EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

SAİD-İ NURSİ'YE FARKLI BAKIŞLAR

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Ekm 17, 2009 12:20 am    Mesaj konusu: SAİD-İ NURSİ'YE FARKLI BAKIŞLAR Alıntıyla Cevap Gönder

Said-i Nursi ve Gül’e İngiliz ödülü
Müyesser YILDIZ
muyesseryildiz@avazturk.com

22 Mart 2010Pazartesi
Malum, devletin en önemli kademelerinde Fethullah Gülen, yani Said-i Nursi ekolü etkili ve yetkili… Said-i Nursi’nin en az konuşulan yanı “İngiliz nefreti”dir. Onları, “Osmanlı ve İslâm dünyasının kuyusunu kazan şeytanlar” olarak gördü.

Bunun sebebi de kendi ifadesiyle, “Bir değil, bin”dir!.. Hele İngiliz Sömürge Bakanı’nın, “Kur’ân İslâmların elinde bulundukça onlara hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı kaldırmak yahut onları bu Kitap’tan soğutmak zorundayız” demesi öyle zoruna gitti ki, hayatı boyunca İngilizleri, İslâm ve İslâm dünyasının baş düşmanı saydı.

Bunları hatırlamamın sebebi, İngiliz düşünce kuruluşu Chatham House’un meşhur kristal cam ödülüne bu yıl Cumhurbaşkanı Gül’ün lâyık bulunması oldu. Türkiye, Gül’ün liderliği altında sivil demokrasiyi yerleştirmiş, siyasi ve hukuk reformlarını gerçekleştirmiş… Ayrıca Gül, Irak’taki arabuluculuk rolü, Afganistan-Pakistan liderlerini bir araya getirmesi, Türkiye-Ortadoğu işbirliğine yaptığı katkılarından dolayı takdir edilmiş… Tabii Kıbrıs sorunu, AB’yle ilişkiler, Türkiye-Ermenistan ilişkileri gibi konulardaki önemli, yapıcı çaba ve rolü de unutulmamış!..

Bu Chatham House hakkında biraz bilgi vereyim. Resmen 1920’de kurulsa da kökleri 1900’lerin başına gidiyor. O zamanki adı “Yuvarlak Masacılar”dı. İsrail devletinin kuruluşuna öncülük eden, Osmanlı’yla, Orta Doğu’yu ilk parçalayan Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr’i yapan bu masaydı. Sonradan resmi bir kuruma dönüştürülüp, “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstütüsü” adını aldı. O günden beri de dünyanın sorunları ve doğabilecek krizlerin tartışılıp, yönlendirildiği ilk adres oldu. Türkçesi, bir düşünce kuruluşundan çok, dünyaya yön veren bir merkez… İkinci önemli özelliği de Exeter Üniversitesi’yle bağlantısı. Abdullah Gül ve Fehmi Koru’nun eğitim gördüğü bu üniversitenin, İngiliz istihbarat servisiyle bağlantılı olduğu öne sürülmüştü. Exeter, 2006’da Gül’e, 2007’de de İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’na doktora payesi verdi.

Oysa Cumhurbaşkanı Gül de, AKP’den önceki döneminde İngilizlere soğuk duran biriydi. Hatta bir konuşmasında, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı’nın, “Biz Türkiye’yi kendi haline bırakamazdık, Türkiye’yi başka yönlere sevk edemezdik” açıklamasına kızıp, “Bu İngiliz Dışişleri Bakanı, Bosna-Hersek’teki katliamın arkasında olan birkaç Dışişleri Bakanından birisidir. 250 bin Müslüman’ın, Avrupa’nın, dünyanın gözü önünde katledilmesinin müsebbiplerinden birisidir. Bu adam mı, Türkiye’ye sevgisiyle, Türkiye’yi biz aldık diye sevinecektir?..” demişti. Hakikaten de o zaman, “AB Hıristiyan Birliği’dir. Türkiye’nin AB’ye girmesi hikâyedir” görüşündeydi.

Ancak AKP’nin kuruluşu ve Başbakanlığı döneminde en yakın dostları, dönemin Türkiye Büyükelçisi Westmacot ile Dışişleri Bakanı Jack Straw, ilk sözleri de, “İlk hedefimiz AB… AB için reformlar sürecek” oldu. Hatta Başbakanlığı sırasında AB zirvesine kendi imzasıyla gönderilecek “iyi niyet mektubu”nun İngiliz Büyükelçiliği’nde hazırlandığı ortaya çıktı.

Dışişleri Bakanlığı döneminde Türkiye’yi çepeçevre kuşatan AB’nin 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’ndeki ağır hükümler üzerine Lüksemburg’a gitmeme kararı alan Gül, yine İngiliz Büyükelçi Wastmacot tarafından ikna edildi. Gül, “son anda ve gönülsüz” bir şekilde Lüksemburg’a gidip, o belgeyi imzalayınca, İngiltere Dışişleri Bakanı Straw’ın, “Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım” demesi de unutulacak gibi değildir.

İngiliz Kraliçesi’nin ilk madalya taktığı kişi Sultan Abdülaziz’dir. Bundan 100 yıl sonra bir başka İngiliz Kraliçesi ülkemize gelip, Gül’e, “Büyük Şövalye Nişanı” taktı. Gül de hayatının ilk smokinini Kraliçe için giydi, eşi Hayrünnisa Hanım duygularını, “Kraliçe geldiğinde, aile yakınımız ziyaret etmiş gibi oldu. Akraba gelmiş gibiydi” sözleriyle ifade etti.

Tarihin tanıklığı yeter; Bu İngilizlerin her adımında, her ödülünde, her sözünde bir “keramet” vardır.

Hele de Jack Straw’ın!.. Şimdilerde Adalet Bakanı olan Staw, geçenlerde İngiltere’ye giden Başbakan Erdoğan’a, “Ben evimde, Türk çamaşır makinesi kullanıyorum” demiş.

Acaba “Türk çamaşır makinesinde” hangi kirli çamaşırlarını yıkıyor ve yıkamayı planlıyorlar?

Cumhurbaşkanı Gül, kristal cam ödülü Sonbahar’da Kraliçe’nin elinden alacakmış… Biz şimdiden “hayırlı, uğurlu olsun” diyelim, ama yaşasaydı acaba Said-i Nursi ne derdi ki?!..
avaztürk

SONER YALÇIN’DAN SAİD-İ NURSİ MESELESİNE FARKLI BİR BAKIŞ

6-7 Eylül Olayları’nı yazarken aynı cümleyi yazdım: Biz hep olayların sonucuna bakarak değerlendirme yapıyoruz. Olayları ortaya çıkaran nedenleri bilmiyoruz; üzerinde durmuyoruz. Başbakan Erdoğan kardeşlik mesajında Said-i Nursi’nin de adını telaffuz etti. İlk kez Said-i Nursi’nin adını anarak konuşma yapan Başbakan Menderes’di. Peki neydi bu konuşmanın içeriği? Bu konuşmayla 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra Said-i Nursi’nin cesedinin mezarından çıkarılıp bilinmeyen bir yere götürülmesi arasında nasıl bir ilişki vardı? 6 aylık süreçte neler yaşandı?

1980’li yıllar…

Ankara’da muhabirlik yapıyorum…

Görüştüğüm haber kaynaklarından biri de yetmiş yaşındaki Gıyaseddin Emre!

1954-60 yılları arasında TBMM’de görev yaptı. Demokrat Parti milletvekili olarak Yassıada’da yargılanıp hüküm giydi.

Kürt’tü…

Bitlisli’ydi…

Said-i Nursi’nin yakınıydı…

Böyle bir girişi niye yaptım?

Bildiğiniz gibi geçen hafta Başbakan Erdoğan kardeşlik mesajı verirken Saidi Nursi adını da telafuz etti. İyi de etti.

Bunun üzerine denildi ki, Said-i Nursi adını Başbakan olarak ilk kez Adnan Menderes konuşmasında geçirdi.

Adnan Menderes’ın Said-i Nursi’nin adını telaffuz etmesine hangi olay neden olmuştu?

İşte benim görüşmekten hep keyif aldığım Gıyaseddin Emre o olayın birincil tanıklarındandı.

Geliniz 50 yıl öncesine gidelim…

Nereden çıktı bu gezi

Tarih 1 Aralık 1959…

Said-i Nursi nedense birdenbire yurt gezisine çıktı.

Konya’da Mevlana Türbesi’ni ziyareti sırasında olaylar meydana geldi. Benzer olaylar Said-i Nursi’nin gittiği her yerde yaşanmaya başladı.

Basın olaylara geniş yer ayırdı.

DP Hükümeti’nin Devlet Bakanı İzzet Akçal sık sık, “Türkiye’de irtica tehlikesi yoktur” diye demeçler vermeye başladı.

Bu tartışmalar, kavgalar arasında Said-i Nursi hiç geri adım atmadı; yurt gezisini sürdürdü.

Olaylı Malatya, Eskişehir, Kütahya, Bursa, İstanbul gibi şehirlerden sonra Ankara’ya geldi.

Tarih 1 Ocak 1960…

Said-i Nursi Ankara Ulus’ta Denizciler Caddesi’nde bulunan Beyrut Palas Oteli’ne yerleşti.

Polis diğer şehirlerde olduğu gibi olayların çıkmaması için geniş güvenlik önlemleri aldı.

Said-i Nursi’nin ziyaretçileri arasında DP milletvekili Gıyaseddin Emre de vardı.

Zaten Said-i Nursi’nin gezisi büyük tartışma yaratmışken bir de iktidar partisinden bir milletvekilinin Said-i Nursi’yi ziyaret etmesi olayları alevlendirdi.

CHP lideri İsmet İnönü, 6 ocak’ta Vatan Gazetesi’ni ziyareti sırasında Ahmet Emin Yalman’ın, “Said-i Nursi seçimde vazife almış mıdır” sorusunu, “öyle görünüyor” diye yanıtladı. Bir gün sonra Gaziantep ilçe merkezine gönderdiği mesajda, “Bediüzzaman iktidar partisinin seçim mekanizmasında kendine düşen vazifeyi yapmaya başlamıştır” dedi.

8 Ocak’ta Başbakan Menderes, İnönü’den DP’yi Said-i Nursi ile irtibatlı gösteren sözlerini geri almasını istedi.

Mecliste Said-i Nursi kavgası

Said-i Nursi gerginliği meclise de yansıdı.

CHP Genel Başkanı İsmet İnönü meclis kürsüsünde sert bir konuşma yaptı:

“Sizler Said-i Kürdi’yi neden Türkiye’de şehir şehir dolaştırıyorsunuz? İrticayı seçim kazanmak için mi hortlatıyorsunuz? Atatürkçüleri bilerek mi hiddete getiriyorsunuz? Amacınız nedir?”

İnönü, konuşmasında Said-i Nursi değil Said-i Kürdi adını kullanmıştı.

CHP lideri İnönü’nün bu sözleri meclis genel kurulunu hareketlendirdi.

İnönü geri adım atmadı: “Dinin siyasete en yaldızlı şekilde alet edilmesi yüzünden memleketin iki defa battığını görmüş benim gibi bir adamın, din istismarcılarının zararı karşısında duyduğu heyecanlı hassasiyeti paylaşmanızı istiyorum.”

Mecliste kimsenin anlayış gösterecek ruh hali yoktu.

Meclis Başkanı Refik Koraltan milletvekillerini sakinleştirmek için yoğun çaba harcadı.

İnönü’nün sözlerine yanıt vermek için bu kez meclis kürsüsüne Başbakan Adnan Menderes geldi.

İşte ilk kez bu konuşmasında Başbakan Menderes Said-i Nursi adını telaffuz etti:

“Said-i Nursi gibi bir pir-i fani bütün hayatını iman ve Kur’an davasına vakfetmiş; dünyayı bu derece bırakmış bir insandır, Bütün dünyasını ilme, Kur’an’a ve ahırete feda etmiş bir zattır. Siz bundan ne istiyorsunuz?”

Milletvekillerinin karşılıklı laf atması üzerine meclis karıştı; yumruklaşmalar başladı.

Meclis Başkanı Refik Koraltan, İsmet İnönü’ye 12 oturum meclise girmeme cezası verdi.

Oturumu güçlükle kapattı.

Menderes’in Said-i Nursi’ye ricası

Gıyaseddin Emre TBMM’den çıkıp hemen Said-i Nursi’nin kaldığı Beyrut Palas Otel’e gitti. Otelin çevresindeki polis sayısı artmıştı. CHP’lilerin eylem yapmasından çekiniyordu.

Gıyaseddin Emre Said-i Nursi’yi otelden alıp DP Isparta milletvekili Tahsin Tolan’ın Bahçelievler’deki evine götürdü.

Gıyaseddin Emre gece 23.00’e kadar evde kaldı sonra yatmak için kendi evine döndü.

Tam uyuyacaktı ki evinin telefonu çaldı. Başbakan Adnan Menderes acilen Konut’a bekliyordu. Kalktı gitti.

Başbakan Menderes ile aralarında nasıl bir görüşme olduğunu Gıyaseddin Emre şöyle anlattı:

“Adnan Bey bana, ‘Bakınız Gıyaseddin Bey sizi şunun için çağırdım; Üstad Bediuzzaman hazretlerine gideceksiniz (Üstad’ı Üstad Bediuzzaman hazretleri diye ifade ediyordu.) benim ta’zimatlarımı (saygılarımı sunarak -sy) kendilerine bildireceksiniz; hava çok gergin, meselenin üzerinde çok duruyorlar. Yolda rahatsız ederler. İdareciler meseleyi anlamadıkları için kendisini taciz edebilirler. O bakımdan kendisinden rica ediyorum bu defa dönsün. Hava biraz sükunet bulsun. Sonra ben kendilerine haber veririm. Gelip giderler. Ben bizzat Anadolu’yu gezmesine imkan hazırlayacağım.’

Başbakan Menderes’in bu sözlerinden sonra ‘peki efendim’ diyerek Üstad’ın yanına gittim.

Meseleyi kendisine arzettim.

Üstad bana şöyle dedi: ‘Adnan Bey olmasa idi ben mutlaka gezecektim. Her ne olursa olsun gezecektim. Yalnız Adnan Bey dine hizmet etmiş bir insan olarak kendisini kırmayacağım ve bu defa döneceğim’ dedi.

Bu konuşmamız devam ettiğinde saat gece 01 suları idi. Huzurlarından ayrılıp Adnan Menderes’e gittiğimde beni beklerken buldum. Odasında gezinerek gidip geliyordu. Heyecanla Bediuzzaman’ın cevabını sordu. Durumu kendisine anlattım. Bu defa döneceğini söyledim. Menderes rahatlamıştı. Derin bir sükunet içinde bana dönerek şöyle dedi:

‘Üstad hazretleri konuştuğu zaman, parmaklarını adeta üç ordu emrinde imiş gibi (o zaman bizim üç ordumuz vardı) ve orduları harekete geçirecekmiş gibi gezdiriyor ve hiddetle konuşuyordu değil mi?’ Ben de ‘evet efendim’ dedim. Menderes o zaman ‘işte bu iman kuvvetidir Gıyaseddin’ diye mukabelede bulundu.”

Cesedi niye kaçırıldı

Said-i Nursi birkaç ay sonra tekrar yurt gezisine çıktı.

23 Mart 1960’ta gezi maksadıyla bulunduğu Şanlıurfa’da öldü.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini yapan askerler, Şanlıurfa’daki mezarı kazıp Said-i Nursi’nin cesedini alıp bilinmeyen bir yere götürdüler.

Kuşkusuz bu hareketin hiç olumlu bir yanı yoktur. Çirkindir.

Ancak nedense meselenin diğer yanı hiç konuşulup tartışılmaz.

Sanki…

Askerler Said-i Nursi’nin cesedini niye alıp bilinmeyen bir yere götürdüler?

Bu olaydan önceki birkaç ayda Türkiye’de neler olmuştu; kimse meselenin bu karanlık noktasıyla ilgilenmiyor. Said-i Nursi’yi kim Türkiye gezisine çıkardı?

İnönü’nün söylediği gibi DP, Said-i Nursi’yi seçim malzemesi olarak mı kullanmak istedi?

Said-i Nursi’nin her gittiği şehirde neden olaylar çıktı? DP bunlara niye göz yumdu?

DP hem Said-i Nursi’yi desteklerken hem de Konya’da Bursa’da, Malatya’da neden Nurcuları yakalayıp cezaevine koydu.

Emirdağ’da kim yeşil bayrak açtı? Şeriat isteyen bildirileri kim dağıttı?

Keza Türkiye Said-i (Kürdi) Nursi’nin yurt gezisi nedeniyle hop oturup hop kalkarken, 17 Aralık 1959’da DP Hükümeti neden 49 Kürt aydınını tutuklayıp cezaevine gönderdi? Bu olayın Said-i (Kürdi) Nursi meselesiyle ilgisi var mıydı?

DP ve Başbakan Adnan Menderes, Said-i Nursi konusunda ne derece samimiydi?

Evet Said-i Nursi’yi kim hedef haline getirmişti?

Sorular çok…

Bu soruların yanıtlarını Gıyaseddin Emre biliyor muydu?

O yıllar sormak aklıma gelmedi.

Sonra yollarımız ayrıldı. Ankara’dan göçtük; ben İstanbul’a, o Konya’ya yerleşti.

Yüz yaşına çok az kala 2008 yılında hayata gözlerini yumdu.

Başbakan Erdoğan’ın Said-i Nursi adını telaffuz etmesiyle biz de eski bir dostu anmış olduk.

Allah rahmet eylesin…

Gıyaseddin Emre bu toprakların insanıydı…

Said-i Nursi’nin

işte soyağacı

Gıyaseddin Emre, Said-i Nursi’nin yakınıydı.

Said-i Nursi’nin ağabeyi Molla Abdullah, Gıyasettin Emre’nin dedesi Molla Mehmed Emin Efendi’ye bağlanmış ve ilmi icazetini ondan almıştı.

Said-i Nursi de ağabeyinin tavsiyesi ile Bitlis Merkez Camii’nde Gıyasettin Emre’nin dedesinden ilk derslerini aldı.

Yani; Gıyasetten Emre ile Said-i Nursi’nin ailesi birbirlerine çok yakındı.

Bu nedenle Gıyasettin Emre, Said-i Nursi’nin soyağacını bilen ender kişilerden biriydi. Çünkü Said-i Nursi ailesi hakkında konuşmayı pek sevmeyen bir yapıydaydı.



Said-i Nursi’nin ailesine mahalli dilde, “Mala Hıdro” diyorlardı. Soyağacının en başında Mala Hıdır vardı.

Hıdır’ın oğlu Mirza Reşad’tı.

Mirza Reşad’ın oğlu Ali, Said-i Nursi’nin dedesiydi.

Said-i Nursi’nin babasının adı ise Sofi Mirza idi.



Sofi Mirza’nın eşinin adı Nuriye’ydi.

Sofi Mirza-Nuriye çiftinin; Molla Abdullah, Molla Muhammed ve Said-i Nursi adında üç oğullarından başka üç kızları vardı:

Durriye, Mercan ve Hanım.

Hanım, Molla Said adında biriyle evlendi. Bir süre Şam’da yaşadı; orada vefat etti.

Düriye’nin Ubeydullah adında bir oğlu vardı. Halk içinde Ubeyt deniliyordu.

Ubeyt dayısı Said-i Nursi ile birlikte Ruslara karşı çarpışırken şehit oldu.

Said-i Nursi’nin annesi 1913’de; babası 1920’de; ağabeyi Molla Abdullah 1914’te ve kardeşi Molla Muhammed 1951’de vefat etti. Mezarları Bitlis’in Nurs Köyü’ndeydi.

Said-i Nursi’nin üç amcası vardı: Hacı, Mehmet ve Kolos.

Mehmet’in oğulları Abdurrahman, Reşit ve Kasım’dı.

Abdurrahman’ın oğlu Hacı Çerkez daha geçen yıllara kadar yaşıyordu.

Said-i Nursi’nin amcası Hacı’nın Molla Davut adında bir oğlu vardı.

Davut’un oğulları ise Hacı, Şamil ve İsa idi.

Gıyaseddin Emre’nin Said-i Nursi’nin soyağacına ilişkin bilgileri bu kadarla sınırlıydı.

"Said-i Nursi millidir"

Gıyaseddin Emre her sohbetimizde Said-i Nursi’nin “milli” değerlere nasıl sahip çıktığını anlatırdı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, “Güroymak’a eski adıyla Norşin dersek ne olur sanki” sözüyle, adı bir anda ünlenen Norşin aslında Nakşibendiler’in Anadolu’daki önemli merkezlerinden biriydi.

Norşin Şeyhleri Rus işgaline karşı direnmiş, Şeyh Said ayaklanmasına katılmamış, Mustafa Kemal’i modernist buldukları için ulusal kurtuluş savaşına destek vermemişlerdi.

Gıyaseddin Emre yine de Norşin şeyhlerini “milli” görüyordu.

Said-i Nursi de Norşin şeyhlerinin medreselerinde yetişmişti.

Ve Gıyaseddin Emre’ye göre Teşkilat-ı Mahsusa’ya katılan Said-i Nursi kesinlikle dış güçlere/emperyalizme karşı çıkan bir din adamıydı.

Nurculuk konusunda Gıyaseddin Emre’dan çok bilgi aldım.

Örneğin…

Said-i Nursi’nin yakını Gıyasettin Emre, Fethullah Gülen’e karşıydı.

Bunun nedenini pek anlamıyordum.

Fethullah Gülen’e saygılıydı ama mesafeliydi. Ve nedense her fırsatta eleştiriyordu.

Bunu da sadece sohbetlerinde dile getirmiyor; Nurcuların yayın organı Yeni Asya Gazetesi’ndeki makalelerinde de yazıyordu.

-“Ağlayan Hoca’nın haline ağlayalım”

-“İsrail’e atılan füzelere ağlayan Hoca”

-“Günün modası dinler arası dialog” gibi makalelerinde Fethullah Gülen adını açıkça yazarak “milli olmamakla” eleştirdi.

Fethullah Gülen’in Said-i Nursi’nin yolundan ayrıldığını iddia ediyordu.

Oysa o dönemde Fethullah Gülen Cemaati ardı ardına Said-i Nursi sempozyumları-panelleri düzenliyor. Kitaplar çıkarıyordu.

Gıyaseddin Emre bunları “göstermelik” olarak görüyordu.

Ben ise; “kıskançlık mı yapıyor” diye düşünüyordum.

Çünkü Nurcu Yeni Asya Gazetesi çevresi pek gelişme/büyüme gösteremezken, Fethullah Gülen cemaati hızla büyüyor; dergilerle başlayan yayıncılık faaliyeti gazeteler, tv’ler ile hız kazanıyor; okullar ve üniversitelerle yurt dışına açılıyordu.

Kurdukları çeşitli dernekler ve vakıflar sayesinde devlet katında onay görüyordu.

Ancak…

Bugün Gıyaseddin Emre’nin haklı çıktığını görüyorum.

Son iki yıldır Fethullah Gülen cemaati Said-i Nursi adını pek telaffuz etmiyor.

Artık Said-i Nursi adına paneller, sempozyumlar yapmıyor, kitaplar çıkarmıyor.

Birden bire cemaat nedense Said-i Nursi’yi unutuverdi!

Risal-i Nur kitapları okunmaz oldu!

Bir hafta boyunca kutlanan doğum günü hatırlanmaz hale geldi!

Niye cemaat için Said-i Nursi yok artık.

Niye artık sadece Fethullah Gülen Hocaefendi var?

Said-i Nursi’nin üzerini kim çizdi?

Said-i Nursi’nin yakını Gıyaseddin Emre bunu nasıl yıllar önceden görebildi?

Evet medyada çıkarılan büyük gürültüler asıl tartışmamız, konuşmamız, anlamamız gerekenler üzerinde durmamıza engel oluyor.

Bunun yerine eski solcu yazarlar, “Said-i Nursi’yi solcular hala niye anlamıyor” diyor?

Biz henüz Gıyaseddin Emre’nin Fethullah Gülen’e neden karşı olduğunu anlamadık ki, Said-i Nursi meselesini kavrayabilelim!...

Bu çevreleri yakından bilen yazarlar konuyu aydınlatmıyorlar ki neler olduğunu bilelim!…

Soner Yalçın
Odatv.com

MEHMET ŞEVKET EYGİ SONER YALÇIN’A DESTEK VERDİ

Soner Yalçın geçtiğimiz Pazar günü yazısında Said-i Nursi’nin hayatını birinci elden tanıklarla ele aldı ve Nursi’nin fikirleri ile cemaatin fikirleri arasında bağlantının olmadığını söyledi. Bugün Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi de Said-i Nursi’yi anlattığı yazısında Yalçın ile aynı fikirleri savundu. Eygi, cemaatin düzenlediği “dinlerarası diyalog” çalışmalarının Nursi’nin görüşleri ile bağdaşmadığını söyledi.

İşte Eygi’nin yazısının ilgili bölümü:

Üstad'ın ölümünden bu yana yarım yüz yıla yaklaşan bir zaman geçti. Genç nesiller o eski karanlık günleri, o çekilen eziyetleri tam mânâsıyla bilmiyor. Merhum Üstad Bediüzzaman hazretleri hakkında, gerçeklere uymayan birtakım lâflar ediliyor, iddialar ortaya atılıyor.

Üstadın, "İslâm'ın Allah katında tek hak, makbul, muteber, geçerli din olduğu" inancına aykırı hiçbir sözü yoktur.

Bugünkü Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü cereyanı ile onun arasında bağ kurulamaz.

Üstad dört hak mezhebin doğruluğuna, fıkhın lüzumuna inanmış bir alimdi.

Üstad tasavvufa ve turuk-i aliyyeye muhalif değildi. Telvihat-ı Tis'a risalesinde tasavvufu övmektedr.

Üstad Gavs-i Ekber Abdülkadir Geylanî'ye, İmamı Gazalî'ye, İmamı Rabbanî'ye bağlı ve hürmetkârdı.

Üstad hazretleri ölümüne kadar evradını ve ezkarını okumuştur.

Giyimde kuşamda, yeme içmede, maişette adat-ı islamiyyeye ve Şeriat-ı Garra-i Ahmediyye ahkamına bağlı kalmıştır.

Hiçbir konuda Frenkleri taklid etmemiştir.

Bir keresinde Ağır Ceza Mahkemesi reisi, başından sarığını çıkartması konusunda ısrar etmiş, Bediüzzaman "imamemi ancak başımla birlikte çıkartabilirsiniz" cevabını vermiştir.

Böyle büyük bir zatın bozuk bid'at cereyanlarıyla hiçbir ilgisi olamaz. O, Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan kıl kadar ayrılmamıştır.

Onun "Muharref ve bozuk dinler de İbrahimî dindir, haktır... Onların da mensupları ehl-i necat ve Cennetliktir..." gibi vahim bid'at inançlarıyla alâkası yoktur.

Risale-i Nur'daki bazı gavamız, esrar ve dakaikin tevilleri vardır.

Dinimize, İmanımıza, Kur'ân'ımıza, Şeriatımıza, Sünnet-i seniyyeye hizmet etmiş büyüklerimizin hatıralarını koruyalım. Bid'atçilerin onları bozuk bid'at cereyanlarına alet etmelerine fırsat ve imkân vermeyelim.

Odatv.com
16 Ekim 2009

Bediüzzaman ile Enver Paşa'nın arası nasıldı?
Meryem Aybike SİNAN

Bediüzzaman’ın asker taraflarını çok az insan bilir.

Oysa o Osmanlının doğu cephelerinde yıllarca mücadele vermiş bir gönüllü milis komutanıdır.

Bediüzzaman Sait Nursi, 1915 yıllarında doğudaki cephelerde ve Kafkas Cephesinde Ruslara karşı ciddi mücadeleler içine girer. “Gönüllü Kürt Süvari Alayında” Albay ünvanıyla bulunur. Mahiyetindeki arkadaşlarıyla hem Bitlis bölgesinde, hem Van ve Erzurum bölgelerinde Ruslara ve Ermenilere karşı fırtına gibi eserler, nice savunmayı kahramanca yaparlar.

Öyle ki Ruslar kendilerini “Keçe Külahlılar” diye tanımaktadırlar. Sait Nursi emrindeki milislerle Doğu Anadolu’yu istila eden Ruslara ve Ermenilere karşı bölge halkına yardım etmekte köy baskınlarını püskürtmektedir.

İşte bu hengâmede Bitlis’te Ruslara karşı savaşırken esir düşer ve Rus Çarının dayısı da olan General Grand Dük Nikola Nikolayeviç tarafından Sibiryaya sürülür. İki yıl Sibirya’nın Kostrama kasabasında tutsaklık hayatı yaşar.

Aynı General tarafından önünde ayağa kalkmadığı gerekçesiyle idama mahkûm edilir. Ancak idam edileceği gün onun namaza duruşunu görüp etkilenir ve idamı kaldırır.

Bediüzzaman Sait Nursi, Ekim devrimiyle yani Komünist ihtilaliyle ülkedeki kargaşadan yararlanıp Almanya üzerinde yurda döner. Ancak İstanbul zor günlerini yaşamaktadır. O sırada İstanbul’da yayın yapan 25 Haziran 1918 tarihli Tanin Gazetesinde şöyle bir haber geçer:

“ Kürdistan Ulemasından olup, talebeleriyle Kafkas cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Sait Kürdi Efendi, şehrimize ahiren muvasalat eylemiştir”

Bu sırada İstanbul’un işgali gündemdedir. Ülke kötü bir imtihan vermektedir. Harbiye Nazırı Enver Paşa, Bediüzzaman’ı bilhassa makamına davet edip dostlarıyla ve ülkenin ileri gelenleriyle tanıştırıp kendisinden övgüyle bahseder. Ardından kendisine bir takım mevki ve makamlar teklif eder ancak Sait Efendi, Enver Paşaya şunları söyler:

—Eğer bana dünyevi bir maişet için vazife verecekseniz istemem. İlm ü irfana ait bir hizmet varsa başka. Benim şimdi istirahata ihtiyacım var. Çünkü çok zulüm ve meşakkat çektim, der.

Bu sözlerin üzerine Enver Paşa kendisine esarette yazdığı kitabı “ İşâretü’l İ’câz’ın” adlı kitabını neşretmek ester ancak bunu da kabul etmez ve sadece kâğıt temininde yardımlarını istirham eder zira o dönemde savaşın zor şartlarından dolayı kâğıt bulmakta zorlanılmaktadır.

Bütün bunlara rağmen Enver Paşa Âlimler Konseyi ya da İslam Akademisi anlamlarına da gelen Dârü’l Hikmeti’l İslâmiye adlı kuruma kendisine haber bile vermeden Bediüzzaman’ı ordunun adayı olarak atadı. Bu kuruma Mehmet Akif Ersoy da Divan Kâtibi olarak atanmıştır.

Açıktan Enver Paşa her fırsatta Sait Efendiye destek çıkmakta ve saygı duymaktadır. Bütün bunlar yaşanırken Anadolu’da yer yer işgaller devri başlamaktadır. Kuvay-i Milliyeye de destek çıkan Sait Efendi İngilizlerin İstanbul çıkarmasına en şiddetli eleştiri yazılarını kaleme aldı.

Bediüzzaman bu sırada İstanbul hükümetinin emriyle Anadolu direnişini kırmak için din âlimlerine hazırlattırılan fetvaya karşı sert bir yazı kaleme alır ve şunları söyler:

“İşgal altındaki bir memlekette İngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idarenin ve Meşihat’ın fetvası mualleldir; mesmu olmaz. Düşman istilasına karşı harekete geçenler asi değillerdir. Fetva geri alınmalıdır.”

Akabinde Dârü’l Hikmeti’l İslâmiye adlı kurumdan istifa eder.

Bu sırada Kürt Teali Cemiyeti, Bediüzzaman Sait Nursi’nin güneydeki nüfuzundan yararlanmak için kendisine müracaatta bulundu. Mezkûr Cemiyetin Başkanı Seyyid Abdülkadir, Çamlıca’daki evine kadar giderek yardım teklifini yapar ancak hiç ummadığı bir muhalefetle karşılaşmıştır. Sait Nursi Kürt teali Cemiyetine aynen şu cevabı verir:

“Allahü Zülcelâl Hazretleri, Kur’an’ı Kerim’de (mealen) “ Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever. (5;54) buyurmuştur. Ben de bu beyanı ilahi karşısında düşündüm. Bu kavmin bin yıldan beri İslamın bayraktarlığını yapan Türk Milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dört yüz elli milyon hakiki müslüman kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem.”

Bu sözleriyle muhayyel Kürdistan’a olan yaklaşımını da ifade eder Bediüzzaman Sait Nursi.

Tarihten alınan bu tür bilgiler varken, her şeye rağmen Bediüzzaman Sait Nursi gibi bir Allah dostunu siyasi arenanın kirliliği içinde yıpratmaya çalışmak oldukça çirkin bir yaklaşım olsa gerektir.

Zira hayatı boyunca üç beş makale okuyarak ilim öğrendiğini zanneden bir takım art niyetli insanların mana dünyamızın incilerini, irfan pınarlarını kendi emelleri uğruna bir takım çirkin noktalara taşımaması gereğine inanmaktayız.

Görüldüğü üzeri kendisini karalamak uğruna her türlü çirkin iftiraya maruz kalan asrın ışığı Bediüzzaman Sait Efendi, söylenenlerin aksine bir vatansever, bir din âlimi, bir entelektüel, bir çile dükkânıdır.

Enver Paşa gibi bir Turancının bile büyük saygı duyduğu önemli bir İslam âlimidir.

Yukarıdaki gerçekleri detaylı okumak isteyenlere şimdilerde müslüman olan ünlü İngiliz yazar Mary F. Weld Hanımefendinin Etkileşim yayınlarından çıkan “ Bediüzzaman Sait Nursi “ diğer alt adıyla “ Entelektüel Biyografisi” adlı eseri hararetle salık veririm.

Haber 7
aybikesinan@gmail.com

Said-i Nursi’yi yanlış mı tanıyoruz
Ertuğrul ÖZKÖK

BİR süredir bu soruyu alçak sesle kendi kendime soruyordum.

Bundan 20 gün önce aldığım bir telefondan sonra bu soruyu daha yüksek sesle sormaya başladım.


Arayan “Yeni Asya” gazetesinden İsmail Tezer’di.

Said-i Nursi’nin ölümünün 50’nci yılı dolayısıyla özel bir dosya hazırlıyorlarmış. Benden de bir yazı istediler.

Ben “İslami” kesimin, tamamının değilse bile en azından bazı kalemşorlarının gözünde, “laik bir jakoben”dim.

Öyleyse neden benden görüş istediler diye düşündüm.

Acaba, benden de görüş koyarak, laik kesimin gözünde Said-i Nursi’yi meşrulaştırmak mı istiyorlardı?

Yoksa Said-i Nursi’nin aslında bilime, cumhuriyete, meşruiyete bağlı bir insan olduğunu göstermek için böyle bir açılımı mı düşünüyorlardı?

İtiraf edeyim, hiç öyle oturup, şüphecilik üzerine kurulu rasyonel bir değerlendirme yapmadım.

İçimden geldiği gibi davrandım ve hazırlanan dosyaya şu yazıyı gönderdim.

* * *

“Laik ve Cumhuriyetçi eğitim almış, devletin eğitim sisteminde büyümüş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak Said-i Nursi ile ilgili görüşüm, onun ‘Nurcuların ruhani lideri’ olduğu şeklindeydi.

Samimi olmak gerekirse, bu, iyi bir izlenim de değildi. Said-i Nursi hayatım boyunca ilgi alanımda fazla yer almadı. Fethullah Gülen hareketinin gelişmesiyle birlikte, Said-i Nursi’ye olan ilgim de artmaya başladı.

Şu an görüşlerim eskisi kadar katı değil. Hakkında çok fazla bir şey de okumadım. Türkiye değişiyor, bizler de değişiyoruz ve artık bir zamanlar bizlere yabancı hissettiğimiz dünyalara açılıyoruz.

Ben buna, ‘Başkasını tanımak, kendimizi tanıtmak’ süreci diyorum. Herkes için bunu yapmanın zaruri olduğuna inanıyorum. Ne dinle ilgili herkes mürteci, ne de laiklik hassasiyeti olan herkes jakoben laikçidir. Ne her türbanın altında bir öcü, ne her şarap kadehinin arkasında bir öcü var. Ülkemizin ortasındaki bu çok geniş ve engin ortak yaşama alanını iskâna açamazsak, bu düşmanlık bitmeyecek.

O nedenle bir süredir dikkatle okumaya başladım. Ama beni en çok şaşırtan yanı, sinemaya olan ilgisini keşfetmemdi. Bunu önce Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın sinema yazılarında okudum.

Oradan hareketle çok ilginç bir makaleye ulaştım.

Bunu da Hürriyet’te yazdım. Bu kadar uhrevi bir insanın bu kadar dünyevi bir şeyden zevk alması doğrusu beni şaşırttı. Kendi dünyanıza yabancı bir şahsiyetin böylesine insani bir tarafını keşfedince, ona daha fazla ilgi duymaya başlıyorsunuz.

Diyeceğim, bu soruyu bana gelecek yıl veya daha sonraki yıllarda düzenlenecek kongreler için sorarsanız, size Said-i Nursi’nin daha derinlerine nüfuz etmiş duygu ve düşüncelerimi aktarabileceğim.

Yani bu söylediklerimi, bir tür ‘samimi mukaddime’ olarak değerlendirebilirsiniz.”

* * *

Yazıyı gönderdikten sonra İsmail Tezer’i aradım ve şunu söyledim:

“Yazı işinize gelmediyse kullanmayabilirsiniz. Hiç alınmam.”

Bana şu cevabı verdi:

“Tam aksine, çok hoşumuza gitti. Çok samimi bir yazı olmuş.”

Yeni Asya, bu dosyayı bir ek olarak yayımladı.

Başlığını “Aydınların gözüyle Said-i Nursi” koymuşlar.

Yazar sıralaması dikkatimi çekti. Birinci yazı olarak Taha Akyol’un, “Said-i Nursi, İslam düşüncesinde bir ‘teceddüd’ gerçekleştirdi” başlıklı uzun bir incelemeyi koymuşlar.

Son derece normal.

Taha Bey bu konuyu çok iyi biliyor ve yazı hak ettiği yeri almış.

İkinci yazı Roni Margulies’in: “Kemalizm’in düşman ilan ettiği her şey gibi Nurculuk da ilgimi çekiyor.”

İtiraf edeyim, başlıktaki kesin inanç ve önyargı beni tedirgin etti. O başlığın altındaki bir yazıyı okumak dahi istemedim.

Üçüncü yazı ise benimkiydi.

Yani dergi, Atatürk’e olan derin hayranlığımı bildiği halde, yazımı ön sıralara koymuştu.

Bu tavır bana daha güzel göründü.

* * *

Dergideki öteki yazıların hepsini okudum.

Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak’ın yazısının girişindeki şu soru dikkatimi çekti:

“Cumhuriyeti, meşruiyeti, parlamenter sistemi savunduğu halde devlet Said-i Nursi’ye neden bu kadar tepkili?”

Evet, bunun gerçekçi nedenlerini araştırmalıyız.

Bir de hepimizi bir araya getirecek ortak platformları çoğaltmalıyız.

2 Nisan 2010 - 08:30:20
Hürriyet

Cemaatten Said-i Nursi’ye “Altın”makas
21 Nisan 2010

Can Dündar, Said-i Nursi’nin belgeselini Fethullah Gülen cemaatinin sponsorluğunda gerçekleştirdi.

Filmin, 1,4 milyon Euro’ya mal olduğu konuşuluyor. Said-i Nursi belgeselinin bittiği halde vizyona girmeyip bekletilmesinin perde arkasında, cemaatin bazı endişelerinin olduğunu yazmıştık.

Riske girmek istemeyen ve cemaati küstürmek istemeyen Can Dündar, belgeseli Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı aracılığıyla Fethullah Gülen’e’ iletmişti.

Hocaefendi filmi izledi, yalnız beğenip beğenmediği konusunda bir fikir bildirmedi. Hocaefendi film yayına girip girmemesine bir başka kişinin karar vermesini istedi.

İşte Fethullah Gülen’in belgeseli havale ettiği kişi filmi izledi.

Belgesel genel olarak beğenildi ve vizyona girmesine izin çıktı. Filmi Fethullah Gülen adına denetleyen S.Y olumlu görüş bildirdi. Belgeselin yayınlanmasına izin çıktı.

Ancak S.Y’nin küçük bazı istekleri de oldu. S.Y belgeselden bazı bölümlerin çıkarılmasını istedi.

Can Dündar da bu ricayı kıramadı.

avaztürk

SAİD NURSİ’NİN RANT EKOLÜ
Yazar Selim Çoraklı:



Kendi ifadesi ile 20. asrın minaresinin başında bulunan Said Nursi bulunduğu asrı her yönden etkilemiş bir isim. Bugün Türkiye’de ve birçok halkı Müslüman ülkede ki İslami hareketleri direk veya endirekt etkileyen Said Nursi, ortaya koyduğu Peygamberi hizmet metoduyla da, 20. asırdaki mü’minlere mühim bir yol gösterici oldu.
Âlimlerin peygamberlerin varisleri olduğunu bizzat Peygamber Efendimiz(sav) bildirmiş ve âlim olmanın kolay bir şey olmadığını, mucizevî ifadelerle beyan etmiştir.
Âlimler Peygamberlerin varisleri olduklarına göre, iman ve Kur’an hakikatlerinin anlatılması ve yayılmasında aynen Peygamberlerin takip ettikleri yolu izlemeleri kaçınılmaz bir vazifedir. Âlimlik vasfını kazananlar bu vazifenin kolay olmadığını, her mirasçının Peygamberlerin çektiği çilelere, işkencelere, baskı ve zulümlere maruz kalabileceğinin şuurunda olmak zorundadır.
Dost ve düşmanların ittifakıyla 20. asrın başında cihad meydanına atılan Said Nursi bir peygamber varisi olduğunu bütün icraatlarıyla göstermiştir. Bütün ömrü boyunca Peygamber izinde yürüyen ve bu konuda karşısına çıkan bütün engelleri aşmasını bilen Said Nursi, arkasından nurdan bir iz bırakmıştır.
Said Nursi, Peygamber izinde yürürken önüne çıkan hapishanelerden, tehditlerden asla çekinmemiş, hapishaneler onun için birer Yusuf medresesi olmuş, en zor zamanlarda bir Müslüman tavrının nasıl olması gerektiğini hayatındaki müşahhas örneklerle vermiştir.
Said Nursi, vefatından sonra da üzerinde çok konuşulan insanlardan biri olmuştur. Ancak ne kadar hazindir ki, Said Nursi’nin yolunda gidenler, onun takip ettiği Peygamberi metodu takip etmek yerine zaman ve zemine göre eğip büktükleri yeni hizmet metotları meydana getirmiş ve haliyle ondan uzaklaşmışlardır. Yeni hizmet metodu ortaya koyanlar Said Nursi’nin Peygamber mirası olan “İstiğna mesleği”ni adeta bir “rant mesleği” haline getirmiş ve buradan kazandıkları ile lüks hayat yaşamayı ilke edinmişlerdir.
Said Nursi, herkesin adeta uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice maddî menfaatlerle asla alâkası olmamıştır. Hayatı boyunca takip ettiği istiğna mesleği gereği, kimseden bir şey talep etmemiş, hediye almamaya çalışmış, kıramayıp aldığı hediyelerin karşılığını da muhakkak vermiştir. Bu sayede başı hep dik durmuş, iman ve Kur’an hakikatlerini eğip bükmeden, herhangi bir gerekçenin arkasına saklamadan, hiçbir güçten korkmadan beyan etmiştir.
Said Nursi, “İstiğna mesleği”nin niçin önemli olduğunu Mektubat isimli eserinde iki madde olarak şu şekilde ifade etmiştir:
"Birincisi: Dalalette olanlar ve bazı ilim ehli görünenler, gerçek ilim ehli olan âlimleri, ilimlerini vasıta-i cer yapmakla, yani, ‘Biz bunları yapıyoruz, siz de geçimimizi temin edin’ dediklerini iddia ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine geçim vasıtası yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunun için böyle iddiada bulunanları fiili olarak yalanlamak gerekir.
İkincisi: Hakkın yayılması ve ilan edilmesi için, Peygamberlere bağlanmakla vazifeliyiz. Kur'an-ı Hakîmde hakkı yayanlar için Allah(cc), "Benim mükâfatımı vermek ancak Allah'a aittir." (Hûd, 29) diyerek, insanlardan hiçbir şey talep etmemişlerdir.”
Said Nursi’nin ister hayatta iken, isterse de vefatından sonra binlerce kişi tarafından takip edilmesinin altında da bu peygamber mesleğinden gelen ihlâs ve samimiyetin yattığı bir gerçektir.
Ancak yukarıda bir nebze bahsettiğimiz gibi, Said Nursi’nin peşinden gidenler (istisnalar hariç) bu mesleği terk etmiş, geliştirdikleri metotlarla insanlardan alabildikleri kadar maddi imkânlar toplama yoluna gitmişlerdir. Yine ne kadar hazindir ki, fitre, zekât, sadaka, infak, himmet veya başka isimler altında toplanan bu maddi imkânlar, ehilsiz ve ihlâssız ellerde lüks ve israfa, çoğu kez de İslam’ın tasvip etmediği faaliyetlerde kullanılmış ve hâlâ da kullanılmaktadır. Hâlbuki Said Nursi, “bu ahir zamanda” ilim tahsil edenlerin alması meşru olan zekâtın kendisi ve talebeleri tarafından alınmasına dahi razı olmuyordu. Çünkü yapılan hizmetlere karşı alınmış olma ihtimali, iman ve Kur’an hakikatlerinin neşrini sırf Allah(cc) rızası için yapmak olan “ihlâs sırrının” zedelenmesini netice verebilirdi. Zira Zekât’ın tam bir teslimiyetle yalnız Allah’tan(cc) bilerek ve O’nun adına alınıp verildiği ihlâslı günler gerilerde kalmıştı.
Said Nursi’nin vefatından sonra değişik talebelerinin etrafında oluşan sosyal grupların önde gelenleri (yine istisnalar hariç) bu maddi imkânlarla kendilerine lüks birer hayat kurmuş, yazları yaz evlerinde, kışları villalarında geçirmeye başlamış, altlarına en lüks otomobiller almış, çocuklarını ve ailelerini de bu lüks içerisinde yaşatmaya başlamışlardır. Hatta bazı gruplar daha da ileri giderek İslam adına toplanan maddi imkânları, ataistlerin, ateistlerin, kapitalistlerin, Marksistlerin, Liberalistlerin, artistlerin hizmetine(!) sunmaktan geri durmamıştır.
Oluşturulan bu lüks ortamda, kaloriferli salonlarda cihad nutukları atanlar, cihadı bile nefislerinin isteklerine göre eğip bükülmüş, Hak ve batıl mücadelesi arasındaki kuvvet kullanımları görmezden gelinmiş, hak yolunda canları ve malları ile cihad edenler “Terörist” olarak yaftalanmıştır.
Bütün bu sosyal gruplara baktığımızda (her ne kadar kendileri Said Nursi’nin yolunda olduklarını iddia etseler de) Said Nursi’nin “İstiğna mesleği”nden fersah fersah uzak olduklarını görüyoruz. Said Nursi’nin peşinden gittiğini iddia edenler, onun hiç kimseden bir şey istememe prensibini adeta ters çevrilerek, her gelenden maddi destek talep eder duruma gelmişlerdir. Hatta daha da ileri gidilerek parası olanlara daha çok kıymet verilmeye başlanmış, maddi durumu yerinde olmayanlar ise hep görmezlikten gelinmiştir. bu çerçevede Abese suresinde Allah’ın(cc) Peygamberimize yaptığı ikaz görmezlikten gelinmiş, işin güç ve iktidar yönü ağır bastığı için hep maddi gücü ve makamı yerinde olanlarla ilgilenilmeye başlanmıştı.
Said Nursi, tevazuu ve mahviyetkârlığı ön plana çıkarıp, kendini hiçbir zaman nazara vermezken, onun peşinde gittiğini iddia edenler hep kendilerini ön planda göstermenin gayreti içinde olmuş, bu hususta kendi reklâmlarını yapmak için gerektiğinde milyonlarca dolar harcamaktan da asla geri durmamışlardır. Zaten özellikle sosyal grupların başında olanların bu tavrı sebebiyle Said Nursi’nin ardından onun yolundan gittiğini iddia edenler en az yirmi parçaya ayrılmıştır. Hâlbuki Said Nursi İhlâs ve Uhuvvet(kardeşlik) isimli eserler kaleme alarak birlik ve beraberliğin İslam dininde esas olduğunu vurgulamış, ayrılığın getireceği tehlikelere işaret etmiştir.
Said Nursi’nin peşinden gittiğini iddia edenlerin oluşturdukları sosyal gruplar, kendi çevrelerinde kurdukları “Kültürel koloni”lerle diğer Said Nursi’nin peşinde gittiğini iddia eden grupları dışlamış, bu dışlama daha da genişleyerek diğer İslami grupları da içine almıştır. Bu çerçevede oluşturulan kültürel koloniler, kendi kolonilerinde ürettikleri kitaplarla adeta Said Nursi’nin eserlerini de okunmaz duruma getirmişlerdir.
Said Nursi eserlerini kaleme alırken tek maksadı iman ve Kur’an hakikatlerinin insanlara ulaştırmak iken, Nursi’nin peşinden gittiğini iddia edenler eserlerin maksadını değil, kendisini kutsallaştırarak dokunulmaz kılmış, nesiller ile arasına dil problemini çıkarmış ve esas maksattan uzaklaştırılmak istenmiştir. Said Nursi’nin eserlerini kutsallaştıranlar onu dokunulmaz kılarak sadeleştirilmesinin ve gençliğe ulaştırılmasının önün set olmuş, böylelikle âlemşümul hakikatler olan iman ve Kur’an esaslarını kendi kültürel kolonileri içerisinde boğmaya çalışmışlardır. Hâlbuki özellikle sosyal grupların ileri gelenleri sohbetlerde Said Nursi’nin eserlerini sadeleştirerek sohbete katılanlara anlatmış; ancak bu iş yazıya dökülmeye başlayınca karşı çıkılmıştır. Bunun altında belki de kendilerinden başka Said Nursi’nin eserlerini anlayanların çoğalması ihtimali vardı. Bu elde edilen makam, mevki, maddi ve manevi yardımların paylaşılması anlamına geliyordu ki, kimse elindeki bu “rant ekolü”nü kaçırmak istemezdi.
Yine Said Nursi özellikle politikayı şeytan ile özdeşleştirerek, “Şeytanın ve politikanın şerrinden Allah’a sığınırım” derken onun peşinden gittiğini iddia edenler, yıllarca mason olduğu açık olan liderlerin peşinden gitmiş, arkalarına takılanları politik arenalarda kalp paralar gibi ucuzca harcamışlardır. Kimi gruplar da Said Nursi’nin “İman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden kâinata meydan okur” ilkesinde ifade ettiği Allah’tan(cc) başka güç tanımama ilkesini görmezden gelerek ABD gibi kâfir ve zalim ülkelere güç isnadında bulunmuş, ABD’nin emri ve izni olmadan hiçbir hareketin yapılamayacağı safsatasını ileri sürerek büyük hamakat göstermişlerdir.
Netice olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Said Nursi, tam bir Peygamber varisi olarak yaşamış, hayatında istiğnayı, tevazuu, mahviyetkarlığı, ihlâs ve sadakati ilke edinerek ardında nurdan bir iz bırakarak gerçek âleme göçmüştür. Ancak ne kadar hazindir ki, peşinden gittiğini iddia ederek kurulan sosyal gruplar, Said Nursi’nin bu mesleğinin tam tersini yaparak yerine her şeyin maddi ve dünyevi güce dönüştürüldüğü bir “Rant ekolü” oluşturmuşlardır. Bunun için olsa gerek Said Nursi’nin tek başına oluşturduğu imani ve Kur’ani dalganın ve İslami hakikatlerin kalpler üzerinde bıraktığı tesirin yüzde birini, peşinden giden gruplar bütün şaşaalı, gösterişli hizmetlerine rağmen elde edememişlerdir. Bunun sırrının Said Nursi’nin son kaleme aldığı yazı olan “Konuşan yalnız hakikattir” isimli makalesinde geçen “Ben, maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede, iman hakikatleri her tarafa yayıldı. Bu sayede yüz binlerce belki de milyonlarca talebe yetişti. Artık bu yolda iman hizmetine onlar devam edeceklerdir. Onlar, benim, MADDÎ VE MANEVÎ HER ŞEYDEN FERAGAT MESLEĞİMDEN AYRILMAYACAK; YALNIZ VE YALNIZ ALLAH RIZASI İÇİN ÇALIŞACAKLARDIR” vasiyetinde gizli olduğuna inanıyorum.
Ve Said Nursi’nin peşinden gittiğini iddia eden gruplara şöyle sesleniyorum:
“Eğer gerçekten Peygamberin mirasını hakkıyla üstlenen bir alim olan Said Nursi’nin peşinden gittiğinizi iddia ediyorsanız, ya onun, “maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğinden ayrılmayacak; insanlardan zekât, fitre, sadaka, himmet, burs, vs. vs. adı altında para toplayıp lüks otellerde harcamayacak, lüks hayat içerisinde yaşamayacak, yalnız ve yalnız Allah(cc) rızası için çalışacaksınız” ya da yolunuzun Said Nursi’nin Peygamber mesleği olan yolundan ayrı olduğunu beyan edeceksiniz. Yoksa sizin her yerde Said Nursi’nin yolunu bir “rant ekolü”ne çevirdiğinizi beyan etmekten geri durmayacağız.”

http://selimcorakli.blogcu.com


Bediüzzaman ile Mustafa Kemal hiç karşılaştılar mı?
Mustafa ARMAĞAN
2 Ocak 2011

"Hür Adam" filmi henüz vizyona girmedi ama basına yansıyan tanıtım ve tartışmalardan, hakkında epeyce bilgi sahibi olduk sayılır. Bu fırsattan yararlanarak Said Nursi ile Mustafa Kemal Paşa'nın münasebetlerine dair birkaç noktayı berraklaştırmakta fayda var.

Anlaşıldığı kadarıyla, filmin düğüm noktasında Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal Paşa ile tartıştığı sahne yer alıyor. Bazılarına göre böyle bir olay hiç yaşanmadı. Acaba?

Şunu söyleyelim ki, henüz dört başı mamur Atatürk ve Bediüzzaman biyografileri yazılamamıştır. Yazılamayışının sebebi, akademinin soğuk elinin bu iki dünyaya eğilme imkân ve fırsatını bulamamasıdır. İşin ilginç tarafı, hem Atatürk'ün hem de Bediüzzaman'ın sağlıklarında birer hatırat bırakmış olmalarıdır. Belki de bilim adamlarını tedirgin eden husus, "Nutuk" ve "Tarihçe-i Hayat"ın lehine veya aleyhine yazmak zorunda kalmaktır.

Peki Mustafa Kemal ile Said Nursi hiç karşılaştılar mı?

İlk olarak 1916'da Kafkas cephesinde karşılaşmış olabilirler. Zira Bediüzzaman gönüllü milis alayının başında, Mustafa Kemal ise 16. Kolordu komutanı olarak aynı cephede Ruslara ve Ermenilere karşı savaşmışlardı.

Peki 1922-23'te Ankara'da karşılaşıp tartıştılar mı?

Bu konuda resmî kaynaklar gayet ağzı sıkı davranıyor. Bediüzzaman'ın TBMM'ye geldiğini, orada "hoş amedi" (hoş geldin) töreni icra edildiğini ve kürsüye dua etmek üzere davet edildiğini resmî tutanaklardan okuyoruz. 9 Kasım 1922'de geldiği Ankara'dan ayrılış tarihi 17 Nisan 1923 olduğuna göre 5 ay kadar Ankara'da kaldığı da kesin.

"Tarihçe"ye göre Mustafa Kemal, "şifreyle" 3 defa davet etmişse de, Bediüzzaman önce gelmek istememiş, fakat dostu, eski Van Valisi Tahsin Bey araya girince razı olmuştur. Alkışlarla karşılansa da, Ankara'da umduğunu bulamayan Nursi'nin Hacı Bayram Camii civarında ikamet ettiğini biliyoruz. Ne var ki, Meclis'te dine kayıtsızlık ve Batılılaşma bahanesi altında İslamiyet'e karşı soğukluk havası gördüğünden milletvekillerine hitaben namaza teşvik edici bir bildiri yayımlar. Bildiriyi Mustafa Kemal'e okuyan kişi ise Kâzım Karabekir Paşa'dır. Etkisi hemen görülür, namaz kılanlara 60 kişi eklenir, mevcut mescit dar gelince daha büyük bir odaya taşınılır.

Yine "Tarihçe"de geçtiği kadarıyla, başkanlık divanında 50-60 milletvekili içinde Mustafa Kemal ile Bediüzzaman arasında bir "fikir teatisi" yaşanır. Mustafa Kemal, yüksek fikirlerinden yararlanmak için çağırdıkları halde Nursi'nin gelir gelmez namaza dair bildiri yayımlamasını eleştirir, 'aramıza ihtilaf soktunuz' diye ona yüklenir. Nursi ise birkaç makul cevap verdikten sonra, tartışma alevlenince "şiddetle ve hiddetle" iki parmağını ileri uzatarak, "Paşa, Paşa! İslamiyet'te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü, merduttur (dinden çıkmıştır)" der. Bunun üzerine M. Kemal özür diler, ona "ilişemez".

"Tarihçe-i Hayat"ta Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal'le konuştuğu ikinci bir sahne daha yer alır. Buna göre İslam âleminde büyük bir uyanışın işaretlerini görmek umuduyla Ankara'ya gelen Nursi'nin hayal kırıklığı ve dinden uzaklaşma yönündeki gidişatı düzeltmek için çalıştığından söz edildikten sonra bu defa Meclis Başkanlığı odasında (muhtemelen Büyük Zafer'i tebrik vesilesiyle) Mustafa Kemal'le 2 saat kadar konuştukları belirtilir. Burada onun Paşa'yı daha direkt ifadelerle içine girdiği yoldan çevirmeye çalıştığını görürüz. "İslam ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak için İslam'ın kurallarını tahrip etmenin bu millet, vatan ve İslam dünyası için büyük bir zarar doğuracağını" söyler ve eğer illa bir "inkılab" yapılmak isteniyorsa, bunun Kur'anî doğrultuda yapılması uyarısında bulunur.

Mustafa Kemal itiraz eder ama Bediüzzaman'ı da gözden çıkarmak istemediği dikkat çeker. Ona milletvekilliği dahil olmak üzere bazı cazip tekliflerde bulunur. Ne var ki, Nursi, kimi manevî yorumlar ışığında bu çağda siyasetle mücadele yolunun kapandığını, gelişmelere "manevi kılıç" hükmündeki "icaz-ı Kur'an'ın nurlarıyla" mukabele edilebileceği kanaatiyle teklifleri reddeder ve kalması yönündeki ricalara rağmen Van'a çekilir.

Diğer ismi "23. Lem'a" olan "Tabiat Risalesi"nin başındaki not, bu bilgileri tamamlayıcı niteliktedir. Büyük Zafer'den sonra Ankara'ya gittiğinde "gayet müthiş bir zındıka fikri"yle karşılaştığını anlatır burada. Milleti bozmak ve zehirlemek için "dessasane" çalışanları görünce "Eyvah" der, "bu ejderha imanın erkânına (esaslarına) ilişecek." Risaleyi bu sürece karşı bir tür panzehir olarak yazmıştır.

Bediüzzaman, Mustafa Kemal'le karşılaşma sahnesini böyle anlatıyor. Ne yazık ki, karşı cepheden bir anlatım elimizde yoktur. Peki bu kadar zengin ayrıntıları bir insanın uydurması mümkün müdür? Üstelik Kâzım Karabekir'in aynı süreç hakkında yazdıkları ortadayken. Bediüzzaman'ın "dinsizlik" ve "İslam'dan uzaklaşma" hakkında yazdıklarını şöyle doğrular Karabekir:

"Ankara'da yeni bir hava esmeye başladı. "İslamlık terakkiye mani imiş." CHP "lâ-dinî" (din dışı) ve lâ-ahlâkî (ahlak dışı) olmalı imiş! (...) Türkiye İslam kaldıkça, Avrupa ve hele İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı İslâm olduğundan, bize düşman olacaklarmış!"

10 Temmuz 1923 günü istasyon binasındaki özel kaleminde Mustafa Kemal Paşa ile görüşen Karabekir Paşa, Gazi'nin kendisine "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdur. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Dinî ve ahlakî inkılap yapmadan önce hiçbir şey yapmak doğru değildir." dediğini aktarmaktadır.

Said Nursi'nin siyasetten uzaklaşma öyküsünü bu ışık altında yeniden okumakta fayda var. Gayri resmi hatıratlardan parçalar yan yana getirilince bazı soluk hatlar seçilir hale geliyor, öyle değil mi?
Zaman

28 Şubatçılar bu zulmü de yaptılar!
Erkam Tufan AYTAV
01 Mart 2011

Said Nursi! Cumhuriyet'i bir dönem yöneten bazı kadroların adını nefret ve korkuyla andığı ünlü alim. Öyle korku salmış ki hasımlarına, ölümden yıllar sonra altına sığındığı ağaç bile korkutmuş onları:
"Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım.

Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti’ demişti Bediüzzaman Said Nursi ve arkasından eklemişti; Bana bu kadar eziyet edenlere hakkımı helal ediyorum. Onlara beddua bile etmiyorum"

İşte seksen yedi yıllık ömrü böyle geçmişti. Vefatı sonrasında da rahat bırakılmadı. 1960 darbecileri bu kadar eziyeti yeterli bulmamışlar olmalılardı ki naşını bile Urfa’daki kabrinden alıp bilinmez bir yere kaçırdılar.

Merak etmiş olabilirsiniz buraya kadar 28 Şubatçıların zulmü nerede diye? Biraz sabredin geleceğim.

Üstad 1926/34 yılları arası sekiz sene Barla’da sürgün olarak kalır. Eserlerinden Sözler, Mektubat, Lemaların yarısı burada telif edilir. Bahar aylarında Çam Dağına çıkar, dağın zirvesinde ağaçlar içerisinde insanlardan uzak bu mekânda ibadetle meşgul olurdu.

Gerçekten görülmeye değer bir yerdir Çam Dağının zirvesi. Barla ve Eğirdir Gölü ayağınızın altındadır. Her yer ormanla kaplıdır. Geceleri yıldızları tutar gibi olursunuz.

İşte o mekânda, tam zirvede, uçurumun kenarında kurumuş bir katran ağacı vardır. Üstad Hazretleri bu katran ağacının tepesine çıkar sabahlara kadar zikredip tefekkür edermiş.

Üstadın vefatından sonra talebelerinden rahmetli Bayram Yüksel abi çürümeye yüz tutmuş o katran ağacını yıkılmaması için ortasına beton dökmüş ve dışına da vernik kaplamış.
Çünkü o katran ağacı adeta Risale-i Nur hizmetinin bir nevi sembolüdür. Üstad hazretlerinden yadigârdır.

28 Şubat süreci içerisinde bir helikopter dağın tepesine konar, o katran ağacı kesip uçurumdan aşağı atılır. Sene 2001... Bu da yetmez Üstad’ın üstüne çıktığı tepenin en yüksek çam ağacını da keserler. Bu ağaç civardakilere göre bir hayli sıra dışıdır. Diğer ağaçların dalları yukarı doğru iken, onun dalları aşağıya doğrudur. Adeta doğal basamaklar gibi kullanılsın diye aşağıya doğru eğilmişlerdir. Nitekim Üstad da, talebeleri de, kolaylıkla, tepenin zirvesindeki en yüksek ağacın en tepesine kolaylıkla çıkarlar. Maalesef 28 Şubat’cılar onu da keserler.

Ne hayatı boyunca ne de vefatından sonra rahat bırakılmamış, naşı bile kaçırılmış olan Bediüzzaman Said Nursi’nin kuru katran ağacına bile tahammül edemezler. Ancak Üstad öyle gönüllerde yer etmiştir ki ne cenazesini kaçıran1960 darbecileri ne kuru katran ağacına bile tahammül edemeyen 28 Şubatçılar onu bu milletin kalbinden silememişlerdir.

Bir gün yolunuz Çam Dağına düşerse kesilen o katran ağacının yerine bir fidan dikildiğini göreceksiniz.

O esnada kulağınızı esen rüzgâra verin, o uğultular içerisinde Üstadın ‘Milletimin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur’ dediğini işiteceksiniz. Ruhun Şad olsun.

Erkam Tufan Aytav - Haber 7
erkamaytav@hotmail.com

Ayşe Hür
4 Nisan 2010
‘Eski Said’den ‘Yeni Said’e

Modern İslami canlanış (tecdid) hareketleri içinde özel bir yeri olan Nurculuğun temel düsturu, insanlığın refah ve saadetinin beşer kaynaklı düsturları rehber edinen modern medeniyet aracılığıyla değil, kaynağı vahiy olan Kur’an aracılığıyla sağlanmasıdır


Geçen hafta bıraktığım yerden devam edeceğim ama önce bir hatamı düzeltmek istiyorum: “Said-i Nursî kerametler gösterdi” diyeceğime “Said-i Nursî mucizeler gösterdi” demişim. Meğerse mucizeyi sadece peygamberler gösterirmiş. Yazının başında Said-i Nursî’nin Kadiri Şeyhi Abdülkadir Geylani (ö. 1166) ile manevi ilişkisinin sürdüğünü söylemek istemiştim, “manevi” kelimesi nedense düştüğünden sanki Abdülkadir Geylani, Said-i Nursî’nin çağdaşıymış gibi bir anlam çıkmış. Said-i Nursî’nin İTC ve Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkilerine yönelik eleştirilere gelince, gerçeğin kendisi neyse onu yazdım. Bazı okurların Teşkilat-ı Mahsusa’yı MİT, MOSSAD, CIA, KGB gibi günümüzün istihbarat örgütleriyle karıştırdıkları anlaşılıyor. O yıllarda Teşkilat-ı Mahsusa için çalışmak, bir çeşit cihat, bir tür vatan savunması veya işgale/istilaya karşı direnişi örgütlemek anlamına geliyordu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın bugünkü kötü ünü 1915 Ermeni Tehciri sırasındaki rolünden gelir. Yani ortada alınacak bir durum yok. Şimdi hikâyemize devam edelim.

***

Said-i Nursî esaretten döndükten sonra Enver aşa tarafından İslam dünyasının sorunlarına çözümler üretmesi, İslam’a yönelik saldırılara ilmî cevaplar vermesi için kurulan ve bir çeşit İslam akademisi olan Dar’ül-Hikmet-i İslamiye’ye üç aylığı 150 altına ordu üyesi olarak atandı ancak sağlık nedenleri yüzünden toplantılara sadece izleyici olarak katıldı. Bu dönemdeki tek siyasi faaliyeti, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal eden İngilizlerin baskısıyla Dürrizade Abdullah Efendi tarafından Kemalist güçlerin aleyhine çıkarılan fetvaya karşı çıkmak oldu.

Said-i Nursî, 1919-1921 arasında kendi tabiriyle “şiddetli bir inkılab-ı ruhiye” (ruhi bunalım) geçirdi. Yaptığı “vicdan muhasebesi” sonunda siyasi bağlarından sıyrılıp tamamen manevi alana yönelmeye karar verdi. Yuşa Tepesi’nde ve Sarıyer’deki bir evde yaşadığı bu kargaşa döneminin ardından, kendi tabiriyle “Eski Said” ölecek, “Yeni Said” doğacaktı. Bu dönüşümün ara durağı Kemalistlerle kurulan kısa süreli ilişki oldu.

Said-i Nursî ile Mustafa Kemal’in 1919’da İstanbul’da tanıştığı ileri sürülür. İddialara göre 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM açıldığında, Fevzi (Çakmak) Paşa ve Mustafa Kemal kendisini Ankara’ya resmen çağırmışlardı. Ancak Ankara’ya, Enver Paşa’nın Pamir Dağları’nda hayatını kaybetmesinden sonra gitti. Bu nokta önemli çünkü Said-i Nursî ile Enver Paşa’nın ilişkisi 1918’den sonra da devam etmişti. Muhtemelen 1921 yılında bir gün, şakirtlerinden Molla Süleyman ile birlikte, Üsküdar’a geçmek üzere bir sandala binen Said-i Nursî, Kız Kulesi’nde verdikleri mola sırasında önce derin düşüncelere dalmış, ardından birden elindeki çantayı açmış ve içinden bir mektup çıkarmıştı. Mektup o sırada Türkistan’da bulunan Enver Paşa’dan geliyordu. Said-i Nursî, oracıkta Enver Paşa’ya “Ey kahraman-ı hürriyet” diye başlayan bir cevap yazmıştı.

TBMM’de ‘hoşâmedî’ Meclis Zabıtları’na göre, Said-i Nursî, 9 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de “hoşâmedî merasimi” ile karşılandı. Bu karşılanıştan cesaretlenmiş olmalı ki, 19 Ocak 1923 tarihinde Meclis’e hitaben yazdığı on maddelik beyannamesiyle Türk Kurtuluş Savaşı’nın Allah’ın inayetiyle kazanıldığı, buna rağmen Türkiye’yi daha Müslüman bir yaşam tarzına kavuşturmak için hiçbir şey yapılmadığını anlatarak Meclis üyelerini tehlikeli bir laiklik dalgasının Türkiye’yi boğmak üzere olduğu yolunda uyarıyordu. Said-i Nursî’ye göre beyannameden etkilenen 60 kadar mebusun düzenli olarak namaz kılmaya başlaması, Mustafa Kemal’i kızdırmış, Said-i Nursî’ye “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz!” diyerek sitem etmişti. Yine Said-i Nursî’ye göre, daha sonra bu tavrından pişmanlık duyan Mustafa Kemal Said-i Nursî’nin gönlünü almış, ardından kendisine 300 lira maaş, köşk, mebusluk, Diyanet Azalığı ve Şark Umum Vaizliği önermişti. Ancak Said-i Nursî bu teklifleri reddetmişti. Van’a dönüş
Gerçeğin böyle mi olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz, Said-i Nursî’nin, 17 Nisan 1923’te Van’a gitmek üzere trene bindirildiği. Tren biletini serbest iradesiyle mi aldı, yoksa Ankara mı eline verdi derseniz, bana nedense ikincisi gibi geliyor. Burada bir parantez açalım: 2 Şubat 1923’te Mustafa Kemal’in de aralarında bulunduğu 167 mebusun imzasıyla Van’da Medresetü’z-Zehra’nın kuruluşu konusunda bir kanun teklifi Meclis’in gündemine getirilmiş, hatta hükümet bu iş için 150 bin lira tahsisat ayırmış, ancak teklif iki yıl komisyondan bekledikten sonra 29 Kasım 1925’te reddedilmişti. Bu vazgeçişin, Said-i Nursi’ye yönelik tavırdan ziyade Kürtlere yönelik tavırla ilgili olması muhtemel görünüyor.

Şeyh Said İsyanı’ndan Barla’ya
Hilafetin kaldırılmasıyla başlayan laiklik atağının etkisiyle olacak, Van’da üzerindeki gösterişli Kürt kıyafetini sade bir kıyafetle değiştiren Said-i Nursî, kâh Nurşin Camii’nde dersler veriyor, kâh Erek Dağı’nda inzivaya çekiliyor, kâh Doğu Anadolu’nun önde gelen Kürt liderlerini ağırlıyor, kâh ilerde Risale-i Nur adıyla tanınacak eserinin ilk nüshalarını kaleme alıyordu ki, 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said Ayaklanması’na destek vermekle suçlandı ve İstanbul’a götürüldü. Kendisi bu iddiayı reddettiği gibi kendisini isyana katılmaya davet eden Şeyh Said’e şöyle bir mektup yazdığını ileri sürdü: “Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Kürt-Türk birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir İslamiyet’e bayraktarlık etmiştir. Dini uğruna milyonlarca şehit vermiştir. Binaenaleyh, kahraman ve fedakâr İslam müdafilerinin torunlarına kılıç çekilmez ve ben de çekmem.” Bu mektup gerçek midir bilinmez ancak dönemin bütün belgelerini ellerinde tutan resmî tarihçilerin bugüne dek, Said-i Nursî’nin isyana karıştığına dair bir kanıt ortaya koyamadıkları bir gerçek.

İstanbul’daki yargılamalarda suçsuz bulunduğu halde, önce Burdur’a, 1926 yılının ocak ayında ise Isparta’ya sürüldü. Sürgün yeri olarak seçilen Isparta, aynen memleketi Bitlis gibi, din adamı yetiştiren, 60 medrese, 200 Kur’an kursu ve sayısız tekkenin bulunduğu, merkezden kopuk dağlık şehirdi. Kısacası ortam Said-i Nursî’yi etkisiz hale getirmeye hiç müsait değildi. Bu arada muhafazakârlığıyla tanınan Fevzi Paşa, bölgedeki yetkililere Said-i Nursî’ye hürmet etmeleri talimatını vermişti. Said-i Nursî, tedbiri elden bırakıp bir medresede ders vermeye başlayınca Isparta’nın Barla kazasına sürüldü. Ama Barla’da geçirdiği 8,5 yıl boyunca etkisini ve ününü biraz daha arttırdı. Bitlis ve Van olmak üzere memleketin çeşitli yerlerinden ziyaretçileri eksik olmadığı gibi Risale-i Nur külliyatının büyük bir bölümü burada yazıldı. Kendi ifadesiyle ‘yarı ümmi’ olduğu için, Said-i Nursî söylüyor, şakirtleri yazıyordu. Müritlerinden ‘Santral Sabri’ bu risaleleri civar köylere dağıtıyordu. Bu sefer o köylerde eli kalem tutanlar kopyalama işine girişiyorlardı. Böylece risaleler ve cemaat kartopu gibi çoğalıyordu.

Bir iddiaya göre, Kâzım Karabekir’in arka çıkmasına rağmen, 1934’te Barla’dan tekrar Isparta’ya getirildi. 1935’te Isparta, Milas, Antalya, Bolvadin, Aydın, Van’da Nur cemaatine yönelik bir tutuklama furyası oldu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın deyimiyle “Kürt Hoca” ve müritleri kamyonlarla Eskişehir’e getirilerek cezaevine kondular. Said-i Nursî mahkemede kendini, siyasete katiyen karışmadığını, yaptığı işin tarikat oluşturmak değil, imanı teşvik etmek olduğunu söyleyerek savunduysa da tesettür ve kadınların miras hakkı konulu bir risalesinden dolayı, 11 ay hapse mahkûm edilmekten kurtulamadı. Mart 1936’da hapisten çıktığında jandarma eşliğinde 7,5 yıl kalacağı Kastamonu’ya doğru yola çıktı.

Kastamonu ve Emirdağ yılları
Ancak ilginçtir, İstiklal Mahkemesi yargıçlığı yapmış olan Avni Doğan’ın valiliğini yaptığı bu şehirde bile rejim Said-i Nursî’nin üzerindeki özel kıyafeti ve sarığı çıkartmayı başaramadı. Dahası Said-i Nursî Isparta’nın ‘Nurcu’ köyleriyle ilişkisini sürdürdüğü gibi Nur Risalelerini çoğaltma ve dağıtma işi aralıksız devam etti. Bir iddiaya göre risalelerin 60 bin kopyası bu dönemde dağıtılmıştı. Dağıtılıyordu ama bu dönemde okuma yazma oranlarının yüzde 35’lerde olduğu düşünülürse, risalelerin okunduğu şüpheliydi. Yine de devlet işi sıkı tuttu ve 1943’te Nur talebelerine karşı yeni tutuklamalar yapıldı. Yargılama Denizli’de olacaktı ama Said-i Nursî arada Ankara’ya götürüldü. İddiaya göre amaç sarığını çıkartmaktı. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan zorla sarığını çıkarıp başına bir şapka geçirmeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. Pes etmeyen Tandoğan, istasyonda kendisine tam suçüstü yapacakken, Said-i Nursî’nin ifadesiyle “başına musallat olan bir pire yüzünden başını kaşımak için şapkasını çıkarttığı” için tutuklanmaktan kurtulmuştu.

Komünizm tehlikesi
Denizli hapishanesinde geçirdiği dokuz ayda pes etmek bir yana hapishanede mürit edinmeye devam eden Said-i Nursî (ve talebelerinden çoğu) mahkemede yine beraat etti. Ardından Temyiz Mahkemesi, risalelerin “ilmi gaye ile hazırlandığına” ikna olup kararı onayınca, Said-i Nursî için nispeten özgür günler başladı. Bir buçuk ay kadar kaldığı Denizli Şehir Oteli’nde ziyaretçi akınına uğrayan Said-i Nursî’nin yeni evi Afyon-Emirdağ’dı. Bu sefer devlet bonkör davranmış, 400 lira harcırah vermişti. Denizli Mahkemesi’nin beraat kararının onandığı 1945’ten itibaren yayın yasağı kalmadığı için Risaleler açıkça (artık daktilo ve teksir makinesiyle) basılıyordu.

1947’de başta CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran olmak üzere bazı devlet büyüklerine mektuplar yazarak “memleketi tehdit eden komünizm tehlikesi”ne karşı uyardığını düşünürsek, (Türkiye’deki komünist sayısı bir elin parmaklarını geçmediği halde Said-i Nursî dinsizlikle özdeşleştirdiği komünizmin fanatik bir düşmanıydı) Said-i Nursî’nin başını çektiği İslamcı hareket Kemalist rejimi pes ettirmeyi başarmıştı. İnönü’nün Hilmi Uran’a “Said-i Kürdî şimdi nerede, ne yapıyor?” diye sorduğu, Hilmi Uran’ın mahkemelerin devamlı beraat kararı verdiğini söylemesi üzerine “Zeki adamdır. Divan-ı Harplerden ve istiklâl mahkemelerinden yakasını kurtarmasını bildi!” dediği rivayet olunur.

DP dönemi ve ‘Üçüncü Said’
Ancak, İslamcı akımlara karşı genel yumuşamaya karşı Ankara’nın Said-i Nursî alerjisi sürüyordu. Said-i Nursî, 1948’de halkın dinî hislerini istismar etmek ve halkı devlete karşı kışkırtmaktan 20 ay hapse mahkûm oldu. Hapiste iken, ülke “çok partili” döneme girmişti. Said-i Nursî, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde dine saygılı olduğu ve komünizme karşı mücadele verdiği için DP’yi desteklemiş, seçimlerden sonra çıkarılan genel afla serbest bırakılmıştı. Bu desteğe rağmen, Barla Mektupları ve Emirdağ Lahikası’nda adını vermeden Mustafa Kemal’den “deccal” ve “din yıkıcı Süfyan” diye söz etmesi, müritlerinin de Mustafa Kemal hakkında “beton Kemal” türü aşağılayıcı ifadeler kullanması, DP’nin bile üzerindeki yasağı kaldırmasını imkânsız kılmışa benziyordu. Nitekim aftan sonra yine Emirdağ’a dönmek zorunda kaldı. Ankara’ya gelmesine ise (bir istisna dışında) izin verilmedi. Ama bu dönemi baş döndürücü bir tempoda geçti.

1951’de Eskişehir’e gitti ve bir süre Yıldız Oteli’nde kaldı. Burada kendisini bol miktarda TSK mensubu ziyaret etmişti. Bunlar arasında havacılar çoğunluktaydı. “...Askeriyede bir ruh var, o ruh benimle dosttur” sözünü bu ziyaretlerden birinde etmişti. Aynı yıl Türkiye’ye resmî bir ziyaret yapan Pakistan Maarif Bakan Vekili Ali Ekber Şah, Said-i Nursî’yi de ziyaret etti ve kendisini Pakistan’a çağırdı. Said-i Nursî “cephenin burası” olduğunu söyleyerek teklifi reddetti. Bu tarihten itibaren Pakistan ve Irak’ta Risale-i Nur yayınlarının satışı patlama yaptı. Bunu diğer Ortadoğu ülkeleri izledi.

1952’de İstanbul Savcılığı, hakkında bir kez daha dava açtı. Duruşması büyük bir olay oldu. Üzerinde siyah bir cüppe, başında da resmen yasaklanmış olan sarık bulunuyordu. İstanbul Üniversitesi’nden müritleri günlerce mahkeme salonunu ve caddeleri doldurdular, 1953’te beraat etti. Aynı yıl, İstanbul’un fethedilişinin 500. yılı vesilesiyle Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etti ve Patrik Athenagoras’la görüştü.

1954’te talebesi Muhsin Alev’i Nur hareketini yayması için Almanya’ya gönderdi.

1955’te Türkiye ve Irak arasında imzalanan Bağdat Paktı’nı (adı sonra CENTO oldu) bölge barışına ve Türk-Arap-Hıristiyan dostluğuna yardım edeceğini söyleyerek destekledi.

1956’da takipçilerine bir süredir oy kaybeden DP’yi destekleme çağrısı yaptı. 1957 seçimlerinde oyunu açıkça DP’ye verdi. Böylece kendi deyimiyle “Üçüncü Said” dönemine girdi.

Urfa’da vefatı ve sonrası
1959 yılını ülke içi seyahatlerle geçirdi. Pek çok ile gitti. Ankara’ya 1922’den sonraki ilk ziyaretini ise 30 Aralık 1959’da gerçekleştirdi. Ziyareti sırasında müritlerinin coşkulu ilgisi müesses nizamın koruyucularını tedirgin etmiş olmalıydı ki, 11 Ocak 1960’ta Bakanlar Kurulu’nun “Emirdağ’da oturmasını tavsiye eden” kararı kendisine tebliğ edildi. Yassıada evrakları arasında bulunan ve Menderes’in kasasından çıktığı söylenen 12 Ocak 1960 tarihli mektubunda, kendisine uygulanan ev hapsinin “30 senelik muhaliflerin


En son Ekim tarafından Cmt Eyl 28, 2013 1:24 am tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Mar 29, 2010 12:22 am    Mesaj konusu: Bediüzzaman Said-i Nursî Alıntıyla Cevap Gönder

İlk kez yayımlanan yabancı belgelerle Said Nursi
Haber: Murat Aydın / Cnnturk.com
02.06.2015



Emrah Cilasun, yabancı devlet arşivlerindeki belgelerle Bediüzzaman Said Nursi üzerindeki sır perdesini aralıyor. Patika Yayınevi'nin çıkardığı kitapta şimdiye kadar yayımlanmamış belgeler ışığında Nursi'nin Mustafa Kemal Atatürk, Adnan Menderes, İttihat Terakki, Ermeni tehcirindeki rolü mercek altına alınıyor. Kitapta Said Nursi'nin Rusya'dan kaçmadığı, serbest bırakıldığı iddia edilirken, Mustafa Kemal Atatürk ile iplerin nasıl koptuğu açıklanıyor. Nursi, Hitler'in başarısı için dua etti mi?, talebelerine Kore Savaşı'na katılan çağrısı yaptı mı? Adnan Menderes ona ne hediye etti?
video haber

Davutoğlu, Adnan Menderes'i andı
Din, siyaset, laiklik tartışmaların odağında Türkiye bir kez daha seçimler öncesi bu tartışmalara kilitlenmişken; yazar Emrah Cilasun tarihi bir figürü dün-bugün-yarın ekseninde İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya devlet arşivi belgeleriyle gözler önüne seriyor.

Patika Kitap tarafından yayımlanan “Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği” adlı kitap, Said Nursi’nin hayatını yabancı arşiv belgeleriyle anlatıyor.

Nursi’nin doğumundan itibaren başlayan yolculuk, İstanbul’daki ilişkilerini, Teşkilatı Mahsusa ile olan durumunu, İttihat Terakki ile olan yakınlaşmasını, Hamidiye Alayları’ndaki rolünü, Ermeni tehciri ve Dersim harekatındaki konumunu, Mustafa Kemal Atatürk-İsmet İnönü-Adnan Menderes üçlüsü arasındaki diyaloglarını ve son olarak Demokrat Parti döneminde aldığı tavizleri ve bozulan ilişkileri belgeleriyle anlatılıyor.

“Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği”, Said Nursi etrafında şekillenirken; Nursi’yi eleştirisiz sahiplenen Nurcu yazarların, eleştirip sahiplenen Nurcu’ların ve tümden karşı olan İslamcı yazarların durumunu da sorguluyor.

Kitapta Said Nursi ile bire bir yaşamış Nurcu yazarların alıntıları, ortaya çıkan belgelerle karşılaştırılıyor; ve ortaya okunması gereken bir kitap çıkarıyor....

Ezber bozacak bilgiler

Sadi Nursi 1914-1916’da Van ve Bitlis cephelerinde, kendisi her zaman aksini iddia etse de Ermeni tehcirine bizzat katıldığı belirtiliyor. Bitlis ve Van’da olduğu iki yıl boyunca Ermenilere yönelik harekatler sürerken, Nursi Bitlis ve Van’da en üst makamda ağırlanıyor.

1925’te Şeyh Said başta olmaz üzere Kürt ayaklanmalarında onlara tavsiyesi “Türk’e kılıç çekilmez” olurken, Kore’ye asker gönderme taraftarı olan ve destekleyen Nursi, “Eğer bana da izin verseler, beş bin genç Nur talebelerimle gönüllü olarak komünistlerle harp etmek için ben de giderdim” diyor.

“Türk’e kılıç çekilmez”

1925’teki Şeyh Said isyanına destek vermeyen Nursi hakkında devletin o dönemki yazışmaları da olumlu. Nursi isyancılara şu tavsiyede bulunmuştu: “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’e hizmet etmiş, ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz” Said Nursi, Bitlis isyanına neden katılmadığını “Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem” sözleriyle açıklıyor.

Arnavutların bağımsızlık ilan etmemesi için Sultan Reşad, Molla Said ve Hamidiye Alayları’nın paşalarından Kör Hüseyin Paşa’nın oğluyla birlikte Arnavutluk’a gidip, onlara Kürtlere verdiği mesajı vermeye çalışıyor; ancak gezinin faydası olmuyor ve Arnavutlar 1912 de bağımsızlıklarını ilan ediyor.

25 bin Osmanlı lirası

Sultan Reşat, Van’da bir medrese kurmak isteyen Nursi'ye 20 bin altın yerine 25 bin Osmanlı lirası veriyor ve medresenin temeli de 1913’te atılıyor. Said Nursi ve talebeleri Pasinler’deki Ermeni tehciri olduğu dönemde oradaydı, milis kumandanı Said’in bu harekata katılıp katılmadığı bilinmiyor ancak kitaba göre yeğeni Abdurrahman’ın “Harb-i Umumi’de mecburiyetle bütün talebelerle harbe iştirak etti” sözü katılma olasılığını güçlendiriyor.

Keçe Külahlılar, Ermeni tehcirinde

Van’daki Ermeni ayaklanması sırasında da Molla Said ve Said’in kumandasındaki Kürt Süvariler’in (Keçe Külahlılar) sayısı 300’ü buluyordu. Nisan ve Mayıs 1915’te Osmanlı jandarmasının başına getirilen Venezüellalı Rafael de Nogales, o kanlı hatıratlarında Kürt süvarilerini “Laz taburu, 300 Kürt süvarisiyle Sabağ Köyünü ele geçirmeye gitti. Hatırladığıma göre 4500 Ermeni orada sipere girmişti. Topçu ateşiyle desteklenen Laçlar, süngü hücumuna geçince, Kürtler de şiddetle saldırıya geçti. Kürtler, Ermenilerin arkasından gelerek hepsini bıçakladılar” sözleriyle anlatıyor. Nogales, Kürt süvarileriyle o dönem fotoğraf da çektirecekti.



Ermeni tehcirindeki rolü

Peki 1914 ila 1915’te Ermeni tehcirinde Nursi'nin rolü neydi? Raymond Kevorkian’ın Kudüs’teki Ermeni Patrikliği’nin arşivinde bulduğu bir belgede Bitlis bölgesinde yaşanan katliama ve faillerine ilişkin, “Esasen Ermeni ve Kürt nüfusunun hakim olduğu Bitlis bölgesindeki katliamda yerel liderlerin ve aşiret reislerinin doğrudan bir rolü oldu” diyerek listede Said’in (Said Nursi) ismini de gösteriyor.

Ruslara teslim oluyor

Anlatılanlara bakılacak olunursa Said Nursi ve adamlarının faaliyetleri, 3 Mart 1916’da Rus ordusunun Bitlis’i işgal etmesiyle son buluyor, kumanda ettiği milis gücünden 4 adamıyla birlikte Said Nursi Ruslara teslim oluyor. Her zaman arkasında olan İttihat ve Terakki lideri Talat Paşa, Nursi'y esir düştüğü yıllarda 60 lira gönderecekti. Said’in 1958’de kendisinin denetiminde yayınlanan Tarihçe-i Hayatı’nda “Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya tarafında esarette kalır” denmekte ancak bu bilginin yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Zira Sibirya, Rusya’nın Ural Dağları ile Pasifik Okyanusu arasındaki bölgenin adıdır.

Rusya’da camisi de olan Tatar köyünde

Rus belgelerine göre Said Nursi, Moskova’nın kuzey doğusunda bulunan iki esir kampı olan Kologriw ve Poshekhonje’de kalıyor.



Kologriw’in bağlı bulunduğu Kostroma eyaleti onun Rusya’da iki buçuk sene kalacağı bölge olacaktı. Ortaya çıkan Rus belgelerine göre Nursi, daha sonra Yaroslavl eyaletindeki Poshekhonje kampına gönderiliyor.



Belgelerde Said Nursi, Albay unvanıyla kaydedildiği için tel örgülerle çevrili, kapısında nöbetçilerin beklediği bir esir kampında değil, daha rahat bir ortamda kaldığı ortaya çıkıyor. Kamp dışındaki Osmanlı subaylarının tercihi, eyalet başşehrinin hemen yanı başındaki Tatar köyüdür ve burada bir de cami bulunmaktadır.

Rusya’da komünistler iktidara geliyor

1917’de Rusya’daki Ekim Devrimi’nin meydana gelmesiyle birlikte Said Nuri’nin de hayatı değişir. Nurcu yazarların iddia etiği gibi Nursi, “Esaretten firar ile kurtulup, Petersbur ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilhare Viyana tarikiyle 1918 senesinde İstanbul’a teşrif eder” tespiti de yazara göre muallaktır. Zira Nursi’nin keramet göstererek kaçtığı yönündeki anlatımlardaki “surlarla çevrili esir kampı”ndan bahsetmekte, ancak Nursi, camisi olan Tatar Köyü’nde kalıyordu. Anlatılan hikayeye göre Nursi’nin kaçış haritası da hatalı.

Nursi kaçtı mı, serbest mi bırakıldı?

Said Nursi’nin kaçış hikayesinde var olan ve Nurcu yazarların sahip çıktığı bir Alman belgesi ise oldukça sorunlu. Zira Almanya tarafından Nursi’ye verildiği söylenen Sofya’dan İstanbul’a Balkan Treni ile belgesi üzerinde tahrifatlar yapıldığı iddia edilmektedir. Belgede Molla Said’in vesikalık fotoğrafın yanında belgenin sahibi diye yazılan kısımda bir imza bulunmakta ve Latin harfleriyle atılan bu imzada “Abdurrahman” yazmaktadır.



Yazar, Abdurrahman’ın kim olduğunu, imza sahibinin Nursi değilse bir Osmanlı memuru mu olduğunu, Almanya’nın verdiği belgede Osmanlı memurunun imzasının ne aradığını sorgular.

Latin harfleriyle yazılı

Belgenin arka yüzündeki bilgiler de sorunludur. Arka kısımdaki bilgiler Türkiye’nin 1928’de kabul ettiği Latin harfleriyle yazılmıştır!



Savaş esirlerinin değiş tokuşu

Küçük birader Molla Abdülmecid ise kendi hatıra defterine “Almanya tarikiyle İstanbul’a gelir” diye not düşmüştür. Bu bilginin doğru olmakla birlikte eksik olduğu kabul edilirse, Sovyet Rusya ile ittifak devletleri (Almanya, Avusturya –Macaristan, Osmanlı ve Bulgaristan) arasında savaş esirlerinin değiş tokuş anlaşmasıyla (Brest Litovsk Anlaşması) resmin netleştiğini görebiliriz.

Türk savaş esirlerinin geri dönüşünden Almanya sorumlu

Anlaşmaya göre 1918’in yaz ve sonbahar aylarında Sovyet Rusya topraklarında bulunan 80 bin Alman, 450 bin Avusturya-Macar, 25 bin Türk savaş esiri ilaveten 214 bin Alman sivil mahkum ülkelerine geri dönerler ve bu geri dönüşte Türk savaş esirlerinin dönüşünden sorumlu olan da Almanya’dır.

Anlaşmaya göre Türk savaş esirleri Moskova-Smolensk-Minsk-Mogilev veya Witebsk-Varşova-Sofya üzerinden İstanbul’a getirilecekti. Ortaya çıkan Rus belgelerinde “esirler sakat ya da hasta da olsalar tek başlarına geri dönmelerine müsaade edilmemeli” derken, 1918 tarihli başka Rus belgelerinde de Türklerin Moskova üzerinden nakledildikleri belirtiliyor.

Nursi kaçmadı iddiası

Bu değiş tokuş sayesinde evine dönenlerden biri de Kostrama’da Said Nursi ile altı ay birlikte kalan Mustafa Bolbay’dır. O günleri Bolbay, “Esaretten kurtuluşum da yine bir temmuz ayında oldu. 7 temmuz 1918’de Salib-i Ahmer (Kızılhaç) treniyle Varşova’ya geldim” diye anlatır. Bolbay, Said’e verilen Alman belgesindeki tarihten 20 gün sonra Varşova’ya varır. Yazar, Albay rütbeli Said Nursi’nin de Rusya’dan kaçmaktan ziyade, Brest Litovsk Anlaşması gereğince, İstanbul’a legal yollardan gelmiş olmasının gerçeğe daha yakın olduğunu belirtir.

Fransız raporunda “serbest kaldı” deniyor

Bu arada 8 Ocak 1960 tarihli Türkiye Fransız Büyükelçisi Henrry Spitzmuller tarafından Fransa Dışişleri Bakanlığı’da gönderilen raporda Nursi’ye ve Nurculuğa dair geniş tespitler yer almakta. Raporda Said Nursi ve talebeleri ile ilgili bilgi verilirken Rusya’da bulunduğu döneme atıfta bulunularak “Van’ın Ruslar tarafından işgalinden sonra, direnişe katılmış, tutsak düşmüş ve Sibirya’ya sürgüne yollanmıştı. İki yıl sonra serbest kalmış ve İstanbul’a gelmişti” değerlendirmesi yer alıyor.

İslam Akademisine atanıyor

Said Nursi, İstanbul’a döndükten sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın oluruyla Padişah’ın da onayıyla İslam akademisyenin başına atandı. Akademinin üyeleri arasında Mehmet Akif Ersoy da vardı. Fakat artık ittihatçıların gözden düştüğü bir ortamda Nursi bu görevini 1 yıl götürecek, 1919’da bu kurumdan istifa edecekti.

Mustafa Kemal Atatürk’ten Nursi’ye teklif

Mustafa Kemal ile Said Nursi ise İngiltere’ye olan bağlılık ve anti komünist cephede birleşecekti. Hatta yeni iktidar, Molla Said’e umumi vaizlik için teklif götürecekti. Yeni iktidarın lideri Mustafa Kemal, dini bir dil üzerinden Kürt ulemasıyla her zaman iyi ilişkiler içerisinde olmaya özen göstermiş ve yeni iktidarın dine ihtiyacı olduğunu varsayılarak Nursi’ye böyle bir teklif götürülmüştü. Said Nursi ile yeni iktidar arasında birbirlerine jestler yapılırken, üstü kapalı mesajlar da veriliyordu. Hatta Nursi, 1923’te kaleme aldığı “Mebuslar Beyannamesi”nde saltanatın kaldırıldığını hatırlatarak, Mustafa Kemal’e hilafeti devralması tavsiyesinde bulunacaktı.

Atatürk’ü kızdıran teklif

Oysa aralarındaki çelişki derindir; Nursi 22 Kasım 1922’de Mustafa Kemal’e iletilmek üzere Kazım Karabekir’e verdiği mektubun bir yerinde yeni iktidar sahiplerine şu teklifi yapıyordu: “Dini zayıflayıp etkisini kaybetmesine sebep olan alçak Avrupa medeniyetleri yırtılmaya yüz tutuğu bir zamanda ve Kuran medeniyetinin ortaya çıkmasının vakti geldiği bir anda lakayt ve ihmalkar bir şekilde ‘olumlu iş yapılmaz’; olumsuz ve yıkıcı işe ise bu kadar yıkıma maruz kalan İslam zaten muhtaç değildir. Napolyon’a değil belki Selahaddin-i Eyyubi gibi İslam kahramanlarına tabi olmanı gerekir”

Nursi ile Atatürk arasında namaz tartışması

Yazara göre birbirlerine karşılıklı iltifatların yapıldığı bir ortamdan ikisi arasındaki ipleri kopma noktasına getiren Nursi’nin bu isteğidir. Bir Napolyon hayranı olan Mustafa Kemal’in gözünde artık Nursi’nin yeri olamayacaktı. Hatta Karahisar-ı Şarki Mebusu Ali Sururi’nin hatıralarına bakılacak olunursa 25 Kasım 1922’de Meclis’in Divan-ı Riyaset odasında, Mustafa Kemal Atatürk ve Said Nursi “namaz” meselesi yüzünden ilkin açıktan restleşip, daha sonra karşılıklı ortalığı yumuşatmaya çalışacaklardı. Nursi’nin odayı terk ettiği bir anda Mustafa Kemal, “böyle ulemadan ümmet-i İslamiye’ye hayır gelmez” demişti. Yıllar sonra Nursi ise Mustafa Kemal için “bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez” demişti. Bu dönemde Nursi artık Ankara’yı terk edecekti.

“Şapka Devrimi” için Kastamonu seçildi, sebebi ise...

Atatürk, “Şapka Devrimi” için Kastamonu’yu seçer ve bunun nedenini ise o dönem CHP Genel Sekreteri Saffet Arıkan’a “Çocuğum Kastamonu’ya gideceğim. Niçin Kastamonu’yu seçtiğimi bilemezsin. Dur anlatayım... Bu vilayet halkının hemen hepsi asker ocağından geçmiştir. İtaatlidirler, munistirler. Adları gericiye çıkmışsa da anlayışlıdırlar. Bunun için şapkayı orada giyeceğim” sözleriyle açıklar.

Bir Türk on düşmana bedeldir, Bir Türk dünyaya bedeldir oldu

Atatürk ayrıca “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü de burada sarf eder. 24 Ağustos 1925’te Kastamonu ziyaretinde şehirdeki kışlayı da teftiş eden Reis-i Cumhur, “koğuştan çıkarken kapının üzerindeki ‘Bir Türk on düşmana bedeldir’ ibareli levhayı görünce derhal bir subay çağırır. “Böyle mi?”, “Evet paşam” Ondan sonra elini kaldırarak ‘hayır’ der. Bence öyle değildir. Bir Türk dünyaya bedeldir.”

Dersim Katliamı sırasında Nursi

Peki Ermeni tehciri sırasında Bitlis ve Van’da bulunan dolaylı ya da dolaysız olarak olayların içinde yer aldığı iddia edilen Said Nursi, “Dersim Katliamı” sırasında nasıl bir tavır takınmıştı? Dersim harekatı sonrasında Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Kasım 1938’de TBMM’nin 5. Devre 4. Toplanma Yılı Açılış konuşmasında, “Tunçeli’ndeki toplu eşkıyalık hadiseleri, belirli bir program dahilindeki çalışmaların neticesi olarak kısa bir zamanda bertaraf edilmiş, o mıntıkada bu gibi vakalar bir daha tekerrür etmemek üzere tarihe devrolunmuştur” sözleri ayakta alkışlanacaktı.

Nursi’nin Dersim sözleri

Dersim harekatına katılanlardan birisi de Nursi’nin en önemli kadroları arasında yer alan Binbaşı Hulusi Yahyagil’dir. Yahyagil’e bölgenin tamamen imha emri gelmiş ve binbaşı açısından “bölgenin tamamı Rafizi” idi. Tam Dersim’e gideceği vakit, üstadı Nursi’den bir mektup almış ve Dersim’de çatışmaya girmediğini açıklamıştı.

Nursi 1948-49 yıllarında Afyon savcısına verdiği müdafaada Dersim örneğinden yola çıkarak neden “amir ve memurları yılan, zındık, gizli komünist, vatan düşmanı, mülhit ve münafık” diye adlandırdığını “talebelerine” dayanarak şöyle açıklayacaktı: “1938 senesinde Dersim faciası ki, Doğu Mecmuası’nın 17. Sayısında Doğu Faciası serlevhasıyla bu vakıanın tam tamına aynısını yazdı ki, hiç dünyada emsali vukuu bulmamış öyle bir zındıklık, münafıklık ve vatan ve millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kat’i ispat ediyor. Elbette öyle fevkalade cani, canavar memurlara bin defa zındık, gizli komünist, dinsiz demekle suçlu olmak, bilakis tasdik ile takdir ile mukabele lazım. İşte Said umuma değil, böylelerine zındık, münafık demiş...”

İsmet İnönü dönemi

Milli Şef’in 1941’den 1944’e kadar İkinci Dünya Savaşı’nda izlediği politikayla Nursi’nin aynı yıllarda aldığı pozisyon arasında ise muazzam benzerlikler söz konusu. Her iki pozisyon da Nazi Almanyası’nın yanına düşecektir.

Ruslara karşı 180 bin kişilik Türk kuvveti

Almanya’nın SSCB’ye saldırması ve doğuda İran’da SSCB ve İngiltere tarafından işgal edileceğine dair sinyallerin gelmesi ile birlikte 18 Haziran 1941’de Türkiye ile Almanya arasında saldırmazlık anlaşması imzalandı. Yine aynı yıl yapılan anlaşma ile Türkiye, Almanya’ya savaş malzemesi de satacaktı. Velhasıl 1941 yılları Ankara ile Berlin arasında ikinci bahar yaşanıyordu. Ankara’daki devlet ricalinin “Panturan” hayallerini kuzeyde ilerleyen Almanya okşamıştı. Türkiye o kadar sevinmişti ki, 1942’nin başında Türk subaylarının özellikle Nuri Paşa’nın girişimleri sonucu Kafkasya’da, Almanlar tarafından yakalanan Kızıl Ordu mensupları içerisinden SS’lere bağlı “180 bin kişilik” bir Türk kuvveti oluşturulacaktı. Türk kökenli olarak adlandırılan Özbek, Kazak, Kırgız, Karakalpak ve Taciklerden oluşturulan “Türk-Tatar Lejyonu”nun yanında, Azeri, Dağıstanlı, Inguş, Lezgi ve Çeçenlerden oluşan bir “Müslüman Kafkas Lejyonu”nun eğitimine de başlanmıştı bile...

Nursi’nin Almanya’nın başarısı için duası

Bütün bu gelişmeler yaşanırken Kastamonu’da bulunan Said Nursi, “İslam milletine büyük darbeler vuran İngiliz ve Rusların, Alman ordusu karşısında mağlubiyetlerini büyük sevinçle” karşılamaktaydı. Hatta bir ara Alman ordusunun muvaffakiyeti için dua etmeye başlamıştı.

Ruslar ilerleyince dua defterinden Almanları siliyor

Fakat 1943’lü yıllardan sonra SSCB’nin Alman ilerleyişini durdurması ve Almanların yenilgiye uğramaya başlaması üzerine Türkiye ve Nursi de tavrını değiştirmeye başlayacaktı. Eski iyiler kötü çocuk olacaktı. Bu konuyla ilgili olarak Said Nursi’nin talebelerinden olan Abdulkadır Badıllı, Tahiri Mutlu’dan duydukların şöyle anlatacaktı: Bir müddet sonra Almanların çok acib zulümlere başladığını ve masum çoluk çocuk demeden bombalarla imha ettiğini işitince, dua defterinden onların ismini sildi ve sırt çevirdi. Hatta Tahiri ağabey, Alman mağlubiyetinin Üstad’ın duasını kesmesinden sonra başladığını söylüyordu.”

Almanya’ya savaş açan Türkiye’nin yeni dostu ise İngiltere ve ABD idi artık.

Demokrat Parti’ye tebrik

Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da kuruldu ve bu tarihten itibaren de Nurcuların yeniden çalışmaya başladığı dönem oldu. 1950’deki seçimleri DP, yüzde 53.35’le kazanınca “Nur talebeleri namına” Nursi, Celal Bayar’a “zatınızı tebrik ederiz. Cenab- Hak sizi İslamiyet ve vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin” diye tebrik edecekti. Bayar da Nursi’ye, Samimi tebriklerinizden fevkalade mütehassis olarak teşekkür ederim” şeklinde bir telgrafla cevap verecekti.

Kore savaşına katılma çağrısı

Nursi, Kore Savaşında da Adnan Menderes ve İsmet İnönü ile aynı safta buluşacaktı. Nursi, İnkar-ı uluhiyete (Allah’ın inkara) karşı yapılan bu harbe katılmak lazımdır” diyordu. Demokrat Parti’ye çok açık bir şekilde “Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslamiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olmaz” uyarısı yapan Nursi, bununla da yetinmeyerek Türkiye’nin ancak sekiz sene sonra Vatikan ile devlet düzeyinde kuracağı ilişki göz önüne alınırsa, Vatikan ile temasa geçerek, Papa’ya ittifak için mektup yazacaktı.

Nursi’ye Chevrolet marka araba hediyesi

Öte yandan Adnan Menderes döneminde iktidar ile fazlasıyla yakınlaşan ve destek gören Said Nursi’ye Menderes 1957 yılında Chevrolet hediye edecekti; ve bu hediye Fransa Büyükelçiliği’nden gönderilen bir belgede yer alacaktı.



Yeni Paradigmanın Eşiğinde Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği

Sayfa Sayısı: 448
Baskı Yılı: 2015
Dili: Türkçe
Yayınevi: Patika

Bediüzzaman Said-i Nursî
Ayşe Hür
28.03.2010

18-24 Şubat 2007 tarihlerinde Radikal gazetesinde yayımlanan Mustafa Kemal ve Muhalifleri adlı yedi yazılık bir dizinin beşinci yazısı, Said-i Nursî’ye dairdi. O yazıdaki bazı iddialarım (Said-i Nursî’nin İTC ve Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkileri gibi) ve neyse ki sayısı çok olmayan maddi hatalarım (“Ankara’dan Van’a gitti” diyeceğime “Erzurum’a gitti” demem gibi) Nur Cemaati”nden bazı yazarlarca sertçe eleştirilmişti. O günden beri de hep aklımda daha kapsamlı ve daha az hatalı bir yazı yazmak vardı. Çünkü müritleri tarafından “Bediüzzaman” (zamanında eşi benzeri bulunmaz kişi), “hakikat kahramanı”, “Türkiye’nin Gandhi’si” diye tanımlanan; bazı siyasetçiler ve bilim adamları tarafından “dinler arası diyaloğun başlatıcısı”, “ihya geleneğinin temsilcisi”, “tefsir okulunun mümtaz şahsiyeti” olarak yüceltilen Said-i Nursî’yi tarihsel açıdan önemli bir figür olarak görüyorum. Geçtiğimiz ay Nur Cemaati’ne yakın olduğunu sandığım Yeni Asya gazetesi, ölümünün 50. yıldönümü vesilesiyle Said-i Nursî hakkındaki düşüncelerimi sormuştu. Tecrübelerimden kalkarak, birkaç cümlelik cevapların yanıltıcı olabileceğini, dolayısıyla görüşlerimi geniş şekilde Taraf’taki sayfamda anlatmayı tercih ettiğimi belirtmiştim. Sözümü tutuyor ve bu haftayı Said-i Nursî’ye ayırıyorum.

Böyle çok yönlü ve uzun bir tarihçeyi bir sayfada anlatmanın zorluğu yüzünden bu hafta yazıyı götürebildiğim yere kadar götüreceğim, sonunu haftaya getireceğim. Radikal’deki yazıyı esas olarak Şerif Mardin’in Bediüzzaman Saidi Nursî Olayı (İletişim, 1990) adlı eserine dayanarak yazmıştım. Bu sefer Şükran Vahide’nin Bediüzzaman Said Nursî, Entelektüel Biyografisi (Etkileşim, 2006) adlı kitabını esas aldım. Şerif Mardin’i hepimiz tanıyoruz. Şükran Vahide ise asıl adı Mary Weld olan bir İngiliz. Gençliğinde rahibe okulunda oryantalist çalışmalar yapmış, Farsça ve Türkçe öğrenmiş. 1980’li yılların başında Said-i Nursî’nin Risaleleri’ni okuyarak Müslüman olmuş ve Şükran Vahide adını almış. Daha sonra Said-i Nursî’nin şakirtlerinden Mehmet Fırıncı’yla evlenmiş. Risale-i Nur Külliyatı’nın önemli bir bölümünü İngilizceye Şükran Vahide çevirmiş. Kısacası Şükran Vahide, en az Şerif Mardin kadar konuya hâkim biri. Ancak kitap kronoloji takip ediliyor gibi görünmekle birlikte sık sık ileri-geri gidiyor. Bu yüzden tüm dikkatime rağmen yanlış anladığım şeyler olmuşsa affola...

Bitlis, Mardin, Van
1877’de Bitlis’in Hizan İlçesi’ne bağlı Nurs Köyü’nde doğan ve adını buradan alan Said-i Nursî, küçük bir toprak sahibinin yedi çocuğundan biriydi. (Muhalifleri, köyün asıl adının Nors olduğunu, “ışık” demek olan “nur”a benzemesi için, kasıtlı olarak Nurs olarak telaffuz edildiğini iddia ederler.) Said-i Nursî’nin memleketi Bitlis, 19. yüzyıldan itibaren Nakşibendî Tarikatı’nın Halidiye kolunun merkeziydi. Ancak Said-i Nursî, Nakşibendîlikten çok, Nakşibendîliğin rakibi olan Kadirilikten etkilenerek büyüdü. Kadiriliğin piri Şeyh Abdülkadir Geylânî ile manevi ilişkisi ömür boyu sürdü.

İlk öğrenimini Nurs yakınlarındaki Taği Medresesi’nde alan Said-i Nursî, sert ve kavgacı mizacı yüzünden pek çok okul gezmesine rağmen klasik medrese eğitimini tamamlayamadı ama gösterdiği iddia edilen başarılar ve kerametler sayesinde, 1892 yılında, yani henüz 15 yaşında iken “Bediüzzaman” diye anılmaya başladı.

Aynı yıl rüyasında, Abdülkadir Geylani’den, Hamidiye Alayı komutanlarından Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’yı, halka zulüm yapmaktan vazgeçmeye çağırma görevi alması üzerine Cizre’ye gitmiş, patavatsızlığa varan cesareti ve bilgisiyle Mustafa Paşa’yı etkilemeyi başarmıştı. Ancak bir süre sonra Paşa’yı kızdırmayı başardı ve Mardin’e sürüldü. Mardin’le Nusaybin arasındaki Beriyye Çölü’nde geçirdiği süre içinde, Namık Kemal’in fikirleriyle, özellikle de ilerde “bir peri kızı gibi güzel” diye tarif edeceği hürriyet fikriyle tanıştı, ancak bu aydınlanma evresi Mardin Mutasarrıfı’nın hoşuna gitmemiş olmalı ki, bu sefer de Bitlis’e sürüldü.

Yine kendi anlatımına göre, gösterdiği mucizeler sayesinde Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın konağında ağırlanan Said-i Nursî, bu dönemde girdiği düşünsel durgunluktan 1896’da Van Valisi Hasan Paşa’nın daveti üzerine, Van’a giderek çıktı. Hasan Paşa’nın yerine atanan İşkodralı Tahir Paşa’nın konağındaki zengin kütüphanede tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya ve astronomi ile tanışan Said-i Nursî’nin Erzincan’da konuşlu 4. Ordu’nun Kumandanı Yahya Nüzhet Paşa’nın danışmanlar meclisine girdiği, bu vesileyle ilerde Teşkilat-ı Mahsusa’yı kuracak olan Kuşçubaşı Eşref Sencer’in babası Kuşçubaşı Mustafa Bey ile tanıştığı sanılır. Görüldüğü gibi Said-i Nursî’nin devlet ricaliyle ilişki kurma becerisi dikkat çekici.

Şark Üniversitesi hayali
Biyografisinde 1899-1907 dönemine ait tek satır bulunmayan Said-i Nursî’nin Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’nden ilham alarak Medresetü’z-Zehra adını verdiği Şark (Kürdistan) Üniversitesi fikrini bu dönemde geliştirdiği iddia edilir. Gerçekten de 1907’de, yanında o sırada Bitlis Valisi olan Tahir Paşa’nın II. Abdülhamit’e yazdığı referans mektubuyla İstanbul’a gelen Said-i Nursî, Ferik Ahmet Paşa’nın yanında iki ay misafir kalmış, ikili Kürdistan’da yapılması gereken eğitim reformları konusunda saraya sunulacak dilekçeyi hazırlamışlardı. Dilekçede Kürdistan bölgesinde yeni okullar açılmasına rağmen yerel halkın bunlardan yararlanamadığı söyleniyor, buralara gönderilen öğretmenlerin Kürtçe bilmemesinden yakınılıyor ve devletin –bugünkü deyimiyle- “pozitif ayrımcılık” yapması öneriliyordu. Dilekçeyi hazırladıktan sonra Paşa’nın evinden ayrılarak Fatih’teki Şekerci Hanı’na yerleşen Said-i Nursî, projesini mayıs ya da haziran ayında Saray’a sundu, ancak bu cesur tavrının karşılığı, akıl sağlığını kontrol ettirmek için Topbaşı Tımarhanesi’ne gönderilmek oldu ama bu dönem kısa sürdü.

Said-i Nursî taraftarları bu olayı Saray’ın mabeyincilerinin tutumuna bağlasalar da, Yıldız Arşivi’nde bulunan iki belgede “Vanlı Said Efendi’ye bin kuruş maaş bağlanmasını” ve “Van’a dönüş masraflarını karşılamak üzere iki bin kuruş ödenmesini” emreden iki iradeye ve Abdülhamit’in Zaptiye Nazırı Şefik Paşa aracılığıyla Said-i Nursî’ye hediye altın göndermesine bakılırsa, Abdülhamit duruma vakıftı ve tipik yöntemi olan maaş bağlama ve unvan verme yoluyla Said-i Nursî’yi başından savmayı hedefliyordu. Said-i Nursî, “maaş dilencisi” olmadığını söyleyerek parayı reddedince soluğu nezarethanede alacaktı.

İstibdada karşı meşrutiyet
Said-i Nursî Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği 23 Temmuz 1908’i takip eden günlerde bazılarına göre çıkarılan genel afla salıverildi, bazılarına göre ise İttihatçılar tarafından nezaretten kaçırıldı ve hemen ardından Selanik’teki kutlamalarda Meşrutiyet’ten yana ateşli bir nutuk atarken görüldü. Bu nutukta kullandığı “millet”, “hürriyet”, “terakki”, “medeniyet”, “insan emeği”, “müspet ilimler”, “meşveret”, “parlamento” gibi kavramlar, Said Nursî’nin Jöntürklerin ve halefleri İttihatçıların liberal-meşruiyetçi terminolojisini iyice benimsediğini gösteriyordu.

Said-i Nursî’nin resmî tarih tarafından “irticai ayaklanma” olarak etiketlenen ancak arka planında İTC’nin olduğu neredeyse kesinleşen 31 Mart Olayı ile ilişkisi konusu da çok tartışılmıştır. (Bu konuyu 6 Nisan 2008 tarihinde bu sayfada ayrıntılı olarak anlatmıştım, ilgilenenler bakabilir.) Said-i Nursî’nin, yine resmî tarihçiler tarafından 31 Mart Olayı’nın kışkırtıcısı olarak gösterilen Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinin yazarlarından ve İttihad-ı Muhammedi adlı örgütün kurucularından olduğu biliniyor. Ancak, kendi ifadesine göre isyana katılmamış, aksine, isyan sırasında özellikle Kürt hamalları yatıştırıcı konuşmalar yapmış, nitekim yargılandığı askerî mahkemede de beraat etmişti.



Ahrarcı oldu mu
Kendi kendine sorduğu “Sen Selanik’te İttihat ve Terakki ile ittifak etmiştin neden ayrıldın” sorusuna cevap olarak 11 Nisan 1909 tarihli Volkan gazetesinde yayımlanan yazısında yer alan “Ben ayrılmadım onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey ve Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim. Lakin bazıları bizden ayrıldılar. Bataklık yoluna saptılar” ifadesine bakılırsa, İttihatçılarla arası bu tarihte birazcık bozulmuştu. Ancak Said-i Nursî, bugün bazılarının iddia ettiği gibi Prens Sabahattin’in “adem-i merkeziyetçi” Ahrar Fırkası’na yaklaşmamıştı. Şükran Vahide’ye göre Said-i Nursî, Prens Sabahattin’i iyi eğitimli, kabiliyetli, hamiyetli ve asaletli bir insan olarak niteliyordu, ancak fikirlerini meşrutiyet uygulamasına zarar verecek bir sürü küçük devletin ortaya çıkmasına sebep olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirecek bir düşünce olarak görüyordu.

Kürtlere propaganda
Mahkemeden sonra dokuz ay daha İstanbul’da kalan Said-i Nursî’nin bu dönemine ilişkin elde yeterli bilgi yok. Ancak, 1910’da gemi ile Karadeniz’e açıldığı ve Tiflis üzerinden Van’a döndüğü biliniyor. Bu tarihten itibaren vaktinin çoğunu İTC adına Kürt aşiretleri arasında siyasi propaganda faaliyetlerine harcayan Said-i Nursî, bu çalışmaları “dağları ve sahrayı bir medrese ederek meşrutiyet dersi verdim” ifadesiyle özetler. Meşrutiyetin İslam davasını ileri götürmek, ittihat ve terakkiyi sağlayarak Osmanlı’yı ayağa kaldırmak için tek çare olduğuna inanan Said-i Nursî’nin bu tutumu önemlidir çünkü o dönemde, özellikle Kürdistan coğrafyasında, meşrutiyetin şeriata aykırı olduğu yolunda yoğun bir propaganda yaygındı.

Meşrutiyet üzerine verdiği vaazlarla Güneydoğu vilayetleri üzerinden (Diyarbakır’da Ziya Gökalp’le tanışmıştı.) Şam’a kadar giden Said-i Nursî, Emevî Camii’nde İslam’ın dünya çapında yükselişini müjdeleyen meşhur Şam Hutbesi’ni verdi. Hutbenin veriliş yeri ve tarihi anlamlıdır, çünkü bu yıllarda Araplar arasında İslamcı sos taşıyan Osmanlıcılık ideolojisinden yavaşça Türkçülüğe kayan İttihatçılara yönelik alerji belirgin hale gelmeye başlamıştı.

Kosova’da namaz
Bu hutbenin, İTC planlarından biri olması çok muhtemel. Nitekim Şam’dan Beyrut’a geçen, oradan vapurla İzmir üzerinden İstanbul’a dönen Said-i Nursî’yi İttihatçıların tahttan indirdiği II. Abdülhamit’in yerine geçen Mehmed V. Reşad’ın 5 Haziran 1911’de başlayan meşhur Kosova seyahatinde görürüz. Üsküp’te Padişah Mehmet Reşad balkondan halkı selamlarken tam yanında duran kişilerden biri olan Said-i Nursî, Kosova Ovası’nda Sultan Murad’ın mezarının yanında 100 bin kişinin katılımıyla kılınan namazda da vardır. Bu seyahati, bir süredir bağımsızlık talepleriyle İstanbul’u endişelendiren Arnavutları ikna etmek için İttihatçılar düzenlenmişti. Teşkilatın Osmanlıcılık siyasetinin en önemli örneklerinden biri olan bu seyahate imparatorlukta bulunan tüm etnik ve dini gruplardan temsilciler katılmıştı. Şükran Vahide’ye göre Said-i Nursî, seyahate muhtemelen İTC’nin önerisi ile ve Doğu illerini temsilen oradaydı. Seyahat sırasında, Arnavutların Latin alfabesi yönündeki isteklerini yatıştırmak için kurulması düşünülen üniversite tartışmalarından yararlanarak, yıllardır kafasında olan “Şark’ta bir Darülfünun” projesini padişaha açmayı başaran Said-i Nursî, kendi ifadesine göre Padişahın ve İttihatçıların vaad ettiği 19 bin altının avansı olan bin altınla Van’a dönmüş ve Van Gölü kıyısındaki Edremit’te, Medresetü’z-Zehra’nın temellerini atmıştı.

Savaşçı Said-i Nursî
İnşaat devam ederken bir yandan da kendisine devletçe tahsis edilen Horhor Medresesi’nde eğitim vermeye başlar. Bir ara öğrenci sayısı 200’e kadar çıkar. Bu sırada Said-i Nursî’nin diğer büyük mesaisi, “meşrutiyeti kendileri için iyi, Rumlar ve Ermeniler için kötü bulan” Kürtleri ikna etmek üzerinedir. Balkan Savaşı yüzünden üniversite için söz verilen paranın geri kalanı gönderilmeyince inşaat yarım kalır.

1913 yılında kendisine şakirt olmak için gelen ancak duyduklarından sonra bundan vazgeçen üç öğrenci Said-i Nursî’yi şöyle betimler: “...Bu esnada medresenin duvarı dikkatimizi çekti. Mavzer tüfekleri, çeşitli silah, kılıç, kama ve fişekler dizilmişti. Bununla beraber rahleler üzerinde kitaplar vardı (...) ikinci olarak da dikkatimizi çeken ve taaccüp ettiğimiz (şaşırdığımız) husus, hocanın tavrı kılık kıyafeti oldu. Çünkü eskiden beri gördüğümüz hoca kıyafetini görmedik. Bu adeta, başında külahıyla, ayağında çizmesi ile belinde kaması ile ve birde sert adımlarla yürüyüşü ile bize bir hocadan ziyade, bir erkânı harp bir asker intibaı vermişti. Doğrusu çok genç olduğundan ‘Acaba ilmi var mı?’ diye içimizden geçirmiştik.(...) Biz kendisinden ders okumak için geldiğimizi söyledik. O zaman bize ‘Peki ama benim şartlarım var. Onlara riayet etmek şartıyla tamam’ dedi. Ve ilave etti: ‘Benimle başlayanın artık bir daha geri dönmesi diye bir şey yok. Hayatının sonuna kadar benimle beraber olacaktır.’ Ayrıca şunu da söyledi: ‘Bugün söz verip, kabul ederseniz, sonra da sıkılınca veya herhangi bir sebepten dolayı gideriz diye hatırınızdan bir şey geçmesin. Çünkü Van Valisi benim dostum ve ahbabımdır. Onun vasıtasıyla tekrar sizi getiririm.”

Kostroma’daki esaret yılları
Birinci Dünya Savaşı başlayınca büyük ihtimalle Enver’in talebi üzerine savaştan önce silahlı eğitim verdiği öğrencileri ve yakın çevresinden kurduğu milis taburu ile savaşa katılan Said-i Nursî, Van, Bitlis ve Erzurum’da Ermeni çeteleri ve Ruslar ile yapılan çarpışmalarda iyi ata binmesi, at üstünde iyi silah kullanması ve cesareti ile öne çıktı. Özellikle Erzurum Pasinler’de Ruslarla yapılan çatışmalarda gösterdiği kahramanlıklara birçok hatıratta yer verildi. Said-i Nursî, Nur Risaleleri’nin ilk kitaplarından olan ve Kur’an tefsiri olarak nitelendirdiği İşaratü’l İ’caz isimli kitabını bu çarpışmalar sırasında cephede yazdı.

Şükran Vahide’ye göre, Nisan 1915’te patlak veren Van’daki Ermeni isyanını bastırma çalışmalarına katılmayan Said-i Nursî, buna karşılık kadınların ve çocukların hayatının kurtarılması için çabalamıştı. Bunlar arasında Ermeni kadınları ve çocukları da vardı.

Erzurum cephesinden Van-Bitlis cephesine dönen Said-i Nursî burada girdiği bir çatışmada yaralanarak 3 Mart 1916 tarihinde Ruslara esir düştü. Kendisiyle birlikte esir düşen Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın torunu Asteğmen Muhammed Feyyaz’ın tuttuğu günlüğe bakılırsa Ermeni kadınları ve çocuklarıyla ilgili tavırları işe yaramamış, Rus Koşakları ve Ermeni Taşnaklar, Said-i Nursî’yi öldürmek için epey gayret göstermişler, ancak Rus ordusunda savaşan Müslüman ve Rus askerler buna engel olmuştu.

Said-i Nursî, Volga Nehri yakınlarındaki Kostroma Esir Kampı’na götürüldü. İki yıl dört aylık esareti sırasında Enver Paşa ile mektuplaşmayı başardığına dair emareler var. 1917 Bolşevik Devrimi sırasında çıkan karışıklıktan yararlanarak Petersburg-Varşova-Berlin-Viyana-Sofya yoluyla İstanbul’a döndü. Bu kaçışın öyküsü, Said-i Nursî’nin talimatıyla resmî biyografisi olan Tarihçe-i Hayat adlı eserde iki cümle olarak geçti. Şükran Vahide’ye göre Said-i Nursî’nin dolaylı ifadeleri firar ve dönüş seyahatinin oldukça kolay geçtiğini gösteriyordu. Vahide başka bir şey söylemiyor, ancak cebinde hiç parası olmayan, Avrupa’yı daha önce hiç görmemiş olan, geçtiği ülkelerin dilini bilmeyen birinin, hele de Said-i Nursî gibi görünüşü ve tavrıyla dikkat çekici ise, savaş yıllarında dört-beş Avrupa ülkesini aşarak İstanbul’a sağ salim dönmüş olması, “işin içinde bir iş” olduğunu düşündürüyor.

Teşkilat-ı Mahsusa üyesi miydi
Gerçekle uydurmayı harman etmesiyle meşhur tarihçi Cemal Kutay’a göre “işin içindeki iş” Teşkilat-ı Mahsusa idi. Kutay’a göre Said-i Nursî’nin yolculuk masrafları ordu hesabına fatura edilmiş ve İstanbul’a dönüşü İttihatçıların yayın organı Tanin tarafından kamuoyuna duyurulmuştu. Ancak Teşkilat-ı Mahsusa hakkında bir doktora tezi hazırlayan Philippe Stoddart’ın kitabında Said-i Nursî’nin adının geçmediğini belirtmek gerek. Bu arada Kutay’ın bir diğer iddiası da Said-i Nursî’nin 1915 yılı başında Sunusilere cihat çağrısında bulunmak için denizaltıyla Kuzey Afrika’ya gittiğidir ki, Radikal’deki yazımda aktardığım için eleştiri aldığım bu iddiayı destekleyecek bilimsel bir kanıt hakikaten yok. Ancak bu ana kadar anlattığım pek çok olayın arka planında Teşkilat-ı Mahsusa ruhunun yattığı da ortada.

Yeri gelmişken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: İslamcı çevreler sadece Said-i Nursî’nin değil, Libyalı Şeyh Sunusi’nin, İslamcılık akımının önde gelenlerinden Sadrazam Sait Halim Paşa’nın, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin, İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif’in ve adlarını burada sayamayacağım İranlı, Dürzî, Arap İslamcıların İttihatçılığı konusunda da konuşmaktan hoşlanmıyorlar. Çünkü bu ilişkilerin kabulü, İttihatçılığı Masonluk-Farmasonluk ve Dönmelikle ilişkilendiren meşhur komplo teorisine halel getiriyor. Halbuki Said Nursî’nin meşhur “ben Antranik ile bir olup Enver’e, Venizelos ile bir olup Said Halim’e tokat atmam” ifadesinde, Said Halim’le Enver’in bir arada anılmasının nedeni bu bağdı.

Evet, yerimiz bitti. Hikâyenin gerisi haftaya...

Taraf Gazetesi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Hzr 02, 2015 11:28 pm    Mesaj konusu: Bilinmeyen Gülen Alıntıyla Cevap Gönder

Bilinmeyen Gülen
Dr Mustafa Peköz
Sendika.org

İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine yapmış olduğu müdahaleden sonra 9 kişinin yaşamını yitirmesini, AKP hükümeti iç politikada çok daha etkin kullanmayı düşünürken, Gülen’in yaptığı açıklama, gündemi doğrudan etkiledi.

Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide;

“Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”

olarak tanımlamıştı.

Peki, Gülen bu mesajla ne demek istemişti?

Neden böylesi bir mesaja gerek duydu?

Bu soruya çok yönlü yanıtlar vermek mümkündür.

Wall Street Journal gazetesi, ABD küresel sermayesi tarafından çıkartıldığı gibi editörlerinin önemli bir kesimi de Yahudi kökenli olması bir yana, uluslararası güçlerin mesajlarını kamuoyuna yansıtan bir dergidir.

ABD’nin ve küresel sermayenin İsrail ile Türkiye’ye arasında gelişen bu olumsuz süreçten çok açık olarak rahatsız olduğu biliniyor. Gülen üzerinde yapılan uyarı çok yönlü mesaj özelliği taşıyor. En önemli kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak tanımlıyor.

Bu tamamen politik ve ideolojik bir bakış açısı içeriyor. Gülen bütün yaşamı boyunca devlete hizmet etti. Hiçbir koşulda ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istemedi.

Tersine, devlete boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsedi. İtaat etmek onun cemaat ilişkilerinin de temelin oluşturuyor.

Bunun için, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgaline destek veriyor. Filistin halkının İsrail işgaline geliştirdiği ayaklanmayı desteklemiyor.

Kürtlerin özgürlükleri için yürüttüğü mücadeleye kesinlikle karşı çıkıyor. Kürtlere karşı bütün gücüyle devletin yanında yer alıyor. Otoriteye kayıtsız-şartsız uymasını talep ediyor. Bunun için de, İsrail devletinden izin alınmadan gemilerin gönderilmesini doğru bulmuyor.

ABD, Gülen cemaatinin hem Türkiye’deki ciddi bir ağırlığının hem de AKP üzerinde ciddi bir etki gücü olduğunun farkındadır. Bu bakımda Türkiye’ye uyarıyı Gülen üzerinde yapmayı tercih etti.

Böylelikle, AKP’nin gelecekteki politikalarına çeki düzen vermesi, güç dengelerini bozmaması, belirlenen küresel düzeninin dışına çıkmaması için güçlü bir mesaj vermiş oldu. Gülen’in ABD’nin izni olmadan hiçbir adım atmayacağı da biliniyor. Bir bakıma ABD’nin diline tercüman oldu.

Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerin onda biridir. Kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler incelendiğinde dahi çok önemli sonuçlar çıkarılabilinir.

Bu nedenle Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek yararlı olacaktır.

Gülen’in ‘İsrail otoritesine saygı gösterilsin’ biçimdeki mesajının bir başka önemli arka planı var.

İki ülke arasında bir denge unsuru olarak rol oynuyor. Her iki tarafta da ciddiye alınıyor. ABD’deki Yahudi lobisiyle çok yakın bağları var. Görünüşte müthiş bir Türk-İslam sentezcisi ama Yahudi lobisinin gözdesi.

Yahudi etiketli bir gazetede, dergide, bir internet sitesinde, Gülen’e dair eleştiri bulamak gerçekten çok çok zor.

Gülen’in ailesi nereli

Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor.

Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım.

Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta Ermeni kökenli olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var.) Daha sonraki baskılarından bunu değiştirir.

Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir.

Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile hiçbir ilgisi yoktur.

Bu nedenle, hayatını anlattığı ‘Küçük Dünyam’ isimli kitabın ilk baskısında baba tarafının Kürt kökenli olduğunu söyler. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.

Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır.

Anneannesi yani nenesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden geldiğini söyler.

“Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme.”

Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadeler ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleridir.

Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabetaylardır.


Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapar.

Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakır.

Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizlemeye yöneliktir. Ya da Yahudiliğe duyduğu gizli hayranlıktır.

Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, insan hakları sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir.

Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyor.

Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir. Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.

Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘şecerenin kaybolduğunu’ söyler.

Her iki ailenin seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verir.

‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’

diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir.

Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaktadır.

Çok zengin bir ailenin çocuğu

Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir.

Kendi anılarını anlatırken, bunun tersini söyler.

“Halil Dede’min çocukları buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.”

80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekirdi.

Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da, gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir.

Kendi anlatımlarında ortaya çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’ kadar bölgenin zenginleridirler.

Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir. Yapmak istediği duygu sömürüsüdür.

Babası Ermeni düşmanıymış!

Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık sık vurgular.

Örneğin

“Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi.”

Bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir ailenin Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır.

Ayrıca Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Buna benzeri sorulara Gülen’in yanıt vermesi gerekir.

Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararıdır

Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi devletin gizli örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyor.

Kendi yaşamına dair anlattıkları dahi bunu doğrulayacak düzeydedir.

Erzurum'da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtir.

Ramazan nedeniyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verir ve sohbetler yapar.

Gittiği her yerde ilk işi devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurması oluyor. Hem de çok kısa sürede bunu başarıyor.

“'Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil'in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti.”

Bu toplantıya katılan isimlerin ikisi dikkat çekicidir.

O dönem yedek subay olarak görev yapan ve Gülen’in yakın dostlarından biri olan Mehmet Şevket Eygi, İslamcı yazar olarak dönemin Amerika’nın ‘anti-komünist stratejisini’ Türkiye’de gündemleştiren ve CIA ile yakın bağları olan biridir.

Amerika’yı komünizmle mücadelenin merkezi olarak gören ve İslamcıları Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini söyleyen fetvalar veriyordu.

“Bizim en büyük düşmanımız komünistlerdir. Elbette bir İslam devletinde komünistlere fikir yayma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmaz... İslam’ın düşmanları ve komünistler doğrudan karşı çıkmadıkları İslam görüntüsü altında melanetlerini işletmeye devam edeceklerdir...”

Hatta Deniz Gezmiş’in de önderliğini yaptığı, Amerika’nın 6 Filo’suna karşı yapılan protesto gösterilerine karşı, camilerde Müslümanlara çağrı yaparak, ‘özgürlüğün temsilcisi ABD’nin yanında yer almaları’ gerektiğini söyler.

Eygi, Milli Gazete yazarı olarak, bir Amerikan ajanı gibi yürüttüğü faaliyetler nedeniyle daha sonraları pişmanlığını belirtmiştir.

İkinci kişi ise, ‘yeni Asyalılar Grubu’nun kurucusu olarak bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet Kırkıncı’dır.

Said-i Nursi hareketinden görünen ama Türk-İslam sentezini savunan, Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif destekleyen bir cemaat lideridir.

Üçüncü kişi ise Yahudi asıllı Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur, Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır.

ABD’nin çok özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini toplantılara katılması da çok dikkat çekicidir.

Gülen askerler tarafından korunmuş!

İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in bütün yaşamı boyunca yürüttüğü bütün faaliyetlerde mutlaka subaylarla yakın bir ilişkisi bulunuyor.

Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım askeri elamanlar var. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkat çekicidir. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. çok yakın ilişkiler kuruyor.

“Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım.”

Asker kökenli Vali Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyi. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli Albay ile yakın bir ilişki içine gidiyor.

Gülen’in askerlik yaşamı son derece dikkat çekicidir.

Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyor. Daha askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin korunmasına girer.

“Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz bey, onun Harbiye’den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti.

Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.”

Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardım olmayıp, onun yürüttüğü ve yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin içinde yer almasıdır.

Birinci torpilli, ilk okula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan diploma alıyor.

İkinci torpilli görev İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak atanmasıdır.

Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu Başkanlığını yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren” devreye girer. Bir gün M. Zeren Edirne Müftülüğünü arar:

“Yeğenimin gözlerinde öperim, imtihanı kazandı”

torpil müjdesini verir.

Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıdır.

“Dört ay sonra, Özmutlu’nun araçlığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş…

Böylece yüksek sürate yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı.”

Böylelikle İslamcı görünen Gülen, ordunun laik subayları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevi verilir. Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip oluyor. Bu görevin sıradan birine verilmeyeceği bilinir. Bir de Genelkurmay’da görev alma isteğinin olması da bir başka ilgi çekici bir noktayı oluşturuyor.

Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınır.

Hatta kendisinin deyimiyle mescit dahi kurar.

“Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım, Hutbe de okudum”

Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması vaazlar vermesi, Gülen’in etkinliğiyle hiçbir ilgisinin olmadığı esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıktır.

İstihbaratçı Gülen

Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gider. Her ne kadar, kura çekimi sırasında iki kez üst üste Erzurum çıktığını söylese de peki inandırıcı değil. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılmaz.

Üçüncüsünde Diyarbakır’ın çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söyler. İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürür.

“Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarlamıştı.”

Laik komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele edilmesini, özel yerde kalmasını sağlayacak özelliktedir. İlginç olan bir başka önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camiinde vaaz vermesidir.

Geldiği ikinci hafta vaazlarına başlar, peki bir askerin, gidip camilerde vaaz verebilmesi gücü nereden geliyor. Kimler bunu organize ediyor. Kendi söyleminde, verdiği vaazları dinleyen birçok subay varmış. Gülen nasıl bir görev üslenmiş ki, asker olarak, camilerde imamlık yapabilir.

Askerdeyken özel görevle Erzurum’da

Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini yürütür.

Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verir. Kendisine 3 aylık hasta raporu verilir ve Erzurum’a gönderilir. Öncelikli görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenir. Asker olarak geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneğini kurar:

“...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı... Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.

Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi...”

Bu görevini yerine getirdikten sonra Erzurum ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam eder.

Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen,zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır.

“Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz.

Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim.

Yolda iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti.”

Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu görmüştü.

Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha alır.

Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlenmeler yapar.

Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir. Vaaz sırasında

“Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor.

Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaybetmişler. Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı.”

Bu olay toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerlerin, yine bir başka özel görevli bir askeri tutuklamasıdır.

Gülen, tutuklandığı anda, hemen tümen komutanına bildirilir. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi bir insan’mış.

Ona gidenler,

“Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir, Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik. Ayrıca, derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı paşalarla görüşmüşler.”

Gülen’in kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne kadar kıymetli olduğu anlaşılıyor.

Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest bırakılır ve İskenderun’da birliğine döner.

İskenderun’a gelir gelmez, yine merkez camiinde vaaz verir. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik eder ve bir bakıma yeni bir provokasyona hazırlar.

“Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum. Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söylemiştim.”

Erzurum’dan gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek ve halkı provokasyona getirmenin, Gülen’in cesaretinden kaynaklanmadığı bilinir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, devletin kontrgerilla güçleriyle olan derin bağlarıdır.

Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci bir kez tutuklanır.

Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır.

“Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan -Genelkurmay bn- ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş.

Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da, ‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın.”

Genelkurmay’ın, ordu ve tümen komutanların devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği görevle ilişkilidir. Bu nedenle askeri açından suç görülen hiçbir yasa, kanun Gülen için geçersizdir. Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe giyerek vaazlar vermesi, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir.

Peki, neden sorusunu sormak gerekir.

Gülen, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran general Turan’ın korumasında

Gülen’i koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2. Ordu Komutanı Cemal Tural’dır.

Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli ilişkilerden biri budur.

Gülen şunları söyler:

“Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu.

O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı.

Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde.”

Gülen’in Erzurum ve çevre illerindeki faaliyetleri çok daha net olarak ortaya çıkıyor. Barzani’nin etkisini kırmaya yönelik Türk-İslam çizgisi ekseninde dini faaliyetleri örgütlemektedir. Yani bir bakıma Kürtlerin tasfiye politikasının çok kapsamlı olarak uygulandığını ve Gülen’in de bunun önemli bir parçası olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor.

Ancak Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha var: Said-i Nursi’nin mezarını yerinde kaldırıp kaybettiren kişidir. Gülen, bunu çok iyi bilir. Ama hiç bahsetmez.

Said-i Nursi’nin Kurdi kimliğini çok bilinçli olarak arka planda tutar ve hatta yok sayar. Bu nedenle Gülen’in, Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir yalan ve aldatmacadır. Tersine, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran generale duyduğu saygıyı vurgular. Bu çok açık bir çelişkiyi ifade eder.

Ayrıca Gülen’in Nursi geleneğini takip ettiğine dair hiçbir somut veri yok.

Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şudur:

“Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. 'Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?' hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.”

Bunun dışında Said-i Nursi için söylediği bir pek bir şey bulunmaz. Nursi’den bahsederken, onun Kürt kimliğini yok sayar, inkâr eder. Kendisini Türk gördüğü gibi, Nursi’yi de böyle göstermeye çalışır.

Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında yapmıştır.

24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde camilerde verdiği vaazlar geçirmiş veya komünizmle mücadeleyi örgütlemekle meşgul olmuştur. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmiş.

“İkinci bölük komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi… Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.”

Gülen öyle ki, yaşamın her anı torpillerle geçiyor. Konuşmalarında öyle sözler söyler ki, dinleyen acır, üzülür, efkârlanır.

Yaşamını öyle çileli anlatır ki, insan hayranlık duyar. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle olmadığını, bütün yaşamı boyunca devletin önemli güçleri tarafından korunduğunu, sahiplenildiğini görürüz.

Kontrgerilla eğitim kamplarını kuran Gülen

Gülen, hemen her dönem devlet gizli gücünü arkasında hissetmiştir.

Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü var.

Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı süreç, bir bakıma devlet destekli kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktır.

Özellikle 1965-1980 yılları arasında, devletin kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve sivil faşist ve İslamcı güçleri kullanarak devrimci harekete saldırmak için, askeri ve politik eğitim kampları kurdurduğunu biliyoruz.

Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

Gülen, Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi tutuluyordu.

Kampların amacını şu cümlelerle açıklar:

“Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan, Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu.

Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamı bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir.”

Çok açık olarak belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan ‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir parçasıdır.

MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CIA tarafından organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı Kampların’ da birer kontrgerilla faaliyetidir.

12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına rağmen, kampların faaliyeti kesintisiz olarak davam etti.

“Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti.

Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı…

Ben kaldığımda Avcılarda kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan katılabiliyordu.”

Peki bu gücü nereden alabildi. Tutuklu olmasına rağmen, kamp eğitimlerini nasıl örgütledi. Kendi deyimiyle çevresinde çok az kişi kalmasına rağmen, bunu başarması devlet destekli bir politikadır.

MİT ve CIA desteğinde, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen, Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenir.

Zaman zaman tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında paçayı kurtarır.

Gülen’in kısa sürelerle cezaevine konulması, onu meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanılmasını sağladığı da çok belirgin olarak ortaya çıkıyor.

Kürt gençlerine karşı ‘Altın Nesil’ seferi

Gülen, etnik kökenini inkâr etmekle kalmıyor aynı zamanda düşman bir rol oynuyor.

Öncelikli hedeflerinden biri de, Türk olmayan gençleri Türkleştirmektir. Merkezinde ise Kürt çocukları bulunuyor.

Gülen’in adına ‘Altın Nesiller’ verdiği İslamcı yeni bir genç kuşağın yetiştirmesi politikasını başarılı bir şekilde uygularken, bunun ilk adamını Malatya ve Diyarbakır’da atar.

Bu iki ilde ‘Altın Nesil’ konferanslarını verir. Esas amacı Kürt gençlerini anti-komünist mücadele ekseninde Türk-İslamcı çizgi ekseninde örgütlemektir.

“1976 yılında seri konferanslara çıkmıştım… İşin olumlu yanı Malatyalı gençlere ait olmak üzere çok coşkulu olmuştu. Evet, ben en diri dinleyici kitlesini Malatya’da bulmuştum… Erzurum da çok iyiyiydi… Diyarbakır’da da Altın Nesil Konferansı’nı verdim. Güneydoğuda bugün patlak veren hadiselerden, ben o günde endişe içindeydim…”

Gülen, Barzani’nin bir lider gibi kabul edilmesini içine sindiremediği gibi Kürtlere yönelik düşmanca tavrı çok belirgindir.

Kürtlerin tasfiyesi için belki de devletten çok daha büyük bir faaliyet yürütmüş biridir. Bu çalışmaları bütün Kürt coğrafyasında kesintisizce devam ediyor. Uluslar arası küresel istihbarat ve ekonomik güçlerin kullanım merkezleri olarak bilinen Gülen okullarında yetiştirilen ‘Altın Nesil’ gençler içerisinde Kürt çocukları küçümsenmeyecek bir potansiyeli oluşturuyor.

Kendisini Hz. Hamza olarak görüyor

Gülen’in bir başka özelliği de muska yazmaktır.

“Ben merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor, fakat biz onun hakkında da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım…
‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yayına sokulamazlar’ dedim…
Sonra trans halindeki bacımız, ‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.”

Gülen’ın insanların psikolojik sorunlarını muskalarla çözmesi bir yana, anlattığı uyduruk hikâyeden görüleceği gibi müthiş bir egoizmi ve kendini beğenmişlik duygusu var.

Trans halindeki kadın, Gülen’i Hz. Hamza ile eş değer görüyor.

Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı göstermesinin arka planında büyük bir beğenmişlik, bencillik vardır.

Dikkat edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslar, onlarla eş değer görür.

Tüccarlarla özel ilişkisi var

Gülen bütün yaşamı boyunca ticaretle, parayla çok iç içe olmuştur.

Ailesinin zenginliğini bir yana bırakırsak, gittiği bölgelerde devlet yöneticileriyle bağlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla da yakın bağlar kurar. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir.

Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de, Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihidir.

Burası aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Yahudi kökenli tüccarların ve işadamların yoğun olduğu Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir yer tutar.

Örneğin Kamp kurmak için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Yahudi esnaflar vasıtasıyla Kestanepazarında paraya çevirir.

Bugün, Gülen cemaatine ait olan uluslar arası şirketlerin çok önemli bir kesimi özellikle Yahudi kökenli dünya kapitalist şirketlere çok yakın ilişkileri bulunuyor.

Askeri darbeleri destekleyen Gülen

Şeriat düzenini savunduğunu iddia eden Gülen’i en çok destekleyen ve koruyanlar da laik geçinen generaller oldu.

Ordu ile stratejik bir ittifak içinde olan Gülen, hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesini çok aktif bir tarzda destekledi.

Örneğin, 12 Mart 11971 askeri darbesini desteklemek için vermiş olduğu bir vaaz da, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini merasim yapılmasını dahi eleştirmektedir:

”Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?”

Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay önce, İzmir’de camide verdiği vaaz da, darbe çağrısı yapıyor:

“İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun.

Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet...

Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler Nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır.”

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine bir camii vaazında yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında şunları söyler:

“Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) bir de anadan doğma asker-millet vardır. o, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür.

Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük...

Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...

Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. içtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi (...) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”

Gülen cemaati ile generaller arasında bir kısım farklılıklar olmasına rağmen ortak bir ittifak kurdular. Birbirlerinin çıkarları korudular.

Bu nedenle, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Afişlerle aranan Gülen, İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar verir. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Haydar Saltık’ın koruması altında, faşist darbeyi desteklemek için görevini sürdürdü.

İlginç olan Türkiye’nin iç politikasının olağanüstü süreçlerinde, Gülen mutlaka, Ankara’da bir general tarafından korunmuştur.

Gülen’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkisi kamuoyuna açıklanmalı
Gülen’in yaşam tarihi tahmin edildiğinden çok daha karanlıktır.

Kozmik odaların gizli yerlerinde Gülen’e ait çok büyük bilgiler ve belgeler vardır. AKP hükümeti geçmiş yılların karanlıkları aydınlatmak istemez. Yapılmış onlarca provokasyonları, katliamları hiçbir şekilde açığa çıkartmaz.

Çünkü izlerin birçoğu Gülen’in kapısına çıkar. MİT tamamen İslamcıların denetimindedir. Geçmiş yıllara ait arşivleri açabilirler.

Ama açmaya hiçbir şekilde cesaret edemezler. Çünkü o arşivlerin her karesinde Gülen’in fotoğrafı vardır.

Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbar Dairesi ile olan derin ilişkilerinin bütün belgeleri, CİA ile olan özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı MİT’in dosyalarındadır.

İslamcı hükümet, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır. Dürüst olmanın ölçütü budur.


Sultan Reşat ile Rumeli`ye giden içlerinde Bediüzzaman Said Nursi`nin de olduğu Trabzon ve Erzurum heyeti. (Bediüzzaman sağdan beşinci)

Barla Platformu tarafından düzenlenen "Eski Said Dönemi Sergisi"nde Said Nursi'nin yeni bir fotoğrafı daha yayınlandı
07 Temmuz 2011
Ana Haber

Barla Platformu tarafından düzenlenen "Eski Said Dönemi Sergisi"nde Said Nursi'nin yeni bir fotoğrafı daha yayınlandı.

VENEZÜELLALI ASKER ÇEKTİ
Risale Haber'in haberine göre, Van Kürt milis alaylarının (Keçe Külahlılar) bulunduğu fotoğrafta Bediüzzaman Said Nursi'nin de yer aldığı belirtildi.

Barla Platformu Koordinatörü Said Yüce, fotoğrafın Venezüellalı asker Rafael de Nogales Mendez tarafından çekildiğini söyledi.

FOTOĞRAF MENDEZ'İN KİTABINDA BULUNDU
Fotoğrafı bulan Suendam Pirim yaptığı açıklamada şunları söyledi: "Rafael de Nogales Mendez bir asker. Dört yıl kadar Osmanlı ordusunda yer alıyor. Askerlikten sonra hatıralarını kaleme alıyor. O dönem Amerika'daydım. Bediüzzaman'ın belgeselini yapan Yolcu ekibinin isteği üzerine araştırma yapmıştım. Fotoğrafı da Mendez'in kitabında bulduk."

Rafael de Nogales Mendez'le ilgili geniş bilgiler Wikipedia'da da yer alıyor.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com