EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Ordu ve Politika
Sayfaya git Önceki  1, 2
 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Oca 29, 2010 12:24 am    Mesaj konusu: WSJ'den ilginç bir TSK analizi Alıntıyla Cevap Gönder

Burhan Halit KOŞAN: ÇİN PARAMPARÇA OLACAK
29 Ağustos 2017



“Ben Allah’ın cilaladığı ayna gibiyim, bana bakan kendini görür.’’

Hz. Hasan’ın dedesi, Hz Ebubekir’in damadı, Hz. Ali ve Hz. Osman’ın kayınpederi, Hz. Fatıma’nın babası, Hz. Ayşe’nin sevgili eşi ve Hz. Ömer’in eniştesi olan Allah Resûlü, böyle buyurdu. Amenna dedik biz de. Amenna ve saddakna!

İnandık, imân ettik ve doğruladık. Eğdik başımızı, dizimizi toprağa, alnımızı secdeye vurduk. Nisbet, gelenek/örf ve ideolocyamız üzerine söz verdik, ant içtik kaleme; irinin kana, kanın süte, sütün ilme, ilmin hikmete, hikmetin irfana, irfanın adalete ve adaletin tecellisi, RahmÂnî yürüyüşümüzün kutlu ülküsü; Âyet / Müessir Eser-Allah Resûlü / Doktriner İslâm / Ehli Sünnet / İBDA / Başyücelik uğruna.

Çin paramparça olacak başlıklı bu makalemizde; Emir KÜLÂL sırdaşımız, Hacı Bektaş pusulamız, Derviş Yunus şairimiz, Gül Baba artçımız, Kürşat ile kırk çerisi olsun bizim öncümüz, kurmay subayımız MİRZABEYOĞLU, Seyda bizim duacımız, Müessir eser / Allah Resûlü’nün Çin’e gönderdiği arkadaşı, sahabesi / havarisi Vehb Bin KEBŞE (r.a.) kılavuzumuz olsun.

Bu makalede Külkedisi masalları, Cin Ali’nin maceraları veya Keloğlan öyküsü anlatmıyoruz; anlatacaklarım, acımasız dünyanın hakikatleridir. Pirin eli, büyüklerin bereketiyle yelkenler fora diyelim.

Ya Allah! Bismillah.

Dört kol, yirmi dört boy, sekizinci renkle kuşatalım ve dayanalım Çin seddine… Harcını ufalayıp, tuğlasını aşındırıp, yıkalım zulmün duvarını. Evet, Amerika ve Batı / İngiltere / Almanya / Fransa emperyalizminin uzak doğu ve Asya kıtasındaki rehber kazı / ötüşen kekliği, Kraliçenin uşağı, Amerika’nın kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü (kibirli ve kaprisli gece sürtüğü ise Suudi Arabistan’dır), savaş lordlarının av köpeği, Halkların düşmanı, tüm etnik renklerin ve dillerin katili olan ülkenin adıdır Kızıl Çin. Bu makalemizde, katil ve Kızıl Çin’in; gâh Batı ile olan ilişkilerine, gâh Çin’in iç bölgelerine ve iç dinamiklerine göz atmaya çalışacağız.

Bu seyahatimize başlamadan önce bildiklerinizi hatırlatma babından kısa bir izâha girişelim müsaadenizle. Bildiğiniz üzere İdeolocya, “bir insanın inandığıyla, iş ve eseri arasındaki uygunluk” (1) demektir. “Gelenek / Örf” ise küllere tapmak değil, lâf paralamak değil, kadim bir geçmişi olan Türk’ün, vahdaniyet ağacının meyvesi olan beşerî hikmetleridir. Nisbet’in ise “Bütün işleri bir gayeye bağlayıp, her şeyde has ve hususî bir anlayış sahibi olmak…’’ (2) mânâsına geldiği öğretildi…

Bu minvalde her meselede biricik nisbet mihrakımızın, “Müessir eser / Allah Resûlü” olduğunun altını çizerek tekrar tekrar belirtmeliyim. Bu düzlemde vahdaniyet ağacının beşerî hikmet meyveleri olan Türk geleneği / örfü üslûbuna mutabık olarak Kuzey’den Güney’e, Doğu’dan Batı’ya seyahat ediyoruz… İş ve eserimizin hayâllerini gerçeğe, rüyalarımızı hakikate dönüştürmenin peşindeyiz. Evet, ‘’Hayâl bir hakikattir, rüyada bir hakikattir, akıl gibi’’ (3) demekte çok, çok haklıdır Mütefekkir Salih MİRZABEYOĞLU. Takdir edersiniz ki rüya/rüyalar, an itibariyle gerçek olandır. Evet, an itibariyle gerçek olan rüyamızı, daimî olarak gerçekleşmesi için bıçak altına yatan İsmail olduğumuzu dostlar işitsin; düşman zaten biliyor. Şimdi, buyurun kaldığımız yerden devam edelim.

Evet, yarın değil hemen şimdi prensibimiz gereği büyük bir azim ve sebatkâr kararlılığımızla başlayalım emeklemeye. Sarp dağları aşacağız ve ıssız çölleri geçeceğiz. İslâm’ın izzeti ve Türk vakarımızla yürüyeceğiz; Katil Çin’in, Kızıl Çin’in üzerine, üzerine. Bu Rahmanî yürüyüşümüz ve mücadelemizin sonu…1250 (Bin iki yüz elli) yıl önce Çin’in kuruluş başkenti Şian kentinde yapılan ve hâlen daha sapasağlam bulunan Qing Zhen Si / Büyük Doğu Mescidi’nde bayram namazı kılmakla taçlanacak inşallah. Zahmetsiz rahmet olmayacağı için çalışacağız, çalışacağız, çalışacağız. Hilekâr halüsinasyonların yerine aklî, gerçekçi, ayağı toprağa basan pratik düşünce ve aksiyonlarımızla adım/Adımlar atarak yürüyeceğiz.

Çin, dışarıdan bakıldığında yekpâre bir ülke zannedilse de gerçeğin rengi tamamen zıt yöndedir. Zaten, sarı ve siyah bir akıl durumudur, renk değil. Amerika’nın taze su yankileri siyah, tatlı su yankileri sarıdır. Evet, elli altı etnik halk ve etnik halk sayısından daha fazla lisanın konuşulduğu, bölgeler arası ekonominin dengesizlik ile ÇKP/Çin Komünist Parti yönetiminin dört aşiret arasında paylaşıldığı ve halkların silah zoruyla bir arada tutulduğu Kızıl Çin’i yekpare zannedenlere sadece ve sadece kahkaha ile gülmek geliyor içimden.

ÇİN; Han, Çinuo, Tibetli, Uygur, Miao, Yi, Zuang, Buyi, Koreli, Tung, Yao, Bai, Tujia, Hani, Dai, Li, Lisu, Ya, Dunganlar, Şe, Kaoşan, Lahu, Şuy, Dongxiang, Naşi, Çingpo, Tu, Dahur, Mulao, Çiang, Pulang,Maonan, Kelao, Sibe, Açang, Pumi, Nu, Rus, Evenki, Teang, Bao’an, Yugur, Çing, Tulong, Oroçon, Nanai, Memba, Lhoba, Moğol, Mançu ile Kazak, Kırgız, Salar, Tacik, Tatar, Özbek ve Hui gibi 56 etnik yapı üzerine kuruludur; Doğu Türkistan ile birlikte.

Bu folklorik izâh ve etnik fotoğrafta dikkat etmemiz gereken Kazak, Kırgız, Salar, Tacik, Tatar ve Özbeklerle din bağımızın, can bağımızın ve kan bağımızın olduğunu söylemek malûmun ilamıdır. Bizim, Çin coğrafyasında asıl dikkat etmemiz gereken ve yatırım yapmamız gereken ise aziz dostlarımız kıymetli kardeşlerimiz olan Hui halkıdır. Niçin? Hui ekalliyeti ile genelde din bağımızın, kültür bağımızın olması ve özelde ise çilekeş Nakşî sofilerinin çabalarıyla halen daha etkin ve aktiftirler. ÇKP yönetimine güçleri nispetinde reflekslerini sergileyip, tepkilerini gösterebilen ve yönetim üzerinde etkili ve aktif olan Hui halkının, tesir sahamızda olduğunu bir kenara not edelim. Kardeşlerimizi ve dostlarımızı tanıtmaya çabaladığım bu paragrafta, cazibeli mesafe bıraktığım Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin durumuna bilahare değineceğim.

Uluslararası/Devletlerarası denklemler girift, diplomasi lisânı çetrefilli ve insan zihnini yorucu, yorucu olduğu kadar da yıpratıcıdır. Fazlasıyla yıpratıcı denklemlere başlamadan önce ilk teneffüs molamızı verelim; Tanrı Dağı vurun, vurun ha dinletisi eşliğinde, zencefilli çay içelim ve hisse alalım hikâyemizden.

Bir dükkân sahibi haraç ödemediğinde, mafya babasının gönderdiği fedaîleri dükkân sahibinden parayı basitçe almazlar; onlar, onun başına bir kaza, bir belâ getirirler. Böylece, diğerleri mesajı alacaktır. Global Mafya Babaları da aynı yolu kullanır ve kendilerini oldukça anlaşılır kılarlar. Bu tabiî ki mafya babasının paraya ihtiyacı olduğundan değil, kendi hâkim anlayışını ve güvenirliğini göstermek içindir. Global mafya babaları olarak; Amerika, Londra/Kraliçe, Fransa, Almanya olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Atlantik/Amerika ve Batı/İngiltere, Fransa, Almanya içinse güvenlik ve güvenirliğin mânâsı kendileri dışındaki ülkeleri kapsamaz. Güvenlik ve güvenirlik, kendilerine bağlı saldırı köpeklerinin ile ilgili kaygılarını ifade etmektedir.

Gezegenin haydudu olan Amerika; Dünyaya kan ve ölüm taşıyarak, barış ve huzur getireceğini iddia ediyor. Ne ironi ama… Bu ironi üzerinden şunu da söylemeliyim ki Kuzey Kore-Amerika krizi çok az türden şahit olduğumuz çok tutkulu bir hayali ve coşkun bir beklentiyi uyandırdığını gözümüzden kaçırmayalım; sonu tam bir fiyasko olacak olsa da. Bu fiyasko, bizim için tam bir fırsat olacaktır.

Bu fırsat, Amerika tarafından dayatılan “Bölgesel bir standart ile makul davranışları benimseme’’ mahkûmiyetine mecbur bıraktığı çeper ülkelerin, Meksika, Venezüella, Anadolu, Cezayir, Tayvan, Tayland ve Endonezya’nın direnci ve direnişi ile karşılaşma sürecinin başlamasıdır. Bu direnişte, şüpheli ülke konumunda olan ve tarihî vetirede/süreçte fitne-fesat merkezi olan Kâhire ekseninde sapkın bir din örgütlenmesine giden Endonezya’ya dikkat etmek gerekir. Endonezya’nın, boynundaki şüpheli levhasını iyi okuyalım, tedbiri ve ihtiyatı elden bırakmayalım.

Çeper ülkeler haricinde Amerika, Batı ve Çin’in başını ağrıtacak sahalardan biri de Güney Amerika’nın And Dağları silsilesindeki ülkelerdir. Venezüella’dan başlayıp Kolombiya, Ekvator, Peru, Bolivya ile Arjantin ve Şili arasından Patagonya’ya uzanan And Dağları’nda, Amerika’nın ABC’si olan ülkelerden A/Arjantin ve C/Şili hariç diğerleri Amerika, Batı ve Çin emperyalizmine karşı siper yoldaşlığı yapmamız gereken ülkelerdir.

Amerika ve Batı; Londra, Paris, Berlin hattı tarafından güçten yoksun bırakıldıklarını, kısırlaştırıldıklarını ve geleceklerinin karartıldığını anlayacak ve uyanacak, çeper ülkeler ve And Dağları sahasında şiddetli bir direniş doğacaktır; Amerika, Batı, Çin hattına karşı.

Amerika ve Batı/Londra, Paris ve Berlin’in; merkeze Anadolu’yu alarak Meksika, Venezüella, Cezayir, Tayvan, Tayland, Kolombiya, Ekvator, Peru ve Bolivya’yı kendisi için riskli gördüğünü ve varlığını tehdit edici ozon deliği olarak algıladığını görmeliyiz. Biz, ozon deliğini dikiş tutmayacak şekilde büyüteceğiz; ya hür vatan ya ölüm şiarıyla.

Müsaadeniz olursa, insan belleğini aşırı şekilde mecalsiz bırakan coğrafî denklemler, Çin özelinde küresel okumalarımıza kısa bir lâhza/ân ara verelim; önce İncir yiyelim, sonra Yağmurcu eserinde geçen bir kıssadan hissemizi alalım.

“Mevlâna Celaleddin Rûmî… Henüz 6 yaşındaydı… Doğduğu Belh şehrinde, birtakım küçük çocuklarla evlerinin damında oynuyordu… Çocuklardan biri ona teklif etti:

-Gel bu damdan karşı dama sıçrayalım!

Cevap verdi:

-Bu işi köpek de, çakal da, tilki de yapar. İnsanoğluna yaraşacak iş değil. Eğer canınızda kuvvet varsa, gelin sizinle göklere doğru uçalım!” (4)

Kıssada, özne olan hikmetin anlaşıldığına eminim. Şimdi, ihtiyatlı olmamız gereken noktaya ve dikkat etmemiz gereken hususlara, sonra makalemizin öznesi olan Amerika’nın kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü Çin’e odaklanalım.

Amerika, Batı/Londra, Paris, Berlin hattının, kendilerine karşı gösterilecek direnişte kalabalıkların akıl dışı reflekslerini plânsız, projesiz tepkilerini karşılamaya hazır olduğunu söylemeliyim. Amerika ve Batı, kendileriyle sözlü sözleşme imzalayan çeper ülke yöneticileri ve hantal bürokrasileri ile Orta Amerika’daki şırfıntıları olan Kosta Rica eliyle kendisine yönelecek yerel vatanseverleri önce örgütleyip sonra paketlemeye hazırdır. Düşmanın, öfke zehirlemesine karşı şerbetli, ayrık otu beşinci kol faaliyetlerine karşı uyanık olmalıyız. Düşünce tarzımızı ve mücadelemizin usulünü çaşıt/hain, gammaz, öteki, düşmanın tahrikleri değil, bizim imânımız, geleneğimiz, örfümüz, ideolocyamız ve çağın remz-mihrak şahsiyeti olan Kumandanımızın irfan yemişleri belirleyecek.

Hatırlatma ve odak öznemizi beyan ettikten sonra meselemize dönebiliriz. Amerika’nın, verdiği ev ödevi: Kuzey Kore ile Güney Kore’nin birleştirilmesi dersine çalışan Amerika ve Batı’nın, kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü olan Çin hedefimize, şuurlu yönelmeye devam edelim.

Devam edecek…

1-Necip Fazılla Başbaşa, sayfa:101, Salih MİRZABEYOĞLU

2-İBDA Diyalektiği, sayfa:21, Salih MİRZABEYOĞLU

3- “Adalet Mutlak’a” konferansı, Salih MİRZABEYOĞLU

4- Yağmurcu, sayfa:66, Salih MİRZABEYOĞLU

Kaynak: Adımlar dergisi

Hulusi Akar'ın da yer aldığı bu fotoğrafa büyük tepki
Temmuz 2017

Son aylarda sık sık gelen şehitlerin cenaze törenlerine nadir katılan Hulusi Akar'in İngiliz Kraliçesinin doğum günü partisindeki fotoğraflarına tepki yağdı.

İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’in 91'inci yaş günü için İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği resepsiyon düzenledi. Kutlamaya katılanlar arasında Hulusi Akar, Abidin Ünal, Akif Çağatay Kılıç, Mehmet Şimşek ve Hayati Yazıcı da yer aldı.Sosyal medyay düşen 4 lünün ellerinde kadehler ile görüntüleri büyük tepki aldı. En çok tepkiyi ise, görüntülerde üniformalı olarak kutlama yapan Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar aldı.

İşte sputnik'in o haberinden ayrıntılar

ELÇİLİKTE RESEPSİYON

İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’in 91'inci yaş günü İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Richard Moore ve eşi Maggie Moore’un ev sahipliğinde elçilik konutunda düzenlenen resepsiyonla kutlandı.Sputnik'te yer alan habere göre resepsiyona Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı, Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal, büyükelçiler, yabancı misyon şefleri ve çok sayıda davetli katıldı.

NATO MÜTTEFİKLİĞİ VURGULANDI

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek resepsiyonda yaptığı konuşmada, İngiltere ve Türkiye’nin NATO müttefiki olduğunu, IŞİD’e karşı birlikte mücadele verdiğini söyledi.

​İNGİLTERE'Yİ GÖKLERE ÇIKARDI

Şimşek, Türkiye ve İngiltere arasındaki ilişiklerin sadece iki ülke açısında değil, hem Avrupa’da hem de daha geniş bir coğrafyada istikrar, refah ve barış için çok kritik bir ilişki ve birliktelik olduğunu kaydetti. Konuşmasında 15 Temmuz darbe girişiminin ardından İngiltere’nin tutumuna da değinen Mehmet Şimşek, “İngiltere’nin 15 Temmuz darbe girişimi sonrası verdiği desteği unutmadık” dedi. ​İLİŞKİLER ÇOK DERİN VE KAPSAMLIBu yıl Ankara’da görev süresi dolan Büyükelçi Richard Moore da Kraliçe'nin doğum günü dolayısıyla düzenledikleri resepsiyonda misafirleri ağırlamaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. “Britanya ve Türkiye arasındaki ilişkiler çok derin ve kapsamlı" diyen Moore, "Biz aynı zamanda NATO müttefikiyiz. 15 Temmuz’da Türkiye’nin demokrasine karşı yapılan darbe girişimine karşı duruşumuzla ne kadar sadık bir dost olduğumuzu kanıtladık” ifadelerini kullandı.

SOSYAL MEDYA TEPKİLERİNDEN BAZILARI:





Etiketler : hulusi akar, mehmet şimşek, ingiliz kraliçesi, elizabet, yaş günü, kadeh kaldırdılar, sosyal medya tepkileri
Kaynak: Haberartıturk

Alper Görmüş: TSK’da ilk kez iki farklı Atatürkçü blok
27.03.2017



Bir yanda AK Parti’yi “milli” unsur sayan “ulusalcı, anti-Batı Atatürkçüler”, öbür yanda AK Parti nefreti hiç eksilmeyen ve onu iktidardan uzaklaştırmak için fırsat kollayan eski usul Atatürkçüler... TSK tarihinde ilk kez Atatürkçülük iddiasında iki farklı blok var.


15 Temmuz’daki kanlı darbe girişiminin gecesinde darbecilere karşı direnenler arasında Ergenekon-Balyoz davalarından yargılanan askerlerin de bulunması, basınımızın sık sık dile getirmekten hoşlandığı bir konu... Buradan hareket ederek, a) Atatürkçü-ulusalcı askerlerin artık darbeci olmadıkları, onlardan meşru hükümete karşı herhangi bir müdahalenin beklenmemesi gerektiği, b) 15 Temmuz darbesine katılan askerlerin tamamının Gülenci askerler olduğu hususları “ispatlanıyor.” Bir taşla iki kuş...

Ne var ki bu argümantasyon ve kurgu, ancak varsayımını delil sayan bir akılla mümkün... Oysa olgu, 15 Temmuz’a hatırı sayılır sayıda Atatürkçü subayın da katıldığını gösterip varsayımı çürütüyor, bu da meseleyi içinden çıkılmaz bir çelişki yumağı haline getiriyor: Çünkü 15 Temmuz’da Atatürkçüler hem darbeye karşı direndiler hem de darbeye katıldılar; bunların ikisi de gerçek.

Bu mantıksal çelişki ancak şu hükümle giderilebilir: Orduda kendilerini “Atatürkçü” olarak tanımlayan iki öbek vardır, bunlardan biri hükümetin yanında darbeye direnmiş, öbürü ise hükümeti devirmek için Cemaat’le birlikte hareket etmiştir.

Evet, durum tamı tamına budur ve bu da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) tarihinde ilk kez iki ayrı Atatürkçü blokun var olduğunu göstermektedir.

Yazının bundan sonrasında bu ayrışmanın nasıl ortaya çıktığına odaklanacağız...

“Düşmanımın düşmanı dostumdur”

17-25 Aralık’ta (2013) Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) Gülen Cemaati’ni düşman ilan etmesinden sonra, iktidarın, “düşmanımın düşmanı dostumdur” düsturunca, eski devlet iktidarı (Ergenekon) ile ittifak arayışına girmesi beklenebilir bir sonuçtu.

Ben, bunun güçlü bir ihtimal olduğunu ilk kez 20 Nisan 2014’te, yani 17-25 Aralık’tan dört ay sonra Al Jazeera Turk’te kaleme aldığım Cemaat ile hesaplaşmada hükümet-Ergenekon işbirliği muhtemel başlıklı yazıda ifade etmiştim.

Bir yandan Ergenekon, öbür yandan Cemaat

Sonrasını biliyoruz; bu ittifak zamanla ete kemiğe büründü, sistemli bir hale geldi. 15 Temmuz 2016’ya gelindiğinde iktidar medyası, kapılarını çoktan Cemaat’e karşı hükümete destek veren eski Ergenekon ve Balyoz sanıklarına açmıştı...

15 Temmuz’dan sonra ise bu kişiler iktidar medyasının en muteber konukları haline geldiler.

Nisan 2014’te AK Parti-eski müesses nizam güçleri ittifakından bir “ihtimal” olarak söz etmiştim ama, aslında AK Parti’nin 2002-2013 arasında Gülen Cemaati’yle kurduğu ittifak gibi, 2013’ten itibaren Türkiye’nin eski müesses güçleriyle kurduğu ittifak da bir anlamda kaçınılmazdı. Çünkü devletin silahlı ve silahsız bürokrasisi bu iki güç tarafından parsellenmiş durumdaydı ve AK Parti, Milli Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak “devlete sızma” perspektifine sahip olmadığı için, iktidara geldiğinde devlet içinde dayanabileceği kadrolar son derece sınırlıydı.

Dolayısıyla, kendisini gayri meşru yollardan iktidardan alaşağı etmek isteyen iki güçten (Ergenekon ve Cemaat) birine karşı öbürüyle ittifaka bir anlamda mecbur kaldı. AK Parti’nin bu ittifaklara girmemesi için, bu iki odağın, devlet içindeki güçlerini AK Parti iktidarını hal’etmek amacıyla kullanmaya kalkmamaları gerekirdi; fakat biliyoruz ki, öyle olmadı.

AK Parti’nin büyük çaresizliği

Dolayısıyla: 17-25 Aralık’tan sonraki devleti Cemaat kadrolarından temizleme operasyonu da bir anlamda yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım nevzuhur ittifakı zorunlu kılıyordu. Çünkü Cemaat’le mücadele başta yargı olmak üzere mevcut bürokrasiyle yürütülecekti ve mevcut bürokrasi de esasen Türkiye’nin eski müesses güçlerinden oluşuyordu: Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanı Mücahit Küçükyılmaz, yargının bazı uygulamalarından duyduğu rahatsızlığı ifade ederken “28 Şubat’çılarla FETÖ temizliği yapılamaz” demişti... Yalnızca bu bile AK Parti’nin, rahatsız ola ola eski güçlerle ittifak kurduğunu göstermeye yeter.

15 Temmuz gecesinin de gösterdiği gibi, aslında AK Parti’nin güvenebileceği yegâne güç, halk... Fakat AK Parti yargılamayı (ve başka bir sürü şeyi) halkla yapamayacağını da gayet iyi biliyor.
O nedenle, aslında garip bir tabloyla karşı karşıyayız. Şöyle özetleyebiliriz: Bürokrasiyi oluşturan iki büyük güç (Ergenekon ve Cemaat), artık hangisi nöbetteyse, iktidarı devirmeye çalışıyor... Fakat halk kâh oylarıyla kâh tankların önüne yatarak buna izin vermiyor. Öte yandan devlet aygıtını halkın gücüyle yürütmek mümkün olamadığı için de iktidar partisi kendisini devirmeye çalışan güce karşı öbürüyle ittifak yapmak zorunda kalıyor.
Gerçekten de ağır bir çaresizlik.

İktidara yakın medyada tavır değişikliği

İkitadara yakın medya, bu süreç boyunca Cemaat’e karşı mücadeleyi seyrelteceği korkusuyla eski müesses güçlerin darbeci geçmişinden ve darbeci karakterinden hiç söz etmedi. Keza 15 Temmuz darbe girişimine çok sayıda Atatürkçü subayın katıldığı gerçeğinin üzerine de kalın bir örtü örtüldü, bunun geniş kamuoyunun bilgisi haline gelmemesi için gayret sarf edildi.

Fakat zaman içinde bu tavırda belirgin bir değişiklik gözlenmeye başladı, artık TSK’da “FETÖ”nün yanı sıra eski tipte, klasik Atatürkçü askerlerin de darbeci eğilimler içine girebileceği kabul edilmeye başladı.

Geçtiğimiz haftalarda, Hürriyet’in “Karargâh rahatsız” manşetinin ardından hükümete yakın ve içerden bilgi alabilen bazı gazeteciler, bu yöndeki uyarılarını “alarm” seviyesine yükselttiler. Mesela Nagehan Alçı’ya göre Hürriyet’in manşeti, TSK’da kadın subaylara başörtüsü serbestiyeti getiren karara tepki olarak ordu içinde ortaya çıkan hareketliliği izlemişti:
“22 Şubat’ta TSK’da subay ve astsubaylara başörtüsü yasağı kaldırıldı. Bunun hemen ertesinde, 23 Şubat’ta yukarıda tarif ettiğim TSK içindeki sözde sol Kemalist duyarlılığa sahip darbeci zihniyette ‘kıpırdanma’ başladı. Ankara ve İstanbul’da bir şey yoktu ama İzmir’den batıya doğru bir homurdanma, bir askeri hareketlilik vardı. Devletin bazı birimleri de teyakkuza geçmişti. Hürriyet’in haberi bu hareketlilik sürerken, 25 Şubat’ta geldi.” (Milliyet, 28 Şubat).

Cem Küçük de “İsyan bayrağı açmak isteyen yüzde dokuz-onluk kesim Kemalistler...” diyerek Alçı'ya katılmıştı... Uyarıda bulunan başka yazarlar da vardı...

Ulusalcı Atatürkçüler – Batıcı Atatürkçüler

Cemaat’in iktidar ortağı olarak ortaya çıkmasından önce, ordu içinde temel programı “Şeriata karşı çıkmak” ve “laik cumhuriyeti korumak” olan tek bir Atatürkçü blok vardı. Bu blok başta AK Parti ve Cemaat olmak üzere “şeriatçı” olarak değerlendirdiği bütün siyasi hareketlere karşı eşit mesafede duruyordu ve tümüne karşıydı.

Cemaat’in, ordu içindeki darbeci eğilimlere karşı başlatılan Ergenekon ve Balyoz davalarını murdar etme pahasına giriştiği yargısal cambazlıklar birçok haksızlığa yol açınca, bu davalardan etkilenen ordu mensupları AK Parti ile Cemaat arasında bir ayrım yapmaya başladılar. Fakat bu yeni eğilimin AK Parti ile ittifak noktasına varması için 17-25 Aralık’ın gelmesi gerekiyordu. Bir zamanların kanlı bıçaklı iki gücü o tarihten sonra “ortak düşman”a karşı birlikte mücadele etmeye karar verdiler.

İki farklı Atatürkçülüğe göre AK Parti

Son birkaç yılda Batı ile ilişkilerin bozulması ve 15 Temmuz’dan sonra kopma noktasına gelmesi, ordu içindeki Cemaat ve Batı karşıtı ulusalcı Atatürkçüler ile AK Parti’yi daha da yakınlaştırdı. O kadar ki, çok sayıda Atatürkçü emekli askerin yer aldığı Vatan Partisi’nin lideri Doğu Perinçek, bugün AK Parti’yi dışarıda bırakan bir “milli hükümet”in kabul edilemez olduğunu söylüyor. Oysa Perinçek 3 Kasım 2002 gecesi seçimleri kazanan AK Parti’yi “gayri milli” ilan etmiş, birkaç ay içinde iktidarın “milli kuvvetler tarafından yıkılacağını” söylemişti.

Toparlarsak: Bugün ordu içindeki “ulusalcı, anti-Batı Atatürkçüler” Batı’ya ve Cemaat’e karşı AK Parti’yle ittifakı savunuyorlar ve ona karşı yıkıcı eylemlere girişmeyi reddediyorlar.

Buna karşılık, AK Parti nefreti hiç eksilmeyen eski usul Atatürkçüler kâh Cemaat’le işbirliği ederek (15 Temmuz’da olduğu gibi) kâh kendi başlarına hareket ederek (orduda başörtüsünün serbest bırakılmasını takiben başladığı belirtilen “kıpırdanma”da olduğu gibi) fırsat bulduklarında AK Parti iktidarını alaşağı etmekten vazgeçmiyorlar
Serbestiyet

İlker Başbuğ: 'Askeri vesayet’i kaldıralım derken asker üzerinde 'sivil vesayet' mi kuruluyor?
04 Eylül 2016



Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, İkinci Ordu Komutanı Adem Huduti'nin tutuklanmasının kendisini şaşırttığını belirterek, "Çok kimse aynı düşünceyi taşıyor. Belki de suçsuzluğu ortaya çıkar. En azından ümit ediyorum" ifadesini kullandı. Ergenekon ve Balyoz operasyonları öncesinde "siyasi iradenin kendisini emekli etmeyi düşündüklerini" söyleyen Başbuğ, "Benden sonra gelecek arkadaş da Işık Koşaner olacaktı. Işık Koşaner’in istenenlere 'evet' diyebileceğini değerlendirmişler" ifadesini kullandı. "Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül onu çağırmış" diyen Başbuğ, "Bana söyledi. 'Git' dedim, Cumhurbaşkanı çağırmış, gideceğiz askeri terbiyemizce. Işık Koşaner gitti ve 'Ben Genelkurmay Başkanımız ile aynı görüşteyim' dedi" diye aktardı.

Başbuğ, ordunun bugünkü durumuna ilişkin olarak, "Birinci Ordu Komutanı olduğum zaman İstanbul’da 17 yerde aynı anda eylem vardı. Bu tür bir olaya polis, jandarma yetmeyebilir. İstanbul’a aslında TSK’nın tümünü getirsek yetmeyebilir, devasa bir yer. Ama en kötü senaryoları düşünerek asgari kuvveti bulundurmak mecburiyetindesiniz. Çatışma ortamına girersek bazı yerlerin kontrolünü kaçırabiliriz" diye konuştu. Son yapılan Yüksek Askeri Şura'da (YAŞ) sivil sayısının ilk defa asker sayısından fazla olmasını hatırlatan Başbuğ, "Askeri vesayet’i kaldıralım derken asker üzerinde ‘sivil vesayet’ mi kuruluyor? Yüksek Askeri Şûra’nın yeni yapısı bunu gösteriyor. Dört asker, sekiz sivil var" görüşünü dile getirdi.

Hürriyet'ten Çınar Oskay'ın sorularını yanıtlayan (4 Eylül 2016) İlker Başbuğ'un açıklamalarından bazı bölümler şöyle:

15 Temmuz’un üzerinden geçen zamanda kafanızı hâlâ kurcalayan büyük soru işaretleri var mı?

- Çözemediğim soru şu: 15 Temmuz olayı dün karar verip ertesi gün icra edilecek bir hareket değil. Bir yapılanma var, bunu herkes biliyordu. Darbe teşebbüsünde bulunabileceği yazıldı. 8-8.5 aylık bir hazırlanma süreci var. İstihbarat örgütlerimiz bu faaliyeti nasıl tespit edememiş? Sadece MİT değil, Emniyet İstihbarat, Jandarma İstihbarat...

Normali mutlaka haberdar olmaları mıdır?

- Olmamaları gayritabii bir durum. MİT KCK’nın içinde ajan bulundurdu. FETÖ’nün içine nasıl girememiş? Sonunda bir subay MİT’e geliyor da biraz istihbarat elde ediliyor. Bunu hâlâ çözemedim.

Diğer soru işareti ne aklınızdaki?

- Askeri lise, harp okulu, sınıf okulu, kurmay olursa akademi, 10 yılın üzerinde bir eğitimden bahsediyoruz. Biz bu insanların düşüncelerini nasıl değiştirememişiz? Generaller bile var, Özel Kuvvetler’deki olayı hatırlayalım.

Semih Terzi’yi...

- Evet. Korkunç bir eğitim-öğretim süreci var. General olmuş. Yıllarca “Rehberimiz Mustafa Kemal Atatürk’tür” diyoruz. Gösterdiği yol, akıl ve bilim. Ama bu insanlar öyle bir kişiyi ölümüne takip ediyor. Ana düşünce, din devleti kurmak! Bu insanların düşüncelerini değiştirmekte başarısız kalmışız. Esas acı veren bu. Atatürk’ün ordusunda general olacaksınız ama onun 180 derece tersinde yer alacak, Türk milletine ateş edecek noktaya geleceksiniz. Bu inanılmaz bir şey! İnsanın yüreğini yakıyor.

"Hepsi FETÖ'cü demek mümkün değil"

Tutuklananların hepsi FETÖ’cü mü sizce?

- Ana iskelet bunlar, hiçbir tereddüt yok. Fiili hareketleri var.

Emirlerin Gülen’den geldiğine yönelik delil bulunacak mı sizce?

- Deliller çıkacak tahmin ediyorum. Ama hepsi FETÖ üyesi demek mümkün değil. Büyük bir kısmı... 15 Temmuz gecesi biraz tereddütlü hareket edenler var, Cemaat’in içinde olmayan ama müdahaleye sıcak bakan bir grup var. Sonuncusu da ne olduğunu anlamadan kendilerini olayın içinde bulan, hatta aldatılan bir grup...

Komuta kademesinin o günkü reaksiyonu ve ifadeleri eleştirildi, herkesi tatmin etmedi.

- Komuta kademesi demokrasinin yanında durdu. Darbe hareketine karşı pozisyon aldılar, tartışması yok. Bunun hakkını vermemiz lazım. Ama 15 Temmuz gecesini daha iyi yönetebilirler miydi? Evet.

Hangi noktalarda?

- Detaya girmeyelim. Mutlaka onlar da alınması gereken tedbirleri düşünüyorlardır.

Emir subaylarının, yaverlerin FETÖ’cü oldukları yıllarca anlaşılmamış. Siz 2006’da Kara Kuvvetleri Komutanı iken özel kalem müdürünüzü göndermişsiniz. Ne görmüştünüz?

- Evet, Şener Topuç. İstanbul’daki bir toplantıyla ilgili bilgileri bilgisayar üzerinden gönderdiğini öğrenmiştim sanırım. Bunu bilgisayar üzerinden Ankara’ya niye gönderirsin? Gizli bir toplantıydı. Onu o görevde ikinci yıl tutmadım. Kesin hüküm verecek durumda değilim ama bir gerçek var, şu anda tuğgeneral ve tutuklu.

Sizi şaşırtan isimler var mı tutuklananlar arasında?

- İkinci Ordu Komutanı Adem Huduti mesela. Çok kimse aynı düşünceyi taşıyor. Belki de suçsuzluğu ortaya çıkar. En azından ümit ediyorum.

Kamuoyunun yeni tanıdığı isimler ama orduda sizler bu insanlarla bir ömür geçirmişsiniz. 30-40 sene...

- İşin sırrı bu zaten... Genelkurmay’ın MİT’ten tamamen kopması çok kritik... Mesai kaçta başlıyor? 9’da. Akşam 5’e, 6’ya kadar. Karargâh ve birliklerde berabersiniz. Oralarda ‘istihbarata karşı koyma’ diye yapılanmanız var. Sorun şu: Görev bitti, çantasını aldı, nizamiyeden çıktı. Bu noktada bizim hiçbir yetkimiz yok. TSK’nın böyle bir yapılanmaya ihtiyacı var. Amerikan, Alman ordusunda bu var: “Kişisel soruşturma”. Nerede? Kışla ve karargâh dışındaki yaşamda. Bunu kimse anlamıyor.

"2002-2010 arası bize MİT'ten
tek bir cemaat istihbaratı gelmedi"

AK Parti’nin ve Cumhurbaşkanı’nın siyasi sorumluluğu var m MİT’e epey dikkat çekiyor hatta “Biliyor ama vermiyordu” diyorsunuz o dönemler için. Neden vermiyordu?

- Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sızma 1970’li yıllarda başlıyor. 1992’ye kadar etkin bir mücadele veriyor TSK. Çünkü MİT Müsteşarı’ndan bilgi akışı var. Ama 1992’den sonra MİT Müsteşarı sivilleşiyor ve bilgi akışı kesiliyor. Benim komuta zincirinde olduğum 2002-2010 arası bize MİT’ten tek bir kişiyle ilgili Cemaat bağlantılı bilgi gelmedi.

Neden acaba?

- Resmi koymamız lazım. AK Parti 2002’de iktidara geldiği zaman kendi bürokrasisi yoktu. Bürokrasinin bir kısmı ülkücü-milliyetçi, bir kısmı sosyal-demokrat, liberaldi. Bunlarla işbirliği yapmayı düşünmedi. Cemaat’in müthiş bir gücü vardı, “Ona dayanacağım” dedi. 2002-2007 arası AK Parti ile Cemaat’in ‘işbirliği’ dönemiydi. TSK ile direkt çatışma yoktu. Burada özel bir nokta var: Tayyip Erdoğan Cemaat’e sıcak değildi, hep mesafeliydi. Ama işbirliği yapmıştır. 2007-2011 ise ‘tam ittifak’ dönemiydi. Yani TSK’ya karşı icra edilen komplolara destek...

İttifakın hedefi bu muydu?

- Tam müştereklik, tam ittifak, komplolara tam destek var, bunda hiçbir tereddüt yok. “Ne istediler de vermedik” süreci. Ben bu süreçte görev yaptım. Öyle bir dönemdi ki, neyi nasıl yapacaksınız yani! Bu dönemde gerek AK Parti’nin gerek Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi sorumluluğu var, onu açık söyleyeyim. Zaten kendisi de özür diledi. “Yanlış yaptık, aldatıldık” dedi.

Nasıl bitti bu ittifak?

- 2011 seçimleri, dershaneler olayı, 3 Temmuz-Fenerbahçe olayı, benim tutuklanmam... Arkasından MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağrılması Sayın Erdoğan için alarmdı, “Sıra bize geliyor” dedi. O noktada ‘savaş’ dönemi başladı. Sayın Erdoğan tek başına savaştı, yanında fazla adam olduğunu zannetmiyorum.

"30 Ağustos’tan önce
beni emekli etmek düşünülmüş"

2010 olayların yönünün değiştiği bir yıl. Hükümet Hasan Iğsız’ın Genelkurmay Başkanı olmasını engelliyor, Necdet Özel’in önü açılıyor. Sonraki yıllarda terfi eden generallerin çoğu bugün FETÖ’cülükten hapiste.

- 2010 Yüksek Askeri Şûra sürecinde 102 subayın Balyoz Davası’nda yakalama kararı çıktı. Bu resmen YAŞ’ın manipüle edilmesiydi. Cemaat yaptı. Aralarından üç kişi generalliğe ve amiralliğe terfi edecekti. Bir de Hasan Iğsız’ın kuvvet komutanı olması lazım. Çok çirkindi, tam şûra esnasında gazetelerde “Hasan Iğsız internet andıcından soruşturmaya çağrıldı” haberleri çıkarıldı. Türkiye bunları unuttu, unutmasın. Siyasi irade “Orgeneral Hasan Iğsız’ın kuvvet komutanı olmasını istemiyorum” diyebilir, buna saygı göstereceğiz. Ama gerekçeniz nedir? Geçerli bir gerekçe sunulsa neden ısrarcı olayım? “Madem gerekçe sunmuyorsunuz, ben teklif ederim, siz reddedersiniz, sonraki arkadaşa da yine teklif ederim dedim. Gerekçe şimdi çok net: Fethullah Gülen Cemaati istememiş.

Siz o zaman da görüyor muydunuz bunu peki?

- Tabii ki görüyorum, Cemaat var işin içinde. Arkasından Atilla Işık geliyor bizim teamüllerimize göre. O da sabahleyin istifa etti. Sırada Necdet Özel vardı. Jandarma Genel Komutanı’ydı. Necdet Özel’in Kara Kuvvetleri Komutanlığına gelmesi lazım. Ama o sene gelirse ve Işık Koşaner de üç yıl boyunca Genelkurmay Başkanı olursa, kuvvet komutanlığı iki yıl sürdüğü için Necdet Özel’in yolu tıkanacak. Siyasi irade Necdet Özel’in jandarmada devam etmesini istedi. Bunu ilk defa size söylüyorum, bu süreç uzayınca bize bilgiler geldi. 30 Ağustos’tan önce beni emekli etmek düşünülmüş. Benden sonra gelecek arkadaş da Işık Koşaner olacaktı.

Neden emekli edeceklermiş sizi?

- Işık Koşaner’in istenenlere “evet” diyebileceğini değerlendirmişler. Cumhurbaşkanı (Abdullah Gül) onu çağırmış. Bana söyledi. “Git” dedim, Cumhurbaşkanı çağırmış, gideceğiz askeri terbiyemizce. Işık Koşaner gitti ve “Ben Genelkurmay Başkanımız ile aynı görüşteyim” dedi.

Vazgeçtiler sizi görevden almaktan...

- Ama kulağımıza geldi, “Başbuğ zaten gidiyor, Koşaner de emekli olur. Atamasını yapmayız” diye konuşuluyormuş. Baktık ki Işık Koşaner Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığı da riske girdi. Bu sorunun daha fazla uzamasını uygun mütalaa etmedik. Işık Koşaner’in Genelkurmay Başkanı olmasını teamüller çerçevesinde doğru buluyordum. En azından emekli olmasını engellemek için “Tamam, teamül dışına çıkalım, Necdet Özel kalsın” dedik.

"Necdet Özel'in bir kez bile eşimi
ve ailemi aramaması üzücü"

Amansız bir mücadele vermiş iki taraf da...

- 2010 Şûrası’nda gerek o üç kişinin terfi etmemesi, gerek bu Kara Kuvvetleri Komutanlığı konusunda dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü daha ‘ısrarlı’ gördüm.

Neden olabilir?

- Yorum yapamam. Ama en azından onu ben daha ısrarlı gördüm.

Neden Necdet Özel’i bu kadar istediler?

- Normal planlamada da Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanlığı ihtimal içindeydi. Bunu söylemek, objektif olmak durumundayım. Necdet Özel’i ben Ege Ordu Komutanlığı’ndan aldım, İkinci Ordu Komutanlığı’na verdim ki pek olağan bir şey değildir. İkinci Ordu Komutanlığı’nın önemini anlatmama gerek var mı? Terörle mücadele ediyor. Kendisine de sürpriz olmuştur.

İyi komutan olduğu için mi?

- O görev için uygundu. Bölgede tugay komutanlığı var, kolordu komutanlığı var.

Kitapta “Cezaevinde bulunduğum süre zarfında ne Genelkurmay Başkanı’nın (Necdet Özel) ne de eşinin bir sefer bile eşimi ve ailemi aramaması düşündürücü olduğu kadar anlaşılması zor olan bir durumdu” diye yazmışsınız. Kırgın mı size?

- Bilemem, değerlendirme yapmak istemem. Biraz üzücü. Kendisini kurmay binbaşılığından tanıyorum. Yıllardır iyi kötü bir hukukumuz var. Genelkurmay Başkanlığı yapmışız, ne olursa olsun... Bilmiyorum, cevabı ben verecek durumda değilim. Tabii bir de üzerinde durduğumuz konu şudur: Ben ve arkadaşlarım internet andıcından suçlandık. Biraz ilgisi olan bir insanın çok rahatlıkla ortada hiçbir şey olmadığını anlayabileceği bir dava. Genelkurmay Karargâhı’nda olan bir şey. Bazıları, Özel’in yanında çalışanlar, tutuklandılar. Onda da tek kelime açıklama olmadı. O da biraz düşündürücü.

"Çatışma ortamına girersek
bazı yerlerin kontrolünü kaçırabiliriz"

Ordu bugün ne durumda?

- Çok ciddi bir travma yaşadı. Zorluklara rağmen yüreğine taş basıyor, görevini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor. İşte Cerablus operasyonu... Bu operasyon travmanın biraz azaltılmasında etken midir? Elbette. Ama imkân kabiliyetlerini aşan durumlar var.

Ne gibi?

- Ciddi bir pilot zafiyeti var. Bir pilotu kaç senede yetiştiriyorsunuz! İçinde bulunduğumuz coğrafyada yarın ne olacak belli değil. İstanbul’daki birlikleri, Ankara’daki zırhlıları boşaltıyorsunuz. Ama Türkiye olağanüstü bir durumdan geçiyor. PKK’nın büyük şehirlerde yapabileceği eylem riski yok mu?

Ne yapabilir PKK?

- Birinci Ordu Komutanı olduğum zaman İstanbul’da 17 yerde aynı anda eylem vardı. Bu tür bir olaya polis, jandarma yetmeyebilir. İstanbul’a aslında TSK’nın tümünü getirsek yetmeyebilir, devasa bir yer. Ama en kötü senaryoları düşünerek asgari kuvveti bulundurmak mecburiyetindesiniz. Çatışma ortamına girersek bazı yerlerin kontrolünü kaçırabiliriz.

Böyle bir şey olabilir mi?

- Yöneticiler en kötü senaryoları düşünmek zorundadır. Darbeleri kurumlar yapmaz, kişiler yapar. Kurumları yıkmayın. Akıncılar Üssü’nü kapatıyorsunuz. Hava Kuvvetleri için bilmem nereden Ankara’ya gelmek kaç dakika sürer? Akıncılar Üssü’nde milyarlık tesisler var, o da ayrı konu. Yarın kim kullanacak, nasıl kullanacak, bilmiyorum. Ama boşaltarak ordunun yaşadığı travmayı hafifletiyor musunuz yoksa büyütüyor musunuz? 30 Ağustos’ta Anıtkabir resimlerini görüyoruz, insanı tedirgin ediyor.

Nasıl izlediniz tanksız, uçaksız 30 Ağustos törenlerini?

- Askerler kontrolden geçmiş filan... Güvenlik tabii ki olmalı ama göstere göstere yapmayın. Kuvvet komutanlarının derdest edilirken görüntülerinin yayımlanması da olacak iş değil. FETÖ’nün yaptığı çirkin işler seviyesinde. O gece Genelkurmay Karargâhı’nda bağırıp çağıran sivil bir grup var. Orası Mareşal Fevzi Çakmak’ın karargâhı, tarihi, kutsal bir yer. Kimse hesap sormuyor!

"Sivil vesayet mi kuruluyor?"

Hükümetin orduya güven sorunu var gibi. Genelkurmay Başkanı olmak için kuvvet komutanı olma şartı kalkıyor.

- Yasada zaten böyle bir şey yok. Necip Torumtay kuvvet komutanı mıydı? Kara Kuvvetleri’nde bir saat tutun isterseniz, biter. Süre yok. Necdet Özel Jandarma Komutanı’ydı. Çok kısa bir süre Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirildi.

Neden büyük değişiklik olarak sunuluyor?

- Bütün orgeneral ve oramirallere diyorlar ki: Ben herhangi birinizi seçebilirim.

“Nasıl davrandığınıza bağlı...”

- Orasını sen söylüyorsun. Elbette son söz siyasi otoritenin... Ama niye aleniyete döküyorsunuz? Diyoruz ki ortada haklı gerekçe yoksa teamülleri bozmayın.

Kurumun bir şekilde ayakta kalması için mi?

- Evet. ‘Askeri vesayet’i kaldıralım derken asker üzerinde ‘sivil vesayet’ mi kuruluyor? Yüksek Askeri Şûra’nın yeni yapısı bunu gösteriyor. Dört asker, sekiz sivil var.

Sivil vesayet diye bir şey olur mu?

- Vesayet kendini yönetemeyen bir kuruma vasilik yapmaktır. Asker kendini idare edemiyor diyerek, askeri şûrayı değiştiriyorsunuz, 4’ü 8 yapıyorsunuz, Milli Savunma Üniversitesi kuruyorsunuz. Bunları sivil vesayetin tesisi olarak görüyorum.

"Suriye'de siyasi çözüm olmadan
Türkiye'de terör bitmez"

Fırat Kalkanı akıllı bir hamle miydi?

- Gerekli hatta geç kalmış bir operasyondu. Suriye dört parçaya bölünmüş durumda. Esad’ın hâkim olduğu bölge, IŞİD bölgesi, Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Demokratik Güçleri bölgesi ki ana unsur PYD... PYD’yi kim komuta ediyor?

Türkiye nerede duruyor?

- Kilis, Karkamış bombalanıyor. Sınır güvenliğimiz şu anda yok. Mülteci sorunu ve Kürt koridoru sorunu var. 17 Ağustos 2013’te Abdullah Öcalan “Suriye’de bizimkiler başaktör olacak. Özerk bölgeler kurmalıyız” dedi. 3-4 ay sonra Cezire, sonra Afrin’de özerk bölge ilan edildi. Buna ses çıkarmadık. Kırılma noktası YPG’nin (PYD’nin askeri kanadı) Kobani’yi IŞİD’den geri alması oldu. PYD “İlk defa kontrolümüzde bir toprak olacak” diye düşündü. Irak’ı kendi toprağı olarak görmüyorlar çünkü orada Barzani’yle sürtüşme var. Ama Suriye’nin kuzeyi doğrudan PKK’nın kontrolünde.

Bu bir tehdit mi Türkiye için?

- Zaten Irak sınırında Barzani ile sınırdaşsınız. O da bağımsız devlete dönüşürse bir güvenlik sorunu. Ben öyle görüyorum. Buradaki PKK’nın siyasi oluşumu daha da berbat. Türkiye bunu Tel Abyad alınınca gördü. Bu koridora operasyon yapacağız derken, 21 Temmuz Suruç, ertesi gün Ceylanpınar ile terör sarmalına girdi. Korkarak söylüyorum, Suriye’de siyasal çözüm netleşmeden Türkiye’deki terör olaylarının bitmesi zor.

Röportajın tamamı için: http://www.hurriyet.com.tr/ilker-basbug-simdi-de-asker-uzerinde-sivil-vesayet-mi-kuruluyor-40215195

CHP’li vekil: HARP AKADEMİLERİNİ DEĞİL EMPERYALİZMİN ÜSSÜ İNCİRLİĞİ KAPATIN!
3 Ağu, 2016



Emperyalizmin Üssü kapatılmalı!

Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun kritik bir noktasında yer alan ve Dünya’nın da gündeminde olan İncirlik Hava Üssü ülkemize ve bulunduğumuz coğrafyaya kan, gözyaşı, istikrarsızlık ve bölünmüşlükten başka hiçbir şey katmamıştır. Ülkemize de bir tehdit unsuru olarak varlığına devam eden İncirlik Üssü, düşmanlarımızı çoğaltmış, bize dost olan devletleri düşman haline getirmiştir.
Ulusal çıkarlarımıza tamamen ters olan ve emperyalizme hizmet etmekte olan, Ortadoğu’daki ülkelere karşı kullanılan İncirlik Üssünün kapatılması ülke olarak bizleri ve bölgeyi rahatlatacaktır.

Hatırlanacağı gibi Amerikan güdümünde olan incirlik üssü darbe girişimine de lojistik destek sağlayarak kuruluş amacına hizmet etmiştir.

Ülkemiz ve milletimiz için birçok soru işaretini içinde barındıran incirlik üssü emperyalizmin dışında hiç kimseye hizmet etmemektedir.

Bu yaşanılan süreçte de ülkemizin gerçek müttefiklerini ve bu müttefiklerin amaçlarını daha net bir şekilde görmekteyiz.

Bölücü ve yobaz teröre son vermek ve bölgemizdeki kaosu sonlandırmak adına atılacak ilk adım incirlik üssünün kapatılması ve üstte bulunan tüm yabancı uçakların, teçhizatların, araç ve gereçlerin Türkiye’den gönderilmesidir.

Büyük İsrail Projesinin ve İsrail’in güvenliğinin teminatı olan İncirlik Üssü, bu coğrafyanın enerji kaynaklarının sömürülmesinin de önemli bir ayağıdır.
Bu noktada atılacak adımların arkasında olmak Ülkemizin ve bölgemizin geleceği açısından hayati önem taşımaktadır.

Harp akademilerinin kapatılması, ordunun baypas edilerek bölgede güçsüz duruma getirilmesi anlamına gelir. Tamda emperyalizmin istediği güçsüz bir Türk ordusu! Bu adımla Bölge ve Türkiye üzerindeki planlarını daha rahat hayata geçirmenin zemini ve koşulları hazırlanmaktadır.

TSK’nın en önemli yapı taşını oluşturan Harp Akademilerinin kapatılması yerine Ortadoğu’yu bir virüs gibi kemiren İncirlik Hava Üssünün kapatılması, hem ülkemize hem de bölgedeki barış ve huzura çok daha büyük katkı sağlayacaktır. İşte tam bu noktada siyasi iktidarı atacağı yanlış adımlardan ötürü uyarmak istiyorum…
Av. Namık Havutça
Balıkesir Milletvekili

Kaynak: İlk Kurşun

Ümit Özdağ: Hükümet TSK’nın yapısını parçalıyor
4 Ağu, 2016



MHP Gaziantep Milletvekili Ümit Özdağ, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında, hükümetin TSK’nın yapısını değiştiren kanun hükmünde kararnamesini eleştirdi. Kararnameyle Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandığını, Genelkurmay Başkanlığı’nın ise Başbakanlıkta kaldığını anlatan Özdağ, “Ordu ikiye bölünmüş, ordunun başıyla kolları birbirinden ayrılmış durumda. Genelkurmay Başkanı’nın kime komuta ettiği belli değil” dedi. Hükümetin kararlarının, Türk Silahlı Kuvvetleri sisteminin darbe ürettiği varsayımına dayandığını ifade eden Özdağ, “Bu inanç içindeki hükümet, olaylardan ders almak yerine 15 Temmuz travmasını, TSK’nın kurumsal yapısını parçalamak amacıyla fırsat olarak kullanmaktadır” dedi. Hükümetin meseleye “Silah gücü TSK’da yoğunlaştırılmamalı, değişik kurumlara bölünmeli” anlayışıyla yaklaştığını savunan Özdağ, gücü dağıtılan ordunun, düşman birlik karşısında kuvvetini nasıl kullanacağı sorusuna cevap verilmesi gerektiğini söyledi.

Demokratikleşme olmaz

AKP’nin, adımlarını atarken Türkiye’yi dış düşmanlara karşı savunacak daha güçlü ordu değil, darbe yapamayacak ordu konsepti gerçekleştirmeyi hedeflediğini öne süren Özdağ, “Bu demokratikleşme, sivilleşme olarak sunulsa da olağanüstü hal rejimlerinin kanun hükmündeki kararnameleriyle demokratikleşme olmaz. Olsa olsa TSK’yı felç edecek partizanlaşmanın temelleri atılabilir” dedi. Kararnameye göre orduda istihbarat ve harekatın kimin tarafından yürütüleceğinin de belli olmadığını belirten Özdağ, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın kuvvet komutanlarına doğrudan emir vermesine ilişkin hükmün de çok başlılık anlamına geldiğini savundu. Özdağ, Jandarma Genel Komutanlığının TSK bünyesinden çıkarıldığını da anımsatarak, bunun terörle mücadelede sorunlar ortaya çıkaracağını öne sürdü. Kara ve hava kuvvetlerinin bazı birliklerinin terörle mücadelede jandarma bünyesinde görevlendirildiğini dile getiren Özdağ, bundan sonra güç boşluğunun nasıl doldurulacağının cevaplanması gerektiğini ifade etti.

Tarihine hakaret

Askeri liselerin kapatılacak olmasını kabul edemeyeceklerini dile getiren Özdağ, “Kuleliyi kapatmak Türk ordusunun tarihine hakarettir. Şaka mı yapıyorsunuz? Savunma Bakanı, ‘Yüzde 95 sızma oldu’ diyor. Doğru. Kimin sayesinde? Sizin sayenizde. O yüzde 5’i muhafaza edin ve Kuleli varlığını sürdürmeye devam etsin” ifadelerini kullandı.Özdağ, Harp Akademilerini kapatmanın da anlamsız olduğunu belirtti. Herhangi bir orgeneralin Genelkurmay Başkanı yapılabilmesinin de yanlış olduğunu savunan Özdağ, “Genelkurmay Başkanı bütün orduyu idare edecek bilgi deneyime sahip olmalı” dedi.
yeniçağ

İlker Başbuğ: KHK'lerle TSK'nın yapılanmasının bozulması doğru değil
01 Ağustos 2016



Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 15 Temmuz'da hedefin TSK olduğunu söyledi

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 15 Temmuz'un bugüne kadar yaşanan darbelerle aynı havuzda olmadığını belirterek, "15 Temmuz'u bir askeri darbe olarak değerlendirmiyorum" dedi.

İlker Başbuğ, Kanun Hükmünde Kararnameler'le (KHK) Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yapısının bozulmasının doğru olmadığını ve TSK'nın yapısının zayıfladığını dile getirdi.

Harp Okulları'nın kapatılmasına da değinen Başbuğ, "Harp okulları Osmanlı'nın mirasıdır. Bunu Abdülhamit yapmadı. Türk ordusunun damarını kesiyorsunuz. Yapmayın bunu" ifadelerini kullandı.

CNN Türk'te yayınlanan Tarafsız Bölge programında Ahmet Hakan'ın sorularını yanıtlayan 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, darbe girişimine karşı koyan sivil ve güvenlik görevlilerinin şehit olduğu hususuna kendisinin de iştirak ettiğini söyledi.

Başbuğ, TSK’ya sızan FETÖ unsurlarının askeri darbelerdeki gibi kendi başına bu hareketi yapmadığını söyleyerek, “Kendilerine özgü hedef ve amaçları mı var? Dışarıdan bu hareketi yönlendirenlerin hedef ve amaçları var” diye konuştu.

15 Temmuz kalkışmasının askeri darbelere benzemediğini savunan Başbuğ, “15 Temmuz kalkışmasını bir askeri darbe olarak değerlendirmiyorum. Diğer askeri darbelere benzemiyor. Askeri darbe olarak tanımlanmasına sıcak bakmıyorum. Bu Gülen cemaatinin silahlı darbe hareketidir” dedi.

"Silah kullanan erler yargılanmalı"

Kandırılan erlerin darbeci kategorisine konulmaması gerektiğini ifade eden Başbuğ, fakat silah kullananların yargılanması gerektiğini de ekledi.

"AKP uyarılarımı dikkate almadı"

“Cemaatin TSK'ya sızması 70'li yıllara kadar gidiyor. Cemaatin asıl güçlenmesi Turgut Özal zamanında oldu” diyen Başbuğ, Bülent Ecevit’in de cemaate sempatiyle baktığını ifade ederek, “Erbakan rahmetlinin ise cemaatle mesafeli olduğunu görüyoruz” dedi.

İlker Başbuğ, cemaatle ilgili uyarılarının AKP iktidarlarınca dikkate alınmadığını, “Tehdit bugün bize, yarın size” dediği halde, kendilerine konuyu abarttıklarının söylendiğini ifade etti.

"Darbenin arkasında üç grup var"

Darbe girişiminin ana omurgasının Gülen Cemaati olduğunu ama toplamda üç grup olduğunu ifade eden Başbuğ, şöyle devam etti:

“15 Temmuz kalkışmasının arkasında planlayan, yöneten, kurgulayan ana isim Cemaat’tir. İkincisi büyük bir ihtimalle anında yapması gereken hareketi yapmayanlar, gecikenler, tereddüde düşenler… Bunlar cemaatçi mi hayır. Böyle bir grup da var bunların içinde. Üçüncü grup ise cemaatçi olmamasına rağmen buradan istifade etmek isteyen bazı insanlar olabilir.”

"15 Temmuz'da asıl hedef TSK'ydı"

"15 Temmuz'da dış destek vardı. Hedef Türk Silahlı Kuvvetleri'ydi."

"KHK'larla TSK'nın genel yapılanmasının bozulması doğru değil"

TSK'nin 200 yıllık yapılanmasını KHK'lerle değiştirilme ihtiyacını neden duydunuz, bunu çıkıp biri bana anlatsın. Sizin bu KHK'leri aldığınız konular TSK'nın genel yapılanmasını bozuyor. Emir komuta veya cunta darbesine yönelik önlemler alıyorsunuz. Kanun Hükmünde kararnamelerle TSK'nın yapılanmasının bozulması doğru değil."

"TSK komutası iyi sınav vermedi"

TSK komuta kademesinin de iyi bir sınav veremediğini söyleyen Başbuğ, “TSK niye tedbir alamadı, bu konu incelenmelidir” dedi. Başbuğ, darbe girişiminde yer alanlar için, “Ne olursa olsun adil yargılama olsun” dedi.

"Darbe planlanmasının basite alınacak bir durumu yok"

Darbe girişimini askeri açıdan başarılı bulup bulmadığı sorulan İlker Başbuğ, "Darbe planlamasının çok basite alınacak bir durumu yok. Çok geniş bir satha yayılmış bir organizasyonla karşı karşıyayız. Planlamayı pek hafife almayın. Ama uygulamada bazı eksikler, hatalar var mı var. Zamanın öne alınması vesaire" dedi.

"ABD, Gülen'i iade etmezse, demek ki kullanmaya devam edecek"

Başbuğ, darbe girişiminin hedefinin Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu, Fetullah Gülen’in kullanım süresinin bitip bitmediği sorusuna Başbuğ, “Onu zaman gösterecek, bilemem” dedi. İlker Başbuğ, “ABD Gülen’i iade etmezse demek ki kullanmaya devam edeceksiniz. Ederseniz demek ki kullanım tarihi bitti” diye konuştu.

İlker Başbuğ, 2. Ordu Komutanı Orgeneral Adem Hududi’nin FETÖ mensubu olduğu konusunda ise şüphesi olduğunu söyledi.

İlker Başbuğ, şu an yapılan düzenlemelerin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gücünü zayıflattığını, Türkiye'nin güçlü TSK'ya ihtiyacı olduğunu dile getirdi.

"Harp okulları Osmanlı mirasıdır"

Harp okullarının kapatılmasına da değinen İlker Başbuğ, "Harp okulları Osmanlı'nın mirasıdır. Bunu Abdülhamit yapmadı. Harp akademileri hayati önemdedir. Bunu anlamakta zorlanıyorum. Harp akademileri öğrencilerinin bir kısmı bu harekatın içinde yer almış. Sayın Cumhurbaşkanı'na suikast için giden özel tim mensuplarının büyük kısmı harp akademisi öğrencisi. Bu çocuklar maalesef, Cumhurbaşkanına yapılacak suikastin içinde yer almıştır. Bu kabul edilebilir bir şey değil, çıldırtıyor. Buradan hareket ederek, siz bu müesseseyi kaldırınca çözecek misiniz bu olayı. Türk ordusunun damarını kesiyorsunuz. Yapmayın bunu. Niye müesseseyi kaldırarak, bu sorunu çözebileceğinizi mi düşünüyorsunuz?

Askeri liseler kapatılıyor. Kapatılabilir mi? Yüzde yüz askeri liseler kalksın diyemem. Bana sorarsanız devam etmesinde yarar var diyorum. Askeri liselerde Türk milleti şunu bilsin, normal bir lise müfredatı neyse o olur. En iyi hali vakti iyi olanlar, çocuklarının askeri liseye gitmesini ister. Çünkü eğitim mükemmeldir. Dünya klasmanında öğrenciler var. Bu olayda Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri işin içine girmiş ama çoğunun farkında bile olmadan olayın içine girdiğine inanıyorum. Dünyada çok örneği yok. Askeri liseleri kaldırdınız, Kuleli Askeri Lisesi Abdulmecit'in getirdiği bir lise. TSK'nın bir simgesidir. Yarın öbür gün otel yaparsanız, bizi yürekten yaralarsınız." diye konuştu.

"Kuvvetin Harp okulunun komutanından alınması olmaz"

"Harp okulları kapatılmıyor, Milli Savunma Üniversitesi rektörünün emir-komutasına bırakılıyor. Kara Harp Okulu, subay yetiştiriyor. Kara Harp Okulları, Kara Kuvvetleri'ne asker yetiştiriyor. Güvenmiyorsunuz Kara Kuvvetleri Komutanı'na, aman diyorsunuz, Harp Okulları, bunun emir komutasında olursa muzur işlemler olur, rektöre bağlıyorsunuz. Bunu polis akademisinde de yaptınız, ne oldu? Kaldırıldı. Kuvvetin harp okulunun o kuvvetin komutanından alınması olmaz. Kuvvet komutanları bu olaya karışmadı, ne günahı var?"

Dünyada askeri hastaneler yok mu? Var tabii ki. Şimdi diyorsunuz, GATA'da asker var, cemaate sızmaları önleyemedi. Sağlık Bakanı cemaat sızmalarını önlemiş mi ki? Askeri hastane ihtisas ister. Birliklerde doktorlar var. Bu da Osmanlı, askeri tıbbıyedir. Bu pek kabul görecek bir nokta değil.

Gelelim jandarmanın İçişleri Bakanı'na bağlanması. Bu olabilir. Doğru mudur diye sorarsanız, ben tereddütlüyüm. Ama örneklere bakalım, jandarma zaten eğer siz jandarmanın bölgesini polis yaparsanız, gereği kalmaz. Jandarma polisin olmadığı yerde, polis görevi yapan kuvvettir. Jandarma ordu içinde mi kalmalı, bakanlık içinde mi kalmalı? Jandarma olmasaydı, Türk Silahlı Kuvvetleri terörle mücadelede başarılı olamazdı. Jandarma subaylarının hakkını ödeyemeyiz. Tipik örnekler mi, İtalya. Kime bağlı, Silahlı Kuvvetlere bağlı. Orduda da bir numaradır. Fransa, bize çok benzer. 2009 yılına kadar ordunun parçasıydı, İşişleri Bakanı'na bağladılar. Ama şimdi tartışıyorlar, yanlış mı yaptık diye."

"YAŞ'ın yapısının değişmesindeki amaç sayısal üstünlüktür"

Eski Genelkurmay Başkanı, YAŞ yapısı konusunda da şunları söyledi: Adalet Bakanı'nın YAŞ'la ne ilgisi var anlamadım. YAŞ da tarihi bir kurumdur. YAŞ'ın görev ve yetkisi nedir biliyor musunuz? YAŞ tayinlerle ilgilenmez. Terfiler tartışılır. YAŞ'ın tayinler konusunda yetki ve sorumluluğu yok. Terfiler bir de görev uzatmaları. YAŞ'ta Adalet Bakanı ne yapacak? Dışişleri Bakanı ne yapacak, anlamıyorum. İçişleri Bakanı düşünülebilir. Bu yapılanma, MGK yapılanmasının aynısı. Amaç ne, sayısal üstünlük. Sivil üyelerin sayısı artıyor. Terfide siz elinizi kadırdığınız zaman, sizin dediğiniz olur. YAŞ'ın yapısının değişmesindeki amaç sayısal üstünlüktür. 2012-2016 dönemi sorgulanmalıdır. Bazı arkadaşlarımız listeler verdik, dikkate alınmadı diyorlar. Terfi listesini koyuyorsunuz, bugün tutuklananların listesini koyuyorsunuz yüzde 70'lere oranla aynı isimler. Bunun hesabı sorulmayacak mı? Sorulmalı. Desinler ki, bize verdiler ama inanmadık, desinler. Ortada somut bir olay var. 100'ü geçti general-amiral tutuklamaları. Bu bilgiler verildi de, işlem yapılmadıysa ortada vahim bir durum var."
Kaynak: T24

Ordu KHK’sına dair asker görüşü: Stratejik akıl yok, amaç iktidarın güvenliği
01/08/2016



Darbe girişiminin ardından orduda köklü değişikliklere yol açacak olağanüstü hal kararnamesini değerlendiren emekli tuğgeneral Ali Er, emir komuta zincirinin felç olacağını belirtirken, değişikliklerde stratejik bir aklın olmadığını kaydetti.

Dün yayınlanan üçüncü olağanüstü hal kararnamesiyle askeri okulların tümü kapatılmış, kuvvet komutanlıkları genelkurmaydan alınarak milli savunma bakanına bağlanmıştı. Kararnamede, gerektiği hallerde cumhurbaşkanı, başbakan ve milli savunma bakanının doğrudan kuvvet komutanlarına emir vermesinin de önü açılmıştı.

‘Aynı konuda üç tane emir verildi. Ne olacak?

Cumhuriyet’e kararnameyi değerlendiren Ali Er, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emir komuta sisteminin felç edildiğini belirterek, “Bir orduda emir komuta birliği yoksa, orası sadece emir verilmiş bir ünitenin küçük bir gücüne döner. Emir komuta zinciri bütün disiplinlerindeki kuvvetlerin tek hedefe yönelmesidir. Emir komuta sistemi bir insan vücudunun sinir ağıdır. Eğer siz sinir ağına dışarıdan giriş yaparsanız ordu da felç olur. Cumhurbaşkanı, başbakan ve milli savunma bakanı hepsi emir verme yetkisinde. Aynı konuda üç tane emir verildi, ne olacak?” diye sordu.

Kararnamenin stratejik bir akıl olmadan düzenlendiğini savunan Er, “TSK’nın sahip olduğu potansiyelin kullanılmamasına yönelik bir karar. Milli savunma bakanlığında kuvvet komutanlıklarını yönetecek, bunların bütün faaliyetlerine yön verebilecek bir akıl, karargâh yapısı yok. Kuvvet komutanlıklarını doğrudan bakana bağlamak, ‘Benim bunların muharebe etkinliklerine şu an ihtiyacım yok’ demektir. ‘Kuvvet komutanlıkları otursun oturdukları yerde’ demektir” dedi.

‘Ülke güvenliğini değil iktidarı korumak amaçlanıyor’

Kararların iktidarın kendi güvenliğini nasıl sağlayacağının üzerine alındığını belirten Er, Yüksek Askeri Şura’ya başbakan yardımcıları, dışişleri, içişleri ve adalet bakanlarının eklenmesini de şöyle değerlendirdi: “Böyle yapısal değişiklik olmaz: İktidar, YAŞ’taki orgeneralleri çıkarmakla TSK içindeki atamalar ve kadrolaşmalarla personel üzerindeki oynamalarla yapısal bir değişiklik yapamaz. Özellikle TSK’nın yapısal bir değişikliği için siyasal kararlar alınıyorsa, kuvvet yapısı komuta yapısı ve stratejk konseptlerin ayrı ayrı düşünülmesi lazım. Eğer iktidar olarak ülke savunmasıyla ilgili siyasi kararınız yoksa bunun altında verdiğiniz kararlar sadece ve sadece tek bir işe hizmet eder: İktidarın kendi güvenliğini nasıl sağlayacağı. Bu kararlar ülkenin güvenliğinin nasıl sağlanacağına ilişkin değildir.”

‘O zaman iktidar da kapatılsın’

Er, iktidarın yıllarca TSK’nın tavsiyelerini dinlemediğini de savunarak şöyle devam etti: “Eğer TSK lağvedilecekse FETÖ teröristlerini zamanında buraya yerleştiren iktidarı da kapatın, partileri de kapatın. Siyasi aklı da kapatın. Bütün geleceğimiz, subay olan öğrenciler sokağa atılıyorlar. Bunu siyasi bir akılla da insani bir vicdanla da izah etmek çok zor. Herkes büyük bir suskunluk içinde, asker tu kaka. Kurulmak istenen üniversitenin bir benzeri Amerika’da da var. Ben de Amerikalıların üniversitesinden mezunum. Sivil diyorsunuz, 3 bin tane subay atılıyor. Sivilleri mi atayacaksınız bu ülkede? İmam hatipten buraya girildiğinde buraya sızma engellenecek mi? 14 yıldan beri Silahlı Kuvvetler, ‘Bu FETÖ, bunların orduda kalması uygun değildir’ diyordu. Ne oldu? ‘Hayır’ dendi. ‘Onlar dindar insanlar, zarar gelmez’ dendi. Türkiye bitti.”
Kaynak: Diken

WSJ'den ilginç bir TSK analizi: Türk ordusunun nüfuzu yeniden artıyor
16 Mayıs 2016



BBCT'nin haberine göre; Amerikan Wall Street Journal (WSJ) gazetesinde, Türk ordusunun ülkedeki nüfuzunun yeniden arttırdığına dair bir analiz yer alıyor.

Gazetenin ulusal güvenlik muhabiri ve Twitter profilindeki bilgiye göre gazetenin geçici İstanbul büro şefi Dion Nissenbaum imzalı analizde ordunun gücünü, "Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi rakiplerini gözden düşürmesiyle" canlandırdığı yorumu yapılıyor.

"1960 yılından bu yana dört sivil hükümeti deviren Türk ordusu, uzun bir süre orduyu kendisine karşı tehlike oluşturan bir rakip gibi gören Erdoğan'ın yanında, yeniden önemli bir aktör olarak ortaya çıkıyor" denilen analizde yer alan ifadelerin bir kısmı şöyle:

"Erdoğan'ın siyasi muhalifleri gözden düşürme adımlarıyla - kendi seçtiği başbakanı iktidar çekişmesi sonucu bu ay zorla görevden aldı - Türkiye'nin generallerinin de Erdoğan'ın küresel etkisini yayma girişimleri için daha büyük bir rol üstlenmelerinin de önü açıldı."

TSK'nın 'şahin' olarak nitelenen komutanı Hulusi Akar kimdir?

"Türk generaller Erdoğan'ı Suriye'ye ordularını gönderme niyetinin karşında duruyor, Kürt isyancılara karşı tartışmalı bir askeri operasyon yürütüyor ve Türkiye'nin Cumhurbaşkanı'nı şüpheli gören Batılı müttefikleriyle olan ilişkisini koruyor. Siyasetten uzak durarak, ulusal güvenlik kararlarında merkezi bir oyuncu olarak yeniden ortaya çıktılar."

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, geçen yıl Aralık ayında Şırnak'ı ziyaret etti.

Gazeteye konuşan güvenlik analisti Metin Gürcan da, "Türk ordusu, frene basmak isteyen tek aracı. Erdoğan'a karşı denetim ve denge yaratıyor" yorumunu yapıyor.

Wall Street Journal, ordunun Suriye'ye karşı tavrıyla ilgili de şunları yazıyor:

"Ordunun, Cumhurbaşkanı'nı en açık şekilde denetim rolü üstlendiği mesele Suriye. Eski Türk yetkilileri ve Erdoğan'ın müttefiklerinin söylediğine göre, Erdoğan geçen sene savaştan kaçanlara güvenli bölge oluşturulması için Türk ordusunu Suriye'ye göndermeyi tartışırken, ordu liderleri ise güçlü çekincelerini dile getirdi."

'Kilis'e saldırılar tartışmayı alevlendirdi'

IŞİD'in Kilis'e roket saldırıları düzenlemesine karşı Erdoğan'ın orduyu Suriye'ye gönderme tehdidinde bulunduğu ve tartışmanın geçen hafta yeniden alevlendiği belirtiliyor.

Gazete Suriye'ye ordu gönderme tartışmalarıyla ilgili de şunları aktarıyor:

"Erdoğan'ın müttefikleri ve ABD'li yetkililer, Suriye'ye çok sayıda muharip birlik gönderme konusunda orduyu ikna etmenin hala çok zor olduğunu söyledi. Eğer Türkiye, ABD ve diğer NATO müttefiklerinin desteği olmadan hareket ederse ordu, askerlerinin Rus jetleri tarafından bombalanmasından ve uluslararası toplumun kınamasından korkuyor."

EDAM savunma analisti Can Kasapoğlu da "Genelkurmay çok gerçekçi. Türkiye silahlı kuvvetlerinin ne yapıp ne yapamayacağını biliyor. Maceracı değiller" diyor.

Gazete, Türk ordusu ve Cumhurbaşkanlığı basın bürosunun ilişkilerine dair konuşmayı reddettiğini belirtiyor.

İstanbul'da 11 Mayıs'ta düzenlenen Balkan Ülkeleri Savunma Bakanları konferansında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar bir araya geldi.

WSJ analizinde, "Konuya yakın isimlerin aktardığına göre Türk ordusunun etkisini yeniden inşa etmesi Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda generallerin, Erdoğan'ı devirmeye çalışabileceği endişeleri de doğdu" deniyor ve Türkiye'deki darbe tartışmaları aktarılıyor:

"Askeri darbe spekülasyonları Mart ayı sonunda, Türk medyasında Obama yönetiminin Erdoğan'ı devirmeye çalıştığına ilişkin haberler yer almasıyla canlandı. ABD Dışişleri Bakanı sözcüsü John Kirby bir gazetecinin darbe iddialarına ilişkin sorusuna "'Türk hükümetini devirmeye mi çalışıyoruz? Sorunuz bu mu? Bu öyle saçma bir iddia ve suçlama ki yanıt vererek onurlandırmayacağım bile' yanıtını verdi."

"Bu açıklamaya rağmen Erdoğan'ın müttefiklerinin 'ABD'nin Cumhurbaşkanı'nı devirmek için gizli planlar yaptığı' kaygısı devam etti. Erdoğan'ın Washington ziyareti sırasında ordu, darbe iddiaları için 'Hiçbir yasa dışı, emir-komuta hiyerarşisi dışı oluşum ve/veya harekete taviz verilmesi söz konusu değildir' açıklaması yaptı."

"Birçokları bu açıklamayı, Türkiye'nin generallerinin, Erdoğan iktidarı döneminde yüzlerce askerin hapse atılmasına neden olan, yeni jenerasyon darbeci suçlamalarından kaçınmaya çalıştığının işareti olarak gördü."

"EDAM savunma analisti Can Kasapoğlu, 'Türk siyasetine günlük askeri müdahaleden kendilerini uzak tutmaya çalışıyorlar' dedi.'"

"Erdoğan ve İslami eğilimli Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 yılında parlamentoda zaferini ilan ettiğinde durum böyle değildi. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkede, Erdoğan'ın yükselişi laik ve askeri elitlere ağır darbe vurdu."

"Ordu, 2007'de AKP'nin kurucularından Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olarak atanmasıyla başlayan siyasi tartışmaya müdahalede etme tehdidinde bulundu."

'ABD ve diplomatlardan Akar'a övgü'

Wall Street Journal'daki analizde, darbe planları suçlamasıyla yüzlerce asker, akademisyen ve siyasetçinin hapse atıldığı hatırlatılıyor ve muhalifler davalar için 'göstermelik' eleştirisini yapsa da verilen cezaların "Türk ordusunu etkisizleştirdiğini" yazıyor.

Geçen ay mahkeme kararlarının bozulduğunu hatırlatan gazetenin analizinde yeni dönemle ilgili şu yorum var:

"Yeni jenerasyon Türk askeri yetkilileri yeniden inşaya doğru ilerlerken, Türkiye'nin IŞİD'le mücadelede yakın çalıştığı ABD ve NATO'yla da güçlü bağlar oluşturdu."

"ABD'li bir yetkili, 'Ordular arası ilişki ABD hükümetinin Türkiye'yle geleneksel olarak sahip olduğu en güçlü ilişki. Belki de şimdi, hiç olmadığı kadar güçlü' dedi."

"Türk ordusu IŞİD'le mücadelede hayati bir rol üstleniyor. Erdoğan ve Türkiye'nin generalleri geçen yıl ABD ve müttefiklerine İncirlik üssünü hava saldırıları için kullanmalarına izin verdi. Türkiye, IŞİD'in Avrupa başkentlerinden terörist göndermek için kullandığı yolu kapatmak için sınıra binlerce askerini gönderdi."

Hulusi Akar, NATO'da da farklı görevlerde hizmet verdi.

"ABD ordusu ve diplomatlar, Türkiye'nin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar'ı ordunun etkisini arttırdığı için övüyor. İngilizce konuşan Akar, askeri mevkidaşlarıyla yakın ilişkiler kurduğu NATO'da farklı görevlerde hizmet etti."

Wall Street Journal, Hulusi Akar'ın geçen hafta sonu Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kızı Sümeyye Erdoğan'ın düğününde nikâh şahidi olduğunu da kaydetti ve Ahmet Davutoğlu'nun başbakanlık görevini bırakma kararı almasının ardından da Akar'la görüştüğünü hatırlatıp haberi Davutoğlu'nun şu sözleriyle sonlandırdı:

"Çevremizde birçok kriz bölgesinde, birçok devlet ciddi güvenlik problemleri ile karşı karşıyayken Türkiye Cumhuriyeti'nin güvenlik içinde ve demokratik sistem içinde geleceğine parlak bir şekilde bakıyor olmasının en asli unsurlarından birisi Silahlı Kuvvetlerin milli niteliğidir."

"Gerek terörle mücadele gerekse son dönemde bölgemizde ortaya çıkan istikrarsızlıklar sebebiyle Suriye ve Irak'ta üstlenilmesi gereken vazifeler konusunda silahlı kuvvetlerimiz her zaman güç ve kapasitesiyle devletimizin kudretini temsil etmiştir."

Haber 93


En son Ekim tarafından Pts Mar 15, 2010 1:20 am tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Şub 06, 2010 2:06 am    Mesaj konusu: TSKDA UYGULANAN KILIK KIYAFET YASAKLARI Alıntıyla Cevap Gönder

TSK’DA UYGULANAN KILIK KIYAFET YASAKLARI, DİN VE MEZHEP AYIRIMCILIĞI DEĞİLSE NEDİR?

Ertuğrul Horasanlı

TSK’nın Komuta kademesinin 12 Eylül’le başlattığı ve 28 Şubat’la birlikte şiddetlendirdiği askerî personelin eşi çocukları, annesi babası, bütün hısım akrabası ve dost ve arkadaşlarına kadar genişlettiği haksız, hukuksuz kılık kıyafet, inanç ibadet yasakları malûm...

Bu haksız ve hukuksuz uygulama sebebiyle üstün nitelikli binlerce subay ve astsubayın YAŞ karalarıyla TSK’dan ihraç edilerek mağdur edilği de malûm...

28 Şubat döneminde bu yasak ve dayatmalar o kadar vahşice uygulandı ki, ordudan haksız olarak atılmış meslek sahibi askerlerin diğer kamu kurumlarında iş bulup evlerine ekmek götürmelerine bile mani olundu.

Bu kılık kıyafet yasakları sebebiyle bir çok muvazzaf veya emekli TSK personelinin yakınlarının hakkı olan sağlık hizmettlerini alamadığı, lojman ve askeri tesislerden faydalanamadığı; kapılardan çevrildiği, itilip kakıldığı ve fişlendiği de malûm...

Bütün bu “malûm”ların çok ağır hak ve hukuk ihlâlleri olmasının yanı sıra topluma karşı işlenmiş çok vahim bir din ve mezhep ayırımcılığı olduğu ise hiç tartışılıp gündeme getirilmediği de ayrı ve anlaşılmaz bir malûm...

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım...

Bu ülkenin en az yüzde doksanbeşi Sünni müslüman (hanefi ve Şafiî)...

Hanefî ve Şafiî mezheplerine göre ise kadınların giyim kuşam ölçüleri belli: Yüzleri hariç, Saç ve boyunları dahil vücutlarının tamamını el ve ayak bileklerine kadar örtecekler ve vücut hatlarını belli etmeyen kıyafetler giyecekler...

Bu kadınlar için farz, yani yapılması gerekli olan, inkarı inkârcısını islâm dışına çıkaran bir hüküm...

Bu o kadar açık bir farz ki, Sünnî İslâm anlayışını sulandırıp dejenere etmek üzere kurulmuş olan TC Diyanet İşleri Başkanlığı bile kıvıramıyor:

[T.C. BAŞBAKANLIK DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı Sayı: B.02.1.DİB.0.10/212 KONU: Tesettür KARAR NO: 6 KARAR TARİHİ: 3.2.1993 DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARI İslâm dininde kadının kıyafeti ile ilgili olarak zaman zaman sorulan sorular dolayısıyla konu, kurulumuzca ele alınıp incelendi: Nûr Suresi’nin 30. ayetinde, mü’min erkeklerin harama bakmamaları, namus ve iffetlerini korumaları emredildikten sonra 31. ayetinde kadınlarla ilgili olarak meâlen, “Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (bakmaları haram olan şeylerden) çevirsinler, edep yerlerini korusunlar, -kendiliğinden görünen müstesna- zinetlerini açmasınlar, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar!” buyurulmakta ve ayetin devamında kadınların kendiliğinden görünmeyen zinet yerlerini, kimlerin yanında açabilecekleri belirtilmektedir. (..) ÖRTÜNME Nûr Suresi’nin 31. ayetinde zikredilen bu emirlerden sonra kadınların örtünmesi ile ilgili olarak da, -kendiliğinden görünenler müstesna- zinetlerini, zinet yerlerini açmamaları ve başörtülerini yakalarının üzerine salmaları emredimiştir. Cahiliye devrinde başını örten kadınlar, başörtülerini enselerine bağlar veya arkalarına salıverirlerdi. Allah Teâlâ, bu ayetle, İslâm’dan önceki bu adeti kesinlikle yasaklayarak mü’min kadınların -kendiliğinden görünen hariç- zinetlerini, zinet yerlerini açmamalarını ve başörtülerini; saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun, gerdan ve göğüslerini iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir. (..) ÖRTÜLMESİ GEREKLİ OLMAYAN KISIMLAR (..)“Yüz ve bileklere kadar eller” olarak tefsir edilmiştir. ÖRTÜLMESİ GEREKLİ OLAN KISIMLAR (..) zinetlerini ve zinet yerleri olan saç, baş, boyun, kulak, gerdan, göğüs, kol ve bacakların örtülmesi olarak anlamışlar ve bunlardan herhangi birini açmalarının caiz olmadığı hükmünde ittifak etmişlerdir. (..)Hz. Âişe (r.a)’nın ablası Esmâ (r.a)’nın, ince bir elbise ile Hz. Peygamber (a.s)’ın huzuruna çıktığı zaman, Hz. Peygamber’in “ergenlik çağına gelen bir kadının elleri ve yüzü dışında kalan yerlerini göstermesinin caiz olmadığını” bildirmesi, yine Hz. Peygamber’in, bileklerinin dört parmak yukarısını işaret ederek, “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kadına, ergenlik çağına gelince yüzü ve şuraya kadar elleri hariç, herhangi bir yerini açması caiz değildir.” buyurması; sözkonusu ayetteki emirlerin vücub için olduğuna, kadınların yukarıda sayılan zinet yerlerini örtmekle yükümlü olduklarına delalet etmektedir.] (*)

Bu fetvanın ışığında NTV’nin 04.02.2010 tarihli şu haberine bir bakalım:

[GATA'nın kıyafet kuralları

Çene altından bağlanan başörtülerine izin var


Başbakan'ın eşi Emine Erdoğan'ın GATA'ya alınmamasıyla türban tartışması yeniden alevlendi. Askeri hastanelerde geçerli olan giyim kuralları ne diyor? İşte GATA'daki türban yasağının ayrıntıları...
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'ın türbanlı olduğu gerekçesiyle alınmamasıyla Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) ve askeri tesislerdeki türban yasağını yine gündeme taşıdı.
Askeri hastaneler, orduevleri ve diğer tüm askeri tesislere sivillerin girişleri belli kuralları bağlı. Bu kurallar arasında kılık kıyafete dair olanlar da var.
Kamuoyunda en çok tartışılan yasak uygulaması ise türbanla ilgili. Askeri tesislere türbanla girmek yasak. Ancak Anadolu stili olarak adlandırılan çene altından bağlanan başörtülerine izin var.
Eğer türbanla askeri tesise gelen bir kadın başörtüsünü çene altından bağlamayı kabul ederse girişine izin veriliyor.
GENELKURMAY'IN KİTAPÇIĞINDA NE YAZIYOR?
Yasağın temelinde ise askerin türbana bakış açısı yatıyor. Daha önce kamuoyuna da yansıyan ve “kamu kurum ve kuruluşları'ndaki kıyafet düzenlemesi” başlığıyla Genelkurmay'ın yayınladığı bir kitapçıkta türban için şu ifadeler yer alıyor:
“Türban, bir Kur'an hükmü ve ifadesi değildir. Bugün analarımız, ninelerimiz ve kadınlarımız başörtüsünü dini bir gerekçeden ziyade, bir giyim ve yaşam tarzı olarak kullanmakta ve takmaktadır. Türk gelenek ve göreneklerinde türban, peçe ve çarşaf yoktur. Türban, belirli dini inanışın simgesi olarak, toplum yaşamımıza bilinçli olarak sokulmuştur."
Aynı kitapçıkta, kamusal alanda türban yasağının devletin temel düzeninin ve halka hizmette eşitliğin kısmen de olsa din kurallarına dayandırılmayacağı esasından hareketle uygulandığına dikkat çekiliyor.
Kitapçıkta "Kıyafet düzenlemesinin bir amacı da, belirli bir dini düşünce ve inanışa göre; kılık-kıyafet, düşüncesi ve ibadeti aynı olan tek tip insan yetişmesine mani olmaktır.” deniliyor.
ERKEKLERDE DE SAKAL YASAĞI
Askeri tesislerdeki kıyafet yasağı sadece türbanla sınırlı değil. Erkekler için ideolojik ya da dini çağrışım yapacak şekilde bırakılmış sakal, cüppe ve sarık gibi kıyafetler de aynı yasak kapsamında.
YABANCILARA NASIL UYGULANIYOR?
Kıyafetle ilgili yasakların zaman zaman esnediği örneklere de rastlanıyor. Örneğin yabancı misafirler için bu yasaklar katı uygulanmıyor. Sivillere de açık olan askeri hastanelerde de yasağın delindiği görüntülere rastlanabiliyor.]


Şu kısacık haberde de görüleceği gibi. Bu yasakların ilmî fikrî, hukukî, ahlakî ve siyasî, içtimaî ve askerî hiçbir mesnedi/temeli/lüzumu yoktur.

TSK’nın bu yasağı dayatan komutanları tarafından nasıl bir kumpasa düşürülarek, hiç yoktan ve durup dururken kemdi halkıyla karşı karşıya getirildiği, hem dinî hem ilmî, hem hukukî, hem ahlâkî, hem askerî, hem de siyasî açılardan sırf caheletle izahı mümkün olmayan; bu yasak ve dayatmaların...

TSK’nın kritik makam ve mevkilerini ele geçiren dinî, mezhebî ve etnik azınlıklardan oluşan örgütlü bir yapılanmanın planlı/kasıtlı uygulamaları olduğu bugün ortaya çıkan ve dava konusu yapılan belge ve bilgilerden anlaşılmaktadır.

TSK’nın hangi işlerlerle iştigal edeceği Anayasa, kanunlar ve bunlara uygun alt mevzuat tarafından açıkça belirtilmiştir. Bu işler arasında vatandaşların nasıl giyinmeleri, ne yiyip içmeleri, hangi kitap ve gazeteleri okumaları, hangi dine veya meezhebe inanıp inanmamalarını sorgulamak, izlemek, fişlemek bunu subay, ast subay askeri memur ve uzman çavuşların eşleri çocukları, anne ve babaları, hısım ve akrabalarına kadar yaygınlaştırmak her yönüyle hukuk ve ahlâk dışıdır...

NTV’nin haberinde bahsi geçen kitapçık bu ülkenin en az yüzde 95’lik dini ve mezhebî çoğunluğunu teşkil eden Sünnî müslümanlara, dini bilgilerinin yanlış olduğunu söylemektedir...
,
Bu ne terbiyesizlik...

Bu ne cür’et...

Bu ne gözü kara cehalet...

Bu ne karanlık kasıt...

Bu ülkenin dinî ve mezhebî çoğunluğu 1400 yıldır dört ana kaynağından öğtenerek tatbik ettiği inançlarını, TSK adına basılan yazarı meçhul bu abuk sabuk kitapçığından mı öğrenecektir?.. Elinde kütüphaneler dolusu referans eseri varken...

***

"Bu ülkenin dinî ve mezhebî çoğunluğu Sünnî müslümanlardan oluşmaktadır" dedik...

Ya gerisi?

Yüzde 2,5-3’lük alevî-Bektaşî-Şiî bir azınlık,,,

Kalanıysa, Osmalı’dan kalan hristiyan, yahudi vesair gayri müslümler...

Dikkat edin bu ülkenin bu dinî-mezhebî azınlıklarının kılık kıyafetiyle, ibadet ve ayinleriyle TSK içindeki bu hak ve halk düşmanı örgütlü yapının hiçbir alıp veremediği yok...

Onların bütün derdi/kini/nefreti "gericilik ve irtica" olarak kodladıkları sünnî müslümanlık ve Sünnî Müslümanlarla...

Hahamı, papazı, rahibesi, alevî dedesi, bektaşi babası kendi dini kılık ve kıyafetleriyle her türlü askerî tesise rahatça girip çıkmakta ve oraların imkânlarından hiç bir kısıtlama olmadan yararlanmalktadır...

Siz bugüne kadar herhangi bir askerî tesis kapısında itilip kakılıp aşağılanarak kapı dışarı edilen ve üstüne üstlük fişlenen bir rahibe, bir alevî , bir haham, bir papaza rastladınız mı?

Bu ülkenin bütün finansman yükünü yüzde 95’lik dinî çoğunluk çekecek, sefasını ise geriye kalan en çok yüzde 5’lik dinî azınlık sürecek...

“Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa” diyor ya merhum Üstad Necip Fazıl...

Bu durum aynen öyle...

Dikkatinizi çekmiştir...

NTV’nin haberinin hemen başlığının altında bir şöyle bir ibare var: “Çene altından bağlanan başörtülerine izin var.”


İşte bu ibare, TSK’da bu haksız hukuksuz yasakları uydurup kendi personeli ile onların eş, dost, çoluk çocuk, ana baba ve tüm hısım ve akrabalarına dayatanların bu ülkenin dinî çoğunluğuyla aynı din ve mezhepten olmadığını da ele vermektedir...

Biraz hafızanızı zorlayarak özellikle AKP’nin “Alevî açılımı” yaygaralarından sonra medyada çok sık rastladığınız cemevi manzaralarındaki kadınların başlarını nasıl örttüklerini gözünzün önüne getirin...






“Çene altından, tavşan kulak , iğnesiz ve bonesiz” örtünme tarzı “Anadolu kadınlarının geleneksel örtünme biçimi” değil, Alevî kadınların örtünme biçimidir. Saçların ve boyunlarının bir kısmını açıkta bıraktığı için böyle bir örtü Sünnî Müslümanlığa göre hiç örtünmemek hükmündedir...

Sanki “türban yasağının gevşetilmiş olduğu” intibaını veren bu ibare, bu haliyle türban yasağı sebebiyle mağdur olan Alev’i kadınları bu yasaktan kurtarmak için TSK içindeki “can”lar tarafından bulunmuş kurnazca bir formül olduğunu ustaca gizlemektedir..

Şimdilerde şiddetli bir asimetrik saldırı altında halkından destek bekleyen TSK komutanlarının...

Halkının yüzde doksanbeşlik dinî ve mezhebî çoğunluğu olan Sünnî müslümanları “gerici, yobaz”, bu çoğunluğun dini inançlarını “gericilik, yobazlık” olarak kodlayarak bu çoğunluğunluğun hayat tarzını “çağdışı” olarak damgalayıp “iç düşman” olarak ilan eden kendilerinden önceki seleflerinin, hem TSK’ya hem de bu ülkenin çoğunluk halkına ne büyük bir kötülük yaptıklarını anlamadan...

Ve bu kötülüğün TSK içindeki bugünkü uzantılarını bütünüyle safdışı etmeden..

Bu haksız hukuksuz uygulamalarla halen de devam eden, din ve mezhep ayırımcılığndan vazgeçmeden...

Bu sebeple mağdur olmuş olanların mağduriyetlerini bir şekilde telafi etmeden...

Şu zor günlerinde halkından destek beklemeleri akıl kârı mıdır?

TSK’nın bugünkü komuta kademesinin seleflerinin yaptıkları hatalardan dönmeye çalıştığına dair sinyaller gelmektedir...

Ama bu sinyaller günübirlik zaruretler sebebiyle mi , yoksa gerçek bir iç muhasebenin sonuçları olarak mı verilmektedir. Bu henüz belli değildir...

Yazıya zorunlu bir “son dakika" eki:

Bu yazı Genel Kurmay Orgeneral İlker Başbuğ’un Hürriyet’e yaptığı şu açıklama’dan önce kaleme alınmıştı:

[“Özel bir durum keşke yaşanmamış olsaydı
Başbakan Erdoğan, eşi Emine Erdoğan’ın 2007 Kasım’da GATA’da yatan Nejat Uygur ve eşini ziyaret etmesine türbanı nedeni ile izin verilmemesi ile ilgili çok kırgın. Hatta, bu konudaki hassasiyetini zamanında askeri makamlara da iletmiş. Bu konu gündemde çok yoğun tartışılıyor. Herkes TSK’nın başındaki isim olarak bu konuda ne söyleyeceğinizi merak ediyor.
Evet. Bu konu çok gündemde. Sayın Başbakan’ın eşinin GATA’yı ziyareti konusunda bir şeyler söylenmesi kanaatindeyim. Tabii bu olayda aslında ben baktığım zaman Sayın Başbakan’ın eşi var olayda. Çok sevdiğimiz saydığımız bir sanatkar Nejat Uygur var. Ki o da bir asker çocuğuymuş. Bir de tabii ki Sayın Nejat Uygur’un eşi var. Şimdi üçü olayın odağında. Açıkça söyleyeyim, bu özel bir durum. Altını çizmemiz lazım. Bu nedenle de, bu özel durumlarda olaylara insani boyuttan bakmak doğru olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu olay, tabii bu kapsamda özel de olduğu için gerçekten insani boyut içeriyor.
Peki, insanı boyuttan bakınca bunu savunmak kolay mı?
Değil? Bunu da açıkça ifade etmek istiyorum. Keşke o şekilde bu olay yaşanmasaydı. Keşke o olay yaşanmasaydı. Bu çok özel bir olay genellenecek bir olay değil. Kimseyi de suçlamak istemiyorum. Bazen olaylara karar verirken o andaki şekli de bilmek lazım. Olayda Sayın Başbakan’ın eşi de üzülmüştür. Belki de en çok üzülen Uygur’un eşidir.
Savunmak mümkün değil
Peki, tamamen konuyu netleştirmek için soruyoruz. Yani, keşke girebilse miydi, diyorsunuz?Keşke olmasaydı. Keşke bu olay yaşanmasaydı. İnsani boyuttan bakarsak bu olayı bugün savunmamız mümkün değil.]


Yukarıda “TSK’nın bugünkü komuta kademesinin seleflerinin yaptıkları hatalardan dönmeye çalıştığına dair sinyaller gelmektedir...” cümlesiyle bahsettiğim sinyaller bu türden emarelerdir...

Bunların arkasının gelip gelmeyeceği, olumlu karar ve emirlere dönüşüp dönüşmeyeceği henüz belli değildir...

Yukarıdaki haberde olduğu gibi topyekûn bir yanlışı Başbakan’ın eşine yönelik kısmıyla sadece “insanî boyutta” ele alarak “keşke olmasaydı” diyerek işi kapatmak pek bir şey demek değildir...

Bir haksızlık ancak hukukî boyutuyla ele alınıp ortadan kaldırılır ve bu haksızlığın mağdurlarının mağduriyetleri bir şekilde tazmin edilerek ortadan giderilirse bir anlam ifade eder...

Başbakan’ın karısına yapılan muamelenin çirkinliği kabul edilip de yüksek makam ve mevki sahibi olmayan insanların hanımları, kızları, analarına yapılan muamele sırf medyaya yansımıyor, arkası arayanı yok diye aynen devam ederse problem ortada çözülmeden duruyor demektir...

Bu işten en büyük zararı ise TSK'nın gördüğü apaçık bir hakikat...

* Fetvanın tamamı için bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=175

Sıradışı

İsmail Hakkı Pekin paşadan güzel bir TSK eleştirisi: TSK ihtiyaçları konusunda ‘milli’ düşünemedi
6 Nis 2015
Semin Gümüşel Güner
Editör

'Sadece kendi işimizle uğraşmalıydık'

Genelkurmay İstihbarat Dairesi'nin eski başkanı İsmail Hakkı Pekin, TSK’ya yönelik eleştirilerini bir kitapta topladı. Pekin’e göre, TSK bazı olayları önleyebilseydi, en azından sadece kendi işiyle uğraşabilseydi, Ergenekon–Balyoz gibi olaylar yaşanmayabilirdi.

Genelkurmay İstihbarat Dairesi'nin eski başkanı İsmail Hakkı Pekin, Ergenekon davasından hapis yatarken TSK'ya yönelik eleştirilerini kendisi gibi asker olan Ahmet Yavuz ile birlikte "Asker ve Siyaset" adlı kitapta topladı. Tahliye olduktan sonra siyasete girdi. Halen Vatan Partisi'nde Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Pekin ile Türkiye'nin neden yıllardır bir füze savunma sistemi olmadığından darbe girişimlerine, Ergenekon sürecinin nasıl önlenebileceğinden ordunun şeffaflaşma sorununa kadar pek çok konuyu Al Jazeera'den Semin Gümüşel Güner konuştu.

İsmail Hakkı Pekin 2007’de Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı’yken Eylül 2011’de Ergenekon davası kapsamında tutuklandı. Ağustos 2013’te tahliye oldu. Cezaevinde geçen sürede, TSK’ya yönelik eleştirilerini Balyoz davasından tutuklu Ahmet Yavuz ile “Asker ve Siyaset” adlı kitapta topladı. Halen Doğu Perinçek’in kurduğu Vatan Partisi’nde genel başkan yardımcısı. Soruşturma kapsamında Kozmik Oda’ya girme olayının detaylarını kamuoyuna anlatan Pekin açık sözlülüğüyle dikkat çeken bir isim.


Neden böyle bir kitap yazdınız?

Kitabı Hadımköy Cezaevi’nde yazmaya karar verdik. O sırada muvazzaf subaylığımız sürerken böyle bir kitabı yazamazdık. Daha sonra Silivri Cezaevi’ne gittiğimizde, kitabı beraber yazdığım arkadaşım Ahmet Yavuz ile aynı koğuşa düştük. Silahlı Kuvvetler nasıl olmalı, neler görüyoruz, tarihsel gelişim nasıldı diye kafamızda bir düşünce vardı. Aramızda zaman zaman çok eleştiri yapıyorduk.

Ergenekon davası sürecinde hapse girmeseydiniz, bu kitabı yazar mıydınız?

Hayır, yazamazdım. Ama emin olun, kitapta yazdıklarımdan çok daha fazlasını görev yaptığım dönemlerde komutanlarıma arz ettim.

Gerçekten mi? Genelde askerler eleştirilerini ancak emekli olduktan sonra yapıyor.

Kesinlikle evet. Mesela 1997’de Kara Kuvvetleri Plan Prensipler Başkanlığı Savunma Araştırma Şube Müdürü olarak göreve geldiğimde, Kara Kuvvetleri’nin yeniden yapılanmasıyla görevlendirildim. Bu görev sırasında tüm bu konuları komutanlara arz ettik. Cesaret edemediler çok fazla böyle bir değişime. Daha sonra 2002’de Kara Kuvvetleri’ne Personel Başkanı olarak tayin oldum. O dönem de askerlik sürelerinin kısaltılması, karma bir sistem kurulması, ordunun modernizasyonu, daha mobil hale getirilmesi dahil pek çok konuyu içeren bir çalışma yaptık. Ama TSK’da değişiklik yapmak çok zor. Daha doğrusu zor geliyor.

Neden?

Büyük bir teşkilat. İnsanlar bir yerden bir şey çektikleri zaman, başka şeylerin de etkilenebileceğini düşünüyor. Silahlı Kuvvetler’in (SK) modernizasyonu gerekiyor bu iş için. Modernizasyon konusunda da çok geç kalıyoruz. Özellikle de Savunma Sanayii Müsteşarlığı’yla alınan malzemelerde... Mesela tank alımı, füze savunma sistemi gibi prosedürler çok gecikiyor. 15-20 seneyi buluyor. Bunlar gecikince de, onların yerine daha farklı şeyler çıkıyor. Eğer ülkenizin bekasını savunacak bir hava ve füze savunma sisteminiz yoksa yerde tankınızın, havada uçağınızın olması çok fazla bir şey ifade etmiyor.
Türkiye ilk kez 1991’de Saddam döneminde füze tehdidini yaşadı. Komşumuz İran’ın, İsrail’in füzeleri var. Şimdi de Suriye’nin füzeleri yanı başımızda tehdit.
Şu an Suriye’nin 217 tane füzesi, Scud’u var ve bunlarla İstanbul’u vurabilecek kabiliyette.

Peki neden TSK 24 senedir bir füze savunma sistemi kuramadı?

Yapmamız gerekiyordu, yapamadık.

TSK bunu devletten talep etti mi?

Evet, söyledi, söylüyor. Bunlar her dönemde konuşuldu. Sorun, belki biraz bizde, SK’da. Çünkü SK’nın önce ne istediğini bilmesi gerekiyor. Füze savunma sistemine mi, yoksa tanka mı, helikoptere mi ihtiyacımız var? Mesela Yunanistan’ın elindeki tankların ilk atımda vuruş kabiliyetleri çok yüksek. Biz de ona göre tank projesi yapıyor, parayı oraya harcıyoruz. SK’nın Soğuk Savaş döneminden kalma, uçağın uçakla karşılanmasına dayalı bir hava savunma sistemi var. Bu yanlış. Ama asıl Türkiye’de caydırıcılığı sağlayacak olan sisteme para harcanmadı. Bu konuda tabii SK’nın suçu var.

Bu nasıl mümkün olabildi?

Bu bizim biraz düşünce sistemimizden, eğitimimizden kaynaklanıyor. TSK’nın hatası. Ben Savunma Araştırma Şube Müdürlüğü yaparken şunu gördüm: Bize daha evvel Amerikalılar malzemeleri vermiş. Bir kısmı hibe... Biz istediğimiz silahı değil, onların bize vermek istediklerini almışız. Ve biz Türkiye’ye hangi silah lazım, Türkiye’nin savunmasıyla ilgili nasıl sorunlarımız var, bu konularda biraz cahil kalmışız. Sonra Soğuk Savaş dönemi bitmiş, cebimizde biraz paramız olmuş. Kendi silahımızı alma olanağı ortaya çıkmış. Mesela 1996’da rahmetli Doğu Aktulga ve Çevik Bir’in ortaklaşa hazırladıkları 150 milyar dolarlık bir milli savunma sanayii planı vardı. Onu gerçekleştiremediler. Hava savunma sistemi için kendi sanayi sistemlerinizi kuracaksınız. Şimdi cebimizde para var, alamıyoruz. Birisi roket, birisi başka bir şey istiyor. Ama en önemli konularda neye ihtiyacımız olduğunu bilmiyoruz. En kötüsü bu. Amerika’da kullanıcı ve üretici birlikte çalışıyor. Ama bizde bu tabu gibi...

Ama bu konuda çalışmalar da var, değil mi?

Evet, füze savunma sistemi lazım. Ama bunları Amerika bize satıyor ve bunların yazılımlarını vermiyor, teknoloji transferi yapmıyor. Bu füzeleri alıyorsunuz ama bu füzeler her gün, her dakika geliştiriliyor. Ve bunlara bir mühendislik hizmeti olarak yıllık bir para ödemek zorundasınız. İkincisi, bunlar ömürlü. 10-15 sene sonra yenilemelisiniz. Belli zamanlarda bunlar modernize edilir. Bu iş için de yazılım olmazsa gene Amerika’ya ihtiyacınız var. Dolayısıyla TSK bunu ortak yapma çalışmalarını başlattı. İsrail ile ortak füze yapacaktık, o proje de yarım kaldı.

Başka girişim yok mu?

1998’de Çin’den teknoloji transferi yapıldı. Şu anda 200 km. menzilli füze yapıyoruz Roketsan’da. Şimdi Türkiye bu teknolojiyi alacağı başka teknolojilerle geliştirmek istiyor. O yüzden Çin füzelerini almaya çalıştık. Ama bu konuda da maalesef çok ciddi bir siyasi baskı var. Amerika bize ‘patriot’ları alın’ diyor. Patriot’lar 1980’de de, 1991’de de vardı. Çok eski silahlar. NATO’yu kendi silahlarını satmak için bir araç gibi görüyor. Bir de NATO birlikte çalışabilirlik diye bir sistem getirdi. Tabii Türkiye o sisteme uymuyor, çok yeterli değil. Kürecik’teki olay, NATO ve İsrail’i korumak için yapılmıştı. Kürecik Malatya’da ama İran’dan ya da Rusya’dan füze atıldığı zaman Kürecik devreye girip, şimdi Akdeniz’deki ABD gemilerinden, daha sonra da Romanya – Polonya’ya konulacak füzelerle vurulduğunda bile Türkiye’nin yaklaşık üçte biri tehdit altında savunmasız kalıyor.

TSK ihtiyaçları konusunda ‘milli’ düşünemedi

Bu durumun sebebi Türkiye’nin NATO’ya katılması mı?

Evet. Biz Akademi’deyken de, Genelkurmay’dayken de, Soğuk Savaş döneminde de istihbaratı hep Amerika’dan aldık. Peki Türkiye’nin neye ihtiyacı var? Neyle karşılaşacak? Milli planlarımız vardı ama o planlar tamamen savunmaya yönelik. Tüm planlar üç aşağı beş yukarı aynı. Maalesef bu konuda milli düşünmedik.

Kitapta bu anlayışa örnek olarak bölgenin en büyük hava kuvvetlerinden biri olunmasına rağmen, yıllarca bir yangın söndürme filosu kurulamadığını anlatıyorsunuz.

Tabii başka şöyle şeyler de var. Hava Kuvvetleri için aldığınız uçakların elektronik harp kabiliyetleri yok. Alınan F-16’ların elektronik karşı tehditlere karşı bir yeteneği yok. Yani sizin radarınızı karıştırabilirler. Bunları önleyecek bir sisteminiz yok. Sadece uçan bir uçak almışsınız ama dost-düşman tanıma sisteminiz yok. Yukarıda ve aşağıdaki hava savunma sisteminde de olacak ki birbirimizi vurmayalım. Bunlar hep sonradan yapıldı.

24 senede füze savunma sistemi kurulamıyor ama bu sürede 28 Şubat, 27 Nisan olabiliyor. Ordunun hedefleri konusunda bir sapma var mı?

TSK’nın bu ülke için yapması gereken tek faydalı şey, kendi işini yapmak. Bunlarla uğraşacağına kendi işini yapsaydı, çoktan bunları hallederdik. Ama Türkiye’yi kurtarmaya kalktığınızda, diğer öncelikleri bir tarafa bırakmış oluyorsunuz.

Ergenekon – Balyoz süreçleri belki de ilk kez TSK mensuplarının kendilerine farklı bir açıdan bakmalarına sebep oldu, denebilir mi?

Tabii... Bir defa yeni baştan düşünme olanağı elde ettik. “Nerede hata yaptık, neler yaptık?” diye sorduk. 2002’de Personel Başkanı olduğumda TSK’nın iki konuda sorunu vardı: Toplumla iletişim kopukluğu ve kendi içimizdeki iletişim sorunları. Astın üstle, üstün astla, hemen her rütbede büyük bir kopukluk vardı. Bunları nasıl önleyebiliriz diye çalıştık. Ama karar mekanizmalarımız farklı çalışıyor. Herkes komutana karar verdirmek için hazırlık yapıyor ama her şey komutanın bir sözüne bağlı. Bu özeleştiriyi yaptık. Bunun dışında TSK içerisinde pek çok bu tür olay oldu. İntiharlar, bazı başarısızlıklar var. Bunların bir kısmı maalesef kapatıldı. 2007’nin Eylül ayında İstihbarat Başkanlığı'na geldiğimde, bir komutanıma gidip gördüğüm her şeyi anlattım. ‘Bakın bütün bunları halının altına süpürüyoruz. Yarın bir gün bu halı patlayacak, hepimiz bunun altında kalacağız’ dedim.

Olacakları öngördünüz yani?

Öngörmek değil ama gerçekten böyle bir şey vardı. Bizim almadığımız tedbirleri, bazı açıklarımızı ortaya çıkartmak suretiyle maalesef bizleri “Komutanlara suikast, Ergenekon” gibi çok kötü şeylere bulaştırdılar. Aslında kendi içimizdekileri temizleyebilseydik, daha dikkatli olabilseydik ya da bu gördüğümüz olayları önleyebilseydik veya en azından sadece kendi işimizle uğraşabilseydik belki farklı olurdu.

Ne yapılsaydı Ergenekon – Balyoz süreçleri yaşanmazdı?

Mesela 2002’den sonra yapılan komutan konuşmaları var. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Ordu komutanı, kuvvet komutanı, Genelkurmay Başkanı hepsi farklı bir şey diyor. Bunları yapmamalıydık. 2003 – 2004’te birlikleri dolaştığımda genç arkadaşların bana söyledikleri şuydu: “Komutanım, komutanlara söyleyin de bir kişi konuşsun, hepsi konuşmasın!” Genç subaylar çokseslilikten rahatsızdı.

Benim gibi özeleştiri yapan çok asker var

Bu özeleştirileri sadece siz mi yapıyorsunuz? Yoksa bu süreçlerden geçen askerler de benzer düşüncelerde mi?

Benim gibi çok arkadaşım var ama aidiyet duygusundan dolayı TSK’ya söz söyletmiyorlar. Ben de o aidiyeti hissediyorum ama bu, benim hatalarımız konusunda özeleştiri yapmamı engellemiyor. Kıbrıs Harekâtı, hudut alay komutanlığı, bölük komutanlığı, Güneydoğu görevleri yaptım. Sonuçta mutlaka değişmemiz gerektiğini anladım.

Gördüğünüz hangi olaylar sizi bu değişim fikrine getirdi?

Mesela 1992’de Doğan Güreş Genelkurmay Başkanı, Muhittin Fisunoğlu da Kara Kuvvetleri Komutanı. Bir anda verilen kararla tümen kuruluşundan tabur, tugay, kolordu kuruluşuna geçildi. Bütün tümenler lağvedildi, birlikler küçültüldü. 92’deki iç güvenlik harekâtı hiç dikkate alınmadı. Bazı karakollar kaldırıldı, hudutta karakollar arasında boşluklar oluştu. 93’te Sultantop baskını oldu, üsteğmen dahil 20 küsur kişi şehit oldu. Böyle hatalar yapıldı. Bir başka olayda, 365 kilometrelik Ermenistan, Nahçivan, İran sınırına 5.Hudut Alayı’nı kurmakla görevlendirildim. Küçük Ağrı Dağı’nın önünde bir taburumuz var. Su yok. İçme suyunu parayla alıyoruz. Ama banyo, vs. için kullanma suyu lazım. Hududun sıfır noktası. Mayın var. 1996’da oraya su getirmeye çalıştım, beceremedim. 97’de ayrıldım. 2006’da Elazığ’da görev aldığımda hâlâ su yoktu. Daha sonra köye destek projesi kapsamında, 2007’de oraya su getirebildik. 50-60 km. su borusu döşendi. O bölgeye su 11 yılda gelirken, Ankara’da çimler bilgisayarlı sistemle sulanıyordu.

TSK’da en büyük sorunun generaller düzeyinde yaşandığını yazıyorsunuz kitapta. Bu aşamada kimler, neye göre yükseliyor? Değerlendirmelerde sorunlar ne?

Albaylıktan tuğgeneralliğe terfilerde çok büyük haksızlık olmaz. Asıl generallikteki terfilerde yani biraz daha komuta kademelerinde olanlarda, kendini farklı gösterenlerde sorun oluyor. İnsanları tanımak çok zor. İnsanlar kendini farklı gösteriyor. “Benim birliğimde zayiat olmadı” diyor. Halbuki birlikteki olayın performansla ölçülmesi lazım. Performans ölçülmesi yapılmadığı için, siz komutana ne gösterirseniz ya da sizinle ilgili komutana ne haber giderse, komutan ona göre davranıyor. O kişiyle ilgili sübjektif bir bakış açısı oluyor. O zaman da çok basit, küçük olaylardan dolayı bazı insanlar terfi edemeyebiliyor. Bunu özellikle generallikten itibaren söyleyebilirim. Albaylıktan general olmak en zor işlerden biridir. Ama generallikten sonra iş daha farklı. Çok küçük sorunlar, kişisel kaprisler bile etkili olabiliyor.

Hanımlar gibi mi?

Evet öyle. Olduğu olmuştur. Hanımlar arasında yanlış bir uygulama var. Maalesef böyle.

Sizce TSK’nın en büyük hatası neydi?

TSK’da bence iki büyük hata var. Biri, SK öncelikle kendi görevine odaklanmalıydı. İkincisi, TSK’da hiç kimse kendi kafasının içindekini söylemiyor. Komutanın kafasındakini söylemeye çalışıyor. Komutanlar değiştikçe, fikirler de değişiyor. Mesela bir durum muhakemesi hazırlatıyorsunuz, sonuç ‘uygundur’. Komutan değişiyor, aynı adamlar tekrar aynı durum muhakemesine ‘uygun değildir’ diyor. Aslında komutanlar da birbirlerine fikirlerini gerçek anlamda söylemiyor. Sağlıklı, devamlı işleyen bir sistem oluşamıyor.

Kitapta, “Orduda aslında herkese fikri sorulur ama herkesin komutanla aynı fikirde olması beklenir” yazmışsınız. Komutanla aynı fikirde olmayanlara ne oluyor?

Farklı görüş genelde bloklanıyor, mecburen diğerlerine uymak zorunda kalıyor. Çünkü farklılıkları söylemeye başladığınız andan itibaren, istenmeyen adam ilan ediliyorsunuz. O zaman da diğerleri önünüze geçiyor. Gençler de bunun iyi bir şey olmadığını düşünüyor. Tabii riyakârlık ortaya çıkıyor.

TSK Türk toplumunu tanımıyor

TSK’nın yıllarca toplumsal sorunlara da duyarsız kaldığını da söylüyorsunuz.
Deprem, sel olur, TSK her yere koşar. Ama bu olaylar karşısında hiç gerçekten “İnsanların acısını paylaşıyoruz” gibi bir yaklaşım görmedim. Mesela köy destek projeleriyle köylere gittik, makarna dağıttık, okulları tamir ettik. Ama yaptığımız işin hiçbir tutarlı tarafı yoktu. Adamın umurunda bile değil. Bunlar toplumda karşılığı olmayan şeyler. Toplumun daha farklı bir beklentisi var; mesela bir komutanının bir eve gelip onlarla çay içip sohbet etmesini, bir hasta varsa, nasılsın diye hatır sorulmasını bekliyor. Biz TSK personeli olarak biraz fazla aristokrat mı davranıyoruz ya da toplumla aramıza bir mesafe mi koyuyoruz, bilemiyorum. Ama bunların görev gereği yapıldığı, içten ve samimi olmadığı hissediliyor.

TSK Türk toplumunu tanıyor mu?

Hayır. Türk subayları belki Türk toplumu gibi yaşamıyor, biraz farklı yaşıyor. Biraz Batı, biraz burjuva özentisi var. Ama benim babam balıkçıydı. Evimde kitap falan yoktu. Bir sürü insan benim gibi kütüphanesi olmayan evlerden çıkma. Ama toplumdan yabancılaşıyoruz. Sanıyoruz ki bizde birtakım değişimler olurken, toplum da aynı değişimleri yaşıyor. Toplum biraz daha gelenek göreneklerin etkisiyle gelişiyor. Belki bir süre sonra biz o gelenek görenekleri unutuyoruz. Kimimiz Avrupalarda, kimimiz başka yerde çalışıyor. Orduevlerinde, kendi içimize yönelik yaşıyoruz. Toplumun bir askerden ne beklediği konusunda sorunlarımız var. O toplumu tanıyamıyoruz, o yüzden de iletişim kuramıyoruz. Bir de herhalde gittiğimiz bazı yerlerde toplumu bazen potansiyel tehdit, bazen dost olarak ya da tedbir alınması gereken insanlar olarak görüyoruz. Böyle kategorize ediyoruz. Bu yanlış. Askerlik ve toplumla kaynaşmak farklı şeyler. Sanırım empati yapma konusunda da sorun var. Toplumla SK arasında iletişim kopmuş vaziyetteydi.

AK Parti 13 yıldır iktidarda. TSK AK Parti’ye oy verenleri, toplumdaki bu kesimi genelde “dinci” diye kategorize etti. Hiç anlamaya çalıştı mı?

Hayır, çalışmadı. Hâlâ da çalıştığını sanmıyorum.

“TSK’nın Sayıştay’ın denetimine tabi olmaması için hiçbir neden yok”

Orduda şeffaflık da ciddi bir sorun. TSK neden Sayıştay denetimine tabi değil?

Aslında TSK’nın Sayıştay’ın denetimine tabi olmaması için hiçbir neden yok. Ama sanki Sayıştay tarafından kontrol edildiğinde, hükümet ya da yukarıdakiler TSK’yı etkisi altına alacak gibi bir korku var. Kendine güvenen bir SK’da harcamalarımız da düzgünse, korkacak bir şey yok. Sayıştay millet adına yapıyor bu işi, milletin de vergilerinden TSK’ya giden parayla ne yapıldığını bilmek hakkı. Bu şeffaflıktan korkmamalıyız.

Görev sürenizde TSK’nın Sayıştay’ın denetimine açılması hiç tartışıldı mı?

Çok konuşuldu. Ama bırakın halka şeffaf olmayı, iç iletişimdeki sorunlar bile çözülemedi ki. Mesela altı, yedi aylık görevler için yurtdışına çıkışlarla ilgili insanların merak ettiği kriterler, seçim usulleri var veya birlik komutanı seçme usulleri var. Bunları yayınlayalım diye kaç kez komutana gittim. Elimiz daralmasın diye yayınlamıyoruz. Kimseye hesap vermek istenmiyor.
Asker ölümleri, kazalar, intiharlar... Bu konularda da şeffaflık hiç yok.
Bunları saklamanın bir anlamı yok. Neden oluyor açıklamalıyız. Bir defa ihmal olduğunda, “benden kaynaklanmadı” diye suçu başkasına atma olayı var. En büyük sorunumuz bu. Halbuki birlik komutanı böyle bir şey olduğunda, hiç utanmadan, hatasını örtmeye çalışmadan olanları tüm açıklığıyla anlamaya çalışmalı. Anne baba çocuğunu askere emanet ediyor, o birlik komutanı da çocuğa gerekli ihtimamı göstermek zorunda. İkincisi, ölen insanın üzerine “şundan dolayı intihar etti” diye suç atmak daha kolay. Bu tabii çok utanç verici. TSK bu intihar ya da askerde ölüm olaylarında olayın nedenini, nasıl olduğunu halka açık açık anlatmalı. Eğer birlik komutanının ihmali varsa, kendisini kurtarmak için bir şey söyler. Yukarı doğru da “Biz her türlü tedbiri almıştık ama bu adam intihar etti” diye suçtan kaçma ya da kolaycı bir açıklamayla bu iş bitirilmek istenir.

TSK’da işleyen mekanizmanın da çok şekilci olduğunu söylüyorsunuz.

Çok şekilci. Çok katı bir hiyerarşiyle bağlı. Bazen zarf içeriğin önüne geçiyor. Ve herkes o şekille bir şey kazanmaya çalışıyor. Ama diğer tarafta, TSK’nin muharebe gücü konusunda çok ciddi endişeler oluşuyor. Her şey badanalı, boyalı. Benim oğlum acemilik eğitimini er olarak İskenderun’da yaptı. Orada bir gün teftiş olacak diye erleri çıkartıp her yeri boyuyor, tuvaletleri kapatıyorlar. 2000 erin olduğu yerde tuvaletler kapalı olur mu?

Harp Okulu’ndaki eğitim nasıl peki?

Şabloncu bir eğitim anlayışımız var. Bir türlü o şablondan dışarı çıkamıyoruz. Çıkamadığımız için de yeni şeyler geliştiremiyoruz. Farklı bir şey söylediğinizde toplum sizi dışlıyor. Bazı şeyler çocuklara saçma geliyor. Kendi kendine soruyor, “Ben bunu neden yapıyorum?” diye. Cevap, askeri mantık… Her şeyin bir izahı olmalı. Böylece çocuklar mesleklerine yabancılaşıyorlar, askerlikten uzaklaşıyor.

Kitapta “Eğer milli anlayış TSK’da yerleşmezse birileri tarafından kullanılırsınız. Halen olduğu gibi…” diye yazmışsınız. TSK’yı kim kullandı, şimdi kim kullanıyor?

TSK’yı daha önce kendi müttefiklerimiz, ABD kullandı. Burada sadece siyasi olayları kastetmedim. Diğer konular da var. Mesela Türkiye’nin NATO’da savunmaya katkısı konusunda, Amerikalılar nereden mevzi geçirmişse, oraları savunduk, oralara birlik koyduk. Birçok şey sorgulanmıyor. Devamlı mühimmat almışız. Mühimmat depoları ağzına kadar dolmuş. Peki bu mühimmatın ömrü var. Belli bir süre sonra bunları atacağız. Mesela 90 mm. tank mühimmatı almışız. Tankları bir değiştirdik, 105 mm. tank topu oldu. O geri kalan tank mühimmatını ayırmanız lazım. Siyasetle ilgili bir şey söylemedim. O konuda da kullanılmış olabilir. O ayrı konu. Ama kullanılmamak için milli sorunlarınızı iyi bilmelisiniz. İlla NATO’dayız diye her şeyi kabul etmek zorunda değiliz.

Genelde bütün sorun, ikbal sorunu

Orduda West Pointciler ve Kuvvacılar denen iki grup olduğu söylenir. Doğru mu?

Zaman zaman o tip şeyler oluyor. ABD’de, İngiltere’de, Akademi’de okumuş, uzun süre görev yapmış insanlar olabiliyor. Mesela Genelkurmay Başkanı İlker Paşa, Ergun Saygun Paşa vardı uzun süre kalanlardan. Böyle bir algı var. NATO’cular yani NATO’da çalışmış, Batı’da okumuşlar. Bir de milli görevlerde kalan, yurtdışına çıkamayan, gidemeyenler, daha çok birlik komutanlığı yapanlar. Bu tip ayrımlar var. Sonuçta komutanlar çalışabilecekleri insanlarla çalışıyor. Bir komutan karargâha geldiğinde ekibini kendi seçiyor. Tabii harekât başkanı olan birinin terfi etme şansı daha fazla. Aynı devreden farklı bir general, diyelim birlikte, diğeri de karargâh başkanı olmuş. Harekât başkanı olmak için de lisan bilmek, NATO ve birkaç yerde görev yapmak gerekiyor. O zaman diğerinin terfi şansı daha fazla olduğundan, diğerinde arkadaşına tepki oluşuyor. Gruplaşmalar bundan kaynaklanıyor. Bütün gruplaşmaların hedefi, ya yurtdışı göreve gitme, terfi ya da uygun mevkiye gelme konusudur.

Orduyu da aslında bu gruplar yönetiyor, denir.

Bunlara inanmıyorum. Hiç görmedim. Ama bazı insanlar birilerinin fikirlerini beğenmeyip “Bu daha Batıcı, bu daha NATOcu” diyebilir. Genelde bütün sorun, ikbal sorunudur.

TSK’da halen 345 general var. Sizce bu sayı fazla mı?

Evet. Bu zaman içinde kadro arttırmayla oluyor. Kadro arttırınca insanların yükselme imkânı daha çok olur. Şöyle bir sistem var: Herkes albaylığa kadar, albaylık dahil terfi ediyor. Başka ordularda yarbay olmak, hele albay olmak çok zor. Şimdi 200-300 albayı birden yukarı çıkartıyorsunuz, onlardan 20 tanesini general yapıyorsunuz. Çok büyük bir küskünlük meydana geliyor. Halbuki eleme daha aşağılarda yapılmalı. Bu yüzden general kadrosunu biraz fazla tutuyorlar. Bence de general ve amiral kadrosu çok fazla. Mutlaka azaltılmalı. Şimdi komutanlarım kızarlar bana ama Kara Kuvvetleri'nde 10 tane orgeneral çok fazla.

Başka ordularda bu durum nasıl?

Hepsi liyakate dayalı. Binbaşılığa kadar normal, sonrası liyakate dayalı. Pakistan ordusunda bile yarbay, albay olmak zordur. Mutlaka binbaşılıktan sonra elimine edilir.

TSK’ya ait orduevleri, OPET, OYAK gibi yapılar mevcut. Orduevleri gerekli mi?

Yeterli maaşı sağlayamadığınızda bazı haklar vermek durumundasınız. İngilizlerde aynı kapsamda Officer Club vardır. Ama biz işi biraz lüks yaptık. Orada sadece yatacak yer ve yiyecek birkaç şey vardır. Fransa’da, Paris’in göbeğinde de orduevi var ama bizimki gibi 15 - 20 katlı değil. Biz fazla abarttık işi. İngiliz ordusunda albaysanız size orduevinde süit oda verirler. Binbaşı, yarbay daha farklıdır. Lojman orada da var. Üsteğmene 2, albaya 5 odalı lojman verirler. İngiltere’de de subayların ve astsubayların pub’ı, dekorasyonları bile ayrıydı. Bu farklar her yerde var ama biz biraz abartmayı, kendi beyliğimizi kurmayı seviyoruz.

Cumhuriyet mitingleri, 367 kararı vs… Askerlerin bu olaylarla ilişkili olduğu konuşuldu. Bunlar doğru şeyler miydi?

Cumhuriyet mitingleriyle ilgili konuda mutlaka emekli askerler işe dahil olmuştur. TSK’dan muvazzaf askerler de katılmıştır. Tabii, doğru değildi. SK bu işlere karışmamalıydı. 367 için de aynı şeyi düşünüyorum. Çünkü karıştığı zaman işleri daha berbat ediyor. Sonuçta bu hukuksal bir sorunsa, bırakın hukukçular halletsin. Bize ne? Hukukçu kendi verdiği kararın arkasında durmuyor, onun arkasına SK’yı koymaya çalışıyor. Asıl sorun bu.

Silahlı Kuvvetleri darbeye teşvik eden insanlar var

Ama 367 kararının alınması sürecinde askerlerin hukukçulara bu yönde karar almaları için baskı yaptıkları anlatılıyor.

Hayır. Darbelere baktığımızda da öyle. O darbelerde asker kadar siviller de suçlu. SK’yı darbeye teşvik eden insanlar var. Her gün gelip insanların kafasını şişiren bir sürü insan var. Zamanında komutanların odalarından çıkmayan gazeteciler, işadamları vardı. Bunlar ne konuşuyorlardı? Şu an bildiğimiz gazetecilerin arasında da var. Oradan bilgi alıp kitap yazanlar da var. TÜSİAD’dan gelip komutanlarla görüşüyordu bir zamanlar insanlar. Ben de şahit oldum. Genelkurmay Başkanı’nı, ordu komutanını ziyaret eden insanlar, işadamları var. Ben merak ederim, bir işadamı bir ordu komutanını niye ziyaret eder?

27 Nisan hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence hatalı bir konu. 27 Nisan’da Genel Sekreter ya da İkinci Başkan, Yaşar Büyükanıt’a “Bu yanlış olur” demeliydi. Ayrıca bunu yazdınız, bundan sonra hükümetten Cemil Çiçek çıkıp “Siz bizim memurumuzsunuz” dedi. İkinci adım ne olacak? Silah alıp hükümeti mi basacaklar? İkinci adımı düşünmezseniz olmaz. Ayrıca hiçbir desteği de yoktu bu davranışın.

Peki neden yaptı bunu Yaşar Büyükanıt?

Bilmiyorum, büyük ihtimalle emekli komutanlarımızın teşvikiyle, telkiniyle yaptığını değerlendiriyorum. Bizim emekli komutanlarımız çok karışırlar böyle işlere. İkide birde ararlar genelkurmay başkanlarını, “şunu, bunu yapın” diye, “memleket elden gidiyor” diye…

Ergenekon – Balyoz davalarıyla ilgili belli kesimlerde şöyle bir algı var: Birkaç kişi darbe yapmak istedi ama kurunun yanında yaş da yandı. Bu görüşe katılıyor musunuz?

Hayır, darbe niyeti olduğunu düşünmüyorum. Ben de bir sene evvel 1. Ordu’da Tugay Komutanı'ydım. Söz konusu seminerdeki konuşmalara yani irticanın, iç güvenliğin incelenmesi, vs. bakıldığında kastını aşan konuşmalar var. O bir darbe falan değil. Bir gözdağı vermek olabilir. Hem TSK’ya yani üst komutanlara hem de hükümete. Çünkü o zamanlar büyük ihtimalle kimin kuvvet komutanı olacağı gibi konular da vardı. Ayrıca isteseler bile darbe yapamazlardı. Ben Personel Başkanı’ydım, bütün birlikleri dolaştım. Hiçbir birlik komutanı, hiçbir genç subay bunu istemiyordu. Ve genç subaylar artık bu konuşmalardan da bıkmıştı. Nasıl yapacaklardı? Komutan tek başına darbe mi yaparmış?

Askerin genetiğinde “vatanı koruma, darbecilik” var mı?

Vatanı koruma var tabii ve devamlı işleniyor. Harp Okulu’nu bitirip yıldız taktığınızda kendinizi dünyanın en büyük adamı gibi görürsünüz. Ülkeyi kurtaracak insan gibi görürsünüz.

Peki bu değişti mi yeni nesilde?

Bence yeni nesil yasalara uyma, ülkenin demokratikleşmesi, ülkeyi, toplumu okuma, analiz etme, bilgi, görgü, toplumla ilişkiler konularında bize göre daha iyi. Bence tek hataları bireysel düşünme konusu, bu da çağımızın getirdiği bir şey.

İstihbarat çalışmaları yetersiz

Türkiye’deki istihbarat çalışmaları yeterli mi?

Hayır. Uzun süre MİT müsteşarı korgeneral rütbesinde biriydi. 1992’de Sönmez Köksal ile bu değişmeye başladı. O sırada MİT Kanunu çıktı ama SK istihbaratıyla ilgili bir kanun çıkartılmadı ve SK istihbaratı güdük kaldı. Elinde bir tek GES (Genelkurmay Elektronik Sistemler) Komutanlığı vardı. 2006’da yeni malzemeler alınmaya başlandı. Arkasından GES Komutanlığı’yla ilgili birtakım iddialar ortaya atıldı; şunu, bunu dinliyor diye. Sonuçta Başbakan MİT’e katılmasına karar verdi. Ve zaten budanmış olan şey iyice budandı.

Şimdi Genelkurmay istihbaratı nereden alıyor?

Stratejik istihbaratı MİT’ten alıyoruz. Dışarıdaki ataşelerimizden alıyoruz. Buradaki yabancı ataşelerle, başka istihbarat örgütleriyle irtibattayız. İstihbaratın yüzde 80 – 85’i açık kaynak istihbaratıdır. Yüzde 10’u belki sinyal istihbaratı, yüzde 5’i de insan istihbaratıdır. En zor ve en gerekli olan insan istihbaratıdır. MİT’in de, Emniyet'in de insan kaynağı zayıf. Dinleme çok basit. İsrail’in sattığı cihazları baz istasyonlarının yanına koyunca bütün bilgileri alırsınız. Ama bu istihbaratçılık değil. İstihbaratçılık, muhalifleri dinlemekten çok, olayları önleme amaçlı ve stratejik olmalı. Böyle bir istihbaratçılık yok Türkiye’de.

Ne eksik?

Analiz yeteneğimiz yetersiz. İngiltere’de Amerikalılara ait Joint Analysis Center diye bir analiz merkezi var. Tüm Avrupa istihbaratı bilgileri oraya gider. Orada PKK ile ilgili bir birim vardı. O bölümde benim terörle ilgili iç istihbarata bakan 2. Daire'mde çalışandan daha fazla adam vardı. Bölümün başındaki uzmanın analizlerini biz yapamıyoruz. Maalesef Türkiye’de stratejik, taktik ve operatif istihbaratın yeterli olduğunu sanmıyorum. Mesela uydumuz yok. İsrail’in ise bölgede en az 8-10 uydusu var.

Niye uydumuz yok?

Atacağız güya. Biz bu eksikliği dile getirdik. Uydu ihalesi de yapıldı. Dinleme sistemlerinde de eksiğimiz var. MİT GES’i aldı. Hakan Fidan’ın Türkiye’de büyük bir istihbarat çiftliği yaratmak gibi bir projesi vardı. Ama askeri istihbarat farklı bir şey. Dünyanın her yerinde askeri istihbarat var. Bir tek Almanya’da BND ile askeri istihbarat 2009’da birleşti. BND’nin karargâhında bir tümgeneral var, ona bağlı 600–700 asker çalışıyor. MİT’te şu an 30 asker çalışıyor. Ortak analiz gerekli. İstihbaratçılar çok fazla bilgi sahibi olursa, bize karşı kullanabilirler diye bir korku var. O darbeleri düşününce haklı da olabilirler, bir şey demiyorum. Kontrol altında tutulmaya çalışılıyor, çok fazla gelişmiyor. Genelde iç ve dış istihbaratın ayrı olması gerekirken, ayrı değil. Bizde de mutlaka ayrılmalı.

Siyasete alıştınız mı?

Alışamadım. Eylül’den beri birçok milletvekili, siyasetçiyle görüşmeler yapıyoruz. Bir akşam söz veriyorlar, ertesi öğlen o sözden dönüyorlar. Milim milim hesap yapıyorlar. Şimdi de bu aday adayı olma meselesi var. Ben şahsen aday olmak istemiyorum. 25-26 yaşlarındaki iyi yetişmiş gençler siyasete girmeli. Ama şu an Türkiye’deki siyaset tam menfaat üzerine kurulu. Herkes hesap içerisinde. Mesela birileri diyor ki, ‘CHP seçime girsin, nasılsa az oy alır, o zaman da yönetim gider, biz geliriz yönetime.’
Süleyman Şah operasyonu konusunda mensubu olduğunuz Vatan Partisi’yle tamamen zıt bir tutum izlediniz. Onlar çok yanlış bulurken, siz operasyonun askeri olarak doğru olduğunu söylediniz. Bu birliktelik uzun sürer mi?
Bilemiyorum ama burada olmamın nedeni, bir, AKP iktidarına karşı bir alternatif olma niyeti. İkincisi, ülkenin bütünlüğünün savunulması, Cumhuriyet felsefesinin devam ettirilmesi. Atatürk’le, Altı Ok’la birleşmek için buradayım. Bunlar olmazsa burada işim yok zaten.

CHP de AKP’leşmeye, dini kullanmaya başladı

CHP’li bir aileden geliyorsunuz. Neden CHP’ye katılmadınız?

CHP AKP’leşmeye başladı, o da dini kullanmaya başladı. CHP’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adayını (Ekmeleddin İhsanoğlu’nu kastediyor) yanlış buluyorum, CHP’ye uygun değildi. Ayrıca iyice Amerikancılaşmaya başladı. Mesela partiye yeni katılanlardan Murat Özçelik tam Amerikancı biri. Bağdat’ta büyükelçiyken çalışmalarını biliyorum, Amerika ne derse onu yapar. Sonra “Altı Ok”a, Atatürk’e sahip çıkmıyor CHP. Ben “Dersimli Kemal”im diyor. Tamam Dersimlisin, ben de Bursalıyım. Artık CHP’yi desteklemekten vazgeçmemin nedeni, tamamen Cumhuriyet felsefesini terk etmesi.

Peki neden Vatan Partisi?

Çünkü biz cezaevine girdiğimizde İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal dışında hiçbir şey bizi desteklemedi. Sadece onlar vardı. Girdiğim zaman da kimseyi tanımıyordum, orada tanıdım. Cezaevinde Cumhuriyet Gazetesi'ne yazı yazdım, gönderdim, basmadılar. Cumhuriyet Gazetesi askeri sevmiyor. CHP de sevmiyor.

Siyasete girmeden önce Doğu Perinçek hakkında ne düşünüyordunuz?

Tanıyıncaya kadar iyi şeyler düşünmüyordum. Ben de her TSK mensubu gibi “Bu adam gidip Abdullah Öcalan’la görüştü; şunu, bunu yaptı” gibi düşüncelerim vardı. Ama konuştuğumda fikrim değişti. Bir kere işin samimiyeti çok önemli. İnsanlar kendi ceplerinden para harcayarak bu işi yapıyor. Çok enteresan bir olay. O çalışmayı görünce daha farklı bakmaya başladım. Bir de gerçekten minnet borcum var.

Perinçek fikirleri o kadar farklı biri değil miymiş?

Hayır. Öcalan’la görüşmesinin nedeni, Öcalan’ı yabancı istihbarat örgütlerine kaptırmamak.
Kaynak: Al Jazeera

Mehmetçik - Necip Fazıl Kısakürek

(İstanbul MTTB'de)

Mehmetçik, Türk'ün ruhunu İslâm nuruyla dolduruşundan sonra, İslâm potasında eriyerek İslâm kalıbına döküp billurlaşarak darphâneden çıkma has altınlar gibi insanlık pazarına döktüğü, ferdiyet üstü millî ve içtimaî vâhid... Aslındaki kıymet ve hususiyetle de böyle bir vâhide, Türk'ten başka mâlik, bu cihanda ikinci bir millet yok... Türklük mâdeninin kışır üstü ve bozucu bütün fizik ve kimyevî tesirlere mukavemetli aslî ve kurtarıcı vâhidi Mehmetçik...

Mehmetçik, Allah indinde, halis kahramanlara mahsus din ve milletten fânilik, namsızlık ve nişansızlık sıfatlarıyla da, şan ve şerefini ancak feza dolusu meleklerin törenleştirebileceği ve hasis dünya ifadelerinin asla varamayacağı bir makama sahip... (...)Mehmetçiğin makamını şan ve şerefle ölçebilecek, ne bir tartı, ne bir endaze, ne bir kıyas, ne bir mikyas vardır.

Ne mutlu Türk Milletine!..

Ne bakımdan?

Allah Resûlü'nün mukaddes hâs ismini, sırf o isme duyduğu sonsuz saygıdan ötürü hafif bir değişikliğe uğratıp "Mehmed" yapan, böylece İslâm ülkelerinden hiç birinin eremediği bir ruh iffeti gösteren duygu inceliği bakımından...

Bu bakımdan ne mutlu Türk Milletine!..

İşte Mehmetçik, kâinatın sahiplik imzası olan o isme, şefkat edalı bir ufaltma eki ilâve edilerek bulunmuş o mübarek klişedir ki, iç hayatını Allah Resulü'nün ruhâniyetinden devşirici bir milletin, fert üstü namsız ve nişansız her vâhidine püskürtülmüş nur zerresini pırıldatıyor. Türk'ün temel varlığı olan Mehmetçik hüviyetini, her şeyini o nur zerresinden; ve o nur zerresine tecelli mihrakı olma ehliyetinden alıyor. (...) Peygamberinin ismini ondan aldığınız ve meselâ adını Oğuzcuk, Uygurcuk, Sungurcuk yaptığınız anda delinmiş bir (oksijen) tüpü gibi herşey ondan uçup gider. (...)

Mehmetçiğin asıl farikası, insanüstü fedakârlık ve kendinden veriş... Nefsinden başkası için olmak... Dini için, millet için... Vücut hikmeti ve memuriyeti bu... (...)

Ondaki sadakat, ondaki itaat, ondaki tevekkül, ondaki tahammül, ondaki cefakârlık, ondaki fedakârlık, ondaki nefs istihkârı, ondaki Allah iftikârı, hiçbir zaman ve mekânda hiçbir milletin fert vâhidine nasip olmadı. (...)
Yedi düvele karşı koruduğu Fatih'in İstanbul'unda ve Çanakkale'de Mehmetçik, o kilit noktasının kıymet ve ehemmiyetini kendi kendisine sezmiş; ve sadece intihar emri vermeyecek bir sevki idareye mazhar olduğu içindir ki, işi fert fert harikalar plânına dökebilmiş; ve düşman mermilerini iki kaburga kemiği arasında yakalamaktan, sırtında 120 kiloluk gülleleri taşımaya kadar göstermediği fedakârlık bırakmamış ve nihayet Çanakkale'de istif halindeki kuduz dünya emperyalizmasını, tüfeğini dizinde kırarak suya atılıp kaçmaya mecbur etmiştir.

Bu netice, hesap, tahmin, plân ve kumanda dışıdır ve onu gerçekleştiren sadece Mehmetçiktir. (...)

Avrupalı büyük bir askerî muharrir diyor ki: "Başka ordularda müdafaanın bile terk edileceği şartlar altında Türk ordusunun taarruzu başlar." (...) Nihayet, Birinci Dünya Harbi sonunda, morgdaki ölü masasına yatırdıkları, kayışlarla masaya bağladıkları ve her kayışı bir sömürgecinin eline verdikleri hasta adamı bir şahlanışta hayata iade eden Türk'ün var olma iradesini şahıslandıran, emperyalizma uşağı (megola idea) maskaralıklarını sımsıkı kuşatıp boğan ve bücür atlara piyadesi ve süvarisiyle ikişer kişi halinde yerleşip İzmir kalesini hilâline kavuşturan kudret, Mehmetçikten başka kim olabilir? (...)

Fakat gözümüzü dört açalım ve dikkat edelim: Mehmetçik, Türk'ün ruh köküne düşman bu iç ajanlar karşısında, tarih boyunca ve bugün, Moskof'un karşısındaki vaziyetinden daha tehlikeli durumda bulunuyor. Harplerin, kıtlıkların, hastalıkların, kötü sevk-i idarelerin yiyemediği Mehmetçiği, eğer biz onları daha evvel yiyemeyecek olursa, bu iç ajanlar yiyebilir. Amma kimsenin şüphesi olmasın; onları yiyecek, dişlerimiz arasında parçalayacak ve yurt dışına tükürecek olan bir nesil doğmakta... (...)

Bütün dâva şimdi fikir Mehmetçiklerini yetiştirmekte ve onların büyük meydan muharebesini hazırlamakta...

Mehmetçik isminin kaynağı olan mukaddes ruhaniyet, rehberimiz ve koruyucumuzdur.

Kaynak: http://karakitap.net/v1/content/view/3797/1115/

TÜRK ORDUSUNA “ŞIKIDIM” I SÖYLETMEYİN
08.03.2010

Yazar Alev Alatlı, Yeni Harman Dergisi’nden Başar Başaran’a ilginç değerlendirmelerde bulundu.

Ordu bir ulusun kendine vehmettiği değerleri temsil eder

Alatlı son dönemde orduya yapılan saldırıların olası sonuçlarını kendi üslubuyla şöyle anlattı: “Gelin, şunda anlaşalım; bizimki veya bir başka ulusunki, 'ordu' esas itibariyle bir mistifikasyondur. Bir ulusun kendisinde olduğunu vehmettiği yüksek ahlâk, fedakârlık, cesaret, inanç, ölüme meydan okuma gibi, yüce değerleri temsil eder. ‘Rusya, Rus ordusudur’ derlerken Ruslar, ifade ettikleri budur. Biz, çocuklarımızı “Paşam” diye severken, gelecek kuşaklar için temenni ettiğimiz vasıfları belirtiriz. Kızıl Ordu, 1990ların başında kolu kanadı kırılıp, ünlü korosu “oynama şıkıdım şıkıdım” diye çadır tiyatrosu misali turneye çıkmaya mecbur bırakıldığında, Putin, onca gücüne rağmen Beslan’ı bile kontrolu altına alamadıydı. Eşkıya muamelesi yaptığınız bir komutanın verdiği ölüm emrine itaat edilmesini beklerseniz, çok hüsrana uğrarsınız.”
Kaynak: Odatv

Giren Çıkan Herkesi Fişlemişler
15 Temmuz 2010
Erzincan'daki Ergenekon davasının bir numaralı sanığı 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk'e bağlı 9. Kolordu Komutanlığı lojmanlarında fişleme skandalı...
Erzincan'daki Ergenekon davasının bir numaralı sanığı 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk'e bağlı 9. Kolordu Komutanlığı lojmanlarına gelen ziyaretçi ve çocuk bakıcısı kadınların tek tek fişlendiği ortaya çıktı. Askeri istihbarat raporuna göre, ziyaretçilerle birlikte ev sahibi subay ve astsubayların kişisel bilgileri de belgeye işlendi.

Askeri istihbarat tarafından 9. Kolordu Komutanı Korgeneral Tevfik Özkılıç'a iletilen belge, askeri personelin kaldığı Erzurum'un Gez Mahallesi'ndeki lojmana giriş çıkış yapan ziyaretçi ve çocuk bakıcısı kadınların 'başörtülü-türbanlı' diye tek tek fişlendiğini ortaya koydu.

20-27 Ocak 2009 tarihleri arasında İstihbarat Yüzbaşı A.E. ve Binbaşı A.Y. tarafından hazırlandığı bilgisi yer alan belgenin "Lojmanlara bakıcı olarak gelen" başlıklı bölümünde başörtülü ve türbanlı 5 bakıcının ismi, hangi subay ya da astsubayın evine geldiğine ilişkin bilgilerin detaylı bir şekilde yer aldığı tespit edildi.

İĞNELİ DUR, İĞNESİZ GEÇ

Lojmana ziyaretçi ve bakıcı olarak giren bazı kadınların başörtü bağlama şekilleri konusunda uyarıldığı da belgede yer alan bilgiler arasında. Fişleme belgesinde Üsteğmen E.U'ya gelen bakıcı Z.A ve Uzman Çavuş E.Ö'ye gelen bakıcı B.B. için şu ifadeler yazılı: "Türban takmakta. Nizamiyedeki personelin ikazıyla türbanını, başörtüsü bağlama şekline çevirmektedir." 9. Kolordu Komutanı Korgeneral Tevfik Özkılıç'a sunulan fişleme notunda "lojmanda oturan personele ziyaretçi olarak gelenler" bölümdeyse 4 kişinin başörtülü ve türbanlı olarak lojmandaki askeri personeli ziyarete geldikleri bilgisine yer veriliyor. Lojmana başörtüsüyle gelen kişilerin isimlerinin karşısında ise ziyaret ettikleri askeri personelin isim ve ev adresleri yer alıyor.

GİZLİ: KAPICININ KIZI ÖRTÜLÜ!

'Gizli' ibareli fişleme bilgisinde "lojmanda çalışan kapıcılar' bölümünde, "B.A'nın kızının türbanlı, Y.K'nın eşinin türbanlı olduğu tespit edilmiştir" ifadeleri yer alıyor. Belgede "Bir hafta boyunca değişik saatlerde icra edilen gözetleme faaliyetiyle türbanla içeriye girenler" bölümünde ise yapılan fişleme sonuçları aktarılıyor. Bu bölüme 'bakıcı, temizlikçi, kapıcı eş ve çocukları, lojmanda ikamet eden personelin ve kapıcıların ziyaretçileri ile bir uzman çavuşun eşinin türbanlı olduğu tespit edilmiştir' notu düşülmüş.

Darbe taraftarına bir artı

Emekli Org. Çetin Doğan, tutuklanmasının ardından kendini savunmak için yazdığı 16 sayfalık mektubunda Plan Semineri'ne, Genelkurmay ve Kara Kuvvetleri'ni temsilen iki ayrı heyetin katıldığını ve başındaki komutanlardan birinin Orgeneral, diğerinin de Korgeneral olarak halen görevde olduğunu ifade etmişti. Bu komutanların Orgeneral Bekir Kalyoncu ve Korgeneral Tevfik Özkılıç olduğu ortaya çıktı. Halen 9. Kolordu Komutanı olan Korgeneral Tevfik Özkılıç'ın ismi de, Balyoz'cular tarafından hazırlandığı iddia edilen listede darbeyi

destekleyen bölümünde geçiyor. Bütün Generallerin fişlendiği listede o dönemde

Tuğgeneral olan Tevfik Özkılıç'a artı verilmiş.

Kaynak: Yeni Şafak

Avustralya'da başörtülü ilk Türk polis



Avustralya'nın ilk başörtülü kadın polisi Yasemin Savran

MELBOURNE- Melbourne Üniversitesi Eğitim Fakültesi'ni bitirdikten sonra 5 yıl öğretmenlik yapan Yasemin Savran, 29 yaşında polis oldu. Victoria Polis Akademisi'nin 2010 yılı ilk mezunlarından olan Savran, ülke tarihine başörtülü ilk Türk polis olarak geçti.

Polis olmaya ilkokuldan beri merak saran Savran, yaklaşık 6 ay süren eğitimini başarıyla tamamlayıp, akademiden mezun olarak bu hayalini gerçekleştirdi. Yasemin Sarvan'ın mezuniyet töreninde anne babası, eşi, kardeşleri ve aile dostlarının yanı sıra onu yalnız bırakmayan biri daha vardı. Lübnan asıllı Maha Şukkar'da kendisi gibi başörtülü olan yeni meslektaşı Sarvan'ı tebrik edenler arasındaydı.

Victoria Polis Akademisi 2010 yılı ilk mezunlarını verdi. Melbourne'ün Glen Waverley bölgesinde bulunan tarihi akademiden 2010 yılının ilk 6 ayında 90 polis mezun oldu. Yeni polislerin mezuniyet programı için 25 Haziran günü iki ayrı tören düzenlendi. Akademinin kilisesinde yapılan mezuniyet törenine Victoria Eyalet Emniyet Müdürü Simon Overland da katıldı. Yeni polislere Victoria Polis Teşkilatına hoş geldiniz diyen Emniyet Müdürü Overland, polis kimliklerini ve belgelerini takdim etti.

Polis olmak için başvurular, giriş imtihanı ve eğitim olmak üzere bir yıl süren zorlu bir süreçten geçtiğini belirten Yasemin Savran, özellikle akademiyi kazandıktan sonra 6 ay boyunca çok çalıştıklarını ve birçok imtihandan geçtiklerini belirtti. "Sadece yazılı imtihanlar değil spor aktivitelerinden ve atış eğitimi gibi derslerden de başarılı olmak zorundasınız." diye konuşan Savran, Müslüman ve başörtülü bir öğrenci olarak hiç bir zorluk yaşamadığını, hatta bu konuda yetkililerin kendisine her türlü kolaylığı gösterdiğini söyledi. Okula Ocak ayında başladıklarını ve yaz mevsiminden dolayı kısa kollu gömlek ile eğitim yapıldığını ifade eden Savran, kendisinin kısa kollu gömlek giyemeyeceğini belirtmesi üzerine uzun kollu gömlek ile eğitim yapmalarına izin verildiğini, yüzme derslerinde İslami usullere göre özel hazırlanmış mayo giyerek katıldığını ifade etti. 18 Ocak'da başlayıp 25 Haziran'da okulu bitiren Yasemin, mezuniyete kadar her gün hafta içinde sabah saat 7.30'da başlayıp öğleden sonra 4'e kadar eğitim aldıklarını söyledi. Polis eğitiminin bir üniversite eğitimi gibi olmadığını birçok konuda bilgi gerektiğini ifade eden Savran, bunun için de sürekli verilen derslere çalıştığını ve eğitimin kendisi için çok faydalı olduğunu söyledi.

28 Haziran'da Springvale Polis İstasyonu'nda göreve başlayacak olan Yasemin Savran, burada iki aylık geçici görevden sonra tayin olacağı yeni yerinde görevine başlayacak. Görev yeri olarak Melbourne'de Türk toplumunun yoğun yaşadığı bölge olan Broadmeadows olmasını çok istediğini söyleyen Yasemin, gençlere de polis olmaları yönünde çeşitli tavsiyelerde bulundu. Savran, "Gençlerimize canı gönülden eğitimlerine büyük önem vermelerini tavsiye ediyorum. Maalesef belli bir yaşa gelince araba gibi, gezme gibi veya daha farklı meraklara giriyorlar ve bu meraklarını da gerçekleştirmek için iş bulup çalışmaya başlıyorlar. Ama neden bu ülkede bize sunulan imkanları değerlendirmeyelim. Mesela ben üniversiteyi bitirmeme ve mesleğim olmasına rağmen bununla yetinmedim biraz daha ilerletmeye gayret ederek farklı bir alanda yeniden eğitime başladım ve bugün polis oldum. Gençlerimize de eğitim hayatlarına önem vermelerini ve güzel bir meslek edinmelerini tavsiye ediyorum." dedi.

Başta ailesi olmak üzere çevresinden ve toplumdan çok olumlu tepkiler aldığını söyleyen Yasemin Savran, "Özellikle kız öğrenciler ve çevremdeki arkadaşlara başörtülü bir polis olmamın onlar için iyi bir örnek teşkil ediyor." dedi.

Avustralya'nın başörtülü ilk Türk polisinin babası Ahmet Doğan, "Bugün çok mutlu bir günü yaşıyoruz. Topluma hizmet verecek olmasından ve özellikle Türk toplumunun da çok ihtiyacı olan bu meslekte çocuğumuzun yetişip bugünlere gelmesi bizi sevindiriyor. Ülkemizde başörtülü olarak bu mesleğe girmesi çok zordu ancak burada çok rahat bir şekilde hatta daha fazla anlayış gösterilerek bu mesleğe girmiş oldu. Keşke ülkemizde de böyle olsa. Herhalde demokrasi dedikleri bu olsa gerek. İnşallah bundan sonra vazifesini de en iyi şekilde başarıyla yürütür." Dedi.

Savran'ın annesi Mediha Doğan ise "Allah herkesin evladına böyle güzel yerlere gelmeyi nasip etsin. Çok mutluyum. Çok heyecanlıyım." diye konuştu.

Türk polisin eşi Tamer Savran ise duygularını şöyle ifade etti: "Çok gurur duyuyorum gerçekten özellikle son altı aydan beri çok çalıştı, çok emek verdi. Bugün ise karşılığını almış oldu. İnşallah bundan sonra da işinde başarılı olur ve topluma örnek olur. Bundan sonra özellikle ev işlerinde bizim kendisine daha çok destek olmamız gerekiyor. Ailecek çok mutluyuz."

26 Haziran 2010 habertaraf

HEDEFTE NEDEN DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI VAR
Sait Çakır
12.02.2010

Türk Silahlı Kuvvetleri içinde, “onur patlaması” olarak kavramlaştırılan intihar vakaları ülkenin gündemini sarsmaya devam ederken, intihar eden subayların çoğunluğunun Deniz Kuvvetleri’ne mensup olmaları dikkat çekiyor. Son olarak, bu Ağustos’ta amiralliğe terfisine kesin gözüyle bakılan Kıdemli Kurmay Albay Berk Erden’in intiharı, gözleri bir kez daha Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na çevirdi.

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit’in Albay Erden’in cenazesinde yaptığı açıklamalara geçmeden önce, Denizci subayların intihar eğilimleri üzerinde durmak gerekiyor. Uzatmadan cevabı yazalım; irtica ile mücadele planı’ndan amirallere suikast planı ve kafes planı’na kadar birçok iddia ve buna eşlik eden çirkin karalama kampanyaları, Deniz Kuvvetleri’ni hedef almakta ve burada görev yapan personelin moralini bozmaktadır. Bugün Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Gölcük’teki Donanma Komutanlığı’na yaptığı destek ziyaretini, her türlü insani ölçünün dışındaki bu vicdansız sinir harbinin yarattığı tahribatı onarma çabası olarak görebiliriz.

Bu noktada, Orgeneral Yiğit’in “Poyrazköy’de cephane saklamakla suçlananlar, birliğin komutanı; neden silahları dere yatağına gömsünler ki?” sorusunun, Denizcilere karşı yürütülen kampanyanın gerçeklere dayanmadığı konusunda son derece ikna edici olduğunu belirtmek gerekmektedir. O halde şu soru akla takılıyor; haksız suçlamalar niçin Deniz Kuvvetleri üzerinde yoğunlaşıyor?

Karadeniz’de Egemenlik Savaşı

Bu sorunun cevabı, Amerika’nın Rusya’ya karşı izlediği siyasetin ayrıntılarında yatmaktadır. Kısaca bu ayrıntılara göz atalım.

4 Şubat günü Romanya Başkanı Traian Basescu’nun, ABD’nin füze savunma sistemini Romanya’ya yerleştireceği yönündeki açıklaması, kuzeyimizdeki güçler dengesini önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. Nitekim Münih Güvenlik Zirvesi sırasında alınan bu “beklenmedik” karar, füze sisteminin İran’dan daha çok kendisine yöneldiğini düşünen Rusya’yı harekete geçirmiş ve ertesi gün devlet başkanı Medvedev, NATO’nun ve Amerika’nın yerleştireceği füze savunma sisteminin ulusal güvenliğe ve bölgesel istikrara tehdit oluşturduğunu kabul eden “yeni askeri doktrini” imzalamıştır. Batıya karşı oldukça sert bir tutum benimseyen bu yeni doktrinin, herhangi bir konvansiyonel saldırı veya ihtimali durumunda nükleer silah kullanımına izin verdiğini not edelim.

Geçtiğimiz yılın Eylül ayında ABD Başkanı Barack Obama, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde kurulması planlanan ve Bush döneminde hazırlanan füze kalkanı projesini kaldırdığını duyurmuştu. Bu proje, kara-temelli füze sistemini öngörüyordu. Karadeniz’e kıyısı olan Romanya üslü yeni füze kalkanı projesi ise, karanın yanında deniz-temelli füze sistemini de içermektedir ve Amerika Dış İşleri Bakanı sözcüsü bu durumun altını çizmektedir.* Kuşkusuz bu plan, Bush dönemindeki plana göre daha kapsamlı ve daha tehditkârdır.

Zaten mesele de bu noktada düğümleniyor; Amerika’nın Karadeniz’e taşınmasını içeren bu karara, Karadeniz’deki donanmasına beş savaş gemisi daha ilave ederek karşılık veren Rusya’nın Dış İşleri Bakanı Sergey Lavrov, “Amerika bu kararı alırken, Montrö Sözleşmesi’ni dikkate aldı mı?” sorusunu soruyor. Gürcistan’la yapılan Ağustos Savaşı sırasında, Amerika’nın “yardım” amaçlı savaş gemilerini boğazlardan geçirmek istemesiyle patlak veren Montrö krizi henüz belleklerimizdeki tazeliğini korurken, Karadeniz’de Montrö üzerinden yeni mücadelelerin başlayacağını öngörmek, zor olmasa gerek.

Karadeniz’e kıyı olmayan ülkelere ait savaş gemilerinin üç haftadan daha fazla kalamayacağına veya üçüncü ülkelere ait savaş gemilerine konan tonaj sınırına ilişkin maddeleri Amerikan tarafının hangi yollarla aşacağı belirsizliğini koruyor. Ne olursa ols
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Ağu 21, 2010 7:33 pm    Mesaj konusu: Genelkurmay'dan Heron Açıklaması Alıntıyla Cevap Gönder

İŞTE TSK’DAKİ İSLAMCI CUNTACILAR
Orhan Gökdemir
19.08.2010

TİB nedir?

Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı...

3 Temmuz 2005 tarihinde kurulmuş.

İlgili kanuna göre TİB’in görevi Türkiye'de bugüne kadar MİT, Emniyet ve Jandarma istihbaratının ayrı ayrı birimler ve savcılıklardan aldıkları izinlerle gerçekleştirdikleri telefon dinlemelerini tek merkezden yapmak. AKP’nin icadıdır.

Yani bir anlamda resmi telekulak olan TİB, aynı adı taşıyan kuruluşlardan en yenisi. Eskisi, daha doğrusu tedavülden kaldırılmış olanı da var. O da TİB kısaltılması ile anılmakta birlikte açılımı Toplumla İlişkiler Başkanlığı.

Genelkurmay Genel Sekreterliği’ne bağlı olarak çalışmaktaydı. TİB, 1983'te Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği bünyesinde kurulmuş 12 Eylül icadı bir kurumdu. Gizli yönetmeliğine göre TİB toplumu Atatürkçülük konusunda eğitecek, dışarıdan gelen psikolojik harp tehdidine aynı yöntemlerle karşılık verecekti. 20 yıl boyunca bu yönde gizli faaliyetler yürüttü, yalnız, hasta öldü.

Hasta öldüğü için, doktor da tedavülden kaldırıldı.

Bir TİB daha var; önüne “Dİ” eki aldığı için, DİTİB olarak anılıyor. Tedavülden kalkan TİB ile aynı dönemde kurulmuş olmasına karşın tedavülden kalkmış olmak bir yana gücünü katlayarak yayılmaya devam ediyor. “Dİ”li üçüncü TİB’in açılımı ise Diyanet İşleri Türk İslam Birlikleri oluyor.

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği, “dini, sosyal, kültürel ve sportif faaliyetleri gerçekleştirmek ve Almanya genelindeki kendisine bağlı derneklerin bu tür faaliyetlerini koordine etmek amacıyla”, 1984 yılında kuruldu. Kuruluş tarihi Genelkurmay TİB’inden bir yıl sonraya denk geliyor. Bugün DİTİB’e bağlı 896 dernek var. Kendi iddialarına göre, Almanya’daki Müslümanların yüzde 70’nin teveccühünü kazanmış, alanındaki en büyük sivil toplum örgütü. Siz bunu en büyük tarikat olarak da okuyabilirsiniz.

SADECE HARF BENZERLİĞİ Mİ

DİTİB ile eski TİB arasındaki ilişkiyi bir isim ve harf benzerliğinden ibaret sayabilir miyiz? Belki... Ancak gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun “Tanksız Topsuz Harekat” adlı kitabına göre tedavülden kalkmış olan TİB ile DİTİB arasında organik bir ilişki var. Şöyle; 12 Eylül Cuntası TİB’i kurunca ona verdiği ilk görev yurtdışında yaşayan Türkleri camiler etrafında tek bir çatı altında toplamak oldu. TİB’de görevli subaylar da ülkücü diyanetçi Tayyar Altıkulaç’ı yanlarına alıp Avrupa’yı turladılar. Orada bulabildikleri kaçak ülkücülerle, misyonun gereği olan bir dernek oluşturmaya giriştiler. Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı görünen bu derneğe de Diyanet İşleri Türk İslam Birliği adını verdiler. Neden “Diyanet İşleri Toplumla İlişkiler Başkanlığı” adını tercih etmedikleri ise bilinmiyor. Bilinen ise şu; 12 Eylül Cuntasının toplumla ilişkiden anladığı, toplumu Türk-İslam sentezine göre yeniden organize etmekti. Cuntanın “toplumu İslamileştirme” projesi, daha kısa şekliyle İslamizasyon’un çıkış noktası böyle. DİTİB, demek ki TİB tarafından kurulmuş. Yani en büyük tarikatımız, bizzat askerlerin eli mahsulüdür demek bu...

TİB’de görev yapan bazı subaylar, “yıkıcı ve bölücü” hareketlerin yayılmasını önlemek için camilere gidip cemaati camiler etrafında toplanmaya, yıkıcı ve bölücülüğe karşı birlik olmaya çağırdılar. Bir takım tarikatlara verilen destekler ise harekatın sağlıklı yürütülmesinin biricik yoluydu. 12 Eylül ile şimdi iktidar olduğundan şüphelenilen cemaat arasındaki “asimetrik” ilişki işte böyle kuruldu.
Yeri gelmişken belirtelim. Bir de TTB var; Talim Terbiye Kurulu’nun kısaltılmasıdır. Bir “İ” eksiği veya bir “T” fazlası var; ancak oldukça militer bir çağrışım yaptığı açık. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir kuruldur bu. 1980’li yıllarda TİB tarafından yapılan Gizli Ataköy Planı, Talim ve Terbiye Kurulu’nu Milli Eğitim’den alıp TİB’e bağlamıştı. TİB bu kurullar marifetiyle gençleri Atatürkçülük ve Konsept” konularında eğitecekti. Atatürkçülük malumunuz, konsept ise herhalde Türk-İslam Sentezidir. Öyle yaptılar, konsept konusunda bütün gençleri eğittiler. Türban-mürban işleri işte o yıllarda icat edildi.

KİMLER VARDI

Bütün bunların yan yana getirilmesinde bir “komplo teorisi” kokusu alacaklar için isim verelim.

TİB ekibinin başında Korgeneral Doğan Beyazıt bulunuyordu. General Teoman Koman, Albay İhsan Beriş, Albay Altan Ateş, Albay İsmet Akyol, Albay Tamer Kumkale ve Ertuğrul Zekai Ökte ekibin diğer üyeleriydi. Ökte TİB’in kuruluşunu MGK müşaviri olarak bizzat yönetmişti. Tuğgeneral Teoman Koman o dönemde Özel Harp Dairesi Başkanı’ydı. Daha sonra MİT Müsteşarlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve 28 Şubat sürecinde MGK üyeliği yaptı. 28 Şubat muhtırası başarısız olup geri tepince zamanın ünlü holdinglerinden birinde yönetim kurulu üyeliğine kapağı attı.

Peki ya diğerleri? Oğuz Kalelioğlu emekli olduktan sonra Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’a danışman oldu. Başkan Yılmaz'a, Albay Kalelioğlu'na hangi alanlarda danışılacağı sorulunca, "Her alanda danışılabilir. Özellikle psikolojik alanlarda" cevabını vermişti. Altan Ateş, zamanın etkili yayın gurubu TGRT’nin başına geçti. Emekliliğinin ilk yıllarını bu cemaat yayınını büyütmeye adadı. Tamer Kumkale ise akademik kariyer yaptı. “Atatürkçülük doktoru” oldu. Bir cemaatin üniversitesinde “Atatürkçülük” dersi vererek emekliliğini huzur içinde geçiriyor.

Şimdi askere muhalefetiyle bilinen Hasan Celal Güzel’in, o yıllarda TİB’in sivil uzantısı olduğu iddia ediliyordu. “Cuma namazını kaçırmayan müsteşar” olarak tanındı (demek ki o zamanlar bu türde henüz azınlıktaydı), sonra milletvekili oldu. Özal, (şu Allah’ın işine bakın ki) tutu Milli Eğitim Bakanlığı’nı ona verdi. Talim ve Terbiye için bundan iyisi, Şam’da kaysıydı!

Özal hükümeti TİB’in namlı Albayı Altan Ateş'in üstün gayretlerine de ilgisiz kalmadı. Ateş'i Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu üyeliğine ve H. Celal Güzel'e bağlı Devlet Bakanlığı'nda müsteşar yardımcılığı görevine getirdi. Biz, kayıtların yalancısıyız!

Sözün özü, askerler toplumla ilişki kurunca sağcı-İslamcı çocuklar doğmaya başladı. 1995 yılında yapılan seçimlerden Türkiye tarihinde ilk defa İslamcı parti birinci sıraya yükseldi. Sonra birinci olan İslamcı parti, başka bir sağcı partiyi yanına alarak hükümet kurdu. Sonrası malumunuz, TSK “çevik bir” manevra yaparak 28 Şubat muhtırasını verdi.

HASTAYI TSK YARATTI

Aslında TSK, hastanın ölmekte olduğunu 1996 yılında fark etmişti. Kemalist milliyetçi batıcılık son nefesini vermek üzereydi. Bunun üzerine yeni bir hamle yapıp çubuğu “ilericilik” yönüne bükmeye ve hızla kontrolden çıkmakta olan İslamcı hareketi geri çekmeye karar verdiler. Bunun için TİB devredeydi, “müdafaa-i hukuk” ve “kuvvayı milliye” ruhu yeniden ayağa kaldırılacaktı. Bu yönde sivil toplum örgütlerinin de yardımına başvurulacak, İslamize olmuş toplum içinde nefes alacak alanlar oluşturulacaktı.

Plan güzeldi ancak TSK’nın eli mahsulü olan hastalık geri dönülmez bir noktaya ulaşmıştı. 28 Şubat’ın vurduğu darbe İslamcı partiyi bölmeyi başardı. Ayrılanlar yeni partide birleşti ve kısa bir süre sonra iktidara yerleşti. Sonra, eski bir MİT’çinin ABD’den yayın yapan sitesinde “Ergenekon Lobi” adlı belge yayınlandı; gerisini biliyorsunuz.

Son not en genç TİB için; biliyorsunuz telefon kayıtları her yanda uçuşup duruyor. Bu da “toplumla ilişki”nin yeni biçimi! Hiç endişelenmeyin, telefonunuz dinleniyorsa bilin ki devletiniz sizinle ilişki kurmaktadır… Taa ilk TİB zamanlarından şerbetliyiz biz!

Ülkenin geldiği yere bakıp AKP’ye kızmak işin kolayı. Halbuki bugün gelinen noktanın asıl sorumlusu “Komünizmle Mücadele Derneklerini” kuranlar, “Kanlı Pazar”da gericileri kışkırtıp gençleri linç edenler, yıkıcı ve bölücü hareketlerle mücadele adı altında her boydan tarikatı el altından destekleyenlerdir. Onlar bahçeyi düzenledi, tohumu ekti, gübreyi serpti. AKP, işte o hazır bahçede yeşerdi.

Eski tarz Kemalizm, eski tarz Laiklik ve eski tarz Cumhuriyet sizlere ömür. Ölüyü kaldırmak için bir imam gerekiyordu. İmam geldi, işini yapıyor…

Odatv.com

Genelkurmay'dan Heron Açıklaması

Genelkurmay Hantepe'deki Heron skandalı ile ilgili suskunluğunu nihayet bozdu. İşte o açıklama...
İnternet sitesinde yapılan açıklamada, saldırı 01.46'da başlamasına rağmen destek amaçlı saldırı helikopterlerinin ancak 04.30'da olay mahalline ulaşabildiği kabul edildi. ZAP vadisindeki yoğun sis ve toz bulutu, gecikmeye gerekçe gösterildi.

Heronların saldırıyla ilgili ilk görüntüleri anında değil olayın başlangıcından 46 dakika sonra geçtiği açıklandı.

Teröristlerin çevredeki hakim arazilere mevzilendirdiği Doçkalar sebebiyle, hava aydınlandıktan sonra bile bölgeye helikopterin inemediğini, tahliyelerin karayoluyla yapıldığı duyuruldu.

Medyada yer alan görüntülerle ilgili olarak da "çatışmanın başlamasından sonraki sürece aittir" denildi.

20 Temmuz'da Çukurca ilçesi Han Tepesinde meydana gelen ve 7 askerin şehit olduğu terörist saldırıda Heron görüntelerine rağmen bilerek müdahale edilmediği iddiası ortaya atılmıştı. Genelkurmay internet sitesinden yazılı açıklamayla iddialara cevap verdi.

İŞTE AÇIKLAMANIN TAM METNİ

1. HAKKÂRİ ili, ÇUKURCA ilçesi HAN Tepedeki üs bölgesine ve yakın emniyet kuvvetine 19/20 Temmuz 2010 gecesi yapılan terörist saldırısı ile ilgili olarak, medyada çeşitli haber, yorum ve görüntüler yer almaktadır.

2. Ölümle neticelenen her iç güvenlik olayında olduğu gibi bu olayla ilgili olarak da adli soruşturma, ilgili Cumhuriyet Savcılığı tarafından hemen başlatılmıştır. Ayrıca, olayın idari yönden de incelenmesi maksadıyla; Jandarma .Asayiş.Kor.Komutanlığınca, teşkil edilen idari soruşturma heyeti de olayın incelemesine başlamıştır. 30 Temmuz 2010 günü de Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Askeri Savcılıktan olayın soruşturulmasını istemiştir.

3. Olayın ne şekilde cereyan ettiği tam olarak belirlenmeden kamuoyuna eksik ve yanlış bilgi vermemek ve yürütülmekte olan adli soruşturmalara müdahil olmamak amacıyla, en azından idari soruşturmanın neticesinin alınması ve değerlendirilmesi beklenmiştir.

4. İdari soruşturma ise ilgili karargahlara, 9 Ağustos günü ulaşmıştır. İdari soruşturmanın değerlendirilmesi ile olayla ilgili diğer mevcut bilgi ve belgelere dayalı olarak yürütülmekte olan adli soruşturmalara da zarar vermemek kaydıyla, olayla ilgili açıklanabilecek hususlar aşağıdadır:

SALDIRI BAŞLANGIÇ SAATİ: 01.45

a. HAN Tepe üs bölgesi ve yakın emniyet kuvveti mevzilerine yoğun terörist ateşi, 20 Temmuz gecesi saat 01.45'te altı değişik noktadan aynı anda başlamıştır. Olayı öğrenen ve o sırada DİYARBAKIR'da bulunan dönemin 2'nci Ordu Komutanı da ( Jandarma Genel Komutanlığına atanan dönemin 2. Ordu Komutanı Org. Necdet Özen) saat 02.00'den itibaren olayın takip, sevk ve idaresine müdahil olmuştur.

HERONLAR OLAY YERİNE 02.15'TE İNTİKAL ETTİ

b. Olay anında insansız hava aracı, 40 km. kadar uzakta başka bir bölge üzerinde olduğundan derhal HAN Tepe bölgesine yönlendirilmiş, saat 02.15'te HAN Tepe üzerinde olmuş ve görüntü aktarmaya başlamıştır. Buradan açıkça anlaşılacağı üzere saldırı öncesi yaklaşan teröristlerin görüntülerinin aktarılmış olması söz konusu değildir.

İLK GÖRÜNTÜ 02.31

c. Basına yansıyan insansız hava aracı görüntülerinden, en erken olanının zamanı ise 02.31'dir ve olayın başlangıcının yaklaşık 46 dakika sonrasına aittir.

HELİKOPTERLER HAVA MUHALEFETİNE TAKILDI

ç. Olayın başlaması üzerine HAKKÂRİ'de konuşlu bulanan taarruz helikopterlerine emir verilmiş, helikopterler, zorunlu hazırlıklarını müteakip havalanmış, ancak Çığlı Suyu (ZAP) vadisindeki yoğun sis ve toz bulutu nedeniyle güneye, ÇUKURCA bölgesine geçememiş, yarım saat süren denemeyi müteakip, HAKKÂRİ'ye dönmek zorunda kalmışlardır.

HELİKOPTERLER SALDIRIDAN 2 SAAT 45 DAKİKA SONRA ULAŞTI

d. Aynı helikopterler, hava şartlarının iyileşmesi üzerine, saat 04.30'da HAN Tepe üzerinde olmuş ve bölgeden uzaklaşmaya çalışan teröristleri ateş altına almışlardır.

e. Uzaklaşmaya çalışan teröristler, aynı zamanda topçu ve havanlarla da ateş altına alınmıştır.

f. Hava aydınlandıktan sonra, teröristlerin çevredeki hakim arazilerde mevzilendirdikleri DOÇKA marka (Uçaksavar) silahları, bölgedeki helikopter faaliyetlerini tahdit etmiş, helikopterlerin inememesi nedeniyle, tahliyeler karayoluyla yapılmıştır.

g. DOÇKA mevzilerinin yerlerinin tespit edilmesi üzerine, bölgeye iki sorti hava harekatı icra edilerek bu mevziler tahrip edilmiştir.

h. İnsansız hava aracı görüntülerinin hangi makamlar tarafından izleneceği 2'nci Ordu Komutanlığınca ve sadece ilgili birlikler dikkate alınarak belirlenmektedir. Otuz ayrı merkezden bu görüntülerin izlendiği iddiası maksatlı ve gerçek dışıdır.

i. Olayın cereyan şeklinden de görüleceği gibi, medyaya yansıyan görüntüler, çatışmanın başlamasından sonraki sürece aittir ve çatışma süresince de ilgili komutanlıklar alınması gereken tedbirleri almış veya almaya çalışmışlardır.

5. Diğer olaylarda da olduğu gibi, bu olayda da gerekli görülen idari ve adli işlemler zamanında başlatılmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetleri, soruşturma safhalarının gizlilik sürecine azami şekilde özen ve dikkat göstermekte olup çok zorunlu durumlar dışında, soruşturma süreçlerinde açıklama yapmaktan kaçınmaktadır. Bu hassasiyete başka anlamlar yüklemek yersizdir ve yanlıştır. aktifhaber

TSK "İntihar Etti" Dedi Ancak...

26 Ağustos 2010
Balıkesir'de vatanî görevini yapan Aşkın Demir'in ailesine oğullarının intihar ettiği söylendi. Ancak bir telefon gerçeği ortaya çıkardı...
Balıkesir'de vatanî görevini yapan Aşkın Demir'in ailesine oğullarının intihar ettiği söylendi. Ancak baba Nazir Demir 'Karnına ateş ederek intihar edilir mi?' diyerek buna inanmadı. Eve gelen bir telefon onun şüphesini doğruladı. Aşkın'ın asker arkadaşı olduğunu belirten kişi "Aşkın'ı sarhoş uzman çavuş öldürdü. Her şeyi biliyoruz ama korkuyoruz, bizi de yaşatmazlar." diyordu.

Uşaklı Aşkın Demir, Balıkesir'in Erdek ilçesinde askerlik görevini yaparken karnından girip sırtından çıkan bir mermiyle yaralandı. 20 gün yoğun bakımda kalan Demir, hayatını kaybetti. Askerî yetkililer baba Nazir Demir'e oğlunun intihar ettiğini söyledi. Ancak baba Nazir Demir, "Karnına ateş ederek intihar eden kimseyi gördünüz mü?" diyerek intihar iddiasına inanmadı. Eve gelen bir telefon babanın bu şüphesini doğruladı. Telefondaki ses, Aşkın'ın asker arkadaşı olduğunu belirterek "Aşkın'ı sarhoş uzman çavuş öldürdü. Her şeyi biliyoruz ama korkuyoruz, bizi de yaşatmazlar." diyordu. Oğlunun ölümünün ardından birliğine giden acılı baba içeri alınmamış. Ayrıca askerî yetkililer otopsi raporunu da baba Demir'e vermemiş. Tüm bunlar yaşanırken Aşkın'ın annesi akli dengesini kaybetti ve aile taşınmak zorunda kaldı. Baba Demir şimdi oğlunun ölümüne şahit olan arkadaşlarına sesleniyor: "Ellerini vicdanlarına koysunlar ve bildiklerini anlatsınlar. Benim çocuğumun ölümünün üstünü örten komutanlara hakkımı helâl etmiyorum."

Demir ailesinin en büyük çocuğu Aşkın, 2004 yılında 1984/1 tertip olarak askerlik görevine başladı. Samsun'daki acemi birliğinden sonra Balıkesir'in Erdek ilçesindeki Türk Silahlı Kuvvetleri Eğitim Kampı'na gönderildi. 7,5 aylık askerken 10 Ağustos'ta, izinden birliğine döndü. 20 Ağustos'ta ise yaralı olarak önce Balıkesir Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı, oradan da Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne sevk edildi. Yoğun bakımdaki yaşam mücadelesini 10 Eylül'de kaybetti. Acı haberi alır almaz hemen Bursa'ya giden Nazir Demir'e, askerî yetkililer önce oğlunun vurulduğunu, sonra 'nöbette intihar ettiği'ni söylediler.

Oğlunun başına gelenlerin acısını ve şaşkınlığını yaşayan baba Nazir Demir, yaralı oğlunu Bursa'ya götüren binbaşının kendisini azarladığını ifade ederek şunları aktarıyor: "Binbaşı, 'Sen çocuğuna ne bakmıyorsun? Niye para göndermiyorsun?' dedi. Ben de gönderdiğim paraların makbuzlarını gösterdim. 'Bizim para sıkıntımız yoktu.' dedim. Sonra bana, 'Sen git, biz gerekeni yapacağız.' dediler. 18 gün hastane bahçesinde yattım. 19. gün, 'Sabah çocuğunu uyandıracağız. Artık sen gidebilirsin.' dediler. Sonra telefon ettiler, 'Çocuğun vefat etti, gel götür.' dediler." Oğlunu ameliyat eden doktorun, "Bu yüzde 90 intihar değil." dediğini savunan baba Demir'i, Aşkın ile aynı birlikte askerlik yapan bir arkadaşı terhis olduktan sonra aramış. Telefondaki kişinin, "Aşkın'ı sarhoş uzman çavuş öldürdü. Nizamiye nöbetçisiydi. Biz her şeyi biliyoruz ama korkuyorum, bizi de yaşatmazlar." dediğini kaydeden Nazir Demir, kim olduğunu bilmediği bu askeri, savcıya ifade vermeye ikna edemediğine üzülüyor.

Baba Demir, oğlunun öldürülmesinden iki ay sonra birliğine gittiğini, "Çocuğumun vurulduğu yeri görmek, bilgi almak istiyorum." demesine rağmen içeri almadıklarını anlatıyor. Oğlunu sadece santraldeki görevli askerin tanıdığını, bütün arkadaşlarının olaydan sonra yerlerinin değiştirildiğini belirten Nazir Demir, "Arkadaşları, ellerini vicdanlarına koysun ve bildiklerini anlatsın. Benim çocuğumun ölmesinin üstünü örten komutanların da çocukları var. Hakkımı helâl etmiyorum." diyor. Demir, ısrarla istemesine rağmen oğlunun otopsi raporunun bile kendisine verilmediğini belirterek, mümkünse tekrar otopsi yaptırmak istediğini, oğlunun bir cinayete kurban gidip gitmediğinin tespit edilmesini istediğini söylüyor.

Annesi aklını kaybetti

Askerdeki oğlunun ölümünden sonra eşinin aklî dengesini kaybettiğini anlatan Nazir Demir, bu yüzden ilçeye taşınmak zorunda kaldığını aktarıyor. Demir, yaşadıklarını şu sözlerle aktarıyor: "Eşim, her gün oğlumun mezarına gidiyordu. Getiriyorduk, aklına gelince, gece gündüz fark etmiyor yine gidiyordu. Aklî dengesini kaybetti. Bunun için köyümü, bir servet bırakarak terk ettim. Şimdi ilaç almadığında da başını alıp gidiyor." Köydeki evini ve tarlalarını bırakıp Eşme'ye yerleşen aile, hayırsever bir vatandaşın evinde oturuyor. Gündelik iş bulursa çalışmaya giden Demir, komşularının ve belediyenin yardımıyla hayata tutunmaya çalışıyor.
aktifhaber

Eşref Bitlis Ölmedi Öldürüldü
http://www.aktifhaber.com/esref-bitlis-suikast-savci-107025h.jpg
25 Eylül 2010

"PKK'nın devamından nemalananlar Eşref Paşa'yı harcadılar." diyen Tüysüzoğlu, soruşturmanın kendisinden alındıktan sonra takipsizlikle sonuçlandığını söyledi.
1993 yılındaki uçak kazasından sonra olay yerinde ilk incelemeyi yapan emekli savcı Albay Hasan Tüysüzoğlu, eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in öldürüldüğünü açıkladı. "PKK'nın devamından nemalananlar Eşref Paşa'yı harcadılar." diyen Tüysüzoğlu, soruşturmanın kendisinden alındıktan sonra takipsizlikle sonuçlandığını söyledi.

Ergenekon sanığı emekli Albay Arif Doğan'ın, sui-kastın arkasında JİTEM'in olduğuna yönelik itirafı üzerine gündeme gelen Eşref Bitlis'in ölümüyle ilgili tartışmalara, emekli askerî savcı Albay Hasan Tüysüzoğlu son noktayı koydu. Bitlis Paşa'nın uçağı düştükten sonra olay yerinde ilk incelemeyi yapan dönemin nöbetçi savcısı Tüysüzoğlu, Zaman'a konuya ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Bitlis'in PKK sorununun çözümü için büyük uğraş verdiğini ve önemli gelişmeler sağladığını belirten Tüysüzoğlu, "Bitlis'e suikast düzenlendiğini ve Paşa'nın maalesef öldürüldüğünü düşünüyorum." dedi. Olayı o dönem, kıdemli savcı Yüksel Ferağ ve savcı Serdar Karapınar ile birlikte soruşturduklarını söyleyen Tüysüzoğlu, "Fakat daha sonra Yüksel Ferağ, dosyaları bizden aldı. Olayı tek başına soruşturdu ve sonuçta takipsizlik çıktı." diye konuştu. Suikastın arkasında PKK'nın devam etmesini isteyen güçler olduğunu vurgulayan emekli Albay, "Bunun adı ister Ergenekon olsun, ister derin devlet. Fakat şu açık ki, terörün devamından nemalananlar Eşref Paşa'yı harcadılar." ifadelerini kullandı.

Dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, 17 Şubat 1993'te uçağının düşmesi sonucu hayatını kaybetti. Olay resmî makamlarca kaza olarak nitelendirilse de suikast şüphesi yıllardır giderilemedi.

Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, 17 Şubat 1993'te uçağının düşmesi sonucu hayatını kaybetti. Olay resmî makamlarca kaza olarak nitelendirilse de akıllardaki suikast şüphesi giderilemedi. "JİTEM'i ben kurdum." diyen Ergenekon sanığı emekli Albay Arif Doğan'ın da olayın arkasında JİTEM'in olduğunu açıklaması, Bitlis Paşa'nın ölümünü tekrar gündeme taşıdı. Uçak düştükten sonra olay yerine giden Hasan Tüysüzoğlu, "Paşa'nın kol ve bacakları kopmuştu ama yüzü tanınıyordu. Cüzdanında bir miktar para ve ayetler vardı." diyor. Aynı yıl gazeteci Uğur Mumcu ve JİTEM Grup Komutanı Ahmet Cem Ersever'in de öldürüldüğüne dikkat çeken Tüysüzoğlu, bütün bu cinayetlerin aynı komplonun parçası olduğunu düşünüyor. Tüysüzoğlu'na göre amaç açık; PKK'nın devamını sağlamak. Eşref Bitlis, 17 Şubat 1993'te Beechcraft B200 King Air tipi uçağın henüz aydınlanamayan sebeplerle düşmesi sonucu hayatını kaybetti. 17 Aralık 1992'de Çekiç Güç'e bağlı Amerikan savaş uçakları, kendilerine bildirildiği halde Irak'ın Selahaddin kentine gitmekte olan Bitlis'in helikopterine taciz uçuşu yapmış ve helikopteri inişe zorlanmıştı. Yakınlarının anlatımlarına göre, Bitlis Paşa, PKK üzerinden uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapan çevrelerin de hedefindeydi.

Kaynak: Zaman

Işık Paşa istifa eder mi?
Şamil TAYYAR
stayyar@stargazete.com
14 Şubat 2011

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner’in, Balyoz davasında 29’u muvazzaf toplam 163 sanık hakkında tutuklama kararı verilmesinin hemen ardından Dolmabahçe’de Başbakan Erdoğan’ı ziyaret etmesi, tutuklama ve görüşme gündemi arasında ilinti kurulmasına yol açtı. Kişisel kanaatim de bu yöndedir.

Çünkü: Genelkurmay, Balyoz davasında muvazzaflar nedeniyle “örtülü” şekilde taraftır. Genelkurmay Başkanı ise aynı gerekçeyle sürecin parçasıdır, yoğun bir mahalle baskısı altındadır.

Altını çizmekte yarar var; “taraf” ifadesinden kastım, “suça iştirak” değil, mensuplarının hukuki statüsüne göndermedir.

Selefi İlker Başbuğ Paşa da Balyoz’un ilk günlerinde, 25 Şubat 2010 günü Çankaya Köşk’ünde Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile bir araya gelmişti. Masadaki kalın dosyalar hala hafızalardadır.

İlker Paşa, Çankaya’ya çıkmadan önce karargahta komutanları toplamıştı. Işık Paşa da aynı yöntemi izledi, ilave olarak komutan eşleriyle bir araya geldi.

Ayrıca Wikileaks internet sitesinin yayınladığı tutanaklara göre; Çankaya buluşmasından iki gün önce, 23 Şubat 2010 günü ABD Ankara Büyükelçisi James F. Jeffrey, Washington’a gönderdiği bilgi notunda, ordunun AK Parti iktidarından derin rahatsızlık duyduğu iddiasını dile getirdi.

TSK’ne karşı resmi suçlama olursa buna karşılık verileceğini, davada yeterli delil bulunmazsa operasyonun hükümete karşı geri tepeceğini anlatan Jeffrey, bazı deneyimli büyükelçilik memurlarının “bu gelişmeler beklenmedik bir askeri tepki yaratabilir” şeklinde yorum yaptıklarını aktardı.

Bu beklenmedik tepkiden kasıt, tam olarak nedir bilinmez. Herhalde bir muhtıradan veya tankların yürütülmesinden söz ediyorlardır! Ya da başka bir
eylem...

Aradan 1 yıl geçti ve tarih tekerrür ediyor. Balyoz’da yeni tutuklamalar başladı. Bu kez durum biraz daha ciddi. Zira, Gölcük Donanma Komutanlığı’nda ele geçirilen belgeler, sanıklar için izahı hayli zor iddialar içeriyor.

Ancak asker yeniden hareketlendi, Amerikalıların deyimiyle

“beklenmedik bir tepki” verebilir! Işık Paşa’nın Dolmabahçe’ye koşması da buna işaret olabilir.
O halde beklenmedik tepki ne olabilir? Muhtıra veya tank yürütme, bu iktidar döneminde askeri menzile vardıracak bir eylem biçimi olmaktan çıktığına göre, bu beklenmedik tepki, başka türlü vuku bulabilir.

Mesela istifa...

Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a kızıp istifa eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay gibi...

Paşa, başbakana böyle bir niyetten söz etmiş olabilir mi, inanın bilmiyorum. Ama şunu biliyorum; Işık Paşa, bu gelişmelerden çok rahatsız. Bir tarafta çok vahim darbe suçuna teşebbüs iddiası var, diğer tarafta yoğun mahalle baskısı...

İstifa seçeneği, masasında...

Daha doğrusu, “ya hükümetle kavga et ya istifa et” diye bastıran silah arkadaşlarının temennisi bu yönde...

Paşa, nasıl bir yol izleyecek, göreceğiz. İlker Paşa gibi agresif değil, daha demokrat bir görüntü sergiliyor, sivil otoriteye daha fazla saygı duyuyor ama bunalmış vaziyette.

Burada ilginç olan bir başka ayrıntı ise şu; tutuklamalara mahkeme karar verdiği halde kavga adresinin başbakanlık olarak gösterilmesidir.

Ya da tersinden mevzuu açmaya kalkarsak; asker-sivil ilişkilerinde normalleşme sürecine girilmişken, geçmişteki Balyoz’la ilgili sert tartışmaları da hatırlayarak tutuklama kararının “rekor” düzeyde olmasını, nasıl okumak gerekir?

Bu sorulara verilecek fazlaca cevabım var aslında. Ancak sorunu kördüğüm haline getirecek yeni tartışma alanları oluşturmak istemiyorum.

Sadece şu kadarını söyleyebilirim; tutuklamaların rekor düzeyde olmasını biraz tuhaf buldum, umarım yanılırım.

Sakın ola, Balyoz davasını küçümsediğim anlaşılmasın. Sürekli söylüyorum, Balyoz, Ergenekon’dan daha büyük bir davadır ve sonuna kadar gidilmelidir. Ancak unutulmasın, her dava gibi Balyoz da bir hukuk davasıdır, intikam davası değil...
Star

Tayyar'dan Koşaner'e Sert Sözler

18 Şubat 2011
Gazeteci Yazar Şamil Tayyar Balyoz sanıklarını ziyaret eden Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’i istifaya çağırdı. Peki Tayyar Koşaner’in neden istifasını istedi.
Aktifhaber

Ülke TV'de Turgay Güler, Ahmet Kekeç ve Şamil Tayyar'ın hazırlayıp sunduğu 'En Sıradışı' programında Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve Kuvvet Komutanların Hasdal Cezaevi’ne yapılan sürpriz ziyaret tartışıldı.

Bilindiği gibi Balyoz davası kapsamında tutuklanarak Hasdal Cezaevi’ne konulan 24'ü general ve amiral toplam 102 muvazzaf subayın sürpriz ziyaretçileri vardı.

Ziyaretçiler ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan Aksay ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Necdet Özel'di.

‘En Sıradışı’ programında Star Gazetesi Yazarı Şamil Tayyar Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları tarafından ziyaret edilmesini Bir gövde gösterisi olduğunu aynı zamanda muhtıra gibi bir şey olduğunu ifade etti.

Tayyar Balyoz tutukluların Anayasal bir düzeni darbeyle değiştirmekle yargılanıyorlar fakat böylesine ağır bir davada Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in ve Kuvvet Komutanların Balyoz sanıklarını ziyaret etmesi bir gövde gösterisi olduğunu aynı zamanda mahkeme üzerine büyük bir etki yaratacağını belirterek şöyle devam etti;

“Genelkurmay ve Kuvvet Komutanları adli yargılamayı etkilemiştir. Koşaner hakkında yasal işlemin yapılması gerekir. Koşaner’in bir pozisyonu var. Yan üniformayı üzerinden çıkarıp ” istifa etmesi gerekir” öyle gitmeli. Yargı bunun hesabını sormalı. Genelkurmay Başkanı Koşaner ve Kuvvet Komutanların Balyoz sanıklarını topluca ziyaret etmelerinin başka bir nedeni var.”dedi. aktifhaber

Askeri Savcılar da Balyoz'u DOĞRULADI
15 Mart 2011
2002-2003 yıllarında 1. Ordu Adli Müşavirliğinde çalıştığı iddia edilen kişiler Balyoz darbe planıyle ilgili önemli itiraflarda bulunuyorlar. İşte askeri hukukçu olduğu iddia edilen kişilerin ses kayıtları...
Balyoz darbe planıyla ilgili dailymotion.com sitesinde şok bir ses kaydı yayınlandı.

Sözkonusu ses kaydında 1. Ordu Adli Müşavirliğindeki Askeri Hukukçular 2002-2003 yıllarında 1. Ordu Sorumluluk sahasında bizzat görev yapmış kurum personeli olarak ve hukukçu kimlikleriyle kendi aralarında BALYOZ sürecini değerlendiriyorlar.

Ses kaydında hukukçu olduğu iddia edilen kişiler, hem kamuoyunun tüm şüphelerini giderecek, sivillere mantıksız gibi gelen ayrıntılar hakkında çözümlemeler yapıyorlar hem de Balyoz darbe planlarının gerçekliğini kendi aralarında kabul ediyorlar.

Kaynak: dailymotion.com

İşte dailymotion.com'da yayınlanan o ses kayıtları;

İşte Ses Kaydının Dökümü;

1.ORDU ASKERİ SAVCILIĞI BALYOZ DEĞERLENDİRMELERİ SES KAYITLARINDA GEÇEN KONUŞMALAR

TOPLANTI KATILIMCILARI:
1.Alb.Bülent MÜNGER (1.ORDU ASKERİ BAŞSAVCISI):
ASKER HUKUKÇU 2:
ASKER HUKUKÇU 3:
ASKER HUKUKÇU 4:
ASKER HUKUKÇU 5:

ASTSUBAYLAR ASKERİ MAHKEMELERİN OLAYLARI NASIL KAPATTIĞINI ÇÖZMÜŞLER
Alb.Bülent MÜNGER (1.ORDU ASKERİ BAŞSAVCISI): ASTSUBAYLAR BAK NE DİYORLAR BİLİYORMUSUN KONUŞMALARINDA? ARALARINDA BU İŞ KEŞKE, KEŞKE ASKERİ SAVCILIĞAİNTİKAL ETSEYDİ BAK, BU İŞ KEŞKE ASKERİ SAVCILIĞA İNTİKAL ETSEYDİ DİYORLAR. NE OLURDU DİYORLAR ASKERİ SAVCILIK, GENELLİKLE ASKERİ MAHKEMELER DİYORLAR TAMAM MI? ARAŞTIRIYORLAR, BİR TANE GÜNAH KEÇİSİ, ONUN ÜZERİNE DİYORLAR OLAY BİTİYOR DİYORLAR. ADAMLAR O KADAR GÜZEL KURMUŞLAR Kİ, TAHLİL ETMİŞLER Kİ ASKERİ MAHKEMELERİN YAPILARINI TAMAM MI? BİR TANE GÜNAH KEÇİSİ, ŞEY KOMUTANLARININ DA ŞEYİYLE, DESTEĞİ İLE BİR ADAM ÜZERİNE YOĞUNLAŞIP, ONUN ÜZERİNE MAHKUMİYET KARARI ÇIKARIRDI DİYORLAR. AMA ŞİMDİ OLAYLAR SAKAT DİYORLAR. OLAY SİVİL SAVCISININ GELİP BUNLARI BULMASI KÖTÜ OLDU DİYORLAR (GÖLCÜK BELGELERİNİ KAST EDİYOR). KEŞKE ASKERİ SAVCILIĞA GİTSEYDİ DİYORLAR.

ASKERİ HUKUKÇU 2: BAK BEN SANA SÖYLEYİM Mİ? BAKK BAKK,

X:MESELA ŞEYİN CD’LERİ…
NAZLI ILICAK 7-8 SENEDİR BİRŞEYLER ÇIKACAK DEYİP DURUYORDU ZATEN

ASKER HUKUKÇU 2: NAZLI ILICAK VARYA ABİCİM, BAK, BEŞ, 7-8 SENEDİR YAZIYORDU BUNLARI. DAHA ÇOK ŞEYLER ÇIKACAK, BİLİYOR. BUNLAR, ELLERİNDE ADAMLARIN ŞEYLERİN. NAZLI ILICAK DEVAMLI YAZIYORDU. BUNLARIN HEPSİNİN ELİNDE BELGE VARDI. AMA ORTAM BEKLİYORLARDI. ÇOK DAHA KUVVETLİ OLDUKLARI ZAMANI BEKLİYORLARDI.

ASKER HUKUKÇU 4: O ZAMAN BU BELGELER ELLERİNDE VARSA GERÇEK BU BELGELER. GERÇEK.

1.ORDU BAŞSAVCISI: ÇETİN DOĞAN KONUŞMALARI ZATEN NORMAL DEĞİLDİ

1.ORDU BAŞSAVCISI: HIII HII TABİİ, BEN SÖYLEYİM BAK, ÇETİN DOĞAN’IN KONUŞMALARI NORMAL DEĞİLDİ ABİCİM. O EMEKLİ OLMADAN ÖNCEKİ KONUŞMALARI, ÇOK ABUK SUBUK KONUŞMALARDI. BİR BU KONUŞTU BİR HURŞİT KONUŞTU.

ASKER HUKUKÇU 2: BENDE 15.KOLORDUDAYDAYDIM. ADAMLAR ACAYİP ACAYİP HERKESİ ŞEY YA PIYORLARDI. YANİİ

ASKER HUKUKÇU 4: ABİ HURŞİT TOLON GELMİŞTİ BİZİM ORAYA. ACAYİP KONUŞUYORDU ADAM YAA.

ASKER HUKUKÇU 2: HER GİTTİĞİ YERDE ABUK SUBUK KONUŞMALAR YAPIYORDU.

ASKER HUKUKÇU 4: ŞEY, METİN YAVUZ YALÇIN, GELDİ O…

ASKER HUKUKÇU 2: ÇETİN DOĞAN’DA HURŞİT TOLON İKİSİ SENE ÜST ÜSTE GELDİLER BİZİM ORAYA, İKİ SENE ÜST ÜSTE, YANİ ONLARLA BAŞLADI ABUK SUBUK KONUŞMALAR.

1.ORDU BAŞSAVCISI: BUNLAR ACAYİP ŞEYLER TABİİ, YANİİ.

ASKER HUKUKÇU 2: HAYIR HAYIR. ŞÖYLE;

ASKER HUKUKÇU 3: TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ 2 DEFA FİİLEN DARBE YAPMIŞ,

ADLİ MÜŞAVİR: ALIŞILMADIK KONUŞMALARDI ONLAR

ASKER HUKUKÇU 3: BİRKAÇ KEZ HÜKÜMETE MUHTURA VERMİŞ BİR SİLAHLI KUVVETLER, YANİ BUNLAR ÇOK ACAYİP KARŞILANACAK ŞEYLER DEĞİL.

ASKER HUKUKÇU 2: HAYIR
CAMİ BOMBALAMA PLANLARINI, BİZİM CAHİL BİR ASTSUBAY VEYA TEĞMENİN HAZIRLADIĞI BİR ŞEY GİBİ DURUYOR

ASKER HUKUKÇU 3: BURDA ACAYİP OLAN SADECE, O CAMİİYE BOMBA ATMA GİBİ SAÇMA SAPAN BÖYLE PLANLAR VARYA, ONLAR ACAYİP.

1.ORDU BAŞSAVCISI: HAZIRLAYAN ADAMLARIN CAHİLLİĞİNDEN KAYNAKLANMIŞTIR. HANİ. ŞEY VARDIR, İL JANDARMA KOMUTANI BİRİSİNE DEMİŞTİR BİR PLAN YAP İŞTE, İSMİNİ KOY BİRDE OLAY YAZ DEMİŞTİR TAMAM MI? BELKİ BU OLAYI OKUMAMIŞTIR BİLE ÜST RÜTBELER. YANİİ, BELKİ ÜST RÜTBEDEKİ ADAMLAR OKUSA
KENDİ UÇAĞIMIZ DÜŞÜRME PLANI MANTIKLIMI DİYORLAR; GEÇMİŞTE GEMİMİZİ BATIRAN, DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANI, GEMİMİZİ JETLERLE VURAN HAVA KUVVETLERİ KOMUTANI OLDU.

ASKER HUKUKÇU 3: KENDİ UÇAĞINI DÜŞÜRME, BÖYLE ŞEYLER…

ASKER HUKUKÇU 2: KENDİ GEMİSİNİ BATIRAN ADAM, DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANI OLDU. ONU BATIRAN ADAMDA HAVA KUVVETLERİ KOMUTANI OLMUŞTU.
ORGENERALLER TÜRKİYE’Yİ TOPARLAMAK İÇİN CAMİDE ÖLECEKLERE FİRE VERİLEBİLİR GİBİ BİR MANTIKLA BAKIYORLARDIR. ONLARIN RUH HALİ NORMAL DEĞİL. BÖYLE PLAN YAPABİLİRLER

1.ORDU BAŞSAVCISI: KOMUTANLARIN, ORGENERAL SEVİYESİNDE Kİ KOMUTANLARIN VAR YA İNSANLARI GÖRÜŞ AÇISI ŞU KADAR. BİT GİBİ GÖRÜYOR TAMAM MI? SENİ, BENİ, ŞU KADARCIK BİT GİBİ GÖRÜYOR. YANİ ADAM, BENİ HAKİM OLARAK GÖRMÜYOR. KİMSE HAKİM OLARAK GÖRMÜYOR YAA. BEN İŞE YARAYAN BİR ADAMIM, BİR ŞEYİM TAMAM MI?

ASKER HUKUKÇU 3: O BAKIŞ AÇISI AYRI, BEN ONA KATILIYORUM.

ASKER HUKUKÇU 2: YANİ DİYORKİ TÜRKİYE’Yİ TOPARLAMAK İÇİN DÜZELTMEK İÇİN BİRAZCIK FİRE VERİLEBİLİR DİYOR TAMAM MI? KONUŞMALARINDA. ADAMIN ŞEYİ BU. MANTIK OLARAK BUNU DÜŞÜNEBİLİR. ÇÜNKÜ, BEN HURŞİT TOLON’LA BİR KAÇ DEFA KARŞILAŞTIM. ŞEYDE KONUŞMALAR FALAN YAPIYORDU. ADAMLARIN RUH HALİ NORMAL DEĞİL. BEN OLMUŞTUR OLMAMIŞTIR DEMİYORUM AMA. YANİ YAPILABİLİR. ÖYLE PLANLARDA YAPILABİLİR. EĞER, ÇÜNKÜ…
PLAN SEMİNERİNDEKİ 160 KİŞİ DAHA VAR. PLANLARA KARŞI ÇIKARLARDI DENİYOR AMA ASKERLİKTE HERKES BİLMESİ GEREKEN KADAR BİLİR JANDARMANIN PLANLARINI DİĞERLERİ BİLEMEZ Dİ Kİ.

ASKER HUKUKÇU 3: SONRA GELELİM , HADİ TAMAM ÖYLE PLAN O ADAM YAPIYOR. YAA ORDA 160 KÜSÜR TANE ADAM VAR. HİÇ Mİ BİR TANE AKILLI ADAM YOK. ÖYLE ŞEYMİ OLUR MU DİYECEK?

ASKER HUKUKÇU 5: O PLANLARIN AYRINTISINA HERKES ERİŞEMEMİŞ OLABİLİR.

ASKER HUKUKÇU 4: TABİİ TABİİ

1.ORDU BAŞSAVCISI: HERKES HERŞEYİ BİLMİYORKİ

ASKER HUKUKÇU 2: HERKES KENDİNE VERİLEN GÖREVİ BİLİYOR YAA.

1.ORDU BAŞSAVCISI: HERKESİN KENDİ SORUSUNU YANITLIYOR. HER BİRLİĞE SORU YÖNETİLİYOR, SEN BİLİRSİN İŞTE PLAN SEMİNERLERLERİNİ

ASKER HUKUKÇU 4: BİLİYORUM CANIM

1.ORDU BAŞSAVCISI: HER BİRLİĞİN SORUSU VAR, O SORULARI CEVAPLARLAR. AMA ŞUNU SÖYLEYİM. HER BİRLİĞE SORULAR SORULUYOR YA; O SORULARIN GERÇEK CEVAPLARI…

ASKER HUKUKÇU 5: PLANIN OYNANMASI SIRASINDA

1.ORDU BAŞSAVCISI: HAYIR, BURASI (1.ORDU) HAZIRLIYOR CEVAPLARI, KENDİ KENDİNE AMA ONLAR GİZLİ TUTULUYOR. BİRLİKLERE VERİLMİYOR O CEVAPLAR. O CEVAPLAR KOMUTANIN ÖNÜNDE

ASKER HUKUKÇU 3: YANİ ORDA

1.ORDU BAŞSAVCISI: BAK BİR DAKİKA, O CEVAPLAR, O CEVAPLAR….

ASKER HUKUKÇU 5: 2002-2003

ÇETİN DOĞAN; PLAN SEMİNERİNDE KAFASINA UYGUN PERSONEL SEÇTİ. DARBE ORTAMINDA RÜTBEYE BAKILMAZ İŞ YAPARLIĞINA BAKILIR

1.ORDU BAŞSAVCISI: ŞİMDİ O SORUYU CEVAPLANDIRACAK ALAY KOMUTANI, AYAĞA KALKIYOR TAMAM MI? ALAY KOMUTANI, KENDİSİNE SORULAN SORUYU CEVAPLIYOR SEMİNER SIRASINDA FAKAT, BURDAKİ MERKEZİN HAZIRLADIĞI CEVAPTA, YANİ OLMASI GEREKEN CEVAPTA KOMUTANIN ÖNÜNDE KOMUTAN BURDAKİ CEVAPTAN, ADAMIN KONUŞMALARINI TAKİP EDİYOR. ACABA KENDİ KAFA YAPISINA UYGUN MU DEĞİLMİ ? TAMAM MI? VE ÖZELLİKLE TERFİ SIRASINDAKİ ADAMLARI KALDIRIP SORUYORLAR, BUNLARIN. ADAM HEM AYNI ZAMANDA NOT VERİYOR ALAY KOMUTANINA, HEM DE ALDIĞI CEVABI KENDİ CEVABI İLE DEĞERLENDİRİYOR. BURANIN HAZIRLADIĞI CEVAPLAR, BURDAKİ HAREKAT ŞUBE BAŞKANLIĞI VE KOMUTANIN KATILDIĞI ÖZEL ŞEYLERLE HAZIRLANIYOR. EL NOTLARI FALAN FİLAN. TAMAM MI? OLAY ÇOK ÖNEMLİ YANİ. ADAM AYNI ZAMAN DA KENDİ KAFASINA UYGUN PERSONEL SEÇİYOR ORADA TABİİ.

ASKER HUKUKÇU 4: YANİ ONUN İÇİN ADAMIN RÜTBESİNE BAKMIYOR. İŞ YAPARLIĞINA BAKIYOR. BENİM EMİRLERİMİ TEREDDÜTSÜZ …YERİNE GETİRİR Mİ
1.ORDU BAŞSAVCISI: TABİİ

ASKER HUKUKÇU 4: …YERİNE GETİRİR Mİ ONA BAKIYOR ADAM.

ASKER HUKUKÇU 2: ONDAN SONRA O OLAY, O TARİHTEN SONRA GENERAL ÇIKMADI 23’ TEN

ASKER HUKUKÇU 4: DEMİİİ

ASKER HUKUKÇU 2: BEKİR MEMİŞ’TEN SONRA ÇIKMADI. ŞEY, TUĞGENERAL. Kİ BURASI HİÇ SEKTİRMEYEN BİR YERDİ.

ASKER HUKUKÇU: TABİİ

ASKER HUKUKÇU 5: EVET 23 ÖYLEYDİ, DOĞRU
ÇETİN DOĞAN’IN PLANLARINI 1.ORDU HAZIRLAMIŞTI ZATEN, KOLORDULARIN TEPKİLERİNİ ÖLÇÜYORDU

1.ORDU BAŞSAVCISI: ÇETİN DOĞAN, KENDİ ÖNÜNDEKİ CEVAPLAR HAZIR YA, DOSYA HAZIRLAMIŞ YA. ŞAK DİYE SORULAR SORUYOR ONLARLA İLGİLİ. ADAM MESELA KENDİ CEVAPLARINA EKSİK ŞEY YAPMIŞ, EKSİK ŞEY YAPMIŞ, CEVAP HAZIRLAMIŞ.

ASKER HUKUKÇU 2: BİLEMEDİN BİRRRR OTUR. :-)))))
1.ORDU BAŞSAVCISI: ADAMIN TEPKİSİNİ ÖLÇÜYOR. OLAY ÖYLE.

ASKER HUKUKÇU 4: DEMİ, NORMAL PLAN SEMİNERİ YAPIYORSAN BU ZATEN EĞİTİM PLANI İÇERİSİNDEDİR. GİZLİ SAKLI OLMAZ.

1.ORDU BAŞSAVCISI: 1.ORDU VE KOLORDULAR ARASI YAZIŞMALAR VE EMİRLER DARBE PLANLANDIĞININ DELİLİ. SİVİL SAVCILAR LİTERATÜRÜ BİLMEDİĞİ İÇİN DAHA ANLAYAMADILAR. HERŞEY ELLERİNİN ALTINDA AMA ASKERİ YAZIŞMA USULLERİNİ BİLMEDİKLERİ İÇİN ANORMALLİĞİ FARK EDEMİYORLAR

1.ORDU BAŞSAVCISI: BAK, NORMAL BÜTÜN O EMİRLERİ, EMİRLERİN GÖTÜRÜLÜŞ TARZINI, HANGİ NELERİN GİZLİ OLDUĞUNU HEPSİNİ BEN ÇOK İYİ BİLİYORUM. BUNLAR DAHA ORTAYA ÇIKMADI. İLERDE BUNLARDA ORTAYA ÇIKINCA…
ASKER HUKUKÇU 4: PEKİ O DEDİĞİN…

1.ORDU BAŞSAVCISI: OLAYIN NORMAL (PLAN SEMİNERİ) OLMADIĞI ORTAYA ÇIKACAK.

ASKER HUKUKÇU 4: AMA SEN O BİLDİĞİN ŞEYLERİ NERDE GÖRDÜN?

1.ORDU BAŞSAVCISI: HEPSİ EMİRLERDE TARANMIŞ VAZİYETTE CD’NİN İÇİNDE

ASKER HUKUKÇU 4: ŞEY DE DEĞİL Mİ BUNLAR? O BALYOZ CD’LERİ SAVCILARIN ELİNDE DEĞİL Mİ

1.ORDU BAŞSAVCISI: YA ŞİMDİ ŞÖYLE. BÜTÜN O EMİRLER VAR YA, MESAJ EMİRLERİ, KOMUTANLIK EMİRLERİ TARALI VAZİYETTE.
SAVCILARIN TARAFSIZ ASKERİ BİLİRKİŞİLERLE ÇALIŞABİLSE, ELLERİNDEKİ MESAJ EMİRLERİNDEN DARBE HAZIRLIĞINI HEMEN İSPATLARLAR

ASKER HUKUKÇU 4: TAMAM. BALYOZ CD’LERİNDE VAR BUNLAR. SEN ONLARI FARKETTİN. AMA ONLAR FARKEDEMEDİ. ÇÜNKÜ ONLAR ASKERLİKTEN ANLAMIYORLAR.

ASKER HUKUKÇU 5: GENE ASKERİ BİLİRKİŞİ…

ASKER HUKUKÇU 4: YARIN ADAMLAR BİR DAHA GENE ASKERİ BİLİRKİŞİ TEFERRUATLI BİR ŞEKİLDE ANLAYAN ASKERİ BİLİRKİŞİ DİNLESELER O SENİN FARKETTİĞİN ŞEYLERİ ONLAR DA FARKEDECEKLER.

ASKER HUKUKÇU 4: O DOSYALARA O SAVCILAR YAPAMAZLAR BEN HEP ONU DİYORUM. BAK BAŞTAN BERİ BEN BURDAYIM. O DOSYAYI ANLAMAK Z OR, BİLMEK ZOR.

1.ORDU BAŞSAVCISI: TARAFSIZ OLMASI LAZIM.BENİM İLK DENEDİĞİM BİLİRKİŞİ..
1.ORDU BAŞSAVCISI: BİLİRKİŞİ OLAN BİNBAŞI GİBİ YETENEKLİSİNİ MESLEK HAYATIMDA GÖRMEDİM AMA ADAMI RAPORU NEDENİYLE KAYDIRDILAR

ASKER HUKUKÇU 4: O BİNBAŞI TARAFLI BİR ÇOCUK MUYDU?

1.ORDU BAŞSAVCISI: HAYIR

ASKER HUKUKÇU 4: TAMAMEN TARAFSIZ DEĞİL Mİ?

1.ORDU BAŞSAVCISI: TAMAMEN TARAFSIZ BİR ÇOCUKTU. BEN HAYATIMDA ÖYLE BİR ADAM GÖRMEDİM. BAK SANA NE DİYORUM. HAZIRLADIĞI BİLİRKİŞİ RAPORUNDA ADAM ÖYLE BİR RAPOR HAZIRLAMIŞ Kİ MESELA …O TARİHTE BİR YÖNERGE GEÇİYOR, ÜZERİNE TIKLIYON YÖNERGE ŞAK DİYE ÖNÜNE GELİYOR, BULAMAZSIN YÖNERGEYİ. YOK ORTALIKTA. HERİF BULDU. BAK YAZ GENELKURMAY’A O YÖNERGEYİ GETİRİN. “YOK İMHA EDİLDİ” DERLER. ADAM 2003 YILINDAKİ YÖNERGEYİ BULMUŞ. KAYDETMİŞ. MÜMKÜN DEĞİL. O TECRÜBELİ BİLİRKİŞİ FALAN DİYORLAR YA SUBAY. YEMİN EDİYORUM TECRÜBELİ SUBAYLAR GETİRSİNLER..

ASKER HUKUKÇU 5: İŞ RÜTBEYE BAKMAZ.

1.ORDU BAŞSAVCISI: NE BİLGİSAYAR HAKİMİYETİ VARDIR. NE YÖNERGELERİ BULABİLİRDİ. OLAY TAMAM. BEN ŞİMDİ YAZDIM. İSTEDİM, ADAM AV. …..AMA. HOŞUMA GİTTİ BENİM.

ASKER HUKUKÇU 5: SEN İSİM BELİRTMEDİN Kİ.

1.ORDU BAŞSAVCISI: BEN İSİM BELİRTMEDİM Kİ. ADAM DÖRT DÖRTLÜK ÇALIŞTI. RAPORUNU HAZIRLADI. BAKSANIZ CD’LERE NASIL BİLİYOR MUSUNUZ? YEDİ BİN-SEKİZ BİN TANE BELGE VAR YA. ONLARI BULACAKSIN TEK TEK. SIRAYA KOYACAKSIN. EMİR, KRONOLOJİK SIRAYA KOYACAKSIN. GENÇ BİR BEYİN LAZIM TAMAM MI? AMA…

ASKER HUKUKÇU 4: ASLINDA İDEAL BİR BİLİRKİŞİYDİ O ÇOCUK.
1.ORDU BAŞSAVCISI: İDEAL YA.. DÖRT DÖRTLÜK. BANA DESELER Kİ ŞURDAN TEKRAR ADAM … TEKRAR … O ARKADAŞI. ÇÜNKÜ BEN

ASKER HUKUKÇU 2: İYİ Mİ KONUŞUYOR?

1.ORDU BAŞSAVCISI: YOK ADAMDAN ŞUNU İSTEDİM BEN. BÜTÜN O KARIŞIKLIĞI DÜZELT. SIRAYA KOY. HANGİLERİ YAYINLANMIŞ. SIRAYA KOY. ÇIKAR ORTAYA, SIRAYA KOY. VE ÇOCUK HAKİKATEN BÜTÜN O SORUŞTURMANIN YÖNÜNÜ TAYİN EDEN , HEM ONLAR AÇISINDAN HEM BİZİM AÇIMIZDAN ŞEY ÇIKARDI, YOL ÇIKARDI.

ASKER HUKUKÇU 5: SONRA HAYATI KAYDI.

1.ORDU BAŞSAVCISI: SONRA HAYATI KAYDI. AMA GÖRECEKSİN YANİ NORMAL …

ASKER HUKUKÇU 3: ŞİMDİ NERDE ABİ?

1.ORDU BAŞSAVCISI: ŞİMDİ KOCAELİN’NDE.

1.ORDU BAŞSAVCISI: BAK YEMİN EDİYORUM, 25 SENELİK MESLEK HAYATIMDA YANİ BU SİSTEMDE BİR BİLİRKİŞİ RAPORU GÖRMEDİM ABİ. BİLGİSAYARA TIKLIYORSUN YÖNERGE KARŞINA ÇIKIYOR YA. NASIL YAPTI Kİ HERİF ONU BİLMİYORUM. PROGRAMI FALAN VAR HERHALDE.

ASKER HUKUKÇU 4: BÖYLE BİR ÇOCUĞA YAZIK ETMİŞLER O ZAMAN.
ÇETİN DOĞAN KKK’LIĞI EMRİNE RAĞMEN SEMİNERİ OYNAMIŞ CD’LERDE HERŞEY VAR. NET

ASKER HUKUKÇU 3: BEN HALEN ANLAMADIM, ÇETİN DOĞAN SAVUNMASINI NEYE KOYUYOR. BÖYLE BİR ŞEY OLMADIYA MI KOYUYOR. “OLDU AMA BU DARBE DEĞİLE” Mİ KOYUYOR. BEN ANLAMIŞ DEĞİLİM.

ASKER HUKUKÇU 5: ŞÖYLE DİYOR

ASKER HUKUKÇU 2: SAHTE DİYOR

1.ORDU BAŞSAVCISI: EMİR, RESMEN EMİR. HİÇBİR ŞEYLİK YOK YANİ . CD’YE TARANMIŞ EMİR. DİYOR Kİ KARDEŞİM BU…

ASKER HUKUKÇU 5: İÇ TEHDİTLE OYNAMAYIN DİYOR.

1.ORDU BAŞSAVCISI: BOŞ VERİN DİYOR, BAŞKA ZAMAN , ALTINDA AYTAÇ YALMAN’IN İMZASI. HERİF TARAMIŞ ONU. TAMAM MI CD’YE TARAMIŞLAR AYNİ ADAM.

ASKER HUKUKÇU 5: GÖZLEMCİ RAPORLARI SEN DE VAR MI?

1.ORDU BAŞSAVCISI: VAR TABİİ. HEPSİ TARANMIŞ. BÜTÜN SEMİNER SONUÇLARIN RAPORLARI VAR CD’LERDE

1.ORDU BAŞSAVCISI: BALYOZ İLE 12 EYLÜL PLANLARI ÖRTÜŞÜYOR, ÜZERİNDEN ÇALIŞMIŞLAR

ASKER HUKUKÇU 2: SONUÇ RAPORLARINDA BÖYLE BİR OLAY YOK.

1.ORDU BAŞSAVCISI: YA ADAMLAR SÖYLEMİYOR Kİ (GENELKURMAYI KAST EDİYOR). ŞEYE SORDUM NİYE BÖYLE DİYE. FALAN FİLAN DEDİ ÖYLE GEÇİŞTİRDİ. BEN SİZE BİR ŞEY SÖYLEYEYİM Mİ BAYRAK HAREKAT PLANININ BÜTÜN EMİRLERİ, DAKTİLOYLA YAZILAN BÜTÜN DOKÜMANLAR, BİNLERCE DOKÜMAN.

ASKER HUKUKÇU 4: BAYRAK DEDİĞİN 12 EYLÜL DARBE PLANI DEĞİL Mİ?

1.ORDU BAŞSAVCISI: 12 EYLÜL DARBE PLANININ BÜTÜN ŞEYLERİ CD’YE TARANMIŞ VAZİYETTE.

ASKER HUKUKÇU 4: YANİ ASLINDA 12 EYLÜL DARBE PLANININ ÜZERİNDEN ÇALIŞMIŞLAR.

1.ORDU BAŞSAVCISI: TABİİ TABİİ AYNEN. HEPSİ UYUŞUYOR.

ASKER HUKUKÇU 2: 12 EYLÜL’ÜN ŞEYLERİNİN ÜZERİNDEN GİTMİŞLER. BÜTÜN DİNCİ BASIN YAZIYOR BUNLARI.

ASKER HUKUKÇU 5: AMA O SONRADAN ÇIKTI.

1.ORDU BAŞSAVCISI: AMA Bİ DAKKA.

ASKER HUKUKÇU 4: BAK BAK SAVCI BEY BAŞKA BİR ŞEY SÖYLÜYOR ABİ.

1.ORDU BAŞSAVCISI: SÜHA TANYERİ 12 EYLÜL PLANLARINI, DİĞER PLAN SUBAYLARININ HABERİ OLMADAN ARŞİVDEN KENDİSİNİN ÇIKARDIĞINI İTİRAF ETTİ. BEN SİZE BİR ŞEY SÖYLEYEYİM Mİ? DAHA BU İCEBERG’İN GÖRÜNEN YÜZÜ

1.ORDU BAŞSAVCISI: SÜHA TANYERİ’YE SORDUK ONU. ADAM DİYOR BİZ ÇIKARTTIK GİTTİK ARŞİVDEN.

ASKER HUKUKÇU 2: TAMAM ARŞİVDEN ÇIKARTABİLİR CANIMM. ÇIKARMADILAR DEMİYORUM. DIŞARISI TARAFINDAN BAYRAK PLANI BİLİNİYOR.

ASKER HUKUKÇU 4: ABİNİN SÖYLEDİĞİ O DEĞİL. DİYOR Kİ BİZ DİYOR SEMİNERDEN ÖNCE ARŞİVDEN BAYRAK PLANINI ÇIKARTTIK, ONUN ÜZERİNDEN YAPTIK DİYOR. SÜHA TANYERİ SÖYLÜYOR BUNU.

ASKER HUKUKÇU 2: ONA BEN BİR ŞEY DEMİYORUM Kİ

1.ORDU BAŞSAVCISI: PLAN SUBAYI DA BİLMİYOR. SÜHA TANYERİ BİLİYOR.

1.ORDU BAŞSAVCISI: BAK,BEN SİZE BİR ŞEY SÖYLEYEYİM Mİ? DAHA BU AYSBERGİN GÖRÜNEN YÜZÜ.
BİR GÜN LAZIM OLUR DİYE, GÜNCELLEYİP KULLANABİLMEK İÇİN EVRAKLARI SÜREKLİ SAKLIYORLAR

ASKER HUKUKÇU 3: NEYSE, BİR ŞEKİLDE YAPILMADI, GEÇTİ. TAMAM BİTTİ BUNUN HÜKMÜ. BUNLAR NİYE, HALA O BELGELER SAKLANIYOR.

ASKER HUKUKÇU 4: LAZIM OLUR.

ASKER HUKUKÇU 3: YA LAZIM OLUR DİYE..

ASKER HUKUKÇU 2: HAYIR BURDA EN BÜYÜK SIKINTI NE BİLİYOR MUSUN?

ASKER HUKUKÇU 3: TAMAM DA 12 EYLÜL OLMUŞ BİTMİŞ.

1.ORDU BAŞSAVCISI: EKREM, BAYRAK HAREKAT PLANI NE İŞE …..

1.ORDU BAŞSAVCISI: BURDA ADAMLAR GİDERKEN, HER KOMUTAN GİDERKEN, NELER YAPILMIŞ.

ASKER HUKUKÇU 2: BİLGİSAYAR MEBSS SORUMLUSUNU, EVİNDE BÜTÜN BURDAKİ BİLGİLERİ EVİNE AKTARIYOR.

ASKER HUKUKÇU 4 : YAPMA YA!

ASKER HUKUKÇU 2: TABİİ CANIM. TABİİ TABİİ

ASKER HUKUKÇU 4 : EMEKLİ OLURKEN VEYA BURDAKİ BİLGİLERİ GÖTÜRMÜŞ.

ASKER HUKUKÇU 2: TABİİ TABİİ. BİROL ANLATTI İŞTE.

1.ORDUNUN BÜTÜN GİZLİ PLANLARI ERGÜN SAYGUN’UN EVİNDEKİ ŞAHSİ BİLGİSAYARINDA DA VARDI

ASKER HUKUKÇU 5: ERGİN SAYGUN UNUTMUŞ YA! HİZMETE ÖZEL BİLGİSAYARINI BURDAN ALMIŞ, EVİNE GÖTÜRMÜŞ, BÜTÜN PLANLAR BİLGİSAYARDA YÜKLÜ , İNTERNETE TAKMIŞ, ONA DA VİRÜS GİRMİŞ Mİ? TUTUŞTU DİYOR BİROL YARBAY.

ASKER HUKUKÇU 4: DÜŞÜN, BİRİNCİ ORDUNUN TÜM GİZLİ PLANLARI ŞEYDE, ADAMIN BİLGİSAYARINDA. ADAM EVİNDEN İNTERNETE GİRİYOR, İNTERNETTEN VİRÜS GİRİYOR..
1.ORDU BAŞSAVCISI: TUTUŞUYOR

ASKER HUKUKÇU 4: BÜTÜN 1. ORDUNUN GİZLİ PLANLARI BİR ANDA İNTERNET ORTAMINDA. APAR TOPAR GECENİN BİR YARASI BİZİM BİROL GİDİYOR BURDAN. BİROL MÜDAHALE EDİYOR. PANİK

ASKER HUKUKÇU 5: SABAHA KADAR UĞRAŞTIM DİYOR.

ASKER HUKUKÇU 2: HAYIR NİYE ARKADAŞ, BU ADAM BUNLARI EVİNE GÖTÜRÜR ANLAMADIM Kİ. BURDA BİTTİĞİ ZAMAN BUNUN ORGENERALLİĞİ BİTMİYOR MU?

ASKER HUKUKÇU 4: YAA ABİCİM, BAK ŞİMDİ DENİZCİLERİN O BELGELERİN BULUNMASI DİYORYA BUNLAR GEÇMİŞ ŞEYİMİZ, HAFIZAMIZ. HAFIZAMIZI SİLEMEYİZ. SEN DİYORSUN YA; ÇIKARIP ÇIKARIP ISITIYOR, AYNI ŞEYLERİ, PLANLARI KULLANIYORLAR. UFAK TEFEK RÜTUŞLAR YAPIYORLAR. YENİDEN YAPMIYOR ADAM. OLANIN ÜZERİNDEN DEĞİŞTİRİYOR. GÜNÜMÜZE UYGULUYOR.

1.ORDU BAŞSAVCISI: BEN SİZE BALYOZ O CD’LERİNİ VEREYİM. HİÇBİRİSİNE YALAN DİYEMİYORSUNUZ. YAPAMAZ SİVİLLER, MÜMKÜN DEĞİL VE BÜTÜNLÜĞÜ BOZAN BİR ŞEY YOK

1.ORDU BAŞSAVCISI: BAK, BEN SİZE VEREYİM O CD’LERİ. HİÇBİRİSİNE YALAN DİYEMİYORSUNUZ. HEPSİ, MESAJ EMİRLERİ,KKK EMİRLERİ

ASKER HUKUKÇU 5 : OLABİLİR AMA BU CAMİYE ŞEY İNSANIN KAFASI DONUYOR.

1.ORDU BAŞSAVCISI: YOK BİR BELGELERE BAKIN. YAN PLANLARIN BİR YANSILARI YAPILMIŞ. O CAMİ BOMBALAMALARIN, YANSILARI TAMAM MI? YAAA, OLAMAZ BÖYLE BİR ŞEY DİYORSUN. YAPAMAZ SİVİLLER. ŞİMDİ BÜTÜNÜNE BAKTIĞINIZ ZAMAN BÜTÜNÜNÜ BOZAN BİR ŞEY DE YOK.

ASKER HUKUKÇU 5 : ABİ HER ŞEY HER YERDE YA.

1.ORDU BAŞSAVCISI: BURSA İL JANDARMA KOMUTANI VEYA BURANIN İL JANDARMA KOMUTANLIĞI VERMİŞTİR BİR ASTSUBAYA GÖREVİ VEYA ÜSTEĞMENE. ÜSTEĞMEN BÖYLE SAÇMA-SAPAN BİRŞEY YAPMIŞ. BUNLARIN DA GÖZÜNDEN KAÇMIŞ OLABİLİR.

ASKER HUKUKÇU 5 : GÖZE GİRECEK YA.

1.ORDU BAŞSAVCISI: BU CD’LER GELMİŞ TOPLANMIŞTIR. TAMAM MI? BURDA DA AÇILMIŞTIR. BUNLARI İNCELEMEMİŞTİRLER BİLE. BELKİ GÖRMEMİŞLERDİR BİLE. BİZİM ÇALIŞMAMIZ BUDUR DEMİŞLERDİR.

İŞİN SALAKLIĞI SES KAYDININ TUTULMASI ZATEN. İSTANBUL’UN ÜSTÜNE ÇÖKMEK NE DEMEK? NEDİR SENİN İSTANBUL’LA ALIP VEREMEDİĞİN?

ASKER HUKUKÇU 2: İŞİN SALAKLIĞI. ADAM KENDİ SES KAYDINI KENDİ ALMIŞ YA

ASKER HUKUKÇU 4: “ÇÖKERİZ DİYOR İSTANBUL’UN ÜZERİNE” DİYOR. NE DEMEK İSTANBUL’UN ÜZERİNE ÇÖKMEK? ÇÖKERİZ DİYOR

ASKER HUKUKÇU 3: TABİİ CANIM DARBE YAPAR BUNLAR

1.ORDU BAŞSAVCISI: NASIL?

ASKER HUKUKÇU 4: HANİ DİYOR YA. İSTANBULUN ÜZERİNE ÇÖKERİZ DİYOR YA. NORMAL PLAN SEMİNER PLANINDA NİYE ÇÖKÜYON İSTANBUL’UN ÜSTÜNE KARDEŞİM. İŞTE STATLARA BİLMEM KAÇYÜZ BİN KİŞİ NİYE TOPLUYORSUN. BU NORMAL SEMİNERDE

ASKER HUKUKÇU 5: GENELKURMAY BAŞKANI DAHİL ŞEYLER,

ASKER HUKUKÇU 4: BÜTÜN GENERALLER FB Lİ Mİ DİYE

1.ORDU BAŞSAVCISI: ONLARA SORUVER, ÖYLE CEVAP VERSİNLER ÖNCE. BAK EN TEMEL SORU O. NEDİR YANİ BÖYLE İSTANBUL’LA ALIP VEREMEDİĞİN. AL YUNANİSTAN’I İNCELE. TAMAM YANİ.
NİYE İSTANBUL’U MAHALLE MAHALLE İNCELİYORSUN. ESAS SORU BU. SAVCILARIN BUNU SORGULAMASI LAZIM. NİYE ALIŞ VERİŞ MERKEZLERİNİ BELİRLİYORSUN?

ASKER HUKUKÇU 4:NİYE İSTANBUL’U MAHALLE MAHALLE İNCELİYORSUN.

ASKER HUKUKÇU 2: HA BENDE İSTANBUL’UN

1.ORDU BAŞSAVCISI: ALIŞ VERİŞ MERKEZLERİNİ NİYE TEK TEK BELİRLİYORLAR ABİ.

İSTANBUL AYAĞI TAMAMSA JANDARMA DA TAMAM DERSE DARBE YAPILABİLİR. ÇÜNKÜ BÜTÜN TEŞKİLATLANMAMIZ JANDARMA ÜZERİNDEN.

1.ORDU BAŞSAVCISI: GENELKURMAY BAŞKANI KİM: HİLMİ ÖZKÖK İSTEMİYOR . AYTAÇ YALMAN İSTEMİYOR.

ASKER HUKUKÇU 2: HİLMİ İSTİYOR.

ASKER HUKUKÇU 4: AMA VAZGEÇTİ İSTEMİYOR DİYELİM. ŞİMDİ BURASI PLAN HAZIRLIYOR, İSTANBUL AYAĞI TAMAM DİYELİM. ANKARA’DA KİM VAR İKİ TANE BU İŞİ İSTEMEYEN. AYTAÇ YALMAN, ÖZKÖK. JANDARMA GENEL KOMUTANI O. ŞEY KİM, 4. KOLORDU KOMUTANI KİM? O TARİHTE. BAKIN ONLARI BİR DEĞERLENDİRİN TAMAM MI? HİLMİ ÖZKÖK’LE AYTAÇ YALMAN’I BEN ŞEY YAPABİLİR MİYİM? ATAMAZMIYIM?

1.ORDU BAŞSAVCISI: ŞİMDİ JANDARMA GENEL KOMUTANIN ÇIKMADI MI ABİCİM. YARGITAY KROKİSİNİ BİLE GÖRDÜM BEN.

ASKER HUKUKÇU 5: SİVİL YARGITAY’IN DEĞİL Mİ?

1.ORDU BAŞSAVCISI: SİVİL YARGITAY. YARGITAY’IN PLANLARI ÇIKTI.

ASKER HUKUKÇU 4: OĞLUM JANDARMA GENEL KOMUTANLIĞI İŞİN İÇİNE GİRERSE OLAY BİTMİŞTİR YA. TÜRKİYE’DE BÜTÜN TEŞKİLATLANMA JANDARMA ÜZERİNDEN DEĞİL Mİ?

1.ORDU BAŞSAVCISI: TAŞLAR OTURUYOR YERİNE.
PLANLARIN AYRINTISINI KATILIMCILARIN HERBİRİ BİLMEZ

ASKER HUKUKÇU 3: YANİ BU KADAR GENERAL, BU KADAR KURMAY SUBAY, NE BİLEYİM BU KADAR ALBAY GELİP DE BÖYLE BİR PLAN..

ASKER HUKUKÇU 4: YA CAMİNİN BOMBALANACAĞINI, UÇAĞIN DÜŞÜRÜLECEĞİNİ KAÇ KİŞİ BİLİYOR ORDA.

ASKER HUKUKÇU 3: ORDU BU

ASKER HUKUKÇU 4: AMA ORDU DEDİĞİN KİŞİLERDEN OLUŞUYOR. İÇİNDEN BİRKAÇ TANE SAPIK DÜŞÜNCELİ İNSAN OLABİLİR. BUNU ORDUNUN TAMAMINA TEŞMİL EDEMEZSİN. HİÇBİR KURUMA TEŞMİL EDEMEZSİN.
O BİNBAŞIYI MAHKEME BİLİRKİŞİ OLARAK ÇAĞIRMASI LAZIM
1.ORDU BAŞSAVCISI: AMA NORMALDE KEŞKE ADAMLAR BİR BİLİRKİŞİ BÖYLE, AMA BELİRLEMESİ YAPSALAR YANİ.

ASKER HUKUKÇU 5: AMA BİLİRKİŞİ YAZSINDA, BİLİRKİŞİYİ KİMDEN İSTEYECEK. NASIL İSTEYECEK.

ASKER HUKUKÇU 4: ŞİMDİ O SENİN BİNBAŞIYI TEKRAR BİLİRKİŞİ OLARAK ÇAĞIRMASI GEREKMİYOR MU MAHKEMENİN.

1.ORDU BAŞSAVCISI: GEREKİYOR. NORMALDE ÇAĞIRMALARI LAZIM O ÇOCUĞU.
O BİNBAŞI YERİNE KILLI MILLI TECRÜBELİ BİR KURMAY OLSAYDI SANKİ BUNLAR NORMAL BİR PLAN SEMİNERİ DİYEBİLECEKMİYDİ?

ASKER HUKUKÇU 4: BİLİRKİŞİYİ KİM TAYİN ETTİ?.

1.ORDU BAŞSAVCISI: ORDU KOMUTANI. FARZEDELİM ÇOK KILLI. BU İŞE YILLARINI VERMİŞ, KURMAYLIĞA. ARTIK, HER ŞEYİ SU GİBİ BİLEN BİR KİŞİ GETİRDİK BİLİRKİŞİ OLARAK ATADIK. NE DİYECEKTİ O BELGELERE. NORMAL PLAN SEMİNERİ Mİ?
ASKER HUKUKÇU 4:NE DİYECEKTİ!? “BİR DAKİKA, BİR DAKİKA BEN KOMUTANA SORAYIM GELEYİM.” DİYECEK Tİ

ASKER HUKUKÇU 5: AYNEN ÖYLE.

ASKER HUKUKÇU 4: DE Mİ..

ASKER HUKUKÇU 2: KESİNLİKLE EVET
BİLİRKİŞİ KOMUTANA NE YAPAYIM DİYE SORSA KOMUTAN NE DİYEBİLİRKİ?
“GERÇEKTE OLABİLİR OLMAYABİLİRDE DEYİP SUYA SABUNA DOKUNMA” DİYEBİLİR

1.ORDU BAŞSAVCISI: KOMUTAN NE DİYECEKTİ ABİ.

ASKER HUKUKÇU 2: SİLAHLI KUVVETLERİMİZE..SUYA SABUNA DOKUNMADAN. ASLANLAR GİBİ BİR İFADE VER.

1.ORDU BAŞSAVCISI: NE DİYECEKTİ?......

ASKER HUKUKÇU 2: DİYECEK ÇOK ŞEY VAR.. OOO..

1.ORDU BAŞSAVCISI: MESELA NE DİYECEKTİ?

ASKER HUKUKÇU 2: “OLABİLİR DE OLMAYABİLİR DE.”

ASKER HUKUKÇU 5: BU BELGELER GERÇEK DEĞİL Mİ? DİYECEKTİ.

ASKER HUKUKÇU 2: “GERÇEK OLABİLİR DE OLMAYABİLİR DE.” BU KADAR İŞTE. AL ÇIK İŞTE İŞİN İÇİNDEN. NE VAR YANİ.

ASKER HUKUKÇU 4: ÖYLE DE OLUR, BÖYLE DE OLUR TABİİ.

1.ORDU BAŞSAVCISI: NE DİYECEK Tİ, SIRAYA KOY DESEN, KOYAMIYORUM. KOMUTANA SORAYIM.

ASKER HUKUKÇU 2: BEŞ BİN SAYFAYI NASIL SIRAYA NASIL KOYAYIM BEN BUNU SIRAYA DİYECEK.

1.ORDU BAŞSAVCISI: İŞİM VARDI KOMUTAN KOYSUN. KOLAY DEĞİL…
O BİNBAŞI BAŞINA GELECEKLERİ BİLSEYDİ BELKİ ODA RAPORU BÖYLE YAZMAZDI. HAYATI KAYDI ÇOCUĞUN

ASKER HUKUKÇU 2: O BİNBAŞI BİLSEYDİ BUNLAR GELECEĞİNİ YAPAR MIYDI ONU?

ASKER HUKUKÇU 4: YAPMAZ MI YA . NE YAPSIN YA. ÇOCUK O KADAR ÇALIŞMIŞ, AKADEMİYİ KAZANMIŞ, KURMAY SUBAY OLMUŞ, İSTİKBAL VAAD EDEN..

1.ORDU BAŞSAVCISI: VE ADAM DÖRT DÖRTLÜK..

ASKER HUKUKÇU 4:BAKSANA ABİMİN ANLATTIĞI. DÖRT DÖRTLÜK, HAYATI KAYDI ÇOCUĞUN YA!
PAŞALARIN KALDIĞI CEZAEVİNDE YÖNETMELİĞİ UYGULADIĞI İÇİN CEZAEVİ MÜDÜRÜNÜ DİYARBAKIR’A SÜRDÜLER

1.ORDU BAŞSAVCISI: ORDU EVİ ŞEY CEZAEVİ MÜDÜRÜ YERİNDE OLMAK İSTEMEZDİM YANİ ARKADAŞLAR.

ASKER HUKUKÇU 5: KİM İSTER ABİ.ŞEY ÖBÜR CEZAEVİ MÜDÜRÜNÜ SÜRMÜŞLER ORDAN.

ASKER HUKUKÇU 4: BU YÖNETMELİĞİ UYGULUYORDU, DEĞİL Mİ?
1.ORDU BAŞSAVCISI: YÖNETMELİĞİ UYGULAMIYORDU. YÖNETMELİĞİ YUSUF UYGULUYORDU.

ASKER HUKUKÇU 4: DİYARBAKIR’A SÜRDÜLER ADAMI.

http://www.aktifhaber.com/askeri-savcilar-da-balyozu-dogruladi-410197h-p2.htm

Sezer Ve TSK'dan Gül'e Türban Baskısı
26 Mart 2011

Wikileaks Belgelerinden AK Parti Hükümetinin İlk MGK Toplantısı Çıktı.
10 Aralık 2002 tarihli "kişiye özel" ibareli telgrafı, ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nden Müsteşar Robert Deutsch kaleme almış. Başlığı, "Türkiye'de Karar Verme Süreci: AK Parti'nin Milli Güvenlik Kurulu'yla Tanışması" olan telgrafın tam metnini sunuyoruz:

(1)ÖZET: Birbirinden tamamen farklı ve iyi konumdaki kaynakların (Büyükelçiliğin irtibatta olduğu farklı çevrelerden kişiler kastediliyor) öngördüğü üzere, İslamî etkilenimli AK Parti hükümeti, iktidara gelişinden sonraki ilk Milli Güvenlik Kurulu toplantısı olan 29 kasım buluşmasında, "mürteci" İslam'ın teşkil ettiği tehlikeler konusunda bir nutuk dinledi. (AK Partili Başbakan Gül'e, 9 aralıkta, Genelkurmay Başkanı'na yaptığı nezaket ziyareti sırasında "irtica tehlikesi" konusunda ayrıca bir brifing dinletildi.) Bu nutuk, Türklerin, seçilmiş hükümetlerle Kıbrıs, Irak, reform ve ABD açısından merkezî önem taşıyan diğer konularda Türkiye'nin nasıl bir tepki vereceğini doğrudan etkileyen Devlet'in kudretli unsurları arasında kalan karar verme sürecini bir yönüyle ortaya koyuyor. ÖZETİN SONU.

Başörtüsünü hiç konuşmayalım

(2) İşittiğimiz aktarımlara göre, 29 kasım toplantısında, Ordu, Cumhurbaşkanı Sezer'in arka çıkmasıyla, Türk kamu görevlilerinin başörtüsü giymesine ilişkin yasağın kaldırılıp kaldırılamayacağı konusunu tartışmaya açmanın sözkonusu bile olamayacağını AK Parti'ye açıkça söyledi. Sezer'in bu konuda Gül'e, "Konu kapanmıştır" dediği anlatılıyor.

Arınç'ın eşiyle gelmesine tepki

Toplantıdan önce, Genelkurmay Başkanı General Hilmi Özkök ve diğer Genelkurmay Komutanları, geçen ay Sezer'i bir dış geziye uğurlarken yanına başörtülü eşini de alarak tartışma yaratan Parlamento Başkanı Bülent Arınç'a yaptıkları "nezaket" ziyaretlerini gayet kısa bir üç (3) dakika ile sınırlandırmışlardı. (Büyükelçi, sürenin bu kadar kısa olmasının Washington'da inandırıcı bulunmayabileceğini ve muhataplarının, bir yazım hatası yaptığını düşünebileceklerini hesaba katmışçasına, 3 dakikayı hem rakamla hem yazıyla vurgulama gereği duymuş.)

Resmî fotoğraflar, Arınç'ı, iki yanında Özkök ve diğerleriyle çevrelenmiş halde, biraz zoraki bir edayla otururken gösteriyordu. Bu ziyaret, askeriyenin ve müesses nizamın diğer unsurlarının nispeten daha pragmatik ve makûl buldukları Gül'e daha önce yaptıkları yirmi dakikalık ziyaretle belirgin bir tezat oluşturdu.

İstikameti asker belirleyecektir

(3) Anayasa'ya göre, sadece bir danışma işlevi gören MGK, geleneksel olarak Türk askeriyesinin istikamet çizgisini resmen belirlediği ve eğer buna gerek görülürse, Türk siyasetinde neyin doğru, neyin bozuk gittiği konusunda, seçilmiş hükümete uyarılarda bulunduğu yerdir.

Mesela, Türkiye'nin İslamcı Refah Partisi liderliğindeki hükümetin 1996'da iktidara gelmesinden sonra, MGK, İslami "irticacıların" ulusal güvenliğe karşı (PKK'nın o zamanlar aktif durumdaki silahlı isyanıyla birlikte) birinci dereceden bir tehdit oluşturduğunu kamuoyuna açıkladı.

1999'da, Milliyetçi Hareket Partisi, Bülent Ecevit liderliğindeki koalisyona katıldığında da "milliyetçi mafya"nın tehdidi konusunda benzer bir uyarı yapılmıştı.

Değişmez madde endişesi var

(4) Aynı zamanda, askeriyenin, 1997'de Refah hükümetine karşı "postmodern" darbe gerçekleştirmesine yardım eden Batı Çalışma Grubu'nda da çalışmış eski bir MGK personeli, diğer birçok kişinin de bize söylediği bir şeyin altını çizdi: Ordu, AKP'nin, 1982 Anayasası'nın Türkiye'yi, muğlak biçimde tanımlanmış da olsa dar "laik" ve Atatürkçü sınırlar içinde dondurmak üzere tasarlanmış olan başlangıç bölümünü ve değiştirilemez ilk dört maddesini değiştirmek için anayasayı değiştirmeye ya da yeniden yazmaya kalkışmasından endişe duyuyor.

İrtibatta olduğumuz kişi, bizzat tanıdığı Türk Genelkurmayı'nın subayları arasında, AK Parti'nin askeriye ve müesses nizamın geri kalanıyla uzlaşmak yerine, ONLARI İslamcı bir şekilde dönüştürmeye çalışacağı yönündeki atadan kalma korkuyu bize gayet canlı bir şekilde tarif etti.

Kırmızı çizgiyi bilmeden aşabilir

(5) Türk Anayasa Mahkemesi'nin (Yüksek Mahkeme) uzun süredir görev yapan bir hâkimi, askeriyenin ve müesses nizamın diğer unsurlarının AK Parti'ye yaklaşımı konusunda benzer şekilde konuştu. Hâkime göre, siyasetin anahatları belirlenirken karşılaşılan en büyük sorun, "laikliğin" ve Atatürk'ün ilkelerinin muğlak özünden kaynaklanıyor. Ordunun, kuralları tanımlarkenki (ya da tanımlamaktan kaçınırkenki) nüanstan yoksun genellemeci yaklaşımı bir kriz yaratma riski taşıyor; teorik olarak, AK Parti, askeriyenin "kırmızı çizgi"lerinden birini o çizginin nerede olduğunu bilmeksizin aşabilir.

(6) Hâkim, bize bu "yönlendirme"nin (komutanların MGK'daki yönlendirmesi kastediliyor) demokratik değerlere aykırı olduğunu ve sadece seçilmiş siyaset sınıfı üzerinde değil, bireysel haklar ve siyasi özgürlükten ziyade ideolojik statükonun korunmasına odaklanma eğilimi gösteren yargının karar süreçlerinde de muazzam bir etki yaptığını kaydetti.

Özkök açık fikirli ve oruç tutuyor

YORUM

(7) AK Parti ile askeriye arasında gelişmekte olan ilişkiyi değerlendirirken, Özkök faktörü de, Erdoğan'ın karakteri kadar önem taşıyacaktır. Özkök'ün daha açık fikirli bir askerî lider olduğu söyleniyor (başka şeylerin yanı sıra, Ramazan'da da oruç tutuyor.) 1996'dan beri, Türkiye'de başbakanlarla genelkurmay başkanları arasında sınırlı bir diyalog var. Böyle bir diyalogu kurmanın zorluğuna karşın, AK Parti ile Türkiye'nin askerî liderliğinin daha kolay bir diyalog kurabilmeleri Türkiye'nin çıkarına olacaktır. Bu bağlamda, bazı AK Parti liderleri, Arınç'ın hareketlerinin –ki bunlar, onun sadece tabanın çıkarlarına verdiği desteği değil, aynı zamanda kendisinin, Meclis Başkanı olarak, parti lideri Erdoğan'dan ve AK Parti hükümetinin politikalarından bağımsızlığını da göstermek için tasarlanmıştı– zamanlamasının yanlış olduğunu teslim ediyorlar. Başörtüsü olayı, sadece generaller arasındaki endişeyi tahrik etmedi, aynı zamanda, daha yolun başında, askeriye içindeki katı tutumluların eline bir konu vermiş oldu.

Devlet politikası dokunulmaz mı

(8) AK Parti kendini, Türklerin çoğunluğunun, sosyal politikalar da dahil olmak üzere daha temiz ve daha adil yönetişim için duydukları arzunun temsilcisi olarak görüyor. AK Parti aynı zamanda, Kıbrıs konusunda ve diğer dış politika meselelerinde, dokulara nüfuz etmiş olarak tarif ettiği "çözümsüzlük" yaklaşımından uzaklaşmak istiyor. Bu son konu açısından, Türkiye, Birleşmiş Milletler'in Kıbrıs planına doğru ilk adımı atmış görünüyor çünkü Erdoğan, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü'nün ifadesiyle "Devlet'in politikaları" haline gelen, yani hiçbir hükümetin dokunmaması gereken konulara taze bir bakışla bakmaktan yana. AK Parti, müesses nizamın dokulara nüfuz etmiş olan çıkarlarını yerinden oynatmanın kolay olmadığını hızla öğreniyor ve AK Parti'nin reform, Kıbrıs ve ABD açısından merkezî önem taşıyan diğer konularda, askeriyenin ve Devlet'in diğer unsurlarının da hazmedebileceği aktif bir yaklaşım geliştirip geliştiremeyeceğini göreceğiz. aktifhaber

İşte o rapor: Asker kime oy verdi?
22 Nisan 2011
Gölcük Donanma Komutanlığı'nda ele geçirilen belgelerin bulunduğu odanın sorumlularından Albay İlhan Kayış'ın, Kocaeli bölgesinde partilerin durumu ve subayların oy tercihleriyle ilgili rapor hazırlayıp Genelkurmay'a gönderdiği tespit edildi.

Casusluk iddianamesinin ek klasörlerine giren 2008 tarihli raporda, askerlerin hangi partiye oy verdiğinden çarşaflıların sayısına, irticai faaliyette bulunan okullardan bölgenin etnik yapısına kadar bilgilere yer verildi.

Casusluk iddianamesinin ek delil klasörlerine giren bir emniyet raporu, Balyoz, Ergenekon, Darbe Andıcı gibi önemli davalarla ilgili belgelerin ele geçirildiği, Donanma Komutanlığı'ndaki odadan sorumlu komutanlarla ilgili ilginç bilgiler içeriyor. Savcılığın talebi ile hazırlanan 3 Ocak 2011 tarihli raporda, İstihbarat Şube Müdürü İlhan Kayış'ın hazırladığı Kocaeli bölgesine ilişkin fişleme çalışmasına da yer verildi. Zemininde 9 çuval belgenin ele geçirildiği İstihbarat Şube'deki odayı 2009-2010 arasında kullanan 14 askeri personelle ilgili tespitlere yer verilen rapora göre, Albay İhsan Kayış'ın, 2008'da hazırladığı seçim fişlemesi de zuladan çıktı.

ETNİK YAPIYI NOT ETMİŞ

'Albay İhsan Kayış, İstihbarat ve İKK. Ve Güv. Ş. Müdürü ibaresiyle başlayan 'GNKURTAKTİM_A4_2008_09' adlı seçim fişlemesinde "Donanma Komutanlığı'nın konuşlu bulunduğu Gölcük bölgesindeki halkın Gürcü (yüzde 40), Karadeniz Kökenli (yüzde 35) vatandaşlar oluşturmakta, geri kalan kısımını ise yerli halk (yüzde 15)... teşkil etmektedir" tespitine yer verildi.

AK PARTİ'NİN OYLARI ARTIYOR

Fişleme belgesinde 2002 ve 2007 genel seçimi sonuçlarının partilere göre karşılaştırılmasının yapılması da dikkat çekti. Çalışmada sonuçlarla ilgili "Kocaeli seçim bölgesinde 2002 ve 2007 yılı Genel Seçimi sonuçlarına göre partilerin aldıkları oy oranları yansıda sunulmuştur. AK Parti'nin oylarını yüzde 6,4 arttırdığı, CHP'nin oy oranında önemli bir değişiklik olmadığı, MHP'nin oy oranının ise yüzde 4,4 arttığı görülmektedir" denildi.

ASKER KİME OY VERDİ?

Askeri personelin parti tercihleriyle ilgili yapılan çalışma da belgeye şöyle yansıdı: "Askerin personelin oy kullandığı sandık sonuçlarına göre, CHP'ye yüzde 39, AK Parti'ye yüzde 30, MHP'ye yüzde 16 oy kullanıldığı tespit edilmiştir."

ÇARŞAFLI SAYISI AZ DA OLSA ARTIYOR

Albay Kayış'ın yaptığı çalışma seçim sonuçlarıyla sınırlı kalmadı. Albay Kayış, belgede "Bölgede türban kullanımı yaygın olup, son dönemlerde çok az sayıda da olsa kara çarşaf kullanımı dikkat çekmektedir" tespitine yer verdi. Belgede irticai faaliyette bulunulan okul, dershane ve yurt sayısı toplam 78 olarak verildi. Kocaeli'nde 8 ilköğretim okulu, 9 lise, 16 dershane ve 45 yurtta irticai faaliyetlerde bulunulduğuna ilişkin bilgilerin intikal ettiği belirtildi. Yalova ile tespitler de belgede şöyle yer aldı: "İrticai, yıkıcı ve bölücü unsurların faaliyetlerine fazla rastlanılmamakla birlikte Fethullah Gülen Grubu kontrolündeki bir İlköğretim Okulu ve bir dershane, Nakşibendî Tarikatı kontrolündeki bir İlköğretim Okulu ile il merkezindeki 4 lisede irticai faaliyetlerde bulunulduğuna dair bilgiler intikal etmiştir." aktifhaber


İnternet Andıcında ŞOK İTİRAFLAR
30 Temmuz 2011
Mahkeme internet andıcı iddianamesini kabul etti. O iddianamede bir yüzbaşının itirafları herşeyi tüm çıplaklığıyla anlatıyor...
Sitelerin ana çatısını ‘2. Başkan’dan olur aldım’ diyen Albay Çiçek kurdu. Hıfzı Çubuklu değişiklikler yaptı.

13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği ‘internet andıcı’ iddianamesinde çok çarpıcı detaylar yer aldı. Yüzbaşı Murat Uslukılıç savcılık ifadesinde andıçla ilgili şok itiraflarda bulundu. 17 Ağustos 2010’da savcıya her şeyi anlatan Uslukılıç, sitelerin kuruluş ve yönetimini şöyle anlattı:

MÜDÜRÜMÜZ ÇİÇEK’Tİ

“2003 yılı Eylül atamaları ile Psikolojik Harekat Daire Başkanlığı’na atandım.Orada OBİ Subayı olarak görevliydim ve 2004-2008 yılına kadar müdürümüz Dursun Çiçek’ti... Tamamen teknik işler yapıyorum, sitelerin içeriği ile ilgili müdahale yetkimiz yok. Teknik olarak siteleri kurup, kullanıcı bilgilerini server’a giriyoruz. Her kullanıcı, doğrudan erişim yaparak yayınlanacak haberleri kendi sitesine koyuyor. 2004’ten 2008’e kadar sitelerin içeriklerinin tamamı Dursun Çiçek’in kontrolündeydi. İçeriklerini bizzat Çiçek kendisi kontrol edip belirliyordu. Ana site ‘irtica.org’tu. Bunun içeriğini Ziya Göktaş belirliyor, haberleri de sivil memur Meryem Kurşun ekliyordu. Sitenin içeriğinde hoş olmayan yazı ve mailler gördüm.”

Başbuğ’a Çiçek arz etti

2009’un Şubat ayında Yozgat’ta izindeyken acele şubeye çağırdıklarını söyleyen Uslukılıç, Taraf Gazetesi’nde sitelerle ilgili andıç haberi çıktıktan sonra yaşananları da şöyle aktardı: “Haber çıktıktan sonra siteleri komutanın emri ile kapatmamız söylendi ve ben de siteleri kapattım. Daha sonra mart ayının sonuna doğru Dursun Çiçek odamıza geldi. Çiçek, ‘2. Başkan’dan Olur aldım, yeni internet siteleri için bir andıç hazırlayalım” dedi.

Bunu Şube Müdürü Cemal Albay’a ilettim. O da Dursun Çiçek’le görüşüp kendisine hazırlaması için emir verdiğini söyledi. Andıç hazırlandıktan sonra önümüze geldi. Andıca internetle alakalı kanun maddelerini yazdım. Her şube müdürü andıca kendisini ilgilendiren bölümlere belli şeyler yazdı. Ana çatısını Dursun Çiçek kurdu. Adli Müşavir Hıfzı Çubuklu andıç hazırlandıktan sonra değişiklikler yaptı. Sonra ikinci başkana sunuldu ve o da ‘Komutana arz’ notu yazdı. Genel Kurmay Başkanı’na Dursun Çiçek arz etti.

Andıcı ben Dursun Çiçek’in talimatıyla yazdım. Daha sonra internet siteleri kurduk. 4 adet temel site vardı. Bir tanesi Koruyucu Haber diğerlerini hatırlamıyorum. Önceki sitelerin tamamı Mart 2009’da kapandı. Nisan 2009’da yürürlüğe giren 4 yeni de Haziran 2009’da kapandı.”

Server’ler 7 kez silindi

İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın Taraf’ta 12 Haziran 2009’da yayımlanmasının ardından karargahta yapılan imha işlemleri de Yüzbaşı Murat Uslukılıç tarafından şöyle anlatıldı: “19 Haziran’da N.Albay gece 22.30 sıralarında beni aradı ve acilen Daire Başkanı’nın çağırdığını söyledi. Apar topar iş yerine gittiğimde, bizzat Mustafa Bakıcı ile görüştüm. Şube müdürleri ve sivil memurlara kadar izinli olanlar hariç herkes geldi. 20 Haziran Cumartesi olmasına rağmen mesai başladı. Yukarıda evrak yaptık, öğleden sonra MEBS Başkanlığı’ndan internet bilgisayarlarını silmek için personel geldi. Bilgisayarları bir yere toplamamızı istediler. Bilgi Sistem Odası’nda bilgisayarları topladık.”

MEBS Başkanı’nın serverlar dahil bilgisayarların silme işlemini başlattığını anlatan Uslukılıç, “Ellerinde Harekat Başkanlığı imzalı Mehmet Eröz P
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Tem 30, 2011 10:52 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Eyl 03, 2010 2:17 am    Mesaj konusu: Müslüman Kasabı Mullen Ankara'ya Allelacele Niçin Geliyor? Alıntıyla Cevap Gönder

Seçimler Bitti, Sandıklar Açıldı: Ya Sonra? -3-
Alihaydar Can

[Demokrasi bu halka,
Burunlarda bir halka.]
(*)

CHP, Mudanya Lozan hattında varılan mutabakatlara uygun olarak, zamanın Batı emperyalizminin patronu İngiltere’nin çizdiği yol haritası çerçevesinde dinsiz imansız, ahlâksız, tarihsiz, soysuz, sopsuz, kültürsüz; burnu halkalı köle olmaya hazır yeni bir millet yaratma projesi çerçevesinde; bu milletin diline, dinine imanına, tarihine, kültürüne, örfüne adetine, kısaca binlerce yıllık tarih içinde millî şahsiyeti ve haysiyetini oluşturan bütün değerlerine öylesine vahşice saldırdı, öylesine barbarca zulümler yaptı ki...

Bu Vahşet ve barbarlıkların bu milletin hafızasından silinmesi mümkün değildir..

Buna psikiyatrik bir hastalık ismi olarak halktaki CHP fobisi/sendromu diyelim...

Ve...

Demokrat Parti’yi iktidara getiran sloganı hatırlayalım:

- “Yeter Söz Milletindir!”

Peki daha önce söz kimindi?

CHP’nin...

Söz, yani iktidar...

Pekiyi...

1950 seçimlerinde “söz” halka geçti mi?

Tabiî ki, geçmedi...

DP’ye geçti...

DP dediğimiz şey neydi?

CHP’den istifa etmiş bir grup –eski- CHP’li

Bu DP ne yaptı?

CHP fobisi/sendromu iliklerine işlemiş bu çaresiz/örgütsüz halkın ağzına bir parmak bal çalıverdi:

CHP tarafından orijinali yasaklanarak “Türkçeleştirilen” Ezan’ı yeniden eski haline döndürdü..

Çeyrek asırdır görmediği zulüm, işitmediği hakaret kalmamış bu halkın incinmiş gönlünü almaya bu minicik adım yetti de arttı bile...

DP de 10 yıllık iktidarı boyunca halk için bundan başka somut bir şey yapmadı...

İşler Batı emperyalizminin yeni patronu ABD nasıl isterse öyle götürülüyordu...

Ezanına yeniden kavuşan halkın gözü başka bir şey görmüyordu..

Bunları niye anlatıyoruz?

Bir “türban, bir “van minut” işlem tamam, tıpkı bir ezan gibi...

Bugün kendilerini “laik, kemalist, atatürkçü, cumhuriyetçi, ilerici, çağdaş” olarak pazarlamaya kalkan CHP ve onun vesaire cinsinden klonlarının seçim sonuçlarının niye böyle çıktığını bir türlü kavrayamamalarındaki körlüğü göstermek için...

“Laik, Kemalist, Atatürkçü, cumhuriyetçi, ilerici, çağdaş” sıfatlarını ister tek tek, ister topluca kullanın bu sıfatların her birinin bu milletin hafızasındaki karşılığı CHP’dir... Aynı hafızada CHP’nin karşılığı ise insafsız bir zulüm, saldırgan bir halk ve hak düşmanlığıdır...

Ergenekon davası sanıklarından biri, seçimlerden çok önce bir duruşmada “CHP seçimlere girmese AKP’nin oyları en az yüzde 10 düşer” demişti...

Çok doğru bir tespit...

Bu demokrasi müsameresi sürdükçe ve bu müsamerenin “kötü adamı” olan CHP seçimlerde boy gösterdikçe, karşısındaki DP versiyonu parti (AP, ANAP, AKP gibi)ler yüzde elliler civarında oy almaya devam ederler...

Kendilerini “Laik, Kemalist, Atatürkçü, cumhuriyetçi, ilerici, çağdaş” olarak pazarlayan dangul dungul tipler de, her seçim yenilgisinden sonra “Ulan bu bidon kafalı, göbeğini kaşıyan cahil ayılar gene gidip gerici AKP’ye oy verdi. Demokrasi bizim nemize abi? Bunların sırtından sopayı eksik etmicen” diye hırlayıp dururlar...

Bu demokrasi müsameresinde kendilerine “tecavüzcü coşkun” rolü düştüğünü bir türlü anlayamazlar...

Nasıl anlayacaklar?

Beyinleri alkolden pert olmuş durumda...


***

DP yaptığı bir “ezan kıyağı”yla 1950’den sonra yapılan iki seçimi 1954-1957) daha sandıkları doldurarak aldı...

Seçim konuşmaları, sloganları ve afişlerinde hep “kötü adam” CHP’nin iktidarı döneminde yapıp ettiklerine atıf dikkat çekici...



1957 seçimlerinden bir kaç afiş örneği:

- “dağlar yol, viraneler bağ oldu”.

- Türkiye’de işi azaltacaklara, yapılan işleri durduracaklara rey verme”.

- “Daha çok yol, daha çok fabrika, daha çok refah istiyorsan reyini demokrat Parti’ye ver”.

- “demokrat Parti: Yedi Yılda Türkiye’yi büyük devlet yapan parti”.

- Köylü vatandaş, Demokrat Parti seni kimseye ezdirmez”.

- “Rey çalanı... Mazbata sahtekârlığı yapanı... Dayak atanı... Unutma... Oyunu DP’ye ver”.

- “Pahalılık var diyorlar. Şekerin kilosunu 5 liraya yedirdiklerini unutma”.

- “Başlayan işlerin bitmesi lâzım. Kalkınmaya devam. Reyini demokrat parti’ye ver”.

1957 seçimlerinde de sandıktan DP çıktı çıkmasına ama, halktaki CHP fobisi/sendromu içinde pısıp kalmış Anadolu insanı da korkularının üzerine yığdığı ölü torağını sikeleyip atmaya başlayarak DP içinde o zamanki deyimiyle “miliyetçi-mukaddesatçı” kuvvetli bir grup oluşturmuştu. Bu sebeple İki arada bir derede kalan Menderes, parti içindeki mason-dönme takımıyla Milliyetçi-Mukaddesatçı dengesini bir arada tutmakta zorlanmaya başlamıştı.

“Bu millet isterse hilafeti bile geri getirebilir” sözünü bu denge çabası içinde söylemiş olabilir.

Batı emperyalizminin yeni patronu ABD, çok şeye katlanabilirdi belki ama bu milletin kendi özüne, ruh köküne yani onu var eden millî ve manevî değerlerine dönmesine asla göz yummamazdı.

Çünkü bu sadece Türkiye’yi değil Balkanlar’dan Çin’e, Kafkaslardan Afrika’ya uzanan çok geniş bir siyasî coğrafya (Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı) yı da kaybetmek demekti.

Devreye Pentagon girdi...

O zamana kadar Osmanlı-Millî Mücadele geleneğini muhafaza edebilmiş TSK içindeki adamlarına 27 Mayıs darbesini yaptırdı.

Bu darbe sadece DP’yi devirmekle kalmadı ordu içinde Osmanlı-Millî Mücadele geleneğini muhafaza ettiğinden şüphelenilen bütün subaylar bir gecede tasfiye edildi...

Bu tasfiye işinin finansmanının ABD tarafından karşuılandığını, tasfiye işinin başındaki isim Alpaslan Türkeş anlatıyor...,

Bu tasfiye tamamlandıktan sonra Alpaslan Türkeş ve Milî Birlik Komitesi’ndeki diğer Milliyetçi subaylar da ayrı bir tasfiyeye maruz kaldılar.

Artık TSK tam bir NATO ordusu haline gelmişti...

Dipnot:
* Necip Fazıl Kısakürek’in Manzara isimli şiirinden.


(Devam edecek)

Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=5513#5513

Müslüman Kasabı Mullen Ankara'ya Allelacele Niçin Geliyor?

Oğuz Gürses




Yeni Genel Kurmay Başkanı Işık Koşener’in koltuğuna oturmasının üzerinden henüz üç gün geçti...

Adam daha koltuğuna bile ısınamadı...

Koltuğunu bile ısıtamadı...

Bir haber: Mullen geliyor...

Haydaaa...

Hem de kalabalık bir heyetle...

Görülmüş şey değil..

Çünkü "mutad bir iş" değil...

Bu ne acele?

Ya ABD’nin başı sandığımızdan çok daha fazla belâda...

Veya Koşaner Paşa’dan nem kaptı, bizzat test etmeye geliyor...

Kim mi bu Mullen?

Anlı şanlı ABD Genel Kurmay Başkanı...

Üniformasında Müslüman kanı sıçramamış nokta kadar bile temiz yer yok...

Tarihin gördüğü en büyük Müslüman kasaplarından biri...

***

Koşener Paşa “Kırmızı Bereliler”den...

ÖKK kökenli...

Hani şu Süleymaniye’deki “çuval vak’ası” vardı ya...

Nedense o vak’anın utancını yüreğinde en çok hissedenlerden biri olduğunu düşünüyorum...

Çünkü o tarihten bugüne kaç yıl geçti...

O çuval öncelikle “Kırmızı Bereliler" olmak üzere...

Bütün TSK komutanlarının başında kaldı...

Bir türlü çıkarılamadı...

Çıkarılması gereğinin düşünülüp düşünülmediğini bilelemem ama...

Bu işe teşebbüs dahi edilmediği ortada...

Şimdi Mullen geliyor...

Çuvalı geçiren Ordu’nun Genel Kurmay Başkanı sıfatıyla arsız arsız geliyor...

GKB binasının kırmızı halı döşenmiş avlusuna sırıtarak girecek...

Allah bilir kendisine karşılama töreni de yapılacak...

Yapılırsa (ki yapılmamasını diliyorum)...

Başına çuval geçirdiği bir ordunun “ŞEREF KITASI”nı selamlayacak Mullen...

Belki de jest olsun diye Amerikan ağzıyla “Merıba eskır” filan gibi bir şey de söyler...

Ne olacak o zaman?

Şeref kıtası “Sağol!” diye gürleyecek...

Kime?

Başına çuval geçirmiş bir ordunun genel kurmay başkanına!...

Oldu mu?

Tabii ki olmadı...

Böyle bir manzarayı içine sindirebilecek benliğini tamamiyle yitirmiş kaç kişi vardır aramızda bilemem...

Ama böyle bir manzarayı tahayyül etmek bile beni yaralıyor...

Paramparça ediyor...

Acaba Koışaner Paşa ve emrindeki TSK personelinde vaziyetler nedir?

Yarın göreceğiz...

Koşener Paşa makamına oturduğunun 4. günü çetin bir imtihandan geçecek...

O zaman anlayacağız “NATOCU” mudur?

Yoksa “MİLLÎCİ”mi?

Orgeneral Işık Koşaner, Genelkurmay Başkanı olarak ilk konuşmasında selefi gibi, TSK'ya karşı asimetrik psikolojik savaş yapıldığını söylemişti ya...

O asimetrik psikolojik savaşı yürüten karargâhın Komutanı Mullen, yanında şüphesiz o harekâtı yürüten kurmaylarını da alarak, bir baskın havasında geliyor Genel Kurmay Karargâhı'na...

Çok mu şüpheciyim?...

Nedense, galip bir düşman ordusunun genel kurmay başkanının, mağlup ettiği orduyu teslim almaya geliyormuş gibi bir eda/bir hava/ pis bir koku seziyorum ben bu hesapta olmayan “ziyaret”te...

Sözkonusu olan son yüzyılın en çok kan dökmüş olan ordusunun genel kurmay başkanı (soğuk kanlı bir seri kaatil) ise şüphelenmemek enayilik olmaz mı?

***

NTV’in Haberine göre...

Müslüman kasabı Mullen, Koşaner'den şunları istiyecekmiş:

[Mullen bu görüşmede Koşaner'den, Irak'taki ağır teçhizatların Türkiye üzerinden geçmesini isteyecek.
ABD'li komutanın ayrıca füze savunma sistemi ve radar sistemi için üs talebinde bulunacağı da bildirildi.

ABD, bu konudaki talebini daha önce Ankara’ya iletmiş ancak Türkiye’den olumlu veya olumsuz bir cevap alamamış.

ABD’li yetkililerden William Burns ile Phil Gordon ise Türkiye’nin kasım ayında yapılacak olan NATO zirvesine kadar bir karar alması gerektiğini hatırlatarak, Ankara’nın bir cevap vermemesi halinde, sistemlerin Romanya ve Bulgaristan’a yerleştirileceğini kesin bir dille bildirmiş.]


“Irak'taki ağır teçhizatların Türkiye üzerinden geçmesini isteyecek”miş...

Başka yol mu yok?

Körfez’den geçirsinler...

Ürdün’dünden geçirsinler...

Suudî Arabistan’dan geçirsinler...

Analarının örekelerinden geçirsinler...

O, paletlerinde halâ Müslüman müslüman şehidlerin cesetlerinin parçaları olan tankları da, namlularından müslüman kanı döken mermilerin fırlatıldığı silahları da bu ülkede görmek istemiyorum...

Füze savunma sistemi adı altın da İsrail’e şemsiye olacak ve Muhtemel İran-İsrail savaşında Türkiye’yi İran’ın hedefi yapacak bu sistemleri kuracak başka yer bulsunlar...

İncirlik zaten yeteri kadar canımı acıtıyor...

Bu Kaatillere 2. bir üs verilmesinin herhangi haklı bir sebebi olacağını bu millete kimse anlatamaz....

Tabii ki bunların dışında -kamuoyuna açıklanması uygun düşmeyecek- kimbilir hangi kirli isteklerde de bulunacak...

Baksanıza adam tek gelmiyor....

Yanında köpek sürüsü gibi bir heyet de getiriyor...

***

Koşaner Paşa, şayet bu eli kanlı Müslüman kasabının bir tek gizli veya açık talebini kabul ederse; bu Milletin nezdindeki itibarının ne hale düşeceğini herhalde biliyordur...

Koşaner Paşa’nın, komuta devir teslim töreninde; 'Milli ordu'' olmakla gurur duyan TSK'nın gücünü milletinin ona olan güveninden ve sevgisinden aldığını vurgulayan sözleri halâ kulaklarımızda...

Ve...

Gözümüz Milletçe yarın onun üstünde olacak...

Dileğimiz Conilerin, hiçbir taleplerine “evet” denilmemesinin şaşkınlığı içinde kıçlarına baka baka evlerine dönmeleri...

***

Haydi bakalım Koşaner Paşa...

Millet senden Karagâhına yapılan bu düşman baskınını savuşturmanı bekliyor...

Annen seni bu günler için doğurdu...

Bu millet omuzlarına o yıldızları bunun için taktı...


Müslüman Kasabı Mullen, Ankara'dan Elleri Boş Olarak Döndü

Oğuz Gürses



“Müslüman Kasabı Mullen Ankara'ya Alelacele Niçin Geliyor?” başlıklı yazımızı (1) şöyle bitirirken şöyle bir cümle kullanmıştık:

“Dileğimiz Conilerin, hiçbir taleplerine ‘evet’ denilmemesinin şaşkınlığı içinde kıçlarına baka baka evlerine dönmeleri... “

Mübarek ramazan ayındayız...

11 Ayın bir sultanı...

Rahmet ve bereket ayı...

Demek ki; Allah bu yazıyı okuyup da, bu duama gönüldan katılan temiz kalpli mü’minlerin hatırına...

Dileğimizi kabul etmiş olmalı...

Ankara’ya ani bir baskın havasında gelen ve gelmeden önce medya aracılığıyla TSK’dan neler istiyeceğini madde madde deklare eden, Müslüman kasabı Mullen’in, giderkenki çarşamba çanağına dönmüş yüz ifadesi bile istediklerinin bir tekini bile alamadığını anlamamıza kâfi iken...

Allah şaşırttı bir de basın toplantısı yaptı...

Bu basın toplanrısında reddedilmiş olmanın şaşkınlığını gizleyemeyen yüz ifadesiyle söyledikleri; hukukta “tevilli ikrar” denilen kavram kapsamında tahlil edilse de...

Diplomatik lisanın günübirlik dile tercümesi halinde bakılsa da...

İkrar ve itiraf sabit:

“Şaşkınım... Bunu sizden beklemezdim! Eli boş dönüyorum!”

Bu basın toplantısından önce ABD propaganda makinesinin yerli hoperlörlerine sızdırdığı geliş amacını hatırlayalım:

[ABD Genelkurmay Başkanı Michael Mullen'ın yarın Türkiye'ye gerçekleştireceği sürpriz ziyaretin sebebi belli oldu.

Mullen'ın bu ziyaret sırasında, Irak'taki ABD askeri teçhizatının Türkiye üzerinden çekilmesini talep edeceği bildirildi. ABD'li komutanın füze savunma sistemi için Türkiye'den üs talebinde de bulunacağı belirtildi.
Yedi yıllık bir işgalin ardından Irak’tan çekilmeye başlayan ABD, Irak’ta bulundurduğu ağır teçhizatlarının ABD'ye gönderilmesini sağlamak için, Türkiye’den transit geçiş izni talep etmeye hazırlanıyor.

ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Mullen, yarın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner'i Genelkurmay Karargahı'nda ziyaret edecek.

NTV haber televizyonunun bildirdiğine göre, Mullen bu görüşmede Koşaner'den, Irak'taki ağır teçhizatların Türkiye üzerinden geçmesini isteyecek. Habere göre, bu talep, ABD askerlerini değil sadece tank ve uçaksavar gibi ağır teçhizatları kapsayacak.

ÜS TALEP EDECEK

ABD'li komutanın ayrıca füze savunma sistemi ve radar sistemi için üs talebinde bulunacağı da bildirildi.

NATO ile birlikte füze savunma sistemi geliştiren ABD, bu konudaki talebini daha önce Ankara’ya iletmiş ancak Türkiye’den olumlu veya olumsuz bir cevap alamamıştı.

ABD’li yetkililerden William Burns ile Phil Gordon ise Türkiye’nin kasım ayında yapılacak olan NATO zirvesine kadar bir karar alması gerektiğini hatırlatarak, Ankara’nın bir cevap vermemesi halinde, sistemlerin Romanya ve Bulgaristan’a yerleştirileceğini kesin bir dille bildirmişti.]
(2)

Haberin diline dikkat ettiniz mi?

“Talep edecek! İsteyecek!”

Dostundan, müttefikinden, ortağından bir şey istirham eden adam gibi değil...

Borçlusundan dan alacağını isteyen tefeci gibi..

Borçludan senet tahsiline gelmiş mafyacı gibi...

“Verecen ulan! Yoksa sıkarım topuklarına!” der gibi...

Yâni...

Müslüman kasabı Mullen, TSK’nın yeni komutanı Koşaner Paşa’nın karşısına geçip...

“Irak'taki ABD askeri teçhizatının Türkiye üzerinden çekmek istiyorum! Derhal izin ver!” diyecekmiş...

Başka?

“ABD'nin İsrail’i korumak üzere kuracağı füze savunma sistemine izin ver! bunun için bir de üs lâzım onu da ayarla!” diyecekmiş...

Bunlar deklare/ilan edilenler...

Bir de yüzde 90’ı Amerikan düşmanı olan, Türkiye halkının duymaması gereken kimbilir hangi kirli talepler kısmı olmalı ki adam yanına bir de koca heyet almış gelmiş...

Peki...

Bu talepler kamuoyunu hazırlamak ve yumuşatmak için deklare edilmedi mi?

Edildi...

Müslüman kasabı Mullen, TSK’nın yeni komutanı Koşaner Paşa ile görüşünceye kadar ABD elçiliği veya Pentagon tarafından yalanlandı mı?

Yalanlanmadı...

İyi..

***

Şimdi dönelim Müslüman kasabı Mullen’in basın toplantısına...

-“Türkiye toprakları üzerinden silah taşıma işini asla yapmadık. Bunu gelecekte de yapma niyetimiz yoktur. Bunun aksi haberler asılsızdır ve yanlıştır. Irak'tan çekilirken ağır ekipman ya da silahların Türkiye toprakları üzerinden geçirilmesi için görüşmeye kesinlikle gelmiş değilim"

- “Buraya İran karşısında Birleşmiş Milletler tarafından oylamaya sunulan yaptırımlara, Türkiye'nin desteklememe kararını sorgulamaya ya da ret etmeye de gelmedim”

- "Ben Kabil'den geliyorum. Buraya Türkiye'den, Afganistan'da daha çok şey yapmasını istemeye gelmedim"

Onun için gelmedin, bunun için gelmedin...

Peki sen buraya niye geldin be birader?

-“Yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ile tanışmak ve onu tebrik etmek için geldim.”

Ha biz de bunu yedik...

Keririz ya...

Alemin tek akıllısı da Amerikalılar...

Kabil’den kısa yolu kullanarak memeleketine dönmek varken...

Ve ortada TSK’dan gelen bir davet de yokken...

Rotandan sap...

Yolunu binlerce kilometre uzat...

Gelmeden önce propaganda makinen yerli işbirlikçilerine “onu isteyecek, bunu istiyecek” diye ilânat yapsın...

Bunu gidip bir de TC Dışişleri Bakanlığı'ndan teyit ettirsin...

TC Dışişleri Bakanlığı’nın bu arsız taleplerin “tümüne sıcak baktığı” aynı haberin içine özenle yerleştirilsin...

Sonra TSK’nın yeni Komutanı Koşaner Paşa’dan yüz ve geçit bulamayınca çarket...

Tevil etmeye çalış...

Biz de bunu yiyelim...

Aynı basın toplantısında “ABD’nin Anadolu Kartalı Tatbikatı'na davet edilmediğini” ağzından kaçırınca, ABD’li dplomatların telaş içinde bunu nasıl düzeltmeye çalıştıklarını da gördük...

Koşaner Paşa, Müslüman kasabı Mullen’in hiçbir isteğine evet demediği için karizma zaten çizilmişti...

Bir de bu “tatbikata davet edilmeme işi” ortalığa saçılınca bir çizik daha yediklerini gören diplomatlar telaş içinde durumu kurtarmaya çalıştılar ama...

Geçmiş olsun...

Biz anlayacağımızı anladık...

***

Görünen o ki; hükümetin, ABD’nin her talebini kabule hazır olduğunu “sıcak bakma” mesajıyla peşinen ilan ettiği bu taleplerin hiçbiri, TSK’nın yeni Komutanı Koşaner Paşa ve O’nun kurmay heyetince kabul edilmemiştir...

Durum gerçekten böyle ise...

Bunu TSK’nın yeni Komutanı ve kurmay heyetinin “Millî duruş”una dair iyi bir işaret sayabiliriz...

Milletçe özlediğimiz ve TSK’dan beklediğimiz tavır da bu değil midir?...

Bu sevinci bizlere yaşatan...

TSK’nın yeni Komutanı Sayın Işık Koşaner Paşa’yı ve kurmay kadrosunu...

Milletçe tebrik ediyor ve saygıyla selamlıyoruz...

Dipnotlar:

1-) Yazının tamamı için bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3091

2-) (2) Hürriyet Gazetesi, “ABD'den Türkiye’ye çok önemli” teklif , 2 Eylül 2010.


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

Genelkurmay Yine Yaptı Yapacağını
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
08.04.2011



Seçime haftalar kala "Mübarek günde doğmakla" övünen Tayyip Erdoğan'ın başına çeşitli talihsizlikler geldi...

Belli başlı olanlarını sıralayalım:

1-ABD derin devletiyle Taraf mevkutesi üzerinden yürütülen ilişkilerde bir tatsızlık başgösterdi. "Ergenekon" soruşturmalarının en hukuksuz uygulamalarına azgın bir destek veren Taraf, yeni ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone'nin Ankara'ya ayak basmasıyla birlikte, ergenekon sürecindeki "hukuksuzlukları" eleştirir oldu...Oysa onbin bayi satışını "rekor" sayan bu minik gazete, bizzat Başbakan'ın verdiği talimatlarla kamu ilanlarından az mı beslenmişti?

Taraf bununla yetinmedi. Wikileaks'in yayın haklarını satın alarak AKP Hükümeti üzerinde "ifşaat baskısı" kurdu. AKP, Tayyip Erdoğan ve Gülen Cemaati ile ilgili belgeler "ucundan azıcık" gösterildi, gayr-ı resmi basın sözcüsü Akif Beki telaşlara gark olundu..Sonra birden bire asli hedefe, yani TSK'ya geri dönüldü. Maksat hasıl olmuş, mesajlar yerini bulmuştu demek ki..Taraf'ın bugünkü (7 Nisan 2011) wikileaks manşeti, "TSK'nın PKK'ya yönelik bir af üzerinde çalıştığı ve bunu ABD yetkilileri ile paylaştığı" haberiydi. (Taraf'ın wikileaks yayınlarında çeşitli "yan hizmetlerin" de devreye girmesi dikkatlerden kaçmadı. Örneğin ABD, Hırant Dink cinayeti öncesi hükümeti uyarmak için cansiperâne gayret göstermişti...Gözlerimiz yaşardı...)

Tayyip Erdoğan'a "ucundan acıcık" gösteren Taraf, Ergenekon hukuksuzluklarına verdiği azgın desteği, şifre skandalında da hükümetten esirgemeyerek Başbakan'a ve Akif Beki'sine şimdilik derin bir soluk aldırdı...

2-Ergenekon meselesi sarpa sarmaya başlamıştı. Kendisine "darbecilikle mücadele" diye sunulan plana başlangıçta destek veren kamuoyunun vicdanında giderek derin yaralar açıldı.. Hükümetten güç alan birileri -ki bunların arasında savcı, hakim, polis, gazeteci kılığında olanlar vardı-her türlü ahlaksızlığı, hukuksuzluğu, günahı, iftirayı ve fitneyi ele alıp tamgaz bir intikam harekatına girişmişlerdi. Muazzam bir şımarıklık ve azgınlıkla herkese saldırmaya, en sıradan insanların bile hayatını karartmaya başladılar.

Davanın "Başsavcısı" Tayyip Erdoğan'ın önüne bir takım "kamuoyu araştırmaları" gitti. Bu anketlere göre kamuoyu kendisine "darbeci zihniyetle mücadele" diye sunulan oyuna olan inancını büyük ölçüde kaybetmiş, kaybetmekle kalmayıp daha "derin", daha karanlık ve darbe yönetimlerinden daha faşizan bir yapının devleti ve toplumu sinsice kuşattığını idrak etmeye başlamıştı..

Adalet Bakanlığı tarafından yönetip yönlendirilen HSYK eliyle bir ayar yapılmak istendi. İlk fatura, beklendiği gibi rolünü fazla abartan savcıya kesildi. Zekeriya Öz'e "terfi" görünümü altında davadan el çektirildi. İkinci bedel, Ergenekon davasının hakim ve savcılarına teknede iftar yemeği verip samimi fotoğraflar çektirecek kadar pervasızlaşan Emniyet istihbaratçısına ödetildi. Ali Fuat Yılmazer de görevden alındı...

Yetti mi? Ergenekon davaları hukuki zemine oturdu mu? Kamuoyunun kafasında oluşan derin soru işaretleri giderildi mi? Bilmiyoruz...Tayyip Erdoğan da bilmiyor. "Seçim öncesi ne kadarını toparlasam kâr" diye düşünüyor. Çirkefi halının altına süpürürüyor...

3-Ellerinden "insan hakları ödülleri" alınan Ortadoğu diktatörleri hakkında Atlantik hegemonyası tarafından tasfiye kararı alınınca, Tayyip Bey şöyle bir sendeledi..."Madem bu adamları devirecektiniz, haber verseydiniz biraz mesafe korduk, ödül mödül almazdık" diye sitem etti içten içe. Tabii kimse planını yaparken "Tayyip Erdoğan'ı zor duruma sokar mıyız" diye düşünecek değil. Obama telefonda görev veriyor: "Sayın Eşbaşkan, şimdi telefonu açıp Hüsnü Mübarek'e diyorsunuz ki 'Hüsnü direnme' diyorsunuz. Böyle yapınca ne oluyor? Hem Hüsnü bizim mesajımızı almış oluyor, hem de sen İslam aleminde bir yıldız gibi parlıyorsun..Bu telefondan sonra şöyle bir Lübnan'a uğra; orada sana güzel bir şov hazırladık. Sokaklarda çiçeklerle, sevgi gösterileriyle filan karşılanacaksın; gazeteler 'Arap kamuoyundan Erdoğan'a büyük destek' diye manşet atacak. Hadi bakiim..."

Tabii bizimki Hüsnü'yü bir kalemde harcadı... Allah'tan diğer Arap liderlerine nazaran fotoğraflara yansımış fazla bir samimiyet yoktu Hüsnü ile. Allah yardım etmişti de Hüsnü'den "yolsuzlukla mücadele ödülü" filan alınmamıştı. O yüzden Meclis kürsüsünden kükreyerek konuştu Eşbaşkan, "Direnme Hüsnü, halkına zalimlik etme!" Bunu söylerken AKP polisi öğrencileri dayaktan geçiriyor, ağzını açan Silivri'ye gönderiliyordu o başka...

"İnşallah sıra daha samimi olduklarımıza gelmez" diye dualar edildi ama Cenab-ı Allah Tayyip Bey'i bu kez duymadı. Sıra Kaddafi'ye geldi. Tayyip Bey'in "NATO'nun ne işi var Libya'da" diye rest çekmesinden üç hafta sonra NATO Kaddafi'nin tepesine bomba yağdırmaya başladı. Bizimki ne yaptı? Hemen İzmir'i NATO'nun emrine tahsis etti! Şimdi İzmir'den kalkan uçaklar Kaddafi'yi bombalıyor. Bingazi'de "Kahrolsun Tayyip" diye gösteriler yapıldı...

"Stratejik derinlik" bu! "Komşularla sıfır sorun"...

Daha beteri var...Sıra yatta tatil yaptırdığı, birlikte alışveriş merkezi açtığı aile dostu Beşar Esad'a geldi".. Onu satarken hafif zorlandı Tayyip Bey, şöyle derin bir soluk aldı..Öyle Meclis kürsüsüne çıkıp "Direnme Beşar, halkına zulmetme!" diye kükreyemedi bir anda. Obama'dan 'taktik' için zaman istedi. Kolay değil, Esad'ı bunca zaman "Ben seni ABD'nin şerrinden korurum. Bana güven, gerisini merak etme sen" diye oyalamış, birlikte büyük işler, yatırımlar yapılmıştı. Hanımlar, aynı mücevherciye sipariş verecek kadar yakınlaşmışlardı...

Alelacele MİT Müsteşarı'nı gönderdi Suriye'ye. Ardından Dışişleri Bakanı'nı..Esad'da Tayyip Bey'e inanacak hâl kaldıysa eğer, Türkiye olarak kendisine taktikler vermekteyiz bugünlerde...Kaddafi gibi tepesine bomba yağmasın istiyorsa neler yapması gerektiğini anlatmaktayız..

Tabii yandaş basın bütün bu gelişmeleri her ne kadar "Tayyip Erdoğan'ın ortadoğuda etkisi yükseliyor" diye pazarlasa da seçim ağzı iyi olmadı konu komşunun bombalanması. Ahali, 8 yıldır "diplomasi başarısı" diye kakalanan politikaların doğruluğundan şüpheye düştü...

4)-Bütün bunlar yetmezmiş gibi YGS'de şifre skandalı patlak verdi ki belki de AKP'nin oylarını olumsuz etkileyebilecek en kritik gelişme buydu. Devletin bütün kurumlarının bu şekilde hoyratça ele geçirilmesi, en güvenilen sistemlerin darmadağın edilmesi, nesillerin geleceği ile yandaşlık adına vicdansızca oynanması, AKP'ye oy veren insanları bile endişeye sevk etti. KPSS'deki cevap anahtarı, YGS'deki şifre, AKP'ye oy veren milyonlarca vatandaşın çocuğuna da verilemeyeceğine göre birileri kendilerine ekstra haklar ve ayrıcalıklar tesis etmiş demekti. Ben sana oy vereceğim, sen benden aldığın oyla devletin bütün kurumlarını tarûmar edip kendi yakınlarına avantaj sağlayacaksın. Benim çocuğum sınava kendi emeğiyle girerken, senin çocuğun elinde cevap anahtarıyla girecek...

Bıyığının şeklinden, kaşlarının darmadağınlığına kadar yüzündeki her ifadeyle "Ben cemaat müridiyim" diyen tuhaf bir adamı ÖSYM'nin başına getireceksin; çıkıp saçma sapan açıklamalar yapacak. Daha ilk cümlesinde Cumhurbaşkanı'ndan Başbakan'ına, Taraf'ından Zaman'ına geniş bir koro "Biz iknâ olduk" diye yaygarayı basacak..Vicdanlar zorbalıkla susturulmaya çalışılacak, soruşturma başlatan savcının eli kolu baştan bağlanacak...

5)Ergenekon cephesinde beliren çatlakları; Emniyet, İstihbarat ve yargı içinde kaynayan kazanları, Cemaat'in seçim öncesi AKP'yi tamamen ele geçirme planlarını, aday listeleri etrafında dönen kavgaları, listeler açıklandığında kopacak kıyameti, vatandaşın giderek yoksullaşmasını, adam kayırmacılığın giderek daha geniş kesimleri dışarıda bırakmaya başlamasını, avanta pastasının küçüldükçe küçülmesini yazmıyoruz bile...

İşte bütün bunlar, seçime 2 ay kala Tayyip Bey'i derin derin düşündürüyordu ki imdada Genelkurmay yetişti!

"Balyoz tutuklulukarını anlamakta güçlük çekiyoruz" diye bir açıklama yaparak Taraf gazetesine "Nisan muhtıraları başladı" şeklinde manşet atma fırsatını verdiler.

Nerede susulması, nerede konuşulması gerektiğini bir türlü ayarlayamayan paşalar yine yaptı yapacağını...

Balyoz tutukluluklarını anlamakta güçlük çekiyorlarmış! Albay Atilla Uğur tutuklanırken, teğmenler tutuklanırken, güneydoğu gazileri intihar ederken, seferberlik dairesinde "fuhuş belgeleri" aranırken anlamakta zorluk çekmiyordunuz da Balyoz tutukluluklarına itirazlar reddedilince niye anlamakta güçlük çekiyorsunuz?

Avukatların itiraz dilekçelerini ve mahkemelerin verdiği ret kararlarını "belge" diye Genelkurmay açıklamasına eklemişler bir de..

Seninle âlâkası nedir o "belgelerin"? Hukuk bürosu musun? Baro musun? Meslek örgütü müsün?

Bu belgelere kamuoyunun dikkati çekilecekse bunu savunma avukatları yapar, yapıyorlar da zaten, sana ne oluyor?

Ne olduğunu biz söyleyelim:

Zekeriye Öz'ün giderayak yaptığı "Bu işleri askerlerle birlikte yaptık" açıklamasına cevap veriyorlar güya. Ergenekon sürecinde kendi personelinin ve TSK tabanının güvenini iyiden iyiye kaybetmiş olan Genelkurmay, savcının açıklamasıyla daha da büyüyecek olan tahribatı engellemeye, ön almaya, paçayı sıyırmaya çalışıyor.

Bunu yaparken de YGS'de şifre skandalı gibi AKP'yi halkın vicdanında köşeye sıkıştıran bir olayın gündemden düşmesine ne değerli bir katkı verdiklerini düşünmüyorlar bile...

Yine ekmeğe yağ sürüyorlar, yine değirmene su taşıyorlar...

Peki doğru mu Zekeriya Öz'ün söyledikleri?

Maalesef doğru...

Bu açıklama, Taraf'ın hemen üstüne atladığı gibi 27 Nisan 2007 bildirisinin yarattığı etkiyie yaratır mı? Bizce yaratmaz, o zaman konjonktür farklıydı...ama olsun AKP'yi zora sokan gelişmeler ne kadar unutturulursa kârdır..

Sayın Paşalar,

Allah aşkına susun...

Tutuklu subayları da savunmayın, Ergenekon davalarına bu saatten sonra hiç karışmayın...

Sizin her açıklamanızdan sonra askeriyle siviliyle bizler perişan oluyoruz; siz Audi'nizi alıp yazlığınıza çekiliyorsunuz. ,

Olmuyor böyle..

Yapmayın.



Sedat Laçiner/ Star
Ordu ikinci bir polis olmamalı
26 Temmuz 2011



Askeri darbeler TSK’nın askeri kabiliyetlerine çok büyük darbeler vurdu. Ordu, asıl mesleğini yapmaktan ziyade siyasete daldı. Oysa ki Osmanlı’nın yıkılışında gördüğümüz gibi, siyasete girmiş bir ordu dünyanın en zayıf ordusudur. En kötüsü darbeci generaller sadece TSK’nın askeri ilgi ve becerisini zayıflatmakla kalmadılar, aynı zamanda jandarma, polis ve MİT’in gelişimine de büyük zarar verdiler.

Jandarma ve Ordu

27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra Ordu, diğer silahlı kurumlar olan jandarma, polis ve MİT’i adeta yedeğine aldı. Böylece özünde ‘kırsal alan polisi’ olması gereken jandarma bir türlü esas işine dönemedi ve ne olduğu tam olarak anlaşılamayan, asker ile polis arasında, ancak ikisi de olamayan bir kurum haline geldi. Kâğıt üzerinde İçişleri Bakanı’na bağlı olan jandarma, fiiliyatta Genelkurmay’a bağlı çalıştı, yani asker kaldı. Fakat jandarma, Ordu içinde de ikinci sınıf muamelesi gördü. Öylesine ikinci sınıf kaldı ki kendi komutanını bile kendisinin çıkarmasına izin verilmedi. Bildiğiniz gibi Jandarma Genel Komutanları her zaman Kara Kuvvetleri’nden gelen bir generaldir. Aynı şekilde her kuvvet komutanlığının bir harp okulu olmasına rağmen Jandarma’nın böyle bir okulu bile yoktur. Örnekleri uzatabiliriz, fakat gerek yok. Çünkü jandarmanın TSK içindeki konumunu en iyi jandarma olanlar bilir. Gelişmesine izin verilmeyen jandarma buna karşın askeri darbelerde çok etkili bir araç olarak kullanılmıştır. TSK’nın sanki polismiş gibi iç güvenlikte her türlü faaliyete girmesi jandarma sayesinde mümkün olabilmiştir. Böylece Ordu en ufak ilçelere kadar ev ev istihbarat faaliyetinde bulunabilmiştir.

Polis ve Ordu

Aynı şekilde polis de askerin ülkeyi yönetme sevdasının kurbanı bir diğer kurumdur. Darbeci generallerin gözünde polis ‘bekçi Murtaza’ rolünün ötesine geçememiştir. Aynı zamanda silah kullanma yetkileri olması nedeniyle Ordu’nun polise bakışında ‘ikinci bir orduya dönüşebilir’ endişesi her zaman olmuştur. Bu nedenle Emniyet Genel Müdürü’nün kim olacağı TSK için 27 Mayıs’tan bu yana hep önemli olmuştur. Bu bağlamda pek çok Emniyet Genel Müdürü’nün sözde sivil dönemlerde bile İçişleri Bakanı’ndan çok Genelkurmay’dan korktuğu, hatta ondan emir aldığı da bilinen bir gerçektir.

Polisin gelişimi açısından en önemli kırılma noktası Özal’ın gelişidir. Demokrasinin ve iç güvenliğin güçlü bir polis teşkilatı gerektirdiğinin bilincinde olan Özal’ın hayalinde tamamen sivilleşmiş bir jandarma ile güçlü bir polis teşkilatı vardı. Bu bağlamda ilk olarak polisin araçları ve silahları modernleştirildi. Daha önemlisi polisin eğitimine büyük önem verildi. O günden bugüne binlerce polis yurt dışına gönderildi, yurt içinde de Polis Koleji ve Akademisi’nin eğitim kalitesi arttırıldı. Belki Özal daha fazlasını da yapabilirdi, fakat polisin içindeki ‘darbeci polisler’ daha fazlasına izin vermediler. Çiller döneminde terörle mücadele adına polise bazı ağır silahlar ve terör bölgesinde yeni görevler verilmişse de 28 Şubatçıların ilk işi “ikinci ordu oluyorlar” diyerek polisin elinden teröre karşı kullanılan silahları toplamak oldu. Aynı bağlamda teröristle mücadelede büyük katkıları olan Polis Özel Harekât da fiilen dağıtıldı.

Her türlü olumsuz tavıra rağmen Özal’ın attığı tohumlar çok güçlüydü ve son dönemde kendisini en iyi yenileyen kurum polis oldu. Amerika ve Avrupa’dan dönen gençler önemli olanın silah değil mentalite yenilenmesi olduğunu kanıtladılar. Bugün darbeci zihinler polisin yeni roller almasından, özellikle teröristle mücadelede güçlenmesinden çekiniyorlar. Doğrudur, polis ikinci bir Ordu olmamalıdır. Fakat Ordu da ikinci bir polis olma özelliğini terk etmelidir. Kim ki bir diğerinin mesleğine soyunur, o zaman asli işini bile yapamaz.

"Mail yazmaktan bıktım. Bazı ifadelere ben bile gülüyorum"

Sivil memurun andıç isyanı: İşi gücü bıraktık, sahte mektup yazıyoruz
12 Ağustos 2011

Genelkurmay'da hazırlandığı iddia edilen 'kara propaganda' siteleriyle ilgili internet andıcı iddianamesinin ek klasörlerinden cok çarpıcı bir belge çıktı. Genelkurmay Bilgi Destek Dairesi'nde görev yapan Hacettepe Üniversitesi mezunu sivil menur Mehmet Bülent Sarıkahya'nın üstlerine hitaben yazdığı şikâyet ve istifa dilekçesi, 'psikolojik harekât'ı bütün ayrıntılarıyla deşifre ediyor. Sarıkahya'nın bilgisayarında ele gecirilen 2003 tarihli dilekçe, gazetecilere kara propaganda içerikli e-maillerin gönderilmesi ve kamuoyu oluşturulması için Genelkurmay'da calışan görevlilerin nasıl kullanıldığını da gözler önüne seriyor. 'Sayın Şube Müdürüm' diye başlayan mektupta Sarıkahya, verilen göreve tepki gösterirken özetle sunları söylüyor: "Eskiden asker kokuyor' diye düzelttiğim çoğu mektubu artık düzeltemiyorum bile. Kendimizi gazetecilerin yerine koyalım. 10 kişi dönüp dolaşıp hep benzer tarzda mail atsa bunlar organize mi?' diye düşünürüz."

Zaman gazetesinden Serkan Sağlam'ın haberine göre, Genelkurmay Bilgi Destek Dairesi'nde görev yapan sivil memur Mehmet Bülent Sarıkahya'nın üstlerine hitaben yazdığı şikâyet ve istifa dilekçesi, AK Partiye yönelik 'kara propaganda ve psikolojik harekât'ı bütün ayrıntılarıyla deşifre ediyor. Sarıkahya, 2001 yılından itibaren 'kaos planının altında imzası bulunan Dursun Çiçek'in müdürü olduğu Bilgi Destek Daire Başkanlığında görev yaptıgını anlatıyor. "Sayın Şube Müdürüm" başlıklı şikâyet mektubu, Sürekli değişen gündemlerle ilgili mektuplar yazdığım malumunuz." ifadeleriyle başlıyor. İşte o mektuptan çarpıcı bölümler: "Bildiğiniz üzere bu göreve bilgisayar programcısı olarak başladım. Yardımcı olmak amacıyla hazırladığım birkaç mail maalesef bana görev olarak geri dönmüştü. Geriye dönüp baktığımda artık bir bilgisayar programcısı değildim ne yazık ki. Daha önce pasif olarak yaptığım POSTACILIK mesleğini yaklaşık 6 aydır aktif hale getirmiştik." Mehmet Bülent Sarıkahya, mektubun ilerleyen bölümlerinde yapılan psikolojik harekâtın geri teptigini anlatıyor. Şu ifadeleri kullanıyor: Ben mektup yazmaktan bıktım, bunaldım ve patlamak üzereyim. Mektup yazan kişi olarak böyle düşünürken gazetecilerin bizi kaale almamalanna şaşmamak gerek. Artık mektupta kullanmak amacıyla söylediğiniz kelimelere, ifadelere bile gülmeye başladım."

AYLARDIR SADECE MEKTUP YAZIYORUM

Sivil memur, mektubunda yaşadıgı vicdan azabını da aktarıyor. Aldığı kurslara değiniyor, kendisine yapılan binlerce dolar yatırıma yandığmı anlatıyor. Sarıkahya, "Çünkü aylardır sadece mektup yazıp diğer proje subaylarımızın yazdığı mektupları alıp göndermekten artık körelmek üzereyim." diyor. Mektubunda 'empati yapılmamasından da yakınıyor: "Her gazetecinin duygu ve düşüncesi farklı olabilir. Kendimizi onun yerine koyarsak ve her gün maillere baksak, 'bana 10 kişi dönüp dolaşıp hep benzer tarzda mail gönderiyor. Acaba bunlar organize mi?' diye düşünebilir. (...) Gönderîlen maîllerî halk dîlinde yazdığımızı düşünüyoruz. Ama bütün maîller mükemmel, imla hatası sıfır, bütün yanlışlıkları düzeltilerek gönderiliyor. Bu da karşı tarafta bir kuşku yaratabilir." Sivil memur Mehmet Bülent Sarıkahya, söz konusu mektupları gazetecilere postalamak için gittiği internet kafelerden de yakınıyor. İnternet kafelerin dumanaltı olduğunu, sigara içilmesi sebebiyle saglıgının bozuldugunu belirtiyor: "Hayatında hiç sigara içmemiş birisi için bunun ne tür bir işkence olduğunu anlatmak çok zor." 2008 tarihli istifa.doc başlıklı belgede ise Sarıkahya göreviyle bağdaşmayacak her türlü idari işlerle ilgili faalîyetlerde görev almak istemediğini belirtmesine ragmen bu konuda hiçbir şey yapılmadığından yakınıyor. Ruh sağlığının bozulduğunu, görevinden istifa etmek istediğini belirtiyor. Sarıkahya, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin haklarında yakalama kararı verdiği 14 kişiden birisi. Henüz teslim olmadı.
Habertürk

Anahtar Kelimeler
zaman gazetesi, internet andıcı

Andıç'ta Hedefteki İsim: İlker Başbuğ
18 Ağustos 2011

'İnternet Andıcı' davası kapsamında haklarında yakalama kararı bulunan Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu, Tümgeneral Hıfzı Çubuklu ve Albay Hulusi Gülbahar tutuklandı.

Çubuklu ve Otuzbiroğlu, isim vermeden dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ ile İkinci Başkan Hasan Iğsız'ın belgeden sorumlu olduğunu ileri sürdü.

'İnternet Andıcı' davasında haklarında yakalama emri çıkarılan komutanlardan Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu, Tümgeneral Hıfzı Çubuklu ve Albay Hulusi Gülbahar dün tutuklandı.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde hakim karşısına çıkan Otuzbiroğlu, Çubuklu ve Gülbahar savunmalarının ardından tutuklanarak cezaevine gönderildi. Böylece AK Parti hükümeti hakkında kara propaganda yapmak amacıyla Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulan internet siteleriyle ilgili dava kapsamında haklarında yakalama kararı çıkarılan 14 sanıktan 6'sı tutuklanmış oldu.

BAŞBUĞ'U ADRES GÖSTERDİ

İnternet andıcında Genelkurmay Adli Müşaviri olarak ıslak imzası bulunan Tümgeneral Hıfzı Çubuklu, hakkındaki suçlamaları kabul etmesinin mümkün olmadığını belirtti.

Çubuklu, karargah çalışmalarıyla ilgili önlerine gelen her belgeye hukuka uygunluk denetimi yaptıklarını belirterek 2009'da hazırlanan andıcın da yasaya uygun olup olmadığına baktığını söyledi.

Çubuklu, savunmasında dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve 2. Başkan Iğsız'ı adres göstererek, 'İmzaladığım bir evrak, komuta kademesinin, İkinci Başkan veya Genelkurmay Başkanının onayıyla yürürlüğe girer. Bizdeki işlem sadece hazırlıktır. Parafladığım andıçta hukuka aykırı bir şey yok. Bu andıç, 5651 sayılı yasaya göre hazırlanmış gerçek bir evraktır. Benim parafımdan sonraki işlem, belgeyi hazırlayan başkanlığa aittir. Bu da komuta katının imzasından sonra olur.'

OTUZBİROĞLU DA ÜST'Ü İŞARET ETTİ

Dönemin Muhabere Elektronik Bilgi Sistemleri (MEBS) Başkanı Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu ise andıçın kendisine sadece koordine amaçlı bilgi olarak gönderildiğini ifade etti. Andıçtan bu şekilde haberdar olduğunu belirten Otuzbiroğlu, "Andıcın hazırlanmasında görev almak koordinenin üzerindeki makamlara aittir. Dolayısıyla andıcın hazırlanmasında sorumlu bir görev almadım" diyerek Çubuklu gibi üst kademe komutanlara işaret etti.

BİLGİSAYAR SİLME RUTİN İŞLEM

'Bilgisayarların silinmesi, rutin bir işlemdir. Rutin işleri, önümdeki subaylar yetki sorumluluklarına göre yaparlar. Yetki sorumlulukları da yönergelerle bellidir. O kadar işin içinde bilgisayarların silinmesiyle uğraşmam söz konusu değil. Bakanlık seviyesindeki birinin önüne bilgisayar silme işi mi gelir? Bana da gelmez, onun için de haberim yok' ifadesini kullanan Otuzbiroğlu, bilgisayarların silinmesine ilişkin suçlamaları kabul etmediğini, bu suçlamanın hiçbir gerçeğe ve delile dayanmadığını savundu.

Savcılık makamınca tamamen yanlış algılamaktan kaynaklanan bir değerlendirmenin söz konusu olduğunu ve andıcın hazırlanmasında görev almadığını aktaran Otuzbiroğlu, 'Bu görev, karargah başkanına aittir. Koordine olarak paraf atmak, 'hazırlanmasında görev aldım' anlamına gelmez. İnternet siteleri MEBS Başkanlığının görev alanında değildir. Hatta Genelkurmay Başkanlığının resmi internet sitesi olan 'tsk.net' bile MEBS Başkanlığınca işletilmemektedir. Bu koordine, Genelkurmay Başkanlığı karargahı yönetimi açısından kaçınılmaz, rutin, usule uygun bir faaliyettir' dedi.

ZATEN TUTUKLU SAVUNMASI

Duruşmada söz alan Otuzbiroğlu'nun avukatı Metin Arslan da müvekkili hakkında CMK'nın 98/3. maddesi gereğince yakalama emri çıkartıldığını hatırlatarak, 'Bu madde ile düzenlenen yakalama emri, yargılama aşamasında kaçak konumunda olan sanıklar için çıkartılır. Müvekkilim, Balyoz davası kapsamında zaten tutukludur. Bu nedenle kaçması söz konusu değildir.

Yakalama emrinin kaldırılmasını talep ediyoruz' dedi.

Müvekkili Otuzbiroğlu'nun ifadesini o tarihte özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili olan Turan Çolakkadı ve özel yetkili savcı Zekeriya Öz'ün birlikte aldığını kaydeden Arslan, 'Turan bey o zaman müvekkilime, 'Bu adliyede teknik servis gelse bütün bilgisayarları silse benim de haberim olmaz, haklısınız' demişti' diye konuştu.

Taşdeler de bekleniyor

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 22 sanıklı davada YAŞ kararıyla Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı'na atanan Orgeneral Hüseyin Nusret Taşdeler, eski 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Hasan Iğsız, Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu, korgeneraller Mehmet Eröz, İsmail Hakkı Pekin, tümgeneraller Hıfzı Çubuklu, Mustafa Bakıcı, Tuğamiral Alaettin Sevim, Albay Sedat Özüer, emekli albaylar Fuat Selvi ve Hulusi Gülbahar ile Cemal Gökçeoğlu, Mehmet Bülent Sarıkahya ve Ziya İlker Göktaş hakkında yakalama emri çıkartmıştı. Bu kişilerden teslim olan emekli Orgeneral Iğsız, Albay Selvi ile emekli Albay Gökçeoğlu tutuklanarak daha önce cezaevine konulmuştu. Orgeneral Nusret Taşdeler ile korgeneraller İsmail Hakkı Pekin ve Mehmet Eröz'ün de bulunduğu 8 sanık ise henüz teslim olmadı.

Yeni Şafak

ABD'nin Aşil topuğu...
Selçuk Salih Caydi
2.8.12

Tek süper güç ABD, Doğuk Savaş'ın ardından Dovyetler Birliği ve Sosyalist Blok'un çökmesine rağmen, ordusuna yaptığı yatırımı azaltmayıp artırdı. Amerikan Ordusunun bütçesi, yaklaşık 700 milyar Dolar. Amerikanın en büyük rakibi Çin'in Halk Kurtuluş Ordusunun bütçesi ise sadece 78 milyar Dolar. Amerikan Ordusunun bütçesi, endüstrileşmiş tüm büyük devletlerin ordu bütçelerinin toplamına yakın. ABD neyi korumak için bu kadar büyük, bu kadar pahalı bir ordu besliyor?
Bu sorunun kuşkusuz birçok yanıtı var. Ama şimdiye dek pek üzerinde durulmayan yanıtların başında da, 'Dünya para sistemi' var. Kapitalist değer sisteminin, en belirgin ifade biçimi 'Para' olduğuna göre; sistemin bir numaralı merkez ulusdevleti ABD'nin askeri gücü ile Dolar merkezli para sistemi arasında hayatî bir bağ olmalı.
Kapitalizme özgü değer ve para sistemi, (15’inci yüzyıldan itibaren yaygınlaşan altın/gümüş para kullanımı sürecinde) 17'inci yüzyılda ortaya çıkmıştır. (Bkz. David Graeber “Debts” 2011). Kağıt para, Çin'de çok daha eski bir tarihe sahip olmasına rağmen Avrupa’da (ve daha sonra Osmanlı coğrafyasında) 18'inci yüzyıldan itibaren, devletin bir tür borç senedi olarak kullanılmaya başlanıp yaygınlaşmıştır. Devletlerin savaşları daha kolay finanse etmelerine yardımcı olan kağıt para sistemi (ve ona bağlı kredi/borç sistemi), paranın altına endekslenmesi ilkesine beşyüz yıl sadık kalmıştır.
Beşyüz yıllık altın endeksi devrine -ki bu dönemin sadece bir kısmı kapitalist döneme tekabül eder- 31 Aralık 1968'de Vietcong gerillaları son noktayı koymuştur. Güney Vietnam'da Saigon’u kısmen ele geçiren Vietcong'un Zaferi, ABD'nin II. Dünya Savaşı'ndan sonrasındaki ilk açık yenilgisiydi ve Richard Nixon'ın buna tepkisi, tarihin en ağır bombardımanı emrini vermesi oldu. Amerikan uçakları Vietnam’a, sadece iki yıl içinde dört milyon ton bomba attı. Nixon, savaş giderlerinin ülkenin altın rezervlerini fena halde aşındırdığını farkedip, Amerikan Doları'nın altın endeksine bağını 15 Ağustos 1971'de kopardı. O gün dünyada, serbest kur uygulaması başlamıştır. Bunun ilk sonucu, büyük bir enflasyon oldu. Yeni durumun avantajları da vardı tabii. Bu sayede, bir özel bankalar konsorsiyumu olan Amerikan Merkez bankası FED, canı istediği zaman para basabilecek hale geldi. Şapkadan tavşan çıkarmaya benzeyen bu garip durumi dünyada bir ilkti ve dünyada kabul görmesinin tek bir nedeni vardı, o da “Güçlü Amerika tablosu”ydu. Ve bu gücün en somut ifadesi, II. Dünya Savaşında Japonya'ya iki atom bombası atmaktan çekinmemiş "muzaffer" Amerikan Ordusuydu. Aynı dönemde, Ho Chi Minh'e selam gönderirken doğan 68’li hareketin hiç ilgisini çekmese de, beşyüz yıllık altın endeksi gitmiş, yerine Amerika’ya ve ordusuna güven endeksi gelmişti. Bu benzersiz durum, şimdi aklın sınırlarını zorlar bir krizle sürdürülemez hale gelmiştir. Çünkü, maddi karşılığı olmayan trilyonlarca Dolarlık paranın döndüğü sistem (yani borç senedinin döndüğü sistem), gelecekte trilyonlarca Dolarlık kapitalist katma değer üretileceğini varsaymaktadır –ki buna kesinlikle imkan yoktur. “Kapitalist toplumun bugünkü zenginliği, olmayan bir geleceğe dayanmaktadır.” (Ernst Lohoff, Norbert Trenkle “Die grosse Entwertung” 2012)

1971 sonrasının muazzam bir enflasyon döneminde, birçok ülke gibi Türkiye de Amerika'yı taklit edip gazete basar gibi para basmıştır. Dolar merkezli para sistemini o zaman sorgusuz/sualsiz kabul edip destekleyen endüstrileşmiş ülkelerin hepsi, (Almanya'dan Japonya'ya ve oradan Kore'ye kadar), II. Dünya Savaşı ve sonrasında Amerikan Ordusu tarafından işgal edilmiş ülkelerdi. Dolara sadık bu ülkelere daha sonra, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi gönüllü Amerikan uyduları da katıldı. Dolara güvenin, Ordunun gücü ile korunup garanti altına alınması, daha sonra bir model haline geldi. 2000 yılından itibaren petrolünü Dolar değil Euro ile satan Saddam Hüseyin’in Irak'ına karşı da aynı modelin yeni versiyonu uygulandı. İran, aynı nedenle hedef tahtasındaki yerini “koruyor” görünüyor.
Dolar bazlı dünya para sisteminde ABD'ye birşey satıp Dolar alan ülke, enflasyon nedeniyle aynı Doları, en çok kazanma umudu olan Amerikan tahvillerine yatırmayı tercih ediyordu. Eşyanın doğasıyla ilgili bir durumdu. Sanal ulusal para ulusal kaynağına geri dönüyor, borç sürekli yeni borçlarla yeniden yapılandırılıyor ve Amerika borçlarını asla ödemiyordu (Ama IMF üzerinden, ülkelerin borçlerını ödemesini sağlıyordu) Borçlarını ödemeyen, ama mal/hizmet ithal eden ABD, bir nevî bedavadan yaşıyor, ordusunu dünyanın her yerine müdahale edebilecek şekilde örgütleyebiliyor, aynı anda birden fazla savaşa girebiliyordu. ABD’nin pahalı ordusu olmasa, nisbeten borçsuz bir ülke bile olabilirdi, ama Dolar bazlı para sistemini koruyabilmek için güçlü olmaya, göç göeterisinde bulunmaya, mecburdu.
İlk kez 1960’lı yılların sonunda Amerika’da ortaya çıkan “kredi kartıyla borca yaşamak” anlayışı, ancak 1990'lı yıllarda yaygınlaştı ve bu yıllar, tarihte faizlerin neredeyse tamamen serbest bırakıldığı dönem oldu. İnsanlık tarihinde “Kötülük” ile en çok özdeşleştirilen meslek “tefecilik” (Graeber age.) ile kredi kartı faizleri yarışır hale geldi. Tefecilik adeta legalleşmenin eşiğine geldi. Borca yaşam, ABD için -asla ödeyemeyeceği- absürd seviyeleri görmüş bulunuyor.
Bu aşamada Çin, ABD’deki en büyük yatırımcı haline gelip, Amerikan Dolarının garantörü Amerikan Ordusunun en önemli finansörü haline geldi. Çin'in bunu neden yaptığı konusunda birçok spekülasyon mevcuttur. Benzeri bir uzun stratejiyi Çin, Hunlara karşı uygulayıp, hırçın göçebe savaşçısını yumuşatarak asimile etmiştir. Çin, Amerikan devlet tahvillerine büyük yatırımlar yapmaya devam ederse, bu durumun devamında ne olabileceğine bakıp bir tahminde bulunmak mümkün. ABD Çin’e bu ölçüde borçlanmaya devam ederse, günün birinde Çin'in sömürgesi olabilir. İşte bunun olmaması, tek bir şarta bağlıdır: Borçların silinmesine...
Tarihte borçlar, her zaman savaşla, (savaş sonrası yapılan anlaşmalarla) silinmiştir. Endüstriyel Amerikan Ordusu o kadar büyük, o kadar sofistike ve o kadar çok yönlü bir para bağımlısıdır ki, maaşını aldığı Çin'e karşı savaşması -bir yerden sonra- hiç de kolay olmasa gerektir. Amerikan Ordusu, bütün dünyada operatif güç halinde kalabilmek için her yıl en az yüzlerce milyar Dolar bulmak zorunda. Ama bu paranın şakır şakır basılıp askerlere dağıtılması yetmez. –O, işin en kolay tarafıdır. Zor olan kısmı, keyfe uygun basılan Dolarların, Amerika kadar, dünyanın heryerinde de paradan sayılmasıdır. Aslında reel değeri olmayan bu yeşil kağıtların Çin'de ve başka ülkelerde de para niyetine kabul edilmesi gerekir. Ancak o zaman ABD, birçok konuda imtiyazlı bir ülke olarak borçlarını döndürebilir ve halkına belli bir yüksek refah seviyesi sunabilir. İşte bunu kabul ettirmek, artık eskisi kadar kolay değildir. Dolar, her para birimi gibi, aynı zamanda Doları kullananların karşılıklı güven mutabakatı olmak zorundadır, bu şartlar altında işler. Doların, reel deerlerden tamamen koparak sanal bir değer haline geldiği (ve nasıl işlediği) artık çok daha iyi biliniyor. Finans dünyasına hakim olan o sofistike bilinmezlik, aslında bu absürdlükleri örtmek için düşünülmüş olmasına rağmen, artık mızrak çuvala sığmıyor.
Dolar sisteminin (Yuro gibi) taklitlerinin ortaya çıkması, Doların ABD hesabına nasıl işlediğinin artık iyice anlaşıldığını gösterir. ABD'nin bütün dünyaya vergi koymasına benzer bir şekilde işleyen Dolar bazlı para sisteminin yerini başka bir para biriminin/birimlerinin alması, Dolar sistemi sayesinde yaşayan ABD’nin sonu olabilir. Fakat ABD, dünyanın Dolar sisteminde kalması için Amerikan Ordusunu kullanmaya devam etmek istemekle birlikte, oyun alanı giderek daralmaktadır. Amerikan Doları'nın bir numaralı para birimi olduğu bir global para sisteminin iyi işleyebilmesi için, her ülkenin Amerikan dostu bir rejime/Hükümete “kavuşması” en ideal durumdur tabii! Günümüzde ABD'nin borçları o kadar yüksek, kapitalist para sistemi o kadar bozuktur ki, 2008 krizinden sonra sistemi yeniden krizsiz işletebilmek için savaşlar da yeterli olmayacaktır. Çünkü sorun, sadece 'Para Sistemi Dorunu' değil, bir bütün olarak kapitalist sistemin sorunudur. Reel Kapitalizmin para sisteminden önce, çalışma sistemi iflas etti. Bugün dünyanın her hangi bir yerinde sokakta insanlara, ülkelerindeki baş sorunun ne olduğunu sorsanız, "İşsizlik" diyeceklerdir. Kalıcı işsizlik ve iş alanlarının bütün bütün ortadan kalkması, geri dönüşsüz bir durumdur. “Üretimi artıralım” şeklindeki klasik klişe ile geleceğe umutla bakmak kesinlikle mümkün değildir. Kim niçin üretecek, ürettiklerini kime nasıl ve kaça satacak, karşıdakiler de bu kadar çok ve lüzumsuz ürünleri hangi parayla ve niye alacaklardır? Üretilen şeyler arttıkça, değerleri de düşmekte, dünya bir lüzumsuz modern üretim çöplüğüne dönüşmektedir. Paraya para kazandırmak için -sadece bu8 nedenle üretmek- kendi sınırlarına dayanmıştır. Karl Marx’ın deyimiyle “Kapitalist üretimin gerçek sınırı, kapitalin bizzat kendisidir.” (“Marx-Engels Werke” 1972. C.25, S.260)
ABD, sistemin son krizinin başladığı tarihten bu yana -dört yıldır, eskisi gibi her istediğini yapamıyor. Borçları mantık sınırlarını aştıkça, alacaklıları da bazı siyasî şartlar öne sürmeye, talepkar olmaya başladılar. Çin, ABD’yi, canı istedikçe para basmaması konusunda uyardı. Amerikan Ordusuna sınırsız kaynak aktarımı eskisi kadar kolay değil. Bu durum, etkisini hemen gösterdi. Yeni ve önemli bir durumdur. ABD, savaşlarını baska ordulara ihale etmeye yatkın bir görünüyor. Devasa Amerikan Ordusu'nu işler halde tutmak, giderek daha da zorlaşacaktır. Dolar sisteminin terk edilmesini, ABD'ye yeni şartlar dikte edilmesi izleyecektir. Gelişmeler, ABD'nin aleyhine işliyor ve bunun tersine döndürülmesi pek mümkün görünmüyor. Ama ABD yönetimi, Amerikan Ordusunun önemini herkesten iyi biliyor olmalı. ABD belli sınırlar dahilinde, savaşmaya devam edecek, gereğinde cebir ve şiddet kullanarak Doları ayakta tutmaya çalışacaktır. Amerika, merkezinde Amerikan Dolarının bulunduğu para sistemi için savaşıyor, ama kazanma ihtimali bulunmuyor. Zira Dolar bir yana, bugünkü para sistemin bile bir geleceği olamaz. ABD'nin aşil topuğu, Dolar. Bu nedenle, Dolara sadık, Doları militanca savunan ülkelere ihtiyacı var. Bu şartları yerine getirmeyenler kolayca "düşman" sayılabiliyor". ABD'nin 2008'de askeri doktrinini yenileyip, "çökmekte olan, halkının ihtiyaçlarını karşılayamayan devletler, ABD'nin ulusal güvenliğini birinci derecede tehdit etmektedir" mealindeki saptamalar da, Dolar konusundaki endişelerini göstermektedir. Böyle ülkelerde, (Somali ve Afganistan gibi yerlerde) ekonomi denen şey bile bulunmuyor artık. Sistem finali oynuyor. Dünya, altın endeksi devrinin ardından, Dolar bazlı para devrini ardında bırakmaya hazırlanıyor -hatta belki para çağını...
Ama bu başka bir hikaye.

http://konstantiniye.blogspot.com/2012/08/abdnin-asil-topugu.html#more

Wolfowitz'in Kıvrıkoğlu talimatı: Ortadan kaldırın
06.08.2012



Silah arkadaşlarının Hacı lakabını taktığı Kıvrıkoğlu için dönemin ABD Savunma Bakanı 'Ortadan' kaldırın talimatı vermiş
Bu iddiaların sahibi Takvim Gazetesi yazarı Ergün Diler.. Bugün kaleme aldığı 'Paşa'yı vur emri !' başlıklı yazısında, çok konuşulacak bir hikayeyi aktaran Diler 1 Mart Tezkeresi öncesinde yaşanan kritik görüşmeleri yazdı.

Wolfowitz, Kıvrıkoğlu'nun kendisini azarlamasını hiç unutamadı. Önce Süleymaniye'deki çuval olayını tezgahladı. Ardından Paşa için ölüm emri çıkarttı. Ancak metresinin düşük çenesini hesaba katmadı...

İşte Takvim Gazetesi Yazarı Ergün Diler'in yazısı

TEZKERENİN GEÇMESİ İÇİN BASKI YAP

Öyle konular vardır ki sadece bir kere yazabilirsiniz. Zamanın ruhuna uymayıp ertelediğinizde ya da öne aldığınızda yazdığınızın bir anlamı olmaz. Ama doğru zamanda kaleme alındığında da TSUNAMİ etkisi gösterir. Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök, Ergenekon mahkemesine gidip ifade verinceye kadar birazdan yazacaklarımı paylaşmayı düşünmüyordum. Ancak Paşa salonda "ABD, Wolfowitz aracılığı ile bana 'Tezkerenin geçmesi için baskı yap' dedi. Ancak ben dinlemedim" diye konuşunca daha fazla bekleyemezdim. İşte size sadece filmlerde görebileceğimiz müthiş bir hikaye...

Filmden tek farkı, buradaki her şey gerçek! Okuyun siz karar verin... Tarih 16 Temmuz 2002... Türkiye'yi ziyareti daha önce üç kez ertelenen ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, resmi temaslarda bulunmak üzere gece geç saatlerde Ankara'ya indi.

KIVRIKOĞLU KENDİSİNİ KABUL ETMİYORDU

Dönemin Cumhurbaşkanı A.Necdet Sezer, Başbakan'ı Ecevit, Genelkurmay Başkanı ise Hüseyin Kıvrıkoğlu'ydu. Gezi basında günler öncesinden köpürtüldü. Ziyaretin hayati önem taşıdığı sayfa sayfa anlatıldı. Uçaktan inen Wolfowitz'in canı sıkkındı. Görüşmek istediği tüm isimlerden randevu almış ancak biri kendisini kabul etmemişti. Kara Kuvvetleri Komutanıyken Kıbrıs'taki çadırda suikasttan kurtulan Kıvrıkoğlu bir türlü kendisini kabul etmiyordu. ABD Büyükelçiliği ve diğer makamlar araya girdiyse de Paşa, "Nuh" diyor, "Peygamber" demiyordu!

Çıkış yolu bulamayan Washington devreye girip Başbakan Ecevit'ten "aracı olmasını" rica etti. Kıvrıkoğlu Paşa, Ecevit'e de kibarca "Hayır" diyerek görüşmeye yanaşmadı. Kriz giderek büyüyünce rahmetli Ecevit tekrar telefona sarılarak "En azından iki-üç dakika görüşün bari" teklifini iletti. Paşa hiç de istemeyerek "Peki" cevabını verdi.

HACI LAKAPLI PAŞA'NIN SERT ÇIKIŞI

Randevu baskıyla alınmıştı. Paşa sinir küpüydü. Görüşme başlamış ama suratlar asıktı. Birkaç dakika içinde elektriklenme tüm odaya yayıldı. ABD'li konuk Irak işgalini masaya getirmişti. Peşpeşe akıl almaz istekler sıralıyordu. Silah arkadaşlarının "Hacı" diye andığı Paşa, Wolfowitz'in GENEL VALİ gibi konuşması üzerine çok sert tepki verdi. "Kerkük'ü de içine alan bir Kürt Devleti kurulması söz konusu olursa, doğrudan ve açıkça oraya, bölgeye gireceğimizi, müdahale edeceğimizi biliniz" diye çıkıştı.

WOLFOWİTZ NEYE UĞRADIĞINI ŞAŞIRDI

Ne yapacağını bilemez hale gelen Wolfowitz "Ben, ABD Savunma Bakan Yardımcısıyım, benimle böyle konuşamazsınız" dedi. Orgeneral Kıvrıkoğlu da "Ben de Türk ordusunun başıyım ve üstelik de Türkmen asıllıyım" diye karşılık verdi.

Şaşkına dönen ABD'li sinirli bir şekilde salonu terk etti. Görüşmek için can attığı toplantı kabusu olmuştu. Irak işgalini Ankara'ya en net anlatan ABD'li olan Wolfowitz ülkesine döndü. Kısa bir süre sonra Kıvrıkoğlu, çok sevdiği Hilmi Özkök'e yerini bıraktı.

Birkaç ay sonra da Türkiye'nin gündeminde 1 Mart Tezkeresi vardı. Herkes ne olacağını merakla bekliyordu.
Amerikalılar aradaki pürüzlere rağmen karardan emindiler.Ancak sonuç öyle olmadı. Tezkere, Meclis'e takıldı.

SİYASİLERE GEREKLİ BASKI YAPILMADI TEPKİSİ

Wolfowitz'e göre, "Türk Ordusu, siyasiler üzerinde gerekli baskıyı yapmamıştı. Tezkere'nin geçmemesinin arkasında da Kıvrıkoğlu'nun parmağı vardı." Ankara'da kovulmaktan beter olan Wolfowitz, Pentagon'da sık sık "Türkler, ABD'ye kafa tutmanın ne demek olduğunu anlamalı" diyordu. Bunu hiç çekinmeden her yerde dile getiriyordu. Kini hiç bitmiyordu. Öfkesi hiç dinmiyordu. Bu aşağılanmanın faturasını ödetmek için çırpınıyordu. Aradığı fırsatı tam bir yıl sonra yakaladı... 4 Temmuz 2003 günü, Kuzey Irak'taki Türk Birliği basıldı. ABD askerleri ve çok sayıda Peşmerge karakolun etrafını sardı. Silahlarını kullanmayan 11 Türk askerinin başına çuval geçirildi. Operasyonun emrini Wolfowitz vermişti.

İNTİKAMINI GEÇ DE OLSA ALMIŞTI

Aradan iki hafta geçmişti... ABD'deki bir büyükelçilikteki kutlamaya seçkin isimler katılmıştı. Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Richard Myers da bunlardan biriydi. Orada olan 4 kişilik TÜRK EKİBİ harekete geçmek için fırsat kolluyordu. Sivil ama önemli Türk o anın geldiğini anlayınca arkadaşlarına dönerek "Ben şimdi Myers'a yaklaşacağım, siz bizi perdeleyin, kimseyi yaklaştırmayın, rahat rahat görüşeyim" dedi. Diğer üç Türk görevlerini kusursuzca yaptı.

KİMSE ORAYA YAKLAŞAMADI

O Türk, Myers'ın yanına giderek derhal Çuval olayını açtı ve "Bu işin arkasında Wolfowitz'in olduğunu biliyoruz" dedi.
Myers şaşkına dönmüştü; "Bunu siz nereden biliyorsunuz" diye kısık sesle sordu.

Sivil Türk "Sayın Başkan inanın başka şeyleri de biliyoruz" cevabını verdi ve başladı sırlamaya.
Wolfowitz, küçük özel bir ekiple bir takım örtülü operasyonlar hazırlığındaydı. Myers, duyduklarına inanmıyordu, "Hayır, bunlar olamaz" diye karşı çıkıyordu. Konuyu daha fazla uzatmak istemeyen sivil Türk elini ceketinin cebine atarak ilgili belgeleri çıkardı.

MYERS'IN GÖZLERİ BÜYÜMÜŞTÜ

Sivil Türk "Sayın Başkan, ordunuzun içindeki küçük bir klik, iki ülke arasında kriz çıkarmak istiyor, buna müsaade etmeyin" dedi. Myers biraz düşündü "Size samimiyetimle söylüyorum ki, bunlardan (Siyonistleri kastediyor) Dışişleri'nde bolca bulunur, ama Pentagon'a giremezlerdi. Ancak son yıllarda bir kaçı orduya sızmayı başardı. Fakat ben gereğini yapacağım" diyerek garanti verdi. Sivil Türk, teşekkür edip giderken Myers öylece kalakalmıştı! Kıvrıkoğlu ne kadar canını yakmışsa Wolfowitz o günü bir türlü unutamıyordu.

KIVRIKOĞLU'NU ORTADAN KALDIRIN

Evinde Erhan Göksel ve Cengiz Çandar gibi isimleri ağırlayacak kadar Türkler'le arası iyi olan Amerikalı'nın acısı büyüktü. Elindeki gücü kullanarak son kararını verdi: Kıvrıkoğlu'nu ortadan kaldırın! Wolfowitz'in verdiği emir Türkiye'ye kadar gelmişti. Hazırlıklar başlamıştı. Sinsi plan alttan alta işlerken çılgın Amerikalı'nın o dönem ki METRESİ çok sevdiği bir arkadaşıyla İtalyanlar'ın işlettiği bir lokantaya gitti. Masaya gelen garson İtalyanca selam verip isteklerini almaya başladı.

GARSON ANKARA'YA MESAJ GÖNDERDİ

Hanımefendi İtalyan garsonu tehlike görmemiş olacak ki yanındaki okul arkadaşına ŞİFRELİ olarak planı anlatıyordu. ODTÜ'den mezun olan genç hiç bozuntuya vermeden siparişleri alıp İtalyanca selam verip uzaklaştı! Birkaç dakika sonra masaya siparişler geliyor ancak garson görünmüyordu! Lokantayı terk eden genç Ankara'ya mesaj geçiyordu: "Sanırım Hüseyin Kıvrıkoğlu ile ilgili kötü bir gelişme olacak. Koruma altına alırsanız iyi olur!" Wolfowitz'in ekibi Ankara'daki dostlarına "düğmeye basın" talimatı verdi. Ancak Kıbrıs'ta kurşunun sıyırdığı Kıvrıkoğlu'na kimse yanaşamıyordu. Etten duvar örülmüştü. Kimse nerede ne yapacağını kestiremiyordu. Bir süre sonra oluşturulan güvenlik halkası TEHLİKEYİ fark etti. İki şüpheli sınırdışı edildi. Yakalanan yerli işbirlikçilere ne olduğu ise hiç bilinmedi!

kaynak: VATAN Gazetesi

Kurtlar Medyası: Paşaların Patronları!
Tevfik Diker

Türkiye’de Eski Masa’nın önde gelen baronları Rahmi Koç, İshak Alaton ve İnan Kıraç gibi yaşlı kurtlardır.

Baronların Baronu da Rahmi Koç’tur.

Kurtlar Medyası’nın vitrindeki hâkim patronu hiç kuşkusuz Aydın Doğan’dır.
Bununla birlikte, Kurtlar Medyası’nı sahne arkasından yöneten, bir tür ‘tek seçici’ veya organizatör konumundaki isim İshak Alaton’dur.

Hüsamettin Özkan, Kemal Derviş, Cem Boyner, Ümit Boyner ve Mustafa Sarıgül gibi isimler sözünü ettiğim yaşlı kurtlarla aynı istikamette konuşlanmışlardır.

Baronlar ve beraberindekiler, bir süredir Başbakan Erdoğan'ın Çankaya’ya çıkmasını engellemeyi amaçlayan bir siyasi proje üzerinde çalışıyorlar.

Rahmi Koç, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan sonra CHP’nin Genel Başkanı olarak Mustafa Sarıgül’ü görmek istiyor.

Sarıgül, 2004’te Deniz Baykal’ın karşısına çıkartılmış ancak başarılı olamamıştı.

2010’da bir kaset operasyonu sonucunda CHP’den istifa etmek zorunda kalan Baykal’dan, 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesindeki rolü düşünüldüğünde “intikam” alınmıştı.

CHP’li Yılmaz Ateş, “Deniz Bey Genel Başkan iken İnan Kıraç geldi, belli isimleri ‘listeye almayın’ dedi. İstediği olmadı. Sonrasında kaset skandalı patladı” diye konuşmamış mıydı? (25 Mayıs 2011)

Kemal Kılıçdaroğlu’nu TESEV’in kurucu üyelerinden biri yapan da İnan Kıraç’tır.

Kaset operasyonundan hemen sonra, İshak Alaton Zaman yazarı Şahin Alpay’a “CHP’ye en büyük kötülüğü Deniz Baykal yapmıştır” diyordu.

***

Tezkerenin Meclis’e gelmesinden birkaç ay önce Rahmi Koç, “Irak’ta ABD’nin yanında olalım” demişti. (26 Aralık 2002, Milliyet)

O dönemde, Hürriyet’in başındaki Ertuğrul Özkök “Tezkere geçmezse Türkiye savaşa girer” diye yazıyordu. (27 Şubat 2003)

Doğan medyası, 1 Mart 2003’te Meclis’ten evet oyu çıkması için yırtınmış, çıkmayınca da “Büyük fırsat kaçırdık, mahvolduk, bittik” şeklinde yayınlar yapmıştı. Ertuğrul Özkök “Ekonomik yönden felaketin kapıda olduğunu, Türkiye’nin en az iki nesil kaybettiğini” iddia ediyordu.

Balyoz darbe planı için 2002 Aralık ayı başında düğmeye basıldığını biliyoruz. Çetin Doğan 5-7 Mart 2003 tarihleri arasında Selimiye Kışlası’nda darbe planının seminerini yapmıştı.

Cunta, amacına ulaşamamıştı.

27 Mart 2003 tarihinde, iş dünyasının önde gelen isimlerinin Doğan Holding’in binasında toplandıklarını biliyor muydunuz?

Rahmi Koç, Aydın Doğan, Tuncay Özilhan, Ömer Sabancı toplantının önde gelen isimleri arasındaydı.

Tezkerenin geçmemesinin Balyoz darbe planına sekte vurmuş olduğu anlaşılıyor. Tezkere geçseydi, Türkiye Irak’ta ABD’nin yanında yer alacaktı.

Böylece, Rahmi Koç’un arzusu gerçekleşecekti.

Baronların Türkiye’de kaybetmeye başladığı ‘kırılma anı’ tezkeredir.

***

Rahmi Koç, 28 Şubat sürecinde Tansu Çiller için “Küçük Hanım gidecek hem de nasıl gidecek” diye meydan okumuş, üç hafta sonra Refahyol hükümeti istifa etmişti.

28 Şubat gibi darbe süreçlerinde işleyen derin hiyerarşiyi isabetli bir biçimde değerlendirebilmek için ‘paşaların da patronları’ olduğunu görmemiz gere
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts May 16, 2016 10:16 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Tem 02, 2011 11:03 am    Mesaj konusu: Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı Alıntıyla Cevap Gönder

Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı -2-
Oğuz Gürses
02.07.2011

En başa dönelim...

Diyarbakır’da İkinci Taktik Hava Üssü’nde görevli subay ve astsubayların oturdukları lojmanlardaki on tane seçim sandığı’nda toplam 2814 kayıtlı seçmenin 451’i ya Katılmamış veya katılıp da geçersiz oy kullanmış.

Toplam 2363 geçerli oyun dağılım tablosu CHP internet sitesindeki verilere göre şöyle:

AKP - 1158
CHP - 662
MHP - 491
BBP - 13
E. Ayna - 10
M. Ensari- 6
N.Aydoğan - 5
H. Dicle - 3
A. Tan - 3
Has Parti - 2
DSP - 2
DP - 2
SP - 1
TKP - 1
MP - 1
Ş. Elçi - 1
M.Tanrıkulu – 1


Buna göre...

Bu sandıklarda kayıtlı 2814 seçmenin tercihi yüzde olarak şöyle:

Geçersiz oy kulananlar ve hiç oy kullanmayanlar: 14.75

AKP: 41.15

CHP: 23.52

MHP: 17.44

Bağımsızlar: 1.03

Görüldüğü gibi üç aşağı beş yukarı asker kişiler ve onların ailelerinin oy verdiği sandıklarda da durum Türkiye’nin geneliyle aynı...

Bu iyi mi yoksa kötü müdür?

Ordu’yu kendi örgütlerinin silahlı kanadı gibi görmeye alışmış geleneksel beton kafa Kemalist azınlık için kötü...

Hem de çok kötü...

Silivri Cemaati’ndeki moraller ne kadar bozulsa yeridir...

Buna mukabil, binlerce yıllık ordu-millet geleneğiyle, orduyu kendinden bir parça kabul edip, kendinden ayrı tutmak istemeyen bu ülkenin çoğunluğu (yani millet) içinse müjdeli bir haber...

27 Mayıs 1960 NATO darbesiyle ayrışmaya başlayan ve ondan sonra her on yıllık peryotta yapılan NATO darbeleriyle kopma noktasınakadar gelen ordu-millet birliğinin yeniden kurulmakta olduğu görülüyor...

Ordu, millete tepeden bakıp, onu süngü zoruyla kendisinden başkası (Batılı) yapma hevesinden vazgeçiyormuş gibi gösteren bir tablo bu...

Bu tablonun ilk defa bu kadar net ortaya çıkışı ise ordu içindeki halk düşmanı kanadın Ergenekon, Balyoz, Şantaj ve casusluk davalarında, bu davalara delil sağlayan ordu mensuplarıyla, bu delilleri en uygun şekilde kullanan İstanbul’daki özel yetkili savcıların gösterdiği cesaret, dirayet ve üstün performasların katkısını en öne almak gerekir...

Zira bu dava dosyaları içindeki her biri diğerinden daha vahim delillerin ortaya koyduğu tablo çok karanlıktır...

Ordu içerisinde halkının dininden imanına, giyiminden kuşamına, yediğinden içtiğine kadar her şeyine düşman olan, düşman plduğu için de halkın yüzde 95’ini düşman olarak algılayan bir karanlık ve tehlikeli zihniyet bu dosyalarla günışığına çıkmaktadır.

Bu dosyalarda...

Bu halkın çoğunluğunu düşman kabul eden örgütlü bir grubun, Her NATO darbesinden sonra, ordunun en kritik ve stratejik mevkilerini ele geçirerek...

Ordudaki Sünnî subay ve astsubayları, tasfiyeye tabi tutmak için, onları ve ailelerini birer düşman askeriymiş gibi nasıl takip ve taciz ettikleri...

Yasadışı dışı bir baskı ve korku ortamı oluşturdukları...

Bu kirli iş için ordunun bütün imkânlarını yasadışı olarak kullandıkları açıkça görülmektedir.

Üstelik bu düşmanca harekât sadece askeri personelle de sınırlı değildir...

TSK içindeki bu llegal yapılanmanın, “Suriye Model”i bir azınlık diktatoryası oluşturma planı içinde, bu ülkenin Sünnî sivil halkını (Yani bu ülkenin yüzde 95’ini) da sokak sokak, ev ev, fert fert fişlediği de ortaya çıkmıştır...

Hatta yapacakları darbe sonrası birer toplama kampı haline getirilecek stadyumlara ilk elde kimlerin tıkılacağınının planlarını bile yapmışlar...

Daha vahimleri de var...

Meselâ...

Sanki tarikat menasubu bir avuç insanın kırsal bir arazide çiftlik kurarak çiftçilik yapması çok tehlikeli ve kanunen yasakmış gibi...

Eskişehir’deki Hava üssünün komutanı olan bir general, o bölgede çiftlik kurarak çiftçilik yapan tarikat mensubu insanları, her gübn jet uçakları kaldırarak havadan izlediği anlaşılıyor...

Bu general her iniş kalkışı onbinlerce dolara malolan jetleri boş yere yasadışı bir faaliyet için kaldırdığı yetmiyormuş gibi...

Bir de Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na bu çiftiğe hava taarruzu yapmak için izin istiyor...

Yuh!

Yahu sen orada alınteriyle ziraî üretim yapan insanların verdiği vergilerle maaş alan bir devlet memurusun...

Bu nasıl sapık bir anlayıştır ki...

Sülaymaniye’de bu ülkenin askerlerine çuval geçirilirken kılını bile kıpırdatmayan bu zat, savaşta düşman halkına bile yapılması yasak olan bir eylemi kendi sivil halkına yapmak için izin istiyor...

Böyle bir izin verilmemiş olmalı ki...

Planladığı vahşî saldırıyı yapamıyor...

Yapamıyor ama...

Yani onun bu kendi halkına karşı yamayı tasarladığı canice saldırı...

O zamanki üstleri tarafından normal karşılanıyor olmalıki hakkında hiçbir soruşturma, kovuşturma bile yapılmıyor...
Bilakis adam terfi etmeye de devam ediyor...

Yani ödüllendiriliyor...


Bu dosyalardaki skandalları dizi film gibi medyadan hergün izlemiyor muyuz?..

Yahu...

O dosyalardaki deliller uydurma değilse...

Ki tutuklamalardan bu delillerin ciddi olduğu anlaşılıyor...

O zaman ortada TSK’nın subay yetiştiren okullarının, o okullardaki eğitim sisteminin acilen gözden geçirilip yenilenmesini...

Bu mümkün görünmüyorsa...

Bütün askerî eğitim kurumlarının TSK bünyesi dışına çıkarılarak Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmasını...

Millî Eğitim Bakanlığı’nca öğrenci kayıt kabulünden eğitimine kadar, dünya standartlarında askerî personel yetiştirecek şekilde yeniden yapılandırılmasını gerektiren çok acil bir problem var demektir.

Ordudaki terfi sisteminin de, baştan aşağıya gözden geçirilip yenilenmesi gerektiği de apaçık görünüyor...

Ama hükûmetten buna dair bir hamle niyeti bile izhar edilmiş değil...

Hergün minibüsler dolusu muvazzaf ve emekli subay adliyelere getiriliyor...

Savcılar, hakimler görevlerini yapıyor...

Ya hükümet?

İşi hakimlere savcılara yıkmış durumu seyrediyor...

Bir ordunun generallerinin neredeyse yarısı sanık durumuna düştüyse problem sadece o generallerden kaynaklanıyor olamaz...

O generalleri yetiştiren askerî okullardan başlayarak...

O generallerin bağlı olduğu kurumun iç işleyişine kadar herşeyin en ince teferruatına kadar gözden geçirilerek yeniden yapılandırılması...

Yarına bırakılmayacak kadar acil bir ihtiyacı işaret etmiyor mu?

Bizce ediyor...

(devam edecek)

Kaynak: http://www.millibirlikruhu.blogspot.com/

Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı -4-
Oğuz Gürses
15.07.2011

Diyarbakır İkinci Taktik Hava Üssü’nde görevli subay ve astsubayların oturdukları lojmanlardaki on tane seçim sandığı’ndan alınan neticeler ışığında dedik ki:

[Görüldüğü gibi üç aşağı beş yukarı asker kişiler ve onların ailelerinin oy verdiği sandıklarda da durum Türkiye’nin geneliyle aynı...

Bu iyi mi yoksa kötü müdür?

Ordu’yu kendi örgütlerinin silahlı kanadı gibi görmeye alışmış geleneksel beton kafa Kemalist azınlık için kötü...

Hem de çok kötü...

Silivri-Hasdal Cemaati’ndeki moraller ne kadar bozulsa yeridir...

Buna mukabil, binlerce yıllık ordu-millet geleneğiyle, orduyu kendinden bir parça kabul edip, kendinden ayrı tutmak istemeyen bu ülkenin çoğunluğu (yani millet) içinse müjdeli bir haber...

27 Mayıs 1960 NATO darbesiyle ayrışmaya başlayan ve ondan sonra her on yıllık peryotlarla yapılan NATO darbeleriyle kopma noktasına kadar gelen ordu-millet birliğinin yeniden kurulmakta olduğu görülüyor...

Ordu, millete tepeden bakıp, onu süngü zoruyla kendisinden başkası (Batılı) yapma hevesinden vazgeçiyormuş gibi gösteren bir tablo bu...]

Binlerce yıllık ordu-millet geleneği 27 Mayıs-27 Nisan arasındaki bütün NATO darbeleri boyunca kırıla kırıla, törpülene törpülene, elene elene neredeyse tükenme noktasına gelmişti ki...

27 Nisan NATO’cu muhtırasından sonra yaşanan mucizevî bir süreçle, uçurumun kenarından dönerek ordu-millet yakınlaşması şeklini almış görünüyor...

Bu süreci desteklemek lâzım...

Ancak bu konuda hem milletin hem de ordunun kafalarının çok karışık olduğu da ayrı bir vak’a...

Bütün kamuoyu yoklamalarında dünyanın en anti-Amerikancı, anti-Batcı ve anti- siyonist halkı çıkan bu milletin, bu ülkenin en Amerikancı, en Batıcı en siyonist partilerine (AKP ve CHP) oy vermeye mecbur eden sebepleri bulup acilen ortadan kaldırmak lâzım...

Ordudaki kendi halkının çoğunluğu ve onun mill3i ve manevî değerleri düşman kabul eden anlayışı da...

Geçen yıl kaybettiğimiz değerli ilim adamı merhum Durmuş Hocaoğlu’nun 1995 yılında yaptığı şu tespitler, bu çift taraflı kafa karışıklığını çok iyi teşhis ediyor:

[Türkiye:
Kimine göre, "İslamiyet'in en güzel şekliyle yaşandığı", kimine göre "laikliğin en iyi uygulandığı" ve kimilerine göreyse "dar-ül harb olduğundan Cuma namazı kılınmaması gereken" ülke!...
Türkiye:
Sözde panislamizmin, panslavizmin ve total hristiyanizmin ortak hedefi... "Gerici olduğu için" Batı'nın, "ilerici olduğu için" Doğu'nun ittiği, "yalnız ülke"...
... Ve bin yıldanberi din hürriyetinin en olgun biçimde uygulanıp İslami hoşgörünün dorukta yaşandığı yer olmasına rağmen; "düşmanımın en iyi nesi varsa, önce onu bozmalıyım" diyen mihraklarca, laikliği "ateizm"le ve ibadeti "yobazlık"la nifaklanan, inanç grupları arasına durmadan fit sokulan ülke: Türkiye...] (*)

Hem ordunun hemde milletin kafaları karışık...

O yüzden bir türlü ne olmaları gereken şekli alabiliyorlar, ne durmaları gereken yerde durabiliyorlar...

Bakın işin orduya ait yanını dünyanın en kalabalık ordusu olan, Çin ordusunun yayınladığı Liberation Army Daily gazetesi, “Çin askeri doktrininin modasının geçtiği tespitini yaptıktan sonra” ne kadar açık ifade ediyor, konuyla ilgili haberden -ve özellikle altını çizdiğimiz cümlelere dikkat ederek-takip edelim:

“.16.08.2010 - Dünyanın en kalabalık ordusuna sahip olan Çin, ABD destekli Tayvan ve Japonya ile bizzat ABD'ye karşı daha etkili bir silahlı kuvvetler oluşturmak için son birkaç yılda asker sayısını azaltmaya başladı. Ancak bunun için yaratıcılık ve daha açık fikirli olmak gerektiğini belirten gazete, "Geleneksel Çin kültüründe muhafazakar görüşün büyük etkisiyle ordumuzun kültür ve düşünme biçimini yenileme görevi son derece zor" ifadesi kullanıldı. Yazıda ayrıca "tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir. Küresel vizyonu olmayan bir ordunun umudu yoktur" denildi.” (**)

- “Çin, ABD destekli Tayvan ve Japonya ile bizzat ABD'ye karşı daha etkili bir silahlı kuvvetler oluşturmak için (..)asker sayısını azaltmaya başladı...”

- “(..) muhafazakar görüşün büyük etkisiyle ordumuzun kültür ve düşünme biçimini yenileme görevi son derece zor...”

- “Tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir...”

- “Küresel vizyonu olmayan bir ordunun umudu yoktur...”

Bunları kim söylüyor?

Çin ordusunun yayınladığı Liberation Army Daily gazetesi...

Her biri hem doğru hem de hayati tespitler...

Şimdi dönün bizim Genel Kurmay başkanlığı veya Kuvvet Komutanlıklarının internet sitelerine bakın...

Çin ordusu eksiklerini farketmiş düzeltmeye, yeniden yapılanlamaya çalışırken...

Otur laiklik, kalk Atatürkçülük, otur laiklik, kalk Atatürkçülük içine kendi kendini hapsetmiş dünyanın en kalabalık ordularından birinin hazin hali...

Çin ordu gazetesi diyor ki: “Tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir...”

Pekiyi...

TC’nin bir dünya görüşü var mı?

Var...

Ne?

“Atatürkçü dünya görüşü”

Atatürk filozof veya mütefekkir miydi?

Hayır:..

Peki kim uydurdu bu “Atatürkçü dünya görüşü” hikâyesini...

ABD’nin “bizim oğlanlar “ dediği, 12 eylül NATO darbesini yapan 5 general...

Onlar filozof veya mütefekkir miydi?

Yok...

Öyleyse Çin ordu gazetesinin yazdıklarından çıkarılacak ilk ders ne oluyor?...

Bir ülkenin iyi bir ordusu olabilmesi için, o ülkenin iyi bir dünya görüşü olmalıdır..

İyi ve gerçek bir dünya görüşü!...

NATO darbecilerinin tuvalettem gazete bulmacası çözerken akıllarına geliveren uyduruk kaydırık cinsten bir taklit değil...

Bu aslında ordunun değil, milletin görevi...

Millet, kendi millî ve manevî köklerinden beslenen bir dünya görüşüne sahip olacak ve ordu da o dünya görüşünde kendine biçilen yer ve role uygun bir şekle bürünecek...

Bu öyle bir dünya görüşü olacak ki hem millete hem de orduya “küresel vizyon/ufuk/hedef/ideal” belirleyecek...

Çerden çöpten şeylere “dünya görüşü” ismi verilebilirse de bu isim o çerden çöpten şeyleri dünya görüşü yapmaz.

Sadece o çerden çöpten şeyleri dünya görüşü zanndenlerin cehaletini gösterir...

***

Vizyonun ne olup olmadığına dair güzel bir tanımlama:

[VİZYON NEDİR?
- Uzun bir gelecekte ulaşmak isteğimiz durum.
- Kendiliğinden gerçekleşmeyecek ancak gerekli çabaları harcarsak başarabileceğimiz bir ideal.
- Vizyon, içinde bulunduğumuz şartlarla uzun vadeli amaçlarımızın bileşiminden oluşur.
- Ulaşılmak istenen, farklılaştırılmış bir gelecek düşüncesi ve geleceği öngörmek.
- Vizyonun altında stratejilerin, amaçların, motivasyonların, duyguların ve değerlerin yönlendirileceği eğilimler belirlemek.
- Bir vizyon sanki oradaymışız gibi ulaşmak istediğimiz durumu tanımlayan nitelikli bir hedef seçimidir.
VİZYON NE DEĞİLDİR?
- Gelecek ile ilgili tahminler yapmak değildir.
- Hiçbir şey yapmadan, hayatın sizi yönlendirmesine izin vererek ulaşacağınız durumu tanımlamak değildir.
- Bugünden ve yarından vazgeçmek değildir.
- Gerçekleşmesi imkansız hayaller değildir.
- Yalnızca fantezilerle ve düşlerle varolan duygu ve görüntüleri, davranışların çıkış noktası yapmak değildir.
- Bir macera arayışı, bir koyup üç alınacak bir kumar değildir.] (***)

Ya İdeal?..
[İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen her fikrin belirtiği hasret, iştiyak, hayâl ve plândır; eğer ideolocya bir beyin ise, ideal bir kalptir... Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet plânında, ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır... Her ideal bir gayedir fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir, idealler düşemez.] (****)
Dünya görüşü ve küresel vizyon ihtiyacının ne kadar önemli ve acil olduğunun anlaşılmasına dair kısa bir iktibasla yazımızı bitirelim:,
[Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Miletle teşkilatı ve Avrupa ortak Pazarı’na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen “Yeni Dünya Düzeni”, Amerika Birleşik devletleri ve Avrupa’nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir... Elbette “hayır!” diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz “Yeni Dünya Düzenimiz” ile!] (*****)

Kısaca...

Bütün dünyayı ele geçirmek isteyen emperyalist “Yeni Dünya Düzeni”ne karşı, aynı çapta “alternatif bir yeni dünya düzeni”ne sahip olmadıktan sonra, ne milletin beli doğrulur ne de ordunun...

İkisi de, o yanlıştan bu yanlışa savrula savrula yok olur gider...

İhtiyaç bu kadar önemli ve bu kadar acil...

Dipnotlar:

* Durmuş Hocaoğlu, “Laisizm'den Milli Sekülerizme -Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi-“, 1995, Selçuk Yayınları, Ankara, ISBN: 975-9546-66-3, 503 sayfa

** Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3010

*** Kaynak: http://www.vizyon2000.s5.com/vizyon.htm

**** Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni-, İbda yayınları, sayfa.8, İstanbul.

***** age, Sayfa: 9.

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/07/secimlerin-aynasnda-tsk-ordu-milletin_15.html

Asker her şeye maydanoz olunca...
Hasan Cemal
Milliyet
17 Eylül 2011

Türkiye’nin asker sorunu nedir? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugün içinde bulunduğu ve bazı bakımlardan acıklı diye nitelenebilecek durumun kökleri nereye gidiyor?
Bu soruların yanıtlarını merak edenler, emekli Koramiral Atilla Kıyat’ın, Uğur Dündar’ın Arena programındaki sözlerini okuyabilirler.

* * *

‘Her şeye maydanoz olduk!’

Biz yıllar boyunca kendimizi ülkenin tek sahibi ve tek seveni olarak gördük. Bu nedenle de bazı hatalar yaptık. Tabirimi maruz görün, tırnak içinde her şeye maydanoz olduk.

RTÜK‘e üye verdik, YÖK‘e üye verdik. Hatta Balkan Kadınları Dernekleri’nin toplantısına gidecek olan kadınların dosyalarını hazırladık, konuşmalarını hazırladık.

“Ülkeyi yönetmeye kalktık!”

Milli Güvenlik Kurulu kanalıyla ülkeyi yönetmeye kalktık.

Hatta yönettik de.

MGK toplantıları amacını kaybetti. Sanki askerlerin her ay hükümetin icraatını denetlediği toplantılar haline dönüştü.

Biz bunu da yaptık.

Biz dünyanın en güçlü silahlı kuvvetlerinden biriydik. Fakat güç ve kudretimizi muhakkak bir tehdidin var olması halinde sürdürebileceğimizi düşündük.
Dolayısıyla mevcut tehdidin ortadan kalkması bizi korkutur hale geldi.
Bu da bizim hatamızdı.

“Kanun dışı işler yaptık.”

Üç darbe yaptık.

Üstelik darbelerin en fazla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne zarar verdiğini bile bile bu darbeleri yaptık.

Bu darbeler sonucunda kanun dışı işler yaptık. Darbenin kanunu olmaz ama kanun dışı yapmış olduğumuz işler, silahlı kuvvetlerden nefret eden bir neslin yetişmesi sonucunu doğurdu.

“Kendimizi tel örgülerin içine çektik.”

Kendimizi toplumdan soyutladık. Kendimizi tel örgüler içine çektik. Ama esas kaynağımızın tel örgüler dışından geldiğini unutmamalıydık.

Bunu dışa doğru yaparken içeride neler yaptık?..

TSK içinde neler oldu?

İç Hizmetler Talimatı’na baktığınız zaman, subayı, asteğmenden mareşale kadar olan rütbedeki insanlar olarak tarif eder.

Biz bu tarifi İç Hizmetleri Kanunu’nun maddelerinde bıraktık. Önce subay, üstsubay, general, amiral diye ayırdık. Sonra general amirallerle yetinmedik tuğgeneral tuğamiral olarak ayırdık.

Sonra bizi bu da kesmedi.

‘Kor’larla ‘Or’ları ayırdık.

Daha da ileri gittik ‘Or’ları da kuvvet komutanları veya Genelkurmay Başkanlığı yapanlar ve yapmayanlar diye ayırdık.

“Sorumsuzca yaşamak...”

Esasında, bu askeri hiyerarşi gereği değildi. Ama bu ayırım yükseldikçe, bizi namütenahi bazı hakların tanındığı bir yere götürmeye başladı.

Biz bunu sevdik.

Bunu da bir yerde lükse demeyeyim ama böyle bir hayatı yaşamak hoşumuza gitti.
Sorumsuzca ve plansızca harcamaya başladık.

Peki bu, TSK bünyesinde neyi getirdi?

Bizler böyle bir hayat yaşadığımız zaman, aslarımızın çektiği sıkıntıları fark ettirmekten uzaklaştırdık kendimizi.

TSK’da, “Sen de yüksel, sen de hayatını yaşa” zihniyeti olmaya başladı.

“Eşlerimiz terfiyi daha çok istedi.”

Bu zihniyetin dayanılmaz sonucu, terfileri çok arzu ettik. Aman dedik ne olursa olsun terfi edelim.

Eşlerimiz bizi bağışlasın.

Onlar terfiyi bizden daha fazla ister hale geldiler.

Çok fazla isterseniz o zaman sizden daha büyüklere yaranalım derken, astlarınızın sevgisini kaybetmeye başlarsınız.

Doğruları söylemeye cesaretiniz kalmaz.

“Savaşın bittiğinden habersiz Japon askerleri gibi olduk!”

1990’da Sovyetler Birliği çöktü.

20. yüzyılın son on yılında ve 21. yüzyılın başlarında dünya değişmeye başladı.

Biz sanki savaşın bittiğinden habersiz Okinava ormanlarında saklanan Japon askerleri gibi olduk.

Halbuki şu an tartıştığımız, “Bedelli mi olsun, uzun mu olsun, kısa mı olsun”u 20 yıl içinde gerçekleştirmemiz gerekirdi.

Personel reformu yapamadık.

Beni eleyen ama beğendiğim sistem, general amirallerin terfi sistemi var. Fakat “Herkes albay olur” sistemi olunca selektif olamadınız.

O kadar büyük bir toplumun içinden böyle bir şeyi yapmaya kalktınız, o zaman da bazı hatalar kaçınılmaz oldu.

“Türkiye’de solu yok ettik.”

Biz saydığımız nedenlerin neticesinde Türkiye’de solu yok edenlerin başında gelen kurum olduk.

Bu da Türkiye’ye verilebilecek zararların en başında olmasa da büyük bir şeydi.

* * *

Emekli Koramiral Kıyat’ın bu düşündürücü sözleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendi içine dönüp bir reform sürecine niçin girmesi gerektiğini olanca açıklığıyla gösteriyor.
Milliyet

Balyoz sanığı Albay'ın İsyanı: "12 Eylül ve 28 Şubat'ın arkasında kim varsa bugünkünün arkasında da aynı güç var''
06 Ekim 2011

Balyoz davasının tutuklu sanıklarından Albay Önsel, savunmasında ağır suçlamalarda bulunarak 28 Şubat'ın hıncının kendilerinden alındımak istendiğini ileri sürdü.

''Balyoz planı'' davasının tutuklu sanığı Kurmay Albay Mustafa Önsel savunmasında, ''Henüz doğmadığım 1960 ihtilalinin, öğrenci olduğum 12 Eylül'ün, uygulamalarının çoğunu yanlış bulduğum 28 Şubat'ın hıncı bizden çıkartılıyormuş gibi hissediyorum'' dedi.

İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada savunmasını yapan Önsel, hakkındaki suçlamayı şiddetle reddettiğini belirterek, savunma değil suçlama yapacağını söyledi.

İlki 22 Şubat 2010 olmak üzere geçen yıl 2 kez tutuklanıp tahliye edilerek 4 ay tutuklu kaldığını anlatan Önsel, bu yıl yine şubat ayında tutuklanıp özgürlüğünün gasp edildiğini, bundan dolayı ruhunun bu haksızlığa isyan halinde olduğunu dile getirdi.

28 ŞUBAT'ÇILARA NİÇİN DAVA AÇILMIYOR

''Post modern darbe diye yakın tarihin kayıtlarına giren 28 Şubat ile ilgili dava açılsın bakalım'' diyen Önsel, ''Bu hiç gündeme getirilmez. O dönemin en namlı generalini yandaş ticari kuruluşlarda danışman olarak çalıştıracaksın, onunla ABD'lerde JINSA denilen Yahudi kuruluşunda sarmaş dolaş olacaksın, beni de darbeci olarak yargılatacaksın. Bu durumu şiddetle kınıyorum'' şeklinde konuştu.

Şu anda Bir ihtilal mahkemesinde yargılandığı düşüncesine sahip olduğunu ifade eden Önsel, ''Henüz doğmadığım 1960 ihtilalinin, öğrenci olduğum 12 Eylül'ün, uygulamalarının çoğunu yanlış bulduğum 28 Şubat'ın hıncı bizden çıkartılıyormuş gibi hissediyorum. Şu anda aslında demokrasi görünümlü bir darbe, bir dikta rejimi yaşıyoruz. 12 Eylül'de, 28 Şubat'ta neler olduysa bugün de benzer, hatta daha da kötü şeyler oluyor. 12 Eylül ve 28 Şubat'ın arkasında kim varsa bugünkünün arkasında da aynı güç var'' dedi.

Önsel, 31 yıl boyunca teniyle bütünleşen ama şimdi ayrı düştüğü üniformasıyla konuştuğunu belirterek, şunları kaydetti:

''İhanet odaklarıyla işbirliği yaparak, tarafımıza bu iftiraların atılmasına ve geleceğimizin haksız yere karartılmasına, hürriyetimizin gasp edilmesine sebep oldular. Onları lanetliyorum. Bu ihanetleri unutulmayacak. Gelecekleri için geçmişlerini satan bu çakalları suçluyorum. En büyük kinimiz onlaradır. Lanetimiz gelecek kuşaklarını da kucaklayacaktır.''

"ESKİ KOMUTANLARINI DA ELEŞTİRDİ"

Suçlayacağı bir başka grubun ise geçmişte ''Komutanım'' dedikleri kişiler olduğunu kaydeden Önsel, şöyle devam etti:

''Asker lafı eğmeden, bükmeden söyler. Sorulduğunda 'Var da diyemem, yok da diyemem' diyen sevgili komutanım şimdi rahat uyuyabiliyor musun? Ya sen, durup dururken saçma Nisan bildirisi yayımlayarak siyasete şekil vermeye çalışan pek sevgili komutanım. Biz cezaevinde mağdur iken zırhlı aracınla gezmekten mutlu oluyor musun? Sahi şu Dolmabahçe'de baş yetkili ile sen ne konuştun? Hangi konuda ikna edildin? Yoksa bizlere yapılacak operasyonlara yeşil ışık orada mı yakıldı? Ne verdin? Sana da mı kaset gönderdiler yoksa? Yıllarca görev nedeniyle ayrı kaldığım eşimden ve çocuklarımdan hukuksuzca ayrı bırakılırken siz torunlarınızı gönül rahatlığıyla sevebiliyor musunuz?''

Halen görevde olan komutanlarına seslenen Önsel, "(Çok üzülüyoruz. Hukuki süreç, sabır) diyenlere, silah arkadaşlığı ölmüş diyorum. Yönetiyorum zannettiğiniz ordunun sahte CD’lerle beli kırılmış siz kime komutanlık yaptığınızı sanıyorsunuz?" dedi.
haber1001


TC’nin 26. Genel Kurmay Başkanı kodese tıkılırken...-2-
Oğuz Gürses
11.01.2012

Cumhuriyet eğitiminin temeli ise “Avrupaî-Çağdaş-Laik-modern” yurttaşlar yetiştirmektir...

Böyle yurttaşların yetiştirilebilmesinin önündeki en büyük engel ise “iyi-güzel-doğru” insanlar yetişmesini hedefleyen İslâm ve onun özü “güzel ahlâk/İslâm ahlâkı"ydı...

Bu ülkede kapitalizmin yerleşmesi ve kökleşmesi için...

Bencil-çıkarcı-hedonist-dinsiz (İslâmla alâkasız veya İslâm düşmanı) insanlar yetiştirilmesi gerekiyordu...

Düşman olunan din de Osmanlı’yı İmparatorluk yapan Sünnî İslâm inanç sistemi idi...

Ateist, Yahudi, Hıristiyan, Budist, Zerdüşt, satanist, Şamanist, Şiiî, Alevî her inança hoşgörü ile bakılabilirdi ama...

“Gerici” Sünnîlik bütün ilkeleri, prensipleri, ahlâkı ve tezahürleri ile birlikte yokedilmeliydi...

İşte Cumhuriyet eğitimi...

Sünnî İslâm anlayışı ve ahlâkının reddi ve yokedilmesi stratejisi üzerine kurgulandı....

Okullarda Din ve ahlâk dersi adıyla okutulan derslerde bile gizli ve açık Sünnî İslâm düşmanlığı yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor...

AKP zamanında hazırlanan din ve ahlâk kültürü ders kitaplarında nüfusunun yüzde 95’inin Sünnî olduğu bir ülkede. İslâm’da mezhep diye bir şey olmadığı yalanları telkin edilirken. “Alevîlik mezhebi”nin çok iyi bir inanç şekli olduğu anlatılıyor mu, anlatılmıyor mu?

Çocukları ilk veya orta öğretime gidenler açsınlar din ve ahlâk kültürü kitaplarına baksınlar...

Yüzde 85’den fazlası Hanefi mezhebinden olan ve yüzde on civarı Şaffi mezhebinden olan bir halkın çocuklarına Hanefilik ve Şafiilik hakkında nüfusun yüzdei 2,5’unu teşkil eden Alevilik kadar bilgi veriliyor mu?

Verilmiyor...

Niçin?

“Avrupaî-Çağdaş-Laik-modern” yurtaşlar yetiştirmek için...

“Avrupaî-Çağdaş-Laik-modern” ne demek?

Bencil-çıkarcı-hedonist-dinsiz (İslâmla alakasız veya İslâm düşmanı)...

İşte bu eğitim sisteminin en katı uygulandığı okullar ise askerî okullar...

Bugün bir askerî öğrenci “ben sevgilimle bulaşacağım izin istiyorum” dese komutanının takdirkâr bakışları altında derhal izin kâğıdı eline tutuşturulurken...

”Ben Cuma namazı için izin istiyorum” dese okulla bütün ilişkisi hemen kesilir mi kesilmez mi?

***

İşte tam bu yüzden...

Türkiye’de kendini ulusalcı olarak niteleyenlerin çoğu, Türkiye’nin demografik yapısının yüzde 95’ten fazlasının inancı olan Sünnî İslâmı “geri, çağdışı ve yobazlık” olarak görür ve gösterirken; dönüp de kendilerine “yahu biz bu milletin yüzde 95’inin inançlarına düşmanlık ede ede, kin kusa kusa bugünlere geldik... Peki biz hangi ulusun ulusalcılarıyız?” diye bir soru sormadıkları için 72 milyonluk bir ülkede 72 kişi ile Silivri cezaevi önünde gösteri yapmaya devam ediyorlar...


Nerede bu “Ulus”?

Bu ülkenin “Ulusalcı”ları birer ikişer “Silivri Toplama Kampı”na tıkılırken “Yüce Türk Ulusu”un yüzde 99,999’unun kendini bu işin niçin dışında tuttuğuna kafa yoran bir tek “ulusalcı” gören var mı?

Ulusal Kanal, Yılbaşı akşamı gericileri gıcık etmek için 2 saat dansöz oynatmış...

Çoğu ulusalcı, “ılımlı İslâm” denen ABD tuzağına karşı olmak için söze başlayıp, din, iman, Allah kitap dümdüz gidiyor...

Ilımlı İslâm denilen AB-D emperyalizminin tuzağının Sünnî İslâm anlayışını bozmak, yoketmek için tezgâhlandığını, bunun için milyarlarca dolarlık kaynak ayrıldığını göre göre...

BOP’un karşısındaki en büyük engelin “Her türlü kötülüğe, haksızlığa ve adaletsiliğe karşı fiili müdahale” anlamına gelen Sünnî İslâm’ın “Cihad” anlayışı olduğunu anlamamakta ısrar ediyorlar...

Bugün bütün dünyayı ele geçirmeye çalışan AB-D emperyalizmine can pahası karşı duran tek gücün, dünyanın her yerinde oprasyon yapma kabiliyetine erişmiş mücahid örgütler olduğunu göre göre..

O mücahid örgütlerin operasyonlarını abuk sabuk komplo teorileriyle ABD’ye maletmekten zerre kadar utanmıyorlar...

“Ne yani? AB-D emperyalizmi can sıkıntısından kendine karşı savaşan örgütler kurdurup kendi kendini mi vurduruyor?”

Sorusuna verecek makul bir cevapları olmadığı halde...

Emperyalizmle kol kola Sünnî İslam anlayışına saldırmaya devam ediyorlar...

Bunun neresi antiemperyalizm?

Bunun neresi ulusalcılık?

İşte bu yüzden...

Banu Hanım’ın mesejını ben aldım/ anladım...

Ve...

Mustafa Kemal Paşa’nın bir Osmanlı Paşası olarak yaptığı o konuşmasının altına imzamı da atarım...

Ama...

Bugünün genç subaylarının bu mesajı ne alcak, ne algılayacak, ne de bu mesaj doğrultusunda harekete geçebilecek fikrî ve ahlâkî donanımları yok...

Çünkü onlar Osmanlı askerî mekteplerinde yetişmediler...

ABD Ordusundan tercüme edilen askerî talimnamelere uygun olarak birer NATO askeri olarak yrtiştirildiler...

Bu sebeple de Pentagon’dan izin çıkmadan harekete geçemiyorlar...

NATO nerede ve ne görev verirse hiç itiraz etmeden yerine getiriyorlar...

Afganistan’da haçlı işgalcileri Afgan halkından korumak için...

Lübnan’da İsrail’i Hizbullah’ın hışmından kurtarmak için...

Sudan açıklarında AB-D emperyalizminin ticaret gemilerine karşı Sudan halkının haklı öfkesini bertaraf etmek için...

Libya halkının haçlıl ordusu tarafından tarafından katledilmesini kolaylaştırmak için...

Görevbaşı yapıyorlar ama...

Mavi Marmara gemisi İsrail ordusu tarafından canlı yayında saldırıya uğrar ve içindeki TC vatandaşları gözgöre göre katledilirken ne bir uçak kaldırabiliyorlar ne bir savaş gemisini harekete geçirebiliyorlar...

Doğu Akdeniz’in ekonomik kaynakları İsrail-Rum ittifakı tarafından talan edilirken ortada yoklar...

ABD Predatorlarından gelen yanıltıcı istihbarî bilgi ile kendi silahsız vatandaşlarının üzerine tereddütsüz havadan bombalar yağdırırlarken...

Hatay üzerinde göstere göstere tam dört saat istihbarat faaliyeti yapan İsrail Heron’una ateş emri veremiyorlar...

Herhalde Mustafa Kemal Paşa’nın, yukarıdaki konuşmasında bahsettiği, subayların uğruna ölümü bile göze alması gereken “İstiklâl/tam bağımsızlık” kavramı böyle bir şey değil...

Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz, Balyoz, şu, bu...

Bütün bu teşebbüsler planlanıp programlanmış ama Pentagon’dan izin çıkmayınca...

Kimse parmağını bile oynatmamış...

Silivri Cemaat’inin orada bulunuş sebebi antiemperyalist tavırları, ulusalcılıkları filan değil...

ABD’den izinsiz bir iş yapıp da...

BOP’un “Eşbaşkanlığı”na zarar vermeleri ihtimalinin önüne geçmek...

Wikileaks belgeleri bunu gösteren istihbarat bilgileriyle dolu?...

***

27 Mayıs bir NATO darbesi değil miydi?

Evet...

Peki bu NATO darbesi’ne en çok sevinenler ve onu en çok destekleyenler bugün kendilerine “ulusalcı” diyenlerle aynı familyadan değil miydi?

İnanmayan...

Açsın Cumhuriyet ve Ulus gazetelerinin arşivlerine baksın...

12 Mart...

12 Eylül...

28 Şubat...

27 Nisan...

Hepsi Pentagon kokulu “Atatürkçü-laik” NATO darbeleri değil miydi?

Hangi ulusalcı bunlara karşı çıktı?

Herhalde Mustafa Kemal Paşa’nın, yukarıdaki konuşmasında bahsettiği, subayların uğruna ölümü bile göze alması gereken “İstiklâl/tam bağımsızlık” kavramı böyle bir şey de değil...

İşte tam da bu yüzden...

Bugünün “genç subayları”nın, Mustafa Kemal Paşa’nın bu mesajını ne alacak, ne algılayacak, ne bu mesajla motive olabilecek, ne de bu mesaj doğrultusunda harekete geçebilecek kültürel, fikrî ve ahlâkî donanımları yok...

Olmadığı için de yarısı general ikiyüz küsur muvazzaf ve emekli subay kodese tıkılırken...

Bu ülkede yaprak bile kımıldamıyor...

Bırakın şu hayalciliği de gerçeklerle yüzleşin...

Türkiye Cumhuriyeti’nin 26. Genel Kurmay Başkanı kodese tıkılırken Silivri Cezaevi’nin önünde 26 kişi bile yoktu...

Niçin?

Görünen o ki...

“Ulus”unu defterden silenleri “Ulus” da defterinden silmiş...

Bari bunu anlayın...

Ve kendinize dönün de “Yahu biz nerede hata yaptık?” diye bir soru sorun...

Yazının diğer bölümü için: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2012/01/tcnin-26-genel-kurmay-baskan-kodese.html

27 Mayıs NATO Darbesinde Generaller darbeci askerler tarafından tekme tokat dövülmüş
18 Ocak 2012

Aksiyon'un haberi:

Darbeciler G.Kurmay Başkanını Dövmüş

Başbuğ'un ‘darbeye teşebbüs'ten tutuklanmasına karşı çıkan CHP, 27 Mayısçıların gözaltına aldığı paşalara yapılan işkence ve kötü muameleleri destekliyordu.

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un ‘darbeye teşebbüs'ten tutuklanmasına karşı çıkan ve mahkemelere hakaret eden CHP, 27 Mayısçıların gözaltına aldığı paşalara yapılan işkence ve kötü muameleleri destekliyordu.

Eski bir askerdi. Yarbaylıktan ayrılıp Ankara Emniyeti'ne girmiş, Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne kadar yükselmişti. Gümüşhane Valiliği'ne tayin olmuş, giderken bir emirle İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevine atanmıştı. Emekli Yarbay, İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay, Yassıada'da işkencede hayatını kaybetti. İlk gözaltına alındığında düzenli alması gereken ilaçları Davutpaşa Kışlası'na götüren eşi ve çocukları kapıdan kovulmuştu. Uzun süre babalarından haber alamamışlar, neyle suçlandığını gazete ve radyolardan öğrenebilmişlerdi. 27 Mayıs'tan itibaren ‘Sabıkların tertipleri' başlığı altında ağır iftiralarla karşılaştılar. CHP'lilerin başını çektiği bir kesim ‘Düşükler' ve ‘Kuyruklar' diyerek onlara nefret kusuyordu. Sokakta, çarşıda, okulda hakarete, tacize uğruyorlardı. DP'liler Yassıada'da, yakınları dışarıda tecrit edildi ve yargısız infaza uğradılar. Oğlu Emre Oktay, “Korgeneral Cemal Madanoğlu İstanbul'da bizim apartman komşumuzdu, babamın da Harp Okulu'ndan sınıf arkadaşı. Yüksek Adalet Divanı Üyesi Ferruh Adalı da ailece görüştüğümüz bir dostumuzdu; ama darbeden sonra ikisi de telefon bile etmedi, biz arayınca da çıkmadılar...” diyor. 27 Mayıs'ta basın, üniversite ve CHP'nin tam bir dayanışma içinde darbecilerle birlikte çalıştığını anlatan Oktay, “Silivri'yi toplama kampına benzeten CHP, o gün DP'lileri linç kampanyalarında başı çekiyordu.” şeklinde konuşuyor.

İlker Başbuğ'un darbeye teşebbüs suçlaması ile tutuklanması, 27 Mayıs darbesi ile tutuklanan ve Yassıada'da yargılanan emekli ve muazzaf askerleri akıllara getirdi. Başbuğ'dan, ‘Cumhuriyet tarihinde tutuklanan ilk genelkurmay başkanı' olarak söz edilse de onun durumu daha çok eski Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut'unkine benziyor. Yamut, 27 Mayıs'ta tutuklandığında emekli bir genelkurmay başkanıydı. Peki, CHP'nin zemin hazırladığı darbenin mağduru emekli ve muazzaf askerler nasıl bir muameleye tabi tutulmuştu?

Emekli Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, Ankara'daki evine tutuklamak için gelen subaylara “Ben Çanakkale kahramanıyım, Atatürk'ün silah arkadaşıyım, gaziyim, eski genelkurmay başkanıyım... Bana hakaret edemezsiniz!” diye karşı çıkmıştı. Yamut'u önce tokatladılar, sonra merdivenlerden yuvarladılar. Yamut, hakaret ve işkencelere dayanamadı, Yassıada'da yargılamalar sırasında hayatını kaybetti.

27 Mayıs'ın tutukladığı asker ve generaller sadece bu iki isimle sınırlı değildi. Salih Coşkun, Kore kahramanı; Avni Karaca, süvari yarbayıydı. Mehmet Nuri Yamut, Gazi Yiğitbaşı ve Yümni Üresin, İstiklal Savaşı'na katılmıştı. Hepsi emekli, Oramiral Sadık Altıncan, Org. Nurettin Aknoz, Org. İshak Avni Akdağ, Org. Nazmi Ataç, Hava Kuvvetleri Komutanı Tekin Arıburun, Yassıada'da aynı hücreleri paylaşmıştı.

27 Mayıs cuntasının gözaltına aldığı generallerin suçu darbelere karşı olmaları ve cuntalara katılmamalarıydı. Gözaltına alınan üst düzey muvazzaf-emekli komutanlar en ağır işkencelere ve hakaretlere maruz kaldı. Gözaltı sırasında başlayan kötü muamele, Yassıada ve yargılanma sırasında da devam etti. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sadık Altıncan (Giresun Milletvekili) Yeşilyurt'ta ismi okununca birkaç kara subayı tarafından tartaklandı. Denizciler eski komutanlarına saygılarından dolayı araya girip Altıncan'ı karacıların elinden aldı. O sırada botların komutanı Albay Muzaffer Grebene, eski komutanına saygı gösterip kaptan köşküne aldığı için amirallik rütbesinden oldu. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Altıncan, Yassıada'ya büyük emek vermişti. Adaya ayak basar basmaz, yaşlı gözlerle, “Kendime bir mahpes hazırlamışım.” demişti. Yeşilyurt'ta bir yandan dayak yiyen bir yandan da tükürük yağmuruna tutulanlar arasında General Namık Argüç de vardı. Ada Komutanı Tarık Güryay, İzmir Milletvekili, general kızı ve Org. Tekin Arıburun'un eşini mahkemedeki savunmasından dolayı saçından sürükleyerek dövdü.

Yassıada'da en hazin hadise kısa süre öncesine kadar şerefli Türk ordusunun Genelkurmay Başkanlığı görevinde olan Rüştü Erdelhun'un suratına yumrukların acımasızca indirilmesiydi. Erdelhun Paşa hakaretlere uğradı, rütbeleri söküldü. İdamla yargılandı. Mayıs 1960 öncesinin genelkurmay başkanı Erdelhun, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel'le sınıf arkadaşıydı. 1948'de Amerikan askerî yardımı henüz başlamıştı ve Genelkurmay Karargahı'nda dil bilen kurmay subay yok denecek kadar azdı. Rüştü Paşa, İngilizce bilen nadir generallerden biriydi. Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki süreçte, İzmir müstahkem mevki kumandanı olan Hüseyin Hüsnü Erkilet Paşa genelkurmay eğitim başkanıyken, kimi seçkin kurmayları, sadece dil öğrenmelerini temin maksadıyla, çeşitli ataşemiliterliklerin emrine dil subayı (language officer) olarak göndermişti. Tuğgeneral Rüştü Erdelhun, bu seçkin subaylardan birisi olarak Tokyo'ya gitmişti. Japonca yanında İngilizce de biliyordu. Londra Ataşemiliterliği de yapmıştı. Bu niteliklerinden ötürü, Genelkurmay Başkanlığı ile Amerikan Askerî Yardım Kurulu (JUSMAT) arasında koordinatörlük görevi verilmişti kendisine. Rüştü Paşa'nın en belirgin niteliği, son derece kibar oluşuydu: Makam odasına giren en küçük rütbeli kurmayı bile ayağa kalkarak selamlar, onu karşısındaki sandalyeye oturtarak dinlerdi. Çok çalışkan, son derecede iyi niyet sahibi, insanlara sevgi ve şefkatle yaklaşan, yasalara saygılı bir askerdi. Eşi keza; omurgasındaki rahatsızlık sebebiyle çelik korseye mahkûm olduğu halde sosyal faaliyetlerini aksatmayacak kadar enerjik bir yapıya sahip, görmüş geçirmiş, örnek bir subay eşiydi, çocukları yoktu.

Ankara'dan Yassıada'ya nakledilecek sanıklar arasındaki asker kökenli milletvekillerinden biri de Kore kahramanı Tahsin Yazıcı'ydı. Darbecilerin gözaltına aldığı asker, sivil bürokratlar yolculuk esnasında da her türlü işkenceye maruz kalıyordu. Uçaklarda hava delikleri açılarak soğuk hava cereyanına tabi tutuluyorlardı. General Tahsin Yazıcı, uçakta gösterilen yere asil ve vakur bir tavırla oturmuştu. Tomsonlu hava yarbayı elinde tuttuğu gocuğu ona uzatmıştı. Paşa dik dik bakmış ve sert bir şekilde “İstemem!” diye bağırmıştı. Uçak komutanı elindeki tomsonu paşaya çevirdi. Elini tetiğe götürüyor, sonra çekiyor… Yine götürüyor, yine geri çekiyordu. General Salih Coşkun, millî savunma müsteşarıydı. Hava meydanında ve Yeşilyurt'ta hakarete maruz kaldı, tekme, yumruk saldırısına uğradı. Avni Karaca, süvari yarbayıydı. Türk bayrağını şeref direklerine çektiren usta millî binicilerimizdendi. Teğmenken elinde taşıdığı kupayı halkın omuzlarında Türkiye'ye getirmişti. Karaca uçakta dövüldü. Ankara Merkez Komutanı Namık Argüç de aldı yumruk ve hakaretlerden payını. Yassıada'da işkence ve hücre cezası vardı. Zindan cezasını en çok İstanbul grubu ve onların içindeki Merkez Komutanı Kemal Binatlı çekmişti.

Yassıada'da hayatını kaybeden eski Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut Paşa, eski Kolordu Komutanı Korgeneral Yümnü Üresin ve Gazi Yiğitbaşı'nın kahramanlıklarla dolu parlak geçmişleri vardı. Mehmet Nuri Yamut; TSK'nın 6. genelkurmay başkanıydı. 1908'de teğmen rütbesi ile harp okulundan mezun oldu. Anadolu'ya geçerek İstiklal Savaşı'na katıldı ve İstiklal Madalyası kazandı. 6 Haziran 1950'de atandığı Genelkurmay Başkanlığı görevinden 10 Nisan 1954'de kendi isteği ile emekli oldu. 11. dönem İstanbul milletvekili iken 27 Mayıs'ta tutuklandı ve 5 Haziran 1961'de orada hayatını kaybetti. Yümnü Üresin; 1898 doğumlu, 1911'de Harbiye'ye girdi. Birinci Dünya Savaşı'nda, Çanakkale, Kafkas ve Sina cephelerinde savaştı. Kütahya Eskişehir Muharebeleri, Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz'a katıldı. Çeşitli görevlerden sonra 1951'de Millî Savunma Bakanlığı Tetkik Kurulu'ndan emekli oldu. Eylül 1951'de yapılan 9. ara dönemi seçimine girerek Bilecik milletvekili seçildi. 1952-54 arasında Ulaştırma Bakanlığı yaptı. Gazi Yiğitbaş; 1898 Afyon doğumlu. 1913'te Bolvadin askerî okulundan mezun oldu. 1920'de Afyon'da 23. Fırka 69. Alay 3. Tabur'a iştirak ederek Geyve, Adapazarı, Sapanca ve İzmit muharebelerine katıldı. 1 ve 2. İnönü savaşları ile Sakarya Meydan Muharebesi'nde savaştı. 1946'da DP'ye girdi. 9. dönem seçimlerinde Afyonkarahisar milletvekili seçildi. Yassıada'da kalp krizinden hayatını kaybetti.

Peki, İlker Başbuğ'un ‘darbeye teşebbüs' suçlaması ile tutuklanmasına ‘genelkurmay başkanı' diye karşı çıkan ve tepki gösteren CHP ile bazı basın organları, 27 Mayıs'ın gözaltına aldığı İstiklal Savaşı madalyalı paşalara yapılan işkence ile kötü muameleleri nasıl karşılamıştı? Babasını işkencede kaybeden Emre Oktay, “Basın, 27 Mayıs'a destek verdi, işkence ve cinayetleri görmedi, hatta bu muameleleri alkışladı. 27 Mayıs'tan sonra da zaten 27 Mayıs'ı eleştirmek ve DP'yi övmek bir yasa ile yasaklandı.” diyor.

Aksiyon

Ordu, AKP’yi niçin devirmedi?
Arslan Bulut
(Yeniçağ)
31 Ocak 2012

İngiltere’nin İndependent gazetesi, Türkiye ile ilgili yorumunda, “Ordu, AKP hükümetini, ABD istemediği için devirmedi” diye yazdı.

Türkiye’de ise “Milli Görüş”ün önemli isimlerinden Oğuzhan Asiltürk, “ABD yakında İran’ı işgal edecek. Ancak TSK’da vatansever subaylar buna karşı çıkıyordu. Bu subayları Ergenekon operasyonlarıyla tutuklattılar” dedi.

***

İster içerden bakın, ister dışarıdan tespit değişmiyor. Büyük Orta Doğu Projesi ve Arap Baharı gibi uygulamalarda, Libya ve Suriye olaylarında görüldüğü gibi Türkiye, 24 saat kendi etrafında dönerken, 365 gün ABD yörüngesinde hareket ediyor.

Bu durumda, Türkiye’de, klasik veya postmodern bütün darbelerin, muhtıraların ABD istediği veya onaylandığı için yapıldığı gibi bir sonuç kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Gerçi bunu görmek için bir İngiliz’in değerlendirmesine ihtiyaç yok ama malum Türkiye’de darbelerin de taraftarı var. Mesela solda 1961 Anayasası iyi bir Anayasa sayıldığı için bu darbeyi devrim olarak nitelendirenler veya sağda sırf Alparslan Türkeş de içinde bulunduğu için 27 Mayıs ile ilgili yorum yapmaktan kaçınanlar var.

Şimdi Türkiye’nin geldiği “yörünge devlet” konumunun, 12 Eylül’ün ürünü olduğunu herkes kabul ediyor. 12 Eylül’ün terörü ile 24 Ocak kararları ile birlikte planlandığını da anlamayan yok gibi..

12 Eylül’ün neden Afganistan’ın işgali, İran devrimi, İran-Irak savaşları ile aynı döneme geldiği ise ancak aradan 30 yıl geçtikten sonra birkaç kişi tarafından gündeme getirilebildi..

Yine 28 Şubat, 27 Nisan gibi hareketlerin de Amerikancı politika takip eden AKP’nin bütün devlet kurumlarına tam anlamıyla hakim olması sonucunu getirdiğini bazıları hala anlamak istemiyor.

Adı üzerinde, 28 Şubat’ın kadrosu “Batı Çalışma Grubu!” idi. O zaman “Neden Doğu Çalışma Grubu değil de Batı?” diye sormuştum?

Sonuçta “şiir okumak” mağduriyetinden bir lider çıkardılar, türban ve imam hatipliler mağduriyetinden de Amerikancı bir iktidar!

Türbanlılar veya İmam-Hatipliler Amerikancı mıdır peki? Kesinlikle değildir. Peki ama halk, bu mağduriyetlerin Türkiye’nin tam anlamıyla Amerikan yörüngesine oturtulması için kullanıldığını hiç mi görmeyecek?

Halk göremesin diye ekonomik ve kültürel ortam hazırlandı. Zaten 300 milyar Dolar kredi kartı borcu ile yaşamaya çalışan, televizyon dizileri ve artık her gün yapılan maç yayınları ile meşgul edilen halk, sanal alemde olup bitenlerle futbol dünyasının tartışmalarına, kendi kişisel sorunlarından daha fazla zaman ayırmaktadır.

***

Geçen gün Trabzonlu bir taksi şoförü, bana, televizyonda seyrettiği “elit hakem” tartışmasını anlatıp fikrimi soruyordu. “Elit hakem” de diyemiyordu. Eliti etik anlamış, “etik hakem” ifadesini kullanıyordu. Tartışmadan ve kavramdan benim hiç haberim yoktu. O günün akşamı, televizyonda bir spor programının alt yazısında “elit hakem” ifadesine rastlayınca biraz takip ettim. Meğer, UEFA, hakemliği kategorilere ayırmış, Elit hakemlik en üst kategori imiş. Televizyonlarda tartışılan ise “filanca elit hakemliğe yükseldi de ben niye yükselemedim” gibi konular…

“Yahu memleket ayağının altından çekiliyor, ekonomiyi, medyayı yabancılara devrediyorlar, yabancı şirketlere toprak satmaya başladılar, ülkenin yer adları bile Ermenice, Rumca kelimelerle değiştiriliyor, ‘Türk’ adını dahi Anayasa’dan çıkaracaklarını söylüyorlar. Malazgirt Savaşı’ndan 941 yıl sonra Türkiye’de Türk egemenliğini, Türkiye’yi yöneten kadro tehdit ediyor, sen nelerle uğraşıyorsun hemşerim” diyecek oldum, “Boşver abi, Türkiye’ye hiç kimse bir şey yapamaz” diye cevap verdi ve elit hakem konusunu anlatmaya devam etti.

Türk Milleti’nin genel özelliklerinden biri işte budur. Özgüvenden dolayı, yumurta kapının ağzına gelmeden kıpırdamıyor..
Yeni Çağ


Tolga Örnek'e Açık Mektup : Her Sakallıyı Hacı; Her Üniformalıyı Amca Zannetme
Behiç Gürcihan
Açık İstihbarat
22 Eylül 2012

Sevgili Tolga;

Senle yıllar öncesinden tanışıyoruz.

Napoli günlerinden.

İtalya mafyasının "koruma parası" adı altında site aidatlardan para kestiği Pinetamare'de , İtalyan'lar ve ABD'li subaylarla beraber maaile kaldığımız o sitedeki kısa ama güzel gençlik günlerimizden.

Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargahından Yugoslavya'yı parçalarken, bizim güle oynaya İtalya'nın nimetlerinin peşinde koştuğumuz günlerden.

O günler geride kaldı.

Hepimiz kendi yolunda büyüdük. Sen takdir edilecek bir şekilde, hayallerinin peşinden gittin ve sıfırdan başlayarak sinemacılık okudun ve o alanda bir yere geldin. Doğruyu söylemek gerekirse, çektiğin filmleri , hayallerini kovaladığın gerçeği kadar takdir edemedim ama bu ayrı bir konu.

Arada 1-2 kez daha sohbet etme imkanımız oldu sen ve kardeşin Burak'la. Sonra da uzaktan takip ettim sizleri. Çok farklı dünyalara yelken açışlarınızı ve katettiğiniz irtifayı.

Dün yine seni izledim televizyonda.

Babanın aldığı mahkumiyet sonrasındaki haklı feryadını.

Babası hapse düşmüş bir paşa çocuğu ile, bu gidişle 1-2 seneye kalmaz tekrar hapse girecek bir paşa çocuğu olarak hasbihal etmek istedim uzaktan da olsa.

Şapkayı öne koyup düşünme zamanı geldi Tolga.

Ekranda diyorsun ki;

"Bu benim için TSK'nın bittiği andır. Eski bir genelkurmay başkanı ve kara kuvvetleri komutanına amca dediğim için çok pişmanım"

Çok yanılıyorsun Tolga.

TSK'nın bittiği an, babanın mahkum edildiği an değildir.

Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım...

Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti...

"Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti...

Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK

Tabi ki, TSK'nın bittiği anlar sizin "amca" dediklerinizin icraatleri ile sınırlı değil.

Fakat bugün babanızın, yarın ise benim ve eşimin mahkumiyeti ile sonuçlanacak bu sürecin müsebbibi sizin "amca" dediklerinizdir.

Ne yaman çelişkidir ki...

"Amca" dediğiniz Çevik Bir , Tayyip Erdoğan'I iktidara getiren 28 Şubatın mimarıdır...

Bir diğer "Amca"nız Hilmi Özkök, Tayyip Erdoğan'ın iktidarda önündeki pürüzleri temizlemiştir...

Ve son "Amca" Yaşar Büyükanıt'ta , Erdoğan'ın geri dönülmez şekilde iktidarda kalmasını garantilemiştir.

(Anayasa Mahkemesinde AKP lehine oy kullanan askeri üye ile Yaşar Büyükanıt'ın bağlantısını araştırırsan, yukarıdaki cümle daha bir anlam kazanır)

Ve "amcaların" sayesinde iktidarı pekişen Tayyip Erdoğan'dır; senin babanı mahkum eden mahkemenin savcısı.

Her gördüğün üniformalıyı "amca" zannedip, baban mahkum olunca şikayet etmek için ise çok geç sevgili Tolga.

Şapkayı önüne koy bir düşün...

"Ergenekon" dalgaları başladığında neredeydiniz...?

Arka planda yapılan konuşmaları bilmiyor muyuz zannediyorsun?

Geçenlerde babanın üniformasını taşıyan birinin, "kangren olan kolu keseceğiz" mealindeki sözlerin yıllardır TSK'nın koridorlarında sarfedildiğini bilmiyor muyuz?

Amcalarından bir tanesinin, asi gördüğü generallerine "Son Yeniçeri'ye Selamlar" imzası ile kitap imzalayıp gerekli mesajı verdiğini bilmiyor muyuz?

"Ergenekon'da" tutuklamalar geldikçe önü açılan bazılarının sevindiklerini bilmiyor muyuz?

Neticede, senin amcalar, AKP ile birlikte küresel plana uyumlu bir Vakay-ı Hayriye planladılar ve bu yolla TSK içindeki küresel planla uyumsuz generalleri ve subayları tek tek tasfiye ettiler. Bizim dangalak ulusalcılar da, Genelkurmay direniyor zannetti.

"Bu bir küresel devlet operasyonudur. Genelkurmay'da bu planın parçasıdır"

diyen bizleri komploculukla ve müzmin muhaliflikle suçladılar.

Bu yolda işler kontrolden çıktı ve amcaların attıkları bumerangı geri dönüşte sağlam tutamayınca bumerang size de çarptı.

Ve şimdi veryansın ediyorsun : "TSK Bitmiştir"

Günaydın Tolga.

TSK "biteli" 10 seneyi geçti.

Senin "amcalarının" yönettiği Genelkurmay'ın TSK'yı iyi yönetemediğini 2000'li yılların başından beri yazdığım için 3 kez 301. maddeden (TSK'ya hakaret) yargılandım. İkisinden beraat ettim, birinden hüküm giydim, hüküm ertelendi.

Tarihe; Genelkurmay'ın dava ettiği ilk paşa çocuğu olarak geçtim.

Genelkurmay'ın ihya ettiği paşa çocuğu olsaydım , sen de biliyorsun ki, bu tarihte bir ilk olmazdı.

O davalardan birinden hemen sonra Fenerbahçe orduevinde karşılaştığım amcalarından birinin yüzüne söylediğimi aynen tekrarlayayım :

"Sizin en büyük müttefikiniz ne ABD, ne İsrail; Türk milletidir."

Anlayacağın; ordusuna yapılan onlarca saldırıyı/hakareti sineye çeken Genelkurmay bizim gibilerle uğraşırken, kendisine yapılan esas büyük hakareti, kendisine kurulan esas büyük tuzağı görmedi.

Senin "amcaların", 90'ların ortasından beri, müttefiklerine güvenmemeleri, altlarının boşaltıldığı yolundaki onlarca uyarıyı gözardı etti. Uyarıları yapanları komploculukla suçladı.

O müthiş kibirleri ve özgüvenleri arkasında kendilerine bir şey olmaz zannettiler.

Gelinen nokta ortada. Sokaktan devşirilen bir adam, salonlarında enterne edilenleri tasfiye edip, küresel plana daha uyumlu olduğunu kanıtladı.

Sakın bu süreci "rejim değişiyor" gibi basma kalıplarla algılamayın.

Aksine bu ülkede değişen hiç bir şey yok; hizmet eden kadrolar dışında.Hizmet edilen odak ise aynı. Hizmet ederken giyilen gömlekler değişse de, hizmet edilen misyon aynı.

Rejimin adı da aynı : Küresel düzene hizmet rejimi

Küresel düzendeki değişime ayak uyduramayanların değişimi, rejimin değiştiği anlamına gelmiyor.

Yazının başındaki cümleyi tekrar hatırlatayım...

"Babalarımız NATO'nun emrinde Yugoslavya'yı parçalarken, biz İtalya'nın nimetlerinin peşinde koşan çocuklardır. "

O gün, babalarımızın komutanı kimdi?

Yaşar Büyükanıt.

Peki o günlerde Yugoslavya'yı parçalamak için NATO tarafından desteklenen ve oradaki iç savaşı körükleyen Kosova Kurtuluş Ordusu'na Türkiye'den akan silahların koordinasyonunu kim yapıyordu?

Ben bilmem; eminim Abdullah Gül biliyordur.

O bilmiyorsa İHH biliyordur. Hani şu "İslamcı", "sivil toplum" örgütü. Yersen!

O günde Türkiye küresel güçlerle elbirliği içinde yanıbaşındaki bir ülkeyi parçalamakla meşguldü.

O günlerde, senin amcaların "dincilerle" elbirliği ile içinde NATO'ya hizmet ediyorlardı.

Tesadüfe bak ki; yıllar sonra Yaşar Büyükanıt Genelkurmay Başkanı, Abdullah Gül ise Cumhurbaşkanı oldu.

Güzel ülkemiz, yine NATO'nun doktrinleri çerçevesinde, komşu ülkeleri parçalama planları içinde aktif oyuncu.

Senin "amcalar" devletin kendilerine verdiği görevi yapıp kenara çekildiler.

Senin paşa amcaların miadını doldurdu; artık zaman Rasim Ozanların, Mehmet Baransu'ların polis abilerinin zamanı.

Yeni Devlet'in yeni paşaları onlar.

...

Şimdi sana olacakları anlatayım Tolga.

Sizinkilere o kadar yüksek cezaları , sizi genel af sürecine destek vermeye ikna etmek için verdiler.

O çok da uzak olmadığınız AKP kazanının içinde , "Sivil Anayasa ile birlikte genel af" lafları kaynamaya başladı bile.

Seneler öncesinden yazdığımız, "Ergenekon süreci Öcalan'la af ile sonuçlandırılacak" uyarısını doğru çıkarmak için düğmeye basıldı. (Bkz: "Ergenekon'a" Saklanmış Öcalan Affı)

Sizler; bu süreçte bir çok kez sahte yalanlarla kandırıldınız. Erken tahliye hayalleri bile kurdurdular sizlere.

"Ergenekoncularla" aranıza mesafe koymanızı tavsiye edenlere uyup, "biz Ergenekon değiliz, biz Balyoz davasıyız" gibi duyanları gülümseten inciler bile döküldü Vardiya Bizde platformundan.

Bizler içeri atıldığımızda; kocalarının terfilerine halel gelmesin diye aile dostlarını aramaya korkanlar, kendi kocaları içeri atıldığında feryat figan ettiler.

Çelebi üsteğmen, teröristlere operasyondan dönüşünde helikopterinden iner inmez "terörist" diye içeri alındığında gıkını çıkarmayanlar, şimdi TSK'nın onurundan bahseder oldular.

TSK; teğmenini verdiği gün bitti Tolga, paşasını verdiği gün değil.

O yüzden şapkanı önüne koy ve düşün.

Hilmi Özkök-Yaşar Büyükanıt-Çevik Bir üçgeninde yelkenleri rüzgarla doldururken iyiydi...

AKP'ye yakın holdinglerle çalışırken iyiydi...

AKP'nin belediyelerine "kültür işleri" yaparken iyiydi...

ve babana mahkumiyet kararı çıktığı için TSK bitti öyle mi?

Hasbelkader beraat çıksaydı TSK bitmemiş mi olacaktı?

...

Sen yönetmensin.

Kadrajın da, kameranın da, flashback'in de ne olduğunu benden çok daha iyi bilirsin.

Ben bir gün bu büyük tuzağın filmini çekecek olsam şu sahne ile başlardım...

[ (İÇ; HOLDINGTE ŞIK BİR OFİS; GÜN)
FADE IN

Bir paşa çocuğu büyük bir holdingteki ofisine gelir. Bilgisayarını açar, çalışmaya başlar. Bu sırada o holdingin ağı üzerinden bilgisayarındaki bazı dosyalar bilgisayarın sahibinden habersiz gizlice çekilmeye başlanır.

Paşa çocuğunun telefonu çalar. Gözleri ışıldayarak açar:

"Amca, nasılsın"]

Bu senaryo parçasını belgesel mi, kurgu mu algılarsın bilemem.

Bildiğim tek bir şey var:

Her sakallıyı hacı , her üniformalıyı amca zanneden bizler bu ülkenin en son şikayet etmesi gereken çocuklarıyız.

Bu ülkenin ezilenleri arasında "paşa çocuğu" sınıfının en başlarda yeraldığını düşünmüyorsundur herhalde.

Biz üst düzeyde bir güç kavgası ve dönüşümünün yakın tanığıyız sadece. O kadar yakında durduğumuz için kavgada bir kaç yumrukta bize denk geldi; o kadar.

Merak etme.

Yeni Devlet, yeni paşalarının gazını aldıktan sonra eski paşalarını bir "Genel Afla" dışarı çıkartacak.

Bu noktada, tabi NATO/Gladio'nun teröristi Öcalan'ı da dışarı çıkaracaklar.

Küresel plan gereği maksat hasıl olmuş olacak.

Yugoslavya parçalanırken, İtalya'nın keyfini çıkaran biz paşa çocukları gibi..

Birilerinin çocukları da , Suriye ve sonra Türkiye parçalanırken keyif çatacak.

Dünyadan bi haber, kaderin ağlarının nasıl örüldüğünden bi haber.

Kimbilir kaç sene sonra kime "amca"/"abi" dedikleri için pişman olacaklar...

Ama çok geç olacak.

B.G.
Kaynak:http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=10174


Erdoğan'ın Saygun ziyaretinin sembolik önemi
12 Şubat 2013



Financial Times gazetesinin İstanbul muhabiri Daniel Dombey, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Balyoz davasında tahliye olan emekli Orgeneral Ergin Saygun'u tedavi gördüğü hastanede ziyaret etmesini değerlendiren bir yazı kaleme almış.

"Ziyaretin sembolik anlamını gözden kaçırmak mümkün değil" diyen Dombey, Başbakan Erdoğan'ın Ergin Saygun'u ziyareti sırasında çekilen fotoğrafı özetle şöyle tarif ediyor:

Solda, Türkiye tarihinde darbe üstüne darbe yapan generallerin diğer herhangi bir başbakandan daha fazla önünde eğilmelerini sağlayan Erdoğan; sağda ise hükümete karşı darbe planlamaktan 18 yıl hapis cezasına çarptırılan emekli orgeneral Ergin Saygun el ele tutuşuyorlar.
Erdoğan'ın hafta sonunda yaptığı bu ziyaretin fotoğrafının Türkiye'de hala gündemde olduğunu belirten Financial Times muhabiri, Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in, ziyarete sahip olduğundan daha büyük bir anlam yüklenmemesi yolundaki sözlerini de aktarıyor.

Başbakanın TSK kapasitesi kaygısı

Ziyaretin, özellikle hassas bir döneme denk geldiğini belirten Dombey, Türkiye-Suriye sınırında dün patlayan bombanın, ülkenin tehlikeli bir bölgede olduğunu hatırlatan ölümcül bir gelişme olduğunu ve Erdoğan'ın böyle bir dönemde subayların cezaevine konmasının ordunun kapasitesini zayıflattığı yolundaki kaygılarını dile getirdiğini de ifade ediyor.

Donanma Komutanı Oramiral Nusret Güner'in, 330 subayın mahkum edildiği davalar nedeniyle geçen ay istifa ettiğini de hatırlatan Financial Times, Güner'in "kendisine karşı komplo kurulmadan istifa etmeyi seçtiği" açıklamasını da aktarıyor.

110 savaş uçağı pilotunun istifa ettiği yolundaki haberlerin Türkiye savunma bakanlığı tarafından reddedilmediğini de belirten gazete, Erdoğan'ın binlerce kişinin tutuklu yargılandığı davalar konusunda sabırsız bir hale geldiği yorumunu da yapıyor.

Dombey, geniş şekilde tanımlanan terörizm suçunun tanımının daraltılmasının Türkiye'nin PKK ile çatışmasının düzeyini de düşürebileceğini ifade ediyor.

Bunun başlıca nedeni ise KCK davalarında terörizm suçu ile yargılanan 8 bin kadar kişinin olması.

Financial Times muhabiri son olarak, Erdoğan'ın bu yöndeki hamlelerinin, etkili Müslüman vaiz Fethullah Gülen'in takipçileriyle arasını açabileceğini de belirtiyor.

Gazete, Gülen'in takipçilerinin darbe döneminin sona erdiğini düşünmediklerini ve toplumun korunması için Ergenekon ve Balyoz davalarının sonuçlarına vardırılması gerektiğine inandıklarını da aktarıyor.
BBCT
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Eyl 04, 2016 10:57 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Şub 23, 2013 9:39 pm    Mesaj konusu: Kurtlar Medyası: Paşaların Patronları! Alıntıyla Cevap Gönder

Kurtlar Medyası: Paşaların Patronları!
Tevfik Diker

Türkiye’de Eski Masa’nın önde gelen baronları Rahmi Koç, İshak Alaton ve İnan Kıraç gibi yaşlı kurtlardır.

Baronların Baronu da Rahmi Koç’tur.

Kurtlar Medyası’nın vitrindeki hâkim patronu hiç kuşkusuz Aydın Doğan’dır.
Bununla birlikte, Kurtlar Medyası’nı sahne arkasından yöneten, bir tür ‘tek seçici’ veya organizatör konumundaki isim İshak Alaton’dur.

Hüsamettin Özkan, Kemal Derviş, Cem Boyner, Ümit Boyner ve Mustafa Sarıgül gibi isimler sözünü ettiğim yaşlı kurtlarla aynı istikamette konuşlanmışlardır.

Baronlar ve beraberindekiler, bir süredir Başbakan Erdoğan'ın Çankaya’ya çıkmasını engellemeyi amaçlayan bir siyasi proje üzerinde çalışıyorlar.

Rahmi Koç, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan sonra CHP’nin Genel Başkanı olarak Mustafa Sarıgül’ü görmek istiyor.

Sarıgül, 2004’te Deniz Baykal’ın karşısına çıkartılmış ancak başarılı olamamıştı.

2010’da bir kaset operasyonu sonucunda CHP’den istifa etmek zorunda kalan Baykal’dan, 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesindeki rolü düşünüldüğünde “intikam” alınmıştı.

CHP’li Yılmaz Ateş, “Deniz Bey Genel Başkan iken İnan Kıraç geldi, belli isimleri ‘listeye almayın’ dedi. İstediği olmadı. Sonrasında kaset skandalı patladı” diye konuşmamış mıydı? (25 Mayıs 2011)

Kemal Kılıçdaroğlu’nu TESEV’in kurucu üyelerinden biri yapan da İnan Kıraç’tır.

Kaset operasyonundan hemen sonra, İshak Alaton Zaman yazarı Şahin Alpay’a “CHP’ye en büyük kötülüğü Deniz Baykal yapmıştır” diyordu.

***

Tezkerenin Meclis’e gelmesinden birkaç ay önce Rahmi Koç, “Irak’ta ABD’nin yanında olalım” demişti. (26 Aralık 2002, Milliyet)

O dönemde, Hürriyet’in başındaki Ertuğrul Özkök “Tezkere geçmezse Türkiye savaşa girer” diye yazıyordu. (27 Şubat 2003)

Doğan medyası, 1 Mart 2003’te Meclis’ten evet oyu çıkması için yırtınmış, çıkmayınca da “Büyük fırsat kaçırdık, mahvolduk, bittik” şeklinde yayınlar yapmıştı. Ertuğrul Özkök “Ekonomik yönden felaketin kapıda olduğunu, Türkiye’nin en az iki nesil kaybettiğini” iddia ediyordu.

Balyoz darbe planı için 2002 Aralık ayı başında düğmeye basıldığını biliyoruz. Çetin Doğan 5-7 Mart 2003 tarihleri arasında Selimiye Kışlası’nda darbe planının seminerini yapmıştı.

Cunta, amacına ulaşamamıştı.

27 Mart 2003 tarihinde, iş dünyasının önde gelen isimlerinin Doğan Holding’in binasında toplandıklarını biliyor muydunuz?

Rahmi Koç, Aydın Doğan, Tuncay Özilhan, Ömer Sabancı toplantının önde gelen isimleri arasındaydı.

Tezkerenin geçmemesinin Balyoz darbe planına sekte vurmuş olduğu anlaşılıyor. Tezkere geçseydi, Türkiye Irak’ta ABD’nin yanında yer alacaktı.

Böylece, Rahmi Koç’un arzusu gerçekleşecekti.

Baronların Türkiye’de kaybetmeye başladığı ‘kırılma anı’ tezkeredir.

***

Rahmi Koç, 28 Şubat sürecinde Tansu Çiller için “Küçük Hanım gidecek hem de nasıl gidecek” diye meydan okumuş, üç hafta sonra Refahyol hükümeti istifa etmişti.

28 Şubat gibi darbe süreçlerinde işleyen derin hiyerarşiyi isabetli bir biçimde değerlendirebilmek için ‘paşaların da patronları’ olduğunu görmemiz gerekir.
Bunun anlamı şudur…

Paşaların da üzerinde bir derin devlet yapısı bulunuyordu.

O yapının ana damarını da baronlar yani Türkiye’deki önde gelen işadamları oluşturuyordu.

Türkiye’deki derin devleti sadece ‘askeri vesayet’ ile izah etmeye çalışanlar bilerek ya da bilmeyerek derin baronların vesayet rejiminin üzerini örtmüştür.

Örneğin, Kurtlar Medyası’nın gizli organizatörü İshak Alaton’un has adamı liberal yazar Hasan Cemal her defasında askeri vesayetten yakınır ancak hiçbir zaman işadamlarının derin fonksiyonlarından bahsetmez.

“28 Şubat soruşturması daha fazla genişlemesin” diyen cepheye şöyle bir bakınız orada en başta İshak Alaton’u, özellikle de Doğan Grubu yazarlarını göreceksiniz.

Bu koroya bazı Zaman yazarlarının da katılması dikkat çekmektedir.
İshak Alaton’u sütunlarında övmekten yorulmayan ve bu arada Aydın Doğan’ı sanki 28 Şubat’ın dışında imiş göstermeye çalışarak kollamaya çalışan Zaman yazarları az değildir.

Zaman Gazetesi, manşetlerinden her defasında generalleri hedef tahtasına oturtmakta ancak sayfalarında belli başlı baronları asla eleştirmemekte, tersine parlatmaktadır.

Gazete, sözünü ettiğim işadamlarını daima darbe süreçlerinin ve girişimlerinin dışında tutmaktadır.

EMEKLİ PAŞALAR VE KOÇ HOLDİNG

Paşaların da patronları vardır, dedim…

Bu gerçeği gördüğünüzde, emekli paşaların neden çoğunlukla Koç Grubu’nu tercih ettiklerini anlamanız zor değildir.

Emekli orgeneral Vural Beyazıt Migros’ta yönetim kurulu üyesi idi.

Harp Akademileri eski komutanı olan emekli korgeneral Kemal Yavuz, bir dönem Maret’te yönetim kurulu üyeleri arasında idi.

28 Şubat’ın önde gelen komutanlarından Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Güven Erkaya vefat ettiği tarihe kadar Koç Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği yapmıştı.

Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç, altı yıl önce savcılıktan aldığı özel izinle o dönemde Tekirdağ’ın Saray ilçesinde tutuklu bulunan Deniz Kuvvetleri eski komutanı İlhami Erdil’i ziyaret etmişti.

Erdil, ‘haksız mal edinmek’ suçundan hakkında kesinleşen iki buçuk yıllık cezasını çekmekteydi.

Yolsuzluğa karıştığı için rütbeleri sökülen İlhami Erdil de Koç Holding bünyesinde faaliyet gösteren bir şirkette yönetim kurulu üyesi olarak yer almış isimlerdendir.

Yine eski Deniz Kuvvetleri Komutanlarından emekli Oramiral Orhan Karabulut, Aydın Doğan’ın yakın arkadaşı olarak Doğan Holding yönetim kurulu üyeliğinde bulunmuştur.

Emekli Orgeneral Sabri Deliç ise İshak Alaton'un sahibi olduğu Profilo Holding'in Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı idi.

Devam eden Balyoz ve Ergenekon davalarında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı mensuplarının önde gelmesi dikkat çekmektedir.

DERİN AĞABEY İNAN KIRAÇ

1979’daki Abdi İpekçi Suikastı sonrasında Ercüment Karacan apar topar Milliyet’i elinden çıkarmış…

O dönemde piyasada adı sanı bilinmeyen Aydın Doğan gazetenin yeni sahibi olmuştu.

Aydın Doğan’ın yakın dostu İnan Kıraç’tı.

Aydın Doğan, Vehbi Koç’un damadı İnan Kıraç’ın desteği ile yani Koç Grubu’nun arka çıkmasıyla Milliyet’in patronluğunu elde etmiştir.

İnan Kıraç, Aydın Doğan, Bedrettin Dalan ve Bülent Ulusu’yu yıllar boyunca aynı kadrajda görmek mümkündür.

Kıraç için, aynı zamanda ‘Derin Galatasaray’dır, diyebiliriz.

2011 yılının Ocak ayında Türk Telekom Arena Stadı’nın açılışında Tayyip Erdoğan’ı yuhalattıran da, kulübün o dönemdeki başkanı Adnan Polat’ın koltuğunu kaybetmesi sürecini o geceki olayla birlikte başlatan da işte bu ‘Derin Galatasaray’dır.

Ünal Aysal’ı Galatasaray Başkanı yapan İnan Kıraç’tır.

Aysal, 1970-1972 arasında Koç Holding bünyesindeki Ram dış ticaret şirketinde ihracat koordinatörü olarak görev yapmıştı.

Koç Ailesi’nin mutemet adamıdır.

Aynı zamanda MİT eski Müsteşarı Şenkal Atasagun’un çok yakın arkadaşıdır.
Atasagun, Süleyman Demirel’in yakın akrabasıdır.

Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nin 12 Ekim 2010’daki akademik yıl açılış töreninde İnan Kıraç, Süleyman Demirel ve Kemal Kılıçdaroğlu üçlüsünün buluştuklarını sizlere hatırlatmak isterim.

Üniversite senatosu tarafından kendisine fahri doktora verilen İnan Kıraç gözyaşlarına hâkim olamamıştı.

İnan Kıraç’ın, Cüneyt Arcayürek’e 2011 Genel Seçimleri öncesinde “Güvenilir kaynaklardan bilgi aldım. CHP birinci parti olacak” dediğini, Arcayürek Cumhuriyet’teki köşesinde yazmıştı.

Seçim sonuçları İnan Kıraç’ı mahcup ederken, bu sözlerinin kehanet değil de aslında bir temenniyi yansıttığı o günlerde dile getirilmişti.

2011 Genel Seçimi’nde AK Parti’nin yüzde 50 oy alması en başta yaşlı kurtları yani baronları çok üzmüş, Doğan Medyası’nı da çok güç bir durumda bırakmıştı.

“İTİRAFÇI” AYDIN DOĞAN!

Doğan Holding yönetimini kızlarına devreden ve Onursal Başkan sıfatını alan Aydın Doğan, geçtiğimiz günlerde Doğan Grubu Yayın İlkeleri’nin uygulanmasını denetlemek üzere yapılan toplantıda konuştu ve son 10 yılın değerlendirmesi babında “itiraf” denilebilecek sözler sarf etti.
Aydın Doğan’ın dikkat çekici cümleleri şunlardı:

“Biz bağımsız ve tarafsız yayıncılık derken, kimileri bunu militan gazetecilik için bir vize olarak gördü. Bazı medya mensupları kendilerini kurumlarının üzerinde adeta bir hükmü şahsiyet olarak algılamaya başladı…”

Bu vesile ile Aydın Doğan’a “Bu bir itiraf değil midir?” diye sormak istiyorum.
Hukukta en büyük belge itiraftır.

Her itirafın yasal ve ahlaki sorumluluğu vardır.

Aydın Bey, bu itirafının hesabını nasıl vermeyi düşünüyor, acaba?

Aydın Doğan’ın yetiştirdiği, beslediği o “militanlar” yazdıkları yazılarla, attıkları manşetlerle muhtıralara, darbe hazırlıklarına, cuntalara çanak tuttular.

Yuvalar yıktılar.

İnsanların hayatlarını mahvettiler.

Köşeleri döndüler.

Boğaz manzaraları villaların sahibi oldular.

Fatih Çekirge’nin Doğan Grubu’ndan Uzan Grubu’na transfer olurken beş milyon dolar aldığını hepimiz biliyoruz.

Çekirge, Cem Uzan’ın Star’ında Doğan Grubu’na yaylım ateşi açmış bir gazeteci olarak, Uzan’lar battıktan sonra nasıl olmuş da yeniden Hürriyet Gazetesine dönebilmiştir?
Günümüzde Hürriyet’in hem yazarı hem yönetiminde etkin bir isim, üstelik Ertuğrul Özkök’ün de damadıdır.
***
Emin Çölaşan’a açıktan 300-500 bin dolar gibi paralar verdiğini bizzat Aydın Doğan söylemiştir.
“Çölaşan’ı köşesini mevzi haline getirdiği için kendisinin kovduğunu” ifade eden Aydın Bey, hangi zorlayıcı sebeplerden dolayı maaş veya primler dışında yüklü miktarlarda paraları eski yazarı Emin Çölaşan’a vermiştir?
Fatih Çekirge de Emin Çölaşan da, Aydın Doğan’ın eseridir!
Bütün bunlar nasıl ilişkilerdir?
AYDIN BEY’İN “ŞANTAJCI MİLİTANLARI”
Aydın Doğan, şimdi ilkeli yayıncılık diye tutturmuş ama onun geçmiş karnesindeki notları kırık…
Hem de çok kırığı var…
Vakit gazetesini ‘susturmak’ için eski para ile 1 trilyon 355 milyar lira tazminat davası açan Aydın Bey’di.
Aydın Doğan, 2008 yılında “Başbakan Erdoğan benim sicil amirim değildir. Hilton olayını şantaj gibi kullanıyor” diye konuşuyordu.
Peki, 28 Şubat sürecinde Refahyol hükümetinin bazı bakanlarına ve kimi DYP milletvekillerine “istifa” etmelerini sağlamak amacıyla şantaj yapanlar Doğan Medyası’nın yöneticileri değil miydi?
Vatan Gazetesi Yazarı Can Ataklı, dönemin Turizm Bakanı Bahattin Yücel’e Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök tarafından şantaj yapıldığını ve bunun üzerine o süreçte Yücel’in istifa ettiğini (2012 Şubat’ının son günü) CNN Türk’te katıldığı bir programda söyleyince ortalık karışmıştı.
Bahattin Yücel, zor durumda kalmış ve geri adım atmıştı.
Ne var ki, o dönemi benim gibi yakından bilenler kül yutmuyordu.
28 Şubat döneminde Tansu Çiller’in Başdanışmanı olan Hüseyin Kocabıyık da Doğan Medyası’nın meşhur bazı yazarlarının Çiller’in doktorundan eski başbakanın (muayenesinden elde edilen) çıplak fotoğraflarını çaldıklarını ve o fotoğrafların Çiller üzerinde tehdit unsuru olarak kullanılmak istendiğini, geçtiğimiz yılki bir röportajda açıklamıştı.
Bu örneklerden sonra, “Şantajcılık, Aydın Doğan’ın ‘militanlarının’ önde gelen vasıfları arasında değil miydi?” diye sormak istiyorum.
Doğan Medyası’nda sansürcülük de sistematiktir.
Bunun en ileri örneklerini Emin Çölaşan’ın 2007 yılında Hürriyet’ten gönderilmesi sürecinde gözlemiştik.
O ‘kavga’ esnasında Çölaşan, yazılarının Ertuğrul Özkök tarafından nasıl sansür edildiğini örneklerle anlatmıştı.
Hürriyet’teki sansür olayı, Çölaşan gibi isimlerle sınırlı kalmamıştı.
Basın meslek ilkelerini ihlal etmek, Doğan Medyası’nın neredeyse hayat tarzı gibidir.
Bütün bu anlattığım medya günahlarının, bugüne kadar hesabını vermemiş olan Aydın Doğan’ın şimdilerde sureta haktan görünerek meslek ilkelerinden bahsetmesi, bu konuda ne kadar titiz olduğunu söylemesi hiç de inandırıcı değildir.

AYDIN DOĞAN-MESUT YILMAZ İŞBİRLİĞİ

18 Haziran 2002’de Pamukbank’a el konulmasından önce dönemin BDDK yetkililerinin durumu gün be gün Mesut Yılmaz’a ve Aydın Doğan’a rapor ettikleri, Ergenekon iddianamesinin delilleri arasında yer almıştır.

2008 yılının Ağustos ayında medyaya yansıyan belgeler sayesinde, dönemin BDDK Başkan Yardımcısı’nın Çukurova Grubu’nun sahibi Mehmet Emin Karamehmet’e ait Pamukbank’a el koyma sürecinde Doğan Grubu ile paslaştığı ortaya çıkmıştır.

Kaynak: http://www.analitikbakis.com/NewsDetail.aspx?id=58753&name=Kurtlar-Medyasi:-Pasalarin-Patronlari

Behiç Gürcihan'a Hatırlatma : "12 Eylül" ve Amcalarınız
Serdar Ant

Behiç Gürcihan’ın “Tolga Örnek'e Açık Mektup: Her Sakallıyı Hacı; Her Üniformalıyı Amca Zannetme” (Açık İstihbarat, 22.9.2012) başlıklı yazısını kâh içim burkularak kâh gülümseyerek okudum.

Öncelikle belirtmeliyim ki Behiç Gürcihan’ı tanımam. Bir kere bile olsa bir araya gelip konuşmuşluğumuz, herhangi bir tanışıklığımız yok. Açık İstihbarat isimli sitede yayınlanan yazılarını okurum ara sıra… Gazeteci Fatma Sibel Yüksek ile evli olduğunu, Ergenekon davası kapsamında bir ara gözaltına alınıp bir süre tutuklu kaldığını, ama şu anda tutuksuz yargılandığını biliyorum, o kadar… Onun Tolga Örnek’le olduğu gibi, kendisiyle bir ortak geçmişimiz de yok tabii…

Benim de babam bir askerdi, ama ben “paşa çocuğu” değilim. Geçmişte babamın görevi nedeniyle yurtdışında, mesela Napoli’de bulunma imkânına sahip olamadığım için, “İtalya’nın nimetlerinin peşinden koşma” gibi bir durumum da olmadı hiç… Ama çocukluk ve gençliğimin tamamı Gölcük gibi bir ortamda geçtiğinden askeriyeyi biraz da olsa bilirim. Bu bağlamda Tolga Örnek’i ve ailesini, uzaktan da olsa tanıdığımı söyleyebilirim.

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e açık mektubunu yazarken Napoli günlerinden ve eski Yugoslavya’nın parçalandığı dönemden bahsediyor.

Öyle anlaşılıyor ki tanışmaları ve arkadaşlıkları o yıllara dayanıyor. Yani 1990’lı senelere… O yılları 20’li yaşlarda delikanlılar olarak yaşamış olmalılar. Gürcihan,

“Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken, bizim güle oynaya İtalya'nın nimetlerinin peşinde koştuğumuz günler…”

dediğine göre, o dönemde dünyada olan bitene karşı kaygısız kaldıklarını, daha doğrusu bugün olduğu gibi bir bilince sahip olmadıklarını da itiraf etmiş oluyor bir bakıma. Bir tür özeleştiri yapıyor kendince… Bunu eleştirmek için yinelemiyorum.

Ama çocukluk ve gençlik yıllarımızda hangimizin dünya umurundaydı ki? Hele ki “İtalya’nın nimetleri” ayaklarınızın altına serilmişken kim takar Yugoslavya’yı? Babanız Washington’da askeri ateşe ise, Türkiye’de olup bitenler sizi çok mu ilgilendirir sanki? Neyse…

Benim Tolga Örnek’i ve ailesini “tanımam” ise daha eskiye dayanıyor.

1970’li yılların ikinci yarısı, 1980’lerin başına… 12 Eylül öncesi ve sonrasının karanlık yıllarına yani… Aslında buna “tanımak” denilebilir mi, bilmiyorum. Tolga Örnek daha kısa pantolonla dolaşırken, aynı mahallede ve aynı apartmanda oturmuştuk Örnek ailesiyle… Ben ve kardeşim, Tolga ve Burak’tan 5-6 yaş kadar büyüktük, ama aynı okula aynı askeri servislerle gittik, Yüzbaşılar Mahallesi’nin sokaklarında koşturduk durduk, bağlardan kiraz aşırdık, 8. Sokak’ın o ünlü deresinde oyuncak “kayık” yarıştırdık. Dünyadan bîhaber olduğumuz çocukluğumuzun o avare yıllarında, yaşamımız kısa bir dönem de olsa çakıştı Tolgalarla...

Özden Örnek, daha o yıllarda parmakla gösterilen bir subaydı.

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, o seneler binbaşı ya da yarbay idi galiba, ama geleceğin Deniz Kuvvetleri Komutanı olacağı söylenirdi hep… Öyle derlerdi, biz çocuklar da büyüklerimizin konuşmalarından duyardık bu lafları. Kimi günler, gecenin bir saatinde apartmanın kapısı önünde bir askeri aracın durduğunu ve o saatte Özden binbaşıyı alıp gittiğini görürdük. Kısacası parlak bir subaydı, soyadı gibi “örnek” bir askerdi.

Eşi “Sevil teyze” de anımsayabildiğim kadarıyla “burnu Kaf dağında” bir insan değildi. Sonradan bu alçakgönüllü yapısı değişti mi, bilmiyorum. Ama askerlerin dünyasında subay ve astsubay aileleri arasında nasıl bir “uçurum” olduğunu o ortamda yaşayanlar gayet iyi bilirler. Buna rağmen benim anımsadığım “Sevil teyze” böyle bir insan değildi. Annemlerle görüşürler, karşılıklı ev gezmelerine gelip giderlerdi. Bayramlarda ziyaretimize de gelirlerdi, aradaki rütbe farkına falan bakmadan…

Biz çocuklar, böyle bir ortamda büyüdük işte… Türkiye kan ve ateş denizinde çalkalanır, her gün 15—20 kişi “anarşi ve terör” ortamında can verirken, bizler böyle bir sahte cennette yaşıyorduk.

Ne “sağ”dan haberimiz vardı, ne “sol”dan…

Hatta Türkiye’de olup bitenleri bile bilmezdik. Hem yaşımız böyle şeyleri anlamak için çok küçüktü, hem de yaşadığımız ortam bunların bize ulaşmasını engelliyordu.

Türkiye’nin içine sürüklendiği bu batağın, Behiç Gürcihan ve Tolga Örnek’in babalarının 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” yaşananların bir ön habercisi, belki de bir provası olduğunu o yıllarda nereden bilebilirdik ki?

Türkiye’nin bir “istikrarsızlaştırma operasyonu” ile nasıl faşizme sürüklendiğini, generallerin müdahale için koşulların olgunlaşmasını nasıl sabırla beklediklerini, 12 Eylül darbesiyle olacaklardan, darbenin gerçekleşmesinden çok önce Amerikan askeri kaynaklarında nasıl bahsedildiğini yıllar geçtikten sonra öğrenebildik ancak…

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

Behiç Gürcihan, bugün, 1990’larda olduğu gibi “İtalya’nın imkânlarının peşinde koştuğu” yıllarda değil artık. Dediği gibi, “o günler geride kaldı.” Belki o yıllarda, bugün olduğu kadar bilinçli ve duyarlı bir insan değildi. Ama bugünkü Behiç Gürcihan için aynı şey söylenebilir mi?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül’de nasıl bir rol oynadığını görmezden gelerek “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” şeklindeki sığ bir değerlendirmeyle gelişmeleri açıklamaya çalışmak, Tolga Örnek’a “açık mektup” yazan Behiç Gürcihan’ı inandırıcılıktan yoksun kılar, o kadar...

Hatta ne 12 Eylül’ü, TSK’nın bitiriliş öyküsünü çok daha gerilere uzatmak da olasıdır. Ve eminim ki bu sürecin dönüm noktalarını Behiç Gürcihan da en az benim kadar iyi bilmektedir.

Dünya askeri darbeler literatürüne “bizim çocuklar” (our boys) olarak geçen 12 Eylül’ün faşist generalleri kimi temsil ediyorlardı ki?

12 Eylül akşamı ABD Başkanı Carter’ı arayan Dışişleri Bakanı,

“Mr. President, Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimler müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti”

derken, kimi kastediyordu acaba?

6 Kasım 1983 seçimlerinden hemen önce Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig, Org. Evren ile 14 Mayıs 1982’de yaptığı görüşmede

“Türkiye, NATO’nun ötesinde bir önem taşır. İyi bilirsiniz ki, Washington’da dostlarınız vardır. Başkan Reagan durumu gayet iyi kavramıştır. Başarınız için her desteği verecek. Sizin başarınız bizim de başarımız sayılır”

derken ne demek istiyordu acaba?

ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, 1985’in Temmuz ayında Cumhuriyet muhabiri Ufuk Güldemir’e söylediği

“Asıl zorlandığım konu, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları daha kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın dosttu. Sayın Evren’in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin, iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. Yıllarca uğraşıp, vaatler yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980 Harekâtı olmasaydı, bu mümkün olmazdı”

şeklindeki sözleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne zaman bitirildiği konusunda bir fikir vermiyor mu acaba?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bitirilmesi ve “milletin ordusu” olmaktan çıkıp bir “NATO kuvveti” haline gelmesini içeren süreçte, Behiç Gürcihan için 90’lı yıllar öncesinin bir önemi yok mu peki?

Tolga Örnek’e seslenirken Hilmi Özkök’ten, Yaşar Büyükanıt’tan, Çevik Bir’den bahsediyor ve bu generallerin oynadığı rolü eleştiriyor. İyi de bu paşalar 90’lı yıllar öncesinde ne yapıyorlardı? Ay’da mı yaşıyorlardı!

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Harekât Başkanlığı’nda çalışıyordu. Ne yapıyordu orada?

Darbenin nasıl yapılacağı, kimlerin gözaltına alınacağı, nerelerde işkence tezgâhları kurulacağı, kimlerin vatandaşlıktan çıkarılacağı, milletin anadilinin nasıl yasaklanacağı ve daha böyle bir sürü “ince” işin planlamasıyla mı ilgileniyordu acaba?

“Bizim çocukların” lideri Kenan Paşa, yıllar sonra gazeteci Yavuz Donat ile yaptığı söyleşide Yaşar Büyükanıt hakkında şunları söylüyordu:

“Henüz ihtilal yapmamıştık... Ben Genelkurmay Başkanıydım... Yaşar Paşa, yarbay rütbesi ile Genelkurmay Harekât Başkanlığı'nda çalışıyordu... Dikkatimi çekti... Ve yanımdaki komutanlara dedim ki: Bu yarbaya dikkat edin... İstikbal vaat ediyor... İleride büyük komutan olacak."

Kenan Paşa’nın, Behiç Gürcihan’ın hedef tahtasında olan Hilmi Özkök için verdiği referans da sağlam:

“1980'de biz ihtilali yaptığımızda, Hilmi Paşa, yarbay rütbesindeydi... Milli Güvenlik Kurulu'nda görev yaptı. Çok sevdiğim bir komutan... Çalışkan, bilgili... İyi yabancı dili var. Deneyimli.”

Çevik Bir’e ise hiç değinmiyorum. 12 Eylül döneminde Kenan Evren’in yaveri olarak görev yaptığını gösteren fotoğrafları daha birkaç ay önce basında hepimiz gördük.

Behiç Gürcihan Tolga Örnek’e yazdığı mektupta, 1990’lı yılları kastederek “Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” diyor… 1990’da bunları yapan babalarınız, 1980 darbesinde neler yapıyordu peki?

Behiç Gürcihan, bu konuda bir açıklama yapar mı bilmiyorum, ama 12 Eylül öncesi ve sonrasında, örneğin Özden Örnek’in hangi görevlerde bulunduğunu özgeçmişinden öğrenebiliyoruz:

“1978'den itibaren iki yıl süre ile Donanma Komutanlığı Harekât ve Eğitim Şube Müdürü olarak çalıştı. 1982'de ABD Deniz Komuta Kolejinden mezun oldu. 1982'de yılında Albay olan Örnek, aynı yıl Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Şube Müdürlüğüne atandı.”

Hiçbir yorum yapmıyorum!

Bugün Balyoz operasyonu ve davası ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir temizlik yapıldığından ve “Mustafa Kemal’in askerleri”nin Türk ordusundan tasfiye edildiğinden, “kangren olan kolun” kesildiğinden bahsediliyor. Gel de sorma şimdi:

Kimdir bu “Mustafa Kemal’in askeri” olanlar?

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Hilmi Özkök, Çevik Bir gibi geleceğin “parlak” subaylarıyla beraber aynı kurmay kadrosunu oluşturanlar mı?

ABD’nin “bizim çocuklar” (our boys) olarak tanımladığı beş generalin, 12 Eylül faşist darbesi sırasında gözü kulağı, eli ayağı değil miydi bu kişiler?

Balyoz davasında yargılananların ya da 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'nın parçalanmasında” görev alanların, 12 Eylül döneminde nerelerde, neler yaptığına bir bakılsa, oldukça çarpıcı sonuçlara ulaşılır herhalde…

Örneğin, birkaç yıl önce Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan Org. Işık Koşaner’in 1978’de Kara Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı emrinde kurmay subay olarak çalışması gibi…

Ne ilginçtir ki, 12 Eylül ve darbe soruşturması yapanlar, Işık Paşa’nın o yıllardaki deneyimlerine ve tanıklığına başvurmuyorlar nedense…

Bugünlerde bir “Mustafa Kemal’in askerleri” lafıdır gidiyor.

İyi de “Mustafa Kemal’in askeri” olarak tanımlanan bu generallerin ağzından en son ne zaman “ya istiklal ya ölüm” sözünü duydunuz?

Bu paşaların görev yaptıkları süre içinde, Anadolu’nun göbeğine kurulmuş Amerikan üslerine karşı en ufak bir tepkisi oldu mu?

“NATO’ya karşı en ufak bir eleştirileri oldu mu?” diye sormuyorum, çünkü hepsi NATO karargâhlarında görev yaparak, ABD’deki Askeri Kolejlerde ya da Kraliyet Akademilerinde eğitim alarak yükseldiler ordu içinde…

Türkiye’nin AB’ye üye yapılacağı masalıyla ekonomide, siyasette, hukukta, dış politikada, kısacası yaşamın her alanında ödün üstüne ödün vererek AB kapısında uşak yapılmasına karşı en ufak bir karşı çıkışı oldu mu, bu “Mustafa Kemal’in askerlerinin”?

Türkiye ekonomisi Dünya Bankası memurlarına teslim edilip IMF reçetelerinin uygulanması sonucu milyonlarca insan açlık ve sefalet denizinde kulaç atar hale düştüğünde, başta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ana ikmal kaynağı olan TÜPRAŞ olmak üzere kamu varlıkları bir avuç asalağa peşkeş çekilirken bu paşaların aklına “Mustafa Kemal’in askeri” olmanın gerektirdiği sorumluluk geldi mi hiç?

MGK toplantılarında bu konularda eleştirel tek söz ettiler mi mesela?

OYAKBANK satılırken bile susulmadı mı?

“Mustafa Kemal’in askeri” olanlar, silah arkadaşları Org. Bitlis’in kuşkulu bir kaza ile yaşama veda etmesine hiç tepki gösterdiler mi?

Muavenet batırıldığında neden mezar gibi sessizdiler? Kuzey Irak’taki kukla devleti kuran Çekiç Güç, Anadolu’nun göbeğinde konuşlandığında, her 6 ayda bir, bu emperyalist kuvvetin görev süresinin uzatılması için MGK’da onay verenler bu “Mustafa Kemal’in askerleri” değil miydi?

Türk askerinin terörist yatağı Kuzey Irak’a adımını atması yasaklanmışken, Afganistan’dan Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada ABD’ye taşeronluk yapmasını sineye çekenler kimlerdi?

Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir tasfiyeden bahsediliyor.

Peki, 12 Eylül döneminde, Atatürkçü ve solcu kaç subay atıldı TSK’den?

Bugün gerçekleşen tasfiyeyi şimdi birileri nasıl seyrediyorsa, Yaşar Büyükanıtlar, Hilmi Özkökler, Çevik Birler de 12 Eylül döneminde Atatürkçü ve solcu subay kıyımını seyretmediler mi?

Büyük bir ihtimalle o listelerin hazırlanmasında bile rol oynamışlardır!

İşte şimdi tasfiye edilenler de, 12 Eylül’de Özköklerin, Büyükanıtların silah ve dönem arkadaşı olan kurmaylar değil miydi? Bugün de tasfiye edenler tasfiye ediliyor!

Kısacası sustunuz, sıra size de geldi en sonunda!

Ve bütün bu olanlara rağmen, Behiç Gürcihan “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” diyor!

Hangi 10 sene? Bilgi dağarcığınızda ve belleğinizde “12 Eylül” diye bir olay yok mu sizin?

Atatürk,

“Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlâtlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir”

diyordu. Oysa artık Yugoslavya’dan Afganistan’a, Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada emperyalizme hizmet sunan Türk Silahlı Kuvvetleri, sadece son 10 yıldır değil, çok daha uzun bir süredir milletin ordusu değildir ne yazık ki…

“İstilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti” haline getirilmiştir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “milli ordu” olmaktan çıkışı, Behiç Gürcihan ile Tolga Örnek’in “İtalya yıllarının”da, hatta benim çocukluk dönemimin de gerisine uzanır.

Ama bugünkü iktidar savaşını yerli yerine oturtmamızı sağlayacak bu arka planı görmezden gelir ve hikâyeyi sadece 10 yıl öncesinden başlatırsanız, sonunda “amcalarınıza” tepki göstermenin de ötesine geçemezsiniz! Oysa bütün o “amcalar”, ABD’nin “bizim çocuklar” takımının üyesidirler.

Madem babalarınızın Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynadığını kabul edecek kadar gerçekçi bir bakışa eriştiniz, o zaman o “amcalar” ve 12 Eylül döneminde silah arkadaşı olan günümüzün “Mustafa Kemal’in askerileri”(!) o dönemde neler yaptıklarının, daha doğrusu ne tür olayların yapılmasına tanık ve aracı olduklarının da hesabını versinler.
http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=10175

Ya Ordu-Millet Olarak Yola Devam Edeceğiz, Ya da Laçka Açık Toplum Olarak Yok Olup Gideceğiz!
Osman Halid

Baran Dergisi olarak bizim için, Mustafa Kazankaya’nın fikrî-itikadî sapıklığı yanında, cinsî sapıklığı hiçbir şey.

Cinsî sapığın iğfal edebilecekleri, fikrî sapığınkiler yanında kaâle alınmaya değmez. Ve insanları bu süregiden sapıklıklar karşısında ikaz etmek adına, ilgili belgeleri yayınlama zarureti…

Sorulması gereken soru şu olmalı:
Vatanını Barbar Batı Emperyalizmine iğfal ettiren anlayıştan daha büyük sapıklık mı olur?
Düşmana kapıyı içeriden açan işbirlikçi zihniyetin sapıklığı?
Millet-Ordu geleneğimize kasteden anlayıştan?

Mustafa Kazankaya, bu sapıklıkların yanında, fiilî olarak bu cürümü işlediği mahkeme kararıyla da kesinleşmiş olan bir işbirlikçi.
***

Mustafa Kazankaya ve benzerleri, her camiada bulunabilecek tipler.
O sebeble, Mustafa Kazankaya gibi tiplere sırıtıp, yanındaki Mustafa Kazankayalar’a dikkat etmemek, deşifre etmemek, tasfiye etmemek samimi bir davranış değil.

Emperyalizm, bu tarz zaafı olan tipleri tesbit edip devşirerek, bulundukları gruplar içerisinde öne çıkmalarını temin ettikten sonra, zihinleri iğfal etmelerini sağlayarak kendi politikasını yürütmekte.

Kazankaya ve benzerleri, insanların algılama biçimlerini, emperyalizme zarar vermeyecek şekilde yeniden kodlamakla muvazzaflar.

Burada bir taşla birden fazla kuş vurmanın hesabı yatmakta… Bu tipler, içinden çıktıkları camianın temsil makamına oturtulmakla; hem o camia iğfal edilmekte, hem de karşıdan bakanların o camiayı bu tiplerin şahsında değerlendirmeleri sağlanmakta.

Solculara, İslâm adına temsil makamına oturtulmuş AKP ve Fetullah’a bakıp, toptancı anlayış üzerinden, “bunlar adam olmaz” dedirtmek istemekteler.
İslâmcılara, Sol’un Batı’ya tam teslimiyetçi kuduz İslâm düşmanlarını gösterip, tüm solcuları, “Allahsız gomünist” yaftalamasıyla mahkûm etmemizi istemekteler.

Ülkücü, Ulusalcı, Kürt, Marksist vs. zümreler için de durum aynı.
Üzerimizde oynanan oyun bu ve bu tuzağa düştüğümüzde, emperyalizme karşı birlik olma yolunu kendi elimizle tıkayan olacağız.

Bu birliğe mani olmak isteyen emperyalizm, her kesimin arasına sızdırdığı ajanları, işbirlikçileri ya da algılama biçimiyle oynayarak aramızdan devşirdikleri eliyle, bu birliğe mani olmak adına, yukarıda mezkur edebiyatı köpürttükçe köpürtmeye çalışıyor.

Birbirimiz için söylememizi istedikleri aynı: Bakmayın bunların farklı göründüğüne, aslında hepsi de aynı.

Bir İslâmcı solcu, bir solcu da İslâmcı için bu ifadeyi kullandı mı, emperyalizm için maksat hasıl olmuş demektir. Zira bu ifadede, farklı kesimler içindeki samimi unsurları, işbirlikçi ve hainlerle beraber yaftalamak var. Toptancılık var.
Aramızdaki çürükleri fark ederek; vatansever, solcu, İslâmcı, ulusalcı vs. samimilerini, diğerlerinden ayıracağız. Bütün kesimler adına söyleyecek olursak; buna mahkumuz!

Bu süreçte yeni dil, yeni ayrım; solcu, ulusalcı, vatansever şucu ya da bucu olmak değil, vatanın emperyalizme peşkeş çekilmesine samimi ve dürüst bir şekilde karşı çıkanla çıkmayan şeklinde olmalıdır.

Samimiyet “gayrı kâbili taklittir, iş bir noktaya gelir, sırıtır.” Öyleyse içinde bulunduğumuz şartlar, gelinen nokta, her kesim içindeki samimiyetsizi, haini deşifre etmesi noktasından da son derece kıymetli…

Vatanın emperyalizme peşkeş çekilmesine samimi şekilde karşı çıkan her kesimde olduğu gibi, karşı olmayan, emperyalizmin aramıza sızdırdığı işbirlikçiler de her kesimde mevcut. Kavga, solcuyla sağcı, ya da İslâmcıyla Ulusalcı gibi suni ayrımlarda değil. Kavga, temelde, samimi vatanseverle, her kesimin arasına sızdırılmış “tip” arasında.

Karşımızda bir ihanet gördüğümüzde, hainin içinden geldiği zümreyi de töhmet altında bırakıcı şekilde, İslâmcı, solcu yahut ulusalcı diye bir ön takdime gerek yok, hain haindir! Yoksa, içinde bulunduğumuz iletişim çağında, kimin hangi kesimi temsil iddasında olduğunu bilmeyen yok…

İslâmcı hain, solcu hain, ulusalcı hain gibisinden sıfatlandırmalara gerek yok. Biz, haini, hain olarak bilmek durumundayız, o kadar. Hainin hainliği zümresine maledilemez! Zira hain her zümreye sirayet etmiş, sızmış durumda. Kavga ve ihtilaflar da, hainlerin kendi zümrelerini karşı zümreler üzerine provoke etmesinden ve karşı zümreyi kendi zümresine, karşı zümre içine sızdırılmış kendi haindaşı üzerinden takdim etmesi, genellemeyle hainliği bütün zümreye şamil göstermesi hinliği üzerinden derinleştirilmeye çalışılmakta.

Burada gizli bir nefs hilesi var ki, sanki kendi geldiği grup içinde hain olmazmış da bütün hainler “öteki” içinden çıkarmış… İşte bu ötekileştirme, bu kendi içinden geldiği zümreyi her ne pahasına olursa olsun sahiplenme olarak zuhur eden bir sakat zihniyetin dışa vurumu şeklindeki ifadeler…

İşte, nefs muhasebesi-özeleştiri ile birlikte, anti-emperyalist mücadelede birlik noktalarını işaret etmesi bakımından Sayın Osman Halid’in mezkur yazısı:

YA MİLLET-ORDU OLARAK YOLA DEVAM EDECEĞİZ
YA DA LAÇKA AÇIK TOPLUM OLARAK YOK OLUP GİDECEĞİZ!

Osman Halid

- “5 Kasım 1959 tarihinde Amerikalı Yarbay Morrison, Çankaya’daki Amerikan Klübü’nden çıkarak arabasına binmiş ve farlarının zayıf oluşu yüzünden toplu hâlde yürüyen erleri zamanında göremeyerek onlara çarpmış ve bazıları ağır olmak üzere onbir eri çiğneyerek yaralanmalarına sebebiyet vermiştir. Kaza 19-19.30 sıralarında olmuş, yaralılardan biri kaldırıldığı hastahânede ölmüştür. Türk makamlarının olaya el koymalarından sonra Amerikan makamları kaza sırasında Yarbay Morris’in görevli olduğunu iddia ve bununla alâkalı bir belge sunmuşlardır.”

Bunlar zaman içinde değişiyor, şudur, budur… Bu hadiseyi şunun için aktarıyorum size: Tarih 1959… Dikkat edin: Biz Müslümanlar olarak, hiçbir zaman bu meselelere sahip olacak bir şuur belirtemedik… İşte fikir, işte ilim, işte bilmem ne mevzuu; bunlar bizim meselemiz değil mi?.. Burada adam bir suç işliyor, görev sırasında ve onunla ilgi içinde ise, vazifeli ise, bizim makamlar bakamıyor; vazifeli değil ise bizim makamlar bakacak, fakat ortada öyle bir keyfilik var ki, buradaki Amerikalı yetkili “o vazifelidir!” dedi mi, bizimki devreden çıkıyor… Ne vazifesi?.. Amerikan Klübü’nden çıkmış, sarhoş, farları bozuk, 11 tane eri çiğniyor, birini öldürüyor “vazifelidir!” dediler, kurtuldu!.. Niye bu tip haksızlıklara karşı çıkamadık bu zamana kadar, müslüman olarak?.. Adeta bulunduğumuz evdeki eşyaya tahakkümümüzü o kadar kaybetmişiz ki, şurada hangi koltuk, hangi masa vardı, yerliyerinde mi, bizim mi, değil mi haberimiz yok…” (Üç Işık, Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Yayınları, Shf. 81-82)
Peki “Sarhoş Amerika”, koskoca bir Ordu Kurumu’nu, Müslüman Türk’ün Ordu fikrini, Ordu geleneğini, Millet-Ordu anlayışını paletleri altında ezerken ne yapmak gerekir?
“Seyretmecilik” tavrının gereği olarak “seyirci” mi olmak lazım?

Geçen sayı “seyretmecilik üzerine” yaptığımız değerlendirmede, seyirci olmadığımızı ve olmak istemediğimizi belirtmiştik. Hele hele, Amerikan paletleri altında vatan yerle bir edilirken, böyle bir şey, zaten sözkonusu olamaz!
Türk ve Kürt şövenizminin boğazlaşması ihtimâli üzerine İBDA Mimarı’nın “Kürt Meselesi” isimli röportajında yaptığı “seyrederiz” değerlendirmesi, hemen anlaşılıyor ki, “kiminle kimin arasında” ve “hangi şartlarda” sorularının da cevabını kapsamaktadır. Demek ki, “seyrederiz” demeden önce, “doğru soru”yu soracaksın! Doğru soru, “boğazlaşma kiminle kim arasında ve hangi şartlarda?”

Şimdi “seyirciye” sormak lâzım: Bizi de kapsar şekilde, Amerika’nın başını çektiği Hıristiyan-Yahudi-Sapık Batı Emperyalizminin, İslâm Coğrafyası’nı işgal ettiği bir savaşta, İBDA “seyirci” midir?

Eğer “seyirci”, kendi kıt anlayışına göre, “seyretmecilik” tavrının bu olduğunun farkında değilse, o zaman, İBDA’nın müdahale edeceği veya “seyirci” olmayacağı olay hangisidir? Önce bunun cevabını versin!
Başka bir açıdan meseleye yaklaşacak olursak:

Türkün Ordusu’nun, “Ordu Fikri”yle beraber yok olup gitmesinin, İslâm’a ne faydası var?
Bunu anlat!
Bu faydaları alt-alta koy da biz de öğrenelim.
Veya;

“Önceden kötüyken, bugün nasıl iyi olduk?”

“HAM YOBAZ ve KABA SOFTA”

8 yıl önce “kâfir hükümet” vardı, bugün “İslâmcı hükümet” var… “Kâfir hükümet” zamanında, 28 Şubat’ın siyasî hedefi olarak İBDA Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu esir edilerek işkence altına alındı, “İslâmcı hükümet” zamanında ise, 8 yıldan beri işkence yoğunlaşarak esaret şartları devam etmekte…

Eskiden, “Kâfir hülkümet”in adamları çalardı ve ülkeyi emperyalizme peşkeş çekerdi, “bizimkiler” ise dürüst ve “Hristiyan Kulübü” karşıtıydı… Bugün ise, onlar değil, “bizimkiler” hırsızlığa alışmış şekilde çalıyor ve vatanı emperyalizme peşkeş çekiyorlar.
“Kâfir hükümet”in başbakanı Ecevit, Amerika’nın Irak’ı işgal etmesi önünde en büyük engelken, “bizim başbakan”, “1 Mart Tezkeresi’ne ‘hayır’ demek, bana ‘hayır’ demektir!” diyerek, BOP’un Eşbaşkanı olduğunu ilân etmiş ve Irak’ı işgal edenlere, “Amerikan ordusuna mensup kadın ve erkek askerlerin, bir ân önce sağ salim evlerine geri dönmeleri için duâ etmek”ten de geri kalmamıştı. Ayrıca, Emine Erdoğan “hanımefendi” de Iraklı çocuklar için ağlamadı.

“Kâfir hükümet” Müslüman kızları, başörtüsüyle üniversitelere sokmuyordu, şimdi “bizimkiler” de sokmuyor.
Bu misâlleri çoğalttıkça çoğaltabiliriz…
Biz, mevcut AKP iktidarının yaptığı icraatlarla, nasıl bir İslâm faydasına hizmet ettiğini daha anlayabilmiş değiliz. Ama, görünüşünüz öyle olmamakla birlikte, zihniyetiniz “Ham Yobaz, Kaba Softa” ise, tabii ki AKP iktidarına ufak ufak yeşillenirsiniz. Zaten, “seyretmecilik” tavrı, Ham Yobaz ve Kaba Softa tavrıdır; bu “Ham Yobaz ve Kaba Softa” tipi kendisine hep tribünlerde yer bulmuş ve orada gizlenmiştir.

“Algılama biçimi” belirlendikten sonra, artık müdahaleye gerek yok, kişi zaten karşı taraf istemeden de murad edileni yapar.
Bugün, “algılama biçimi”, Hırstiyan-Yahudi-Sapık Batı Emperyalizminin, Psikolojik Harp Dairesi tarafından belirlendiğinden dolayı, aslında Batı’nın bir çok noktada müdahalesi olmaksızın, Batı yararına işler yapılmakta. Dün, mevcut Batıcılığa karşı olurken, algılama biçiminin sakatlığından dolayı Batıcı düzeni yaşattığını bilmeyenler için, bugün, AKP’nin kucağına oturarak mevcut düzeni devam ettirmelerinin de bir sakıncası yoktur.
Nasıl ki, “Kahrolsun Amerika, Zalim Saddam” anlayışı, anlayış sahiplerini Amerika’nın kucağına oturtturduysa; şuuruna varılmamış şekilde, dün “dini içten yıkan kâfir”e karşı olan anlayış sahipleri, bugün, o yapının temsil ettiği iktidarın kucağına oturmuştur.
BARAN’ın başından beri “sahte kutuplaşma” diye ortaya koyduğu mesele, bütün açıklığı ile kendini göstermektedir. Bunu en tipik özelliği, hadiseler hızlanıp, buna bağlı olarak da stres artmaya başladıkça, hemen bazılarının kafalarının karışmasıdır. İşin doğrusu, biz, bu kafa karışıklığında da “Ham Yobaz, Kaba Softa” tipinin etkisini görmekteyiz.
Kıçını silmekten aciz, vatan duygusu, din duygusu, millet duygusu, fedakârlık, bağlılık, sadakat duygusu olmayan ve kendi pis nefsinden, canından başka bir şey düşünmeyen medyadaki çapulcu-yağmacı tiplerin, 1000 yıllık geleneği olan bir kuruma, oradan da millete ve milletin ordu anlayışına parmak sallaması, tehdit etmesi, başka nasıl izah edilebilir?!
1920’lerde ABD Büyükelçisi “bize, maksadı dinmiş gibi görünen bir hükümet lazım” demişti. Batının plânı 100 yıldan beri işliyor; ve, bu plân, “bizdenmiş gibi gözüken” insanlar eliyle yürütülüyor.

İKİ İNSAN TİPİ

İslâm zannedilerek, her daim Batı zihniyetinin oluşturduğu gündem konuşuluyor. Hâlbuki, karşımızda iki tâne insan tipi var ve mücadele bu iki tane tip arasında; birisi hâin ve namussuz, diğeri ise bu vatanın insanı ve namuslu. İşte” Ham Yobaz, Kaba Softa” tipi tam olarak bu hain ve namussuz tipe denk gelmektedir… Bu tip her yerde… Sadece, ülkenin % 90’ı Müslüman olduğundan dolayı “Müslüman” kılıfıyla saklanmasını çok iyi bildi. Aslına bakarsanız bu tip, Müslüman filan değil! Literatürdeki adıyla bu, Münafık.

Ama karakterine baktığınızda ister İslâmcıların, ister Kemalistlerin, ister Marksistlerin, ister liberallerin içinde veya ismini saymadığımız başka bir kesimde olsun karşınıza çıkacak tip aynıdır; yalancı, üç kağatçı, korkak, düzenbaz, hain, hedonist, fedakârlık ahlâkından ve samimiyetten yoksun ve bir o kadar da zeki… İşin özü itibarıyla bu tip, Allah’ı kandırdığını zannedendir. “İslâmcı” ise, cihada karşıdır ve mücahide “terörist” der, ama mevzu çakılmasın diye de, bazen kendi ülkesi dışındaki bir mücadeleyi de destekler görünür. Farz-ı muhal; bulunduğu şehre Sahabeler Ordusu girse, bu tip, kesinlikle ona da bir kılıf uyduruverir. Eğer bu tip, İslâm dışı bir kesimde gizlenmiş ise, orada da Ordu Kurumu’na, fikrine ve oradan da milletin erkeklik anlayışına düşmanlık eder. Çünkü bu tipin ortak özelliklerinden birisi de, erkekliklerinin eksik olmasıdır. Onun için, erkekçe çıkış sergileyen herkese düşmandırlar. Bir o kadar da kıskanırlar.

Ve bu tip, plânlanmış bir şekilde bugün gücünün doruğuna ulaşmış olarak, farklı farklı görünüşleriyle AKP çatısı altında, Batıcı Uluslararası güçlerin desteğiyle toplandı. Onun için biz farkındayız ki, bilerek yapılsa da, yapılmasa da, burada AKP’yi destekleyen herkimse, son tahlilde, Afganistan’da Karzai’nin, Irak’ta Talabani’nin adamıdır.

İLK SALDIRI ‘SUBAY’A

Herkes bilir ki, Batı emperyalizmi, bir ülkeyi fiilî olarak işgal etmek istediğinde, ilk önce o ülkenin ordusuna mensub subayların, milletinin gözü önünde onurunu kırar ve aşağılar! Millet nazarında Ordu, kendisinin öz gücüdür. Subayının bu şekilde aşağılandığını gören bir milletin düşmana karşı direniş ruhu azalır ve azmi kırılır. Aslında subayın “işi bitince” milletin de işi biter!

Bugün, Kurumu kastederek, bu tiplerin “Ordu Milletten ayrıdır” diyerek devamlı Ordu Kurumu’na ve ordu zihniyetine saldırmalarının yegane sebebi budur! Bunun yaparken de, muhakkak ki insanımız üzerine önceden oluşturulmuş algı biçiminden istifade etmektedirler.
Adam(!) burada “darbeye karşı” demokrasi dininin meczubu ve kimse buna sormuyor;
Ulan senin dünyadaki bütün adamların darbe ile iktidara geldiler! Afganistan’da Karzai, Irak’ta Talabani, Mısır’da Hüsnü Mübarek, burada Turgut Özal… Seçimle mi “işbaşı”na geldiler?!
Darbeci Bush, dünyadaki herkes biliyor ki seçimi kaybetmişti! Nasıl Başkan oldu? Hattâ o dönem Demokrat Parti’ye yakın medyanın ifâdesiyle, “Seçimi kaybettiği hâlde seçilmiş sayılan Başkan Bush”. Amerika’nın bütün çöplüklerinden Al Gore’a verilmiş oy pusulaları fışkırıyordu. Demokrat Parti, mahkemeye başvurma sürecine girmişken ve seçimi iptal ettirebilecekken, neden birden bire Al Gore sustu? Çünkü Al Gore, “perde arkasındakiler”in sizin çok sevdiğiniz ifâdeyle “darbeciler”in uyarısıyla sesini kesti!

DARBE, SİSTEMİN BİR PARÇASIDIR

Darbe, sistemin bir parçasıdır. Sistemin yürüyebilmesi için “gerekli araz” niteliğindedir. Batı’da bu böyle kabul edildiğinden dolayı mesele köpürtülmez.
Batı aydını buraya geldiğinde, kendi ülkesinin menfaatleri açısından “ideal” diye sana bir takım fikirler sokuşturuyor. Darbe karşıtlığı etrafında millete yaptığın gevezeliklerden bahsediyoruz. Batı aydınının senin zihnine sokuşturduğu fikirlerdir bunlar işte. Demokrasi denilen “şekil”, “perde arkasındakiler”in perde önündekileri idare etmesinden başka nedir?!
Ordu, Polis ve istihbaratın farklı şekilleri, siyaseti etkileyen ve sistem içinde yer alan unsurlar değil mi? Zaten bu sistemin farklı bir şekilde yürümesi de düşünülemez.

Bu şekil demokrasisi aşığı, sokuşturulmuş fikirlerle cesaret taslayan hedonist tipe, bundan dolayı, İBDA’nın “idare şekli yok, idare ruhu vardır” ölçüsü çok tehlikeli gelir. Çünkü bu söz, onun kafasındaki bütün şekillerin parçalanmasına sebeb olan bir darbe etkisi yapar.
Dikkat ediyorsanız, 90’lı yıllarda İslâmcılar içindeki “Ham Yobaz, Kaba Softa” tipi bu sözü her fırsatta kullanırken, bugün artık hiç kullanmamakta. Çünkü, AKP gemisiyle, şekli demokrasi limanına demir atmış durumdalar. İnsanlığın başına belâ “Ham Yobaz, Kaba Softa” tipinden kurtuluş günü artık gelmiştir. Hiçbir surette bunun daha kendisini gizlemesine izin verilemez! Bu tipin zehirli dili kopartılacak.
“Darbelere karşı” olanlar, farklı farklı darbe metodlarıyla medyayı ele geçirmiş tipler… Ve oradan haykırıyorlar: “Ordu lağvedilsin!”, “Ordu olmasın”, “Ordu sivil iradenin emrinde olsun!”, “Ordu halkın içinde değil.”…

Kendilerine verdikleri isim ise, “4. kuvvet ve halkın sözcüsü!”
Bu kuvveti sana kim verdi? Bu payeyi nereden aldın?! Seçimle mi geldin?! Bir referandum yapıldı da sen 4. kuvvet ilan mı edildin, bizim mi haberimiz yok?!
Unsurlarını halkın çocuklarının oluşturduğu bir Halk Ordusu, halkın içinden olmuyor da, bir kodamanın, bir parababasının emrinde olan n’idüğü belirsiz, gram keyfiyeti olmayan adamlar mı halkın içinden oluyor?!

Ne deniliyor? “Ordunun elinde silah var, onun için güçlü” İşin bu kısmı bir tarafa, bugüne baktığımızda, “elinde silah olan” apışıp kaldı. Elinde silah olan senin karşında apışıp kaldığına göre, demek ki asıl güçlü olan sensin. Hangi demokratik kurallar içerisinde bu duruma geldin ve bu gücü elde ettin? Bunu soran yok!..
Doğruluğu yanlışlığı bir tarafa bir “belge”, bir “bant”… Yasama, yürütme, yargı hak getire… “Belge” ve “bant” la kurumları bir günde yok eden bir güç. Üstelik silahsız! Almış eline bir kalem, bir mikrofon, ağzına ne gelirse söylüyor. Demek ki, gerçek güç için silah yetmiyor. Ondan başka bir güce ihtiyaç var ve bugün Hak ve halk düşmanı medya, kendi öz gücüyle değil, arkasındaki bu güçle hareket etmektedir. Bu güç, onlara, kelimelerin gücünü kullanarak Irak Devlet Başkanı Şehid Saddam Hüseyin’in ifâdesiyle “Hakikati dilleriyle örtme” görevini vermiştir. Ve bunların temel görevi, Millet-Ordu anlayışını aşındırarak, önemsizleştirerek, Türküyle, Kürdüyle bu topraklarda yaşayan İslâm Milletini Ordusuzlaştırmaktır. Batıdaki farklılaşmaların bize uyar mı uymaz mı diye hiçbir muhasebesini yapmadan, “ordu sivillerin emrinde olmalı” filan diye gevelemelerinin sebebi budur!

HANGİ SİVİLLERİN EMRİNDE ORDU?

Doğru, “ordu sivillerin emrinde olmalı!”
Fakat hangi sivillerin?!
Bu “siviller”den kasıt, Hırstiyan-Yahudi Batı Emperyalizmine ömür boyu “profesyon

Ordu Yunanistan’la Savaşırken Müslüman Halk Niçin Ayaklanır?
Sinan Tavukçu

Taraf Gazetesi’nin ifşaasıyla gündeme düşen “Balyoz Darbe Planı”nın, 5-7 Mart 2003 tarihinde 1. Ordu’nun Selimiye Kışlası’nda yapılan seminerde, 2003-2006 tatbikatları çerçevesinde, dış tehdide yönelik bir harp oyunu çalışması olduğu, her ordunun bu tür simülasyonlar yaptığı, dolayısıyla bunda abartılacak bir durum olmadığı iddiasıyla geçiştirilmeye çalışılmaktadır.

Deşifre edilen harp oyununda yapılan tehdit değerlendirmesinde iç tehdit, birinci öncelikli olarak hal edilmesi gereken bir tehdit olarak değerlendiriliyordu. Bu değerlendirmeye göre halledilmesi gereken iç tehdit, “irtica” olarak tanımlanıyordu. Sunumlarda, bu tehdidi ortadan kaldırmaya müsait bir hava oluşturmak üzere, kara sularının ihlalinden dolayı Türkiye ile Yunanistan arasında düşük yoğunluklu bir savaş çıkartılması öngörülüyordu. Oyun senaryosuna göre Yunanistan harbe zorlanacak, buna rağmen savaş çıkmaması halinde bir Türk jeti kendi ordumuz tarafından düşürülerek Yunanistan tarafından düşürüldüğü iddiasıyla, bu ülkenin harbe zorlanması planlanıyordu.

Oyun planına göre, savaşın devam ettiği esnada, “iç tehdit” olarak tanımlanan halkın dindar kesiminin ayaklanması sağlanacaktı. Bu senaryoda, görevlendirilen timler bir takım camileri bombalayacak, halk tahrik edilecek, galeyana gelen halk askeri alanlara saldırtılacaktı. Bu irticai ayaklanma karşısında ordu, öncelikle İstanbul’un üstüne “çökecek” ve rejim düşmanları kanlı biçimde yola getirilecekti.

Bu planı ve ayrıntılarını öğrenen kamuoyu infiale kapılmıştı. Halkın dindar kesimi onlarca yıldır kendisinin “mürteci” olarak tanımlanmasına, kendisine giydirilen bu kimlik dolayısıyla dayak yemeye alışık olmasına rağmen, Yunanistan’la bir savaş halinde iken, kendisini Yunan işbirlikçisi konumuna düşüren bu senaryoyu hazmetmekte zorlanıyordu. Yunanistan’la bir savaş halinde iken, dindar insanların nasıl olup ta isyan edeceğinin varsayıldığı bir planlamanın yapılabildiğini anlamakta güçlük çekiyordu. Dindar kesim, kendisini Yunan işbirlikçisi konumunda değerlendiren bu anlayışa karşı öfke duyuyordu.

Aslında kızacak, öfkelenecek bir durum yoktu. Harp oyunu oynayan asker mantığına göre bu son derece doğru ve yerinde bir değerlendirmeydi. Zira, onların öğrendiği devrim tarihinde, iç ve dış düşman kurtuluş savaşında böyle bir işbirliği yapmıştı.

Yıllardır öğretilen devrim tarihine göre, 15 Mayıs 1919’da ülkemiz Yunan işgaline uğramış, ülkeyi bu işgalden kurtarmak için M. Kemal Paşa ulusal bir kurtuluş savaşı başlatmıştı. Bu sırada halk ilerici ve gerici olarak ikiye bölünmüş, ilericiler M. Kemal Paşa’nın etrafında toplanırken, hilafet yanlısı gericiler hain padişahın yanında yer almıştı. Yunan işgal kuvvetleriyle savaş devam ederken gerici güçler, Kuvva-i İnzibatiye (Hilafet Ordusu) ve Anzavur kuvvetleri adı altında ulusal kuvvetlere saldırmıştı. Bu durum, gerici güçlerin Yunan işbirlikçisi olduklarının açık kanıtıydı. Tarih tekerrürden ibaret olduğuna göre, en biricik düşmanımız olan Yunanistan’la bir savaş halinde, yine bu gerici unsurların ulusal güçlere karşı isyana kalkışmaları göz önünde bulundurulması gereken çok ciddi bir durumdu. Kurtuluş savaşından sonra Yunan denize dökülmüş, hain padişah kovulmuş, cumhuriyet ilan edilmiş, daha sonra da hilafet kaldırılmıştı. Ülkeyi çağdaş hale getirmek için devrimler yapılırken de bu gerici unsurlar hep direnmişti. Nitekim devrim şehidi Kubilay’ın gericiler tarafından öldürülmesi, bu kazanımların korunması bakımından hiç unutulmaması gereken acı bir olaydı.

Üç-beş cümleyle ifade edilebilen bu indirgenmiş tarih algısı, her olayı ve ilişkiyi kolayca ilerici-gerici ikileminde ele alıp değerlendirme sonucunu yaratmıştı. Bunun sonucu olarak her hadise hemen tarihe taşınıp, orada benzerlikler kurularak kolayca mahkum edilebiliyor, alınan kararlar bu yöntemle meşrulaştırılıyordu.

Halbuki milli mücadele, zihinlerin sonradan kurgulandığı gibi, bir yandan Yunan işgaline, diğer taraftan gericiliğe karşı başlatılmış bir mücadele değildi. Milli mücadele, 1.Dünya savaşını kaybeden bir milletin, galip İtilaf Devletlerine karşı varlığını ve izzetini koruma mücadelesiydi. M. Kemal Paşa’nın 1919-1920 tarihli konuşma ve mektuplarında ifade ettiği üzere verilen mücadele, “Düşman-ı bi amanımız olan” İngiltere’nin temsil ettiği kapitalizm ve emperyalizme karşı İslam alemi namına verilen bir mücadeleydi.

7 Ağustos 1335 (1919)tarihli Erzurum Kongresi Beyannamesi’nin 2. maddesinde, kongrenin amacı “Osmanlı Vatanı’nın Tamâmiyyeti ve İstiklâli Millimiz’in Te’mini ve Makamı Saltanat ü Hilafet’in Masûniyyeti içün, Kuvâyî Milliyye’yi ‘amil ve İrâdei Miliyye’yi hakim kılmak esastır.” cümlesiyle tarif ediliyordu. Bu amaç, 4 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan Kongre’de delegelerin ettiği yeminde “Makam-ı celil-i hilafet ve saltanata, İslâmiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığına binaen kongrenin müzakeresi devamı müddetince ihtirasat-ı şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azim ve iman ile çalışacağıma ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billah” cümleleriyle tekrarlanıyordu.

1.Dünya Savaşını ve Milli Mücadeleyi yaşamış olan, bu savaşta hizmet etmiş olan asker kadrosu, düşmanı ve verilen mücadelenin sürecini çok iyi biliyorlardı. Neyin siyaset neyin hakikat olduğunun farkındaydılar. Ne yazık ki 1960 ihtilali ile asker ve tarih arasında mevcut olan bağ kopartılmıştı. EMİNSU adıyla bilinen tasfiye hareketiyle, ordudan 275 general ve amiralle, 7.000 albay, yarbay ve binbaşı rütbesindeki subay tasfiye edilmişti. Hulusi Turgut'un kaleme aldığı “Şahinlerin Dansı Alparslan Türkeş Anlatıyor” isimli kitapta Alparslan Türkeş, bu tasfiye için gerekli olan 12 milyon dolar tutarındaki ihtiyacın Amerika Birleşik Devletleri’nden temin edildiğini açıklıyordu.

Tasfiye edilen general ve amirallerin tamamı istiklal savaşında yer almış subay kadrosuydu. Bunların tarih, millet, din ve düşman algısı Osmanlı Devletinin kültürünü yansıtıyordu. Bu kültür, Milli Mücadelede yer almış ve tasfiyeye uğramış bu subay kadrosu vasıtasıyla genç kuşaklara intikal ediyordu. Tasfiye edilen subay tipi 18 Şubat 1952’de resmen girdiğimiz NATO’nun konseptine uymuyordu. Türkiye’nin NATO insiyatifi dışına çıkmaması için, ordunun NATO konseptine bağlanması, Amerikan harp doktrinlerine göre biçimlendirilmesi gerekiyordu. Bahsedilen subay tasfiyesiyle bu amaç gerçekleştirilmişti. 1960 ihtilalinden sonra ordunun düşman algılaması NATO konseptine göre değiştirilmiş, NATO tarafından yapılandırılan ve mali kaynakları ABD ve NATO işbirliğiyle sağlanan kontr-gerilla tipi örgütlenmeler bundan sonra kendi halkına karşı operasyon yapmaya başlamıştı. Daha sonra yaşadığımız askeri darbeler, halk ile ordunun arasının nasıl açıldığını açıkça gösteriyordu.

“Balyoz Darbe Planı” nın mimarı 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan, emeklilik öncesi yaptığı bir veda ziyaretinde yaptığı konuşmada, "Mehmetçiğin kanını Galiçya'da, Yemen'de akıttık. Niçin akıttığımızı hâlâ soruyoruz" sözleriyle, Türk tarihi ile bağlarının nasıl koptuğunu en iyi şekilde ifade ediyordu…
haber10

Dürüst ol İlker Paşa...
Rasim Ozan Kütahyalı/Taraf

İlker Başbuğ meşhur cami bombalanması konusunda şöyle dedi... “Askerine ‘Allah Allah’ diye hücum ettiren bir ordu nasıl Allah’ın evi camiye bomba atmayı düşünür? Vicdansızlıktır. Lanetliyorum bunları...”

Generalin Türkçe ifadesi karışık... Burada kimi lanetliyor, belli değil... Bir darbe ortamının yaratılması hedefine ulaşmak için cami bombalamayı düşünen, bunu askerî harekât mantığıyla planlayan alçak zihniyeti mi? Yoksa bu rezaletten Türkiye halkını haberdar eden Taraf’ı mı? Başbuğ’un sicili bizim gazeteyi lanetlediğine işaret ediyor... Daha evvel de bu hezeyan üslubuyla bizim gazeteyi tehdit etmişti kendisi...

General Başbuğ yine Türk devlet zihniyetinin din konusunda her zaman yaptığını yapıyor burada... Yeri geldi mi dinî/İslami motivasyonlardan sonuna kadar faydalanıyor Türk devlet aklı, kutsal din duygularını devlet işlerine alet ediyor, resmen din sömürüsü yapıyor... Yeri geldi mi de İslami kimliği ve yaşam biçimini sonuna kadar düşman olarak görüyor... Dindarlığın en ufak bir tezahürünü bile içinde barındırmıyor...

Yanlış mıyım General Başbuğ? Gelin bu sefer dürüst olun, tamam dışa karşı yine bildik konuşmalarınızı yaparsınız, ama bari kendi içinizde dürüst olun... Allah’ın evine bomba atmayı nasıl düşünürüz, Allah Allah diye hücum eden bir orduyuz diyorsunuz... Fakat yeri geldi mi de Allah lafzını çok zikreden, Allah’ın evi tabir ettiğiniz camilere günde beş vakit düzenli olarak giden subayları ordudan atıyorsunuz...

Atmadık demeyin general... Hele 28 Şubat döneminde nasıl acımadan attınız, nasıl kıyımlar yaptınız bilmeyen yok... Belki siz kişisel olarak yapmadınız ama kurumsal olarak yapıldı bu Genelkurmay tarafından... Subayın kendisini bırakın eşinin başörtülü olup, namaz kılması yeterliydi ordudan atılmak için... Yanlış mı İlker Paşa? Bunlar olmadı mı? Türk subayları Allah’ın evi olarak gördükleri kutsal mekânlarına gitmeye çekinmedi mi? Hâlâ da çekinmiyor mu? Allahaşkına doğruyu söyleyin general...

Allah Allah diyen bu ordunun kimi üst düzey mensupları “Hırka-i Şerif” semt ismini bile irtica sembolü olarak görecek bir İslam düşmanlığına sahip değil mi? İşte resmî konuşmalarda her şey çok açık İlker Paşa, inkâr etmeyin...

Siz bir general olarak camiyi Allah’ın evi olarak görmeyebilirsiniz bence, birçok general ve subay da görmeyebilir, görmek zorunda değiller. Bir Türk subayı iyi bir asker olmalıdır ve sadece askerlik mesleğiyle uğraşmalıdır. Geri kalan özelliklerinin laik bir devlette hiçbir önemi olamaz... Ama laik bir devlette camileri Allah’ın evi olarak görerek beş vakit camilere ibadet etmeye gönül rahatlığıyla giden subaylar da olabilmelidir... O subayların hakkının garanti altına alınması, sizin resmî konuşmalarınızda dindarlara selam çakmanızdan çok daha hayatidir general... Türkiye dindarları da bunu istiyor sizden...

Bu ikiyüzlülük bitsin istiyor bu ülkenin dindarları... Mevzu vatan için ölmekse ve öldürmekse sonuna kadar İslami değerler zeminini kullanan bir ordusu var bu ülkenin... Daha evvel de birkaç defa yazdık... Vatan için ölene tamamen İslami bir tabir olan “Allah uğruna canını vermiş kişi” anlamında şehit diyoruz... Mesela Aktütün’de ölen askerimizle ilgili “Şehadet makamına ulaştı” diyoruz... O askerin cesedinin teşhis için götürüldüğü yerin ismi “morg” değildir Türk ordusunda... Türk askerî literatüründe morg kavramının ismi “Cennetyolu”dur... Askerî karargâhlarda morg yerine Cennetyolu diye yazar büyük harflerle... Bu derece yoğun bir İslami dil kullanmaktan çekinmez Türk ordusu... “Küçük Peygamber” anlamına gelen Mehmetçikler, Peygamber Ocağı olan orduya katılıp savaşırken şehitlik makamına ulaşırlar ve mekânları cennet olur... Cennetyolu da onu ifade eder... Daha birçok İslami sembol bulmak mümkündür gündelik Türk askerî yaşantısında... Sözkonusu savaş ise, bir askerin kendini feda etmesi ise İslami değerleri kullanmanın daha doğru tabirle istismar etmenin sonu yoktur ordumuzda... Ama o İslami değerleri hayatında yaşamak isteyenler ordudan kovulur...

Gerçek bu kadar yalın... Yanlış mı General Başbuğ? Lütfen kendinizi kandırmayın... Generallerin çok kullandıkları tabirle söyleyeyim... Milleti de kandırmaya kalkmayın... Ayıp ediyorsunuz İlker Paşa, ayıp... Kurumsal bir ayıp...

Cephede "Allah Allah" YAŞ'ta "Yallah!"
01 Şubat 2010
Yusuf GEZGİN
yusufgezgin@aktifhaber.com

Başlık köşemize yorum yazan bir okurumuzdan ödünç alınmıştır. İlker Başbuğ'un Balyoz Darbe Planı’nda kaos ve kargaşa çıkarmak, darbeye zemin hazırlamak için bazı camilerin bombalanması planı karşısında: “Allah Allah diye taarruz eden bir Ordu cami bombalar mı?” sözüne nispet olarak yazılmış. İçinde bulunduğumuz tabloyu çok güzel özetleyen, yansıtan bir yaklaşım.
“Allah Allah” diye savaşan bir ordu cami bombalar mı?

Emin degiliz. Ordu içinde yuvalanmış paramiliter gurupların, bazı karanlık subayların neler yapabileceğini öğrenecektik; kendinden emin olamayanlar, karanlık işlerin sivil-tarafsız yargı eliyle soruşturulmasının önüne geçtiler. Ama ülkenin 28 Şubatta neler yaşadığını, halkın 12 Eylül’e nasıl hazırlandığını, Şemdinli vakasını vs. kısmen biliyoruz ve birilerinin neler yapılabileceğini kestirebiliyoruz. Askerlerin, subayların TSK’da ne kadar “Allah Allah” diyebildiği ise ayrı bir mevzu.

Epeyce bir süredir TSK’da İslam ve İslam’a ait semboller figürler, sözler sadece cepheye sürülen erlerin moralini yükseltmek için kulanılır hale geldi. Balyoz Darbe Planı’nın mimarı Çetin Doğan bunu dahi tehlike görüyor ve erler için hazırlanan bir kitaptan “şehitliği”, “nöbeti İslamı referans alarak anlatan bölümleri” çıkartıyor. Dini referansların hiç bir şekilde kabul edilemeyeceğini söylüyor. Malumunuz “Kendinizi tehlikeye atmayın! Sakın ha ölmeyin, bırakın Atatürkçü olsa da Sünniler ölsün!" sözü Çetin Doğan’ın Alevi subaylara hitabından alıntı. Ve maalesef şerefli ordumuzda epeydir bu profildeki komutanlar muteber. Mukaddesata, şehitliğe inanan subaylar ise “Alllah Allah” diyerek sıcak çatışma ortamlarına sürülüyorlar, sağ kalabilenler ise YAŞ’ta “Yallah” denilerek meslekten atılıyor.

İstatistiklere göre ülkedeki kadınların %70’i kapalı olduğu halde, bu gün bırakın hanımı kapalıyı, anası kapalı, babası sakallılara bile TSK’de tahammül edilemiyor. Hala 60-70 yaşındaki analar, nineler oğlunu-torunu askerde ziyaret etmek için başörtüsünü tavşan kulağı bağlamak zorunda. Kapalı analar şehit oğluna refekat için askeri bir araca, uçağa vs alınmıyor. Ülkenin başbakanının eşi bir ziyaret için, garnizona değil askeri bir hastaneye sokulmuyor. Bir kuvvet komutanı: “Hastane ve sosyal tesislere, evlatlarını ziyarete gelen siviller, başörtülerini açsalar bile nizamiyeden içeri alınmayacaklar” şeklinde emir verebiliyor. Cephe dışında “Allah” diyenlere tahammülsüzlük budur!

Yine istatitiklere göre bu ülkede insanımızın %50’si düzenli olarak ibadet etmeye çalışır. Müslüman Türk insanının %70-80’i Cuma namazlarını kaçırmaz. Ama bırakın subayları, erlere bile ibadet imkanı tanınmaz. Kıyıda köşede namazını kılmak isteyenlere kem gözle bakılır. Cumalar için dahi problem çıkartılır. Askerin maneviyatı ve ibadet ihtiyacı dikkate alınmaz. Gizli-saklı, evlerinde namazlarını kılanlara dahi tahammül edilmez, YAŞTA “YALLAH” denilir.

Askeri okullara alınacak öğrencilerin evlerine gidildiğinde ilk önce irticai bir obje aranır. Evde namaz kılan varsa, kitaplıkta dini bir eser, duvarda bir tablo vs. varsa başarısı ne olursa olsun okula alınmaz. 28 Şubat süreci gibi dönemlerde herhangi bir memuriyete girecekler dahi, “sakın dini bir yönü olmasın!” diye kapıcıdan muhtara kadar sorulurdu bu ülkede. Anadoluyu Türkleştiren-İslamlaştıran Alperenlerin, Yunusların, Hacıbektaşların, Mevlanaların takip ettiği tasavvuf yolu hala en büyük atılma sebebidir TSK’da.

Dünyada bütün ordular askerin maneviyatını yüksek tutmak için dine-mukaddesata önem verir. Ordularda subay papazlar-hahamlar çalıştırılır. Dua saatleri olur, papaz ve haham subaylar askerlere nasihatler ederler, askerlerin dini ihtiyaçlarının karşılanması için zemin hazırlar, uğraşırlar. Bizden daha önce ve daha öte laik olan Avrupa ve Amerıka’da Müslümanlar için “imam” kadroları tahsis edilir.

Bizde ülkenin sinirleri ve damarları, komuta merkezleri kripto ecnebilerce ele geçirildikten sonra mücahit ordumuz bu hale getirildi. Mukaddesatımızın bekçisi, değerlerimizin koruyucusu, bekamızın garantisi şanlı ordumuz millete hasım edildi. Ama bu ordu bizim ordumuz ve bu kutsal kurumu bir avuç çapulcuya, millet-mukaddesat düşmanına bırakmamalıyız.

Okurumuzun yorumu çok isabetli ve TSK’nın içinde bulunduğu durumu gayet net özetliyor.

Bir, atılanların ve şehit olanların profiline bakın, birde komuta edenlerin profiline; yorumcumuza hak vereceksiniz…
aktifhaber

Fırtına: Başını Açsada Girmez!
01 Şubat 2010

Orgeneral İbrahim Fırtına'nın Başörtülü ve sakallılarla ilgili 'gizli' emri ortaya çıktı. Başını açsa bile başörtülü hasta yakınına merhamet yok. İşte o belge...

Başbuğ'un Balyoz darbe planında 'Allah Allah'lı savunması üzerine Vakit gazetesi yeni bir belge yayınladı.

İşte Vakit gazetesinde Kemal Gümüş imzasıyla yayınlanan haber......

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ'un; “Allah Allah diyen bir ordu bunu yapar mı?” şeklindeki savunmasını çürüten bir belge yayınlıyoruz. Belgede Hava Kuvvetleri eski Komutanı Org. İbrahim Fırtına'nın; “Hastane ve sosyal tesislere, evlatlarını ziyarete gelen siviller, başörtülerini açsalar bile nizamiyeden içeri alınmayacaklar” şeklinde emir verdiği ortaya çıktı.

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, ısrarla darbe planlarındaki korkunç senaryoları ve cuntacıların camilere yönelik saldırı planlarını “Allah Allah diyen ordu Cami bombalar mı” diye reddederken, bir bir ortaya çıkan belge ve görüntüler, adeta Başbuğ'u yalanlar nitelikte... Vakit'in ele geçirdiği belgeye göre, Hava Kuvvetleri eski Komutanı Emekli Org. İbrahim Fırtına, görevdeyken dindar insanları rencide edici akla ziyan talimatlar vermiş.
İbrahim Fırtına imzasıyla hazırlanan “Yıkıcı-Bölücü Faaliyetlere Karşı Koyma” Planında yer alan emirlere göre başörtülü vatandaşlar, askerî hastanelere ve askerî tesislere sokulmayacak, yakını örtülü olan personel derhal istihbarat birimlerine bildirilecek.

FIRTINA'YA GÖRE SAKAL VE TESETTÜR ÇAĞDIŞI
Orgeneral İbrahim Fırtına'nın sözde Yıkıcı-Bölücü Faaliyetlere Karşı Koyma adı altında hazırladığı kişiye özel ve gizli ibareli belgede; dinî sembol, başörtüsü ve sakal çağdışı olarak belirtilerek, birinci derecede mücadele edilmesi gereken unsurlar olarak yer alıyor. Bu unsurları taşıyan askerî personelin hiçbir askerî kuruma alınmaması için gerekenlerin ivedî bir şekilde yapılmasını isteyen Fırtına, şu talimatları hazırlamış; “Anayasal düzene karşı siyasi veya dini bir akımın sembolü haline gelmiş çağdışı bir kılık, kıyafet (Başörtüsü ve Manto) ve sakala sahip kişilerin T.S.K'ne ait birlik karargah, kurum, sosyal tesis ve lojman gibi yerlere sokulmaması yolundaki uygulamalar ile diğer emir ve yönergelerde belirtilmiştir. Askeri Konutlardan istifade eden personel ve aileleriyle, ziyaret maksadıyla gelen sivil personelden giyim tarzı çağdaş olmayan, inkılap kanunlarına aykırı, siyasi veya dini bir akım veya ideolojiyi belirleyen kılık ve kıyafette olanlar ile tutum ve davranışları ile Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı davrandığı ve irticai görüşleri benimsediği, bu gibi faaliyetlerde bulunduğu tespit edilenler konutlar bölgesine alınmayacaktır.”

MERHAMET EDİLMEYECEK
Başörtüsü taha
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Nis 10, 2015 10:16 pm    Mesaj konusu: Fırtına: Başını Açsada Girmez![ Alıntıyla Cevap Gönder

Fırtına: Başını Açsada Girmez!
01 Şubat 2010

Orgeneral İbrahim Fırtına'nın Başörtülü ve sakallılarla ilgili 'gizli' emri ortaya çıktı. Başını açsa bile başörtülü hasta yakınına merhamet yok. İşte o belge...

Başbuğ'un Balyoz darbe planında 'Allah Allah'lı savunması üzerine Vakit gazetesi yeni bir belge yayınladı.

İşte Vakit gazetesinde Kemal Gümüş imzasıyla yayınlanan haber......

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ'un; “Allah Allah diyen bir ordu bunu yapar mı?” şeklindeki savunmasını çürüten bir belge yayınlıyoruz. Belgede Hava Kuvvetleri eski Komutanı Org. İbrahim Fırtına'nın; “Hastane ve sosyal tesislere, evlatlarını ziyarete gelen siviller, başörtülerini açsalar bile nizamiyeden içeri alınmayacaklar” şeklinde emir verdiği ortaya çıktı.

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, ısrarla darbe planlarındaki korkunç senaryoları ve cuntacıların camilere yönelik saldırı planlarını “Allah Allah diyen ordu Cami bombalar mı” diye reddederken, bir bir ortaya çıkan belge ve görüntüler, adeta Başbuğ'u yalanlar nitelikte... Vakit'in ele geçirdiği belgeye göre, Hava Kuvvetleri eski Komutanı Emekli Org. İbrahim Fırtına, görevdeyken dindar insanları rencide edici akla ziyan talimatlar vermiş.
İbrahim Fırtına imzasıyla hazırlanan “Yıkıcı-Bölücü Faaliyetlere Karşı Koyma” Planında yer alan emirlere göre başörtülü vatandaşlar, askerî hastanelere ve askerî tesislere sokulmayacak, yakını örtülü olan personel derhal istihbarat birimlerine bildirilecek.

FIRTINA'YA GÖRE SAKAL VE TESETTÜR ÇAĞDIŞI
Orgeneral İbrahim Fırtına'nın sözde Yıkıcı-Bölücü Faaliyetlere Karşı Koyma adı altında hazırladığı kişiye özel ve gizli ibareli belgede; dinî sembol, başörtüsü ve sakal çağdışı olarak belirtilerek, birinci derecede mücadele edilmesi gereken unsurlar olarak yer alıyor. Bu unsurları taşıyan askerî personelin hiçbir askerî kuruma alınmaması için gerekenlerin ivedî bir şekilde yapılmasını isteyen Fırtına, şu talimatları hazırlamış; “Anayasal düzene karşı siyasi veya dini bir akımın sembolü haline gelmiş çağdışı bir kılık, kıyafet (Başörtüsü ve Manto) ve sakala sahip kişilerin T.S.K'ne ait birlik karargah, kurum, sosyal tesis ve lojman gibi yerlere sokulmaması yolundaki uygulamalar ile diğer emir ve yönergelerde belirtilmiştir. Askeri Konutlardan istifade eden personel ve aileleriyle, ziyaret maksadıyla gelen sivil personelden giyim tarzı çağdaş olmayan, inkılap kanunlarına aykırı, siyasi veya dini bir akım veya ideolojiyi belirleyen kılık ve kıyafette olanlar ile tutum ve davranışları ile Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı davrandığı ve irticai görüşleri benimsediği, bu gibi faaliyetlerde bulunduğu tespit edilenler konutlar bölgesine alınmayacaktır.”

MERHAMET EDİLMEYECEK
Başörtüsü tahammülsüzlüğünde sınır tanımadığı anlaşılan Fırtına, başörtülü asker yakınlarına olan hazımsızlığını, verdiği emirlerde adeta kusuyor. Tespit edilen başörtülü asker yakınlarının daha sonra başlarını açsalar bile onlara merhamet edilmeyeceğini emreden Fırtına, verdiği emirlerde, “Askerî tesis nizamiyelerine (Askeri Lojman, Askeri Gazino, Askeri Hastane, Orduevi, Özel Eğitim Merkezi gibi askerî sosyal tesislerde) çağdaş olamayan kılık kıyafet (Başörtüsü ve Manto) ile ziyaret amacıyla geldikleri tespit edilen kişiler, kıyafetlerini uygun hale getirseler bile nizamiyelerden içeri alınmayacaktır” diyor.

BAŞÖRTÜLÜ ASKER YAKINI, KESİNLİKLE ASKERÎ HASTANEYE GİREMEZ
Başörtülü asker yakınlarının özellikle askerî hastanelerden yararlandırılmaması için titiz davranılmasını isteyen Fırtına, “Çağdaş olmayan kılık kıyafet (Başörtüsü ve Manto) giyinen personel aileleri kesinlikle askerî hastanelerden faydalandırılmayacaktır. Bu tür personelin kimlikleri tespit edilerek bilgi ve belgeler oluşturulduktan sonra, İstihbarat Başkanlığı'na yazı ile bildirilecektir” şeklinde emir vermiş.

ASKERÎ LOJMANDA OTURMAYAN PERSONEL MERCEK ALTINA ALINMIŞ
Başörtüsü ile sakalı çağdışı olarak algılayıp mücadele için akıl almaz emirler yağdıran Fırtına'nın çalışmaları bununla da bitmiyor. Askerî lojmanlarda kalmayan personelin dahi tek tek araştırılmasını isteyen Fırtına, çocukları İmam Hatip Liselerine veya dindar insanlara ait okul veya dershaneye giden askerî personelin de derhal tespit edilmesinin ve bunların raporlar halinde askerî istihbarat birimlerine ulaştırılarak gerekli soruşturmanın başlatılmasını istiyor. İşte din düşmanlarını aratmayacak o diğer emirler şöyle: “Lojman puanı lojmana girmeye yeterli olup da lojmana giremeyen personelin, lojmanlardan yararlanmama nedenleri araştırılacak, bu personelden yıkıcı-bölücü faaliyetlere karıştığı tespit edilenler hakkında gerekli işlemler yapılacaktır.”

İMAM HATİP LİSELERİ, DERSHANE VE YURTLAR DA MERCEK ALTINDA
Talimatın devamında şu ilginç satırlar yer alıyor: “Kontrol altında bulundurulan personel haricinde; personelden ailesi çağdaş olmayan kılık kıyafet giyinen, çocuklarını İmam Hatip liseleri ile irticai nitelikte faaliyet yürüten okul, dershane ve yurtlara gönderenlerin tespiti halinde, konuya ciddiyetle yaklaşılarak ‘Adamsendeci' bir yapı içerisinde ‘Benden bulmasın da kimden bulursa bulsun' mantığı ile hareket etmeyecek, gerekli bilgi, belgeler oluşturularak işlem yapılması sağlanacak.”
aktifhaber

Koşaner Paşa’nın Kollarını Kesebilecekler Mi?
01 Şubat 2010

Balyoz operasyonundan sonra Ankara’nın derin kulislerinde seslendirilen bir yorum;

“İlker Başbuğ’un görev süresi 30 Ağustos 2010’da doluyor. Yerine Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner 4 yıllığına gelecek. Koşaner Paşa ile ekibinin duruşu ABD’nin pek hoşuna gitmiyor.”

Bu kulisi veya değerlendirmeyi aktardıktan sonra, Erzincan’da yapılan MİT operasyonu ve ardından Eskişehir Jandarma Alay Komutanının(eski Erzincan Alay Komutanı) gözaltına alınıp Erzurum’a götürülüşünü hatırlatalım.

Emniyeti ve ‘F’ tipi yakından takip eden uzmanlar Erzincan MİT Bölge Başkanı’nın sessizce Adana’ya tayin edildiğine dikkat çekerek, balyoz operasyonu ile birlikte yaşanan gelişmeler hakkında yaptıkları değerlendirme ise şu:

“30 Ağustos 2010’da Genelkurmay Başkanı olması beklenen Kara Kuvvetleri Komutanı Işık Koşaner’in TSK ‘da çok güvendiği isimlerden 3’ü şunlardır. Bir; Genelkurmay 2’nci Başkanı Orgeneral Arslan Güner,İki; 1’nci Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız, üç, 3’ncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk.

Son yapılan MİT ve Jandarma operasyonları hep Saldıray Paşaya yönelik. Oradaki kadrolar hep ona bağlı isimlerdi. Şimdi sırada Hasan Iğsız ile Arslan Güner Paşa var.”

Şantaj Mı Yapacaklar?

Aynı çevrelerin iddialarına göre, emniyetin elinde Birinci Ordu Komutanı Hasan Iğsız Paşa’nın çok yakını ile ilgili kamuoyunda çok ses getirecek bir fotoğraf var. Arslan Güner ile ilgili de İnternet üzerinden yıpratma kampanyasına hazırlanılıyor.

Bu bilgiler, istihbaratlar, değerlendirmeler adına ne derseniz deyin doğru olup olmadığını zaman içinde göreceğiz. Ama merak edilen ortak bir soruyu da buradan biz seslendirelim;

“Bakalım Işık Koşaner Paşa’nın Kollarını Kesebilecekler mi?”
avazturk

ANNEM YATSAYDI NE OLACAKTI
02 Şubat 2010

Hasta ziyareti için GATA'ya alınmayan Emine Erdoğan'ın gözleri dolmuş.

Emine Erdoğan'ın Nejat Uygur'u GATA'da ziyaret edememesinin perde arkasını ünlü tiyatrocunun eşi Necla Uygur anlattı. Başbakan Erdoğan'ın açıkladığı olayla ilgili 'Keşke yaşanmasaydı' yorumunu yapan Uygur, 'Gelmemesi gerektiğini bana söylettiler' dedi

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, üç yıl önce GATA'da tedavi gören Nejat Uygur'u ziyaret etmek isteyen Emine Erdoğan'ın türbanlı olduğu için hastaneye girişine izin verilmediğini canlı yayında açıklamıştı. 'Bugüne kadar bu olayı açıklamadım. Bunun yapılmasına müsaade eden irade dürüst müdür, özgürlükçü müdür?' diyen Erdoğan'a, Nejat Uygur'un eşi Necla Uygur'dan destek geldi. Necla Uygur 'Emine Erdoğan'a karşı çok mahcup olduk. Olaydan sonra kendisi ile Ankara Kalesi'nde buluştuk. Çok üzücü bir olaydı, keşke hiç yaşanmasaydı' dedi.

- Bu olayın üç yıl sonra ortaya çıkması üzerine neler hissettiniz?
Şaşkınlık içerisindeyim. Böyle bir olayın tekrar gündeme gelmesi benim adıma çok üzücü bir durum. Keşke böyle bir olay hiç yaşanmasaydı. Maalesef üç yıl önce başımıza böyle bir olay geldi. Başbakanımızı da dinledim ve kendileri haklıdır.

ÇOK UTANDIM
- O gün yaşananları bize anlatır mısınız?
Nejat, GATA Hastanesi'nde yatıyordu. Emine Erdoğan bana telefon etti, Nejat'ı hastanede ziyaret etmek istediğini söyledi ve 'Bir mahsuru var mı?' diye sordu. Ben de 'Şeref verirsiniz' dedim. Doktorlara gidip Emine Hanım'ın geleceğini ve bir protokolün hazırlanmasını istedim. Doktorlar daha sonra odama geldi. Kendisi türbanlı olduğu için bu ziyaretin kabul edilemeyeceğini söylediler. Bunu Erdoğan'a bizim söylememiz gerektiğini belirttiler. 'Böyle bir durumu kendilerine nasıl iletebilirim? Bunun imkanı var mı?' dedim. Ben hastanede eşarplı insanlar görmüştüm. Bunu da doktorlara söyledim, 'Türbanla eşarp ayrı şeyler' dediler. İki arada bir derede kaldım. Halimi düşünebiliyor musunuz? Benden randevu alındığı için benim söylemem icap ettiğini söylediler. Durumu anlatırken çok sıkıntı yaşadım. Çok ayıp bir şeydi, çok utandım.

EMİNE HANIM ÜZÜLDÜ
- Emine Erdoğan'ın tepkisi ne oldu?
Çok kırılmıştı. İnanır mısınız gözleri dolu dolu oluverdi. Çünkü neticede bu bir nezaket, hasta ziyaretiydi. Benim annem yatsaydı ne olacaktı? Babam yatsaydı ne olacaktı? Diye de hatta bunu gündeme getirdi. Emine Hanım çok üzüldü. Ben bin kat daha çok üzüldüm. Olaydan sonra benimle dışarıda buluşmak istediğini söyledi. Arabalarını göndererek beni aldırdılar, Ankara Kalesi'nde buluştuk. Bize ikramda bulundular. İki kardeş, anne-evlat gibi çayımızı, kahvemizi içtik. Yaşanan çok acı bir olaydı. Kendisine karşı çok mahcup olduk. Keşke hiç yaşanmasaydı
aktifhaber

Genelkurmay’ın ‘Yıkıcı-bölücü faaliyetler şubesi’
Eser Karakaş
Star Gazetesi
02 Şubat 2010

Pazar sabahı ekranlarda Ruhat Mengi'nin her açıdan isimli tartışma programını izledim.

Ruhat Mengi'nin programı çok eğlenceli, mizahi bir program; en büyük mizah da programın ismi olan "Her açıdan".

Bu Pazar programa Çetin Doğan Paşamız da katılmış idi ve Paşa programda çok ilginç ya da bana ilginç gelen bir şey söyledi: Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde mevcut bir "Yıkıcı ve bölücü faaliyetler şube başkanlığı".

Çetin Doğan Paşa söylüyor ise doğru kabul etmek gerekir herhalde.

İnternetten araştırdım, bu isimle Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde bir şube var; Emniyet Genel Müdürlüğü asayişten sorumlu İçişleri Bakanlığı'na bağlı olduğu için bu isimli bir şube de belki normal.

Ama iş TSK'ya gelince aklımıza bir dizi mesele takılıyor.

1- Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde "Yıkıcı ve bölücü faaliyetler şube başkanlığı"nın işi nedir?

2- TSK kendi içinde yaptığı değerlendirmelerle hangi faaliyetlerin "yıkıcı ve bölücü faaliyetler" olduğuna karar verebilir mi?

3- TSK'nın böyle bir yasal hakkı olabilir mi?

4- TSK'nın kendi bünyesinde "yıkıcı ve bölücü" diye sınıflandırdığı faaliyetler Türk Ceza Kanunu (TCK) kapsamına giriyor mu?

5- Şayet bu faaliyetler TCK kapsamına giren ve suç niteliği taşıyan faaliyetler ise bu konuya yönelik devletin olağan kurumları, savcısı, kolluk kuvveti, yargısı yok mu?

6- TSK bu kurumlara, savcılara, yargıya güvenmemekte midir?

7- Şayet söz konusu "yıkıcı ve bölücü faaliyetler" Türk Ceza Kanunu çerçevesinde suç teşkil etmeyen faaliyetler ise devletin ordusunun suç niteliği taşımayan faaliyetleri izleme, bu konuda şube başkanlığı oluşturma hakkı nereden doğmaktadır?

8- Ordunun asli işi dış güvenlik tehdidine karşı sivil otoriteye mutlak bağlılık çerçevesinde, TBMM ve siyasi iktidarın verdiği emirler doğrultusunda gerekli önlemleri almak değil midir?

9- "Yıkıcı ve bölücü faaliyetler" içeriden kaynaklanıyor iseler iç tehdit değerlendirmesi ve önlemi TSK'nın işi midir?

10- "Yıkıcı ve bölücü faaliyetler" dış alemden kaynaklanıyor ise bu konuda da görev MİT'in değil midir?

11- Neyin iç tehdit, neyin "yıkıcı ve bölücü faaliyet" kapsamına girdiği konusu sivil otoritenin yetki alanı değil midir?

12- TSK bünyesinde faaliyet gösterdiğini öğrendiğimiz "Yıkıcı ve bölücü faaliyetler şube müdürlüğü"nde bugüne dek ne gibi faaliyetler izlenmiş ve fişlenmiş bulunmaktadır?

13- "Yıkıcı ve bölücü faaliyet" kavramı soğuk savaş kavramı değil midir?

14- Bu şubede çalışanlar dünyayı ne kadar, nasıl bir etkinlikle izlemektedirler?

Gelinen noktada gördüğümüz sevimsiz gerçek TSK'nın enerji ve kaynaklarının çok önemli bir bölümünün iç tehdit algısı ve bu algı doğrultusunda alınan önlemlere kaydırılmış olduğudur.

Lafı evirmeden, çevirmeden söylemek gerekiyor: Böyle bir ordu olmaz, olamaz; böyle bir ordunun asli görevini yerine getirme yetkinliği büyük ölçüde azalır.

Kendi vatandaşını düşman gören bir ordunun dış tehdite karşı etkin önlem alma kapasitesi düşer.

Taraf gazetesinin gündeme getirdiği iddialar doğru mu yanlış mı, yargı bu kararı verecektir.

Benim şahsi kanaatim doğru oldukları yönündedir ama bu şimdilik sadece bir kanaatir.

Ama kanaat olmayan konu TSK'nın iç tehdit meselesiyle ilişkisinin kurumu her geçen gün biraz daha ordu olmaktan çıkardığıdır.

Başbuğ'un GATA yorumu: Savunamayız
05 Şubat 2010
Emine Erdoğan'ın GATA'ya hasta ziyaretinin başörtüsü yüzünden engellenmesi konusunda ilk kez konuşan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ çok çarpıcı bir yorumlarda bulundu. Keşkeleri sıraladı...

Enis Berberoğlu - Metehan Demir haberi

Özel çalışma odasında Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu, Yazı İşleri Müdürü Tufan Türenç ve Metehan Demir’i ağırlayan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, “Ekim ayından beri sürekli gündemdeyiz ve gündemin tepesinde olmaktan rahatsızız” dedi.

Başbuğ, Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Arslan Güner’in de hazır bulunduğu söyleşide, sorulara özetle şu yanıtları verdi:

TSK bir şekilde sürekli gündemde. Dağlıca baskınından bu yana hatta. Kurumun hedefte olmasından rahatsızlığını ifade ettiniz ama bu rahatsızlık neden kaynaklanıyor? Sorun nerede?
Evet, sürekli Türkiye’nin gündemindeyiz. Ama şu nedenle, ama bu nedenle. Ama haklı, ama haksız. Ben hiçbir zaman TSK’nın sürekli gündemde olması hep haksız nedenlere dayanıyor diyecek de değilim. Tabii ki biz gerçekten Silahlı Kuvvetler’in sürekli Türkiye’nin gündeminde olmasından gündemin hep tepe noktasında olmasından rahatsızız. Çünkü bunun TSK üzerine etkisi oluyor. Bu etkiyi yadsıyamam. O zaman olaya nasıl bakacağız? Bir kere önce şunu soracağım: Silahlı Kuvvetler olarak benim hatam var mı? O halde bize düşen TSK’nde hata yapılmasını asgariye indirmek.

Halkımız TSK’da hata yapanı kabullenemiyor

Kimseye yargı sonuçlanmadan da, ‘şu suçludur, şu suçsuzdur’ demememiz lazım. Ama bazen öyle oluyor ki, benim bir subayım akaryakıt kaçakçılığı yaptığı iddiasıyla tutuklanıyor. TSK deniliyor. Büyük bir ordu, bu ordunun içinde de bazen hata yapanlar olabiliyor. Ama bunu mümkün olduğunca asgariye çekmemiz lazım. Sorun burada zaten. Bir tarafta deniliyor ki TSK büyük bir kurumdur hata yapanlar olabilir. Önemli olan hatayı en aza indirmek. Güzel ama bu olayı çözmüyor.

Sorun içinizde hata yapanların temizlenmesi değil mi sadece?
Buradaki önemli nokta şu: Silahlı Kuvvetler’de kişilerin yaptığı hatalar kişiler sınırında kalmıyor maalesef. Kişilerin yaptığı hatalar kuruma mal ediliyor. Bu algı oluşuyor, bunu engelleyemiyorsunuz. Bizim halkımız TSK’dan hata yapan insanların çıkmasını kabul edemiyor. Silahlı Kuvvetler’de kişisel hatalar da olsa bu kişisel boyutta kalmıyor, kurumsallaşıyor. Bazen bu normal oluyor, çoğu zaman da bu şekle getiriliyor kasıtlı olarak.

Araştırmada o soru öyle mi sorulmalıydı

Kim kasıtlı bir şekilde bu hale getiriyor?
Kimi medya tarafından, medyanın bir kısmı tarafından. Bazı kişiler tarafından. ‘Kurumları yıpratayalım, kişisel hatalar olabilir’ demek güzel de, bazen o noktaya getiriliyor. Bu bizi rahatsız ediyor, etkiliyor hakikaten. Mesela size bir kamuoyu araştırmasından bahsedeceğim. Medyada yer aldığı için kamuoyu araştırması yapıldı dikkate almayalım diyemeyiz. Araştırmayı yapan kurum ciddi bir kurum. Kamuoyu araştırmasında o soru öyle mi sorulmalıydı, bilmiyorum. Yanılmıyorsam araştırma Ocak başında yapılmış. Soru şu: ‘Başbakan Yardımcısı Arınç’a suikast iddiaları orduya olan güveninizi azalttı mı?’ Böyle mi sorulmalıydı bilmiyorum. Tabii, bu soru böyle sorulduğu takdirde tabii ki negatif bir sonuç çıkar. Olay ne zaman olmuştu? 19 Aralık’ta oldu. Ama o kadar çok konuşuldu ki. Biz Silahlı Kuvvetler olarak her gün konuşamayız ki. Neticede yargıda olan bir konu. O kadar süreçte kalıyor ki, gerçeklerle algılar birbirine karışıyor. Böyle de bir sual sorarsanız tabi ki olumlu yanıt çıkmaz. ‘Sizin orduya olan güveninizi azalttı mı?’ diyor. Sorun burada zaten. Soru kuruma yöneltiliyor. Bizim sıkıntımız bu. TSK sürekli gündemde tutulabilir. Tabii haklı nedenlerle bir şey varsa. Ama hep haklı nedenlere mi dayanıyor, haksız nedenlere de mi dayanıyor. Süresi acaba ne kadar doğru?

TSK üzerinden siyaset yapılması doğru değil

Sizi gerçekten rahatsız eden nokta ne?
Biz gereksiz olarak medyanın gündeminde yer almaktan rahatsızız. Burada biraz daha herkesin dikkatli olmasının uygun olacağını düşünüyorum. TSK hiç yer almayacak gibi bir şeyimiz de yok. Son günlerde hakikaten çok gündemdeyiz. Ekim ayından beri devamlı gündemdeyiz.

Sivil asker ilişkileri konusunda TSK’nın görüşü nedir? Bu konuda, siyasetin içindeler diye eleştirenler var.
Ben özellikle sivil-asker ilişkileriyle ilgili Silahlı Kuvvetler’in görüşünü Harp Akademileri’nde geçen sene yaptığım konuşmamda örneklerle biraz açmaya çalıştım. Onun için o kapsamda orada söylediklerimin arkasında durarak şunu da açıkça söylemek istiyorum.
Bu çok önemli: TSK’nın siyaset içinde olması ne kadar doğru değilse, TSK üzerinden siyaset yapılması da o kadar doğru değil.

Özel bir durum keşke yaşanmamış olsaydı

Başbakan Erdoğan, eşi Emine Erdoğan’ın 2007 Kasım’da GATA’da yatan Nejat Uygur ve eşini ziyaret etmesine türbanı nedeni ile izin verilmemesi ile ilgili çok kırgın. Hatta, bu konudaki hassasiyetini zamanında askeri makamlara da iletmiş. Bu konu gündemde çok yoğun tartışılıyor. Herkes TSK’nın başındaki isim olarak bu konuda ne söyleyeceğinizi merak ediyor.
Evet. Bu konu çok gündemde. Sayın Başbakan’ın eşinin GATA’yı ziyareti konusunda bir şeyler söylenmesi kanaatindeyim. Tabii bu olayda aslında ben baktığım zaman Sayın Başbakan’ın eşi var olayda. Çok sevdiğimiz saydığımız bir sanatkar Nejat Uygur var. Ki o da bir asker çocuğuymuş. Bir de tabii ki Sayın Nejat Uygur’un eşi var. Şimdi üçü olayın odağında. Açıkça söyleyeyim, bu özel bir durum. Altını çizmemiz lazım. Bu nedenle de, bu özel durumlarda olaylara insani boyuttan bakmak doğru olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu olay, tabii bu kapsamda özel de olduğu için gerçekten insani boyut içeriyor.

Peki, insanı boyuttan bakınca bunu savunmak kolay mı?
Değil? Bunu da açıkça ifade etmek istiyorum. Keşke o şekilde bu olay yaşanmasaydı. Keşke o olay yaşanmasaydı. Bu çok özel bir olay genellenecek bir olay değil. Kimseyi de suçlamak istemiyorum. Bazen olaylara karar verirken o andaki şekli de bilmek lazım. Olayda Sayın Başbakan’ın eşi de üzülmüştür. Belki de en çok üzülen Uygur’un eşidir.

Savunmak mümkün değil

Peki, tamamen konuyu netleştirmek için soruyoruz. Yani, keşke girebilse miydi, diyorsunuz?Keşke olmasaydı. Keşke bu olay yaşanmasaydı. İnsani boyuttan bakarsak bu olayı bugün savunmamız mümkün değil.

Askeri savcılar tamamen bağımsız

Balyoz darbe planı günlerdir Türkiye’nin gündeminde. Orgeneral Çetin Doğan’ın yönettiği bir seminerde korkunç senaryoların konuşulduğu iddiaları ortada dolaşıyor. Bu iş nereye gidecek?

Bahsi geçen plan semineri konusunda basında çok şey yazıldı, çizildi. 1. Ordu Askeri Savcılığı tarafından da konuyla ilgili soruşturma başlatıldı. 25 Ocak’ta soruşturma sürecine başlandı. Altını çizmekte yarar görüyorum. Silahlı Kuvvetler’i ilgilendiren boyutuyla ilgili, askeri savcılar tamamen bağımsızdır. Tabii, askeri savcılığın yaptığı soruşturma kapsamında plan semineri çerçevesinde basında yer aldığı iddia edilen bir plan var malum. Askeri Savcılık haklı olarak basına yansıyan bütün dökümanları da istemiş.

Soruşturma sonucu ne zaman belli olur?
Savcılığın dökümanları incelemesi doğal olarak biraz bizim tahminlerimizden fazla zaman alacak gibi gözüküyor. Çünkü binlerce sayfa. Sabırlı olmak gerekiyor. Bekleyeceğiz, soruşturma bitsin. O zaman her şey anlaşılır.

O ifadeyi kullanmadan birkaç şey söyleyeyim

Sayın Başbakan Erdoğan’ın, sizinle işbirliğini kastederek, ‘paslaşıyoruz’ ifadesi oldu. Hükümet ile yani sivil otorite ile ilişkileriniz nasıl?
Ben tabii o ifadeyi kullanmadan bu konuda birkaç şey söylemek istiyorum. Sayın Başbakan’ın geçen Pazar günü yaptığı konuşmada geçen bir cümle bu. Benim ilişkilere bakış şeklim şudur: Genelkurmay Başkanı olarak yetki ve sorumluluklarım neyi gerektiriyorsa artı bir devlet adamlığı nasıl davranmamı gerektiriyorsa ben o şekilde hareket ediyorum. Çünkü ben aynı zamanda bir devlet adamıyım. İlişkilerin yürümesinde bugüne kadar hep böyle baktım. Bundan sonra da bu şekilde devam edeceğim.

Girmediği 2 konu

35. Madde

TSK’nın İç Hizmet Kanunu’nda darbelere dayanak teşkil etmesi iddiasıyla TSK’ya koruma kollama görevi veren 35. Madde’nin değişmesi tartışılıyor. Bu konuda görüşünüz?
Bu konuda siyasi tartışmaların içine girmem.

Siyaset belgesi

Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde irticanın, iç tehdit kavramı olmaktan çıkarılması tartışmalarına ne diyorsunuz?
Bunun üzerinde de açıklama yapmak istemiyorum.

Hürriyet


**************************************

Siyasetsizlikten Geriye Kalan Son Hamle: Toplu İstifa
Açık İstihbarat Özel



Durum ciddi ; durumla ilgili tespitiniz geçtir.

Siyaset yapmaya soyunup, siyaset üretememek; gramer gücü ile Türk Devleti’nin en önemli saç ayağını koruyabileceğinizi zannetmek mevcut durumun ciddiyetini daha da arttırmaktadır.

Bu devletin en önemli saç ayaklarından biri olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne önem ve değer veren insanların bir tane daha “sert” ; “asimetrik psikolojik savaş tehdidi altındayız” demeci dinlemeye tahammülü yoktur.

Genelkurmay sonunda son üç senedir yaşanan süreç hakkında "ciddi durum" tespitinde bulundu.

Aslında ciddi durum generaller değil, operasyondan dönen teğmen helikopterden iner inmez gözaltına alındığında hasıl olmuştu. Kurmay gözü bu ciddi durumu Muavenet'in vurulduğunun ertesi günü, ya da en azından askerinin başına çuval geçirildiğinin sabahı görebilirdi ama anlaşılan yumurta nihayet bugün kapıya dayandı.

İki sene önce kaleme aldığımız;

Facebook Kriminolojisi; 6 Derece Teorisi ve 2020'lerin General Kadrosu"
http://www.acikistihbarat.com/Yazilar.asp?yazi=543

başlıklı yazıda "Ergenekon" sürecinin ana hedeflerinden birinin Türkiye'nin 2020'lerdeki general kadrosunu şekillendirmek olduğunu belirtmiştik.

Bu yazıdaki tespitlerden biri şuydu:

Alttan gelen bu küresel planla asenkron kadroyu mümkün olduğu kadar ekarte edip;

Brüksel'in salonlarında ve hatta localarında; "Terörle Mücadelede Mükemmelliyet Merkez"lerinde,
NATO karargahlarında, elit üniversitelerin doktora programlarında, İstanbul'un oligarkları ile oynanan golf oyunlarında ; Afganistan'da ortak operasyonlarda pişmiş,

küresel planla senkron kadroların yükselmesini sağlamak AB-D'nin Türkiye'deki temel önceliklerinden bir tanesidir.

“Ergenekon” süreci bu noktaya hedefindeki kurumun yöneticilerinin karakterini ve zekasını adım adım, test ede ede geldi. En ufak zaaf belirtisinde korkusuzca ve fütursuzca hedefini büyüttü. Karşısındaki kaplanların, kağıttan demeç vermekten başka siyaset üretemediğinin farkına vardığında ise çığrından çıkıp, bugün “ciddi durum” olarak tespit edilen zemine ulaştı.

Durum ciddi ; durumla ilgili tespitiniz geçtir.

Siyaset yapmaya soyunup, siyaset üretememek; gramer gücü ile Türk Devleti’nin en önemli saç ayağını koruyabileceğinizi zannetmek mevcut durumun ciddiyetini daha da arttırmaktadır.

Bu devletin en önemli saç ayaklarından biri olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne önem ve değer veren insanların bir tane daha “sert” ; “asimetrik psikolojik savaş tehdidi altındayız” demeci dinlemeye tahammülü yoktur.

Hele hele; “kızdırmayın açıklarız” tarzı demeçler üzerinizdeki üniformaya değil; yıllardır altınızı oyduğu halde, kokteyllerinize, seminerlerinize davet etmekten çekinmediğiniz ikiyüzlü zihniyete yakışmaktadır.

Darbe ise bir siyaset değil, vahim bir siyasetsizliğin dayatacağı bir çözümsüzlük ve bu ülkeye yapılacak en büyük ihanetlerden biri olduğu için ; bugüne kadar siyaset üretemeyen Genelkurmay’ın elinde tek bir seçenek kalmaktadır:

Toplu İstifa.

Başbuğ’un istifası veya birkaç üst düzey generalin değil; Türk Ordusu’ndaki bütün generallerin toplu istifası.

Bu; “Ergenekon” sürecini kurgulayan üst aklın “öngörülebilirlik” zeminini altüst edecek bir hamle olacaktır. Batı’nın oyun teorisinde , “öngörülebilir” olduğunuz sürece muhalif, hatta azılı düşmanı olmanızın hiçbir zararı yoktur. Batı; öngörülebilir düşmanı, öngörülemez dosta her zaman tercih eder.

Bu topraklarda Batı’nın sizden âlâ dostu olmadığına göre; dostunuza Türk Milleti adına en büyük kazığı atma vakti gelmiştir.

“Ergenekon” sürecini kurgulayan üst akıl; fabrikasyon belgelerden isimsiz ihbar mektuplarına, telekulak kayıtlarına kadar nice neşter hamlesi ile bu üst kadroyu isim isim şekillendirmeye çalışacak kadar alanı boş bulmuştur.

Alanı bu kadar boşaltan ataletin sebeplerinden birinin de meslekdaşları “Ergenekon” ile elenirken önleri açılan bazılarının sessiz sevincinden kaynaklandığını da bilmeyecek kadar TSK cahili değiliz.

Bugüne kadar kırılan kolların içinde bırakılan yenler, kolu çürütmüştür, kangren noktasına getirmiştir.

Bu noktada TSK; gerektiğinde kolunu (tüm general kadrosu) kesip, “Ergenekon” diyetini parça parça değil, toplu olarak ve son bir kez ödemeyi bilmelidir.

BU diyeti ödemek için; kendilerini bu kıskaca sokan AB-D sürecine bağlılık ifade ede ede Türk Devleti’nin akıl ve hareket alanını daraltan; teğmenleri yutmaya başlayan sürecin kendilerine kadar uzanamayacağını düşünen ; gençliklerini 1950-60’lardaki Soğuk Savaş ayazında yaşamış kadrolardan daha iyi bir kadro olamaz.

Onların boşalttığı alanı ; gençliklerini AB-D’nin döşediği mayınlara basa basa terörle mücadele ederek geçirmiş; Soğuk Savaş’ın tek yönlü değil, AB-D’nin maskesini düşüren çoklu küresel kültür döneminde yetişmiş ; AB-D’nin müttefik masalı ile uyutulması daha zor genç kadrolar alacaktır.

TSK’nın budandığı yerden gürlenerek ve aklını yenileyerek çıkacağına emin olabilirsiniz.

Bu hamle; TSK’nın üst düzey kadrolarını, seçici neşter darbeleri ile Hannibal misali yontarak , kendine sorgusuz sualsiz hizmet edecek yap-boz bir Frankstein yaratmak isteyenlerin oyununu bozar.

Muvazzaf bir Genelkurmay Başkanını gözaltına alma hamlesi için ellerini ovuşturanların TSK’yı yıpratmak için yapacakları son hamlenin altını boşaltır.

Bu hamlenin yaratacağı psikolojik şok dalgasının etkilerini saymıyoruz bile.

Başbuğ tarihe ya ; Hilmi Özkök-Yaşar Büyükanıt çizgisinde geçecek, ya da Mustafa Kemal’den sonra üniformasını en doğru zamanda çıkaran general olarak tarihe adını yazdıracaktır.

Birinci çizginin itibarı malumunuz. İkinci çizginin "sadakası bile yeter".

Başbuğ; önce alttan gelen baskıyı idare etme/yatıştırma görevinden , daha sonra da emrindeki bütün generallerle birlikte Genelkurmay Başkanlığı görevinden istifa etmelidir.

TSK’nın üst düzey kadrosunu seçici neşter hamleleri ile dizayn etmeye çalışanların yüzüne karşı masayı devirmeli; satranç ustası oyuncuların köşeye sıkıştırdıkları rakiplerinden asla beklemediği “öngörülemez” hamleyi yapmalıdır.

Tekrar edelim; bu hamle; Başbuğ’un değil; Genelkurmay’ın toplu istifasıdır.

Bu hamle için şu ya da bu sonuç beklenmemeli; şu ya da bu pazarlık yapılmamalıdır.

Hiçbir sonuç; hiçbir pazarlık; “Ergenekon”’u kurgulayan üst aklı nihai hedefinden vazgeçirmeyecek; sadece bir sonraki hamle için zaman ve zemin kazandıracaktır.

Bu tarihi hamle ise AKP’yi darbesiz ; AKP’yi yönetenleri hedefsiz bırakacaktır.

Açık İstihbarat

Can Ataklı
Bir türlü yerine oturtulamayan 28 Şubat



Sevgili okurlar; darbe planlarına, muvazzaf orgenerallerin bile “terörist” ilan edilmesine, gazetecilerin, bilim adamlarının bir yılı aşkın süredir tutuklu kalmalarına alıştık. Ne yazık ki örneğin Mustafa Balbay tam bir yıldır hapiste ama bizler ancak “Olur mu böyle şey” diyebiliyoruz, elimiz kolumuz bağlı olarak.

28 Şubat gösterileri

Bir hafta önce 28 Şubat olarak bilinen dönemin 13. yıldönümü nedeniyle Türkiye’nin çeşitli yerlerinde “gösteri” adı altında çocukça eylemlere tanık olduk. Ellerinde “Darbelere Hayır” türü pankartlar taşıyanlar, tatlısu ortamında kendilerince esip gürlediler. “İslami yaşam biçimine” övgüler düzdüler, darbecileri lanetlediler.

28 Şubat darbe miydi?

Dün ne yediğini bile unutan bir hafızaya sahip toplumumuz kendilerine demokrat süsü verenlerin etkisiyle 28 Şubat’ı askeri bir darbe girişimi olarak algılıyor bir süredir. Aklına esen ya kalemi eline alıyor yazıyor ya da TV ekranlarından bağırıp çağırıyor 28 Şubat dönemine lanetler yağdırarak. Peki gerçekten 28 Şubat bir darbe ya da darbe girişimi miydi?

Darbe değildi

28 Şubat bir darbe değil, irticayla mücadele adı altında siyasal İslamı egemen kılmak, planlanmakta olan Büyük Orta Doğu Projesi’ne Türkiye’yi hazırlamaktı. 1990 yılına kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’ne komünizmi önleme görevi yükleyen NATO ve ABD, bu kez Silahlı Kuvvetler’i siyasal İslamı güçlendirmek adına görevlendirmişti.

Merkez sağı çökertme

Büyük Orta Doğu Projesi için solun kullanılması mümkün değildi. Merkez sağ ise içinde dinsel motifler barındırmasına karşın, milli nitelikte olduğu için bu projeye destek veremezdi. Bu proje ancak İslami kimliğini öne çıkaran bir siyasi hareket tarafından yürütülebilirdi. Bu nedenle düğmeye basıldı, Türk Silahlı Kuvvetleri bir kez daha “tarihi” misyonunu üstlendi.

Çıkar savaşları

Burada kafaları karıştıran, bir kısım medya ile bir kısım büyük sermayenin de bu oyunun içinde olmasıdır. Ancak hemen belirteyim ki, bu ilginç plandan hiç haberi olmayan bu kesimler kendi çıkar savaşları adına olup biteni anlamadan oyunun parçası oldular. Böylelikle operasyon aslında asker eliyle değil bizzat bu kesim tarafından kotarılmış oldu.

Basit bir örnek

Bu görüşü çok iddialı bulanlara bir örnek vermek istiyorum: İktidar hiç korkmadan ve çekinmeden Silahlı Kuvvetler’e yönelik yoğun bir operasyon yapıyor. Emeklisine muvazzafına bakılmadan her rütbeden subay aşağılayıcı biçimde göz altına alınıyor, tutuklanıyor. Taa PKK ile en sert mücadele dönemlerinden bile hesap sorulurken bir döneme hiç dokunulmuyor.

Tuhaf gelmiyor mu?

Bilmem hiç dikkatinizi çekti mi, sokaklarda “Darbeye Hayır” gösterileri yapılıyor, maskeli demokratlar her fırsatta 28 Şubat sövgüsü yapıyor, ama şu ana kadar 28 Şubat döneminin tek bir ismi hakkında bile herhangi bir soruşturma yapılmadı, suçlamada bulunulmadı. Bu tuhaf değil mi? Gerçekliği saptanmamış planlarla onlarca subay tutuklanırken, sokaklarda tank yürütenlere bir şey olmuyor.

Ya Yaşar Büyükanıt

Haydi biraz ileri atlayalım. Yine onca darbe söylentisi ile generaller tutuklanırken “gece yarısı muhtırası yazdığı” bilinen bir eski Genelkurmay Başkanı dört çeker arabasıyla zevk-i sefa içinde geziyor. Eğer varsa bir darbe için en açık kanıt olan bu muhtıraya rağmen hiçbir şey yapılmaması da tuhaf değil mi?

İşlev önemlidir

Bunlar tuhaftır tabii de tesadüf değildir. Çünkü önemli olan işlevdir. 28 Şubat AKP’yi iktidar yapmıştır. 27 Nisan muhtırası ise AKP’ye yüzde 47 oy kazandırmıştır. Hiç kimse ekmek yediği tekneyi pislemez. Maskeli liberaller ne kadar yırtınırsa yırtınsın ne 28 Şubat için ne de 27 Nisan için kimse kılını kıpırdatmayacaktır.

PKK’ya dokunan yanıyor

Aynı dönemlere bir de başka açıdan bakalım. Yine dikkatinizi çekiyor mu bilemiyorum ama, Ergenekon, Balyoz, ıslak imza gibi iddialarla tutuklanan subayların neredeyse tamamının PKK terörüne karşı aktif görevlerde yer aldığını görüyoruz. Kısaca, PKK’ya dokunanların yandığını düşünmek çok da yanlış değil.

Amerikan operasyonları

ABD ilk Körfez harekâtından sonra Kuzey Irak’ı “hiç kimseye ait olmayan bölge” ilan etmişti. Burada Saddam’ın zulmünden kaçan Kürtler vardı ve tabii bir de PKK. ABD, Çekiç Güç adı altında bölgeye yerleşmişti. PKK’nın eylemlerine göz yumuluyordu çünkü o dönem Amerikan politikası böyleydi.

Oyun bozan askerler

Buna karşın artık “komünizmle mücadele” misyonu kalmayan Türk Silahlı Kuvvetleri PKK terörüne karşı çok çetin bir mücadele veriyordu. “Düşük yoğunluklu harp” kuralları gereği PKK’lı teröristler çok ağır darbeler alıyordu. Nitekim 1990’ların sonuna gelirken bölgedeki terör faaliyetleri neredeyse sıfır noktasına kadar indirilmişti.

ABD bunu unutmaz

ABD bölgedeki oyununun bozulmasından elbette rahatsızdı. Bunun için o tarihlerde dikkat çekmeyen pek çok karşı eylem yapıldı. PKK’ya silah ve yiyecek-ilaç yardımı açıktan yapıldı, operasyon yapan Türk timleri tuzaklara çekildi, en olmadık yerlerde Amerikan askerleri Türk askerinin karşısına çıkıverdi. Ancak bunlar o tarihlerde çok önemsenmedi.

28 Şubat sonrası

28 Şubat’ta yönetimde bulunan komuta heyeti PKK terörünün de çok aşağıya çekilmiş olmasını fırsat bilerek ABD ile ilişkileri tekrar iyi hale getirdi ve üzerine düşeni yaparak “milli” olan merkez sağı tasfiye etti. Ancak bu dönemden sonra işbaşına gelen komuta heyeti ise beklenmedik biçimde milli davrandı 28 Şubat döneminin izlerini silmek için kolları sıvadı, laik demokratik cumhuriyet konusundaki hassasiyet yeniden önem kazandı.

Hassasiyet ama neye yarar

2000’li yılların Genelkurmay’ı NATO’ya rağmen Cumhuriyet konusunda hassasiyet gösterdi ama atı alan da Üsküdar’ı geçmişti artık. Konjonktür gereği darbe yapılması olanaksızdı. Asker sadece yakındı, kapalı toplantılarda esti gürledi. Ama bilmediği şey, bunların hepsinin kaydedildiği ve kullanılmak üzere saklandığı idi. Derken bunların ortaya çıkarılacağı gün gelip çattı.

Operasyon başlıyor

İşte sevgili okurlar, iktidar seçimi yeniden kazanmak, böylelikle dış desteğin sürmesini sağlamak, Türkiye’yi dönüştürme projesinde engelleri kaldırmak ve dışarıdan gelecek talepleri daha rahat karşılayabilmek adına düğmeye bastı. Ergenekon’la başlayan darbe soruşturması, giderek ABD’nin en öfke duyduğu PKK ile mücadele dönemlerine kadar uzatıldı.

(..)

Vatan gazetesi

GATA'da öyle skandallar yaşanmış ki...

Uzun yıllar GATA'da görev yapan ve 'Paşaların doktoru' olarak anılan Prof. Dr. Ahmet Alper gözyaşları içinde "GATAKULLİ"leri anlattı...

Ergenekon ve Balyoz sanığı komutanların tedavi süreçleri yüzünden tüm dikkatlerin üzerinde toplandığı GATA'da uzun yıllar görev yapan Prof. Dr. Alper, çarpıcı bir açıklamada bulundu: "Doktor da olsanız komutanın emrine uymak zorundasınız. Önce asker sonra doktorduk"

Prof. Dr. Ahmet Alper, 17 yaşından 50 yaşına kadar 33 yıl Silahlı Kuvvetler'de kalmış. İstanbul Askeri Fakülte Yüksekokulları birincisi olarak mezun olmuş Tıp Fakültesi'nden. Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde (GATA) 1980'de İç Hastalıkları ve Gastroentoloji İhtisası'nı tamamlamış, Erzurum Mareşal Çakmak Hastanesi'ne binbaşı rütbesiyle, gastroentoloji uzmanı olarak tayin edilmiş. 1982 yılı sonunda GATA Gastroentoloji Kliniği'ne müşavir uzmanlık kadrosunda görevli olarak çağrılmış, 1986'da doçent, 1990 yılı sonunda da profesör olmuş.

TSK'nın "kudretli" generalleri, Kenan Evren, Doğan Güreş, Güven Erkaya, Fevzi Türkeri, Vural Beyazıt, Necip Torumtay gibi isimlerin doktorluğunu yapmış. GATA'yı yakından tanıyor diye kapısını çaldık, bir doktor olarak tanık olduğu YAŞ mağdurlarının tüyler ürperten dramlarını ondan dinledik. Özellikle Ergenekon Soruşturması'nda ismi gündeme gelen komutanların tercihine mazhar olan GATA'nın "sihrini" anlamaya çalıştık. Prof. Dr. Ahmet Alper GATA ile ilgili bugüne kadar hiç yapılmamış tespitleri, açık yüreklilikle yaptı, yıllarca yaşadığını tek cümle ile özetledi: Önce askerdik, sonra doktor....

GATA'da nasıl bir yapılanma var, askeri hiyerarşinin etkileri nasıl hissediliyor?

GATA'daki yapılanma 1998 yılından sonra çok daha farklı hale gelmiştir. GATA'da 1998 yılına kadar sadece tümgeneral rütbesinde doktorlar komutandı. 1998 yılından sonra "doktorlar komuta işleriyle uğraşmasın, onlar doktorluk yapsınlar, komuta işlerini korgeneral rütbesinde bir general yürütsün" diye ayrı bir kadro açıldı. GATA komutanı korgeneral sınıfında, doktor olmayan bir generale devredildi. Askerliğin genel yapısı itibariyle, hiyerarşik sistem içinde bağlı olduğumuz komutanın emrine "emredersiniz" diye uymak zorundasınız. Askerlik de kuraldır, komutanın verdiği emir yapılır, itiraz da edilirse ondan sonra gerekli yerlere müracaat edilir ama komutanın emri yerine getirilir.

Bu doktor olsa da böyle mi?

Komutan emir verince doktor da olsa yerine getirecek, başka çaresi yok.

KADROLAŞMA VAR

GATA'da hizipleşmeler, gruplaşmalar var mı?

GATA'da sağ-sol gibi bir hizipleşme yoktur. Bu Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'nin kuruluşundan itibaren belli bir kadrolaşma söz konusudur.

GATA'da görev yaparken kendinizi daha çok bir doktor gibi mi bir asker gibi mi hissediyordunuz?

Bütün komutanların orada bize her zaman için söyledikleri bir şey var, "Önce asker, sonra doktor" derlerdi.

Siz nasıl hissediyordunuz?

Önce askeriz, önce askerdik.

KOMUTAN MUAMELESİ

Ergenekon sürecinde GATA çok sık gündeme geldi. Sizce tutuklanan askerler neden özellikle GATA'ya sevk olmak istiyor?

GATA'da yatmak isteyen sanıkların en düşük rütbelisi albay, komuta kademesi yani. GATA'da daha önce komutan olarak kendilerine hizmet edilmiş, değer verilmiş, saygı görmüş kimseler, elbette GATA'yı tercih ederler. Sanık, tutuklu bir kimsenin sağlık sistemi içerisinde hangi yöntemle, hangi şekilde, nerede, hangi sağlık kuruluşlarında ne şekilde muayene edileceklerine dair kurallar vardır. Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletiyse bu kurallar, herkese aynı şekilde işletilmelidir.

Sizce GATA'nın diğer sağlık kuruluşlarından daha fazla tercih edilmesini sağlayan özelliği nedir?

GATA'nın tercih edilmesi çok normal, gidecek orada komutan gibi karşılanacak. Mesela, Çetin Doğan 1. Ordu Komutanı olarak GATA'da her zaman özel bir ilgi, muamele görmüş. Şimdi orada general odasında yatmaktadır, tutuklu odasında değil. Bir orgenerale yapılması gereken muamele ile işlem görmektedir, başka türlü bir işlem görmesi mümkün değildir.

GATA'da asker, subay herkes için tutuklu odaları vardır. En azından kapısında nöbetçi olur, pencereleri demirlidir, herkes girip çıkamaz. Ama, tabii ki GATA'da bunlardan uzak oluyorlar. Daha önce ast-üst ilişkisi içinde olduğu kimselerle, yani dostlukları olan kimselerle irtibat halindeler, bir aradalar. Böyle bir şey olmaz.

YEMİNİ BİR TARAFA BIRAKIP...

Bir askeri tabip için Hipokrat yemini mi önceliklidir, askeri emirler mi?

Öncelikle şunu kabul etmek lazım, bir tabip subay için her şeyden önce hasta hastadır. Hastaya ilgi, şefkat, teşhis koymak, tedavi etmek bir tabip subayın görevidir. Dinsel, ideolojik, ırkçı, herhangi bir şekilde ayırım yapması düşünülemez. Ama, yine de insanların çok farklı ruhsal yapılar içinde olduklarını kabul etmek lazım. Bu nedenle tabipler içinde de yemini bir tarafa bırakıp, ideolojisi peşinde koşan kimseler bulunabilir.

GATA'da ast-üst ilişkisi, hasta-doktor ilişkisine nasıl yansıyor?

Ast-üst ilişkisi, hasta-doktor ilişkisini etkilemez. Bilimsel eğitim ayrı, ast-üst ilişkisi ayrıdır. Teğmen üsteğmene uyacaktır, üsteğmen albayın emrini yerine getirecektir. Bunun yanında mesela, GATA'da şu anda asteğmen rütbesinde öğretim üyeleri de vardır, bilimsel yönden söylediklerine itibar edilecek kimselerdir. Asteğmen diye onun vereceği direktifi kabullenmeme diye bir şey söz konusu olmaz ama aslında bunlar öyle bir şekilde görevlendirilir ki, genelde yüzbaşıya bir asteğmenin direktif vermesi önlenecek şekilde ayarlamalar yapılabilir.

BİLGİME DE SAYGI DUYARLAR

Muayene olmak üzere gelen komutanlar sizi doktor olarak mı bir ast olarak mı değerlendiriyor?

Bizi ast olarak da doktor olarak da görürler ama doğal olarak ast olarak değerlendiriyor. Bana geldiği zaman beni ast olarak görür ama profesörlüğüme, bilgime de saygı duyarlar.

BÇG, iRTiCAi TEMiZLiK KALKANI ALTINDA KENDi KADROLARINI KURDU

GATA Komutanı Prof. Dr. Fahrettin Alparslan ile birlikte çalıştınız mı?

Fahrettin Alparslan ile yüzbaşılığından beri tanışırdık. O yüzbaşıyken ben teğmendim. Abi-kardeş gibi ilişkilerimiz vardı. Ama, bu abi-kardeş gibi ilişkiler İsmail Hakkı Karadayı'nın gönderdiği "İrticai personel hakkında yasal işlem yapmayan komutan hakkında yasal işlem yapılacak" emriyle ortadan kalktı. İrticai personel Batı Çalışma Grubu tarafından tespit ediliyordu.

Batı Çalışma Grubu bugünkü Ergenekon'un teşkilatlanmasının bence yapı taşıdır. Kendi düşüncelerinde olmayan kimselerin tespit edilip, ordudan uzaklaştırılması için kurulan bir kuruluştu. Böylece irticai temizlik kalkanı altında kendi kadrolaşmalarını yapmışlardır. Batı Çalışma Grubu bir birliğe "Falan şahıs irticai personel, onun dosyasını gönderin" dediği zaman, o birlik komutanı artık onu göndermeme durumunda değildir. Göndermeyen birlik komutanı kendi sonunu hazırlamıştır. Batı Çalışma Grubu'ndan "dosyasını gönderin" dediği zaman Fahrettin Alparslan'ın yapacağı tek şey, Ahmet Alper'in dosyasını hazırlamak. Hazırlamazsa kendi dosyasını hazırlar.

'HEPSİNİ AÇIKLAYACAĞIM' DEMİŞ

Niye intihar etti?

Tümgenerallik süresinin 1 yıl uzatılmasını istiyordu, 1 yıl uzatılmadığı ve emekli edildiği için psikolojik rahatsızlık yaşadı.

Bu dosyaları hazırladığı için büyük bir vicdan azabı yaşadığı söyleniyor.

Mümkündür. Ben kendisiyle görüşmedim, kendisiyle görüşseydim "Yukarıdan hazırlanıyor, bizim bir etkimiz yok" diyecekti. Mustafa Kahramanyol bizzat kendisiyle görüşmüş, Kahramanyol'a "Ben bu yapılanlardan çok üzgünüm. Benim bu işte bir dahlim yoktur. Ben bunların hepsini açıklayacağım" diye bir ifadede bulunmuş.

ŞU AN TSK'DA ERGENEKON GiBi BELKi 10 TANE CUNTA VARDIR

28 Şubat'ta ordu içinde büyük bir tasfiye yapıldığını hatırlatan Prof. Alper, "Bin 650 civarında subay ve astsubay ihraç edildi, 10 bin kişi ise istifaya zorlandı. Böylece TSK'da cuntalaşmaya karşı çıkacak kimse bırakılmadı" dedi...

Bir hekim olarak sizce GATA'da yatan bazı askerler gerçekten hasta mı yoksa numara mı yapıyorlar?

Hastayı görmeden bunu söyleyemem. Çetin Doğan mesela kroner by-pass ameliyatı yapılmış bir kimsedir. Çetin Doğan'ın kroner by-pass ameliyatı da tartışmalı olmuştu. İstanbul'da özel bir hastanede yapıldı, GATA'da yaptırabilirdi, ama özel bir yerde yapıldı, öyle hatırlıyorum, onun için de devlet ayrıca para ödedi. O zaman tercihi GATA olmamıştı. Çetin Doğan'a ben "hasta değil" diyemem, hastalığı hapis olmasına engel midir değil midir onu da ben söyleyemem.

GATAKULLİ'NİN OLDUĞU KESİN

Gatakulli var mı sizce?

İnternete konuşmaları dahi düştü, Gatakulli'nin olduğu kesin. Nereden kaynaklandığını bizim söylememiz mümkün değil ama bir yerlerden kaynaklanıyor yani.

Ergenekon soruşturma sürecinde, Balyoz soruşturma sürecinde irticai faaliyetlerden dolayı YAŞ kararıyla ordudan uzaklaştırılan isimlere pek rastlanmadı, cunta mı tehlikeli bu kişiler mi?

Biz hep bu konu üzerinde durduk. Aslında 28 Şubat döneminde orduda yapılan tasfiye hareketi Türk Silahlı Kuvvetleri'nde son yüzyıl içinde yapılan 3. büyük tasfiye hareketidir. 28 Şubat tasfiye hareketi bunların içerisinde en haksız, en çok zulmün yapıldığı harekettir. Burada 1650 civarında subay ve astsubay disiplinsiz ve irticacı diye YAŞ kararıyla tasfiye edilmiştir fakat en az 10 bin civarında subay ve astsubay da "Ordudan ayrıl, yoksa tasfiye edileceksin" diye bir kısım baskılarla istifa etmek durumunda kalmıştır.

Böylece Silahlı Kuvvetler'de cuntalaşacak, ihtilal yapacak kimselere karşı koyacak kimse bırakılmamaya çalışılmıştır. Buna rağmen başarılamamıştır, çünkü bu ordu milletimizin ordusudur. Fakat, bir noktayı gözden kaçırmamak lazım, yaklaşık 1996 - 1997 yıllarından itibaren ailesinde İslami hassasiyetleri bulunan kimselerin kesinlikle Silahlı Kuvvetler'e alınmaması için gayret edilmiştir. Şu an Silahlı Kuvvetler'de Ergenekon gibi belki 10 tane cunta vardır, her biri ayrı kolda.

RÜŞVET DÜŞKÜNÜYSE...

GATA'da bir de çürük rapor skandalı yaşandı.

O her zaman olan bir şeydi. Her yerde her zaman oluyor bu çürük raporu skandalları. Yetki verdiğiniz kimse rüşvet düşkünüyse çürüğe gider.

HEP YAŞANDI AMA BASINA YANSIMADI

GATA'da çürük skandalı daha önce de yaşanıyor muydu?

Yaşanıyordu tabii, ama hepsi basına intikal etmezdi. Şimdi artık her şey, herkesin gözü önünde oluyor. Daha önce de yaşanırdı ama kamuoyu duymazdı. "Silahlı Kuvvetler'de disiplini sağlamak için bunları YAŞ kararları ile uzaklaştırmamız lazım, başka türlü uzaklaştıramıyoruz, hakimler bize engel oluyor" diyorlardı. Çünkü, yasal dayanağı yoktu. Ama, ben kesinlikle size şunu söylüyorum, YAŞ kararıyla ordudan uzaklaştırılan kimselerin yüzde 98'i disiplin yönünden Silahlı Kuvvetler'in el üstünde tutulan personelleriydi.

Bunların ordudan uzaklaştırılması disiplinsizlere meydanı boş bıraktı. Bu tür olayların artık daha rahat yapılmasının önünü açtı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde disiplin bugün 1997'den çok daha kötü durumdadır. GATA'da ortaya çıkan çürük raporu olayları da bunun bir parçasıdır.

'Attılar 3 gün sonra öldü'

Paşaların doktoru Prof. Ahmet Alper, BUGÜN'e verdiği röportajın ikinci bölümünde, GATA ve TSK'dan neden ihraç edildiğini açıkladı.

YAŞ kararıyla uzaklaştırılmadan önce herhangi bir ceza aldınız mı?

1964'te Fakülte Yüksek Okullara girdiğim tarihten itibaren 1997'de YAŞ kararıyla ordudan uzaklaştırılıncaya kadar hiçbir ceza almadım.

Nasıl ihraç edildiniz?

Disiplinsizlikten. YAŞ kararlarıyla ordudan uzaklaştırma işleri, tamamen gizli kapaklı, hiç kimsenin haberi olmadan birileri tarafından yapılan bir işlem. Disiplinsiz denilmesi için, bir kimsenin disiplinsizliği ile ilgili yer, zaman, şahit olmalı, savunması alınmalı, disiplinsizlikle ilgili bir uyarı gönderilmeli. Hiç kimse bana sözlü veya yazılı bir ikazda bulunmadı.

TEDAVİ ETMİŞTİM

Siz kimlerin doktorluğunu yaptınız?

Kenan Evren, Güven Erkaya, Fevzi Türkeri, Vural Beyazıt, Necip Torumtay, Doğan Beyazıt'ın eşi, Tahsin Şahinkaya, Doğan Güreş ve aklıma gelmeyen pek çok generalin tedavilerinde etkili oldum.

Güven Erkaya ile nasıl tanıştınız?

Güven Erkaya Başbakan Erbakan'ın verdiği yemekten sonra hastalanmış. Komutan izinde olmama rağmen bana "Ahmet, Güven Paşa rahatsızmış, Köşk'e git, onu gör" dedi. Gittim, muayene ettim, "Komutanım sizi yarın hastaneye bekliyoruz" dedim, "Hastane hoşuma gitmiyor" dedi. "Durumunuz ciddi" dedim. Bunun üzerine "Peki" dedi. Akut batım (karın zarı iltihabı) düşündüm. Tetkiklerini yaptık, edindiğim izlenim kolon kanseri olduğu yönündeydi. Kendisiyle irtibatta olan kişilere "kolon kanseri düşünüyorum, kolonoskopi yapmamız lazım" dediğimde hiçbiri Erkaya'ya bunu söyleyememiş, çekinmişler. Güven Paşa beni aradı, "Hakkımda ne düşünüyorsun" dedi. "Aksi ispat edilene kadar kolon kanseri düşünürüm" dedim. Bize itimat etti, geldi, tetkiki yapıldı, teşhisi konuldu.

EŞİMİN BAŞÖRTÜSÜ...

İhraç edildiğiniz 1997 Ağustos Şûrası'na Güven Erkaya da katılmıştı.

1996'da Erkaya'nın kolon kanseri teşhisini koydum. Erkaya ile belirli bir irtibatımız vardı ama şûradan önce de şûradan sonra da hiç görüşmedim.

Komutanlar size gelip canlarını emanet ediyorlar, diğer yandan da orada çalışmanızı istemiyorlar.

Güven Erkaya'ya bunu daha sonra amiral olan bir doktor arkadaşımız "Ahmet Bey için bir yardımınız olmaz mıydı" diye sormuş, "Hiçbir şey yapılacak gibi değildi, kesin irticacı delilleri olan bir kimseydi" demiş. Tabi, "kesin irticacı olduğumuzu gösteren deliller" hanımımızın başörtüsü, benim de namaz kılmamdı. Bunlar yeter, başka bir şeye gerek yok.

YAŞ'ta ordudan uzaklaştırılanlar şimdi nasıl yaşıyor?

Ben TSK'da 27 yıl subay olarak hizmet ettim, emeklilik hakkını kazanan bir kimse olarak, TSK'dan ayrıldım. Ama, TSK'da teğmen, üsteğmen, yüzbaşı rütbesinde veya astsubaylarda, 15 yıllık mecburi hizmetini tamamlamadan YAŞ kararıyla ordudan uzaklaştırılanlar oldu. Mecburi hizmetini tamamlamayana "Sen TSK'dan ayrıldın, mecburi hizmetin üçte birini yaptın, üçte ikisini yapmadın. Sana okulda harcanan 15 milyar liranın 10 milyarının karşılığını bana vermedin, bu 10 milyar lirayı faiziyle borç ödeyeceksin" deyip bir de borç çıkardılar. Hem "irticacısın" diyor ordudan atıyor, hiçbir yere müracaat edemiyorsun hem de para ödemek durumunda kalıyorsun. YAŞ kararıyla ordudan uzaklaştırılan kimseleri sürüm sürüm süründürmek ve kendilerine isyan ettirmek, bir kısım kötü işler yaptırmak istediler. Gitsin terörist olsun, banka soysun, hırsızlık yapsın istediler. Buna teşvik ettiler.

Hastaya "Gülhane'den hadi çık" dediler

Sizi en çok etkileyen olay ne oldu?

Güray Balatekin diye bir arkadaşımızın eşi mide kanseriydi, Gülhane'de tedavi olsun diye Ankara'ya tayin ettiler, iyi bir doktorum diye benim ismimi almış, eşini getirdi. Güray 3 ay sonra YAŞ kararıyla emekli edildi, hanımına Gülhane'den "hadi sen çık" dediler. Eşine anlatmamaya çalıştı, ama sezdi tabi, durumu kötüleşti, 1 ay sonra Güray, bir gün "Hocam eşime bakar mısın" dedi. Çayyolu'nda oturuyordu, beraber gittik. Evde annesi, babası, kayın pederi, yatak serili, kadıncağız sapsarı olmuş, karaciğer iflas etmiş, dudakları kanıyor, perişan vaziyette. 3 tane çocuk yatağın başında boynunu bükmüş duruyor, 7 yaşında, 3 yaşında (Ağlıyor). Ağlamamak mümkün değil. Ne yapacağımı şaşırdım. Oradan çıktığım an Allah'a şükrettim, "Şükürler olsun beni o zalimlere hizmet ettirmedin, beni bu mazlumun ayağına getirdin" dedim. 3 gün sonra da öldü, cenazesini beraber Konya'ya götürdük. Allah rahmet eylesin, tam bir şehittir. İhraç ettikleri Güray Balatekin'in Güneydoğu'da evine roket bir odadan girip bir odadan çıkmıştır.

Çörekçi GATA'da siyasi brifing verdi

Siz komutanların bizzat siyasetle ilgilendiğine hiç şahit oldunuz mu?

Evet, 1996'da Ahmet Çörekçi Paşa Genelkurmay 2. Başkanı'ydı. Refahyol Hükümeti iktidardaydı, bu hükümete karşı bir duruş vardı. Genelkurmay 2. Başkanı Ankara GATA'da bilim dalı başkanları, profesörler kurulunun üyesi öğretim üyelerine bir bilgilendirme toplantısı yaptı. Çörekçi, Refahyol'un Atatürkçülük'ten saptığını, irticaya prim verdiğini, irticanın iktidara geldiğini, böyle devam ederse 2006'da RP'nin yüzde 60 oyla iktidara geleceğini bir kısım istatistik verilerle bize izah etti. "Çiller RP ile iktidar kurarak onların güçlenmesine yardımcı oldu, bizimkilere gelince, (bizimkiler dediği CHP, SODEP, DSP) bunlar birbiriyle kavga etmekten muhalefet yapamıyorlar" dedi.

İtiraz eden olmadı mı?

İtiraz ettiğiniz zaman bizimki olmayan gruba girersiniz.

İlk fişleme Doğu Aktulga döneminde

İhraç edilebileceğinizi hiç düşünmediniz mi?

1989'da annem kendisini hacca götürmemi istedi, "Ben asker adamım, seni götüremem, göndereyim" dedim. Annem, "Ben seninle hacca gitmek istiyorum" deyince "Annemi hacca götürmek üzere iznimi yurtdışında geçirmek istiyorum" diye Genelkurmay'a müracaat ettim, 1990 yılı hac dönemi için Genelkurmay izni verdi. Annem, ben, hanımım hacca gittik. Hacdan döndükten sonra da herhangi bir sorunumuz olmadı.

Daha sonra mı oldu?

1994'te Doğu Aktulga Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı'na atandı. Kendisi irticaya karşı hassasiyeti ile bilinirdi. İlk olarak subay ve astsubaylardan eş ve çocuklarının fotoğraflarını istediler. Benim eşimin fotoğrafı başörtülüydü, sekretere verdim, sekreterim "Hocam hanımefendinin başı açık fotoğrafını verseniz" dedi, "Biz ikiyüzlü adam değiliz. Nasılsak öyle görünürüz, hanımefendinin başı açık değil ki" dedim. Öyle gönderdik, işte o gün fişlenmiştik. O fotoğraf Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na gittiğinde fişlenmiştik.
13 Nisan 2010
SEDA ŞİMŞEK-BUGÜN

Hasan Cemal
Milliyet Gazetesi
Askerle yüksek yargı arasında gizli kapaklı olan!
02 Mayıs 2010

Ankara, 4 Mart 2008, öğleden sonra saat beş. Mercedes marka siyah bir araba Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na giriş yapar. Ziyaretçi, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’tür.

‘Özel davetli’dir.

Bu nedenle olacak, Osman Paksüt, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un yanına çıkarken bazı özel önlemler alınır.

Komutan katı boşaltılır. Daha ilginci, güvenlik kameraları karartılır. Anlaşılan, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili’yle Kara Kuvvetleri Komutanı’nın buluşması gizli kalsın istenir.

Buluşmanın tarihi de ilginçtir.

Daha yedi gün önce türbanın üniversitelerde serbest bırakan karar, 411 milletvekilinin oyuyla, yani “Kaosa kalkan 411 el”le geçmiş, Baykal’ın CHP’si tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüş ve iptal edilmiştir.
Paksüt-Başbuğ arasındaki gizli görüşmeden 13 gün sonra da, Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Ak Parti hakkında kapatma davası açılır.

Yüksek yargıyla asker arasındaki ‘gizli buluşma’yı tüm ayrıntılarıyla yakalayan gazetecinin adı Mehmet Baransu’dur, haberi manşetinde patlatan ise Taraf gazetesi...

Önce yalanlanmak istenen, ‘seviyesiz karalama’ diye Genelkurmay açıklamasına konu olan gizli buluşma bir süre sonra sessizce kabullenilecek, gazeteci ve gazete hakkında da Genelkurmay tarafından herhangi bir dava açılmayacaktır.

Mehmet Baransu’nun yeni çıkan ve Karargah(*) adını taşıyan güzel kitabının sayfaları arasında dolaşırken okudum Başbuğ-Paksüt buluşmasını.

Askerle yüksek yargı arasındaki üstü örtülü ya da gizli kapaklı ilişkiler konusunda daha birçok çarpıcı örnek var Baransu’nun kitabında.
Bu örnekler okundukça, askerle siyasetin bu ülkedeki iç içeliği çok daha iyi anlaşılıyor.

Askerin silahlı bir siyasal parti gibi, devlet içinde devlet gibi davrandığı konusunda herhangi bir kuşku kalmıyor.

Üstelik, bütün bu örnekler öyle uzak bir geçmişe değil, 2000’li yıllara, çok yakın zamanlara ait örnekler...

Bunların büyük bölümünü daha önce Taraf gazetesinde Mehmet Baransu imzalı haberler olarak okuduk. Ama şimdi bunları toplu olarak bir kitabın içinde tarih sırasına göre ve bazı başka ayrıntılarla birlikte okumak, çok daha öğretici oluyor
(..)
Milliyet

Nuh Gönültaş/ Bugün
Kurmay zekâsı bu mu?
01 Mayıs 2011

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kurmay zekâsı bu mu yani?

Bu kadar mı düşünebiliyorsunuz, bu kadar mı çalıştırabiliyorsunuz saksıyı?

Toplamış subay-astsubay eşlerini, onlara hangi partiye oy vermemeleri gerektiğini anlatıyor.

Bunu yaparken de çok komik, azıcık aklı zekâsı olan kimsenin itibar etmeyeceği, saçma sapan gerekçeler söylüyor, çok komik biçimde hazırlanmış slaytlar gösteriyor.

Sanıyor ki, bu saçmalıklarla salonda bulunan herkesi ikna edebilecek!

Şöyle bir TSK düşünüyorlar demek ki:

TSK'da bulunan subay-astsubay, diğer görevliler, eşleri, aileleri, çocukları, anaları, babaları vs. hepsi tek tip, aynı tornadan çıkmış kadınlar ve erkeklerden oluşuyor.

Hepsi aynı biçimde düşünür, aynı biçimde giyinir, aynı partiye oy verir, aynı partiye oy vermez...

Konuşmaya bakıldığında rahatlıkla "Bu konuşmayı yapan kişi hangi çağda yaşadığının farkında bile değil" denilebilir.

Anakronik bir metotla medenileri iknaya çalışıyorlar.

Medeni insan böyle saçma sapan konuşmalarla ikna olmaz.

Konuşan kişi sanki TSK'nın bir albayı değil, CHP'nin üst düzey yöneticilerinden birisi...

TSK personeli ve eşleri bu albayın anlattığı ve gösterdiği slaytlardaki manipülasyonlara inanacak kadar çağdışı bir zihniyette olamaz diye düşünüyorum.

Yüzde 99 saçma salak hazırlanmış bir sunum ile kimi ikna edebilirsiniz ki?

Albayımız önüne gelene saydırıyor.

Cumhurbaşkanı, başbakan, başbakan
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
Sayfaya git Önceki  1, 2
2. sayfa (Toplam 2 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com