EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Lütfi Bergen'den düzeyli bir Seazai Karakoç eleiştirisi

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İMAR, MİMARÎ ve ŞEHİRCİLİK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ksm 26, 2014 12:34 am    Mesaj konusu: Lütfi Bergen'den düzeyli bir Seazai Karakoç eleiştirisi Alıntıyla Cevap Gönder

Lütfi Bergen'den düzeyli bir Seazai Karakoç Eleiştirisi: Roma'yı İslâmlaştırmak




Sezai Karakoç’un Bizans-Roma kentlerini İslam şehirlerine çevirmeye ilişkin önerisi ile “medeniyet-şehir” üzerine yaptığı değerlendirmeler arasında bir tenakuz bulunmaktadır. Doğu-Batı çatışması arasında “İslam” fikrine bağlılıkla Sezai Karakoç tıpkı Baykan Sezer gibi “Batı’nın Doğu’ya yönelik saldırılarına Doğu’nun İslâm’la direndiğini” ifade etmektedir. Ancak zaman zaman bu düşünce sürçmekte, Batı kentinin “Müslümanlaştırılması” gibi, “Ayasofya’nın ibadete açılması” gibi yaklaşımlara kapılmaktadır. İşin aslı biz Batı kentinin isimlerinin değiştirilerek, mimarisiyle oynanarak Müslümanlaştırılabileceği kanısında değiliz. Hacı Bayram, Augustus Tapınağı’nı camiye çevirmemiş ve bu görkemli tapınak/kilise yanında mütevazı Camii’ni inşa ederek Müslüman şehirlerin gerçek dinamiğini göstermiştir. İstanbul’u fetheden de Anadolu’nun bütün pagan, Rum, Yahudi, heteredoks öbekleri ile hareket etmekten zerrece gocunmayan, onlara Bizans gibi ortak bir düşman ve sömürü odağı işaret eden Müslümanlardır.

Sezai Karakoç yazılarında “Batı kenti” ile “Müslüman şehri”ni; “uygarlık” ile “medeniyet”i birbirinden tefrik etmeye çok müsait kavramsal ayrıştırmalara haiz olmasına rağmen sık sık bu kelimeleri birbiri yerine kullanmakta ve bu nedenle paradigma kurmada yara almaktadır. Sezai Karakoç’un “Kent” adlı makalesinde bu kavramsal karmaşa görülmektedir: “Kent, site, medine doğurma düzeyine varmamış bir uygarlık, henüz tam bir uygarlık olamamış demektir (…) Kent ve uygarlık adetâ özdeş düşünülmüştür eski uygarlıklarca. Onun içindir ki, medine ve medeniyet, aynı kökten gelir. Arapçadaki eşsiz dil ve anlam uyarlığı, şehir ve medeniyet arasındaki ilişkiyi, aynı realitenin başkalaşmaları, değişimleri, fazları arasındaki ilişki biçiminde vurgulamıştır” (Karakoç, 1987: 52-53). Karakoç bu yazısında Batı kentinin doğuşunda işçilerin çalışma düzenini, zulmün kamçısını, ağır sanayinin ve maddeciliğin ortaya çıkışını esas aldığına değinir. Buna karşılık Doğu kentinin problemi ele alış biçimi değişiktir. Doğu kentinin kurucuları hizmet yoluyla Allah’a yaklaşmaya çalışıyorlardı. Onların inancına göre, Allah’a varış, insana hizmet yolundan geçmekteydi. Bu yüzden kendilerini şehre, şehrin ötesinde insana ve onun da ötesinde Allah’a adıyorlardı. Doğu kenti lirizminin gerisinde mistik ve metafizik dokuya malikti. Batı kenti ise eziş ve eziliş, buyurma ve buyruğu yerine getirme arasındaki gerilimden doğdu. Yine bu nedenle Doğu’nun ipek kentinin karşısına Batı, çelikten dev gökdelenler koydu. Doğu’da “işçi ve mimar, esnaf, ehramların mimarı gibi esere gömüldüler. Kentin taşında, toprağında, havasında eridiler. Onlar işi bir riyazet aracı kabul ettiler. Nasıl ki, Hacı Bayram-ı Veli de, bu gerçeği bir şiirinde “Ben bir ulu şara vardım / O şarı yapılır buldum / Ben dahi yapıldım / Taş ü toprak arasında” deyişiyle dile getirmektedir. Şüphesiz, Büyük Veli’nin bahsettiği şehir aslında gözle görülen maddi şehir değil, mânevî şehir, ruh şehridir (…) Şehir, medine, site veya kent, hangi kelimeyle ifade edersek edelim, bir medeniyetin canlı ve toplu sergisi demek olan eser, her şeyden önce bir ruhun ifadesi olmaktadır. Medeniyet kurduğu ve yaşattığı şehirlerde kendini ifade etmekte veya ele vermektedir” (Karakoç, 1987: 55-56).

Dikkat edilirse Sezai Karakoç kent-şehir kavramı ile uygarlık-medeniyet kavramını birbirinin yerine kullanmakta ancak Batı-Doğu çatışması tezine bağlılıktan hiç vazgeçmemektedir. Ötekileştirilmiş bir “Batı” kavramı kullanmasına rağmen aynı “Batı”nın kendi oluşturduğu kültürün sonucu olan “uygarlık”, “kent” gibi kavramları içselleştirmesi bir çıkmaza neden olmaktadır. “Bizans İstanbul’unun karanlıklığıyla, Osmanlı İstanbul’unun aydınlığını bir karşılaştırınız” (Karakoç, 1989: 178) diyecek “iki medeniyeti ayıran zaman çizgisi, o şehrin tarihini de kılıç gibi ortasından ayırır” fikrini besleyecektir. O’na göre her yeni medeniyet değişikliği, kökten kültür değişmesi, eski şehirin yerine bir başka şehir koyacaktır. Ancak Sezai Karakoç bu “medeniyet değişikliği”ni “meyhanelerle kahvehaneler, sarnıçlarla çeşmeler, Kiliselerle Camiler” arasındaki farklara indirgemektedir. Sezai Karakoç’un “Batı kenti/Doğu kenti” dikotomisi ne yazık ki kent/şehir dikotomisine dönüşmemektedir. Ayrıca Batı kentinin sömürü mekanizmasının farkında olan Sezai Karakoç’un Doğu şehrinin tanımlanması ve vasıflanması meselesinde “sömürülemezlik- kula kulluğa son” gibi iktisadî aklın sonuçlarına değil de “ruh-mistiklik-şehre gömülme” gibi kavramlara yönelmesi oldukça sıkıntılıdır. Ankara’nın tarihle ve halkla uyuşamamışlığını ifade ederek onun “Halkın kudretinden ve ruhundan organik olarak tütmemiş, âdeta dışardan getirilen parçalarla portatif olarak kurulmuş mekanik şehir” olduğundan bahseder (Karakoç, 1989: 179).

Sezai Karakoç’un diğer bir paradoksu ise Hz. Peygamber (asv)’in “İstanbul bir gün fetholunacaktır” beyanının hedefini Ayasofya olarak anlamlandırmasıdır. “Hz. Peygamber’in İstanbul’a bu kadar önem vermesi, onun Doğu’nun sözcüsü, Batı’ya karşı Doğu Kürsüsü olmasındandı. Orada Ayasofya bulunmasındandı” (Karakoç, 1988: 179). Karakoç’a göre Ayasofya yalnız Peygamber’in gelişini müjdeleyen İslâm öncesi bir mucize değil, bugünlere de işaret eden, geleceğe ait de bir mucizedir (Karakoç, 1988: 179). İslam ve Doğu’yu “iktisadî nizam”, “adalet dairesi”, “Doğu halklarının (Katolik ve Protestan olmayan Hıristiyanlar, Yahudiler, Süryaniler, bütünDoğu halkları) Bizans’tan azadlığı” ekseninde okumaktan ziyade sembolist anlamda Ayasofya’nın açılması üzerinden okuyan Karakoç’un paradoksunun kökü buradadır: “Ayasofya Doğu’dadır ve Doğu’ya aittir (…) Asya başkaldırmıştır. Doğu başkaldırmıştır. Ona (Ayasofya’ya) Batı’nın ambargo koymaya ve onu müze adı altında abluka altına almaya ne hakkı vardır?” (Karakoç, 1988: 180). İstanbul’un yeniden başkent yapılmasını talep ederek bu kenti küreselleştirir: “İstanbul, yalnız bir devlet başkenti olmak nitelik ve yeteneğinde değildir. Medeniyetler başkentidir de. Roma-Bizans ve İslam Medeniyetlerinin başkenti (…) Şimdi İstanbul’u Başkent olmaktan çıkarmak, hele Ayasofya’yı Cami olarak kapatmakla Kızılelma Roma’nın üzerinden kalkmış, gerileyerek tekrar Ayasofya’nın üzerine konmuştur. İstanbul’u Başkent Ayasofya’yı açarsak, Kızılelma, tekrar ileriye gidecek, İslam ideali, Batı’yı hedef alacaktır” (Karakoç, 1988: 181- 182). Sezai Karakoç’un İstanbul’un başkent yapılması halinde artacak nüfusu öngördüğü ancak bu açmaza katlanılması gerektiği fikri de şaşırtıcıdır: “Şu anda, İstanbul’daki mesken problemini çözemiyoruz. O zaman birden üç milyona fırlayacak olan bir şehrin, ev ve yerleşme durumunu nasıl halledeceğiz? Evet, bütün bunlarda bir gerçeklik payı yok değildir. Ama İstanbul’un Başkent olmasıyla kazanacağımız Büyük Devlet özelliği ve avantajları yanında bunlara katlanmak gerektir” (Karakoç, 1988: 188). İstanbul'un 3 milyona fırlayacak nüfusundan ürken ancak "Başkent olma" talebi ile buna katlanılmasını öneren Karakoç'un İstanbul'un bugün 20 milyona yakın nüfusunun Başkent olması halinde ulaşacağı sayıya ilişkin bir değerlendirmesi olacak mıdır?

Sezai Karakoç, “her medeniyet bir şehir getirmiştir. Medeniyetlerin kendilerine mahsus şehirleri vardır” (Karakoç, 1989: 178) fikrinden hareket ediyor. “Kendine güvenen bir medeniyet her şeyden önce kendi eserini ortaya kor, sonra da eski eserleri kendine uydurur (…) İslam, bir medeniyet olarak eski eserlerden yaşıyanları kendine uydurmuş, organik bir ilgiyle yapısına kaynaştırmıştır” diyecektir (Karakoç, 1989: 178). Bu yaklaşımın Hz. Peygamber (asv)’in “Medine” inşasında da Hacı Bayram’ın dergâhını inşasında da karşılığı olduğunu düşünmüyoruz. Hz. Peygamber, Medine’de “Müslüman Pazarı” ile şehrin yapısını mimarî anlamda değil iktisadî manada değiştirmişti. Hacı Bayram’ın da halkın organik aydını olamayan ulema zümresinden ayrılarak taş taşıyıp “şar inşa eylemesi” tarihe iktisadî bir müdahaleydi. Buradan hareketle Hz. Peygamber (asv)’in İstanbul’un fethi ile ilgili işaretini sembolizm üzerinden okumak hatalıdır. İstanbul, üç kıtayı (Avrupa-Asya-Afrika) birbirine bağlayan bir geçitti. Müslümanların İpek Yolu’nu kontrol etmeleri bu kentin kontrolüne bağlıydı. Nitekim İstanbul’un kaybedilmesi Batı’yı en az üç yüzyıl Doğu’yu sömürmekten alıkoymuştur.

Sezai Karakoç’un “Roma’yı İslamlaştırmak” bakımından yakalandığı açmaz kimliğin iktisadî temellerin değişimine bağlı olmadığı zannına dayanıyor. Bu nedenle şekli, duyulur, dışsal, biçimsel değişimlerin özde değişim olduğu algısına kapılıyor. Buna dair bir örnek alıntı vermek derdimizi izah edecektir umudundayım: “Roma’nın bir katedralinin çanlarını lütfen çıkarınız; yanına sülün gibi bir minare koyunuz. Oradan bir mü’min sesi yükseltiniz. Tarihin karanlığında ürpermekten başka nasibi olmamış yapının birden aydınlandığını, sevinçle dolduğunu, bütün putların yere kapandığını, Vatikan’ın bir dehlize kaçtığını, katedrallerin (ve sinagogların) aydınlanarak, isimleri değişerek, mü’min ve İslamla kurtulduğunu, makinaya benzeyen şehirlerin insan yüzü gibi nurlandığını göreceksiniz” (Karakoç, 1989-B: 47). Karakoç’un muhtemelen Ayasofya’yı “Müslümanlaştırmak” için dört bir yanına eklenen minarelerden mülhem olan bu cümlelerine Hz. Peygamber (asv) devrinde bir karşılık bulmak mümkün görünmemektedir. Zira, İslam toplumlarında ilk minare 673’te Muaviye zamanında Mısır Valisi Müslime tarafından Amr Camii’nde inşa ettirilmiştir. Müslümanlar minare olmadan da Mekke’yi fethetmiş, Kâbe içindeki putları temizlemişti. Çünkü fetih öncesinde Mekke’nin iktisaden Müslümanlara direnecek mecali kalmamıştı. Tıpkı İstanbul’un fethinde olduğu gibi.


- Karakoç Sezai, İnsanlığın Dirilişi, Diriliş Yayınları, 1987
- Karakoç Sezai, Dirilişin Çevresinde, Diriliş Yayınları, 1988
- Karakoç Sezai, Günlük Yazılar-Sütun, Diriliş Yayınları, 1989

- Karakoç Sezai, İslam, Diriliş Yayınları, 1989-B

Kaynak: http://lutfibergen.blogspot.com.tr/2014/11/romayi-islamlastirmak.html
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İMAR, MİMARÎ ve ŞEHİRCİLİK Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com