EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Abdülbaki GÖLPINARLI Eleştirisi ve Tasavvuf Üzerine…

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> TASAVVUF
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Oca 06, 2015 12:12 am    Mesaj konusu: Abdülbaki GÖLPINARLI Eleştirisi ve Tasavvuf Üzerine… Alıntıyla Cevap Gönder

Abdülbaki GÖLPINARLI Eleştirisi ve Tasavvuf Üzerine…



Mahmut Erol Kılıç ile röportaj...

Tasavvuf nasıl bir ‘yol’dur Efendim?

Tasavvuf, bir bilgi değil bir düşünce tarzıdır, bir metottur. O yolu o usûlü takip ederek başka hiçbir yoldan edinemeyeceğiniz bilgilere ulaşırsınız. Nasıl bir yoldur bu yol? Geçici, değişken olandan ziyâde, özde yatan kalıcı esasların araştırılmasına yönelik bir yaklaşımdır. Bu düşünce tarzı tarihî süreç içerisinde kendisine bağlı bir kültür, sanat, bilim ve medeniyet tarzı doğurmuştur ve bu konudaki besleyiciliği son asırda olduğu kadar salt teorik bir spekülasyon alanı oluşturmamıştır. Örneğin hemen hemen bütün hakiki tarihçiler, Selçuklu, Osmanlı gibi bir çok geleneksel toplum insanının ilmî, dînî, ekonomik, etik, estetik ve bürokratik yaklaşımlarının arka-planında tasavvuf denilen bu dünya görüşünün yatmakta olduğuna dikkat çekmişlerdir. Eskiden herkes birbirine ‘İntisabınız nereye?’ diye sorarken bugün bir tarikate intisab etmiş olmanız nerdeyse toplumsal bir ayıp derekesine inmiş bulunmaktadır.

Bu yabancılaşmanın sebebi nedir sizce Hocam?

Bu ayrışmanın, bu yabancılaşmanın, tekamülün sadece yatay boyutuyla yetinmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Yatay ilerleyen insan tipleri toplumda otorite mevkini işgal ederken, dikey tekamül sahiplerinin getirdiği bilgi tarzına alenen savaş açmış ve toplum gözünde hem bilgiyi hem bilginin kaynağını itibarsızlaştırmışlardır. Otoritelerin dikey ehliyetsizliği ve kendi alanları dışında kalem oynatmaları, onlardan beslenen ‘halk’ dediğimiz yaygın toplum katmanlarında bir itikad ve edep kırılmasına sebep olmuştur.
Uzak tarihimizden bir örnekle konunun eksenini ve kırılma noktasını özetlemek istiyorum:
İmam Cafer-i Sâdık ks, ister Sünnî olsun ister Şia’dan olsun, hakkında bir tenkit dahi olmayan, Vahhabisi dahil, bütün İslam ümmeti genelinin ittifakla büyüklüğünü, ilmini, şöhretini, dirayetini teslim ettikleri İslam’ın yetiştirdiği en büyük zatlardan bir zattır. Bu zat o kadar büyük zatlardan birisi ki Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Âzam Ebû Hanife’ye ra hocalık yapmıştır. İmam-ı Âzam Ebû Hanife der ki “Eğer şu iki senem olmasaydı Numan helak olmuştu”… Yani İmam Cafer’le tanışmadan evvelki Numan, tanıştıktan sonraki Numan hayatını iki devreye ayırmıştır. Numan, Ebû Hanife’nin ismidir. İmam-ı Cafer’le tanıştıktan sonra, Cafer-i Sâdık’ı destekledi diye Hanefî mezhebinin kurucusu Numan İbni Sabit, hapsedilmiştir. Hapse girme sebebi İmam-ı Cafer’i desteklemesidir. Bu tanısın tanımasın İmam Cafer’in her sünninin gönlünde taht kurması için yeterli bir referans olmuştur.

Bir orta noktada buluşmamız mümkün mü bugün de. Arayı nasıl kapayacağız?

İmam Cafer Sâdık ks büyük İslam evliyasındandır, kerametleri zahirdir. Aynı zamanda Hz. Peygamber Efendimizden gelen, Evlad-ı Rasûl dediğimiz, Hz. Peygamberin ehl-i beytinin bir mensubudur yani seyyiddir. Altıncı imamdır, silsilede on iki imamdan altıncısıdır. İmam Cafer’den sonra gelen kimselerin bazıları İmam Cafer’e bir fıkıh mezhebi izafe etmişlerdir. Nasıl İmam-ı Âzam Ebû Hanife’ye izafe ediliyorsa İmam-ı Cafer’e de izafe edilmiştir. Caferilik denilen fıkıh mezhebi İmam-ı Cafer’e dayandırılmaktadır. Böylece günümüzde Caferi, İmami, Alevi İslam anlayışlarında da farklı bir Cafer-i Sâdık motifi vardır. Bunların da birbirinden farklı anlayışları vardır. Yani Alevilikteki Cafer-i Sâdık motifi ile İmamiyye, yani Caferiyye denilen Şiadaki Caferi motiflerinde birbirine benzemeyen hususlar da bulunmaktadır. Bir de ikisinden de farklı bir Cafer-i Sâdık motifi vardır ki bu husus çok önemlidir. Feridüddin Attar’ın “Tezkiret’ül Evliya”sı gibi, Abdurrahman Camî’nin “Tabakatus Sufiyye”si gibi sûfî biyografilerinin 1830’larda yazılmış son örneklerinden biri vardır. Nakşibendî bir zatın olan Abdülmecid-i Hânî tarafından kaleme alınmıştır. Hânîler, Şamlı bir aile, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin halifesi kendisi; “bizim yolumuz Cafer-i Sâdık’tan gelir” diye uzun uzun bir Cafer-i Sâdık motifi işlemiştir kitabında. Nakşibendîlerin esas kaynaklarından biri olan bu metninde, tıpkı önceki “Tezkiret’ül Evliya”larda olduğu gibi, çizilen Cafer-i Sâdık portresi, Sünnîleri de, Şiileri de birleştirecek olan figürlerden bir figürdür. Nasıl ki İmam-ı Ali’de ittifak ediyorsa bu iki grup, Cafer-i Sâdık’ta da, aynıyla birleşirler. Cafer-i Sâdık’ı kabul etmeyen ne Sünni ne Şii müntesip vardır çünkü.
Burda tasavvufun eritici, birleştirici yönü ortaya çıkıyor…
Tabi. Bakın şimdi ne oldu? Diğer yollar ve yöntemler ancak düşmanlığa varan bir buğza sebep olurken tasavvufi anlayış geldi ve zıtlar içindeki birliğe vurgu yaparak dikey bir sıçrama, tekamül noktası oluşturdu. Tasavvuf neş’esi Sünnîlik içersinde ekseriya kabul görmüş olmasına rağmen Sünnîlerin Vahhabilik gibi versiyonları tasavvufa karşı gelmiş ve dışlamıştır. Aynı şekilde Şianın içerisinde de Şianın abidlerini kabul eden fakat ariflerini kabul etmeyen bir görüş vardır. Şianın içerisinde de radikal molla gruplar vardır ve tasavvufa karşıdırlar. Tarihi seyir içinde baktığımızda, Ağnudî, “Bu sûfîlerin hepsi kafirdir” diyen bir Şii mollasıdır mesela. Bu sebeple çoğunluğu sûfîleri kabul etmişse de reddiyeciler de vardır. Tıpkı Sünnilerin kutuplaşmalarında şahit olduğumuz gibi. Mesele, maksada varmak için tabi oldukları yolların dikey teamülü hesaba katıp katmamasıyla ilgilidir.

Yakın tarihizden de örnek verebilir miyiz; bu zıtlaşmanın ilmi merkeziyeti açısından Hocam?

Yakın tarihimizde bu konuda büyük ayrışmalara merkezlik etmiş meşhur bir isim vardır. Eserleriüniversitelerde ders kitabı olarak okutulduğu gibi mezhep sahiplerinin de başucu kitabı konumundadır. Bu açıdan bu konuda bazı hususların tebarüz ettirilmesinin, ilim ehli ve tarikat müntesipleri için faydalı olacağı kanaatini taşıyorum. Son asırda Abdülbaki Gölpınarlı Bey, doçent ünvanıyla üniversiteden uzaklaştırılmış bir edebiyat tarihçisidir. Bir tasavvuf tarihçisi değildir; Farsça, Caferî kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir İstanbul’da. Binaenaleyh Farsça’yı çok iyi bilmektedir ve edebiyat ile ilgilenmektedir. Edebiyatla, özellikle Fars edebiyatıyla ve Türk Edebiyatıyla ilgilenirseniz, ister istemez bir müddet sonra karşınıza tasavvuf çıkacaktır. Tasavvufu bilmeden Türk edebiyatını, Fars edebiyatını bilmek mümkün değildir. Bu edebiyatın bütün anahtar kelimeleri tasavvuftadır. Tasavvufu bilmezsen edebiyatı bilmezin. İşte edebiyat üzerinde çalışa çalışa edebiyattan tasavvufa intikal etmesi icap etti Abdulbaki Bey’in. Fakat intikal etmesi de kalben değil; bunun bir çok şahidi de olmuştur yakınlarından. Tasavvufa yönelir ama bir çok şeyhe söver durur; İbn’ül Arabî’yi tekfir ederdi. Sebebi şudur: Bir dönem bazı Melamilerden istifade etti, Melamiler ona malzeme sundular. Özellikle Rumeli Melamileri dediğimiz Melami dostlar kendisine malzeme sundular ve Hazret bir kitap yazdı. Ama sonra bin pişman oldu. Keşke Hamzavilerden istifade etseydim; Melamileri çok büyütmüşüm gözümde aslında o kadar büyütülecek insanlar değillermiş. Bu kitabı 28 yaşlarında yazdım ama şimdiki aklım olsaydı bu şekilde yazmazdım” diye bir çok kişiye söylemiş. Yeniden gözden geçiriyordu, yeni haliyle yazacaktı, ömrü vefa etmedi.



Gölpınarlı Hoca intisaplı mıydı Hocam?

Hayır! Seyr-u sülük anlamında bir mürşidin elini tutmuş değildir. Kullandığı malzeme şekillendirir insanın düşünce yapısını. Mevleviliğe girmesi de tamamen edebiyatla musikiyle alakalıdır; seyr-u sülükün dışında gezinmiştir. Dolayısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’nın yapmış olduğu tercümelerde de fahiş hatalar bulunabilmektedir. Niye? Doktrini bilmiyor çünkü. Vahdet-i vücut/ şühud tasavvufun özüdür; onu bilmiyor. Vahdet-i vücudu bilmeyen, vahdet-i şuhudu bilmeyen, cem’ul cem nedir bilmeyen, tecelli zat nedir bilmeyen, tecelli sıfat nedir bilmeyen birinin kalkıp tasavvuf doktrini üzerine bir şey söylemesi kusura bakılmasın; tartışılır. Siz bir edebiyatçısınız, tasavvuf edebiyatına dair metnileri neşredebilirsiniz, belki tasnif de edebilirsiniz; ama tasavvuf konusunda hüküm vermeye kalkarsanız ciddi problemler doğar. Nitekim Abdülbaki Bey’in bütün eserleri böyledir. Dahası, arkasından gelen nesle de çok kötü bir örneklik teşkil etmiştir. Ondan sonradır ki denize dalmayan herkes tasavvufi metinleri anlamaktan bahseder olmuştur… Dolayısıyla tasavvuf konusunda Abdülbaki Bey’i otorite olarak almak mümkün değildir. Yakından tanıyanlar ahlaken de zaten müsait olmadığını söylüyorlar. Benim şahsi görüşüm de bu yöndedir. Ömrünün son on yılında, köken olarak Caferî bir aileden geldiği için, Caferîliği yeniden keşfetme hevesine kapıldı. İran mollalarıyla çok sıkı diresek temasına girdi. İran’dan kendisine çok kitap getirildi. Dolayısıyla Caferîliği keşfetti yeniden ama Caferîliğin içindeki o irfani özü göremedi. Caferîliğin fıkıh kitaplarını okudu. En son bir ilmihal tercüme etti, Caferîliğin fıkhi yönüyle ilgilendi. Caferîliğin içindeki o tasavvufi yönü göremedi. O yüzden bu alandaki sözleri de bir kıymeti haiz değildir.

Yani ‘bir kamil mürşide varmadan olmaz’ diyorsunuz?

Elbette. Varsa bir örnek gösterin. Yoktur. Şimdi bunları niçin zikrettim? Tesiri bütün topluma şamil bir zıtlaşmanın sebebi olan eserler ve şahıslar resmi eğitim anlayışımızı şekillendiriyor hala. Hakkı en uygun üslup ile söylemek lazım. Şimdi deniyor ki “Biz de Muhammed sav diyoruz; biz de şer’-i Ahmed diyoruz…” Bu mollaların anlayacağı bir düzey değildir. Anlama davasında bulunup eser yazarlarsa çok can yakarlar. Yarım hoca dinden eder misali insanı dinden ederler… Mollaların bu yolda çok fırın ekmek yemesi lazımdır. O zaman belki bir Hz. Mevlâna olurlar. Mevlâna molladır, Molla Hüdâvendigâr’dır esas ismi, medrese mollasıdır, medrese hocasıdır. “Aşk peygamberi” olarak tanımlanan Mevlâna, zannetmeyin ki başka bir gezegenden gelmiştir, Hayır, medrese sıralarından geçerek, rasyonel bir takım dini ve dini olmayan ilimler tahsil ettikten sonra içe girmiş bir kimsedir. Bir mürşidden el tuttuktan sonradır ki dikey tekamüle geçebilmiştir. Ancak ondan sonra Sultânul Âşıkîn olmuştur.
Netice-i kelam, bir bilgi ancak o bilginin kaynağından beslenen kişiden sadır olursa bir anlam taşır. Aksi takdirde ancak kavga gürültü sebebi olmaktan başka bir işe yaramaz. Hep de böyle olmuştur.

Çok teşekkür ediyoruz Hocam. Allah razı olsun; irşadınız daim olsun.
İlginiz için varolun. Önemli bir hizmet veriyorsunuz….

M.Nur Mertkan
Yeni Dünya Dergisinin Nisan Sayısı
Kaynak: http://muhyiddinarabi.com/2014/09/30/abdulbaki-golpinarli-elestirisi-ve-tasavvuf-uzerine/
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> TASAVVUF Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com