batı kampından ayrılmasının Avrupa için bir sorun oluşturmadığını, İkinci Dünya Savaşının mirası yapının kademeli çöküşünün başka bir göstergesi olduğunu ve bu sayede 2015'li yıllarda Avrupa'nın Orta Doğu ve Orta Asya ile ilişkilerinde faydalı bir aracı olabilecek Türk ortaklarına kavuşabileceğini ifade etti.

Düşünce kuruluşu, "Brüksel ve Ankara arasında devam edecek katılım müzakerelerinin asla tamamlanamayarak ilgisizlik nedeniyle her yıl bataklığa daha fazla gömüleceğini, seçim kaybetme korkusuyla hiçbir Avrupalı liderin Türkiye'nin üyeliğinin bayraktarlığını yapamayacağını, Ankara açısından bakıldığında da Avrupalı Türkiye alternatifinin ortaya çıktığını ve çok iyi tasarlanmış bir stratejik ortaklığa ihtiyaç duyulduğunu" savundu.

aktifhaber

Yusuf Kaplan
Kimse durduramayacak Türkiye'yi; ama...

Sanırım şu yakıcı gerçeği herkes kavradı artık: Eğer Türkiye, iç sorunlarıyla boğuşmaya mahkûm olmamış olsa, kimse durduramayacak Türkiye'yi.

Dünyada, ülkenin geleceğini ipotek altına alacak kadar kontrolden çıkabilecek boyutlar kazanan, kangrenleşen patetik iç sorunlarla boğuşan başka bir ülke yok Türkiye'den başka.

Başka ülkelerin de iç sorunları var elbette. Ama dünyanın hiçbir ülkesinde, iç sorunlarının ülkeyi rehin aldığı, elini kolunu bağladığı, çeşitli toplum kesimlerini bu kadar sert, keskin cephelere ayırdığı, karşıt kutuplara savurduğu, en küçük meseleleri bile bir anda ölüm-kalım meselesi hâline gelebilen sorunlar yaşandığ


En son Ekim tarafından Pzr Nis 18, 2010 10:39 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Mar 06, 2010 2:10 am    Mesaj konusu: Şu Vahim 'İktisadî Tablo'nun İşaret Ettiği 'En Acil İhtiyaç' Alıntıyla Cevap Gönder

Şu Vahim “İktisadî Tablo”nun İşaret Ettiği “En Acil İhtiyaç” Nedir?

Ertuğrul Horasanlı



TÜİK’in tespitlerine göre TÜRKİYE’DE 2008’in ikinci yarısından sonra büyüyen işsizlik oranı 2009 yılı başlarında yüzde 16’yı aşarak Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırdı. Bu oranla Türkiye işsizliğin dünyada en yüksek olduğu 5 ülke arasına girdi. Bundan önceki TÜİK anketinde ise bu rakam ancak yüzde 13.1’e gerilemiş görülüyordu. Ancak. Türkiye İstatistik Kurumu, 2009'da işsizlik oranının yüzde 14,0 olduğunu Türkiye genelinde geçen yıl işsiz sayısı 3 milyon 471 bin kişiye yükseldiğini açıkladı.

Bu rakamlar “resmî” rakamlar...

“Resmî”, yani güvenilir değil... Durumu bütün çıplaklığıyla anlatmaktan ziyade, örtmeye, kabul edillebilir ölçeklerde olduğunu göstermeye çalışan rakamlar...

Kriz nerede patladı?

ABD’de...

Peki ABD’nin resmî işsizlik rakamı ne?

Kasım 2009 verilerine göre yüzde 10.2..

Türkiye’nin ve dünyanın iktisadî verilerini en dikkatli takip eden ve en iyi analiz eden nadir iktisatçılarımızdan biri olan sayın İlhan kesici bu durumu şöyle açıklıyor:

- "Ekonomik anlamda Azrail ABD’de dolaşıyor, ölüler Türkiye’de çıkıyor" (1) (Meclis Genel Kurulu’nda 2010 bütçesi üzerinde CHP grubu yaptığı konuşma)

***

Biz yine TUİK’in resmî verilerine dönelim...

Bu rakamlardaki asıl mesele genç issizler....

Genç nüfustaki işsizlik. Zira 18-25 yaş arası işsizlik oranı yüzde 25’in üzerinde. Yani dört gençten en az biri işsiz. Ülke genelinde hiçbir sosyal güvencesi olmayan yoksullara devlet tarafından verilen Yeşil Kart sayısı da 10 milyonu aşmış vaziyette...

“Şeytan Ayrıntıda gizlidir” denir ya...

“Gerçek” de öyle...

Şimdi TUİK’in resmî rakamlarının ayrıntısına inerek Türkiye’nin iktisadî tablosundaki saklanmaya çalışılan gerçeğin fotoğrafını çekmeye çalışalım...

TUİK'e göre, 2009 yılında çalışma çağındaki nüfus 914 bin kişi artarak, 51 milyon 686 bin kişiye ulaşmış..

Bu ne demek?

Bir iş bulsa çalışabilecek durumda olan, eli iş tutabilir durumda 51 milyon 686 bin kişimiz var...

Peki bunlardan kaçı şu anda çalışıyor?

21 milyon 277 bin...

Kabaca çalışıabilir durumdaki 51 milyon 686 bin kişimizden ancak, 21 milyon 277 bin kişimize iş bulabilmişiz...

Bu rakamı kabaca değerlendirecek olursak...

Gerçek işsizlik oranı yüzde ellinin üstünde...

Bunların içinden iş bulsa bile çalışmak istemeyecek ev hanımı, ev kızı, zengin çocuğu, öğrenci, asker gibi olanları bilip de düşşek bile vaziyetin vahim olduğu açık.....

Ne yüzde 14’dü?

En iyimser tahminlere göre yüzde 28...

***

Köylerde ziraate elverişli topraklar, hayvancılığa elverişli meralar bomboş dururken şehirleşme oranı çıkmış yüzde 75’e...

Mehmet Altan’ın zil takıp oynaması lâzım ama, bu rakamlar bile onu kesmiyor... İlle de kırsal nüfus yüzde 10’un altına düşmeliymiş...

Niye koçum?

Çünkü evropa'da durum” buymuş...

Yahu ,sen bu kadar işşsiz nüfusa şehirlerdeki hangi iş kollarında nasıl iş bulacaksın bir de onu söylesen...

Şehirlere yığılmış bunca vasıfsız çiftçi köylü ne üretecek? Ne tüketecek?

Köyler şehire bu hızla akarsa karnımızı nasıl doyuracağız?.

Bunun gibiler “büyük ekonomi bilgini” pozlarında hergün TV ekranlarında boy göstermiyor mu?

İnsan sabır taşı olsa çatlar bunca hödüklük karşısında...

***

Tabii, bir de istatistiklerde işsiz değil de “işli” gösterilenler var... Kaçak işçiler sigortasız, kayıtsız kuyutsuz günübirlik istihdam edilerek, asgarî ücretin bile altında bir ücrete razı olarak günü kurtarmaya çalışanlar...

Sonra onlardan daha şanslı takım sigortalı ama asgarî ücretli olarak istihdam edilenler...

Bunlar hakkında sayın Kesici, bakın Meclis kürsüsünden ne demiş:

[Başbakan Erdoğan’ın, 2002 yılı seçimlerindeki "çay-simit’ hesabını da hatırlattı. 5 kişilik bir ailenin günde üç öğün olmak üzere aylık masrafının 2002 rakamlarıyla 180 milyon lira olduğunu aynı dönemde asgari ücretin ise 184 milyon lira olduğunu söyleyen Kesici, Başbakan Erdoğan’ın bu hesaptan yola çıkarak "Allah’tan korkunuz yok mu, vicdanınız, insafınız yok mu?" dediğini belirtti. Kesici, 2009 rakamlarıyla ise yine 5 kişilik bir ailenin çay-simit masrafının 900 lirayı bulduğunu, asgari ücretin ise 546 TL olduğunu ifade ederek, "Sayın Başbakan’ın sorusuyla soruyorum: Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? Sizin vicdanınız yok mu?" diye konuştu.] (2)

***

İşin "fakir fukara, garip guraba" kısmındaki tablo bu iken, tamamı “3000 aile”(3)den ibaret olan TÜSİAD’çı zengin kısmı -ki değerli araştırmacı Mahmut Çetin bunlara "Boğazdaki Aşiret” ismini veriyor- (4) ise bu krizde servetlerine servet katmışlar:

Türkiye'nin en zengin 100 işadamının geçen yıla göre servetleri 31 milyar dolarlık ve yüzde 55 artışla, 87 milyar dolara çıkmış. 31 Milyar dolar...

31 Milyar dolar, yaklaşık 46,5 milyar Tl...

Asgari ücrert ne kadar oldı?

Net 576,57 Tl...

Türkiye'nin en zengin 100 işadamının geçen yıla göre servetleri ne ilave ettikleri 46.5 milyarlarlık Bu vahim rakam...

Şayet asgari ücretle iş bulabilseler yaklaşık 7,5 milyon kişinin bir yıllık alın teri göz nuruna denk...

TC ne idi?

“Demokratik, laik. SOSYAL bir HUKUK devleti”...

Laikliğin ve demokratikliğin bütün tanımları içinde gizli bir vicdansızlık unsuru olduğu malûm da...

Vicdansızlığın bu kadarını, “SOSYAL HUKUK DEVLETİ” tanımının hiçbir şekline oturtup yediremezsin...

Ayrıca "vicdansızlık" bundan ibaret de değil:

[Süleyman Yaşar, rakamları veriyor (Taraf, 1 Mart): "Türkiye'nin en yoksul yüzde 5'inin ödediği tüketim vergisi yükü, en zengin yüzde 5'inin ödediğinin iki katı... OECD üyesi 30 ülke içinde Meksika'dan sonra gelirin en adaletsiz dağıtıldığı ikinci ülkeyiz." Toplanan vergilerin yüzde 70'e yakını tüketim üzerinden, yani halktan toplanıyor. Dahası, devlete ödedikleri vergileri bizden topluyorlar. Dünyanın en pahalı enerjisini tüketiyoruz, en pahalı suyunu içiyoruz..] (5)

Peki bu değirmenin suyu nereden geliyor:

[Türkiye’nin AKP iktidarı işbaşına geldiği 2002’de toplam 129.5 milyar Dolar olan dış borcu 7 yılda yüzde 112 oranında artarak 273 milyar Dolara ulaştı.

Türkiye brüt dış borç stoku, 2009 yılının üçüncü döneminde (Temmuz–Ağustos–Eylül) bir önceki döneme göre yüzde 1,8 artarak 273,5 milyar dolara çıktı.

Hazine Müsteşarlığından yapılan açıklamaya göre, Türkiye’nin brüt dış borç stoku 2009 yılının ikinci çeyreğinde (Nisan–Mayıs–Haziran) 268,6 milyar dolar idi.

2009 yılı Eylül ayı sonu itibarıyla, özel sektör borçlarının toplam dış borç stoku içerisindeki payı 176,3 milyar dolar ile yüzde 64,5 ve kamu kesimi borçlarının payı 83,5 milyar dolar ile yüzde 30,5 oldu. Merkez Bankası borçlarının toplam borç stoku içerisindeki payı ise 13,6 milyar dolar ile yüzde 5 olarak belirlendi. Kamu idarelerinden oluşan Merkezi Yönetim dış borç stoku, 2009 Eylül sonu itibarıyla 74,6 milyar dolar seviyesinde gerçekleşti.] (6).

86 Yıllık Cumhuriyet tarihi ile bu tarihin son 7 yıllık dönemi olan AKP iktidarı sonucunda halkın ve ülkenin ne hale getirildiğini bu vahim iktisadî tablodan bile okumak mümkünken...

Halâ “çağ atlattık, zıplattık, hoplattık, ekledik katladık” nutuklarıyla işi götürebileceklerini sanıyor ya Ankara’nın egemenleri...

Artık "toplu" olmadıkça gazetelerin üçüncü sayfalarında bile yer bulamayan intiharlar, cinayetler, gasplar taciz ve tecavüzler ile boşanmalar, sokağa terkedilen çocuklar, çığ gibi büyüyen fuhuş belası... Çöken ahlâk, tükenen umutlarıyla 72,5 milyonluk koca bir ülkeyi medya hipnozlarıyla da olsa daha fazla “idare” edebilmenin mümkün olamayacağı yere doğru -boğaz akıntısında dümeni kilitletmiş dev bir gemi gibi- sürüklendiğimizi farkeden, az sayıda ilim irfan sahibi insan dışında, kimse bu gidişin gidiş olmadığını ne görüyor ne de söylüyor...

Söz konusu iktisadî tablonun vehameti, sadece iktisadî alanla ilgili değildir...

Bu tablo bir insanı insan, bir toplumu toplum, bir devleti devlet, bir milleti millet yapan bütün unsurların hızla yokolduğu ve her yönüyle dehşetli bir kaosa doğru hızla sürüklendiğimizin açık işaretlerini de taşımaktadır.

Hızla yaklaşan bu kaostan “yeni bir düzen” çıkarabilecek bir fikir, bir lider ve bir kadro bu ülkenin en acil ihtiyacı haline gelmiştir...

Dipnotlar:

1- Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2262

2- Agk.

3- "3000 Aile" tabiri Salih Mirzabeyoğlu'na aittir.

4- Sayın Mahmut Çetin'in Boğazdaki Aşiret isimli eseri http://www.kitapyurdu.com sitesinde şöyle tanıtılıyor:

"Boğazdaki Aşiret" başlığı ister istemez "Boğaz Neresi" ve "Aşiret Kim" sorularını akla getiriyor. Evet Boğaz, bildiğimiz Boğaziçi. Genelde kırsal kesimle alakalı bir kavram olan aşiret kelimesi ise Boğaziçi'nde bir kast oluşturan büyükçe bir ailenin tarihini anlatırken hassaten seçildi. Bir sülale tarihi diyebileceğimiz Boğaz'daki Aşiret yer yer Türk Solu tarihi yer yer de Batılılaşma Tarihi'nin belirli dönemlerini resmediyor. Aileler arasında evliliklerle kurulan bağların, sanata, ticarete, eğitime, bürokrasiye ve giderek bir yabancılaşma zihniyeti şeklinde hayata nasıl yansıdığı eserdeki ipuçları yardımıyla daha iyi görülecektir zannediyoruz.

Boğaz'daki Aşiret, dört büyük ailenin birbirleriyle irtibatından oluşur. Eser bu sebeple dört bölüm olmuştur. Aile büyüklerinin asıl isimleri seçilerek de Konstantin'in Çocukları, Detrois'in Çocukları, Sotori'nin Çocukları, Topal Osman Paşa - Namık Kemal kanadı bölümleri ortaya çıktı.

Boğaz'daki Aşiret! Şenlikli bir kitap. Ali Fuat Cebesoy'dan Nazım Hikmet'e, Oktay Rifat'tan Refik Erduran'a, Rasih Nuri İleri'den Ali Ekrem Bolayır'a, Zeki Baştımar'dan Sabahattin Ali'ye, Numan Menemencioğlu'ndan Abidin Dino'ya uzanan ilginç akrabalık zinciri.

Polonez, Hırvat, Alman, Macar ve Rum kökenli meşhurların, yerlilerle evliliklerinden oluşan "Boğaz'daki Aşiret"in, batılılaşma tarihinde oynadığı roller..

Kimlerin kimlikleri. Çıldırtan çizelgelerle soyağaçları. Ve dipnotlar!

Onlar hiç bu kadar sevimli olmamışlardı.”

5- Nakleden: Ali Bulaç, “Zenginler, orta sınıf ve yoksullar”, Zaman gazetesi.

6- Odatv


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

Serdar Akinan
Siyasetin gerçek nabzı ne?
Türkiye'de vatandaşın nabzını en iyi tutan araştırmacılardan biri bence Adil Gür'dür. Milliyet'ten Devrim Sevimay'a Türkiye'nin siyasi röntgenini anlattı. Her biri araştırma verilerine dayanan o kadar önemli tespitleri var ki üzerinde uzun uzadıya tartışmak ve düşünmek gerek.
Adil Gür, Türkiye'deki her 100 seçmenden 34'ünün 'Bu yargı hükümetin önünü kesmek için bilerek kasıtlı karar veriyor' düşüncesinde olduğunu söylüyor.
'Hükümet ve Başbakan hukuk tanımıyor, yargı kararlarını hiçe sayıyor' diyen grup ise yüzde 17'lerdeymiş. Yüzde 35'lik grup da 'Yargı kararları hükümetin işine gelince iyi, gelmeyince kötü' demiş.
Bu tablo bize ne anlatıyor?

TÜRKİYE KUTUPLAŞTI
Bakın bir başka analizi paylaşarak bu tabloyu anlamaya çalışalım.
'Türk halkı kararsız değil. Herkes kutuplaştı.' diyen Adil Gür şu yorumu yapmış:
'25 yıldır bu işi yapıyorum 'Kararsızım', 'Sandığa gitmeyeceğim' veya 'Boş oy vereceğim' diyenlerin hepsinin toplamı yüzde 10-18'i geçmiyor. Halbuki seçime bir buçuk yıl kala yapılan araştırmalarda yüzde 25-30 kararsız olması lazım.'
Bu tablodan ortaya çıkan sonuç şu: Türk halkı kararsız değil...
Öte yandan değişen bir Türkiye var.
Her 100 kişiden 72'si üniversitede türban yasağının kaldırılmasından yanaymış.
Bu şu demek: Çarşaf yırtan zihniyet artık aczmendi muamelesi görüyor.
Bu normalleşme adına sevindirici bir veri...

REFERANDUM TAHMİNİ NE?
Referanduma dair sahici bir tahmin yapmak için erken olduğunu söyleyen Gür, 'Anayasa değişiklik paketi yüzde 40-50 arasında bir oyla reddedilirse iktidar partisi bunu kendi lehinde kullanır.
Referandumdan evetler yüzde 35-40 arası çıkarsa o da tolere edilebilir. Ama yüzde 35'in altı sıkıntı yaratır' demiş.
Bu noktada durup şunu söylemek gerek. AKP gerçekten gündemi yönetiyor. Türkiye'de ne tartışılacağına karar veren bir iktidar 2-0 avantajlıdır.
Bu anlamda referandumu gündemde tutup Türkiye'nin bir numaralı gündem maddesi olan işsizliği konuşturmamak gibi bir lüksü var iktidarın. Ama...

EN BÜYÜK PARTİ: İŞSİZLER
'Bugün Türkiye'de gerçek işsiz sayısı 6-7 milyon, ailesiyle beraber 12-13 milyon, bunlara yardım eden ailelerle birlikte 25-30 milyon. Şimdi 30 milyon insanın etkilendiği işsizlik gibi bir mesele varken bir iktidarın oy kaybetmemesi hem iktisat hem de siyaset bilimine aykırı.' İşte en kritik yorum bu bence... Üzeri ne kadar örtülürse örtülsün işsizlik en büyük sorun ve bu meselenin konuşulmuyor olması gerçeği örtmüyor. 30 milyon insan işsizliği doğrudan hissediyor.

GÜVEN ENDEKSİ ŞAŞIRTICI
Orduya güven yüzde 73 çıkmış.
Peki neden?
Burada krediyi Genelkurmay Başkanı'na yazıyor:
'-Ordunun içinde hukuki olmayan bir durum varsa da bunların ortaya çıkması için Sayın Başbuğ elinden gelen her şeyi yapıyor-algısının etkili olduğunu düşünüyorum.'
Ordudan sonra en çok güvenilen ise ilginç... İkinci sırada ilin valisi, üçüncü sırada belediye başkanı, başbakan sekizinci, muhalefet 11'inci sıradaymış.
Tablo genel itibarıyla böyle...
Türkiye referanduma gidiyor.
AK Parti gündemi belirlediği müddetçe (ki öyle) oylarının erime hızını belli bir oranda tutmaya çalışacak.
Yer yer 'one minute' diyerek gündemi kontrol edecek. Fakat işsizlik verileri orada durduğu müddetçe 'vesayet rejimi', 'yargı kuşatması', 'demokratik açılım' tartışmalarının kontrollü enjeksiyonu bu bedeni daha ne kadar uyuşturur?
Bilemiyorum.

http://www.aksam.com.tr/2010/03/10/yazar/16610/serdar_akinan/siyasetin_gercek_nabzi_ne_.html

Kuşatmayı Nasıl Yarabiliriz?
Bülent ESİNOĞLU

Yaklaşık on yıldır, gelmekte olan dış ve iç tehdidi anlatmaya çalıştım.

Özelleştirme/mülksüzleştirme ile birlikte, dış güçlerin Türkiye’yi federasyonlaştırma tehditlerinin eşzamanlı yürütüldüğünü, bunların her ikisine birlikte karşı durmadan mücadelenin hayal olduğunu söyleyip geldik.

Sorunu yalnızca laiklik sorununa indirgeyerek, her türlü beladan sadece ordunun gayretleri ile çıkılabileceği kolaycılığının netice vermeyeceğini yazdım. Yazdık.

Şimdi geldiğimiz yer neresidir derseniz; halkımız kuşatıldı, devletimiz kuşatıldı, ordumuz kuşatıldı.

Peki, bizim yapacak hiçbir şeyimiz yok mu?

Bazı çakma solcuların, kendilerine göre yaptıkları çözümlemeler sonunda* “ devrimler çağı kapandı”* deyip teslim mi olalım?

Öncelikle, bu kuşatmayı yarmak için meselenin yalnızca bir AKP ya da siyasi iktidar meselesi olmadığını bilmememiz gerekir. Evet, siyasi iktidarın emperyalist güçler ile yaptığı işbirliği kuşatmanın ana unsurlarından
biridir.

Ama olay sadece bu değildir.

İç tehdit ile dış tehdit artık tekleşmiştir. Emperyal güçler arasında, Türkiye’nin parçalanması konusunda Osmanlıda olduğu gibi bir fikir birliği oluşmuştur. Osmanlının dağılma sürecinde, 1878 yılına kadar, dış güçler
Osmanlının dağılması konusunda bir türlü anlaşmaya varamamışlardı. Fransa ve İngiltere bir denge siyaseti gütmüşken, Çarlık Rusya’sı hemen parçalayalım görüşündeydiler. 1878 Berlin Konferansında hepsi birden *“tamam bölüşelim”*dediler.

Sonra aralarında, hangi toprak kimin olsun konusunda bir anlaşmazlık oldu ama paylaşma konusunda tam bir mutabakat oldu.

Amerika ve Avrupa’dan yükselerek gelen dış tehdidin içerden gelen iç tehdit ile eşzamanlılığı, bize kendi aralarında tam bir mutabakat olduğunu göstermektedir.

Osmanlının dağılma sürecinde en etkin rolü alan Ermeniler gene etkin bir şekilde sahnededirler. Kürt ayrılıkçıların tarikatlar ile bütünleşerek verdikleri savaş 1878 yılına çok benzemektedir.

Çare; düşmanı ve birlikte olduğu güçleri halkımıza anlatmak. Halkımızın tam desteğine sahip olmak.

Emperyalizmin hiçbir ülkeye demokrasi getirmediğini, emperyalizmden demokrasi gelmeyeceğini halkımıza anlatmak. Seçimler yolu ile bu kuşatmadan kurtulmanın bir yanılgı olduğunu halkımıza anlatmak. Sandığı onların koyduğunu sandıktan kendilerinin çıkacağını bilmek.

Bizim temel sorunumuzun şimdi demokrasi olmadığını, yurdumuzu bu kuşatmadan kurtarmak olduğunu bilmemiz gerektiğini anlatmak.

Kendi halkımızı emperyalizmin elinden almadan hiçbir savaşı kazanamayacağımızı bilmeliyiz.

Türk ulusu bunu bir kez yaptı. Tüm dünyaya örnek oluşturdu. Gene yapacaktır.

Kaynak: Açık İstihbarat

Pardon! “Anayasa değişikliği mi?”
Ahmet TAKAN
ahmettakan@avazturk.com

19 Mart 2010
Hepimizi anayasa değişikliği paketine kilitlediler yine. Oradan da “Kenan Evren Paşa yargılanacak mı yoksa yargılanmayacak mı ?” tartışmasına yoğunlaştık. Birde küçük bir (öncekilere göre) Ergenekon dalgası estirdiler. Şimdi topu bir oraya bir buraya çevirirler, biz de tribündeki seyirciler olarak taraflara bölünür, tezahürat üstüne tezahürat yaparız.

(..)

Gelelim yine gündemdeki siyasete. Sanmayın ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın en büyük derdi anayasa değişikliği paketi. Erdoğan, bugünlerde fena halde ekonomik gidişata kafa takmış durumda nasıl takmasın ki. İşsizlik rakamları çığ gibi büyüyor, enflasyon tekrar iki haneli rakama vurdu, hayat pahallılığı alıp başını giderken esnafın tüccarın hali per perişan.

Geçenlerde büyük yatırımlar için bir ayağı yurtdışında bir ayağı Türkiye’de bir işadamı dostumla sohbet ediyordum. Baktım yüzündeki o eski gülümsemeler gitmiş bayağı kaygılı bir haldeydi.

"Ne var ne yok?" diye sorduğumda derin bir ‘offfff’ çektikten sonra , “Ahmet öyle bir iş yakalamıştım ki İstanbul’da Yahudi işadamları ile oturduk, her konuda anlaştık artık iş imza boyutuna gelmişti. İki günlüğüne Ankara’ya geldim tam İstanbul’a döneceğim bir telefon ‘ kusura bakmayın beyefendi biz bu işten vazgeçtik. İnanın bize sizinle alakalı bir durum değil. Yakında Türkiye karışacak, onun için uzun bir süre daha Türkiye’ye yatırım yapmayı düşünmüyoruz. Biz Fransa’ ya geri dönüyoruz.’ dediler neye uğradığımı şaşırdım” dedi.

Bir zamanlar AKP’ye destek veren bu dostum hala bir şeyler yapmak için var gücü ile çırpınıyor. AKP hükümetlerinin taktiği ise hep aynı “sanal ortamda mutlu ekonomi fotoğrafları” veriyorlar.
Anayasa değişikliği paketi ile kamuoyu oyalana dursun. Başbakan Tayyip Erdoğan, ekonomideki kara delikleri kapatmak için (ama nasıl oluyorsa bunlar kamuoyunun gündemine bir türlü giremiyor) adeta çırpınıyor . Erdoğan ekonomideki kötü gidişatı gidermek –belki de bir erken seçim kandırmacası – için kabindeki en güvendiği isim Çalışma Bakanı Ömer Dinçer’e “bu işi toparlasan toparlasan sen toparlarsın” demiş. Yani anlayacağınız , Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan by-pass edilmiş. Dinçer, Başbakan’a oldukça sadık bir bürokrat grubu ile ekonomiyi düze çıkarmak için çok derin çalışmalar yapıyor.

Tayyip Erdoğan’ın iktidarda bir başka sıkıntısı da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu. Başbakan Erdoğan, Davutoğlu’nun kendinden bağımsız çalışmasından ve daha çok Abdullah Gül’e paralel durmasından oldukça mustarip. AKP içinde ve dışında gittikçe taraftar toplayan Davutoğlu öyle derinden gidiyor ki Başbakan tabir yerindeyse Dışişleri Bakanı’nın façasını bozmak için olmadık fırsatları da deniyor.

Bunun son örneği Erdoğan’ın “Kaçak Ermenilerin sınır dışı edilmesi” hadisesinde yaşandı. Devletin yığınağında olan bu koz daha önce Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ın önüne gelmiş ve her ikisi de kullanmayı reddetmişti. Ama bu sefer ne olduysa oldu Başbakan’ın çıkışının ardından hemen “bakan zor durumda kaldı” yorumları yapıldı.

Tayyip Erdoğan’ın çıkışına Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Kamerun’dan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Bulgaristan’dan müdahale etti. Davutoğlu öyle bir müdahale etti ki yanında Agos Genel Yayın Yönetmeni Etyen Mahçupyan da varken “Sırbistan ile yaşadığımız yakınlaşmayı neden Ermenistan’la da yaşamayalım” dedi. Başbakan nerede Dışişleri Bakanı nerede?

İktidardaki çarpık fotoğraflardan bir kare daha . AKŞAM gazetesinin haberi:

“AB'den sorumlu Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış'a bağlı AB Genel Sekreterliği (ABGS), birliğin Türkiye'ye sağlayacağı faydaları anlatmak için farklı projeleri hayata geçirmeye devam ediyor. AB'yi camide tanıtmak için harekete geçen ABGS, bu amaçla bir 'cuma hutbesi' taslağı da hazırladı.

Çalışmada AB'ye yönelik 'yanlış algılamaların giderilmesi' hedef alındı. Diyanet vize verirse, hutbe rötuşları yapıldıktan sonra okunacak.

Hutbenin ana fikrinde, İslam dininin Avrupa Birliği'nin dışında bir din olmadığı mesajı vurgulanıyor. Atatürk'ün, 'Muasır Medeniyet' idealine de vurgu yapılan taslak hutbede, AB'nin bu ideal yolunda önemli bir adım olduğu kaydedilerek, 'AB'nin gelecek nesillere fırsatlar sunacağı' belirtiliyor.

Hutbede Hazreti Muhammed'in, 'İlim, Çin'de bil' e olsa arayın' gibi hadislerine ve Kur'an-ı Kerim'in, evrensel değerleri yücelten 'Zümer' ve 'Bakara' surelerinden bölümlere de yer veriliyor.

Taslak hutbeden çarpıcı bölümler:

'Aziz müminler, yaratılmışların en seçkini olan insana büyük değer veren dinimiz, daha huzurlu bir hayatın arayışını öğütlemektedir... Avrupalılar, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, kıtaya barış ve istikrar getirmek üzere bir birlik oluşturma kararı almışlardı. Bugün yarım milyara yakın Avrupalı, Avrupa Birliği sayesinde daha huzurlu daha müreffeh bir yaşam sürmekte. Hürriyet, akıl, bilim, eşitlik, insanlık onuru ve insan hakları gibi evrensel değerlere dayanan Avrupa Birliği bir Hıristiyan Birliği değildir. Avrupa Birliği ülkelerinde Hıristiyan nüfus çoğunluktadır; ama başka dine mensup insanlar da vardır. 18 milyon Müslüman yaşamaktadır. Avrupa'daki evrensel değerlerin hayata geçirilmesinde, İslam filozoflarının büyük katkısı olduğunu unutmayalım....”

Tamam, Egemen Bağış’ın Milli Görüşçülük ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ama bakalım başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP içinde Milli Görüş gömleğini çıkaranlar bu uygulamanın neresinde duracaklar.Bu projeyi “Ilımlı İslam”la nasıl bağdaştıracaklar?

AB’nin emri ile Kelime-i Tevhid ; Lâ ilâhe illâllah Muhammedün rasûlüllah’dan ,Muhammedün rasullah’ı camilerde söylenmesini çıkaran ve “Allah katında tek din İslamdır” ı da yine camilerde yasaklayan zihniyet bakalım “Avrupa Birliği bir Hıristiyan Birliği değildir” projesini ne yapacak?
Ha bu arada yazımın başında ekonomi ve işadamlarının sıkıntısı ile ilgili yazdığım bölümde unuttuğum bir şey vardı; devam edeyim.Bu benim işadamı dostumun yine iş için yolu bir gün Washington’a düşer.Dostumun anlattığına göre oranın lüks otellerinden birinde başka bir işadamı arkadaşı ile lobi de buluşurlar.Konuşup dertleşirlerken, orada Kabine’nin ünlü bir ismini görürler bizimki sıkıntılı ya hemen dalar; “Yahu sen bu bakanı tanımıyor musun?”

Cevap: “Hem de çok iyi tanırım”

Bizimki: “O zaman yardım istesek ya”

Cevap:”Yahu bırak bundan bir b…. olmaz. Bu vakti zamanında burada CİA’nın mütercimliğini yapar bir de gece kulübü işletirdi. Biz kendi işimizi kendimiz hallederiz!”

Bu lafları ettikten sonra ABD’de yaşayan işadamı bizim dostu kolundan tutup otelden çıkarmış.

Ya! “bu AKP hükümeti neresinden tutulsa artık dökülecek hale geldi” desem. Önüme bu sefer başka bir soru çıkıyor;

PEKİ, KİM YAPACAK BU İŞİ?

Kaynak: avaztürk

BU KANUN HERKESİ İLGİLENDİRİYOR
Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
30.03.2010 15:59

Tarımsal politikalar, salt tarımcıları ve çiftçileri ilgilendirmiyor. Beslenme, giyim, enerji, barındırma, işgücü gibi hayatımızın temel gereksinimlerini tarım sektörü karşılıyor. Bundan dolayı her yurttaşımızın tarım sorunlarına uzak kalmaması gerekli.

Bugün tarım sektörümüz önemli sorunlar yaşıyor. Nedeni şu; Özellikle 1980’li yıllardan beri uygulana gelen dışa bağımlı yeni-liberal politikalarla; Türkiye kendini besleyemeyen bir ülke oldu, köylülerimiz ve kentlilerimizin büyük bir çoğunluğu fakirleşti, gelir dağılımımız aşırı bir şekilde bozuldu. Toplumsal çöküntü her kesimde yaşanır hale geldi.

Yeni-liberal politikalarla dışa bağımlılığı pekiştirecek yasa taslaklarından birisi daha, yakın zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulacak. Adı “Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu Tasarısı”. Bu tasarı yasalaşırsa “Hayvan Islahı Kanunu” yürürlükten kaldırılacak.

HAYVAN ISLAHI KANUNU NEYE YARIYORDU?

Kimse çiftçi ve tarımcı dışında, bizim Hayvan Islahı Kanunu ile ne işimiz var demesin. Bu yasa, kapsamında üniversiteler, araştırma kurumları, yetiştirici birlikleri ve Tarım Bakanlığı, aksak ve yetersiz de olsa hayvan ıslahı etkinliklerini yapıyorlar. Hayvan Islahı kısaca şu; Hayvanlarımızın bize verdiği süt, et, yumurta, yapağı, kıl ve deri gibi verimleri artırmak isteriz. Bu amaca yönelik olarak iyi nitelikteki hayvanları seçeriz. Seçtiğimiz hayvanlara damızlık deriz. Daha sonra bunları çiftleştirerek her kuşakta daha verimli hayvanlar elde ederiz. İşte Hayvan Islahı Kanunu bu işleri düzenliyor.

Bu bağlamda Cumhuriyeti kuranların ilk çıkardığı yasalardan biri, Islah-ı Hayvanat Kanunu’dur. Daha sonra bu yasa, 4631 sayılı Hayvan Islahı Kanunu’na dönüştürüldü. Anılan yasa kapsamında geçmişte iyi niyetli çalışmalar yapıldı. Koyun, keçi ve sığır yetiştiriciliğinde Türkiye’nin koşullarına uygun yeni soylar üretilmeye çalışıldı. Kanatlı hayvan yetiştiriciliğinde yumurtacı ve etçi soylar oluşturuldu. Ancak bu çalışmalar, özellikle 1980’li yıllardan sonra ihmal edildi, kimileri kaybolma aşamasına getirildi.

HAYVAN ISLAHI KANUNU NEDEN YÜRÜRLÜKTEN KALDIRILIYOR?
Ben duymadım. Haber ağı güçlü bir gazeteci olan Ali Ekber Yıldırım’a göre Hayvan Islahı Kanunu’nun yürürlükten kaldırılmasını “Avrupa Birliği” istiyormuş. Anılan yazıda Yıldırım şunları söylüyor ”…Tarım ve Köyişleri Bakanlığı yetkilileri böyle bir iddiada bulunsa da, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin belgelerinin hiçbirinde bu yönde bir talep yok” diyor ve soruyor “ Kaldı ki, Avrupa Birliği istedi diye Türkiye hayvan ıslahından vazgeçebilir mi?” (Bakınız: Ali Ekber Yıldırım, Hayvan Islahı Tehlikede, Dünya Gazetesi, 18 Mart 2010).

Gelin de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 6 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmayı anımsamayınız; “ARTIK ISLAH-I HAL ETMEK (DURUMU DÜZELTMEK/İYİLEŞTİRME) İÇİN MUTLAKA AVRUPA’DAN NASİHAT ALMAK, BÜTÜN İŞLERİ AVRUPA’NIN AMALİNE (EMELLERİNE) GÖRE TEDVİR ETMEK (YÜRÜTMEK/YAPMAK), BÜTÜN DERSLERİ AVRUPA’DAN ALMAK GİBİ BİRTAKIM ZİHNİYETLER KÜŞAYİŞ BULDU (BELİRDİ). HÂLBUKİ HANGİ İSTİKLAL VARDIR Kİ ECNEBİLERİN NESAYİHİYLE (NASİHATLARI/ÖĞÜTLERİ) ECNEBİLERİN PLANLARIYLA YÜKSELEBİLSİN. TARİH, BÖYLE BİR HADİSE KAYDETMEMİŞTİR”.

Şimdi, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı yetkililerine bir iletim var. Birincisi şu; Ali Ekber Yıldırım’ın bu iddialarını lütfen cevaplandırınız. Aksi durumda Türkiye’de her şey Avrupa Birliği’nin buyrukları doğrultusunda şekillenecek anlamı ortaya çıkacaktır. İkincisi de; Hayvan Islahı Kanunu, “ Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu Tasarısı’nın üçüncü bölümünde yer alan 10. maddeye sığdırılamayacak geniş bir kanun’dur. Bunun dar alana hapsedilmesi, hayvan ıslahı etkinliklerini en azından küçümsemek anlamındadır.

Sonuç olarak; Hayvan Islahı Kanunu’nun yürürlükten kaldırılması durdurulmalıdır. Öncelikle bu konu; Yetiştirici Birliklerini ilgilendiriyor. Ancak en az onlar kadar Ziraat ve Veteriner Fakülteleri’ndeki akademisyenleri de ilgilendiriyor. Bu nedenlerle akademisyenleri, birlik yöneticilerini ve ilgili meslek odalarının bu amaca yönelik olarak ortak bir toplantıya çağırıyorum.

Odatv.com

ANSIZIN GELİVERECEK
Mehmet Şevket Eygi

ÜÇÜNCÜ dünya savaşının ayak sesleri duyuluyor. Peki tarihi belli mi? Belli değil, ansızın geliverecek.

İstanbul büyük depreminin alâmetleri belirdi. Denizin dibinden fokur fokur gazlar fışkırıyormuş. Her gün yer defalarca, insanların fark etmediği ölçülerde depreniyormuş. Bütün ilim adamları olacak diyormuş. Peki tarihi, günü, saati belli miymiş? Belli değilmiş, ansızın gelecekmiş.

Herkes ölecek, bunda kimsenin şüphesi yok. Doğan mutlaka ölür. Ölüm haktır da tarihi belli değildir. Ansızın gelir.

İnsanlar gaflet içinde. Savaşa, depreme, ölüme hazırlanmıyorlar.

Adamın yazlığının bahçe duvarı çatlamış, onu tamir ettirirken savaş başlayacak, deprem olacak -Allah gecinden versin- ölüverecek.

Kadıncağızın misafir günüymüş. Özenerek bezenerek lattrifonlu kek yapmış, fırına koymuş, fırının ayarı bozukmuş, kek yanmış, kadın sinirinden ağlıyor. İşte o keke acır ve ağlarken birden bire dünyayı alt üst eden önemli hadise olacak.

Köprüde balık tutarken ansızın genel azabın içinde yanacak.

Gecenin geç vaktinde Lophane bahçesinde nargile içerken ansızın büyük sarsıntı olacak.

Havalar ısınacak, bizimki derya kenarındaki villasına gidecek. Kumların üzerinde güneşlenirken ansızın o büyük hadise patlayacak evine kaçmaya fırsat bulamayacak.

Savaşın kopacağı, yerin depreneceği, felâketin geleceği, ölüm saatinin gelip çatacağı besbelli. Çok alâmetler ve haberler var. Tam tarihi, saati bilinmese de insanlar ve toplumlar ellerinden geldiği kadar tedbir almalı, büsbütün gaflet etmemeli.

Savaş patlarsa ne yapacağız?

Deprem olursa ne yapacağız?

Felâket gelirse ne yapacağız?

Bunlarla ilgili önceden ne gibi tedbirler alabiliriz?

Deprem oldu, sizAvrupa yakasındasınız, eviniz oturulmayacak hale geldi, Asya yakasındaki yazlığınıza sığınmak istiyorsunuz... Nasıl geçeceksiniz öteki yakaya? Yollar, caddeler enkaz dolu, köprüler çatlamış trafiğe kapatılmış, araba vapurları çalışmıyor...

Savaş patlamış, epey uzaklara atom bombaları ve füzeler atılmış, bulutlar radyoaktif serpintilerle yüklü... Bunlardan korunmasını biliyor musunuz?

Su, ekmek, ilaç, yakacak nasıl bulunacak?..

Bunca hasta yaralı nasıl tedavi edilecek...

Herkese yetecek sığınak var mı?..

Öffff!.. İçimizi karartma be adam... Bunları yazma... Futbolcuları yaz...Şike yapıldığını yaz... Eroin çeken şarkıcıyı yaz...Göğüsleri inek göğsü gibi mankenleri yaz... Politika yaz, particilik yaz, fitne fesat yaz, entrika yaz, polemik yap... Lakin savaştan, depremden, azap inmesinden bahs etme, içimizi karartma. Sus sus sus!..

Bırak gaflet içinde ölelim, sürünelim...

2 Nisan 2010 Millî Gazete

ALİ BABACAN NEDEN BU KADAR SEVİNİYOR
03.04.2010 14:36
Prof. Dr. Oğuz Oyan

Başbakan ve bakanlar zaten geçen yıldan beri 2001 krizini kötüleyip bugünkü krizi hafif atlatacağımız üzerine bir söylem tutturmuşlardı. Şimdi 2009’a ilişkin açıklanan “ekonomik küçülme” verilerinin tahminlerin altında kalmasından sonra bu koro kendini daha güçlü hissedecek. Üstelik koroya liberal ekonomi yazarlarından da güçlü bir takviye geldiği görülmekte (A. Savaş Akat’ın 1 Nisan tarihli Vatan’daki yazısı bunun istisnasını oluşturdu).

Babacan, Türkiye’nin daha makul bir küçülme oranıyla OECD dünyası içinde çok aykırı bir örnek oluşturmaması karşısında sevincini saklamamakta. Ama krizin çıkış ülkesi olan ABD’nin yüzde 2,4’lük küçülmesinin veya krizdeki Yunanistan’ın yüzde 2.2’lik küçülmesinin iki katı bir skor yapmaktan, bu arada AB’nin ortalama küçülme oranı olan yüzde 4’ün bile üzerinde kalmaktan bizimkiler pek rahatsız olmuş gözükmüyor.

Karşılaştırma yapılırken 2001 yılında ekonomik küçülmenin (yeni milli gelir serisiyle) yüzde 5,7 olduğu, 2009 yılında ise bu oranın yüzde 4,7 olarak gerçekleştiği, dolayısıyla 2009’daki daralmanın 2001’e göre daha zayıf kaldığı üzerine şimdiden epey kalem oynatılmış bulunuyor.

Peki, ama ekonomik krizler takvim yılına uymak zorundalar mı?
2001 yılında tesadüfen böyle olmuştu. Ama 13 ay süren bugünkü kriz 2008’in Ekim ayında başlayıp 2009’un Ekim sonunda son bulmuştu. Bu süreyi dört çeyrek yani 12 ay olarak 2008 Ekim-2009 Eylül sonu arasında aldığımızda, son açıklanan ekonomik büyüme verileri ışığında, 2008/2009 krizinin yüzde 7,8 küçülmeyle 2001’in çok üzerinde bir tahribata yol açtığı görülecektir.

Eğer mutlaka takvim yılından bakılmak isteniyorsa o zaman bugünkü krizin sadece 2009 yılı küçülmesine katkısına değil aynı zamanda 2008 yılında ekonominin yerinde saymasına olan etkisini de dikkate almak gerekir. 2008’in son çeyreğindeki yüzde 7 küçülmenin etkisiyle 2008’in toplam büyümesi yüzde 0,7’de kalmıştır. Bu, Türkiye’deki nüfus artışının altındadır ve Türkiye için bir resesyon seviyesidir. Dolayısıyla, 2008/2009 krizi iki takvim yılında birden büyük bir tahribata yol açmak bakımından da 2001 krizinden daha şiddetlidir.

2008/2009 krizini daha az görünür kılan özelliği ise bankacılık kesiminde çöküntüye yol açmaması, döviz kuru ve borsadaki etkisinin ise görece kısa sürmesi oldu. Ama üretken kesimlere gelince durum çok farklıydı. Nitekim küçülmeye en çok katkı yapan yani en ağır darbeyi yiyen sanayi sektörü temsilcilerine bakıldığında, iktidarın hışmından korkmadığı ortamlarda, sanayicinin bu gerçeği açıkça ifade ettiği görülmektedir.

2009’da çöken özel sektör sabit sermaye yatırımlarının 2010’da bile 2007 seviyesini yakalayan bir toparlanma içinde olup olamayacağı bir soru işareti olarak ortada duruyor. 2009’da dış borç net ödeyicisi konumunda olan finans dışı özel sektörün, güçlü bir sınai toparlanmanın ithalat faturasını finanse etmekte zorlanıp zorlanmayacağı da ayrı bir mesele.

Kuşkusuz asıl çözümsüz kalan sorunumuz, dıştan beslenen ve dışarıya kanayan bir ekonomik modele yani IMF/DB programına yeniden dönüşten başka bir alternatif tanımayan bir ekonomi yönetimi ve bir sermaye kesimiyle bu uzatmaların nereye kadar oynanabileceği konusu oluyor.

Odatv.com

İbrahim Karagül
Türkiye'nin hesabını bozacak savaş yakın!

Can alıcı soru şu: Ortadoğu'da bütün hesapları sıfırlayan yeni ve çok yakın tehdit ne olabilir? Türkiye'nin son sekiz yıldır, bazı merkez güçlerin gıpta ve veya hasetle baktığı yeni pozisyonunu kim, nasıl sabote edebilir? Yaklaşık bir yıldır, bu soruları ıslarla gündemde tutup cevabını kestirmeye çalışıyoruz. Gerek bölgesel düzeyde kendini hissettiren stres birikimi, gerek bazı merkez ülkelerin ve İsrail'in Türkiye'ye karşı tutumu, soruyu ve cevabını çok önemli hale getiriyor.

İran'ın, "Ordu Günü"nde sergilediği abartılı, çok da sağlıklı olmayan gövde gösterisi, İran liderliğinin çatışma tezlerine güç veren açıklamaları, İsrail'den daha sert tonda gelen mesajlar bölgesel bir çatışmanın fitilini ateşleyip, bütün hesapları sıfırlama tehlikesinin hiç olmadığı kadar yakın olduğunu gösteriyor. Sadece bu kadar mı?

ABD yönetimi, İran nükleer tezleri konusunda işe yaramayacağını herkesin bildiği "ağırlaştırılmış ambargo" konusunda bile dünyayı ikna edemedi. Başka da bir politika geliştirebilmiş değil. Askeri seçenek, bugünkü haliyle sadece bölgesel kaosa değil, ABD için de ciddi bir yıkıma neden olacaktır. İsrail'in bütün tahriklerine rağmen, ABD liderliği, askeri seçenek konusunda mesafeli duruşunu bu yüzden sürdürüyor. Ancak, bölgede hemen her gün, artarak devam eden gerilimli süreci dikkatle izleyenler, nasıl bir stresin biriktiğini, bunun kısa süre içinde bir yerde patlamak zorunda olacağını bilir.

İsrail'in "sorunlu" Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman; "Hizbullah balistik füze kullanırsa Suriye'ye taş devrine döndüreceğiz" açıklaması yaptı. Böyle bir tehdidin bedelini Suriye'nin ödeyeceğini, Beşşar Esad iktidarının devrileceğini, bu ülkeye çok ağır kayıplar verecek acımasız bir saldırı gerçekleştireceklerini söyledi. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun, "İran ambargoyla felce uğratılmalı. Eğer İran tehdidine karşı BM bünyesinde bir karar alınamazsa, tehdidin farkında olan ülkeler arasında bir koalisyon oluşacak" türü açıklamaları Çin, Rusya, Türkiye ve Brezilya'nın "engel"ini aşamayan ambargo sonrasına ilişkin tezler hakkında ipuçları veriyor. Söz konusu açıklamalar yapılırken İsrail savaş uçaklarının Lübnan hava sahasında gezindiğini unutmayalım.

Gerilimi artıran son "bahane" Suriye'nin Hizbullah'a Scud füzeleri verdiği, İran üzerinden gelen füzeleri Hizbullah'a ulaştırdığı, Hizbullah mensuplarına bu füzeleri kullanma eğitimi verdiği iddiaları. Saddam Hüseyin'in Körfez Savaşı'nda onlarcasını İsrail'e fırlattığı bu başarısız füzeler İsrail için müthiş bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyor.

İran'dan Akdeniz kıyılarına uzanan kuşakta Irak işgalinden sonraki en tehlikeli restleşme yaşanıyor. Nerede patlayacağını bilmek elbette mümkün değil ama bu stresin tahminlerimizden bile yakın bir zamanda bu kuşakta ağrı bir bunalıma yol açacağını söylemek abartı olmayacaktır. Gerçekten de çok tehlikeli bir oyun oynanıyor ve oyunun tarafları için manevra alanı giderek daralıyor. Daralmanın sonucu savaştır. Şu an için, İsrail'in bir savaşın fitilini ateşleyeceği apaçık ortada. Peki, böyle bir savaşın, ürkütücü sonuçlarının ötesinde bölgesel denklemi nasıl sarsacak, bunun Türkiye'ye maliyeti ne olacak?

İşte, Aralık ayından bu yana tartıştığımız konu bu. "Türkiye'yi nasıl durduracaklar" ya da "İsrail Türkiye'yi durdurabilir mi?" sorularını yüzden sorup durduk. Zira, böyle bir savaşın öncelikli sebebi İran'ı ve beraberindekileri durdurmak ise de, İsrail açısından çok önemli bir hedef daha var; Türkiye'yi durdurmak. Yüz yıl sonra oyun kurucu ülke olarak Ortadoğu'ya geri dönen, istediği karşılığı/desteği alan ve dikkat çekici biçimde güç kazanan Türkiye'nin attığı her adım öncelikle İsrail'in daha sonra bölgede nüfuzu olan güçlerin alanını daraltıyor. Belki benzetmek doğru değil ama uzun vadede İsrail için en büyük tehdit algılamasının Türkiye'nin bölgesel projelerinden geldiğini kabul etmek gerekiyor. "Hesapları bozacak gelişme" derken, İran'ın dizginlenmesi kadar, bu yüzden, Türkiye'nin de dizginlenmesi hesaplarını anlamak mümkün.

Pakistan'dan Orta Afrika'ya kadar Türkiye'ye yönelik ilgi hızla artarken, bölgesel ortaklıklar ileriye dönük daha kapsamlı birlikteliklere dönüşme eğilimine girerken, barış ve diyalog üzerinden oyun kuranlara karşı, çatışma ve kaos üzerinden oyun kuranların harekete geçtiğini, önümüzdeki günlerde bu yönde endişe verici gelişmelerin olabileceğini, "Oyun kuranlar"a karşı "oyun bozanlar"ın tehlikeli bir senaryo yazdığını söylüyoruz.

İsrail için tek bir yol var; bölgesel etkileri olacak yıkıcı bir savaş! Bu yüzden, Tel Aviv yönetiminin, dünyadan destek alamasa bile böyle bir savaşı bir bahaneyle çıkaracağına, savaş itemeyen olağan destekçilerini kendini desteklemek zorunda bırakacağına inanıyoruz. Lübnanlı yetkililer, İsrail'in Lübnan'a saldırı hazırlıkları içinde olduğunu dünyaya duyururken, İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Eşkinazi de her fırsatta, İsrail ordusunun Gazze'ye saldıracağını söylüyor

Bundan sonraki saldırının sebebinin Hizbullah ya da Hamas olmayacağı, siyasi anlamda tükenen, bölgesel nüfuzunu büyük oranda kaybeden, köşeye sıkışan, Türkiye'nin yapıp ettikleriyle elindeki kartları birer birer kaybeden İsrail'in, "oyun bozucu bir senaryo" ile şaşırtıcı hareketlerde bulanacağı yeni bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Şimdi; bütün bu olanların tek gerekçesi İran'ı durdurmak değil, Türkiye'yi de durdurmaktır. İsrail, Lübnan ve Gazze saldırıları dahil, hiçbir krize bu kadar yaklaşmamıştı. Bu sefer, doğrudan İran'a saldırı olmasa da, İsrail-İran savaşı Akdeniz kıyısında, Suriye üzerinde yaşanabilir. Yine bu sefer, Gazze ve Güney Lübnan'a saldırılardaki gibi, savaşın etkisi, o bölge ile sınırlı kalmayacak gibi...

Yeni Şafak

İÇ SAVAŞ PROVALARI BUNLAR
Mümtaz İdil
27.04.2010

Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK)’in dün açıkladığı verilerde, Türkiye’deki ekonomik gelişmeler konusunda şaşırtıcı veriler sunarken, en şaşırtıcı olanın gözden kaçmadığını umuyorum.
TUİK’e göre ekonominin durumundan halk pek şikayetçi değil, gelecek için beklentisinde de fazla bir değişiklik yok. Mutsuz olanların sayısı mutlu olanlarla eşit vb...
Ama dedim ya, en şaşırtıcı olanı, şimdiki duruma ilişkin de, geleceğe ilişkin de yaklaşık yüzde yirmi oranında bir kitlenin “fikrinin olmaması”...
Bu mümkün mü?
Bilimsel araştırmalar yapması gereken ve yaptığı düşünülen, istatistik gibi bilimsel bir yöntem kullanan TUİK’ten gelen raporlarda durum böyle: Hiç fikri olmayanlar yüzde 19,..
Grönland adasındaki buzların erimesi halinde, dünyadaki denizlerin yedi metre yükselmesinin, dünyanın ekolojik dengesini nasıl değiştireceğine ilişkin bir soru sorsaydı TUİK, o zaman bile herhalde yüzde 20’ye yaklaşan, “fikrim yok” yanıtı almazdı.
Ne de olsa insanlar, denizlerin yedi metre yükselmesiyle, Anamur dolayındaki denize kuş bakışı yazlığının, on sene sonra sahilde olacağını, en azından denize daha yakın olacağını düşünerek de olsa bir fikir üretirdi.
Ama, insaf! Evine her gün ekmek götürmek zorunda olan birinin, Türkiye’nin şu anda bulunduğu ekonomik durumuyla ve geleceğe yönelik beklentileriyle ilgili sorulan bir soruya “fikrim yok” deme olasılığı nedir?
TUİK’e göre yüzde yirmi...
Bana göre sıfır.
Ben TUİK’ten daha “bilimsel” değilim, ama çok daha önemli iki özelliğim var: Birincisi kimseye bağımlı değilim ve resmi ağız kullanmıyorum, ikincisi cebime bakıyorum.
Çok daha somut verilere sahibim yani.

Geçiniz...
MHP’nin, çocuklara af önerisine inat sanki, yine Siirt ve yine tecavüz ve cinayet...
8 erkek çocuk, yaşları 12 ila 14 arasında... İki tecavüz ve cinayet... Ölen, üç yaşında bir kız çocuğu. Çocuklar, tutuksuz yargılanacak... MHP’ye ithaf olunur.

AKP Milletvekili Helvacıoğlu, basının bir yıl önce olan olayın gündeme getirmesini eleştirdi ve bu tür olayların her yerde olduğunu söyledi.
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, basının olayı “tüm vahşetiyle” vermesini eleştirdi.
Kavaf daha da hoştu: “Bu yaştaki çocuklar, enerjilerini boşaltamalıyorlar...” türünden açıklamayla herhalde Jeffrey Dahmer’i haklı çıkaracak bir cümleye imza attı.
Adli Tıp Kurumu, çocuklardan biri öldüğü için alışıldığı üzere “psikolojisinde bozukluk meydana gelmemiştir,” raporu vermedi. Verebilirdi de... Çünkü “aksini kanıtlamak” artık mümkün değil...

Bunu da geçiniz...
Birileri “af” sözcüğünü kullandı ya, “Monte Cristo İntikamı” türünden dizilerinde çoğalmasıyla, eline tabancayı, tüfeği, döner bıçağını kapan sokaklara fırladı bile.

Töre cinayetlerinde reşit olmayan çocukların kullanılması da artacaktır önümüzdeki günlerde, merakla izleyiniz.

Bütün bunlar ne anlama geliyor sizce?
Toplumdaki “kin, nefret, kendi hayatına son vermek yerine başkasını tercih eden insanların çoğalması, çaresizlik, cahillik, parasızlık...”
İç savaş provaları bunlar.
Silah satışlarına bakın anlarsınız.
Kaçak silah üretimine bakın, yine anlarsınız.

Artık kontrol ne hükümette, ne muhalefette, ne tarikatlarda, ne Utah’ta, ne Meclis’te, ne askerde, ne poliste ne de AB-D’de...
Kontrol yok artık.
Yolsuzluk, haksız kazanç, Anayasa değişikliği, hukukun üstünlüğü, HSYK’nın yapısı, Haşim Kılıç’ın konuşması...
Asıl bunları geçiniz...
Eskidi artık...
TUİK’e sorun isterseniz... Bunlarla ilgili sorular sorulduğunda “fikrim yok” diyenlerin oranı yüzde seksenlere ulaşmıştır. Cebiyle ilgili fikri olmayanın, katiliyle ilgili fikri var mıdır sizce?

Odatv.com

Demokrasi olmadan demokratik özerklik
Serdar AKİNAN
26 Haziran 2010

İstanbul'a iner inmez beni şehit haberleri karşıladı. İnsanlar biraz şaşkınlık biraz merakla ama mutlaka terdirginlikle tek bir soru soruyor: 'Ne olacak?'

Bu soruya maalesef tek bir yanıt veremi-yorum. Ama iyi olmayacağı ortada... Ortada birçok aktör ama tek oyun kurucu var. PKK...

Şiddeti tırmandıracaklar. Diyarbakır'da örgüte yakın kaynakların dillendirdiği senaryoları buraya yazamayacağım. Yoksa 'halkı korku ve paniğe sevk etmekten' hakkımda dava açılır.

Fakat şu kadarını görebiliyorum. Türkiye seçim atmosferine girdi ve seçimin öznesi bugün bellidir: Terör...

İktidar kadroları bu sorunu çözmekten çok uzak... Muhalefet daha da uzak... Örgüt yakında açıklayacağı 'demokratik özerklik' adımıyla gerilimi çok daha başka bir evreye taşıyacak.

Türkiye kısa zamanda etnik temelli dağınık çatışmaların yaşanacağı bir coğrafya haline gelebilir.

Fakat asıl sorun iletişim... Medyanın sorumsuz yaklaşımı bir yana son yıllarda başarıyla yaratılan kamplaşma çoklu bir dil ve algı yarattı.

Yaftalama sürecinin geldiği noktada aynı sorunlu dili kullanan takımlar oluştu. Bu dil üzerinden bir iletişim imkansız.

Ortak tavır almaya imkan sağlayacak bir dili yakalayamazsak ne Doğu'da ne Batı'da kime ne anlatacaksınız?

'Aaaa bunu Ergenekocular yazmış... Arkada İsrail var' diyen kafayla ne konuşabilirsiniz?

İnanın çok ama çok endişeliyim. Bu yaz bitmeden yaşanacaklar bizi seçime nasıl bir havada sokacak?

BM Barış Gücü'nün konuşlandığı bir Türkiye fotoğrafı kapıda... Bu fotoğrafı iptal etmek için gereken makul zemin ancak iletişimle mümkün.

O zemin var ve birileri ısrarla karartıyor.

Akşam Gazetesi

Afrikalılar, Osmanlı torunlarını bekliyor
20:30 - El Cezire televizyonunun internet sitesinde Salih Sunusi imzasıyla yayımlanan yazıda, Türkiye'de eksen kaymasının yaşanmadığı, "Türkiye'nin bulunduğu coğrafyada kendi etkinliğini arttırmak, doğu ve güneydeki komşularıyla ilişkilerini güvence altına alarak batıya tam yönelmek istediği" kaydedildi. Yüzyıllardır fakir Müslüman Afrika ülkelerinin batılılar tarafından sömürüldüğü belirtilen yazıda, "Bölge halkı, Osmanlı devletinin torunlarının onları sömürge devletlerinin elinden kurtaracağına inanıyor" denildi. 05.07.2010 ANKARA netgazete

Serdar Akinan
Yol ayrımı

PKK'nın yayın organı Fırat Haber Ajansı'nda dün yayınlanan bir ana-lizde önümüzdeki sürece dair son derece açık bir fotoğraf tarif ediliyordu:
'Bu çatışmalar devam ederse sivil halk çok ama çok büyük zararlar görecek. Son 30 yıllık süreçteki on binlerce kayıp daha da artabilir. Tartışmalarda sorunu sadece askeri-asayiş-'terör' meselesi olarak ele almak ve hükümet ağzı ile yorumlamak bu süreci daha fazla çıkmaza sürüklüyor. Çünkü bu savaşın bilançosu sadece yaşamını yitiren asker ve gerilla sayısı ile değil; giderek artan sivil kayıplardan da oluşacak? İnsanların ölümü artarken, sosyal ve kültürel alanda büyük bir yarılma meydana gelecek. Ekonomik çöküntü ve zarar tanzim edilemez bir hal alacak. Devlet ve askeri kurumlarda JİTEM ve SUSURLUK skandallarını aşacak bir çürüme, Ergenekon isimlendirmelerinde de önü alınamaz bir artış olacak. Siyaset Türkiye'de işlemez hale gelecek. Kürtler kendi geleceklerini kendileri belirleyecek. '
Açıkçası ve maalesef ben de önümüzdeki ayların tam da yukarıda tarifi yapıldığı şekilde gelişmelere gebe olabileceği endişesindeyim.
Bahçeşehir Üniversitesi'nden Yrd. Doç. Dr. Cengiz Aktar, Fransız Liberation gazetesine bir mülakat vermiş. Cengiz Aktar'ın yukarıdaki sürecin finaline dair bir öngörüde bulunuyor:
'Korkarım ki bu çatışmayı çözmek için Türkiye'nin kendisinin uluslararası bir arabuluculuğa ihtiyacı olacak.'
Cumhuriyet'ten Orhan Bursalı'nın 'Türk tarafının elinde tek koz var: Kürtlerin çoğunun ayrılmayı isteyip istemediği. Çünkü doğal veya anormal, tüm ayrılıkların, herkese bir faturası olacaktır. Bu nedenle, bu kozun güçlendirilmesi gerekir.' tespitinden yola çıkan Ertuğrul Özkök dün köşesinden bir kesimin artık usul usul söylediğini yüksek sesle dillendirdi:
'Birlikte yaşamak zorunda mıyız?'
Gerçekten şu soruyu soralım...
'Türklerle Kürtler birlikte yaşamak zorunda mıdır?'
Yukarıda çok farklı kesimlerin gidişata dair açık ve net tespitleri var...
Ne AKP'nin artık tescil olan beceriksizliğiyle, ne muhalefetin vizyonsuz basiretsizliğiyle ne de on binlerce insanımızın canına mal olan askeri 'çözümlerle' bir yere varılamayacağı ortada...
Yığınlar ise kendi kaderlerini yönetecek enstrümanları siyaset aygıtının yapısından ötürü 'devrettiğinden' görünen o ki Türkiye kanlı bir yol ayrımına gidiyor.
http://www.aksam.com.tr/2010/07/07/yazar/18033/serdar_akinan/yol_ayrimi.html

Böyle Başlık Görülmedi

Lübnanlı gelinin damattan istediği başlık törenle teslim edildi.
Hataylı Mustafa Bağlar ile bu ay evlenecek olan Lübnanlı Doha Mısrı'nın ailesi, gelini almaya giden damattan sadece Türk bayrağı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın fotoğrafını istedi. Fotoğraflar ve bayraklar Reyhanlı Belediye Başkanı Hüseyin Şanverdi tarafından aileye gönderilmek üzere törenle teslim edildi.
13 Temmuz 2010
Hatay'ın Reyhanlı ilçesi Beşaslan köyünde yaşayan Mustafa Bağlar, Lübnan Halbe'de inşaat işçiliği yaparken Lübnanlı Doha Mısrı ile tanıştı. Çift evlenmeye karar verdi. 15 Temmuz'da Lübnan'da Bireyil Palas'ta yapılacak düğünün hazırlıklarına başlayan Mustafa Bağlar'ın ailesi, Lübnanlı gelinin babası Ziyad ve annesi Sahar'ı arayarak yanlarına gitmek için hazırlık yaptıklarını ve Türkiye'den istedikleri bir şey olup olmadığını sordu. Lübnanlı aile ise "Türkiye'den sadece Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'ın fotoğrafları ile Türk Bayrağı getirin. Başlık parası da istemiyoruz" cevabını verdi. Bunun üzerine Lübnanlı ailenin isteği Kaymakam Cemalettin Yılmaz ve Belediye Başkanı Hüseyin Şanverdi'ye aktarıldı. Belediye Başkanı Şanverdi Lübnanlı ailenin isteğini yerine getirerek fotoğraf ve bayrak temin etti.

TÖRENLE VERİLDİ

Bayraklar ve fotoğraflar, Beşaslan köyünde düzenlenen törenle Lübnan'a götürülmek üzere Belediye Başkanı Hüseyin Şanverdi tarafından damadın ailesine teslim edildi. Bayrakları ve fotoğrafları aileye teslim eden Şanverdi, "Lübnanlı ailenin isteği çevrilemez bir talep. Madem bizden cumhurbaşkanımız ile başbakanımızın fotoğraflarını istediler, biz de severek gönderiyoruz. Her iki aileye de hayırlı olmasını diliyorum" dedi. aktifhaber

09 Temmuz 2010
Davulcuya Gitmeyiz!
Bülent ESİNOĞLU

Obama’yı Avrasya korkusu salmış. Avrupa’yı Türkiye’nin üyelik yolunda oyalamasından dolayı AB’yi eleştiriyor. “Türkiye’nin Avrupa’dan başka yerlere bakar hale gelmesi doğal” diyor.

Obama’ya göre, Türkiye başıboş kalmış bir kıza benziyor. Ya davulcuya ya da zurnacıya gidecek diye hayıflanıyor.

Türkiye’yi AB kapısına bağlayanın Amerika olduğunu en iyi Obama biliyor. Obama, AKP iktidarında, Türkiye’nin ABD emrinden dışarıya çıkmayacağını da biliyor.

Peki, Obama neden hayıflanıyor? Çok açık. Türkiye’nin Atlantik İttifakı içinde boğulduğunu biliyor.

Batı Türkiye’yi Doğunun çıkarlarını tıkayan bir tıkaç gibi kullanıyor. Türkiye doğuyu tıkadıkça kendisi de tıkanıyor.

Obama, Türkiye’yi devletsizleştirerek, AB’ye bağlama projesini Avrupa’nın iyi yönetemediğinden şikâyetçidir.

Türkiye kendini yönetenlere rağmen, Atlantik’te boğulduğu gerçeğini görüyor. Telaş buradan geliyor. Batının yaşadığı krizle birlikte, Avrasya tartışmaları çıkınca, iktidar mevzilerinden, başta eşbaşkan olmak üzere, “valla billâh biz bir yere gitmiyoruz” açıklamaları geldi.

Bir hafta önce de, TÜSİAD’ın Manken Başkanından bir açıklama geldi. “AB’ye üyelik önemli değil, esas olan AB üyelik sürecine bağlı olmaktır.” Dedi.

İfade çok açık ama tercüme şudur: AB kapısına bağlı olmak, Türk halkını terbiye ediyor, devleti çürütüyor, tekellerin etkinliğini artırıyor. Başka bir seçenek aranmasını önlüyor.

Kendi devletinin işlevselliği yerine, başka bir otoritenin ulusal pazarlarımız ve devletimizin üzerindeki etkinliğini daha yeğ tutan bir zihniyet.

Amerika’nın, Avrupa’nın, AKP’nin ve TÜSÜAD’ın çıkarları bu zihniyette olabilir. Çünkü çıkarları onu gerektiriyor.

TÜSİAD, Avrupa’dan Amerika’dan aldığı para ve ürünü Türk halkına pazarlıyor. İthalatçılıktan kazandığının aslan payını gene Batıya veriyor. Dolayısı ile onun için önemli olan bu süreci yaşamaktır. AB kapısına bağlı olmaktır.

Amerika daha yukardan bakarak, iç dinamikleri görüyor. Bu iç dinamiklerin Türkiye’yi Avrasya’ya götürdüğünü biliyor.

Obama’nın sıkıştırması ve TÜSİAD’ın Amerika ve Avrupa’daki çalışmalarından sonra, 13.Başlık olan Gıda başlığını açtıklarını öğreniyoruz.

Bunun manası da şudur; Nasıl ki, şimdi, kendi ürettiğimiz sanayi ürünleri için gidip AB kurumlarından izin alıp kendi ulusal pazarlarımızda satıyorsak, ürettiğimiz gıdalar içinde aynısını yapacağız. Yani devletimizin yetki alanlarından birisini daha AB’ye devredeceğiz.

Zaten böyle böye devletsizleşiyoruz. Devletimizi tümden AB’ye teslim etmek için de istedikleri anayasayı referanduma götürüyoruz.
AKP’ye de, AKP anayasasına da hayır.

9.7.2010,
bulentesinoglu@gmail.com
Anadoluhaber

"ÇEKİLECEĞİMİZ EN SON YER KERKÜK"
Bülent ESİNOĞLU
23.07.2010



Bu sözler, bizlerin Çuvalcı General diye tanıdığımız, Irak’ın işgalinde görevli, şimdi de Afganistan işgalinde görevli Amerikalı General Odierno’nun ifadesidir. Bu gün söylenmiştir.22.7.2010
Sekiz yıldır, söyleyip de bir türlü anlatamadığımızı, Odierne birinci ağızdan söylemiş.
Bu ifade, Büyük Ortadoğu Projesinin gerçek amacını da doğrudan belirtmektedir. Tercümesi şudur; Amerika olarak çıkarlarımızı güvence altına almak için yapılması gerekenleri yapacağız.
Amerika’nın asıl amacı, İran ve Türkiye’yi bölmektir.
Kerkük’e yerleşecek Amerikan ordusunun buradaki işlevi ne olabilir?
Bir, Kukla Devleti güçlendirmek.
İki, güçlenen bu devleti Türkiye, İran ve Suriye’ye doğru, önce etki alanı olarak, genişletmek.
Üç, Kukla Devletin Amerikan askeri sayesinde etki alanı artıkça, sözüm ana Türkiye demokratikleşerek, savaşsız bir şekilde, Amerikan bölgesinden gönderilen PKK terörü ile istikrarsızlaştırılarak, bölünmeye razı hale getirmektir.
Tehlike ve tehdit bu kadar yaklaşmışken, siyasi iktidarın yapıp ettikleri nedir?
Amerikan raporlarında yer aşlan, Açılımlardır. Başka bir ifade ile Amerika’nın Türkiye’yi bölmek için yaptığı planların içinde olmak.
Daha dün, Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Kukla Devletin başkanına gönderdiği mektupta, “Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı” ifadesini kullandı.
Öte yandan, hükümet sözcülerinin durmadan söyledikleri de şudur. Irak’ın kuzeyi ile yapılan ve yapılmakta olan ekonomik işbirliğidir.
Yani gelecekteki düşmanımızı büyütmek.
Özetlersek, Irak’ın kuzeyinde kurulan kukla devletin etkinliği artıkça, Türkiye’nin güneydoğusunun kopma olasılığı artacak demektir.
Amerika’nın bu ölçüde Türkiye’yi bölme niyetlerini açık etmesine rağmen, Türkiye’yi yöneten iş adamı, siyasetçi, gazeteci, ne yapıyor dersiniz?
Siyasi iktidar ordusu ile meydan muharebesi veriyor. Generalleri, aydınları ve parti başkanlarını Silivri’ye taşıyor.
Komplo planları ile meşguldür.
Muhalefet, iktidar olmayı Batı icazetinde arıyor.
Bu durumda iş halka kalmaktadır.
Halk yeterince bilgilendirilmediği ve topyekûn savaş hazırlığı yapılmadığı için, hatta tersine bilgilendirildiği için tehlikeyi göremiyor.
Türkiye’ye bir şey olmaz diyenlerin, Türkiye’ye en büyük kötülüğü yaptığı bir dönemi yaşıyoruz.
Amerikan tehdidine karşı Türk Milletinin vereceği ilk cevap, bu siyasi iktidardan kurtulmak olmalıdır.

22.7.2010
bulentesinoglu@gmail.com
http://www.buyukasya.net/Haberler.aspx?haberID=293&B=

Yusuf Kaplan
Kimse durduramayacak Türkiye'yi; ama...

Sanırım şu yakıcı gerçeği herkes kavradı artık: Eğer Türkiye, iç sorunlarıyla boğuşmaya mahkûm olmamış olsa, kimse durduramayacak Türkiye'yi.

Dünyada, ülkenin geleceğini ipotek altına alacak kadar kontrolden çıkabilecek boyutlar kazanan, kangrenleşen patetik iç sorunlarla boğuşan başka bir ülke yok Türkiye'den başka.

Başka ülkelerin de iç sorunları var elbette. Ama dünyanın hiçbir ülkesinde, iç sorunlarının ülkeyi rehin aldığı, elini kolunu bağladığı, çeşitli toplum kesimlerini bu kadar sert, keskin cephelere ayırdığı, karşıt kutuplara savurduğu, en küçük meseleleri bile bir anda ölüm-kalım meselesi hâline gelebilen sorunlar yaşandığı söylenemez.

Böyle bir ülke yok yeryüzü coğrafyasında. Çünkü yönünü, rotasını, ruhunu, temel dinamiklerini bizatihî kendisi yok etmeye kalkışan başka bir ülke yok şu dünyada. Olamaz da.

Bunun temel nedeni bizim medeniyet iddiamızı yitirmemiz ve tarih yapan bir aktörden tarihte tatil yapan bir figüran derekesine düşmemiz/di.

Şunu demek istiyorum: Batı uygarlığının modernlikle birlikte geliştirdiği meydan okuma, öncelikli olarak bizi, İslâm medeniyetinin hem yeniden-kurucusu, hem de koruyucusu Osmanlıyı hedef alan, tarihten silmeyi amaçlayan bir meydan okumaydı. Bu meydan okumanın nihâî olarak başarıya ulaşmasının en önemli şartı, Osmanlı'nın temsil ettiği İslâm medeniyetini tarih dışına itebilmesiydi.

Batı uygarlığı, bizi önce Avrupa'dan uzaklaştırdı; sonra da tarihin dışına itmeyi başardı.

Avrupa'dan uzaklaştırılma girişimini belki önleyemeyebilirdik; ama eğer ok yaysız kalmamış olsaydı, yayını yitirmemiş olsaydı, tarih dışına itilme girişimlerini kesinlikle önleyebilirdik. Sorun okun yaydan çıkmış olması sorunu değildi; okun yaysız kalmış olmasıydı.

Başka bir deyişle, biz, bir ceset olarak varlığımızı sürdürüyorduk; ama ruhumuzu yitirmiştik ve ruhumuzu yitirdiğimizi bile fark edemiyorduk: Bizim, ruhumuzu yitirmemiz şartıyla ceset olarak varlığımızı sürdürmemize izin verilmişti yalnızca.

Ruhumuzu yitirmemiz demek, iddialarımızı kendi ellerimizle reddetmemiz, terk etmemiz demekti: İşte bizden istenen şey buydu; bizim içimizdeki beyinsizlerin tam bir zafer sarhoşluğuyla yaptıkları şey de bu oldu: Kendi kuyumuzu kazmak, kendi intiharımızı hazırlamak.

Bu coğrafyanın insanlarının ruhunu oluşturan yegâne kaynak İslâm'dı: Tarihimiz boyunca ortaya koyduğumuz en büyük tecrübeyi bu sayede gerçekleştirmeye muvaffak olmuştuk: Sadece müslümanlar açısından değil, insanlık açısından da ortaya koyduğumuz en büyük tarihî tecrübenin yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini İslâm'a borçluyduk: Kurduğumuz Osmanlı sulh düzeni, bizi insanlığın son adası yapacak kadar insanlığın, tabiatın, dinlerin, inançların koruyucusu, kollayıcısı kılacak kadar insanlığın sadece Müslümanlara, müslüman medeniyetine emanet edildiğinde gün yüzü, huzur ve barış yüzü görebileceği yegâne evrensel ve insanlık düzeni olduğunu bütün dünyaya göstermişti.

Düşünsenize... Batılıların modern meydan okumayla bütün kıtaları sömürgeleştirdikleri, yüzmilyonlarca insanı zincirlere vurdukları, başka insanların, medeniyetlerin, dinlerin, felsefelerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde, Osmanlı sulh düzeni, insanlığa esaslı bir ruh üflemişti.

İşte biz, insanlığın ekmek kadar, su kadar ihtiyaç hissettiği, herkese, bütün farklılıklara hayat bahşeden bu ruhu yok etmeye kalkıştık: Gerekçe, tam anlamıyla metamorfoz yemiş kişilerin ileri sürebileceği bir gerekçeydi: "Biz yenilmiştik ve bu yenilginin nedeni de İslâm'dı."

İnsanlığa insanlığın ne demek olduğunu öğreten bir medeniyet ruhunu yitirmekle, neyi yitirdiğimizi kavrayabilmiş değiliz hâlâ. Hâlâ figüranlık yapmakta ve bu coğrafyayı Batılılara, -Batılıların gayr-ı insanî, çatışmacı, bölücü, parçalayıcı, ruhsuzlaştırıcı, barbarlaştırıcı, materyalist seküler ve ruhsuz değerlerini Batılılarda bile görülmeyen bir putlaştırma ilkelliği sergileyerek- dekor yapmakta bir sakınca bile görmüyoruz.

Yeniden rotasını bulduğu, ruhuna ve iddialarına sahip çıkabildiği zaman, Türkiye'yi kimsenin durduramayacağını çok iyi biliyoruz artık.

Ancak bu, Türkiye'nin değil, Türkiye'deki güç ve çıkar aygıtlarını ellerinde bulunduran, o yüzden sadece kendi bencil çıkarlarını düşünen, Türkiye'yi kendi sefih çıkarları için ipotek altına alan küçük azgın azınlığın, bu milletin yakasından düşmesi veya düşürülmesiyle mümkün. İşte o zaman, iç sorunları Türkiye'yi ipotek altına alamayacak, Türkiye, yeniden tarihî yürüyüşüne soyunacaktır.

Yeni Şafak

Zaman kalitesi ve ruh hali...
SELÇUK SALIH CAYDI
14.8.10

Türkiye son 60 yılın hakim anlayışlarının değiştiği önemli bir dönemin içinde...
2008'in son aylarında başlayan bu değişimin en önemli -görünür- ifadesinin, halkı aptal yerine koyan rantiyeci politikacılar devrinin ve Türkiye'nin kötü (sadece iktidar yanlıları lehine) yönetilmesi devrinin sona ermesi olacağını söylemiştik...
Değişim, Menderes-Erdoğan çizgisinin temsil ettiği alaturka vasat anlayışlar/hareketler bütününün Türkiye'den silinmesi istikametinde yürüyor...
Tabii değişimden sonra eski hamam eski tas, vesayetçi/askerci/kemalist içine kapanık bir Türkiye olmayacağı kesindir...
Tam tersine...
Şimdi bu değişim döneminin en olumlu trendlerine kısaca bakalım:
1. Tüm sinir harbine rağmen, bu yılın Nisan ayında etkimeye başlayan ve iyimserlik yayan bir dalga, bu yılın Aralık ayına kadar, Pozitif Düşünmek denen şeyi destekliyor...
(Tabii bu teslimiyet anlamına gelmemeli!)
2. Bu atmosferin beni bizzat ilgilendiren yanları şunlar:
a. Türkiye için uzun vadeli iyi/yapıcı planlar/idealler oluşturmaya olanak sağlıyor.
(Ve bu planların gerçekleşme ihtimali yüksek)
b. Bu ideallerin gerçekleştirilebilir olup olmadığını sınamak olanaklı.
c. Başka bir zaman diliminde böyle "deneyler", büyük düşmanlıkların ortaya çıkmasına neden olabilecekken, bu zaman diliminde düşmanlıkları önlemek mümkün görünüyor.
3. Konuların kısmen din anlayışı, bunun istismarı ve yaşam felsefesiyle alakalı olması yüksek ihtimal.
(Bu anlayışları doğru istikamette ele alan sağduyulu insan sayısı artıyor ve bu konuda çalışan dostlar var)
Ayrıca insanların, bazı şeylerin aslında nasıl döndüğünü bilmek isteyeceği ve anlamak için samimi çaba göstermeleri ihtimali yüksek.
4. Eski ideolojilerin (İslamcılık, Kürtçülük ve Demokrasicilik) samimi bir şekilde sorgulanması sözkonusu. Bunu yaparken, bilimsel bir yol izlemek ve emosyonel/duygusal/hamasi yollardan mümkün olduğunca kaçınmak ve insanların kendi fikirlerini kendilerinin oluşturmalarına yardım etmek özel önem taşıyor.
5. Ani emosyonel iniş-çıkışlar dönemi, 2012 başına kadar sürecek gibi görünüyor.
(-tabii "büyük sıklıkta birşeyler olması tehlikesi yok" deyip avuntu arayalım!..)
Ama bu durumlar sahiden can yakıcı olabilirler.
Bunun böyle olacağını bilmek, ona hazır olmayı kolaylaştıracak ve etkisini azaltacaktır.
6. Bu dönemde sosyal adalet ve birey hakları, eskisinden daha çok önem kazanabilir -ki iyi olur!
7. Bu dönemde dünyaya açık olmak ve evrensel değerlere göre hareket etmek çok önemli.
8. Sonbaharda yoğun bir "akla saldırı" dönemi yaşanabilir!.. Ama bu dönem, olumlu/iyi anlamda bir güç yoğunlaşmasına da olanak sağlıyor.
(Yani saldırı sağlam karşılık bulabilir!..)
9. Türkler, Eylül'ün ikinci yarısından Ekim'in ilk haftasına sarkan zaman aralığında büyük bir ferahlama, kurtuluş duygusu ve eskiden kopuş yaşayabilirler.
Bu, çok güzel bir döneme işaret ediyor.
Bir kısım halk için bir pişmanlık ve eziklik duygusu içerse de, bu dönemin iyimser güzel atmosferi onları da kapsayacak/kapsamalı -kimseyi dışlamamalı...
Bu dönem çok önemli.
10. Onun ardından önemli bir sıkıntı dönemi gelebilir. Bu sıkıntı ekonomiyle ilgili de olabilir veya ekonominin negatif etkisiyle daha sıkıntı verici hale gelebilir.
Beni bizzat ilgilendiren konular:
(Şu cümlelerin yavaş yavaş anlaşılacağını ve benimseneceğini sanıyorum :)
a. "Ne olursa olsun, bundan böyle moralimizin bozulmasına asla izin vermeyeceğiz!.."
(Bir önceki dönemde moral depolamaya bakmak laaazım!..)
b. "Biz bu güzel dünyanın güler yüzlü, iyimser, iyi ve adil Türkleri, örnek adamları/kadınları olacağız!.."
http://konstantiniye.blogspot.com/

BİR YILDAN DAHA AZ BİR ZAMANDA…
Banu Avar
25.Eylül 2010



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 24 Eylül’de New York’da CFR (Dış İlişkiler Konseyi) adlı örgütün yuvarlak masasındaydı. Ve bu gizli, masonik, ‘dünyayı işgal’ amacı güden Siyonist oluşumun toplantılarına 3. kez katıldı.

1997 de katıldığı toplantıda CFR’nin konusu Refah Partisi idi. Bu toplantı sonrası Refah Partisi içinden AKP doğacaktı.
Nisan 2001 ‘de Abdullah Gül yine masoni


En son Ekim tarafından Pzr Eyl 26, 2010 11:10 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal May 04, 2010 8:53 pm    Mesaj konusu: Sultan Abdülhamid'in Kılıcını Yeniden Elinize Alın Alıntıyla Cevap Gönder

Sultan Abdülhamid'in Kılıcını Yeniden Elinize Alın
04 Mayıs 2010, 11:00Anadolu Haber
İslami Cihad hareketi liderlerinden el Bataş, Türkiye'den II. Abdulhamid'in kılıcını yeniden eline almasını beklediklerini söyledi.

İslami Cihad hareketi'nin Gazze'deki önde gelen liderlerinden Halid el Bataş, Türkiye'den II. Abdulhamid'in kılıcını yeniden eline alarak zayıfları korumasını, Filistin'i desteklemesini beklediğini söyledi.

Halid el Bataş'la yaptığımız röportajı sunuyoruz:

FİLİSTİN İSLAMİ CİHAD HAREKETİ

Sayın Halid el Bataş, İsrail’in gerek Gazze gerekse bölgedeki diğer direniş eksenindeki ülkeleri hedef alan saldırı tehditlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsrail’in tehditleri, saldırıları hiçbir zaman durmadı, artarak devam etti. Esasında İsrail’in tehditleri değil devam eden düşman saldırıları var. Kadın, yaşlı, çoluk çocuk demeden kalkımızı bombalıyor, Gazze’ye uyguladığı ambargo devam ediyor, sınır kapıları hala kapalı, Kudüs Yahudileştiriliyor, Sinagoglar inşa ediliyor, Müslümanların akidesi ve ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı hedef alan saldırılar aralıksız sürüyor. Bütün bunlar, tehdidinden de ötesinde bir saldırının olduğunun göstergesidir.

Düşmanın saldırıları, bundan sonra da artarak devam edecek. Düşmanın saldırılarına ve tehditlerine karşı olarak da tüm Müslüman ve Arapların, Filistin halkını, Kudüs’ü ve mukaddesatı korumak, Halil İbrahim Camii’nde olduğu gibi Mescid-i Aksa’nın da Müslümanlar ve Araplar arasındaki ikiye bölünmesini engellemek için harekete geçmelerini istiyoruz.

Peki İsrail’in Gazze’ye saldırı düzenlemesi mümkün mü?

Elbette, düşmanın Gazze’ye karşı yeni bir savaş açması her an mümkündür. Çünkü görevde olan Siyonist hükümet, bize göre tecrit edilmiş bir halde. Bunu aşmak için de Suriye’ye, Gazze’ye ve hatta İran’a savaş açması mümkündür. Fakat Siyonistlerin Gazze’ye savaş açması daha büyük olasılık. Çünkü Hizbullah ve diğer cephelerle kıyasladığımız zaman Gazze daha zayıftır.

Bununla birlikte yeni bir savaşın sınırları sadece Gazze olmayacak. İsrail’in Hizbullah’ı, Suriye’yi ve İran’ı tehdit etmesini göz önünde bulundurursak kapsamlı bir savaşın çıkacağını söyleyebiliriz. İsrail ahmakça bir girişimle savaşa kalkıştığında bölgenin tamamı tutuşacaktır. Böyle bir savaşın sonuçlarından da İsrail sorumlu olacaktır. Çünkü İsrail, bölgedeki en büyük şeytandır.

Fakat herkes bilmeli ki artık bölgedeki güç dengeleri artık değişti. İsrail, bundan sonraki hiçbir hezimeti kaldıramaz.

İsrail’in saldırı tehditlerine karşı İslam dünyasının yanıtı ne olmalıdır?

İsrail’in özellikle de Gazze’ye düzenlediği saldırılara, Kudüs’teki mukaddesatı hedef alan saldırılara ve Ortadoğu’yu, İslam ve arap ülkelerini tehdit etmesine yanıt olarak İsrail’le tüm ilişkilerin kesilmesi ve büyükelçilerin geri çekilmesi gerekmektedir.

Mukaddesatın ve Filistin’in korunması için İran ve Türkiye gibi yeni güçler, bölgeye müdahil olmalıdır. İslam ülkeleri arasında gerçek bir vahdete muhtacız..

İsrail’in Gazze, Suriye, Lübnan ya da İran’a savaş açması halinde İslami Cihad’ın muhtemel yanıtı ne olacak? İsrail’in herhangi bir ülkeye saldırması halinde bölge ülkelerine karşı ortak karşılık vermesi mümkün mü?

İslami Cihad’ın kararları kendi elindedir. İsrail, bölge ülkelerine savaş açsa da açmasa da İslami Cihad zaten İsrail’e karşı savaşıyor. İsrail’in saldırılarına karşı ortak yanıt verilmesi meselesine gelince henüz direniş cephesi diyebileceğimiz İran, Suriye, Lübnan ve Filistin arasında, vuku bulacak savaşı ortak bir odadan yürütülmesinin söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Savaşı aynı odadan yürütme, Şşan sadece öneri olarak gündemde bulunuyor. Bunun için uzun uzun düşünmek gerekiyor. Hareketler arası koordinasyon olmalı, uzun süren ve sık sık görüşmeler yapılmalıdır.

Hamas Hareketi’yle ilişkileriniz nasıl?

Hamas Hareketi’yle “Filistin topraklarının Filistinlilere ait olduğu ve cihadın kurtuluş için tek yol olduğu” stratejisinde ittifak halindeyiz. Hamas’la ilişkilerimiz çok iyi. Bunda hiçbir şüphe yok. Adeta Hamas’la İslami Cihad, birbirini tamamlamaktadır.

Bununla birlikte zaman zaman ihtilaf ettiğimiz hususlar oluyor. Mesela Hamas, seçimlere girdi ama İslami Cihad girmedi. Hamas hükümette ama İslami Cihad, hükümete girmedi. Bazen sorunlar da yanlış uygulamalar da çıkıyor. Fakat tüm sorunları, düzenlediğimiz görüşmelerle, diyalogla çözüme kavuşturuyoruz. Aramızda kesinlikle çatışma yok. Hamas da İslami Cihad da direniş hareketidir.

Batı Şeria’daki Hükümetle Hamas Hükümeti arasında ne derce fark var?

Ramallah hükümetinin yaptığı tehlikeli uygulamalarla Hamas hükümeti arasında ciddi farklar var. Batı Şeria’daki uygulamalar, doğal değil. Batı Şeria’daki Fetih ya da Fayyad hükümeti, İslami Cihad, Hamas ve diğer direniş hareketlerine mensup Filistinlileri hukuka aykırı yollarla kaçırmaktadır. Mücahidleri ödüllendirecekleri yerde tutukluyorlar. Batı Şeria’daki hükümet, kontrolü altındaki şehirlere yanlışlıkla giren Yahudileri, İsrail hükümetine teslim ediyor. Batı Şeria hükümetiyle İsrail arasında müzakereler ve güvenlik işbirliği anlaşması devam ediyor.

Bu, Filistin için büyük bir felakettir. Gittikleri bu yoldan geri adım atmalarını ve halkın isteklerine, tercihlerine dönmelerini beklemekteyiz. İslami Cihad, Kudüs Seriyyeleri, İzzeddin el Kassam ve Aksa Şehitleri, Filistin halkını savunan güçler olduğunu, düşmanın da İsrail olduğunu bilmeleri gerekiyor.

Arap rejimlerinin Filistin davasına karşı duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bildiğiniz gibi son olarak İsrail’le müzakereleri desteklediklerini açıkladılar.

İsrail’le müzakereleri desteklemeleri, zaafiyet içerisinde olduklarının göstergesidir. Bunun anlamı, Arap dünyasının işgalciyi desteklemesidir.

Onlar, İsrail’in elçiliklerini ülkelerinde açıyor, İsrail’le güçlü ilişkiler kuruyor ve son olarak Filistin ile İsrail arasındaki barış müzakerelerini destekleyerek yeni bir suç işlemiş oluyorlar. Onlar, işgalciyi destekliyorlar. Fakat onlardan beklenen İsrail’in desteklenmesi değil, Filistinlinin, Kudüslünün, Gazze’deki işçilerin desteklenmesidir. Onlar, Obama ve Mitchell’in isteklerini kabul ederken Filistin halkının isteklerine olumlu yanıt vermiyorlar. Eğer onlar Filistin’i kurtarmaktan acizseler, direnişi desteklesinler.

Arap ülkelerinin bu duruşuna karşılık ben, İsrail’e karşı mücadele için İran ve Türkiye’nin de katılacağı güçlü bir İslami-Arap ekseninin oluşturulmasını arzu ediyoruö. Filistin’in sabitelerinin desteklenmesi için Suriye, Türkiye’ye ve İran’ın daha etkin rol oynamasını bekliyoruz.

Türkiye’nin bölgede oynadığı rolü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle biz, kardeş Türkiye halkına, Başbakan Erdoğan’a, Cumhurbaşkanı Gül’e ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na selamlarımızı sunuyoruz. Çünkü Türkiye Filistin’den hiçbir zaman tavizde bulunmadı.

Biz, Türkiye’nin İsrail’le olan askeri anlaşmalarını, tatbikatlarını unutmuş değiliz. Aralarında koordinasyon var, karşılıklı olarak elçiliklerin bulunuyor. Fakat gördüğümüz kadarıyla iktidardaki hükümetin, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün metodu, öncekilerden farklı.

Türkiye’nin şuandaki duruşuyla biz, II. sultan Abdulhamid’in Filistin’den tavizde vermeyen duruşunu hatırlıyoruz. II. Abdulhamid, Filistin topraklarının satılması önerisine karşı meşhur olan “Cesedimin param parça olması Filistin’in zerre parçasını satmamdan daha hayırlıdır” sözünü söylemişti. Biz, bu duruşu saygıyla anıyoruz. Şimdi Türkiye, bu asil duruşuna dönüyor.

İslami Cihad olarak Türkiye’nin bölgede büyük bir İslami devlet olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin mukaddesatı koruyabilmesi ve Filistin davasına destek verebilmesi için İslam ülkeleriyle olan ilişkilerini güçlendirmelerini istiyoruz. Arapların Filistin davasından taviz verdiği bir dönemde Türkiye’nin Filistin’e, mukaddesatın savunulmasına ve Kudüs’e vereceği desteğin diğer İslam ülkelerinin vereceği destekten daha etkili olacağını düşünüyoruz.

Türkiye’nin bir kez daha tamamen köklerine dönmesini ve bir kez daha II Sultan Abdulhamid’in kılıcını eline alarak zayıfların yanında durmasını ümid ediyoruz.

isra haber

Şam'da tarihî mekanları gezen Gül'e sevgi seli

17:40 - Suriye'de temaslarda bulunan Cumhurbaşkanı Gül, Şam'da meçhul asker anıtını ziyaret ederek anıta çelenk bıraktı. Daha sonra kent merkezinde eşiyle buluşan Cumhurbaşkanı, kent merkezindeki ilk ziyaretini Türk Hava Şehitliği'ne yaptı. Şehitliğe çelenk bırakan Gül, Suriye Evkaf Bakanı'yla birlikte tarihi Emevi Camii'ne geldi. Burada Suriye halkının sevgi gösterileriyle karşılaşan Gül, alkışlar eşliğinde camiye girdi. Bölgenin tarihiyle ilgili olarak yetkililerden bilgi alan Gül, camiden ayrılarak Hamidiye çarşısına girdi. Burada da halkın yoğun sevgi gösterileriyle karşılaşan Gül, aşırı ilgiden dolayı zaman zaman zor anlar yaşadı. 16.05.2009 ŞAM netgazete

Erdoğan-Putin görüşmesi 2 saat 40 dakika sürdü
16:45 - Riviera Sarayı'ndaki görüşme öncesinde Putin, son 5 yıl içinde 8. defa bir araya geldiği Başbakan Erdoğan'ı sarayın kapısında karşıladı. Başbakan Erdoğan, bölgenin Türkiye ve Rusya'ya yüklediği bazı görevler olduğuna inandığını belirterek, "Bölgenin huzuru, mutluluğu için bu adımları atmaya mecburuz. Bunun içerisinde Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorunu, bunun içerisinde Ortadoğu sorunu, bunun içerisinde Kıbrıs ile ilgi sorun..."dedi. 16.05.2009 SOÇİ netgazete

Mustafa ÖZCAN
VAKİT
Yeni Türk yüzyılı
03 Haziran 2009
21’inci yüzyıl ile alakalı olarak çeşitli öngörüler dile getirilmiştir. Neoconlar 20’nci yüzyıl gibi 21’inci yüzyılı da yine Yahudi-Amerikan yüzyılı yapmak istemişlerdir.

PANAC adlı projeleri de bunun ispatı nevindendir. Kimileri de, 21’inci yüzyıla Çin yüzyılı olarak bakmakta veya hayal etmektedir. Acaba bu yüzyıla Türk yüzyılı olarak bakan da var mıdır? Şimdiye kadar doğrudan bunu teyit eden bir Türk projesi bilmiyoruz. Lakin Batılılar ve onların arkasından Araplar, Türkiye’nin Heartland yani dünyanın kalbi ve kalbistanı olduğunu ve 21’inci yüzyıla dünyanın kalbinin damgasını vuracağını ve hükmedeceğini söylemektedirler. Kimileri temelleri 19’uncu yüzyılda ortaya atılan heartland projesine de yeni Osmanlıcılık gibi karşı çıkacaklardır. Olsun! Arap yazarlarından Dr. Osman el Muayni dünyanın kalbinin Avrasya olduğunu ve Avrasya’nın kalbinin de Türkiye olduğunu beyan ediyor. Soğuk Savaş döneminde kalbistan veya heartland, Doğu ile Batı arasında bölünmüş ve kimlik kaybına ve krizine uğramıştı. 21’inci yüzyılda ise Doğu ile Batı arasındaki farkların izole olmasıyla birlikte Anadolu veya dünyanın kalbi yeniden eski kimliğine kavuşmaya ve bürünmeye başladı. Türkiye, dünyadaki üç kıtayı birbirine bağlıyor. Laik kimliğiyle Batı’ya ve Avrupa’ya açılırken Türk kimliğiyle Orta Asya’ya ve İslami kimliğiyle de Ortadoğu’ya açılıyor. Huntington ve Papa 16’ncı Benediktus, Türkiye’nin Batı yerine İslam dünyasına yönelmesini tavsiye etmişti. Türkiye gücünü İslam dünyasından alarak Batı yoluna yeniden devam edebilir. Nitekim, Yavuz’dan sonra Kanuni Sultan Süleyman yeniden ve duraksamadan Batı’ya yürümüştür. SSCB’nin çöküşü yani 1991 yılıyla birlikte Türkiye’nin güneşi yeniden parlamaya başlamıştır. SSCB’nin çöküşü Türkiye’nin yeni miladı olmuştur. ABD’nin Afganistan ve Irak’ta sürçmesi de ikinci miladıdır. Soğuk Savaşın ortadan kalkmasıyla birlikte Türkiye’nin öneminin kalıp kalmadığı tartışılırken Türkiye figüran olmaktan çıkmış, bilmeden aktör ve faktör haline gelmiştir. Batı’nın SSCB karşısındaki vekili olmaktan çıkmış, kendi vekili olmuştur.

¥

Irak’ın Saddam sonrasında denklem dışına çıkmasıyla birlikte Arap basınında bir ifade dikkati çeker olmuştur. Gıyabu’l Arab. Yani Arapların yokluğu. Bu yokluğu ilk değerlendiren ülkelerden birisi İran olmuştur. Lakin son RAND raporunda olduğu gibi İran’ın yayılma istidadı zayıftır. Yayılma istidadı tek boyutludur; sadece ABD ile gerilim üzerinedir. Bu siyaset güven kaybettiğinde veya değişikliğe uğradığında kendini iptal edecektir. İran bölge gücüdür ama İslam dünyasının küresel gücü değildir. Bölge ülkeleriyle kimlik sorunları vardır. Orta Asya ile alakalı olarak etnik kimlik farkı olduğu gibi, Arap dünyasıyla da mezhebi kimlik sorunu yaşamaktadır. Bunlara ilaveten bir de bölgeyle tarihi irtibatı zayıftır. Türk hakimlerinin Merv ve Rey’de oturdukları dönemden sonra İran’ın bölgeyle tarihi bağları zayıflamıştır. İki Körfez Savaşı sonucu gelen Arapların yokluğu pekişirken Türkiye’nin rolü ve varlığı yavaş yavaş devreye girmiştir.

ABD’ye yönelik güvensizlik ve İran korkusu nedeniyle Araplar Türk nüfuzu karşısında alternatifsizdirler. Ortadoğu’da hep böyle olagelmiştir. Abbasi döneminde Bermekiler ve İran nüfuzundan ve entrikalarından bıkan ve bunalan Araplar çareyi Türklere açılmakta bulmuşlardır. Pers veya İran nüfuzunu Türk nüfuzu izlemiş ve bu nüfuz bir daha da 1917’ye kadar sökülememiştir. İran daima öncü olmuş lakin yerini bir müddet sonra Türklere bırakmıştır. Tarih yeniden tekerrür etmektedir. Devrim sonucu gelen İran rejimi Safevilerin devamı olarak görülmeseydi Türkiye’nin yerini İran alabilir ve yeni bir Selçuklu idaresi gibi boy atabilirdi. Lakin tarih farklı bir şekilde tecelli etmiştir. İran’daki rejim Safevilerin değil de Selçukluların devamı olarak algılansaydı, yine de 21’inci yüzyıl Türk yüzyılı olacaktı. Fakat bu defa İran üzerinden gerçekleşecekti.

¥

Dr. Osman Muayni Türkiye’de bir üçüncü cumhuriyet döneminden bahsetmektedir. Geçenlerde belki de bunu en iyi somutlaştıran ifadelerden birisi Ahmet Davudoğlu’nun sözleri olmuştur: “Şu anda çevremizdeki bölgelerde Türkiye'nin iradesi, haberi, onayı olmadan herhangi bir gelişme yaşanmaz. İnşallah Cumhuriyet'in 100'üncü yılını kutladığımızda Türkiye'nin onayı ve haberi olmaksızın dünyada hiçbir şey olmayacak”. Osman el Muayni, Özal dönemine ikinci cumhuriyet derken AKP dönemine de üçüncü cumhuriyet demektedir. Bu dönemin genel ideolojisini de Abdulaziz Buteflika’nın ifade ettiği gibi Yeni Osmanlıcılık olarak isimlendirmektedir. Yeni Amerikan yüzyılı yerine yeni Türk yüzyılı yükseliyor. Bunun coğrafi dayanağı, heartland yani dünyanın kalbidir ve bu kalp Turan ile Arabistan’ı ya da Türkistan ile Arabistan’ı birleştirmekte ve Batı’da da boy atmaktadır. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarında, Batıda çeşitli jeopolitik teoriler geliştirilmiştir. 'Kara Hakimiyet Teorisi'nin kurucusu İngiliz Halford Mackinder (1861-1947), 'Demokratik İdealler ve Hakikatler' adlı eserinde; 'Devletler, ya karada güçlü, ya da denizde güçlüdür. Eğer her ikisinde de güçlü ise, artık bu amfibi (karada ve denizde güçlü) devlettir. Yani her tür devletten daha güçlüdür.' der. Dünyanın kalbi teorisi Mackinder’e aittir ve Osman el Muayni buna dayanarak yeni bir Türk yüzyılından bahsetmektedir. Bunun ideolojik yüzü de bu defa Orta Asya’yı da kapsayacak şekilde yeni Osmanlıcılık olacaktır. Avrasya’nın kalbi, Türkiye’nin hedefi, Orta Asya ile Ortadoğu’yu ya da Arabistan ile Türkistan’ı birleştirmek olmalıdır. Türk yüzyılının nabzı bu bölgede atmaktadır. Kenarlarını unutmadan. Tabii ki bu Türk yüzyılı İslam kimliği içinde bir Türk yüzyılı olmaya adaydır...

Mustafa Özcan - Vakit

08 Kasım 2009

Ünlü felsefeci Noam Chomsky, Türkiye’nin bölgesinde bağımsız oyuncu olacağını, Avrupalıların hiç bir zaman üyeliğe kabul etmeyeceğini ve İsrail politikalarını anlattı.

Ünlü ABD’li felsefeci Noam Chomsky, Türkiye’nin isterse bölgesinde “önemli bağımsız bir oyuncu” hale gelebileceğini belirtirken Türkiye’nin “ABD-İsrail tatbikatı”na katılmayı reddederek “bağımsız” bir biçimde hareket ettiğini söyledi. Türkiye’nin bazı iç kararları alması gerektiğini de savunan Chomsky, Türkiye’nin Avrupalıların “çok ırkçı” olduğu için ki hiçbir zaman üyeliğe almayacağını kabul etmesini de istedi.

Noam Chomsky, Londra’da Şark ve Afrika Etüdleri Okulu’nda verdiği iki konferans sırasında Obama yönetimi döneminde Washigton’un dış politikasında fazla bir değişiklik beklenmemesi gerektiğini, Obama’nın Bush politikalarını sürdüreceğini söyleyen eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’nın büyük ölçüde haklı çıktığını savundu. The Seul Times gazetesince yansıtılan değerlendirmeler sırasında Chomsky, Türkiye de üzerinde durdu.

Türkiye’nin isterse bölgesinde “önemli bir bağımzız oyuncu” haline gelebileceğini söyleyen C

Beyrut’ta Hizbullah’tan binlerce kişilik gıyabi namaz

Gazze’ye yardım götürürken saldırıya uğrayan ve hayatlarını kaybeden 9 Türk yardım gönüllüsü, Hizbullah tarafından, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta düzenlenen bir gösteriyle anıldı
00:49 | 06 Haziran 2010 Milliyet








Beyrut’un banliyö bölgesinde binlerce kişinin katılımıyla düzenlenen gösteri alanı Türk, Lübnan ve Hizbullah bayraklarıyla donatıldı. Gazze’ye yardım götürürken İsrail askerinin saldırısı sonucu hayatını kaybeden 9 Türk için alanda sembolik olarak 9 tabut yer aldı. Hayatlarını kaybeden Türkler için Kuran okunan gösteriye video konferans yoluyla katılan Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, Türkiye’nin gösterdiği çabaları övdü.

İbrahim Karagül
'28 Şubat ekseni' harekete geçti!

Gazze'ye giden insani yardım gemileriyle ilgili kriz, Türk-İsrail ilişkilerinin gerilmesi ve son olarak Türkiye'nin; BM Güvenlik Konseyi'nde İran'a yeni yaptırım kararına "hayır" demesi İsrail aşırı sağı ve neoconları harekete geçirdi.

1996'ların Türk-İsrail ekseni projesinin mimarları olan ve Türk iç politikasını kendilerinin Ortadoğu perspektifine göre şekillendirip bir de 28 Şubat darbesini yaptıran çevreler, söz konusu eksenin anlamını yitirmesi ve Türkiye ile İsrail'in bölgesel perspektiflerinin ayrışması üzerine ABD yönetimine "Türkiye'yi cezalandırma" çağrıları yapmaya başladı. Söz konusu tehdit kampanyasının tek hedefi ise AK Parti yönetimi özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu.

Amerikalı yazar Jim Lobe; bu çevrelerin kampanyalarına dikkat çektiği yazısında, İsrail aşırı sağı ve neoconların Washignton yönetimine "Türkiye'nin NATO'dan çıkarılması için" baskı yapmaya başladıklarını, AK Parti hükümetinin cezalandırılmasını istediklerini belirterek, aynı çevrelerin iddialarına yer verdi. Şöyle:

Yahudi lobi kuruluşlarından JINSA'ya göre Türkiye; Batı'dan aldığı teknolojiyi ve istihbaratı İran ve İsrail karşıtı ülkelere aktarıyormuş, ABD bu yüzden Türkiye ile askeri ilişkilerini kesmeliymiş. (Türk-İsrail eksenini mimarlarından biri bu kuruluştu.) Irak işgalinin en ateşli savunucularından Richard Perle, James Woosley ve John Bolton bu kuruluşun yöneticilerinden.

The Wall Street Journal, Weekly Standart ve National Review üzerinden Türkiye'ye karşı çok sert bir kampanya başlattılar. Bu çevreler, Türkiye'de hükümetin devrilmesi, muhalefete açıktan destek verilmesi çağrıları yapıyor. Öyle ki, Davutoğlu, Büyük Ortadoğu Projesi'ni tehdit eden en tehlikeli isim olarak gösteriliyor.

Aynı lobinin kontrolündeki yayın organlarında; Türkiye'ye, hükümete, Erdoğan'a ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e yönelik çok ağır iftira ve hakaretlerde bulunan Michael Rubin, Türkiye'nin "terör örgütlerine" silah kaçırdığı"nı iddia edecek kadar hezeyana kapılmış durumda.

Şer ekseni, 28 Şubat ekseni, Irak ve Afganistan işgalinin mimarları, Ortadoğu'da yeni savaş için bütün yöntemleri kullanan ve İsrail'i İran'a saldırıya hazırlayan çevreler, bu süreci boşa çıkaran Türkiye'ye savaş ilan ettiler. Bu sefer, doğrudan hükümetin düşürülmesini, muhalefete açık destek verilmesini, Türkiye'nin cezalandırılmasını istiyorlar. Türk-İsrail eksenini yeniden kurup, 28 Şubat benzeri bir tasfiye istiyorlar!

Bu kampanyanın iç destekçilerini ibretle izliyoruz. Birileri adına Türkiye'yi cezalandırmak için nasıl seferber olduklarını görüyoruz. "Türkiye nasıl olur da kontrolümüzden çıkar" diyenlerin sözcülüğüne soyunduklarını biliyoruz. "Türkiye dünyadan koptu" yaygaralarıyla nasıl da korku senaryoları yayıyorlar.. "Sen İran'a ambargoya hatta saldırıya nasıl hayır dersin", "Sen İsrail perspektifinden nasıl uzaklaşırsın", "Sen kim oluyorsun da bölgesel bir güç olarak kendi başına hareket ediyorsun", "Kim oluyorsun da büyüklerin işine karışıyorsun" diyorlar.

Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasındaki vize muafiyeti, serbest bölge girişimi bile onları çıldırtmaya yetiyor. Yüz yıllık bağımlılık ilişkisinden kopacak Türkiye'nin nasıl bir güce dönüşebileceğini çok iyi bildikleri için çılgına dönüyorlar! Bir büyük projeyi daha başlamadan yok etmek istiyorlar! İsrail Türkiye'ye karşı savaş ifadesini bile kullanır oldu. Türk savaş gemilerinin yardım konvoylarına eşlik etmesini casus belli sayacaklarını açıkça söyleyebiliyorlar. Böyle bir gözdağı veriyorlar.

Ama bu çok uzun bir yürüyüş. Geri dönüşü şok, olmayacak da. Birinci Dünya Savaşı ile yerle bir edilen bu coğrafya, biz, umudu yok edilenler yüz yıl sonra kendimizi yeniden keşfediyoruz. Tarihsel bir dönüşümdür bu. Birkaç neocon çapulcunun hezeyanlarıyla boşa çıkarılabilecek bir süreç değil. Değişim bir süreç de değil, kaderdir!

Ambargoya neden hayır demişiz. İçeride kıyameti koparıyorlar. Daha başlamadan ölmüş bir yaptırım bu. Rusya İran'a füze vermeye devam edecek. Çin enerji anlaşmalarına devam edecek. Kendilerini garantiye almışlar. Şimdiden fiyasko ifadesini rahatça kullanabileceğimiz, çok yakın gelecekte unutulmaya yüz tutacak bir yaptırım bu.

Daha birkaç yıl önce, darbe senaryoları yazıp uygulatmaya çalışanların boş uğraşısı bunlar. Hiçbir sonuç doğurmayacak. Başarılı olamayacaklar. İçeride birileri ne kadar avuçlarını ovuştursa da, sonuç doğurmayacak. Ne dünya o zamanki dünya, ne neoconlar o zamanki güçte, ne Türkiye 1990'larda yaşıyor... Zayıf, içe kapanmış, bütün zaman ve enerjisini iç kavgalarla tüketen, kendisine ne dayatılırsa onu "milli politika" zanneden bir ülke olmayacak artık.

Bunlar boş hayaller. Boşuna uğraşıyorsunuz!... Bu ülke için, kendisini ve bölgesini yeniden keşfetmekten, bu uzun yürüyüşe devam etmekten, büyümekten başka yol yok. Anlayın artık bunu...

Yeni Şafak

“Türkiye İslam’ın yeni merkezi”

Hamas’ın kurucularından Mahmud El-Zahar İtalyan gazetesine çarpıcı açıklamalar yaptı.
16 Haziran 2010

İtalyan gazetesi Corriere della Sera’da bugün Hamas’ın kurucularından Mahmud El-Zahar’la yapılan özel bir söyleşi yayımlandı.

Gazze’de gerçekleştirilen söyleşide “İran şeytan değil. Kardeşlerin birbirine yardım etmesi İslami bir görevdir” diyen El-Zahar, Türkiye’nin son günlerdeki konumuyla ilgili de ilginç tespitler yaptı.

“ERDOĞAN BİLİYOR Kİ…”
El Zahar, İtalyan gazetecinin “ABD ve AB Gazze’ye ablukanın hafifletilmesini isterken Arap kardeşlerinizin sizi dışlaması bir paradoks değil mi” sorusuna şöyle cevap verdi:

“Arap halkı Gazze’deki kuşatmaya karşı. Utanması gerekenler sadece Arap toplumunu yönetenler, Arap hükümetleri. Mesela Türkiye şu anda Arap halklarının daha çok desteğini alıyor. Erdoğan yeni bir insan. İslam dünyasında gürültü koptuğunda Batı bunu hiçbir zaman anlamıyor. Ama anlayan birisi var, o da 500 yıldan beri Müslümanlar’ın lideri olan Osmanlılar. Bunu Erdoğan biliyor: Türkiye İslam’ın yeni merkezi.” habertürk

Formül: Türkçe öğren!

Bir ülke Doğu’nun batısı olmaktan vazgeçip Batı’nın doğusu olursa…
17 Haziran 2010

KÜRŞAD OĞUZ / koguz@haberturk.com

Dünyanın prestijli dış politika dergilerinden Foreign Policy’nin yazarı ve Dış İlişkiler Konseyi üyesi James Traub, Brüksel ve Washington’ın Türkiye’nin dinamiklerini anlamakta güçlük çektiğini söyledikten sonra oğluna bir tavsiyede bulunuyor: Türkçe öğren!

“Oğlum, gelecekte işine yarayacak Avrupa dilleri dışında bir lisan öğrenmek istiyor. Daha önce Arapça ya da Hintçe öğrenmeyi planlıyordu ama geçtiğimiz birkaç haftanın ardından ben Türkçe öğrenmesinin daha yerinde olacağını düşünüyorum. Birdenbire herkes Türkiye’de ne olduğunu merak etmeye başladı ama tam olarak ne olduğunu bilen de yok gibi görünüyor…”

Türkiye eski Türkiye değil ve artık istese de olamayacak. Bilinçli ya da bilinçsiz, bu ülke öyle bir konuma sürüklendi ki, şimdi herkes bu konumu anlamlandırmaya çalışıyor.

Traub’un söyledikleri Batı için ne kadar geçerliyse, Türkiye ve Türkler için de aynı derecede geçerli.

DOĞU’NUN BATISI MI, BATI’NIN DOĞUSU MU?

Batı için uzunca bir süreden beri Türkiye, “Doğu için Müslüman ama demokratik / laik bir model devlet”ti. “Köprü” daha çok tek yönlü çalışıyor, akış hep Batı’dan Doğu’ya oluyor, Batı mesajlarını Türkiye üzerinden veriyordu.

Batı kadar Türkiye de bu rolü sevdi. Ufak tefek ihtilaflar dışında Türkiye sorun çıkarmadı, Batı da verebileceği ödünlerin asgarisini vererek durumu idare etti.

O zamanlar dünya da küresel olarak Batı’ya kayıyor, Batı’nın hem ekonomik hem siyasi hem de felsefi anlamda ürettikleri (kapitalizm, demokrasi, insan hakları vb.) bunun başka türlü olmasını engelliyordu.

Ancak küresel finans krizi ciddi bir kırılma noktası oldu. Batı’ya ve ürettiklerine karşı algıyı değiştirecek kadar ciddi bir kırılma noktası…

Sanırım bunu fark eden Türkiye oldu...

Türkiye, Batı’yı Doğu’ya taşımanın artık çok da manalı olmadığını anladı; “biraz da Doğu’yu Batı’ya taşıyayım” dedi. Eksen kayması diye adlandırılan şey budur.

SORUN ÇIKARDIKÇA SORUN ÇÖZMEK

Batı bu durumu, eskiden Türkiye’nin yaptığı gibi aceleci tepkilerle yargılamak yerine anlamaya çalışırsa, kendisi için çok daha faydalı olacaktır.

Çünkü sadece Türkiye değil, bir süre sonra başka ülkeler de benzer taleplerle karşısına çıkabilir.

Traub, “Çok kısa bir süre öncesine kadar Türkiye eğlenceli bir turistik bölgeydi, bugün ise bir sorun haline geldi. ABD genellikle diğer ülkeleri bir sorun haline gelene kadar göz ardı etme eğilimi gösterir” diyor.

AB, ABD’nin tersine bunu daha akıllıca kullanacağa benziyor. Zira AB’nin, Türkiye’nin AB yolunda önünü açacak kararlar alabileceği dillendiriliyor. Batı’nın, Doğu’yu kavramak için Türkiye’ye ihtiyaç duyduğunu kim inkâr edebilir?

Ne şaşırtıcı değil mi? Dünyadan dışlanmış sandığımız Türkiye’nin aslında belki de dünyanın merkezine doğru yol aldığını görmek?..

Sorun çıkardıkça sorunlarınızı çözmek…

Türkiye çok eski bir metodu daha yeni öğreniyor sanki…

HERKES İÇİN YENİ BİR DİL
“Tapınaktaki Ayak İzi ve Erdoğan’ın Dili” başlıklı yazımda Başbakan Erdoğan’ın “insani” bir dile başvurarak diplomasi dilini tersine çevirdiğini söylemiştim.

Aslında bu dil şu günlerde Türkiye’nin dili ve Traub’un oğluna tavsiye ettiği gibi, Batılılar’ın bu dili öğrenmesinde büyük fayda var.

Ama daha önemlisi, Türkler’in bu yeni Türkçe’yi öğrenmesi, ki bu Batılılar’ın öğrenmesinden daha zor olacak gibi görünüyor...

habertürk

Türkiye nereye doğru gidiyor?
29 Haziran 2010, 20:02Anadolu Haber

'Tirajı günde 256.185 olan muhafazakâr sağ eğilimli Die Welt gazetesinin 28 Haziran 2010 tarihli sayısında, Gerd Held imzasıyla yayımlanan "Türkiye nereye doğru gidiyor?" başlıklı makalede şunlara yer veriliyor;

Türkiye, Hegemonyacı Bir Güç Hâline Gelmek İstiyor

Gazze'ye doğru yol alan filonun aniden durdurulması aslında İsrail'in değil, "Türkiye'nin bir olayı" hâline gelmiştir. Türkiye, uygulanan ablukanın kaldırılması için hamiliğe soyunmuştur. İsrail ile ortaklığına son veren ve aşırı çıkışlarda bulunan Türkiye, Doğu Akdeniz'de deniz gücü olmaya çalıştığı izlenimini veriyor. Ayrıca Türkiye'nin son zamanlarda ülkedeki muhalefeti işkence ve cinayetle susturmaya çalışan İran rejimiyle yakınlaştığı dikkat çekiyor. Türkiye'de İslami eğilimli bir rejimin oluştuğunu söylemek doğru olmaz. Türkiye, bölgede hegemonyacı bir güç hâline gelmeyi ve Avrupa ile Orta Doğu arasında bir köprü oluşturmayı hedefliyor. Türkiye, bölgesinde "Osmanlı" ölçülerine ve taleplerine geri dönüş yapma yolundadır.

Siyasi gözlemcilerin, "İslami eğilimli" ve "Avrupai" kavramlarının karşı karşıya getirilmesi nedeniyle kafası karışıyor. Türk siyaseti bu iki kavramı işine geldiği gibi kullanmayı tercih ediyor. Türkiye hem AB üyesi hem de Müslüman kesimde lider bir ülke olmak istiyor. 90'lı yıllarda İstanbul "Avrasya" başkenti ilan edilmişti. Bu tür yaklaşımlar sadece İslami kesimde değil, aynı zamanda Atatürk geleneği kökenli ve Avrupai eğitimli siyasetçiler tarafından da rağbet görüyor. Kültürel kökenlerin hegemonyal güç hâline gelmek için kötü niyetle kullanıldığı görülüyor. Başbakan Erdoğan, "Köln Konuşmasında", Almanya'daki Türklerin asimile olmamaları konusunda uyarıda bulunmuştu. Bu suretle Almanya'daki göçmenler kullanılmaya çalışılıyor. "Barış filosuna" düzenlenen saldırı provoke edilmiştir ve bu olayın benzer örnekleri de mevcuttur.

Türkiye gibi bir ülkeye artık ihtiyaç duyuyor muyuz?
Türkiye'nin komşuları ve müttefikleri ister istemez şu soruyu gündeme getiriyor: "Türkiye'ye gerçekten ne derecede ihtiyaç duyuyoruz?" Diğer ülkeler Avrupa ve Orta Asya arasında başka yolların da olduğunun muhakkak farkına varmıştır. Siyasi coğrafya çoğulcu bir hâle gelirken artık Avrupalı devletler Arap devletleriyle doğrudan temasa da geçebiliyor yani Avrasya'da merkezi bir güce ihtiyaç duyulmuyor.

Bu durumda şu soruyu kendimize sormalıyız: "Türkiye gibi bir ülkeye artık ihtiyaç duyuyor muyuz? Evet, ölçülü ve kendinden emin bir Türkiye'ye her zaman değer veririz ve koruruz. Buna Almanya'daki Türkler de dâhildir. Fakat ne pahasına olursa olsun Türkiye'ye ihtiyacımız yoktur. Bu durumda Türkiye olmaksızın da yapabiliriz. Tehlikeli ve devasa bir Türkiye siyaseti izleyen Ankara'daki hükûmet bunun farkında olmalıdır. Bu rota kısa veya uzun vadede ülkenin izolasyonuna neden olacaktır. Türkiye bu şekilde Boğaz'daki yalnız adam hâline gelebilir.

BYEGM

TÜRKİYE’Yİ BÖYLE TESLİM ALACAKLAR
İsmail Tokalak
13.07.2010 :

“Uluslararası Tahkim” , Fikri Mülkiyet Hakları, patent hakları gibi bir sürü koruma altında kolayca dokunulmazlık zırhına bürünmüş küresel güçler silahları ve orduları devreye sokmadan patentli hibrit tohumların tekelini eline geçirerek, küresel sermaye ortaklıkları kurarak gıda zinciri tekellerini global alanda ellerine geçirerek ülkelerin bağımsızlığını ellerinden alarak yeni ve çok kolay bir emperyalist sömürü düzeni yaratmaktadırlar ki buna biyoemperyalizm diyoruz.

Biyoemperyalizm ve biyokolonizm 20. yüzyılın sonlarına doğru biyoteknolojinin dolayısıyla gen teknolojisinin de gelişmesine paralel olarak şekil değiştirmiş bu teknolojiyi ellerinde tutanları insanlığı topsuz tüfeksiz gıda yoluyla kontrol edebilecek bir duruma getirmiştir.

Doğanın modern tarımsal üretim şekliyle hızlandırılan tahribi bütün dünyaya yeşil devrim olarak sunuldu. Bu yeşil devrim değil, insanlık için yeşil trajedisi idi. Toprak ve doğayı bizle bütünleşen bir canlı olarak değil bir fabrikanın üretim bandı gibi görüldü. Toprağın üstü ve altı çevresiyle beraber insan merkezli olmayan, çevreyi, eko sistemi korumayan tamamen kar yapmaya yönelik bir yöntemle sömürgeci bir yaklaşımla kullanıldı. Bu sömürgeci anlayış, küreselleşme, globalleşme ile global bir biyoemperyalist sömürüye dönüştü. Bu sistem içinde tabiatın doğal dengeleri olumsuz olarak değişti. İnsan kendine hayat veren doğaya yabancılaştı. Böylece bireylerin ve toplumların da dengeleri de hızla onarılmaz şekilde bozulmaya başlandı.(1)

Öbür yandan da küresel şirketler tekellerine aldıkları patentli, hibrit ve Genleri Değiştirilmiş Tohumlar/Organizmalar yoluyla dünyadaki biyo çeşitliliği tek tip hale getirmeye çalışmaktadırlar. Dünyanın biyo çeşitliliği hızla azalması demek dünyanın gıda güvenliği bakımından çok büyük bir riske girmesi demektir. İnsanlığı bekleyen ve sinsi ve sessiz şekilde ilerleyen en büyük tehlike budur.

Biyoemperyalizm 21. yüzyılda ağırlığını daha da hisssettiren görünür bir düşmanın ve konvansiyel silahların olmadığı global bir savaştır. Bu biyoterrörün başından yarı kısır, hibrit ve GDO’lu tohumların neredeyse tekelini elinde tutan dünyanın en büyük en tehlikeli biyoteknoloji firmalarından olan şeytan şirket diye de bilinen Monsanto vardır.(2) İşin gülünç tarafı bu çevre ve insanlık için çok tehlikeli şirketi yine Amerikan Forbes dergisi tarafından 2009 yılı için yılın şirketi seçmiştir.(3)

Dünyada açlık sorunu yeşil devrim olarak adlandırılan, kimyasal gübre ve ilaçlarla ve Genleri değiştirilmiş organizmalarla kısaca GDO’lu ürünlerle yapılan sözde modern denen tarım yoluyla çözüleceği iddiası 21. yy en büyük yalanıdır.(4) Avrupa Çevre Komiseri Margot Wallström bu konuda şöyle der: “İnsanlara yalan söylemeye ve bunu insanlara dayatmaya çalıştılar. Özellikle bunun (GDO’lu ürünlerin) dünyadaki açlık sorununu çözeceğini iddia etmeye çalışırken eğri oturup doğru konuşalım, bu dünyanın kalkınması (açların doyurulması) için değil şirketlerin hissedarlarının açlığını doyurmak içindir.”(5)

TÜRKİYE BİYOEMPERYALİST KISKAÇ İÇİNDE KUŞATILMIŞ DURUMDA

5 Temmuz 2001 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Uluslararası Tahkim Yasası bu ülkenin bir nevi bağımsızlığını elinden alan yasa olmuştur. Bu yasa ileride Türkiye’nin başına ne belalar açacağı hesaplanmadan ülkemizde yabancı sermaye yatırımlarını arttıracağı düşüncesiyle kabul edildi. Bu kuruluşun merkezi Washington’da olup ABD’nin kontrolü ve Batılı şirketlerin çıkarları doğrultusunda çalışmaktadır. Anayasanın 90. Maddesi ise ülkemizi bağlayıcı ikili uluslararası anlaşmaların TBMM onayından geçmeden kamuoyunun bir bilgisi olmadan yürürlüğe girme imkanı doğurmuştur.

Tarihi gelişmeleri ve bugün ortaya konulan global oyunları iyi gözlemleyemedikleri için gıdanın, su kaynaklarının ve ekilebilir toprakların doğal tohumların hayati önemi hala gelişmekte olan devletler ve halkı tarafından tam olarak kavranamamıştır. 1957 yılında da, ABD Başkan Yardımcısı Hubert Humphrey Amerikan halkına “insanların size güvenip inanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek bana kalırsa mükemmel bir yöntem,” demişti.(6) Biz bu gerçekleri biyoemperyalizm yararına işleyen bağlayıcı anlaşmalar ve kanunlar tarafından kuşatıldıktan sonra oldukça geç anlamaya başladık.

Türkiye özellikle 2000’li yıllardan itibaren tarımı ve çiftçisi gittikçe zayıflatılarak gıda güvenliğinde, zirai ilaçlarda, kimyasal gübrede ve bunların girdilerinde özellikle hibrit tohumlarda gittikçe dışarı bağımlı kılınarak, doğal tohumları piyasadan kaybettirilerek, çeşitli kanunlar çıkartılarak biyoemperyalist kıskacına sokuldu.

Türkiye'nin tohumculukta adeta teslim alınmasını amaçlayan süreç 8.1.2004 tarihinde yasalaşan 5042 sayılı Islahçı Haklarının Korunması Kanunu ile başladı. Türkiye’yi tamamen yabancı tohum şirketlerinin eline düşürecek ikinci kan un da 31.10.2006 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan 5553 sayılı 'Tohumculuk Kanunu’ ile atıldı bu kanun tohum ıslahı kisvesi altında binlerce yıldır kullandığımız kendi kendine üreyen doğal tohumlarımızın ticaretini yasakladı. Birbirini tamamlayan bu iki kanun, önce tohum ıslahı yapan şirketlerin haklarını düzenledi, daha sonra devlet eliyle ıslahçı şirketlere pazar yaratılmasının güvencesini sağladı.

Mart, 2010’da kabul edilen (5977 sayılı) Biyogüvenlik yasası ise kontrolü bir şekilde ülkeye GDO’lu ürünlerin girmesinin kapısını açtı. Dokuz senede çıkan bu yasa Monsanto gibi biyoteknoloji devlerinin büyük bir başarısıydı ve bu şirketlerin çıkarları için işlev görecekti..

2009 yılına gelindiğinde tarımının toprakla birlikte en temel belirleyici öğesi tohumculuğun %90’dan fazlası yabancı firmaların eline geçerken gıdanın üreticiye ulaşan en gelişmiş ve organize işletmeleri olan süpermarketlerin %60 yabancı süpermarket zincirlerinin eline geçti. Şok, Tansaş, Macro ile beraber Migros{İngiliz}, CarrefourSA{çoğunluk Fransız}, Metro Grup{Alman}, Tesco-Kipa{Çoğunluk İngiliz}, BİM marketlerin %50’si halka açıktır bu hisselerin çoğunluğuda yabancıların elindedir.

Kaynak sularımızı da kaybetmek üzeriyiz. Hali hazırda Nestle ve Coca Cola Türkiye’deki şişelenmiş su pazarında lider olup Türkiye’de şişelenmiş su pazarın %70’i yabancıların eline geçmiştir.{pazar payı Nestle’nin %29 Coca Cola’nın % 18.4 Danone % 10.5 Yaşar Holding %13.7 Aytaç % 14.3}

Sıra ekilebilir topraklarımın yabancılar tarafından madencilik, Turizm kanunları, kiralama, özelleştirme adı altında gasp edilmesine geldi. Bu da dolaylı yoldan kimsenin haberi olmadan gerçekleşiyor. (Bu konulara sonradan döneceğiz)

Bu kadar önemli ve stratejik bir gıda kaynaklarının ve gıda zincirlerinin yabancı sermayenin eline geçmesi, ıslah adı altında küresel sermayenin ekmeğine yağ süren kanunlar çıkartılması korkunç bir aymazlık ve biyoemperyalizme kayıtsız şartsız teslim olmaktır.

(1)Sen ki topraksın seni sevmeyi bilmeli

Sendedir ekinimizin tohumu ve yapılarımızın temeli...

Sen ki topraksın durup dinlenmeden değişirsin.

Sen su damlalarında yarattın (halkeyledin) bizi.

Biz seni değiştirip, değiştirmekteyiz kendi kendimizi

Nazım Hikmet,(1901-1963) “Şaban Oğlu Selim ile Kitabından VI. Bölüm 21. Yaprak

(2)Bu aktörlerin başında Monsanto{ABD}, Amgen{ABD}, Cargill {ABD}, Archer Daniels Midland{ABD} İsviçre } Syngenta {İngiliz/İsviçre }Groupe Limagrain ( Fransa), BASF(Almanya), Dupont {ABD} Bayer {Alman} Novartis[1] Pfizer {ABD} GloaxoSmithKline {İngiliz} Sanof- Aventis{Fransa} Nestle {İsviçre} Kraft {ABD}….. gibi tohum, biyoteknoloji, kimya ve ilaç vardır.

(3)Brett Blume, Monsanto named ‘Company of the Year’ by Forbes Magazine, 31.12.2009

(4)Emma Hockridge{ policy department at the Soil Assocation, England}, GM crops are not the answer to world hunger, Chinadialogue, 21.05.2008, www.chinadialogue.net

Jorge Fernandez-Cornejo, William D. McBride, Adoption of Bioengineered Crops, USDA, Agricultural Economic Report No. 810, Washington, DC, Mayıs 2002, http://www.ers.usda.gov/publications/aer810/aer810.pdf

(5)Vandana Shiva , Yeryüzü Demokrasisi, (İstanbul: BGST Yay.2009) s.59 Vandana Shiva, Earth Democracy: Justice Sustainability and Peace (Cambridge: South End Press, 2005)

(6)Trait Sanctions? Seedless in Seattle - Terminator Tech Trumps trade Talks” RAFI News Release, 26 Kasım 1999

Odatv.com

FP: 'Ortadoğu'nun yeni hakimi Türkiye'
13 Ocak 2011
ABD'nin saygın siyaset dergisi Foreign Policy, 'Ortadoğu'nun yeni hakimi olarak Türkiye'yi gösterdi.

Dergi, İran ve Türkiye’nin 'yumuşak güçleri'yle sivrildiğini, Erdoğan'ın da en popüler lideri olduğunu yazdı. Geçtiğimiz Haziran ayında yayınladığı makalede ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük rakibini Türkiye olarak ilan eden Foreign Policy dergisi, son sayısında Ortadoğu’da Türkiye ve İran hakimiyetinin başladığını belirtti.

Ortadoğu’nun ağırlık merkezinin Arap ülkelerinden Tahran ve Ankara’ya kaydığını belirten yazıda şu ifadeler kullanıldı: Güç ve etki açısından yaşanan bu değişimde İran’ın bu bölgedeki en büyük rakipleri olan Irak Baas Partisi ile Afganistan’da Taliban’ın safdışı bırakılması etkili oldu. Bu aynı zamanda Türkiye’de güç dengelerinin değiştiği ve Ak Parti’nin iktidara geldiği 2002 dolaylarına denk geldi. Türkiye’nin ABD’ye 2003 yılında Irak’ta bir kuzey cephesi açmak için izin vermemesi bu değişimi çok daha belirgin bir hale getirdi.

Arap ülkelerinde yapılan en güvenilir araştırmalardan biri Maryland Üniversitesi ile Zogby tarafından gerçekleştirilen “liderler” anketi oldu. Bu ankette Arap dünyasındaki en popüler liderin açık ara Türkiye Başbakanı Erdoğan olduğu, onu İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın izlediği, 3’üncü sırada ise Hizbullah lideri Nasrallah’ın yer aldığı görüldü. habertürk

Başbakan, Neden Kerkük’deki, Afganistan’daki, Libya’daki Katliamları Hiç Lanetlemedin?!
Banu AVAR
8 Haziran 2012



Başbakan, Neden Kerkük’deki, Afganistan’daki, Libya’daki Katliamları Hiç Lanetlemedin?!

Batı Suriye korosuyla Türkiye’nin üzerine geldikçe, Erdoğan ‘ESED ESED’ diye kükrüyor. En acıklı sözlerle ‘ESED’in kıydığı çocuk çoluk kadın yaşlıları’ anlatıp ‘ESED katliamını’ lanetliyor!

Bugün Denizli’de de Suriye’deki ‘Esed katliamı’ diye söze başladı ve göz yaşartıcı bir performans sergiledi..

Başbakan’ın Suriye’de ortalığı birbirine katan, yaşlı kadın ve çocuk demeden katliam yapan bir terör grubundan haberdar olmaması imkansız. Neden? Çünkü o terörist çete başlarının bir kısmı İstanbul, bir kısmı Ankara, bir kısmı Antalya, Kilis ve Hatay’da cirit atıyor..

Eski CIA şefi Philip Giraldi, Türkiye’nin NATO özel birliklerinin Suriye’de yaptığı örtülü operasyonlara yardımcı olduğunu söylemedi mi! Buyrun okuyun:

‘Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, batılı güçler arasında bir anlaşma sağlandığı takdirde Suriye’ye müdahaleye hazır olduklarını söyledi. Müdahale insani prensipler çerçevesinde yapılacak ve Libya’daki gibi KORUMA YASASI (Rto P) ile meşrulaştırılacaktır. Bazı kaynaklar müdahalenin Suriye-Türkiye arasında tampon bölge oluşturularak başlayacağını ve büyüyeceğini ifade etti.’

Kilis’deki kamplardan geceleri sınırı aşıp soygun ve katliam yapan teröristler olduğunu bölge insanı gayet iyi biliyor. Bağrımızda, Suriye’ye karşı bir Kandil yaratmadık mı?

Suriye Türkiye sınırındaki Türkmenler, Amerikan İngiliz Fransız özel timlerinin ayrıca Libya’dan gelen silahlar ve paralı askerlerin terör estirdiğini söylemiyor mu?

İdlip Halep arasında şehirlerarası otobüslere teröristlerce açılan ateşin videolarını görmüyorlar mı?

El Cezire ve BBC’de bu kaçıncı ‘yalan haber’ özrü? Katliam videoları imal edip Suriye ordusunu suçlayan bu haber merkezleri neden haber altına 6 fontla ‘doğrulanmamış bilgi içerir’ yazıları yer alıyor.. Yalan katliam haberi yapmaktan usanan kaç gazeteci El Arabiya ve El Cezire’den istifa etti!

2003’de Irak’da çekilen fotoğraflar, Hula katliamı diye servis edilmedi mi? Bu haberi o fotoğrafları 2003’de çeken fotoğrafçı çıkıp açıklamadı mı?

Başbakan bunları bilmiyor mu?

‘Koruma yasası’ adı altında İŞGAL yasasının mimarlarından ‘Barış Havarisi’ Kofi Annan bile ‘Suriye’de terör grupları var, bilinmeyen başka guruplar da işin içinde’ diyerek Batının belli vurucu timlerini işaret etmiyor mu?

Türk milleti akraba ve komşu Suriye’ye karşı bir müdahalenin Türkiye’yi ve İran’ı içine alan bir bölge savaşına yol açacağını adı gibi biliyor. Ve başından beri bu kanlı oyuna hayor diyor! Başbakanı öfkeye boğan bir yanda küresel çetenin baskıları, bir yanda milletin ve milli güçlerin vetosu olmalı.

Türk milletini ‘Esed’ yönetimine karşı galeyana getirmeye çalışan konuşmalar yaparken Suriye konusunda ‘ikna’ olmayan odakları hedef alıyor. ‘İsrail’i kınamayı biliyorsunuz da , Suriye’ye gelince niye susuyorsunuz!’ diye soruyor..

Madem bu karşılaştırmayı yaptınız sayın başbakan, ‘insani müdahale’ adı altında ülkeleri işgal eden kana boğan, her türlü örtülü operasyonla katliamlara imza atan küresel çetelere, BOP mimarlarına gelince neden ağzınızı bıçak açmadı? ‘Bizim Libya’da ne işimiz var?’ dedikten sonra İzmir nasıl NATO’nun Libya’yı işgal merkezi olarak kullanıldı? Acaba Libya’da çoğu kadın yaşlı çocuk olmak üzere 70 bin sivil öldürülürken neden işgal güçlerini lanetlemediniz?

Bir milyon Iraklıyı katleden, Kerkük’de Türkmen nüfusunu yok denecek seviyeye indiren, Afganistan’da her gün sivilleri bombalayan, ABD, NATO, BM barış gücü askerlerini ‘Esed’i lanetlediğiniz kadar lanetlediniz mi?

Ve sayın başbakan, dün sarıldığınız Beşar Esad , 2004’de Colin Powell’in isteklerine ‘Peki’ deseydi, ülkesinde bu örtülü operasyonlar yapılacak mıydı? Ve Esad ABD dayatmalarını kabul etseydi, Suudi kralı, Katar hanedanı, Ürdün kralı gibi eli kanlı diktatörlerle kurduğunuz ilişkilerin bir benzerini ‘Esed ile’ yaşıyor olmayacak mıydınız?

Ve son olarak, yarın küresel güç odakları aynı oyunu Türkiye için sahneye koyduklarında, R to P (Koruma Yasası) diyerek Kürdistan kukla devleti için Türkiye’yi hedef aldıklarında, Ürdün, Gürcistan, Ermenistan Yunanistan ve İsrail ve Barzanistan hep bir ağızdan ‘Türkiye’de Kürt katliamı var!’ korosuna başladıklarında ne yapacağınızı düşündünüz mü?

banuavar@superonline.com
Güncel Meydan
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Hzr 29, 2012 11:16 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ağu 01, 2010 10:40 pm    Mesaj konusu: ŞAKAĞA SIKMA BAŞLAMIŞSA… Alıntıyla Cevap Gönder

Vadi'den Yeni Konsept -2023: Dünyanın merkez ülkesi Türkiye-


Ertuğrul Horasanlı



Kurtlar Vadisi'nin senaryo ekibi hayallerinin ufkunu öyle bir büyüttü ki; dizinin ilk bölümünün fragmanına bakılırsa 2023 yılında tüm dünyanın merkezi Anadolu olacak...

“Kurtlar Vadisi Pusu”, bilindiği gibi yeni yayın döneminde ATV ekranlarında olacak...

Anladığımız kadarıyla, Türkiye’nin yıllardır en çok izlenen Tv dizisi Olan Kurtlar Vadisi, yeni yayın döneminde; "Büyük Türkiye İdeali"ne göre pozisyon alıyor.

Dizinin ATV ekranlarında dönmeye başlayan fragmanında 2023 yılı için Türkiye'ye senaryoları yer alıyor bunlara göre...

ABD'NİN SENARYOSU; Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu bölünecek, doğusu Ermenistan devletine dahil olacak, güneydoğusu Kürdistan devleti olacak.

İSRAİL'İN SENARYOSU; İsrail, Irak'taki vaadedilmiş topraklarda bir devlet kuruyor. Diyarbakır ve doğu anadolunun bir bölümünü debu yeni devletin topraklarına katıyor.

AB'NİN SENARYOSU; İstanbul özerk oluyor, Pontus devletine ek olarak Ermenistan ve Kürdistan kuruluyor...

TÜRKİYE'NİN SENARYOSU; Türkiye tarihi misyonuna uygun olarak dünyanın merkez ülkesi oluyor... Ve dünya dengelerini değiştirip yeniden kuruyor. Tarih 2023...

2023 yılı senaryosunun bir benzeri Yiğit Bulut tarafından da uzun süredir dillendiriliyor... Yiğit Bulut'un "Yeni Türk Yüzyılı" denemelerinin de bu 2023 yılı senaryosuna benzer şekilde olduğu biliniyor... Bulut’un yeni MİT Başkanı Hakan Fidan'ı konu edindiği yazılarında hep 2023 yılının Türkiye projeksiyonuna dikkat çekiliyor... Bulut sonolarak 30 Ağustos Zafer Bayramı münasebetiyle bu konuya yine değindi...

Bu projenin asıl fikir babaları ise Necip Fazıl Kısakürek ile Salih Mirzabeyoğlu...

Bu iki düşünür, çeşitli eserlerinde emperyalist Batı tarafından çökertilen Osmanlı İmparatorluğu'nun misyonunu kaldığı yerden yeniden başlatacak, düştüğü yerden kaldıracak bir yeniden yapılanma projesini detaylandırıyor... İmparatorluk sonrası kolu bacağı budanmış... Küçücücük bir coğrafyaya sıkışmış kalmış bir büyük bir milletin lâyık olduğu yere yeniden nasıl yükselebileceği konusunda kapsamlı fikirler öne sürdükleri biliniyor...

Necip Fazıl Kısakürek'in bu konudaki en kapsamlı eseri "İdeolocya Örgüsü" ... (1)

Salih Mirzabeyoğlu'nunki ise: "Başyücelik Devleti" ... (2)

İdeolocya Örgüsü’nden konuyla ilgili bir kaç paragraf:

[ * Kendi içimizde ve kendi cebimizde kaybettiğimiz, sonra körler gibi el yordamıyla eşya ve hâdiseleri sığayarak hep dışımızda ve yabancı ceplerde aradığımız, aradıkça kaybettiğimiz, kaybettikçe bulduk sandığımız, bulduk sandıkça kaybımızı derinleştirdiğimiz anahtarın kum üzerindeki yuvası... BÜYÜK DOĞU budur. O, hem bir mâna, hem bir madde, hem bir zaman, hem bir mekân ismi; ve belli başlı bir ruhun, kendisiyle beraber bütün insanlığa örnek halinde donatacağı Doğu âlemine remz... (..)
* Emevî ve Abbasî devrelerini takip ederek Türk'ün eline geçen İslâmî devlet livasi, 600 küsur yıllık gerçek devlet hayatının ancak 250 senesinde böyle bir nesle yataklık etmiş, ondan sonra 300 yıl korkunç bir ask ve üstün anlayıştan yoksunluk çığrına girmis, 100 küsur senedir de, aynı ham yobaz ve kaba softa idrakinin tersine dönük şekliyle bütün cehdini İslâm'a karşı çıkmakta bulmuştur. (..)
* İslâm, 500 yıl kılıcın elinde tutan Türkiye'de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye'de düzelirse her yerde sağlığa kuvuşabilecegine ait ilâhî bir ihtar...

* İslâmı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye'sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki hâlinde zuhur etmekle mükellef...

* Bunca zevalin ardından ancak kemâl çığırı açılabilir...]


Ve “Başyğcelik Devleti”nden aynı konu ile ilgili tadımlık bir kaç paragraf:

[İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen bir fikrin belirttiği hasret, iştiyak, hayâl ve plândır; ve eğer ideolocya bir beyin ise, ideal de bir kalbdir... Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet plânında ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır... Her ideal bir gayedir; fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir, idealler düşemez... Sözkonusu hikmetlerin toplamı hâlinde biz, beyin ve kalb bir arada, İslâm davasının eşya ve hadiselere nakşı işini "nasıl" ve "niçin"i ile sistem bütünlüğünde göstereniz... Dünyada tek örneğiz... Biz: Büyük Doğu-İbda... Bu çerçeve içinde eserimi takdim ederim: Başyücelik Devleti... Ve, Yeni Dünya Düzeni!..

Aslında "Başyücelik Devleti" bahsi, Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü'nün işleniş gayesi ve bütün mevzularını toplayan ana sütunu; yani İdeolocya Örgüsünün tâ kendisi... Ne var ki, gözönünde duran eşyanın kayıp olması gibi, etrafında işlenen mevzuların içinde gaib oldu ve uyudu kaldı... Bahsi alıyorum ve malûmu meçhullükten kurtarmak ve elbette kullanılmak üzere yapılmış bombayı cemiyet meydanında patlatmak şeklinde, işliyorum... Umulur ki, meselelerin seyri ve ıslâmcı mücadelenin müşahhas hedef ve gayelerinin tesbiti hususunda yepyeni bir bakış getirilmiş olsun!..

Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı ve Avrupa Ortak Pazarı'na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen "Yeni Dünya Düzeni", Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir... Elbette "hayır!" diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz "Yeni Dünya Düzeni"miz ile!..]

Dipnotlar:

1-Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul.

2- İbda Yayınevi, İstanbul.


Sıaradışı

BİR YILDAN DAHA AZ BİR ZAMANDA…
Banu Avar
25.Eylül 2010



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 24 Eylül’de New York’da CFR (Dış İlişkiler Konseyi) adlı örgütün yuvarlak masasındaydı. Ve bu gizli, masonik, ‘dünyayı işgal’ amacı güden Siyonist oluşumun toplantılarına 3. kez katıldı.

1997 de katıldığı toplantıda CFR’nin konusu Refah Partisi idi. Bu toplantı sonrası Refah Partisi içinden AKP doğacaktı.
Nisan 2001 ‘de Abdullah Gül yine masonik / Siyonist örgütün masasındaydı. Bu toplantıdan sonra AKP iktidara çıkacaktı.

AKP sahneye çıkmadan önce yollardaki taşlar CHP ve MHP’ye temizletilecek, bunun için özel bir görevli Kemal Derviş Türkiye’ye gönderilecekti.

Ve 9 yıl sonra Abdullah Gül, Türkiye’nin ‘tarihi virajında’ yine CFR (Council on Foreign Relations) Dış İlişkiler Konseyi masasına oturdu. Görüşmeler GİZLİ olduğu için, toplantı konusu hakkında Türk milletine bir açıklama yapılmadı.


CFR de ne?

Emperyalizm soyut bir kavram. Emperyalizmin eli kolu kafası yok. Görülebilir değil. Görülenler, CFR, Bilderberg, Trileteral mensupları. Küresel şirketlerin ağababaları, CIA nin başındakiler, NATO’nun Rassmussen’i, BM’nin Ban Ki Moon’u, İMF’nin Strauss-Kahn’ı, Brooking Enstitüsünün Kemal Derviş’i, psikopolitikin Vamık Volkan’ı, dünyayı parçalama uzmanı, Martti Ahtisaari, AB başkanı Rompuy ve bunların ülke içindeki uzantıları…

Dünyaya yön veren gizli örgütlerin en tepesinde CFR var. Yani Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations.) ‘Küresel Memurlar’ başlıklı yazımda yazmıştım:

‘Bu gizli örgüt, ilk paylaşım savaşı sonrası örgütlendi. Dev şirketlerin sahipleri, ve dünyanın en büyük kan emicileri çekirdek bir yapılanmada birleşti. Başkanı, Avrupa’nın en zengini Lord Rothshields’di. En büyük patlayıcı yapan fabrikalar, tüm savaş oyuncakları bu ailenindi.
Hedefleri tarih boyu diğer istilacılarınki gibiydi: Dünyaya ‘Yeni bir düzen’ kurmak, bunun için ulus devletleri ‘bölüp parçalamak!’

1927de Amerika’nın en zengin adamı Rockefeller de onlara katıldı.. Dünyayı bir ağ gibi saracaklardı. Nato ve BM genel sekreterleri de, İMF, Dünya bankası başkanları da, AB yönetimi de, bazı devlet ve hükümet başkanları da bu gizli örgüt tarafından ‘atanmaktaydı’.


CFR yani Dış İlişkiler konseyi, Bilderberg ve Trileteral adlı bu gizli örgütlerin mottosu: ‘Herşey tek dünya devleti için!’dir.. Bunun tercümesi, ‘Herşey çok uluslu şirketlerin çıkarı için’dir.


Örgüt’ün onursal başkanı olan David Rockefeller hedefi şöyle açıklamıştır:

‘Dünyada 200 civarında olan devlet sayısı yakın gelecekte 1000’e çıkacaktır. Dünyada ulus devletlerin modası geçmiştir.. Gelecekte devletler, finans sektörü tarafından idare edildiğinde dünyaya barış ve huzur gelecektir..’


Demekki küresel çetenin bekası için, ulus devletlerin tasfiyesi gerekiyor. Küçük olanı yutmak daha kolay. Bu nedenle ulus devletler önce şehir devletçiklere bölünecek sonra enerji ve madenler, su kaynakları ele geçirilecek. Planın özeti bu.
Planın hayata geçmesi , CFR’ye sadık devşirilmiş ‘siyasiler’e bağlı …

‘AKP’nin tüzük ve programında CFR imzası var.’

AKP bir CFR projesiydi. Amerikan gizli devletinin bir ürünüydü. Arslan Bulut ‘Küresel haçlı seferi’ adlı eserinde yazıyor:
‘New York'tan gönderilen memorandumda belirtilen Türkiye'nin şehir devletlerine ayrılması plânı, AKP Program ve Tüzüğüne hemen hemen aynı ifadelerle’ geçirilmişti. 2001 yılında bu hükümeti kuracak olanlara New York'tan gönderilen memorandumda 'Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve millî hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır.’ deniyordu.

AKP kuruldu. Program ve tüzük CFR ‘tavsiyesine’ uygundu. Ve 9 yıl sonra gelinen noktada Türkiye yerel yönetimlere ‘geçiş’ konusunda büyük adımlar attı. (Meraklısı Küresel Haçlı Seferinde CFR Memorandum’unun Türkçe ve İngilizcesine bir göz atsın.AKP program ve tüzüğüyle karşılaştırsın.)
Bu adımlar atılırken, küresel çete, başından beri olduğu gibi, sadece AKP ile iştigal etmedi. CHP, MHP ve SP içindeki ‘özel’ kişilikleri de yönlendirdi. Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel operasyonları ELİTLER eliyle yönetti. BASIN YAYIN ve ÜNİVERSİTELER’de darbeler yaptı.
Bunlara muhalefet edecek olanları Kanada’da beslenen hahamların ve benzerlerinin ‘iddialarıyla’ hapise tıkdırdı. TSK’yı önce NATO’yla zehirledi, ardından diğer CFR uzantılarıyla sızma operasyonuna tabii tuttu.
CFR’ce kurdurulan platformlarda, mesela Global İlişkiler adlı platformda, TSK’nın üst düzey mensuplarından, işadamlarına, siyasilere ve akademisyenlere kadar uzanan ‘seçilmiş elitler’ yeraldı. Bu şeytani plana uzak kalanlar, sahnenin de dışında kaldı. Sahne ışıkları altında olanların hepsi, ‘tek dünya’cı Rothshield/Rockefeller camiasının, periferisinde olanlardı.

‘Herşey Ankara’dan çözülemez!’

Şimdi ‘YEPYENİ’ bir anayasa yolda! CFR federasyon anayasası istiyor! Vazgeçilmezi ‘başkanlık sistemi’. Başbakan bu konuyla referandum ertesini açtı. Sonra birden konuyu kapattı. CFR memurları, ‘henüz erken’ ikazı yapmıştı.
‘Daha yavaş ve dikkatli’ adımlar atılacaktı.
Cumhurbaşkanı Gül, son CFR toplantısından sonra mesajı verdi: ‘Herşey Ankara’dan yönetilemez!’di.
CFR memorandumuna uygun olarak önümüzdeki 1 yıl içinde ‘YERELLEŞME /EYALET SİSTEMİ’ yani Rockefeller /Rothshields ‘Tek Dünyacı’ örgütünün nihai hedefi, fısıltılardan konuşmalara, derken yeni anayasaya geçecek ve gümbür gümbür gelecekti.
Türkiye Eyalet sistemine taşınırken, küreselcilerin en önemli iki aygıtının, Türkiye’yi mekan seçtiğini de açıkladı. Küresel sermayenin başkenti, New York, ilk kez yurtdışında bir ‘EYALET İRTİBAT BÜROSU’ açacaktı. İstanbul, evsahibi olacaktı. Doğu’dan sonra Türkiye’nin batısı da olandan kat kat fazla nitelikli ajan kaynayacaktı.
Yine İstanbul, 2011’de UNPF (BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NÜFUS FONU)na evsahipliği yapacaktı. (Bu kurumun yakın coğrafyada özellikle balkanlardaki nüfus manüplasyonu faaliyetleri incelenmeye değer.)
CFR, gizli ve açık örgütleriyle üzerinde çalıştığı, ‘İstanbul merkezli yakın Doğu federasyonu’ ve Diyarbakır merkezli Ortadoğu federasyonu’ vizyonunda adım adım ilerliyor..
.. CIA istasyon şefi Paul Henze’nin ‘Türk halkına sabah akşam ‘federasyondan’ bahsedilmeli, kulakları bu duruma alıştırılmalıdır!’ sözüne uygun olarak televizyon ve gazeteler marifetiyle, ‘federasyon’ ‘yerelleşme’ halk arasında ‘normalleştiriliyor’.

Ve medya ‘Sayın’ APO’nun siyasi bir aktör oluşunu beyinlere çakacak. Bundan sonra hergün her haber bülteninde karşınıza APO ve federasyon söylemi çıkacak

Birkaç ay sonra, 2011’de Türkiye daha sıkışık bir gündemle yaşayacaktır. ‘Zaman daralıyor’ …

Emperyalizmin Türkiye ve bölge planları, bir kukla devletçik ön görüyor. PKK ve siyasi kolu BDP, Barzani ile birlikte CIA ve diğer istihbarat birimleri eşliğinde adım adım ilerliyorlar.
Bunlar ‘boş laf’ olarak niteleyenler, son birkaç günün ‘görüşmelerini özetleyen haberleri alıp duvara yapıştırsınlar!
24 Eylül tarihli Yeniçağ gazetesinde Fatih Erboz haberi:
*Adalet ve İçişleri bakanlıkları ile MİT, Genelkurmay Başkanlığından isimler, Öcalan’la görüşüyor.
*AKP, BDP’yle görüşüyor. BDP , APO’yla görüşüyor.
*PKK, ‘Türkiye ortak düşman!’ şiarıyla İsrail ve Ermenistan’la görüşüyor.
*MİT müsteşarı Hakan Fidan ABD’de CIA ile görüşüyor.
*CIA Direktörü Panetta, Fidan’la görüşme öncesi gizlice İsrail’e giderek MOSSAD Başkanı Dagan’la görüşüyor.

*Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik, Barzani’yle görüşüyor.
*PKK uzantısı STK’lar Barzaniyle görüşüyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül New York’da CFR ile görüşüyor.
Muhalefet lideri Kılıçdaroğlu, Avrupa’da ECFR* üyeleriyle görüşüyor.

Halkla kim görüşüyor? CIA uzmanları ve bağlı memurlar halkla en sıkı fıkı ilişki içinde olanlar…

Bu araba devrilir!

Onlar Türkiye’nin iki cepheli bir çatışma ortamına gireceğinden sözediyor. Yani buna hazırlık yapmaktalar. Henri Barkey, ‘Kürt -Türk ve dinci – laik ekseninde çatışmalar’ bekliyor.

‘Dünyayı ele geçireceğiz!’ diyen küresel sermayenin komuta merkezi CFR emriyle, Türkiye hızlı bir virajdan geçiyor.

Sözümüz odur ki, bu virajın sonunda bu araba devrilir. Enerji anlaşmaları, uyuşturucu işleri, krom ve bakır peşkeşleri, Türkiye, İran,Suriye, Irak’ın parçalı haritaları yollara serilir…

Öncelikle, Güneydoğu’da yaşayan PKK ve uzantısı ağaların elinde tarumar olmuş yöre halkı, bu baskı ve zülme ‘yeter’ diyecektir. Ortak dertlerle kavrulan ülkenin her yanında mazlumlar da giderek seslerini yükseltecektir.
Bunu öngören yabancı istihbarat memurları, milli duruşu, Kürt Türk çatışmasında eritmek isteyeceklerdir.

Her unsuruyla Türk halkı, tüm partilerin içindeki vatansever güçler, bir araya gelecek, başımıza örülen çorabı delik deşik edecektir. Ve tüm bunlar 1 yıldan az bir zamanda gerçekleşecektir.


Bana gelen iletilerde sık sık kızgın bir tonda, ‘Çözüm ne onu söyle!’ diyen kardeşlerime sesleniyorum. ‘Çözüm hepimiziz!. O muhteşem pratik zekamızı kullanmazsak… ezilip gideriz!


*ECFR : European Council on Foreign Relations.

banuavar@superonline.com
www.banuavar.com.tr

ŞAKAĞA SIKMA BAŞLAMIŞSA…
Bülent ESİNOĞLU

Büyük Ortadoğu Projesinin gereği olarak yürütülen Ergenekon Tertibinin başlamasından bu yana birçok intiharlar oldu.

İki yıl içinde yedi subay intihar etti. Bunların çoğu albay ve yarbay rütbesindeydi. Komutanları ile birlikte görevlerini yapıyorlardı.

Görevine kendini vermiş subaylar, komutanlarının verdikleri emirleri düşünmeden yerine getirdikleri bir sırada, karşılarına soruşturmalar, gözaltılar ve hapisler çıktı.

Bir nevi PKK’nın yargılamasına tabi tutuluyorlardı. Yaptıkları görevlerden ötürü yargılanıyorlardı.

Bazı subaylar bu durumu kaldırabilecek gücü kendinde bulamadı. Şakağına silahı dayadı ve kendi canına kıydı.

İnanıyorum ki, kendi canına kıyanlar, görevini son derece ciddiye alan, görevi ile bütünleşmiş kişilerdi. Aman sende demeyen, işe ve göreve sarılan kişilerdi.

İnsan kendi canına kolay kolay kıyamaz. Demek ki duygusal birikim hangi noktaya çıkıyor.

Bu onurlu birikim bu günlerde intiharlar ile sonuçlanıyor. Ya yarın?

Ordu ve onun subayları üzerinde yoğunlaşan bu baskılar, hep intiharlar ile sonuçlanmayacağı aşikar.

Zillete katlanmanın bir sınırı vardır.

Belki, bu otuz Ağustos, şu veya bu şekilde atlatılacaktır.

Ama ben öyle tahmin ediyorum ki, bir kez daha böyle toplu tutuklamalara gidilirse, onurlu insanların hemen teslim olacağını varsaymak, yanılmak olur.

Hele hele, komutanlarının kendilerine sahip çıkmayacağı duygusu ile yatar kalkarlarsa, artık kendi sorunlarını kendilerinin çözmesi gerektiği kanaatine varırlarsa…

Bu gün şakağına sıkanlar, yarın kendisine bu durumu reva görenlerin şakağına sıkabilir.

Şakağına sıkabilecek olanların, artık her türlü riski göze alabilen olduğunu düşünmek gerek.

Siyasi iktidar, Amerika’nın dediklerini yaparak ebediyen iktidarda kalacağını sanıyor.

Ordu içinde çıkacak bir direncin, on tane AKP’yi ortadan kaldıracağını bilmiyorlar mı?

Akıllarını başlarına almazlarsa, etnik ve siyasi anarşiye bir de askeri anarşi ekleyecekler.

29.7.2010
http://www.buyukasya.net/Haberler.aspx?haberID=319&B=saka%C4%9Fa-sikma-baslamissa%E2%80%A6

Vatan Topraklarımız Hangi Yollarla Yabancıların Eline Geçiyor
Prof. Dr. Cihan Duru
www.acikistihbarat.com
06.09.2010

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Mehmet Akif Ersoy.


Gerçeklerle değil, daha çok hayallerle yaşıyoruz, bizi bunlarla avutuyorlar. Halkı uyutmakta yönetenlerin eline kimse su dökemez. İsrail, Gazze, şu açılım, bu açılım derken Türkiye’nin gerçek sorunları güme gidiyor. Oysa bunlar o kadar çok ve önemli ki… Ben gerçek sorunlarımızdan başta gelen birine bir kez daha değineceğim bu yazımda: Yabancılara toprak satışı…

Bir kez daha değineceğim, çünkü siz şu satırları okuduğunuz anda bile, Türkiye’nin tapusundan bir parsel daha yabancı bir devletin millî servetine katılmış bulunuyor.

Yabancıya toprak satışı Türkiye’nin kanayan yaralarından biridir, üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Ne yazık ki bu büyük sorun yeterince takip edilmiyor; temel politikası, millete ait ne varsa satmak olan AKP iktidarı ise bildiğini okumaya devam ediyor.

Yabancıya toprak satışı emperyalizmin çevre ülkelerine yönelttiği altı silahtan biridir. Bu silah Osmanlı’ya karşı da kullanılmıştır.

O zamanın büyük devletleri serbest ticaret antlaşmalarının, dış borçlandırmaların ardından, maliyesi bozuk Osmanlı’dan, bazen borç verme karşılığında, bazen tehdit ederek birçok ödün almıştır.

Bunlardan biri de yabancıya toprak satışının, 1867’de serbest bırakılmasıdır.

Bir ihanet olan bu uygulamaya Atatürk döneminde son verilmiş, ne yazık ki AKP ile birlikte Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde 2003 yılında yeniden başlatılmıştır. AKP hükümeti döneminde 8.3 milyon metrekare toprağımız yabancıların eline geçmiştir.

Acaba Türkiye’nin toprakları hangi yollardan yabancıların eline geçiyor? Yazımın konusu budur.

Benim belirlediğim kadarıyla yöntemler çok çeşitli... Bunları 4 başlık altında toplayabilirim:

-Doğrudan satışlar
-Dolaylı satışlar
-Tarım arazileriyle ilgili olanlar
-Diğerleri.

I) DOĞRUDAN SATIŞLAR

Türkiye’de topraklarımızın yabancıların tapulu mülkü olmasını, yabancı devletlerin millî servetlerine katılmasını sağlayan birinci yol, doğrudan doğruya satışlardır.

A) Doğrudan satışların yolu, AKP iktidarının 19 Temmuz 2003’de çıkardığı yasa ile açılmıştır.

Daha doğrusu, topraklarımızın yabancılara -dünyada görülmemiş bir şekilde- sınırsızca satılması bu yasa ile başlamıştır. Ancak şikâyet üzerine uygulama Yargı tarafından engellenince, AKP Hükümeti 7 Ocak 2006’da ikinci bir yasa çıkararak satışlara bazı kısıtlamalar getirmek zorunda kalmıştır. Ne var ki değişen fazla bir şey yoktur, şu anda bile ülke topraklarının el değiştirmesi büyük bir hızla devam etmektedir.

Yabancılar 19 Temmuz 2003 tarihine kadar taşınmazları, daha ziyade yerli aracı kullanarak alabiliyorlardı. Bu tarihten sonra doğrudan doğruya satın almaya başladılar.

Yasa ile, ülkemizin en verimli, en değerli toprakları yıllardır parsel parsel yabancı mülkü oluyor.

Satışlar tek tek, ufak ufak, geniş bir mekânda gerçekleştiği, medyaca da görmezden gelindiği, gizlendiği için farkına varmıyoruz.

Oysa ünlü deyiştir: Taşı delen, suyun şiddeti değil, damlaların devamlılığıdır.

Doğrudan toprak satışları bazen bir defada çok büyük miktarlarda da yapılmaktadır. Buna, Rusya’nın en zenginleri arasında yer alan Roman Abramoviç’in İzmir Çeşme’de Çiftlikköy’de satın aldığı Kum Beach’i örnek olarak verebilirim.

Yaklaşık 160 000 metrekarelik olan bu alan yalnız bir yabancı özel kişinin tapulu malı olmakla kalmamış -vurgulamakta yarar görüyorum- aynı zamanda yabancı bir ülkenin (Rusya’nın) millî servetine katılmıştır.

B) Yabancıya doğrudan taşınmaz satışının bir de “ticari” nitelikli yönü, yani “ticari satışlar” şekli vardır.
Buna göre bizzat yabancılar emlakçılığa soyunmuş oluyor:

Yabancılar, İngiliz, Fransız, Alman,… Türk topraklarını satın alıp yine yabancılara pazarlıyor.

Bundan başka, örneğin İngilizler Kalkan’da satın aldıkları lüks villalarda pansiyon hizmeti bile veriyorlar. Ticarî gayrimenkul için dünyanın her yerinden yatırımcı geliyor Türkiye’ye. İngilizler, İrlandalı ve Hollandalılar yazlık konut alanına ilgi gösteriyor. Özellikle İngiltere ve İrlanda'dan bazı fonlar bir apartman ya da sitenin tümünü satın alıyor, sonra satıyorlar.

C) İngiliz bankaları Türkiye’den toprak almaları için müşterilerini teşvik ediyor ve onlara kredi kolaylıkları sağlıyor. İsrail ve ABD benzer bir planı Irak’ın kuzeyinde de yürütüyor.

Irak'ta faaliyet gösteren Kürdistan Kredi Bankası Irak’ın kuzeyindeki Türklerin ev ve topraklarını satın almaları için Kürtlere beş yıl vadeyle faizsiz kredi veriyor.

'Türkmen Eli' teşkilatının Kafkasya temsilcisi Metin Arslanlı’ya göre Türklerin taşınmazlarını satın almak için kredi açan bu banka, İsrail'de faaliyette bulunan dört şirket tarafından desteklenmektedir. Musul, Kerkük, Erbil, Dohuk, Bakuba, Felluce, Selahattin ve Süleymaniye'deki toprakları, Kürtler aracılığıyla, ABD'liler ve Yahudiler satın almaktadır.

II) DOLAYLI SATIŞLAR

Doğrudan satışlar “açık kimlik”le yapılan alımları kapsar. Buna karşılık, dolaylı satışlarda gerçek kimlik gizlidir. Dolaylı (gizli) satışların büyük bir kısmı, Türk şirketlerinin veya Türk vatandaşlarının (paravan şirket veya kişilerin) adları kullanılarak yapılmaktadır.

Dolayısıyla toprakların yabancıların eline geçtiği, gerçek sahiplerinin onlar olduğu tapu kayıtlarında görülmemekte, istatistiklere de yansımamaktadır.Dolaylı satışlar; “yabancıların, sınırlı aynî hak tesisi”, ölüme bağlı tasarruflar, güvenilir Türkiye yurttaşları, paravan şirketler aracılığıyla gayrimenkul edinmesi” şeklinde tanımlanabilir.

Bazı aynî haklar şunlardır: İntifa (yararlanma) hakkı, oturma hakkı, üst hakkı, kaynak hakkı, irtifak hakları.

Görünürde bir Türk yurttaş adına tapuya kayıtlı bir taşınmazı yabancı bir şirket, intifa hakkı yoluyla 100 yıla kadar kullanabilir. Kaynak hakkı bir gayrimenkulün içinden çıkan sudan yararlanma hakkıdır. Bunda ve diğerlerinde de aynı durum yaratılabilir.

Kamuoyunu uyandırmamak, tepki çekmemek isteyen yabancı şahıs ve şirketler bu yollara başvuruyor.

Ülkemizin değişik yerlerinde rastlanıyor uygulamaya:

Örneğin, Güneydoğu Anadolu’da paravan kişi ve şirketler üzerinden yabancılar gayrimenkul sahibi olabiliyor. Bu açıdan İsrail’in faaliyetleri zikredilmeye değer: İsrail tarım teknolojisinde büyük atılımlar yapan bir ülke. Bu üstünlüğü onu GAP’a çekiyor. Gözleri hep oraya dikili…

Sürekli olarak, çok önemli miktarlarda toprak kapatıyorlar Güneydoğumuzda. Ancak İsrail başka bölgelerde de ciddi miktarlarda toprak satın alıyor.

Nasıl? Doğrudan doğruya değil, birtakım aracıları kullanarak!

Dediğim gibi sızma GAP’la sınırlı değil, Batı Anadolu’da da durum aynı. Hepsi de bitek, tarıma elverişli topraklar...

III) TARIM ARAZİLERİYLE İLGİLİ OLANLAR

Tarım arazilerimiz birkaç farklı yolan yabancıların eline geçiyor. Daha önce, kitaplarımda bunlardan çok söz ettim. Belirleyebildiğim kadarıyla, kullanılan yöntemler şunlar: Çiftçiyi yoksullaştırma, hukuk hileleri, banka hacizleri.

A) Birinci olarak çiftçi yoksullaştırılıyor. Yoksullaşan çiftçi, son aşamada toprağını satışa çıkarıyor. Orta Anadolu’da, Batı bölgelerimizde çok yolculuk yaptım. Geçmişte hiç görmediğim şeyler görüyorum artık yol kenarlarında: Tabelalar…, üzerlerinde “satılık arazi”, “satılık tarla” yazan tabelalar!...

Yabancıya toprak satışı tarım sektörümüzdeki küçülmeyle koşut olarak gerçekleşiyor. AKP hükümeti IMF ve Dünya Bankası’nın talimatları ile yönetti ekonomimizi.

Benim “Korkunç İkizler” adını verdiğim bu kuruluşlar şöyle diyor: Ey

Türkiye, tarım senin sırtında yüktür, tarımı desteklemeyi bırak. Ben sana para vereceğim. Köylüne dağıtırsın. Ama dekar başına, ürüne göre değil.

Şimdi bakın, Emperyalizmin bu taşeronlarının dediği yapılınca neler oluyor:

-Köylü gelir elde ediyor, ancak üretim yapmadan! Havadan elde edilen bir gelir bu...

-Ancak madalyonun bir de öbür yüzü var: Korkunç İkizler AKP hükümetine Neoliberal politikalar dayattı. Çiftçi, bir geçiş aşaması bile tanınmadan serbest piyasanın vahşetine terk edildi. Taban fiyatları sürekli düşük tutuldu. Sübvansiyonlar azaltıldı, bazı hallerde tamamen kaldırıldı. Tohum ve gübre desteği yok, destekleme fiyatları çok düşük. Buna karşılık tarımsal girdi fiyatları yükseltildi.

Sonuç: Üretim maliyetleri arttı. Ürün bedelleri zamanında ödenmedi. Köylü mahkemelere, icra kapılarına düşürüldü. Hayvanlarını traktörünü satmak zorunda bırakıldı. Yeni yatırım yapması engellendi, iflasa zorlandı.

-Çiftçi üretimden soğumaya başladı, toprakla olan bağı zayıfladı, hattâ hiç kalmadı. Küçük üreticiler tasfiye edildi. Türkiye boş tarlalar ülkesine döndü. Çiftçi toprağını satmaya başladı.

-Kimlere satılıyor tarlalar? Tabii parası olana, özellikle çok para verenlere, örneğin bavul bavul Dolarla, çuval çuval Avro ile, Sterlinle gelen yabancılara!

-Sonra ne olacak? Yabancılar toprak sahibi oldukça şirketler kuracak, arazi toplulaştırmasına yönelecekler. Büyük tarım işletmeleri kurmaya başlayacaklar. Bir zamanlar kendi toprağının sahibi olan Türk köylüsü ise, yabancı şirketlerde ücretli işçi konumuna düşecek. Türk çiftçisi kendi öz vatanında yabancıların “maraba”sı olacak.

Bir taraftan da Avrupa Birliği’nde işsizlik gittikçe artıyor, peki çözüm?

Anadolu toprakları ne güne duruyor?

Türkiye Ziraatçılar Derneği Genel Başkanı İbrahim Yetkin’e göre “çok planlı, programlı bir senaryo” bu:

Türk çiftçisi üretmeyecek; Türkiye tarım ürünlerini dışardan alacak. Kendi kaynaklarını kullanmayacak. Kapılarını yabancı sermayeye açacak. Türkiye tam bir açık pazar haline gelecek. Çiftçi yoksullaştıkça -toprağı elinden alınmış olarak- kentlere sürülecek, proleterleşecek.

Bir zamanlar imparatorluk Almanyası da Osmanlı toprakları için bu mahiyette projeler hazırlamamış mıydı?

B) İkinci yöntemi hukuk hileleri başlığı altında ele alabiliriz.

1) Yabancılar tarım alanlarımızı köylüye yüksek paralar teklif ederek satın alıyor. Tapulu ve tapusuz alanların zilyetliklerini alıyor, muhtar senedi, el senedi gibi yerel araçlar kullanıyorlar. Zilyetlik yöntemi taşınmazın sahibi olmadan, kullanım hakkı sağlıyor.

Somut bir örnek Kars (Digor)’dan verilebilir.

Bölgenin sınır köylerine gelen Amerikalı ya da İsrailli oldukları söylenen yabancılar; tarla sahibi köylülere sadece bir imza karşılığında bol para dağıtıp gidiyorlar. Böyle havadan verilen para miktarı -yaklaşık 5 yıl önceki verilere göre- 3-7 milyar TL!...

Bir yandan da köylülere şu uyarıda bulunuyorlar:

"Tarlanızı her yıl mutlaka ekip biçeceksiniz. Ekip biçmeyenlere para vermeyeceğiz. Siz bunları yapın, paranızı bizden isteyin."

Bu şekilde para alan köylülerin sayısı on yıl kadar önce 3 bin civarında idi, bugün kaça yükselmiştir değerli okur, artık siz tahmin edin onu.

Şimdi şu soru yanıt bekliyor:

Acaba adı geçen yabancılar hazır bir maddî karşılık istemeden, neden böyle yüklü ödemeler yapıyorlardı çiftçilerimize?

Açıklama korkunç: Altına imza atılan sözleşmede yazılı hususlar, ileride toprağın köylünün elinden alınmasına sebep olacak nitelikte. Çünkü söz konusu köylerde bazı evlerin ne tapuları, ne de ruhsatları var. Tarlaların ise, ikisi de yok.

Şimdi sıkı durun: yabancıların imzalattığı sözleşmede, toprakların kendilerine ait olduğu yazılıydı, para alan köylüler ise o tarlalarda işçi olarak çalıştırılıyordu! Yabancılar uzun vadede, uygun zamanda ortaya çıkacaklar ve "Bu topraklar bizimdi zaten. Bakın, onları biz işliyorduk. İşçi çalıştırıyor, onlara ücret vererek kendi toprağımızı ekip biçiyorduk" deyip tarım alanlarını ele geçirecekler. Plan bu!

2) Buna oldukça benzeyen bir diğer uygulama da şöyle: Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da büyük toprak sahipleri Yahudi kuruluşlar tarafından ABD’ye davet ediliyor. Toprak hangi genişlikte olursa olsun, yüksek fiyatlar teklif ediyorlar. Toprağın ekilip biçilmesini yine sahibine bırakıyorlar.

Akıl sahibi biri boşuna söylememiş: Yarın için planı olmayan, başkalarının planının parçası olur!

C) BANKA HACİZLERİ

Tarım arazilerinin “banka hacizleri yoluyla ele geçirilmesi” iki yoldan gerçekleşiyor.

1) Birinci mekanizma şöyle işliyor: Çiftçinin bankalardan aldığı krediye karşılık toprağı ipotek ediliyor. Çiftçi temerrüde düşünce, yani borcunu ödeyemez duruma düşünce haciz geliyor, toprağı elinden alınıyor.

AKP iktidarı, bilindiği gibi IMF’nin talimatına boyun eğerek tarıma devlet desteğini kesti.

Girdi maliyetleri artan, ürünü de para etmeyen çiftçi; bu durum karşısında yabancı bankaların cazip imkânlarla sunduğu kredilere başvurdu, başvuruyor, tabii tarlasının ipotek altına alınması karşılığında.

Ziraat Bankası’nın özelleştirilmesi sürecinde kredilerin yetersiz kalması nedeniyle devreye yabancı sermayeli bankalar girmektedir. Uygulamada çiftçinin ödeme gücüne bakılmaksızın ve kasıtlı olarak üretime değil, tüketime yönelik krediler de veriliyor. Bu yöntemle, çiftçiler ödeme güçlüğüne düşürülmekte ve haciz yoluyla topraklarına el konulmaktadır

AKP’nin iktidara geldiği tarihten bu yana geçen 8 yıl içinde - yerli sermayeli bankaların kullandırdığı tarımsal krediler ancak 2 kat artarken- yabancı sermayeli bankaların kullandırdığı tarımsal kredi miktarı 250 kat artmıştır.

Bu durumda toprak hacizlerinden hangileri çok daha fazla yararlanacak?

Elbette yabancı bankalar!

Gerçekten, bazı yabancı bankaların tarımsal kredi kullandırma yoluyla batağa çektiği çiftçiler, bu bankaların haciz işlemleri karşısında çaresiz duruma düştüler.

Ege bölgesinde binlerce hektar arazi özel bankaların verdikleri krediler karşılığında ipotek altında.

Yine Ege ve Trakya bölgesinde birçok çiftçi, hatta bazı köylerin tamamı yabancı bankaların haciz tehdidi ile karşı karşıya bulunuyor.

Özellikle Ege köylü ve çiftçileri aldıkları şartlı kredileri ödeyemeyince, arazileri, tarlaları, evleri icra yoluyla ellerinden alınarak bankaların eline geçmektedir.

Bu arada vurgulayalım ki Türkiye’de ticarî şirketler kuran, yerli bankaları satın alan Yunanlıların bu bankalarından biri çok sayıda tarım arazisine ipotek koymuş bulunuyor.

Sorun Ege ve Trakya ile de sınırlı değil;

Kayseri'nin Kocasinan İlçesi Ziraat Odası Başkanı Emin Yılmaz anlatıyor[iv]: '

'Sattığı mahsulün, giderlerini karşılamaya yetmediğini gören çiftçi kendini kurtarmak için bankalara yöneldi. Bankalar ucuz ve sıfır faizle çiftçiye kucak açtı. O kadar iyi niyetli ve o kadar hoşgörülü davrandılar ki, çiftçiler bankaları koruyucu melek sandı. Bankalar çiftçinin durumunun kötüye gittiğini anlayınca, tutumlarını birden değiştirdiler. Bazıları 'azrail’ kesildi. Çiftçiyi icraya verdiler, kefilleri icraya verdiler. Köylülerin tarlalarına haciz koydurdular. Borçlu, kefil demeden herkesi kıskıvrak bağlayıp perişan ettiler.''

2) İşin bir de kredi kartı yönü var. Bu mekanizmayı da Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın’ın bir uyarısından öğreniyoruz:

“Tarım üreticisi özel bankaların önünde kuyrukta. Hayatını döndürebilmek için kredi kartına yükleniyor. Çünkü ürünü para etmiyor, gübre iki katına çıkmış, açık kredi kartı almaktan başka bir çaresi kalmamış. Bu durum da, üretim araçlarının, tarlasının, traktörünün yakın gelecekte elinden çıkacağı sürecin başladığına işaret ediyor.

IV) DİĞER YÖNTEMLER

Yabancıların topraklarımıza sahip olmak için uyguladıkları başka yöntemler de var. Bunları aşağıda kısa kısa açıklıyorum.

-Özelleştirme ve yabancı sermaye: Kamuya ait tesislerin özelleştirilmesi sırasında, tesisi satın alanın yabancı olması durumunda, bu tesislerle birlikte arsa ve araziler de yabancının eline geçmekte, yabancı bir ülkenin millî servetine katılmış olmaktadır. Doğrudan doğruya, yabancı sermaye girişi de aynı sonucu veriyor.

-Madencilik ruhsatları: AKP iktidarında, Türkiye’de 100 000 kilometrekareden fazla bir Vatan parçası; maden arama ruhsatı verilerek, 20 kadar Amerikan, Anglo-Amerikan ve Kanadalı şirketin kullanımına terk edilmiş bulunuyor.

Bu uygulamanın asıl trajik ve bizi şu anda ilgilendiren yönü yasal düzenlemelerle, bu toprakların mülkiyetinin de yabancı şirketlere geçme riskinin bulunmasıdır.

Son veriler şöyle: 1923’ten 2004 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri toplam 1500 maden işletme ruhsatı vermişken, AKP iktidarı Anayasa Mahkemesi’nce iptal kararı verilene kadar, çıkardığı yasa ile 2004-2009 arasında toplam 43 bin 500 maden işletme ruhsatı vermişti.

Türkiye’nin yüzölçümünün üçte biri, 282.898 kilometrekarelik alan, maden işletmelerine açılmıştı.

-Azınlıklar: Rockefeller Vakfı Türkiye'nin bazı pilot bölgelerinde Türk gençlerine Osmanlı dönemi azınlık tapularının araştırmasını yaptırdı.

Araştırma sırasında, gençlerin elde ettiği belge ve kayıtlara el konulması bir istihbarat çalışmasını andırmaktadır. Bu çerçevede, Amerika'daki eski Osmanlı azınlıklarının torunlarının, ABD mahkemelerinde davalarını açmaya başlamış olduğu ifade ediliyor. Amerikan sigorta şirketleri bu davaları şimdiden sigorta etmiş. Hedefleri, Türkiye'den topluca toprak veya tazminat talep etmek.

-Kurtarılmış bölgeler: Dünya Kiliseler Birliği bir proje geliştirmiş. Proje İstanbul'da ve Anadolu'nun her köşesinde, azınlıklar tarafından “kurtarılmış bölgeler” oluşturulmasını öngörüyor.

-Vakıflar: AKP iktidarı vakıf arazileriyle ilgili kanunlarda değişiklik yaptı. Bu yoldan, ülkemizdeki yerli yabancı dinî cemaat vakıflarının arazi edinmelerini büyük ölçüde kolaylaştırdı. Bu arazilerde gerçekleştirilen ticarî yapılaşmalar, söz konusu vakıfların ekonomik yönden büyük olanaklara kavuşmasının yolunu da açmış bulunuyor.

-Dava Yolu: Yunanlılar Ulusal Kurtuluş Savaşımızdan sonra terk edip gittikleri yerleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dâvâ açarak geri almaya çalışmaktadır. İngilizler Uzunada’yı 1871 tarihli bir tapuya dayanarak ele geçirmeye çalışıyordu. Dava bugün hangi aşamadadır, bilemiyorum.

-İsrail’in faaliyetleri: GAP’da İsrail şirketleri yerli holdinglerle işbirliği yapıyor. Başka ülkelerle ortak projeler yürütüyorlar.

14 Mart 1996 tarihli Türkiye-İsrail Serbest Bölge Antlaşması, İsrail’e GAP bölgesinde olağanüstü kolaylıklar sağlıyor.

İsrail’in bölgede izlediği bir yöntem şudur: Kimi çiftçiler ve kamu personeli MASHAV adlı kuruluş aracılığı ile devşiriliyor. MASHAV, MOSSAD’ın yan kuruluşudur.

Çalışma ilkesi şudur:

“İsrail yönetimi hissedilmeli, ancak görülmemeli.”

Bölgede “İsrail gelse daha iyi olur” propagandası yapılıyor.

Bundan başka GAP personeli, üniversite rektörleri, öğretim üyeleri, ziraat odaları başkanları, bölgenin büyük çiftçileri arasından özel olarak seçilenler İsrail’e götürülüp “eğitim”e tabi tutuluyor.

İsrailli kadınlar Şanlıurfa’daki İtalyan Hastanesi’nde doğum yapıyor; doğurdukları çocukları Türk yurttaşı olarak nüfusa kaydettirebilmek için!

Bu ilimizin nüfusuna kayıtlı yurttaşlar adına alınan topraklar İsrail şirketleri tarafından uzun süreli olarak kiralanmaktadır. Bazı Yahudi asıllı kişiler köy köy dolaşarak, toprak alma yönünde girişimlerde bulunmaktadır.

SONUÇ

Büyük devletlerin öyle sorunları vardır ki bunlar siyasi partilere, parti program ve uygulamalarına emanet edilemez. Bunlar Devlet sorunudur ve siyasi partiler ancak onları uygulamakla yükümlüdür ya da ancak uygulama yöntemlerini farklılaştırabilirler.

İşte bu temel sorunlardan biri -bence- yabancıların ülkede toprak sahibi olmasıdır.

Devletimizin yargı organlarından, Anayasa mahkemesi 1985’de

“Toprak devletin kurucu unsurudur, yabancıya satılamaz”

prensibini oluşturmuştu.

Ne var ki AKP diye bir parti iktidara gelince 2003’den itibaren harıl harıl satılmaya başladı topraklarımız. Devlette süreklilik bırakılmadı çünkü!

Yabancıların ülkemizde toprak edinmesi kesinlikle esaslı ölçüde kısıtlanmalı, yeniden AKP iktidarından önceki ölçülere indirilmeli, hele tarım arazileri için sözü bile edilmemelidir. Tarım topraklarının yabancılarca ya da yabancı denetimli bankalar tarafından alınmasını engelleyici yasalar derhal çıkartılmalıdır.

Bismark ve Atatürk’ün şu sözleri yasa yapıcıların ve uygulayıcıların kulaklarına küpe olmalıdır:

Büyük bir devlet parti görüşlerine göre idare olunamaz.
Bismarck

Bir partinin programı tek bir şahsın kafasından değil, ülkenin gerçeklerinden çıkmalıdır. Bu da ancak bilim adamlarının, uzmanların ortak katkısıyla sağlanabilir.
Atatürk

Kaynak: Prof. Dr. Cihan Duru - Açık İstihbarat Türkiye Yahoo Posta Grubu

Gül'den, Türk Dünyası'na: Bir millet, 6 devletiz

16:00 - Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, "Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi'nin", bölgesel barış, istikrar, huzur ve refahın teminine katkı sağlaması bakımından "Türk dünyasına yaraşır bir etkinlik" olduğunu söyledi. Gül, Türk Dili Konuşan Devlet ve Hükümet Başkanları 10. Zirvesi'nin ardından konuk devlet başkanlarıyla birlikte Çırağan Sarayı'nda ortak basın toplantısı düzenledi. 16.09.2010 İSTANBUL netgazete

Geleceğin Türkiyesi Osmanlı gibi olacak
29 Eylül 2010,
Anadolu Haber

Amerikan Newsweek dergisi son sayısında geleceğin uluslararası politika düzeni ile ilgili ilginç bir tahmine yer verdi

Londra’daki Legatum Enstitüsü, gelecekte diplomasinin ve “birliklerin” sınırlara değil, eski çağlardaki gibi “kabilelere” göre oluşacağını söylüyor. Enstitü’nün üç boyutlu bir harita üzerinde tanıttığı birliklerde, aynı dili konuşan, aynı dini paylaşan ve gerçek anlamda aynı kabileden gelen insanların biribirine yaklaşacağı öngörülüyor. Mesela ABD ve Kanada’nın “Kuzey Amerika ittifakı” çerçevesinde bir araya geleceği tahmin ediliyor.

Türkiye’nin ise “Yeni Osmanlılar” adı altında Türkmenistan ve Özbekistan ile birlikte hareket etmesi ve eski Osmanlı topraklarında güçlenmesi öngörülüyor. “Vahşi Doğu” Afganistan, Azarbeycan, Kazakistan, Kırgızistan, Pakistan ve Tacikistan’ın ise Türkiye de dahil bölgenin büyük güçleri tarafından paylaşılmaya çalışılacağı tahmin ediliyor. Yunan ve Roma uygarlıklarının mirasçısı Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkeler “Zeytin Cumhuriyetleri”ni oluşturuyor. Bu ülkeler aynı zamanda en yüksek borç oranları ve en büyük doğum oranlarıyla birbirine benziyor.

En zengin Kuzey Avrupa

Kuzey Avrupa ülkeleri ise zenginlikleri ve yüksek refah seviyeleri ile “Yeni Hansa Ligi”ni oluşturuyor. (Bölgenin şehir devletleri 13’üncü yüzyılda Hansa Ligi ismiyle bir birlik kurmuştu.) Londra, Paris, Tel Aviv ve Singapur gibi kentler başlı başına birer ülke haline gelirken, Fransa, İsviçre, Hindistan gibi ülkelerin ise bağımsız olacağı tahmin ediliyor. “Rusya İmparatorluğu” Ermenistan, Moldova, Belarus gibi ülkeleri de içine alıyor. “İranistan” ise Gazze’yi de içine alarak güçleniyor ancak ekonomisini iyi yönetemediği için bu açıdan zayıf kalacağı tahmin ediliyor. “Güney Afrika İmparatorluğu”nun zengin mineralleri, bereketli toprakları ve güçlü altyapısı sayesinde daha da parlayacağı düşünülüyor. (milliyet)


2011: Sahte Kavgalar ve sessiz dönüşüm
Ahmet Özcan
7 Ekim 2010

Türkiye, yeni çağın aktörü olma şuuruyla hareket etmeye kendini alıştırmalıdır

2007 yılının başında, 2006: Kaygı yılı başlıklı bir makaleyi sizlerle paylaşmışız.

Anahatlarıyla BOP ve Irak işgalinin yansıdığı bir Türkiye betimlemesi üzerinden gündemin düşük yoğunluklu ayrışmalar ve gerilimlerle geçeceği tespiti bu makaleye damga vurmuş.

Sanırım, fazla yanılmadık. O yıl boyunca ortalama her aya bir gerilimli gündem düşmüştü. Sonraki yıllarda farklı geçmedi.

Gündem dediğimize bakmayın; I. Soğuk Savaş çağının bitiminden hemen sonra, 1990’larda başlayan özel televizyonlar dönemiyle birlikte küresel güçlerin uzantısı sermaye çevrelerine kurdurulan yeni medya organları vasıtasıyla oluşturulan gürültüye gündem diyoruz. Adeta toplumun her bir köşesine yerleştirilmiş dev megafonlar hükmündeki bu organlar, her biri bir istihbarata ya da sermaye gücüne çalışan kripto ‘gasteciler’ üzerinden farklı güç odaklarının bir birleriyle dalaşması ya da pazarlığının yüksek sesle yapılmasını ifade ediyor. Aslında toplumun bu gündemlerle hiç işi olmuyor. Ama, yükselen gürültünün düzeyi ve ortamı kaplayan ses bombalarının dumanı, sanki tüm ülke bu gündemlerle yatıp kalkıyormuş havası veriyor.

Bir Toplumda çoğunluk ekmek kavgasının yanında cinsellik, dinsellik ve futbolla meşgulse, yaratılan suni gündemle ilgilenmiyor demektir. ‘Bana ilişmeyin, siz aranızda halledin’ diyordur. Ama, bu gürültüyü çıkaranlar için zaten maksat toplumu tartışmalarına ortak etmek değildir. Aksine çıkardıkları gürültünün şiddetiyle toplumun gerçek gündemlere; adalete, paylaşmaya, sistemi sorgulamaya, itiraz etmeye, başka bir dünya tasarlamaya yönelmesini engellemek ve kendi küçük dünyasında oyalanmasını sağlamak amaçlanıyor. Sonuçta, alan razı veren razı misali, çoğunluk boş işlerle meşgulken pazarlıkları sadece birileri yapıyor!

(Bu düzeneğin aynısı dünya çapında da geçerli. Sosyalizmin etkisini kaybetmesinden sonra sevindirik olan kapitalist hırsız şebekelerinin bütün güçleriyle abandıkları ilk şey, kesif bir propaganda faaliyetiyle kapitalizmi tek gerçek, rasyonel ve mümkün düzen olarak sunma çabasıydı. Şimdilik başarmış görünüyorlar. Ama, film bitmedi tabi.)

İşte bu ‘gerilimli’ gündemler, bu yılın sonuna kadarda sürecek gibi görünüyor. Malum, 2011'deki genel seçimler ve ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi önümüzdeki sürece damgasını vuracak. Dolayısı ile AKP ile CHP arasındaki top çevirmeye indirgenmiş sahte kavgaların sıkıcı tiyatrosunu biraz daha izlemeye mecbur bırakılacağız. Türkiye ile AB arasında oynanan üyelik tiyatrosu gibi, iç siyasi gerilim de hiçbir yaratıcı özelliği olmayan bir oyundan ibaret.

‘Tiyatro’, ‘oyun’, ‘sahtelik’…Neden bu ifadeleri kullanıyoruz?

Önce bir zemin etüdü yapalım;

12 Mart 1971 darbecilerinden bir generalin meşhur bir sözü var; “sosyal gelişme siyasi gelişmeyi aştı”. 15-16 Haziran büyük işçi grevlerini ve sonrasındaki öğrenci olaylarını açıklamak için kullanılan bu cümlede ilginç bir entelektüel tespit gizli; Toplumsal süreçler, sosyolojik gelişmelerle siyasal gelişmeleri eşzamanlı olarak ayrıştırabilir. Bazen sosyoloji siyaseti aşar, bazen da siyaset sosyolojinin önündedir. Sosyolojiye kabaca toplum, siyasete de devlet dersek, toplumların gelişme süreçlerinde bu iki entitenin birbirlerinden bağımsız hatta zıt vektörlerde hareket edebildiklerini ileri sürebiliriz. III. Selimle başlayan yenileşme adımlarını ve Meşrutiyet ve Cumhuriyetin kuruluş dönemlerini devletin toplumun önüne geçmesine, 1950’lerde başlayan köyden kente göç ve sonuçlarını ise toplumun devleti aşmasına örnek olarak okuyabiliriz. Bu önemli dönüşüm evrelerinde düşük yoğunluklu şiddet tekniklerinin kullanıldığı iç savaşlar ve gerilimler yaşanır. Tabi sürecin sonu, önemli siyasi ve kültürel değişimlerle noktalanır.

Bu açıdan baktığımızda, bugün toplumun devleti aştığı, siyasetin sosyolojiyi kuşatamadığı önemli bir dönemden daha geçtiğimizi söyleyebiliriz; Türkiye iyi kötü kalkınmasını tamamlamıştır, kentleşme sürecini tamamlamak üzeredir, sosyal entegrasyonda önemli bir mesafe alınmıştır, kültürel düzeyde artık özgün kültür üretiminin eşiğine gelinmiştir, eğitim ve sağlık altyapısı önemli oranda çözülmüştür. Yani Türkiye 1930’ların, 1960’ların, 1990’ların Türkiyesi değildir artık. 20. Yüzyıl geride kalmıştır. Yaşanan bugünkü sorunlar, bahsi geçen konulardaki mesafe almışlığın, ilerlemişliğin, niteliksel bir düzey yakalamışlığın sonuçlarından ibarettir. Artık köye yol, su, elektrik,okula öğretmen, kasabaya sağlık ocağı, düzeyinde bir sorunumuz yoktur. Sosyal entegrasyon o düzeye ulaşmıştır ki, bütün aksi çabalara rağmen toplum her etnik köken, bölge, mezhep ve meşrepten insanıyla barış içinde bir arada yaşamakta, kız alıp vermekte, ortak mutfak lezzetlerinden oluşan lokantalar açılmakta, kültürel alışveriş giderek sahici bir kültür alaşımına doğru ilerlemektedir.

Dememiz odur ki, alınan bu mesafeyi görmeden Türkiye’yi geçen yüzyılda yaşıyormuş gibi tasavvur edip konuşan her dil, artık batıldır. Gelinen bu noktaya ayağını basmayan hiçbir fikir ve proje, sosyolojik aşamayı kavrayıp ilerletme vasfına haiz olamaz. İşte bu manada siyaset, yani en geniş anlamıyla devlet ve devlet dışı sol, İslamcı, ulusalcı tüm siyasal odaklar, toplumun gerisine düşmüş durumdadır. Belki de bu nedenle, bu siyasal toplamın kendi arasındaki şiddetli kavga konularının hemen hiç biri ile toplum çoğunluğu ilgilenmemektedir. Buna kürt meselesi ve başörtüsü sorunu da dahildir. Cumhuriyet, laiklik, rejim türü ‘Menemen’ci CHP’liliğinde manipülasyon değeri dışında bir anlamı kalmamıştır.

Bir İslamcı iseniz, Erdoğan’ı köşke çıkardıktan ve başörtüsü yasağını da kaldırdıktan sonra İslamcı olarak itiraz edebileceğiniz hiçbir şey kalmayacaktır. Bir Kürtçü iseniz, anadilinizi serbestçe öğrenme imkanlarının artması ve daha demokratik bir zeminde, içinde bol Kürt geçen cümle kurmanızın toplum tarafından yadırganmayacağı bir vasatın yakalanması durumunda başka bir sözünüz kalmayacaktır. Ulusalcı iseniz, Türkiye’nin iç bütünlüğünün ve ulusal kimliğini bölgesel bir etkinlikle tamamlama sürecini İslamcılar eliyle gerçekleşmesi durumunda, ofsayta düşmüş olacaksınız..Batıcı iseniz, Türkiye’nin modernleşme sürecinin muhafazakarlar tarafından tamamlanması karşısında ne söyleyebilirsiniz ki. Solcu iseniz, alt sınıfların sağ bir görünüm içinde mülkten kansız pay almasına itiraz etmemeniz gerekir. Milliyetçi iseniz, milli birlik ve beraberliğin Osmanlı döneminde olmadığı kadar sağlandığı başka bir dönem görmediğinizi idrak etmeniz için Kızılay’da ya da Taksim’de şöyle önyargısız bir dolaşmanız yeterli olmalı. Ez cümle, bugün sosyolojik düzeyde, yani toplum olarak bir şekilde çok önemli bir değişimi yaşamış, bitirmiş, niteliksel olarak daha üst bir düzeye sıçramış durumdayız. Çıktığımız bu yeni düzeyin yeni sorunları ve o sorunlara özgü yeni çözüm yolları olacak. Ama henüz bunlar kendi dilini yaratmış değil ve bu dili yaratacak olan siyasal çevreler ise, hala eski yüzyılda yaşıyor. İşte, yaşanan tüm gerilim ve çekişmelere tiyatro, sahtelik ve oyun dememizin nedeni budur.

Bunun için ölçümüz basittir; Kahvelerde, camilerde, çarşıda, pazarda ve okul sıralarında konuşulmayan hiçbir konu sahici değildir. Türkiye’nin hiçbir kahvehanesinde, camisinde, okulunda, pazarında, (bu sahte gündemlerin medya yoluyla insanların beynine tasallut ettiği günler hariç), tabii haliyle ve yoğunlukla konuşulup tartışıldığı vaki değildir. Siyasi kampların militanları ile bu işle görevli medya ajanları hariç, Türkiye gündemi diye sayılan hiçbir konu, toplum çoğunluğunun gerçek gündemi değildir. Kürt meselesi ve başörtüsü yasağı konusunda ise canı yananlar dışında sürekli gündem yapan yoktur. Ki bu sorunlar da artık çözülecek ve yakında gündemden kalkacaktır.

Şimdi, yüzde yetmişi kentlerde yaşayan, yakında 12 yıllık zorunlu eğitime geçmiş, anne-babaların hemen bütün önceliğinin çocuklarının daha iyi eğitim almasına odaklandığı, belediyelerin artık daha yaratıcı hizmetler üretmeye çabaladığı, esnafın, tüccarın enflasyonist olmayan koşullarda daha reel işlere yöneldiği, müziğin, sinemanın, tv’lerin daha yerli ve nitelikli ürünler çıkarmaya başladığı, Ortadoğu’nun, Balkanların, Kafkasların, Türk dünyasının, hatta Latin Amerikanın, ideolojik grupların meşreplerine uygun özel gündemleri olmaktan çıkıp tüm toplumun duyarlılık haritasına eklemlendiği, Amerikan siyasetine olan nefretin yüzde yüze yaklaştığı, Avrupa’nın sahte ve faşist yüzünün giderek daha açıkça görüldüğü, toplumsal benlik ve kendine güven duygusunun silikte olsa tarihselliğe yaslanarak giderek geliştiği, istikrar, dirlik, düzen, adalet ve erdem arayışının henüz kuşatıcı bir ortak dil üzerinden ifade edilmesede, ortak toplumsal talep haline geldiği bir Türkiye çağında yaşıyoruz. Herkes artık önce buradan durup düşünmeli ve konuşmalıdır.

Ama Siyaset, hala eski çağdan kalma kavramlar ve üslupla konuşmaya devam ediyor. Sanırım bu çap ve gerilikle konuşacağı son yıl olacak 2011.

Tüm bunları, “bardağın yarısının dolu” olduğunu vurgulamak için söylemiyoruz. Bardağın yarısının da hala boş olduğunun farkındayız. Lafı açsak, bir yığın eksik, gedik, sıkıntı, yanlıştan da bahsedeceğiz. Söylemeye çalıştığımız şey, Türkiye’nin artık ‘Türkiye’ olmaktan daha fazla bir şey haline geldiğinin bilincine varılması gereği. “Burası Türkiye” repliğindeki kendine güvensiz, küçümseyici, batıya aşağıdan bakan, bölgesine hiç bakmayan, “biz adam olmayız”cı o eski Türkiye, artık yok! Toplum, devleti de, kendisine öncülük etme iddiasındaki tüm ideolojileri de aşarak, büyük bir hamleyle ön aldı. Tüm sıkıntılara, iç savaşlara, kendi alışkanlık ve tutuculuklarına ve devlete rağmen, bambaşka bir hale dönüştü. Cumhuriyetin kurucu ideallerini fersah fersah geçti. Sağın ve solun 50 yıllık tezlerini seçerek, ayıklayarak hayata geçirdi. İslamcılığın tüm itiraz ve eleştirilerini sessizce kavrayıp kendini daha tabii ve yaşanabilir bir Müslümanlaşma vetiresine soktu. Kendisine yol gösterme iddiasında tüm aydınları yaya bıraktı. Bugün toplumun dikkat kesilip kulak kabarttığı tek bir aydının olmayışının nedeni, artık toplumun kendisinden daha ‘aydın’ insanların henüz çıkmamış oluşudur.

Bu perspektifle baktığmızda, 2007, 2008, 2009, 2010…yılları boyunca sahte gerilim gündemleriyle beraber yaşamaya mecbur bırakılsakta, önümüzdeki yıllarda derinden derine taşları yerine oturtacak ve sosyoloji ile siyaset arasındaki makası kapatarak 21. Yüzyılın yeni Türkiyesinin düzenini kuracak bir sürece doğru ilerliyoruz. Bu süreç, dünyada içine girilen II. Soğuk Savaş çağının başlamasına paralel olarak seyredecek gibi görünmektedir. Ama bu kez Rusya ve ABD iki kutuplu dengesi yerine Türkiye, İran, Rusya, AB, ABD, Çin ve Hindistan’ın da aktif oyuncu olduğu çok kutuplu bir dünya düzeninin soğuk savaşı yaşanacak gibidir.

Türkiye, yeni çağın aktörü olma şuuruyla hareket etmeye kendini alıştırmalıdır.

Musul, Bağdat, Şam, Filistin, Tiflis, Sofya, Kırım, Batum, Üsküp, Bosna… Hatta Erivan, Atina, Selanik, Tiran, Belgrad,…Sosyolojinin, sessiz sedasız bu vatan topraklarımızla aramızdaki mayınları temizleme çabasıyla, siyasetin bayağılık, hırsızlık ve sahte çatışmalarla dolu dünyası arasındaki boşluk, 2011'e rengini verecek.

Sosyoloji, bir gün ‘kendi siyasetinin’ yatağını bularak akacak. Sadece biraz daha sabır…

Haber10

Nihal Kemaloğlu
nihal.kemaloglu@aksam.com.tr
Yeni SİT alanlarımız; HES'ler

Türkiye'nin gelmiş geçmiş en köklü kapitalist dönüşümünü gerçekleştiren iktidar, referandum sonrası küresel sermayeye kaynak aktarımının önüne hala engel çıkartılmasına fena halde öfkelendi.

Başbakan Taksim'deki patlamayı HES'lere (Hidroelektrik Santral) karşı muhalif hareketlerle ve Ilısu Barajı'nın yapımıyla bir çırpıda ilişkilendirdi.
HES'perver bakanlar bir yanda Başbakan bir yanda, çevreci gruplar yalnız kalkınma düşmanı değil neredeyse kökü dışarıda terörist diye suçladılar.
Şişirilecek gayrimenkul-inşaat sektörü ve binlerce HES projesine bağlanacak sıcak parayla büyüyecek ekonomimize 'su' katan çevrecilere Başbakan'ın suçlamaları şaşkınlık yaratmadı.

Çünkü siyasi alanı yıllardır işgal eden klişe asker/sivil, laiklik/türban gündemlerin ardında dönüştürülen küresel sistemle bütünleşmiş neoliberal devlet mantığı yine karşımıza çıkmıştı.

Yürütmenin yasama ve yargıyı kapsayarak bütün devlet yapısını kuşatması sonucu Başbakan totaliter tavırla kendilerine muhalefet etmeyi devlete karşı çıkmakla bir tutarak teröristlikle eşleştirdi.

Çünkü artık milli irade, yürütme ve devlet aynı şey olduğundan birini eleştirmek tümüne karşı çıkmayı gösteriyordu.

Nasıl ki referandumda 'hayır' diyenler 'darbeci zihniyetli' ise şimdi de çevreciler 'terörist' zihniyetliydi.

Üstelik sermaye karlılığına yaslanan neoliberal devlet tabii ki karlılığı muhafaza edemeyeceği tehdidi yani toplumsal muhalefeti görünce piyasa düşmanı muamelesi yapıyordu.

Kamu varlıklarının ve hizmetlerinin satışından sonra HES'ler Anadolu'daki doğal kaynakların 'metalaşma' sürecinde yepyeni bir sayfayı işaret ediyor.
HES'ler yerel girişimcilerinin ceplerindeki 'zıplayan' finans sektörümüzün desteğiyle büyük bir sermaye birikimine gebe.

Önümüzdeki 12 yılda 100 milyar dolarlık bir yatırım hacmi öngörülüyor.
Kentsel dönüşümü uçuran Belediye Kanunu, ormanlık arazileri ve milli parkları işletmelere açan Madencilik Yasası düzenlemeleri yapılmışken, İkizdere Vadisi'nin SİT alanı kararı üzerine hükümet tüm hışmıyla harekete geçti ve Meclis'e sunduğu Ulusal Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı'yla 'Tabiat varlıklarını' tespit ve tescili Kültür Bakanlığı'ndan alınıp 'enerji dolu' Çevre ve Orman Bakanlığı'na devrediliyor.

16'sı bürokrat, '4' akademisyen ve '2' STK temsilcisinden oluşan bakanlığın belirlediği kurul 'korunacak yerleri' belirleyecek.

'Böyle bir yer yok' deyip sonra Allianoi'yi kumlayarak korumaya kalkan Çevre Bakanlığı'nın HES projelerinin önünü bu kurulla
genişleteceği malum.

Ayrıca yasa yürürlüğe girince geçmişte alınmış bütün SİT, milli park, tabiat parkı statüleri de 'kullanım/yatırım ihtiyacına' bağlı iptal edilebilecek.
Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu bu yasa tasarısıyla 49 yıllığına şirketlere devredilen 2000 HES ve 10.000 civarında mikro HES'in (0.5MW) yapılacağı dere ve havzalarının alanların ticarileşeceğini, tüm ormanların, meraların maden ve HES şirketlerine ve iş makinelerine açılacağını ve alınan SİT kararlarının kaldırılacağını belirtiyorlar.

Yine bu yasa tasarısının 13. maddesine göre HES lisansı alan şirketler, özel güvenlik kuvvetleri istihdam edebilecek yani yöre halkının derelerini koruma mücadelesine müdahale özel güvenlikle engellenecek.
Eğer gerekirse ekonomik büyümemiz için yerel sakinler yerlerinden de edilebilecek. Bütün bu uyanık seri gelişmeler, devletin koruması altındaki yeni SİT alanlarının HES'ler olduğunu gösteriyor.

49 yıla kalmadan özel güvenlikle korunan HES'lerin kuruttuğu dereleri, çölleşmiş havzaları agresif ekonomik büyümemizin geriye dönüşsüz SİT alanları olarak şimdiden ilan edelim.

http://www.aksam.com.tr/2010/11/06/yazar/19361/nihal_kemaloglu/yeni_sit_alanlarimiz__hes_ler.html

NATO’nun Kurban Bayramı 19-20 Kasımda Ve Bu Bayramın Tek Kurban var: Türkiye -1-
Oğuz Gürses
15.112010



İslâm aleminin Kurban bayramı yarın başlıyor...

Bir Peygamber’in, "Allah rızası" için bu dünyada en çok sevdiği varlığı; evlâdını, kurban etmeyi göze alması ve kurban edilenin de hiç itiraz etmeden boynunu bıçağa uzatmasının doğurduğu fedakârlık tablosunun celbettiği rahmetin neticesinde, gökten ikram olarak indirilen bir koçun, sevgili evlâdın yerine kurban edilmesiyle kutlanmaya başlayan kurban bayramının biri daha yarın ( 16 Kasım 2010) kutlancak...

Bir kulun, -o kul peygamber de olsa- Allah’tan daha çok sevebileceği hiçbir varlık olmaması gerektiğini ihtarla başlayıp, doğru bir sevgi hiyerarşisinin nasıl olması gerektiğini...

Allah sevgisinden daha üstün bir sevginin Allah’ı yeteri kadar sevmemek anlamına geldiğini, bir tablo halinde bizlere gösteren...

Kurban bayramı...

İçinde bizim idrakimize değmeyen kimbilir hangi sırlarıyla birlikte asıl anlamından uzaklaştırılarak, düpedüz bir et bayramı haline dönüştürüldüğü günümüzde...

O kurbanların bu dünyadaki en sevgili varlıklarımızın yerine kestiğimizi hatırlamasak da...

Kurbanlar kesilmeye devem ediliyor...

İslâm aleminde bunlar olurken...

Daha kesilen kurbanların kanı bile kurumadan...

Bayramın üçüncü günü...

Lizbon’da ayrı bir ritüel var:

Haçlı ordusu NATO’nun kurban bayramı...

Bu bayramda...

AB-D emperyalizmi, iktidara getirdiği AKP’nin sadakatini test edecek...

AKP, ya “füze kalkanı” tuzağına düşerek Türkiye’yi kurban edecek (Kuvvetli ihtimal bu)...

Veya çok zayıf bir ihtimal de olsa bu tuzağa “hayır” diyerek düşmeyecek ve seçimler arafesinde bıçağa boynunu uzatıp “al diyetini” diyerek kendini kurban etme pahasına Türkiye’yi kurtaracak...

İşte böyle...

Ona takiyye buna takiyye derken bir yer gelir duvara dayanırsın...

Kimler hangi sözlerin karşılığında boynuna hangi madalyaları takıp seni iktidar yaptı ise...

Bu tür kirli anlaşmaların diyeti bitmez...

Elini verdin mi kolunu kurtarmazsın...

Kolunu da verirsen parça parça herşeyini isterler...

Son parçanı da aldıktan sonra bir başka “partner/eşbaşkan” bulmaları hiç de zor değildir...

Çünkü onlar, senin bir bir geçtiğin kapılar önünde “lacileri çekip”, çoktan kuyruğa girmişlerdir...

Onların da senin gibi çıkarabilecekleri birer gömleği vardır elbet...

Düşünsenize bu vahim tablo karşısında kitleleri hareketlendirebilecek gücü olan ne siyasî partiler (CHP, MHP, BDP, SP)den, ne STK (Özgür-Der dışında)’lardan, ne işçi ve memur sendikalarından, ne de meslek örgütlerinden hiçbir kıpırdanma yoktur.

Bunların hepsi kuzuların sessizliği içinde, gömleği çıkarma sırasının kendilerine gelmesini beklemiyorlarsa neyi bekliyorlar?

İsrafil Aleyhisselâmın Sur’u üfürmesini mi?

***

Nedir bu füze kalkanı?

Mehmet Bedri GÜLTEKİN (1):

[i]- AKP Hükümeti, geçtiğimiz yıllarda Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nın reddettiği Amerikanın füze kalkanının, Türkiye’ye yerleştirilmesini kabul etmeye hazırlanıyor.
Sormak gerekiyor: Türkiye’nin hangi komşusu ile sorunu vardır ki, füze kalkanına ihtiyaç duysun?
Türkiye’nin Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ve Ermenistan hariç hiçbir komşusu ile en ufak bir sorunu yoktur.
Yunanistan NATO üyesi, Rum kesimi, üye olmaya çalıştığımız AB üyesidir.
Ermenistan ise “stratejik müttefikimizin” ve Avrupa’nın koruması altındadır. Dolayısı ile Füze sisteminin bu ülkelere karşı konuşlandırılması söz konusu değildir.
Diğer komşularımız, Rusya, İran, Irak, Suriye ve Bulgaristan ile ise en ufak bir sorunumuz yoktur.
O halde neden komşularımızın güvenliği için tehdit oluşturabilecek bu sistemler, Türkiye’ye yerleştirilmek istenmektedir?
TÜRKİYE’NİN DEĞİL, AMERİKA’NIN ÇIKARI
Çünkü Amerika Bölgemizde tam on yıldır bir saldırı savaşı yürütmektedir. Irak ve Afganistan’ı işgal etmiştir.
İran’a yönelik kuşatma ve saldırı hazırlıkları herkesin malumudur.
İsrail saldırganlığına verdiği destekten dolayı bütün Arap Dünyasını karşısına almıştır.
Batı Asya’nın enerji rezervleri konusunda Çin, Rusya ve Hindistan gibi Asya’nın büyük devletleri ile rekabet halindedir.
İşte bütün bunlardan dolayı Türkiye değil ama Amerika; bütün bir Asya kıtası ile husumet halindedir. Saldırgan politikasını güçlendirecek ve yürütülmesini kolaylaştıracak yeni araçlara ihtiyacı vardır.
Kısacası Amerika kendi çıkarı için Türkiye’yi ateşe sürmektedir. Hiçbir sorunumuzun bulunmadığı, tam tersine gelişen ilişkilere ve geniş işbirliğine sahip olduğumuz komşularımız ile Türkiye karşı karşıya getirilmektedir.

Ali Serdar BOLAT (2):

- Amerika, füze kalkanını önce Polonya'ya yerleştirmek istedi.
Fakat Rusya'nın sert tepkisi ile karşılaştı.
Bunun üzerine Çekya, Romanya ve Türkiye seçenekleri söz konusu oldu.
Bence, aslında, Amerika'nın hedefi bu sistemi Türkiye'ye yerleştirmekti.
Bu hedefini gizlemek için önce Polonya seçeneğini öne çıkardı. Rusya'nın itiraz edeceğini biliyordu.
"Ne yapalım, Rusya istemediği için Polonya olmuyor, bari Türkiye olsun" konumuna geldi.


Erhan BAŞYURT (3):

-Uzmanlara göre şu an ABD nükleer silahla Rusya'ya saldırsa, Moskova'nın yarım saat içerisinde cevap vermesi mümkün.

Ancak planlandığı gibi etkin bir füze savunma sistemi kurulabilirse, ABD saldırdığı halde Rusya'nın füzeleri havada yok edileceği için "dehşet dengesi" ve "caydırıcılık" kaybolmuş oluyor.

ABD, nükleer silah sahibi diğer bütün ülkelere göre büyük üstünlük sağlamış oluyor.

Gerçi NATO kapsamında füze kalkanı gündeme getirilirken farklı gerekçeler üretiliyor.

İran ve Kuzey Kore'nin çılgınlık yapmaları, teröristlerin bu silahları ele geçirmeleri ya da kazara bu silahların ateşlenmesi gibi hallere karşı füze kalkanı ile tedbir alınacağı belirtiliyor.

İran'ın nükleer silah geliştirmek için çalıştığına dair henüz elde edilmiş kesin bir kanıt yok.

Nükleer başlıklı uzun menzilli füze teknolojisine ulaşmasının da en az 10 yıl süreceği hesaplanıyor.

O halde Türkiye'ye füze kalkanı kurulması talebi ve ısrarının altında başka nedenler aramak gerekiyor.

Çünkü planlanan füze kalkanı projesi İran sınırında bir radar istasyonu kurulması ve ihtiyaç halinde de Akdeniz'deki ABD gemilerinden anti-balistik füzelerin atılmasını öngörüyor.


Açık İstihbarat (4):

"Üzerimize düşen GÖREV neyse yaparız" söylemine sahip "liderlerin" yönettiği bir ülkede füze kalkanı "tartışması" yaşanıyor.

Bu sefer küresel ağababaların öngördüğü görev terör algılarına "KALKAN" olmak ve ABD'nin küre bazında yerleştirmeye çalıştığı füze savunma sisteminin bir bölümünü topraklarımızda barındırmak. Dolayısı ile olası bir nükleer savaşta İran'ın hedef listesine girmeyi garantilemek.

(..) 24 Temmuz 2009'da ABD ve İsrail ortak bir askeri talim gerçekleştirdi....

Talimin amacı ABD'nin İsrail Negev çölüne yerleştirdiği füze kalkanının parçası olan X-Band radarın testiydi ve test başarı ile gerçekleşti.

Bu sistem, yine ABD'nin İsrail'e yerleştirmeyi planladığı Aegis savunma sistemleri ve THAAD sistemleri (füzeleri atmosfer-uzay sınırında yüksek irtifada vuran anti-füze sistemleri) ile koordineli bir şekilde çalışıyor.

(..) Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta; ABD'nin öngördüğü bu füze kalkanı sistemi , sistemin diğer unsurları ile bir ağ mantığı içerisinde koordineli çalışıyor.

Sistemin etkili çalışması için Türkiye'ye yerleştirilecek radar sisteminin ; İsrail'deki ile ile iletişim içinde olması, bunların da ABD'nin bu iş için Akdeniz'e konuşlandıracağı özel füze sistemlerine sahip gemileri ve Avrupa'daki komuta merkezi ile iletişim içinde olması gerekiyor.

Anlayacağız ABD , İsrail'le birlikte Türkiye'nin üzerine bir elektronik ağ daha atıyor.

Bu füze kalkanı sisteminin nereye yerleştirileceği tartışması yaşandığı söyleniyor.

Böyle bir tartışma yaşandığı kanaatinde değiliz. Bu tarz bir sistemin nereye yerleştirileceğini biraz coğrafya, biraz da Hakkari'de son bir kaç yıldır kurulan özel üsleri bilen biri rahatlıkla tahmin edebilir.

Bu füze kalkanı doğası gereği farklı birimleri farklı noktalara yerleştirilecek bir sistem olsa da, ana unsurunun Hakkari 'de konuşlandırılması kimseyi şaşırtmaz.


Dipnotlar:

1-) Mehmet Bedri GÜLTEKİN “FÜZE KALKANI PROJESİ, TÜRKİYE’NİN, AMERİKAN ÇIKARLARI ADINA ATEŞE SÜRÜLMESİDİR!” 16.10.2010 yazının tamamı için Bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3222
2-) Ali Serdar BOLAT, “HEDEF ZATEN TÜRKİYE’YDİ” , 16.10.2010, yazının tamaı için Bkz: http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=657&B=hedef-zaten-turkiyeydi
3- Erhan BAŞYURT, “Türkiye'ye füze kalkanı üzerinden İran baskısı”, Bugün gazetesi, 14.10.2010.

4-) “Füze Kalkanı Bahane, Hakkari Şahane...” , Açık İstihbarat Özel, 18.10.2010, yazının tamamı için Bkz: http://www.acikistihbarat.com/


(Devam edecek)

Etiketler: akp, BDP, chp, eşbaşkanı, füze kalkanı, Haçlı ordusu, İsrafil, Mehmet Bedri GÜLTEKİN, MHP, NATO, Polonya, SP, Türkiye, Özgür-Der

Kaynak ve bu yazı dizisinin devamı için: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

[size=24:a9b
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Ksm 20, 2010 9:28 pm    Mesaj konusu: NE SITMA NE ÖLÜM! BAYRAM GEREK BİZE! Alıntıyla Cevap Gönder

Kurtulmuş:Türkiye ne Avrupa'nın sınır karakolu ne de ABD'nin ileri karakolu olmamalıdır. Yeni dünya düzeninde Türkiye doğu ve batının parlayan bir yıldızı olmalıdır.''
23 Kasm 2010
HAS PARTİ Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, hükümetin Füze Kalkanı Projesine en başta 'hayır' demesi gerektiğini söyleyerek Lizbon'da 'one minute' denmesi gerektiğini belirtti.

Halkın Sesi Partisi (HAS PARTİ) Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, hükümetin Füze Kalkanı Projesine en başta 'hayır' demesi gerektiğini söyledi ve ''Marifet Davos'taki otel lobisinde 'one munite' demek değildir. Marifet Lizbon'daki NATO karargahında 'one munite' demektir'' dedi.

Kurtulmuş, haftalık basın toplantısını, Kuruculular Kurulu üyelerinin yoğun katılımıyla parti genel merkezinde yaptı. Kurtulmuş, HAS Parti'nin 28 Kasımda yapacağı büyük kongre ile seçim startını vereceğini belirterek konuşmasına başladı.

Şu anda Türkiye gündeminin Füze Kalkanı Projesi olması gerektiğini, hükümetin bu proje konusunda çok başarılı bir halkla ilişkiler çalışması yürüttüğünü belirten Kurtulmuş, projenin, hükümetin bir başarısıymış gibi lanse edildiğini öne sürdü. Kurtulmuş, Füze Kalkanı Projesi konusunda muhalefet partilerinin sessiz kalmasını da eleştirdi. Kurtulmuş, Türkiye'de konunun bir magazin konusuymuş gibi algılandığını ve bununda düşündürücü olduğunu ifade ederek, projenin hayata geçirilmesiyle birlikte Türkiye'nin yeni düşmanlarının ortaya çıkacağını kaydetti.

''Konuştuğumuz füze kalkanı bizim bildiğimiz kılıç kalkanı oyunundan ibaret değildir'' diyen Kurtulmuş, bu proje ile birlikte NATO'nun da nitelik değiştirme işlemini tamamlayacağını savundu.

Füze Kalkanı Projesi'nin ABD, İngiltere ve İsrail'e kafa tutacak herkesi hedef alan bir proje olduğunu ileri süren Kurtulmuş, sözlerine şöyle sürdürdü:

''Böyle olduğu için çok ciddi şekilde tartışılması gereken bir konudur. Bu konu önemliliği nedeniyle siyasetçiler, entelektüel çevreler ve bütün Sivil Toplum Örgütleri'nin boynunun borcudur. Türkiye'ye kurulması planlanan füze rampaları Ortadoğu ve Asya'nın içlerine kadar genişletilmiş durumdadır. Bu proje Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'nin bir parçasıdır. Projenin maliyeti de Türk halkının sırtına yüklenecektir.''

''KOMŞU ÜLKELERLE SIFIR SORUN TEZİ İFLAS ETMİŞTİR''

Kurtulmuş, projenin yeryüzündeki yeni saldırganlıkları önlemek teziyle ortaya çıktığını belirterek, bu tezin de kocaman bir yalan olduğunu söyledi.

Müttefik güçlerin ilk Irak savaşında ve daha sonraki savaşlarda, önce savaşı ilan ettiklerini ve daha sonra da NATO ve BM'yi sürecin içine dahil ettiklerini ifade eden Kurtulmuş, ''Irak'ta 1,5 milyon insan ölürken bunun kararları NATO karargahlarında alınmadı mı? Dolayısıyla Türkiye'ye karşı bir tehlike söz konusu olursa bu tehlikeyi NATO'nun gerçekten savuşturacağını nereden biliyoruz. Bütün bunlar cevabı havada olan konulardır'' diye konuştu.

Kurtulmuş, Hükümetin füze kalkanı konusunda baştan beri söylediği kırmızı çizgilerden hiçbirinin gerçekleşmediğini ve söylemlerinin temenniden öteye gitmediğini kaydetti.

Hükümetin iktidara geldikten sonra komşu ülkelerle başlattığı ''sıfır sorun'' politikasını beğendiklerini ve Suriye ile sınır açma çalışmalarını da desteklediklerini vurgulayan Kurtulmuş, bu konuda gerek sözlü gerekse de yazılı açıklamayla, kamuoyuyla konuyu paylaştıklarını anlattı. Kurtulmuş, hükümetin kurulacak Füze kalkanı projesi ile komşularla 'sıfır sorun' politikasının tezat oluşturduğunu da öne sürdü.

POLONYA VE ÇEK CUMHHURİYETİNİN DİRENCİ

Füze Kalkanı Projesi'ne hükümetin baştan itibaren karşı çıkması gerektiğini ifade eden Kurtulmuş, sözlerini şöyle sürdürdü:

'''Türkiye'nin komşularıyla sıfır sorun dış politika tezi iflas etmiştir. Bu projeyi kime karşı hangi komşumuza karşı kullanacağız. Bu bir göz boyamasıdır. Gönül arzu ederdi ki, Türkiye bu projeye hayır diyebilseydi. Füze kalkanı projeleri tartışmaları olduğu zamanda sayın Başbakan 'biz böyle bir projeye karşıyız' diyebilmeliydi. Sizi bu kadar yakından ilgilendiren bir projeye en baştan hayır demesini bilmezsiniz adamlar bütün şartlarını getirtip size dayatırlar. Lizbon görüşmelerinin sonucu budur. Sayın Başbakanın geçmişte Davos'taki 'one munite'ten dolayı kendisini tebrik ettiğimizi hepiniz biliyorsunuz. Yazılı ve sözlü hatta miting meydanlarında da tebrik ettim. Ancak marifet Davos'taki otel lobisinde '0ne munite' demek değildir. Marifet Lizbon'daki NATO karargahında 'one munite' demektir.

Türkiye'yi ilgilendiren böyle önemli bir konuyu referanduma götürerek halka sormalısınız. Çek Cumhuriyeti ve Polonya halkının siyasi ve kamuoyunun ortaya koyduğu direnci maalesef biz ortaya koyamadık. Bu proje dünyayı 3. küresel savaşa sürüklüyor. Bir anlamda dünyayı yeniden ikili kutuplaşmaya götürüyor. NATO ve BM'lerin meşruiyeti tartışılır hale gelmiştir. Adil bir dünya sisteminin nasıl kurulacağını konuşmak Türkiye'nin boynunun borcudur. Türkiye ne Avrupa'nın sınır karakolu ne de ABD'nin ileri bir karakolu olmamalıdır. Yeni dünya düzeninde Türkiye doğu ve batının parlayan bir yıldızı olmalıdır.''
anahaber

NE SITMA NE ÖLÜM! BAYRAM GEREK BİZE!
Banu AVAR
20.11.2010

Uygulanan operasyon, uzun zamandır ‘Ölümü gösterip sıtmaya razı etme’ operasyonudur.
Bu her alanda uygulamadadır.
Neden birilerine ‘ölüm ve sıtma’ bu kadar kabul edilebilir, ‘DİK DURUŞ’ bu kadar ‘fantazi’ geliyor? Esas olan dik durmak oysa… Kambur duran atipik!
Yapılan operasyon, mankurtlaşmış beyinler tersini algılıyor! Sıtma ve ölüm normal , onlara direnmek olanaksız!
Devşirme eğitimi bu algıyı emrediyor!

*-*-*
Osmanlı’nın çöküşünden beri, ‘yedi düvel’ aynı oyunu uygulamıştır…
‘Koca devlet çöküyor… Hasta adam… Tüyleri yolunacak Hindi (Turkey)…’

‘Çaresiz’ hisseden aydınların hissiyatı:
Ölüm: Yokolmak!
Sıtma: Yedi düvele kucak açmak!
Çözüm: ‘Amerikan mandası, İngiliz idaresi!’Yıl 1922..

*-*-*
Yıllar sonra…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 70 yıldır kıskaçta…
‘Çaresiz aydınlara’ ‘Umut-suzluk’ operasyonu had”safhada…
Amerikan bağımlılığı : Ölüm!
Avrupa Birliği: Sıtma!
‘Demokrasi projesi’ uygulamada…
Çözüm: ‘Federasyon ol! Kendini parçala!’

*-*-*
Avrupa ve Amerika ‘Yeni bir Anayasa’ istiyor.
Siyasi partiler içindeki milli unsurlar tasfiye ediliyor.
‘Başkanlık sistemi’yle sadece iki parti yaşayacak..
Ölüm: AKP,
Sıtma: CHP olacak.
Tek Çözüm: Sandık olacak.
Referandum /plebisitlerle ülke bölünecek, millet sandığa gidecek, oy verecek, evine gelip televizyon izleyecek…İstenen bu!

*-*-*
Yöneticiler mi?
İktidar da muhalefet de Brüksel ve Washington’a hesap verecek.
Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, AB ve NATO’ya gırtlağından bağlı bir iktidar ve muhalefet, çatlak seslerden arındırılmış olarak sahne ye çıkacak.
İktidar da muhalefet de Kemal Derviş’den nasihat alacak.
İktidar da muhalefet de Barzani, Talabani ile görüşecek.
İktidar da muhalefet de ‘yeni’, ‘Kürdistan’, ‘federasyon’ diyecek.
Muhalefet biraz daha ‘sosyal, ‘sol’ sosa bulanacak..
İktidar biraz daha Allah’la aldatacak.
Batıdan yükselen ses:
Çözüm önerecek:
‘İşte bak, ‘ölüm’ duruyor ensende! Doğru yol sıtma’ya rıza göstermekte!!

*-*-*
Amma velakin, ‘Yedi düvel’, yüz yıllık tecrübesi ile, ‘Sıtmayla ölüm arasında’ bırakılan Türk milletinin, kurgulanan bu düzeneğe ‘gelmeyeceği’ endişesini yaşıyor..
O yüzden ‘büyük hazırlıklar’ yapıyor. ‘Füze kalkanı’ bu nedenle bağrımıza saplanıyor!
Açıkca görülüyor ki, bu milletin ‘direnç gücü’ hem batıyı hem kabesi Batı olanları epeyce korkutuyor.
2011 için PROJE şöyle:
*‘Yeni’ bir ‘federasyon’ Anayasası.
*Diyarbakır başkentli Kuzey Kürdistan belediyelerinin özerklik ilanı. Barzani Cumhuriyeti’yle el tutuşmaları.
*İç mukavemet halinde Irak’dan çekilen Amerikan ordusu arkada, Peşmerge/PKK milisleri önde Türk ordusuyla savaşmaları…
*’Füzelerin hedefinde Türkiye. Üniter devlete son noktanın konulması!

2011 yılında ‘Ölümle sıtma arasına’ sıkıştırılacak olan Türk milleti, Türkçüsü, Solcusu, Dindarıyla biraraya gelerek, kendi vatanını kumar masasına yatıran, ‘turuncu bir darbe’ nin oyuncusu olan, kendi milletini yedi düvel’e peşkeş çekenlere, gerekli cevabı verecektir. Anti emperyalist tüm unsurlar ve tüm partilerin tabanı biraraya geldikleri takdirde bu ‘oyun’ bitecektir.

Bu aşamada özellikle ‘Bu milletten bir şey olmaz’ söylemini bilinçli olarak yayanlara dikkat ediniz. Kendi milletine güvenmeyen ve aşağılayanlar ya onu hiç tanımayanlardır ya da bu söylemin yıkıcı gücünden faydalananlardır.

Durum, geçen yüzyıl başından daha kötü değildir. Ve tarih sahnesine çıkan ve o sahneden hiç inmeyecekmiş gibi duran bir çoklarının, partilerin, iktidarların, ‘kralların’, ‘imparatorların’, bugün adı bile ortada kalmamıştır.
Ve bir milletin elele tutuşması için bir anın yeteceğini, yine bu millet birkaç kez ispatlamıştır!

Atatürk’ün ‘Ne yapacağız?’ diye soranlara cevabı açıktır:

‘CELADET (YİĞİTLİK) GÖSTERİNİZ!’

‘CELADET’ YİĞİTLİK, bu dönemde biraraya gelmek demektir…

Kurban Bayramınız mübarek olsun…

http://www.banuavar.com.tr/

Gölge CIA'dan Türkiye Analizi!
24 Kasm 2010
ABD'nin özel istihbarat ajansı STRAFOR'a göre Türkiye önümüzdeki yıllarda en büyük bölgesel güçlerden biri olacak. Bu yükselişin tedirginlik yarattığı da belirtilen analizde, Türkiye'ye yönelik tartışmaların odağında İslamın yer aldığı da ileri sürüldü.

ABD MERKEZLİ KURULUŞUN TÜRKİYE RAPORU:

ABD’de “gölge CIA” olarak bilinen özel istihbarat ajansı STRATFOR’un kurucusu ve başanalisti George Friedman, beş ülkelik “Jeopolitik Yolculuk” serisinin son ayağında Türkiye’yi yazdı. Türkiye raporunun sunuşunda “Türkiye gözlerimizin önünde az gelişmiş bir ülkeden dünya gücü olmaya doğru doğru büyük bir değişim geçiriyor” ifadesi kullanıldı. İşte Kurban Bayramı sırasında Türkiye’ye gelen Friedman’ın analizinden satır başları:

Türkiye önümüzdeki yıllarda en büyük bölgesel güçlerden biri haline gelecek. Ülkenin küresel kriz sırasında sergilediği ekonomik büyümeyi göz önünde bulundurduğunuzda bile bunu anlayabiliyorsunuz. Türkiye gözümüzün önünde büyük bir dönüşüm geçiriyor. Yeni bir güç ortaya çıktığında, uluslararası sistemde istikrarsızlık ve tedirginlik oluşuyor. Türkiye’nin halihazırdaki bağlamda yükselişi, bu tedirginliği daha da artırıyor. Bu dönüşümle ilgili tartışmaların kalbinde İslam yatıyor. ABD’nin hem Afganistan hem de Irak’ta savaştığı ve İran’la gerginlik yaşadığı bir dönemde bir Müslüman ülkenin tavrındaki değişiklik alarm zillerini çaldırıyor. Ancak bu ABD’nin ötesinde bir durum. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana birçok Türk Avrupa’ya göç etti, ancak yeni ülkelerinde asimile olmadı. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde bu durum Batı’nın Türkiye algısını belirleyen en önemli faktörlerden biri.

Çarşamba örneği

İstanbul’da geçirdiğim sürede Çarşamba’yı da ziyaret ettim. Kendisini laik olarak tanımlayan bir kişinin “Suudi Arabistan” diye nitelendirdiği bu mahalle beni Türkiye’yi yönetmeye talip herhangi bir partinin karşı karşıya kalacağı en büyük sorunu düşünmeye itti. İstanbul’da hassasiyetleri ve değerleri itibarıyla Avrupalı olan birçok yer var. Ancak aynı zamanda Çarşamba gibi ya da Anadolu’daki köyler gibi kendilerine güvenleri dikkatten kaçmayacak bölgeler de var. Laikler buralarda yaşayan insanları uzun bir zaman boyunca göz ardı etti ancak o zamanlar geçti. Bu insanları Türk toplumuna entegre etmeden Türkiye’yi yönetmek mümkün değil. Bu gruplar İslam dünyasının büyüyen bir trendinin en canlı örneği. Çarşamba İstanbul için aşırı bir örnek olabilir, ama meseleyi çok net bir biçimde ortaya koyuyor.

Laik-Dindar köprüsü

Bu ana muhalefet partisi CHP’nin yapabileceği bir şey değil. Parti laiklik çerçevesi içinde Çarşamba’ya ve diğer dindar bölgelere ulaşabileceği bir platform oluşturmayı başaramadı. AK Partinin gücü buradan geliyor: Avrupacılık ve modernizm çekirdeğini korurken, bu insanlara erişmeyi başarıyor. CHP’nin 2002 öncesinde geçerli olan güçlü laiklik anlayışını yeniden yerleştirmesi, Ak Parti’nin ise radikal İslamcı bir rejim getirmesi mümkün değil. Her iki girişimin sonucu da ülkeyi felç eden siyasi bir kriz olacaktır. Türkiye’nin en büyük sorunu laiklerle dindarlar arasında nasıl köprü kuracağını bilememesi. CHP’nin dindarlara erişmek için bir programı yok gibi görünüyor. Ak Parti’nin gündeminde uzlaşma var. Ancak ne gerçek dindarları ne de gerçek laikleri tatmin edebiliyor.

Rusya ile ilişkiler

Ak Parti’nin gizli bir ajandası olup olmadığı sorusu dış politikayla da bağlantılı. Bu açıdan düşünüldüğünde füze kalkanı konusu çok önemli. Türkiye kalkanın topraklarına yerleştirilmesine karşı çıksaydı, bu özellikle ABD’yle ilişkilerde bir kırılma noktası olabilirdi. Gerçek şu ki, Türkiye denge tutturmaya çalışan bir bölgesel güç.

Türklerin bu konuda sorunlar yaşıyor olması şaşırtıcı değil.Ben bu geziye Rusya’nın yeniden bir süpergüç olarak yükselişini, bunun yaratacağı jeopolitik engelleri ve uluslararası sistemin buna nasıl cevap vereceğini belirlemek için çıktım. Gezinin amacı Türklerin Rusya hakkında stratejik açıdan ne düşündüğünü bulmaktı. Türkiye birçok ülke gibi Rusya’nın enerji kaynaklarına bağımlı. Bu bağlılığı kırmak isteyen ülke ne tarafa yönelirse yönelsin bir büyük gücü öfkelendirme riskini de yanında taşıyor. Ancak Türkiye’nin ekonomik büyümesi düşünüldüğünde, Rusya’dan kurtulmak zorunda olduğu da ortada.
VATAN

Ulus devletin en uzun yılı: 2011
Ayhan BİLGEN
ayhanbilgen@yahoo.com
25 Aralık 2010

Osmanlı tarihinde değişim hamlelerinin en yoğun olduğu döneme “imparatorluğun en uzun yüzyılı” tanımlaması yapılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti için de benzer bir sürecin arifesindeyiz. Tehlikenin, farkına varılıp ciddi hamleler yapma ihtiyacı, böyle dönemlerin temel karakteridir. Atılacak adımların sorunları çözecek düzeyde olup olmayacağını zaman gösterecek.

Hiçbir girişimde bulunmadan böyle süreçleri atlatmanın imkansızlığını bilenler, farklı çözüm önerileri ile siyaset sahnesinde yer tutarlar. İçinden geçilen dönemin dinamiklerini doğru okuyanlar, en ileri önerilerle yol göstermeye çalışırlar. Önerilerin uygulama alanı bulup bulmamasına göre geriye dönüp tarih okuması yaparız.

Bazıları Osmanlının dağılışını reformlara bağlar. Daha doğru olan değerlendirme ise, reformların yetersizliği ve uygulamaya yansıma biçiminin tutarsızlığına odaklanır.

Başbakan, bir süredir eskiden beri milliyetçi çevrelerin gösterdiği 2023 hedefine toplumu motive etmeye çalışmaktadır. Gökteki yıldızlara bakarken önümüzdeki çukura düşmezsek, 2023’ü yani cumhuriyetin yüzüncü yılını görme fırsatı yakalarız.

2011’i sadece seçim yılı ve özellikle iktidar partisinin üçüncü kez iktidar imkanı yakalayıp yakalayamayacağı tartışması açısından ele alanlar elbette muhtemel sıcak gelişmeleri de tahmin ediyorlar. Ancak seçim dönemlerinin dinamizmini aşan bir beklenti potansiyeli ile karşı karşıya olduğumuzu göz ardı etmemeliyiz.

Örneğin Kürt seçmen açısından bildik seçim vaatlerinin tatmin edici sonuçlar doğurması imkansız gözükmektedir. Bir yandan günlük psikolojiyi etkileyecek ekonomik kaynakları seferber etme, diğer yandan soyut bir anayasa değişikliği vaadi ile beklentiye cevap verme ihtimali oldukça zor gözükmektedir.

CHP’nin hiçbir somut vaadde bulunabilecek iç uyumu olmadığı için mevcut duruma yönelik eleştiriyi yoğunlaştırması, Başbakan’ın muhalefet lideri gibi konuşmasına fırsat vermeyecektir.

Daha önemlisi ise, Kürt siyasetinin çıtayı, özerklik ve anadile koyması, herkesi elindeki kartları yeniden gözden geçirmeye zorlayacaktır. Bu konuda iktidar partisini eski baskı politikalarına dönmeye davet eden damar sanıldığından daha etkili olabilir. En azından yargı yolu ile bir büyük kuşatma hamlesini denemek, askeri operasyonlarla kıyaslandığında daha yumuşak bir yöntem gibi okunabilir.

Sayılı gün çabuk gelir. Mart ayına altmış gün kaldı. Gündemi değiştirmek ve siyaseti iktidar ve CHP gerilimine çekmek için çok yakında yolsuzluk dosyaları havada uçuşacaktır. Tencere dibin kara, seninki benden kara, edebiyatı ile iki siyasi parti eteğindeki tüm taşları dökmeye başlayacaktır.

Kürt siyasetinin talep ve öncelikli gündemlerini “cinayet” olarak tanımlayan danışmanlar, durumun vahametinin farkındalar. Daha önemlisi bildik numaralarla bu kadar ağır bir sürecin yönetilemeyeceğini hissediyorlar. Öfkeli çıkışlar çaresizliğin yansıması ise, önce durumu doğru anlamaya çalışmak, sonra her şeyi yeniden tanımlamak gerekir.

Suyun akış yönü, önüne çekilen setleri kolayca yıkabilecek gücü ortaya çıkarmaktadır. Bu yılı, doğru ilişki ve adımlarla değerlendirmeyi göze alamayan bir iktidar, sadece kendi ömrünü değil, egemen devlet anlayışının ömrünü de kendi elleri ile kısaltacaktır.
habertaraf

Saatchi Saatchi'nin CEO'su Kevin Roberts, gelecek 10 yılın, kukla olmayı reddeden Türklerin yılı olacağını söyledi
09 Aralk 2010

REKLAM ve pazarlama alanında dünyanın yaşayan efsaneleri arasında gösterilen, 86 ülkede 6 bin kişilik ekibi ile dünyanın 4’üncü büyük iletişim grubu Publicis Groupe’un lider şirketlerinden Saatchi & Saatchi’nin global CEO’su Kevin Roberts, Türkiye’yi dünyanın en heyecan verici ülkelerinden biri olarak değerlendirdi. Marka ile tüketici arasındaki duygusal bağın gücünü anlatan lovemarks (En sevilen-marka) kavramının da yaratıcısı olan Roberts, “Gelecek 10 yıl Türk yılı olacak. Türkiye, Brezilya ile birlikte Amerikan imparatorluğunun sona ermeye başladığı şu günlerde, ekonomisi hızla büyüyen, en heyecan verici iki ülke” dedi.

Türkiye’nin kokusu çekiyor
Management Centre Türkiye tarafından düzenlenen “Müşteri Çağında Pazarlama Zirvesi”ndeki konuşmasına Türkiye’yi “lovemarks” diye tanımlayarak başlayan Roberts, şunları söyledi: “Çünkü Türkiye bir çok açıdan çok gizemli. Tarihi, kültürü gizem dolu. Merak uyandıran bir ülke. İstanbul Boğazı ve köprüleri gerçekten iki ayrı dünya arasındaki köprü gibi çok cazibeli, adeta şehvet uyandırıyor. Rakı çok cazibeli, müzik, ezan bütün bunlar çok cazibeli. Türkiye’nin kokusu, İstanbul’un kokusu çok cazibeli. Davet eden bir koku. Türkiye bu nedenle görülmesi gereken çok özel bir yer. Herkes bunu yapmak ister. İşte bir markanın varmak isteyeceği en üst düzey bu, herkesin sizi istemesini sağlamak. Türkiye’ye düşen turistlerin, yatırımcıların karar vermesini hızlandırmak, bir an önce Türkiye’ye gelmelerini sağlamak.”

Kukla olmayı reddetme
Türkiye’ye ilk kez bundan 13 yıl önce geldiğini kaydeden Roberts, şunları dile getirdi: “Bundan 13 yıl önce Türkiye’ye ilk geldiğimde bir felaketle karşılaştım. IMF adeta ülkeyi yönetiyor gibiydi. Son dönemde ise Türkiye tamamen yeni bir politik söylem geliştirdi. ABD’ye biat eden bir ülke olmak yerine ya da Avrupa’ya ya da radikal İslam’a boyun eğmek yerine Türkiye dedi ki; ‘Biz Türkiye’nin gelişimine büyümesine destek veren katkı yapan her ülke ve her bölge ile işbirliği yapacağız. Temas içinde olacağız. Hiç bir tarafın kuklası olmayacağız. Kendimiz demokratik yollarla bizim için en iyi olan kararı verceğiz’. İşte bu söylem, Türkiye’ye son 10 yıllık büyüme başarısını, ulusalararıs araneda etkinlik kazanmayı getirdi.”
Çok kültürden vazgeçmeyin
“Artık kendinize güvenmelisiniz. Çünkü artık ekonomideki toparlanma iyileşmeye başlayalı 10 yıl oldu” diyen Kevin Roberts, şunları anlattı: “Türkiye’nin tarihinde lider olmak zaten var. Bu sizin kültürünüzün bir parçası. Çok kültürlülük de Türkiye’nin bir parçası. Doğal bir yanı. Doğal olduğu için de Türkiye’nin işine yarıyor. Çok kültürlü yapıyı korumak zordur. Çok eleştirilir ama Türkiye için asıl formül bu. Uluslararası arenada bunu sevebililer ya da sevmeyebilirler ama Türkiye’ye dışardan baktığınızda, hızla ilerliyor. Görünen bu. Türkiye’nin sanayisi çok güclü işgücü kaliteli, düşünün Ortadoğu’nun neredeyse tamamı Türk mütahhitleri tarafından inşa edildi. Ayrıca genç nüfusu unutmayın. Ben buradayım çünkü gelecek burada.”

Şampiyonlar Ligi kupası almanın zamanı gelmedi mi

TÜRKİYE’nin son dönemde yakaladığı olumlu rüzgarı daha da güçlendirmesi için futbol ve yemek alanında atılım yapması gerektiğini de savunan Kevin Roberts, şunları dile getirdi: “Artık, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş’tan birinin şampiyonlar Ligi Kupasını alma zamanı gelmedi mi? Bakın Barcelona’ya, insanlar burayı futbol sayesinde, şampiyonluklar sayesinde tanıdı. Sonra oraya gezmeye gittiler. Türkiye için de aynısı olmalı. Şampiyonlar çıkarmalısınız. Bunun için futbola daha çok yatırım yapılmalı. Türkiye’yi Brezilya’dan ayıran en büyük fark bu. Bir de yemekleriniz çok iyi. Bunu da, dünyaya açmalısınız. Türkiye’den Koç ve Turkcell adını marka olarak biliyorum.”

Saatchi & Saatchi Türkiye üzerinden İran’a girecek

GELECEK yıl dünyada reklam pazarının dünyada yüzde 5 büyüyeceğinin tahmin edildiğini söyleyen Kevin Roberts şunları anlattı: “Tahminler Türkiye’de ise pazarın yüzde 15 büyüyeceğini gösteriyor. Türkiye’deki faaliyetlerimiz artık çevre ülkelerdeki fırsatları değerlendirecek kadar olgunlaştı. Türkiye’den İran, Irak pazarına girmeyi, Orta Asya ve Ortadoğu’da büyümeyi planlıyoruz.”

Krizde Avrupa’nın büyüme motoru oldunuz

TÜRKİYE’ye dönük övgü dolu sözlerinden sonra ‘Peki, dünyanın en iyi konumda ki ülkesi olmadığımıza göre, burda yanlış olan ne?’ şeklindeki soruya da Kevin Roberts’ın verdiği yanıt şöyle oldu: “Türkiye’de yanlış olan birşey yok bence. Belki tek hata, ‘Biz de bir yanlış var’ diyerek, kendinize yeterince güvenmemeniz olabilir. Oysa kendinize inanmalı ve güvenmelisiniz. Bakın Türkiye 10 yıldır başarıyla büyüyor. Dikkat edilirse bazı ülkeler de 10 yıldır hatta daha uzun süredir başarısızlıktan, ekonomik küçülmeden ya da durgunluktan söz ediyor. Krizde Türkiye olarak Avrupa’nın büyüme motoru oldunuz. Bana göre aynı zamanda Ortadoğu’nun da, Asya’nın da büyüme motorusunuz. Çünkü Türkiye her yere uyuyor, her yere sığıyor. Nereyi isterse orayı seçebilir. En büyük hatası da bunlardan sadece birini seçmek batıya ya da doğuya doğru radikal olarak yönelmek. Yani Avrupa Birliği’nin baskısı ile sadece batıya, Ortadoğu’nun baskısı ile sadece İslam dünyasına odaklanması yapılacak en büyük hata olur.”
HÜRRİYET

'Seçimlerden Sonra Daha Farklı Bir Türkiye Göreceğiz'
16 Şubat 2011
washingtonhaber blog
http://www.haber10.com/images/articles/300x225/23117.jpg
ABD düşünce kuruluşu STRATFOR'un kurucu ve yöneticisi George Friedman, Türkiye'nin gelecek 10 yılına dair ilginç iddialarda bulunuyor.

Amerikalı uluslararası ilişkiler uzmanı Macar asıllı George Friedman 2009 yılında yayınlanan ‘Gelecek 100 Yıl- 21. Yüzyıl İçin Öngörüler’ adlı kitabında Türkiye’nin bir dünya gücü olacağı varsayımında bulunmuştu. Küresel mali kriz sonrasında yeni bir dünya düzeni kurulacağını öngören jeo-strateji uzmanı, geçtiğimiz günlerde bir kitap daha yayınladı. ‘Gelecek 10 Yıl- Nereden Nereye Gidiyoruz’ adlı kitabın yazarı ve STRATFOR araştırma kuruluşunun kurucu ve yöneticisi George Friedman Amerika’nın Sesi stüdyolarında Melek Çağlar’ın sorularını yanıtladı.

Melek Çağlar – Yaklaşık iki yıl önce yayınlanan ‘Gelecek 100 Yıl- 21. Yüzyıl İçin Öngürüler’ adlı kitabınızda Türkiye’yi ‘karışık bir coğrafyanın istikrar adası’ olarak tanımlıyordunuz. Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler bu tezinizi doğrular nitelikte. Uzun vadede çevresindeki çalkantılar Türkiye üzerinde nasıl bir etki yaratır?

George Friedman – Bölgenin istikrarı Türkiye açısından büyük önem taşıyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu tüm komşularla sıfır sorunlu dış politika stratejisi açıkladı. Türkiye’nin Irak’ta, Kafkaslar’da, İran’da, Suriye’de ve Balkanlar’da çıkarları var. Ama düşman edinmeden bu çıkarları gütmek imkansızdır, çünkü eninde sonunda birilerini üzmek zorunda kalırsınız. Elbette Türkiye’nin düşmanları var. Örneğin Ermenistan. Türkiye artık Irak politikası konusunda ve İsrail’le, Amerika ile, Azerbaycan’la ilişkilerde zorlu kararlar almak durumunda. Bir dizi konuda ciddi kararlar almalı. Çok haklı olarak Türk hükümeti zaman kazanmak istiyor. Çünkü bunlar cevabı kolay olmayan sorular, atacağınız ilk adım bütün rotanızda belirleyici olur.

‘Dindarlar denklem dışı bırakılamaz’

Bir de Türkiye’de siyasette taşlar hala yerine oturmadı. AKP egemen konumunu muhafaza ederken, CHP’nin yapısal zayıflığı sürüyor. CHP dindar kesime ulaşamıyor. Türkiye’de büyük bir değişiklikten bahsetmiyoruz, ama artık geçmişte olduğu gibi dindar kesimin sandıktaki seçimi denklem dışı bırakılamaz. Bu durumda CHP sadece laik bir parti iken, AKP dindar, ama laiklere de ulaşan parti konumunda. Bu da AKP’ye büyük bir güç veriyor.

‘Seçimlerden sonra daha iddialı bir Türkiye göreceğiz’

Anayasa değişti, yakında seçimler var, seçimlerden sonra çok daha farklı bir Türkiye göreceğiz, az önce bahsettiğim kararların alındığını göreceğiz. Kişisel değişiklikler göreceğiz, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından, yönetimin yapısında değişik yapılmasından bahsediliyor. Seçimler sona erdiğinde daha iddialı bir Türkiye göreceğiz. Çünkü Türkiye bölgede ne görmek istiyorsa o yönde karar almak zorunda ve açıkçası bunu da yapabilecek tek güç.

‘Türkiye’nin ellerini kirletmesi gerekiyor’

Melek Çağlar – Nedir Türkiye’nin alması gereken kararlar, ne yapması gerekiyor çevresindeki karmaşadan kendisini uzak tutması için?

George Friedman – Türkiye’nin karmaşadan uzak durması değil, karmaşanın parçası olması gerekiyor. Türkiye enerji konusunda Rusya’ya bağımlı. Rusya da tarihi olarak Türkiye’nin rakibi. Şu anda böyle görünmeyebilir, ama tarihsel gerçek bu. Rusya Ermenistan’ı destekliyor. Azerbaycan ve Gürcistan’a baskı yapıyor. Bu nedenle Türkiye’nin diğer enerji kaynaklarına ihtiyacı var, bu kaynaklardan biri Azerbaycan ve Gürcistan’dan geçen boru hattı. Ama bu da yeterli değil. Burada ‘Türkiye’nin dünyanın en büyük petrol üreten ülkelerinden bir olan Irak’la ilgili politikası nedir’ sorusu öne çıkıyor. Elbette bu sorunun cevabı Kürt özerk bölgesi ve Türkiye’nin bu konudaki politikasıyla, Türk-İran ilişkileri ve Türk-Amerikan ilişkileriyle de kesişiyor. Mesele burada daha da karmaşık bir hal alıyor. Çünkü Irak’ın sunduğu her fırsat bir karmaşa içeriyor. Bu da Türkiye’ye sorunu çözmesi için bir fırsat sunuyor. Ama Türkiye’nin bu denklemi çözmesi için ellerini kirletmesi gerekiyor.

Irak’ın geleceği denklemi zorlaştırıyor

Melek Çağlar – Türkiye’nin ellerini kirletmesi gerekiyor dediniz, bunu biraz açar mısınız?

George Friedman – Türkiye halen Kürt özerk bölgesinde petrol arama-çıkarma faaliyetleri sürdürüyor, başkalarıyla ortaklıklara giriyor. Türkiye Kuzey Irak’ta önemli bir güç noktası. Amerikan kuvvetleri bu yıl Irak’tan ayrılıyor, bu nedenle Irak’ın geleceği, İran’ın Irak’ta egemen güç olma iddiaları Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan ilgilendiriyor. Türkiye, “İran’la bir sorunum yok” diyor, evet bunu söyleyebilir, ama yeni bir sorun baş gösteriyor, bu da Irak’ın geleceği. Türkiye’nin Irak’ın geleceği konusunda İran’la asgari ölçüde uzlaşmaya gitmesi gerekecek. Bu da Türkiye’yi Amerika’yla karşı karşıya getirebilir, işte bu karmaşık sorun yüzünden Türkiye’nin eli kirlenebilir.

Melek Çağlar – İki yıl önce Indexuniverse.com adlı sitede yayınlanan söyleşinizde ‘Türkiye 270 kiloluk bir goril, hiç kimse onu bir kenarda bırakmak istemez’ diyorsunuz. Aradan geçen iki yıllık süre içinde sizce Türkiye daha da büyüdü mü?

George Friedman – Türkiye şimdi 360 kilo. Türkiye’nin ekonomisi müthiş bir şekilde büyüyor. Avrupa’nın en güçlü ordusuna sahip. Bu arada en yakınındaki güç odağı AB ciddi ölçüde zayıfladı. Buna karşın Türkiye’nin gücü artıyor. Türkiye’nin bölgesel gücü, İran’ınkini fazlasıyla geride bırakıyor. Güce sahip olmakla, bu gücü nerede kullanmak istediğiniz ayrı şeyler ve bu henüz açıklık kazanmış değil. Ama bugün Suriye, Lübnan konu olduğunda konuşan taraf Türkiye. Türkler, Orta Asya’da, Balkanlar’da, her yerde. Açıkçası bence Türkiye Avrupa ülkelerinin çoğundan daha güçlü. //END OPT//

‘Batı’nın ittifak sistemi Türkiye’ye küçük geliyor’

Melek Çağlar – Türkiye’nin dış politika hedeflerine dönersek, Washington’da ve diğer başkentlerde, Türkiye’nin yönünü Batı’dan Doğu’ya çevirdiği iddiaları var. İddialar doğru mu sizce ve bu politika Türkiye’ye ne getirir?

George Friedman – Bence Türkiye böyle bir politika izlemiyor. Türkiye son 50 yılını Amerikan ittifak sisteminin bir parçası olarak geçirdi. Şimdi bu ittifak sistemi Türkiye’ye küçük geliyor. Türkiye Washington’la ilişkileri elbette koruyacaktır, ama Türkiye’nin başka ilgi alanları, başka çıkarları var. Bu ilgi alanları bazen İran gibi Amerika düşmanları olabiliyor. Ama İran, Türkiye’nin komşusu ve Türkiye İran’la çalışmak zorunda. Türkiye daha dengeli bir politika arayışında ve bu da İslam dünyasına daha fazla ilgi göstermesini gerektiriyor. Durum böyle olunca da koşullar Türkiye’nin Amerika ile İsrail’le ilişkilerini değiştiriyor. Ama bunu Batı’dan Doğu’ya doğru yönelmek olarak algılamak basit bir yaklaşım olur. Türkiye İslami bir bölgede bulunuyor, tarihsel olarak da İslam dünyasının lideri olma geleneğine sahip. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden 100 yıl sonra Türkiye yeni bir realite ile karşı karşıya. Bu belki birçok Türk’ü tedirgin ediyor. Belki birçoğu da Türkiye’nin daha iddialı olmasını istiyor. Ama şu anda Türkiye çevresindeki sorunlarla baş etmek için yapması gerekenleri yapıyor.

'Türkiye artık ABD ile aynı safta olmayacak'

Melek Çağlar – Peki bu dış politika Türkiye’yi doğu ile batı arasında bir yol ayrımına getirirse, örneğin Türkiye İran’la Amerika arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa ne olabilir?

George Friedman – Osmanlı İmparatorluğu’nun bu tür iki-uçlu zor kararları sofistike bir şekilde cevaplama geleneği var. Böyle bir ikilem karşısında Türkiye’nin yapması gereken de orta yolu bulmak, hem İran hem de Amerika’ya yarar sağlayacak bir süreç sunmak. Ama her durumda Türkiye’nin izleyeceği strateji iki taraf arasında bir tercih yapmamak, kendini bu tür bir tercihe zorlayacak bir konuma getirmemek olmalı. Amerika’nın da İran’ın da kendisini bu konuma itmesini engellemesi gerekir. Bu elbette zor, çünkü Washington’da hala ‘ya bizdensin, ya da bize karşısın’ anlayışı var.

Melek Çağlar – Yeni kitabınızda gelecek 10 yılla ilgili tahminler yapıyorsunuz, bu sürede Amerika başkanını bekleyen fırsat ve zorlukları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce gelecek 10 yılda Türkiye Amerika’ya, Amerika başkanına ne tür fırsat ve zorluklar sunuyor?

George Friedman – Türkiye’nin sunduğu yararlar, getirdiği zorlukların çok üzerinde. Buradaki zorluk şu: Türkiye bundan sonra artık eskisi gibi Amerika’yla hep aynı safta olmayacak. Oysa Amerika yıllarca bunu görmeye alışıktı. Türkiye’nin gelecek 10 yılda sunacağı yarar ise Amerika’nın konuşamadığı taraflarla diyalog yeteneği. Türkiye Ortadoğu’nun en büyük arabulucusu olacak. Bu da elbette Türkler için son derece rahat bir konum. Çünkü bunu yapacak kapasitedeler. Türkler’in yüzyıllar süren bir müzakerecilik, arabuluculuk yapma geleneği var. Bu rol de bence Türkiye’ye büyük yarar getirecektir.

Melek Çağlar – Teşekkür ederim.

George Friedman – Ben teşekkür ederim.

VOAnews

PANDORA
SERDAR AKİNAN
02 Mart 2011

Prof. Albert Wohlstetter kim bilir misiniz? Çok mühim adamdır.

Daha Sovyetler çökmeden şu cümleyi söylemiştir:

'Sovyetler Birliği'nin günleri sayılı. Moskova merkezli komünist rejim yakın gelecekte parçalanacak, Kafkaslar'da özgürlüğe kavuşacak toplumlar yeni devlet kurarken, Türkiye'yi örnek alacaklar. Ama Ankara'nın akılcı bir politika izlemesi gerekir. Türkiye, Kore savaşından bu yana Amerika'nın idealler ortağı. Demokrasi ve özgürlükler peşinde Türk-Amerikan dostluğu hep sürecek.''

'Güneybatı Asya Doktrini''nin babası bu adamdır. BOP'un temeli de aslında bu doktrindir...

1998 yılında ABD'de hazırlanan 'Stratejik Değerlendirme Raporu''nda; Kuzey Afrika'dan Afganistan'a kadar uzanan ve dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz kaynaklarını kapsayan bölge 'Geniş Ortadoğu Bölgesi'' olarak tanımlandı. Prof. Wohlstetter bu dev planda Türkiye'ye daima büyük önem atfetti. 80 Darbesi'nden önce İstanbul'daydı ve muhtemeldir ki darbe ve Özal'lı yıllar onun planına entegre bir süreçti.

Başbakan Necmettin Erbakan 1996 Ekim'inde nereyi ziyaret etti?

Mısır ve Libya...

Kasım 1996'da ise Susurluk'ta kaza oldu.

Refahyol Hükümeti'nin sonunu getiren neydi? 28 Şubat...

O 28 Şubat ki AKP iktidarının görünen temelidir.

11 Eylül saldırıları ardından Afganistan ve Irak işgal edildi.

ABD'nin bu coğrafyadaki temel hedefi neydi?

'Ortadoğu coğrafyasındaki zengin petrol ve doğalgaz yataklarını denetim altına almak ve Avrupa'yı Çin'i, Japonya'yı ve Rusya'yı petrol ve doğalgazdan uzak tutmak.''

Türkiye ise 'model ülke'' projesi olarak tuttu.

AKP; tarihsel, sosyal, siyasal ve ekonomik nedenlerden ötürü başarı kazandı. Ancak tam da bu günlerde sözüm ona öngörül-e-meyen bir gelişme peyda oldu.

Merkezinde yer aldığımız bölge (BOP coğrafyası) alev alev...

Bir yanda tasfiye olan Cumhuriyet. Bir yanda 'kullanılıp atılan'' TSK...

Hüsnü Mahalli'nin analiziyle, 'bir yanda ekonomik anlamda bireyci, egoist ve inanç itibarıyla kaderci vatandaş...'' Yani? Kafa yapısı itibarıyla kapitalist, ama ideolojik olarak kaderci yani uyumlu...

Lafı çok dolandırdım biliyorum. Ama...

İran'da muhaliflerin tutuklanmasına, PKK'nın eylemsizliği bitirmesine, Kuzey Irak'ın fokurdamasına ve Akdeniz'deki askeri hareketliliğe bakarak demem o ki...
Piyasa, kartları bir kez daha karıyor.

Prof. Albert Wohlstetter veya meşhur öğrencileri bunu öngördü mü bilemiyorum...

Ancak tahminim o ki bu topraklar bir büyük yangına gebe...

Hoca'nın cenazesini izlerken bu satırları yazıyorum. 'Milli Görüş gömleği, 28 Şubat, TSK, millet, İslam...'' kelimeleri uçuşuyor zihnimde ve buraya yazmak istemediğim duygulara savruluyorum.

http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=179

“DEĞİŞİM” BARBARLIĞI
22 Nisan 2011

Yiğit Tuncay’ın araştırmacı – yazar Suat Parlar ile gerçekleştirdiği “Anayasal Kuşatma ve Sermaye” başlıklı söyleşiyi bölümler halinde paylaşmaya devam ediyoruz. Söyleşinin 1. bölümü “TÜSİAD Vesayeti”, 2. bölümü “Barış Kalpazanlığı”, 3. bölümü "Kaderin Piyasalaşması, 4. bölümü "İnsafın İnfazı" başlıkları altında Mızıkacılar’da yer aldı. Her dört bölümün linkini bu söyleşinin sonunda bulabilirsiniz. İşte Suat Parlar ile gerçekleştirilen söyleşinin “Değişimin Barbarlığı” başlıklı 5. Bölümü…

“DEĞİŞİM” BARBARLIĞI

Türkiye’nin son 30 yılına “değişim” kelimesi damgasını vurmuştur. “Değişim” kelimesinin insanlarda heyecan yarattığı bilinen bir gerçekliktir. İnsanlar bu “değişim” kelimesi ile daha “iyi” olacaklarına inanırlar. “Özelleştirmeler, serbest piyasa, sivilleşme, devlet baskısından kurtulmak” gibi söylemlerle, halkı belli aralıklarla bu yenilenme (arınma) psikolojisi içine sokarlar. Kademeli yürüyen bu “değişim” sürecinde, halkın nisbi de olsa elindeki sermayesi “kamusal alan” burjuvazinin işgaline açılmıştır. Bu topyekün emekçilere bir saldırı olmuştur. Emekçiler “değişim” stratejisi ile yürütülen kirli bir savaşın tarafı bile olamadan, “kolektif sermayesi”nden arındırılmıştır. İşgalci Burjuvazi şimdi de “anayasada değişemeyecek hiç bir madde yoktur” diyerek, cumhuriyetin kuruluşunda “uğrunda öleceksiniz” diye emekçilerin önüne koydukları “kutsal”ları da işaret etmiştir. Artık herkesin görmesi gereken bir gerçeklik ortaya çıkmış oldu. O da: anayasalarda her madde değişir ama, değişmeyecek tek bir madde vardır; ”Egemenlik kayıtsız, şartsız egemenlerindir”. Suat Parlar ile 5. bölümde değişmeyen değişimleri konuştuk. (Yiğit Tuncay – www.halksahnesi.org)

Sömürünün “Kutsal”laşması

TÜSİAD, dinî, etnik ve ideolojik açıdan yansız bir anayasadan söz ediyor. Bu durum kutsal statüko anlamına geliyor. Şu andaki kapitalist statükonun mülkiyet rejimiyle, tekelci piramidiyle, tüm sömürü mekanizmalarıyla, adaletsizliğiyle kutsal kabul edilmesi anlamına geliyor. TÜSİAD kutsal bir anayasa öneriyor. Tıpkı 12 Eylül anayasasının kutsallığı gibi. Bu kutsal öneriyi getirirken de, daha önceki anayasada kutsal kabul edilen 3 maddenin değiştirilebilirliğinden de söz ediyor. O maddeler zaten fiilen yürürlükten kalkmıştır. Başkent, “milli mücadele”nin başkenti ise eğer, daha 1920'li yıllarda orası milli mücadelenin başkenti olmaktan çıkmıştır zaten. Finans spekülatörlerinin, müteahhitlerin, Yakup Kadri'nin “Ankara” romanında anlattığı, Falih Rıfkı'nın “Çankaya”da anlattıklarının başkenti haline gelmiştir. Orası uzun zamandır “milli mücadele”nin simgesi olma anlamında başkent değildi.

Bir devletin topraklarıyla, milletiyle bölünmez bütünlüğe sahip olabilmesi, ancak, o ülkede farklı ulus stratejilerinin ekonomik, politik anlamda izlenmemesiyle mümkündür. Neo-liberalizmin “iki ulus stratejisi” düşünüldüğünde, Türkiye zaten tekelci sermayenin devleti tarafından bölünmüştür. Bu noktada “düşük yoğunluklu” adıyla formüle edilen bir çatışma gündeme gelmiştir. Bu çatışma çerçevesinde de, vatandaşlık bir işlemsel kategori ve birim olmaktan çıkartılmıştır. Türkiye'de zaten vatandaşlığın molekülü çatlatılmıştır.

Liberal Enternasyonalin Neo-Devşirmeleri

Bu söz konusu olan savaş bir etnik topluluğa karşı verilmemiştir. Tüm Türkiye emekçilerine karşı verilmiştir. Çünkü bu Türkiye'de belli bir birikim rejiminin ve stratejisinin yerleştirilmesi için zorunlu olan bir savaştır. Bu Türkiye'de sermayenin genişlemesinin, büyümesinin garantisi olan bir savaştır. Tıpkı Dersim'de, Şeyh Said olayında olduğu gibi, kapitalizmin ideolojik, politik, hukukî, ekonomik genişlemesinin zorunlu kıldığı süreçlerle bağlantılıdır. Bu anlamdaki kapitalist modernleşme elbette ki yoğun bir şiddet içerecek, elbette ki yok etme, katliam, inkâr süreçleriyle içiçe gelişecektir. “Yeni dünya düzeni”nin yeniliği bu kadardır. “Yeni dünya düzeni”, şiddet anlamında, elbette ki eskisinin devamıdır. Bu anlamda, tek bir etnik topluluğa karşı verilen bir savaş değildir söz konusu olan. Ortadoğu dengesizliğinin sürekli kılınması ve bu dengesizliğin bir kriz biçiminde yönetilebilmesi için zorunlu olan jeo-politik, askerî, stratejik, hukukî, en önemlisi de ekonomik gelişmelerle ve bunların kurumlaşmasıyla bağlantılıdır.

“Kutsal” denilen değerler, Türkiye'de sözü edilen küresel kapitalist güçlerle bütünleşmiş olan tekelci yapının çıkarlarıyla uyumlu davranan silahlı bürokrasi ve onun yan unsurları tarafından ortadan kaldırılmıştır. Etnik temelde yapılmamıştır. Türkiye'de “Türk” denilenlerin devleti hiç bir zaman olmamıştır. Türkiye'de devlet, “devşirmelik” kurumlaşmasıyla kendine kapı arayanlar topluluğunun idaresinde olmuştur. Yurtbilmezler ve yurtsevmezler, herhangi bir toprak bağlılığı, komşuluk bağlılığı, ruhsal bağlılık içerisinde olmamışlardır. Bir kapıya bağlanmışlardır. Şu anda bağlandıkları kapı da, küreselleşmenin yeni kapısı ve yeni düzenidir. “Küresel kapitalizm” adına bu ülkede en kanlı cinayetleri işleyebilmişlerdir. Bunu yaparken de, kendilerine etnik bir çerçeveyi ideolojik maske olarak kullanmışlardır.

Küresel kapitalizmin yeni yerleşme sürecinde, Türkiye'de korkunç ölçeklerde uygulanan şiddet, aslında, ulusal temellendirmeye dayalı bir devlet üzerinden yapılmamıştır. Çünkü Türk ulusunun kendi etnik dinamiklerine dayanarak uluslaşmasına hiç bir zaman müsaade edilmemiştir. Sadece, Türkiye'deki kapitalizmin yerleştirilme süreçlerinde ideolojik bir meşrulaşma aracı olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla burada Kürtlerin veya bu bölgedeki diğer halkların Türklere düşman olması için herhangi bir gerekçe bulunmamaktadır. Çünkü bu mekanizmalardan bakıldığında, ezilenler bütün bölgenin, bütün Ortadoğu'nun ve Türkiye'nin emekçileridir. Devletin değişmez ilkeleri olarak formüle edilenler, bizzat bunu formüle edenler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu yurtbilmezlik, işgalci burjuvazinin çıkarları adına hareket eden ve bunlarla organik bir bütünlük içinde, bunların yönetim kurumlarında yer alan silahlı bürokrasinin amentüsü'nü oluşturmuştur. Silah sektörüne akan kaynaklar, finans oligarşisinin semirmesi, devletin aşırı borçluluğu, kamu kaynaklarının yağmalanması süreçlerinde devlet içerisindeki paralel yapılanmaların, paralel Dünya Bankası devletinin tavsiyelerine kulak verilmesi aşikardır. Bunun da üstelik muhafazakârlık, sağcılık, Türk milliyetçiliği adına yapılması, bu değişmezliğin hiç bir anlamının olmadığının göstergesidir.

Tüketmenin Tükenmişliği ve Dilin sömürgeleşmesi

Bir diğer konu da, resmi dil ve anadil meselesi. Türkiye'de misyoner okullarının sürekliliği, 1920'lerden itibaren Osmanlı’da olduğu gibi başka kılıflarda devam ettiği andan itibaren resmi dil maddesi bitmiştir. Bir başka dilde, yani İngilizce ya da Fransızca eğitim verildiği noktada, zaten Türkiye'de bizzat devlet eliyle resmi dil ilga edilmiş demektir. Kaldı ki, İngilizce eğitim veren okulların Türkiye'nin gerçeği haline gelmesi bir yana, üniversiteleri kurulmuştur. Hiç kimse de itiraz etmemiştir. Hangimiz, artık Türkiye'de resmi dil olgusundan söz edebilir? Yasalarının pek çoğunun tercüme olduğunu söylediğimiz bir ulus-devlet yapılanmasından söz ediyoruz. Küresel bir dil olarak İngilizce'nin bütün haşmetiyle genelkurmay başkanlarından, cumhurbaşkanlarına kadar, Türkiye'de neredeyse iş bulmanın, eğitimli bir insan olarak kabul edilmenin, devlet kurumlarına girebilmenin, emniyet ya da ordu içinde yükselebilmenin temeli olduğu bir düzende resmi dilin değişmez prensipler arasında yer aldığını söylemek, insanların zekâsıyla alay etmektir. Değişmez denilen tüm maddeler, Türkiye'de küresel kapitalizmin temel silahı haline gelen, ulus-devlet yapılanması içerisinde ve başta da silahlı bürokrasinin tepe noktaları olmak üzere, diğer kamusal yapılar tarafından ilga edilmiştir. Bu ilga edilme süreci de büyük bir sınıfsal çıkar bilincinin paylaşılmasıdır.

Dışarıdan 40 bin İngilizce öğretmeni ithal ederek eğitimin tümüyle bir zihin sömürgeciliğine teslim edilmesi de ne kadar mesafe alınıldığını göstermiştir. İngilizce üzerinden bir zihin sömürgeciliği, yaşam biçimlerine de şu anda sızmış vaziyettedir. Bayağılaştırılmış Amerikan yaşam tarzı, Türkiye'yi kemirmektedir. Özellikle orta yaş ve yaşlı kuşağın Amerikan yaşam tarzına diziler üzerinden, yeni dil kalıpları üzerinden teslim olması, “muhafazakâr” ve “gelenekçi” denilen toplumun hiç de “muhafazakâr” ve “gelenekçi” olmadığının, uzun zamandır Amerikanlaştığının göstergesidir. Ne yazık ki, Türkiye'de Amerikan imgesinden bir orta kuşak ve yaşlı kuşak yetişmiştir. 40 Bin İngilizce öğretmeninin Türkiye'ye gelecek olması bir kaç küçük cılız ses dışında reddedilmemiştir. Hattâ kabul görmüş bir düşüncedir. Bütün bunlar Türkiye'de zihin sömürgeciliğinin mesafesini göstermektedir. Böyle bir ülkede başkentten, resmi dilin egemenliğinden nasıl söz edilecek? Kaldı ki, bir ülkede dil ancak ve ancak kendi toplumsal, geleneksel, tarihsel içerikleriyle bir bütünlük arz ederse ve bir birikime dayanırsa anlam ifade eder. Türkiye'de dilin toplumsal diyalektiği çözülmüştür. Türkiye'de serbest piyasa ve alış-veriş dilinin ilkelliği dışında bir dil kalmamıştır. Türkçe İngilizleşmiştir. Kürtçe de muhtemelen bu akıbete uğrayacaktır. Hattâ uğramaktadır.

Sosyal Sahtekarlığın Devletleşmesi

Yeni anayasanın temel hükümlerinde bir sosyal devletin olmaması öneriliyor. Bu durum ideoloji bakımından tarafsızlığın bir göstergesi sayılıyor. İdeoloji bakımından anayasa tarafsız olsun demek, hiç bir sosyal kurumlaşma ilkesi, bir sosyal devlet ilkesi yer almasın demektir.

Ekonomik ve sosyal haklar kategorik olarak “yeni anayasa”da asla düzenlenmiyor. Zengin yabancılara koruma getiriliyor. Kültürel haklar anlamında bir antropolojik sınıflandırmaya gidiliyor ve insanlar kimlik kovuklarına mahkum ediliyor. Burjuva özgürlükçülüğü bu anayasanın temeli olarak sunuluyor. Kent-devletine dönüşün temel kurumlaşmaları, ulusüstü kuruluşlara üyeliğin, neredeyse “yeni anayasa”nın mutlak ve dokunulmaz hükümleri haline getirilmesiyle iyice netleşiyor. Sermaye enternasyonali henüz dünyada çok yerleşik hale gelmeyen, bir dönem tartışılan ve geri çekilen MAI, MIGA (*) gibi hukuk kaynakları, ilkeler, kurallar, aslında nereye ait olduğu çok net olan egemenlik yetkisinin tümüyle ulusüstü sermayeye devredilmesini güvence altına alıyor. “Hukukun üstünlüğü” denildiği zaman, ulusüstü yapılanmaların kurallarına göndermeler yapılıyor. Aslında bu anayasa, Dünya Ticaret Örgütü'nden, MAI ve MIGA'ya kadar geniş bir yelpazede yer alan ulusüstü kurum ve kuralların işleyişlerini, hayata geçirilmelerini güvence altına alırken, birey üzerinden (yani şirket üzerinden) dokunulmazlığı “hukukun üstünlüğü” kavramıyla bunlara aktarıyor.

Sermaye vesayeti yeni anayasa önerisinin en temel öğelerinden birisidir. Tek vesayet vardır; o da sermaye vesayetidir. Sermaye vesayeti, anayasaya içeriliyor.

Tekelci “Nefret” Anayasası

Anayasa önerisinde, şiddeti savunmanın yasak olduğu söyleniyor. Bu yasaklama, devrim yasağı, sosyalizm yasağı anlamına geliyor. Şiddet tarifinin burjuvazi tarafından içinin hangi keyfiyetle doldurulacağı belirsizdir. “Olağanüstü hal” kurumlaştırılıp, sürekli hale getirilecektir. “Siyasi partilerin şiddeti teşvik etmemesi” düzenlemesinin, anayasa önerisinde yer alması, aslında, işçi sınıfını veya sosyalizmi savunan partilerin örtülü olarak yasaklandığı anlamına gelir. Aynı zamanda somut bir devrim yasağının, anayasanın “karşı ayaklanma doktrini”ne bağlı olan özünü göstermesi bakımından son derece önemlidir. “Nefret” söyleminin reddi, sınıflar mücadelesinin reddinden başka bir anlam taşımamaktadır. Burada söz konusu edilen “nefret”, kapitalist sistemi daha görünür hale getiren efendilere karşı olan “nefret”i de içermektedir. Yani kölelerden, efendilerinden “nefret” etmemesi istenmektedir. Tabi bu bir takım kılıflar içerisinde gündeme getiriliyor. En önemlisi de “nefret” söylemi üzerinden, Türkiye'de anti-siyonizm yasaklanmak isteniyor. Yani anti-siyonizm, anti-semitizmmiş gibi gösterilmek isteniyor.

Yerel Nezhepsizlerin “Barış Kalpazanlığı”

Bölge parlamentoları ve bölge meclisleri yapılanması, aslında, o yerelliklerde, merkezi-tekelci yapılarla iş bitiren alt kompradorların çok büyük bir gücü eline geçirmesi anlamına gelir. Buradaki “yetki devri” giderek bir “egemenlik devri”ne dönüşmektedir. Çünkü Türkiye'de sınıf iktidarı, neredeyse anayasa üzerinden net bir sınıf egemenliğine dönüşmüş oluyor. Türkiye'de “düşük yoğunluklu” bir iç savaş, tüm topluma karşı genel kapitalist şiddetle yürütülürken, BM şartındaki “savaş” terimi yerine “kuvvet kullanma” deyiminin, anayasa önerisinde seçilmesi ve bunun meşru görülmesi “barış kalpazanlığı”ndan başka hiç bir anlama gelmemektedir. Türkiye militarizm üreten bir sisteme sahiptir. Bu mantıkla “barış” elbette mümkün değildir.

Kamusal Hesabın Uluslararası Patronları

Kamu yönetiminin “iyi yönetişim” ilkesi “hesap verilebilirlik”tir. Hesap kime verilecek? Dünya Bankası, Wall Street bankerleri veya IMF'ye mi? Bu “iyi yönetişim”, “hesap verilebilirlik”, emekçi halka şeffaflık sağlayacak anlamına gelmemektedir. Doğrudan doğruya ulusüstü sermaye karşısında şeffaflık ve onlara “hesap verilebilirlik” anlamına gelmektedir. Sermayenin işleyiş altyapısının düzenlenmesi için, bazı kamusal hizmetlerin devlet tarafından görülmesi garanti altına alınıyor. Devlet, bu sermayenin problemsiz işlemesi için gerekli altyapı önlemlerini ve insan yaşamının temel bir takım ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü hâle getiriliyor. Tabi ki, sermayeye hiç bir vergi yükü ya da maliyet yansıtılmıyor.
Suat Parlar

NOTLAR

(*) 80'lerden itibaren uluslararası tekeller emperyalist devletleri de arkalarına alarak ekonomik, sosyal, politik alanda her türlü düzenleyici devlet müdahalesinden kurtulmak için büyük bir savaş başlattılar. IMF, Dünya Bankası, GATT, Uruguay Round, Dünya Ticaret Örgütü, ABD, Avrupa Birliği ve Japonya'nın destek ve inisiyatifiyle, malların ve sermayenin dolaşımının önündeki ulusal, uluslararası engeller ve kontroller kaldırıldı. MAI anlaşması bu sürecin zirvesidir. Uluslararası tekeller, MAI'nin tam olarak uygulanması ile etkinliklerini istedikleri doğrultuda sürdürmelerinin önündeki tüm siyasi, hukuki, top­lumsal ve kültürel engelleri ortadan kaldıracaklar. MAI küresel­leşmenin anayasası olarak, "bütün iktidar uluslararası şirketle­re" şiarının tezahürüdür. Uluslararası firmalara ekonomik, poli­tik, hukuki egemenliğin en temel parçaları aktarılırken; ulus- devletin payına siyasi kısıtlamalar, yeni yükümlülükler ve ulus­lararası firmaların derinleştireceği çelişkiler zemininde emekçi halkların, yoksuların yükselen mücadelelerini bastırmak düşü­yor. MAI, ekonomik gelişme, öncelikli bölgelere kalkınma des­teği, çevre koruması, kadın ve çocukların sosyal hakları, ulusal kültürün korunması alanlarında yabancı sermayeye uygulanan kısıtlamalara son veriyor. MAI, "devletin üzerindeki yasal sürgü"ye dönüşüyor. Devlet kilitleniyor. Uluslararası şirketlerin mülkiyet hakları MAI ile garanti altına alınırken; her türlü yatı­rımı, devlete ve etkinlikte bulundukları topluma karşı hiçbir so­rumluluk ve kısıtlamayla karşılaşmaksızın, ulusal hukukun en ufak bir sınırlamasına uğramaksınız kârını transfer etme ve ev sahibi ülkeyi terk etme hakkı veriyor. Ulus-devletler sosyal- ekonomik gerekçelerle yerli şirketlere işsizliği azaltmak, az ge­lişmiş bölgelere yatırım yaptırmak için teşvik uygulamaları ge­tirebilir, yerli-yabancı şirket ayrımı MAI ile ortadan kalkmış olmasına rağmen hiçbir ulusal performans ölçütü yabancı şir­ketlere uygulanamayacak. Ulusal malî politikanın bir gereği olarak konan vergiler ve vergi yasalarındaki değişiklikler ise uluslararası şirketler için "tırmanan mülksüzleştirme" olarak yo­rumlanıp tazminat konusu yapılabilecek. Anlaşmayı imzalayan ülkenin ulusal para, döviz politikaları üzerinde kontrolleri kal­kıyor. MAI tümüyle bir anayasa hükmündedir. Devletler yasal yapılarını MAI'ye uyduracak biçimde değiştirmeyi ve gelecekte Çok Taraflı Yatırım Anlaşması'na karşı yasa çıkarmama zorunlu­luğunu kabul ediyorlar. Böylece uluslararası şirketler ve piya­sanın "serbest" işleyişinin önündeki tüm engeller kaldırılırken, bu sürecin ulus-devletlerin çıkarları lehine geri döndürülmesinin koşulları engelleniyor. MAI, devletlerin, kendi halklarının gelişme ihtiyaçları doğrultusunda ulusal kaynaklarını istedikle­ri gibi kullanmalarını önlüyor. Devletlerin iş yaratmasını, geri kalmış yörelerin, bazı kesimlerinin sosyal koşullarının düzel­tilmesi için kaynak ayırmasını imkânsızlaştırıyor. MAI'ye da­yanan uluslararası şirketlerin faaliyetleri sonucunda zarara uğ­rayan ülke vatandaşlarının haklarını aramaları engelleniyor. Uluslararası şirketler devletleri uluslararası mahkemelerin ka­rarlarına bağımlı hale getirebiliyor. Bir devletin uygulaması, bir uluslararası şirketin kârları ve geçmiş-gelecek yatırımlarının değeri üzerinde etki yaparsa, şirket bu devlete karşı tazminat davası açabiliyor. Ancak ne bir devletin ne de bir ülkenin yurt­taşlarının, bu anlaşma çerçevesinde uluslararası şirketlere dava açma yaptırım veya hak talep etme olanakları yok.

MAI, çocuk emeğini kullanan, kadınlara karşı haksız uygu­lamalar yapan, çevreyi tahrip eden ve ırk ayrımı temelinde faa­liyetlerde bulunan uluslararası şirketlere yaptırım uygulanma­sını zorlaştırıyor. Küreselleşmenin anayasası, demokrasi ve in­san haklarının kapitalist sistemle bir arada bulunmasının im­kânsızlığını kanıtlayan bir mezar taşı yazısıdır. Ortaya çıkan tablo, Roma Hukukunun mülkiyet ilişkilerini düzenleyen hü­kümlerinin bile gerisindedir. MAI'ye girilmeden önce anlaşma­ya taraf olan ülkede yapılmış olan tüm yabancı yatırımlar da, MAI ile birlikte belirlenen haklardan yararlanıyorlar. Makabline şamil tekeller "demokrasi"si böyle işliyor. Tüm 20. Yüzyıl boyunca tekellerin faaliyetlerini koruyan, kollayan yasa hü­kümleri katalogu serbest ticaret anlaşmalarıyla da pekiştirildi. Ancak MAI ile birlikte yatırımcılara "akit taraflar" denilerek OECD'nin "ulusal devletleri"yle uluslararası şirketler aynı ya­sal statüyü paylaşıyor. Bu dolaylı hükümranlık ev sahibi ülke­nin siyaseti ve mevzuatını uluslararası tekellerin nüfuz alanı haline getiriyor. Ulusal hükümetler halkına zarar verdiği gerek­çesiyle yabancı bir yatırımcıyı dava edemeyecek, onun aleyhine bir karar alamayacaktır. Yabancı bir yatırımın potansiyel geliri­ni azaltabilecek bir faaliyette bulunmanın bedeli ise ağırdır; ör­neğin sigaranın zararına ilişkin bir kampanya düzenlense, siga­ra tüketiminin azaltılması sonucunu doğuracağı için bizzat hü­kümet dava edilebilecektir. Yatırımcı, zararının tazminini ulu­sal değil uluslararası mahkemeden isteyecektir. Sovyetlerin çö­zülüşü, 3. Dünya halklarının siyasi, askerî, ideolojik açıdan geriletilmesi, emperyalist saldırganlıkla desteklenen uluslararası tekellerin önündeki engelleri 80'lerden itibaren kaldırdı. MAI, 21. yüzyılda sermayenin geldiği aşamada ekonomik ve siyasal yeni bir düzen oluşturma programının tezahürü oldu. Uluslara­rası şirketlerde cisimleşen dev tekelci sermaye grupları, politik ve ekonomik risklere karşı Dünya Ticaret Örgütü, GATT vb. ti­cari işlemleri ve yatırımları kısmen güvence altına alan kurum­laşmalarla yetinemeyecek duruma geldiler. MAI, tekelci kapita­lizmin tüm hukuki birikim ve uygulamalarının yarattığı muaz­zam güç yoğunlaşmasının tezahürü olarak ortaya konuldu. An­cak bu süreç emperyalist devletlerin ekonomik işlevlerinden vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. 19. yüzyılın son çeyreğindeki ekonomide, çok küçük bir devletin yerini 20. yüzyılın son yarı­sında ekonomide giderek büyüyen bir devlet almıştır. Nitekim 18 zengin kapitalist ülkede kamu harcamalarının GSMH içindeki oranı, ortalama olarak, 1870'te sadece % 10,5'ken ve I. Dünya Savaşı arifesinde (1913) bu oranda pek az değişme ol­muşken (% 11,9), II. Dünya Savaşı'ndan hemen önce (1937) bu oran % 22,4'e çıkmış, 1996'da ise % 45,8'e fırlamıştır. Devasa bölgesel bloklar oluşturan emperyalist devletler, krizlerini ra­hatlıkla 3. Dünya'ya yayabiliyorlar ve bu ülkelere "daha az devlet" dayatmasında bulunuyorlar. (Suat Parlar, “Emperyalist Müdahale Doktrinleri ve NATO”, Livane Yay. 1. Basım, 2004, İstanbul)

Söyleşinin 1. Bölümü “TÜSİAD Vesayeti” için tıklayınız:
www.mizikacilar.com/HaberDetay.aspx

Söyleşinin 2. Bölümü "'Barış' Kalpazanlığı" için tıklayınız:
www.mizikacilar.com/HaberDetay.aspx

Söyleşinin 3. Bölümü “ 'Kaderin' Piyasalaşması” için tıklayınız:
www.mizikacilar.com/HaberDetay.aspx

Söyleşinin 4. Bölümü “İnsafın İnfazı” için tıklayınız:
www.mizikacilar.com/HaberDetay.aspx

TÜRKIYE'DE TARIHI FIRTINA VE DENIZ TUTAN BALIKLAR MESELESI...
SALIH SELÇUK
30 MAYIS 2011

Türkiye bir seçime doğru pupa yelken -değil, fırtına öncesi çalkantılarında yol alıyor. Türkiye'nin açıldığı denizde fırtına kopmak üzere ve konumuz, deniz tutması...

Kimi deniz tutar?!..

Mesela "bu gemi sağlam, böyle sallanmaması lazım" lafına kesin inanmış ve sallanmamasına alışmış tipler, gemi fena halde sallanmaya başlayınca kusuyor!..

Pornodan aşüfteye, seks kasedinden iftiraya kadar uzanan bu kusma olayına "Deniz Tutması" diyoruz...

Fırtınanın ilk çalkantıları başladı. Bu kez ibre, tam bir dönüşüme işaret ediyor ve bu dönüşümün radikal kısmı, gelecek yılın sonbaharına kadar devam edecek...

1980 darbesiyle başlayan otuz yıllık bir devir sona eriyor, yepyeni bir devir başlıyor...

1980, Solu ve kaliteyi ezip, meydanı yeşil kuşak islamcılarına ve vasatizme bırakmıştı. Şimdi bu 1980 rejimi ve onun ürünlerinin devri sona eriyor...

(..)

1980 rejimi, bütün müzmin yasaklarıyla, yüzde on barajlarıyla, yök'üyle, aptal yetiştiren eğitim sistemiyle ve "engin" vasatizmiyle birlikte tarihin çöplüğüne gömülecek...

Bu çok önemli olayın aktif başlangıcı, seçimlerin ardından Kasım ayı falan gibi görülüyor...

Yepyeni bir devrin ilk adımları atılırken, kuşkusuz eski laflarla konuşanlar olacak, ama kimse onlara kulak asmayacak...

En geç beş yıl içinde Türkiye'de dil dahil birçok parametre tamamen değişmiş olacak...

Fırtına çok şiddetli olacak arkadaşlar!..

Bu iş, denizdeki balıkları bile vurabilir!..

Malum Mao Zedung amcamız, gerillanın suyun içinde balık gibi olmasını öğütlemişti...

"Denizin içindeki balığı deniz tutar mıymış birader?!.." diye sorun, söyleyeyim:

Okyanusbilimci Gerd Wegner, insandaki deniz tutması olayının aynısının, çok çalkantılı denizlerdeki balıklarda da rastlandığını söylüyor...
(Bkz. Mare Dergisi Nisan/Mayıs sayısı, Nr.85)

Hatta balıkların kustuğunu bile gözlemlediklerini anlatıyor!.. Konunun biyolojik nedenlerini de açıklıyor. Balıkların vücutlarının suyun içinde istem dışı yer değiştirmesi sonucu, içkulak taşı denen denge merkezi de yer değiştirip duruyormuş ve sonuçta tıpkı insanlar gibi deniz tutuyormuş balıkları!..

Bu fırtınada sadece istavritleri değil, sazanları bile deniz tutabilir!..

http://konstantiniye.blogspot.com/

Numan Kurtulmuş: "Bugün bütün insanlığın kurtuluşu olacak sesi ortaya koymak zorundayız"
09 Ağustos 2011


HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) tarafından 1453 Topkapı Sosyal Tesislerinde düzenlenen iftar programına katıldı.

İftarlardan sonra kürsüye çıkarak davetlilere konuşan ASKON Başkanı Mustafa Koca: "İnsanlık vahşi kapitalizmi durduracak, zulme bir direniş olacak ve sağlıklı bir paylaşım sözünün söylenilmesini bekliyor. Haklı zenginlik sözünün en yüksek perdeden söylenmesini ve haksızlıkları konuşacak birilerini insanlık bekliyor. Söz sırası bize geldi, bu sözü söylememiz gerekiyor" dedi.

Ekonominin şu anki durumuna da değinen Koca: "Cari açık 40 milyar doları aştı ve aşmaya da devam ediyor. Bu rakam büyük bir risktir. Bıçak sırtı yöntemlerle ekonomi düzeltilmeye çalışılıyor. Büyüklerin daha büyük, küçüklerin daha küçük olacağı bir model çözüm getirir ama huzur getirmez." Şeklinde konuştu.

"Somali'de daha önce neden kimse ölmüyordu?"

Yapılan selamlama konuşmalarının ardından kürsüye gelen Numan Kurtulmuş ise Somali'de yaşanan açlığa değindi:

"Bundan otuz yıl önce, kırk yıl önce Somali'de insanlar açlıktan ölüyor muydu? Tüm bunların sebebi daha fazla kazanma, çok daha büyük olma, tüm dünyayı kendi kontrolüne alma derdinde olan kapitalizmin sonucudur. Buna karşı koymak gerekmektedir. Bizim görevimiz örneğin bir tuhafiye dükkanını yerle bir eden fillerden geriye kalan dağınıklığı toplamak değil, o filleri dizginlemek olmalı. Somali'deki insan da bizim derdimiz olmalı, New York'taki Amsterdam'daki evsiz de, İstanbul'un arka mahallelerinde bir hurma ile iftarını yapanlarda bizim derdimiz olmalı. Yeryüzünde marufu yani mutlak iyiliği hakim kılınmak için mücadele etmeliyiz." dedi.

İnsanlığın kurtuluşu için yeni bir ses

"Bugün bütün insanlığın kurtuluşu olacak sesi ortaya koymak zorundayız' diyen Kurtulmuş, "Bugün dünyanın dört bir yanında yaşanan kıtlık, açlık ve yoksulluk dünyayı yöneten sistemin çöktüğünün çok açık göstergesidir. Artık bütün dünya, paylaşma, yardımlaşma, vefa, ihsan ve bereket gibi kavramların olduğu yeni bir medeniyet yani bizim medeniyetimizi istiyor. Yeni bir medeniyet ortaya koymadan sorunlar çözülemez. Yeni bir paradigmaya ve özgüven sahibi insanlara ihtiyacımız var" ifadelerini kullandı.
Haber1001
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Çrş Hzr 24, 2015 2:23 am tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş May 04, 2011 9:28 pm    Mesaj konusu: Ahmet Özcan: Biz de iç savaşlarımızı batıya ihraç etmeliyiz Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Özcan: 'Biz de iç savaşlarımızı batıya ihraç etmeliyiz'
4 Mayıs 2011



"Ortadoğu'da genç Musa'ların batı destekli firavunlara isyanı söz konusu.Bütün batıcı rejimler, kemalizm, baasçılık, ulusalcı faşizmler tasfiye edilmeli.Türkiye önderliğinde yeni bir dünya kurulmalı."

Aylık Özgün İrade dergisi, Mayıs sayısı için yayın yönetmenimiz Ahmet Özcan'la Ortadoğu'daki son gelişmeler üzerine bir söyleşi yaptı. Bu söyleşiyi ilginize sunuyoruz
Haber 10

Büyük Ortadoğu Nereye?


-Yaşadığımız şu aylarda İslam coğrafyasında gelişen değişim ve dönüşüm hareketlerini nasıl anlamalıyız?

Dünya sistemi, son yirmi yıldır yeni bir düzen arayışında. Sistemin büyük güçleri arasında tartışmalar ve pazarlıklar henüz bitmiş değil. Olan biteni tek cümleyle özetlersek; Anglosakson Yahudi Cephesi, içindeki fraksiyonlarla birlikte ön alıp dünyanın stratejik bölgelerine yığınak yapıyor. Bu hamle, “entegre edilmemiş boşluk” olarak tanımladıkları Akdeniz-Avrasya hattı boyunca bütün kritik geçiş güzergahlarında sürüyor. Buralar esas itibariyle İslam coğrafyası ve bu nedenle kriz, İslam’la Batı arasındaymış gibi görünüyor. Oysa 20. yüzyılın iki dünya savaşında olduğu gibi, kriz hala Batı’nın bitmeyen iç savaşını ifade ediyor. Bu bağlamda, son gelişmeler dahil, son yirmi yılın bütün gelişmelerini bu çerçeve içinde okumak gerekir diye düşünüyorum.

Son olaylar ise Batı’nın iç savaşının bizim coğrafyamızda yansımalarından biri, Anglosakson Yahudi Cephesi’ndeki bir kanadın Avrupa-Rusya ve Çin’i bölgede enterne etme çabası olarak görülebilir. Ama durum sandığımızdan da karışıktır aslında. Çünkü bu cephe içinde rakip sayılan Avrupa-Rusya-Çin ve İran’la ittifak içinde olan güçler de var. Dolayısıyla, bütün eski tanımlamaların yetersiz kaldığı yeni durum ve güç bileşenleri ile de karşı karşıyayız.

Küresel finans-kapital ile konvansiyonel devletler, ABD ile İngiltere, ABD ile Avrupa, ılımlı Yahudilikle radikal Yahudilik, soğuk savaşçılarla yeni düzenciler, imparatorlukçularla- liderlikçiler… Bir dizi Batı içi fraksiyon kıyasıya rekabet içinde… Her yeni durumda bunların ittifakları, birbiriyle ilişkileri değişiyor. Taşlar yerine oturmuş değil ve kesin olarak söyleyeceğimiz tek şey, olan biteni bütünüyle yönlendiren tek bir iradenin olmadığı… Süreç, 20.yüzyılın düzenlerinin tasfiyesine dönüktür. Ki, bu düzenler aslında Osmanlı mülküne kondurulmuş birer gecekondudan ibarettir.

Bugün eski rejimler yıkılırken ve bu yıkım esnasında tabir caizse filler çarpışırken karıncalara çeşitli imkanlar ve fırsatlar çıkıyor. Şimdi bu geçiş dönemi boşluklarını değerlendirerek kendi talep ve çıkarlarına kullanmak isteyen Türkiye ve İran gibi ikincil güçler için önemli bir zemin oluşuyor. Değişim ve dönüşüm bundan sonra olacak…Stratejik olarak en kritik sorun, Türkiye ile İran’ın ortak bir çizgide, mezheplerüstü ve ittihad-ı İslam temelli bir vizyonla, emperyalist güçleri bölgeden atacak derin bir işbirliği içinde hareket etmesidir. Bu işbirliğine Arap dünyasını da katıp, bölgemizin kaderini bu büyük tarihsel akılla belirlemeye çalışmak, en önemli gelişme olacaktır. Böyle bir tarihsel fırsatı kim geri teperse, ister Türkiye, ister İran, ister Araplar, o geçmişteki Fatımiler gibi, batının yeni haçlı işbirlikçisi tarihe olarak geçecektir. Bana göre, İslam dünyası, özellikle Fars-Arap ve Türk-İran rekabetini bölgemizde değil, gidip batıda, Avrupa içlerinde sürdürmelidir. Bölgede barış, batı tarlasında hesaplaşma; ortak jeopolitik formül bu olmalıdır…Bu formül, uzun vadede batının Müslümanlaşmasını da sağlayacaktır.

-Kitle hareketlerini tetikleyen sebepler nelerdir?

Dünyanın her yerinde doğru ve kararlı bir çalışmayla ve iyi bir zamanlamayla her tür sorunu büyük çaplı değişimlerin tetiği yapacak kitlesel manipülasyonlar yapmak mümkündür. Bu objektif gerçek, bizim coğrafyamızda çok daha fazla geçerlidir. Zira yeteri kadar tarihsel çelişki, etnik ve mezhebi gerilim ortamı, ekonomik nedenler mevcuttur. Bu olaylarda her ülkenin ortak nedeni bellidir; zalim diktatörlükler. İngiltere-Fransa ve Rusya’nın ortak yapımı bu rejimler aslında birer mafya örgütlenmesidir.Kimi sosyalist, kimi kapitalist, kimi sözde dinci veya bilmem ne görünümlü, ama hepsi de batının çıkarları ve dolayısı ile İsrail’in güvenliği temelinde var olan işbirlikçi oligarşilerin diktaları..işte genç nesillerin başını çektiği bu isyanların temel kalkış noktası, bu oyuna “artık yeter” denmesidir.

Oyunun iç yüzü ise oldukça karışıktır aslında. I. Dünya Savaşı’nın galipleri olan İngiltere ve Fransa arasında paylaşım hala bitmemiştir, zira İngilizler Sykes-Picot Antlaşması’na riayet etmeyip petrol alanlarına el koymuştur.

20. yüzyıl boyunca İngiltere-ABD ve İsrail eksenine karşı bölgede Fransa’nın farklı bir politikası hep göze çarpmıştır mesela. Derin Avrupa ile Protestan Batı’nın iç savaşı, bizim tarlamızda sürmüştür. Dolayısı ile bölgemizdeki kitle hareketleri dün olduğu gibi bugün de bu çelişkilerle birlikte değerlendirilmelidir. Son isyanların da bundan bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Bölgede Avrupa’nın tasfiyesi yapılmaktadır sanki…Ama bu ayaklanmaların yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Aksine halkları işin içine katan her gelişme, prensip olarak iyidir. Ve orta ve uzun vadede bu coğrafyada bir irade kendi kaderine hükmedecekse, bölgedeki soğuk savaş ve hatta 20. yüzyıl kalıntısı bütün rejimlerin tasfiyesi hayırlıdır. Bunu sağlayan kitle kalkışmasının kendiliğinden veya operasyonel olması, basit bir teferruattır. Önemli olan sonuçtur. Sonucun halklarımız adına hayırlı olması için uğraşmak eylemleri tetikleyen nedenlerden daha önemlidir.

-Tunus’ta başlayıp Ortadoğu’nun büyük bir kısmında yaşanan bu ayaklanmaların domino etkisi oluşturmasını nasıl okumalıyız?

İsyanların birbirine mutlaka moral etkisi olmuştur. Ama bence her ülkenin ayrı ayrı koşulları, nedenleri ve iç-dış tesir odakları var. Olaylara farklı güçlerin karşılıklı hamlesi olarak baksak ta, farklı ülkelerin benzer sorunlarının biriktirdiği fay kırılmaları olarak değerlendirsek de sonuç aynıdır.

Bir dönem, bir yüzyıl, bir statüko düzeneği yıkılıyor. Ve yeni sayfalar açılıyor. 20. yüzyıl boyunca neredeyse her on yılda bir büyük çaplı değişimler ve devrimler olmuştur. Şimdi 2010-2020 yılları arasında da benzer bir sarsıntı dönemi yaşayacağız gibi…

Sorun şu ki, bir şekilde bu sarsıntıların ABD ve Avrupa’yı da içine almasını sağlayacak manipülasyonlar keşfetmek gerekir. İç savaşlarını bizim tarlamızda sürdürenlere iç savaş ihraç etmek en önemli politik görevdir. Domino etkisi asıl o zaman söz konusu edilebilir.

-Ortadoğu’da onca baskıcı rejimler yıllarca yönetimdeyken bu ayaklanmalar neden şimdi? Zamanlamasını nasıl değerlendirmeliyiz?

Filozoflar “zamanın ruhu” kavramını çok tartışmış… Diyalektiğin yasasıdır, nicel birikimle nitel değişimler gerçekleşir. Demek ki, biriken sosyal enerji tam şimdi patlamanın eşiğine geldi. Bence en önemli faktör, yeni nesiller. Babalarının yaşadığı korkulara tanık olmayan, bu nedenle Hz. Musa gibi, firavun düzenlerinden korkmayan ve korku duvarının aşılabileceğini gösterecek basit ama tarihsel adımlar atabilen gençler, bu patlamaların asıl kahramanlarıdır. Zamanın ruhu herhalde yeni Musaların kalbiyle birlikte attığı için, şimdi isyan olabildi…Uzun vadede ABD ve Avrupa halklarının gençliğine de el atıp, oradaki Musa’ları da kendi firavunlarına karşı ayaklandırmanın yollarını bulmalıyız..küresel kapitalist-emperyalist sistem, ancak o zaman çökecektir. Zamanın ruhu, işte o vakit insanlığın ruhu olacaktır.İnsanlığın ruhu, Allahın ruhudur. Çünkü iblis insana güvenmemiş ama Allah güvenmiş ve emaneti vermiştir. Bu emanete sahip çıkmanın tam zamanıdır. Zira şeytanlar yine hadlerini çok aşıp insana tahakkümde şımarıklık ve pervasızlık boyutunda mesafe aldılar. Batılı halkların vicdanını, insanlık damarını uyandırmak, en önemli fikri çabamız olmalı…Ey insanlar, demeliyiz; “21. yüzyıla yemin olsun ki, hüsrana doğru gidiyorsunuz..bu kadar tefeci, bu kadar banka, AVM, kredi kartı, bu kadar ahlaksızlık, bu kadar zulüm ve haksızlık…artık yeter. kendinize gelin, bu dünya, bu hayat şekli insana yakışmıyor. İnsanı insanlığından çıkartıyor. Bu alçak dünyayı hak etmiyoruz. Bunu değiştirmek elimizde ve hep birlikte başka bir dünya kurabiliriz.” İnsanlığa mesajımız işte budur. Küresel barbarlığa karşı küresel insanlık devrimi…Lailahe illalah’ın 21. yüzyıldaki tefsiri bu olmalı…Ortadoğu devrimleri Allah göstermesin, şeytanların müdahalesiyle şimdilik başarısız kalsa bile, bu evrensel devrim çağrımız sürmeli…

-Ekmek ve özgürlük talebinin öne çıktığı bu ayaklanmalar bir isyan mı devrim mi ya da neye tekabül ediyor?

Bu hareketler 20. yüzyılın veya III. Enternasyonal sonrası görülen klasik devrimci kitle hareketlerine benzemiyor. Ortak bir lideri, ideolojisi, örgütü yok… Kahramanı yok… Kelimeyi sevmem ama, post-modern bir durumla karşı karşıyayız. Tunus ve Mısır, tam bir sivil itaatsizlik devrimi gibiydi. Ama Libya, Suriye, Yemen gecikmiş feodal hesaplaşmaların ve stratejik bölgesel dinamiklerin de rol aldığı daha farklı bir süreç izliyor. Buralarda belki iç savaş ve parçalanma tehdidi ile daha zor ama daha köklü devrimler olacak. Sorun şu ki, devrilen belli ama deviren nedir, gelen nedir? sorusu belirsiz. Muhtemelen bu değişimlerin adı sonra konulacak…talepler meşru, haklı ve evrensel değerleri içeriyor, dolayısı ile isyanların taleplerine uygun değişimler gerçekleşince tarihe büyük Ortadoğu devrimleri olarak yazılacaktır.

-Bu hareketler Ortadoğu’yu nasıl şekillendirecek?

Bir çok analist, Büyük Ortadoğu Projesi’nden bahsediyor. Bence ortada bir proje yok. Veya her emperyalistin başka bir projesi var. Bu çok ta önemli değil… Bence gavurun niyetini bir kenara bırakıp, Türkiye önderliğinde büyük bir emperyal entegrasyon tasarlamamız gerekiyor. İşte ona proje diyebiliriz. Büyük Avrasya veya Birleşik Milletler Birliği ya da Adalet birliği diyebiliriz mesela…

Gavurun ortaya attığı her kavramı çok matah bir şeymiş ve de onlar haşa tanrıymış gibi tartışıp durmak yerine, kendi insanlık idealimizi, bölgesel ve küresel projelerimizi isimlendirip tartışmalıyız. Evrensel hukukla Osmanlı millet sistemini mezceden yeni bir formülle bütün insanlığa, özellikle de ortak tarihi ve coğrafi tecrübesi olan bölgemiz halklarına yeni bir dünya kurmayı teklif etmeliyiz.

Adalet, hürriyet ve hukukun üstünlüğü, tek ortak şiar olmalı. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Siyonist olmayan Yahudiler, ladiniler, Agnostikler velhasıl her inanç ve meşrepten topluluğun içinde yer alabileceği bir büyük şemsiye açmalıyız. Bu son hareketlerin, böyle bir proje için büyük bir fırsat oluşturduğunu düşünüyorum. Bunun dışında gavur projeler umurumda bile değil… Halklarımızın da umurunda olduğunu sanmıyorum… Önemli olan bizim ne istediğimiz ve ne istemediğimizdir. Beyinlerimizi buna yoralım…

Kendimize ve halklarımıza güvenelim. Bu, Allaha güvenmek demektir… Emperyalistler, büyük güçler, şu, bu… ne yapmaya çalıştıklarını elbette takip edelim, bilelim… Ama tarihi şeytanlar değil, insanlar yapar, şeytanlar sadece bozar…

-“İktidarlar İslamcıların eline geçerse” korkusu paranoya mıdır yoksa sahici bir korku mudur? Ortadoğu İslamcıların eline geçerse, sonuç ne olur?

Bu Haçlı korkusudur. Mümkün olsa da bu korkuyu derinleştirsek… Daha da artırsak… Tabii ki bütün iktidar bu toprakların asıl sahiplerinin olacak. Onlar İslamcı, Fundamentalist, Şeriatçı türünden öcü kavramlarıyla insanlığı ve aslında kendilerini korkutadursun, bir gün hepsi saygıyla veya korkuyla, halklarımızın ve kuracağımız adil ve özgür düzenlerin önünde eğilecek, çocuklarımızın ayaklarını öpecek.

Bizim ülkelerimizdeki Haçlı tohumu bazı unsurların da aynı korkuyla refleks verdiğini bilerek tekrar ediyorum; bizden korkanlar, Müslümanlardan korkanlar, işiniz çok zor, zira artık hep korkularınızla yaşayacaksınız. Çünkü artık sadece Müslümanlar iktidar olacak. Biz de hep tekrar edeceğiz, İslam’dan korkan insan değildir.

Çünkü, insanlığın İslam’dan daha evrensel, daha özgürlükçü, daha medeni ve daha insani başka bir kurtuluş yolu yoktur! Varsa çıkarsınlar da görelim… Gördüklerimiz ise, yani son 300 yıldır berbat ettikleri bu dünyaysa önerdikleri, biz bu alçak ve zalim dünyalarını istemiyoruz. Her şeylerini, bütün kavramlarını, modellerini, sistemlerini, ideolojilerini alıp defolup gitsinler… topraklarımızdan da, İnsanlıktan da ellerini çeksinler… Onlardan öğrenecek hiçbir şeyimiz yok!.. İç hesaplaşmalarını gidip evlerinde halletsinler. Halklarımızı rahat bıraksınlar. Gölge etmesinler bize… Bizden korkmaya da devam etsinler! Çünkü er veya geç oralara da gideceğiz. Endülüs’ün, Osmanlı’nın yarım bıraktığı işi tamamlayacağız.

-Halk isyanlarında Türkiye’nin uyguladığı politika doğru mu?

Türkiye, bölge halklarının çıkarına olacak her gelişmeyi desteklemeli. Tek ölçümüz, halkların özgürleşmesi… Bunu sağlayacak her adım doğrudur ki, bu olaylarda önemli ölçüde doğru bir siyaset izlenmiştir. Ama resmi bağların, yani eski rejimden kalma küresel mükellefiyetlerin sıkıntı yarattığı durumlarda olmuştur. Ama bizler halk olarak artık devleti ve hükümeti bütün bölge halkları lehine daha kararlı, daha cesur ve daha müdahaleci olmaya zorlamalıyız. Özellikle silahlı kuvvetleri hükümetin bu siyasetinin arkasında koruyucu bir güç olmaya teşvik etmeliyiz. Mavi Marmara katliamı sonrası ordu susmasaydı, İsrail çetesi çoktan dağılmıştı. Aynısı Afganistan, Irak ve Lübnan için de geçerli, Balkanlar içinde…

Türkiye, güvenlik, refah ve idealizm temelinde bölgesel entegrasyonunu tamamlayabilir. Bu da aydınlar, Ordu ve milli sermayenin ortak bir hedefte toplanmasıyla mümkündür. Bu süreç, Türkiye’nin ordusunun, aydınlarının ve orta sınıflarının da değişmesini sağlayacak bir doğrultuda yönetilmeli. Zira artık dış politika, iç politikadır. Bu bağlamda, bütün muhalefet partileri dahil, siyaset, sivil toplum, iş dünyası, aydınlar ve ordunun ortak bir idealde toparlanması için, bölgemizdeki gelişmeleri kullanmalıyız.

Bundan sonra iç çelişkilerimiz, sadece emperyal vizyon tariflerimiz temelinde söz konusu olmalı. Yeni düzenimiz için önce Batıya mı yoksa doğuya mı yönelmeliyiz? Bölgemizde Entegrasyon mu, konfederasyon mu, birlik mi kurmalıyız? Bölge halklarıyla eşit vatandaşlık mı, Millet sistemi ile mi bir arada yaşamalıyız? Askeri endüstriyel temelde mi, tarımsal ticari temelde mi ortak pazar oluşturmalıyız? Avrupa ve Amerika’nın iç savaşını mı, dini ve sosyal dönüşümünü mü desteklemeliyiz? Latin Amerika, Çin, Hindistan politikamız ne olmalı? Rusya parçalanmalı mı, kontrol altındaki bir partnere mi dönüştürülmeli? Şiilik ve Sünniliği nasıl entegre ederiz, vb. vb.

İç siyaset artık bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar ekseninde şekillenmeli. Bu doğrultuda partiler olmalı. Velhasıl, Türkiye’nin yürüttüğü doğru politikaların bu şekilde bir devamı da olmalı. Bizlere düşen iktidarları sürekli buna zorlamaktır.

-“Model Türkiye” tartışması var; bunun gerçekliği var mı?

Türkiye, iç değişimini kansız gerçekleştiren, halkı sürece demokrasi içinde katabilen; tarihsel ve İslami kökleriyle doğal bir süreçte barışan bir değişim modelidir. Tabii ki bunu ihraç etmelidir.

Bütün bölge halkları, sadece Arap kardeşlerimiz değil, Balkan halkları, Orta Asya, hatta Latin Amerika bile Türkiye’yi ilgiyle izliyor, imreniyor, özeniyor, seviyor. Bunda en önemli sebep, insanlığa meydan okuyan Siyonist çeteye bir küçük “van münit” demiş olmaktır. Bütün sihir işte bu söz ve duruşta gizlidir.

Davos’tan önce de sonra da gezdiğimiz onlarca ülkede bizzat bu değişimi, Türkiye’ye olan bakış açısındaki müthiş farkı gözlemlemiş biri olarak söylüyorum; kim ne masal anlatıyorsa anlatsın, bu olay bize şunu gösteriyor: İnsanlık mert, doğru, adil ve cesur bir ses arıyor. Bu sesi kimden duyarsa ona kulak kabartıyor. Onun her şeyini sevmeye başlıyor. İster Yunanistan, ister Makedonya, ister Sırbistan, ister Suriye, Mısır, Libya olsun, hepsinde gözümüzle gördüğümüz temel saik işte bu idi.

Demek ki, Türkiye’nin tek reel gücü Müslüman ve Osmanlı damarından beslenen adalet ve hürriyetin sesi olmak! Ekonomik, askeri ve siyasi güç, bu duruşun meyvesi olarak gelecektir. Bu nedenle, yaşanan değişim, iktidar partisinden, devletten, bir ideolojiden bağımsız olarak, hepimize, bütün millete ait bir tarihsel silkiniştir. Ve böyle de devam etmelidir. Gerçekten bu sürecin herkesin siyasi kimliğinden bağımsız olarak sahiplenebileceği bir zeminde ilerlemesi için uğraşılmalıdır.

Türkiye modeli, zalimlere kafa tutabilen, mazlumların yanında yer alabilen, modern, Müslüman, demokratik ve büyük bir ülke demektir! Bundan sonra, demokrasinin de aşil topuğu bu zemindir. Yani artık hükümetler, bu modele hizmet ettikçe halkın desteğini alır, aykırı düşerse alaşağı edilir…

-Amerika ve Batı Dünyası mı ayaklanmaları yönlendiriyor yoksa bu güçler hazırlıksız mı yakalandı?

Ben prensip olarak hiçbir şeyi şeytanların yönlendirdiğine inanmam. Kötülük sadece bizim zaaflarımızdır. ABD, Yahudilik, Batı… Bunlar insanlığın zaaflarından beslenen kanser hücreleridir. Tek başlarına hiçbir şeydirler. Ama bizim zaaflarımız, tamahkarlıklarımız, dünya malına düşkünlüğümüz, bencilliğimiz, kontrolsüz ihtiraslarımız, zalim ve sefil yanımız, bu pespaye barbar güçlerin insanlığa musallat olmasına sebep olmaktadır.

Onların parası, silahları, teknolojisi, fikirleri, neleri varsa, dikkat edin, aslında onlara ait değildir, onların icadı değildir, onların malı değildir. Hepsi insanlığa aittir, “biz”e aittir. Kapitalist sistem, bizim zaaflarımız sayesinde ayakta durmaktadır. Onlara ait tek şey, şeytani kurnazlıktır, kendilerine ait olmayanı kendilerininmiş gibi kullanabilmektir. Bu olayları elbette ki yönlendirmeye çalışıyorlar. Belki de bizzat onlar organize ediyor. Bence hiç önemli değil, Allah bazen şeytanlar eliyle de insanlığa yardım eder.

Ölçümüz basittir: Kendine ve halklara güven. Halkların önünü açan her rüzgar iyidir. Bu manada halklarımızı Batı destekli zalim diktatörlüklerden kurtaran her operasyon ilahi müdahaledir. Bundan sonra da daha özgür ve adil düzenler kurmaları için çaba göstermemiz gerekir. Ama bu çabayı göstermeyip yeniden Batıcı düzenlerin kurulmasını seyredersek, bu batının gücünü değil, bizim zaafımızın düzeyini gösterir. Hepsi bu.

-Değişen dengede İsrail’in konumu ne olur?

İsrail diye bir devlet yoktur!.. Dolayısı ile bir konumu da yoktur. II. Dünya savaşından sonra Anglosakson gücün Arapları ve petrolü kontrol etmek için Rusya’yla beraber uydurduğu İsrail isimli bu zalim formül, artık reel politik açıdan da geçersizdir. Oradaki çocuk katillerinin aşırılıkları, muhtemelen İsrail yok edildikten sonra da bölgedeki denklemde yer alabilmenin pazarlığı içindir. Ama halklarımız buna da asla müsaade etmeyecektir. Siyonistler, işledikleri suçların hesabını teker teker verecektir!..

Önümüzdeki 10 yıla kadar İsrail isimli bir sözüm ona devletin kalmaması için uğraşmamız lazım. Bölgemizde bu habis urun sökülüp atılması gerekir. Batı ajanı Siyonistler sevdikleri Batı ülkelerine göç etmeliler. Geri kalanlar ise bölge halklarının kuracağı büyük entegrasyona uyum sağlasın. Bunun dışında hiçbir formüle razı olunmamalıdır.

-I. Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenen haritaların yeniden çizilme durumu söz konusu olabilir mi?

Batının değişmez planı, kendisini bütünleştirirken, kendi dışındaki dünyayı sürekli bölmek, parçalamaktır. İslam dünyasını da haçlı alışkanlığıyla mezhebi ve etnik bölünmelerle kontrol etmek istemektedir. Bu çerçevede tabii ki Pakistan’dan Fas’a kadar Şii-Sünni farklılığını, bazı etnik sorunları sürekli kışkırtarak ülkeleri bölme tehdidiyle oyun çevirmektedirler. Bu son gelişmelerde de elbette kafalarında yeni haritalar vardır. Ama işler öyle yeni harita yapıp ülkeleri bölünme korkusuyla yönetmeye çalışmakla yürümüyor. Mesela benimde kafamda ABD’yi 30 ülkeye, İngiltere’yi 12 ülkeye, Fransa’yı 7, Rusya’yı 5 ülkeye bölecek haritalar var. Bu işler öyle kafadan planlar yapmakla olmuyor. Halklar, neyi istiyor ve hak ediyorsa o olur. Bu manada haritanın emperyalistler tarafından yeniden çizilmesine müsaade edilmemelidir. Aksine, haritadaki bütün sonradan eklenmiş çizgiler kaldırılmalıdır. Bizim haritamız, İspanya’dan, Çin’e kadar olan bütün coğrafyadır ve burada hiçbir başka güç istemiyoruz! Elbette ki gavurun aklında yeni böl-yönet politikaları, yeni etnik-mezhebi çatışmalar, yeni ajan devletçikler bulunmaktadır… Bölgedeki bütün devletleri daha küçük birimlere bölüp bir biriyle sürekli çatışan Afrika kabile düzenine çevirmek istemektedirler. Hiçbirine müsaade etmemeliyiz. Bütün ayrılıkçı, mezhepçi ve hizipçi akımlara prensip olarak karşı çıkmalıyız. Aslında unutulmamalıdır ki, bölgemizde Osmanlı sonrası var olan bütün devletler gayrı meşrudur ve bunlar, hepsini ifade eden tek bir büyük şemsiye yapı kurulana kadar, idare edeceğimiz geçici yapılardır. Biz bunları dahi hazmedememişken yeni hiçbir bölünmüş devletçiği kabul etmemeliyiz.

Aksine her durum ve şartta, her bölgede daima bütünleşme, birleşme, entegrasyon ve birlikleri savunmalıyız. Balkan Birliği, Asya Birliği, Afrika Birliği, Kafkas Birliği, Hindistan Birliği, Ortadoğu Birliği gibi… Ve hepsinin kalpgahı “payitaht”, yani Türkiye’dir… İşte bunu sağlayacak her gelişme iyidir; bunu bozacak her akım, fikir ve gelişme kötüdür. Ölçümüz bu olmalıdır ve Batılı güçleri de buna göre değerlendirmeliyiz. Bizim gerçek ülkemizin kurulmasına hizmet edecek bir politika güdüyorlarsa işbirliği yapabiliriz, aksi ise resmi olarak müttefikimiz olsalar bile karşı durmalıyız. Dünyaya, bölgeye ve dış siyasetimize bakışımızın özü bu olmalıdır.

Tarihi; bir hayali, ideali ve hedefi olan “maceracı ruhlar” yapar, realistler sürdürür. Bu özelliğiniz yoksa, boş konuşuyorsunuz, boş işler içindesiniz demektir. Allah, boş şeylerden yüz çevirin diyor. Kendi kaderinizi elinize alın, nefislerinizi değiştirin, o zaman bende sizinleyim, diyor. Bugün olaylara, gelişmelere bakıpta sürekli dış güçleri abartan, komplocu, tuhaf yargılarla ama fiilen seyirci olarak değerlendirenler, boş işler içindedir. Aslolan süreci doğru okuyup aktif destek vermek, devrimleri desteklemek, hem Türkiye hem de kardeş ülkelerdeki değişimi sonuna kadar gitmesini sağlanmasına katkıda bulunmaktır. 20. yüzyıldan kalma batıcı-pozitivist-totaliter bütün rejimlerin yıkılması, Kemalizm, Baasçılık, Ulusalcı faşizm gibi zehirli ideolojilerin personeliyle birlikte tasfiyesi ve halkların önünü açan yeni düzenlerin kurulması, bu sürecin en temel dinamiğidir.

Geleceği kuracak olan irade, işte bu sürecin içinden ve bu dinamiklerden çıkacaktır.

*Kaynak: Özgün İrade dergisi, Mayıs-2011

50 Milyar TL ve Türkiye’de İç Savaş
11 Mayıs 2011



Bu yazıda, 50 milyar TL (eski parayla 50 katrilyon) neden borsadan çıktı, bu hangi olayların habercisidir, bu bir erken uyarı verisi midir, Türkiye'de yakın zamanda neler olabilir buna bakacağız.

Petrol için, uranyum, altın, elmas gibi kıymetli madenler ve taşlar için kimi ülkelerin geçmişte soykırımla birlikte sömürgeleştirildiğini, günümüzde ise demokrasi söylemleriyle işgal edildiğini gördük. Dünya tarihi, bunun onlarca örneğiyle doludur.

Petrol, altın... Metanın adının ne olduğu önemli değildir. Sonuç paraya çıkmaktadır.

Bazı kapalı toplumlar, özellikle nüfusları itibariyle potansiyel taşıyan kapalı ekonomiye sahip toplum ve ülkeler, “küresel ekonomiye” entegre edilmek adına, “piyasa toplumu” yapılmak adına, satılacak mallara “pazar” edilmek adına saldırılara, işgallere, darbelere, kanlı yönetim değişikliklerine maruz kalmışlardır. Sonuç burada da paraya çıkmaktadır.

Paranın bu denli önemli olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Askeri darbeler, sivil görünümlü Soros darbeleri, vatan hainlerinin yetiştirilmesi ve toplumda öne çıkartılması operasyonları, medya kanalıyla toplumların istenildiği yönde şekillendirilmesi... Bunların hepsi paraya dayanan operasyonlardır. Bu düzende, kaz gelecek yerden tavuk asla esirgenmez.

Örneğin George Soros. Biz onu, “Macar Yahudisi asıllı ABD'li finans spekülatörü” olarak tanıyoruz. Bu ılımlı bir tanımdır. George Soros, gerçekten de para piyasalarında manipülatif-spekülatif hareketler yaratarak yada legal çerçeve içinde “büyük yatırımcı” sıfatıyla işlemler yaparak milyar dolarlarını katlayan bir kişidir.

George Soros'u Soros yapan, CIA bağlantılı yine sivil görünümlü Amerikan kuruluşlarıdır. Soros'u ilkin bunlar fonlamıştır. Soros'la ilgili gerçek bilgileri yazar Mustafa Yıldırım'ın ve de yazar Banu Avar'ın ve de yazar Erol Bilbilik'in kitaplarında yada gazeteci-yazar Arslan Bulut'un yazılarında bulabiliyoruz.

Soros, ABD örtülü ödeneğinden aldığı ve piyasalardan katladığı parasını, özellikle coğrafyamızda ve dünyanın dört bir yanında “sivil görünümlü” darbelere ve isyanlara harcayan bir Sistem aktörüdür (Sistem: Dünyayı yöneten derin güç. Yani, CFR, Bilderberg, Trilateral ve bunların altında yer alan irili ufaklı örgütler ve bunların yöneticisi olan her milletten gelen ancak milliyet farklılığına önem vermeyen, adeta paraya tapan, İbrani asıllı yapı). Soros'un pek çok ülke borsasında olduğu gibi, Türkiye'nin İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nda da (İMKB) yatırımları mevcuttur.


Türkiye'nin Tamamını Borsada Bulabilirsiniz

Neo liberal bakış açısıyla Türkiye ve Türk ekonomisi, yükselen piyasalar içinde yer alır. Döviz kurunun (özellikle dolar) yaklaşık 9 yıldır neredeyse hiç değişmemesi nedeniyle ve diğer başka nedenlerle yabancı yatırımcıların gözde sıcak para (hedge fund) yatırım merkezlerinden birisi olmuştur İMKB.

İMKB'de hangi şirketler işlem görür? Yaklaşık 350 şirket işlem görmektedir.

Neredeyse tüm Bankalar: Garanti Bankası, İş Bankası, Akbank, Yapı Kredi, Vakıf Bank, Halkbank, Şeker Bank, Tekstilbank...

TÜSİAD üyesi büyük Holdingler: Koç Holding, Sabancı Holding, Doğan Holding, Yıldız Holding, İhlas Holding, Tekfen Holding, Alarko Holding, Transtürk Holding, Tav Havalimanları Holding...

Türkiye'nin önde gelen Sanayi Yatırımları:
a) Gıda-İçecek (Pınar, Ülker, Tat, Tukaş, Coca Cola, Şeker Piliç, Banvit vs.)
b)Dokuma-Giyim (Altınyıldız, Bossa, Derimod, Desa, İdaş, Yataş vs.)
c) Petrol-Kimya (Aygaz, Tüpraş, Petkim, Petrol Ofisi, Dyo Boya, Marshall, Pimaş-Pimapen vs.)
d) Taş-Toprak (Adana Çimento, Afyon Çimento, BatıSöke Çimento, Çimsa, Ege Seramik, İzocam, Kütahya Porselen, Nuh Çimento, Trakya Cam vs.)
e) Metal Sanayi (Ereğli, Kardemir, İzdemir vs.)
f) Metal-Makine (Alarko, Isuzu, Arçelik, Bosch, Ford, İhlas Ev Aletleri, Mutlu Akü, Otokar, Demir Döküm, Tofaş, Türk Traktör, Vestel vs.)
g) Enerji-İnşaat (Zorlu, Akenerji, Aksu, Enka vs.)
h) Toptan-Perakende (Bim, Bimeks, Boyner, Carrefour, Kiler, Migros, Sanko, Selçuk Ecza Deposu, Kipa vs.)
i) Ulaştırma-Haberleşme (THY, Çelebi, Tav, Reysaş, yakında Pegasus, Turkcell, Türk Telekom)
j) Sosyal Hizmet (Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzonspor, AFM Sinemaları, Acıbadem Hastaneleri)
k) Tekonoloji-Askeri (Alcatel, Arena Bilgisayar, ASELSAN, Escort, İndeks, Karel, Netaş vs.)
l) Gayrimenkul yatırım ortaklıkları, Yatırım ortaklıkları, Hürriyet Gazetesi'nden Koza Davetiye'ye kadar pek çok şirket...


Bunları neden bu kadar ayrıntılı yazdım? İMKB'de işlem gören şirketler demek; günlük hayatımızın her yanında kullandığımız yada karşımıza çıkan ürünleri yada hizmetleri üreten, Türkiye'yi üreten şirketler demektir.

Bu şirketlerin her birinin yaklaşık olarak %40'ı yada bazen çok daha fazlası yada nadiren %40'dan azı, İMKB'de yani daha anlaşılır tabirle borsada halka açık olarak işlem görür.

Kabaca bir örnek verirsek, Turkcell'in %35'i halka açıktır. Yani siz 100 TL fatura ödeseniz ve bunun tamamı net kâr olsa %65'i Turkcell'in sahiplerine, %35'i ise borsadaki hisse senedi sahiplerine gider. Yada örneğin THY'nin %51'lik payı yada Garanti Bankası'nın %51'lik payı yada Bim Marketleri'nin %60'ı borsadadır.

Bu, dünyada da genel olarak böyledir (tüm Avrupa-Asya ülkelerinden tutun Botsvana, Tanzanya, Kenya, Filistin, Suudi Arabistan, Namibya'ya, Panama, Bermuda'ya kadar).

Adını duyurmuş bir patronsan, büyük bir şirketin varsa bunun bir kısmı senindir, bir kısmı da borsadadır. Şirketini borsaya açar yani belirli bir yüzdesini hisse(pay) senedi karşılığı satar, nakit para alırsın, o parayı şirketini büyütmek için yada her neyse şirketle ilgili kullanırsın. Ayrıca borsa ile dünya piyasalarına bir biçimde entegre olursun, ülkende ve piyasalarda prestij sahibi olursun.

Borsada işlem gören hisse senedini isterse Tayyip Erdoğan da alabilir, Devlet Bahçeli de alabilir, Kemal Kılıçdaroğlu da alabilir, Leyla Zana da alabilir, Osman Öcalan da alabilir, Genelkurmay Başkanı da alabilir, BDP İl Başkanı da, bu yazıyı okuyan siz de... İsterse de George Soros olarak sıfata bürüdüğümüz yabancı yatırımcılar da. Çünkü borsada parayı veren, senedi alır.

Şirketlerimiz borsada dedik, şirketlerin borsadaki payların ne kadarı Türklerin (yerli yatırımcı) elinde ne kadarı yabancıların elinde bu da önemli bir mevzudur. Yani aslında Türk sermayenin, Türk sanayinin ne kadarı gerçekten yerli ne kadarı yabancıdır, bu oran bunu gösterir. Merkezi Kayıt Kuruluşu (MKK) bu oranı günlük olarak sitesinde yayınlar. Bigpara ekonomi sitesinde de bu veriye günlük olarak ulaşılabiliyor
( http://bigpara.ekolay.net/index.html )


Oranlardaki Tehlikeli Değişim

AKP hükümeti dönemi genelinde ve somut olarak 2008 yılı başında İMKB'deki Yabancı payı %73'ler düzeyindeydi, İMKB o zaman 55.000 puan civarındaydı.

Herkes mutlaka bir şekilde denk gelmiştir, izlemiştir. ATO Başkanı Sinan Aygün bu oranı sürekli olarak söyler ve bunun yanlışlığından, yüksekliğinden yakınırdı. Sinan Aygün henüz Ergenekon'da yargılanmaya başlamamıştı, konuşuyordu, gerçekleri açıklıyordu o dönem!

Ardından 2008 yılı sonbaharına doğru ABD finansal krizi olarak başlayan ve tüm ülkeleri saran, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın “teğet geçti” dediği kriz çıktı.

Kasım.2008'de yabancı payı, bu krizin etkisiyle %67'ye düştü. Bu düşüş krizle birlikte devam etti ve %63'lük oranı gördük.

Ancak İMKB 100 de, 55.000 puandan 27.000 puana, değer olarak yarıya düşmüştü. Bu muazzam bir düşüştü. İMKB'nin %50'lik düşüşüne paralel olarak yabancı yatırımcının varlığının yaklaşık %10'luk bir kısmı Türkiye'den çıkmıştı. Bu haklı bir çıkıştı. İMKB'nin en çok işlem gören kağıdı Garanti Bankası hisse senedi GARAN’ın değeri bile 1.70 TL'ye inmişti.

Ardından toparlanma süreci başladı. Borsa tekrar adım adım 55.000 puana çıktı, İMKB'deki yabancı payı %67'lere çıktı. Ardından günümüze kadar geldik.

10.Kasım.2011 tarihinde İMKB 71.665 puanla tarihi rekor kırdı, GARAN 9.00 TL oldu (2 senede 5.3 katına çıktı). 03.Mayıs.2011 tarihinde İMKB 70.000 puan seviyelerindedir.


Tehlike Çanları Çalıyor!

Ancak burada bir şey ayrıştı. Bir garip durum var!

Kriz öncesi İMKB 55.000 puan, Yabancı payı %73
Krizde İMKB 27.000 puan, Yabancı payı %63
Kriz Aşılırken İMKB 55.000 puan, Yabancı payı %67
Kriz Aşıldı derken İMKB 70.000 puan, Yabancı payı %62-63


Borsanın dip yaptığı, krizin vurduğu 27.000 puanlık dönem ile bugünün 70.000 puanlık döneminde yabancı payları aynı. Halbuki aynı süreçte örneğin Garanti Bankası 1.70 TL iken, 9.00 TL'lere çıkıyor. Yani Garanti Bankası'ndaki yabancı yatırımcı parasını 5'e katlıyor. İMKB ise 2.6 katına çıkıyor.

Bunu zaman zaman görürüz, bazen borsada genel olarak bir satış havası eser, yabancı satışı olur (%1, maksimum %2 civarı düşer yabancı payı), onun paniğiyle daha şiddetli bir yerli satışı olur (ki referandum öncesi bu yaşanmıştı), fiyatlar makul düzeye çekilir ve yabancı yatırımcı aniden düşük rakamlardan tekrar senetleri toplar. Yüksekten sat, düşükten al oyunudur. Kâr amacıyla yada mal artırma amacıyla yapılır.

Ancak bu sefer böyle bir durum söz konusu değil. Yabancı yatırımcının usulca Borsa'yı terki söz konusu ancak borsa yükseliyor. 8 yıldır Türkiye'de yaklaşık olarak %70'lik oranlarda bulunan yabancı yatırımcı, neden yüksek kazanç kaynağından vazgeçiyor?

Nisan.2011 itibariyle İMKB'deki şirketlerin toplam İMKB varlığı 448.8 milyar TL ediyor. Eskiden bunun %73'ü karşılığı yabancıların elindeydi, bugün ise %63'ü. Aradaki %10'luk değer karşılığı ortalama 48.8 milyar TL, yuvarlak olarak 50 milyar TL değerindeki fon, bu yüksek ve emeksiz kâra karşın İMKB'den çıkmış, borsayı terk etmiş!

Yukarıda sıraladığım bir kısım şirket vardı, kabaca yabancılar hepsinden %10 oranında ortaklıktan ayrılmış diyebiliriz. Türk Telekom satıldığı zaman %55'i satılmıştı. Ne kadar büyük olay olmuştu. Ucuza hatta 1-2 senelik kârına karşılık satılması ve stratejik bir kurum olması tartışmaları dışında, Türkiye'nin en büyük kuruluşlarından birisinin %55'lik varlığı “yabancılara” satılmıştı. Bu AKP adına başarı, bizler açısından ise dramatik bir sonuçtu.

Halbuki İMKB'deki bu yabancı satışıyla ne Türk Telekom'u, sizin tüm şirketlerinizdeki yabancı payının %10’u yurtdışına kaçmış oluyor. Bu iyidir kötüdür ayrı mesele. Ancak bu kolay ve garantili piyasada (borsada), kolay ve yüksek kâr etme olanağına karşın neden bu derece para kaçar! Kaçan para ki oldukça yüksek bir miktar, 50 milyar TL.

Örneğin Suriye'de halk hareketi ile iktidarı yıkmak, bunun öncesinde sivil organizasyonu sağlamak, istihbarat ve lojistik destek sağlamak (özetle Soros'çuluk) yüz milyon doları geçmeyecek tutarda bir operasyondur. Soros, bir milyar USD ile 10'a yakın ülkede organizasyon kurabiliyor, buralarda renkli devrimler yaparak ülkeleri ABD'ye bağlayabiliyor. Yani İMKB'nin kolay para kazandırma ortamında 50 milyar TL'yi usulca borsadan çekmek, Türkiye'den çekmek ne demektir?

Önümüzde seçimler var ve fakat bir belirsizlik yok. 12 Haziran seçimlerinden (her ne kadar aksini istesem de) AKP'nin tek başına iktidar olarak çıkması bekleniyor.

Yabancı yatırımcı 50 milyar TL'sini neden Türkiye'den çekmiştir? Bunun nedeni asla basit olamaz. Çünkü, savaşlar başlatan, soykırımlar yaptıran “paradan” söz ediyoruz.


Olasılıklar

1-) Türkiye'deki cari açık inanılmaz boyuttadır ve Türkiye kendi iç ekonomik ve mali sorunları nedeniyle ekonomik krize girecektir. Bu büyük olasılıkla seçimlerden sonra olacaktır. Ancak ben pek fazla bu olasılığı gerçeğe yakın görmüyorum. Çünkü uzmanlara göre, cari açık Türkiye'de borçlanabilme kapasitesiyle paralel yürümektedir, cari açık yüksektir ancak ciddi bir politika ile önlenebilir. Bu olasılık, kaçan 50 milyar TL için yalnızca bir bahane olabilir.

2-) Seçimlerden sonra, 2011 sonuna doğru, dış güçlerin yönlendirme ve istihbarat operasyonları sonucu, Türkiye iç savaşa girebilir. Hatta büyük olasılıkla sene sonuna doğru Suriye olayları inanılmaz boyutlara ulaşacak, belki Suriye, Sistem müttefikleri tarafından vurulacaktır ve aynı zamanlarda da Türkiye’de bir iç savaş çıkartılacaktır (Türk-Kürt değil, ülkenin bölünmesi isteyen toplu kalkışma hareketine giren bölücü güçler ve onları destekleyen Kürt kökenliler ile devlet-meşru müdafa yapan halk).

Burada sanki bir başlangıç yapılmak istenir gibi, bölücü kesime güven ve motivasyon sağlanmak istenir gibi, T.C. Başbakanı'nın konvoyuna saldırı yapılabilmiştir! Artık bölücü-yıkıcı-isyankar söylemler alenidir ve had safhadadır (Bknz: http://tevfikbir.blogspot.com/2011/05/ykn-efendiler-skysa-ykn.html)

Ayrıca AB'li bürokratların, istihbaratçıların hazırladığı “2011 Türkiye İç Savaşı” senaryoları, yıllar öncesinden ortaya çıkmıştı (2005 yılında).

3-) Suriye'deki olaylar beklemediğimiz boyutlara ulaşabilir, bunun yanı sıra İran'da da önlemez olaylar çıkabilir ve sınırımızda, belki de bizi de içine alacak bir biçimde karışıklık, savaş çıkabilir.

4-) Teamüllere göre Genelkurmay Başkanı olacak bir orgeneral sırasıyla Genelkurmay 2. Başkanı, 1. Ordu Komutanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanı olur.

Ergenekon davasında tutuklanan yazar Yalçın Küçük'ün araştırmasına göre, sivil iktidarın (başbakanın) diretmesi sonucu tarihte 3 kez, Kara Kuvvetleri Komutanı olacak kişi (haliyle 2 yıl sonrasının Genelkurmay Başkanı) teamüller dışında değişmiştir, yürütmenin istediği kişi komutan yapılmıştır.

Bunlardan birincisi Org. Cemal Gürsel'dir ve 1960 darbesini yapmıştır. İkincisi Org. Kenan Evren'dir ve 1980 darbesini yapmıştır. Üçüncüsü ise 2012'de Genelkurmay Başkanı olacak Org. Erdal Ceylanoğlu'dur.

Ayrıca Demokrat Parti, 1950-1960 yılları arasında tam 10 yıl tek başına iktidar kalmış, 10. yılında darbeyle yıkılmıştı. AKP 2002 yılında iktidara geldi, 10. yılı 2012 yılına denk gelmektedir.

Tabi bunlar yalnızca istatistikler ve tesadüfler. Ordu, (Allah korusun) darbe yapacaksa herhalde, istatistik tutsun diye hem Erdal Ceylanoğlu'nu hem de 10. yıl olsun diye 2012 yılını bekleyecek hali yok. Bu Marduk gezegeni gibi 21.Aralık.2012 meselesi gibi oldu biraz. Yalnızca paylaşmak istedim. Ancak bizim bilmediğimiz belki AKP'nin ve elbet ABD'nin bildiği bir darbe riski olabilir. Allah korusun. Sistem sorunları, siyasetle ve halkın onayıyla çözülsün.

Ben ikinci ve üçüncü olasılıkları, gerçeğe daha yakın olasılıklar olarak görüyorum.

* * *

Sonuçta ilginç biçimde kaçan 50 milyar TL (33 milyar USD) ve %10'luk pay var. Borsadan yabancı çıkışı var.

Yabancılar bir riski-tehlikeyi gördüler ve Türkiye piyasasından kaçıyorlar. Bunun nedeninin Türkiye için olumlu sonuç çıkarmayacağı açık. Çünkü kimse durduk yere, kolay para kazanma mekanından ayrılmaz. 50 milyar TL'lik bir soru bu. Sorunun yanıtını ise yaşayarak göreceğiz.

Tevfik BiR / 11.05.2011
www.tevfikbir.com


CD’LERE ESİR DÜŞMÜŞ BİR “YÖNETİCİ ELİT”LE NEREYE KADAR?
Alihaydar Can
04.06.2011



Baykal’ın CD’sinin birinci bölümü internete düştüğünde ”AHLÂK, HUKUK, SİYASET VE BAYKAL“ başlığı altında konunun medya tarafından özenle gizlenen “ahlâkî” tarfına değinmiş ve vbu CD’lerin muhtevasından ve bunların servis edilişinden daha vahimi konunun bütün ilgili tarafları açısından tam bir ahlakî zaafı açığa vurduğunu izaha çalışmıştım (1).

Bu defa Yargıtay, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve MHP’de ortaya çıkan kaset skandalları üzerinden konunun başka bir boyutuna temas etmek istiyorum: TC’deki iflahı/ıslahı gayrıkaabil (Kurtuluşu/düzeltilmesi imkânsız) çürüme...

Ortaya çıkan bu skandallar şüphesiz buzdağının görünen yüzü kadardır ve asıl büyük kütle gözlerden gizlidir.

Bunu MHP’nin millet vekili adaylığından kaset zoruyla istifa ettirilenlerden biri bakın nasıl ifşa ediyor:

[-Başbakan diyor ki, “Ancak eşle yaşanan özel hayattır”...

-Başbakan’a sormayacağız nasıl yaşayacağımızı. Bir namus bekçilikleri eksikti. Bu Meclis’te, hatta AKP sıralarında kaçamak yapmayan var mı? Güldürmeyin beni, komik olmasınlar...] (2)

“Komik olmasınlar” diyor...

“Bu Meclis'te , hatta AKP sıralarında” zina etmeyen mi var?” Diyor...

Bu ne demek?

“Bu Meclis’te” kim varsa...

Hepsinin CD’lerinin olması mümkün...

Geçelim...

İstanbul Özel yetkili Savcılığı’nca Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde yürütülen ve astsubayından amirallerine kadar yüzlerce ismin adının geçtiği (ki bazı isimlerin adları ailecek geçiyor) bir soruşturmaya:

[İnanılmaz Şantaj Yöntemleri

Asker, polis ve bürokratlara tuzak kuran fuhuş çetesinin şifreli dosyaları açıldıkça, zanlıların şantaj yöntemleri de deşifre ediliyor...
Asker, polis ve bürokrat avcısı fuhuş çetesinin çalışma yöntemi deşifre edildi. Şebeke, fuhuş için aracılığa zorlanan askeri öğrencileri, 'Sonunuz Münevver gibi olur' diye tehdit etmiş.

Kısa süre önce çökertilen Kocaeli merkezli şebekenin, gizli kameralarla, Rusya'dan getirilen kadınlarla ilişkiye giren asker, bürokrat, işadamı ve polisleri kaydettiği tespit edilmişti. İ.S. adlı bir albayın evinde bulunan klasörler ise çetenin fuhuş andıcını gözler önüne sermişti. Grupla bağlantılı çalışan askeri okul öğrencilerinin evinde kurbanlara ait iç çamaşırları bulunduğu iddia edilmişti. Albayın bilgisayarında bulunan şifreli dosyalardan çok çarpıcı belgelerin çıktığı öne sürüldü.

GÖRÜNTÜSÜ VAR - YOK

İddialara göre, belgelerde YAŞ'ta terfi alması beklenen Deniz Kuvvetleri personelinin isim listesi yer aldı. Şebeke, tuzak kurulan kişilerin karşısına 'görüntüsü var-görüntüsü yok' diye notlar tutmuş. Fuhuş için kullanılan kadınlar ile fuhuşa zorlanan bazı askeri öğrencilerin neler yapması gerektiğine ilişkin rapor hazırlanmış.

'FUHUŞ NİYE YAPILMALI'

Operasyonda, 'fuhuş neden yapılmalı?' ve kız öğrencilerin fuhuşa nasıl zorlanacaklarına ilişkin 9 sayfalık bir belge de bulundu. Belgelerde çeteye çalışan erkek öğrencilerin isimlerinin karşılarına, hedef gösterilen kız öğrencilerin adları yazılmış. Fuhuş'a aracılık etmeyen öğrencilere de Münevver Karabulut cinayeti örnek gösterilerek 'Sonunuz Münevver gibi olur. Başınızı ve bacaklarınızı ayrı ayrı yerlerde bulurlar' tehdidi savrulmuş. Şebekenin, ' Geçen yılki Ş. isimli öğrencinin başına gelenleri unutmayın' diyerek tehdit ettiği bilgisi de raporda yer aldı.

KOMUTANA İHALE ŞANTAJI

Çetenin, askeri ihaleleler için de devreye girdiği belirlendi. Deniz Kuvvetleri'nin radar kamera ihalesini çetenin desteklediği firmanın kazanamadığı, grubun bu nedenle bir komutana kızıp, görüntüleriyle şantaj yaptığı iddialar arasında.

FİYAT BİÇMİŞLER

POLİSİN ele geçirdiği belgelerde 14 kız öğrencinin ve 25 subayın isminin yer aldığı iddia edildi. Bir Deniz Üs Komutanlığı'nda görevli kadın Yüzbaşı Y.E. tarafından hazırlandığı öne sürülen belgelerde öğrenciler için fiyat bile biçilmiş. Kızlar ile jigalo olarak kullanılan erkek öğrencilerin fiyatları 2 bin 500 lira olarak belirlenmiş. Ele geçirilen belgeler arasında veresiye defter notları da yer alıyor. Fuhuş için gönderilen kızların aldıkları paralar ile borçlu subaylar gibi notlar tutulmuş. ]
(3)


Yukarıdaki haber o dosyadaki durumun özetin özetinin özeti bile değil...

Teferruata girsek yıllarca sürecek kimin şeyinin kimin şeyinde olduğunun asla anlaşılamadığı Dallasvari bir dizi film olur...

Adamlar -Çok üst düzeyleri de dahil olmak üzere- amiralinden astsubayına genel müdüründen alt düzey memurlara kadar bir çok bürokratı belden aşağısından kıskıvrak yakalayarak Ordunun, TÜBİTAK’ın en gizli, en staratejik bilgi, belge ve projelerini ele geçirrmişler..:

Yine Ergenekon Davası dosyalarından birinin içinde 90 küsur Yargıtay hakiminin porno görüntüleri çıktı...

Düşünün 90 küsur Yargıtay hakiminin kimselerin görmesini isteemediği ahlâkdışı CD’leri ortalıkta dolanıyor...

CD’yi kapan Yargıray’a koşup istadiği kararı çıkarıyor...

Ergrnekon Davası Savcısı bunları Yargıtay Başkanı’na yolladı...

Sonra ne oldu?

Hiiiç...

O Yargıtay başkanı bir kaç önce gözyaşları içinde emekli oldu..

O hakimlerse orada görev yapmaya devam ediyor: “Yüce Türk Uluısu Adına” kararlar veriyor...

Tıpkı CD’leri ortaya çıkan asker/sivil bürokratların “devlet ve millet için” canla başla “çalışmaya” devam etmeleri gibi...

Bu CD’leri ele geçirenlerin TSK’da, Yargıtay’da TBMMM’de ve diğer kurum ve kuruluşlarda lehlerine çıkaramayacakları hiçbir karar, almayacakları hiçbir ihale, çalmayaacakları hiçbir gizli bilgi, belge ve proje yok...

Ondan sonra “Vaaay hakim kozmik odaya nasıl girer?” ulusalcı muhabbetleri yapılıyor...

Kardeşim bu CD’lerle dost düşman, hırlı hırsız hiç kimsenin girmediği devlet odası/sırrı, bitirmediği yasadışı bir işi mi kalır ki; kafayı kozmik odaya giren hakime takıyorsunuz...

Girmedik bir o kalmıştı oda giriversin...

Ha bir eksik, ha bir fazla...

Devlet devlet olmaktan çıkmıış...

En düzey personelinden en alt düzeryine kadar CD’lere, rüşvetlere, şantajlara teslim bayrağı çekmiş...

Bitmiş...

Batmış...

Çökmüş...

Bazıları işin nutuklarla, kuru gürültülerle kapatılıp sürdürülebileceğini zannediyor...

Bunları geçiniz...

Laiklik maskesi altında yaklaşık 80 yıldır sürdürülen kuduz bir İslâm düşmanlığı ile varılacak yer işte budur:

Gırtlağına kadar ahlâksızlık bataklığıına gömülmek...

Gömülürken de beraberinde devleti de sürüklemek...

CD’lere, rüşvetlere, şantajlara esir düşmüş, gırtlağına kadar ahlkâsızlığa gömülmüş bir “yönetici elit”le bu çürümüş yapının en ufak bir sarsıntıyla bile un ufak olup gittiğini yakında herkes görecek...

Seçim mi?

Ne seçimi?

Dipnotlar:
1-) Bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2709
2-) 22 Mayıs 2011 , "Evet kaçamak yaptım ama...", Balçiçek İlter'’in röportajı, Habertürk gazetesi.
3-) 17 Ağustos 2010, Akşam gazetesi.


Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı -4-
Oğuz Gürses
15.07.2011



Diyarbakır İkinci Taktik Hava Üssü’nde görevli subay ve astsubayların oturdukları lojmanlardaki on tane seçim sandığı’ndan alınan neticeler ışığında dedik ki:

[Görüldüğü gibi üç aşağı beş yukarı asker kişiler ve onların ailelerinin oy verdiği sandıklarda da durum Türkiye’nin geneliyle aynı...

Bu iyi mi yoksa kötü müdür?

Ordu’yu kendi örgütlerinin silahlı kanadı gibi görmeye alışmış geleneksel beton kafa Kemalist azınlık için kötü...

Hem de çok kötü...

Silivri-Hasdal Cemaati’ndeki moraller ne kadar bozulsa yeridir...

Buna mukabil, binlerce yıllık ordu-millet geleneğiyle, orduyu kendinden bir parça kabul edip, kendinden ayrı tutmak istemeyen bu ülkenin çoğunluğu (yani millet) içinse müjdeli bir haber...

27 Mayıs 1960 NATO darbesiyle ayrışmaya başlayan ve ondan sonra her on yıllık peryotlarla yapılan NATO darbeleriyle kopma noktasına kadar gelen ordu-millet birliğinin yeniden kurulmakta olduğu görülüyor...

Ordu, millete tepeden bakıp, onu süngü zoruyla kendisinden başkası (Batılı) yapma hevesinden vazgeçiyormuş gibi gösteren bir tablo bu...]

Binlerce yıllık ordu-millet geleneği 27 Mayıs-27 Nisan arasındaki bütün NATO darbeleri boyunca kırıla kırıla, törpülene törpülene, elene elene neredeyse tükenme noktasına gelmişti ki...

27 Nisan NATO’cu muhtırasından sonra yaşanan mucizevî bir süreçle, uçurumun kenarından dönerek ordu-millet yakınlaşması şeklini almış görünüyor...

Bu süreci desteklemek lâzım...

Ancak bu konuda hem milletin hem de ordunun kafalarının çok karışık olduğu da ayrı bir vak’a...

Bütün kamuoyu yoklamalarında dünyanın en anti-Amerikancı, anti-Batcı ve anti- siyonist halkı çıkan bu milletin, bu ülkenin en Amerikancı, en Batıcı en siyonist partilerine (AKP ve CHP) oy vermeye mecbur eden sebepleri bulup acilen ortadan kaldırmak lâzım...

Ordudaki kendi halkının çoğunluğu ve onun mill3i ve manevî değerleri düşman kabul eden anlayışı da...

Geçen yıl kaybettiğimiz değerli ilim adamı merhum Durmuş Hocaoğlu’nun 1995 yılında yaptığı şu tespitler, bu çift taraflı kafa karışıklığını çok iyi teşhis ediyor:

[Türkiye:
Kimine göre, "İslamiyet'in en güzel şekliyle yaşandığı", kimine göre "laikliğin en iyi uygulandığı" ve kimilerine göreyse "dar-ül harb olduğundan Cuma namazı kılınmaması gereken" ülke!...
Türkiye:
Sözde panislamizmin, panslavizmin ve total hristiyanizmin ortak hedefi... "Gerici olduğu için" Batı'nın, "ilerici olduğu için" Doğu'nun ittiği, "yalnız ülke"...
... Ve bin yıldanberi din hürriyetinin en olgun biçimde uygulanıp İslami hoşgörünün dorukta yaşandığı yer olmasına rağmen; "düşmanımın en iyi nesi varsa, önce onu bozmalıyım" diyen mihraklarca, laikliği "ateizm"le ve ibadeti "yobazlık"la nifaklanan, inanç grupları arasına durmadan fit sokulan ülke: Türkiye...] (*)

Hem ordunun hemde milletin kafaları karışık...

O yüzden bir türlü ne olmaları gereken şekli alabiliyorlar, ne durmaları gereken yerde durabiliyorlar...

Bakın işin orduya ait yanını dünyanın en kalabalık ordusu olan, Çin ordusunun yayınladığı Liberation Army Daily gazetesi, “Çin askeri doktrininin modasının geçtiği tespitini yaptıktan sonra” ne kadar açık ifade ediyor, konuyla ilgili haberden -ve özellikle altını çizdiğimiz cümlelere dikkat ederek-takip edelim:

“.16.08.2010 - Dünyanın en kalabalık ordusuna sahip olan Çin, ABD destekli Tayvan ve Japonya ile bizzat ABD'ye karşı daha etkili bir silahlı kuvvetler oluşturmak için son birkaç yılda asker sayısını azaltmaya başladı. Ancak bunun için yaratıcılık ve daha açık fikirli olmak gerektiğini belirten gazete, "Geleneksel Çin kültüründe muhafazakar görüşün büyük etkisiyle ordumuzun kültür ve düşünme biçimini yenileme görevi son derece zor" ifadesi kullanıldı. Yazıda ayrıca "tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir. Küresel vizyonu olmayan bir ordunun umudu yoktur" denildi.” (**)

- “Çin, ABD destekli Tayvan ve Japonya ile bizzat ABD'ye karşı daha etkili bir silahlı kuvvetler oluşturmak için (..)asker sayısını azaltmaya başladı...”

- “(..) muhafazakar görüşün büyük etkisiyle ordumuzun kültür ve düşünme biçimini yenileme görevi son derece zor...”

- “Tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir...”

- “Küresel vizyonu olmayan bir ordunun umudu yoktur...”

Bunları kim söylüyor?

Çin ordusunun yayınladığı Liberation Army Daily gazetesi...

Her biri hem doğru hem de hayati tespitler...

Şimdi dönün bizim Genel Kurmay başkanlığı veya Kuvvet Komutanlıklarının internet sitelerine bakın...

Çin ordusu eksiklerini farketmiş düzeltmeye, yeniden yapılanlamaya çalışırken...

Otur laiklik, kalk Atatürkçülük, otur laiklik, kalk Atatürkçülük içine kendi kendini hapsetmiş dünyanın en kalabalık ordularından birinin hazin hali...

Çin ordu gazetesi diyor ki: “Tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir...”

Pekiyi...

TC’nin bir dünya görüşü var mı?

Var...

Ne?

“Atatürkçü dünya görüşü”

Atatürk filozof veya mütefekkir miydi?

Hayır:..

Peki kim uydurdu bu “Atatürkçü dünya görüşü” hikâyesini...

ABD’nin “bizim oğlanlar “ dediği, 12 eylül NATO darbesini yapan 5 general...

Onlar filozof veya mütefekkir miydi?

Yok...

Öyleyse Çin ordu gazetesinin yazdıklarından çıkarılacak ilk ders ne oluyor?...

Bir ülkenin iyi bir ordusu olabilmesi için, o ülkenin iyi bir dünya görüşü olmalıdır..

İyi ve gerçek bir dünya görüşü!...

NATO darbecilerinin tuvalettem gazete bulmacası çözerken akıllarına geliveren uyduruk kaydırık cinsten bir taklit değil...

Bu aslında ordunun değil, milletin görevi...

Millet, kendi millî ve manevî köklerinden beslenen bir dünya görüşüne sahip olacak ve ordu da o dünya görüşünde kendine biçilen yer ve role uygun bir şekle bürünecek...

Bu öyle bir dünya görüşü olacak ki hem millete hem de orduya “küresel vizyon/ufuk/hedef/ideal” belirleyecek...

Çerden çöpten şeylere “dünya görüşü” ismi verilebilirse de bu isim o çerden çöpten şeyleri dünya görüşü yapmaz.

Sadece o çerden çöpten şeyleri dünya görüşü zanndenlerin cehaletini gösterir...

***

Vizyonun ne olup olmadığına dair güzel bir tanımlama:

[VİZYON NEDİR?
- Uzun bir gelecekte ulaşmak isteğimiz durum.
- Kendiliğinden gerçekleşmeyecek ancak gerekli çabaları harcarsak başarabileceğimiz bir ideal.
- Vizyon, içinde bulunduğumuz şartlarla uzun vadeli amaçlarımızın bileşiminden oluşur.
- Ulaşılmak istenen, farklılaştırılmış bir gelecek düşüncesi ve geleceği öngörmek.
- Vizyonun altında stratejilerin, amaçların, motivasyonların, duyguların ve değerlerin yönlendirileceği eğilimler belirlemek.
- Bir vizyon sanki oradaymışız gibi ulaşmak istediğimiz durumu tanımlayan nitelikli bir hedef seçimidir.
VİZYON NE DEĞİLDİR?
- Gelecek ile ilgili tahminler yapmak değildir.
- Hiçbir şey yapmadan, hayatın sizi yönlendirmesine izin vererek ulaşacağınız durumu tanımlamak değildir.
- Bugünden ve yarından vazgeçmek değildir.
- Gerçekleşmesi imkansız hayaller değildir.
- Yalnızca fantezilerle ve düşlerle varolan duygu ve görüntüleri, davranışların çıkış noktası yapmak değildir.
- Bir macera arayışı, bir koyup üç alınacak bir kumar değildir.] (***)

Ya İdeal?..
[İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen her fikrin belirtiği hasret, iştiyak, hayâl ve plândır; eğer ideolocya bir beyin ise, ideal bir kalptir... Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet plânında, ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır... Her ideal bir gayedir fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir, idealler düşemez.] (****)
Dünya görüşü ve küresel vizyon ihtiyacının ne kadar önemli ve acil olduğunun anlaşılmasına dair kısa bir iktibasla yazımızı bitirelim:,
[Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Miletle teşkilatı ve Avrupa ortak Pazarı’na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen “Yeni Dünya Düzeni”, Amerika Birleşik devletleri ve Avrupa’nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir... Elbette “hayır!” diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz “Yeni Dünya Düzenimiz” ile!] (*****)

Kısaca...

Bütün dünyayı ele geçirmek isteyen emperyalist “Yeni Dünya Düzeni”ne karşı, aynı çapta “alternatif bir yeni dünya düzeni”ne sahip olmadıktan sonra, ne milletin beli doğrulur ne de ordunun...
İkisi de, o yanlıştan bu yanlışa savrula savrula yok olur gider...
İhtiyaç bu kadar önemli ve bu kadar acil...
Dipnotlar:

* Durmuş Hocaoğlu, “Laisizm'den Milli Sekülerizme -Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi-“, 1995, Selçuk Yayınları, Ankara, ISBN: 975-9546-66-3, 503 sayfa

** Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3010

*** Kaynak: http://www.vizyon2000.s5.com/vizyon.htm

**** Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni-, İbda yayınları, sayfa.8, İstanbul.

***** age, Sayfa: 9.

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/07/secimlerin-aynasnda-tsk-ordu-milletin_15.html

Fikret Ertan
İran'ın stratejik yayılması ve planları...
21 Temmuz 2011

Suriye'deki rejime karşı başlayan halk protesto hareketi yaklaşık 6 aydır dinmeden devam ediyor.

Baasçı Esed rejimi hareketi olanca gücüyle ve merhametsizliği ile bastırmaya, böylece kendi hâkimiyetini devam ettirmeye çalışıyor.

Rejim güya reform yapmaya kararlı olduğunu göstermeye çalışırken muhalefetle diyalog çağrıları yapıyor; ama bütün bunlardan bugüne kadar hareketi durduracak, kitleleri tatmin edecek, ülkeyi daha güvenli, serbest, özgür kılacak herhangi bir sonuç da ortaya çıkmamış bulunuyor.

Esed rejimi bu arada kendisini eleştiren ülkelerin çağrılarına da kulak tıkayarak bunları oyalamanın peşinde koşuyor, hem bu ülkelerin muhalefet ve eleştirilerinin ve hem de halk hareketinin zaman içinde hız ve momentumu kaybederek kendisinin bu badireden sağlam çıkacağına inanıyor, böyle davranıyor.

Bu çerçevede kendisine destek verenlere de güveniyor elbette. Bu destek elbette açıkça söylenmese de İran'dan kaynaklanıyor. İki ülke aralarındaki stratejik ve mezhebî yakınlık sebebiyle zaten yıllardır sıkı bir müttefiklik ilişkisi içindeler. Ayrıca, bazı kaynaklar devam eden halk hareketinin bastırılmasında İran'ın da rejime yardım ettiğini iddia ediyorlar. İran elbette bunları yalanlıyor, kabul etmiyor.

Ne var ki, bunu kabul etse de etmese de İran'ın bugünkü Esed rejiminin en güçlü, en sıkı destekçisi olduğu sır değil. Eski ve yeni bütün ilişkiler, gelişmeler ve işaretler zaten bunu açıkça gösteriyor. İran bu yüzden Esed rejimini eleştirmekten kaçınıp duruyor.

Nusayri Esed rejimi işte bu sebeple İran'a dayanıyor; İran da bölgesel, stratejik ve bir geniş Şiii cephesinin kurulması, yayılması ve bölge dengelerinde belirleyici unsur haline gelmesi için Esed rejimini destekliyor, söz konusu cephenin stratejik derinliği bakımından bu rejime dayanıyor. Bu cephenin stratejik halkasında Esed rejimi işte böyle bir önemli fonksiyon icra ediyor. İran-Suriye-Lübnan cephesi bugünkü gelişmelerde bu bakımdan mutlaka dikkate alınması gereken bir konu olarak bizi de başkalarını da yakından ve önemle ilgilendiriyor.

Diğer yandan, İran'ın bölgesel ve strateji yayılma, nüfuz ve ağırlık kazanma planları ve hamlelerinde Suriye kadar önem taşıyan bir başka ülke de var: Bu elbette Irak...

Irak, bugün İran'ın stratejik planlarında en az Suriye kadar (belki de daha fazla) yer tutuyor. Çünkü Irak deyim yerindeyse 'kazanıldığı takdirde Suriye'den çok daha büyük ve önemli bir siyasî, stratejik bir mükâfat'. İran, plan ve hesaplarında başarılı olur ve Irak'ta kendine yakın güçlerin belirleyici siyasî konuma yükselmeleri halinde stratejik yayılma doktrinine en büyük ilaveyi yapmış olur.

Nüfusu, bu nüfusun yaklaşık yüzde 60'ının Şii olması, petrol gücü, coğrafî durumu, 5 ülkeyle ortak sınırlarının bulunması (Türkiye, İran, Suriye, Ürdün ve elbette petrol devi Suudi Arabistan) ve diğer özellikleri sebebiyle Irak, İran, bölge ülkeleri ve Amerika açısından bu kadar önem taşıyor. Bu yüzden Amerika biraz geç de olsa Irak'ta İran nüfuz ve yayılmasının hem kendisi ve hem de müttefikleri bakımından ne kadar hayati olduğunu anlamaya başlamış bulunuyor. Bundan hareketle de Irak yönetimi nezdinde iyice azalmaya yüz tutan diplomatik ve siyasî nüfuzunu en azından bu ülkede belli bir ağırlığa ve caydırıcılığa sahip, dikkate alınacak bir askerî güçle dengelemek, Irak'ın tamamen İran'a yönelmesini bu şekilde önlemek için son bir gayret sarf ediyor. Bunun için de bu yıl 31 Aralık'ta sona erecek Irak'ta askerî varlığının bir kısmını Irak'ta bırakıp, İran'a karşı caydırıcılık sağlamak için Irak hükümeti ile önemli müzakereler yürütüyor. İran da elbette açık ve örtülü yollardan bunu engellemeye çalışıyor.

Son dönemde iki defa üzerinde durduğumuz Irak'ta Amerikan askerî varlığı işte bu bakımdan bölgenin gelecekteki stratejik dengeleri için hayati önem taşıyor. Bu müzakereleri elbette en çok Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan izliyor ve bunların sonuçlarına göre yeni strateji belirlemeye çalışıyorlar. Bu ülkeler 'Amerika bölgeden ayrılırsa İran'ın hamleleri karşısında ne yapmalıyız, ne yapabiliriz?' diye düşünüyorlar şüphesiz.

Bölgenin yükselen gücü Türkiye'yi yönetenler de hem bunları ve hem de İran'ın stratejik planları ve hamlelerini elbette yakından izlemek, yapılması gerekenleri şimdiden düşünmek ve planlamak zorundalar. İran bölgeyle ilgili 'büyük stratejik planlara sahipse' bunun karşılığının da mutlaka olması, eğer yoksa geliştirilmesi gerekiyor.

Devletler oyununu iyi oynamak, Türkiye'nin geleceğini hayallere göre değil var olan gerçeklere göre planlamak, bunda da ne söylerlerse söylesinler hiç kimseye, hiçbir ülkeye tam güvenmeden sorumlulukla hareket etmek gerekiyor; çünkü karşımızdaki güçlere tam güvenmek için hiçbir geçerli sebep yok. Güveneceksek, ancak kendimize, bizi yönetenlere güvenebiliriz, o kadar.

zaman

CURCUNALI BİR DÖNEM Mİ GELİYOR ?
PROF.DR.NURULLAH AYDIN



2011-08-04

Demokrasi, milli irade, değişim dönüşüm, açılım saçılım ağızlarda ciklet gibi. Herkes konuşuyor da konuşuyor. ABD Türkiye’yi yönetiyormuş, işsizlik artmış, gelir dengesi bozulmuş, yatırımlar durmuş, kalkınma rafa kaldırılmış kimsenin umurunda değil!

Ağız dalaşı, gözboyayıcı kulaklara hoş gelen sözler TV ekranlarında! Gazete köşe yazarları ise o dedi bu da dedilerle meşgul! Bayan yazarlar ise cinselliği esas alan sokak dedikodularına ayna tutar hale gelmiş!

Herkes ürküyor, herkes çekiniyor. Ya siyasi iktidardan ya, patrondan ürker, korkar hale gelmiş. Düşünen üreten gerçekleri açıklayacak donanımlı birikimli insanlar ise halkı aydınlatma görevinden uzak bırakılmış. Şarlatanlar, laf ebeleri ekranlarda gazetelerde günü kurtarma, kafa karıştırma görevi ile arzı endam eyliyor...

Ne oluyor? Evet ne oluyor? Curcunalı bir dönemin işaretleri!

Peki neden bu söylemler bugün yüksek sesle dile getiriliyor. Her toplumun iç sorunları vardır. Ama bunlar bastırılan duygular olarak kalır. Bu herkesin yararındadır. Bunun için ‘toplumsal mutabakat' sağlanmıştır.

Ortadoğu halklarında ‘geçmişin sorunları neden gün ışığına çıkarılmaya çalışılır' da batılılarda bunlar olmaz.

Batı ülkelerinde; etnik-mezhepsel farklılıklar yanında devletin varlığı, kimliği ve yönü tartışılmaz da Ortadoğu halklarında tartışılır. Türkiye'de de tartışılmaya açılıyor?

Batı, Ortadoğu'nun Yavuz Sultan Selim hanın kurduğu tam 500 yıl süren kardeşlik düzenini, yıkıyor. 1517 den 1918' e kadar süren bu dönemde oluşan halkların kardeşliğinin, 1918 den bugüne kadar İngiliz Fransız ve nihayet ABD işgal süreçlerinde damarları çatırdatıldı. Ve nihayet işbirlikçiler eliyle demokratikleşme ve özgürleştirme adıyla batı emellerine ulaştı.

Bakın Türkiye'de ki akımların çizgisini bir hatırlayalım.

Dinci, İslamcı, Ümmetçi, Arapçı, Milliyetçi, Ulusalcı, Türkiyeci, Amerikancı, Avrupacı, Avrasyacı. Bunların kendilerine verdiği farklı tanımlar da var.

Cumhuriyetçilerin cumhuriyeti anlatma ve anlama zaafı var. Cumhuriyet idealinin tek iddiası laiklik midir? Ya da resmi ideoloji midir? Resmi ideoloji nedir neye dayanır?

Türkiye; özgürlük eşitlik kardeşlik ideallerine uzak sosyal demokrasiyle alakasız demokratikleşmeye öfkeli sağcı bir hale gelen cumhuriyetçi akımı. Sağ bir partiye karşı reaksiyonun koyu bir reaksiyoner sağcılık haline gelmesi. Resmi ideolojiye karşı olan sağın yeni ideologları ise dünün solcuları.

Hukuku, sistemi ve demokratik ilkeyi aşırı zorlamak, hem sisteme hem de sokaktaki insana çok ağır sıkıntılar getirmiştir.

Üretim durdu ve tüketim arttı, muhafazakar kesim modern yaşamla tanıştı. Yoksul ve dar kesimlere dayanışma adı altında yardımlar yapılıyor. Bunlar sağcılık mı solculuk mu?

Yaşanmakta olan sürecin adı kapitalistleşme ve onunla birlikte gelen modernleşmedir. Bu süreç elitin maddi ve manevi imtiyazlarını aşındırdığı için gerilim çıkmaktadır.

Türkiye'nin siyasi ve toplumsal yapısı; Ulusalcılık ile milliyetçiliğin, dindarlık ile işbirlikçiliğin farklılaşması sonucunu doğurmuştur.

Hangisi ülkeyi daha çok düşünmek ve sevmektir? Ulusalcılık mı, milliyetçilik mi, dindarlık mı, işbirlikçilik mi, Avrupacılık mı, Amerikancılık mı, küreselleşmecilik mi, Siyonistleşmecilik mi? Hangisi?

Türkiye'de ifade edilen milli irade üzerinde güç-kurum tanımayız anlayışı, çoğunluğun diktatörlüğüne dayalı otoriter bir rejim oluşturma sevdasıdır. Ve totaliter rejime yani faşizme varan bir süreci ifade der. Hukuk devleti anlayışını yok sayan, yargısal denetimi olmayan çoğunluk oyuna dayalı iktidar yaklaşımı demokrasi değildir.

Ülkeyi kalkındırmamak, büyütmemek, küresel bir güç haline getirmemek için batının pompaladığı, bazı maceraperestlerin ise şöhret olmak için üzerine atladığı o kadar kavram ve konu var ki? Evet yüzyıl öncelerinin tartışılan konuları tekrar gündem de!

Türk insanına faydası ne? Bunu da her siyasi akımda olanlar düşünmelidir.

GüNüN SöZü: Bilinçli cesaret, insanı hedefine ulaştırır.

HALKnet.com

ŞUBAT AYI OLAYLARININ, 2012'YE HAS ZAMAN KALITESIYLE ILINTISI...
12 ŞUBAT 2012



Eski ve yeni MİT Müsteşarlarının "Özel" mahkemelere ifade vermeye çağrılmaları, muazzam bir olaydır. Bu yapılabildiyse, Başbakan da yargılanabilir demektir...
Ve bu işin yangından mal kaçırırmış gibi yapılması, "Müslüman" devletin içinde Fethullahilerle Tayyullahiler arasında bir kapışma gibi duruyor -ama çok daha karmaşık ve önemli bir olay olduğundan emin olabilirsiniz...
İş ciddi...
İran savaşı yaklaşıyor ve İran'da olan her büyük değişiklikten sonra Türkiye mutlaka etkilenir. 1979'da İran devriminin ardından Türkiye'de 1980 darbesi olmuştu...
Hükümet çevrelerini ve devleti iyi tanıyan dostların ne düşündüğünü öğrenmek için sosyal medyayı (Twitter) okuyorum ama kesin birşey henüz görülmüyor, rivayetler muhtelif...
Burada Aralık ayından beri Şubat'ta olabilecek önemli olaylara dikkat çekiyorum. Bence bir tanesi bu...
Ben, Şubatta başlayıp 2013 ortasına kadar yaşanabilecek olayların genel karakterini yeniden sıralayayım:
1. Ülkenin şimdiye kadarki haliyle varlığını değiştirecek olaylar -ve onlara karşı kitlesel olaylar...
(Türkiye'nin hayat-memat meselesi haline gelebilecek bir takım olaylar...)
2. Şimdiki yönetici elitin bütünüyle değişmesine yol açacak bir di
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Şub 12, 2012 6:52 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Eyl 06, 2011 1:53 am    Mesaj konusu: Tek çıkaryol Osmanlıvari bir çözüm Alıntıyla Cevap Gönder

Tek çıkaryol Osmanlıvari bir çözüm
30 Ocak 2012



Günümüzün en popüler felsefecilerinden biri kabul edilen Slavoj Zizek bir dizi konferans için Türkiye'ye geldi.

Farklı biçimlerde tanımlasa da özünde hep Marksist olduğunu söyledi, hep de Marksistlerin büyük eleştirilerine maruz kaldı. Son dönem çalışmalarında en büyük ilhamı Hegel’den aldı, üzerine bin sayfalık son kitabını yazdı. Ancak Ortodoks Hegelciler onu içlerine almayı hep reddetti. Kendi camiasında hedef olduğu eleştirilerin de, dünyada popüler bir felsefe ikonuna dönüşmesinin de nedeni, kitle kültürüne dair gözlemlerini, gündelik dil ve sosyal teori ile birleştirmesi oldu.

Devrimci terörü destekleyen Leninist söylemleri ve radikal teori soslu görüşleri nedeniyle ‘Batı’daki en tehlikeli felsefeci’ ilan edildi.

Kendisini ‘radikal solcu’ olarak tanımlayan bir felsefecinin reklamcılar tarafından finanse edilen bir organizasyona katılması tartışmalı değil mi?

- Ben hâlâ bir solcuyum. Bugüne kadar reklam sektörünü çok eleştirmiş biriyim. Bütün masrafları karşılıyorlar. Neden kabul etmeyeyim? Anlatacağım şey reklamcılığın son 10-15 yılda uğradığı değişim. Örnek verirken yine Starbucks’a saldırmış olacağım. Bir bardak kahve alıyorsunuz ve ufak bir miktar fazladan ödeme yaptığınızda onun yüzde bilmem kaçı Guatemala’daki çocuklara, bilmem kaçı şuna buna gidiyor. Pazarlama taktiğine bakar mısınız? Bir ürün alıyorsunuz ve o sırada sosyal sorumluluk meselesini de ürünle beraber üç kuruşa çözüyorsunuz. Konuşmamda bunları hedef alacağım. Reklamcılara yaptığım bu konuşma sayesinde yolculuğum ve masraflar karşılandığı için ertesi gün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde gerçek Marksist bir konuşma yapabileceğim. Benim kazancım da bu.

Osmanlı’ya olan sempatinizden başlayalım...

- Türkiye’ye bir sempatim var, bu gerçek. Tabii benim çocuk olduğum yıllarda Balkanlar’da Osmanlılarla ilgili anlatılanları düşünün. Aslında ilkokuldayken kötü adamlara sempati beslemek neredeyse otomatik bir reflekstir. Gerçekten tarih okumaya başladığım ileri yaşlarda şunu gördüm; sizi harap eden aslında biz Slavlar olmuşuz. Osmanlı’nın çöküşü 17. yüzyıldaki savaşlarla başlar ki, bu dönem Balkanlar’dan gelen yöneticilerin sistemi ele geçirmesiyle paraleldir. Mesela Sokullu Mehmet Paşa, ailesinin bütün fertlerini Balkanlar’dan getirip sisteme sokmuştur, yolsuzluklar da beraberinde gelmiştir. Şaka yapmıyorum. Osmanlı’yı bitiren, çok fazla açık ve toleranslı bir rejim olmasıdır. Ben bu toleransı takdir ettiğimi söylemeye çalışıyorum.

Ama bu yorumunuz Türkiye’de bazı entelektüeller tarafından sığ bulundu, epey paraladılar sizi.

- Evet biliyorum. Ama bu tam bir yanlış anlaşılma. Aslında biraz da yeni-Osmanlıcı söylem tarafından manipüle edilmiş olabilirim. Söylemeye çalıştığım şuydu; eğer yeni-Osmanlıcılık eski imparatorlukta olduğu gibi farklı toplulukları kucaklamaksa (Kürtleri ve Ermenileri), o zaman Osmanlı gibi olmaya çalışın. Yani, etnik kimlik üzerine kurulmamış bir modeli övmeye çalışıyordum. Şimdi korkunç birşey söyleyeceğim. Bakın Ortadoğu alt üst olmuş durumda. Böyle ortamlarda ister istemez bir devlet bölgesel güç olarak sivrilir.

Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak Müslüman ülkelere model olduğundan mı bahsetmeye başlayacaksınız yoksa?

- Eh illa biri model olacaksa Türkiye olsun tabii. Türkiye’de yaşananlar çok ilgimi çekiyor. Bazı paradoksal durumlar da var aslında. Yanlışsam beni düzeltin, AB üyeliğini isteyenler neo-liberal İslamcılar, şüpheyle yaklaşanlar daha ulusalcı bir çizgi izleyen Kemalistler değil mi?

Avrupa’nın tuzağına düşmeden özür dileyin

Siyasi doğruculuğun sorunu zaten geleneksel olarak alışkanlığımız olan şeyleri yasal zemine oturtma çabası. Bu tür meseleleri yasalaştırmaya çalışırsanız uzun vadede ters teper. Yahudi soykırımında bile biliyorsunuz bazıları kaç kişinin öldürüldüğünü yasaya bağlamaya çalıştı. Düşünsenize ben beş milyon değil dört milyon dokuz yüz bin Yahudi katledildi dersem ceza alacağım. İşte bu benim için siyasi doğruculuğun fiyaskosudur. Bu yöntemlerle ırkçılığı yeniden üretmekten başka birşey yapamazsınız. Bence Türkiye buna Ermenilere yapılan korkunç şeyleri kabul ederek yanıt vermeli. Ama bunu yaparken kesinlikle kendinizi Avrupalılara karşı ezik bir şekilde konumlandırmayın. Avrupa’da pek çok ülke ulus devlet olmaya çalışırken pratikte benzer kıyımlar yapmıştır. Siz de Osmanlı’nın son döneminde başlayan modernizasyon hamlesi çerçevesinde Avrupalılara benzemek için bunu yaptınız aslında. Evet bunlar Kemal’den önce oldu (Mustafa Kemal’i kastediyor). Aslına bakarsanız Kemal çok daha iyiydi, eleştirildiği kadar kötü bir adam değildi. Sonuçta ne oldu? Avrupalılar sizi damgaladılar, sanki tek kötü adamlar Naziler ve Türklermiş gibi. Ben aslında Ermenilere yapılanın büyük endüstriyel bir planlamanın sonucu ortaya çıkan bir etnik temizlik kampanyası olduğunu da düşünmüyorum. Tamam belki bir şekilde planlıydı ama herkesin vahşilikte birbirinden geri kalmadığı dönemlerden bahsediyoruz. Özür dileyecekseniz de unutmayın özrü Avrupalılardan dilemeyeceksiniz. Avustralyalılar da Aborijinlerden özür diledi sonunda. Ama siz de özür dilerken Avrupa’nın tuzağına düşmeyin, onlara benzemek için yaptığınızı söyleyin, onları da suçlayarak yapın bu işi. Bu şekilde bir özürden Türkiye’nin kaybedeceği birşey yok. Zaten ancak gerçekte güçlü olanlar hatalarını kabul edebilir.

Tüm Kürtler Türkiye’de birleşse mükemmel olmaz mı

2007’de Türkiye Kuzey Irak’a sınır ötesi bir müdahale için meclisten tezkere çıkarttığında Guardian için eleştirel bir yazı kaleme almıştınız.

- Aslında eleştirdiğim Batı idi. Avrupa askeri müdahaleleri kendine reva görüyor ama bu hakkını adeta monopolize ediyor. İşte tam da bu nedenle her ne kadar Kürtlere yönelik askeri operasyonlara karşıysam da Türkiye’nin pozisyonuna biraz sempatim yok değil. Çünkü Türkiye ‘Umrumda değilsiniz, siz yapıyorsunuz ben de yaparım’ diyor bir anlamda.

Bir yandan da Kürtlerin siyasi taleplerine sempatiniz yok mu?

- Tarih boyunca kimse Kürtleri istemedi. Türkiye’de, Suriye’de, İran’da, Irak’ta sorunları var. Kolonyal gerekçelerle cetvelle parçalandılar. Ben bugün Osmanlıvari bir çözümü tek çıkar yol olarak görüyorum. Biliyorsunuz umutsuzca yeni bir model arayışındayım. Acaba çok kültürlü bir yapı için Osmanlı modeli bugün işe yarar mı diye sorguluyorum işte. Tabii bu toplulukların birbirine karşı tolerans içinde yaşadığı bir model için devletin yasal çerçevesi yetmez. Bizlerin de minimum bir dizi kültür normlarını benimsemiş olmamız gerekiyor. Bu süreçte belli bir kültürün diğerleri için tolerans alanını tanımlarken biraz daha avantajlı bir konumda olması da kaçınılmaz. Avusturya İmparatorluğu’nda da Osmanlı’da da bu böyleydi. Ama bugün Kürtlere kültürel otonomi vererek Türkiye ulus devlet modelinden çıkış için dünyaya bir model yaratamaz mı?

Bu Türkiye’de bazıları için geçerli bir korku.

- Hayır, hayır. İlla birilerinden kopmak gerekirse Irak’taki Kürtler kopar, hatta size katılmak ister. Şimdi çok korkunç birşey söyleyeceğim ve yeni-Osmanlıcılar bunun için muhtemelen beni çok sevecek. Uzun vadede bütün diğer ülkelerdeki Kürtler, Türkiye’nin altında birleşse mükemmel olmaz mı? Bunun savaşsız çok da mümkün olmadığı aşikar. Ama bu ideal bir çözüm olabilirdi. Suriye, Irak ve İran Kürtleri, Türkiye Kürtlerinin liderliğinde Türkiye çatısı altında ancak özerk bir yapı içinde temsil ediliyor. Şimdi bana bunun yapılamaz olduğunu söyleyeceksiniz. Peki o zaman bu iş nereye gidecek?

(..)

Kaynak: Cansu ÇAMLIBEL / Hürriyet Planet

TÜRKİYE ORTADOĞU’NUN SODASIDIR
EREN EĞİLMEZ
03 Eylül 2011



Son dönem Türkiye–İsrail ilişkileri üzerine yapılan haberlerin çoğu Erdoğan’ın karizması ile başlıyor Davutoğlu’nun stratejik dehalığı ile son buluyorken BM’nin bu Palmer raporu da nereden çıktı?

Bizimkiler hiç vakit kaybetmeden postalarını koydular: “Eğer siz bizi yok sayarsanız biz de sizi yok sayarız” demeye getirdiler. Neticede BM raporunun yok sayılacağı Türkiye’nin en yetkili ağızlarınca da dile getirildi.



Bir kez daha İsrail’in “vaat edilmiş topraklar”da nasıl kurulduğu ve kalıcı olmayı nasıl başardığı gerçeği Türkiye’nin bu “dev” siyasetçilerinin gölgesinde un ufak oldu.

Ortadoğu’nun sanal kahramanı Türkiye, İsrail’in varlığına olamasa da Londra merkezli oyun ortaklarının da “sevemediği” hükümetine kafa tutmaya devam ediyor hâlâ…

Oysa bölgenin korsan ülkesi İsrail’in Ortadoğu’da bir garnizon devlet olarak yaşayabilirliliğinin siyaseten sınırlılığı ve tarihsel koşulları tartışılmayıp gündemden uzak tutuldukça “cambaza bak” oyunu Davos sirkini de aşan kanlı bir uluslararası gösteriye dönüşüyor.

Türkiye ordusunun sınır ötesi görevlerine çıkışını Ortadoğu’da meşrulaştıracak en ikna edici gerekçe tabi ki İsrail olacaktır. İran gibi ciddi ve gerçek bir hasım yerine bölgenin ikinci İsrail’i haline dönüşmüş olan Türkiye gibi bir “düşman” her zaman tercih edilecektir.

Arap coğrafyasının –kültürel ve dini anlamda olduğu kadar jeo-stratejik anlamda da- şah damarı olan Kudüs, emperyalizm açısından yalnızca Ortadoğu’nun kontrolü için değil Kafkas ve hatta Afrika jeo-politiği açısından da kritik bir mevzidir.

Gelecekte Kudüs’ün hiç de yabancısı olmayan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Filistin’e “barış gücü” olarak gönderildiği günleri de görebiliriz.

İsrail’in bir devlet olarak meşruluğunun yıllarca Ortadoğu halklarınca içselleştirilememiş olmasının yarattığı bölgesel gerginliğin bu coğrafya için tasarlanan “yeni düzen” adına sürdürülemez olduğu bir gerçektir.

Bu “yeni düzen”in ilk basamağı toprakları serbest ticaret bölgelerine dönüştürülmüş, insanları da İsrail’e ucuz işgücü haline getirilmiş bir “özgür” Filistin ve tamamen NATO’laşmış bir İsrail yaratmaktır.

İsrail’in yalnızca bir güvenlik devleti olarak değil din temelli bir güvenlik toplumu olarak örgütlenmiş olan siyasal formasyonu Ortadoğu halklarına tarihsel, siyasal ve kültürel gerçekliklerini sürekli olarak hatırlatmakta ve bu halkların kendi coğrafyasının mutlak hâkimi olma refleksini daima diri tutmaktadır.

Bölge halklarını bu refleksleri diri olduğu sürece Siyonizm ile yapılacak bir “barış”a ikna etmek oldukça güçtür. Oysa Ortadoğu’dan talep edilen Siyonizm’i hazmetmesidir.

Bölge halkları son bir asırdır siyasal birliktelikten ve iktisadi zenginlikten yoksun bir şekilde esaret ülkelerine hapsedilmişlerdir. Bu halkların başlarına da birer yerel bekçi olarak kendilerini yönetenler dikilmişlerdir.

Emperyalizmin 20. yy’da bölgenin doğal kaynaklar haritasını parçalara ayırarak güçsüz devletçikler arasında pay ettiği bugün için sıradan bir gerçektir.

Emperyalizmin sınırları çizen cetvelinin çalışma prensibiyse basittir; bünyesinde çatışma potansiyeli ve çelişkiler barındıran toplumları rakip devletlere ayrıştırarak bölgede istikrarsızlığın istikrarını inşa etmek…

Toplumsal örgütlenmelerini din, mezhep, etnisite ve hatta aşiret bağları üzerinden kuran Ortadoğu’nun yönetici elitleri toprak ve servet biriktirme kavgalarını da aynı dinamikler üzerinden vermişlerdir.

Ortadoğu’nun yönetici elitlerinin diğer feodal rakiplerini alt etme konusunda geliştirdikleri yegâne çözüm; rekabet halindeki emperyalist aktörlerden biriyle işbirliği kanallarını zorlamak, ülkesini ve halkını o güçlü kollayıcıya teslim ederken kendi yerel iktidarını ve elindeki şahsi servetini rakipsiz bir şekilde güvence altına almaktır.

Ortadoğu’da ve hatta K. Afrika’da bugünlerde çöken yapı işte bu kokuşmuş düzendir.
İsrail devleti ise doğuşu itibariyle Britanya emperyalizminin Ortadoğu kapısını açmak için kullandığı bir vurucu güçtür.

Britanya emperyalizminin işlevlerini 1945 sonrasında –emperyal belleğiyle birlikte- devralan ABD, 20. yüzyılın ilhak tapınağı olan İsrail’in koruyucu babalığını da üstlenmiştir.

Emperyalizm 20. yy’da Ortadoğu’yu çevresiyle sürekli çatışma halinde olan devletçiklerle donatmış, böylelikle önce hammadde sonra da İsrail’in güvenliği sorununu halletmiştir ancak 21. yy’a gelindiğinde tıpkı 19. yy’da olduğu gibi herhangi bir devlete tahammül edemeyeceği bir sürece yeniden girmiştir.

Emperyalistler kendi haşmetli devletleri dışında yeryüzünde bir başka devlet organizasyonu daha istememektedirler. 20. yy’da kendi aralarındaki rekabetten doğan tüm devletçikleri dağıtma konusunda liberalizm küresel mutabakatını yüksek oranda sağlamıştır.

Dünya siyaseti soğuk savaş sonrasında yeniden 150 yıl önceki küresel güç dağılımına doğru evrilirken 10 yıl öncesi uzak geçmişe, 150 öncesi ise yakın geçmişe dönüşmüştür.

Yaklaşık 150 yıl önce Britanya, Almanya ve Fransa’nın kendi aralarındaki kolonyalist rekabetin ve Rusya karşısında oluşturdukları stratejik birlikteliğin bu ortak geçmişini yok sayarak bugünleri anlamlandırmaya çalışmak boş bir çabadır. Şimdi ise Rusya’nın yanına yeni aktörler de katılmıştır.

“Yeni Dünya Düzeni” denilene tarihsel perspektiften bakıldığında bugün için ortada yeni olan hiçbir şey olmadığı açıktır.

Küçük devletçiklerin 7-8 büyük ulus-devlet etrafında kümelenmesi yoluyla bloklaşmaya gittiği bu dünya sistemine “yeni” demek büyük bir illüzyondur. Hele de Türkiye’nin etrafında bloklaşılan bu 7-8 ülkeden biri olduğunu sanmak illüzyondan da ötedir.

Doğu bloğunun çözülüşüyle birlikte yayılmacılığın siyasi haritasını sınırlayan koşullar da ortadan kalkmış ve itibarı dünya halklarının isyanlarıyla beş paralık olan eskinin sömürgeci yayılmacılığı “Yeni Dünya Düzeni” markasıyla bir kez daha politika piyasasına sürülmüştür.

ABD’nin gelinen bu süreçte soğuk savaş dönemindeki hegemonyasını sürdüremeyeceği ise 21. yy’ın bir diğer gerçeğidir.

Her geçen gün daha da şekillenmekte olan emperyalist bloklar arasındaki açık rekabet zaman içinde iyice görünür bir hal alırken örtülü birliktelikler ise daha fazla kamufle olmaktadır. BM, NATO vb uluslararası düzenleyici kurumlar denilen yapılar ise kapitalist enternasyonalin müzakere masaları olarak daha da işlevselleşmektedir.

Türkiye gibi emperyalist hiyerarşinin alt orta basamağında bulunan ülkeler uluslararası alandaki konumlarını unuttukları anda bu “düzenleyici kurumlar” aracılığıyla hizayı bozmamaları ve kapitalist enternasyonalce tarif edilen sınırlarının dışına taşmamaları yönünde uyarılmaktadırlar.

Mesela Türkiye Rasmussen’in NATO genel sekreterliğine “diklenmeden dik durma” stratejisiyle dirense de uluslararası sistemden Erbakan tarzında bir “hadi oradan” cevabı almış ve oturmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın “NATO’nun Libya’da ne işi var?” çıkışına ise yanıt pratikte verilmiş, NATO destekli Libyalı muhalifler Trablus’a girerken Türkiye onlara selam durmak dışında 300 milyon dolarlık nakdi de elden teslim etmeyi görev bilmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın Kaddafi’den insan hakları ödülü almasıyla keskin bir Kaddafi karşıtı olması arasında geçen süredeki hızı çağımızın sürat limitlerini bile aşmış, dünya Türkiye’nin manevra kabiliyetine bir kez daha tanıklık etmiştir.

Hatırlarsanız “mucizevî başarılara imza atan” Dışişleri Bakanımız Sayın Davutoğlu Libya ile ilgili bilgilendirme turları çerçevesinde DSP’yi de ziyaret etmişti. Ziyaret sonrasında da DSP Genel Başkan’ı Masum Türker’den “NATO’nun Libya operasyonunun merkezi İzmir olacak” açıklaması gelmiş, Davutoğlu ise bu bilgiyi yine hızla yalanlamıştı.

Bu yalanlama haberinin tarihi 25 Mart 2011’di, “NATO operasyonu İzmir’deki NATO üssünden komuta edilecek” spotuyla geçen haberlerin üzerinde görülen tarih ise 26 Mart 2011’di.

Türkiye yalanlamak ve yalanlanmak konusundaki hızıyla çağın çok ilerisine geçtiğini daha önceki bu süreçte de bir kez daha ispatlamıştı.

Şimdi ise bu BM raporuyla birlikte “Küresel Ergenekon” üzerine çeşitlemeler dinleme ihtimalimiz yüksektir. BM’nin bu raporunu hazırlayanların arasında yer alan “neo-con” unsurları tespit etmek konusunda hafiye gazetecilerimizin şu an muazzam bir emek harcadıklarını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek...

Onların işini kolaylaştırmak adına kendilerinin de yakından bildikleri, hatta hayranlık duydukları ve belki de hayranlığın ötesinde angajmanlara bile girdikleri Chatham House’u hatırlatalım. Onlardan, pek de açık etmek istemedikleri bu uzmanlıkları ışığında, bizi Chatham House’un Dünya ve Türkiye ekonomisi ve siyasetindeki iz düşümleri konusunda “aydınlatmalarını” dileyelim.

Israrla Chatham House dememin sebebi şu; eğer Chatham House’u gölgeleyip Henry Jackson Society’den bahsedilecek olursa yine yırtık bir resmin yarısıyla avunmamızı isteyecekler demektir.

Belki bu sefer de hiçbir ekolun diğer bir deyişle sermaye fraksiyonunun adı yine anılmayacaktır. Bunu zamanla göreceğiz.

İsrail’in hazırlattığı Mavi Marmara Raporu yani nam-ı diğer Turkel Raporu ile BM’nin Palmer Raporu arasında öyle müthiş bir fark var mı, “büyük analistlerimiz” bu konuda da bizleri tez zamanda “doğru” bilgilerle donatırlar diye düşünüyorum.

Hazır elleri değmişken Nobel Barış Ödüllü Lord David Trimble hakkında da detaylı bir yazı yazarlarsa kendi adıma çok faydalanacağım. Ne de olsa Lordumuz bir “İrlanda Sorunu” uzmanı, Türkiye’nin de “çözüm” bekleyen sorunları yok mu? Deneyimlerinden faydalanırız belki!..

Bölgeye dair bu uluslararası işbölümünde Türkiye’ye yüklenen görevler ışığında Türkiye siyasetinin baş aktörleri ellerinden geleni yapıyorlar ve muhtemelen gelecekte de Türkiye’nin bölgeye ilişkin sorumlulukları daha da çeşitlendirilecek.

Son yıllarda Türkiye içinde yaşanan açılım ve dönüşüm süreçlerini bu yeni işbölümünden bağımsız değerlendirmek imkânsızdır.

Türkiye 21. Yüzyıl itibariyle –zaten eksikli olan- iç dinamiklerini tamamen yitirerek 19. Yüzyıl kriterlerine uyumlaştırılmış klasik bir bağımlı ülkeye dönüşmüştür.

Türkiye’nin bu bağımlılık süreci elbette son 10 yıla indirgenemez.

Türkiye’nin bağımlılığını pekiştirirken yeni bağımlılık biçimlerini de beraberinde üreten bu uluslararası eşitsiz ilişkilenme biçimi, zaman içinde tümlenen bir tarihsel trajedidir.

Ortadoğu emperyalizm eliyle bir çiftliğe dönüştürülmeye çalışılırken Türkiye yönetici sınıfları da bu çiftliğin kâhyası olabilme hayallerini bölge ölçeğinde bir başarı hedefi olarak ülke kamuoyuna kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Türkiye’nin emperyalist hiyerarşide basamak atlama çabası ve bu uğurda harcadığı enerji dünya siyasetini doğru okuyup bu okumaya uygun doğru küresel pozisyonu almak olarak pazarlansa da gerçek her defasında süpürüldüğü halının altından taşmaktadır.

“Türkiye gittikçe artan önemiyle bölgesel bir güç olma yönünde ilerliyor” denilerek geri bıraktırılmış bir ülkenin kırılmış gururunu okşayanlar diledikleri zaman da o gururu tekrar nasıl kırabileceklerini çeşitli vesilelerle göstermeyi ihmal etmiyorlar.

Türkiye’ye bölgede bir hazmettirici ülke olarak ihtiyaç duyanlar, bu görev layıkıyla yerine getirildiği sürece Türkiye’ye övgüler düzmeyi ve ülke yöneticilerini de ödüllere boğmayı sürdürüyorlar.

Türkiye, “Siyonizm ile barış” ve” emperyalist demokrasi” lokmalarını yutmakta zaten zorlanan Ortadoğu’ya bu yediklerini hazmettirmesi beklenen bir sodadır.

Yeri geldiğinde bölgede biriken gazı almak da Türkiye’nin bu işlevinin doğal bir sonucudur.

Ne diyor Sayın Cumhurbaşkanımız: “Bugünkü İsrail hükümeti kendi halkına da aslında yük olan bir hükümettir.”

Yani Ortadoğu’da sorun İsrail’in varlığı değil, İsrail hükümetinin tutumudur.

Aslında Siyonizm iyidir ama hükümeti kötü…

Filistin’e bakıp da üzüntülere “gark” olabilirsiniz ama dert etmeyiniz.

Onca yediğinizin üzerine o kadar karın ağrısı da olacak elbet…

http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=207

Türkiye'nin stratejik güç çağı geliyor'
13 EYLÜL 2011

İngiliz Guardian gazetesinde Türkiye'nin dış politikasını ele alan bir yorumda "Türkiye'nin çağı geliyor" denildi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Kuzey Afrika gezisi dolayısıyla Guardian'a yazan Michigan State University'den uluslararası ilişkiler profesörü Muhammed Eyub, Türkiye'nin bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmasıyla Orta Doğu'nun artık eskisi gibi olmayacağını belirtti.

Yazar özetle şöyle dedi:

"Türkiye'nin İsrail Büyükelçisi'ni sınır dışı etmesi, diplomatik ilişkilerini asgari seviyeye indirmesi ve Erdoğan'ın tavrını giderek sertleştirmesi, Türkiye-İsrail ilişkilerinde gelip-geçici bir sorun değil. Bunlar, Türkiye'nin İsrail'in özür ve tazminat konusunda ayak sürümesinden artık usandığının işareti."
"Obama yönetimi, Türkiye ile İsrail arasındaki sürtüşmenin Amerika'nın stratejik çıkarlarına zarar verebileceğinden endişe etmesine karşın, iç siyasi nedenlerle İsrail üzerinde baskı kuramadı. Washington, bu tavrıyla NATO'nun çok önemli bir üyesi olan Türkiye'yi yabancılaştırabilir."

'İsrail artık rakipsiz değil'

"Bölgede şu anda yaşananların, Orta Doğu'nun geleceğinde önemli etkileri olacak. Bu, İsrail'in Doğu Akdeniz'deki hakimiyetinin rakipsiz olmadığını gösteriyor. Erdoğan, Türk donanmasının bölgede artık daha aktif bir rol oynayacağını söylüyor. İsrail'in uluslararası hukuka meydan okuması ve özellikle işgal topraklarına yönelik politikaları uluslararası forumlarda bundan böyle ciddi sınavlarla karşılaşacak."

"Bölgedeki ayaklanmalar sonrasında, Türkiye'nin pozisyonu, Filistin ve İsrail işgali konusundaki ana akım Arap görüşüne daha da yakınlaşacak. Bu durum, Türkiye'nin Arap dünyasındaki konumunu güçlendirecek ve Filistin konusunda daha aktif bir rol üstlenmeleri için Arap hükümetleri üzerindeki baskıyı artıracak. Geçiş sürecindeki ülkelerde İsrail'e karşı daha sert bir tutum izlenmesi isteniyor. Türkiye örneği ardından Mısır ve Ürdün'ün elçilerini çekebileceğinden söz ediliyor."

"Şu anda bölgede tanık olduklarımız, Orta Doğu'yu Avrupa'ya bağlayan stratejik bir güç olarak Türkiye'nin çağının gelişine işaret ediyor. Bu Ankara'nın dış politikada bağımsızlık ilanıdır. Orta Doğu bundan böyle asla aynı olmayacak."

Prof. Muhammed Eyub, ABD’nin Orta Doğu politikasında önemli bir değişikliğe gitmesi gerektiğini belirterek yazısını şöyle noktaladı:

"Eğer Amerika, Orta Doğu'daki stratejik çıkarlarını muhafaza etmek istiyorsa, İsrail-Filistin meselesine hızlı ve adil bir çözüm bulunmalıdır. Washington, İsrail'e koşulsuz destek politikasını yeniden değerlendirmeli ve tarafsız bir siyaset izlemeli. Buna Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'ndaki Filistin tasarısı da dahildir. Her şeyden önemlisi Amerika bölgede yükselen üstün bir güç ve Batı'yla Müslümanlar arasındaki köprü olarak Türkiye'nin stratejik önemini hafife almamalı."
BBC

Bir 'uyanık' ve Akdeniz'de Türkiye-Avrupa çatışması
İbrahim Karagül
ikaragul@yenisafak.com.tr
16 Eylül 2011

Türkiye'nin en büyük rakibi müttefikleridir. Hatta Türkiye için en büyük tehdidin kaynağı müttefikleridir. Yakın gelecekte, geleneksel ortaklarımızın Türkiye karşısında duvarlar öreceğini, onu içinde bulunduğu coğrafyada etkisizleştirmeye, silip atmaya yönelik derinlemesine uygulamalara girişeceğini açıkça ve iddialı bir şekilde söyleyebiliriz.

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin, yanına İngiltere Başbakanı David Cameron'ı da alarak apar topar Libya'ya gitmesini "sürpriz ziyaret" diye sorgulayan Türk medyası, aslında birkaç yıldır Akdeniz ve Ortadoğu'da Türkiye ile "müttefikleri" arasında rekabetten bile öteye geçen nüfuz çatışmasını derinlemesine irdelemek ve anlamak zorundadır.

Şu an Akdeniz'deki en büyük gerilim Türkiye-İsrail gerilimi değil. İsrail ve Fransa'nın ortaklaşa oluşturduğu "yeni cephe" ile Türkiye arasındaki krizdir. Doğalgaz anlaşmaları, Akdeniz kaynaklarının işletilmesi ve Akdeniz-Ortadoğu'da yeni bir denetim haritasının oluşturulması konularında Türkiye ve müttefikleri keskin bir çatışmaya girmiş durumda.

Sarkozy'nin, Libya ziyareti aslında bir süredir devam ettiği "rol çalma" girişimlerinin sadece yeni bir örneğidir. Üstelik bu, diğerleri kadar şaşırtıcı da değil. Çünkü; Fransa, Birleşmiş Milletler kararı çıkar çıkmaz, hem de hava saldırılarına izin çıkmadan Libya'ya askeri harekat başlattı. Diğer Avrupa ülkeleri ve ABD arkasından geldi. Sonrasında da müdahale bir şekilde NATO'ya bırakıldı. Dolayısıyla Sarkozy, Libya'ya muzaffer lider olarak gidiyor. "Bu kadar iş yaptık, neden Türkiye'ye bırakalım" diyerek, Türkiye'nin Kuzey Afrika'ya açılımını sabote etmesi şaşırtıcı bir durum değil.

Daha saldırılar devam ederken Libya muhalefetinin Türkiye karşıtı açıklamalarını, Bingazi'de Fransız bayraklarıyla yapılan gösterileri ve Türkiye konsolosluğuna yönelik protesto eylemlerini de Fransa örgütlüyordu.

Ancak Sarkozy'nin "rol çalması" bu olayla sınırlı değil.

Türkiye; Suriye, Irak, Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri, Ürdün, Kuzey Afrika ülkeleri ve Mısır'la derin bağlantılar kurarken, bölgesel etkisini artırırken, yeni bir aktör olarak hegemonyacıların hareket alanını daraltırken "Birileri Şah-Mat diyecek", "Oyun bozucular harekete geçecek", "Müttefikleri Türkiye'ye dur diyecek" başlıklarıyla bugün gelinen durumu çok önceden tartışmaya açtık. Şimdi bu oluyor. En yakın müttefiklerden İsrail karşıt cepheye geçerken, Fransa ve Almanya Türkiye'yi Avrupa Birliği'nden uzaklaştırmakla kalmıyor, Ortadoğu'dan da silip süpürmeye, yükselen etkisini kırmaya, bölgede Türkiye karşıtı ters rüzgarlar estirmeye çalışıyor.

"Arap Baharı" rüzgarıyla bu fırsatı yakaladılar. Türkiye'nin o güne kadar inşa ettiği her şeyi yıkmaya çalıştılar. Ama rejimler, liderler değişince Türkiye'nin etkisi daha da güçlenmeye başladı. Sanırım Sorkozy'yi çıldırtan da bu oluyor. Aynı ülkelerin Rum Kesimi, İsrail ve Yunanistan'la oluşturduğu "Yeni Akdeniz Ekseni" tamamen Türkiye karşıtı bir eksendir ve Türkiye'nin artan gücünü sınırlamayı amaçlamaktadır.

"Arap Baharı"ndan önce, Türkiye-Suriye model ortaklığını kırmak için de Sarkozy rol çalma uyanıklığını göstermişti. Türkiye'nin arabuluculuk rolünü üslenmeye çalışmış, bu tutumu Suriye engeline takılmıştı.

Türkiye, Suriye, Irak, İran'dan Körfez ülkelerine, Lübnan'a hatta Orta Afrika'ya kadar "Ortadoğu'nun 21. yüzyılı"nı başlatan cazibe merkezi oluşurken, entegrasyon projeleri hararetli tartışmalara neden olurken, Fransa öncülüğünde ülkeler bu "yeni düzeni" bozmak için düğmeye basmıştı. O günlerde "Türkiye'yi nasıl durduracaklar" sorusunun cevabını bulmaya yönelik tartışmalara öncelik veriyorduk.

Sadece İsrail'le "bozulan" ilişkilere saplanıp kalmamayı, müttefiklerimizin tutumlarındaki değişiklikleri dikkatle takip etmeyi önerdik. Özellikle Ortadoğu/Afrika'da derin sömürge geçmişi olan, enerjiden güvenliğe derin etkileri olan ülkelere dikkat çektik. Bu ülkelerin, "yeni durum" karşısında paniklediğini çünkü alanlarının daraldığını, eskisi gibi rahatça oyun kuramaz olduklarını vurguladık.

Önceleri Türkiye'nin barışa yönelik çabalarını destekliyor görünen bu ülkeler, zamanla oluşmaya yüz tutan güç ve zenginliğe ortak olma yarışına girdi. Süreç ilerledikçe ortaklığın yetmeyeceğini, pastadan paylarının hızla küçüldüğünü fark ettikçe endişelerini gözlememeye başladılar. "Türkiye Doğu'ya kayıyor, Batı'dan yüz çeviriyor, İslam dünyasına odaklanıyor" türü kısır değerlendirmelerle hem dünyada hem de Türkiye'de bir tür ideolojik tartışma başlatmak istediler. Bu da başarılı olmayınca açıktan Türkiye'nin karşısına geçtiler. İsrail ve Fransa'yı öne çıkararak, Türkiye'ye kenara itmeye odaklı bir süreç başlattılar. Şu anda bölgede bu çatışma yaşanıyor. Çatışmada rol üstlenmeye çalışan, öncü olmak isteyen ülke ise Fransa!

Artık Türkiye ve AB bu bölgede ortak değil, rakip iki güç olacaktı ve oluyor da. Sarkozy'nin İsrail'i yanına alarak rol çalmaya soyunması, basit bir uyanıklık zannedildi o günlerde. Şu anki Libya çıkışı da öyle değerlendiriliyor. Bu yanlış!

Sarkozy, AB lideri olarak Ortadoğu'da rol üsleniyor. Arkasında AB'yi, İsrail'i, Yunanistan'ı taşıyor. Türkiye'nin Basra Körfezi'nden Kuzey Afrika'ya uzanan kuşakta hızla yükselmesi, son olarak Mısır'da büyük bir çıkış yapması karşısında oluşan sert ve kışkırtıcı eksene öncülük ediyor.

Akdeniz'de Türkiye ile Fransa arasında yaşanan mücadele, restleşme, jeopolitik çatışma, uzun ömürlü olacaktır. AB'nin Ortadoğu/Akdeniz politikaları, Türkiye'nin yakın bölge politikaları, Türkiye-AB ilişkileri üzerinde derin izler bırakacaktır.

Türkiye'yi Avrupa'dan dışlamaya, Ortadoğu'dan dışlamaya, Akdeniz'de yok etmeye ve Anadolu'ya hapsetmeye ayarlı bir uğraştır bu. Son derece dikkat isteyen bir süreçtir. Terör kartı, enerji kartı, Akdeniz'de güç mücadelesi, yeni güçler dengesinin oluşturulması, Türkiye'nin ve bölgenin 21. yüzyıla dönük girişimleri üzerinde fazlasıyla belirleyici olacaktır. Bu, yeni tür bölgesel Soğuk savaş'tır.

Sarkozy ve Angela Merkel'in: İsrail, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan üçgenindeki mekik diplomasisini izlemek bile, nasıl bir harita oluştuğunu görmek için yeterlidir. Türkiye, tahmin ettiğimizden çok daha büyük bir meydan okumaya girişmiştir!
Yeni Şafak

"Türkiye Bizim İçin Gökyüzünde Bir Yıldız"
12 Ocak 201



Ankara'da bulunan Kırgızistan Cumhurbaşkanı Atanbayev, Türkiye hakkında övgü dolu sözler dile getirdi ve "birleşelim" çağrısında bulundu.

Türkiye'de temaslarda bulunan Kırgızistan Cumhurbaşkanı Atanbayev, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine hitap etti.

Konuk Cumhurbaşkanı konuşmasında sık sık Türk kardeşliğine vurgu yaparak, "Eski Türkler her zaman birbirlerini sırtlarını korumuşlardır. Geçmişimi unutmamalıyız ve korumalıyız, işte o zaman geleceğimiz de parlak olacaktır''' dedi.

''Türk Devletleri İçin Türkiye Gökyüzünde Bir Yıldızdır"

Türkiye'ye ilişkin övgü dolu cümleler kullananan Atanbayev, ''Türk devletleri için Türkiye gökyüzünde bir yıldızdır. Gökyüzü bulutlarla kaplı olsa bile arkada bir yıldız vardır'' diye konuştu.
"Sizin İçin Şehit Olan Atalarımızı Unutmayınız''
Cumhurbaşkanı Atanbayev, sözlerine şöyle devam etti.
''Türk hükümetine yardım olarak Orta Asya Türkleri Türkiye'ye 10 milyon altın göndermişti. Sonuçta birlikte Tükiye'yi koruduk. Sizin için şehit olan atalarımızı unutmayınız''
Türkiye'ye Birleşme Çağrısı Yaptı
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Cemil Çiçek ile görüşmesinde de birlik ve beraberliğe vurgu yapan Atanbayev, Türk Devletlerinin daha güçlü olması için birleşme çağrısı yaptı.
Atanbayev, ''En gelişmiş en büyük ülke Türkiye ve birleşmek gerek bir liderin etrafında. Mesela Slav, Rum ülkeleri birleşiyor, hiç olmazsa kültür olarak'' diye konuştu.
TRT

ŞUBAT AYI OLAYLARININ, 2012'YE HAS ZAMAN KALITESIYLE ILINTISI...
12 ŞUBAT 2012



Eski ve yeni MİT Müsteşarlarının "Özel" mahkemelere ifade vermeye çağrılmaları, muazzam bir olaydır. Bu yapılabildiyse, Başbakan da yargılanabilir demektir...
Ve bu işin yangından mal kaçırırmış gibi yapılması, "Müslüman" devletin içinde Fethullahilerle Tayyullahiler arasında bir kapışma gibi duruyor -ama çok daha karmaşık ve önemli bir olay olduğundan emin olabilirsiniz...
İş ciddi...
İran savaşı yaklaşıyor ve İran'da olan her büyük değişiklikten sonra Türkiye mutlaka etkilenir. 1979'da İran devriminin ardından Türkiye'de 1980 darbesi olmuştu...
Hükümet çevrelerini ve devleti iyi tanıyan dostların ne düşündüğünü öğrenmek için sosyal medyayı (Twitter) okuyorum ama kesin birşey henüz görülmüyor, rivayetler muhtelif...
Burada Aralık ayından beri Şubat'ta olabilecek önemli olaylara dikkat çekiyorum. Bence bir tanesi bu...
Ben, Şubatta başlayıp 2013 ortasına kadar yaşanabilecek olayların genel karakterini yeniden sıralayayım:
1. Ülkenin şimdiye kadarki haliyle varlığını değiştirecek olaylar -ve onlara karşı kitlesel olaylar...
(Türkiye'nin hayat-memat meselesi haline gelebilecek bir takım olaylar...)
2. Şimdiki yönetici elitin bütünüyle değişmesine yol açacak bir dizi olay...
3. Olayların askeri bir boyuta sahip olması...
(Bunun anlamı 'savaş', ayaklanmalara 'asker müdahalesi' ve/veya 'darbe' olabilir)
4. Türkiye'nin kendi karakterine ters hareket eder hale gelmesi...
(Türkiye'nin komşularıyla ve dünyanın yarısıyla papaz olması ve bunu çok düşük bir seviyeden yapması, buna örnek gösterilebilir)
5. Hükümet demokrasiyi kıstıkça ve baskılar arttıkça, şiddet potansiyeli katlanarak artabilecek bir durum...
(Tekrarlayalım: Büyük bir değişim başladı, bunu baskıyla engellemeye ve "muhafaza" etmeye çalışmak, bunu deneyenlere çok pahalıya patlayabilir!)

Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Türkiye’nin (Son Derece) Nazik Durumu
Morton ABRAMOWITZ
20 Eylül 2012,
The National Interest



Bir zamanlar ekonomik başarıları ve dış politika hevesleri ile övgü toplayan Türkiye şimdi zor durumda.

Türkiye’nin sorunları Avrupa’nın ekonomik dertlerinin kopyası değil, Türkiye’nin bir zamanlar alkışlanan şimdi ise karmakarışık hale gelmiş olan Ortadoğu bir yanda ve yüzyıldır süren ve çözümsüz kalan Kürt sorunu bir yanda duruyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk politik sistemini 2014 seçimlerinden sonra oturmayı planlandığı daha güçlü bir cumhurbaşkanlığı koltuğu yolunda değiştirme gayretleri bu sıkıntıların yönetilmesini güçleştiriyor. O hâlâ Türk politikasının en önemli aktörü fakat sorunları ve aldığı eleştiriler gün geçtikçe artıyor.

“Sıfır Problem”in Çöküşü

Türkiye, Suriye meselesi ile gittikçe tükeniyor. Türkiye’nin Esad’ı indirmek için harcadığı büyük çaba destek bulmuyor ve şimdiye kadar bir sonuç da vermedi. Türkler, ordu da dâhil olmak üzere Arap ülkeleriyle askeri ilişkileri geliştirmek istediler. Erdoğan, başlangıçta takdire şayan bir politika izleyerek, Suriye meselesine insani yardım yaklaşımını benimsedi ama sayıları yüz bini aşan beklenmedik büyük sığınmacı akını ile baş etmekte zorlandı. Türkiye hiç hesapta olmayan üç yüz milyon doları bu uğurda harcadı. Suriye muhaliflerine kamplarda gizlice destek vermek için uluslararası yardımları reddeden hükümet, Hatay gibi hassas bölgelerden sığınmacıları uzaklaştırırken bir yandan da dışarıdan destek arama telaşına düştü.

Suriye Türkiye’nin Ortadoğu politikasının merkeziydi. Bir ara İsrail-Suriye barış antlaşmasının arabuluculuğunu yapmaya çalışan Erdoğan’ın Esad ile uzun süren bir yakınlığı vardı. Fakat Arap Baharı onun Suriye gayretlerini altüst etti. Erdoğan önce Esad’ı rejim değişikliğine ikna etmeye çalıştı fakat beceremedi; Şimdi Esad, Erdoğan’ın devirmeye kararlı olduğu azgın bir düşman haline geldi.

Erdoğan, Irak’ta, Yerel Kürt Hükümeti ile, on yıldır süren düşmanlık politikasını etkili bir şekilde sonlandırdı. Ticaret ve yatırımlar hızla büyüdü. Yerel Kürt hükümeti ile kurduğu iyi ilişkilerin Irak’ın kuzeyindeki PKK kamplarını yok etmeye veya azaltmaya yaracağını iddia ediyordu. Ama bu gerçekleşmedi.

Arap Baharı ortaya çıktığında Erdoğan kendini çabucak duruma uyarladı; bölgeyi dolaşıp demokrasi ve laiklik vaazları vererek Türkiye ve kendisi için hatırı sayılır bir şöhret yarattı. Arap baharı başlangıcında Erdoğan bölgede bir rock yıldızı gibi idi. Türkiye hâlâ Ortadoğu’da etkili bir aktör; ancak Erdoğan, dış basında kendisini ve politikasını pohpohlayan köşe yazılarına gereğinden fazla değer vererek hem kendinin hem de Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini abarttı. Üstelik askeri güç kullanımından da kaçındığı halde bunu yaptı.

Onun Esad’a karşı cephe alması Türkiye’yi iç ve dış politikada tehlikeli bir köşeye sıkıştırdı ve ABD Erdoğan’ın beklediği yardımı sağlamadı. Erdoğan’ın Suriye olaylarına müdahalesi, İslamcı politik çevreler de dâhil olmak üzere gittikçe daha fazla sorgulanmaya başlandı ve şimdi ne yapacağını bilmediği konusunda ortak bir görüş oluşmuş durumda.

Mezhep ayrımcılığı kendini göstermeye başladı. Hükümetin şiddetle inkâr etmesine rağmen, bilinçli ya da değil,Türkiye’nin Ortadoğu politikası, kendilerinden olan Sünniler’e destek vererek ilerliyor. Türkiye’nin özellikle Hatay sınır bölgesindeki Aleviler kendilerini Ankara’dan daha da uzaklaştırılmış hissediyorlar ve bölgelerine dolan yabancı Sünni güçlerden rahatsızlıklarını açıkça belli ediyorlar. En önemlisi, Türkiye’nin şii ağırlıklı Irak ve İran ile ilişkileri Suriye konusundaki fikir ayrılığı ile onarılmaz şekilde bozuldu.

Türkiye hâlâ, Irak başbakanı Nuri El Maliki’nin istenmeyen kişi ilan ettiği, çeşitli suçlardan dolayı hakkında idam cezası olan, başbakan yardımcısı Tarık El Haşemi’ye sığınma hakkı tanıyor. Uzun zamandır gizlice rekabet içinde olduğu İran ile ilişkileri, Türkiye’nin İran’ı casusluk ve PKK’ya destek ile suçlamasıyla iyice gerildi. İran ise, Türkiye’nin Suriye’deki davranışlarının bir “karşılığı” olacağı tehditleri ile açıkça düşmanca bir tavırla cevap verdi.

Türkiye için bir Kürt Baharı mı?

Erdoğan politik olarak daha da zorlayacak olan, intikam dalgalarıyla yeniden başlayan PKK savaşı. On yıl süren nispeten sakin bir süreç dışında yaklaşık otuz yıldır devam eden gerilla savaşı son aşamada daha ağır ve uzun süreli bir hâl aldı ve kayıplar daha ağır. Erdoğan, Kürtlerin politik ve toplumsal şikâyetlerine çözüm için önceleri bir gayret sarf etti, partisi güneydoğuda büyük tabana ulaştığı halde, sonuçta sorun yerli yerinde kaldı. Şimdi, gerek PKK ile artarak süren çatışma ortamı, gerek Suriye olaylarında gelinen nokta ve gerekse Erdoğan’ın kendi politik geleceğine fazlasıyla odaklanmış olması çözüm için pek umut olmadığını gösteriyor..

Aynı kendinden önceki Türk liderler gibi Erdoğan da ; PKK şiddeti arttığında reformları durduruyor; ileri adımlar atamıyor... Türkiye, bu karmaşık sorunu çözmek için , başarısızlığa mahkûm askeri politikaya geri dönüyor.

Türkiye Kürtleri ne gelince ne istedikleri hakkında belirli bir fikir sahibi değiller; çoğu bir yandan şiddetten nefret ederken bir yandan da PKK’yı destekliyor. PKK’ya gelince, amaçları yıllar içinde birçok değişim gösterdi ve şimdi gelinen noktada iyice belirsizleşti. Anketler, PKK’nın Türkiye Kürtleri üzerinde nüfuzunun azaldığını gösteriyor. Görülen o ki, PKK, Suriyeli ve İranlı Kürtlerden yardım alarak, bölgede karmaşa büyürken, çatışmayı da büyütmeyi hedefliyor; amacı, özerk Kürdistan devletinden çok kendi varlığını devam ettirebilmek gibi görünüyor. PKK lideri Abdullah Öcalan bir çeşit federal sisteme destek veriyor ve eski bu özerklik fikrinden sözetmiyor. Şimdi Suriye’de yeniden bir üslenme imkânı ve İran’dan destek alma olasılığı varken, - devlet yeniden diyaloğa davet etse de - bugünkü artan çatışma ortamı ve yükselen milliyetçi ortamda pek olası değil ama- PKK’nın müzakere masasına gelmesini teşvik edecek bir hava da yok.

Şimdi ortada Yarı-bağımsız bir Suriye Kürt hareketi var ve bu yeni bir dış baskı demek. Öte yandan Erbil ile Bağdat arasında bölünmenin işaretlerini veren bir ayrışma süreci var. Türkiye Kürtleri gerek Suriye olaylarından gerekse ve daha da fazla Irak’ın bölünmesinden hayli etkilenecek gibi görünüyor.. Irak’ın bölünmesi ise son derece zorlu ve kanlı bir süreç içinde gerçekleşecek gibi görünüyor. Şurası kesin ki, ne Türkler ne de Amerikalılar, Kürtleri kurtarmak için herhangi bir askeri desteğe yanaşmayacaklar.

Kürt meselesi Erdoğan’ın sınıfta kaldığı izlenimini veriyor ve PKK ile mücadelesi çılgın ve yetersiz görünüyor. Kürt milletvekillerini PKK destekçisi diyerek meclisten uzaklaştırmaya odaklanırken son derece çatışmacı bir tutum sergiliyor. Erdoğan sıkıntıda ve kendinden önceki liderler gibi Türk milliyetçiğine el uzatıyor ve ülkenin milliyetçi partisinden destek alıyor.

İç Politika

Bu kargaşa devam ederken Erdoğan, Türkiye’nin anayasasını başkanlık sistemi çerçevesinde değiştirmek için çok kararlı . 1980 askeri darbesi sonrası yapılan anayasanın yerine yeni bir anayasa hazırlanıyor. Erdoğan, Türkiye’yi saran kaosun, başkanlık yolunu karartmamasını ve yeni anayasanın hazırlanmasını engellememesini istiyor. Türkiye’deki genel düşünce Erdoğan’ın eninde sonunda vazgeçeceği yönünde.

Politik gerilim yükseliyor ve bu gerilim Erdoğan’ı hedefliyor. Pek çok kişi, onun yalnız Suriye politikasını değil aynı zamanda devam eden otoriter tutumunu, eleştiriden nefret etmesini ve vatanseverlik örtüsü altında medyaya karşı açtığı savaşı kınıyor.

Ayrıca, Türkiye’de İslami davranışların artışı, eğitim sisteminde, çocukları din okullarına yönlendirecek değişiklikler ve Erdoğan’ın toplumsal konularda kişisel tercihlerini dayatması büyük endişe yaratıyor. Erdoğan bazen toplumu gerçek sorunlardan uzaklaştırmak için, sezaryen ve çocuk aldırma gibi konuları gündeme getirmesiyle de dikkat çekiyor.

Muhalefete gelince hâlâ kansız ve cansız. Rakiplerinin hiçbirinde Erdoğan’ın karizması veya politik becerisi yok. Fakat taraftarları arasında bile endişe başladığı da bir gerçek. Erdoğan koyduğu kuralları değiştirmezse, sadece 3 dönem milletvekilliği yapabilen üst düzey AKP yöneticileri, arasında huzursuzluk büyüyecek. Yine de eğer Suriye ve Kürt sorunları yakın bir zamanda dibe vurmazsa, Erdoğan anayasayı istediği biçimde değiştirecek desteği bulabilecek. Fakat eğer yavaşlayan ama hâlâ ayakta durabilen Türkiye ekonomisi, bozulursa bu hevesi kursağında kalacak.

Nereye gidiyor bu iş?

Türkiye hâlâ Erdoğan’ın ülkesi. Bir dev gibi ülkeyi kaplıyor ve arada bir aksasa da kişisel popülaritesini koruyor. Muhalefet onu alt edemiyor. Geçen yıl midesindeki kanserli tümör alındığında , Türkiye’de hükümet iki hafta boyunca felç olmuştu. Farklı tarafları kucaklayan AKP şemsiyesinin, onsuz ayakta kalması pek olası değil.

Gelecek her zamankinden daha bulanık. Suriye savaşı uzarsa politika daha kötüye gidecek ve belki savaş sona erdiğinde daha da karmaşık olacak. Erdoğan’ın Ortadoğu’yu değiştirme hevesi azalsa da ihtirasından tamamen vazgeçtiği söylenemez. Din, dünyaya bakışının ayrılmaz bir parçası. Mesela Olimpiyatların bir Müslüman ülkede yapılmasını istiyor.

Öte yandan Ortadoğu, gözle görünür biçimde artan mezhep çatışmaları nedeniyle büyük sorunlara gebe. Erdoğan bütün gayreti ile Suriye savaşının etkileri ve Irak’ta olası bir parçalanmanın Türkiye dahil tüm ülkelerdeki kürtlere etkisinin sonuçlarını hesaplamaya çalışıyor..

Bu süreçte Erdoğan, başlangıca göre Batı ile ilişkilerde çok deneyim kazandı ve çok daha donanımlı. NATO'yu destekliyor, ve Batı ile yakın ilişkileri var. Obama ile harikulâde bir kişisel ilişki içindeler. Fakat Türkiye’de Amerikan karşıtlığı -ki Erdoğan bundan politik olarak faydalandı- hâlâ çok etkili bir politik güç. Erdoğan her ne kadar adanmış bir kişilik olsa da gerçeği gören biri. Ve tüm yönleriyle Kürt sorunu, onun için Aşil’in topuğu, Onun sonunu getirebilecek bir konu.

On yıldır Türk politikasında büyük bir hareketlilik görmedik. Bugün ise bazı çıkışlarla karşılaşıyoruz. Politik değişimleri tahmin etmek zordur, özellikle Erdoğan’ın katı hâkimiyeti varken- ona karşıt biri üzerine bahse girmek de aptalca olabilir. Fakat 2014’de ülkede ve komşularda kargaşanın devamı yeni partilerin ortaya çıkmasına ve hatta belki de AKP’nin dağılmasına sebep olabilir. Bunlar olurken de Türkiye önemli, dinamik ve sonsuz sürprizlerle dolu bir ülke olarak kalmaya devam edecektir.

Kaynak: Güncel Meydan Eyl 22, 2012

Kumandan Carlos: ”Türkiye sadece bölgenin değil, ümmetin de yeniden lideri olmalıdır olmalıdır (*)
27 Ekim 2013



Esselamu aleyküm!

Nasılsınız?

(12 Ekim Carlos’un doğum günü olduğu için, Cumartesiye denk gelen bu günde, Paris’e Carlos’un eski eşi ve militan yoldaşı Magdalena Kopp’tan olan kızı ve yakınları geliyor Almanya’dan..)

Daha önce hiç tanışmadığım baldızım, bir kere karşılaştığım bir kız yeğenim ve şimdi 27 yaşında olan küçük kızım geldiler. İyi oldu doğrusu. Sizi Pazartesi günü arayabileceğimi düşünüp korkuyordum ama bugün -Pazar- arama imkânı buldum.

El-Cezire televizyonu, Ahmed ebû Salah isimli zâtla yaptıkları bir görüşmeyi yayınladı geçenlerde. Avrupa’da hukuk eğitimi görmüş bu insan, Irak’ın kuzeyindeki bir aşirete mensub eski bir savaşçı. Programda bahsi edilmedi ama kendisinin bir “prens” olması lâzım.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna denk gelen dönemde, 1945′te, bir gençlik lideri, bir öğrenci lideri olarak, Haleb’te ve Şam’da Fransızlarla savaştı. Her neyse…

Birleşik Arab Cumhuriyeti’nin de meclis üyesiydi kendisi. Hatırlarsanız, o dönemde yâni 1958′de Mısır, Suriye ve Irak bir anlaşma imzalamış ve aralarında tek bir birleşik Arab cumhuriyeti tesis etmişlerdi. Gerçekte Irak buna sadece “formalite” icabı destek verdi, fiilî olarak ise hiç katılmadı. Suriye’ye gelince, üç yıl boyunca bu birlikte kaldı.

Kısacası, kendisini çok iyi tanıyorum. Televizyondaki röportajda da kendisinin o dönemde tutuklanmasından ve gördüğü işkencelerden bahsetti. Bir avukat da olduğu için, herkesin anlayabileceği tarzda ve çok güzel konuşur Arabçayı. Kendisiyle görüşen televizyoncu da bu işkenceleri dinlerken çocuk gibi ağlamaya başladı. Anlattığı bu hâdiseleri ben zaten biliyordum, kendisi Bağdat’ta bizimleydi, bizzat onun ağzından dinlemiştik. Daha sonra Berlin’e gidip orada yaşamaya başladıktan sonra da irtibatımız devam etti.

Anlattıkları ilginçti, çünkü tarihten bahsediyor, yalan söylemiyor, doğruları konuşuyordu. Kaldı ki, zamanında tüm bu anlattıklarının doğruluğunu tahkik etmiştim.

Sözkonusu dönemden itibaren iktidar mevkilerinde değildi artık. Bir çeşit sürgüne gitti sonra. Irak’taydı ama söylediği bazı şeylerden dolayı Saddam hoşlanmıyordu ondan. Bu yüzden Irak’ı terketmeye zorlandı. Öyle yakapaça sınırdışı da edilmedi; giderken yanında pasaportu, eşi ve ailesi vardı.

Ahmed ebû Salah’ın oğlu ise, Birleşik Arab Cumhuriyeti döneminde Suriye eski devlet başkanı olan zâtın kızıyla evlendi. Bu insanı da iyi tanırdım. Birkaç sene önce Amman’da vefat etti. Arab milliyetçisi, iyi bir adamdı. Onun sâyesindedir ki, Baas Partisi “Arab Sosyalist Partisi” olmuştur. İşte bu adamın kızıyla evlendi Ahmed ebû Salah’ın oğlu.

Neticede, aile bağları da dahil olmak üzere iyi bildiğimiz, kendileriyle geçmişten bugüne ilişkilerimiz olan insanlar bunlar.

Benimle ilgili eski Stasi istihbarat belgelerinde de bu insanların adları geçiyordu. Üzerlerine düşmediler gerçi. Çünkü önce Hafız el-Esad’a, elbette şimdi de Beşşar el-Esad’a, Alevilerce kontrol edilen Baas rejimine muhalif olagelmişlerdi.

Bazı insanlar yaşayan bir hafızadır. Baas darbesini ve onu takib eden sürecin nasıl geliştiğini kanlı canlı yaşamışlardır onlar.

Çok uzun bir zamandan sonra, işte bu zâtı şimdi yeniden dinleme fırsatı buldum El-Cezire’de. 1950′lerden, 1960′lardan, 1970′lerden beri, büyük bir milletin nasıl politik olarak saptırıldığını anlatıyordu. Şam, dünyanın bugüne kadar devam eden en eski yerleşim yeridir, şehridir. Haleb de bunlardan biridir yine.

Evet, Ahmed ebû Salah, Filistin’in, Arab toplumlarının, bölgedeki müslüman toplumların kurtuluşunu amaçlayan Arab davasının nasıl iç kavgalarla, şahsî hırslarla, dinî ve mezhebî çatışmalarla saptırılıp kaybedildiğini, tüm bunlardan sömürgeci, emperyalist ve siyonist güçlerin nasıl yararlandığını anlattı ve hatırlattı bize.

Türkiye’deki Alevi problemi de aynı şekilde iyi bir örnek buna. Milyonlarca Alevi var Türkiye’de. Onları rahatsız etmek niçin? Tamam, ne inançları ne ibadetleri bizimki gibi. Tamam, objektif bir hükümle “Haricî” statüsünden insanlar onlar. Ne var ki, onların hatası değil ki bu. Şayet Alevi bir aileye doğsaydık, biz de Alevi olacaktık; hepsi bu.

Tüm böylesi çatışmalar bir toplumu güçsüz düşürüyor; gerçek davaları gündemden düşürerek ikinci dereceden çatışmalara odaklıyor ve herkes için kötü olan sonuçlar doğuruyor.

Burada “Alevileri savunuyor” falan demesin kimse bana. Çünkü böyle bir şey yok. Benim için, diğerlerinin inançlarına saygı gösterdiği müddetçe, inançları olmak yahut olmamak noktasında herkes eşit haklara sahib. Bu kadar basit.

İster Türkiye toplumu, isterse Suriye toplumu olsun, bunlarla uğraşacağına, kendi içlerinde bir araya gelsin ve bir yandan ülkelerini geliştirirken, diğer yandan da herkese iş, ev, eğitim ve sağlık hizmeti temin etsinler. İnsanlar da bu arada diledikleri tarzda ibadet etsin.

Türkiye’deki Alevilerin ibadet yerlerinin hâlâ kanunî bir statüsü yok. İnanılmaz bir durum. Oysa en tabiî haktır bu.

Dediğim gibi, ne Alevileri savunuyorum, ne de onlarla bir alâkam var. Ancak bir prensibi dile getiriyorum burada. Çünkü bu nevi çatışmalar yüzünden, gerçek düşmana karşı, Türk ve Arab toplumlarının gerçek düşmanlarına karşı verilmesi gereken mücadele, ikinci plândaki tartışmalara kanalize ediliyor ve bu da kendi kendini tahrib edici olmaktan öteye geçmiyor.

Üstelik, hiçbir zaman sonu gelmeyecek savaşlardır bunlar. Bu yersiz kavgalarla vakit ve güç israf ediliyor, silâh ve cebhâne hebâ ediliyor. Sonunda kazananı da olmuyor, herkes kaybediyor. Üstelik bir de bunlar Allah adına, Allahın ismiyle yapılıyorsa, azınlıklara saldırmak için İslâm inancı kullanılıyorsa, bu hiç mi hiç hoş olmuyor!

Unutmayalım ki, açık fikirliliğinden dolayı, o dahî insana, Allah Resûlü’ne, bizim dinimizden olmayanlar da, dinsiz olanlar da, hıristiyan veya yahudi Batılı profesörler de “tarihin hâlen en etkili, en büyük siyasî figürü” olarak vasıflandırarak hakkını teslim eder. Tesiri bugüne kadar gelecek biçimde, başka hiç kimse O’nun kadar önemli bir rol oynamamıştır tarihte.

Bu muazzam insan, düşmanlarına karşı çok daha sert davranabilirdi. Ama ne yaptı? Onların inancına saygı gösterdi. Bu hoşgörülü tavra karşılık, diğerleri de O’nun dinine saygı gösterdi ve O’nun dinini benimsedi. Bu sâyededir ki, Hicaz’ın batısından çıkan ve o dönem okuma yazma bile bilmeyen müslümanların oluşturduğu küçük kabileler, iki nesil sonra dünyanın sahibi oluverdi.

Niçin böyle oldu peki? Çünkü, O’nun ortaya koyduğu örneği takib ederek, onlar da insanlığa bir örnek gösterdiler ve böylece onlar da herkesin saygısını ve hayranlığını kazandı. Tam da bu yüzden birçok insan kendi dinini bırakıp İslâmiyeti kabul etti. Başkalarının inancını zor kullanarak değiştirme yoluna gitmediler çünkü onlar, diğer insanların inançlarına saygı göstererek, başkalarının da saygısını kazandılar.

Yine unutmamalıyız ki, Peygamber’in ve vahyin mührünü kalblerimizde, zihinlerimizde ve ruhlarımızda taşıyoruz biz. Bu, başka herkese karşı sahib olduğumuz bir avantajdır. İşte bu avantajımızı, tuhaf, sun’i, fanatik ve mezhebçi iç çekişmelerle tahrib etmemeli, zayıflatmamalıyız.

Ahmed ebû Salah da açık fikirli bir insandır. Hıristiyan bir hanımla evlenmiştir ve bu hanım İslâma da geçmemiştir aynı şekilde. Ancak buna rağmen, günlük hayatında hep Arabça birtakım İslâmî ifâdeler kullanır, müslüman kız ve erkek çocuklarıyla birlikte yaşar.

Demek istediğim şey, siz şayet başkalarına karşı açık fikirli ve açık kalbli olur, onlara zekânızı gösterirseniz, insanları İslâma ya doğrudan veyahut da dolaylı yoldan kazandırırsınız. İnsanlar, kendileri hiç farkında bile olmadan, bir müslüman gibi davranmaya başlar. Burası çok önemlidir.

Birkaç gün önce okudum; Türkiye’deki Alevilerle ilgili bazı problemler yaşanıyormuş. Yanlıştır bunlar. Türkiye’yi güçlendirmeyecek, tam tersine zayıflatmaktan ve tahrib etmekten başka bir işe yaramayacak demagojik davranışlardır.

Tüm bir bölgenin lideri olmalıdır Türkiye. Sadece o da değil, müslüman ümmetin lideri olmalıdır yeniden. Arab Yarımadası’nın petrodolarlarıyla olmaz ama bu. Oradaki şeyh veya emirler, bir hiçtir, ahlâken yozlaşmıştır çoğu. Şimdi “müslüman dünyanın lideri” olmaları da, sadece petrodolarları sâyesinde. Başka herşey olabilirler ama müslüman olamazlar. Münafıktır birçoğu.

Bugün Türkiye’nin burada oynadığı rol de, Suriye’de kendi kendini tahrib edici sun’i bir savaş yürütme ve Suriye’yi farklı devletçiklere bölme hesabı yapan NATO’ya üyeliği ve topraklarındaki yabancı üsler dolayısıyladır.

Sonuç olarak, bir insanın büyüklüğü, çevresindeki insanlarda uyandırdığı saygı nisbetindedir. Sadece kendi insanları, kendi ailesi, kendi aşireti, kendi çevresi, kendi yurttaşları, erkek veya kadın kendi din kardeşleri üzerinde değil, düşmanları da dahil olmak üzere herkes üzerinde uyandırdığı saygı bakımındandır. Önemli olan da budur.

Böyle olduğu içindir ki, Peygamberimize saygı duyar herkes. Hiçbir zaman unutmamamız gereken bir “örnek”tir O.

O’nu “kopya” etmemiz gerekir demek değildir bu. Aksine, O’nu taklid edeceğiz diye uzun sakal ve tuhaf kıyafetlerle palyaço gibi ortalıkta dolaşmak, her adım başında polis tarafından durdurulup kimliğini sorgulatmak gülünçtür. Hayatımızın ana referansı olarak, ruhumuzdaki “örnek” olarak takib edilebilir ancak O. Hakiki bir müslüman olmak da bence budur. Yoksa, ne O’nun gibi olunabilir, ne de sahabîleri gibi.

Yaklaşık 20 yıldır cezaevindeyim. Birçok mücahid kadeşim de var burada. Ne var ki çoğu belli bir seviyenin üstünde değil. Fakat az sayıda öyle gerçek müslümanlar da var ki, diğerlerinin tavrından dolayı müslümanları sevmeyen ve saygı duymayan kimi gardiyanlar bile saygı duyuyor onlara. İşte ancak bu seviyeye ulaştığınız zaman ruhları fethedebilir, fikirlerinizi başkalarına nakşedebilirsiniz.

Esas liderlerden bahsetmiyorum ama yüksek seviyelerde olan bazıları da dahil diğerlerine hitab ediyorum: İnşallah bugün Türkiye’de iktidarda olanlar işte bu Peygamber örneğini düşünür, davranışlarını düzeltir, zihinlerini Aleviler gibi azınlıklara da açar ve onlara saygı gösterirler. Belki de bu sâyede, onların çocukları ve torunları çok daha müslüman olacaktır.

* Fransa'da esir Kumandan Carlos ile Avukatı Güven Yılmaz'ın telefon sohbetinden iktibas edilmiştir. Bu sohbetin tamamaı için: http://www.dunyatime.com/?p=2369

İstiklalci Türk Ruhunu Yeniden Kuşanmak
Prof. Dr. Nurullah Çetin
4 Kasım 2013



Millî Mücadele döneminde; 8 Mayıs 1920’de Adana yöresinde asil Türk kadını Kılavuz Hatice, güya rehberlik ettiği Fransız işgal ordusuna bilerek yanlış yol göstermiş ve onları tuzağa düşürüp Karboğazı’na sokmuştu.

Buna göre tedbir alıp kıskıvrak kuşatan 44 kişilik kuvay-ı milliye grubu 650 er, 23 subaydan oluşan işgalci Fransızları esir; iki top, 8 makineli tüfek, bin kadar silah, 13 kadana, 90 katırı da ganimet almıştı. Bu, sayı ve imkân azlığına bakmayan irade, azim, kararlılık, iman, şahsiyet ve milliyet temelli Anadolu destanının bir parçasıydı.

İşgalci emperyalist Haçlı ordularına ruhunu ve bedenini teslim etmemiş, istiklâlci Türk asenası Kılavuz Hatice, aklını, zekâsını, cesaretini, enerjisini mensubiyetinden şeref duyduğu Türk milleti adına kullanmayı bir Türklük, bir şahsiyet, bir soyluluk, bir şeref ve insanlık gereği olarak görmüştü. Milletine hainlik edip işgalci Fransızlara yardım etseydi, kendi milletini gâvurun yok etmesine fırsat verseydi, Müslüman Türk kimliğine ve insanî varoluşuna ihanet etmiş olacaktı.

Millî Mücadelemiz böyle soylu kahramanlarımızla, destanlarımızla doludur. Çünkü o gün orduları teslim alınmış, vatanı işgal edilmiş ama ruhu, vicdanı, milliyeti, şahsiyeti esir alınamamış şuurlu bir Türk milleti vardı.

Bugün ise milletimiz, bozkurt Atatürk’ün vatan-ı aslisine alınışından bu yana haricî ve dahilî bedhahların ortaklaşa uyguladıkları bir mankurtlaştırma ve embesilleştirme projelerine maruz bırakılmıştır. Bu çalışmalar bir hayli etkili olmuş ki milletimizin önemli bir kısmı maalesef Türklük ve Müslümanlık değerleri boşaltılmış, milliyet ruh ve şuuru yok edilmiş, salt kişisel menfaat ve haz, şan, şöhret ve makam putlarının mümini haline getirilmişlerdir.

Tarihimizin ve milletimizin tabii süreç içinde bize verdiği “Müslüman Türk” adı silinip yerine liberal, global, demokrat, muhafazakâr demokrat, komünist, enternasyonalist gibi eğreti adlar verilmiş ve önemli bir çoğunluk, mankurtlar sürüsüne dönüştürülmüştür.
Şimdi Haçlı-Siyonist eğitim tezgâhlarından geçirilmiş yazar, çizer, televizyoncu, akademisyen, partici, sivil toplumcu edilmiş bir çok Hatice, 76 milyon Türk milletinin önüne düşürülmüş, aydın kimliğiyle kılavuz yapılmıştır. Bunlar da siyasi, ideolojik, ekonomik ve kültürel anlamda yanlış yol ve yön göstererek Türk milletini demokratik mankurtluk boğazına sokuyorlar. Böylece modern mankurtluk Ergenekon vadisine sıkıştırılan Türk milletini beş on Haçlı-Siyonist şebekenin ve onların yerli işbirlikçisi eşkiyanın esir almasına zemin hazırlıyorlar.

O zaman yapılacak iş bellidir. Bütün Türk milletinin toptan uyanışı neticesini verecek olan istiklâlci millî Türk diriliş programları hayata geçirilmelidir. Böylece bütün çağdaş Haticelerimize millî İslamî kimliğini hatırlatmalı, onları aslına, özüne, kimliğine döndürmeli, cellâdının bıçağını yalayan mankurt olmaktan kurtarmalıyız. Atatürk’ü beklemek gereksiz. Onun naçiz vücudu toprak oldu. Ama her Türk, onun istiklâlci fikirlerini ve duruşunu kuşanarak birer Atatürk olarak dirilebilir.

Kaynak: http://milliiradebildirisi.org/index.php/template/menu-types/nurullah_cetin/mib/istiklalci_turk_ruhunu_yeniden_kusanmak2_nurullah_cetin.html

2023: Orta Anadolu’da sığıntı ülke Türkiye!
Selcan TAŞÇI
05 Aralık 2013



“Türk” yok...
Zaten “burası Kürdistan” ...
Kafana koymuşsun belli “vereceksin”.
De...
Sonra ne umuyorsun;
Kurtulur musun?

***

Anlamadığım madem “vermeye” niyetlendin; ne diye üç çocuk, üç de yetmez beş çocuk diye tutturuyorsun!
Güney Doğu’yu Kürtlere tahsis işlemlerini tamamladın diyelim...
Ee?
Ermeniler çıkıp da “yetmez ama evet” derse, “Anayasal sınırları(!)” deyip bu sefer de Ağrı’dan, Iğdır’dan, Kars’tan, Ardahan’dan mı vazgeçeceksin?
Hadi onu da yaptın;
Haberin yok Pontusçular konacak baba ocağına!
El oğlu “egemenlik hakkı”, “ulusal çıkar” dinler mi; seninle olmadıysa “çakma Rum” devletiyle sızacak/çıkacak Karadeniz kıyılarına!
Ezelden beridir bir “Trak Cumhuriyeti” türküsü söylenir zaten; böylece stratejik müttefikinin Balkanlar’daki “sömürgeleri” de bir “oh” çekti mi!
Ne kaldı geri?
“Kürdistan”la, “Ermenistan”la, “Pontus”la filan “mübadele anlaşması” yapıp Peşaver’e çevirdiğin güney illerine yerleştirmeyeceksin herhalde Türkleri!
Elinde patladı; Orta Doğu İmparatorluğu’nu da kuramadığına göre...
‘Üçer’den hesapla işte; kaç milyon ediyorsa, çoluk çocuk sığ şimdi sığabilirsen Orta Anadolu bozkırına!


***

Osmanlı’da yokluktan ot otluyordu Türkmenler sığındıkları dağ kuytularında!
Sen neyine güveniyorsun?
Ot da bırakmadın!
Akşehir gölü olmuş Akşehir çölü!
Su yok!

***

Mete Han’ın “Bana değil milletime aittir” diyerek bir karışına el sürdürmediği vatan toprağını istediler; verdin gitti...

***

Sonra?

***


Üçer, beşer doğurttuğun o çocuklar ne olacak?
Aşiret reislerinin haremine mi göndereceksin?
Dağ, taş, dere, tepe bırakmadığına göre satacak;
“Mehmetçik” ten alışıksın da nasıl olsa “ihraç malı” olarak pazarlamaya;
“İnsan ticareti” yle mi geçineceksin?
Ya “defolu!” olanlar; “ihraç fazlaları” peki?
Hitler modeliyle mi, İsveç modeliyle mi imha edeceksin?

***

Sen köşe kapmaca gibi “çocuk oyunu” sanıyorsun galiba ama sobelendin; “ölümüne saklambaç”ta ebe yaptılar seni...
Farkında değilsin.

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=28996
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Hzr 23, 2015 10:33 pm    Mesaj konusu: ‘Augustus eşiği’ Alıntıyla Cevap Gönder

‘Augustus eşiği’
Ahmet Özcan

M.Ö. 31 yılında Roma imparatoru Octavianus, Yunanistan'ın batı kıyılarında, Mısır’da bir Doğu İmparatorluğu kurmaya çalışan Marcus Antonius ve Cleopatra'nın ordusunu yendi. Ardından Roma’da tek otorite olarak Augustus (yüce) ünvanını aldı. Roma Cumhuriyetini askeri, mali,siyasi ve sosyal reformlarla yeniden yapılandırdı ve Roma büyük bir imparatorluğa dönüştü.

Alman kökenli ABD’li yazar Herfried Münkler, ‘İmparatorluklar-Eski Roma’dan ABD’ye dünya egemenliğinin mantığı (İletişim,2008) isimli kitabında, Roma’daki yaşanan bu değişim sürecini ‘Augustus eşiği’ kavramı etrafında tartışır. Cumhuriyetin düşmanlarını yenerek bütün enerjisini iç reformlara yöneltip sağlamlaşma aşamasını tamamlaması ve imparatorluğa dönüşmesinin kritik eşiğidir bu aşama.

Münkler, tarih boyunca bir çok imparatorluğun bu aşamada takıldığını ve eşiği geçemediği için kısa süreli bir parlamadan sonra yıkılıp gittiğini söyler.

ABD’nin 11 Eylül sonrası yürütmeye başladığı politika çerçevesinde emperyal güç, emperyalizm, imparatorluk, hegemonya, liderlik gibi kavramları tarihi ve güncel örnekleri eşliğinde tartışan yazar, örtük bir şekilde ABD’nin ‘Augustus eşiği’nde olduğunu ve henüz Roma gibi uzun yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan bir emperyal hegemon güç olduğunu ileri sürer.

Kitapta bir diğer önemli kavram ‘emperyal çevrim’ dir. Uzun süre yaşayan imparatorlukların geçici gerileme dönemlerine rağmen farklı koşulları değerlendirerek kendini yenilemesi ve yeniden emperyal bir düzeye yükselmesini ifade eden bu kavramla yazar, İspanya, Osmanlı Rusya ve Britanya imparatorluklarının farklı tarihsel dönemlerini irdeler.

Augustus eşiği, devlet iktidarının küresel bir otoriteye dönüşmesidir. Emperyal çevrim ise büyük bir devletin en zayıf anında bile sürekliliğini sağlayacak dinamiklere yaslanarak küllerinden yeniden doğması demektir.

Aktium savaşı antik tarihin dönüm noktasıdır. Doğu Roma’nın İstanbul’un fethiyle birlikte imparatorluk mirasını Osmanlı’ya devretmesi gibi, Antik Mısır imparatorluğu da bu savaşla mirasını yeni Roma’ya devretmiştir. Tarihte büyük İmparatorluklar emperyal miraslarını yeni güçlere bu tür büyük ve kritik savaşlarla devretmiştir.

Antik Mısır’ın kolonisi olan Yunan şehir devletleri, Girit, Roma vilayeti ve Tuna kıyıları, M.Ö 6. yüzyılda Pers istilası nedeniyle Mısır’dan kaçan seçkinlerin yeniden toparlandığı mekanlardı. Böylece tarih sahnesine özgün birer uygarlık merkezleriymiş gibi sunulan ve aslında antik Mısır’ın yeni formları olan şehir devletleri çıktı. Nitekim M.Ö. 4. yüzyılda doğu seferine çıkan Büyük İskender ve ordusu, aslında Antik Mısır ordusuydu ve Pers istilasına son vermek için organize edilmişti.

Mısır, kendisi olarak bu süreçten ciddi bir tahribatla çıktı ve imparatorluk merkezi olma özelliğini kaybetti. İşte M.Ö. 31 yılında yapılan Aktium savaşı, Romalı komutan Antonius ile Mısır kraliçesi Kleopatra’nın ilişkisi şahsında son defa Mısır merkezli bir imparatorluk kurma deneyiminin fiyaskoyla sonuçlanmasını sağlamıştı. Böylece devir teslim tamamlanmış ve bölgesel imparatorluğun yeni merkezi Pers güçlerinin uzanamayacağı Roma kasabası olmuştu. Roma imparatorluğu, bu manada Mısır’ın devamıdır.

Bu tarihsel gelişim, bize büyük güçlerin yükseliş ve düşüşüne dair kritik sonuçlar vermekle birlikte, yeni güçlerin sahneye çıkışına dair önemli bir gösterge sunar. Her yeni güç, ancak ve sadece bölgesindeki başka bir hegemon gücü tasfiye ederek doğabilir. Aynı anda aynı bölgede iki veya daha fazla eşit hegemon olamaz. Dolayısı ile, hem bölgesel hem de küresel egemenliğin mantığı son tahlilde güç yarışı ve çok boyutlu bir savaşla işler.

Bugüne gelirsek, tabii ki ABD hegemonyasının bu tarihsel deneyimlerle birlikte analiz edilmesi önemlidir. Özellikle bu devasa gücün akıbeti konusunda Roma deneyimi çok önemli ipuçları verir, Ki ABD’li analizciler diğer batılı güçlerde olmadığı kadar ABD ile Roma arasında tarihsel, siyasal veya askeri benzeştirmelere sıkça başvurur.

Ama şimdilik küresel egemenlik ve ABD’yi bir kenara bırakıp, bu tarihsel birikim eşliğinde kendi bölgemizi ele almalıyız. Devletler, Dinler ve İmparatorlukların doğum yeri olan Mezopotamya-Akdeniz havzasının politik tarihini bilmeden, bugün ve geleceğe dair doğru bir analiz yapılamaz. Olan biteni tarihin ritmik çevrimi ve coğrafyanın zorunlulukları eşliğinde ele almadan yapılan her değerlendirme eksik olacaktır. Tabii ki tarih her gün yeniden yazılır ve her yeni gelişme bizatihi kendi koşulları ve içeriği ile öncesiz bir durumdur. Ancak tarih ve coğrafya, bu yeni durumun olasılıklarını ve sınırlarını kavramamızda yardımcı olur. Ayrıca muazzam bir deneyim laboratuarı olarak önümüzü görmemize ışık tutar.

Türkiye, emperyal bir mirascı olarak er ya da geç yeniden büyüyecektir. Bugün var olan siyasi ve coğrafi pozisyonu, bir emperyal çevrim sürecinin ürünüdür. Osmanlı dağıldıktan sonra içine girilen fetret dönemi mutlaka sona erecek ve yeni bir emperyal dönem başlayacaktır. Bu öngörü, tarihi ve coğrafi ritmin potansiyellerine dayanır. Ama bundan sonrası, yani yeni bir emperyal çevrimin ne zaman, nasıl, hangi merkezde ve hangi formla başlayacağına bugün var olan iradeler ve eylemler belirleyecektir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, bölgesel hegemonya için en öncelikli adaylardan biridir. Jeopolitik ve jeokültürel dinamikleri şimdilik potansiyel halinde bir imkan olarak durmaktadır. Bugün ve bundan sonra yaşanan ve yaşanacak her bölgesel gelişme, öncelikle bu objektif gerçekliğin hareketi içinde değerlendirilmelidir. Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi hegemon kimliği buraya kadar bir tercih değil, bir zorunluluktur. Yani Türkiye’ye teklif edildiği veya dayatıldığı varsayılan neo Osmanlıcılık türünden misyonlar, teklif edenlerin özel icadı değil, gördükleri potansiyeli manipüle etme çabalarıdır. Ancak bu konuda Türkiye’ye ait bir kararlılık ve yönelim henüz ortada yoktur. Bu noktada eski dünya düzeninin Türkiye’deki personelinin yeni döneme ilişkin itirazları(Ulusalcılık,Ergenekon, her ne isimle anılırsa anılsın bu unsurların itirazları kendi imtiyazlarını korumaya dönük görünmektedir), son tahlilde bu odaklardan bağımsız olarak Türkiye için bir pazarlık kozu, büyük güçler içinse bir ayakbağıdır.

Aynı denklem, bölgede büyük güçlerin plantasyonu ve ayar merkezi misyonu olan İsrail için de geçerlidir. İsrail’de iktidarda olan güçler de henüz çerçevesi muğlak görünen yeni dönemde bölgesel misyonlarını Türkiye’ye kaptırma endişesiyle direnmektedir.Onların bu direnişi de bir tür pazarlık kozudur. Bu bağlamda, hem büyük güçler-(adını ABD-İngiltere koalisyonu olarak zikredebiliriz.) içinde hem de bu Türkiye ve İsrail devletleri içinde kıyasıya bir çatışma, çekişme ve rekabet yaşanmaktadır.

Türkiye’nin AK Parti iktidarı ile içine girdiği canlanma süreci, tarihi ve coğrafi dinamiklerle daha barışık kadroların varlığı ile potans halindeki emperyal çevrim dinamiğini harekete geçirme işaretleri vermektedir. İsrail’deki eski düzen yanlısı güçler ise buna karşı harekete geçmiş ancak Türkiye’de başaramadıkları kapsamlı direnişi hem İsrail’de ve hem de bölgesel düzeye yayarak sürdürme peşinde görünmektedirler.

Bu bağlamda Türkiye’deki –adını, içeriğindeki tuhaf hukuksal hataları ve sunumdaki abartılı söylemin yanlışlarını saklı tutarak anlaşılsın diye kod adı Ergenekon olan – eski düzen personeli ve İsrail’deki iktidarla ABD ve İngiltere içindeki NeoCon olarak ifade edilen ama kapsamı aslında daha derin ve geniş olan güçler arasında ortak ve paralel bir pozisyon vardır. Obama ile temsil edilen yeni bir döneme geçiş çabalarını sabote etme eylemleri için Türkiye ve İsrail kullanılmaktadır. Türkiye’de, hükümetin her yenilik çabası sabote edilerek, İsrail’de ise Türkiye’deki bu sabotajlara destek verilerek sürecin çatışmalı denkleminde yer almaktadır.

(PKK denilen örgüt içindeki unsurların da zaman zaman bu sabotajlarda rol aldığı görülüyor)

Bu genel fotoğraf içinde şimdilik yaşanan güncel gelişme ile ilgili şunlar söylenebilir:

- Türkiye, bir 'Augustus eşiği'ndedir.

- Bölgesel hegemonya için bütün olası rakiplerini yenmek zorundadır.

- İsrail, bu süreçte Türkiye’ye rakip ve hasım olarak artık açıkça tavrını belli etmiştir.

- Türkiye’nin hızlı bir şekilde İsrail, PKK ve Ergenekon denilen şeklen bir birinden bağımsız ama özünde ortak eski düzen unsurlarını kontrol altına alması gerekmektedir.

- Bu manada Ergenekon davalarının hukuk çerçevesinde tamamına erdirilmesi,

- PKK ve İsrail’in ise dönüşüme zorlanması öncelikli gündem olmalıdır.

- İsrail’de Netanyahu-Liberman çetesi, mutlaka yıkılmalıdır.

- AK Parti hükümeti, bu çeteyi yıkamazsa, kendisi yıkılacaktır.Türkiye bütün imkanları ile İsrail'in dönüşümünü bu çetenin tasfiyesi üzerinden sağlamaya dönük çok yönlü bir politika geliştirmelidir. İsrail'de pasifist-barışçıl muhalefetin etkin olacağı bir iktidar yapısı bölge barışı için ömcelikli bir adım olacaktır.

- Gazze konvoyuna saldırı ile başlayan yeni süreç, İsrail’deki çetenin genel olarak Türkiye misyonuna özel olarakta AK Parti ile temsil edilen sosyal ve siyasi iradeye açtığı bir savaştır.

- Yeni dönemin başlangıcı için bu olaylar bir bela değil, bir rahmet ve fırsat olarak değerlendirilmelidir.

- Türkiye kendisine açılan bu yeni Aktium savaşını mutlaka kazanmak zorundadır.

- Bu savaşın galibi, PKK ve Ergenekon’la temsil edilen diğer fitne ve belaları da bertaraf edecektir.

- Ancak böyle bir zafer sonunda Augustus eşiği geçilecek, ve hem Türkiye’de hem bölgede hem de dünyada yeni bir dönem başlayacaktır.

- Yeni dönem, savaş ilanı karşısında korkmayan, paniklemeyen, bedavadan elde edilmiş konforlu ilişkilerle değil, kriz yöneterek, bedel ödeyerek, düşmanlığa misliyle cevap vererek, savaş anında halka itidal değil daha fazla savaşçı ruh pompalayarak, savaşı politikanın bir aracı ve diplomasiyi bu savaşçı iradenin emrinde bir silah olarak gören kurmay kadrolarla inşa edilecektir.

- Bu olayların bir an önce sukunetle bitmesini isteyen ve kaldıkları yerden el bebek gül bebek devlet yönetmecilik oynamaya devam etmek isteyenler, artık farklı bir dönemin başladığını ve eski düzen çetelerinin tam anlamıyla yenilene kadar her tür sabotaja devam edeceğini, yani daha bir çok krizin güçlü iradelerle yönetileceği bir süreç yaşanacağını beklemelidir.

- Türkiye, kendisine yönelik en büyük sabotaj olan iç çatışmalarla zayıf düştüğü noktalarda yani ulusalcı veya liberal, Türk ve Kürt, Alevi ve Sünni, Laik ve İslamcı tüm güçlerini ortak bir gelecek için seferber edecek büyük bir terkib arayışına sokulmalıdır.

- Son olarak: İsrail’deki çetenin Savaş ilanına altı boş küfürlerle karşılık vermeye kalkanlara yönelik isyanımızın nedenlerini kavrayamayanlara da eski Çin filozofu Sun Tzu’dan bir çift söz;

- “Akıllılar savaşmadan kazanır akılsızlar ise kazanmak için savaşır. Ama savaş kaçınılmazsa zafer için yapılacak tek şey savaşı iyi yönetmektir.”

- “Güçlü olamazsan zayıfta olamıyorsan bu işin sonu yenilgidir.”
haber10

Suudi İstihbarat Başkanı Çankaya’da Ne Aradı?
Meyyal UYGUR

TSK karargâha hapsedildi…70 milyon, ıslak belge, andıçlar, tele-kulakla iştigalde…Türkiye’nin mayın eşeği yapıldığı, giderek yaklaşan “Ortadoğu Ateşi”nin sıcaklığını hisseden yok!..

Erdoğan’ın İran’a arka çıkması, “Türkiye’nin ekseni mi kayıyor?” şeklinde bir kayıkçı kavgası başlattı ya, ardındaki hikmet bu ateşi gizlemek…Yoksa birileri taa AKP’nin 22 Temmuz seçim “zaferi”nden hemen sonra Türkiye’nin “eksen değiştiriyor-muş” gibi yapmasına karar verdi. Sizi bu konuda hazırlanan raporlara boğmayıp, özetini aktaracağım. Resmi-gayrı resmi, etkili-yetkili çok sayıda isim, ABD-AB’nin, başta Suriye ve İran, Orta Doğu’ya ekonomik, siyasi, askeri girişinin ancak Türkiye üzerinden ve Türkiye’nin arabuluculuğuyla olabileceğini konuştu. En büyük handikabın, Türk Milleti’nin PKK yüzünden Batı’ya duyduğu güvenin dibe vurması olduğu vurgulandı, bunun tamiri ve “İleride bağımsızlığa yönelecek Barzani Kürdistan” için PKK’ya karşı bir şeyler yapılması gerektiği konusunda görüş birliğine varıldı. Türkiye’nin yeniden “stratejik ortak”lıkla şereflendirilmesi için de ABD ve AB’den ziyade, NATO’nun devreye sokulması kararlaştırıldı. Ve şu hüküm verildi:

“ABD’li politika yapıcıların işlerini, daha bağımsız düşünceli ve iddialı Türkiye ile halletmeye alışması gerekecek. Bu özellikle ABD’nin, Türk askerini Orta Doğu’yu düzenleme faaliyetlerinde kullanma yeteneğini etkiler. Türkiye askerinin, ABD tarafından Orta Doğu ve Körfez’i düzenlemede kullanılmasına –Bu operasyonların NATO veya Türk ulusal çıkarlarına hizmet etmesi hariç- karşı oldukça ihtiyatlı görünüyor.”

Yani eksen değiştirme falan değil, malum eksenin daha büyük hesaplarına, “bağımsız” irademizle, “politika belirleyici” olarak katılıyoruz imajının verilmesi söz konusu. Zaten Dışişleri Bakanı Davutoğlu, sadece 2 ay önce, “Obama ile yüzde 100 uyum içindeyiz” dememiş miydi? 2 ay içinde bir olumsuzluk yaşanmadığına, aksine Obama’nın listesi harfiyen yerine getirildiğine göre, niye “eksen değişsin” ki?..İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi David Reddaway da, üstelik ülkesi adına yaptığı, “Türkiye’nin tutumu, AB ve ABD için tamamlayıcı nitelikte” şeklindeki açıklamayla, gerçeği söylemiş olmadı mı?

Uranyum Oyunu

Gündemdeki İran uranyumun Türkiye’de depolanması adımına kısaca değineyim. Bunu biz düşünmüş ve istemişiz gibi takdim ediliyor. Oysa önce Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Baradey teklif etti. Ardından, son 6 ay içinde, kritik “açılımlar” üzeri Türkiye’ye resmi-gayrı resmi ziyaretlerde bulunan ABD Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Philip Gordon, bir gün sonra da Davutoğlu’ndan duyduk…

Erdoğan’ın İran’a gidişi falan; şu süreç neye benziyor biliyor musunuz? Birincisi, yine Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun devrede olduğu, Irak’ın sahte belgelerle işgaline…En önemlisi ise Gül’ün de geçenlerde itiraf ettiği gibi, sahte belgeler bilindiği halde Türkiye’nin, Saddam’ı, ABD’nin isteklerini kabul etmek için son ana kadar “uğraşması, arabuluculuk yapması”, sonra da o sahte belgelere rağmen, 1 Mart tezkeresini TBMM’ye sunmasına!..

Görünen o ki İran, Türkiye üzerinden atılan bu son adımı da kabul etmezse, tepesine çökecekler. Obama’nın, “İran için zaman daralıyor” uyarısı bundan!..

ABD: Gül Çok Profesyonel

Tablonun iyice netleşmesi için yine 2006-2007’ye dönmem gerekiyor. Temmuz 2006’da, şimdi Philip Gordon’un oturduğu koltukta oturan Matt Bryza, şöyle diyordu:

“Dışişleri Bakanı Gül ile ilgili hiçbir kaygımız yok. Çok profesyonel…İran konusunda, Türkiye ile stratejik ittifakımızın sağlam olduğunu düşünüyoruz.”

AKP’nin 22 Temmuz seçimleri zaferi ve Gül’ün Cumhurbaşkanı yapılmasının ardından ABD’nin bir diğer Müsteşar Yardımcısı Nicholas Burns de, (Bu konuşmadan hemen sonra Türkiye’ye gelip, Gül, Erdoğan ve Bartholomeos’la görüştü) Atlantik Konseyi’nde şunları söylüyordu:

“Türkiye ‘tarihi’ seçimleri tamamladı. Türkiye, şimdi içeride yenilenme ve büyüme, dış politikada daha büyük sorumluluklar üstleneceği bir döneme giriyor…Gül ve Erdoğan güvenilir isimler. Bize verdikleri sözleri tuttular. Daima ABD’nin iyi müttefikleri oldular. Bu ilişkileri geliştirmek için çok çalıştık…ABD, Gül ve Erdoğan ile mükemmel ilişkilerin devam etmesini bekliyor…Türkiye’nin, Ortadoğu’da çok uzun bir tarihi var. Tanzimat dönemiyle başlayan bir reform sürecinden geçti ve Müslüman bir toplum içindeki en başarılı laik demokrasidir. Bunun, Geniş Orta Doğu için de olumlu yankıları var. Türkiye, bölgesel liderlik rolünü üstlenebilir…Irak, İran ve Suriye’ye komşu olan Türkiye’nin, 2008 yılında ABD ile bağlantısı çok daha önemli hale gelecek. Türkiye, bizim Geniş Orta Doğu’daki çıkarlarımız için kritik önemde. Türk yetkililerinin, dünyanın bu bölgesindeki stratejik zorluklara cevap verilmesinde katılımcı olmasına ihtiyacımız var…Orta Doğu’da barış ve güvenliğin geleceği, başta Türkiye ve ABD olmak üzere diğer ülkelerin vereceği doğru kararlara dayanıyor…”

Suudi İstihbarat Başkanı Çankaya’da

Şimdi size satır arasında kalan iki haberi aktarmak istiyorum.

Suudi Arabistan İstihbarat Servisi Başkanı Prens Mugrin Bin Abdulaziz Al Saud, 28 Ekim günü Çankaya Köşkü’ne çıkıp, Gül’le görüştü. Bu görüşme günlük programda duyuruldu, ama basına kapalıydı. İddialara göre, Mugrin, başka hiç kimseyle görüşmemişti!..

İkinci istihbarat, Gül’ün kankası Fehmi Koru’nun 16 Kasım’da Taha Kıvanç imzasıyla yazdıkları arasından çıktı. Obama-Netanyahu arasında neler olup, bittiğini merak eden Koru/Kıvanç, İsrail İstihbaratına yakın Debkafile isimli internet sitesinde ufak bir araştırma yapmış ve şu “bomba gibi haberi” görmüş:

“Ürdün istihbaratının başı General Muhammed Baqed bu ayın ilk haftasında Amman’da bir toplantı düzenlemiş. Toplantıya Mısır İstihbarat Örgütü Başkanı Gen. Omar Sulaiman davetliymiş...CIA ve ABD askeri istihbaratın ileri gelenleri de katılmış...En büyük sürpriz; İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın başı Meir Dagan ile askeri istihbarat şefi Gen. Amos Yadlin de toplantıda bulunmuşlar...”

Bizim için asıl önemlisi bundan sonrası!..“Mısır İstihbarat Örgütü Başkanı Gen. Omar Suleiman toplantı sonrasında uçağa atlayıp, Riyad’a gitmiş ve Suudi Arabistan İstihbarat Örgütünün Başkanı Prens Moqrin bin Abdulaziz’i bilgilendir”miş!..

Debkafile, Ürdün’deki o devlerin istihbaratı toplantısının tarihini “saptırmış” olabilir mi, bilemeyiz…Ancak şu kesin, Suudi Mugrin, o toplantıdan hemen önce veya sonra Türkiye’ye geldi ve sadece Gül’le görüşüp, gitti.

ABD Derin Devleti’nin “Beyni” de Çankaya’da

Gül’ün, yine basına kapalı ikinci dikkat çekici kabulü, 17 Kasım (bugün) saat 15.00’te, Türk-Amerikan Konseyi Başkanı Brent Scowcroft ve heyetiyle görüşmesidir. ABD derin devletinin “beyni” diye bilinen Scowcroft, hep en kritik zamanların, en önemlisi ziyaretçisi oldu. (Aktütün saldırısından hemen sonra gibi)

Çok sayıda ABD Başkanına ulusal güvenlik danışmanlığı yaptı, halen Obama’nın güvenlik ekibinde…Kara harekatı sırasında Türkiye’ye, “Derhal Kürdistan’dan çıkın” talimatı veren Bush ve Obama’nın Savunma Bakanı Gates’in, “Gerçek Dışişleri Bakanımız…Çocukluğumdan beri onun yanında çalışıyorum” sözleriyle anlattığı…”Türkiye’deki aşırı milliyetçilikten rahatsız”lık duyan…“Türkiye bizim için kendi haline bırakılamayacak kadar önemli ve değerli bir ülke” diyen…“Kürt ve Kürdistan açılımlarının” mimarı bir isim..Nisan ayında yaptığı, “Geçmişte PKK’yı İran’a karşı kullandığımız doğru. Washington’ın artık örgüte ihtiyacı kalmadı. İran’la diyalog istiyor. Bu nedenle PKK’nın tasfiyesini destekliyor” açıklaması da unutulacak gibi değil!..

Dün Suudi Mugrin, şimdi Scowcroft…Sorular ortadadır:

- Mugrin, haber mi getirdi, haber mi götürdü?

- Çankaya Köşkü’nün, bu arka kapı temasları neyin nesi?

- Gül, İran hazırlıklarının neresinde?

-Erdoğan, İran ve içeriye, Gül de dışarıya karşı mı “iyi polis”lik yapıyor?

Koru/Kıvanç bile, “Oyun giderek büyüyor galiba; hazırlıklı olmak şart…” diyor. Galibası yok, oyun çok çok büyük…
Kaynak: Açık İstihbarat

"Türkiye'nin liderliği"
Özcan YENİÇERİ
yeniceriozcan@yahoo.com

ABD Başkanı Obama’nın Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell Ankara’yı ziyaret etti. Mitchell daha sonra da İsrail’e gitti. Özel temsilci Ankara’da Türkiye’nin “önemli bir demokratik ülke olarak, İsrail’le güçlü ilişkileri bulunması” na dikkat çekerek “bölgede emsalsiz bir rol oynayabileceği” ni söyledi. Türkiye’yi “ABD’nin çok önemli bir müttefiki ve Ortadoğu barış ve güvenliği için önemli bir güç” olarak tarif etti.

Başbakan Erdoğan da “Hamas’ı dışlayan herhangi bir çözümün gerçekçi olamayacağı” nı özel temsilciye iletmiş.

Bu tür ziyaret ve görüşmelere büyük anlamlar yüklemek çok doğru değildir. Çoğu zaman nezaket gereği söylenen sözleri teminat olarak görmek de anlamlı değildir. Buna rağmen özel temsilcinin sözleri önemlidir. Ancak bu sözlerde de özel temsilcinin Türkiye’nin “emsalsiz” diye tarif ettiği rolü “İsrail’le güçlü ilişkiler”e bağlaması gözden kaçmaması gereken bir husustur. Bu söylemler üzerinden Türkiye’ye Ortadoğu’daki sorunların çözümünde “lider ülke” rolü verildiği türünden değerlendirmeler yapıldı. Bu bağlamda Türkiye’nin Davos’ta elde ettiği krediyi nasıl “nakte çevirebileceği” türünden yorumlar da Türkiye basınında yer aldı. Bu yaklaşımlar gerçekçi değildir.

Uluslararası ilişkiler hem abartıyı ve hem de yanılgıyı kaldırmaz. Nitekim Gazze olayları sırasında Türkiye bütün enerjisini bu alana sarf etmesine rağmen İsrail ile Hamas arasındaki ateşkes görüşmelerine dahil edilmedi. Hatta bu görüşmelerin Mısır üzerinden yapılacağı da Türkiye’ye hatırlatıldı. İsrail-Filistin sorunu çok karmaşık, belki de dünyanın çözümü en zor sorunlarından birisidir. Bölgedeki her ülke hem kendi içinde hem İsrail’le hem de Filistin’deki grupları çelişki temelinde angaje olmuş bulunmaktadır. Türkiye de bu sürece Hamas taraftarlığı bağlamında dahil olmuştur.

Türkiye’nin bu bağlamda bölgedeki ülkeler arasında yaşanan krizlerin aşılmasında yaptığı arabuluculuk çabalarına büyük anlamlar yüklemek de doğru değildir. Bu ilişkiler temelinde İsrail-Arap ilişkilerinde arabuluculuğa soyunmak “kabul olmayacağı belli olan duaya amin demek” anlamına gelir.

İsrail-Filistin, kördüğüm olmuş tarihi bir sorunla karşı karşıyadır. 1192 yılında 3. Haçlı Seferi sırasında Arslan Yürekli Rişar ile Selahaddin Eyyubi arasında sorunun çözümüne ilişkin yazışmalarda bunu görmek mümkündür. Rişar, Selahaddin’e “Kudüs biçim için bir ibadet amacı teşkil etmektedir. Bu nedenle sadece ikimizden biri burada kalacak olsa bile, bu amacımızdan vazgeçmemiz mümkün olmayacaktır” diye yazar.

Selahaddin de Rişar’a şu cevabı verir: “Kudüs... Bizim için size kutsal olduğundan çok daha kutsaldır. Çünkü bizim peygamberimiz buradan Mirac’a yükseldi ve burası Kıyamet Günü bizim insanlarımızın toplanacağı yer. Bu nedenle vazgeçmemizi ya da bu konuda tereddüt edeceğimizi hayal bile etmeyin”. Arafat, 2000’lerde Camp David görüşmelerinde şöyle demişti: “Kudüs’ü Yahudilere verecek bir evladı henüz hiçbir Arap kadın doğurmamıştır.” Kısacası her iki taraf da 817 yıl önceki pozisyonlarını hâlâ muhafaza etmektedir.

1948 yılınindan bugüne bu soruna bir biçimde bulaşmış olan hiçbir ülke yüzünün akıyla bu sorunun içinden çıkabilmiş değildir. Bu nedenle “Türkiye’ye bölge sorunlarıyla ilgili olarak lider ülke rolü veriliyor” değerlendirmesi gerçekçi değildir.

ABD’nin taşeronu olmak başka bir şey, üzerinde yaşanan jeopolitiğin lideri olmak ise daha başka bir şeydir. Bunu ülkeler bir başka güçten değil kendi konumundan alırlar. Kuşkusuz bunun yolu da bir ülkenin haddini, çapını ve konumunu kendisinin belirlemesinden geçer.
yeni çağ

İşte çarpıcı 'Neo Osmanlı' Senaryosu

Rusya ve Çin gerileyip çöküyor. 3. Dünya Savaşı uzayda çıkıyor. Türkiye, Ortadoğu, Balkanlar, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika'ya hakim bir imparatorluğa dönüşüyor.
22 Şubat 2009
Ezgi BAŞARAN'ın haberi

Dünyanın en çok sözü dinlenen stratejik araştırma şirketlerinden Stratfor'un kurucusu siyaset bilimci Dr. George Friedman Ocak ayının sonunda yeni bir kitap çıkardı: Gelecek 100 Yıl- 21. Yüzyıl için Öngörüler (The Next 100- A Forecast for the 21st Century). Kitapta inanılmaz senaryolar var. Mesela Rusya ve Çin gerileyip çöküyor, Üçüncü Dünya Savaşı çıkıyor ama uzayda gerçekleşiyor. Üstelik Türkiye de olayların merkezinde. Çünkü Ortadoğu, Balkanlar, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika'ya hakim bir imparatorluğa dönüşüyoruz yeniden, hilafeti de canlandırmışız, ABD'nin sinirini bozuyoruz. İşte Friedman'ın kehanetleri.

Bir yanda Türkiye-Japonya bir yanda ABD-Polonya

RUSYA'NIN SONU GELİR

2010-2020 arasında Rusya güney sınırını genişletir, Gürcistan'ı içine alarak yeni komşusu Ermenistan'la ilişkileri sıkılaştırır. Bu durum Türkiye'ye Soğuk Savaş döneminde yaşadığı tatsızlıkları anımsatır. Bu kez karşılık verecektir, ulusal güvenliğini sağlamak için Kafkasya'daki sınırlarını gerektiği kadar ilerletecektir.

Rusya'nın Kafkasya'da ilerlemesi elbette Türkiye kadar ABD'yi de rahatsız eder. Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Romanya, Rusya'nın Avrasya hakimiyetine karşı ABD'yle her türlü anlaşmayı yapar. Böylece Soğuk Savaş gibi, yeniden Amerika-Rusya arasında bir sınır çizilir, ama bu kez Berlin'de değil, Karpat Dağları'nda. Ama endişelenmeye gerek yoktur çünkü Rus ordusu ve ekonomisi giderek zayıflar. 1917 ve 1991'de olduğu gibi bu kez 2020'de çöker.

ÇİN KAĞITTAN KAPLAN

Şu anda herkesi korkutan Çin'in ekonomik büyümesi, uzun vadede kárlı değildir. Dev ülke, ekonomik krize girer ve dünya lideri olma ihtimali ortadan kalkar. Ekonomik kriz, 2010'un sonlarında ülkede merkezi devletin gücünü de zayıflatır, bölgeler arasında rekabet başlar, geleneksel yabancı düşmanlığı hortlar. Çin 1920-30'larda yaşadığı kaosun içine yuvarlanır yeniden. Bundan yine o dönemde olduğu gibi en çok Japonya yararlanır.

NATO BİTER

2020'de Rusya ve Çin'in zayıflaması iki ülkenin sınırlarını savunmasız hale getirir. Türkiye'nin de dahil olduğu komşu ülkeler tarafından bir avlanma cennetine dönüşür Avrasya.

Japonya, Rusya'nın doğu kıyılarına ve Çin'in doğusuna gözünü diker. Çünkü nüfusu 107 milyona düşmüştür, bunun 40 milyonu 65 yaşın üstündedir. Enerji kaynakları tükenmiştir. Geleceğini garanti altına almak için bölgesel bir lider olmaya çalışmalı, Rusya'nın yeraltı kaynaklarından yararlanmalıdır.

Türkiye ise, Kafkasya'dan kuzeye doğru ilerleme niyetindedir. O sırada Polonya şahlanır. Rusya'ya doğru ilerlemeyi planlar; hem eski sınırlarına dönmek hem de Rus tehdidini tamamiyle bertaraf etmek istemektedir. Peşine de Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerini takar.

Bütün bunların uluslararası sonuçları müthiştir. Bir kere Avrupa'daki Fransız-Alman üstünlüğü yerini Polonya liderliğinde Doğu Avrupa ülkelerinin üstünlüğüne bırakır. Fransa ve Almanya'nın Polonya'nın istilacı ruhuna karşı küçük Baltık ülkelerini savunmakta çekimser davranması, NATO'yu pratik olarak bitirir.

BU ADAMI NİYE CİDDİYE ALALIM

Friedman'ın 1996'da kurduğu, yaklaşık 70 analistin çalıştığı Teksas merkezli Stratfor (Strategic Forecasting Inc.), dış politika ve ekonomi konularında Pentagon dahil pek çok kuruluşa danışmanlık yapıyor. Analistlerinin çoğu eski CIA ajanı, o yüzden de Stratfor için ABD'de "gölge CIA" diyorlar. Friedman, kehanetlerini jeo-politikaya ve tarihe dayandırıyor. Tahminleri ABD halkı tarafından da çok ilgi görüyor. Örneğin 2004'te yayınladığı "America's Secret War" (Amerika'nın Gizli Savaşı) çok satmış, hakkında çok konuşulmuştu.

NEO-HALİFELİĞİN MERKEZİ TÜRKİYE

Bugün dünyanın en büyük 17'nci ekonomisi olan Türkiye 2020'de 10'uncu sıraya yükselir. Rusya'nın çöküşüyle birlikte hem Avrasya'nın hem de Arap dünyasının en güçlü aktörü haline gelir... Türkiye'nin tarihi düşmanlarından Yunanistan, Balkanlar'daki kaos nedeniyle giderek güçsüzleşmiştir. Arap Yarımadası da, sadece petrole dayalı ekonomisiyle bir krizin eşiğindedir.

2020'ye yaklaşırken ABD'ye karşı son kozlarını kullanan Rusya'nın karıştırdığı Ortadoğu ve Balkanlar savunmasız ve güçsüz durumdadır. Türkiye için büyük fırsat! Bu fırsatı değerlendirecektir:

Etkisini Kafkasya'nın kuzeyine, Rusya ve Ukrayna'ya kadar ilerletir, Don ve Volga ırmaklarının arasındaki vadiye oturur, Rusya'nın tarım cennetine kurulur.

Kazakistan'ı din kartını kullanarak hakimiyeti altına alır, Orta Asya'ya iyice yerleşir. Artık Karadeniz bir Türk gölü haline gelmiştir. Kırım ve Ukrayna'nın Odessa şehri bütün alışverişini Türkiye'den yapmaya başlar.

Asıl amaç hem Karadeniz hem Akdeniz'i kontrol etmektir: Bölgesel güç olmak istiyorsan bu şarttır. Bunun için de Türkiye Avrupa ülkelerini Boğaz'dan uzak tutmaya çalışır. Giderek büyüyen sınırlarını korumak için Balkanlar'ı da kontrol altına almak ister. Tabii orada çıkarları, o sırada sıkı bir ABD müttefiki haline gelen Macaristan ve Romanya ile çatışacak, taraflar Ukrayna'da kafa kafaya gelecektir.

Irak ve Suriye'de karmaşa vardır, Kürtler tam "Kendi ülkemizi kurmanın sırası" diye düşünürken Türkiye bu iki ülkeyi de kontrol altına alır. Bununla da yetinmez Arap Yarımadası'na kadar iner.

Türkiye'nin Akdeniz rüyasını gerçekleştirecek gelişme, Mısır'daki bir iç savaş sayesinde yaşanır. İslam dünyasının en önemli gücü haline gelen Türkiye, Mısır'daki huzursuzluğu bastırmak için bölgeye barış gücü gönderir. Böylece oraya da yerleşir ve Süveyş Kanalı'nı kontrol altına alır. Artık Kuzey Afrika'ya doğru ilerlemek çok daha kolaydır.

Ortadoğu'da Türkiye hakimiyetine girmeyen iki ülke kalmıştır: İran ve İsrail. İsrail direnir ama dört bir taraftan Türkiye'yle çevrilmiş durumdadır. Körfez'e hakim olan Türkiye, pratik olarak İran'ı da köşeye sıkıştırmıştır.

Ortadoğu'daki bu hakimiyetin sadece ekonomik ve askeri boyutta kalmasını yeterli görmeyen Türkiye işin içine dini de katar. Tam bir "halifelik" gibi davranır. Bu arada Osmanlı döneminin gücünü tüm dünyaya hatırlatmak istercesine başkenti de Ankara'dan İstanbul'a taşır. Böylelikle bölgedeki varlığını Müslüman ülkeler nezdinde meşrulaştırır.

Bu gelişmelerden hoşlanmayan ABD, boş durmaz ve bölgede Arap milliyetçiliğini körükler. Balkanlar'da da anti-Türk hissiyatı baş gösterir. Ne var ki büyük bir Avrasya ve Ortadoğu imparatorluğu haline gelmiş Türkiye için bunlar küçük sorunlardır.

2050-2052 ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI

* 2050'ye gelindiğinde dünya güçleri büyük bir gerilim içindedir. ABD, Türkiye'nin ve Japonya'nın Orta Asya ve Avrasya'daki hakimiyetinden son derece rahatsızdır. ABD'nin doğal müttefiki haline gelen Polonya, Ukrayna'yı ele geçirmesine ve Akdeniz'e inmesine engel olan Türkiye'yle çatışır. Türkiye ve Japonya da ABD'ye karşı ittifak kurar.

* ABD, Türkiye ve Japonya'yı büyük bir tehdit olarak görmesine rağmen ilk etapta sıcak savaşa girmek istemez. Türkiye ve Japonya'nın başka ülkelerin sınırlarına saygı göstermediğini, insan haklarını çiğnediğini iddia eder, ekonomik ambargolar uygular.

* Bu arada ABD uzayda müthiş bir insansız ordu kurmuştur. Yıldız Savaşı Sistemi adını verdiği teknoloji sayesinde uzayda oluşturduğu platformlardan dünyanın her yerine birkaç dakika içinde hipersonik insansız uçaklar gönderebilecek durumdadır. Bu platformlardan birini Türkiye'nin güneyine doğrultur. Ve ültimatom verir: Ukrayna ve Balkanlar'ın kontrolünü Polonya'ya ver, Kafkasya'dan çekil, Boğaz'dan istediğimiz gibi geçelim!

* Türkiye, ABD'nin ülkeyi parçalamak istediğine inanmıştır. Japonya'yı da yanına alarak savaşa girmekten başka çaresi yoktur. ABD'nin uzay sistemini hedef alan saldırı Kasım 2050'de Japonlar'dan gelir. Bundan sonra savaş hem uzayda, hem de karada devam eder. Türkiye, Polonya'dan kurtulmak için Almanya'dan yardım ister. Almanya, ABD'yi böyle bir savaşta yenmenin imkansız olduğunu bilmesine rağmen Türkiye'yi karşısına almamak için müttefik olmayı kabul eder.

* Üçüncü Dünya Savaşı 2052'de sona erer. Japonya, Türkiye ve Almanya harabeye dönmüştür. Neyse ki sivilleri hedef almayan ileri teknoloji uçaklar sayesinde sadece 50 bin kişi ölür. Sonuçta ABD'ye uzayda istediğini yapmasına imkan verecek bir anlaşma imzalanır.

* 2060'da hálá İslam dünyasının liderliğini elinde tutan Türkiye, Washington'la arayı düzeltir ve yeniden sevilen müttefikler listesine adını yazdırır...

Her şey eski hamam eski tas haline döner.

Hürriyet Pazar


Türkiye'yi Bekleyen Gelecek
05 Şubat 2009

ABD'de yayımlanan istihbarat ve ekonomi dergisi Stratfor'dan ilginç Türkiye yorumları. Türkiye istese de istemese de lider mi olacak?

ABD'de yayımlanan istihbarat ve ekonomi dergisi Stratfor'da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'taki çıkışının İsrail'i veya Yahudi halkını hedef almadığına dikkat çekildi ve Türkiye'nin bölgesinde gücünün uzun vadede artmasının kaçınılmaz olduğu belirtildi.

Texas'ta 1996 yılında kurulan Stratfor özel istihbarat kuruluşunun dergisinde, derginin kurucusu George Friedman imzasıyla yer alan “Erdoğan'ın Çıkışı ve Türk Devletinin Geleceği” başlıklı yazıda, Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'ten ziyade, Peres'e daha fazla süre tanımakla suçladığı moderatör Washington Post gazetesi köşe yazarı David Ignatius'a öfkelendiği kaydedildi.

Başbakan Erdoğan'ın “Hiçbir şekilde İsrail halkını, Cumhurbaşkanı Peres'i veya Musevi halkını hedef almadım” dediği belirtilen yazıda, buna karşın uluslararası basının, Erdoğan'ın İsrail'in Gazze politikasını eleştirmesine ve salondan çıkmasına yoğunlaştığı ifade edildi.

Derginin makalesinde, Türkiye ile İsrail'in çok yakın müttefikler olduğuna dikkat çekilerek, “Bu ittifak göz önünde bulundurulursa, Gazze'de yaşanan son olaylar Erdoğan'ı zor bir duruma sokmuştur” denildi.

Türkiye'nin zorlu bir jeopolitik bölgede bulunduğu belirtilen makalede, bu konumda izlenebilecek iki yol bulunduğu, bunların “laik soyutlanma politikası” veya “İslamcı enternasyonalizm” olduğu görüşü dile getirildi.

Yazıda, “laik soyutlanma politikası” olarak adlandırılan görüş hakkında, Soğuk Savaş sırasında Türkiye'nin kuzeyden gelen Sovyet tehdidine karşı ABD ve NATO ile ittifak yaptığı, Sovyetler'in de önce Mısır, ardından Suriye ve Irak gibi ülkeleri 1950 ve 1970'lerde etkisi altına aldığı anlatıldı.

Mısır'ın Sovyet etkisi altına girmesiyle Türkiye'nin güney sınırının tehdit altına girdiği savunulan yazıda, Türkiye'nin İsrail ile ilişkisinin böylece doğduğu, iki ülkenin doğu Akdeniz'de ortak çıkarları paylaştığı kaydedildi.

“İslamcı enternasyonalizm” konusunda ise yazıda, Türkiye'nin “Müslüman güç” olarak ikinci bir bakış açısının daha bulunduğu, bu bakış açısının ise İsrail ve ABD ile ilişkileri koparacağı ileri sürüldü. Yazıda, söz konusu ilişkilerin artık eskisi kadar önemli olmadığı, İsrail'in Türkiye'nin ulusal güvenliğinin vazgeçilmez parçası olarak görülmediği ve Türkiye'nin ABD'ye dayanmaktan kurtulduğu, ABD'nin ise Türkiye'ye daha fazla ihtiyaç duyduğu tezine yer verildi.

Dergi, Türkiye'nin gücünü Müslümanları desteklemek üzere genişletebileceğini, Arnavutlar ve Boşnakları desteklerken Balkanlar'a girebileceğini, etkisini Arap rejimlerini şekillendirmek için güneye doğru uzatacağını ve Orta Asya ile zaten yakın bağlarının bulunduğunu kaydetti. Türkiye'nin en sonunda Kuzey Afrika'daki olayları etkileyen bir deniz gücüne de yoğunlaşabileceğini savunan dergi, bu “yayılmacı vizyonu” desteklemek için ordunun da güçlendirilmesinin gerektiği görüşünü dile getirdi.

Stratfor, İslam dünyasında Endonezya, Pakistan, İran ve Mısır'ın yanı sıra kendi komşularının ötesinde nüfuzunu kullanabilecek beş ülkeden biri olan Türkiye'nin dünyanın 17'inci büyük ekonomisi olarak, Suudi Arabistan dahil diğer bütün Müslüman ülkelerden daha büyük bir gayri safi yurt içi hasılaya sahip olduğunu yazdı.

TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ

“Türkiye'nin derinden bölünmüş bir toplum olduğunu söylemenin doğru olmayacağı, tam tersine anlaşmazlıkları uzlaştırmayı öğrendiği” ifade edilen yazıda, Başbakan Erdoğan'ın “Türk siyasi yelpazesinin merkezini” temsil ettiği belirtildi.

Dergi, Erdoğan'ın üç gücü dengelemesi gerektiğini belirtirken, bu güçleri, “sıkıntılara karşın sağlam ve sağlıklı kalan bir ekonomi, dış karışıklıklara aşırı derecede müdahil olmak istemeyen ve bunun özellikle de dinsel nedenlere bağlı olmasına karşı çıkan güçlü bir ordu ve Türkiye'yi İslam dünyasının bir parçası ve belki de lideri olarak görmek isteyen İslamcı hareket” olarak saydı.

“Başbakanın aynı anda hem iş dünyasını, hem orduyu, hem de dindar kesimi memnun etmeye çalıştığını” kaydeden Stratfor, “Erdoğan, Gazze'ye saldırarak bu işi daha da zorlaştıran İsrail'e çok kızdı” ifadesine yer verdi.

Dergi, “Davos'taki çıkışın İsrail ile kesin olarak yolları ayırmış görünmesine, ancak aynı zamanda gerçek bir kopma yaratmamasına imkan tanıdığını, böylece Başbakan Erdoğan'ın ince çizgisinde başarıyla yürüdüğünü” belirtti.

Bununla birlikte bölge daha karışık hale geldikçe ve Türkiye güçlendikçe, Türkiye üzerindeki jeopolitik baskının da artacağı ifade edilen makalede, “Buna bir de yayılmacı ideolojiyi, bir Türk İslamcılığını ekleyin, bölgede hemen kuvvetli yeni bir güç ortaya çıkabilir” denildi.

“Bu gücü sınırlayacak tek unsurun Rusya olduğu” belirtilen yazıda, Rusya'nın Gürcistan'a boyun eğdirip kuvvetlerini tekrar Ermenistan'daki Türk sınırına getirmesi durumunda, Türkiye'nin politikalarını Rusya'yı dengeleyecek şekilde yeniden belirleyebileceği görüşü dile getirildi. Yazıda, Rusya'nın nasıl bir dönüş yaptığına bakılmaksızın, “Türkiye'nin gücünün uzun vadede artmasının kaçınılmaz olduğu” vurgulandı.
aktifhaber

İbrahim Karagül
Kafkaslar'da ateşle oyun, Azerbaycan'la birleşme!..

Başbakan Tayyip Erdoğan; "Ermenistan sınırını açmamız Karabağ sorununun çözümüne bağlı. Azerbaycan'ın işgal altındaki topraklarına yönelik bir çözüm getirilmezse sınırımızı açmayacağız" diyor. Kesin, net bir açıklama ve bir kez daha tekrarlanıyor. Türkiye'de bütün kurumlar benzer sözleri ısrarla vurguluyor. Bu tür açıklamaların, kriz havası estirilen Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinde yatıştırıcı etkileri olması, özellikle de kamuoyunu teskin etmesi gerekiyor. Ama olmuyor. Bir gizli el, bu açıklamaların etkisini yok ediyor, tam tersi rüzgar estiriyor.

Şu ana kadar, Ermenistan'la yakınlaşma çabalarında alınan yol, bu ilkeye zarar verecek boyutta olmadı. Türkiye'nin geleceğe dönük perspektifi, Kafkaslar ve Orta Asya'ya bakışı bu ilkeden vazgeçilmezliğin en önemli güvencesi. Türkiye ve bölgeyi basitçe değerlendirenler bile bunu anlayacaktır. Ankara'nın Doğu kapısını kapatması, Hazar'a ve Orta Asya'ya sırtını dönmesi, Türkiye'nin intiharıyla eş anlamlı. Bakü yönetiminin bu zaaf üzerinden "şantaj" yoluna gitme ihtimali de, kendi ülkesini, halkının intihara sürüklemesiyle eş anlamlı.

Karabağ ve işgal altındaki bölgelerde, tarafların bugünkü pozisyonu devam ettiği sürece hiçbir çözüm olmayacak, bunu bütün taraflar biliyor. Tuhaf biçimde sanki çözümsüzlükten güç devşiren çevreler var bu halin devam etmesini istiyor. Bugünkü siyasi söylem, birilerine manevra alanı açıyor sanki. Özellikle Azerbaycan için bu çok yaralayıcı bir pozisyon.

Cumhurbaşkanı İlham Aliyev Moskova'ya gidiyor, Bakü-Moskova dayanışması sergileniyor. Azeri-Ermeni görüşmeleri için Moskova merkezli süreç işletiliyor, Rusya'da üç taraflı bir zirve kararı alınıyor. Ermeni işgalinin arkasındaki güç Rusya iken, Azeriler yıllardır bundan yakınırken çözümü Rusya'da arıyor. Erivan'da, Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile Azeri meslektaşı arasındaki "atışma", yine o gizli el marifetiyle Azeri medyaya servis ediliyor. İran Ermenistan'la demiryolu anlaşması yapıyor. Rus-İran ekseni Kafkaslar'da göz kamaştırıcı bir dayanışma örneği sergiliyor. Türk ve Azeri kamuoyu alabildiğine hassaslaşıyor. Birileri Rus kartını oynarken, aynı zamanda müthiş bir kamuoyu çalışması yürütüyor ve başarılı oluyor. Kafkaslarda tehlikeli, bütün taraflara zarar verecek, bugüne kadar barış ve istikrar adına atılan bütün adımları boşa çıkaracak bir oyun tezgahlanıyor. Oyun; aynı zamanda Bakü'de, Erivan'da, Moskova'da hatta Washington'da oynanıyor.

Tuhaftır bu süreç, Ermenistan ve Karabağ sorununa ilişkin gelişmelerin dışında başka gelişmelerle de örtüşüyor. Kadife devrimlerin etkisini kaybettiği, Rusya'nın Ukrayna'yı köşeye sıkıştırdığı, Gürcistan'ı istikrarsızlaştırdığı, Özbekistan'ı yanına çektiği, Orta Asya'da gücünü artırdığı, İran'ın kartlarının güç kazandığı, ABD'nin bölge politikalarının zayıfladığı bir döneme denk geliyor. Küçücük Gürcistan'ı bile koruyamayan bir Batı gücünün bölgede etkisi pek hissedilmiyor çünkü. Kırgızistan Devlet Başkanı Kurmanbek Bakiyev, ülkesindeki Amerikan üssünü kapattıktan sonra "bazı ülkelerin" Kırgızistan'ı istikrarsızlaştırmaya çalıştığını söyleyip ABD'ye sert mesajlar veriyor. ABD'nin kadife devrimiyle iktidara gelen bir Kırgız yönetimi, bakın şu an nerelere geldi…

Gündelik siyasi manevraların, yüzeysel algıların, taktiklerin, polemiklerin, duygusallığın ötesine geçmek şu an yapılması gereken tek şey. Geçtiğimiz günlerde stratfor adlı istihbarat kuruluşu, Rusya-Türkiye ilişkilerinin geleceğine ilişkin bir öngörü raporu yayınladı. Türk medya kuruluşlarında ve Le Monde Diplomatique'in Türkçe versiyonunda yayınlanan raporun özetinden birkaç cümleye birlikte bakalım. Türkiye ve Rusya'nın yakın ve orta vadede işbirliği yapacağını, ancak uzun vadede ister istemez rekabete ve çatışmaya girişeceğini iddia eden rapor, iki ülkenin avantaj ve zaaflarına dikkat çekerken, Kafkaslar'ın bu rekabetteki rolüne vurgu yapıyor. Onlara göre Rusya gücünü kaybedecek çünkü her açıdan saldırıya açık. Türkiye ise, Osmanlı sonrası Anadolu'ya çekilerek saldırılamaz ülke pozisyonuna girdi. Orta Asya'daki etkisini ise, ancak Kafkaslar'da yeterli adımları attıktan sonra başarabilecek. İşte burada, Türkiye için en önemli ülke Azerbaycan. Türkiye'nin, Orta Asya'daki güç dengesini bozma girişiminde en önemli desteğinin Kafkaslar olduğu belirtilen raporda şu ifadelere yer veriliyor:

"Türkiye burada nüfuz sağlama açısından hem avantaj hem de dezavantajlarla karşı karşıyadır. Azerbaycanlılar kendilerini sadece Türkî olarak değil, gerçek birer Türk olarak kabul ediyor. Eski Sovyetler Birliği'nde sadece ittifak kurmak üzere değil Rusya'nın yörüngesinden kaçmak için de bir başka devletle birleşmeyi düşünebilecek bir ülke varsa bu Azerbaycan'dır ve birleşeceği ülke de Türkiye'dir. Azerbaycan önemli enerji kaynaklarına sahip fakat asıl değerini, Türk nüfuzunun Orta Asya'ya yayılmasında gönüllü olarak ifa ettiği sıçrama tahtası hizmetinden almaktadır. Bununla birlikte Azerbaycan'ın Türkiye ile sınırı yok. Azerbaycan, Dağlık-Karabağ bölgesi nedeniyle yaptığı savaşta kendisini ezen ve 1915 Ermeni "soykırımı" nedeniyle Ankara'ya karşı hâlâ düşmanlığı süren Ermenistan'ın diğer tarafında yer alıyor. Ermenistan, Türk düşmanlarını uzak tutmak için kendisini Ruslara sattı. Bu, Türkiye'nin Orta Asya'daki hedeflerinin tamamının Gürcistan'a bağlı olduğu anlamına geliyor. Eğer Türkiye Gürcistan'ı tam anlamıyla kanatlarının altına alabilirse Azerbaycan ile birleşme ve Orta Asya'yı nüfuzu altına alma projesine başlayabilir…"

Kafkaslar'daki ateş uzun süre dinmeyecek gibi görünüyor. Umarız Gürcistan'dan sonra Azerbaycan da istikrarsızlığa yol açacak gelişmelere sahne olmaz. Zira bu ihtimal tahmin edildiğinden çok daha kolay…
yeni şafak

Arslan Bulut
Erdoğan'ın Putin ile oynayacağı "Dağ Satrancı!"

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 13 Mayıs’ta Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile görüşmek üzere Bakü’ye, 16 Mayıs’ta da Rusya Federasyonu Başbakanı Viladimir Putin ile görüşmek üzere Soçi’ye gideceği açıklandı.

İsabet olur. Çünkü Ermenistan’ı Türkiye’ye karşı sadece ABD kullanmıyor. Rusya da Türkiye’nin Türk Dünyası ile karayolu irtibatı kurmaması, Nabucco projesinin önlenmesi ve Azerbaycan’a diz çöktürülmesi ve ABD’nin Kafkasya’ya sokulmaması için elinden gelen gayreti esirgemiyor!

* * *

The Economist dergisi de konuyla ilgili Ermenistan çıkışlı yorumunda “Dağ satrancı” başlığını kullandı: “Güney Kafkasya’da yüksek bahisli bir satranç oyunu oynanıyor. Oyuncular ABD, Ermenistan, Azerbaycan, Rusya ve Türkiye.”

Dergi durumu şöyle ifade ediyor:

“Türkiye-Ermenistan anlaşmasının önünü tıkayacak en büyük engel Azerbaycan olabilir. Azerbaycan, rotasını Rusya’ya döndürme ve Türkiye’ye sattığı doğalgazın fiyatını artırma tehdidinde bulunuyor.

İşleri asıl bozacak taraf Rusya olabilir. Ermenistan, NATO üyesi Türkiye ile sınırı olup topraklarında Rus askerleri ve bir Rus üssü bulunan tek ülke. Türkiye ile barış sağlanması, Ermenistan’ın yönünü Batıya çevireceğinden, Rusların bu ülkeden çekilmesine yol açabilir. Yapılacak bir pazarlıkla, Rus barış gücüne Ermenistan’ı Dağlık Karabağ’a bağlayan koridoru koruma görevi verilebilir. Diğer yandan, Rusya’nın da Azerbaycan’a daha fazla doğalgaz alabilmek için baskı yaptığı söyleniyor. Rusya’nın istediğini alması, Orta Asya ve Azerbaycan doğalgazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak Nabucco boru hattı projesini rafa kaldırır ve Avrupa’yı enerji ihtiyacını karşılama açısından Rusya’ya daha da bağımlı hale getirir.”

Azerbaycan’ın Yeni Müsavat gazetesi ise The Economist’in “Dağ Satrancı” başlıklı yazısını yorumlarken, “Erdoğan’ın, Putin’den, Dağlık Karabağ ihtilafının çözümlenmesi için Ermenistan’a baskı yapmasını rica etmesi bekleniyor” diye yazdı.

* * *

Azerbaycan Milli İlimler Akademisi tarihçilerinden Nazım Mustafa ise Yeniçağ’a yaptığı açıklamada, Ermenistan sınırını açmaya hazırlanan Türkiye’nin Karabağ meselesini tam olarak idrak edemediğini belirterek “Karabağ meselesi denildiğinde akla ilk gelen Hocalı soykırımı oluyor. Ancak Ermeniler, Hocalı gibi yaklaşık bin köyde daha aynı soykırımı gerçekleştirdi. Bunlar konuşulmuyor ve dile getirilmiyor” dedi. Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımı iddialarıyla hem ABD hem de Batı ülkeleri tarafından baskı altına alınmaya çalışıldığını hatırlatan Mustafa, “Uydurma iddialara karşı Azerbaycan ve Türkiye’nin devletler düzeyinde bir işbirliğine girmesi ve Hıristiyan Dünya Birliği’nin asılsız Ermeni iddialarına karşı, ortak tarih komisyonu kurmaları şart” önerisini yaptı.

Nazım Mustafa, “Ermeniler Türkiye’den toplam 50 milyar dolar tazminat talep edecek. Bu Ermenistan’ın devlet politikası oldu ve asla değişmeyecek. Sınır açıldıktan sonra bu gündeme gelecek” dedi.

* * *

Apaçık görülüyor ki ABD, Avrupa ve Rusya, Ermeni iddialarını, enerji kaynaklarına dönük emellerini gerçekleştirmek için bir baskı unsuru olarak kullanıyor. Yoksa Ermenistan hiçbirinin umurunda bile değil! Ermenistan ve Diaspora, enerji kaynakları satrancında piyon olarak kullanılıyorlar!

Ermeni aydınları durumun farkındadır ancak gerçekleri söyleyenler Rusya güdümlü Ermenistan yönetimi ve ABD güdümlü Diaspora tarafından hain ilan edilmek tehlikesi ile karşı karşıya.

Mesele bu yüzden düğümleniyor.
YENİÇAĞ

'Gölge CIA'in Türkiye kehaneti: "Türkiye ile ABD Savaşabilir"

CIA'ye yakınlığı nedeniyle 'Gölge CIA' olarak da tanınan düşünce kuruluşunun sahibi, ünlü stratejist George Friedman'dan önümüzdeki yüzyıl ve Türkiye ile ilgili çarpıcı kehanetler...
27 Ocak 2009
Dünyaca ünlü stratejist George Friedman: "Çince'yi boşverin, Türkçe, Japonca ve Meksikalılar'ın dilini öğrenin"

ABD'nin önde gelen düşünce kuruluşlarından, CIA'ye yakınlığı nedeniyle 'Gölge CIA' olarak da tanınan 'Stratfor'un sahibi, ünlü stratejist George Friedman, önümüzdeki yüzyılın sonlarında Çin ve Rusya gibi ülkelerin gerileyip yerlerini Türkiye, Japonya, Meksika ve Polonya gibi yeni dünya güçlerine bırakacağını öne sürdü.

Friedman, 'Next 100 Years: A Forecast for the 21'st Century' (Önümüzdeki 100 Yıl: 21'inci Yüzyıl İçin Öngörüler) adlı yeni yayınlanan kitabında, Rusya ve Çin gibi güçler için önümüzdeki yüzyılda endişelenmeye gerek olmadığını, bu ülkelerin komünizme benzer çöküş yaşayacağını yazdı.

Yazısını 'Rusça veya Çince'yi bırakın, Türkçe, Japonca, Polonya ve Meksika dillerini öğrenmeye bakın" diyerek sürdüren Friedman, "ABD'nin başlıca odak noktası olan İslami militanlarla savaşa gelince, o da tarihin derinliklerinde kalacak" dedi.

Friedman'ın kitabına yer veren The Washington Post'a göre, bütün bu öngörülerinin Rusya'nın yeniden uyandığı, Çin'in ekonomik patlama yaşadığı ve aşırı İslamcılara karşı savaşın kontrolden çıkmış halde tırmandığı dönemde saçma görünebilecek. Tersini savunan Friedman, bütün bu verilerin 21'inci Yüzyıl'ın sadece başını tanımladığını kendisinin 21'inci Yüzyıl'ın sonlarına ışık tuttuğunu belirtti.

Friedman, kitabında doğum oranlarının düşüp uzun hayat beklentilerinin artması nedeniyle 1970-90 yıllarında doğanların yaşlarının ileri dönemlerinde mali krizle karşı karşıya kalacaklarını ileri sürdü. Bunun da ABD gibi ülkelerin iş gücüne ihtiyaç duyacağı anlamına geldiğini belirten Friedman, "Göçmenleri sınırdan çeviriyoruz. Oysa bir süre sonra onları ülkemize çekmek için teşvikler dağıtacağız" diye yazıyor.

ABD'nin hemen yanıbaşında bulunması ve hızla artan işgücü nedeniyle ABD'nin ulusal çıkarları açısından tehdit oluşturacağını savunan Friedman, giderek güçlenen ve saldırganlaşan Meksika ile ABD arasında ciddi çatışmalar çıkabileceğini savundu.

"TÜRKİYE İLE ABD SAVAŞABİLİR"

Friedman, Türkiye ile Japonya'ya dair iddialar ortaya attı. Friedman önümüzdeki yüzyılın sonlarına doğru çıkabilecek savaşın ABD ile Türkiye-Japonya ittifakı arasında olacağını öne sürerek şu iddialara yer verdi: "Bu savaş bugüne kadar var olan klasik silahlarla yapılan savaşlardan tamamen farklı olacak. Yani bugünden bir tür bilim kurgu gibi görünen bir savaş yaşanacak."

Friedman'a göre 21'inci Yüzyıl'ın gidişatını bu savaşın sonucu belirleyecek. Ancak o döneme kadar, yani yüzyılın sonlarına kadar ABD başlıca egemen güç olmaya devam edecek.

PENTAGON'A DANIŞMANLIK YAPIYOR

Stratfor ya da 'Gölge CIA' 1996'da, Teksas'ın Austin kentinde kurulan özel bir istihbarat kurumu. Başında ünlü stratejist ve siyaset bilimci George Friedman bulunuyor. Friedman aynı zamanda 'Amerika'nın Gizli Savaşı', 'Savaşların Geleceği' gibi best-seller kitapların yazarı. Türkiye'deki son gelişmelerle ilgili olarak, George Friedman tarafından kaleme alınan analizi 'Türkiye-Yeni Osmanlıcılık' ve yeni ABD yaklaşımı konusunda ilginç bir çalışma olarak nitelenmişti.Friedman ve başında bulunduğu Stratfor, Pentagon'a da danışmanlık yapıyor. 70 kişinin çalıştığı kurumda soyadlar pek bilinmiyor. Eski istihbaratçı olan çalışanlar arasında yer alan eski Rus ajan sadece 'Viktor' olarak biliniyor. Kuruluşun sitesi ise, yayınladığı analiz ve verdiği haberlerle dikkat çekmişti. En çarpıcı örneği ise NATO'nun eski Yugoslavya'ya yönelik operasyonu sırasında yaşanmıştı. Belgrad'taki Çin Büyükelçiliği'nin bombalanmasını ilk haber veren Stratford olmuştu. Daha sonra Çin Büyükelçiliği'nin bombalanmasının bir hata olmadığını, söylendiği gibi pilotlara yanlış harita verildiği için değil, bombanın, Çin'in Sırplar'a verdiği desteğe bir karşılık olarak atıldığını da yine Stratfor açıklamıştı. Srtatfor'un, Asya'da 1997'de bir krizin yaşanacağını da ABD yönetimine çok önceden bildiren ilk kurum olmuştu.


Kanal D

Yiğit BULUT
Vatan
''ABD, Türkiye ile savaşabilir''!
28 Ocak 2009

İddia bana değil, dünyaca ünlü stratejist George Friedman’a ait! Ama bu sayfada daha önce paylaştığım konu hakkında “bana ait iddialar” ve özellikle Friedman’ın “öngörüsünü” doğrulayan çok önemli bir bilgi var.

Hatırlarsanız çok uzun zamandır; 1997 yılında Clinton yönetimi tarafından kaleme alınan “Yeni bir yüzyıl için strateji” belgesinden bahsediyorum.

Belge çok açık ve net; Türkiye’nin hakim olacağı bölgeye yerleşeceğiz! Bu bölge gerekirse “Güney ve Doğu Anadolu” da olabilir! Kim yerleşecek; yeni yüzyılda “yeni strateji” gereği ABD!

Peki içinde ABD’nin “ana unsure” olduğu denklemimiz nasıl gelişti?

Çok kısa özetleyeyim, sonuca gidelim...

Potansiyel bir Rus (komünizm) tehlikesine karşı dine dayalı sivil unsurlar ABD ve Almanya tarafından harekete geçirildi. Bu süreç, Almanya’nın “Orta Doğu petrollerine dokunmadan Orta Asya petrol bölgelerine ulaşması” şartıyla İngiltere ve Fransa tarafından da desteklendi. Türkiye’de komünizm tehlikesine karşı dini unsurların devlet çarklarına enjekte edildiği süreç hızlandı...

Sevgili dostlar, 1980 sonrası da aynı mantığı gördük. “Ilımlı İslam Devleti” mantığı altında Ortadoğu ve Orta Asya’da hakim olmak isteyen Roma’nın (1945 sonrası Roma derken ABD liderliğinde ABD ve Avrupa birlikte algılanmalı) yine bu coğrafya üzerindeki oyunları sürece hakimdi...

Devletin resmi organlarında “Kemalist laiklikten, Osmanlı sekülarizmi’ne” başlıklı raporlar yayınladı. Aydınlar “yeni bir sentez pompalarken”, devlet çarklarına Atatürk ilkelerinden uzaklaşan, uzaklaştıran her türlü fikrin pompalanmasına devam edildi.

1999 ekonomik krizi sonrası ve özellikle 2003 döneminden hemen sonra aynı mantığın yeniden ortama çok güçlü bir şekilde hakim olduğunu gördük. Ortadoğu’ya “model ve ağabey” olacak bir Türkiye modeli yeniden hayata geçmeye başladı. Arap ülkelerine sevimli görünmesi gereken Türkiye’de, TBMM’den “Amerika’ya izin veren tezkere” geçmedi. Tezkere kabul görmedi ama ABD Türk topraklarını tezkere varmış gibi kullandı. Geçmeyen tezkere Ortadoğu’da alkışlandı, devlet çarkları süratle Kemalist laiklikten, Osmanlı Seküralizmine dönüşen Türkiye’ye 80 yıl sonra Arap kralları geldi. Bu krallar Dolmabahçe Sarayı’nda kabul gördüler (ABD ve AB’nin yeni Osmanlıcılık teorisi sembolik olarak da pratik edilmeye başlandı)...

Bu arada “Osmanlı Seküralizmi” gereği “diğer dinlere ait” unsurlar da harekete geçirildi. Papa’nın ziyareti “bu topraklardaki yapının” nereye kadar sınırlarının zorlanabileceği açısından önemliydi...

Daha fazla uzatmayacağım; Friedman üstü kapalı söylüyor ben daha açık söyleyeyim. ABD diyor ki; yeni yüzyılda Türkiye’nin içinde bulunduğu “bölge” yeni dünya düzeninde “ana unsur” olacak ve eğer işbirliği yapamazsanız, size biçtiğimiz yeni rolü kabullenmezseniz; gerekirse “sizlerle savaşarak” istediklerimizi yapacağız!

Friedman uçmuyor! Devletin resmi ağızdan söylemediğini, “gayri resmi yollarsa söylüyor” !
YİĞİT BULUT - VATAN


İbrahim Karagül
YeniŞafak
Türk-Amerikan savaşı ve 21. asrın sonu
28 Ocak 2009
Gerçekten de bilim kurgu yazarı gibi. ABD'li stratejist George Friedman, bugünlerde sık sık gündeme gelen “Next 100 Years: A Forecast for the 21'st Century” adlı kitabında açıkça “Türk-Amerikan savaşı”ndan söz etmesini nasıl anlayacağız. Uçuk bir senaryo mu, Nastradamusvari kehanet mi yoksa gerçekten değişimin çok hızlı olduğu yüzyılımızın sonuna ilişkin ciddiye alınacak bir öngörü mü?

Türkiye'de her hangi biri kalkıp; “Önümüzdeki yüzyılın sonlarına doğru çıkabilecek savaşın ABD ile Türkiye-Japonya ittifakı arasında yaşanacağını, bu savaşın bugüne kadar var olan klasik silahlarla yapılan savaşlardan tamamen farklı olacağını, bugünden bakınca bir tür bilim kurgu gibi görünen bir savaşın yaşanacağını” söylese adamı rezil ederler.

“Rusya ve Çin'in gerçek anlamda tehdit olamayacağını, Türkiye, Meksika, Polonya gibi ülkelerin yeryüzünün kaderini etkileyeceğini” söyleyen birinin itibarı kalır mı? Bırakalım bu kadar uçuk, bu kadar geniş perspektifi, beş yıl sonrasına ilişkin aslında bugünden belli olan gelişmelere ilişkin işaretleri sorgulayan herkes nasıl da aşağılanır, itibarsızlaştırılır. Hele Türkiye'de!

Türkiye'nin geleceğine, bölgesel pozisyonuna, zengin siyasal birikimine atıfta bulunmak son derece tehlikelidir. Nasıl olsa bu ülke adam olmaz, ürkek, korkak, başkaları tarafından yönetilen, hiçbir inisiyatif alma iradesi olmayan yer. Böyle düşünenler, 1948'de kurulmuş İsrail'e bütün heybeti, gücü atfeder de, yüzyıllarca çok geniş coğrafyayı yöneten bir siyasal birikime hiçbir şans tanımaz. Brüksel, Washington ve Londra'ya bağımlılık dışında bu ülkenin ayakta kalma şansı yoktur, olmayacaktır!

Friedman, belki kitabının piyasa değerini artırmak için bu söylemleri kullanıyor. Ne de olsa sansasyonel olan her şey çok yoğun ilgiye mazhar oluyor. Orası ayrı bir konu. Ama bir istihbarat şirketinin başında olan, ülkesine güvenlik konularında danışmanlık yapan bir kişinin “saçmalıklarını” üzerinde durmanın anlamı var.

Neden mi? Bu ülkenin büyüyebileceğine, güçlü olabileceğine, bugünkü zaaf alanlarını tamir edebileceğine, yakın bölgesinde etkin barış girişimlerinde bulunabileceğine, bölgesel ortaklıklar şekillendirebileceğine, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki en sarsıcı değişim döneminde kendi pozisyonunu yeniden tanımlayabileceğine inanıyoruz. Şahsen buna hep inandım. Yanlış bulduğum şeyleri en sert biçimde eleştirirken de kafamda hep bu gücü tahrik etme düşüncesi oldu.

Dünya 21. yüzyılın ortalarına doğru hızla ilerliyor. Eski kafalara, eski kalıplara, eski algılamalara yer yok artık. Soğuk Savaş döneminin korkularını yayıp, kitlesel endişeye yol açanlara da yer yok. Türkiye'yi Anadolu'ya hapseden zihinlerin de bu dönemde yeri olmayacak. Büyük söz söyleyen insanlara ihtiyacımız var bizim. Kendini bilen, ülkesini bilen, geçmişini bilen, geleceği zihninde şekillendiren, sınırlayıcı kavram ve siyasal söylemlerden arınmış insanlara…

Bu sözlerin, Türkiye'nin bölgesel nüfuz alanını genişlettiği döneme denk gelmesiyle, artık tek yanlı bağımlılık ilişkisi şeklinde açıklanmayan kendi yol haritasını çizme uğraşısıyla, yakın çevresine ilişkin çıkarlarının ABD ve İsrail'le örtüşmediğinin ortaya çıkmasıyla aynı zamanlarda gündeme gelmesi önemli. Eski CIA'cı Graham Fuller'ın “Artık Türkiye ile ABD müttefik değil, çıkarlar örtüşmüyor, Türkiye belki de yüzyıl sonra kendi yolunu çiziyor” sözleriyle ne kadar benzeşiyor. Bu bir maceraperestlik değil. Gerçekten değil. Bu, belki de ilk kez, hem kendi gücünü hem de diğerlerinin gücünü gerçek anlamda takdir etme eğilimiyle alakalı bir şey. Gözümüzde büyüttüğümüz, korkup sindiğimiz güçlerin zayıf noktalarını görmemizle alakalı bir şey.

Bu sözler yeni Amerikan yönetiminin, “İslam dünyasıyla yani bir ilişki biçimi” deneme iddiasıyla da paralellik arzediyor. Barack Obama yönetimi “Artık onları daha fazla dinleyeceğiz” diyor. Bunu derken yine bir kolonyal güç olduğu izlenimini ısrarla vermekten vazgeçmiyor. Bugünün ideolojik kalıplarına sıkışıp kalanların, gündelik siyasete saplanıp kalanların, içeride dar iktidar hesabı yapıp duranların anlayabileceği bir süreç değil bu.

Coğrafyanın yaşadığı tarihsel kırılmalara bakalım: Haçlı savaşları.. Moğol istilası. Birinci Dünya Savaşı. Her üç kırılma da şok edici etkiler bıraktı, büyük yıkımlara yol açtı. Sonra ne oldu? İlk ikisinde yepyeni, zinde, muhteşem bir aydınlanma ve güç ortaya çıktı. Birinci Dünya Savaşı dönemi ise yüz yıl sonra, Soğuk Savaş'ın bitmesiyle sona erdi. Yüz yıl süren bir savaş yaşadık biz. Şimdi yeni bir döneme giriliyor. Büyük değişim, iki tarihsel kırılma sonrakilere benzeyen yeni yükseliş dönemine..

George Friedman'ın kehaneti beni hiç ilgilendirmiyor. İsterse “Türkiye on yıl sonra parçalanacak” desin. Biz kendi cümlelerimizle bir gelecek inşası peşindeyiz. Ben bu büyük değişimin getireceklerini görmeye çalışıyorum. Bakmayın bu coğrafyayı, Müslüman dünyayı tehdit algılayıp ezmeye, sindirmeye çalıştıklarına… 21. yüzyılın en coşkulu yükselişi bu topraklarda gelişiyor. Bu yüzden bütün dünyayı karşımıza diktiler. Savaştıkça, saldırdıkça büyüyen bir bilinç hareketidir bu. On yıl sonra nerelere geleceğini kestirebiliyor olmalıyız!
İbrahim Karagül - Yeni Şafak
ibrahimkaragul@gmail.com

İbrahim Karagül
Türkiye yepyeni bir tehditle yüzleşiyor!

Uzun zamandır Karadeniz'e ilişkin yazılar yazıyorum. Özellikle Doğu Karadeniz'in yakın gelecekte Doğu Akdeniz'i andıracak gelişmelere sahne olacağına ilişkin her gelişmeyi izliyor, mümkün olduğunca da paylaşmaya çalışıyorum. “Ukrayna ve Gürcistan'daki Kadife Devrim”lerden Ukrayna merkezli gaz krizine, Gürcistan iç savaşından Bulgaristan ve Romanya'da kurulan ABD üslerine, NATO'nun Karadeniz'e yerleşmesinden Türkiye'nin bölgesel çekincelerine kadar geleceğin Karadeniz'ini ilgilendiren o kadar temel gelişmeler oluyor ki, bunlara bakıp da önümüzdeki yıllarda neler olabileceğini anlamamak mümkün mü?

Dikkatlerin Ortadoğu'ya yoğunlaştığı, Türkiye'nin bütün ağırlığını bölgedeki krizlere verdiği, İsrail'in Gazze'ye yönelik vahşi saldırılarından sonra Irak merkezli yeni bir kriz dalgasının beklendiği bir dönemde Afganistan-Pakistan-Hindistan merkezli sıkıntı dünyanın dikkatini Güney Asya'ya çekecek gibi. Üstelik bizim için bu krizin anlamı; Pakistan'la yakın dostluk, Afganistan trajedisi ve oradaki Türk askerleri ya da Hindistan-Pakistan savaşı endişesiyle sınırlı değil.

Güney Asya krizi Karadeniz'de patlayacak gibi. Sadece Kafkaslar'daki gelişmeler, Ukrayna merkezli sorunlar ya da Balkanlar'daki güç mücadelesi değil. Çok uzaklardaki gerilimler de Karadeniz'i bu kadar önemli hale getiriyor. İşte bu yüzden yeni bir durumla karşı karşıyayız. Bu yüzden Karadeniz'e ilişkin her gelişmeyi dikkatle izlemekteyiz.

Barack Obama'nın bir yandan Müslüman dünyaya barış elini uzatıp diğer yanda İsrail'e tam destek vermesinin, aynı zamanda Pakistan'ı açık hedef göstermesinin yeni yönetimin politikalarına nasıl yansıyacağını yakında görme fırsatı bulacağız. “Pakistan'ı füzelerle vurma”, “ABD için en büyük tehdidin Pakistan merkezli olacağı” söylemleri ne kadar gerçekçi sonuçlar doğuracak…

Pakistan yönetimi, Bombay'daki terör saldırısından sonra Afganistan sınırındaki askerini Hindistan sınırına kaydırırken, Hindistan Pakistan sınırlarında füze denemeleri yaparken, ABD ve NATO'nun Afganistan'a en büyük tedarik yolu Pakistanlı gruplar tarafından kesilirken, yüzlerce araç imha edilirken, İslamabad yönetimi “ABD ile terörle mücadele ortaklığına son vereceklerini” açıkladı. Daha önce, Pakistan ve Afganistan kökenli silahlı gruplar ve siyasi partiler tarafından kesilmeye çalışılan, Karaçi limanından Afganistan'a ulaşan tedarik yolunun kapatılacağının işaretlerini verdi.

Paniğe kapılan ABD, Rusya ve Orta Asya ülkeleriyle pazarlığa başladı. Hatta Özbekistan-ABD yakınlaşması yeniden başladı. “Rusya ile anlaştık” iddiası Moskova tarafından doğrulanmadı. Pakistan'dan kesilen tedarik hattı, Rusya ve Orta Asya üzerinden açılmaya çalışılıyor. Ama asıl hat, Karadeniz üzerinden, Kafkasya üzerinden Afganistan'a ulaşacak. “Taliban'la mücadele Karadeniz'de başlar” diye bu konuyu uzun uzun anlatmıştım. Öyleyse Karadeniz ve Kafkaslar'da çok önemli gelişmeler olacak demektir. Bölgenin barış denizi mi yoksa savaş denizi mi olacağını o zaman göreceğiz. Türkiye için yeni ve çok ciddi bir tehdit algılaması söz konusu.

Türkiye ile İran, Trabzon limanının İran'ın ithalat kapısı olması konusunda anlaştı. Artık İran'ın kuzeyi dünyaya bu limandan açılacak. Bölge, Kafkaslar ve Orta Asya için de aynı işlevi görebilir. Barış, işbirliği denizine dönüştürülebilir. Bölgesel ortaklıkların zemini olabilir. Ama Washington merkezli satranç oyununun getirdiği stres, barış ve işbirliğine yönelik bütün girişimleri boşa çıkaracak güçte. Bu yönüyle Karadeniz Türkiye-ABD ve Rusya arasında büyük bir jeopolitik savaş alanı olacak. Bugün İran'ın ithalat kapısı olarak belirlediğimiz Trabzon limanı o zaman savaş gemilerin demir attığı bir yere dönüşecek.

Peki, Afganistan'da başlayıp Karadeniz'e kadar uzanan bu tehlike ne? İki yıl önce NATO karargahlarında ve Washington'ın güvenlik merkezlerinde şu senaryo tartışılıyordu: Pakistan'ın nükleer silahlarının İslamcıların ya da ordu içindeki şahin grubun eline geçmeyeceği garanti altına alınacak. ABD'nin, Pakistan nükleer silahlarını korumak için hazırladığı gizli plan uygulanacak. Pakistan hattı kapanırsa Afganistan'daki ABD/NATO birliklerinin hezimete uğramadan ülkeden çıkarılması için hazırlık yapılacak.

“Afganistan'da durum kötüleşir, çekilmek zorunda kalırsak ve aynı anda Pakistan da kontrolden çıkarsa ABD ve NATO güçleri, Sovyet güçleri gibi, Afganistan'da kapana kısılır” endişesi ile başka koridorlar aranmaya o zaman başlanmıştı. O günden bu yana, terörle mücadele adı altında Pakistan'a saldırılar düzenleniyor. O günden bu yana Pakistan'a alternatif yollar aranıyor. O günden bu yana Karadeniz-Orta Asya-Afganistan hattı üzerinde çalışılıyor. O günden bu yana Karadeniz'e ABD üssü tartışmaları şiddetini artırıyor. O günden beri Türkiye, çok ciddi biçimde kuzeyinden tehdit alıyor.

Afganistan'daki NATO ve ABD birliklerinin kaderi iki ülkenin elinde. Biri Türkiye diğeri Rusya. Türkiye, Karadeniz'de Atlantik baskılarına boyun eğmek yerine bu kartı kullanabilir. Dahası, bugünlerde Ortadoğu'da hissettirdiği etkinliği Karadeniz ve Kafkaslar üzerinden Orta Asya'ya kadar uzatabilir.

Her tehdit algılaması beraberinde stratejik açılımlar da getiriyor. Bu yüzden Karadeniz'i bir Amerikan gölü haline getirmeye dönük dayatmalara boyun eğmek zorunda değiliz. Eğer boyun eğersek, Kırım Savaşı sonrasında olduğu gibi, merkez güçler arasında yem olmaktan başka bir şey kalmıyor geriye.

Türkiye, Hamas konusunda olduğu gibi, Taliban konusunda da bütün itirazlara rağmen bir açılım sunma gücüne sahip. Taliban'ın aynı zamanda bir Karadeniz, bir Türkiye sorunu olduğu apaçık ortada değil mi. O zaman yeni bir Orta Asya çıkışı, yeni bir Afganistan inisiyatifi bekliyoruz.

Savaş isteyenleri Karadeniz'e sokmayalım!
YENİ ŞAFAK



Başbakan, Neden Kerkük’deki, Afganistan’daki, Libya’daki Katliamları Hiç Lanetlemedin?!
Banu AVAR
8 Haziran 2012



Başbakan, Neden Kerkük’deki, Afganistan’daki, Libya’daki Katliamları Hiç Lanetlemedin?!

Batı Suriye korosuyla Türkiye’nin üzerine geldikçe, Erdoğan ‘ESED ESED’ diye kükrüyor
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Hzr 23, 2015 10:34 pm    Mesaj konusu: ‘Augustus eşiği’ Alıntıyla Cevap Gönder

‘Augustus eşiği’
Ahmet Özcan

M.Ö. 31 yılında Roma imparatoru Octavianus, Yunanistan'ın batı kıyılarında, Mısır’da bir Doğu İmparatorluğu kurmaya çalışan Marcus Antonius ve Cleopatra'nın ordusunu yendi. Ardından Roma’da tek otorite olarak Augustus (yüce) ünvanını aldı. Roma Cumhuriyetini askeri, mali,siyasi ve sosyal reformlarla yeniden yapılandırdı ve Roma büyük bir imparatorluğa dönüştü.

Alman kökenli ABD’li yazar Herfried Münkler, ‘İmparatorluklar-Eski Roma’dan ABD’ye dünya egemenliğinin mantığı (İletişim,2008) isimli kitabında, Roma’daki yaşanan bu değişim sürecini ‘Augustus eşiği’ kavramı etrafında tartışır. Cumhuriyetin düşmanlarını yenerek bütün enerjisini iç reformlara yöneltip sağlamlaşma aşamasını tamamlaması ve imparatorluğa dönüşmesinin kritik eşiğidir bu aşama.

Münkler, tarih boyunca bir çok imparatorluğun bu aşamada takıldığını ve eşiği geçemediği için kısa süreli bir parlamadan sonra yıkılıp gittiğini söyler.

ABD’nin 11 Eylül sonrası yürütmeye başladığı politika çerçevesinde emperyal güç, emperyalizm, imparatorluk, hegemonya, liderlik gibi kavramları tarihi ve güncel örnekleri eşliğinde tartışan yazar, örtük bir şekilde ABD’nin ‘Augustus eşiği’nde olduğunu ve henüz Roma gibi uzun yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan bir emperyal hegemon güç olduğunu ileri sürer.

Kitapta bir diğer önemli kavram ‘emperyal çevrim’ dir. Uzun süre yaşayan imparatorlukların geçici gerileme dönemlerine rağmen farklı koşulları değerlendirerek kendini yenilemesi ve yeniden emperyal bir düzeye yükselmesini ifade eden bu kavramla yazar, İspanya, Osmanlı Rusya ve Britanya imparatorluklarının farklı tarihsel dönemlerini irdeler.

Augustus eşiği, devlet iktidarının küresel bir otoriteye dönüşmesidir. Emperyal çevrim ise büyük bir devletin en zayıf anında bile sürekliliğini sağlayacak dinamiklere yaslanarak küllerinden yeniden doğması demektir.

Aktium savaşı antik tarihin dönüm noktasıdır. Doğu Roma’nın İstanbul’un fethiyle birlikte imparatorluk mirasını Osmanlı’ya devretmesi gibi, Antik Mısır imparatorluğu da bu savaşla mirasını yeni Roma’ya devretmiştir. Tarihte büyük İmparatorluklar emperyal miraslarını yeni güçlere bu tür büyük ve kritik savaşlarla devretmiştir.

Antik Mısır’ın kolonisi olan Yunan şehir devletleri, Girit, Roma vilayeti ve Tuna kıyıları, M.Ö 6. yüzyılda Pers istilası nedeniyle Mısır’dan kaçan seçkinlerin yeniden toparlandığı mekanlardı. Böylece tarih sahnesine özgün birer uygarlık merkezleriymiş gibi sunulan ve aslında antik Mısır’ın yeni formları olan şehir devletleri çıktı. Nitekim M.Ö. 4. yüzyılda doğu seferine çıkan Büyük İskender ve ordusu, aslında Antik Mısır ordusuydu ve Pers istilasına son vermek için organize edilmişti.

Mısır, kendisi olarak bu süreçten ciddi bir tahribatla çıktı ve imparatorluk merkezi olma özelliğini kaybetti. İşte M.Ö. 31 yılında yapılan Aktium savaşı, Romalı komutan Antonius ile Mısır kraliçesi Kleopatra’nın ilişkisi şahsında son defa Mısır merkezli bir imparatorluk kurma deneyiminin fiyaskoyla sonuçlanmasını sağlamıştı. Böylece devir teslim tamamlanmış ve bölgesel imparatorluğun yeni merkezi Pers güçlerinin uzanamayacağı Roma kasabası olmuştu. Roma imparatorluğu, bu manada Mısır’ın devamıdır.

Bu tarihsel gelişim, bize büyük güçlerin yükseliş ve düşüşüne dair kritik sonuçlar vermekle birlikte, yeni güçlerin sahneye çıkışına dair önemli bir gösterge sunar. Her yeni güç, ancak ve sadece bölgesindeki başka bir hegemon gücü tasfiye ederek doğabilir. Aynı anda aynı bölgede iki veya daha fazla eşit hegemon olamaz. Dolayısı ile, hem bölgesel hem de küresel egemenliğin mantığı son tahlilde güç yarışı ve çok boyutlu bir savaşla işler.

Bugüne gelirsek, tabii ki ABD hegemonyasının bu tarihsel deneyimlerle birlikte analiz edilmesi önemlidir. Özellikle bu devasa gücün akıbeti konusunda Roma deneyimi çok önemli ipuçları verir, Ki ABD’li analizciler diğer batılı güçlerde olmadığı kadar ABD ile Roma arasında tarihsel, siyasal veya askeri benzeştirmelere sıkça başvurur.

Ama şimdilik küresel egemenlik ve ABD’yi bir kenara bırakıp, bu tarihsel birikim eşliğinde kendi bölgemizi ele almalıyız. Devletler, Dinler ve İmparatorlukların doğum yeri olan Mezopotamya-Akdeniz havzasının politik tarihini bilmeden, bugün ve geleceğe dair doğru bir analiz yapılamaz. Olan biteni tarihin ritmik çevrimi ve coğrafyanın zorunlulukları eşliğinde ele almadan yapılan her değerlendirme eksik olacaktır. Tabii ki tarih her gün yeniden yazılır ve her yeni gelişme bizatihi kendi koşulları ve içeriği ile öncesiz bir durumdur. Ancak tarih ve coğrafya, bu yeni durumun olasılıklarını ve sınırlarını kavramamızda yardımcı olur. Ayrıca muazzam bir deneyim laboratuarı olarak önümüzü görmemize ışık tutar.

Türkiye, emperyal bir mirascı olarak er ya da geç yeniden büyüyecektir. Bugün var olan siyasi ve coğrafi pozisyonu, bir emperyal çevrim sürecinin ürünüdür. Osmanlı dağıldıktan sonra içine girilen fetret dönemi mutlaka sona erecek ve yeni bir emperyal dönem başlayacaktır. Bu öngörü, tarihi ve coğrafi ritmin potansiyellerine dayanır. Ama bundan sonrası, yani yeni bir emperyal çevrimin ne zaman, nasıl, hangi merkezde ve hangi formla başlayacağına bugün var olan iradeler ve eylemler belirleyecektir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, bölgesel hegemonya için en öncelikli adaylardan biridir. Jeopolitik ve jeokültürel dinamikleri şimdilik potansiyel halinde bir imkan olarak durmaktadır. Bugün ve bundan sonra yaşanan ve yaşanacak her bölgesel gelişme, öncelikle bu objektif gerçekliğin hareketi içinde değerlendirilmelidir. Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi hegemon kimliği buraya kadar bir tercih değil, bir zorunluluktur. Yani Türkiye’ye teklif edildiği veya dayatıldığı varsayılan neo Osmanlıcılık türünden misyonlar, teklif edenlerin özel icadı değil, gördükleri potansiyeli manipüle etme çabalarıdır. Ancak bu konuda Türkiye’ye ait bir kararlılık ve yönelim henüz ortada yoktur. Bu noktada eski dünya düzeninin Türkiye’deki personelinin yeni döneme ilişkin itirazları(Ulusalcılık,Ergenekon, her ne isimle anılırsa anılsın bu unsurların itirazları kendi imtiyazlarını korumaya dönük görünmektedir), son tahlilde bu odaklardan bağımsız olarak Türkiye için bir pazarlık kozu, büyük güçler içinse bir ayakbağıdır.

Aynı denklem, bölgede büyük güçlerin plantasyonu ve ayar merkezi misyonu olan İsrail için de geçerlidir. İsrail’de iktidarda olan güçler de henüz çerçevesi muğlak görünen yeni dönemde bölgesel misyonlarını Türkiye’ye kaptırma endişesiyle direnmektedir.Onların bu direnişi de bir tür pazarlık kozudur. Bu bağlamda, hem büyük güçler-(adını ABD-İngiltere koalisyonu olarak zikredebiliriz.) içinde hem de bu Türkiye ve İsrail devletleri içinde kıyasıya bir çatışma, çekişme ve rekabet yaşanmaktadır.

Türkiye’nin AK Parti iktidarı ile içine girdiği canlanma süreci, tarihi ve coğrafi dinamiklerle daha barışık kadroların varlığı ile potans halindeki emperyal çevrim dinamiğini harekete geçirme işaretleri vermektedir. İsrail’deki eski düzen yanlısı güçler ise buna karşı harekete geçmiş ancak Türkiye’de başaramadıkları kapsamlı direnişi hem İsrail’de ve hem de bölgesel düzeye yayarak sürdürme peşinde görünmektedirler.

Bu bağlamda Türkiye’deki –adını, içeriğindeki tuhaf hukuksal hataları ve sunumdaki abartılı söylemin yanlışlarını saklı tutarak anlaşılsın diye kod adı Ergenekon olan – eski düzen personeli ve İsrail’deki iktidarla ABD ve İngiltere içindeki NeoCon olarak ifade edilen ama kapsamı aslında daha derin ve geniş olan güçler arasında ortak ve paralel bir pozisyon vardır. Obama ile temsil edilen yeni bir döneme geçiş çabalarını sabote etme eylemleri için Türkiye ve İsrail kullanılmaktadır. Türkiye’de, hükümetin her yenilik çabası sabote edilerek, İsrail’de ise Türkiye’deki bu sabotajlara destek verilerek sürecin çatışmalı denkleminde yer almaktadır.

(PKK denilen örgüt içindeki unsurların da zaman zaman bu sabotajlarda rol aldığı görülüyor)

Bu genel fotoğraf içinde şimdilik yaşanan güncel gelişme ile ilgili şunlar söylenebilir:

- Türkiye, bir 'Augustus eşiği'ndedir.

- Bölgesel hegemonya için bütün olası rakiplerini yenmek zorundadır.

- İsrail, bu süreçte Türkiye’ye rakip ve hasım olarak artık açıkça tavrını belli etmiştir.

- Türkiye’nin hızlı bir şekilde İsrail, PKK ve Ergenekon denilen şeklen bir birinden bağımsız ama özünde ortak eski düzen unsurlarını kontrol altına alması gerekmektedir.

- Bu manada Ergenekon davalarının hukuk çerçevesinde tamamına erdirilmesi,

- PKK ve İsrail’in ise dönüşüme zorlanması öncelikli gündem olmalıdır.

- İsrail’de Netanyahu-Liberman çetesi, mutlaka yıkılmalıdır.

- AK Parti hükümeti, bu çeteyi yıkamazsa, kendisi yıkılacaktır.Türkiye bütün imkanları ile İsrail'in dönüşümünü bu çetenin tasfiyesi üzerinden sağlamaya dönük çok yönlü bir politika geliştirmelidir. İsrail'de pasifist-barışçıl muhalefetin etkin olacağı bir iktidar yapısı bölge barışı için ömcelikli bir adım olacaktır.

- Gazze konvoyuna saldırı ile başlayan yeni süreç, İsrail’deki çetenin genel olarak Türkiye misyonuna özel olarakta AK Parti ile temsil edilen sosyal ve siyasi iradeye açtığı bir savaştır.

- Yeni dönemin başlangıcı için bu olaylar bir bela değil, bir rahmet ve fırsat olarak değerlendirilmelidir.

- Türkiye kendisine açılan bu yeni Aktium savaşını mutlaka kazanmak zorundadır.

- Bu savaşın galibi, PKK ve Ergenekon’la temsil edilen diğer fitne ve belaları da bertaraf edecektir.

- Ancak böyle bir zafer sonunda Augustus eşiği geçilecek, ve hem Türkiye’de hem bölgede hem de dünyada yeni bir dönem başlayacaktır.

- Yeni dönem, savaş ilanı karşısında korkmayan, paniklemeyen, bedavadan elde edilmiş konforlu ilişkilerle değil, kriz yöneterek, bedel ödeyerek, düşmanlığa misliyle cevap vererek, savaş anında halka itidal değil daha fazla savaşçı ruh pompalayarak, savaşı politikanın bir aracı ve diplomasiyi bu savaşçı iradenin emrinde bir silah olarak gören kurmay kadrolarla inşa edilecektir.

- Bu olayların bir an önce sukunetle bitmesini isteyen ve kaldıkları yerden el bebek gül bebek devlet yönetmecilik oynamaya devam etmek isteyenler, artık farklı bir dönemin başladığını ve eski düzen çetelerinin tam anlamıyla yenilene kadar her tür sabotaja devam edeceğini, yani daha bir çok krizin güçlü iradelerle yönetileceği bir süreç yaşanacağını beklemelidir.

- Türkiye, kendisine yönelik en büyük sabotaj olan iç çatışmalarla zayıf düştüğü noktalarda yani ulusalcı veya liberal, Türk ve Kürt, Alevi ve Sünni, Laik ve İslamcı tüm güçlerini ortak bir gelecek için seferber edecek büyük bir terkib arayışına sokulmalıdır.

- Son olarak: İsrail’deki çetenin Savaş ilanına altı boş küfürlerle karşılık vermeye kalkanlara yönelik isyanımızın nedenlerini kavrayamayanlara da eski Çin filozofu Sun Tzu’dan bir çift söz;

- “Akıllılar savaşmadan kazanır akılsızlar ise kazanmak için savaşır. Ama savaş kaçınılmazsa zafer için yapılacak tek şey savaşı iyi yönetmektir.”

- “Güçlü olamazsan zayıfta olamıyorsan bu işin sonu yenilgidir.”
haber10

Suudi İstihbarat Başkanı Çankaya’da Ne Aradı?
Meyyal UYGUR

TSK karargâha hapsedildi…70 milyon, ıslak belge, andıçlar, tele-kulakla iştigalde…Türkiye’nin mayın eşeği yapıldığı, giderek yaklaşan “Ortadoğu Ateşi”nin sıcaklığını hisseden yok!..

Erdoğan’ın İran’a arka çıkması, “Türkiye’nin ekseni mi kayıyor?” şeklinde bir kayıkçı kavgası başlattı ya, ardındaki hikmet bu ateşi gizlemek…Yoksa birileri taa AKP’nin 22 Temmuz seçim “zaferi”nden hemen sonra Türkiye’nin “eksen değiştiriyor-muş” gibi yapmasına karar verdi. Sizi bu konuda hazırlanan raporlara boğmayıp, özetini aktaracağım. Resmi-gayrı resmi, etkili-yetkili çok sayıda isim, ABD-AB’nin, başta Suriye ve İran, Orta Doğu’ya ekonomik, siyasi, askeri girişinin ancak Türkiye üzerinden ve Türkiye’nin arabuluculuğuyla olabileceğini konuştu. En büyük handikabın, Türk Milleti’nin PKK yüzünden Batı’ya duyduğu güvenin dibe vurması olduğu vurgulandı, bunun tamiri ve “İleride bağımsızlığa yönelecek Barzani Kürdistan” için PKK’ya karşı bir şeyler yapılması gerektiği konusunda görüş birliğine varıldı. Türkiye’nin yeniden “stratejik ortak”lıkla şereflendirilmesi için de ABD ve AB’den ziyade, NATO’nun devreye sokulması kararlaştırıldı. Ve şu hüküm verildi:

“ABD’li politika yapıcıların işlerini, daha bağımsız düşünceli ve iddialı Türkiye ile halletmeye alışması gerekecek. Bu özellikle ABD’nin, Türk askerini Orta Doğu’yu düzenleme faaliyetlerinde kullanma yeteneğini etkiler. Türkiye askerinin, ABD tarafından Orta Doğu ve Körfez’i düzenlemede kullanılmasına –Bu operasyonların NATO veya Türk ulusal çıkarlarına hizmet etmesi hariç- karşı oldukça ihtiyatlı görünüyor.”

Yani eksen değiştirme falan değil, malum eksenin daha büyük hesaplarına, “bağımsız” irademizle, “politika belirleyici” olarak katılıyoruz imajının verilmesi söz konusu. Zaten Dışişleri Bakanı Davutoğlu, sadece 2 ay önce, “Obama ile yüzde 100 uyum içindeyiz” dememiş miydi? 2 ay içinde bir olumsuzluk yaşanmadığına, aksine Obama’nın listesi harfiyen yerine getirildiğine göre, niye “eksen değişsin” ki?..İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi David Reddaway da, üstelik ülkesi adına yaptığı, “Türkiye’nin tutumu, AB ve ABD için tamamlayıcı nitelikte” şeklindeki açıklamayla, gerçeği söylemiş olmadı mı?

Uranyum Oyunu

Gündemdeki İran uranyumun Türkiye’de depolanması adımına kısaca değineyim. Bunu biz düşünmüş ve istemişiz gibi takdim ediliyor. Oysa önce Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Baradey teklif etti. Ardından, son 6 ay içinde, kritik “açılımlar” üzeri Türkiye’ye resmi-gayrı resmi ziyaretlerde bulunan ABD Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Philip Gordon, bir gün sonra da Davutoğlu’ndan duyduk…

Erdoğan’ın İran’a gidişi falan; şu süreç neye benziyor biliyor musunuz? Birincisi, yine Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun devrede olduğu, Irak’ın sahte belgelerle işgaline…En önemlisi ise Gül’ün de geçenlerde itiraf ettiği gibi, sahte belgeler bilindiği halde Türkiye’nin, Saddam’ı, ABD’nin isteklerini kabul etmek için son ana kadar “uğraşması, arabuluculuk yapması”, sonra da o sahte belgelere rağmen, 1 Mart tezkeresini TBMM’ye sunmasına!..

Görünen o ki İran, Türkiye üzerinden atılan bu son adımı da kabul etmezse, tepesine çökecekler. Obama’nın, “İran için zaman daralıyor” uyarısı bundan!..

ABD: Gül Çok Profesyonel

Tablonun iyice netleşmesi için yine 2006-2007’ye dönmem gerekiyor. Temmuz 2006’da, şimdi Philip Gordon’un oturduğu koltukta oturan Matt Bryza, şöyle diyordu:

“Dışişleri Bakanı Gül ile ilgili hiçbir kaygımız yok. Çok profesyonel…İran konusunda, Türkiye ile stratejik ittifakımızın sağlam olduğunu düşünüyoruz.”

AKP’nin 22 Temmuz seçimleri zaferi ve Gül’ün Cumhurbaşkanı yapılmasının ardından ABD’nin bir diğer Müsteşar Yardımcısı Nicholas Burns de, (Bu konuşmadan hemen sonra Türkiye’ye gelip, Gül, Erdoğan ve Bartholomeos’la görüştü) Atlantik Konseyi’nde şunları söylüyordu:

“Türkiye ‘tarihi’ seçimleri tamamladı. Türkiye, şimdi içeride yenilenme ve büyüme, dış politikada daha büyük sorumluluklar üstleneceği bir döneme giriyor…Gül ve Erdoğan güvenilir isimler. Bize verdikleri sözleri tuttular. Daima ABD’nin iyi müttefikleri oldular. Bu ilişkileri geliştirmek için çok çalıştık…ABD, Gül ve Erdoğan ile mükemmel ilişkilerin devam etmesini bekliyor…Türkiye’nin, Ortadoğu’da çok uzun bir tarihi var. Tanzimat dönemiyle başlayan bir reform sürecinden geçti ve Müslüman bir toplum içindeki en başarılı laik demokrasidir. Bunun, Geniş Orta Doğu için de olumlu yankıları var. Türkiye, bölgesel liderlik rolünü üstlenebilir…Irak, İran ve Suriye’ye komşu olan Türkiye’nin, 2008 yılında ABD ile bağlantısı çok daha önemli hale gelecek. Türkiye, bizim Geniş Orta Doğu’daki çıkarlarımız için kritik önemde. Türk yetkililerinin, dünyanın bu bölgesindeki stratejik zorluklara cevap verilmesinde katılımcı olmasına ihtiyacımız var…Orta Doğu’da barış ve güvenliğin geleceği, başta Türkiye ve ABD olmak üzere diğer ülkelerin vereceği doğru kararlara dayanıyor…”

Suudi İstihbarat Başkanı Çankaya’da

Şimdi size satır arasında kalan iki haberi aktarmak istiyorum.

Suudi Arabistan İstihbarat Servisi Başkanı Prens Mugrin Bin Abdulaziz Al Saud, 28 Ekim günü Çankaya Köşkü’ne çıkıp, Gül’le görüştü. Bu görüşme günlük programda duyuruldu, ama basına kapalıydı. İddialara göre, Mugrin, başka hiç kimseyle görüşmemişti!..

İkinci istihbarat, Gül’ün kankası Fehmi Koru’nun 16 Kasım’da Taha Kıvanç imzasıyla yazdıkları arasından çıktı. Obama-Netanyahu arasında neler olup, bittiğini merak eden Koru/Kıvanç, İsrail İstihbaratına yakın Debkafile isimli internet sitesinde ufak bir araştırma yapmış ve şu “bomba gibi haberi” görmüş:

“Ürdün istihbaratının başı General Muhammed Baqed bu ayın ilk haftasında Amman’da bir toplantı düzenlemiş. Toplantıya Mısır İstihbarat Örgütü Başkanı Gen. Omar Sulaiman davetliymiş...CIA ve ABD askeri istihbaratın ileri gelenleri de katılmış...En büyük sürpriz; İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın başı Meir Dagan ile askeri istihbarat şefi Gen. Amos Yadlin de toplantıda bulunmuşlar...”

Bizim için asıl önemlisi bundan sonrası!..“Mısır İstihbarat Örgütü Başkanı Gen. Omar Suleiman toplantı sonrasında uçağa atlayıp, Riyad’a gitmiş ve Suudi Arabistan İstihbarat Örgütünün Başkanı Prens Moqrin bin Abdulaziz’i bilgilendir”miş!..

Debkafile, Ürdün’deki o devlerin istihbaratı toplantısının tarihini “saptırmış” olabilir mi, bilemeyiz…Ancak şu kesin, Suudi Mugrin, o toplantıdan hemen önce veya sonra Türkiye’ye geldi ve sadece Gül’le görüşüp, gitti.

ABD Derin Devleti’nin “Beyni” de Çankaya’da

Gül’ün, yine basına kapalı ikinci dikkat çekici kabulü, 17 Kasım (bugün) saat 15.00’te, Türk-Amerikan Konseyi Başkanı Brent Scowcroft ve heyetiyle görüşmesidir. ABD derin devletinin “beyni” diye bilinen Scowcroft, hep en kritik zamanların, en önemlisi ziyaretçisi oldu. (Aktütün saldırısından hemen sonra gibi)

Çok sayıda ABD Başkanına ulusal güvenlik danışmanlığı yaptı, halen Obama’nın güvenlik ekibinde…Kara harekatı sırasında Türkiye’ye, “Derhal Kürdistan’dan çıkın” talimatı veren Bush ve Obama’nın Savunma Bakanı Gates’in, “Gerçek Dışişleri Bakanımız…Çocukluğumdan beri onun yanında çalışıyorum” sözleriyle anlattığı…”Türkiye’deki aşırı milliyetçilikten rahatsız”lık duyan…“Türkiye bizim için kendi haline bırakılamayacak kadar önemli ve değerli bir ülke” diyen…“Kürt ve Kürdistan açılımlarının” mimarı bir isim..Nisan ayında yaptığı, “Geçmişte PKK’yı İran’a karşı kullandığımız doğru. Washington’ın artık örgüte ihtiyacı kalmadı. İran’la diyalog istiyor. Bu nedenle PKK’nın tasfiyesini destekliyor” açıklaması da unutulacak gibi değil!..

Dün Suudi Mugrin, şimdi Scowcroft…Sorular ortadadır:

- Mugrin, haber mi getirdi, haber mi götürdü?

- Çankaya Köşkü’nün, bu arka kapı temasları neyin nesi?

- Gül, İran hazırlıklarının neresinde?

-Erdoğan, İran ve içeriye, Gül de dışarıya karşı mı “iyi polis”lik yapıyor?

Koru/Kıvanç bile, “Oyun giderek büyüyor galiba; hazırlıklı olmak şart…” diyor. Galibası yok, oyun çok çok büyük…
Kaynak: Açık İstihbarat

"Türkiye'nin liderliği"
Özcan YENİÇERİ
yeniceriozcan@yahoo.com

ABD Başkanı Obama’nın Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell Ankara’yı ziyaret etti. Mitchell daha sonra da İsrail’e gitti. Özel temsilci Ankara’da Türkiye’nin “önemli bir demokratik ülke olarak, İsrail’le güçlü ilişkileri bulunması” na dikkat çekerek “bölgede emsalsiz bir rol oynayabileceği” ni söyledi. Türkiye’yi “ABD’nin çok önemli bir müttefiki ve Ortadoğu barış ve güvenliği için önemli bir güç” olarak tarif etti.

Başbakan Erdoğan da “Hamas’ı dışlayan herhangi bir çözümün gerçekçi olamayacağı” nı özel temsilciye iletmiş.

Bu tür ziyaret ve görüşmelere büyük anlamlar yüklemek çok doğru değildir. Çoğu zaman nezaket gereği söylenen sözleri teminat olarak görmek de anlamlı değildir. Buna rağmen özel temsilcinin sözleri önemlidir. Ancak bu sözlerde de özel temsilcinin Türkiye’nin “emsalsiz” diye tarif ettiği rolü “İsrail’le güçlü ilişkiler”e bağlaması gözden kaçmaması gereken bir husustur. Bu söylemler üzerinden Türkiye’ye Ortadoğu’daki sorunların çözümünde “lider ülke” rolü verildiği türünden değerlendirmeler yapıldı. Bu bağlamda Türkiye’nin Davos’ta elde ettiği krediyi nasıl “nakte çevirebileceği” türünden yorumlar da Türkiye basınında yer aldı. Bu yaklaşımlar gerçekçi değildir.

Uluslararası ilişkiler hem abartıyı ve hem de yanılgıyı kaldırmaz. Nitekim Gazze olayları sırasında Türkiye bütün enerjisini bu alana sarf etmesine rağmen İsrail ile Hamas arasındaki ateşkes görüşmelerine dahil edilmedi. Hatta bu görüşmelerin Mısır üzerinden yapılacağı da Türkiye’ye hatırlatıldı. İsrail-Filistin sorunu çok karmaşık, belki de dünyanın çözümü en zor sorunlarından birisidir. Bölgedeki her ülke hem kendi içinde hem İsrail’le hem de Filistin’deki grupları çelişki temelinde angaje olmuş bulunmaktadır. Türkiye de bu sürece Hamas taraftarlığı bağlamında dahil olmuştur.

Türkiye’nin bu bağlamda bölgedeki ülkeler arasında yaşanan krizlerin aşılmasında yaptığı arabuluculuk çabalarına büyük anlamlar yüklemek de doğru değildir. Bu ilişkiler temelinde İsrail-Arap ilişkilerinde arabuluculuğa soyunmak “kabul olmayacağı belli olan duaya amin demek” anlamına gelir.

İsrail-Filistin, kördüğüm olmuş tarihi bir sorunla karşı karşıyadır. 1192 yılında 3. Haçlı Seferi sırasında Arslan Yürekli Rişar ile Selahaddin Eyyubi arasında sorunun çözümüne ilişkin yazışmalarda bunu görmek mümkündür. Rişar, Selahaddin’e “Kudüs biçim için bir ibadet amacı teşkil etmektedir. Bu nedenle sadece ikimizden biri burada kalacak olsa bile, bu amacımızdan vazgeçmemiz mümkün olmayacaktır” diye yazar.

Selahaddin de Rişar’a şu cevabı verir: “Kudüs... Bizim için size kutsal olduğundan çok daha kutsaldır. Çünkü bizim peygamberimiz buradan Mirac’a yükseldi ve burası Kıyamet Günü bizim insanlarımızın toplanacağı yer. Bu nedenle vazgeçmemizi ya da bu konuda tereddüt edeceğimizi hayal bile etmeyin”. Arafat, 2000’lerde Camp David görüşmelerinde şöyle demişti: “Kudüs’ü Yahudilere verecek bir evladı henüz hiçbir Arap kadın doğurmamıştır.” Kısacası her iki taraf da 817 yıl önceki pozisyonlarını hâlâ muhafaza etmektedir.

1948 yılınindan bugüne bu soruna bir biçimde bulaşmış olan hiçbir ülke yüzünün akıyla bu sorunun içinden çıkabilmiş değildir. Bu nedenle “Türkiye’ye bölge sorunlarıyla ilgili olarak lider ülke rolü veriliyor” değerlendirmesi gerçekçi değildir.

ABD’nin taşeronu olmak başka bir şey, üzerinde yaşanan jeopolitiğin lideri olmak ise daha başka bir şeydir. Bunu ülkeler bir başka güçten değil kendi konumundan alırlar. Kuşkusuz bunun yolu da bir ülkenin haddini, çapını ve konumunu kendisinin belirlemesinden geçer.
yeni çağ

İşte çarpıcı 'Neo Osmanlı' Senaryosu

Rusya ve Çin gerileyip çöküyor. 3. Dünya Savaşı uzayda çıkıyor. Türkiye, Ortadoğu, Balkanlar, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika'ya hakim bir imparatorluğa dönüşüyor.
22 Şubat 2009
Ezgi BAŞARAN'ın haberi

Dünyanın en çok sözü dinlenen stratejik araştırma şirketlerinden Stratfor'un kurucusu siyaset bilimci Dr. George Friedman Ocak ayının sonunda yeni bir kitap çıkardı: Gelecek 100 Yıl- 21. Yüzyıl için Öngörüler (The Next 100- A Forecast for the 21st Century). Kitapta inanılmaz senaryolar var. Mesela Rusya ve Çin gerileyip çöküyor, Üçüncü Dünya Savaşı çıkıyor ama uzayda gerçekleşiyor. Üstelik Türkiye de olayların merkezinde. Çünkü Ortadoğu, Balkanlar, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika'ya hakim bir imparatorluğa dönüşüyoruz yeniden, hilafeti de canlandırmışız, ABD'nin sinirini bozuyoruz. İşte Friedman'ın kehanetleri.

Bir yanda Türkiye-Japonya bir yanda ABD-Polonya

RUSYA'NIN SONU GELİR

2010-2020 arasında Rusya güney sınırını genişletir, Gürcistan'ı içine alarak yeni komşusu Ermenistan'la ilişkileri sıkılaştırır. Bu durum Türkiye'ye Soğuk Savaş döneminde yaşadığı tatsızlıkları anımsatır. Bu kez karşılık verecektir, ulusal güvenliğini sağlamak için Kafkasya'daki sınırlarını gerektiği kadar ilerletecektir.

Rusya'nın Kafkasya'da ilerlemesi elbette Türkiye kadar ABD'yi de rahatsız eder. Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Romanya, Rusya'nın Avrasya hakimiyetine karşı ABD'yle her türlü anlaşmayı yapar. Böylece Soğuk Savaş gibi, yeniden Amerika-Rusya arasında bir sınır çizilir, ama bu kez Berlin'de değil, Karpat Dağları'nda. Ama endişelenmeye gerek yoktur çünkü Rus ordusu ve ekonomisi giderek zayıflar. 1917 ve 1991'de olduğu gibi bu kez 2020'de çöker.

ÇİN KAĞITTAN KAPLAN

Şu anda herkesi korkutan Çin'in ekonomik büyümesi, uzun vadede kárlı değildir. Dev ülke, ekonomik krize girer ve dünya lideri olma ihtimali ortadan kalkar. Ekonomik kriz, 2010'un sonlarında ülkede merkezi devletin gücünü de zayıflatır, bölgeler arasında rekabet başlar, geleneksel yabancı düşmanlığı hortlar. Çin 1920-30'larda yaşadığı kaosun içine yuvarlanır yeniden. Bundan yine o dönemde olduğu gibi en çok Japonya yararlanır.

NATO BİTER

2020'de Rusya ve Çin'in zayıflaması iki ülkenin sınırlarını savunmasız hale getirir. Türkiye'nin de dahil olduğu komşu ülkeler tarafından bir avlanma cennetine dönüşür Avrasya.

Japonya, Rusya'nın doğu kıyılarına ve Çin'in doğusuna gözünü diker. Çünkü nüfusu 107 milyona düşmüştür, bunun 40 milyonu 65 yaşın üstündedir. Enerji kaynakları tükenmiştir. Geleceğini garanti altına almak için bölgesel bir lider olmaya çalışmalı, Rusya'nın yeraltı kaynaklarından yararlanmalıdır.

Türkiye ise, Kafkasya'dan kuzeye doğru ilerleme niyetindedir. O sırada Polonya şahlanır. Rusya'ya doğru ilerlemeyi planlar; hem eski sınırlarına dönmek hem de Rus tehdidini tamamiyle bertaraf etmek istemektedir. Peşine de Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerini takar.

Bütün bunların uluslararası sonuçları müthiştir. Bir kere Avrupa'daki Fransız-Alman üstünlüğü yerini Polonya liderliğinde Doğu Avrupa ülkelerinin üstünlüğüne bırakır. Fransa ve Almanya'nın Polonya'nın istilacı ruhuna karşı küçük Baltık ülkelerini savunmakta çekimser davranması, NATO'yu pratik olarak bitirir.

BU ADAMI NİYE CİDDİYE ALALIM

Friedman'ın 1996'da kurduğu, yaklaşık 70 analistin çalıştığı Teksas merkezli Stratfor (Strategic Forecasting Inc.), dış politika ve ekonomi konularında Pentagon dahil pek çok kuruluşa danışmanlık yapıyor. Analistlerinin çoğu eski CIA ajanı, o yüzden de Stratfor için ABD'de "gölge CIA" diyorlar. Friedman, kehanetlerini jeo-politikaya ve tarihe dayandırıyor. Tahminleri ABD halkı tarafından da çok ilgi görüyor. Örneğin 2004'te yayınladığı "America's Secret War" (Amerika'nın Gizli Savaşı) çok satmış, hakkında çok konuşulmuştu.

NEO-HALİFELİĞİN MERKEZİ TÜRKİYE

Bugün dünyanın en büyük 17'nci ekonomisi olan Türkiye 2020'de 10'uncu sıraya yükselir. Rusya'nın çöküşüyle birlikte hem Avrasya'nın hem de Arap dünyasının en güçlü aktörü haline gelir... Türkiye'nin tarihi düşmanlarından Yunanistan, Balkanlar'daki kaos nedeniyle giderek güçsüzleşmiştir. Arap Yarımadası da, sadece petrole dayalı ekonomisiyle bir krizin eşiğindedir.

2020'ye yaklaşırken ABD'ye karşı son kozlarını kullanan Rusya'nın karıştırdığı Ortadoğu ve Balkanlar savunmasız ve güçsüz durumdadır. Türkiye için büyük fırsat! Bu fırsatı değerlendirecektir:

Etkisini Kafkasya'nın kuzeyine, Rusya ve Ukrayna'ya kadar ilerletir, Don ve Volga ırmaklarının arasındaki vadiye oturur, Rusya'nın tarım cennetine kurulur.

Kazakistan'ı din kartını kullanarak hakimiyeti altına alır, Orta Asya'ya iyice yerleşir. Artık Karadeniz bir Türk gölü haline gelmiştir. Kırım ve Ukrayna'nın Odessa şehri bütün alışverişini Türkiye'den yapmaya başlar.

Asıl amaç hem Karadeniz hem Akdeniz'i kontrol etmektir: Bölgesel güç olmak istiyorsan bu şarttır. Bunun için de Türkiye Avrupa ülkelerini Boğaz'dan uzak tutmaya çalışır. Giderek büyüyen sınırlarını korumak için Balkanlar'ı da kontrol altına almak ister. Tabii orada çıkarları, o sırada sıkı bir ABD müttefiki haline gelen Macaristan ve Romanya ile çatışacak, taraflar Ukrayna'da kafa kafaya gelecektir.

Irak ve Suriye'de karmaşa vardır, Kürtler tam "Kendi ülkemizi kurmanın sırası" diye düşünürken Türkiye bu iki ülkeyi de kontrol altına alır. Bununla da yetinmez Arap Yarımadası'na kadar iner.

Türkiye'nin Akdeniz rüyasını gerçekleştirecek gelişme, Mısır'daki bir iç savaş sayesinde yaşanır. İslam dünyasının en önemli gücü haline gelen Türkiye, Mısır'daki huzursuzluğu bastırmak için bölgeye barış gücü gönderir. Böylece oraya da yerleşir ve Süveyş Kanalı'nı kontrol altına alır. Artık Kuzey Afrika'ya doğru ilerlemek çok daha kolaydır.

Ortadoğu'da Türkiye hakimiyetine girmeyen iki ülke kalmıştır: İran ve İsrail. İsrail direnir ama dört bir taraftan Türkiye'yle çevrilmiş durumdadır. Körfez'e hakim olan Türkiye, pratik olarak İran'ı da köşeye sıkıştırmıştır.

Ortadoğu'daki bu hakimiyetin sadece ekonomik ve askeri boyutta kalmasını yeterli görmeyen Türkiye işin içine dini de katar. Tam bir "halifelik" gibi davranır. Bu arada Osmanlı döneminin gücünü tüm dünyaya hatırlatmak istercesine başkenti de Ankara'dan İstanbul'a taşır. Böylelikle bölgedeki varlığını Müslüman ülkeler nezdinde meşrulaştırır.

Bu gelişmelerden hoşlanmayan ABD, boş durmaz ve bölgede Arap milliyetçiliğini körükler. Balkanlar'da da anti-Türk hissiyatı baş gösterir. Ne var ki büyük bir Avrasya ve Ortadoğu imparatorluğu haline gelmiş Türkiye için bunlar küçük sorunlardır.

2050-2052 ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI

* 2050'ye gelindiğinde dünya güçleri büyük bir gerilim içindedir. ABD, Türkiye'nin ve Japonya'nın Orta Asya ve Avrasya'daki hakimiyetinden son derece rahatsızdır. ABD'nin doğal müttefiki haline gelen Polonya, Ukrayna'yı ele geçirmesine ve Akdeniz'e inmesine engel olan Türkiye'yle çatışır. Türkiye ve Japonya da ABD'ye karşı ittifak kurar.

* ABD, Türkiye ve Japonya'yı büyük bir tehdit olarak görmesine rağmen ilk etapta sıcak savaşa girmek istemez. Türkiye ve Japonya'nın başka ülkelerin sınırlarına saygı göstermediğini, insan haklarını çiğnediğini iddia eder, ekonomik ambargolar uygular.

* Bu arada ABD uzayda müthiş bir insansız ordu kurmuştur. Yıldız Savaşı Sistemi adını verdiği teknoloji sayesinde uzayda oluşturduğu platformlardan dünyanın her yerine birkaç dakika içinde hipersonik insansız uçaklar gönderebilecek durumdadır. Bu platformlardan birini Türkiye'nin güneyine doğrultur. Ve ültimatom verir: Ukrayna ve Balkanlar'ın kontrolünü Polonya'ya ver, Kafkasya'dan çekil, Boğaz'dan istediğimiz gibi geçelim!

* Türkiye, ABD'nin ülkeyi parçalamak istediğine inanmıştır. Japonya'yı da yanına alarak savaşa girmekten başka çaresi yoktur. ABD'nin uzay sistemini hedef alan saldırı Kasım 2050'de Japonlar'dan gelir. Bundan sonra savaş hem uzayda, hem de karada devam eder. Türkiye, Polonya'dan kurtulmak için Almanya'dan yardım ister. Almanya, ABD'yi böyle bir savaşta yenmenin imkansız olduğunu bilmesine rağmen Türkiye'yi karşısına almamak için müttefik olmayı kabul eder.

* Üçüncü Dünya Savaşı 2052'de sona erer. Japonya, Türkiye ve Almanya harabeye dönmüştür. Neyse ki sivilleri hedef almayan ileri teknoloji uçaklar sayesinde sadece 50 bin kişi ölür. Sonuçta ABD'ye uzayda istediğini yapmasına imkan verecek bir anlaşma imzalanır.

* 2060'da hálá İslam dünyasının liderliğini elinde tutan Türkiye, Washington'la arayı düzeltir ve yeniden sevilen müttefikler listesine adını yazdırır...

Her şey eski hamam eski tas haline döner.

Hürriyet Pazar


Türkiye'yi Bekleyen Gelecek
05 Şubat 2009

ABD'de yayımlanan istihbarat ve ekonomi dergisi Stratfor'dan ilginç Türkiye yorumları. Türkiye istese de istemese de lider mi olacak?

ABD'de yayımlanan istihbarat ve ekonomi dergisi Stratfor'da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'taki çıkışının İsrail'i veya Yahudi halkını hedef almadığına dikkat çekildi ve Türkiye'nin bölgesinde gücünün uzun vadede artmasının kaçınılmaz olduğu belirtildi.

Texas'ta 1996 yılında kurulan Stratfor özel istihbarat kuruluşunun dergisinde, derginin kurucusu George Friedman imzasıyla yer alan “Erdoğan'ın Çıkışı ve Türk Devletinin Geleceği” başlıklı yazıda, Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'ten ziyade, Peres'e daha fazla süre tanımakla suçladığı moderatör Washington Post gazetesi köşe yazarı David Ignatius'a öfkelendiği kaydedildi.

Başbakan Erdoğan'ın “Hiçbir şekilde İsrail halkını, Cumhurbaşkanı Peres'i veya Musevi halkını hedef almadım” dediği belirtilen yazıda, buna karşın uluslararası basının, Erdoğan'ın İsrail'in Gazze politikasını eleştirmesine ve salondan çıkmasına yoğunlaştığı ifade edildi.

Derginin makalesinde, Türkiye ile İsrail'in çok yakın müttefikler olduğuna dikkat çekilerek, “Bu ittifak göz önünde bulundurulursa, Gazze'de yaşanan son olaylar Erdoğan'ı zor bir duruma sokmuştur” denildi.

Türkiye'nin zorlu bir jeopolitik bölgede bulunduğu belirtilen makalede, bu konumda izlenebilecek iki yol bulunduğu, bunların “laik soyutlanma politikası” veya “İslamcı enternasyonalizm” olduğu görüşü dile getirildi.

Yazıda, “laik soyutlanma politikası” olarak adlandırılan görüş hakkında, Soğuk Savaş sırasında Türkiye'nin kuzeyden gelen Sovyet tehdidine karşı ABD ve NATO ile ittifak yaptığı, Sovyetler'in de önce Mısır, ardından Suriye ve Irak gibi ülkeleri 1950 ve 1970'lerde etkisi altına aldığı anlatıldı.

Mısır'ın Sovyet etkisi altına girmesiyle Türkiye'nin güney sınırının tehdit altına girdiği savunulan yazıda, Türkiye'nin İsrail ile ilişkisinin böylece doğduğu, iki ülkenin doğu Akdeniz'de ortak çıkarları paylaştığı kaydedildi.

“İslamcı enternasyonalizm” konusunda ise yazıda, Türkiye'nin “Müslüman güç” olarak ikinci bir bakış açısının daha bulunduğu, bu bakış açısının ise İsrail ve ABD ile ilişkileri koparacağı ileri sürüldü. Yazıda, söz konusu ilişkilerin artık eskisi kadar önemli olmadığı, İsrail'in Türkiye'nin ulusal güvenliğinin vazgeçilmez parçası olarak görülmediği ve Türkiye'nin ABD'ye dayanmaktan kurtulduğu, ABD'nin ise Türkiye'ye daha fazla ihtiyaç duyduğu tezine yer verildi.

Dergi, Türkiye'nin gücünü Müslümanları desteklemek üzere genişletebileceğini, Arnavutlar ve Boşnakları desteklerken Balkanlar'a girebileceğini, etkisini Arap rejimlerini şekillendirmek için güneye doğru uzatacağını ve Orta Asya ile zaten yakın bağlarının bulunduğunu kaydetti. Türkiye'nin en sonunda Kuzey Afrika'daki olayları etkileyen bir deniz gücüne de yoğunlaşabileceğini savunan dergi, bu “yayılmacı vizyonu” desteklemek için ordunun da güçlendirilmesinin gerektiği görüşünü dile getirdi.

Stratfor, İslam dünyasında Endonezya, Pakistan, İran ve Mısır'ın yanı sıra kendi komşularının ötesinde nüfuzunu kullanabilecek beş ülkeden biri olan Türkiye'nin dünyanın 17'inci büyük ekonomisi olarak, Suudi Arabistan dahil diğer bütün Müslüman ülkelerden daha büyük bir gayri safi yurt içi hasılaya sahip olduğunu yazdı.

TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ

“Türkiye'nin derinden bölünmüş bir toplum olduğunu söylemenin doğru olmayacağı, tam tersine anlaşmazlıkları uzlaştırmayı öğrendiği” ifade edilen yazıda, Başbakan Erdoğan'ın “Türk siyasi yelpazesinin merkezini” temsil ettiği belirtildi.

Dergi, Erdoğan'ın üç gücü dengelemesi gerektiğini belirtirken, bu güçleri, “sıkıntılara karşın sağlam ve sağlıklı kalan bir ekonomi, dış karışıklıklara aşırı derecede müdahil olmak istemeyen ve bunun özellikle de dinsel nedenlere bağlı olmasına karşı çıkan güçlü bir ordu ve Türkiye'yi İslam dünyasının bir parçası ve belki de lideri olarak görmek isteyen İslamcı hareket” olarak saydı.

“Başbakanın aynı anda hem iş dünyasını, hem orduyu, hem de dindar kesimi memnun etmeye çalıştığını” kaydeden Stratfor, “Erdoğan, Gazze'ye saldırarak bu işi daha da zorlaştıran İsrail'e çok kızdı” ifadesine yer verdi.

Dergi, “Davos'taki çıkışın İsrail ile kesin olarak yolları ayırmış görünmesine, ancak aynı zamanda gerçek bir kopma yaratmamasına imkan tanıdığını, böylece Başbakan Erdoğan'ın ince çizgisinde başarıyla yürüdüğünü” belirtti.

Bununla birlikte bölge daha karışık hale geldikçe ve Türkiye güçlendikçe, Türkiye üzerindeki jeopolitik baskının da artacağı ifade edilen makalede, “Buna bir de yayılmacı ideolojiyi, bir Türk İslamcılığını ekleyin, bölgede hemen kuvvetli yeni bir güç ortaya çıkabilir” denildi.

“Bu gücü sınırlayacak tek unsurun Rusya olduğu” belirtilen yazıda, Rusya'nın Gürcistan'a boyun eğdirip kuvvetlerini tekrar Ermenistan'daki Türk sınırına getirmesi durumunda, Türkiye'nin politikalarını Rusya'yı dengeleyecek şekilde yeniden belirleyebileceği görüşü dile getirildi. Yazıda, Rusya'nın nasıl bir dönüş yaptığına bakılmaksızın, “Türkiye'nin gücünün uzun vadede artmasının kaçınılmaz olduğu” vurgulandı.
aktifhaber

İbrahim Karagül
Kafkaslar'da ateşle oyun, Azerbaycan'la birleşme!..

Başbakan Tayyip Erdoğan; "Ermenistan sınırını açmamız Karabağ sorununun çözümüne bağlı. Azerbaycan'ın işgal altındaki topraklarına yönelik bir çözüm getirilmezse sınırımızı açmayacağız" diyor. Kesin, net bir açıklama ve bir kez daha tekrarlanıyor. Türkiye'de bütün kurumlar benzer sözleri ısrarla vurguluyor. Bu tür açıklamaların, kriz havası estirilen Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinde yatıştırıcı etkileri olması, özellikle de kamuoyunu teskin etmesi gerekiyor. Ama olmuyor. Bir gizli el, bu açıklamaların etkisini yok ediyor, tam tersi rüzgar estiriyor.

Şu ana kadar, Ermenistan'la yakınlaşma çabalarında alınan yol, bu ilkeye zarar verecek boyutta olmadı. Türkiye'nin geleceğe dönük perspektifi, Kafkaslar ve Orta Asya'ya bakışı bu ilkeden vazgeçilmezliğin en önemli güvencesi. Türkiye ve bölgeyi basitçe değerlendirenler bile bunu anlayacaktır. Ankara'nın Doğu kapısını kapatması, Hazar'a ve Orta Asya'ya sırtını dönmesi, Türkiye'nin intiharıyla eş anlamlı. Bakü yönetiminin bu zaaf üzerinden "şantaj" yoluna gitme ihtimali de, kendi ülkesini, halkının intihara sürüklemesiyle eş anlamlı.

Karabağ ve işgal altındaki bölgelerde, tarafların bugünkü pozisyonu devam ettiği sürece hiçbir çözüm olmayacak, bunu bütün taraflar biliyor. Tuhaf biçimde sanki çözümsüzlükten güç devşiren çevreler var bu halin devam etmesini istiyor. Bugünkü siyasi söylem, birilerine manevra alanı açıyor sanki. Özellikle Azerbaycan için bu çok yaralayıcı bir pozisyon.

Cumhurbaşkanı İlham Aliyev Moskova'ya gidiyor, Bakü-Moskova dayanışması sergileniyor. Azeri-Ermeni görüşmeleri için Moskova merkezli süreç işletiliyor, Rusya'da üç taraflı bir zirve kararı alınıyor. Ermeni işgalinin arkasındaki güç Rusya iken, Azeriler yıllardır bundan yakınırken çözümü Rusya'da arıyor. Erivan'da, Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile Azeri meslektaşı arasındaki "atışma", yine o gizli el marifetiyle Azeri medyaya servis ediliyor. İran Ermenistan'la demiryolu anlaşması yapıyor. Rus-İran ekseni Kafkaslar'da göz kamaştırıcı bir dayanışma örneği sergiliyor. Türk ve Azeri kamuoyu alabildiğine hassaslaşıyor. Birileri Rus kartını oynarken, aynı zamanda müthiş bir kamuoyu çalışması yürütüyor ve başarılı oluyor. Kafkaslarda tehlikeli, bütün taraflara zarar verecek, bugüne kadar barış ve istikrar adına atılan bütün adımları boşa çıkaracak bir oyun tezgahlanıyor. Oyun; aynı zamanda Bakü'de, Erivan'da, Moskova'da hatta Washington'da oynanıyor.

Tuhaftır bu süreç, Ermenistan ve Karabağ sorununa ilişkin gelişmelerin dışında başka gelişmelerle de örtüşüyor. Kadife devrimlerin etkisini kaybettiği, Rusya'nın Ukrayna'yı köşeye sıkıştırdığı, Gürcistan'ı istikrarsızlaştırdığı, Özbekistan'ı yanına çektiği, Orta Asya'da gücünü artırdığı, İran'ın kartlarının güç kazandığı, ABD'nin bölge politikalarının zayıfladığı bir döneme denk geliyor. Küçücük Gürcistan'ı bile koruyamayan bir Batı gücünün bölgede etkisi pek hissedilmiyor çünkü. Kırgızistan Devlet Başkanı Kurmanbek Bakiyev, ülkesindeki Amerikan üssünü kapattıktan sonra "bazı ülkelerin" Kırgızistan'ı istikrarsızlaştırmaya çalıştığını söyleyip ABD'ye sert mesajlar veriyor. ABD'nin kadife devrimiyle iktidara gelen bir Kırgız yönetimi, bakın şu an nerelere geldi…

Gündelik siyasi manevraların, yüzeysel algıların, taktiklerin, polemiklerin, duygusallığın ötesine geçmek şu an yapılması gereken tek şey. Geçtiğimiz günlerde stratfor adlı istihbarat kuruluşu, Rusya-Türkiye ilişkilerinin geleceğine ilişkin bir öngörü raporu yayınladı. Türk medya kuruluşlarında ve Le Monde Diplomatique'in Türkçe versiyonunda yayınlanan raporun özetinden birkaç cümleye birlikte bakalım. Türkiye ve Rusya'nın yakın ve orta vadede işbirliği yapacağını, ancak uzun vadede ister istemez rekabete ve çatışmaya girişeceğini iddia eden rapor, iki ülkenin avantaj ve zaaflarına dikkat çekerken, Kafkaslar'ın bu rekabetteki rolüne vurgu yapıyor. Onlara göre Rusya gücünü kaybedecek çünkü her açıdan saldırıya açık. Türkiye ise, Osmanlı sonrası Anadolu'ya çekilerek saldırılamaz ülke pozisyonuna girdi. Orta Asya'daki etkisini ise, ancak Kafkaslar'da yeterli adımları attıktan sonra başarabilecek. İşte burada, Türkiye için en önemli ülke Azerbaycan. Türkiye'nin, Orta Asya'daki güç dengesini bozma girişiminde en önemli desteğinin Kafkaslar olduğu belirtilen raporda şu ifadelere yer veriliyor:

"Türkiye burada nüfuz sağlama açısından hem avantaj hem de dezavantajlarla karşı karşıyadır. Azerbaycanlılar kendilerini sadece Türkî olarak değil, gerçek birer Türk olarak kabul ediyor. Eski Sovyetler Birliği'nde sadece ittifak kurmak üzere değil Rusya'nın yörüngesinden kaçmak için de bir başka devletle birleşmeyi düşünebilecek bir ülke varsa bu Azerbaycan'dır ve birleşeceği ülke de Türkiye'dir. Azerbaycan önemli enerji kaynaklarına sahip fakat asıl değerini, Türk nüfuzunun Orta Asya'ya yayılmasında gönüllü olarak ifa ettiği sıçrama tahtası hizmetinden almaktadır. Bununla birlikte Azerbaycan'ın Türkiye ile sınırı yok. Azerbaycan, Dağlık-Karabağ bölgesi nedeniyle yaptığı savaşta kendisini ezen ve 1915 Ermeni "soykırımı" nedeniyle Ankara'ya karşı hâlâ düşmanlığı süren Ermenistan'ın diğer tarafında yer alıyor. Ermenistan, Türk düşmanlarını uzak tutmak için kendisini Ruslara sattı. Bu, Türkiye'nin Orta Asya'daki hedeflerinin tamamının Gürcistan'a bağlı olduğu anlamına geliyor. Eğer Türkiye Gürcistan'ı tam anlamıyla kanatlarının altına alabilirse Azerbaycan ile birleşme ve Orta Asya'yı nüfuzu altına alma projesine başlayabilir…"

Kafkaslar'daki ateş uzun süre dinmeyecek gibi görünüyor. Umarız Gürcistan'dan sonra Azerbaycan da istikrarsızlığa yol açacak gelişmelere sahne olmaz. Zira bu ihtimal tahmin edildiğinden çok daha kolay…
yeni şafak

Arslan Bulut
Erdoğan'ın Putin ile oynayacağı "Dağ Satrancı!"

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 13 Mayıs’ta Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile görüşmek üzere Bakü’ye, 16 Mayıs’ta da Rusya Federasyonu Başbakanı Viladimir Putin ile görüşmek üzere Soçi’ye gideceği açıklandı.

İsabet olur. Çünkü Ermenistan’ı Türkiye’ye karşı sadece ABD kullanmıyor. Rusya da Türkiye’nin Türk Dünyası ile karayolu irtibatı kurmaması, Nabucco projesinin önlenmesi ve Azerbaycan’a diz çöktürülmesi ve ABD’nin Kafkasya’ya sokulmaması için elinden gelen gayreti esirgemiyor!

* * *

The Economist dergisi de konuyla ilgili Ermenistan çıkışlı yorumunda “Dağ satrancı” başlığını kullandı: “Güney Kafkasya’da yüksek bahisli bir satranç oyunu oynanıyor. Oyuncular ABD, Ermenistan, Azerbaycan, Rusya ve Türkiye.”

Dergi durumu şöyle ifade ediyor:

“Türkiye-Ermenistan anlaşmasının önünü tıkayacak en büyük engel Azerbaycan olabilir. Azerbaycan, rotasını Rusya’ya döndürme ve Türkiye’ye sattığı doğalgazın fiyatını artırma tehdidinde bulunuyor.

İşleri asıl bozacak taraf Rusya olabilir. Ermenistan, NATO üyesi Türkiye ile sınırı olup topraklarında Rus askerleri ve bir Rus üssü bulunan tek ülke. Türkiye ile barış sağlanması, Ermenistan’ın yönünü Batıya çevireceğinden, Rusların bu ülkeden çekilmesine yol açabilir. Yapılacak bir pazarlıkla, Rus barış gücüne Ermenistan’ı Dağlık Karabağ’a bağlayan koridoru koruma görevi verilebilir. Diğer yandan, Rusya’nın da Azerbaycan’a daha fazla doğalgaz alabilmek için baskı yaptığı söyleniyor. Rusya’nın istediğini alması, Orta Asya ve Azerbaycan doğalgazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak Nabucco boru hattı projesini rafa kaldırır ve Avrupa’yı enerji ihtiyacını karşılama açısından Rusya’ya daha da bağımlı hale getirir.”

Azerbaycan’ın Yeni Müsavat gazetesi ise The Economist’in “Dağ Satrancı” başlıklı yazısını yorumlarken, “Erdoğan’ın, Putin’den, Dağlık Karabağ ihtilafının çözümlenmesi için Ermenistan’a baskı yapmasını rica etmesi bekleniyor” diye yazdı.

* * *

Azerbaycan Milli İlimler Akademisi tarihçilerinden Nazım Mustafa ise Yeniçağ’a yaptığı açıklamada, Ermenistan sınırını açmaya hazırlanan Türkiye’nin Karabağ meselesini tam olarak idrak edemediğini belirterek “Karabağ meselesi denildiğinde akla ilk gelen Hocalı soykırımı oluyor. Ancak Ermeniler, Hocalı gibi yaklaşık bin köyde daha aynı soykırımı gerçekleştirdi. Bunlar konuşulmuyor ve dile getirilmiyor” dedi. Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımı iddialarıyla hem ABD hem de Batı ülkeleri tarafından baskı altına alınmaya çalışıldığını hatırlatan Mustafa, “Uydurma iddialara karşı Azerbaycan ve Türkiye’nin devletler düzeyinde bir işbirliğine girmesi ve Hıristiyan Dünya Birliği’nin asılsız Ermeni iddialarına karşı, ortak tarih komisyonu kurmaları şart” önerisini yaptı.

Nazım Mustafa, “Ermeniler Türkiye’den toplam 50 milyar dolar tazminat talep edecek. Bu Ermenistan’ın devlet politikası oldu ve asla değişmeyecek. Sınır açıldıktan sonra bu gündeme gelecek” dedi.

* * *

Apaçık görülüyor ki ABD, Avrupa ve Rusya, Ermeni iddialarını, enerji kaynaklarına dönük emellerini gerçekleştirmek için bir baskı unsuru olarak kullanıyor. Yoksa Ermenistan hiçbirinin umurunda bile değil! Ermenistan ve Diaspora, enerji kaynakları satrancında piyon olarak kullanılıyorlar!

Ermeni aydınları durumun farkındadır ancak gerçekleri söyleyenler Rusya güdümlü Ermenistan yönetimi ve ABD güdümlü Diaspora tarafından hain ilan edilmek tehlikesi ile karşı karşıya.

Mesele bu yüzden düğümleniyor.
YENİÇAĞ

'Gölge CIA'in Türkiye kehaneti: "Türkiye ile ABD Savaşabilir"

CIA'ye yakınlığı nedeniyle 'Gölge CIA' olarak da tanınan düşünce kuruluşunun sahibi, ünlü stratejist George Friedman'dan önümüzdeki yüzyıl ve Türkiye ile ilgili çarpıcı kehanetler...
27 Ocak 2009
Dünyaca ünlü stratejist George Friedman: "Çince'yi boşverin, Türkçe, Japonca ve Meksikalılar'ın dilini öğrenin"

ABD'nin önde gelen düşünce kuruluşlarından, CIA'ye yakınlığı nedeniyle 'Gölge CIA' olarak da tanınan 'Stratfor'un sahibi, ünlü stratejist George Friedman, önümüzdeki yüzyılın sonlarında Çin ve Rusya gibi ülkelerin gerileyip yerlerini Türkiye, Japonya, Meksika ve Polonya gibi yeni dünya güçlerine bırakacağını öne sürdü.

Friedman, 'Next 100 Years: A Forecast for the 21'st Century' (Önümüzdeki 100 Yıl: 21'inci Yüzyıl İçin Öngörüler) adlı yeni yayınlanan kitabında, Rusya ve Çin gibi güçler için önümüzdeki yüzyılda endişelenmeye gerek olmadığını, bu ülkelerin komünizme benzer çöküş yaşayacağını yazdı.

Yazısını 'Rusça veya Çince'yi bırakın, Türkçe, Japonca, Polonya ve Meksika dillerini öğrenmeye bakın" diyerek sürdüren Friedman, "ABD'nin başlıca odak noktası olan İslami militanlarla savaşa gelince, o da tarihin derinliklerinde kalacak" dedi.

Friedman'ın kitabına yer veren The Washington Post'a göre, bütün bu öngörülerinin Rusya'nın yeniden uyandığı, Çin'in ekonomik patlama yaşadığı ve aşırı İslamcılara karşı savaşın kontrolden çıkmış halde tırmandığı dönemde saçma görünebilecek. Tersini savunan Friedman, bütün bu verilerin 21'inci Yüzyıl'ın sadece başını tanımladığını kendisinin 21'inci Yüzyıl'ın sonlarına ışık tuttuğunu belirtti.

Friedman, kitabında doğum oranlarının düşüp uzun hayat beklentilerinin artması nedeniyle 1970-90 yıllarında doğanların yaşlarının ileri dönemlerinde mali krizle karşı karşıya kalacaklarını ileri sürdü. Bunun da ABD gibi ülkelerin iş gücüne ihtiyaç duyacağı anlamına geldiğini belirten Friedman, "Göçmenleri sınırdan çeviriyoruz. Oysa bir süre sonra onları ülkemize çekmek için teşvikler dağıtacağız" diye yazıyor.

ABD'nin hemen yanıbaşında bulunması ve hızla artan işgücü nedeniyle ABD'nin ulusal çıkarları açısından tehdit oluşturacağını savunan Friedman, giderek güçlenen ve saldırganlaşan Meksika ile ABD arasında ciddi çatışmalar çıkabileceğini savundu.

"TÜRKİYE İLE ABD SAVAŞABİLİR"

Friedman, Türkiye ile Japonya'ya dair iddialar ortaya attı. Friedman önümüzdeki yüzyılın sonlarına doğru çıkabilecek savaşın ABD ile Türkiye-Japonya ittifakı arasında olacağını öne sürerek şu iddialara yer verdi: "Bu savaş bugüne kadar var olan klasik silahlarla yapılan savaşlardan tamamen farklı olacak. Yani bugünden bir tür bilim kurgu gibi görünen bir savaş yaşanacak."

Friedman'a göre 21'inci Yüzyıl'ın gidişatını bu savaşın sonucu belirleyecek. Ancak o döneme kadar, yani yüzyılın sonlarına kadar ABD başlıca egemen güç olmaya devam edecek.

PENTAGON'A DANIŞMANLIK YAPIYOR

Stratfor ya da 'Gölge CIA' 1996'da, Teksas'ın Austin kentinde kurulan özel bir istihbarat kurumu. Başında ünlü stratejist ve siyaset bilimci George Friedman bulunuyor. Friedman aynı zamanda 'Amerika'nın Gizli Savaşı', 'Savaşların Geleceği' gibi best-seller kitapların yazarı. Türkiye'deki son gelişmelerle ilgili olarak, George Friedman tarafından kaleme alınan analizi 'Türkiye-Yeni Osmanlıcılık' ve yeni ABD yaklaşımı konusunda ilginç bir çalışma olarak nitelenmişti.Friedman ve başında bulunduğu Stratfor, Pentagon'a da danışmanlık yapıyor. 70 kişinin çalıştığı kurumda soyadlar pek bilinmiyor. Eski istihbaratçı olan çalışanlar arasında yer alan eski Rus ajan sadece 'Viktor' olarak biliniyor. Kuruluşun sitesi ise, yayınladığı analiz ve verdiği haberlerle dikkat çekmişti. En çarpıcı örneği ise NATO'nun eski Yugoslavya'ya yönelik operasyonu sırasında yaşanmıştı. Belgrad'taki Çin Büyükelçiliği'nin bombalanmasını ilk haber veren Stratford olmuştu. Daha sonra Çin Büyükelçiliği'nin bombalanmasının bir hata olmadığını, söylendiği gibi pilotlara yanlış harita verildiği için değil, bombanın, Çin'in Sırplar'a verdiği desteğe bir karşılık olarak atıldığını da yine Stratfor açıklamıştı. Srtatfor'un, Asya'da 1997'de bir krizin yaşanacağını da ABD yönetimine çok önceden bildiren ilk kurum olmuştu.


Kanal D

Yiğit BULUT
Vatan
''ABD, Türkiye ile savaşabilir''!
28 Ocak 2009

İddia bana değil, dünyaca ünlü stratejist George Friedman’a ait! Ama bu sayfada daha önce paylaştığım konu hakkında “bana ait iddialar” ve özellikle Friedman’ın “öngörüsünü” doğrulayan çok önemli bir bilgi var.

Hatırlarsanız çok uzun zamandır; 1997 yılında Clinton yönetimi tarafından kaleme alınan “Yeni bir yüzyıl için strateji” belgesinden bahsediyorum.

Belge çok açık ve net; Türkiye’nin hakim olacağı bölgeye yerleşeceğiz! Bu bölge gerekirse “Güney ve Doğu Anadolu” da olabilir! Kim yerleşecek; yeni yüzyılda “yeni strateji” gereği ABD!

Peki içinde ABD’nin “ana unsure” olduğu denklemimiz nasıl gelişti?

Çok kısa özetleyeyim, sonuca gidelim...

Potansiyel bir Rus (komünizm) tehlikesine karşı dine dayalı sivil unsurlar ABD ve Almanya tarafından harekete geçirildi. Bu süreç, Almanya’nın “Orta Doğu petrollerine dokunmadan Orta Asya petrol bölgelerine ulaşması” şartıyla İngiltere ve Fransa tarafından da desteklendi. Türkiye’de komünizm tehlikesine karşı dini unsurların devlet çarklarına enjekte edildiği süreç hızlandı...

Sevgili dostlar, 1980 sonrası da aynı mantığı gördük. “Ilımlı İslam Devleti” mantığı altında Ortadoğu ve Orta Asya’da hakim olmak isteyen Roma’nın (1945 sonrası Roma derken ABD liderliğinde ABD ve Avrupa birlikte algılanmalı) yine bu coğrafya üzerindeki oyunları sürece hakimdi...

Devletin resmi organlarında “Kemalist laiklikten, Osmanlı sekülarizmi’ne” başlıklı raporlar yayınladı. Aydınlar “yeni bir sentez pompalarken”, devlet çarklarına Atatürk ilkelerinden uzaklaşan, uzaklaştıran her türlü fikrin pompalanmasına devam edildi.

1999 ekonomik krizi sonrası ve özellikle 2003 döneminden hemen sonra aynı mantığın yeniden ortama çok güçlü bir şekilde hakim olduğunu gördük. Ortadoğu’ya “model ve ağabey” olacak bir Türkiye modeli yeniden hayata geçmeye başladı. Arap ülkelerine sevimli görünmesi gereken Türkiye’de, TBMM’den “Amerika’ya izin veren tezkere” geçmedi. Tezkere kabul görmedi ama ABD Türk topraklarını tezkere varmış gibi kullandı. Geçmeyen tezkere Ortadoğu’da alkışlandı, devlet çarkları süratle Kemalist laiklikten, Osmanlı Seküralizmine dönüşen Türkiye’ye 80 yıl sonra Arap kralları geldi. Bu krallar Dolmabahçe Sarayı’nda kabul gördüler (ABD ve AB’nin yeni Osmanlıcılık teorisi sembolik olarak da pratik edilmeye başlandı)...

Bu arada “Osmanlı Seküralizmi” gereği “diğer dinlere ait” unsurlar da harekete geçirildi. Papa’nın ziyareti “bu topraklardaki yapının” nereye kadar sınırlarının zorlanabileceği açısından önemliydi...

Daha fazla uzatmayacağım; Friedman üstü kapalı söylüyor ben daha açık söyleyeyim. ABD diyor ki; yeni yüzyılda Türkiye’nin içinde bulunduğu “bölge” yeni dünya düzeninde “ana unsur” olacak ve eğer işbirliği yapamazsanız, size biçtiğimiz yeni rolü kabullenmezseniz; gerekirse “sizlerle savaşarak” istediklerimizi yapacağız!

Friedman uçmuyor! Devletin resmi ağızdan söylemediğini, “gayri resmi yollarsa söylüyor” !
YİĞİT BULUT - VATAN

İbrahim Karagül
YeniŞafak
Türk-Amerikan savaşı ve 21. asrın sonu
28 Ocak 2009
Gerçekten de bilim kurgu yazarı gibi. ABD'li stratejist George Friedman, bugünlerde sık sık gündeme gelen “Next 100 Years: A Forecast for the 21'st Century” adlı kitabında açıkça “Türk-Amerikan savaşı”ndan söz etmesini nasıl anlayacağız. Uçuk bir senaryo mu, Nastradamusvari kehanet mi yoksa gerçekten değişimin çok hızlı olduğu yüzyılımızın sonuna ilişkin ciddiye alınacak bir öngörü mü?

Türkiye'de her hangi biri kalkıp; “Önümüzdeki yüzyılın sonlarına doğru çıkabilecek savaşın ABD ile Türkiye-Japonya ittifakı arasında yaşanacağını, bu savaşın bugüne kadar var olan klasik silahlarla yapılan savaşlardan tamamen farklı olacağını, bugünden bakınca bir tür bilim kurgu gibi görünen bir savaşın yaşanacağını” söylese adamı rezil ederler.

“Rusya ve Çin'in gerçek anlamda tehdit olamayacağını, Türkiye, Meksika, Polonya gibi ülkelerin yeryüzünün kaderini etkileyeceğini” söyleyen birinin itibarı kalır mı? Bırakalım bu kadar uçuk, bu kadar geniş perspektifi, beş yıl sonrasına ilişkin aslında bugünden belli olan gelişmelere ilişkin işaretleri sorgulayan herkes nasıl da aşağılanır, itibarsızlaştırılır. Hele Türkiye'de!

Türkiye'nin geleceğine, bölgesel pozisyonuna, zengin siyasal birikimine atıfta bulunmak son derece tehlikelidir. Nasıl olsa bu ülke adam olmaz, ürkek, korkak, başkaları tarafından yönetilen, hiçbir inisiyatif alma iradesi olmayan yer. Böyle düşünenler, 1948'de kurulmuş İsrail'e bütün heybeti, gücü atfeder de, yüzyıllarca çok geniş coğrafyayı yöneten bir siyasal birikime hiçbir şans tanımaz. Brüksel, Washington ve Londra'ya bağımlılık dışında bu ülkenin ayakta kalma şansı yoktur, olmayacaktır!

Friedman, belki kitabının piyasa değerini artırmak için bu söylemleri kullanıyor. Ne de olsa sansasyonel olan her şey çok yoğun ilgiye mazhar oluyor. Orası ayrı bir konu. Ama bir istihbarat şirketinin başında olan, ülkesine güvenlik konularında danışmanlık yapan bir kişinin “saçmalıklarını” üzerinde durmanın anlamı var.

Neden mi? Bu ülkenin büyüyebileceğine, güçlü olabileceğine, bugünkü zaaf alanlarını tamir edebileceğine, yakın bölgesinde etkin barış girişimlerinde bulunabileceğine, bölgesel ortaklıklar şekillendirebileceğine, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki en sarsıcı değişim döneminde kendi pozisyonunu yeniden tanımlayabileceğine inanıyoruz. Şahsen buna hep inandım. Yanlış bulduğum şeyleri en sert biçimde eleştirirken de kafamda hep bu gücü tahrik etme düşüncesi oldu.

Dünya 21. yüzyılın ortalarına doğru hızla ilerliyor. Eski kafalara, eski kalıplara, eski algılamalara yer yok artık. Soğuk Savaş döneminin korkularını yayıp, kitlesel endişeye yol açanlara da yer yok. Türkiye'yi Anadolu'ya hapseden zihinlerin de bu dönemde yeri olmayacak. Büyük söz söyleyen insanlara ihtiyacımız var bizim. Kendini bilen, ülkesini bilen, geçmişini bilen, geleceği zihninde şekillendiren, sınırlayıcı kavram ve siyasal söylemlerden arınmış insanlara…

Bu sözlerin, Türkiye'nin bölgesel nüfuz alanını genişlettiği döneme denk gelmesiyle, artık tek yanlı bağımlılık ilişkisi şeklinde açıklanmayan kendi yol haritasını çizme uğraşısıyla, yakın çevresine ilişkin çıkarlarının ABD ve İsrail'le örtüşmediğinin ortaya çıkmasıyla aynı zamanlarda gündeme gelmesi önemli. Eski CIA'cı Graham Fuller'ın “Artık Türkiye ile ABD müttefik değil, çıkarlar örtüşmüyor, Türkiye belki de yüzyıl sonra kendi yolunu çiziyor” sözleriyle ne kadar benzeşiyor. Bu bir maceraperestlik değil. Gerçekten değil. Bu, belki de ilk kez, hem kendi gücünü hem de diğerlerinin gücünü gerçek anlamda takdir etme eğilimiyle alakalı bir şey. Gözümüzde büyüttüğümüz, korkup sindiğimiz güçlerin zayıf noktalarını görmemizle alakalı bir şey.

Bu sözler yeni Amerikan yönetiminin, “İslam dünyasıyla yani bir ilişki biçimi” deneme iddiasıyla da paralellik arzediyor. Barack Obama yönetimi “Artık onları daha fazla dinleyeceğiz” diyor. Bunu derken yine bir kolonyal güç olduğu izlenimini ısrarla vermekten vazgeçmiyor. Bugünün ideolojik kalıplarına sıkışıp kalanların, gündelik siyasete saplanıp kalanların, içeride dar iktidar hesabı yapıp duranların anlayabileceği bir süreç değil bu.

Coğrafyanın yaşadığı tarihsel kırılmalara bakalım: Haçlı savaşları.. Moğol istilası. Birinci Dünya Savaşı. Her üç kırılma da şok edici etkiler bıraktı, büyük yıkımlara yol açtı. Sonra ne oldu? İlk ikisinde yepyeni, zinde, muhteşem bir aydınlanma ve güç ortaya çıktı. Birinci Dünya Savaşı dönemi ise yüz yıl sonra, Soğuk Savaş'ın bitmesiyle sona erdi. Yüz yıl süren bir savaş yaşadık biz. Şimdi yeni bir döneme giriliyor. Büyük değişim, iki tarihsel kırılma sonrakilere benzeyen yeni yükseliş dönemine..

George Friedman'ın kehaneti beni hiç ilgilendirmiyor. İsterse “Türkiye on yıl sonra parçalanacak” desin. Biz kendi cümlelerimizle bir gelecek inşası peşindeyiz. Ben bu büyük değişimin getireceklerini görmeye çalışıyorum. Bakmayın bu coğrafyayı, Müslüman dünyayı tehdit algılayıp ezmeye, sindirmeye çalıştıklarına… 21. yüzyılın en coşkulu yükselişi bu topraklarda gelişiyor. Bu yüzden bütün dünyayı karşımıza diktiler. Savaştıkça, saldırdıkça büyüyen bir bilinç hareketidir bu. On yıl sonra nerelere geleceğini kestirebiliyor olmalıyız!
İbrahim Karagül - Yeni Şafak
ibrahimkaragul@gmail.com

İbrahim Karagül
Türkiye yepyeni bir tehditle yüzleşiyor!

Uzun zamandır Karadeniz'e ilişkin yazılar yazıyorum. Özellikle Doğu Karadeniz'in yakın gelecekte Doğu Akdeniz'i andıracak gelişmelere sahne olacağına ilişkin her gelişmeyi izliyor, mümkün olduğunca da paylaşmaya çalışıyorum. “Ukrayna ve Gürcistan'daki Kadife Devrim”lerden Ukrayna merkezli gaz krizine, Gürcistan iç savaşından Bulgaristan ve Romanya'da kurulan ABD üslerine, NATO'nun Karadeniz'e yerleşmesinden Türkiye'nin bölgesel çekincelerine kadar geleceğin Karadeniz'ini ilgilendiren o kadar temel gelişmeler oluyor ki, bunlara bakıp da önümüzdeki yıllarda neler olabileceğini anlamamak mümkün mü?

Dikkatlerin Ortadoğu'ya yoğunlaştığı, Türkiye'nin bütün ağırlığını bölgedeki krizlere verdiği, İsrail'in Gazze'ye yönelik vahşi saldırılarından sonra Irak merkezli yeni bir kriz dalgasının beklendiği bir dönemde Afganistan-Pakistan-Hindistan merkezli sıkıntı dünyanın dikkatini Güney Asya'ya çekecek gibi. Üstelik bizim için bu krizin anlamı; Pakistan'la yakın dostluk, Afganistan trajedisi ve oradaki Türk askerleri ya da Hindistan-Pakistan savaşı endişesiyle sınırlı değil.

Güney Asya krizi Karadeniz'de patlayacak gibi. Sadece Kafkaslar'daki gelişmeler, Ukrayna merkezli sorunlar ya da Balkanlar'daki güç mücadelesi değil. Çok uzaklardaki gerilimler de Karadeniz'i bu kadar önemli hale getiriyor. İşte bu yüzden yeni bir durumla karşı karşıyayız. Bu yüzden Karadeniz'e ilişkin her gelişmeyi dikkatle izlemekteyiz.

Barack Obama'nın bir yandan Müslüman dünyaya barış elini uzatıp diğer yanda İsrail'e tam destek vermesinin, aynı zamanda Pakistan'ı açık hedef göstermesinin yeni yönetimin politikalarına nasıl yansıyacağını yakında görme fırsatı bulacağız. “Pakistan'ı füzelerle vurma”, “ABD için en büyük tehdidin Pakistan merkezli olacağı” söylemleri ne kadar gerçekçi sonuçlar doğuracak…

Pakistan yönetimi, Bombay'daki terör saldırısından sonra Afganistan sınırındaki askerini Hindistan sınırına kaydırırken, Hindistan Pakistan sınırlarında füze denemeleri yaparken, ABD ve NATO'nun Afganistan'a en büyük tedarik yolu Pakistanlı gruplar tarafından kesilirken, yüzlerce araç imha edilirken, İslamabad yönetimi “ABD ile terörle mücadele ortaklığına son vereceklerini” açıkladı. Daha önce, Pakistan ve Afganistan kökenli silahlı gruplar ve siyasi partiler tarafından kesilmeye çalışılan, Karaçi limanından Afganistan'a ulaşan tedarik yolunun kapatılacağının işaretlerini verdi.

Paniğe kapılan ABD, Rusya ve Orta Asya ülkeleriyle pazarlığa başladı. Hatta Özbekistan-ABD yakınlaşması yeniden başladı. “Rusya ile anlaştık” iddiası Moskova tarafından doğrulanmadı. Pakistan'dan kesilen tedarik hattı, Rusya ve Orta Asya üzerinden açılmaya çalışılıyor. Ama asıl hat, Karadeniz üzerinden, Kafkasya üzerinden Afganistan'a ulaşacak. “Taliban'la mücadele Karadeniz'de başlar” diye bu konuyu uzun uzun anlatmıştım. Öyleyse Karadeniz ve Kafkaslar'da çok önemli gelişmeler olacak demektir. Bölgenin barış denizi mi yoksa savaş denizi mi olacağını o zaman göreceğiz. Türkiye için yeni ve çok ciddi bir tehdit algılaması söz konusu.

Türkiye ile İran, Trabzon limanının İran'ın ithalat kapısı olması konusunda anlaştı. Artık İran'ın kuzeyi dünyaya bu limandan açılacak. Bölge, Kafkaslar ve Orta Asya için de aynı işlevi görebilir. Barış, işbirliği denizine dönüştürülebilir. Bölgesel ortaklıkların zemini olabilir. Ama Washington merkezli satranç oyununun getirdiği stres, barış ve işbirliğine yönelik bütün girişimleri boşa çıkaracak güçte. Bu yönüyle Karadeniz Türkiye-ABD ve Rusya arasında büyük bir jeopolitik savaş alanı olacak. Bugün İran'ın ithalat kapısı olarak belirlediğimiz Trabzon limanı o zaman savaş gemilerin demir attığı bir yere dönüşecek.

Peki, Afganistan'da başlayıp Karadeniz'e kadar uzanan bu tehlike ne? İki yıl önce NATO karargahlarında ve Washington'ın güvenlik merkezlerinde şu senaryo tartışılıyordu: Pakistan'ın nükleer silahlarının İslamcıların ya da ordu içindeki şahin grubun eline geçmeyeceği garanti altına alınacak. ABD'nin, Pakistan nükleer silahlarını korumak için hazırladığı gizli plan uygulanacak. Pakistan hattı kapanırsa Afganistan'daki ABD/NATO birliklerinin hezimete uğramadan ülkeden çıkarılması için hazırlık yapılacak.

“Afganistan'da durum kötüleşir, çekilmek zorunda kalırsak ve aynı anda Pakistan da kontrolden çıkarsa ABD ve NATO güçleri, Sovyet güçleri gibi, Afganistan'da kapana kısılır” endişesi ile başka koridorlar aranmaya o zaman başlanmıştı. O günden bu yana, terörle mücadele adı altında Pakistan'a saldırılar düzenleniyor. O günden bu yana Pakistan'a alternatif yollar aranıyor. O günden bu yana Karadeniz-Orta Asya-Afganistan hattı üzerinde çalışılıyor. O günden bu yana Karadeniz'e ABD üssü tartışmaları şiddetini artırıyor. O günden beri Türkiye, çok ciddi biçimde kuzeyinden tehdit alıyor.

Afganistan'daki NATO ve ABD birliklerinin kaderi iki ülkenin elinde. Biri Türkiye diğeri Rusya. Türkiye, Karadeniz'de Atlantik baskılarına boyun eğmek yerine bu kartı kullanabilir. Dahası, bugünlerde Ortadoğu'da hissettirdiği etkinliği Karadeniz ve Kafkaslar üzerinden Orta Asya'ya kadar uzatabilir.

Her tehdit algılaması beraberinde stratejik açılımlar da getiriyor. Bu yüzden Karadeniz'i bir Amerikan gölü haline getirmeye dönük dayatmalara boyun eğmek zorunda değiliz. Eğer boyun eğersek, Kırım Savaşı sonrasında olduğu gibi, merkez güçler arasında yem olmaktan başka bir şey kalmıyor geriye.

Türkiye, Hamas konusunda olduğu gibi, Taliban konusunda da bütün itirazlara rağmen bir açılım sunma gücüne sahip. Taliban'ın aynı zamanda bir Karadeniz, bir Türkiye sorunu olduğu apaçık ortada değil mi. O zaman yeni bir Orta Asya çıkışı, yeni bir Afganistan inisiyatifi bekliyoruz.

Savaş isteyenleri Karadeniz'e sokmayalım!
YENİ ŞAFAK

Hamas lideri İsmail Haniye Türk Bayrağıyla Hutbe Verdi
04 Haziran 2010
Hamas lideri İsmail Haniye, Cuma hutbesinde yaptığı konuşmada Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a Gazze halkına verdiği destekten dolayı teşekkür etti.

Gazze'deki Ömeri Camii'nde cuma namazını kıldıran Hamas yönetiminin Başbakanı İsmail Haniye, cuma hutbesinde, 31 Mayıs tarihinin İsrail'in çöküşünün başlangıcı olduğunu ve yardım gemilerine düzenlenen kanlı operas
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ksm 23, 2015 11:01 pm    Mesaj konusu: Türkiye’nin önündeki tarihi fırsat Alıntıyla Cevap Gönder

TARİH YOLCULUĞUNA RUH HAMLESİ İLE DEVAM EDEBİLMEK
Suat KÜRŞAT
31 Aralık 2017

Türk Dil Kurumu siyaseti şöyle tarif eder; ”Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış.” Bugün siyasete hâkim bütün tarafların ortaya koyduğu anlayışların, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatından çok işlevsiz kılmaya yönelik olduğu aşikâr. Ortada siyaseten büyük bir tıkanıklık var. Bu tıkanıklık adım adım toplumun içerisinde marjinal yönlerin daha aktif rol almasının önünü açıyor. Genel olarak toplum bir birine zıt onlarca marjinal grup ve ideolojinin oluşturacağı girdabın kenarında tedirgin bir hal üzere bekliyor.

Siyaset sahnesinde seyirciye yansıyan ”hain, terörist, ajan ve iç savaş” gibi yakıştırma ve ithamlar, gün geçtikçe seviyesi(zliği)ni artırarak tamiri mümkün olmayan bir sürece doğru hızla gidildiği yönündeki endişe, kaygı ve tespitleri artırmaktadır.

Son zamanlarda sıklıkla kullanılan bu tabirlerden ”iç savaş” bende tarihin tanıklığına müracaat etme isteğini artırdı. Mesela Jül Sezar’ın İçsavaş’ını hatırlattı. Ülke içerisinde oluşan iki gücün birbirine olan güvensizliği ve iktidar hırsı çatışmayı kaçınılmaz kılıyordu. Senatoyu arkasına alan Pompeius ve Roma’ya Galya’yı armağan eden muzaffer komutan Jül Sezar. İki lider de kendisine bağlı silâhlı güce sahip ve ikisi de iktidar hırsı ile dolu. Bu iktidar hırsına bir de devlet içerisinde çeşitli hesaplar ile iki güç arasında tercihlerin getirdiği cepheleşme ekleniyordu. Sezar ve Pompeius arasındaki bu çekişmede devlet içerisinde küçük hesaplar ile kamplaşmalar meydana geliyordu, öyle ki Sezar’a karşı olan eski bir düşmanlığı ve ona karşı aday olduğu bir seçimde aldığı yenilginin utancı Konsül Cato’yu harekete geçiriyor, Lucius Lentulus bir takım borçlarından dolayı düştüğü zor durum nedeni ile ordu ve eyaletlerin yönetimini alma umudu ile Roma (senato) dostu olarak anılacak prenslerden alacağı hediyelerin düşüncesi ile taraf oluyor, Konsül Scipio ise Pompeius ile olan yakınlığından dolayı onunla paylaşacağını düşündüğü eyalet ve ordulara sahip olma umudu ile tarafını seçiyordu. Pompeius’un kendisi ise Sezar’ın düşmanları tarafından kışkırtılıyordu. Benzer taraf seçimi ise Sezar’ın çevresinde de gerçekleşiyordu.

Roma iç savaşında gördüğümüz, İç savaşı tetikleyen ana unsurlardan birisi ülke içerisindeki birbirine denk ya da yakın güçlerin iktidar hevesinden taviz vermeyerek çevresinde gelişen cepheleşme ile beraber artan güç kullanımı isteği.

1936 da başlayan İspanya iç savaşının kökenlerini anlatırken Julian Casanova şöyle diyordu; ”1936 yılının ilk bir kaç ayında İspanyol toplumu, hizipler arasındaki huzursuzluklarla derinden bölünmüştü…” Bunun bir iç savaş nedeni olamayacağını da belirten Casanova, ”Savaş, Cumhuriyet’e karşı bir askerî ayaklanma, Devlet’in ve cumhuriyet hükümetinin düzeni koruma yeteneğini tahrip ettiği için başladı. Ordunun ve güvenlik güçlerinin bölünmesi askerî ayaklanmanın zaferini olduğu kadar, hızla iktidarı ele geçirme temel hedefini de engelledi. Ancak, düzeni korumada hükümetin gücünü tahrip eden bu coup d’etat, ona karşı olan ve destekleyenler arasında misli görülmemiş bir şiddete yol açtı.” Casanova, kuralsızlık ve hükümetsizlik konusuna dikkat çeken tespitinde isyancıların şiddeti tırmandırmaya yönelik tavır ve tutumlarını şöyle anlatıyor; ”askerî ayaklanma ve devrimci karşı koymadan oluşan bu iki katlı süreç içinde İspanya’nın her yerinde yaygın bir şekilde kan akmaya başladı. Başlarında General Emilio Mola’nın bulunduğu askerî isyancılar, önceki aylarda darbe planlarını yaparken bunun işaretlerini vermeye başlamışlardı. -Güçlü ve iyi örgütlenmiş düşmanı, mümkün olan en kısa sürede devirmek için eylemin olağanüstü şiddetli olacağını akıldan çıkarmayınız- diyordu Mola.”

Ülke içerisinde yönetme kabiliyetini zaafa uğratan isyan ve ayaklanmalar ile beraber gelişen şiddet olayları iç savaşı besleyen ve tetikleyen unsurlardan bir diğeri olarak karşımıza çıkıyor. Burada da yönetim herhangi bir güç merkezinin elinde olmayıp karşılıklı güç kullanma imkânına sahip taraflarca ortaya konulan iktidar olma hırsının toplumu çatışmaya sürüklediğini görüyoruz.

Yine İspanya iç savaşında karşımıza çıkan başka bir unsur ise ülke içerisindeki grupların her birinin ülke dışından desteklenmesi ve çatışmayı sağlayacak imkân ve teçhizatın dış güçlerce teminidir. Öncelikle Fransa, Büyük Britanya, İtalya, Sovyetler Birliği ve Almanya 1936 yılında İspanya’nın iç işlerine karışmama konusunda anlaşmaya imza atıyorlar. Bu anlaşmaya rağmen Hitler, Mussolini ve Salazar General Franco’ya silâh, cephane ve lojistik desteklerini sürdürmeye devam ediyorlardı. Stalin ise Sosyalist, Komünist gruplar ve Cumhuriyetçilere ihtiyaçları olan silâh ve mühimmat yardımını yaparak içeride tarafını oluşturuyordu. Fransa ve Britanya da kendi menfaatlerine yakın gördüğü grupları silâhlandırıyor, destekliyordu. Nitekim iç savaşı bu kadar kanlı ve yıkıcı hale getiren de İkinci Dünya Harbi’nde kullanılacak silâh ve mühimmatın deneme sahası haline getirilmesi. İspanya’da taraflara dünya harbinde kullanılacak uçaklar da veriliyordu. Almanya, İtalya, SSCB, Fransa ve İngiltere İspanya iç savaşında destekledikleri tarafları donatarak dünya harbinde kullanılacak askeri teknolojinin testini de yapmış oluyorlardı. İspanya dönemin süper güçlerinin deneme sahasıydı…

İç savaş konusunu yakın bir örnek ile neticeye erdirelim: Ukrayna. İspanya iç savaşında da görülen dış destek ile kamplaşmanın zirve yaptığı bu örnekte dikkatimizi ülke içerisinde gelişen kamplaşmadaki tezatlıklara çekmek istiyorum. Şöyle ki İkinci Dünya Savaşı’nda Ukrayna’ya giren Nazi birliklerini ve katliamları destekleyen Ukrayna milliyetçileridir. Yahudiler ve Bolşevikler yalnız Nazi birliklerinin değil Ukraynalı Milliyetçilerin de baş düşmanıdır. Bu tarihsel düşmanlığa rağmen Ukrayna iç savaşında sağ cephenin önde gelen oluşumlarından anti-semitik yapıya sahip Svoboda’nın, sahip olduğu özel bankayla Ukrayna’nın en önemli finans kurumlarından birini yöneten oligark İgor Kolomoyskyi tarafından finanse edilmesi dikkatlerden kaçmıyor. Belki de oligarklar Ukrayna’yı ikinci dünya savaşında gösterdikleri Yahudi düşmanlığından ötürü ”iç savaş” ile cezalandırmak istiyordu. Bunun için bir birine zıt grupları finanse ederek çatışmalarda güç kullanımını artırmak yetecekti!

Son olarak ülke içerisinde kamplaşma ve kutuplaşmayı hızlandıran etkenlerden yöneticilerin toplumda bir tarafı destekleyerek diğer tarafı ise sürekli örseleyerek ve haklarını vermekten kaçınarak oluşturacağı kızgınlık ortamıdır. Desteklenenler ellerindeki imkânları kaybetmemek için, hakları verilmeyenler ise haklarını almak için kanun, düzen ve otorite tanımayacaktır. Böyle bir durumda yukarıdaki örneklerde gördüğümüz sosyal kırılmalar ve siyasî hesaplaşmalar ülkeleri felakete götürecek süreçlere sokacaktır…

Özetle; ülke içerisinde birbirine yakın ya da denk güç merkezlerinin iktidar olma ve iktidarda kalma hırsının artması, toplumsal kamplaşmanın sertleştiği dönemlerde merkezî otorite ve yönetimi zaafa uğratacak isyan ve benzeri hareketlenmelerin oluşturduğu siyasî boşluk, bir takım ülkelerin ülke içindeki cepheleşmeyi finanse ederek pekiştirmesi, ülke içerisinde çeşitli hesaplar ile zıt grupları finanse eden sermaye sahipleri ve belki de en önemlisi iktidarların toplumun bir kısmını ölçüsüz destekleyerek şımartması ve diğer bir kısmını ölçüsüz bir şekilde yönetimden uzaklaştırarak haklarını vermemesi ile oluşan kuralsızlık ortamı. Bu ortamda tarafların gücü elde edebilmek için hiç bir kural ve hukuk tanımaması ülke içerisinde tamir olunmayacak süreçlerin doğmasına neden olabilir.

Bu neden ile bugün Türkiye başta ve belki merkezde olmak üzere coğrafyamız, içerisine girdiği siyasî tıkanıklığı aşmak için köklü bir hukukî, sosyal, ekonomik ve siyasî ruh hamlesine muhtaçtır. Hukukî, sosyal, ekonomik ve siyasî bir bütünlük içerisinde tarih ve medeniyet yolculuğunun farkında, şuurlu bir ruh hamlesinden hiç bir bahane ile kaçılamaz. Hiç bir gerekçe bu ruh hamlesini erteleyemez ve iptal edemez. Toplumun sürüklendiği felaketi görmezden gelerek küçük hesaplar ile elini taşın altına koymaktan kaçınanlar yeni nesillerin muhasebesinde tel’in ile anılacaktır. Ülkede siyaseti şekillendiren mevcut iktidar ve muhalif yapıların el birliği ile toplumu sürüklediği felaketten ancak bu ruh hamlesini yaparak kurtulabilir ve bu tıkanıklığı aşabiliriz…

Kaynak: Adımlar dergisi

DEVLET GİBİ!
Suat KÜRŞAT
7 Ocak 2018



”Biz, bir ‘dünya devleti’nin kalıntısı üzerinde ‘dünya hâkimlerinin evlatları’ olarak oturuyoruz. Ne ‘geri kalmış milletler’den birisi, ne de ‘kurtuluş savaşı yapan kavimler’in birincisiyiz.”

(Dündar Taşer)



Yeryüzü nice medeniyetlere tanıklık etti. Kaç devletin doğumunda kundak, ölümünde kefen oldu. At sırtında akıncıları taşıdı kâh doğudan batıya, kâh batıdan doğuya. Kaç kudretli sultan gördü şu ihtiyar dünya, kaç ferman yankılandı kubbesinde. Hepsine şahittir, otursak dizinin dibine anlatsa bütün gördüklerini. Bir varmış, bir yokmuş kabilinde değil, ”siz duydunuz ben yaşadım” şahitliği ile dile gelse şu ihtiyar dünya. Sinesinde bunca asırdır biriktirdiğini dökse, ”tecrübe-i hayat ile sabit kulak verin” diyerek anlatsa bir bir. Anlatsa da çıksak şu ”bir varmış bir yokmuş” âleminden…

İhtiyar dünyanın şahitliğinden bize yansıyan hâl ile devlet işi, her kişinin işi değildir. Anadolu’da zorba ve esip gürleyen, bilip bilmediği her işe karışıp ortalığı saçıp dökene ”eşkıya mısın sen?” derler. Adil ve düzenli, tertipli, vakarlı, derleyip toplayana, ”Devlet gibi adam, devlet gibi kadın” derler. “Devlet gibi” tabirini yabana atmayalım. Devlet gibi lâkin nasıl?

Mesela Dündar Bey’in Tiryaki Hasan Paşa’dan bahsederken vurguladığı devlet gibi: ”Altı ila sekiz bin kişilik bir kuvvetle Kanije’yi savunuyor. 80 bin kişilik Nemçe ordusunu türlü hilelerle, türlü desiselerle yeniyor.” Hile ve desise, ”harp hiledir” Nebevî buyruğu uyarınca savaş taktiklerini karşılayan ifade. İbn Zafer Sülvan ul Muta Fi Udvanil Etba adlı devlet adamlarına yazdığı eserinde düşmanı ayı karşısında çaresiz kalan tilkiyi zafere götüren öğüdü şöyle yazar; ”Ancak eğer ‘düşmanımı ortadan kaldırmak için kendi himmetimi harcarım.’ dersen düşmanı hile adımı ile karşıla; çünkü zayıf hasım, güçlü düşmanına karşı hile dışında bir şey ile karşı duramaz.” İşte Tiryaki Hasan Paşa da bu öğütte olduğu gibi hile adımı ile karşılar Nemçe ordusunu.

Dündar Bey’in vurguladığı devlet ile devam edelim: ”Büyük bir başarı. Kendisini takdir eden Padişah, ona Hatt-ı Hümayun’la (Padişahların bizzat yazdıkları yazı) vezirlik veriyor. Adam bu teveccüh karşısında hüngür hüngür ağlıyor. Bunun da sebebi, an’anede böyle bir iş için Hatt-ı Humayun’la vezirlik verildiği görülmemiş olması. ‘Bizim yaptığımız nedir? Haçlı donanmasını yenen Piyale Paşa’ya, Hatt-ı Humayun’la vezirlik verilmedi. Biz ne oluyoruz ki, böyle bir rütbeye layık olalım? İslam Halifesi’nin Hatt-ı Humayun’u pek küçük hizmetlere ödül olarak verilmeye başladı. Buna yanmayayım da neye yanayım? Devlet bu kadar düştü mü?’ diyor.” Devlet gibi derken, düşününüz ki Tiryaki Hasan Paşa’nın temsil ettiği devlet gibidir Anadolulun tabiri. 80 bin kişilik küffarı altı sekiz bin kişilik ordu ile savuşturan Paşa neye üzülüyor bakınız? Halife’nin bizzat yazdığı yazı ile vezir olmasını “Devlet”in halinin düşkünlüğüne bağlıyor da hüngür hüngür ağlıyor. Devlet’in başı, ne sözünü, ne de yazısını öyle her şeye kullanmaz. Vezir tayin olunacaksa Devlet’in an’anesi ne ise ona göre tayin olunur. Aksi acz ve düşkünlük olarak görülür!

Devlet gibi derken daha iyi anlamak için biz Dündar Bey’den takibe devam edelim.”Ya gayet yanlış gördüğümüz Kuyucu Murat Paşa’ya ne denir? Adamın parayla alış verişi yok; şahsen fakir, dindar, tarikat mensubu bir vezir. Sadrazamlığa getirilince, yol masrafı için, Belgrad Kadısı’ndan 2.000 altın borç alıyor ve Padişah’ın emriyle celali asilerini cezalandırmaya başlıyor.” Devlet gibi derken Anadolulu, Kuyucu Murat Paşa’nın temsil ettiği devlet gibidir. Çalışıyor lakin çalmıyor. Çalmadan çalışıldığının resmidir Paşa. Paşadır lakin yola çıkacak meteliği yoktur, yalnız işinin ehlidir. Dündar Bey’in ifadesi ile ”Anadolu gibi bir kıt’ayı devlete yeniden bağlayan Pir”dir. Parasız, pulsuz oluşu dünyaya tamah etmeyişinden, makamını ve mevkisini dünya malı biriktirmek ve zevk u sefa içinde yaşamak için kullanmayışından. Anadolulu kasasına, kesesine, cebine bakmaz devlet gibidir derken, haline bakar, ehliyetine bakar!

Devlet gibi derken Tiryaki Hasan Paşa’lar, Kuyucu Murat Paşa’lar’ın devletidir. Bugün bu devleti göremesek de bu devlet anlayışını Anadolulu diri tutmalıdır. Hani Dündar Bey’in ifadesi ile ”Kendine dön, kendi büyük idealine, cihan kadar geniş devlet anlayışına…” diyerek ferd ferd bu anlayışa dönmelidir. Bu topraklardan doğacak bir dünya nizamı istiyorsak bu anlayışı diriltmek zorundayız. Bu anlayışı diriltmeden ne devlet olabiliriz ne de artık var olabiliriz. Artık devletin devlet gibi olma zamanı gelmedi mi?

Kaynak: Adımlar dergisi

Etiketler:
ADIMLAR DERGİSİ DEVLET GİBİ dünya devleti dünya hâkimi fikir milletler sistem siyaset türkiye

Rodrigo Duterte: “Türkiye, Asya’da mı yoksa Asya ile Avrupa arasında köprü mü olacağı konusunda kararsız”
16 May, 2017



“Kuşak ve Yol Forumu” için dün Pekin’de bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte’yle görüştü.

Sputnik Türkiye’de yer alan habere göre, “Kuşak ve Yol Forumu” için dün Pekin’de bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı görüşmenin ardından Duterte, Türkiye ve Moğolistan’ın Güneydoğu Asya Uluslar Birliği’ne (ASEAN) katılmasını desteklediğini belirterek “Türkiye, Asya’da mı yoksa Asya ile Avrupa arasında köprü mü olacağı konusunda kararsız” dedi.

Filipinler merkezli ABS-CBN News sitesinin haberine göre Duterte’nin asistanı Bong Go, Filipinli yetkililerin Erdoğan’la görüşme talep ettiğini söyledi.
Duterte’nin özel asistanı da görüşmenin 10 dakika sürdüğünü açıklayarak iki liderin beraber fotoğrafını paylaştı ancak görüşmenin ayrıntıları açıklanmadı.
Daha önce ABD eski Başkanı Obama’ya “o…. çocuğu” ve Donald Trump’a “bağnaz” diyen Duterte ve çoğu kez gaflarıyla gündeme gelmişti.

​”TÜRKİYE VE MOĞOLİSTAN ASEAN’A KATILIM KONUSUNDA DESTEK OLMAMI İSTEDİ”

Diğer taraftan Erdoğan’la görüşmesinin ardından Kuşak ve Yol Forumu dönüşü Davao Havalimanında gazetecilere açıklamalarda bulunan Duterte Türkiye ve Moğolistan’ın coğrafi olarak parçası olmamasına karşın ASEAN’a katılmasını destekleyeceğini ifade etti.

Hem Erdoğan hem de Moğolistan Başbaşkanı Jargaltulga Erdenebat’ın ASEAN’a katılmak için ilgi gösterdiğini söyleyen Duterte “ASEAN’ın başkanlığını yürütttüğüm bu sürede örgüte girişleri için destek olmamı istediler. Ben de ‘Neden olmasın?’ dedim” dedi.

Myanmar’ın arka plandaki gerçek lideri Aung San Suu Kyi’nin bu planı ‘tuhaf bulduğunu’ söyleyen Duterte “O bana ‘Onların ASEAN’ın bir parçası olmaları ya da olmamaları konusunda fiziki coğrafyalarına dikkate aldın mı?” dedi. Ben de ‘Onlar (ASEAN’ın) bir parçası. Onların bir parçası olduğunu söyleyebilirim’ dedim” ifadelerini kullandı.

Duterte sözlerine şöyle devam etti: “Türkiye, Asya’da mı yoksa Asya ile Avrupa arasında köprü mü olacağı konusunda kararsız. Bu her zaman belirsiz bir konu oldu.”

ASEAN, 1967 yılında Tayland’ın başkenti Bangkok’ta, Endonezya,Malezya, Filipinler, Singapur ve Tayland arasında Bangkok Deklarasyonu’nun imzalanmasıyla kuruldu. Birlik, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmenin desteklenmesinin yanı sıra bölgesel barış ile güvenliğin artırılmasını amaçlıyor. Türkiye ile Filipinler arasında 8 saat fark buunurken, Moğolistan’ın başkenti Ulan Bator Filipinler’in başkenti Manila’dan yaklaşık 3900 km. uzaklıkta bulunuyor.
Odatv.com

Türkiye’nin önündeki tarihi fırsat
Levent Gültekin
30/04/2017

Biliyorum henüz çok erken. Referandumla adım attığımız ‘tek adam’ rejiminin yaratacağı sorunların boyutlarını henüz görmedik.

Esasında toplum yapılan değişikliğin ne anlama geldiğini, kendi hayatını nasıl etkileyeceğini de tam olarak bilmiyor.

Ama “Ülke zarar görsün, halk bunu anlasın sonra sorun çözülür” diyecek durumda da değiliz.

O nedenle bu zararı en az hasarla atlatmanın hatta mümkünse ülke için bir kazanca dönüştürmenin yolunu bulmalıyız.

Türkiye, tarihinin en ağır siyasi krizini yaşıyor. Ülke olarak bu krizi tarihi fırsata çevirebiliriz.

Şöyle:

Yargı bağımsızlığını, eşitliği, özgürlüğü, farklılıkların hakkını, hukukunu garanti altına alan bir anayasamız hiç olmadı.

Gücü ele geçirenin borusunu öttürmesine zemin sağlayan bir anayasa olduğu için gücü ele geçirenler değiştirmeye,daha iyisini yapmaya yanaşmadı.

İktidarı ele geçiren kendini ülkenin tek sahibi gördü.

Türkiye, ülkeyi birbirinin elinden almaya çalışan farklı kesimlerin mücadelesinde büyük zarar gördü.

Şimdi yeni bir durum var.

Ülke tek bir kişinin eline geçti. 80 milyon olarak kaderimiz o kişinin iki dudağı arasında.

Bir sabah nasıl bir felakete uyanacağımızı bilmiyoruz.

Çünkü birbirini denetleyen, frenleyen kurumlar yok. Bir kişinin iki dudağı arasına teslim olduk.

Siyaset tamamen tasfiye edildi.

Partiler işlevsiz hale geldi. Meclis’in hiçbir anlamı, etkisi kalmadı.

Egemenlik halktan alınıp tek bir kişiye verildi.

O kişi bugün Erdoğan, yarın bir başkası.

Toplumun farklı kesimleri bütünüyle sahanın dışına itildi.

Seslerini duyurabilecek, siyasette etki uyandıracak, sonuç alabilecekleri bir mekanizma kalmadı.

Yani herkes kaybetti, herkes dışlandı. Farklı ideolojiler, farklı inançlar, farklı görüşler siyasette var olma zeminini kaybettiler.

Bu sistemde tek başına bir partinin yapabileceği hiç bir şey yok.

Muhalefet partileri Meclis’e girip, maaş alıp, kahve muhabbeti yapmaktan öteye gidemeyecekler.

Çünkü bütün yetki de güç de artık tek bir kişide.

İşte bu iç karartıcı tablo toplumun bütün kesimlerini ortak bir amaç için bir araya gelmeye mecbur ediyor.

Herkesi diyalog kurmaya, hoşgörülü olmaya hatta taviz vermeye zorluyor. Kimseye kendi görüşünü dayatma imkanı bırakmıyor.

Siyaset kanallarını açmak, siyaset sahnesinde yer alabilmek için toplumsal ittifak yapmaktan başka yol yok.

Egemenliği bir kesime değil 80 milyona veren, herkesin hakkını hukukunu garanti altına alan, herkesin yaşamını, inancını, özgürlüğünü, eşitliğini teminat altına alan bir anayasa yapmak her kesim için artık bir mecburiyet.

Çünkü daha önce bir araya gelemeyen kesimlerin bir araya gelme, güç birliği yapma mecburiyeti var.

Mesela eğer egemenlik yeniden halka verilmezse, siyaset yapacak zemin oluşturulmazsa HDP’nin de siyasette bir karşılığı yok, MHP’nin de.

CHP’nin de bir karşılığı yok, Saadet Partisi’nin de. Hatta AK Parti de gücünü tümüyle yitirecek.

Eskiden var olan ‘benim olsun’ anlayışı artık mecburiyetten ‘hepimizin olsun’ anlayışına evrilmek zorunda.

“Benim olsun” veyahut “Benim dediğim olsun” denildiğinde artık kimsenin olmuyor veyahut kimse hiçbir şey olamıyor.

Ama “Hepimizin olsun” denildiğinde herkesin olduğu, olabildiği bir sistem kurulmasının yolu açılacak.

Bu mecburiyet bize daha iyi bir anayasa yapma fırsatı veriyor.

Bu mecburiyet hepimizi yakınlaşmaya yöneltiyor.

Bu durum kendimiz için istediğimiz eşitliği, özgürlüğü, hakkı, hukuku başkası için de istemeye bizi mecbur ediyor.

Fırsat dediğim bu: Siyasette var olabilmek için başkasının varlığını kabul etmek, onunla ittifak etmek. Çünkü bu girdaptan çıkmanın başka yolu yok.

Bu mecburiyetten eskisinden çok daha demokratik, çok daha eşit, çok daha özgür bir anayasa çıkarabiliriz.

Çıkarabiliriz çünkü siyaset dışına itilen herkes yeniden sahaya dönebilmek için birbirlerine muhtaçlar.

Gücü eline geçirenin söz sahibi olduğu değil, hakkını, hukukunu teminat altına alan bir anayasa çıkabilir.

Biliyorum çok uzattım hatta konu biraz da dağıldı.

Kısaca toparlayayım: Yeni sistem toplumun bütün kesimlerini siyasetin dışına itti.

Egemenliği yeniden halka vermek, siyasette var olmak için birlikteliğe ihtiyaç var. Kaybedince kıymetini anladığımız değerleri yeniden elde etmek için toplumsal ittifaka ihtiyacımız var.

Bu ittifak hem herkese alan açmak hem de herkes için en iyisini sunan anayasa yapmak amacıyla geçici ‘tek adam’ını yaratmalı

Bu birliktelik ihtiyacını ülke yararına, yani hepimizin ortak yararına kullanabiliriz.

Bu nedenle durumun aciliyetinin farkına varıp, ‘tek adam’ rejiminin ülkeyi daha fazla tahrip etmesini beklemeden huzurlu yaşamın hikayesini yazmak ve buna 80 milyonu ikna etmek zorundayız.

2019’u beklemeden bu mecburiyetin farkına varıp toplumun bütününe ulaşacak ortak aklı devreye sokmak gerekiyor.

Herkesin mutlu olduğu güzel bir hikaye yazabiliriz.

Bu, o kadar da zor değil.

Kaynak:Diken

Hamas lideri İsmail Haniye Türk Bayrağıyla Hutbe Verdi
04 Haziran 2010
Hamas lideri İsmail Haniye, Minbere Türk bayrağı koyarak verdiği Cuma hutbesinde Mavi Marmara konvoyu için, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a Gazze halkına verdiği destekten dolayı teşekkür etti.

Gazze'deki Ömeri Camii'nde cuma namazını kıldıran Hamas yönetiminin Başbakanı İsmail Haniye, cuma hutbesinde, 31 Mayıs tarihinin İsrail'in çöküşünün başlangıcı olduğunu ve yardım gemilerine düzenlenen kanlı operasyonun bölgede bir dönüm noktası olduğunu belirtti. Haniye, Filistin halkına yardım ve desteklerinden dolayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a teşekkür etti.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün İsrail ile ilişkilerin eskisi gibi olmayacağını belirttiğini de sözlerine ekleyen Haniye, bölgedeki en büyük problem olduğunu belirttiği Gazze'deki kuşatmayı kaldırmak için herkesi işbirliğine çağırdı. İsrail'in Gazze'yi işgal stratejisinin başarısızlığa uğradığını belirten İsmail Haniye, sabrın galip geldiğini sözlerine ekledi.
Haber 1001

Irak’a “Çuval”…Afganistan ve İran’a “Kafes”
Meyyal UYGUR

CIA’cı Henry Barkey’i herhalde tanımayanımız yok. Bu zat 26 Mart 2003’te, yani ABD’nin Irak’ı işgaline destek için Gül Başkanlığındaki dönemin hükümetince Meclis’e sevk edilen, ancak yeterli oy çoğunluğunun bulunamaması sebebiyle çıkartılamayan 1 Mart tezkeresi vakasından 25 gün sonra meşhur Utah Üniversitesi’nde bir konferans verir. “Felaketle Flört: Türkiye, Irak ve ABD” başlıklı konuşmasında kelimesi kelimesine şunları söyler:

“Mevcut durum (tezkerenin kabul edilmemesinden söz ediyor) kötü olsa da, İslamcı olmasına rağmen 3 Kasım seçimlerinden sonra Türkiye’de güçlü, esaslı bir hükümet, özellikle bizim söylenmesini düşündüğümüzü söyleyen ve yapan bir hükümet var. Onlar neden söz ediyor? Demokrasiden, AB ile bağlantıdan. Bu iki konuda Türkiye’yi güçlü şekilde destekliyoruz. Evet Türkler geçmişte de demokrasi ve AB’den söz etti, fakat gerçek şu ki daima gönülsüzlerdi. İlk defa bir Türk hükümeti güce sahip ve bunları söylüyor, biz de aynı şeyleri istiyoruz, çünkü bunlar Türkiye için, etnik veya dini ilgisi olmaksızın Türkiye halkı için iyi. Şimdi bunun retorik olduğunu söyleyebilirsiniz, fakat bu farklı bir retorik. Bu bizim rönesansımız. Onlar AB ile adaylık sürecinin Türkiye’yi demokratikleştireceğini anlıyor. Bu süreçte biz askeri çok sıkı bir kafese koyacağız. Bunun anlamı, askerin her 10 yılda bir veya hükümet değiştirmek için müdahale yapamayacağıdır…”

6 yıl sonra bugün Türkiye neyle meşgul? Askerin kapatıldığı “kafes”le!..

1 Mart tezkeresinin perde arkasında çok iş döndü. Birileri dışarıya “tezkere tamam” derken, içeride de milletvekilleri üzerinde kuyumcu titizliğiyle çalıştı ve o sonuç çıktı. Belki tezkerenin çıkmasını hakikaten istemiyorlardı, belki büyük bir oyun oynandı, bilinmez. Ama kesin olan şu, faturası TSK’ya kesildi, Süleymaniye’de başımıza “çuval” geçti. TSK’nın inişe geçirilişi de böyle başladı. Ve sanki o günden beri adeta kasıtlı bariz hatalar yapılıp, neticede Türkiye’ye büyük bedeller ödettirilmesi politikası izleniyor.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun geçenlerde AKP’nin Kızılcahamam Kampı’nda, milletvekillerine yaptığı (Yeni Osmanlı kısmı yalanlandı, bu kısma ilişkin bir açıklama gelmedi) şu değerlendirme, şüphe ve duyumlarımızın teyidi gibi:

“1 Mart tezkeresi eğer geçseydi, Güneydoğu savaş bölgesi içinde olacaktı. Yeniden Olağanüstü Hal (OHAL) gelecekti. Ben ABD askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasını istemiyordum. Tezkerenin geçmemesi ise ABD ile ilişkilerimizi bozacaktı. Bizim A ve B planlarımız hazırdı. Bunları uyguladık.”

Şimdilerde İngiltere’de eski Başbakan Tony Blair, haksız Irak işgali sebebiyle hesaba çekiliyor. Türkiye sözüm ona o işgale katılmadı, ama hem fiili ortaklık yaptı, hem de çok büyük bedeller ödedi. “Çuval” yeter!..Bu durumda ülkemizde de, şu “A ve B planlarının” sorgusunun yapılması gerekmiyor mu?

TSK üzerinde aylardır yürütülen asimetrik psikolojik harekâtın, “Kürdistan”ın tanınması dışında, eninde sonunda Afganistan ve İran’a dayanacağını iddia ede geldik.

İşte “Kafes” ve Irak işgali sırasında görevde olan komutanların Ergenekon Savcılarınca davet edilmesinin hemen ardından hem Afganistan, hem İran için bastırmaya başladılar. Aynı gün, haftalık basın bilgilendirme toplantılarını da yapan Genelkurmay Adli Müşaviri Tuğgeneral Hıfzı Çubuklu’nun ses kayıtlarının internete düşürülmesi meselâ bonus mudur? Ya eski komutanların ifade zamanlaması?..İddia edilen bütün işler Hilmi Özkök döneminde gerçekleştiğine, o sırada Özkök’ün İkinci Başkanı da İlker Başbuğ olduğuna göre, “Size de çıkabilir” kabilinden büyük yılbaşı piyango bileti olabilir mi?

FG’nin gazetelerinden Todays Zaman’ın, Erdoğan-Başbuğ arasında 29 Ekim’de Başbakanlık Konutu’nda yapılan görüşmeden hemen sonra, “Başbuğ’a evini temizlemesi için yılbaşına kadar süre verildi” demesi herhalde atmasyon bir bilgi değildi!..Galiba sadece Irak tezkeresi, sadece Dolmabahçe değil, 29 Ekim zirvesinin de açıklığa kavuşması elzemdir.

Evet anlaşılan Afganistan ve İran için de A,B,C planları var!..Bugün falan da gündeme gelmiş değil, kökleri taa Bush zamanına dayanıyor. İşte yine aklıma bir konferans geldi. Dönemin Dışişleri Bakanı Rice’ın Müsteşarı Nicholas Burns, 22 Temmuz seçimleri ve Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının ardından Türkiye’ye gelecektir. Gelmeden önce 13 Eylül 2007’de bir diğer meşhur kuruluş Atlantik Konseyi’nde konuşur, daha doğrusu Gül ve Erdoğan’a yapacağı tebligatı açıklar. Çok uzun ama çok önemli bu konuşmadan bazı bölümleri aktarmam gerekiyor:

-Türkiye, Pakistan’dan memleketlerine geri gönderilen Afgan mültecilerine yardım teklifinde bulunabilir, her iki tarafın sınır yönetimi ve gümrük işlemlerini geliştirmesine yardımcı olabilir, ya da ABD’nin yapmayı planladığı gibi, Afgan-Pakistan İmar Fırsat Bölgelerinin(ROZs) oluşmasına destek verebilir.

-AKP, artık Hükümeti, Meclisi ve Cumhurbaşkanlığını kontrol etmektedir…Türkiye’nin demokratik kurumları güçlendikçe ve reformlar ilerledikçe, Türkiye’nin ABD için stratejik ortak olarak önemi artar…Türkiye’nin Orta Doğu’da oynayabileceği bir bölgesel liderlik rolü, ABD’nin en acil dış politika hedeflerinin gerçekleşmesine yardımcı olabilir, ancak ülkelerimizin birbirine ters amaçlarla hareket etmesini engellemek için koordinasyonun dikkatli yapılması gerekir.

-Türkiye’nin yakın tarihlerde İran ile eneri alanında bir mutabakat imzalaması tedirgin edicidir. Şu an İran ile her zamanki gibi iş yapma zamanı değildir. (Obama’nın temsilcileri de aynı şeyleri söylüyor)

-Şu an Türk siyasetinde potansiyel yeni bir dönemin eşiğinde duruyoruz, önümüzde ABD-Türkiye ilişkilerinde stratejik ortaklığı yenileme şansı bulunuyor. Yeni hükümete bu mesajı bizzat vermek üzere yakında Ankara’ya seyahat edeceğim…21. yy. için güçlü, hayati ve yeri doldurulmaz bir Türk-Amerikan ittifakını oluşturmak üzere aynı vizyon ve kararlılığı paylaşan Türk yöneticileri ile birlikte çalışmayı bekliyoruz.

Irak’taki ABD askerlerinin çekilmesini düzenledikten sonra Temmuz başında Ankara’ya gelip, Başbuğ ve Davutoğlu ile görüşen “Çuvalcı” General David Petraeus’un, “Türkiye’den Afganistan operasyonları konusunda verebileceği desteğin en büyüğünü” istediğini de unutmayalım!..

Majestelerinin Ricası

Bu süreçte “Majesteleri”nin katkısına da göz atalım. Özellikle İran tecrübesiyle çok başarılı bir “kariyeri” olan İngiltere’nin yeni Ankara Büyükelçisi David Reddaway, iktidara çok yakın bir gazeteye 11 gün önce verdiği röportajda, (Sorular da, cevaplar da birbirinden ilginç. Onları yeri geldikçe değerlendiririz) İran ve Afganistan konusunda Türkiye’den “ricalarını” şöyle sıraladı:

“Diplomatik oyun hala sürüyor, ama İranlılar girişime yanıt vermiyor. Bu nedenle Türkiye’nin rolünü çok önemsiyoruz, çünkü Türkiye ve İran’ın güvene dayanan iyi ilişkileri var. Türkiye bu belirsizliği gidermek için yardımcı olursa çok memnun oluruz…Türkiye, bizim şimdiye kadar başaramadığımızı yaparak, İran yönetimini ikna edebilir…Türkiye bunu başarabilirse uluslararası toplum müteşekkir olacaktır.”

“İnsanlar askerlerin tabutta ülkelerine döndüğünü görüyor ve tepki duyuyor. Hükümetlerin önündeki zorluk ‘bu savaşın bizimle ne ilgisi var’ diyen seçmenlerine Afganistan’ın bizim güvenliğimiz için kritik önemde olduğunu anlatmak. Vücudun bir bölgesinde iltihap varsa bu tüm vücuda yayılır. Bunu emperyalist amaçlarla değil, kendi ülkelerimizin güvenliği için yapıyoruz.”

Aynı gün İngiltere Başbakanı Brown’ın Sözcüsü Simon Lewis, 10 NATO üyesi ülkenin 5 bin ek asker gönderme sözü verdiğini, Başbakan Brown’un da konu hakkında NATO Genel Sekreteri Rasmussen’i bir mektupla bilgilendirdiğini açıkladı.

Ne tesadüf aynı günlerde Times Gazetesi, Obama’nın Afganistan’a ek asker göndermesi için NATO’ya uyguladığı baskı sonucu Türkiye’nin de 500-600 ek asker göndermeyi kabul ettiğini, bunun Erdoğan’ın ABD ziyaretinden sonra açıklanacağını iddia etti.

Yine ne tesadüf aynı günlerde Başbakan Erdoğan, “İngiltere Başbakanı’nın talebi üzerine”, onunla bir telefon görüşmesi yaptı. Ve bu görüşmeden tam 3 gün sonra Brown, iktidarın gazetesi Sabah’a, şunları söyledi:

“ABD’de General McChrystal’ın değerlendirmesinin ve Başkan Obama’nın da benzer kararlarının ardından, Afganistan’da gelişimin bir sonraki aşamasında Türkiye’nin nasıl katkıda bulunabileceği hakkında Erdoğan’la konuştum ve yardım konusunda istekliliğini, Erdoğan’ın büyük bir devlet adamı olmasına bağlıyorum.”

Emperyalizm ve işbirlikçileri bu oyunu da çok iyi götürüyor. Süreç, siyasi, sosyal, ekonomik, askeri boyutlarıyla, Irak’ın işgaline gidişe o kadar benziyor ki. Bir yandan TSK “kafes”leniyor, öte yandan iktidar cenahından işi iyice sağlam kazığa bağlamak için, “Ergenekon’da hukuk ihlalleri mi yapılıyor ne?” soruları ortaya atılıp, “desteğimizi çekeriz haaa” mesajı veriliyor…Beri yandan Dubai kriziyle “ölüm” gösteriliyor (Unutmayalım Ecevit iktidarını bir Anayasa kitapçığının fırlatılması ve ardından gelen ekonomik kriz silip-süpürmüştü), diğer taraftan Sarıgül parlatılıyor, Alevi partileri kuruluyor (Bu da CHP’yi bölme amaçlı Kemal Derviş rolü).

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ian Kelly, “Erdoğan’ı dört gözle beklediklerini” duyurdu. Bu ahval ve şeriatta onlar beklemeyecek de, biz mi bekleyeceğiz?!..Her şey olmuş, bitmiş. Bize de çene yormak düşüyor…

Keşke bir mucize olsa, Allahım son kez bu milletin yüzüne baksa da, bu ziyaret gerçekleşemese!..
Kaynak: Açık İstihbarat

CIA Bilgileriyle Türkiye Raporu
25 Aralık 2009
Küresel strateji konularının istihbari bilgilerle yazıldığı iddia edilen rapor yayınlandı. Raporda yeralan analize göre, Türkiye'nin dış politikaları böyle yorumlanıyor....
Gazeteci Joseph Farah’ın kurduğu küresel strateji konularının istihbari bilgilere de dayanılarak analiz edildiği belirtilen ücretli internet sitesi G2, “Türkiye Fransa ve Almanya tarafından reddedilince İran ve diğer ülkelere açıldı” iddiasını ortaya atan bir rapor yayımladı. Raporda, “Türkiye, Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da etkisini yeniden kabul ettirmeye yönelik büyük bir politika değişikliğine girişti ve Osmanlı İmparatorluğunun görkemini yeniden canlandırmaktadır” denildi.
“WorldNetDaily” haber sitesini de başlatan Joseph Farah tarafından kurulan, küresel strateji konularının istihbari bilgilere de dayanılarak analiz edildiği belirtilen internet sitesi G2’de, Türkiye-İran ilişkileri ve bunun Türkiye’nin batıyla ilişkilerine etkisi üzerine bir rapor yayımlandı. Raporda özetle, Ankara’nın İran’ın nükleer haklarını savunduğu, ekonomik anlaşmalar için ısrarlı olduğu İran ile yaptığı anlaşmaların Türkiye ile NATO’nun arasını açtığı kaydedildi.
Raporda Türkiye’nin, İran’ın nükleer programını savunması ve Tahran’la son multi milyar dolarlık projeler üzerindeki son anlaşmaları dolayısıyla NATO ve ABD ile bir uyuşmazlık içinde bulunduğu iddia edildi. Raporda, “Bir NATO üyesi olmasına karşın Türkiye İran’ın nükleer programını destekledi ve İran’la ekonomik ve ticari ilişkisini, varolan uluslar arası yaptırımlar karşısında dramatik bir biçimde genişletmeyi planlıyor” denildi. Türkiye’nin İran ile ticaretini 30 milyar dolara çıkarmayı istediği, bunun Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından “ulaşılabilir” ifadesiyle tanımlandığı, Davutoğlu’nun “Bu düzeyin de üzerine çıkabiliriz” dediği belirtilen raporun özetinde iki ülke arasında ekonomik alanda anlaşma sağlanan birçok konu sıralandıktan sonra şöyle denildi:

-OSMANLI’NIN GÖRKEMİNİ CANLANDIRIYOR-

“-Ankara’nın İran inisiyatifleri kısmen, Almanya ve Fransa’nın Türkiye’nin AB’ye katılmasına yeşil ışık yakılmasına karşı ortaya koyduğu sağlam itirazdan kaynaklanmıştır. Buna karşılık Türkiye, Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da etkisini yeniden kabul ettirmeye yönelik büyük bir politika değişikliğine girişmiştir ve Osmanlı İmparatorluğunun görkemini yeniden canlandırmaktadır.
-Türkiye AB’ye katılma taahhüdünü korurken, gerçek, üyeliğin reddedişler ve katılıma uygunluğun kanıtlanmasına yönelik yinelenen taleplerle geçen yıllardan sonra çekiciliğini kaybetmiş olmasıdır.
-Sıkı muhalefet, Erdoğan’ın İslami etkiyi Türk politikası içine giderek artan şekilde enjekte etmesine bağlı da olabilir. “
Başbakan Erdoğan’ın Türkiye ve İran’ın sorun değil çözüm oluşturmada önemli sorumlulukları bulunduğuna, İran’ın bölgesel barış ve istikrarda anahtar role sahip olduğuna ilişkin sözleri hatırlatılan raporda, “Erdoğan’ın pozisyonu, İran’ı İsrail’in varlığına karşı bir tehdit olarak sayan ve İran’ın yeni oluşmaya başlayan nükleer tesislerini bombalamayı göz önünde bulunduran İsrail tarafından ortaya konulan son reaksiyona karşıdır” denildi.
aktifhaber

Kılıçdaroğlu: Yargı siyasi otorite tarafından teslim alınmış durumda
28 Ocak 2018



Cumhuriyet'in haberine göre; CHP Gençlik Kolları'nın 15. Olağan Kurultayı bugün Ankara Yenimahalle'deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde gerçekleşti.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Atatürk'ün Bursa Nutku'nu gençlere okuyarak "Bunu odanıza asacaksınız" dedi. Kılıçdaroğlu, Saray'dan talimat alan hukukçuları da yakında açıklayacaklarını söyledi. CHP Gençlik Kolları Başkanı 291 oy alan Emre Yılmaz seçildi.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin gençlik kolları kongresinde konuştu. Kılıçdaroğlu konuşmasında özetle şunları söyledi:

"DAHA DÜNE KADAR HER TÜRLÜ MİLLİYETÇİLİĞİ AYAKLAR ALTINA ALIYORDU..."

Daha düne kadar her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına alan bir adam, şimdi kalkmış bize milliyetçilik dersi veriyor. İnönü’nün lafı ile; ‘hadi canım sen de.’ Çok ciddi sorunlarımız var. Tarihinde ilk kez Türkiye Cumhuriyeti bu kadar yalnızlaşıyor. Tarihinde ilk kez bütün komşuları ile dünya ile kavgalı. Oysa Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları savaş meydanlarından gelmişti. Ve onlar dediler ki, ‘savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir dediler. Her şeyden önce yurtta barış dünyada barış’ dediler. Savaşın bütün acımasızlığına tanık olanlar barışın arkasında kapı gibi durdular. Hepimiz yakın tarihimizi iyi bilmeliyiz. Daha düne kadar askerlerimizin başına çuval geçirilirken bu kahramanlık edebiyatı yapanlar neredeydi? Unuttuğumuzu mu sanıyorlar.

"YAKINDA ONLARIN İSİMLERİNİ AÇIKLAYACAĞIZ"

Bu ülkede adalet yok. Hiç kimse adaletten söz etmesin. Yargı siyasi otorite tarafından teslim alınmış durumda. Yargı hukukun üstünlüğüne ve vicdanına göre karar vermiyor artık saraydan talimat bekliyor ‘nasıl karar vereceğim’ diye. Devreye giren avukatları da çok iyi biliyoruz. Yakında onların isimlerini de açıklayacağız. Hangi avukatların kimlerin temsilcisi olarak nerelere gittiklerini de çok iyi biliyoruz. Bu ülkeye adalet gelinceye kadar mücadele edeceğiz.

"BİZİ AKP'YE BENZETMEK İSTİYORLAR"

Biz de genel başkan adaylarının çıkmasını kaos olarak tanımlayanlar var. Onlar demokrasinin ne olduğunu bilmiyorlar. CHP, atanmışların değil seçimle iş başına gelenlerin yönetildiği bir partidir. Demokrasi kültürü olmayanlar bizi AKP’ye benzetmek istiyorlar.
Ana Haber
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Oca 28, 2018 11:20 pm tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Hzr 07, 2016 1:00 am    Mesaj konusu: Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye’nin merkezi jeopolitiği Alıntıyla Cevap Gönder

Türkiye’nin merkezi jeopolitiği
Prof. Dr. Anıl Çeçen
13.Temmuz.2015

Türkiye dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan en önemli bir merkezi devlettir. Bütün coğrafya ve jeopolitik kitaplarında yer alan bu durumun Türkler tarafından bilinmesi tarih boyunca istenmemiş ve her zaman için dolaylı yollardan böylesine bir bilinçlenme önlenmeye çalışılmıştır. Dünyanın tam ortalarında yaşayan halk topluluğunun nerede bulunduklarını bilmeleri önlenirken, merkezi coğrafyanın tam ortalarında yer alan bir ülkenin toplumunun üzerinde yaşanılan topraklar ya da ülke üzerine bilinç sahibi olması, her dönemde dünyanın egemen güçleri tarafından istenmemiştir.

Dünyanın merkezi alanını ele geçirmek isteyen bölge dışı emperyal güçler, merkezi alan üzerine hesaplar yaparken ya da ele geçirme projelerini uygulama alanına aktarırken, her zaman için önceliği bu bölgede yaşayan toplumların cahil kalmalarını sağlamaya çalıştıkları görülmüştür. Böylece merkezi alana karşı herhangi bir ele geçirme operasyonunda, bölgenin cahil kalmış bilinçsiz halkının kolaylıkla teslim alınması düşünülmüştür. Tarihin ilk dönemlerindeki saldırı ve işgal hareketlerinde görülen bu durum asırlar sonra bugün de geçerlilik kazanmış ve küresel imparatorluk kurmak isteyen emperyal güçler, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerindeki devletlerin ve toplumların merkezi coğrafya hakkında jeopolitik bilincin ötesinde cahil kalmaları için çaba gösterdikleri her zaman ön planda olmuştur.

Tarihin garip cilveleri sonucunda merkezi alana gelmiş olan topluluklar, ya göçler sırasında bu bölgeye gelerek yerleşmişler ya da doğu ile batı bölgelerinin emperyal güçlerinin dünyayı ele geçirme girişimleriyle gündeme gelen savaşlar sonrasında, bu bölgenin çeşitli yörelerinde kendilerine yaşam alanları oluşturmuşlardır. Bu çerçevede, merkezi bölgede yaşamakta olan halk topluluklarının tarihsel bir bilinç ile bu bölgede yerleştikleri pek söylenemez. Tarihin ilk dönemleri Asya kıtasında ortaya çıkarken, doğudan gelen topluluklar merkezi alana gelerek yerleşme şansı bulmuşlardır. Göçebelik sürecinde her zaman için yerleşim bölgeleri toplumsal değişiklikler yaşamış, Mezopotamya uygarlığı sonrasında yerleşik toplum yapılanmasına geçilince, bu kez de her dönemin en büyük siyasal gücü olan büyük devletler orduları ile merkezi alanı işgal etmek üzere bu topraklara gelmişlerdir. Asya’dan gelen Cengiz Han ve Timurlenk ile İlhanlılar devletinin merkezi bölgeyi ele geçirmek üzere gelen emperyal güçlerin ilk örnekleri olduğu söylenebilir.

Türkiye’nin merkezi jeopolitiği ile, merkezi alan üzerinden dünya siyasetine öncülük yapabilecek bir düzeyde gelişmiş ülke olduğu her zaman hatırlanmalıdır.
Roma İmparatorluğu da merkezi alanı ele geçirerek dünyanın tam hakimi olabilmek üzere bu topraklara gelmiş ve bir süre sonra zayıflayarak bölününce, yerini Bizans İmparatorluğu almıştır. Daha sonraki dönemde Hırıstiyanlık dini ortaya çıkınca, bu kez Haçlı orduları ondan fazla sefer yaparak merkezi alanı tam olarak ele geçirmeye çalışmışlar ama başarılı olamamışlardır.Bizans sonrasında Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının bu topraklarda kurulması üzerine, merkezi alanda Türk hegemonyası dönemi başlamıştır.

Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük imparatorluklar merkezi alana egemen olduğu dönemlerde, doğu ya da batı bölgelerinden merkezi alana gelmek üzere saldırılar olmamış ama bu bölgedeki merkezi devletin çökmesi ya da zayıflaması üzerine, dünyayı ele geçirmek isteyen büyük emperyal güçler merkezi coğrafyayı ele geçirmek üzere birbirleriyle yarışlara kalkışarak orta dünyaya gelmişlerdir. Tarihin her döneminde doğu ve batının büyük güçleri merkezi alanı ele geçirerek dünyanın tam ortasında bir küresel egemenlik peşinde koşmuşlardır.

Dünyanın ana karası denen üç büyük kıtanın birleştiği yerde merkezi coğrafya tarih sahnesine çıkmıştır. Asya-Avrupa-Afrika kıtalarının birbirleriyle karasal bağlantıya sahip oldukları yer, dünyanın merkezi bölgesi olarak kabul edilmektedir. Beş büyük kıtadan meydana gelen dünya kara bölgelerinin ana merkezi üç kıtanın birleştiği bölgedir. Avustralya ve Amerika kıtaları bu üçlünün dışında kaldığı için, üç kıtanın kesişme yeri dünyanın ortası olarak görülmüş, kenarlardan merkeze doğru yönelen emperyal gelişmeler ya da saldırılar, küresel egemenlik doğrultusunda orta dünyanın ele geçirilmesini hedeflemişlerdir. Orta çağ sonrasında dünya yeni ve yakın çağlara doğru yol alırken, Osmanlı İmparatorluğu merkezi alanın büyük devleti olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır.
İşte bu dönemde başlayan bilimsel devrimlerin gelişmesiyle birlikte, insanlık ciddi bir bilgi birikimine sahip olmuştur. Avrupa kıtasında görülen ilerlemeler sosyal bilimler alanına da yansıdığı ölçüde, tarih kadar coğrafya dalında da önemli gelişmeler sonucunda ciddi bilgi birikimleri oluşmuştur. Avrupa merkezli büyük batı devletleri sömürge imparatorluklarına yönelince, bilimsel icatları coğrafi keşifler izlemiş ve dünya kıtaları ile birlikte yerkürenin coğrafya haritaları ortaya çıkarılmıştır. Harita bilinci coğrafyaların siyasal önem kazanmalarına yol açınca, daha sonraki aşamada jeopolitik ismiyle yeni bir bilim dalı ortaya çıkmıştır. Devletlerin dünya haritası üzerindeki yerleri jeopolitik biliminin inceleme konusu olmuştur. Batının büyük emperyal devletleri bu doğrultuda kendilerini merkeze koyan yeni açılımları geliştirirken, bir yandan da jeopolitik biliminin verilerini kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirerek, kıtalar arasında hegemonya oluşturabilmenin yollarını arıyorlardı. Bu tür değerlendirmeler daha da ileri götürülerek, emperyal devletlerin küresel imparatorluk kurabilme doğrultusunda kendi jeopolitik teorilerinin gün ışığına çıkmasını sağlıyordu. Özellikle batı dünyasının önde gelen sömürgeci ülkeleri, kendilerini merkeze oturtarak bir dünya imparatorluğu haritası yaratabilme doğrultusunda jeopolitik teoriler geliştiriyorlardı.

“Tarihin Coğrafi Kalbi” ismi ile bir jeopolitik kitap yayınlayan İngiliz Sir H. J. Mackinder,Türkiye’nin ortasında yer aldığı merkezi bölgeyi dünya karalarının merkezi olarak kabul ederek, bu bölgeyi ele geçirme doğrultusunda önemli jeopolitik düşünceler ve teoriler geliştiriyordu. Merkezi bölgeyi, “tarihin jeopolitik kalbi” olarak gören, İngiliz emperyalizminin jeopolitik teorisyeni, orta dünyaya diğer kıtalar arasında daha çok önem veriyordu. Bu doğrultuda çalışmalar yapan MacKinder, merkezi bölge ile ilgili olarak Kalpgah görüşünün geliştiricisi oluyordu. Bu görüşe göre İngiltere dünyaya egemen olabilmek için merkezi alanı ele geçirmek zorundadır. Dünya gezegenine tam anlamıyla egemen olabilmenin yolu merkezi alanı kontrol etmekten geçiyordu.

Mackinder, Asya ve Avrupa kıtalarının birbirine yaklaşan bölgelerine Avrasya adını verirken, merkezi bölgenin önemine işaret ediyor ve bu hassas merkezi alana eski Türkçe bir deyim ile Kalpgah adını veriyordu. Ona göre dünya kıtalarının merkezi olan bu coğrafyada ki gelişmeler bütün dünya kıtalarını yakından etkileyeceği için Kalpgah yaşamsal öneme sahip olan bir bölge olarak öne çıkıyordu. Avrasya kıtasında yer alan Türkiye ve Rusya merkezi alanın güney ve kuzey merkezleri olarak öne çıkıyordu. Rusya’nın sıcak denizlere inme doğrultusunda önünü kesmek isteyenler eski Osmanlı hinterlandını ele geçiriyorlar ve bu bölgede kuracakları hegemonya ile kuzey bölgesinde yer alan dev ülkenin merkezi ele geçirerek dünyanın egemen gücü olmasını önlemeye çalışıyorlardı. Bunun en açık örneği Rusların Kafkas Savaşı sonrasında 1878 yılında Doğu Anadolu’ya Kars, Batum ve Ardahan üzerinden girmelerine tepki olarak, İngilizler de tam bu aşamada Kıbrıs adasını işgal ederek, merkezi alanın güneyinden girerek Rus yayılmacılığının önünü kesmeye çalışıyordu. Daha sonraki aşamada İngilizler yanlarına Fransızları alarak bütün Ortadoğu coğrafyasına el koyarak bölüşmüşlerdir.

İnsanlık tarihini dünya organizmasının canlı bir yapılanması olarak açıklamaya çalışan Mackinder, merkezi alandaki gelişmelerin tarihi olayları doğrudan etkilemesini dikkate alarak, orta alanı dünyanın kalbi olarak göstermiştir. Doğu ve batı bölgeleri arasında her dönemde var olan göç olayları, merkezi alan üzerinden gerçekleştiği için, bu alan bir organizmanın merkezi olarak uluslararası ilişkilerin canlılığı doğrultusunda, bir organizmayı yönlendiren kalp gibi bir misyon üstleniyordu. Bazı insan toplulukları bu bölgeden geçerek ve doğu ya da batıya giderek kendilerine uygun yeni bir yaşam alanı ararken, bazı boylar da bu bölgede yerleşip kalarak bölge nüfusunun oluşmasına zemin hazırlıyorlardı.

Eski deyimi ile mihver bölge olarak ilan edilen merkezi alan, Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Hazar bölgesinden Kuzey Afrika’ya, Orta Avrupa’dan Orta Asya’ya kadar uzanan çok geniş bir alanı içine alıyordu. Böylesine bir genişliği tek bir devletin kontrol edebilmesi ya da kıtalardan merkeze doğru gelişen akınlar ve göçler sürecinde bu bölgenin güvenliğinin sağlanabilmesi giderek sorun olmuş ve bu yüzden artan çekişmeler belirli dönemlerde merkezi dünyayı bir savaş alanına dönüştürmüştür. Asya ya da Avrupa’dan gelerek başka bölgelere giden çeşitli kavimler için Ortadoğu bölgesi ya yeni bir yurt olmuş ya da onlar Anadolu yarımadasını bir köprü olarak kullanarak karşı kıtaya gidebilmişlerdir. İnsanlığın gelişim çizgisi içinde kendine yurt arama ve yerleşilen bölgeleri kendilerine vatan yapma gibi içgüdüsel eğilimler bulunduğu için,göçebelikten yerleşik düzene geçiş aşamasında, bazı kavimler merkezi alana yerleşerek buradaki siyasal oluşumların içinde kendilerine yeni bir gelecek oluşturmaya çalışmışlardır. Bu doğrultuda merkezi alandaki siyasal oluşumlar zaman içerisinde devletleşmeye doğru eğilim göstermiştir. Doğu-batı ya da kuzey-güney ekseninde Ortadoğu bölgesi ele alındığında merkezi konumu daha açık bir biçimde öne çıkmaktadır. Tarihin akışı içinde kıtalar arası geçişler giderek artınca, bu kez kavimlerden arta kalan nüfus yapıları öne çıkarak, kendilerini merkezi alanın geleceğini belirlemek istemişler ve bu yüzden de merkez alan topraklarında her zaman için savaş ve çatışma süreçleri ön planda yer almıştır. Merkezde barış olmazsa kendiliğinden savaş öne çıkmakta, göçler yolu ile hareketlilik fazlasıyla sorunlar yaratmaya başlayınca, bu kez bölgede, kalıcı bir siyasal düzeni kurabilme doğrultusunda girişimler birbiri ardı sıra öne çıkmaktadır. Merkezi alan kıtalar arasında bir geçiş yolu olarak hizmet verirken, coğrafi koşullar üzerinden olayların yönlenmesinde de birinci derecede etkili bir unsur olarak devreye girmiştir. Dünyanın jeopolitik merkezi olarak batılı emperyalist devletler tarafından ilan edilen orta dünya, tarihin her döneminde geleceğe dönük olayların gelişim sürecinde kilit bir rol oynamıştır. Bunu bilen emperyal güçler, bu yüzden merkezi coğrafyayı kontrol için mücadele etmişlerdir.

Küreselleşme döneminde yeni bir dünya düzeni kurulmaya çalışılırken, gene dünyanın önde gelen büyük güçleri ve emperyalist devletleri, batılıların Ortadoğu adını verdikleri orta alanda kendi hegemonyalarını kurabilme doğrultusunda her türlü mücadeleyi sürdürmektedirler. Günümüzün dünya devleti olarak öne çıkan batı kapitalist sistemi okyanus ötesinden yönlendirilirken, merkezi alanda istenen etkinliği kuramamışlar ve bu doğrultuda yeni yaklaşımları merkez ülkeler üzerine baskı yaparak devreye sokmaya çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında merkezi alanda oluşturulmuş olan devletler düzeninin geride bırakılmaya çalışılması ve bu doğrultuda yeni projelerin Ortadoğu devletlerine dayatılması üzerine, bu bölge ciddi bir karışıklığa sürüklenmiş ve bu yüzden dünya barışı tehlikeye girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında İngilizler ile Fransızların birlikte çizdikleri merkezi alan haritasını, bölgeye sonradan gelen ABD ile onun kurmuş olduğu İsrail devleti kabül etmeyince merkezi coğrafya karışıklığa sürüklenmiş ve bu kaotik durum bugün de devam ettiği için yeni bir düzen burada kurulamamıştır. Dünya tarihinden alınması gereken dersler ortaya konamadığı için, tarihi olaylar olumsuz bir çizgide sürüp gitmekte ve bölge ülkeleri her geçen gün karışıklık çukuruna daha fazla batmaktadırlar. Çeyrek yüzyıllık küreselleşme süreci sonucunda yeni bir dünya düzeni bütün devletlerin kabul etmesiyle kurulamadığı ve bölgeyi dönüştürmeye çalışan ABD ve İsrail ikilisi dünyanın en büyük örgütü olan Birleşmiş Milletler kararlarına karşı çıktıkları için merkezi coğrafya her geçen gün daha fazla savaş ve sıcak çatışma tehditlerine maruz kalmaktadır. Orta dünyanın merkezi konumunun ne anlama geldiğinin açıkça ortaya konulmaması ve bu durumu göz önüne alan barış politikalarının devreye sokulamaması yüzünden, emperyal ve Siyonist politikalar devam etmekte ve bu doğrultuda yeni siyasal projeler bölge devletleri ile halklarına karşı açıkça dayatılmaktadır. Zorla güzellik olmadığı gibi, dayatmalar ile de yeni bir siyasal düzen kurulamamış ve birbirini izleyen sıcak çatışmalar ile Üçüncü Dünya Savaşı süreci burada tırmandırılmıştır. Türkiye bölgenin merkez ülkesi olarak bağımsız bir dış politika ile, komşusu olan eski Osmanlı ülkelerine sahip çıkarak öncülük yapması gerekirken, batılı emperyal güçler Türkiye’nin bu merkezi konumundan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanarak yeni siyasal gelişmeleri bu bölgede gündeme getirmişlerdir. İki büyük dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen ABD kendi projesi olan Büyük Orta Doğu Planını yürürlüğe sokmaya çalışırken, ABD’nin omuzları üzerinde yükselen İsrail de, Büyük İsrail İmparatorluğunun temellerini atarken Türkiye’nin merkezi konumundan yararlanmasını bilmiştir. On bin kilometre öteden bir hegemonya düzeni kurmak üzere gelen ABD Türkiye’yi bir merkezi karakol ya da üs haline dönüştürürken, İsrail’de bölgedeki Arap ve Müslüman çoğunluğa karşı Türkiye’yi laik ve çağdaş rejimi ile bir siyasal şemsiye olarak kullanmaya çaba göstermiştir. Avrupa ise, kendi Hıristiyan yapısı nedeniyle Türkiye’yi İslam dünyası ile arasında bir tampon ülke ya da bir geçiş kapısı olarak köprü konumunda yeniden yapılandırmaya çaba göstermiştir. İngilizlerin dünyanın merkezi olarak ilan ettikleri Türkiye, merkezi alanda giriş kapısı, askeri üs, sınır karakolu, cephe ülkesi, geçiş köprüsü ya da koruyucu şemsiye konumunda kullanılmaya çalışıldığı için bir türlü gerçek anlamda merkezi konumuna kavuşamamıştır. Böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkmasında, Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir siyasal gücün merkezi alanda yeniden kurulamamasının önemli rolü olmuştur. Türkler, küresel sermayenin baskı ve denetimi altında bulunan Türk medyası üzerinden batılıların gördüğü gibi kamuoyuna merkez üssü, sınır karakolu ya da siyasal şemsiye gibi yansıtıldığı için, ülkenin gerçek anlamdaki merkezi konumu kamuoyu bilincinden kasıtlı olarak uzak tutulmuştur.

Kaynak ve makalenin devamını okumak için: http://www.turksolu.com.tr/turkiyenin-merkezi-jeopolitigi/

HEDEFTE NEDEN DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI VAR
Sait Çakır
12.02.2010



Türk Silahlı Kuvvetleri içinde, “onur patlaması” olarak kavramlaştırılan intihar vakaları ülkenin gündemini sarsmaya devam ederken, intihar eden subayların çoğunluğunun Deniz Kuvvetleri’ne mensup olmaları dikkat çekiyor. Son olarak, bu Ağustos’ta amiralliğe terfisine kesin gözüyle bakılan Kıdemli Kurmay Albay Berk Erden’in intiharı, gözleri bir kez daha Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na çevirdi.

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit’in Albay Erden’in cenazesinde yaptığı açıklamalara geçmeden önce, Denizci subayların intihar eğilimleri üzerinde durmak gerekiyor. Uzatmadan cevabı yazalım; irtica ile mücadele planı’ndan amirallere suikast planı ve kafes planı’na kadar birçok iddia ve buna eşlik eden çirkin karalama kampanyaları, Deniz Kuvvetleri’ni hedef almakta ve burada görev yapan personelin moralini bozmaktadır. Bugün Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Gölcük’teki Donanma Komutanlığı’na yaptığı destek ziyaretini, her türlü insani ölçünün dışındaki bu vicdansız sinir harbinin yarattığı tahribatı onarma çabası olarak görebiliriz.

Bu noktada, Orgeneral Yiğit’in “Poyrazköy’de cephane saklamakla suçlananlar, birliğin komutanı; neden silahları dere yatağına gömsünler ki?” sorusunun, Denizcilere karşı yürütülen kampanyanın gerçeklere dayanmadığı konusunda son derece ikna edici olduğunu belirtmek gerekmektedir. O halde şu soru akla takılıyor; haksız suçlamalar niçin Deniz Kuvvetleri üzerinde yoğunlaşıyor?

Karadeniz’de Egemenlik Savaşı

Bu sorunun cevabı, Amerika’nın Rusya’ya karşı izlediği siyasetin ayrıntılarında yatmaktadır. Kısaca bu ayrıntılara göz atalım.

4 Şubat günü Romanya Başkanı Traian Basescu’nun, ABD’nin füze savunma sistemini Romanya’ya yerleştireceği yönündeki açıklaması, kuzeyimizdeki güçler dengesini önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. Nitekim Münih Güvenlik Zirvesi sırasında alınan bu “beklenmedik” karar, füze sisteminin İran’dan daha çok kendisine yöneldiğini düşünen Rusya’yı harekete geçirmiş ve ertesi gün devlet başkanı Medvedev, NATO’nun ve Amerika’nın yerleştireceği füze savunma sisteminin ulusal güvenliğe ve bölgesel istikrara tehdit oluşturduğunu kabul eden “yeni askeri doktrini” imzalamıştır. Batıya karşı oldukça sert bir tutum benimseyen bu yeni doktrinin, herhangi bir konvansiyonel saldırı veya ihtimali durumunda nükleer silah kullanımına izin verdiğini not edelim.

Geçtiğimiz yılın Eylül ayında ABD Başkanı Barack Obama, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde kurulması planlanan ve Bush döneminde hazırlanan füze kalkanı projesini kaldırdığını duyurmuştu. Bu proje, kara-temelli füze sistemini öngörüyordu. Karadeniz’e kıyısı olan Romanya üslü yeni füze kalkanı projesi ise, karanın yanında deniz-temelli füze sistemini de içermektedir ve Amerika Dış İşleri Bakanı sözcüsü bu durumun altını çizmektedir.* Kuşkusuz bu plan, Bush dönemindeki plana göre daha kapsamlı ve daha tehditkârdır.

Zaten mesele de bu noktada düğümleniyor; Amerika’nın Karadeniz’e taşınmasını içeren bu karara, Karadeniz’deki donanmasına beş savaş gemisi daha ilave ederek karşılık veren Rusya’nın Dış İşleri Bakanı Sergey Lavrov, “Amerika bu kararı alırken, Montrö Sözleşmesi’ni dikkate aldı mı?” sorusunu soruyor. Gürcistan’la yapılan Ağustos Savaşı sırasında, Amerika’nın “yardım” amaçlı savaş gemilerini boğazlardan geçirmek istemesiyle patlak veren Montrö krizi henüz belleklerimizdeki tazeliğini korurken, Karadeniz’de Montrö üzerinden yeni mücadelelerin başlayacağını öngörmek, zor olmasa gerek.

Karadeniz’e kıyı olmayan ülkelere ait savaş gemilerinin üç haftadan daha fazla kalamayacağına veya üçüncü ülkelere ait savaş gemilerine konan tonaj sınırına ilişkin maddeleri Amerikan tarafının hangi yollarla aşacağı belirsizliğini koruyor. Ne olursa olsun, ortada olan tek gerçek şudur ki, Romanya’ya yerleşen Amerika’nın Montrö’yü ihlal etmeksizin gemilerini Karadeniz’de tutması mümkün değildir.

Karalama Kampanyaları

Tekrardan Orgeneral Başbuğ’un Habertürk’e verdiği mülakata dönmekte yarar var; büyük devletlerin Karadeniz’e hâkim olma çabasına değinen Başbuğ, Karadeniz’in öneminin arttığını ve burada yapılacak ufak bir hatanın bile bedelinin elli-altmış sene sonra ortaya çıkacağını haber veriyor. TSK’ya karşı yürütülen iftira ve yıpratma kampanyasının iç mihraklardan mı yoksa dış mihraklardan mı destek aldığına ilişkin soruya da İlker Paşa, “Günü gelince konuşuruz onu da.” cevabını veriyor.**

O halde bir sonuca varabiliriz.

Montrö Sözleşmesi, Amerika’nın Rusya’yı kuşatma politikasının önündeki uluslararası hukuka ilişkin engellerden bir tanesidir; hem NATO tatbikatları hem de İsrail’le yapılan ortak tatbikatlarda bu sözleşmenin sürekli ihlal edilmesine bakarak, bu engelin önemli olup olmadığı tartışılabilir. Ancak, Gürcistan Savaşı sonrasında lehine dönen güç dengelerinden taviz vermek istemeyeceği anlaşılan Rusya’nın, bundan sonra, Montrö ihlallerine karşı daha duyarlı olacağını ve geçmişte olduğu gibi homurdanmakla yetinmeyeceğini söyleyebiliriz.

Özetleyecek olursak; Montrö üzerinden bir çatışma çıkarsa, hem boğazları elinde tuttuğu hem de Karadeniz’e kıyısı olduğu için, Türkiye bu çatışmanın dışında kalamaz. Amerika türünden tarihsel bir “müttefik”in, Türkiye yerine Romanya’ya yerleşmesi durumunda, terk edilme korkusu yaşayacak bazı unsurların Montrö’yü savunma konusunda bir direnç gösterme ihtimali bulunmaktadır ve Washington’un bu ihtimali göz önüne aldığı kesindir. Gerekçesi ne olursa olsun, bu direnci sergileyebilecek tek güç, Türk donanmasıdır.

Eşref Yiğit Paşa’nın,”gemiler teknoloji ile yüzüyor, ama morali bozulan personel gemiyi yüzdüremez” sözü çok yerindedir. Amerika’nın Montrö’yü ayak bağı saydığı bu aşamada, Türkiye’nin imzasının olduğu bu anlaşmayı savunabilecek güçlerin yıpratılmasını tesadüf sayamayız.

Odatv.com

*http://rt.com/Top_News/2010-02-04/romania.html
**http://www.haberturk.com/haber.asp?id=206589&cat=110&dt=2010/02/12

'Avrupalılar despotları kucaklıyor, Türkiye'ye şüpheyle bakıyor'
25 ŞUBAT 2011

Financial Times yazarı David Gardner, bugünkü yazısında, Avrupalı liderlerin Orta Doğu'da despotları kucaklarken Türkiye'ye şüpheyle baktıklarını belirtti.

Gardner yazısında bugün Türkiye'ye gidecek Nicolas Sarkozy'yi de eleştirdi
David Gardner'ın yazısının başlığı, "İsyanlar, Batı'nın Arap Dünyası'ndaki bayağılığını açığa çıkarıyor".

Gardner, Arap Dünyası'ndaki isyan zincirinin, bu ülkelerin liderleri kadar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'yı da hazırlıksız yakaladığı görüşünde.
Financial Times yazarı ayrıca isyanlarla, özellikle Avrupalı liderlerle Muammer Kaddafi gibi kişiler arasındaki bağların da gözler önüne serildiğini söylüyor.
David Gardner özellikle İngiltere'yi, kendi ifadesiyle, "gereksiz bir telaş içinde kardeş liderin çadırına akın ettiği" gerekçesiyle eleştiriyor.
Sarkozy'ye eleştiri
Gardner'ın yazısında bir eleştiri de, 2008'de Akdeniz Birliği'nin kuran Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'ye...
Financial Times yazarı, bunun, Avrupa Birliği mimarisinin neredeyse anlamsız bir parçası olduğunu söylüyor.
David Gardner'a göre Akdeniz Birliği, Avrupa Birliği'nin refahını Akdeniz'in güneyine yaymayı amaçlıyordu ve Nicolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angela Merkel'in Avrupa Birliği'ne tam üyeliklerine karşı çıktıkları Türkiye için bir nevi bekleyeceği otoparktı.
Gardner, Akdeniz Birliği'nin eş başkanının da, Mısır'ın devrik diktatörü Hüsnü Mübarek olduğunu hatırlatıyor.
"Avrupalı liderler despotları kucaklarken, İslam'la demokrasinin başarılı şekilde evlendiği Türkiye'ye hala şüpheyle bakıyor. Türkiye, Arap kamuoyunda devrimi ortaya çıkaran dinamik kesimleri büyülemiş bir ülke." diyor David Gardner...
Gardner'a konuşan bir Fransız diplomat, "Tunus, Cezayir, Fas...Fransız siyasi sınıfı dünyanın bu bölümünü bilir. Türkiye, onların dünyasının parçası değildir" demiş.
Yazısının sonunda, Libyalı muhaliflerin ülkenin uçuşa yasak bölge ilan edilmesini istediklerini hatırlatan David Gardner'a göre, Libya'da tehlikede olan sadece bir despotun kaderi değil, Avrupa ve Amerika'nın bu ülke ile Orta Doğu'daki itibarı.
BBC

İçeride deprem, dışarıda coşku!
İbrahim Karagül

Deniz Baykal'a yönelik "kıyım" amacına ulaştı ve Türk siyasi hayatında radikal değişikliklere yol açacak yeni bir süreç başladı. Uzunca bir süredir devam eden iç politikadaki eksen değişimi, muhtemelen bu "şok"tan sonra çok daha hızlı bir seyir alacak. Dün gün boyu, her yönüyle "tarihi" nitelik taşıyan bu dramatik gelişmeyi bütün boyutlarıyla tartıştı Türkiye. Uzunca bir süre de tartışmaya devam edecek. Ancak bugün, bir başka "tarihi" gelişmeye daha tanık olacağız. İçerideki büyük tartışma içinde dikkatlerden uzak kalmaması için, Türkiye için bölgesel ve küresel ölçekte önemli gelişmelere kapı aralayacak bu olayı, hiç değilse biz, birkaç cümle ile tartışmaya çalışalım.

Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev, bugün akşam saatlerinde Türkiye'ye geliyor. Beş yüz yıllık diplomasi geçmişi olan, büyük savaşlara ve krizlere tanıklık etmiş iki ülke arasında son yıllarda gerçekleşen göz kamaştırıcı işbirliği örneği, küresel ölçekte yakından izleniyor, yoğun tartışmalara konu oluyor.

Rusya Başbakanı Vladimir Putin'in geçtiğimiz yılki ziyaretinde; iki ülkeyi, Karadeniz'i, Avrasya'nın iki ucunu, bir derecede Doğu ile Batı'yı birbirine bağlayan, belki etkisini bu yüz yıl boyunca devam ettirecek olan, çatışma alanlarını ve uzlaşma modellerini şekillendirecek güçte, ABD ve Avrupa'nın Avrasya hesapları üzerinde büyük etkiler uyandıracak nitelikte imzalar atılmıştı. Hem Doğu'lu hem Batı'lı olan Avrasya'nın iki merkez ülkesinin attığı her adım, hem dünyanın en gerilimli kuşağına yönelik ekonomik ve politik hesapları hem de küresel denklemi derinden sarsabilecek etkiler gösteriyor.

Putin'in ziyaretinde Mavi Akım-2 doğalgaz boru hattı ve bunun İsrail'e uzatılması, Samsun-Ceyhan boru hattının hayata geçirilmesi, Güney Akım doğalgaz hattı, nükleer enerji santrali, Tuz Gölü'nün altına doğalgaz depolama tesisi yapılması, savunma ihaleleri, Rus şirketlerinin Irak petrol pazarına yeniden dönüşü, Ceyhan'da Rus petrol rafinerisi gibi imzalar atılmıştı. Medvedev, ziyareti öncesi değerlendirmesinde, iki ülke ilişkilerinin stratejik düzeye eriştiğini, beş yıl içinde ticaret hacmini beş katına çıkarmayı umduklarını söyledi.

Rusya liderinin Türkiye ile aynı dönemde Suriye'yi ziyaret etmesi, yine aynı günlerde Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın Türkiye'ye gelmesi, Türkiye-Suriye-Katar liderlerinin üçlü zirvesi, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın yakın gelecekte Medvedev'in ziyaret ettiği Latin Amerika ülkelerini ziyaret edecek olması, Brezilya'da toplanan BRIC ülkeleri (Brezilya, Hindistan, Rusya ve Çin) zirvesinden hemen sonra Türkiye ve Brezilya'nın İran konusunda ortak hareket etme kararı alması, yine Brezilya Devlet başkanı ve Başbakan Erdoğan'ın İran'ı ziyaret edecek olması, küresel ekonomik krizin jeopolitik çözülmeye yol açtığı, Batılı ülkeleri durgunluğa sürüklediği bir dönemde farklı aktörler arasındaki yakınlaşmaya çarpıcı örnekler oluşturuyor.

Medvedev'in ziyareti, iki ülke ilişkilerini ekonomik, siyasi ve askeri teknolojide zirveye çıkarma girişiminin ötesinde küresel güç kaymalarıyla, meşhur eksen değişimiyle birebir ilişkisi var. Batılı kurumlarla iç içe olan Türkiye, Batı dışında kendini hissettiren yeni oluşuma çok yakın duruyor. Bazıları, yakın gelecekte Türkiye'nin de BRIC ülkelerine katılabileceğini şimdiden söylemeye başladı bile. Avrasya'nın iki merkez ülkesi Rusya ve Türkiye bütün dünyanın merakla izlediği bir yakınlaşmayı kararlılıkla sürdürüyor. Sanki Orta Afrika'dan, Ortadoğu'dan Asya'nın derinliklerine doğru yeni bir kuşak, yeni tür ekonomik alan, bir çok uluslararası siyasi gelişmeye rezerv koyan yeni bir siyasal yaklaşım şekilleniyor.

Ziyaretin en çarpıcı sonucu muhtemelen iki ülke arasında vizelerin kaldırılması olacak. Başbakan Erdoğan'ın Moskova ziyaretinde Medvedev ve Putin'le konuştuğu ve talimatları verilen konunun bu ziyarette kesinleşmesi bekleniyor. Türkiye-Suriye model yakınlaşması bütün Ortadoğu ülkelerine yönelirken, Sırbistan'la vizelerin kaldırılması konuşulurken, bir çok ülkeyle ardı ardına vizeler kaldırılırken çok geniş bir coğrafyada serbest dolaşımın önü açılıyor. Ne zaman? Batı'nın ekonomik kriz yüzünden etrafındaki duvarları kalınlaştırdığı, kendini dünyadan yalıttığı, iç güvenlik yasalarıyla bir arada yaşama tezini çöpe attığı, kriz nedeniyle sosyal politikaları heba etmeyi göze aldığı bir dönemde. Batı kendi içine çekilirken Doğu ve Güney birbirine açılıyor.

Rusya, Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıyan ilk ülke oldu. Ancak ilişkiler bu dönemle sınırlı değil. İki ülke, beş yüz yıllık diplomasi tarihinde belki de hiç olmadığı kadar birbirine yaklaştı. Batı ile kurumsal ilişkiler sadece tartışılırken, Batı'nın söylemleri giderek eskirken, Doğu'da projeler konuşuluyor, anlaşmalar imzalanıp uygulanıyor. Birileri Türk-Rus ilişkilerini sabote etmek etme yoluna gidebilir, gidecektir de. Çünkü iki ülke, kimsenin tahmin bile etmediği oranda ortaklıklar inşa etmeye başladı. Türkiye, İslam dünyasının merkez ülkesi olduğu kadar Avrasya'nın kilit ülkesi haline geldi. Amerika'nın cephe ülkesi olmaktansa, Avrupa Birliği'nin kenar ülkesi olmaktansa, kendi coğrafyasının ve Avrasya'nın merkez ülkesi olmayı tercih eden bir Türkiye var ortada.

Peki Türkiye Rusya için sadece ekonomik bir değer, Pazar anlamına mı geliyor? Elbette hayır. Rusya'da yayınlanan aylık ekonomi dergilerinden RBC, bir süre önce Türkiye konusunda şu yorumu yapıyordu:

"Rusya'nın bu bölgedeki jeopolitik süreçlerden dışlanmaması, Karadeniz'e sahili bulunan başka bir ülkenin vereceği siyasi kararlara bağlı. Tarih, beklenmedik bir dönüş yaptı. Asırlar boyunca Rusya'nın rakibi olan Türkiye bugün bizim yeni stratejik müttefikimiz olabilir. Güney Osetya'daki ağustos krizinin ardından NATO gemilerinin Karadeniz sahillerine gelişine misilleme yapılacağını açıklayan Medvedev, Rusya Kuzey Filosunda bulunan birkaç askeri gemiyi Venezuella sahillerine gönderdi. ABD Dışişleri Bakanlığı temsilcisi de buna karşılık Rusların bu kadar uzağa gidebilecek sadece bir kaç gemisi olduğu karşılığını verdi. Ve haklıydı. Çünkü Rusya tek başına ve sadece bir kaç gemiyle NATO gemilerinin değil Atlas okyanusuna, Karadeniz'e bile gelmesini engelleyemez. Bunun için Rusya'nın önemli bir ortağa ihtiyacı var." Bu ülke Türkiye.

Aynı yazıda; Türkiye, NATO gemilerinin boğazlardan geçişinin bir kaç gün geciktirerek Rusya'nın Poti ve Batum limanlarında anahtar pozisyonlara sahip olmasına yardımcı oldu. Türkiye'nin NATO'nun emirlerini yerine getirmemesi bizim için çok ciddi bir yardımdır" tespiti yapılıyordu.

Ziyareti, iki ülke arasındaki heyecan verici yakınlaşma dışında, 21. yüzyılın dünyasına dönük çok önemli işaretleri izlemek için de önemsiyoruz. Dünyanın geleceğini anlamak için Türkiye, Rusya, Çin, Brezilya gibi ülkelerin ekonomi politikalarını, uluslararası ilişkilerdeki pozisyonlarını, yakın çevreleriyle ilişkilerini dikkatle izlemekte yarar var. Gerçekten de yeni bir dünya şekilleniyor. Eski düşmanların ortak olduğu, müttefiklerin birbirinden uzaklaştığı bir dünya. Ziyaret bu açıdan "tarihi" nitelik taşıyor.
Yeni Şafak

İslam'ı Durdurmak İçin Çağrı
29 Aralık 2009
İtalya'daki La Padania gazetesi, "İslam'ı durdurmak için yeni bir İnebahtı" başlığıyla yayımladığı başyazıda ilginç iddialara yer verdi.

Gazete, bugünkü nüshasında, "İslam'ı durdurmak için yeni bir İnebahtı" başlığıyla yayımladığı başyazıda, Batı için "yeni bir (Papa) 5. Pius"un ve de "yeni bir İnebahtı"nın şart olduğunu iddia etti.

"Hristiyan Batı"nın Osmanlılara karşı çıktığı dönemlerde olduğu gibi günümüzde de İslam'la mücadele için Papa önderliğinde bir "kutsal ordu" oluşturması gerektiğinin iddia edildiği yazıda, kilisenin halihazırdaki tavrının, "Ne var ki günümüzdeki kilise, korku içerisinde. Mücadeleye yanaşmıyor. Son derece pasif bir tutum içerisinde, saldırıları kabullenmekle yetiniyor. Barışı istemeyenler barış olamayacağını unutuyor" sözleriyle eleştirilmesi de dikkati çekti.

Batı'nın tıpkı 1500'lü yılların ikinci yarısında olduğu gibi günümüzde de İslam tehlikesiyle karşı karşıya olduğu öne sürülen başyazıda, şu ifadeler kullanıldı:

"O eski dönem ile şu günlerde yaşanan olaylar arasında paralellik olduğu açıkça ortada. Ama tarih sadece kısmen tekerrür ediyor: Zira bu tehlike karşısında Hristiyan Batı, günümüzde çok farklı bir tavır sergiliyor. Eski dönemlerde kararlılıkla hareket etmiş olan kilise, günümüzde özür dilemekle meşgul. Papa 5. Pius, o dönemlerde, Türklere karşı kutsal ittifakın öncülüğünü yapmıştı. Günümüzdeki kilise ise korkmakla meşgul."

Başyazıda, kilise yetkililerinin dünyaya Hristiyanlık inancını yaymaktan başka bir şey düşünmemeleri de eleştiri konusu yapılarak, "Kilisenin, en azından bir kısım kilisenin derdi, dünyayı hidayete erdirmek. Bu nedenledir ki, Türkiye'de bir kilise daha açabilme uğruna, neredeyse bizi satmaya bile razı olmaya hazır vaziyetteler" ifadeleri de yer aldı.

İtalya'da yabancı düşmanı politikaların savunuculuğuyla bilinen KBP, zaman zaman Po ırmağı civarındaki bölgelerin "Poistan" (La Padania) adı altında özerk bir yapıya kavuşturulması gerektiğini savunan ayrılıkçı söylemleriyle de ön plana çıkıyor.
aktifhaber

Erken seçim: AKP tek başına
Serdar Akinan
Bir adım geri çekilip büyük resme bakın. Süreç nasıl da tıkır tıkır işledi. İşliyor...
Kurgu şahaneymiş.
28 Şubat süreci farklı mıydı?
Veya 27 Nisan e-muhtıra?
Sonuçları itibarıyla değerlendirin. Ne denli zeki bir kurguyla bugünün Türkiye'sinin mühendisliğini ince ince hesaplandığını görebiliriz.
Birileri toplum algısını yönetmekte pek mahir.
Bu gerginlik ne zamandır devam ediyor.
Önümüzdeki günlerde bu gerginliğin artarak devam edeceğine emin olabilirsiniz.
Yüksek yargı mensupları susamadılar... Bekleyemediler...
Birilerinin kendilerinden beklediği 'refleks'i gösterdiler.
Büyük bir tuzağa düştüler.
Şimdi toplumun bir kesimi yapılanların hukuka müdahale olduğuna inanıyor.
Kaldı ki süreci duygulardan ve siyasetten arındırırsak bence haklılık payları da var.
Buna mukabil bir kesim ise, her zamanki gibi kalkan toz bulutundan körleşti, uçuşan kelimelerden ötürü kafası karıştı...
Türkiye'nin metazori değişiminde tıkanma ortaya çıktığında neden hep bir kriz çıkıyor dersiniz?
Habur krizi neyle unutturuldu?
Bu süreç ülkeyi erken seçime taşıma sürecidir.
Kurgu şöyle:
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı AKP'ye kapatma davası açacak.
Yargıyla yaşanan bu derin kriz, usulsüz telefon dinlemeleri, TSK'ya yönelik asimetrik psikolojik harekat bu davanın temel argümanları olacak.
Daha mühimi Anayasa Mahkemesi'nin AKP aleyhine aldığı karar temel delil olarak sunulacak.
Yani AKP'nin 'Laiklik karşıtı odak olması' kararı.
Peki, hukuki süreç bu şekilde yürümeye başlarsa ne olur?
Ne olacağı açık: AKP kapatılır ve birçok isim siyasi yasaklı olur.
Bu ne demek?
Şu demek: İçeride işsizlik rakkamları ve ekonominin hali...
Dışarıda İran sorunu, Kıbrıs, Ermenistan ve küresel ekonominin hali...
Tüm bu veriler negatif.
Yani zaman AKP'nin aleyhine işliyor ve misyon tamamlanamadı.
Kürdistan'ın güvenliği meselesi, TSK'nın yeni tanımı gibi temel başlıklarda henüz somut sonuç yok.
Bir koalisyon süreci çok zora sokabilir. Yani 'Batı' açısından AKP iktidarının devamı elzem.
Bu şartlarda devam ancak 'mağdur edilen AKP'nin 'millete' gitmesiyle sağlanabilir.
Yani?
Yanisi şu... Kapatma davası açılacak.
AKP derhal erken seçim kararı alacak.
Ve meydanlarda, gazetelerde, ekranlarda bangır bangır 'Ergenekoncu ordu, Ergenekoncu yargı' teraneleri dinleyeceğiz.
Bu şartlarla sandık önümüze gelirse...
AKP oyları eriyecektir.
Ancak kesinlikle tekrar tek başına iktidara gelecektir.
Ne diyelim?
Vatana millete hayırlı olsun
Akşam

Anadolu: Acil Eylem Planı!
06 Ekim 2009
Tarık Sezai KARATEPE
İnsanı hesaba kat, toprağı hesaba kat, göğü hesaba kat, suyu hesaba kat!
Köy yok, köylü yok. On binden azsa yerleşim yok! Elini koymalı taşın altına, Anadolu.
Şehirde yaşamalı herkes; şehre güç katmalı, her nefes.
Anadolu kıtası hacmindeki şu uçsuz bucaksız toprak, yeni sahiplerini beklemeli. Tarım işçiliği revaç bulmalı.
Bir milyon yeni iş gücü, can katmalı Edirne’den Ardahan’a… Toprağın üretim hakkını elinde bulundurmalı, devlet.
Tarım işçiliği sektörü oluşmalı. Ekmeli, sürmeli, biçmeli, kaldırmalı. Bir milyon tarım işçisi, kavuşmalı sağlık karnesine.
Her sabah kamyonlarla, römorklerle tarlaya gelmeli işçiler. Maaşını almalı, asgari geçim endeksinden. Motive olmalı, tarlaya düşen paydan.
Üçte biri devletin olmalı, çıkan mahsulün. Üçte biri tarla sahibinin, üçte biri işçinin.
Yetmiş beş milyon insan, sekiz yüz on dört bin beş yüz yetmiş sekiz km toprak, bir o kadar gök yüzü, hesapsız akan su…!
Ekilmiyorsa toprak, çıkmıyorsa petrol; kötü giden bir şeyler var demektir. Buğdayını ithal ediyorsa ülke, pirincine milyar dolar veriyorsa…! Kavgasını vermeli Anadolu’nun.
Deniz ses vermeli! Hopa’dan İskenderun’a… “Yelkenler fora!” demeli. Deniz, sahibine kavuşmalı. Akıp giden suya ağ atmalı, iş kapısı olmalı milyonlara, Ege, Akdeniz, Marmara, Karadeniz.
……………………..
Madenler, can damarı Anadolu’nun. “Buradayım!” çığlığı duyulur, gün yüzüne çıkmaktır, muradı. Elinde varken ele güne muhtaç olan hovardaya hayretle bakar; bor, krom, alüminyum.
Mazereti kalmadı Anadolu’nun. ‘Dış güçler istemiyor, iç güçler mani oluyor. Derinlerde tuzak kuruluyor.’ bahane değil artık.
Muhafazakar ya baştaki! Sığınacak limanı kalmadı, ’cin şişeden çıktı.’
…………………….
“Benden sana zarar gelmez!” diyor, İran. “Boşuna saçıp savurma!”
Pentagon’un ölüm makinalarına niçin veriyorsun, sekiz buçuk milyar doları?
Hadi, Vaşington’a açmayacaksın savaş. NATO’nun ‘Benden!’ dediğine de kullanmayacaksın.
Peki, kime karşı bu silahlar?
Kasr-ı Şirin’den bu yana esenlik sınırı, komşu Tahran’a mı?
Acının başkenti Bağdat’a mı?
Evimiz Şam’a mı?
Sınırın öte yakası Atina’ya, Sofya’ya mı?
Tiflis’e mi, Erivan’a mı?
Yoksa Van’a, Tatvan’a mı(?)
Soruyor, cümle halk: Neyin bedeli silah?
Tezekle ısınan taşraya ver paranı. Dağıt, borcu gırtlağında esnafa. Memura ver, işçiye ver. Dolaşsın para, çarşı pazar.
İş olsun, aş olsun. Üretim olsun, kaynak olsun. Yüzü gülsün Anadolu’nun. Geleceği ipotek altına girmesin, doğan her çocuğun.
…………………….
Şefkat bir grubun üstünlük aracı ise, zulümdür onun adı.
‘Acıdım sana, konuş ana dilini. Kıyamam sana, giy istediğini(!)’ Aşikar bir şirktir, insanın insana ettiği. Erdemli insanlar buluşması, yok saymalı insanlık dışı yasağı.
Yaradan’ın emri ‘baş üstüne’. Yoksa gazabından kurtulamaz bütün bir halk. Tepetaklak indirir, sandığı üstüne.
Unuttu sanma, haklarını. Sağcının takiyyesi, mazluma mı?
Sesi çok çıkan görüyorsa itibar, öteleniyorsa ‘Bin Dört Yüz Elli Yıllık İhtar!’, reel politiğe kurban ediliyorsa Hakk’ın Sadası!
Yakındır, göz yumanın belası!
……………………
“Yaptıklarımı görmüyorsun. Burun kıvırıyorsun, duble yollara. Yüz bin derslik kazandırdım, bir uçtan bir uca!
Turizme açtım, Akdamar’ı. Asfalt döktüm Efes’e, Bergama’ya. Kanallar binlerce. Seyret keyfince.”
“Seni seçmişler, köle diye. Müfredata dokunmadın, sürece bıraktın Yüce Vahiy’i. Seni içten vuran bir bakana teslim ettin, koca sahili.
Gök Medrese, Çifte Minare… on yıldır harabe. Bir anda yapılır, çatılır; Akdamar’da kilise!
Kanallar, servet kaçkını Müdür’e teslim. Koltuğu ver, teslim al ruhunu, Amerikalı gezginin.”

“Acı konuştun!”

“İnsanı tanımaktır, medeniyet. Tanımlamak değil. Ona rol seçmek değil, kefen biçene mani olmaktır. İnsan bir değerdir ve insan bir imkandır.
Başına iş gelirse eski dostların ağlar. Güler geçer, topladığın ithal kabine(!)
Lakin niyetin bozuldu, kükremen meğer masalmış. Siyon protokolü, İncirlik’e haber salmış.”
aktifhaber
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Tem 03, 2017 2:58 am    Mesaj konusu: Rubin: Türkiye bu uçurumdan tek parça kurtulmayabilir Alıntıyla Cevap Gönder

KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır'dan çok ilginç tesbitler: Ortak yaşama iradesini kaybediyoruz
Veysi Polat
14 Aralık 2017



DİSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısı, Diyarbakır'daki birçok iş insanını bir araya getirdi

KONDA Araştırma Şirketi Genel Müdürü Bekir Ağırdır, Türkiye'de ortak yaşama iradesinin kaybedildiğini ifade ederek, “Mesele iktidar partisinin gidip, gitmemesi değildir. Mesele bir partinin az oy alıp alması da değildir. Melese, ortak geleceğe olan inancımızı tazelemek ve yeniden 'biz' duygusuna kapılmak meselesidir” dedi.

Diyarbakır Sanayici ve İş İnsanları Derneği (DİSİAD) Yüksek İstişare Kurulu toplantısı, kentteki birçok iş insanını bir araya getirdi. Toplantının açılış konuşmasını yapan DİSİAD Başkanı Burç Baysal, bölgedeki iş dünyasının en önemli beklentileri arasında çözüm sürecine geri dönülmesi arzusunun olduğunu söyledi. Çözüm sürecinin bitmesiyle yaşanan belirsizliği dile getirdikleri zaman eleştirilere maruz kaldıklarını ifade eden Baysal, OHAL'in ne zaman kalkacağı konusunda yatırımcıların bilgilendirilmesi gerektiğini vurguladı. Baysal, "Evrensel hukuk kurallarının işlenmediği, adalet mekanizmasının yıprandığı bu dönemde ekonomide sürdürülebilir bir büyümenin gerçekçi olmayacağını söylemek isteriz. Ülkemizin en önemli konularından biri de çözüm sürecinin bitmesiyle devam eden belirsizliktir. Bu konuyu ne zaman dile getirirsek maalesef ki siyaset kurumları ve bu konunu muhattapları tarafından sert eleştiriler alıyoruz" dedi.

“Ortak yaşama iradesini kaybediyoruz”

Toplantıya katılan KONDA Araştırma Şirketi Genel Müdürü Bekir Ağırdır ise, Türkiye'de Kürt sosyolojinin değiştiğini dile getirdi. Türkiye'de yaşayan Kürtlerin yarısının metropollerde yaşadığına dikkat çeken Ağırdır, "Türkiye son 40 yılda gündelik hayatı baştan başa değişmiş, nüfusun yarısı göç etmiş. Türkiye'de şu anda kendini Kürt olarak tanımlayan insanların yüzde 48'i, yani yarısı 5 metropolde yaşıyor. Nüfusunun 2 milyon altı olan yerlerde yaşayan Kürt nüfusu yalnızca yüzde 19'dur. Yüzde 81'i kentleşmiş, hatta yarı metropolleşmiş bir Kürt nüfusu var. Kürtlerde aşiret var, töre var düşünceleri film ve romanlarda kaldı. Kimse bunun farkında değil. Kürt sosyolojisinde değişen şey sadece bugünkü siyasi aktörlerin, sadece PKK, Ak Parti ve HDP ile açıklanabilir bir şey olmaktan çıkalı çok oldu. Türkiye'de sadece Kürtler de değil, Türkiye'de son 40 yılda 31 milyon yetişkin insan göç etmiş, çocuklar hariç. Batı tarihinde böyle bir hareket yoktur. Türkiye nüfusunun yüzde 52'si, 11 metropolde yaşıyor. Dolayısıyla köy enstütüleriymiş, imecelermiş, okuduğumuz o hikayeler, bugünkü Türkiye'nin sosyolojisinde geçerliliği yoktur. Türkiye bir yandan küreselleşmiş, bir yandan metropolleşmiş. Dolayısıyla bizim problemimiz bu yeni hayata uygun devlet nizamının, hukukunun, siyasetinin üretemiyor olmamız, gelip tıkandığımız yerdir" dedi. KONDA olarak yaptıkları anket çalışmaların da da örnek veren Ağırdır, ortak yaşama iradesinin kaybedildiğini dile getirerek, şunları söyledi: "Bugün topluma baktığınız zaman, biz sadece bu Cumartesi ve Pazar günü 7 bin eve gittik, her ay en az 10 bin eve gidiyoruz. Elimde bin tane veri var. Ama, çok temel bir kaç şey paylaşayım, giderek ortak yaşama irademizi, arzumuzu kaybediyoruz. Ortak geleceğe olan inancımızı kaybediyoruz. Mesele iktidar partisinin gidip, gitmemesi değildir. Mesele bir partinin az oy alıp alması da değildir. Melese, ortak geleceğe olan inancımızı tazelemek ve yeniden 'biz' duygusuna kapılmak meselesidir. Ne yazık ki bugünkü siyaset ortamında bunun çok uzağındayız. Herkesin en çok talep ettiği şey adalettir. Adalet derken hepimiz farklı bir şey anlıyoruz, ama hep beraber adalet arıyoruz. Yeniden biz olmak için yapabileceğimiz tek bir şey var, hepimiz elbirliğiyle bu ülkenin geleceğine inanmak, ortak kaderine inanmaktan başka çaremiz yoktur."

Demir Hotel’de yapılan toplantıya Karacadağ Kalkınma Ajansı Genel Sekreteri Hasan Maral, DOGÜNSİFED Başkanı Aziz Özkılıç, TÜMMER Başkanı Raif Türk, DİTAM Başkanı Mehmet Kaya, HDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, DTSO, GÜNTİAD, DOGÜNKAD ve DİKAD Yönetim Kurulu üyeleri, İHD Diyarbakır Şube Başkanı Raci Bilici ve çok sayıda iş dünyası temsilcisi katıldı.

T24
ETİKETLER
bekir ağırdır ortak yaşam halk diyarbakır sanayici ve İş İnsanları derneği disiad

“OCAK KIZIŞTI”: KÜÇÜK AMERİKA DÜZENİ – TELEGRAM DÜZENİ’NİN ÖLDÜĞÜNÜ KABUL ET VE ONA GÖRE DAVRAN!
16 Ekim 2017



ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu imzasıyla 8 Ekim 2015 tarihinde, hem yayın politikamızı ve hem de iç ve dış hadiseler karşısında bakış açımızı ifâde eden bildiriyi tekrar dikkatlerinize sunuyoruz.
O gün hangi noktadaysak, bugün de aynı noktadayız. Fikrimizde ve inancımızda hiçbir değişiklik olmadı.
8 Ekim 2015 tarihinde Küçük Amerika Düzeni’nin öldüğünü-bittiğini gerekçeleriyle ilan ettiğimiz gibi, bugünde, yıkılışını takip etmekteyiz.
Ne bu düzenin devam etmesini isteyen dış unsurlar ve ne de bu düzene canlı kalkan olan işbirlikçiler bu yıkılışa mani olamayacak.
ADIMLAR Dergisi


“OCAK KIZIŞTI”:
KÜÇÜK AMERİKA DÜZENİ – TELEGRAM DÜZENİ’NİN ÖLDÜĞÜNÜ KABUL ET
VE ONA GÖRE DAVRAN!

Bugünden geçmişe baktığımızda “devrim sahnesi”nde bulunan farklı kesimlere mensub kişilerin neredeyse yüzde 99’nun, “Hak” ve “halk” savunuculuğunu, şahsi ihtiyaçlarını gidermek için yaptıklarını görüyoruz.

“Hak” ve “halk”ı, işledikleri maddî- manevî cinayetlerin suç ortağı yapmaktan hiç çekinmediler, zerrece de tereddüt göstermediler. Peki bunlar, geçmişte deklere ettikleri hedeflerine ulaştılar mı?

Hayır! Sadece mevcut durumlarına meşruiyet kazandırmak için ulaşmış numarası yapıyorlar. Şu ân tek dertleri, fedakâr insanların verdikleri mücadelenin verimini arkalarına alarak ele geçirdikleri iktidar gücünü ve bu gücün sağladığı prestiji muhafaza etmek.

Bunların gözünde “Millet” dediğin nedir?

“Ahmak” ve “her dâim kandırılabilir bir sürü”dür…

Öyle bir “ahmak sürü”dür ki, bu “sürü”yü ara ara “kandırıldım!” diyerek de kandırabilirsin.

Onların gözünde “Millet hakikati” budur. “Milli İrade” derken de kasıtları, bu düşüncelerinin içerisinde gizlidir.

KÖLE DÜZENİ’NİN METODLARI

Neredeyse Şeytan’ın bile, işledikleri cinayetlerden ve yaptıkları kötülüklerden dolayı “Ben Allah’tan korkarım!” diyerek yanlarından, ateşin yok edici etkisinden kaçar gibi kaçacağı bu baştan çıkarıcı, aldatmacı ve kandırmacı tiplerin nazarlarındaki “Hak” ise, emin olun ki, “UNUTAN”dır!

Çünkü bunlar, O’nu kendileri gibi “zan” ederler…

Bunlar köledir!

Batı düzenine bağlı Köle Düzeni’ni yürütmek için Batı’ya köle olmaları gerektiğinin şuurundadırlar. Millete bu düzeni yedirebilmek için de, onu köleleştirmek gerektiğini bilirler ve köleleştirmenin metodlarını en ince ayrıntılarına kadar düşünür ve uygularlar.

Nedir bu metodlar?

– Rüşvetle, parayla, makamla, sosyal statüyle, baştan çıkartmak;

– Yalanla aldatmak, iş görmek;

– Hak sûretinde görünerek kandırmak.

Geçmiş hükümetlerin yaptığı gibi, bugünkü hükümetler de 65 yıldan beri gelenekselleşmiş bu metotları uygulamaktan geri kalmadılar.

Milletin bağrından çıkmış ordu 60 küsûr yıl önce NATO eliyle Batı tarafından rehin alındıktan bugüne kadar geçen bu süre içerisinde, Köle Düzeni’ni hep bu metodlarla yürüttüler.

Bu Düzen’in ismi, Küçük Amerika Düzeni; biz ona Telegram Düzeni de diyoruz…

Bu düzene karşıysan -ki, karşısın-, Küçük Amerika Düzeni’nin öldüğünü kabul et ve ona göre davran!

“SÖZ KONUSU VATANSA, LİDER TEFERRUATTIR!”

Bu Düzen’in öldüğünü kabul etmezsen eğer, “leyleğin ömrü lak lakla geçermiş” hesabı, yıllardır tekrarladıklarını, tekrarlamaya devam edeceksin. Bu tekrarların ise, senin hamle yapmaktan aciz, korkak ve düzenbaz ceset görüntünde hiçbir değişiklik sağlamayacağı aşikâr.

2001 yılından beri neredeyse her gün tarih, bir fırsat koydu önüne.

Tarih, şu ânda da bütün cömertliğiyle bir büyük fırsatı daha değerlendirmeye, hem bu dünya, hem de ötesi için faydalı kılmaya seni davet ediyor.

Dostunu ve düşmanını, yıkmakla mükellef olduğun Düzen’in sahiplerinin ortaya koyduğu politikalara göre belirleyen bir “politik duruş” içerisinde bu fırsatı değerlendiremezsin.

Bu “politik duruş”a ve ortaya konulmuş olan “siyaset”e de zaten “devrimci” nitelemesi yapılamaz.

Bilakis, bu durum, değişim ve dönüşüm isteğinden vazgeçildiğinin farklı bir ifâdesi olarak da kabul edilebilir.

Düşman belli;

İnsanımızı köleleştirmek için kurulmuş ve devam ettirilmek istenen TELEGRAM Düzeni, yani Küçük Amerika Düzeni ve onun Batılı sömürgeci, Müslüman kanına susamış devleri.

Onların buradaki paralı, parasız gönüllü ajanları… Uluslararası politikaların uygulanması için “aracı” olamaktan başka bir fonksiyonu olmayan hükümetler…

Büyük Doğu Coğrafyası’nın şehirlerini ateşe verdiler, vermeye de devam ediyorlar!

İslâm Milleti’nin onurlu ve asil erkeklerini boğazladılar, boğazlamaya da devam ediyorlar!

Çocuk ve kadınlarını biçtiler ve kirlettiler; biçmeye ve kirletmeye de devam ediyorlar!

Bu durum karşısında;

Hangi kesimin başında bulunurlarsa bulunsunlar, İslâm Milleti adına söz söyleme durumunda olan ara önderler, ya korkularından yahut ne yapacaklarını bilmediklerinden “köşeye pısmış kedi” gibiler.

Sen ise, hâla Din’in için, Vatan’ın için, Millet’in için ve kendin için çâreyi, bunların üreteceğini düşündüğün âciz politikalarda mı arıyorsun?!

“SÖZ KONUSU VATANSA, LİDER TEFERRUATTIR!” de ve bunları aş!

ORDU-MİLLET RUHUYLA

Düzenli Ordular milleti korumak için beslenir.

Milletin içinden çıkmış Ordu rehinse;

Milleti koruyacak şartlardan uzaksa;

Ne yapacağını bilmez bir şekilde tabutların başında ağlıyorsa;

Olup biteni kavrayacak, mânâlandıracak bir anlayışa, bir fikre, bir siyasi mantığa bağlı değilse;

O zaman ne olacak?!

O zaman, bütün bunları fark eden Millet, Ordu-Millet Ruhuyla Ordusunu kurtarır, rehin tutan eşkiyayı da, vurduğu Osmanlı Tokadıyla, önüne çıkan her şeyi alıp sürükleyen bir sel gibi, geldiği yere geri gönderir.

Zaman, 65 yıldır rehin tutulan Ordu’yu kurtarıp, 1000 yıllık devletimizi ve devlet geleneğimizi işgâlden kurtarma zamanıdır!

Fikrinin coğrafyası olarak Anadolu’yu gören, “Anadolu olmazsa Ortadoğu olmaz, İslâm Dünyası olmaz” diyen siz, Vatansever İnanan ve Kurtarıcı Fikre bağlı insanlar; kim olursa olsun, hangi isimle ve kılıfla karşınıza çıkarsa çıksın, düşmanı “Allah! Allah!” nidâlarıyla Fatih’in topu, Yavuz’un kılıcı, 4. Murat’ın gürzü, Abdülhamid Hân’ın dehâsı ve Halid Bin Velid Hazretleri’nin himmetiyle, bir Osmanlı Tokadı akşederek sırtüstü yere sermek ve Anadoluyu tekrar “vatan” yapmak için “durumdan vazife çıkararak” vatanı kurtarma işini üstlenin!

Allah Resûlü’nün Nurunu tekrar aksettirmek için, hepiniz, hep beraber, tekrar Mehmetçik hüviyetine bürünün!

Küçük Amerika Düzeni – Telegram Düzeni’ni devam ettirecek bir takım reformlar veya bahsi geçen “yeni anayasa” bize ne gerek!

Reformlardan istifâde ederek düşmana karşı tuttuğumuz mevziyi kuvvetlendirmek ve iktidarı fethetme hedefinde yol almak başka, “reformlar” kandırmacasıyla iktidar talebinden vazgeçip, Küçük Amerika Düzeni – Telegram Düzeni’nde pis nefsinin istediği hayata devam etmek daha başka!

DİKKATİNİ DAĞITMA!

Unutma!

Toz zerresi hâline getirilip bu topraklardan atılması gereken, bizzat, bu Küçük Amerika Düzeni – Telegram Düzeni’dir!

25 Mart’ta ADIMLAR’a yapılan saldırının arkasından ne demişti İBDA Mimarı, hatırlayalım:

“Onu öldürenler, topyekün yeni imân gençliğini kastetmişlerdi. Size düşen karşılığın da aynı çapta olması gerektiğine göre, siz büyük inşânızı tamamlamaya bakınız! O zaman topyekün küfür yığınını o binanın temelleri altında ezilmiş ve kemikleri tebeşir lekesi hâline gelmiş bulacaksınız! Elverir ki Allah, “OL!” desin.”

Bunun adı İktidarı Fethetme hareketidir!

Bunun adı Hesaplaşmadır!

Bunun adı Allah’ın rahmetini celbedici bir niyet ve konumda bulunarak Topyekûn Taarruzdur!

Geçmişte olduğu gibi bugün de yine bir boşluk doğdu; doğan boşluğu iyi fark et ve bütün güçlerin o boşluğa teksif edilmesi gerektiğini anla!

Ekranbaşı seyircisine sahnelenen “çekişme”, “çatışma” ve hatta “savaş” oyunu, nefes aldırmaktan ziyâde milleti büsbütün havasız bırakıp, ümitsizliğe sevk ederek boğmaya yöneliktir. Gayeleri Milletin içinden çıkmış “Hak” ve “halk” savunucusu iç dinamiklerde kendini gösteren son direnme noktalarını da kırarak, bunları büsbütün güçsüzleştirip, bütün kesimleri istedikleri neticeye razı etmektir.

Dikkatini dağıtma!

Saldırının nereye yapıldığını gözden kaçırma sakın!

Bu “savaş oyunu”nda saldırının nereye yapıldığı, samimiyetin göstergesidir.

Kandil’de terörist olanı imhâ etmek yetmez. Kuvvetlendirdiğin Barzani, samimyetsizliğini ele verir!

Kandil’deki terörist, Suriye’ye gelince neden müttefik oluyor?

“PYD, PKK’dır” demek de yetmez.

Madem o da PKK, aynı muameleye tâbi tut!

Amerika izin vermiyorsa eğer, tarihte bir eşine daha rastlanmayan bu eli kanlı Terör Örgütü’ne Allah’ın Kudret’i ve Gücü, milletin ve silahlı kuvvetlerin desteğiyle, 72 saat içerisinde İncirliği terk etmesini söyle.

O zaman, Silahlı Kuvvetler ile birlikte bütün Millet’in, adetâ, İstanbul’u Fethetmeye çıkmış Fatih’in, İttihâdı İslâm Davasını kafasına koymuş Yavuz’un orduları gibi arkanda saf tutmuş bulacaksın..



GÜÇLÜ OLMAYANIN YAŞAMA HAKKI YOK

Bütün bunlar olmadan, düşmana karşı Din, Millet ve Vatan savunmasının, “milletten” gözüken, kılığı ne olursa olsun, ajanlaşmış BOP’çuların politikalarında aramayı bırakıp, kendi gücünde olduğunu idrak etmelisin.

Bu senin söke söke alacağın hakkındır.

Bunun için de milletin içinde potansiyel olarak bulunan cesur “Hak” ve “Halk” Savunma Birlikleri’ni güçlendirmekte, onlara katılmakta ve bu birlikleri örgütlemekte sen de cesur olmalısın!

Bütün Parti, medya, dernek ve vakıflarıyla bugün iktidar çevresinde derece derece ve halka halka yer tutmuş herkes, görüyoruz ki bu düzenin kölesi olarak işgalci düşmanın müttefikliğini yapmaktan hiç de muzdarip değil!

Geçmişten bugüne Köleci, bu Küçük Amerika Düzeni’ni farklı görüntüler altında da olsa devam ettirebilmek için yalanla, hileyle, korkuyla, aldatmayla, iftirayla, kandırmayla, itibarsızlaştırmayla ve saire… her türlü hukuk ve ahlâk dışı uygulamalarla milleti köleleştirmekte bir ân bile tereddüt etmediler!

Bu Düzen’in bugünkü devam ettiricileri, öncekilerden farklı olarak kendilerini destekleyen düşük ahlâklı yandaşlarına çok cömert davranarak destekçilerini arttırdılar. Artan bu destekçiler eliyle de kölelik, ruhlara sinmiş bir şekilde tabana yayıldı.

Bunun neticesi olarak da bu düzenden maddî hiçbir menfaatleri olmadığı hâlde “ümit ve korku arasında” özellikle dinî saikler sebebiyle bu köleleri destekleyen kitle, farkında olmadan inancından iyice uzaklaştı. Bunun sonucu olarak da Millet ve Vatan şuuru hiç olmadığı kadar örselendi.

Onun için gerekirse tek tek sokaktaki adama hakikati anlatabilmelisin.

“Savaş” diyorlar, “Millet iradesi” diyorlar…

Eğer samimilerse, şu ölüm-kalım şartlarında niçin Milleti dinine, vatanına, devletine sahip çıkmaya çağırmıyorlar da, kendi aralarında anlaşmaya çalışıyorlar?!

Bu “ölüm-kalım şartlarına milleti hazırlama”ya dair neden en ufak bir gayret yok?!

“Savaşıyor” görüntüsü altında gerçek savaşın perdelenmeye çalışıldığını gözden kaçırma!

İstilâcı düşmanın “kara gücünü” farklı isimlerle ayırmalarına bakma, onlar aynı maksada hizmet eden bir bütünün parçaları. Burada PKK “terörist” olurken, Suriye’de PYD “müttefik.”

Hesap belli: ERBİL Merkezli bir yasadışı yapılanma oluşturulurken, Diyarbakır da oraya bağlanacak. Diğer taraftan ise Pkk, Pyd’leştirilerek , Kürt koridoru için Pkk’nın kazanması meşrulaştırılacak.

Milleti bu neticeye razı etmek için bu savaşın adına bazen “terörle mücadele”, bazen de “saray savaşı” veya “sarayın savaşı” diyorlar.

“Terörle mücadele” kavramı Amerika Terör Örgütü’nün Büyük Doğu coğrafyasına saldırırken İslam Milleti’nin izzetli, onurlu, şerefli evlatlarını boğazlamasına meşruiyet kazandırmak için uydurduğu bir kavramdır.

Bunun adı ne “terörle mücadele” ne de “saray savaşı”dır.

Bu bir “kurtuluş savaşı”dır!

Bu bir “vatan savunması”dır!

Son tahlilde bu bir “din savaşı”dır!

Bu, topyekûn bir milletin üzerinden kiri, pası, külü, toprağı atarak 500 yıllık uyanışıdır!

Uluslar arası denilen sömürge düzeninin İBDA Mimarı’nın yıllar evvel altını çizdiği üzere “güçlü haklıdır” fiilî durumunun geçerliliği içinde yürüdüğünü görmüyor musun?

Amerika, Rusya coğrafyamızı pervasızca bombalar, şehirlerimizi yerle bir ederken ve bu istilaya katılmak için Çin yola çıkmışken, haklılıklarını güçlerinden başka hangi hukuka dayandırıyorlar?!

Dostunu ve düşmanını, bu şekilde yürüyen bir sistemin baş aktörlerine göre tayin eden bir politika, bu baş aktörlerin siyasi malzemesi olmaktan başka bir şey ifâde etmez!

Hâliyle bizim için de inandırıcılığı olamaz!

“Güçlü haklıdır” fiilî durumunun geçerli olduğu bir düzende, gücü olmayanın inisiyatif sahibi olamayacağı gibi, yaşama hakkı da olmayacak!

Fikrin emrinde kullanılacak bir gücü elde etme gayreti, bugün, devrimci baş görevimiz olarak kendisini bize dayatmaktadır.

“OCAK KIZIŞTI”

Tarihin böyle dönemlerinde hakikatler basit ifâde edilmeli, edilebilmeli. “Karmaşık olmama” mânâsına basit…

Hakikati karmaşıklaştıran ya savaştan kaçıyor yahut kavganın, savaşın dilini bilmiyor demektir. Bir nidâ ile ölüme gönderilmesi gereken bir asker, karmakarışık, adeta anlaşılmamak için kurulmuş hissi veren cümlelerle motive edilemez. Bunu yapabilmek de gayet tabiî ki “asker” olmayı veya “savaşçı ruhu”na, hissiyatına sahip olmayı gerektirir.

Tarih, doğan boşluktan istifâde seni, beni, hepimizi iktidarı fethetmek için meydana çağırıyor.

“Meydana nasıl çıkılır?”, “bunun ruh ve fizik şartları nelerdir?”, “bu şartlara nasıl erişilir?”, “hak söke söke nasıl alınır?”; işte bu devrede çözüm için bizi bekleyen problemler. Entellektüel gevezelik savaştan soğutur, korkunun dilidir böyle zamanlarda.

Sokak, Şehir, Vatan hepsi birdir; hangisine gücün yetiyorsa ordan başla kurtuluşa, hesaplaşmaya.

Ordu ruhuyla, onun gerektirdiği disiplinle, ordulaşarak.

NE DEDİYSE O!

“Büyük kaos”un içinden çıkacak olan; YENİ DÜNYA DÜZENİ.

Bu düzen FEDAİLERİN omuzlarında yükselecek ve “buradan başlayacak.”

Bu düzeni sahtelerine ümit bağlayarak değil, biz, hepimiz inşallah gerekirse döktüğümüz kanların ve alacağımız ve vereceğimiz başların üzerinde yükselteceğiz.

ÜNSAL ZOR’un şehâdeti bunun en duyulur habercisiydi ve O, bunun için şehit oldu. Onun şehadetiyle zaten biz bu savaşa dahil olduk.

Duâmız, “Allah ol desin!”

Kaynak: adımlar dergisi

Korkakların, muvazaacıların, işbirlikçilerin, hak yiyicilerin, engelcilerin ve bozguncuların bu denklemde yeri yok.

ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Plâtformu

Fatih Altaylı: ABD, Türkiye'ye müdahaleye hazırlanıyor
13 Eylül 2017



Habertürk yazarı Fatih Altaylı, "ABD derin devleti, Türkiye'yi uluslararası arenada suçlu konumuna düşürüp müdahaleyi gündeme getirecek" ifadelerini kullandı.

Fatih Altaylı, 'Türkiye'ye karşı oyun planı' başlığıklı yazısında, "Önce Türkiye'yi uluslararası kurallara uymayan, Batı çıkarlarıyla çelişen bir Ortadoğu diktatörlüğü olarak tanımla. İçerideki gazeteciler, içerideki siyasetçiler, tutuklanan yabancılar üzerinden hukuksuzluk yapan bir ülke olma imajını oturt. Bundan sonra gelinecek aşamalar çok daha korkutucu olmaya aday" ifadelerini kullandı.
'BAŞKA SİYASETÇİLER DE BU DAVANIN KONUSU OLACAK'
İşte Altaylı'nın yazısından ilgili bölüm;
"Davaya Türkiye'den bir kamu bankasının yöneticilerinin karıştırıldığı yetmezmiş gibi, bir de eski bakan (Zafer Çağlayan) sanık koltuğuna oturtuluyor. Büyük ihtimalle başka siyasetçiler de bu davanın konusu olacak gibi görünüyor. Türkiye ise tepki gösteriyor, (ABD Başkanı Donald) Trump'ı arıyor. Ben size söyleyeyim, bu dava Trump'ı aşan bir iş. Bu ABD'nin derin dış politikasının yansımalarından biri. ABD'de 'derin devlet' çok açık biçimde Türkiye'ye karşı bir oyun planlıyor. Bu oyunun Türkiye için hiç beklenmedik noktalara gitmesi, ABD'nin oyun planı içinde olabilir diye görüyorum"
"TÜRKİYE'YE MÜDAHALE HAZIRLIĞI"
"Türkiye'ye uluslararası müdahaleyi gündeme taşı. Ve daha sonra da Türkiye'ye müdahale et. Tezgâhlanan senaryo bu gibime gelmeye başladı. Türkiye'nin bir oyun planı var mı bilmiyorum. Ama rakibin antrenmanlarından gördüğüm planı bu"

Patronlar Dünyası
Etiketler:
Habertürk yazarı Fatih Altaylı ABD derin devleti Türkiye uluslararası arena


Michael Rubin: Türkiye bu uçurumdan tek parça kurtulmayabilir
01.07.2017

Türkiye bugün istikrarlı gibi görünebilir ancak bunun altı çürüktür. Yaklaşık 15 yıldır iktidarda kalan Erdoğan'ın mirası, Türkiye'nin istikrarının temelini attı.

Eski Pentagon yetkilisi, American Enterprise Instute (AEI) yazarı Neo-Con yazar Michael Rubin Türkiye hakkında yeni bir yazı yayımladı. Yazısında Beyaz Saray’ın ve Pentagon’un düşünmesi gereken sorunun “Türkiye'yle nasıl iyi dost oluruz değil, Türkiye'nin çöküşünü nasıl yöneteceğiz olmalıdır.” diyen Rubin “Türkiye'nin bulunduğu yol kaosa, çöküşe ve devletin yıkımına mı uzanıyor? Ne yazık ki, cevap 'evet' olabilir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın sürüklediği uçurumdan Türkiye tek parça kurtulamayabilir” diye yazdı. Rubin yazısında Türkiye’nin kaosa çok yakın olduğunu ileri sürerek “Hummalı bir aşamaya varmış kindarlık ve hukuk yoluyla ya da seçimler aracılığıyla sorunlarını çözemeyenler nedeniyle, Türkiye karmaşa içerisine süreklenmeye bir kurşun uzaklığında olabilir” ifadelerini kullandı.

İşte Michael Rubin’in yazısının Odatv tarafından çevrilmiş tam metni:

“Başkan Donald Trump, Mayıs ayında Türkiye'yi ''Komünizme karşı Soğuk Savaş'ın temel direği'' ve ''Sovyet genişlemesine karşı bir kale'' olarak nitelendirirken hatalı değildi. Daha önceki dönemlerde, kara istilalarının büyük bir stratejik endişe olduğu zamanlarda, Türkiye'nin konumu – Doğu Avrupa ve Ortadoğu arasında bulunan – İncirlik Hava Üssü'nü vazgeçilmez bir unsur haline getirmişti. Ayrıca ulusun kendi güçlü ordusu ve Batı'nın liberal değerlerini savunmak için ideolojik bir istekliliği vardı, bu da ABD'yi demokrasi, insan hakları ve iyi yönetim konusundaki periyodik sorulara rağmen Türkiye'yi bir güvenlik ortağı olarak görmeye zorluyordu.

Fakat tüm o cephelerde geçen o günler sona erdi. Cruise füzeleri ve uzun menzilli hava araçlarıyla ABD, bir zamanlar İncirlik yerine Romanya, Ürdün ya da Irak'taki Kürt bölgelerinden bile Suriye'ye ulaşmayı başarabilir. Türkiye'nin demokrasi konusundaki taahhüdü ve Avrupa Birliği'ne üyelik olasılığı konusundaki soruları daha acil bir sorgu ile değiştirdi: Türkiye'nin bulunduğu yol kaosa, çöküşe ve devletin yıkımına mı uzanıyor?

Ne yazık ki, cevap 'evet' olabilir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın sürüklediği uçurumdan Türkiye tek parça kurtulamayabilir.

Öncelikle, Türkiye'nin siyasi düzenini düşünün. Erdoğan kendini güçlü bir adam olarak görüyor ve yüzeysel bir bakış açısıyla gücünün doruğunda bulunuyor. Mutlak kontrolü elinde bulunduran AKP'yi yerel, parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yedi başarı kazanmaya taşıdı, cumhuriyetin ikonik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'le neredeyse aynı süre boyunca Türkiye'yi yönetti. 16 Nisan'da yapılan anayasa referandumunun ardından Erdoğan muazzam bir zafer iddia etti. ''Tarihimizdeki en önemli devlet reformunu gerçekleştiriyoruz,'' diyerek kendisini destekleyen binlerce kişiyi selamladı. Ucu ucuna kazandığı galibiyetle – ki seçime karışan şaibe Güvenlik Örgütü ve Avrupa İşbirliği gibi uluslararası gözlemciler tarafından adil ve özgür bir seçim olmadığı dikkate alınmış bulunan – gücünün bir kısmını kaybetmiş olmasına rağmen Erdoğan'a yargı ve bürokrasi üzerinde süresiz ve olağanüstü bir kontrole sahip olarak kararnamelerle muhaliflerini mahkum edebilme yetkisi kazandı.

Peki ama Erdoğan göründüğü kadar güçlü mü? Görünüş aldatıcı olabilir. Erdoğan seçim geçmişinde ezici çoğunluğu ancak iki defa elde edebildi, bunların biri 2014'teki cumhurbaşkanlığı seçimi, diğeri ise önceki referandumdu. Erdoğan güçlü bir imaj uyandırmak için medyayı kontrol altına aldı, muhalifleri susturdu, gerçekte ise, Erdoğan'ı destekleyenler olduğu gibi ona muhalif çok sayıda Türk bulunuyor. Erdoğan toplumu tehlikeli bir şekilde kutuplaştırdı.

Bölünmeler her zaman karışıklık çıkarır diyemeyiz, fakat burada tarih konuşuyor. Günümüzde yaşananlar Türkiye'nin 1960'lar ve 1970'lerde yaşadığı kutuplaşmayı anımsatıyor. Grevler, solcu ve sağ kanat çeteler arasındaki sokak savaşları ve siyasi suikastlarla dolu kargaşa dolu yıllardı, bugün DHKP-C ve PKK da dahil olmak üzere halen aktif olan terörist ve isyancı grupların ortaya çıkmalarını sağladı. Bu gruplarla mücadelede 40 binden fazla kişinin hayatını kaybettiği söylenir ve bu sayı artmaktadır...

“DEMOKRASİYE KALİBRE AYARI ÇEKMİŞ…”

Aynı çarpıklıklar, Erdoğan'ın karşı karşıya kaldığı darbelerle doruğa ulaştı. Türk generaller ne vakit iktidara el koysalar, hem sağ hem de solda radikal hareketlere karşı önlem aldılar. İslamcı örgütleri baskıladılar. Bu tip müdaheleler kaos olasılığı azaltmış, düzeni sağlamış, ve demokrasiye kalibre ayarı çekmiş (çünkü Türk generaller iktidarı sürekli ellerinde tutmayı asla düşünmemişler); fakat her darbe büyük kayıplar vererek kazanılmış bir zaferdir, askeri müdaheleler İslamcı ve Kürt ayrılıkçıların yeni jenerasyonlarına uygun kılıf sağladı. Darbe dönemlerinde oluşan kindarlığın uzantısı intikam duygusunun fitili ağır ağır yanar. Kaldı ki Kenan Evren bile gerçekleştirdiği darbe için ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı - Erdoğan'ın kendisi dahi bu konuda iyi bir örnektir: Erdoğan gücünün tüm mekanizmalarını kullanarak başarısızlığa uğrayan darbe girişiminin ardından muhaliflerini hapsederken hareketlerini ve nefretini sadece on yıllarca önce yaşanmış günahları temize çekmek olarak tanımlıyordu.

“FANTASTİK BİR DAVA”

Erdoğan intikam alma planını gerçekleştirmek için uzun yıllar kan davası sürdürür gibi nefret beslemiş olabilir fakat bunu yaptı: 2007'de, Türk devleti Ergenekon adıyla bilinen, ordu, akademi ve sivil topluma sızmış hükümeti devirmek isteyen seküler Türklerden oluşan bir şebekeyi ortaya çıkarmak için yapılan fantastik bir davayla ilgili soruşturma başlattı. Sanıkların yüzleştikleri suçlamalar saçmalık boyutundaydı, fakat Erdoğan ordu içerisindeki müttefiklerini ve kontrolü altına aldığı medyayı ideolojik muhaliflerini köşeye sıkıştırmak için kullandı. Güvenlik güçleri yüzlerce kişiyi tutukladı, ve yükselmekte olan çok sayıda askeri yetkilinin kariyerleri sona erdi, adli tıp yetkilileri kanıtların sahte olduklarını neredeyse on yıl sonra ortaya çıkardıklarında, ceza alan kimse olmadı. Sonra sırayı ''Balyoz'' olayı aldı: 2010 yılında, bir askeri darbeyi haklı çıkarmak için toplumda karışıklık yaratmak adına kapsamlı bir plan hazırladıkları gerekçesi ile, yüzlerce liberal ve laik birey güvenlik güçleri tarafından tutuklandı. Uzmanlar kanıt olarak ortaya sunulan dijital verilerin sahte olduklarını ortaya çıkarana kadar bu kurbanların da hayatları mahvoldu.

Bu davalarla yaratılan şikayetler hiçbir şey, ancak, geçen yaz gerçekleşen darbe kalkışmasıyla karşılaştıracak olursak, hatırlarsanız Erdoğan bu kalkışmayı ''Allah'ın bir lütfu'' olarak tanımlamıştı, çünkü politik muhaliflerini baskı altına almasını sağlayacaktı. Bugüne kadar, Erdoğan 140.000 memuru işinden attı, 50.000'in üzerinde insanı hapsetti ve bu sayı her geçen gün artıyor. Bu tasfiye işlemini destekleyen kanıtlar, önceki muhaliflerin tasfiyesini sağlayan kanıtlardan daha sağlam görünmüyor; Aradaki tek fark, Erdoğan'ın yargı bağımsızlığına dair geriye kalan son izleri de ortadan kaldırması ve böylelikle tutsak ettiklerinin sistem tarafından bağışlanmasını engellemiş olmasıdır.

“BİR KURŞUN UZAKLIĞINDA OLABİLİR”

Ailelerin sefil duruma düşmeleri ve çocukların okullarından uzaklaşmaları yüzlerce intikam planını motive edebilir. Hummalı bir aşamaya varmış kindarlık ve hukuk yoluyla ya da seçimler aracılığıyla sorunlarını çözemeyenler nedeniyle, Türkiye karmaşa içerisine süreklenmeye bir kurşun uzaklığında olabilir.

Politik istikrarını kaybetmesi Türkiye'nin karşılaşacağı yegane meydan okuması olmayabilir; ülke aynı zamanda savunmasının en zayıf olduğu anda yenilenmiş terör tehditleri ile karşı karşıya. Pakistan, Suriye ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin hepsi radikal İslamcı grupları destekledikten sonra terörist saldırılara maruz kalmaya başladılar, fakat Erdoğan, El-Kaide'ye bağlı grupları aktif biçimde desteklemeye başladığında ve Suriye'ye yabancı savaşçıların transit geçişlerini kolaylaştırmaya başladığında Türkiye'nin bu fenomenden etkilenmeyeceğine inanıyor gibi gözüküyor. Yakın zamana kadar Türkiye'nin desteğini alan radikaller şimdi Türkiye'ye yönelmiş durumdalar.

Bir zamanlar Türk güvenlik birimleri bu saldırıları durdurabilirdi, ancak artık bu mümkün olmayabilir. Sorun, niyet ve yeterliliktir. 30 yılı aşkın süredir teröristler Türkiye'yi hedef alıyorlar, ancak Türk istihbaratı çoğunu sınırda durdurmayı başarmıştır. Şimdi ise, bazı önde gelen Türk gazetecileri bu gerçeği belgelediklerinde hapse atılırken, Türk istihbarat servisi İslamcı radikallerin sınırı geçmelerine yardımcı oluyordu.

Fakat varsayalım ki Türk istihbaratı ikili oynadı, peki ya polis ve askere ne demeli? Erdoğan elini güçlendirene kadar Batı'yı oyunlarına alet etti, Avrupalı ve Amerikalı diplomatlar uzun süredir askerin siyaset üzerindeki etkisinin kaldırılmasından önce sağlam bir alternatif denge inşa edilmediği sürece sonuçların tehlikeli olabileceğini kabullenmiyorlardı. Erdoğan bu tip görüşleri teşvik etti. Demokrasi konusundaki kararlılığını defalarca dile getirdi ve Avrupa Birliği üyelik sürecinin bir parçası olarak, Türkiye'nin generallerinin yerel nüfuzunu zayıflatmak için talep edilen reformları kullandı. Hatta, üst düzey yetkililere (eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'a olduğu gibi) şantaj yaptı. Türk askerinin morali düştü. Türk ordusu ve polisi anavatanlarını korumak isteseler de artık yapamazlar. Darbeden sonra yapılan tasfiye, binlerce tecrübeli Türk askerinin ve terörle mücadele polisinin kariyerini sona erdirdi. Bunların yerini almak için ise yeterlilikten ziyade Erdoğan'a sadakat önemsendi.

Gerçekte, Kürt isyancılar ve İslam Devleti ile mücadele eden askerler ve terörle mücadele polisleri körü körüne çalışıyorlar. Kürtler konusunda, Türk ordusunun hassaslığının yerini gaddarlık aldı, Cizre, Şırnak, Nusaybin ve Sur gibi yerler Suriye'nin Halep'ine dönüştürüldü. Bu arada Güneydoğu'nun bir bölümü Türk devletinin kontrolü dışına çıkmıştı. Türkiye Kürtleri şimdilerde Türkiye'nin sadece iç sınırlarının mı değişeceğini yoksa dış sınırlarının da değişip değişmeyeceğini tartışıyorlar. Üzerinde anlaştıkları yegane konu ise, Erdoğan'ın eylemlerinin yıllar öncesinde kalan barış sürecine dönülmesini imkansız hale getirmiş oluşu.

“EKONOMİK, KÜLTÜREK VE TURİSTİK MERKEZLERİNİ DOĞRUDAN ETKİLİYOR”

Bu arada, güçlerini Suriye'ye göndererek – çoğunlukla IŞİD'le değil de Suriye Kürtleri ile savaşmak için – Erdoğan ateşe benzin attı. 1980 ve 1990'lardaki terörle mücadele operasyonları sırasında Türk ordusu, Kürtlerin çoğunlukta olduğu Güneydoğu'daki yüzlerce Kürt kasabasını ve köyünü yerle bir etti. Yerinden olmuş Kürtler Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük ve orta büyüklükteki şehirlere kaçtı. Dolayısıyla, bugün etnik şiddet patlak verdiğinde, Türkiye'nin ekonomik, kültürel ve turistik merkezlerini doğrudan etkiliyor. Suriye'de bir çıkış stratejisinin olmaması nedeniyle uzun vadede Türkiye güvenlik ve ekonomi konularında bir bataklığa batabilir.

Nitekim, Türkiye'nin isyanla mücadele kampanyası ve askeri çarpışma Türkiye ekonomisini kırılma noktasına götürdü. Bu ironiktir çünkü, geçmişten gelen kurulu politik elit, enflasyon ve ekonomik zayıflıklar gibi unsurların sayesinde Erdoğan ve partisi iktidara gelmişti.

Kabaca bakacak olursak, Türkiye'nin ekonomisi sağlam görülüyor. Dünyanın 17. büyük ekonomisi, Türkiye'nin borç / GSYİH oranı, ABD'ninkinden çok daha iyi, yüzde 35 civarında. Erdoğan, bu başarısı sayesinde bir miktar kredi elde etti, ancak buna rağmen sandığı kadar değil: Kendisi hem Türklerin ''yeşil sermaye'' dedikleri paradan faydalandı – Katar ve Suudi Arabistan'da bulunan bağışçıların kayıt dışı parası – hem de demografik bölünmeden faydalandı, çalışan sınıfın ise ölüm ve doğum oranları düştü. (Aynı fenomen 1980'li ve 1990'lı yıllarda Doğu Asya'nın büyümesine neden olmuştu.)

Ancak bunların hiçbiri, Türkiye'nin ekonomisinin tepe noktasına geldiği ve geniş bir düşüş ile karşı karşıya kaldığı uyarı işaretlerini maskeleyemez. Son beş yılda, Türkiye'nin para birimi doların değerinin yarısını kaybetti. Enflasyon dokuz yılın en yüksek seviyesinde. Özel borçlar hızla yükseldi ve bankalar riske girdi. Nitekim Uluslararası borç verenler artık Türk bankalarından kaçıyorlar. Bu sorunları çözmek yerine, Erdoğan onlarI reddetmeyi tercih ediyor. Son olarak Standart & Poor's, Fitch ve son olarak Moody's Türkiye'nin notunu düşürdüğünde Erdoğan bu durumu önemsiz gördüklerini belirttirken kuruluşları kendilerine komplo düzenlemekle suçladı. AKP trolleri, Türkiye'nin mali durumunu sorgulayan uluslararası analistler ve bankalara karşı kampanyalar başlattı.

“CHAVEZ’İN İSLAMCI VERSİYONU HALİNE GELDİ”

Daha da kötüsü Erdoğan'ın kişisel intikam hırsını kanunların üzerinde görmesi. 1500'den fazla Maliye Bakanlığı yetkilisini tasfiye etti ve siyasi muhaliflerin sahip olduğu bankaları ve işletmeleri ele aldı ve onları aile bireylerine ya da arkadaşlarına yok pahasına sattı. Gerçekte, Erdoğan, Hugo Chavez'in İslamcı versiyonu haline geldi, Chavez, Güney Amerika'nın en zengin ülkesi olan Venezuella'yı alıp ekonomik anlamda dibe batırmıştı. Türkler ekonomilerinin tek adam tarafından harabeye dönüştürülemeyecek kadar güçlü olduğunu düşünüyorlarsa, kendilerine Venezuellalı'ların da bir zamanlar aynı yanılgıya sahip olduklarını anımsatmalı.

Türkiye bugün istikrarlı gibi görünebilir ancak bunun altı çürüktür. Yaklaşık 15 yıldır iktidarda kalan Erdoğan'ın mirası, Türkiye'nin istikrarının temelini attı. Ve iktidarın konsolide edilmesi ile, ölmesi ya da görevden ayrılması durumunda onun yerini almaya hazır hiç kimseyi bırakmadı.

Erdoğan'ın gürlemesi gücüyle ters orantılıdır. Tabanını sağlamlaştırmak için Amerikan karşıtlığı yapıyor, ve açıkça Türkiye'nin avantajına olacağını düşünerek Rusya'yı ABD'ye karşı kullanabileceğine inanıyor. Fakat şunu anlayamıyor ki, Rus lideri Vladimir Putin öyle donanımlı birisidir ki, Erdoğan onunla oynayacağına Putin Erdoğan'la oynayacaktır. Her iki durumda da böyle bir strateji Türkiye için kaçınılmaz bir kayıba yol açacaktır. Beyaz Saray'ın ve Pentagon'un düşünmesi gereken soru, Türkiye'yle nasıl iyi dost oluruz değil, Türkiye'nin çöküşünü nasıl yöneteceğiz olmalıdır.

Michael Rubin”

Çeviri: Şıvan Okçuoğlu

Odatv.com

Kaynak: http://www.aei.org/publication/turkeys-coming-chaos/

TÜRKİYE LİDER ÜLKE OLABİLİR Mİ – (I)
Av. Zafer Şahin
4 Temmuz 2017


Büyük Doğu İBDA Külliyâtı incelendiğinde “İslâma muhatap anlayışın dünya görüşü” olarak derinliğine fert ve genişliğine toplum meselelerinin halli halinde ortaya konulan fikir ve ideal manzumesinin; İBDA fikir sanat aksiyon mihrakınca diyalektik çizgide inkılab halinde toplumda tezahürünün maddi çerçevesi olarak teklif edilen siyasi şekli, yazı başlığımız (kelimenin aslî manasıyla) ‘Lider Ülke Türkiye’ misyonunu da hâvi ‘Başyücelik Devleti’ sistem ve anlayışıdır. Adalet, hürriyet, tam bağımsızlık, ve ülke olarak yoksun bulunduğumuz daha pek çok değer ve ‘olması gereken’ gibi, ‘Lider Ülke’ olmak hususunda da gereklilik budur. İşbu sebeplerle, iç ve dış çevrede bu tartışma ve söylemleri izlerken bir kaç noktaya temas etmek istiyoruz.

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki bugün içte ve dışta (niyetler farklı farklı) yüksek sesle ‘lider ülke Türkiye’ nidaları duyuluyorsa; rejim-düzen aynı olmasına rağmen mevcut rejimle de çelişir görüntü içerisinde ve fiili-müşahhas neticesi de olmayan bazı müspet beyan ve söylemler üç kıtada ve halklar üzerinde büyük bir heyecana sebep olabiliyorsa, bilinmelidir ki bu, Türkiye Cumhuriyetinin 89 yıllık tarihi, yapıp-ettikleri, izlediği siyaset ve kazanımları sebepleriyle değil, tam tersi, bu 89 yıllık tarihe ‘rağmen’dir.

Bu temel gerçeği başa almalıyız. Zira, Batının içinde bulunduğu tarihi süreç içerisinde oluşan ve 2012 yılına-bugüne gelen teorisi ve pratiğiyle topyekün bir değerler ve teşkilat sisteminin buhran-sarsıntıda olması karşısında, aynı Batının yüzyıllar önceki ve ancak Batının kendi cemiyetine fayda verebilmiş köhne ilke ve prensiplerinin beşinci sınıf adi kopyaları üzerine kurulmuş ve devam ettirilmeye çalışılan bir siyasal yapının ‘lider ülke’ olmak bir tarafa sağlıklı bir ülke olduğundan da bahsedilemez.

Neden ‘lider ülke Türkiye’ sorusundan önce şunu sormalıyız: daha düne kadar ve hatta bugün dahi 3. Dünya ülkelerinden herhangi bir ülke(!) olan, vatandaşlarına okul ve üniversite müfredatlarında kendisini böyle tanımlayan, Marshall yardımlarına muhtaç, sanayisi askeriyesi eğitimi adalet sistemi maliyesi güvenliği vesaire devlet olmanın temel gereklilikleri fiilen ABD Batı’nın politik-fiili vesayetinde olan; kendi insanıyla, halkıyla olan ilişki tarzı ve münasebetleri, bakış açısı mâlüm v.s. olan bir müesses yapı bugün niçin dünya çapında ‘lider ülke’ olarak kabul görebilmeye başlıyor?

Bu niçin sorusunun birinci cevabı, yukarda da belirttiğimiz gibi seksen dokuz yıllık tarihi sürece rağmen Türkiye’nin altı yüz yıl boyunca üç kıtada adalet istikrar ve barışla hüküm süren ‘LİDER ÜLKE’ Devleti Aliyye’nin, (reddi miras yapsa da), Hukuken esas mirasçısı ülke olmasındandır. Devleti Aliyye-Osmanlı Devleti ise, tam ve kâmil manada “adalet mefhumunun billurlaşmış nurdan heykeli Hz. Ömer” devrinde genişliğine doğru teşekkül etmiş bulunan tam bağımsız ‘LİDER ÜLKE’ İslam Devleti’nin, “Mutlak Fikrin Mutlak Sistemi”ne müstenid “Vasıta Sistem” sahibi mirasçısıydı. Bugün dünyanın lideri ‘kabul edilen’ ABD’nin gemilerinin Akdenize girebilmesi için bir eyalet valisine vergi ödediği, Dünyanın lideri olmuş LİDER ÜLKE’nin mukaddes emanetlerinin burada bulunduğu, Gerçek liderlik sembolü Hilafet’in “TBMM’nin Şahsı Manevisinde Mündemiç” bulunduğu içindir ki Türkiyenin mevcut ma’kus haline rağmen ‘lider ülke’ olabileceği fikri en küçük bir şaşkınlık uyandırmadan dinleyicisinde yeri hazır bir kabul görüyor.

1919 İşgal şartlarından bugüne devam edegelen Büyük Doğu İBDA Mücadelesi tarihinin ortaya koyduğu ‘vasıta gaye’ olarak çağına cevap verici, yalnız Hak ve ideal ölçülerine nispetli tam bağımsız, tam hâkim ‘LİDER ÜLKE olarak Başyücelik Devleti’ sisteminin çok kısa bir ânda ‘gerçekleşme’ ile tezahürü imkânı ve hatta her geçen gün geç kalınması, mevcut rejimin kronik problem ve açmazlarıyla ülkeyi – toplumu daha da çıkmaza sürüklemesi karşısında olması gereken olarak gereklilik belirtmesi de beraberinde ‘lider ülke’ imajı ve tartışmalarını getirmektedir.

İBDA Mimarı’nın ‘Başyücelik Devleti’ eserinin alt başlığı ‘Yeni Dünya Düzeni’ ifadesi bu hususta başlıbaşına bir fikir vermektedir. Emperyalist hegemonya güçlerinin kan, zulüm sömürü işgal soykırım üzerine kurulu süregelen ‘mevcut’ düzenlerini hileli olarak Yeni Dünya Düzeni olarak ifade etmelerine mukabil; Gerçek ‘Yeni Dünya Düzeni’…

Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız hususlar bize, ‘lider ülke Türkiye’ mevzuu kamuoyunda siyasetçiler tarafından dillendirilirken, böyle bir konunun her şeyden önce evvela hangi kök alakalarından kaynaklandığı, bunlardan mücerret, bunlar yok sayıldığında böyle bir mevzuun esamesinin dahi olmayacağını ve dolayısıyla buradan hareketle konunun ‘niçin’i ve ‘nasıl’ının da etraflıca düşünülmesi ve fakat doğru ve nispetli bir tarzda düşünülmesi gerektiğini de ihtar etmektedir. Aksi halde bu mevzuu, diğer pek çok mevzuda olduğu gibi sahici bir gerçekleşmeden uzak bir söylem olarak kalır ve dahi sahici ‘oluş’ imkan ve potansiyeline engel olur, bu haliyle de görünüşte fayda gibi görünebilen fakat gerçekte en büyük zarara yol açacak bir felakete dönüşebilir.

Çokça dile getirilen ekonomik göstergeler ve gelişme bu mevzuuda temel belirleyici olmadığı gibi belki de en son yan belirleyicilerdendir. Bugün ekonomik geliri, durumu gelişimi Türkiye’den 3, 4 kat fazla olan nice ülkelerin ‘tüketici’ bir 3. Dünya ülkesi olmaktan öte bir anlamı, ekonomik iyiliğinin bir faydası ve liderlik getirisi namevcuttur, bahis konusu bile değildir. Bu bakımdan, çokça gördüğümüz üzere, konuyu asıllardan-her şeyden mücerret sırf ‘ekonomi’yle ele almak başlı başına bir hata ve yanlıştır.

Bu noktada anlaşılabileceği üzere ‘lider ülke’ mevzuunun kötüye kullanılması meselesine geliyoruz. Birbirine tamamen zıt iki noktanın üst üste gelmesi ve kasıtlı olarak birbirine karıştırılmaya çalışılması ile mevcut köhne ABD-Batı sistemine tâbi, esasen sistemi besleyen, ayakta tutan, sistem kölesi bir ‘lider ülke'(!) şekillendirilmesi planından bahsediyoruz. ABD-Batı’nın ‘İhtiyaçlarına binaen’ kendilerine gereken ‘lider ülke'(!) İBDA Diyalektiğinin tabii işleyiş seyri halinde eşiğine gelinilen ‘Sahici Oluş’ a karşı ‘Ön Alma operasyonu’ olarak düşünülen ‘lider ülke'(!)

Bu hususlarda da, ABD Dışişleri Bakanı’nın, D, Friedman’ın, ‘Osmanlı’nın kredisini sonuna kadar kullanmalıyız’ buyuran ABD ‘de bulunan eski vâiz F. Gülen’in, diğer batılı medya ve siyasilerin beyan ve faaliyetlerinin dikkatle izlenmesi gerektiğine işaret etmekle iktifa ederek, devamını başka bir yazıda ele almak üzere konuyu şimdilik burada noktalıyoruz.

Not: Aylık dergisinin Aralık-2012 tarihli 99. sayısında yayınlanmıştır.

Kaynak: Adımlar dergisi

Nihat Genç içini dökmüş: Bana müsaade
13 Ekim 2017

Bu idealleri beyninde taşımak için hiç değilse kendi adınızı toprağınızın adını, tarihinizi ve geçmişinizi söyleyebilme cesareti gösterecek kadar kendine güveniniz ve bağımsız bir kafa taşımalısınız.
Üniversiteli gençlere yaptığım konuşmaların sonunu sohbete bağlamak için ses tonumu düşürür birkaç örnek kitap ve film tavsiyelerinde bulunurum.

Üniversiteye başlamış bir çocuğa "hayatı" öğrenebilmesi için ilk tavsiye ettiğim "Denizlerin Ortasında" filmidir, Herman Melville’nin ünlü Beyaz Balina romanını yazarken etkilendiği bir Amerika efsanesidir. Denizin ortasında aylarca aç susuz ayakta kalma mücadelesi. Gerçek bir hikayeden alındığı söylenir. Filmin sonunda ayakta kalan "anlatıcı" en yakın arkadaşının dahi "kalbini" yemek zorunda kalmıştır, hikaye müthiştir ve vahşi kapitalist toplumda birbirimizi yemeden ayakta kalamayacağımızı anlatır.

Gençlere dönüp, şimdi seviştiğiniz kıkır kıkır eğlenip güldüğünüz ve bu sıralarda sarmaş dolaş oturduğunuz en yakın arkadaşınızın kalbini yer misiniz, derim.

Önünüzde öyle fırtınalı ve sahipsiz bir hayat var ki bu dünyada tek başınızda karnınızı doyurmak çok zordur ve üniversite size "ayakta kalmanız" için sadece "fikirler" verecek ve gün gelir en yakın arkadaşınızın kalbini yersiniz.

Upton Sinclair’in 1920’lerde yazdığı müthiş romandan alınmış "Kan Dökülecek" filmini unutmayın, Amerika’nın iki büyük gücü kiliseyle vahşi işadamının savaşını anlatır, ülkemiz adına da çok şey öğretir, film, bu vahşi kapitalist savaşta hangi iki ateş arasında kalacağımızı da gösterir.

Elinizin altında "internet" işte Fransız İhtilali dizisi, her gece bir bölümünü izleyebilirsiniz, tarihin en büyük "halk" devriminin insanlığa ve bizlere neler kazandırdığını kahramanlarıyla birlikte öğretir size. Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yasası: “Herkes Hukuk Karşısında Eşittir.” Ne anlama ve hangi büyük isyanlarla tarihe yazılmıştır ve "yurttaşlık" ne demektir?

Ve peşinden, Paris Komünü filmi, o da var internette, bu sefer elden çıkmış "cumhuriyet"i yeniden kazanmak için yoksul cumhuriyetçilerle sosyalistlerin aynı cephede saraya karşı savaşı…

Ve peşinden mutlaka Neruda’nın Postacısı filmini tavsiye ederim, gençlerin şiirin, edebiyatın, "duyguların" hayatımızdaki devrimci rolünü anlayabilmeleri için.

Ve istiklal harbimiz, 12 Eylül sonrası çekilmiş Kurtuluş dizisini mutlaka tembih ederim.

Yıllar sonra Kurtuluş dizisinin birkaç bölümünü yeniden izledim, komutanlarımızın ağzında hep “aman ordumuzun başına bir felaket gelmesin”cümlesi. “Aman ordumuzu dikkat edelim”.

“Ordumuz, ordumuz, ordumuz…”… İnsan haliyle soruyor, İzmirimiz, Anadolumuz, Afyonumuz, Egemiz işgal altında ama, bu felaket karanlık günlerde “Anadolumuz, memleketimiz” çığlığından daha çok “aman ordumuz” feryatları.

Neden, çünkü “ordunuz” yoksa Afyonunuz da Hatayınız da “toprağınız da”yoktur.

ORTAYA NE İDÜĞÜ BELİRSİZ YÜZLERCE GÜYA LİBERAL FIRLADI

Gençler son on yılını gözleriyle gördü yaşadı bizler “ordumuzu” tasfiye planını son otuz yıldır izledik. Özal’la başlayan neo-liberal politikaları, özelleştirmeleri.

Ve demokrasinin etnik mezhep özgürlüklerine doğru kasıtlı şekilde dönüştürülmesi, son otuz yılda, insan hakları, tazminatlar, fırsat eşitlikleri, işsizlik, vs. gitti yerini "etnik" bir tartışma aldı…

Daha da ötesi ortaya ne idüğü belirsiz yüzlerce güya liberal fırladı ve önce Türk kelimesini aşağıladı ve Türk’ü “etnik” tabirle kullandılar, çok geçmeden İslamcılar, Türk’ü “kabile” tabiriyle yazıp çizmeye başladılar.

Öyle bir manipülasyon, öyle bir algı mühendisliği ki otuz uzun yıl Türk demek Türk Milleti demek “katillik”, “ırkçılık”, “faşistlikle” eş değer hale getirildi.

Ve tarihler 2007 ve sonrasını gösterirken sıra Türk ve Türk Milleti diyenleri kriminalize (suçlu) edip tek tek kollarından kelepçeleyip, içeri tıkmaya geldi.

Cumhuriyet, Atatürk, Kurtuluş Savaşı, Türk Milleti diyenler ve yazanlar “içeri tıkılmayı” hak eden bir algı oluşturuldu.

Kendi tarihimizden, kendi köklerimizden, kendi kültürümüzden, kendi milletimizden bizleri konuşamaz hale kimler niye getirdi?

Türkiye’yi yıkmak parçalamak bölmek un ufak etmek isteyen güçler ve projeleri tarafından getirildi!

Öyle bir hale geldi ki Hürriyet Gazetesi’nin Türkiye Türklerindir logosu dahi indirilsin diye manşetler atıldı onlarca yazı yazıldı.

Ve bugün dahi ülkemizin aydınları, gençleri hatta Türk milliyetçileri dahi Türk Milleti demekten çekinir halde.

Kardeşlerim, biz tarihin en eski milletinin çocuklarıyız, tarihin ilk günlerinden beri tarihin bütün büyük meydan savaşlarında ve her yüzyılında vardık, bunları söylemekten utanmayın.

Bunu söylemek ırkçılık, faşistlik, katillik asla değildir, tarihi bir gerçektir, sosyolojik bir gerçektir, coğrafyamızın gerçeği ve kaderimizdir.

Soyuyla sopuyla utanan insanlar da soyuyla sopuyla övünen insanlar gibi aynı aşağılık kimliksiz insanlardır.

TÜRK ORDULARI OLMASAYDI…

Tarihin baş harfleriyle bir kaç cümle hatırlatalım, Türk orduları olmasaydı, bugün Arapça diye bir dil yaşayabilir miydi, Mekke ve Kahire etrafında birkaç milyon dışında.

Türk orduları olmasaydı bugün elli ayrı etnik grup içinde yaşayan Farsça bir büyük dünya dili olarak bugüne gelebilir miydi?

Yetmiş parça yüz parça Hindistan Babur İmparatorluğu olmasaydı yüzyılımızın başına bölünmeden dağılmadan gelebilir miydi?

Hindistan 1867’de İngilizler’in eline geçti yüz yıla varmadı Pakistan’ı Bangladeş’i ayrıldı, birinci cihan savaşı sonrası, işte Arap coğrafyası, bin parça…

Kendine yetemeyen ihtiraslı küçük krallıklar ve birbirleriyle hala savaş halinde bin parça mezhep…

Asya’dan çıkan Türkler Çinlilerle, Hintlilerle, İranlılarla, Araplarla, Slavlarla, Ermenilerle ve (hazar devleti) Yahudilerle ve Ermenilerle ve Rumlarla, defalarca ve peşpeşe ordular, devletler, aileler kurmuş bir büyük millettir.

Çok kültür, çok din bugünkü modern şehrin vazgeçilmezidir, henüz sekizinci asırda Uygurlar çok dini bir araya getiren Maniheizmi yeniden icad etmiştir hatta Hindistan’da Babürler dahi bu çok dini yan yana getirmek için uğraşmışlar, yani Türkler daha o kadim yıllarda bugünkü modern şehrin kapılarını zorlamış binlerce kavmi aynı coğrafyalar içinde bir arada tutmuştur.

Tarihte hiçbir coğrafya parçası Anadolu kadar saldırıya uğramamıştır.

Avrupa Birliği’nin aydınlanma yazarlarıyla başlayan dört yüzyıllık bir proje olduğunu biliyoruz, oysa tarihin en uzun projesi, en bitmeyen projesi, nefes almadan bin yıl süren en büyük projesi Türkler’i Anadolu’dan kovma projesidir.

Osmanlı’nın son yıllarında İstanbul’da Romanya Elçiliği yapan, Trandafır G. Djuvara, Osmanlı parçalandıktan sonra, oturup, bu parçalanmanın tarihini yazdı: Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje.

Tabii ki bulduğu gördüğü yüz proje, Türk İmparatorluğu’nu nasıl yıkabiliriz diyen yüzlerce kitap rapor Türkler’in Anadolu’yu geldiği günden başlıyor Osmanlı’nın son gününe kadar.

Nerdeyse her on yılda bir, başta Vatikan, Avrupalı krallar İstanbul’u Kudüs’ü karadan, denizden ve hangi para ve hangi ülkelerden kaç bin asker vererek ve Türkler’i arkadan vuracak kimlerle ittifak kurarak ve hangi yolları izleyerek alabilir, işte bin uzun yıl çalıştıkları en büyük proje ve hala bitmeyen proje.

Bin uzun yıl büyük bir basınç oluşturdular ve öyle zamanlar geldi ki en aklı başında yazarları dahi yılgınlık içinde Türkler’in elinden vatanlarının alınamayacağını yazıp çizdiler.

Ve, bin yıllık tarih içinde rahat denilebilecek bir on yıl yok, sıkışan gaz Osmanlı’nın patlatılmasından sonra sanki bir yirmi yıl Batılılar’ı rahatlatıyor ve sonra 1950’li yıllarla birlikte tekrar büyük yıkım projeleri devreye girmeye başlıyor.

GÜN GELİYOR KURTULUŞ SAVAŞI YİNE KAÇINILMAZ HALE GELİYOR

15 Temmuz’la bilfiil bu büyük projelerinden birini canlı canlı yaşadık.

Ve ne zaman bölüşüme eşitliğe hukuk’a dönük büyük ilerici kitleler ortaya fırlasa, darbelerle kafası ezildi, yok edildiler.

Milli kimliğine, milli üretimine, toprağına ve kendine karşı güvenini kaybetmiş siyasetimize, sorular sorular.

1950’li yıllardan itibaren iktidara gelen sağ partiler, neden, dış dünyaya karşı Osmanlı’nın çöküş dönemindeki “çaresiz”, “eli kolu bağlı” siyasetlerini sürdürdüler?

Osmanlı’nın son yüzyılında yabancı elçilerin hatıralarını okuduğumuzda, bir çok farklı ülkenin elçisi, benzer lafları kullanır, “(sadrazam, vezirler, padişah) vaatlerimizi red etmiyorlar ama erteliyorlar…”

Abdülhamit bir “erteleme” ustası, Özal da öyle Tayyip de.

Bu politikayı Özal’dan beri çok iyi ezberledik: “Batı’nın dayatmalarını red etmiyor sadece erteliyor…”

Küçük tavizler vere vere erteleme.

AB’ye gireceğiz, egemenliğimizi tartışabiliriz: Özelleştireceğiz. Yerel yönetimlerde şunu şunu yapacağız. Federasyonu tartışabiliriz. Özal’dan Tayyip Bey’e ilerleyelim, kurulduğu günden beri Abdullah Gül’ün Davutoğlu’nun Tayyip Bey’in verdiği sözler…

Veresiye verilen sözler sizi anayasanıza Yugoslavya ve Irak anayasası gibi etnik kavramlar sokmaya kadar zorluyor, veresiye vere vere, gün geliyor, alacaklılar kapınıza dayanıyor ve gün geliyor tıpkı istiklal savaşı gibi bir Kurtuluş Savaşı yine kaçınılmaz hale geliyor.

Bir bakın Osmanlı’nın son yüz elli yılına, kenardan köşeden Girit’den, Mısır’dan, Kıbrıs’tan, Balkanlar’dan tırpanlaya tırpanlaya, coğrafyanızı törpüleye törpüleye önce Edirne’ye sonra İstanbul’a Sevr’e kadar düşman ordularının nasıl usul usul ilerleyip girdiğine… Bir bakın bugünkü halimize Ege’den, Suriye, Irak sınırlarımıza törpülenme başladı bile.

Cumhuriyet modern siyasi değerler üzerinde kuruldu, “hukuk karşısında herkes eşittir” hem anayasası hem en vazgeçilmez en büyük siyasi değeridir, ancak, AB sürecinde gördüğümüz gibi, istediğiniz kadar reformlar yapın, ki, Tanzimat’tan beri yapıyoruz, istediğiniz kadar o yasayı değiştirin bu yerel yönetim yapısını değiştirin, bu istek ve dayatmaların hepsi asıl büyük yıkım projesinin sadece perdesidir.

Bu ülkenin bekasına, varlığına, toprağına kast eden bir büyük ihanet projesinin hepiniz canlı şahidisiniz, "vesayet kaldırılsın" diyenlerin gerçek amacı “demokrasi ve özgürlükler mi?” yoksa en büyük gücü “ordu” olan bir milletin dayatmalar karşısında kudret gösteremeyecek denli zayıflatılması mıydı?

Tarih gözleriniz önünde yazıldı, ihaneti gördünüz.

Son otuz yılda ordu öyle zayıflatıldı ki Barzani, PKK ve hatta IŞİD dahi büyük bir tehdit olarak sahaya fırladı ve Orta-Doğu’yu paramparça hale getirdiler ve ordu zayıflatılırken Kerkük ve Musul’da bitmeyen katliamlar ve demografik yapısı değiştirildi, şimdi istediğin kadar ağla…

Bir milletin ordusu, hukuku, kurumları hain operasyonlarla parçalanırken“ordunuz olmadan nasıl yaşayacaksınız” dediğimizde bizlere “faşist, ırkçı, katil”ve hatta “deli” diyenlerin ellerinde bugün Türk Ordusu’ndan başka servetleri ve umutları kalmadı.

Cumhuriyet demeden, Türk milleti demeden, Türk Ordusu demeden bu ülke toprağını nasıl koruyacak dediğimizde bizi, “işte faşistler”, “işte Ergenekoncu bunlar” deyip Fetöcü savcılara içeri atın talimatı yazılar yazanlar dahi, bugün Türk Ordusu’ndan medet umar hale geldiler.

Bunca proje kumpas operasyon felaketlerinin içinden geçtik, akıllandık sanıyordum, hayır…

HALA UTANIYOR…

Bu kadar “milli” dersten sonra bir milli parti kurulacaksa, şüphesiz, o partinin omurgası “Müdafaa-i Hukuk” olmalı Kuvayi Milliye olmalı. Hatta o parti, günün anlam ve önemine uygun zayıflatılan ordunun yerine “geçilmez aşılmaz bir duvar gibi” ordu gibi sağlam olmalı.

Hayır, milliyetçiyim diyenlerin ağzında dahi Özal’la başlayan “dayatmalar”ın hepsi ve etnik ve mezhep ve açılım gibi ülkeyi felakete sürüklemiş “ihanetlerin” hepsi gırla gidiyor.

Hala kendilerine güven yok.

Hala ondan bundan medet…

Hala kendi tarlasına, kendi atölyesine, kendi üretimine ve kendi milli kimliğine güven yok.

Milliyim diyen, milliyetçiyim diyen dahi, tüzüğüne Müdafaa-i Hukuk yazmaktan, Türk Milleti’yim demekten hala utanıyor!

İnsan, tarihin bu en felaketli yıllarından sonra, keşke AKP, batının dayatmaları için kurulmuş son parti olsaydı, diyor, insan AKP keşke Batı’nın son projesi olsaydı diyor, ne CHP’sinde ne yenisinde bir milli irade hiç yok.

Ben ülkemi böldürmem benim adım Türk Milleti’dir diyen bir parti yok.

Anlaşılan o ki tarihin coğrafyanın hukuk’un gerçekleri ve bu kadar diz boyu ihanet bizi “adam” etmeye yetmemiş.

Şaşırdık kaldık, ne diyelim kardeşlerim.

En milliyetçi benim diyenler dahi toprak bütünlüğünün tartışılmaz olduğunu kararlılıkla deklare etmekten korkuyorsa hala…

Bize bir otuz yıl daha “faşist”, “ırkçı”, “katil” ve “deli” diyenler, yola çıkmış geliyorlar, demektir!

Amentü gibi yeniden tekrarlayalım, en yakın siyasi idealimiz ve ülkümüz, bu topraklarda herkesin hukuk karşısında eşitliğine giden yoldur, ekonomisinden tazminatına fırsat eşitliğine ve insan haklarına, kadar…

Bu idealleri köle kafalar, sömürgeleşmiş zihinler gerçekleştiremez.

Bu idealleri beyninde taşımak için hiç değilse kendi adınızı toprağınızın adını, tarihinizi ve geçmişinizi söyleyebilme cesareti gösterecek kadar kendine güveniniz ve bağımsız bir kafa taşımalısınız.

Son otuz yılın neo-liberal dayatmaları zihinlerinizi köleleştirmiş ve sömürge kafasına sizleri razı etmişse…

Ve sizi hala Özal ve Tayyip ve güya liberallerin siyasetlerinin ağızlarına ve programlarına birileri zorlamışsa…

Mıy mıy mıy mıy… reformdu yerel yönetimdi özelleştirmeydi NATO’ydu, Amerika’daydı diye inim inim inletip göbeklerinizden dünkü Özal’ından bugünkü CHP’sine ve en milliyetçiyim benim diyenine kadar bağlamışsa.

Daha çok işimiz var demektir.

Bana müsaade.

Ben, “ırkçı faşist” ve “deli” olarak, yoluma devam edeceğim.

Cumhuriyeti ve toprağımı ve herkesi eşitleyen hukuk’u ayakta tutmak için gerekirse…

Kalp yiyen bir vahşi olarak, yoluma devam edeceğim.

Odatv.com
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Oca 15, 2018 9:06 pm    Mesaj konusu: 'Türkiye'de 'utanç' hisseden geniş bir kesim var' Alıntıyla Cevap Gönder

Prof. Necmi Erdoğan: "Türkiye'de 'utanç' hisseden geniş bir kesim var; insanlığını ve aklını yitirmemiş geniş bir yurttaşlar kitlesi"
15 Ocak 2018



Prof. Necmi Erdoğan: Muhalefetin 'yoksullukla' ilgili sorunu alt sınıflarla organik bağ geliştirememek

Türkiye’de ‘yoksulluk’ üzerine en kapsamlı çalışmaları yapan ODTÜ Öğretim Üyesi Prof. Necmi Erdoğan, işsizlik ve taşeronla ilgili tartışmalarda öne çıkan muhalefetin yoksulluk konusundaki yetersizliğinin ‘pratik politikalar’ ve ezilen alt sınıflarla organik bağ geliştirememek olduğunu söyledi.

Yoksulluk konusunda AKP’nin icraatlarıyla ilgili ilk akla gelenin de ‘sosyal yardımlar yoluyla verilen destek’ olduğunu ifade eden Erdoğan, “Sıcak evinde otururken alt sınıfların sosyal yardımlar nedeniyle AKP’ye oy vermesini tweet atarak eleştirme hali sorgulanması gereken bir hal. Alt sınıfların gündelik hayatı için makarnanın ve kömürün ne anlama geldiğini anlayamama hali. Solun kendini var edemediği koşullarda, alt sınıftakilerin gündelik ihtiyaçlarını karşılayanlara bel bağlaması kadar doğal bir şey yok” dedi. Erdoğan, siyasal İslamcılığın da alt sınıflarla organik bir bağ kurduğunu düşünmediğini de sözlerine ekledi.

"Türkiye toplumunda kendini utanç içinde hisseden geniş bir kesim var, insanlığını ve aklını yitirmemiş olan geniş bir yurttaşlar kitlesi. Olmaması gereken onca şeyin olması karşısında yurttaş ve hatta insan olmanın utancı içinde kıvranıyoruz” diyen Erdoğan, utanç hissinin başka bir duyguya dönüşerek eyleme konu olmadığı zaman yaşayanları kötürümleştirmekten başka sonuç vermeyeceğini, örgütlenmesi halinde ise yeni bir umudun başlangıcı olacağını sözlerine ekledi.

BirGün’den Meltem Yılmaz’ın “Yoksulluk Halleri” kitabının da editörü olan Prof. Erdoğan’la gerçekleştirdiği söyleşi şöyle:

»Türkiye’de yoksulluk üzerine Türkiye’de en kapsamlı çalışmaları yapan isim olarak, önceki gün bir inşaat işçisinin Meclis önünde kendini yaktığı haberiyle karşılaştığınızda tepkiniz ne oldu, ne düşündünüz?
Ben bu haberi internette gördüğümde, kendimden utanacağımı bildiğim için okumak istemedim. Bu utanç duygusu yalnızca bu haberle ilgili değil elbette; yalnızca bana özgü de değil. Aslında günümüz Türkiye toplumunda kendini utanç içinde hisseden geniş bir kesim var, insanlığını ve aklını yitirmemiş olan geniş bir yurttaşlar kitlesi. Olmaması gereken onca şeyin olması karşısında yurttaş ve hatta insan olmanın utancı içinde kıvranıyoruz.

"Utanç, bir başlangıç olabilir"

»Evet, tam olarak bu, utanç duyuyoruz.
Dahası bu utanç duygusundan yorgun düşüyoruz. Marx bir yerde “liberalizm örtüsünün atıldığı ve en iğrenç despotizmin bütün dünyanın gözleri önünde sergilendiği” Prusya yönetiminin ucubeliği karşısında, utançtan yüzlerini kapattıklarını söylemiş ve “kendi içine dönük bir çeşit öfke” olarak “utancın bir çeşit devrim” olduğu savunmuştu. Alman halkını kastederek, “bütün bir ulus gerçekten utanç duygusu içinde olsaydı, ileri atılmaya hazır bir aslan gibi olurdu” diye de eklemişti. Utanç, utanç olarak kaldığı ve başka bir duyguya ve onu dönüştürecek bir eyleme konu olmadığı sürece onu yaşayanları kötürümleştirmekten başka sonuç vermez elbette. Ama bir başlangıç olabilir. Elimizi yüzümüzden çekmek ve yanımızdaki duygudaşlarımızın elleriyle birleştirmek bir başka duyguya geçişin, umudun başlangıcı olacaktır.

»Çareyi endini yakmakta bulan inşaat işçisini medyanın büyük bir çoğunluğu göstermedi. Dahası, kendisi ile konuşmak için aradığımda, polisin onu en yakınlarıyla dahi görüştürmediğini öğrendim. Bu tablo bize bugünün Türkiye’si ile ilgili ne anlatıyor?
Onunla ilgili az sayıdaki habere bakınca, dünyanın ağırlığının bütün şiddetiyle hissedildiği bir mikrokozmos çıkıyor karşımıza. Olayın gerçekleştiği sahneye baktığımızda da, Türkiye toplumunun neredeyse tüm toplumsal-siyasal dinamiklerinin ve aktörlerinin varlıkları veya yokluklarıyla rol oynadıkları bir tablo beliriyor. Öncelikle çoktan siyasal işlevini yitirmiş bir meclisin önünde, bu durumun farkında olmadan çığlığının duyulmasını isteyen bir işsiz veya yoksul emekçi var.

»Hikâyesi ne anlatıyor?
Hikayesine bakınca, Türkiye kapitalizminin malum dinamiklerinin onun dünyasında ürettiği sonuçlar kendini gösteriyor: Taşeronla çalışan ünlü bir inşaat firmasının şaşırtıcı olmayan bir şekilde işçilerin güvenliğini umursamadığı gibi, “kaza” geçiren işçiyi de 200 lira vererek evinin önüne bıraktığını anlıyoruz. Yanı sıra, FETÖ’den alınanı da dahil sık sık hâkimlerin değiştiği bir davada yıllardır hak aradığı bir yargı sistemi var. Devam edersek, bu olayı yok sayan ve haberleşmesini istemeyen bir medya ve ayrıca bu insanın hastanede ziyaret edilmesini engellemek isteyen güvenlik kuvvetleri de var bu sahnede. Bunlar varlıklarıyla rol oynuyorlar. Bir de yokluğu veya etkisizliği ile rol oynayan bir aktör var ki o da toplumsal ve siyasal muhalefet. Olayın sonrasında ziyarete giderek işçi ile bağ kurmaya çalışan örgütler var ki bu da eğreti kalmaya mahkûm.

"Sosyal medyadaki tepki, dillendirmeden ve kınamadan ibaret"

»Bir de sosyal medya meselesi var, “muhalefet” adına…
Olaya sosyal medyada gösterilen tepkiden de söz etmek mümkün ama o tepki de aslında sosyal medyada dillendirmeden ve kınamadan ibaret bir tepki. Yazarak, söyleyerek veya söylenerek yükünden kurtulma arayışının nafile olduğunu gördüğü halde buna devam eden, belki de çaresizce bunu yapan bir muhalefet.

»Editörlüğünü yaptığınız “Yoksulluk Halleri” kitabının kapsamı yoksulluğun görünürlüğü üzerineydi. Türkiye’de yoksulluk giderek daha görünmez bir hal mi alıyor?
Yoksulluğun görünmezleşmesi yeni bir durum değil. 2000’lerin başlarında böyle bir tablonun olduğunu ortaya koymuştuk ama günümüz Türkiye’si açısından bunun bir haber konusu olmasını bile engelleyen bir siyasal dinamik var. Yoksulluk maddi süreçlerle ilgili bir sorun ama yalnızca bundan ibaret değil. Görünmez olmak, sayılmamak, hesaba katılmamak, söz verilmemek, sözünü söyleyememek hali de aynı zamanda. Yer yer görünür kılındığı haller de var, bunlar acıklı, tehlikeli, şiddetli, kriminal ve benzeri haller. Yakacak odun bulamadığı için çocuğunun eline saç kurutma makinesi verip intihar eden kadını düşünün. Ancak bu ve benzeri tepkilerle görünür oluyor yoksulluk. Ama bir de bu halleriyle haber olmanın insanda nasıl duygusal yaralar açtığını düşünelim. Yani yoksulluk insanın görünür olduğu hali de kendisinin belirleyemediği bir durum.

"Yoksulluk siyasal, kültürel, eğitsel araçlardan da yoksunluk demek"

»Yoksulluğun bir reaksiyona çevrilmemesinin altında yatan nedenler nedir? Daha önceki hükümet krizinde bir esnafın attığı yazar kasa yeni bir dönem başlatırken bu olay öyle bir etkide değil, bu başka bir dönemece mi işaret ediyor?
Bu olayın bir dönemece işare ettiğini veya edeceğini, birkaç nedenle söylemek zor. Yakın dönem Türkiye toplumu bu olayın kat be kat ağırı birçok olay yaşadı. Çok daha ağır tablolar karşısında, ciddi kitlesel bir tepki göstermeyen bir toplumda, bu tekil olayın bir kırılma noktası oluştracağını söylemek mümkün değil. Aslında 2001 krizinde ortaya çıkan toplumsal tablo da bundan farklı değildi. Türkiye Arjantin’le aynı dönemde bir kriz yaşadı ancak Arjantin’de krize verilen toplumsal tepki, yaygın kitlesel örgütlenmeler şeklinde iken, 2001 krizi sonrası Türkiye’de böyle bir tablo ile karşılaşmadık. bugünkü tablo da aslında onun bir devamı. Yakın dönem Türkiyesinde neoliberal ortodoksinin toplumsal, kültürel ve ahlaki etkileri derinliğine hissediliyor.

»Nedir bu etkiler?
İnsanları yalıtan, yalnızlaştıran, bireyselleştiren, kendi içine kapatan, kendine dönük kılan etkiler... Ama bu alt sınıflara özgü bir tablo değil. Türkiye toplumunun geneline ve bu arada tabii küçük burjuvaziye de özgü bir tablo. Yoksulluk siyasal, kültürel, eğitsel araçlardan da yoksunluk demek. Bu nedenle, diyelim beyaz yakalıların veya orta sınıfın bu bakımlardan koşullarının örgütlenmeye elverişli olmasına rağmen örgütlenmekten uzak durmalarını düşününce yoksulların siyasal eğilimlerine yönelik horlayıcı bakışların sorgulanması gerekiyor.

»Muhalefetin yoksulluğu ve yoksulu merkeze alan politikalar üretmemesi de sorgulanmamalı mı?
Yoksulluk bahsinde muhalefetin sorunu bir politika üretmemesi değil çünkü bir biçimde işsizikle ilgili, taşeronla ilgili tartışmalar var muhalefetin ürettiği. Ama temel sorun söz olarak politikanın ötesinde, pratik olarak politikanın geliştirilememesi, ezilen alt sınıflarla organik bir bağın geliştirilememesi. Bu yönde arayışlar hep var ama bu arayışlar büyük ölçüde dar ve sınırlı ölçüde, yerel ve tekil bağlamlarda ortaya konmaya çalışılan çabalar. Zayıf kalarak geniş toplumsal ve siyasal dinamiklerin duvarına çarptığı için de sönümlenmeye mahkum oluyor. Soma örneğinde olduğu gibi.

"Sıcak evinde otururken alt sınıfların AKP’ye oy vermesini eleştirme hali sorgulanmalı"

»Sosyal devlette “sosyal yardım” denilebilecek ancak iktidar bunu “biz verdik” şeklinde lanse ettiği için sadaka şeklini alan yardımların yoksulluğun görünürlüğünde nasıl bir rolü var?
Yoksulluk bahsinde ilk akla gelen sosyal yardımlar yoluyla yoksulların AKP’ye verdiği destek. Sadaka kaptalizmi veya hayırsever neoliberalizm denilen şeyin düzeni tahkim eden bir özelliği elbette var. Ancak alt sınıflar ile AKP arasındaki bağın niteliği konusunda kapsamlı çalışmalar olmadığını vurgulayayım. Ben bu bağın büyük ölçüde klişelerle düşünüldüğü kanısındayım. Öte yandan, sosyal yardımların özellikle sosyal medyada büyük ölçüde alaycı, kınayıcı bir dille değerlendirildiğini de biliyoruz. Ben konuda hassas oluması gerektiği kanısındayım. Tam da intihar eden kadın örneğindeki gibi, kendi sıcak evinde otururken alt sınıfların sosyal yardımlar nedeniyle AKP’ye oy vermesini tweet atarak eleştirme hali sorgulanması gereken bir hal. Alt sınıfların gündelik hayatı için makarnanın ve kömürün ne anlama geldiğini anlayamama hali yani. Solun kendini var edemediği koşullarda, alt sınıftakilerin gündelik ihtiyaçlarını karşılayanlara bel bağlaması kadar doğal bir şey yok.

»Peki bu sosyal yardımların, alt sınıfların İslamcılığa verdiği destek açısından rolü nedir?
Bu rolün hala çok iyi anlaşılabildiğini veya bilindiğini ben düşünmüyorum. Klişe imajlarla alt sınıflar ile İslamcılık arasında bağ kuruluyor oysa orta sınıf bu bağlamda çok daha kritik bir rol oynuyor. Siyasal islamcılığın alt sınıflarla ne ölçüde organik bir bağ olduğu kurcalanmıyor. Ama ben anlamlı bir organik bağ olduğu kanısında değilim.

»Röportajımızın başında utanç duygusunun umuda geçişin başlagıcı olabileceğini söylemiştiniz. Bu nasıl mümkün?
Benjamin ezilenler için olağanüstü halin istisna değil, kural olduğunu söylemişti. Günümüz Türkiye’sinde işsizliğin, yoksulluğun, sömürünün emekçilere, alt sınıflara yaşattığı hem maddi ve hem de gayrımaddi, duygusal bir olağanüstü hal var. Ama bir de bildiğimiz siyasal anlamıyla olağanüstü hal var. Sorun, bu iki olağanüstü hal biçiminin açtığı yaralara birbiriyle rezonans halinde hitap edebilecek bir kolektif iradenin geliştirilmesinde yatıyor. Marx, tam da kendini yakan işsiz gibi “sanayinin kurbanlarının” da dahil olduğu sefaletten söz ederken “artık nüfus” ifadesini kullanmıştı. Türkiye’de böyle bir artık nüfusun yanı sıra, siyasal iktidarın artık nüfus saydığı geniş bir kesim de var. Bu iki anlamıyla artık nüfusun ortaklaşmasını sağlayacak bir kolektif irade utanç duygusundan umuda geçmemizi de sağlayacaktır.

T24
ETİKETLER
necmi erdoğan meltem yılmaz yoksulluk

Kadri Yıldırım: “Çözüm, ÖSO ile değil Kürtlerle işbirliği yapmaktır”
29 Ocak 2018



T24'ten Hülya Karabağlı'nın haberine göre; Türkiye'nin Suriye'nin kuzeybatısındaki Afrin bölgesinde gerçekleştirdiği Zeytin Dalı Harekatı'nın başlamasının ardından camilerde Fetih Suresi okutulmasına tepki gösteren HDP Siirt Milletvekili Kadri Yıldırım, “Fetih Suresi bir barış projesini onaylamak için inmiş ve Mekke’nin fethi bu projenin en somut uygulaması olmuştur. Diyanetin bunu savaşa alet edercesine, siyasi bir baskı altında bunu savaş argümanı haline getirmesine çok üzüldük.” dedi.

HDP Diyarbakır Milletvekili Nimetullah Erdoğmuş’la birlikte TBMM'de ortak basın toplantısı düzenleyen Yıldırım, Türkiye de dahil olmak üzere İslam ülkelerinin çoğunda Diyanet kurumlarının gerçek İslam’ı temsil etmekten uzaklaşarak bağlı oldukları devletlerin birer aracı haline geldiklerini savundu. Yıldırım, “Bu devletlerin ve iktidarların arzuladıkları istikamette fetvalar vermekten çekinmiyorlar” diye konuştu.

"Milli ve yerli olmak çareyi içeride aramaktır"

Her türlü konunun enine boyuna ve siyaset üstü tartışılması için Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan randevu talep ettiklerini kaydeden Yılmaz, T24’ün, “Diyanet’e götüreceğiniz önerinin tam karşılığı nedir” sorusuna, “Bölgeye gitmenin de içinde yer alabileceği geniş kapsamlı bir öneri. Hem mevcut askeri harekatı hem de diğer hususları masaya yatırmak ve ona göre de hiçbir parti ve siyasi mülahazayı gözetmeden, vicdan adalet, insan halkları çerçevesinde müzakere etmek. Aksi takdirde bu uçuruma birlikte yuvarlanırız. Ne ABD’nin ne Rusya’nın bize bir faydası yok. Bana göre milli ve yerli olmak çareyi içeride aramaktır. Bu noktada bazı adımlar atılabilir” cevabını verdi.

Afrin harekatını değerlendiren Prof. Kadri Yıldırım, “Savaş yol adres sormaz. Afrin’de de Kilis’te de çocuklar enkaz altında kalıyor. Önemli olan bunun önünü almaktır. Ölenin de öldürenin de Müslüman olduğu coğrafyada daha fazla kanın dökülmesine neden olmak anlamına gelmektedir. Türkiye’de Afrin düşsün diye, Kürt coğrafyasında düşmesin diye dua okunuyor” ifadelerini kullandı. Prof. Kadri Yıldırım’ın basın toplantısındaki açıklamaları şöyle:

"ABD ve Rusya hep yarım kalmamızı istemiştir. Sizden beklenen ey Türkiye’yi yönetenler; şunu söylemenizdi: 'Ey ABD, ey Rusya siz devreden çıkın. Biz bin yıllık kardeşliğe sahibiz. Kürtlere bir statü verilecekse de biz bunu aramızda hallederiz. Atalarımız Selçuklular, Osmanlılar Kürtlere statü verdiler. Eğer bugün de bir şey verilecekse biz devreye gireceğiz siz geldiğiniz yere dönün' demelerini bekliyorduk.

“Hem Kürtleri denize atıyorsunuz hem niye yılana sarılıyorsunuz diyorsunuz”

"Ama maalesef yapmadınız. Kürtler aslında ABD’yi de Rusya’yı da iyi tanıyorlar. 1946’da Mahabad Kürt Cumhuriyetini kurduranın da yıktıranın da Rusya olduğunu çok iyi biliyor. Kürtlerin çok iyi bildiği bir husus da, ABD’nin el attığı her probleme ne öldük ne olduk perspektifiyle yaklaştığı ve her meseleyi çıkmaz halde bıraktığıdır.

"Eğer bugün Kürtler bir denize düşmüşlerse Kürtleri denize atan sizlersiniz. Hem Kürtleri denize atıyorsunuz hem niye yılana sarılıyorsunuz diyorsunuz. Hem de aynı denize düşüp aynı yılana siz de sarılıyorsunuz. Bu hem Kürtler hem Türkler için son derece tehlikeli.

“Çözüm ÖSO ile değil Kürtlerle işbirliği yapmaktır”

"Biz diyoruz ki gelin Türkler ve Kürtler olarak bu yılanlarda beraber kurtulalım. Çözüm ÖSO ve benzerleriyle iş birliği yapmak değildir. Çözüm Kürtlerle iş birliği yapmaktır. ÖSO yarın öbür gün bir Kürdü diri diri yakar ya da başını keserse bunun altından kalkmak kolay olmaz. Altından kalkamadığınız bu tip olaylar dış dünyanın bakın IŞİD hortladı diyerek müdahale etmesi zeminini hazırlar. Bugün askeri harekatı onaylıyor gibi görünen güçler IŞİD hortladı diyerek yeniden kara harekatını başlatabilir. Bu bir kısır döngüdür. Bu işin içinden çıkılmaz bir vaziyettir.

“Diyanet kurumları devletlerin aracı haline geldi”

Şurası üzüntü vericidir ki bugün Türkiye de dahil olmak üzere İslam ülkelerinin çoğunda diyanet kurumları gerçek İslam’ı temsil etmekten uzaklaşmış, bağlı oldukları devletlerin birer aracı haline gelmişlerdir. Bu devletlerin ve iktidarların arzuladıkları istikamette fetvalar vermekten çekinmiyorlar. Bu fetvaların nasıl bir vehamate yol açacağı iyi düşünülmelidir.

“Hz. Muhammet 'Mekke’yi yıkacağız' dememiştir”

"Mekke’nin fethi en güçlü anda bile tevazu demektir. Hz Muhammed’in Mekke’ye girerken başı yere değercesine tevazu içine girdiğini tüm kaynaklar yazmaktadır. Hz. Muhammed ya da herhangi bir havarisi düğüne gidiyoruz, Mekke’yi yıkacağız gibi sözler kullanmamıştır. Fetih Suresi bir barış projesini onaylamak için inmiş ve Mekke’nin fethi bu projenin en somut uygulaması olmuştur. Diyanetin bunu savaşa alet edercesine, siyasi bir baskı altında bunu savaş argümanı haline getirmesine çok üzüldük.

“Afrin’de de Kilis’te de çocuklar enkaz altında kalıyor”

"Bu, Hz. Ali’nin korunacak dediği kadın ve çocukların ölmesi demektir. İster Afrin’deki kadın ve çocuk olsun ister Kilis’teki. Çünkü savaş yol adres sormaz. Afrin’de de Kilis’te de çocuklar enkaz altında kalıyor. Önemli olan bunun önünü almaktır. Ölenin de öldürenin de Müslüman olduğu coğrafyada daha fazla kanın dökülmesine neden olmak anlamına gelmektedir.

“Türkiye’de Afrin düşsün diye, Kürt coğrafyasında düşmesin diye dua okunuyor”

Birçok camide bu fetih surelerini dinleyenler camileri terk ediyorlar. Türkiye camilerinde Afrin’in düşmesi için dualar okunurken, Kürt coğrafyasında pek çok camide Afrin düşmesin diye dualar ediliyor.

Bombardımanlar Allah’ın evinin adresini de sormuyor

İddialara göre Afrin’deki Cindiri Selahaddin Camii, bombardımandan nasibini almış. Yıkıntılar arasında Kuran da var. Aynı şekilde Kilis’teki cami de bu ortamdan nasibini aldı. Bombardımanlar camiyi de sormuyor. Buna Afrin’de de olsa, Kilis’te de olsa üzülelim. Cami camidir. Cami ibadetgahtır. Afrin’deki Müslümanlar da Kilis’teki Müslümanlar da camiye gidiyor. Bu kopuşun nelere mal olacağını kestirmek mümkün değil. Bu işin sonu nereye varacak? Diyanet bu soruların cevabını bulmak için kafa yormalıdır.

Dökülen kandır, tahrip edilen evlerdir, camilerdir. Diyanet'ten randevu talep ediyoruz, bu konuyu enine boyuna tartışalım. Sorumlulara sorumluluklarını hatırlatalım. Hiç çekinmeden doğruya doğru yanlışa yanlış diyelim. Bu akan kanın bir an evvel durmasını temenni ediyorum.

(Diyanet'ten randevu talebi) Bölgeye gitmenin de içinde yer alabileceği geniş kapsamlı bir öneri. Hem mevcut askeri harekatı hem de diğer hususları masaya yatırmak ve ona göre de hiçbir parti ve siyasi mülahazayı gözetmeden, vicdan adalet, insan halkları çerçevesinde müzakere etmek. Aksi takdirde bu uçuruma birlikte yuvarlanırız. Ne ABD’nin ne Rusya’nın bize bir faydası yok. Bana göre milli ve yerli olmak çareyi içeride aramaktır. Bu noktada bazı adımlar atılabilir.

Ana Haber
ETİKETLER
kadri yıldırım hdp fetih suresi diyanet işleri başkanlığı iŞİd afrin operasyon zeytin dalı harekatı
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com