EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Salih Mirzabeyoğlu'nun Haliç Kongre Merkezi’ndeki konferansı

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ksm 30, 2014 5:10 pm    Mesaj konusu: Salih Mirzabeyoğlu'nun Haliç Kongre Merkezi’ndeki konferansı Alıntıyla Cevap Gönder

Salih Mirzabeyoğlu'nun Haliç Kongre Merkezi’ndeki konferansı hakkında
29 Kasım 2014

Gökçe FIRAT'ın Değerlendirmesi:
30 Kasım 2014



Salih Mirzabeyoğlu’nu Dinlerken…

MİRZABEYOĞLU KİMDİR

Salih Mirzabeyoğlu hapisten çıktıktan sonra ilk defa konuşacaktı, ben de dinleyenler arasında olmak istedim ve Haliç Kongre Merkezi’ndeki buluşma-konferansa gittim.

Mirzabeyoğlu, İBDA fikrinin mimarı ve bu fikri takip edenlerin de kumandanı.
Bizim yaşımızdaki sol, Kemalist ve laik kesim ise, özellikle 28 Şubat’ın hemen öncesinde ve sonrasında, bir “İBDA öcüsü” ile yetişmiştir dersek doğrudur.
Mirzabeyoğlu, 1998 yılında tutuklandı ve tam 16 yıl hapis yattıktan sonra (yeniden yargılanmak kaydıyla) bu yıl özgürlüğüne kavuştu.

Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl ekolünün devamcısı. Bu anlamıyla kendisi ile politik çözüm önerilerimiz neredeyse taban tabana zıttır.

Ama bu zıtlık, analiz metodumuzda, sorunları teşhisimizde ve tabanda pek çok ortak noktayı barındıran bir “bıçak sırtı zıtlığı”dır.

ANTİ EMPERYALİZM

Her şeyden önce, Mirzabeyoğlu, politik bir duruş olarak anti emperyalist ve anti Amerikancıdır. Elbette Batı karşıtıdır zaten kindi ideolojisinin ismiyle nitelemek gerekirse “Büyük Doğucu”dur.

Ama onun anti emperyalizm ve anti Batıcılığının çıkış noktası, Siyasal İslamcılık değildir.

O İslamcı olduğu için anti emperyalisttir dersek doğruyu tam ifade etmiş olmayız, bence öncelikle anti emperyalist olduğu için İslamcı akımda bir farklı ekoldür. Ki bu ekol Türkiye İslamcılarına son derece uzaktır.

Nitekim Mirzabeyoğlu uzun yıllar İslamcı camianın “aşırı çocuğu” muamelesine tabi tutulmuştur. Çünkü Türk Siyasal İslamcılığı, “politik olarak Batıcı Kültürel olarak Batı karşıtı”, garip bir duruş sergiler.

Mirzabeyoğlu ise bu duruşa karşı politik olarak Doğucu, kültürel olaraksa “diyalektik” ve “devrimci” bir İslamcıdır.

İBDA LİSANI

Siyasal İslamcı ekolde bu farklılık, Mirzabeyoğlu ve İBDA lisanında hemen kendini gösterir. Mirzabeyoğlu’nun dili İslami bir dil değildir, Batı felsefesinden de beslenen, diyalektik, modern, hatta sol bir üsluba sahiptir.
Keza ideolojik bakımdan da aynı noktada durur: Sosyalizmin ateizmini bir kenara bırakırsak, diyalektikte, devrimcilikte, bir birleşme görürüz.
İBDA diyalektiği her ne kadar anti materyalist gibi gözükse de, özünde bal gibi materyalisttir ama “imanlı bir materyalizmdir” bu.
Kaldı ki bu lisanda, modern şiir, resim, hatta sinema vb sanatlar da önemli bir yer tutar ki, bu da bu hareketi, farklı bir entelektüel boyuta taşır.

AKSİYONERLİKTEN FİLOZOFLUĞA

Benim okuduğum, bildiğim Mirzabeyoğlu’ndan sonra dinlediğim ve gördüğüm Mirzabeyoğlu nasıldı peki?
Uzun saçları beyazlamış, yüzü eski sert bakışlarını yumuşatmış bir Mirzabeyoğlu.
Yorgun bir adam.
Belli ki uzun hapislik hayatı, Mirzabeyoğlu’ndan çok yıllar almakla kalmamış, “aksiyoner” tarafını da törpülemiş. Karşımızda artık bir “filozof” var.
Oysa ki dinleyici kitlesinin talebi, kumandan!
Bence Mirzabeyoğlu diyalektiğinin doğal sonucu bu. Aksiyon üzerine inşa edilen felsefe, yarattığı kitleyi aksiyoner yapıyor ve felsefi zemine geri çekilmenin bu noktadan sonra imkanı yok.
Mirzabeyoğlu eğer İBDA mimarı ve filozofu olacaksa, İBDA hareketi aksiyoner bir kumandanlık çıkartmak zorundadır kendi içinden.
Ya da bu fikir, bir “fikir aksiyonu” olarak tarihteki yerini alacaktır.

KALPTEN GELEN SÖZ

Mirzabeyoğlu’nun dediklerinde ne vardı peki?
İmam Azam’ın “Söz ancak kalpten gelirse kalbe tesir eder” sözünü uzun uzun işledi. Bu, bir fikrin gücünün nereden kaynaklandığını gösterdiği gibi, fikrin nereye seslenmesi gerektiğini de belirleyen bir vecize.
Hemen ardından ideolojilerin dünyayı açıklaması zorunluluğunu tespit ederken aynı zamanda bir ideoloji dünyadaki fertleri de tek tek kavramalı, onlara hitap etmeli önermesi de, aynı vecizenin bir sağlaması.
Kitabilikten çıkıp gönüllere girecek ideoloji için ister dini ister laik, ister sağ isterse sol, büyük bir doğrunun tespiti bu ifadeler.

İSLAMİ CAMİADA KRİZ

Konuşmasının bir yerinde, dışarıda bulduğu insanların bezginliğinden ve bıkkınlığından söz ederken, aslında İslami camiada yaşanan büyük bir ruh krizini de bence tespit ediyor.
Siyasal İslam iktidar oldu olmasına ama artık bu iktidar ideolojisi, Müslümanların kalbini yansıtmıyor ve o kalplere hitap etmiyor.
Muhalif ve devrimci iken kitlelerin maneviyatını besleyen ideoloji iktidarda onları madden doyuruyor ama manevi boşluk bezgin bir insan türü çıkarıyor ortaya.



Çağın rekabetçi insan türünü eleştirirken kullandığı “hayvanlaşma” ifadesi ve “insanlar dünyaya bir birinin gözünü oymak için gelmedi” sözü de benzeri bir eleştiri taşıyor.

AKIL VE HAYAL VE YAŞAM

Bu noktada çıkış yolu olarak görebildiğim önemli bir tespiti hayale rolünü teslim etmesi oldu.
“Akıl kadar hayal ve rüya da hakikattir” cümlesi, devrimciliğini yitirmemenin, düzene tutsak olmamanın hakikatini gösteriyor aslında
Bu hayal ve gerçeklik diyalektiğinde, bunu insanların dayanışmacılığı ve rekabetçiliği arasındaki diyalektik ilişki ile bağlantı kurarak, başka bir sonuca daha varıyor: Yaşamak bir hak değil görevdir!
Hapiste 16 yıl geçirmiş bir insanın, yaşam hakkını savunurken bunu aynı zamanda bir görev olarak tanımlaması bence çok çarpıcı bir gerçek.
Belki bizim sol cenahta Nazım’ın “düşmana inat bir gün fazla yaşamak” dizelerinin “Allah’ın isteği için görev olarak yaşamak” düsturunu koyuyor.

ARKADAKİ NÖBETÇİ

Mirzabeyoğlu konferansındaki kitleye ilişkin bir gözlem yapmak da isterim.
Konferans boyunca dikkatimi en fazla çeken, Mirzabeyoğlu kürsüde konuşurken, hemen arkasında solunda nöbet tutan isim oldu.
Bu, Mirzabeyoğlu’nun hapishaneden dava arkadaşı, şimdi yayınladıkları Adımlar dergisinin genel yayın yönetmeni, hareketin en önde gelen isimlerinden Ali Osman Zor’du.
Kumandanı için hala nöbet tutuyordu, arada kulaklıkla organizasyonla ilgileniyordu.
Sessizlik anında slogan attırma ihtiyacını hissediyor, kürsüdeki konumunu önemsemeyerek slogan attırıyordu.

HALKIMIZ

İkinci gözlemim halkımızın nasıl da sağ sol fark etmeden aynı insan kumaşından yapılmış olduğu.
Ara veriliyor ve bize ayrılan yerimizden kalkıyor, dışarı çıkıyoruz. Döndüğümüzde yerimiz kapılmış.
Görevliler eziliyor, durun hemen kaldıralım diyorlar, ben sakın yapmayın diyorum. Bu bizim insanımız, biliyorum.
Halkımız, bu ülke toprağında yer işgal eden emperyalistleri yerinden kaldırmaz ama en ufak fırsatı buldu mu sizin yerinize konuverir.
Gecekondu bu ülkenin gerçeğidir!

MİRZABEYOĞLU’NUN BEYAZ SAÇLARI

Son gözlemim Mirzabeyoğlu’nun saçları ile ilgili. Fotoğrafına baktığımda benim saç ve sakalımla aynı boyda ama bembeyaz.
Eğer traş olmazsam 24 yıl sonra, onun yaşına geldiğimde demek ki ben de böyle olacağım.
Saç ve sakal işin latifesi elbette…
Kimbilir belki Mirzabeyoğlu’na bakarken, daha çok “2015’te tutuklansam ve 2031’de tahliye olsam”ı izledim…
Kaynak: TÜRK SOLU

Engin Aydın'ın değerlendirmesi şöyle:



İBDA-C bu kez salonda

İBDA- C hareketinin kurucusu Salih Mirzabeyoğlu dün akşam Haliç Kongre Merkezi’nde büyük bir kalabalık önünde konferans verdi. Toplantı öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşen Mirzabeyoğlu, konuşmasının başlarında, “Şu anda uzaktan zihin kontrolüyle beni etkilemeye çalışıyorlar, ağzımdan fevri bir söz çıkarsa bilin ki o söz benim değil” dedi.

Aydın Engin/CumhuriyetYayınlanma tarihi: 29 Kasım 2014 Cumartesi
İBDA-C hareketinin kurucusu ve ideologu Salih Mirzabeyoğlu dün akşam Haliç Kongre Merkezi’nde çok büyük bir kalabalık önünde bir konferans verdi. Mirzabeyoğlu’nun günlerdir sokaklara konmuş ışıklı ilanlar ve ana akım gazetelerde tam sayfa ilanlarla duyurulan konferansı tahmin edilemeyecek kadar büyük bir kalabalık önünde gerçekleşti. Konferansı Haliç Kültür Merkezi’nin büyük ve görkemli salonunu sıra aralarına kadar dolduran kalabalığın bir o kadarı da salon dışındaki sinevizyon ekranlarından izledi. Konferansı izlemek üzere Haliç Kongre Merkezi’ne akan kalabalığın yarısından daha fazlası kadınlardan oluştu.

Toplantı başlamadan önce bir özel bölüme alınan gazetecilere Mirzabeyoğlu’nun tanışmak ve teşekkür etmek üzere geleceği bildirildi. Bir süre sonra ise Mirzabeyoğlu’nun biraz gecikeceği, çünkü şu anda, Haliç Kongre Merkezi’ndeki çalışma odasında bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmekte olduğu açıklandı. Görüşme talebinin cumhurbaşkanının isteği üzerine gerçekleştiği de bilgi olarak gazetecilere aktarıldı. Daha sonra gecikmeli olarak gazetecilerin yanına gelen Salih Mirzabeyoğlu ise görüşme talebinin “Karşılıklı talep ve rıza” ile gerçekleştiğini söyledi.

Salonda sadece üç kişinin büylk boyutlu fotoğrafları asılmıştı. Sırasıyla Necip Fazıl Kısakürek, Kürt kökenli, Nakşibendi tarikatının sembol isimlerinden Abdülhâkim Arvasi Üçışık ve Salih Mirzabeyoğlu.

Konuşmadan önce kendini “Herkes İçin Adalet” platformu olarak adlandıran kuruluşun hazırladığı bir belgesel gösterildi. Oldukça profesyonel hazırlanmış belgesel bütünüyle doğumundan bugüne Salih Mirzabeyoğlu’nun hayat hikâyesi üzerine kurulmuştu.

Belgeselin ardından toplantının sunuculuğunu üstlenen “Yeni Devir Hukukçular Derneği” yöneticisinin “Tarihi an geldi. Şimdi sizlere müjdelerin müjdesi, İBDA mimarı Salih Hacımirzaoğlu bir fikir ziyafeti sunacak” sözleriyle Mirzabeyoğlu sahneye geldi. Bütün salon ayağa kalktı ve sağ ellerinin baş ve işaret parmaklarını açarak verdikleri İBDA selamının yanı sıra “Kumandan nerede biz oradayız” sloganı ile liderlerini selamladılar.

Sakin bir sesle ve ön tarafı çiçeklerle süslenmiş bir masanın ardında oturarak konuşmasına başlayan Salih Mirzabeyoğlu konuşmasının hemen başlarında, daha önce de medyaya yansımış olan şikâyetini yineledi ve “Şu anda sizlere hitap ederken telegram metoduyla beni etkilemeye çalışıyorlar. Telegram biliyorsunuz uzaktan zihin kontrolü demektir. Konuşmam sırasında ağzımdan fevri bir söz çıkarsa bilin ki o söz benim değil, zihnimi uzaktan yönetmek için saldıran telegramcıların sözüdür” diye bir uyardı. Bu sözler salondan güçlü bir “yuh” protestosu ile karşılandı. Ancak salonun “Telegramcılar”a yönelttiği bu protestoyu Mirzabeyoğlu bir el hareketi ile durdurdu ve “Bana bırakın, ben onlarla mücadele ederim” dedi.

Mirzabeyoğlu’nun ses düzenindeki sorunlar yüzünden tam olarak işitilmeyen konuşmasının yaklaşık 15. dakikasında İBDA görevlileri masaya bir cep telefonu ve bir kulakık getirdiler ve bir telefon görüşmesi gerçekleşti. Telefonun öteki ucunda halen Paris’te bir hapishanede yatmakta olan ve bir süre önce İslamı seçtiğini ve İBDA-C saflarına katıldığını açıklamış olan İliç Ramirez Sanchez adlı ancak kamuoyunda “Çakal Carlos” olarak tanınan ünlü terörist vardı. Carlos sonunda bütün salondan duyulabilen bir sesle izleyicileri İngilizce cevapladı.

Gazetemiz baskıya girdiği sırada İBDA-C’nin kurucusu, teorisyeni, ideoloğu, önderi ve komutanı gibi sıfatları kendinde toplayan Salih Mirzabeyoğlu’nun konuşması devam ediyordu...
Cumhuriyet

Salih Mirzabeyoğlu ile gecikmiş bir buluşma
Deniz Baran
3 Aralık 2014



Kimisi için kumandan, kimisi için büyük mütefekkir, kimisi için Müslümanca duruşun timsali, kimisi için hepsi, kimisi için hiçbiri… Uzun seferini bitirip kendisini bekleyenlerle buluştu Salih Mirzabeyoğlu. Deniz Baran konferanstan notlarını aktarıyor.



Tıklım tıklım dolu bir salon… Hatta sırf salon değil, salonun çıkışındaki hol, hole açılan merdivenler, merdivenlerin aşağısı… Her yer insan seli… Haliç Kongre Merkezi kolay kolay rastlayamayacağı bir akına maruz kalmış. Bir zamanlar “akın etmek” için yola çıkmış, en çetrefilli yollara rağmen seferini bırakmamış birini, en uzun akınından sonra selamlamaya gelmiş binlerce insan. Kimisi için kumandan, kimisi için büyük mütefekkir, kimisi için Müslümanca duruşun timsali, kimisi için hepsi, kimisi için hiçbiri… Ancak herkes için zulme karşı direnişin sembolü. Uzun seferini bitirip kendisini bekleyenlerle buluştu Salih Mirzabeyoğlu!

28 Şubat zulmünün canlı deliliydi Salih Mirzabeyoğlu’nun hikayesi. Kendisine bir fikir adamını düşman belleyen bir rejimin neler yapabileceğini gösterdi bize onun başına gelenler. Ve bu büyük zulme karşı ne kadar çaresiz, ne kadar sinmiş kalabileceğimizi gösterdi şüphesiz. Nasıl ifade edilir böylesine bir zulüm, böylesine bir haksızlık bilmem. Onun başından geçenleri izah edecek cümleleri kurmaya güç yetiremiyorken, Salih Mirzabeyoğlu tüm vakur duruşuyla göğüsledi her şeyi. Onun hikayesi de, misyonu da buydu belki. Belki gençliğinden beri asla sıradanlaşmayan, en derin fikir denizlerine yelken açmayı göze almış birine böylesi sıradışı bir direniş yakışacaktı. Hep vurguladığı o “bütünlüğü” , bize hep bir şeyi hatırlatan o duruşu belki ancak böyle tamamlanacaktı. Her ne olduysa oldu ve Mirzabeyoğlu seferini bırakmadı, fikir namusundan vazgeçmedi. Tamamlaması gereken ne varsa tamamladı ve geldi.

Ülke değişti de ona yapılan haksızlık bir türlü dinmedi

Türkiye hukuk tarihinin en büyük kara lekelerinden biri olarak tarihe yazılacak bir dava ile 16 yıldır, en kötü koşullarda hapiste tutuldu Salih Mirzabeyoğlu. 28 Şubat zulmünün sembolü oldu. Zulmün sembolü oldu… Öyle ki zaman geçti, ülke değişti de ona yapılan haksızlık bir türlü dinmedi. Çocuğunu okula bırakırken gözaltına alınıp örgüt evinde yakalanmakla itham edilen, 28 Şubat’ın kavurucu fırtınasında algı operasyonlarına kurban verilip aç kurtlara yem olarak atılan, itibarsızlaştırılan ama itibarsızlaştırılamadıkça devletin kendisine daha da hücum ettiği bir düşünce adamıydı o. Devletin duymaya yüreğinin yetemeyeceği düşüncelere sahipti ve her türlü haysiyetsizliği, her türlü hukuksuzluğu yapmak pahasına da olsa yok edilmeliydi. Hiçbir bağının kanıtlanamadığı bir olayı bahane ederek ve tüm ceza hukuku ilkelerini ezip geçmek suretiyle zindanlarına tıktı onu bu devlet. Tecrit etti, işkenceler yaptı ve bunları tek bir şok edici kelime ile örttü: İBDA-C. Herkes de oturdu izledi, ne de olsa devlet istediğini terörist ilân ederdi. Bir hiç için idam kararı verildi (olmadı, ağırlaştırılmış müebbete çevrildi) Salih Mirzabeyoğlu için; aynı dönemde devletin gerçek teröristleri ellerinde kanla sokaklarda cirit atarken. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “Devletin itibarı kurtuldu.” dedi, diyebildi… Tek derdimiz buydu hepimizin. Haysiyetsiz bir itibar.



Nihayet siyasi ve kamusal uzlaşı bu haysiyetsizliği daha fazla taşıyamadı da 2014’te tahliye oldu. Daha da geçmişini anlatmaya gerek yok Salih Mirzabeyoğlu’nun. Bu haber, Cumartesi gecesi, tüm haksızlıkları, tüm zulmü göğüsleyen, devletin cinnetine tüm sükuneti ile karşı duran, tüm işkencelerden geçirilen ama yok edilemeyen Mirzabeyoğlu’nu selamlamaya gidenlerin hissiyatı için yazıldı. Salih Mirzabeyoğlu’nu tüm coşkusuyla karşılayan kalabalık için…

Her geçen gün gevşeyen ideolojik bağlarımızdan dem vurdu

Kendisini karşılayan kalabalığa ise sanki 16 yıl ara vermemişçesine bir muhabbetle karşılık verdi Mirzabeyoğlu. Kendisi hakkında bir sinevizyon ve üstadı Necip Fazıl ile beraber resmedildiği hediye tabloların takdimi ile başlayan buluşma onun masasına oturup kaldığı yerden devam etmesiyle manalandı. Uzun alkışlar ve sloganlarla başladı konuşmasına. Sevenleri adeta nefesini tutmuş beklerken, o, çok sade bir giriş yaptı. Yalın duruşuna yakışan bir giriş yaptı; aradan 16 yıl geçmemişcesine, onca şey yaşanmamışçasına başladı anlatmaya kaldığı yerden. Zordu onca yıldan sonra derli toplu anlatmak her şeyi. Hele ki zihni ateş gibi çalışmış bir fikir işçisi için…

Ama başladı. “Aslı saklıyor deliler.” dedi. İdeoloji meselesi ile başladı. İdeolojik namusu hatırlatmaktı amacı. Her geçen gün gevşeyen ideolojik bağlarımızdan dem vurdu. İdeoloji bağından koptukça, liberalleştikçe daha iyiye gidildiğinin kabulünün ise en büyük yüzeyselleşme, en büyük lümpenleşme olduğunu belirtti keskin diliyle. Ona göre “yaşama görevi” vardı insanın. Bir derdi olmayan, dertsiz kalan, fikri çabasından imtina eden bir insan bu görevi nasıl ifa edecekti? Nasıl bir hayat tasavvuruna sahip olacaktı?

Aslında bütün anlattıkları, İslami kesim de dahil olmak üzere birçok kesimin yeni yeni fazlaca sorgulamaya başladığı bir mefhumdu. Ama Mirzabeyoğlu’nun dilinde özelleşti konu. İdeolojilerden koptukça “arınmış, huzuru bulmuş olduğumuz” bir dönemde kendimizi konfora iyiden iyiye kaptırmış ve bunun sefasını sürerken aslında gerçekten bir sonraki aşamaya mı erişmiştik yoksa tamamen yoldan mı çıkmıştık? Bunun sorgusunu koydu ortaya. Tabi o sorgulamadı, cevabını da verdi. Cevabı yaşamıyla müsemmaydı tahmin edeceğiniz üzere… Hatta ideolojik duruşu adeta küçümseyen, kendi gibi olmayanı “gerici” gören yeni dünya algısına karşı duruşunu keskince ortaya koydu. “Demokrasi denen cici” diye nitelediği duruma dayanarak ideolojilerin silinmesinin fikri namusa, insanın asıl görevine ters düştüğünü lafı gevelemeden söyledi.

İnsan yaşama görevini ifa ederken irfan ile hareket etmeli

İdeolojiden bu kadar bahsetmesinin sebebi ise konuşmasını daha büyük resme taşımak içindi. Mirzabeyoğlu’nu Necip Fazıl’ın gözünde müstesna kılan (“Bütün ömrüm boyunca bir genç aradım. Elime bir geçti, pir geçti.” Necip Fazıl) -aynı zamanda kendisine de bu denli direnç sağlayan- zihni mücadelesi “fikriyatta tezatsız bir bütünlük” yakalama çabasıydı. Fikir namusunu korumak derken, ideolojik çabayı önemserken aslında hep dayandığı nokta buydu. Fikri bir bütünlük… Bu bütünlüğe ulaşmayan İslami etiketli veya değil her türlü çabayı eksik hatta belki nafile görüyordu. İnsan yaşama görevini ifa ederken irfan ile hareket etmeliydi ve bu da sahip olduğun düşünceyi tam olarak benimsemeyi, sonra bunun üzerinde tefekkür edip zihnin ve zamanın her tarafına yaymayı, sonra da bunu pratiğe dökmeyi gerektirirdi.
Mirzabeyoğlu’nun Büyük Doğu’da da, İBDA serüveninde de ortaya koymaya çalıştığı buydu. Bu, tüm zorluklara göğüs germeye değerdi çünkü hayatta her şey insanın kendi içinde sağladığı tezatsız bir bütünlükle manalıydı. Zihnimize modernitenin taktığı maskeleri ve yüzeyselliklerini yok saymalıydı. Doğru-yanlış herhangi bir davanın peşinde olmak dahi bu yüzeyselliğe yeğdi Mirzabeyoğlu için. “Hangi davadan olursan ol, kendini ileriye doğru derin izah etmeye bak” diye özetledi meramını.

Daha sonra konu medeniyet ve kültüre dokundu şüphesiz. O hep altını çizdiğimiz medeniyetimiz ve kültürümüz… Aslında altını çizip de oradan öteye geçemememizin sebebi, fikri bütünlük sorununda ve ideolojimize hürmet edemememizde saklıydı; bundan bağımsız olamazdı Mirzabeyoğlu’na göre. En azından ben böyle formüle edebildim derin cümlelerini. O açık sözlü, o iğnelemekten kaçınmayan üslubu ile paslanmış değerlerimizin pasını kazımaya çalıştı. Hep vurguladığı “tezatsız bir bütünlük” derdini kültürümüze, yaşantımıza yansıtmadığımız sürece düştüğümüz yollar nafileydi. Hatta bu minvalde İslami kesimin AB’ye rağbetini örnek vererek eleştirdi.

Dağınık giden konuşmanın son büyük ana fikri ise “irfan” konusunda idi. Yukarıda saydığı tüm olay ve olguların vukuu bulması şüphesiz ki tefekkür eden, belki “çile” çeken ve irfan sahibi olan bir nesille mümkündü. Uzatmadı, öz konuştu irfan hususunda. Ama bir tanımı tüm konuşmayı özetliyordu aslında. “İrfan, bilmeyi bilmektir.” dedi ve bilmeyi bilmeden bilineceklerin muvaffakiyete eriştiremeyeceğini vurdu yüzümüze.

Ömrünü zindanlarda heba etmeye çalışanları hüsrana uğrattı Mirzabeyoğlu
Derin,felsefi bir konuşma idi Mirzabeyoğlu’nunki. Yer yer zordu cümleleri idrak etmek. Öyle bir dinlemeyle anlamlandırılacak gibi de değildi zaten, dönüp üzerine düşündükçe parçalar birleşti. Ama denebilir ki çok şey hatırlattı bizlere…

Konuşmaya dair kompozisyon dışı iki not da düşmek isterim. Birincisi kendine yapılan haksızlığı reva görmeyen herkese ve tüm siyasi kanatlara, partilere teşekkür etti. Kısıtlı da olsa tüm siyasi partilerin bir şekilde bu haksız infaza karşı duruş sergilediğini anladık böylece. İkincisi ise Salih Mirzabeyoğlu’nun telegram ile zihninin kontrol edilmeye çalışıldığına dair vurgusuydu. Konferans boyuna birçok kez bunu dile getirdi.

Ömrünü zindanlarda heba etmeye çalışanları fikir damıtarak hüsrana uğrattı Mirzabeyoğlu. Ne de olsa “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi” idi o Necip Fazıl’ın deyimiyle. Ve yıllar sonra kendisini selamlamaya gelenlere de fikrin sesi oldu sadece. Güzel bir geceydi, ilham vericiydi. Herkes İçin Adalet Platformu, adına yakışır bir muhabbete vesile oldu, onlara da teşekkür etmek lazım.

Tüm geceyi özetleyecek bir sözü ile kapatalım Mirzabeyoğlu’nun: “Ben yüzme biliyorum, bu kadar adam bilmiyor diye gerçek değişmiyor ki.”

Deniz Baran /Dünya Bizim
http://www.dunyabizim.com/Manset/18809/salih-mirzabeyoglu-ile-gecikmis-bir-bulusma.html

'İstanbul Nizâmı'nın Yeniden Tesisinde Kritik Bir Durak: Haliç
Av. Ali Rıza Yaman (*)
5.12.2014



I.

Fikir; şehirde filizlenir, şehirde kıvamını bulur, şehirde nizâmlaşır, şehirde hükmünü yürütür.

Şehirde nizâmlaşacak sahici bir fikir; insanlığa bir kültür vasatı sunar.

Sunduğu bu vasat, 'ideal hayat'a yaklaştığı nispette muteberdir.

'İdeal hayat'; yaşanmaya değer hayattır.

'Yaşanmaya değer hayat'; en ilk, en temel, en son ve en som fikir olan 'ölüm fikri'ne bitişik sürülen hayattır.

'Yaşanmaya değer hayat'; 'ne, nasıl, niçin' suâllerine sistem çapında cevap verilmiş bir hayattır.

İstisnasız hemen herkesin sorduğu temel sorular bellidir:

Ben 'ne'yim?

Bu hayatı 'nasıl' yaşayacağım?

Bu hayatı 'niçin' yaşayacağım?

Fert ve cemiyetin 'ne, nasıl ve niçin'e verdiği cevapların mecmuu, bir diğer ifadeyle, nirengi ve varış noktası

olan varoluş; bir tarzdır, has ve hususî olup, fert ve cemiyetlere göre farklılık arzeder.

Fertte tecelli eden “tarz/ ahlâk”ın genele şâmil bir hâl almasıyla birlikte cemiyetin kültür vasatı ve çehresi

kristalize olur ve tedricî olarak bir suret hâlini alır.

Her fert ve cemiyet kendi “zaman”ına şahitlik eder.

Şahitlik edilen “zaman”; ölüm ve hayata dair sahip olunan bilginin nev'ini ve onu elde ediş tarzını ele verir.

Kültür “zaman”da varolur.

Var olduktan sonra “ben”ine varoluş kaydını düşmek zorunda olan insan varlık sahnesine çıkar ve kendi

değerler skalasına göre eşya ve hâdiseleri teshir etmek suretiyle kendi zâtında bir tarihi olmayan “zaman”a

tarihî bir çehre kazandırır.

Bu çehre; toplam hâlde bir “medeniyet” ifadesidir.

Medeniyet; 'mekân'da varolur.

Mekân; şehirdir.

II.

Tarihte pek az şehir, bizzât bir nizâm'ın, bir devlet'in, bir fikir'in ifadecisi olabilmiştir.

İslâm literatüründe Medine; fikirdir, medeniyettir, şehirdir, devlettir.

Bu 'şehir'; aynı zamanda bir devletin adıydı.

Bu devlet; bir zihniyetin ifadesiydi.

Medine zihniyeti'nin en büyük alâmet-i farikası şüphesiz 'nizâm'dı; Medine Nizâmı.

Batı literatüründe de durum hemen hemen aynıdır; şehir 'cité-city'dir.

City'nin kökeni Latince 'civitate'dir ve civitate dar kontekste 'şehir devleti', daha geniş kontekste de 'devlet' anlamını mündemiçtir.

Roma; bir şehirdir.

Bu 'şehir'; aynı zamanda bir devletin adıydı.

Bu devlet; bir zihniyetin de ifadesiydi.

Roma zihniyetini'nin en büyük alâmet-i farikası, tıpkı Medine gibi, 'nizâm'dı; Roma Nizâmı.

Hem Medine ve hem de Roma gibi, İstanbul da bir şehirdir.

Bu 'şehir'; aynı zamanda bir devletin adı ve sıfatıydı; “Dersaadet- Payitaht” vs.

İstanbul'da cisimleşen devlet; bir zihniyetin de ifadesiydi.

İstanbul zihniyeti'nin en büyük alâmet-i farikası şüphesiz; 'nizâm'dı; İstanbul Nizâmı.

III.

Nizâm'ın bozulması; fikir-devlet alâkasının zayıflamasının en tabiî sonucudur.

Fert ve cemiyetin hayatını ve varoluşunu mânâlı kılıp, medeniyetini/nizâmını devam ettirmesi;

“Kimin 'zaman'ı? Kimin dünyayı okuma ve teshir etme biçimi? Kimin 'insan'ı? Ve toplam hâlde kimin varoluş tarzı?” suâllerine verdiği cevapların sıhhat derecesine ve bu cevaplara nispetle ürettiği değerlerin câri olma kuvvetine paralellik arzeder.

Gerçek bir 'fikir'; değer üretir. Değer; ahlâk üretir. Ahlâk; hukuk üretir. Hukuk da toplam hâlde; devlet üretir. Fikir olmazsa değer olmaz. Değer olmazsa ahlâk olmaz. Ahlâk olmazsa hukuk olmaz. Hukuk olmazsa devlet olmaz. Meşruiyetini dayandığı fikirden almayan devlet olmazsa nizâm olmaz. Nizâm olmazsa, insan 'insan' olmaz. İnsanın 'insan' olamadığı bir vasatta hayat 'hayat' olmaz.

Sebep ve netice hâlinde fikir devletsiz, devlet de fikirsiz olamayacağı için fikir ricâli 'devlet fikri'ni, devlet ricâli de 'ideal hayat'a ilişkin değer sunan 'fikir'i beslemelidir.

IV.

Fikir; nizâmdır, nizâm içindir, nizâm hedeflidir.

Ve aksiyon; nizâm doğurucu her sahici 'fikir'in mütemmim cüzüdür.

Fikir ve aksiyonu şahsında meczeden Bilge-Sultan Fatih; 'İstanbul nizâmı'na giden en önemli adımlardan birini Haliç'ten atmıştı.

'İstanbul nizâmı'ndan önceki nizâm; fikir plânında zaten yok olmuştu.

Zira devlet- fikir alâkası kopmuş, fikir ve hukuk statikleşmiş ve neticede halkın ilgi, istek ve ihtiyaçlarına cevap veremez bir hâl belirtmişti.

'Fikir'deki aksaklıklar beraberinde fert ve cemiyet plânında nizâmsızlığı getirdi.

Bu nizâmsızlık, yeni bir nizâm/ yeni bir fikir ihtiyacını doğurdu.

Fikir/nizâm ihtiyacı, 'fikir devleti'nin başında olan Bilge-Sultan Fatih tarafından giderildi.

Ve fakat ne yazık ki fikir-devlet alâkası Bilge Sultan'dan takriben 2 asır sonra zayıflamaya başladı.

Fikir-devlet alâkasındaki zayıflık, tedricen kendi 'ben'imize yabancılaşmayı getirdi.

Kendi 'ben'imizi, kendi 'zaman'ımızı, kendi 'mekân'ımızı, kendi 'varoluş tarzı'mızı Batı'nın değerler ve atıflar sistemine nispetle idrâk ve ifade eder hâle geldik.

Hayatı ve varoluşu Batı'nın değerler ve atıflar sistemine göre mânâlandırma çabası, bizi 'yaşanmaya değer hayat'tan uzaklaştırdı.

Ve neticede Büyük Doğu Mimarı'nın dediği oldu:

“Hayatın eksiği var/ Hayat eksik hayatta.”

Hayatın eksiği bizzat 'hayat'tı. Zira “her şeyin yerini tutan bir şey”/ruh hayattan koparılmak istenmişti.

Hayata intibak edemeyen, insan olma memuriyet ve mesuliyetini duymayan, insan olmanın zevkini tadmayan, içgüdü sınırında yaşayan ve hayvandan hâllice bir şekilde hayatlarımızı idame eder hâle getirildik, Batıcı hayat tarzının günümüzdeki taşıyıcısı olan Amerika'nın pek bir övündükleri 'eritme potası'na (American Melting Pote) girdik.

Amerikan Eritme Potası'ndan çıkan, insana benzese de aslında varlık kategorisinde pek bir yeri olmayan 'şey'in adını en güzel koyanlardan biri de şüphesiz J. Ortega y Gasset olmuştur: “Kitle Adam!”

Batıcı hayat tarzının neticesi olan 'kitle adam'; düşünmez, hissetmez, insan olmanın zevkini tadmaz, buhran devamlı içinde bulunduğu hâl olsa bile hâlini dahi mânâlandıramaz.

En önemlisi inanmaz. İnanma istidadını yitirmiştir ama bunun bile farkına değildir.

Ve bir yerden sonra masumdur.

Kitle adam'ın masumluğu mahrumluğundan gelir.

Kitle adam'ın mahrum olduğu; 'yaşanmaya değer hayat'ı kitap, sistem ve devletlik çapta idrâk ve ifâde eden Fikir'dir.

V.

Salih Mirzabeyoğlu'nun varlığı, bütün insanlığı masumluktan çıkartıp, mesûl hâle getirdi.

Zira Salih Mirzabeyoğlu insanlığın mahrumiyetini giderdi ve İBDA'yı insanlığın hizmetine sundu.

Salih Mirzabeyoğlu; 'mutlak iyi, mutlak doğru, mutlak güzel'i anlattı.

Salih Mirzabeyoğlu; 'ahlâk'ı gösterdi.

Salih Mirzabeyoğlu; 'hukuk'u tanıttı.

Salih Mirzabeyoğlu; 'ideal devlet'in fikirsiz olmayacağını gösterdi.

Salih Mirzabeyoğlu; hayatı ve varoluşu mânâlı ve değerli kılma nimetini tattırdı.

Salih Mirzabeyoğlu; insan olma mecburiyet ve memuriyetimizi ihtar ederek, insan olma, Müslüman olma zevkini tattırdı.

Aynı Salih Mirzabeyoğlu; “Adalet Mutlak'a” diyerek İstanbul Nizâmı'nı hatırlattı.

Salih Mirzabeyoğlu; Haliç'in İstanbul Nizâmı'nın tesisinde oynadığı kritik rolü bir kez daha gösterdi.

Salih Mirzabeyoğlu “Adalet Mutlak'a” çağrısını Haliç'te yapmak suretiyle, Gaye İnsan-Ufuk Peygamber'i, ve O'nun malûm ve meşhur; “İstanbul'u fetheden komutan ne güzel komutan, İstanbul'u fetheden asker ne güzel asker” hadîsinini hatırlattı.

**



Hem Haliç'te gerçekleşen “Adalet Mutlak'a” Konferansı'nın ve hem de Papa'nın Balat'ta gerçekleştirdiği kritik ziyaretin mânâsını en güzel ve en veciz bir şekilde ifade edenlerden biri OdaTv oldu:

“Bir yanda Papa, bir yanda İBDA.”

Bir yanda kitle adam, bir yanda fert hakikatini gerçekleştiren hür adam...

Bir yanda kan, nefret ve gözyaşıyla malûl ve maruf Batıcı hayat, bir yandan yaşanmaya değer ideal hayat...

Bir yanda kaos, bir yanda nizâm...

Haliç'e çıkarma yapan ve bir fikri nizâmlaştıracak olan binlerce şehirli/aydın genç tercihini yaptı:

“İBDA ile yeniden İstanbul Nizâmı.”

*Yeni Devir Hukukçular Derneği Başkanı
Kaynak: https://www.facebook.com/pages/Yeni-Devir-Hukukçular-Derneği/100378236809197?ref=ts&fref=ts

ŞAFAK VAKTİNİN İLK IŞIKLARI
Hakan Yaman
1 Aralık 2014



İngiliz tarihçi Thomas Carlyle meşhur eserinde “insanlık tarihi büyük adamların (kahramanların) hayat hikayelerinden ibarettir” tezini ortaya atmıştı. Ona göre “yeryüzünde başarılmış olan her şey, meydana getirilmiş bütün eserler, dünyamıza gönderilmiş olan büyük adamlardaki fikirlerin maddî sonuçlarından, gerçeklik ve varlık kazanmasından ibarettir. Hiç tereddütsüz diyebiliriz ki, bütün dünya tarihinin ruhu onların tarihidir.” Thomas Carlyle, Kahramanlar, Beyaz Balina Yayınları, İstanbul 2000, Sayfa: 13)

Peki büyük adamı, yani bilindik ifadesiyle “kahramanı” nasıl tanırız? Ünlü tarihçi hemen başında bunun ipucunu verir: “büyük adamların, kendilerine nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın, birlikte bulunmakla yararlanacağımız kişiler olmalarıdır. Bir büyük adamla ne kadar üstünkörü ilgilensek de mutlaka ondan birşeyler kazanırız. O canlı bir ışık pınarıdır. Onun yanında bulunmak daima yararlı ve güzeldir. Dünyanın karanlıklarını aydınlatan, aydınlatmış olan bir ışık.” (a.g.e. syf: 14)

Ama büyük adamın, hakiki kahramanın en ayırıcı ve temel vasfı samimiyetidir. Carlyle yazıyor: “Samimiyet; derin, büyük, katıksız bir samimiyet herhangi bir şekilde kahraman olan kişilerin başlıca özelliğidir.” (a.g.e. Syf: 64)

Fakat hakiki kahramanın samimiyetinde de şöyle bir ayırıcı vasıf vardır: “büyük adam samimiyetiyle övünmez, hatta belki de böyle olup olmadığını kendi kendine bile sormaz. Şunu söyleyebilirim ki, onun samimiyeti ona bağlı olan bir şey değildir. Zira o samimi davranmaktan kendini alamaz! Varoluş gerçeği onun için yücedir.” (a.g.e. Syf: 65)

29 Kasım 2014 tarihinde Haliç Kongre Merkezinde İBDA Mimarı Salih MİRZABEYOĞLU’nun verdiği konferans, dünyanın “beş yüz yıldır beklediği” fikir ve aksiyon kahramanının fikirlerinin, Carlyle’ın ifâdesiyle “gerçeklik ve varlık kazandığı” safhaların en önemlilerinden birisi olarak daha ilk günden dünya tarihinde yerini aldı. Malûm, dünya tarihinin ruhu böyle kahramanların hayat hikayesinden ibarettir.

“Adalet Mutlak’a – Yaşanmaya Değer Hayat İçin” spotuyla günler öncesinden ilan edilen ve “Salih Mirzabeyoğlu Sevenleriyle Buluşuyor” adı verilen konferansın temsil ettiği mânâ ve ehemmiyetin büyüklüğü zamanın kesiksiz akışında yeni tecellilerle kendisini her daim hatırlatacak ve mücadele tarihinin en önemli milatlarından birisi olarak akıllara kazınacaktır.

Anadolu kahramanını bekliyordu. İslâm dünyası kurtarıcısını bekliyordu. İnsanlık yeni bir ruh, yeni bir nizâm bekliyordu. Aslında beklenen çoktan müjdelenmişti. Kurtuluş gemisi seneler evvelinden Kaptan’ını tayin etmiş ve sefer gongu çalmıştı. Fakat Stefan Zweig’ın dünya tarihinin kırılma noktalarını roman tadında bir üslupla tasvir ettiği “Yıldızın Parladığı Anlar” kitabında pek yerinde olarak altını çizdiği gibi: “İnsanların, kendi çağdaşları bir insanın yahut bir eserin büyüklüğünü ilk bakışta kavradıkları pek seyrek görülmüştür.” (Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 5. Baskı, Mart 1997, syf: 92)

Ama bu seyrek görülme hadisesi ruhları büsbütün inkısara sürüklemesin. Çünkü Zweig “yıldızın parladığı anlar” adını verdiği eşik noktalarına bakıp, bunun büsbütün bu şekilde sürüp gitmeyeceğine de emindir: “bir eserin yaradılışındaki güç, hiçbir zaman sürgit gizlenip kalmaz. Bir sanat eseri zamanı tarafından unutulabilir, yasak edilip ortadan kaldırılabilir, fakat asıl olan cevher, ölümlülüğü yenmesini her zaman için bilmiştir.” (a.g.e. Syf:94)

Üstad Necip Fazıl’ın “mütefekkir yetiştiren mütefekkir” vasfıyla ruh hamurunu yoğurduğu en büyük eseri olan Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, yine Üstad’ın tabiriyle “üstüne milyonlarca ton sükût külü dökülmüş” olarak nafile bir çabayla ademe mahkûm edilmeye çalışılmış, öyle olduğu zannedilmişti. Allah Resûlünün “mümin beş türlü şiddet arasındadır” diye saydığı beş bela ve musîbetin her birini nefsinde ayrı ayrı tadan fikir ve aksiyon kahramanı Kumandan, 22 Temmuz 2014 tarihindeki tahliyesinden sonra kendisini sevenlerle buluştuğu ilk konferansında “asıl olan cevherin” sükût külüyle yok edilemeyeceğini ve “zamanı gelmiş bir fikri engelleyecek hiçbir gücün” olmadığını dosta düşmana göstermiştir.

“Kâinatın topografyasını çıkarma” cehdiyle yazdığı ruhî romanına dahil ettiği 25 sene öncesine ait 29 Kasım 1989 tarihli günlüğüne düştüğü not: “Bekliyorum, hiç kimsenin benim kadar beklemediği bir şafak vaktini!..” (Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, Cilt:2, İbda Yay. Sayfa: 346) Haliç Kongre Merkezine ülkenin ve dünyanın dört bir yanından akın akın gelen binlerce insan 29 Kasım 1989 tarihinde şafak vaktinin ufukta beliren ilk ışıklarının şahidi olmuştur.

İnsanoğluna fanilik dırıltısı içinde böcek yaşantısını dayatan batıcı düzen kuyrukçuları tarafından “üç beş kişiden ibaret marjinal bir yapı” yalanıyla tesiri örtülmeye çalışılan kurtarıcı fikrin mânadan maddeye sirayet seyrinde hangi noktalara geldiğine şahit olunan gündür 29 Kasım. Ve bu tesirin Haliç Kongre Merkezinde görünen tezahürü, bilerek veya bilmeyerek kahramanını arayan, kurtarıcısını bekleyen dünyada aysbergin görünen kısmından ufak bir kesittir.

Konferansın başlamasına bir saatten fazla bir zaman vardı ki, salon hıcahınç dolmuş, merdiven boşluklarına oturan ve ayakta bekleyenlerle birlikte mekân kapasitesinin üç katına yakın bir izdiham oluşmuştu. Aynı şekilde üstte yer alan balkon kısmı da görevliler tarafından “yoğun kalabalık nedeniyle çökebilir” ikazı verilecek kadar dolmuş ve kapılar erkenden kapatılmıştı. Kumandan’ını, kurtarıcı fikrin Mimar’ını görmek için gelen ve salonun dolması sebebiyle içine giremeyenler için dış bölüme kurulan üç büyük ekrandan da binlerce kişi yine canlı olarak konferansı takip etti. Bunun yanında Mirzabeyoğlu’nu görmek ve dinlemek için o gün Haliç Kongre Merkezi’ne gelip, içeri giremeyeceğini anlayınca dönen ve hevesini bir başka buluşmaya saklayan binlerce kişi de cabası…

Salih Mirzabeyoğlu’nun gelişiyle birlikte salondaki heyecan tavan yaptı ve binlerce kişi tek bir ağızdan salonu inletti ve ona olan sevgi ve bağlılığını ifade etti. İBDA Mimarı’nı dinlerken, İngiliz tarihçi Carlyle’ın yukarıda alıntıladığımız “büyük adamların, kendilerine nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın, birlikte bulunmakla yararlanacağımız kişiler olmalarıdır. Bir büyük adamla ne kadar üstünkörü ilgilensek de mutlaka ondan birşeyler kazanırız” sözünü hatırlamadan edemezdik. Onun meseleden meseleye sarkıcı ve her meselenin iç içeliğini gösterici konuşmasını anlayabilen kendi çapında anlıyor, anlayamayan da pür dikkat dinliyor ve “kelimenin üstünde, cümlelerin altında saklı” meselenin hakikâtini zevken idrâk yoluyla sezmeye çabalıyordu. Yorulup yavaşladığı yerlerde tamamen doğaçlama kopan alkış fırtınaları da bunun işaretiydi. Onun kelimeleriyle ilk defa karşılaşanlar ve “anlayamadığını” söyleyenler bile o hiç susmasın istiyordu. Zaten “anlamak yok, anlar gibi olmak var” inceliğinin altını çizen bu fikir değil miydi?

Kumandan bizzat konuşmasında “kitaplarını arz piyasası oluşturmak için yazdığını, hiçbir zaman talep piyasasını hedeflemediğinin” altını çizdi. Dolayısıyla, onun tavır ve eserlerini yakından takip etmeyenlerin tahminlerinin aksine bu konferansın da talep piyasası kriterlerine göre değil, arz piyasası oluşturmak için saf fikri esas alıcı bir noktadan yapılacağı en baştan belliydi.

Konferans metni yayınlandıktan sonra konuşmanın muhtevasına dair daha çok yazılar kaleme alınacaktır. Biz kendi payımıza şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, bu konferans aslında bir “kongre” olmuştur. Kumandan bütün ideolojilere kendi içlerinde olmaları gereken yolu göstermiş, dışındaki kesimlerin de hal izahını yapmıştır. “Silahlar sustuktan sonra söyleyecek neyin var” meâlindeki ifadesiyle her dünya görüşünü, insan ve toplum meselelerini kâinat çapında izaha davet edici noktadır. Bizbirinizin yanlışını göstermeniz ve zıttınızı imha etmeniz sizin hak olduğunuzu göstermez; bütün insanlığa teklif ettiğin bir şey yoksa ve bütün kâinatı tezatsız izah cehdi gütmüyorsan ideoloji olamazsın mesajını en üst perdeden vermiştir.

Böylesine yoğun bir izdihama rağmen, tıklım tıklım dolan salon ve bir o kadar kişinin dışarıda kaldığı şartlarda birkaç ufak ses dışında kayda değer tek bir olumsuz hadisenin yaşanmaması Tertip Komitenin verdiği görevle organizasyonun güvenliği ve salon içi düzeni üstlenen Adımlar kadrosu adına sevindiricidir. Nizâmı yerine göre bizzat fikrin kendisi kabul eden Mirzabeyoğlu’nun konferansında da başka türlüsü düşünülemezdi. Adımlar kadrosu, kendi bünyesinden çıkardığı yaka kartlı 150 görevliyle salonun mevcut izdiham şartlarına rağmen kendisine verilen görevden alnının akıyla çıkmak için elinden gelen çabayı göstermiştir. Bu tarihi konferansta emeği geçen bütün gönüldaşlarımızın hizmetini Takdir Sahibi ve Konferansa gelen misafirleri takdir edecektir…

Son ânda haberdar olduğumuz bir gelişmeyi de kaydetmeliyim; Tertip Komitesi Başkanı sayın Hasan Ölçer, “İbda Mimarı ile yaptığımız görüşmede, konferans için söylediği ifadelerin özeti” şeklinde şu notu paylaştı:

“Şahsında, tertip heyetinde görev alan arkadaşları tebrik ediyorum. Özellikle tebrik diyorum ve teşekkür kelimesini bilerek kullanmıyorum. Çünkü kim ne yapıyorsa ve yapmıyorsa kendisi için ve son tahlilde Allah rızası içindir, bu bakımdan da teşekkür lafzı uygun düşmez. Öte yandan fevkalade güzel ve muhteşem bir organizasyona imza attınız, her şey çok güzeldi, Allah emekleriniz zayi etmesin ve tekrar tebrik ediyorum…“
Kaynak: Adımlar Dergisi

Salih Mirzabeyoğlu konferansında 'Kumandan nerede biz oradayız' sloganları atıldı
30.11.2014



Cezaevinde geçirdiği 15 yılın ardından geçtiğimiz Temmuz ayında tahliye olan İBDA lideri kamuoyunda "Salih Mirzabeyoğlu" olarak tanınan Salih izzet Erdiş "Adalet Mutlak'a" adlı konferansta konuştu.

Haliç Kongre Merkezi'nde düzenlenen konferansa, Mirzabeyoğlu'nun sevenleri ilgi gösterdi.

'YAŞASIN KUMANDAN MİRZABEYOĞLU'

'Herkes için Adalet Platformu' ve 'Yeni Devir Hukukçular Derneği' tarafından düzenlenen konferans öncesinde, salona asılan Mirzbeyoğlu'nun ve Necip Fazıl Kısakürek'in resimleri ile 'İstikbal islamındır' yazılı pankartlar dikkat çekti. Konferans, bir saat gecikmeli olarak 18.30 sıralarında Mirzabeyoğlu'nun yaşam hikayesinin anlatıldığı bir sinevizyon gösterisi ile başladı. Mirzabeyoğlu, isminin anons edilmesiyle birlikte salondakilerin alkışları ve 'Yaşasın kumandan Mirzabeyoğlu', 'Kumandan nerede biz oradayız' sloganları eşliğinde sahneye geldi.

Sevenleriyle uzun bir aradan sonra ilk kez gerçekleşen buluşma nedeniyle heyecanlı olduğunu ifade eden Mirzabeyoğlu, "Dostlar, sevenler, tanışıklar, merak edip gelenler, elbette sevmeyenler de bu buluşmada olabilir. Ancak herkes kendi rızasıyla burada bulunuyor ki, bu da buluşmayı asgari müşterek olarak kabul etmemizi sağlıyor. Bizim tam 15 sene çeşitli yaşadığımız şeyler oldu" diye konuştu.

KONFERANSTA 3 SAAT KONUŞTU

Türkiye'nin yakın tarihinde meydana gelen olaylara değinen Mirzabeyoğlu, konuşmasında adalet, demokrasi, islam, sosyalizm, felsefe bilim ve teknoloji gibi kavramlar üzerinde durdu. Mirzabeyoğlu'nun, konferansta yaptığı konuşma yaklaşık 3 saat sürdü.


Kamuoyunda "Salih Mirzabeyoğlu" olarak tanınan ve İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi (İBDA-C) örgütünün lideri olarak yargılandığı davada "Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkışmak" suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Salih İzzet Erdiş'in, yeniden yargılanma talebi mahkeme tarafından kabule değer görüldüğü için hakkında tahliye kararı çıktı. Mirzabeyoğlu, 22 Temmuz'da Bolu F Tipi Cezaevi'nden tahliye edildi.
Odatv.com

Tahliye sonrası konferansa akın ettiler
30.11.2014



Cezaevinde geçirdiği 15 yılın ardından geçtiğimiz Temmuz ayında tahliye olan İBDA-C lideri kamuoyunda "Salih Mirzabeyoğlu" olarak tanınan Salih izzet Erdiş "Adalet Mutlak’a" adlı konferansta konuştu. Erdiş’in katıldığı konferansa yoğun ilgi vardı. Salona giremeyenler dışarıya kurulan ekranlardan izledi.

SALONU HINCA HINÇ DOLDURDULAR

Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen konferansa, yoğun ilgi gösteren Erdiş’in sevenleri, merdivenler dahil olmak üzere salonu hınca hınç doldurdu. Bazı vatandaşlar konferansı ayakta dinlemek zorunda kalırken, salona giremeyen çok sayıda kişi ise Erdiş’i salon dışına kurulan ekranlardan izleme imkanı buldu.

’YAŞASIN KUMANDAN MİRZABEYOĞLU’ SLOGANLARIYLA SAHNEYE GELDİ

’Herkes için Adalet Platformu’ ve ’Yeni Devir Hukukçular Derneği’ tarafından düzenlenen konferans öncesinde, salona asılan Erdiş ve Necip Fazıl Kısakürek’in resimleri ile ’İstikbal islamındır’ yazılı pankartlar dikkat çekti. Konferans, bir saat gecikmeli olarak 18.30 sıralarında Salih izzet Erdiş’in yaşam hikayesinin anlatıldığı bir sinevizyon gösterisi ile başladı. Erdiş, isminin anons edilmesiyle birlikte salondakilerin alkışları ve ’Yaşasın kumandan Mirzabeyoğlu’, ’Kumandan nerede biz oradayız’ sloganları eşliğinde sahneye geldi. Erdiş, kendisini uzun süre ayakta alkışlayan salondakilere elini sallayarak karşılık verdi.

Erdiş, konuşmasına konferansa gösterilen yoğun ilgiden dolayı duyduğu memnuniyeti dile getirerek başladı. Sevenleriyle uzun bir aradan sonra ilk kez gerçekleşen buluşma nedeniyle heyecanlı olduğunu ifade eden Erdiş, "Dostlar, sevenler, tanışıklar, merak edip gelenler, elbette sevmeyenler de bu buluşmada olabilir. Ancak herkes kendi rızasıyla burada bulunuyor ki, bu da buluşmayı asgari müşterek olarak kabul etmemizi sağlıyor. Bizim tam 15 sene çeşitli yaşadığımız şeyler oldu" diye konuştu.

KONFERANSTA 3 SAAT KONUŞTU

Türkiye’nin yakın tarihinde meydana gelen olaylara değinen Erdiş, konuşmasında adalet, demokrasi, islam, sosyalizm, felsefe bilim ve teknoloji gibi kavramlar üzerinde durdu. Erdiş’in, konferansta yaptığı konuşma yaklaşık 3 saat sürdü. Konuşmanın sonunda ise görevliler, salondakilerin Erdiş’in yanına yaklaşmaması için el ele tutuşarak bir koridor oluşturdu.

22 TEMMUZ’DA TAHLİYE EDİLDİ

Kamuoyunda "Salih Mirzabeyoğlu" olarak tanınan ve İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi (İBDA-C) örgütünün lideri olarak yargılandığı davada "Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkışmak" suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Salih İzzet Erdiş’in, yeniden yargılanma talebi mahkeme tarafından kabule değer görüldüğü için hakkında tahliye kararı çıktı. Mirzabeyoğlu, 22 Temmuz’da Bolu F Tipi Cezaevi’nden tahliye edildi.

Milliyet'in konferansla ilgili haber videoları için: http://www.milliyet.com.tr/tahliye-sonrasi-konferansa-akin-gundem-1977172/
Kaynak: Milliyet

Salih Mirzabeyoğlu’nun Konferansına Yoğun İlgi
1 Aralık 2014



22 Temmuz’da tahliye edilen İBDA/C davası hükümlüsü Salih Mirzabeyoğlu, cezaevinde geçirdiği 16 yılın ardından ilk kez konferans verdi.

“Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansı dinlemek için Haliç Kongre Merkezi’ni dolduran yoğun kalabalık tarafından ilgi ve“Yaşasın kumandan Mirzabeyoğlu” tezahüratlarıyla karşılanan Erdiş, konuşmasında her kesimi kendini izah etmeye davet etti.

Bir televizyon muhabirinin kendisiyle ilgili yazdığı haberi okuyan Mirzabeyoğlu,“Salih Mirzabeyoğlu, ezber bozar ama bunu sadece ezber bozmak için değil, insan ve toplum meseleleriyle ilgili bir dünya görüşü sunar. Sanıyorum ki bu, bilhassa rahatsız edici olandır” diye konuştu.

Mirzabeyoğlu, “yaşama hakkı” diye bir şey olmadığını, aslında dünyaya yaşama göreviyle gelindiğini, yaşama hakkının bu görevden doğduğunu söyleyerek, şöyle devam etti:

“Bir ara herkes AB’ye karşıydı. Bir rüzgar esti, ne oldu anlamadık, şimdi herkes AB’nin güzelliği üzerinden başlıyor konuşmaya. Şimdi biz üniter olduk ama Amerika üniter devlet değil. Bunlar değil önemli olan aslında. Esas olan, şu doğal problemleri nasıl çözeceksin? Her toplumun hafızası, lügatinde topludur. Herkes kendi dilini hakikaten, sahici olarak izah edebilse millet, birbirini zenginleştirir. Bugün biz Amerika’dan, Avrupa’dan, şuradan ya da buradan kelime alıyoruz. Bu, ihtiyaçtan dolayı değil mi? Kelimeleri edebiyatla temellendirmeliyiz.”

Kavganın bittiği yerde lafın da bittiğini dile getiren Mirzabeyoğlu, “Sana yapılan haksızlıkları söyleyebilirsin ama bunları söylemek seni haklı çıkarmıyor. Beni Kürt meselesinden ziyade, ‘Kürt meselesi ne olmalı?’ ilgilendiriyor. Ben bu soruyu sorduğum anda Türklere de diyorum ki ‘Beni Türklerin ne olması gerektiği ilgilendiriyor'” ifadelerini kullandı.

Salih Mirzabeyoğlu, Bülent Ecevit’in “militan sol“u kırdığını öne sürerek, şöyle konuştu:

“Ecevit, ‘Anahtarı çevirdikten sonra kapı açılacak olduktan sonra şiddete lüzum yok’ diyor. Bu, doğru bir laf ama anahtarı çevirip içeriye girdikten sonra içeriye ne döşeyeceğini bilmiyorsun. Orada iktidara gelmen sonun oldu ve bütün solun emeğini kendine bağlamış olarak kendinle birlikte solu da gömmüş oldun. Ecevit’in o devrimci olduğu zamanda bile ben Ecevit’le ölçmedim devrimciliği.”

Mirzabeyoğlu, evrensel ilkeler diye bir şey olmadığını, bunun “hakim olanın koyduğu kurallar” anlamına geldiğini savunarak, “Yeni dünya düzeni kurulacaksa biz de ‘Buradan başlasın’ diyoruz” şeklinde konuştu.
YeniAkit

Mirzabeyoğlu’ndan Tahliye Sonrası İlk Konferans
2 Aralık 2014



Geçtiğimiz aylarda tahliye olan olan Salih Mirzabeyoğlu, Haliç Kongre Merkezi’nde yoğun bir katılın olduğu bir konferans verdi.

Kamuoyunda “Salih Mirzabeyoğlu” olarak tanınan ve 22 Temmuz’da tahliye edilen İBDA/C davası hükümlüsü Salih İzzet Erdiş, cezaevinde geçirdiği 16 yılın ardından ilk kez konferans verdi.

“Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansı dinlemek için Haliç Kongre Merkezi’ni dolduran yoğun kalabalık tarafından ilgi ve “Yaşasın kumandan Mirzabeyoğlu” tezahüratlarıyla karşılanan Erdiş, konuşmasında her kesimi kendini izah etmeye davet etti.

Bir televizyon muhabirinin kendisiyle ilgili yazdığı haberi okuyan Erdiş, “Salih Mirzabeyoğlu, ezber bozar ama bunu sadece ezber bozmak için değil, insan ve toplum meseleleriyle ilgili bir dünya görüşü sunar. Sanıyorum ki bu, bilhassa rahatsız edici olandır” diye konuştu.

Erdiş, “yaşama hakkı” diye bir şey olmadığını, aslında dünyaya yaşama göreviyle gelindiğini, yaşama hakkının bu görevden doğduğunu söyleyerek, şöyle devam etti:

“Bir ara herkes AB’ye karşıydı. Bir rüzgar esti, ne oldu anlamadık, şimdi herkes AB’nin güzelliği üzerinden başlıyor konuşmaya. Şimdi biz üniter olduk ama Amerika üniter devlet değil. Bunlar değil önemli olan aslında. Esas olan, şu doğal problemleri nasıl çözeceksin? Her toplumun hafızası, lügatinde topludur. Herkes kendi dilini hakikaten, sahici olarak izah edebilse millet, birbirini zenginleştirir. Bugün biz Amerika’dan, Avrupa’dan, şuradan ya da buradan kelime alıyoruz. Bu, ihtiyaçtan dolayı değil mi? Kelimeleri edebiyatla temellendirmeliyiz.”

Kavganın bittiği yerde lafın da bittiğini dile getiren Erdiş, “Sana yapılan haksızlıkları söyleyebilirsin ama bunları söylemek seni haklı çıkarmıyor. Beni Kürt meselesinden ziyade, ‘Kürt meselesi ne olmalı?’ ilgilendiriyor. Ben bu soruyu sorduğum anda Türklere de diyorum ki ‘Beni Türklerin ne olması gerektiği ilgilendiriyor'” ifadelerini kullandı.

Erdiş, Bülent Ecevit’in “militan sol”u kırdığını öne sürerek, şöyle konuştu:

“Ecevit, ‘Anahtarı çevirdikten sonra kapı açılacak olduktan sonra şiddete lüzum yok’ diyor. Bu, doğru bir laf ama anahtarı çevirip içeriye girdikten sonra içeriye ne döşeyeceğini bilmiyorsun. Orada iktidara gelmen sonun oldu ve bütün solun emeğini kendine bağlamış olarak kendinle birlikte solu da gömmüş oldun. Ecevit’in o devrimci olduğu zamanda bile ben Ecevit’le ölçmedim devrimciliği.”

Erdiş, evrensel ilkeler diye bir şey olmadığını, bunun “hakim olanın koyduğu kurallar” anlamına geldiğini savunarak, “Yeni dünya düzeni kurulacaksa biz de ‘Buradan başlasın’ diyoruz” şeklinde konuştu.

http://www.takvahaber.net/guncel/mirzabeyoglundan-tahliye-sonrasi-ilk-konferans-h10470.html
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Nis 29, 2016 10:50 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 10, 2014 12:07 am    Mesaj konusu: 7 soruda İBDA ve Mirzabeyoğlu Alıntıyla Cevap Gönder

Fikriyatından örgütlenmesine, İslami kesimle farkından ortaklıklarına: 7 soruda İBDA ve Mirzabeyoğlu
İsmail Azboğlu – Hasan Rua
9 Aralık 2014



“1500 kişi dediler, 4500 kişi geldi” diyor “Yahu koskoca kongre merkezinde nasıl su kalmaz?” diye sorduğum görevli. Geçmişte Tekbir Giyim mağazası bombalayan örgütün fikri liderinin konferansı, İslami kesim için büyük heyecan ve ilgi yaratmış; afişlerle günler öncesinden duyurulan etkinliğin yapıldığı salon hınca hınç dolu, “fevç fevç” akan beklenmeyen kalabalık için salonun dışına özel ekranlar kuruluyor. O gün aynı kongre merkezinde başka bir ticari panel de var. Bitmiyor: Mirzabeyoğlu’nun konuşma yapacağı salonun hemen yakınındaki bir başka binada da Cumhurbaşkanı var. Yine bitmedi: Papa Hazretleri de Ekümenik Fener Patrikhanesi’ni ziyaret ediyor. İBDA fikriyatına gönül veren arkadaşımla Haliç’e bakıp sigara içerken bu ilginç durumdan şöyle söz ediyor: “Biz Pera’da kaldık, Papa Hazretleri Dersaadet’te.”

Benim aklımda ise daha başka bir soru var: bu kalabalık ne demek? İslami kesimin özellikle genç ve entelektüel kesiminin ilgiyle takip ettiği; fikriyatı, örgütü, 28 Şubat “gerçek” mağduriyeti ile sembolleşmiş bir isme duyulan merak mı, yoksa İslami kesimde en yakın örneği Has Parti deneyimi ile varlığından söz edilebilir hale gelen “yeni bir arayış” mı?

Kadın-erkek karışık oturulan salonun atmosferi, hiç şüphesiz Ramazan’da iftar öncesi Nihat Hatipoğlu’ndan menkıbe dinleyip onu da anlamayan kitlenin atmosferinden farklı. Burada hiç kimse bir “mütefekkir” olan “Kumadan’a” orucun hangi hallerde bozulduğunu sormayacak. Burada hiç kimse birazdan Salih Mirzabeyoğlu’nun çeşitli İslam alimi ve Allah dostlarının başından geçen aşırı hüzünlü olayları anlatmasını beklemeyecek. Bir gözyaşı şovu yok, bir marketing yok. Hiç şüphesiz bir fikir, o fikri takip eden kişiler, o fikri takip eden yayınlar ve o fikri büyük ölçüde şekillendirmiş bir mütefekkir var. Konferans salonunun dışında masaj aleti, İhlas Şohben, kıbleyi gösteren seccade değil Mirzabeyoğlu’nun kitapları satılıyor. Mirzabeyoğlu’nun Matematikle ilgili “Erkam” (sayılar) ve Madde Nedir? İsimli kitaplarını alarak, su bulamadığım için Cappy Portakal Suyu içerek girdiğim salonda Mirzabeyoğlu’nu bekliyorum. Salon hınca hınç dolu; kadınlar ve erkekler, gençler ve yaşlılar, ateş ve gül, gül ve diken, ben ve birkaç sıra ötemde Gökçe Fırat (evet, Türksolu dergisinin başyazarı olan) 16 yıldır hapiste olan Salih Mirzabeyoğlu’nun ilk konuşmasını dinlemek üzere hazır bekliyoruz.

Konuşmadan önce Salih Mirzabeyoğlu’nun hayatını, fikirlerini, Necip Fazıl Kısakürek’le olan ilişkisini anlatan bir sinevizyon gösterisi yayınlanıyor. Ardından “yaşasın Kumandan Mirzabeyoğlu” ve tekbir “sloganları” arasında Salih Mirzabeyoğlu salona giriyor. Mirzabeyoğlu konuşması boyunca güncel hiçbir konuda yorum yapmıyor, bir cümlede “çevreciliğin başka meselelere alet edilmemesi” gibi kısa bir vurgu duyuyorum, ama üzerinde durmuyor. Hükümet övmüyor, Gezi’den de bahsetmiyor. Peki neyden bahsediyor? Hakikatten, onunla kurulacak olan ilişkinin biçiminden, 80 öncesi siyasi hareketlerden, maddeden, mantıktan, sayılardan bahsettiği “ağır” bir konuşma yapıyor. Belki yaşı, belki yıllar süren hücre hayatı nedeniyle dağınık bir konuşma yapsa da özellikle ikinci kısmında daha düzenli bir konuşma yapıyor. Konuşmasının başında telegramcıların halen kendisiyle uğraştığını, bu yüzden eğer menfi bir laf ederse onlardan bilmelerini söylüyor. Konuşmalarına şahit olduğum dinleyiciler, Mirzabeyoğlu’nun dağınık konuşmasının “telegram müdahalesi” yüzünden olduğunu söylüyor. Oysa, ortada aslında sadece seçtiği konu ve anlatım biçimi olarak ağır denebilecek bir konuşma var. Yalnızca menkıbe dinlemeye alışmış bir kesim için, alışılmadık biçimde.

Karşımızda kim var, İBDA nedir, Mirzabeyoğlu’ndan korkmalı mıyız? Duygu ve önyargıların kanaat zannedildiği ve öylece de sunulduğu ülkede özellikle böyle konularda “izlenimlerden” fazlasına ihtiyacımız var. Bu nedenle, özellikle sosyal medyada, bu konuyu merak edenlerin soracağını düşündüğüm bazı soruları, İBDA hareketini ve yayınlarını yakından takip eden İsmail Azboğlu’na sordum.

Gökçe Fırat’ın neden Salih Mirzabeyoğlu konferansında olduğunu sormadım ama. Kimsenin buna makul bir cevabı olacağını sanmıyorum.

1990’lı yıllarda Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA’yı tanımlamak istesek, hem bağımsız bir hareket olarak kendileri, hem de genel İslami kesim içerisinde bu hareketin manası nedir? ibda-300x199

Biraz geriye gitmek gerekiyor. 70’li yıllarda Seyyid Kutub, Hasan el-Benna, Abdulkadir Udeh gibi Mısırlı, Mevdudi, Hamidullah gibi Pakistanlı ve kısmen de Ali Şeriati gibi İranlı İslamcı yazarların kitapları ve fikirleri Türkiye’deki İslamcı camiada ama özellikle gençlikte yayılmaya başladı. Bir yandan da yerli bir dinamik var: Bir yanda Said Nursî ve takipçileri irili ufaklı onlarca cemaat, Necmettin Erbakan’ın MSP’si ve Necip Fazıl’ın etrafında biriken bir gençlik. Bu manzarada dinamik gençlerle daha geleneksel yaşlı kuşak arasındaki çatışmayı, büyük bir hızla yükselen sol hareketleri, bu yükselişi devlet desteğiyle sokakta bastırmaya çalışan milliyetçi-mukaddesatçı gençliği, solun ideolojik hegemonyasına karşı durmaya çalışan İslamcı ve milliyetçi entelijansiyayı bulabiliriz. Bütün bunlara 79 İran İslam devrimini de eklersek manzara aşağı yukarı tamamlanır.

Mirzabeyoğlu 70’li yılların sonunda Necip Fazıl ile şahsen tanışıyor. Necip Fazıl’ın 1983’teki ölümüne kadar da aralarında yoğun bir fikir alış-verişi, dostluk, öğrenci-hoca, mürid-şeyh, halef-selef ilişkisi doğuyor. Ölümünden önceki son yazılarında Mirzabeyoğlu’nu Büyük Doğu davasının kendinden sonraki devam ettiricisi olarak gördüğü anlaşılıyor.

Bu genel çerçeveden sıyrılıp biraz hareketin kendisini anlamaya çalışırsak, belki ne olmadığını söylemek daha kolay: Bir kere bildiğimiz klasik tarikat cemaat yapılanması yok. Siyasî bir gündemi ve iddiası olan bir hareket olmasına rağmen bir parti yapılanması da yok. Fakat sadece bir fikir adamı ve onu beğenen takipçileri durumundan da fazlası var.

Necip Fazıl’ın birçok takipçisi vardı, işte Sezai Karakoç’tan Abdullah Gül’e kadar. Erdoğan da sık sık Necip Fazıl’dan alıntılar yapıyor, onun davasının takipçisi olduğunu düşünüyor.

“İBDA, diğer İslamcı grupları rejimle işbirliği yapmakla suçluyordu, Kürt hareketiyle ilişkileri vardı.”

Mirzabeyoğlu 1984’te İBDA’yı kuruyor. Arapça bir kelime; sanatlı ve orijinal bir şekilde yaratmak demek. Fakat İbdacılar bu ismin İslami Büyük Doğu Akıncıları şeklinde okunmasına hiçbir zaman itiraz etmedi; medyada da bu şekilde kabul gördü. 1990’a kadar imza günü, konferans, dergi çıkartmak gibi faaliyetler içindeyken Şubat 91’de Mirzabeyoğlu’nun gözaltına alınması ve işkence görmesiyle işin rengi değişmeye başlıyor. O dönem ABD’nin Irak’a saldırması, Özal’ın ABD ile birlikte Irak’a girme isteği ve buna karşı yükselen toplumsal muhalefet var. Cuma namazı çıkışlarında büyük protesto gösterileri oluyor. 91’den sonra İbdacıların silahlı mücadeleye giriştiklerini görüyoruz; İbda-c denilen olgu. Genellikle küçük çaplı eylemlerdi bunlar; birahane molotoflama, ADD şubelerini bombalama, kiliselere saldırı gibi. Burada bir noktayı vurgulamak lazım: İbda-c diye bir örgüt yok. Yani merkezi düzeyde kararlar alan, emir-komuta zinciri içinde hareket eden, hiyerarşik bir yapıdan bahsetmiyoruz. Birbirinden habersiz şekilde, koordine olmamış, kendi başlarına inisiyatif ve karar alan yerel örgütlenmeler. Zaten İbda fikriyatı da “kendinden zuhur diyalektiği”, “gereken yerde gerekeni yapma” gibi formüllerle bunu kavramsallaştıran bir dünya görüşü. Mirzabeyoğlu hiçbir zaman illegal alana kayılmasını, yani silahlı mücadeleyi reddetmedi; diğer birçok İslamcı hareketten farklarından biri de bu. Rejim ve iktidar değişikliği perspektifi, bunun silahlı mücadele yoluyla yapılması diğer birçok İslamcı grubu irkilten bir şey oldu. Diğer İslamcı gruplar her zaman devletle iyi geçinme, devlete yetiştirilen kadrolar vasıtasıyla sızma, seçim pazarlıklarıyla AP ve devamcısı partilerden maddi-manevi Imtiyaz kopartma gibi ilişkilere girerken İbda bu yola girmedi. Bu bağlamda İbda-c’ler diğer İslamcı gruplara karşı şiddet uygulamaktan da çekinmedi. Tekbir Giyim’in bombalanmasından tutun Fethullah Gülen’e suikasde, İhlas yayınevlerinin bombalanmasından müftülüklere saldırılara kadar örnek verilebilir. Bu sadece eylem düzeyinde değil, söylemde de böyleydi. O dönem çıkan dergilerin hemen hepsinde, işte Taraf’tan Tahkim’e, Akıncı Yolu’ndan Siyah Bayrak’a kadar diğer İslamcı gruplar kafir devletle işbirliği yapmakla suçlanıyordu. Başka bir ilginç nokta, İbdacıların 90’lar boyunca illegal sosyalist gruplar ve Kürdistan Özgürlük Hareketi ile geliştirdiği ilişkilenme biçimi. Malum, 90’larda hem illegal sosyalist yapılanmalar oldukça aktifti ama bundan daha önemlisi Kürdistan’da gerilla ile rejimin savaşı muazzam boyutlara ulaşmıştı. 90’lar boyunca İbdacılar dergilerinde hem gerillanın savaşını hem illegal sosyalist yapıların mücadelesini takdirle anıyorlardı. Bu durum, kendi okuyucularından bile tepki alabiliyordu zaman zaman. Baştan ayağa milliyetçi-muhafazakar devletçi ideoloji ile donanmış geleneksel İslamcı grupların neler hissettiklerini tahmin etmek zor değil.

Bunlar işin güncel ve görünen boyutu. Fikri seviyede de İbda diğer İslamcı gruplardan oldukça farklıydı. İbda da Türkiye’deki pek çok İslamcı grup gibi Sünni idi ve tasavvuf ideolojinin temel bileşenlerinden biri. İbda’nın Sünnilik’i militan, Şia düşmanı bir Sünnilik. Aynı zamanda ilahiyat akademilerinde gelişen ve Sünni geleneğin eleştirisine dayanan, Yaşar Nuri Öztürk gibi ilahıyatçılarda somutlaşan Kur’ancılık’a da sert şekilde karşılar. Tasavvufi geleneğin sahiplenilmesinde özellikle Nakşi ekolünün büyük bir önemi var. Mirzabeyoğlu yanlış hatırlamıyorsam bir şiirinde “Nakşi sırrıdır kavgam” diyordu. Bunda, Necip Fazıl’ın yön değiştirmesini sağlayan Nakşi şeyhi Abdulhakim Arvasi’nin de büyük rolü var ki, aynı zamanda Arvasi Mirzabeyoğlu’nun da uzaktan akrabası. İbda ideolojisinin şekillenmesinde İmam Gazzali, İmam Rabbani ve İbn Arabi’nin büyük önemi var. Her ne kadar bu üç ismin birbiriyle uzlaşması zor olsa ve İbn Arabi İslam tarihi boyunca ulemanın önemli bir kısmı tarafından tekfir edilse de, Mirzabeyoğlu’nun kitaplarında bu isimlerin izleri bolca görülüyor. İbda’nın tek ideolojik dayanağı Sünnilik ve tasavvuf değil; Batı felsefesi de genişçe faydalanılan bir alan. Hegel, Nietzsche, özellikle son dönem eserlerinde Marks ve Engels; hatta kuantum fiziğini incelediği kitabı Sefine’de genişçe atıfta bulunduğu Bohm gibi fizikçiler, Jung gibi psikologlar, Croce gibi estetikçiler. Kısacası Mirzabeyoğlu orijinal bir düşünüş çabasına girişmesiyle diğer İslamcı gruplardan ayrılıyor. Mümkün olduğunca çok adam kazanıp Mızraklı İlmihal çerçevesinden öteye gidemeyen bir din anlayışıyla insanları örgütleme alışkanlığındaki İslamcı gruplardan oldukça farklı. Diğer yandan Ali Bulaç’tan Mehmet Metiner’e, İsmet Özel’den Nuri Pakdil’e kadar farklı noktalarda maceralarını tamamlayan İslamcı entelektüellerden de farklı. Başka bir açıdan da, Mirzabeyoğlu diğer pek çok İslamcı grup gibi radikal Osmanlıcı. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunda da görülen, Osmanlı’nın özellikle kuruluş ve yükselme çağını yüceltme tavrı İbda’da mevcud.

“İbda’nın tek ideolojik dayanağı Sünnilik ve tasavvuf değil; Batı felsefesi de genişçe faydalanılan bir alan.”

Mirzabeyoğlu’nun Mahir Çayan gibi Türkiye sosyalist hareketinin teorisyenlerinden etkilendiği, onları taklid etmeye çalıştığı sıkça söylenen bir söz. Delil olarak da THKP-C’den etkilenen İbda-c’yi, Çayan’ın PASS’ına karşı (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) Mirzabeyoğlu’nun İdeolocya ve İhtilal kitabını koyuyorlar. Haklılık payı olabilir; fakat resmin tamamı bu değil.

Bu hareketin 90’lardaki anlamı İslamcı camiaya rejimden ve onun ideolojisinden bir kopuş teklif etmesi. Bu kopuş teklifi, ‘laiklerin’ yılbaşı eğlencesine karşı Mekke’nin fethi kutlaması veya ‘laiklerin’ moda defilesine karşı tesettür defilesi veya ‘laiklerin’ holdingine karşı yeşil sermaye holdingi türünden bir paralel ve alternatif hayat üretme teklifi değil. İdeolojik olarak Türkiye Müslümanlarının temel kabullerine dokunmayan bir durum var. Yani bir yandan ‘ilklerden başka örnek tanımaksızın diyerek sahabiler döneminden, İslam’ın Asr-ı Saadet’inden başka örnek tanınmaması gerektiği fikri var. Öte yandan da İslam tarihinin ana gelenek ekseni sahipleniliyor. Bu rejimden kopuş teklifi devletin resmi ideolojisiyle tam olmasa da bir hesaplaşmayı da içeriyor. Yani Kemalizm olarak adlandırılabilecek ilke ve inkılapların, yakın tarihin İslam üzerinden sorgulanması, rejimin karakterini ‘İslam düşmanlığı’ olarak belirleme ve sistemi pratik düzeyde açıktan karşısına alma tavrı. Fakat bu rejim düşmanlığı hiçbir zaman tutarlı ve bütünlüklü bir halkçılaşmaya evrilmedi.

İBDA fikriyatı, takipçilerinin iddia ettiği gibi bağımsız ve özgün bir külliyat mıdır? İBDA fikriyatı bize ne söyler?

Bir açıdan bakarsanız hiçbir fikriyat özgün ve bağımsız değildir. Bütün düşünüşler, kendinden önceki düşünüşleri derleme ve sistemleştirme çabasıdır. Eski Yunan felsefesi Mısır, Babil, İran, hatta Hind felsefelerinden beslendi; Hıristiyanlık Yunan felsefesi, Ortadoğu dini hareketleri ve Yahudilik’in bir senteziydi; İslam Yahudi-Hıristiyan geleneğini eleştirerek sahiplendi ve özgün politik şartların sonucunda doğdu; Aydınlanma Rönesanslar, Reformlar ve değişen ekonomi-politik şartlarla yükselen burjuvazinin dünya görüşü oldu; Marksizm, Alman ideolojisi, Fransız ütopik sosyalizmi ve İngiliz ekonomi-politiğinin, ayrıca İbn Haldun ve romantizmin orijinal bir sentezi idi. İbda da, yeryüzünde ortaya çıkmış, çıkan ve çıkabilecek hiçbir ekol de bu durumdan farklı değil.

İbda özet olarak bize şunu diyor: İslam medeniyetinin temsilcisi olan Osmanlı Kanuni ile birlikte çöküşe geçti, çünkü aşk ve şevk kayboldu. Söz, Necip Fazıl’ın tabiriyle kaba softa ham yobaza kaldı. Daha sonra Batı taklidçiliği ile yine Necip Fazıl’ın tabiriyle “cebimizdeki güneşi” kaybettik ve bu felaket günlerine geldik. Beş asırdır İslam dünyası bir yenilenme bekliyor. Bu yenilenmeyi, yapacak da bir mütefekkir. Bu mütefekkir, yine kendi tabirleriyle söyleyeyim, Batı tefekkürünü İslam önünde hesaba çekecek ve yeni bir ruh üfleyecek. İslam medeniyeti ayağa kalkacak ve Batı’yı yenecek. Bu sadece askerî bir zafer değil; bilimden sanata, devletten teknolojiye kadar her şey; moda tabirle medeniyet hamlesi.

“Zaman ve Türkiye gibi gazeteler İbdacıların İslamla ve Müslümanlarla ilgisi olmadığını isbat gayretindeydi.”

İBDA’nın onu genel İslami camiadan ayıran yanı nedir? unnamed-7-300x187

İlk soruda kuş bakışı 90’larda İbda’nın İslamcı camia ile farklarını tesbit etmeye çalıştık. Sünnilik ve tasavvuf İslam ile ilişkilerinin temelleri. Fakat bu tasavvuf ilgisinin evliya menkibesi düzeyini aşıp bir tefekkür çabasına evrilmesi gayretini not etmek lazım. Diğer İslamcı camiadan özellikle 90’larda rejim düşmanlığı ve bu düşmanlığın silahlı mücadeleye evrilmesi ile ayrılıyordu. Bu mücadelede rejime karşı pasif kalmakla suçladıkları diğer İslamcı gruplara hem eylemde hem söylemde yönelmekten çekinmediler. İslamcı camia içinde İbdacılar, o yıllarda maceracılıktan MİT ajanlığına kadar pek çok şeyle suçlandılar. Akit gazetesi bile İbda’ya karşı oldukça mesafeliydi. Zaman ve Türkiye gibi gazeteler İbdacıların İslamla ve Müslümanlarla ilgisi olmadığını isbat gayretindeydi. Milli Görüş hareketi ile ilişkileri ezelden beri iyi değildi; Necip Fazıl zamanında bile Erbakan’a “şerbakan” deniyordu. Kısacası 90’larda İbdacılar, İslamcı camia içinde tamamen yalnızlardı. İbdacılara destek veren tek grup, 28 Şubat sürecinin önemli simalarından Müslüm Gündüz liderliğindeki Aczimendilerdi.

28 Şubat sürecinin olanca hızıyla devam ettiği 98 yılının Aralık ayında Mirzabeyoğlu bir kere daha gözaltına alındı. Zaten o zamana kadar hapiste önemli mikdarda İbdacı birikmişti. Bundan iki ay sonra Öcalan yakalandı ve Türkiye’ye getirildi. Mirzabeyoğlu 1999 yılını ümmetin kurtuluş yılı ilan etti ve İbdacıların hareketliliği arttı. 99 yılının sonu ve 2000 yılının başlarında, dönemin hükumetinin adına Hayata Dönüş operasyonu adını verdiği hapishanelerdeki siyasi mahkumlara saldırı dönemi başladı. Bu operasyonlarda onlarca sosyalist mahkum öldürüldü. Aynı kapsamda bir operasyon da İbdacıların kaldığı Metris cezaevine düzenlendi; İbdacılar direndiler fakat sonunda Mirzabeyoğlu ve arkadaşları Kartal cezaevine nakledildi. Buraya naklinden birkaç ay sonra Mirzabeyoğlu’nun Kartal F-tipi cezaevi hücresinde intihar teşebbüsünde bulunduğu haberleri medyaya yansıdı. İbdacılar bunun bir intihar teşebbüsü değil, kendisine uygulanan telegram işkencesine karşı bir feda hareketi olduğunu söylüyorlardı. Şimdi karşımıza iktidar ın propaganda bülteni olarak çıkan Sabah’ından Star’ına kadar pek çok gazete bu durumla ilgili alaycı haberlerini hatırlıyorum. Ki aynı Star, Metris operasyonunda zorla saçı sakalı kesilen ve darp edilen Mirzabeyoğlu’nun fotoğrafıyla “burasını ranzaya çarpmış”, “şurası dipçiğe kafa atmış” diye iğrenç bir şekilde alay ediyordu. Hadi Sabah ve Star el değiştirdi diyelim; o dönem Akit’inden Yeni Şafak’ına kadar pek çok gazete bu durum karşısında sus pustu; şimdi bütün bu geçmiş unutuldu sanırım. İbdacıların Fethullah Gülen ve hareketiyle ilişkileri hiçbir zaman iyi olmadı; Zaman gazetesi Mirzabeyoğlu’nun oruç tutmadığı, İbdacıların evlerinde porno dergiler bulunduğu gibi aptalca propaganda peşindeydi.

Mirzabeyoğlu’nun teorik çabaları ise pek çok İslamcı tarafından anlaşılmaz, Batı felsefesinden fazlaca etkilenmiş, yahut evliya menakıbnamesi gibi, veya solcu özentisi, fazla soyut vs. bulunuyordu. Teorik çaba Türkiye’nin hakim kültürüne yabancı bir şey nihayetinde.

“İbda’dan bir sosyal İslam, bir Eliaçık çıkmasını beklemek çok zor. “

Bir dönem İBDA’nın adı Tekbir Giyim’in bombalanmasıyla da duyulmuştu. Uzun bir hapis döneminin ardından, Salih Mirzabeyoğlu’nun AKP döneminde daha somut bir olgu halini alan “yeni zengin muhafazakar” kitle ve onun yaşam/görüş biçimiyle ilgili söyleyecekleri neler olur?

Şimdi tabii bir kehanette bulunanam; fakat bu konuda çalışmış, çeşitli İslamcı gruplarla görüşmeler yaparak Ayet ve Slogan kitabını yazmış olan Ruşen Çakır’ın İbdacılar için kullandığı “kenar mahalle aristokratları” tabirini hatırlayalım. Bunu Ruşen Çakır’ın küçümseme veya aşağılama amacıyla kullanmadığına eminim. Hakikaten de İbda, mensuplarını kenar mahallelerde yaşayan, orta ve alt gelir grubundan, o dönem üniversite öğrencisi gençliğin içinden devşirdi. Tekbir Giyim bombalamasıyla sembolleşen şey, bu gençliğin, orta yaşlı, zenginleşmeye ve zenginleştikçe de rejimle bağları güçlenmeye başlayan, bir zamanlar ‘Anadolu Kaplanları’ denen ve üstüne çok sosyolojik analiz ve hatta güzellemeler döktürülen kesimlere karşı öfkesiydi.

Fakat İbda, ideoloji olarak bu öfkenin fikirleşmesi, bunun sınıfsal bir perspektifle yoğrulmasına müsait bir ideoloji değil. Yani daha anlaşılır söyleyeyim: İbda’dan bir sosyal İslam, bir Eliaçık çıkmasını beklemek çok zor. Zira elli küsur kitaplık İbda külliyatına baktığınızda bir toplumsal analiz teorisi bulamazsınız. Elbette geçmişteki ve şimdiki İbda dergi yayınlarına baktığınızda toplumsal elitlere karşı bir duruş sezilebilir. Fakat en nihai noktasında bile bu, Batıcı elite karşı Müslüman halk ikileminin ötesine gidemez.

Mirzabeyoğlu sanatla ilgilenen, şiir yazan, resim yapan ve bunların teorisi üstüne yazan bir insan. Kişisel olarak da zarafet kaygısı olan bir insan aynı zamanda; konuşmasından anlamışsınızdır. Dolayısıyla estetik bir bakışla bu yeni zengin muhafazakarların rüküşlüğü, zevksizliği, sâkilliği, sonradan görmeliği, özentiliği her makul insan gibi onu da rahatsız ediyordur. Fakat bu zevksizlik nereden kaynaklanıyor, hangi süreçlerin sonucu oluşmuş olabilir gibi soruların cevabı olarak toplumsal süreçlerin analizi konusu gündeme geldiğinde İbda’nın bize söyleyebileceği şey eski medeniyetimizin zarafetinden uzak düşmüş olacağımız, İslamcıların tefekkür çabasızlığının sonucu ahlaki ve estetik normlarımızı bulamadığımız olacaktır.

Bir yandan da kamusal kaynakların yağması var eğer yeni muhafazakar zenginlerden bahsedeceksek. İhaleler, yolsuzluklar, adam kayırmalar, kadrolaşmalar. Yani kısaca yeni oligarşinin oluşumu. Mirzabeyoğlu iktisat ve para teorisi üstüne kitap yazmış bir isim. Fakat insanlığın kategorik problemlerini kabuktan çekirdeğe doğru milliyet, din, cinsiyet ve mülkiyet diye sıralarsak, mülkiyet bahsi Mirzabeyoğlu’nun en az yoğunlaştığı alanlardan biri olduğunu görürüz; din ve ona bağlı tefekkür dışındaki konular da böyledir. Başka bir açıdan, üç tahakküm biçiminden servet, bilgi ve iktidar konularında da yoğunlaşmadığını görebiliriz. Yani kısaca demek istediğim şu: İbdacıların, Türkiye’deki pekçok muhalif grup gibi, ortaya çıkan bu durumdan insanî içgüdü seviyesinde rahatsız olmakta diğer gruplardan farklı olmayacaklarını tahmin etmek zor değil. Fakat nasılını ve niçinini izah noktasında da farklı olmayacaklarını da.

Necip Fazıl ve Mirzabeyoğlu’nun öngördüğü devlet düzeni herhangi bir türden demokrasi değil; “aydınlar aristokrasisi” dedikleri, yine kendi tabirleriyle ‘fikir sosyetesi’nin toplumun geri kalanını yönetmesi ve her şeyde tam bir devlet kontrolü. Bu açıdan bakarsanız yeni oligarşinin kendi hegemonyasını milli irade formülüyle pazarlaması İbda ile ideolojik olarak uyumlu değil. Ama güncele dair tavır almalarda ideolojilerin pek umursandığını sanmıyorum. Dolayısıyla, aynı pazarlamayı milli irade değil de laik Batıcı elitlere karşı mazlum Müslüman halkın iktidarı diye yaparsanız, o zaman bir örtüşme mümkün olur.

Bugün İBDA’nın durumu nedir? İBDA güncel tartışma ve çatışmaların neresine düşer?

2000’li yılların ortalarına doğru İbdacılar tekrardan yayın faaliyetlerine ağırlık verdiler; dergiler çıkartmaya başladılar. Ki o dönem Gülen’den Süleymancılara kadar pek çok ‘ılımlı’ İslamcı grup ve cemaatin AKP’yi desteklediği dönemdir. Bu dönemde çıkan dergiler AKP hükumetine ve politikalarına, özellikle Erdoğan’a karşı muhalif dergilerdi. Mirzabeyoğlu Erdoğan için mürtedd (dinden çıkmış) ve yürüyen takım elbise diyordu. En önemli muhalefet noktaları Irak işgaline karşı AKP’nin ABD yanlısı politikası, AB süreci, yabancılara mülk satışı gibi konulardı. 11 Eylül sonrası el-Kaide’ye karşı açık bir destekleri vardı. Ergenekon sürecinde ise, İbdacıların çıkarttığı Aylık ve Baran dergileri gittikçe artan dozlarda Ergenekon yanlısı bir tavır aldılar. Her sayıda bir ulusalcı isimle röportaj yapılıyor, hatta M. Kemal’den mücahid gazi diye bahsediliyordu, 1919 şartlarında olduğumuz belirtiliyordu. Yani o dönemdeki ulusalcı-Kemalist cenahla aşağı yukarı aynı çizgideydi. Fakat bu durum İbdacıların içindeki bazı kesimleri rahatsız etti. AKP’nin gittikçe artan muhafazakarlığıyla birlikte, İbdacıların önemli bir kısmı mahcub ifadelerle hükumeti destekleyen bir çizgiye savruldu. Ergenekoncu diyebileceğimiz çizgi ise, anti-emperyalizm söylemiyle Türkçü, Kürdistan Özgürlük Hareketi düşmanı, AKP karşıtı bir çizgiye. Bu Ergenekoncu çizgi şimdilerde IŞİD’i destekliyor. Bu minvalde geçmişte Hizbuşşeytan veya Hizbulkontra dedikleri Hizbullahçılarla temasları var. Mirzabeyoğlu’nun konferansına Gökçe Fırat’ın katılmasının arka planı böyle.

Şimdi bütün bu manzaraya bakınca hükumet yanlısı İbdacıları diğer İslamcı gruplardan, Ergenekoncu İbdacıları da ulusalcı-Kemalistlerden ayıran pek bir şey kalmamış oluyor. Ortada ideolojiden ziyade duyguya düşünce tedariki olunca, yaldızlar dökülüp altındaki asıl cevher gözüküyor.

Ergenekon süreci ve sonrasında kristalleşen bir durum var: Bir yanda açıkça dillendirmeden hükumet yanlısı olan İbdacılar var; bir yanda da hükumet muhalifi Türkçü-Ergenekoncu bir grup. Sayısal hesapla bakarsanız aslında “ben İbdacıyım” diyen insan sayısı herhalde üç haneyle ifade edilir. Fakat toplumsal etki hesabı böyle yapılmaz. Mirzabeyoğlu’nun tahliyesiyle birlikte hareketliliğin artacağını tahmin etmek de kehanet olmaz. Ergenekoncu diye isimlendirdiğim grubun ulusalcılardan Hizbullahçılara kadar, ortak paydası Kürdistan Özgürlük Hareketi karşıtlığı olan kesimlerle ittifak arayışında olduğunu ve bunu arttıracağını da öngörmek mümkün. Kendi iç anlaşmazlıkları, AKP hükumetinin ve yeni hegemonyanın gittikçe muhafazakarlaşması, bölgesel gelişmeler gibi çok parametreli bir sistemde bu hareketin nereye doğru evrileceğini kestirmek çok kolay değil.

Bugün toplumsal ve siyasi konumlanışa bakıldığında üç büyük güç birikimi görülüyor: Bir yanda devletin bütün kurumlarına artık yerleşmiş bulunan bir muhafazakar yeni hegemonya, çalkantılar sonucu evrimleşse de kategorik olarak eski hegemonyanın savunucuları ve kendini üçüncü yol olarak tahkim etmeye çalışan Kürdistan Özgürlük Hareketi ve müttefikleri. Gündem dediğimiz şeyin bütün maddeleri bu üç odak arasındaki ihtilaflardan kaynaklanıyor ve her bir gündem maddesinde taraflar başka başka pozisyonlarda konumlanıyor.

AKP ile temsil edilen ve yeni hegemonya veya oligarşi dediğim şey Türkiye’deki bütün grupları bambaşka noktalara savurdu; özellikle şu 6-7 sene. Artık dindarlar kendini devletin ve ülkenin sahibi olarak hissediyor. On yıl önce ‘İzmirli Kemalist teyze’ söylemi diye alay edilen şeyi bugün bir İbdacının ağzından rahatlıkla duyabilirsiniz mesela.

Anti-kapitalist Müslümanlar Mirzabeyoğlu’nun konferansından sonra bir bildiri yayınladılar. Tamamını alıntılamayacağım ama şu paragraf önemli:

“Mahpuslukta güce boyun eğmeyen insan gibi insan; özgürlükte ise güce yanaşma adına İktidara teşekkür etme ihtiyacı duyan insancık. Evet, görünen şekliyle, Mirzabeyoğlu’nun tabiri ile telegram yöntemi ile bir kontrol mevcut, lakin kontrol edeni Mirzabeyoğlu’nun aradığı yerde aramak nafile ve yanıltıcı bir çabadır. Açık olan bir gerçek var ki, kontrol merkezi gücü elinde bulunduran iktidardır ve konferans vesilesi ile müşahhas olarak görülmüştür ki, Mirzabeyoğlu kendisine reva görülen bu iktidar menşeli telegramı görmezlikten gelmekte, ıskalamakta ve bu vesile ile dinleyicilerinin de aynı telegrama muhatap olmasına maalesef vesile olmaktadır. En acınacak durum ise Mirzabeyoğlu’nun bu tavrı iktidarla rızalaşarak yapıyor görüntüsünü veriyor olmasıdır.”

Aynı fikirde olduğum için alıntılamadım. Aralarındaki tartışmayı önemli gördüğüm için aktarıyorum. Bunu bile açıklaştırma ihtiyacında olmak acı.

“30-40 yıl önce Mirzabeyoğlu diyalektik kavramını eserlerinde kullandığı için komünist olmakla suçlanıyordu.

Salih Mirzabeyoğlu’nu farklı kılan nedir, görüşleri ve onu klasik bir İslamcı’dan ayıran ve ayırmayan yanları nelerdir?

Mirzabeyoğlu’nu farklı kılan şey en başta orijinal ve samimi bir düşünce çabası içinde olması. Son yüzyıla baktığınızda böyle bir çaba içinde olan aydın sayısı çok azdır. İdeolojik ayrım yapmıyorum: Cemil Meriç’ten Hikmet Kıvılcımlı’ya, İdris Küçükömer’den Nurettin Topçu’ya kadar. O haklıydı, bu gericiydi, filan sağ sapma içindeydi neyse ne. Şu noktada ona bakmıyorum; önce bunu bir tesbit edelim. Fikirlerini beğenmediğin adamı yok saymak, tahkir etmek aşağılık bir şey ve Türkiye’de bir şeye karşı çıkma metodu.

İkinci tesbit edilmesi gereken nokta bir düşünce sistematiği kurmaya çalışması. Devlet, toplum, iktisat, sanat, fizik, kadın, ahlak… Birçok alanda, kendi kurmaya çalıştığı sistematik yaklaşımıyla düşünce üreten bir insan.

Bunları tesbit ettikten sonra Mirzabeyoğlu pek çok konuda diğer pek çok İslamcıyla temel yaklaşımları paylaşıyor. Saymaya çalıştım: Batı medeniyetine karşı İslam medeniyeti, Osmanlıcılık, Sünnilik, tasavvuf. Ayrıldığı noktalarsa rejim muhalifliği, Batı felsefesinden faydalanarak bir senteze ulaşma çabası. Şunu da aklıda tutmak lazım: Bugün pek çok İslamcı entelektüel Derrida’dan girip Foucault’dan çıkıyor evet ama bundan 30-40 yıl önce felsefe İslamcılar arasında günahtı ve Mirzabeyoğlu diyalektik kavramını eserlerinde kullandığı için komünist olmakla suçlanıyordu.

Şimdi bu kadar guya derin ve teorik konuşma yaptık ama bir lider ve onun takipçileri olarak bakarsanız, Mirzabeyoğlu’na şeyh muamelesi çeken adam da var, Necip Fazıl sayfalarca İttihat-Terakki liderleri için Yahudi uşaklığından ahmaklığa kadar türlü ‘eleştiri’ yaparken Enver Paşa için ‘ama çok delikanlı adamdı’ diyen de. Yani İbdacılar da Türkiye ahalisi ortalamasından pek farklı değil.

Fikri veya yaşam biçimi manasında seküler olan biri, bir gayrimüslim, bir Kürt, bir eşcinsel İBDA’dan korkmalı mıdır?

Tahrik edici bir soru ve bu güzel (gülüyor)… Bana sorarasanız -ki sordunuz- Türkiye’de hiçbirimiz birbirimizden korkmamalıyız ve aynı anlama gelmek üzere herkes kendinden başlayarak herkesten ve her şeyden korkmalı. Düşünceler, ideolojiler, fikir sistemleri filan, hepsi Türkiye ahalisi için ancak kabile sancağı kadar kıymetli. Yani her şey ve hiçbir şey… Dolayısıyla düşman ve dost çok hızlı yer değiştirebiliyor; üstelik buna değişen şartlara göre tavır alma diye bir kılıf da bulabiliriz. Konuyu gürültüye getirip net cevap vermekten kaçınmak için söylemiyorum bunları. Unutmayalım; ülkücüler 80 öncesinde İslamcı gençlik liderlerinden Metin Yüksel’i (Edip Yüksel’in kardeşidir) Cuma namazı çıkışında öldürmüşlerdi. Veya sosyalistler başka fraksiyondan sosyalistleri öldürmekten çekinmediler. Veya Kemalist 71 muhtırası Kemalist İlhan Selçuk’a işkence etmekten çekinmedi. Yani Türkiye’de insanların birbirine şiddet uygulamadan önce kullanabilecekleri meşrulaştırma argümanlarına sınır yokmuş gibi gözüküyor.

Somut durumun somut analizini yapalım: Bugüne kadar bir grup İslamcı şiddet hareketi gördük. Hizbullah devlet desteğiyle başta Kürdistan olmak üzere bütün Türkiye’de öncelikle PKK’ye, sonra kafir olarak gördükleri Gonca Kuriş gibi bazı yazarlara, hatta başka fraksiyondan gelen diğer Hizbullahçılara saldırdı. İslamî Hareket Süreci isimli örgüt Yahudi iş adamı Kamhi’ye suikasd düzenledi. Bugüne kadar hala aydınlatılamamış bir dizi suikasd ile 80’lerden bu yana Bahriye Üçok’tan Taner Kışlalı’ya, Çetin Emeç’ten Uğur Mumcu’ya birçok aydın öldürüldü. Bu suikasdleri gerçekten İslamcı örgütler mi yaptı bilemiyorum ama böyle bir algı var.

Daha önce de belirttiğim gibi İbda-c’ler Atatürkçü Düşünce Dernekleri’ne, gayrımüslim azınlık kurumlarına, birahanelere, diğer bazı İslamcı gruplara saldırılar düzenledi. Madımak katliamını İbdacı dergiler “şanlı Sivas” diye selamladı. Kasım 2003’te iki sinagog, İngiltere konsolosluğu ve HSBC’ye yapılan saldırıları da sahiplenmişlerdi. 6-8 Ekim olayları diye bilinen olaylardan sonra bazı İbdacılar Hizbullahçı kurumlara destek ziyaretinde bulundu.

Yani İbdacılar da, başka İslamcılar da Alevilerden sekülerlere, Kürtlerden gayrımüslimlere pek çok toplumsal kesimi düşman olarak görebilir ve saldırabilir. İbdacıların farklı bir yönü ise, kendileriyle ilgili olsun olmasın toplumsal şiddet olaylarına olumlu diyebileceğimiz bir havayla yaklaşmaları. Yani mesela Maraş’ta Suriyeli mültecilere karşı pogroma girişen halkı bile “Maraş’ta ihtilal provası” diye selamlayabiliyorlar. En uç örneğini vereyim: 90’larda çıkardıkları dergilerde trafik kazalarını bile “Trafik akıncıları şu kadar kişiyi telef etti” diye veriyorlardı. Fakat öte yandan yaklaşık on yıldır İbdacıların herhangi bir saldırıya karıştıklarını hatırlamıyorum.

Türkiye her esaslı rejim değişikliği öncesinde ve sonrasında ciddi iç karışıklık süreçlerinden geçmiş. Beylikler arası savaşlardan Celali İsyanlarına, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından Çerkes Edhem’e, Takrir-i Sükun’dan 80 öncesi iç çatışmalara kadar… Şu an bir esaslı rejim değişikliği süreci yaşıyor muyuz sorusu bir tarafta dursun; İbdacılar silaha başvurur mu ve eğer başvururlarsa bu daha önce İbdacılarla ilişkisi olmayan İslamcı kesimleri de hareketlendirir mi diye sorarsak soruyu, herhangi bir radikal İslamcı grubun çeşitli toplumsal kesimlere saldırma ihtimali ne kadarsa, ancak o kadardır diye cevaplarım.

Türkiye öngörü veya kehanet kaldırmayan bir ülke. Fakat bir yandan da yeni oligarşi yani AKP İsmailağa cemaatinden bazı Alevî gruplara, İbdacıların önemli bir kısmından bazı Ermeni aydınlara birbiriyle alakasız hatta zıt gibi duran toplumsal kesimleri kendine tabi kılmış durumda. Hadi diplomatik dille konuşalım, rızasını almış durumda. Bu şartlar altında, en azından şimdilik görünen ufukta, devlet destekli olmayan bir saldırı ihtimali yok. Türkiye’de tarih boyunca milliyetçi-İslamcı cenahın, 90’lardaki İbda-c’ler çıkışını saymazsak, devlet desteğini arkasına almaksızın birilerine saldırdığını görmedik.

Tesbiti somutlaştırmak için söyleyeyim: Bugün yeni oligarşinin üniformalı ve üniformasız neferleri linç ederek Eskişehir’de 19 yaşında Ali İsmail Korkmaz’ı öldürüyor, başından gaz kapsulüyle vurarak İstanbul’da 14 yaşında Berkin Elvan’ı öldürüyor, ateş açarak Diyarbakır’da 18 yaşında Medeni Yıldırım’ı öldürüyor. Yani şimdilik yeni nefere ihtiyaç yok fakat konskripsiyon bürosu kurulursa yazılmaya teşne olan da çok. Böyle görmek gerek.
Kaynak: Jiyan.Org
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com