EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Fatih Sultan Mehmed Han ve İstanbulun Fethi

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> OSMANLI TARİHİ
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cum May 30, 2008 11:44 pm    Mesaj konusu: Fatih Sultan Mehmed Han ve İstanbulun Fethi Alıntıyla Cevap Gönder

Bu millet ölmeyecekse bu Fatih dirilecektir!..

Necip Fazıl KISAKÜREK



Bir gün Fatih dirilecektir! Evet, laf ve hayal âleminde değil, doğrudan doğruya madde ve hakikat dünyasında Fatih dirilecektir!

Bir gün , Fatih , sandukasının ihtiyar kapağını genç omuzlarıyla kaldırıp ufkî vaziyette şakuli hale geçecek; ve istanbul ‘un divanyolunda görünecektir!!!

Bir gün onu kâfurdan yontulmuş asil ve mevzun parmakları ile kılıcının kabzasını kavramış, zarif ve ince endamıyla bir masaya eğilmiş ve gök gözleriyle dünya haritasını süzmeye başlamış olarak göreceğiz. Başındaki heybetli kavuğu, Uludağ’dan daha haşmetli görünecektir.

O gün, dünya ve insanlık muhasebesinden Türk milletine ait hakların, Türk milletinin içinde ve dışında terazi kefesine koyacağı an olacaktır.



İşte o gün, başımızda bulunacak olan yüceler yücesi, günün gerektireceği üstün kurtarıcılık vasıflarına göre, ruhu ile olduğu kadar cismi ile de Fatih’den başkası olmayacaktır!..

Zira Türk milletinin içindeki Fatih’lerin harekete geçmeleriyle; onun, aynen sandukasını devirmiş, ayağa kalkmış ve kalabalıkların önüne geçmiş vaziyette meydana çıkması, iki hayali birbirine tıpatıp intibak ettirici en mesut ahengi doğuracaktır!..

Kendi içinde olmuş bir cemiyetin dışarıya doğru fetih hamlesini temsil eden Fatih; bu defa aynı cemiyetin hem kendi içine hem de dışına doğru mefkûrevi fetih hareketinin timsali olacak; bu da beş asırdır sandukasının içinde ders alan Fatih’in ulaştığı son kemal haddini gösterecektir!..

Bu millet ölmeyecekse, bu Fatih dirilecektir!


FATİH SULTAN MEHMED HAN

Babası : İkinci Sultan Murad

Annesi : Huma Hatun

Doğumu : 29 Mart 1432

Vefatı : 3 Mayıs 1481

Saltanatı : 1451 - 1481 ( 30 )

Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, uzun boylu, dolgun yanakli, kirmlzi, beyaz tenli, kivrik burunlu, kollari adaleli ve kuvvetli bit padisahti. Devrinin en büyük ulemasindan birisi idi. Yedi tane yabanci lisan bilirdi. Âlim, Sâir ve sanatkârlari toplar ve onlarla sohbetten çok hoslanirdi. Gayet sogukkanli ve cesurdu. essiz bir kumandan ve idareci idi. Yapacagi isler hususunda, en yakinlarina bile hiç birsey sizdirmazdi.

Fatih Sultan Mehmed'in ömrü seferlerle geçti. Yikilmaz diye bilinen Bizans'i yikti. Ìstanbul'u fethetti.

Ayasofya kilisesini cãmiye çevirdi. Kiyamete kadar cãmi olarak kalmasini istedigi bu muhtesem mâbed için ,mükemmel bit vakfiye yazdirtti. (Basvekâlet Arsivi Tapu Defterleri No: 20, 27, 167, 251) 1127 sene kilise, 481 sene de cãmi olarak kullanilan Ayasofya, 1934'de müze haline getirildi.

Hz. Fatih, Enez'i, Galata ve Kefe'yi Osmanli topraklanna dahil etti. Limni, Ìmroz, Semendirek, Taçoz, Bozcaada ve Bosdan'i aldi. Belgradi muhasara ettigi zaman çarpismaya bizzat katildi. Alnindan ve dizinden ciddi sekilde yaralandi. 1458'de Mora'yi kismen, bir sene sonra da Sarbistan'i tamamen aldi. 1461'de Amasya'yi ve Ísfendiyar Ogullari Beyligini Osmanli topraklarina dahil etti. Trabzon Rum lmparatorlugunu ortadan kaldirdl. 1462'de Romanya, Yayçe ve Midilli'yi aldl. 1463 senesinde Papa'nin büyük gayretleri ile toplanan ve savasa katilan herkesin alti aylik günahinin affolunacagi ilân edilen 20 devletin katildigi bir haçli ittifaki ile 16 sene savastl. 1463'de Bosna'yl fethetti ve Hersek'i de tabiiyeti altina aldi. 1466'da Konya ve Karaman'i aldi. Arnavutlugu tamamen Osmanli topraklanna katti. 1470'de Agriboz'u aldl. Uzun Hasan'i Otlukbeli savasinda kesinlikle yendi. Zafer Sükranesi olarak kirkbin esiri salivererek, hürriyetlerine kavusturdu. 1476'da Bogdan'i Osmanh topraklanna katti. Otuz sene içinde tam yirmibes seferi bizzat kendisi idare etti. 900.000 bin kilometrekare olan topraklanm 2.214.000 kilometrekareye çikardi.

Fatih Sultan Mehmed, Venedikliler tarafindan tertiplenen tam ondört suikastten kurtuldu. Son suikastten ise kurtulamadi. Venedikliler, bu büyük hükümdari, aslen bir yahudi olan Maesto Jakopo isimli bir doktor vasitasiyle zehirleterek öldürmeye muvaffak oldular. Tarihçi Babinger'e göre bu suikastçi doktor, Yakup Pasa ünvani ile sarayin doktorlari arasinda bulunuyordu.

1481 Mayisinin üçüncü günü yine bir sefere çikmisken, Gebze'de ordugâhinda Persembe günü vefat etti. Papa, Büyük Hakanin ölümünde tam üç gün üç gece bütün kiliselerin çanlanni çaldirtarak sevinç ayinleri yaptirdi. Hz. Fatih 49 sene bir ay bes gün yasadi. Ìki imparatorluk,, dört krallik ve onbir prenslik yikan büyük hükümdarin cenaze namazini Fatih Camiinde Seyh Muslihiddin Mustafa Vefa Efendi Hazretleri kildirdi. Türbesi Fatih Camii yanindadir. (Allah rahmet eylesin.)

Hz. Fatih, Müslüman Türk Milletine yapmls oldugu büyük hizmetlerle, dünyanm en büyük hükümdarlarindan birisi oldugunu isbat etmistir. Ìstanbul gibi, cihanin bir incisi olan, bu muhtesem beldeyi Türk Milletine kazandirmistir. Yapmis oldugu çalismalar ile, memleketinde büyük çapta bir imar hareketini gerçeklestirmistir. Bugünün üniversitesi olan (Fatih Külliyesi)ni 1470 senesinde tamamlamis, lstanbul'u fethettigi zaman 8 tane kiliseyi camiye çevirmis, etrafindaki papaz odalarini da medrese yapmistir. Aynca bir çok Anadolu kasabasinda da medreseler yaptirmistir.

Hz. Eyyûb El - Ensârî'nin (r.a.) kabri Fatih zamaninda kesfedildi. Delâil-i Hayrat müellifi Seyh Sülevman Cezulî ve Allame Ali Kusi Fatih devrinde vefat ettiler.

Erkek cocukalari: Mustafa, Ikinci Beyazit,Cem, Korkut.

Kizi: Gevherhan Hatun...
http://www.istanbulu.com/
28 Mayıs 2008 Çarşamba
KUTLU FETİH MÜBAREK OLSUN...


Kutlu Fetih Mübarek olsun!
Sene 1453 Peygamber Müjdesine mazhar olmak ve Haçlı Bizansın merkezi İstanbul'u da alarak bu topraklara İslam Mührünü vurmak için çıkılan kutlu seferin bu sene 555. yıldönümünü kutluyoruz.. İstanbulun Fethi şüphesiz her açıdan önemlidir...

Ve bir devrin sona erip yeni bir devre kapı aralayıcı özelliği ile de önem arzeder..Bugün haçlı ve emperyalistlere vurulan her tokatta bu Şanlı Fetih hatırlanmaktadır.. velhasıl Haçlı sürüleri bu Büyük Fethi İşgal olarak dünyaya lanse etmeye ve Başta Kutlu Fethin Sembolü AYASOFYAYI yerli işbirlikçileri vasıtası ile tamamen KLİSE ye çevirmeye çalışmaktadırlar ...Bugün İstanbul başta olmak üzere Osmanlıdan miras kalan bu toprakların üzerinde ki siyonist ve Haçlı oyunları devam etmekte olup Osmanlı ve İslam mührünü kazıma faaliyetleri de tüm hızı ile devam etmektedir...

Bugün emperyalizmin işgaller ve sömürülerle kan deryasına çevirdiği , fetih sonrası tabloya muhtaçtır.Dünya Fatihin açtığı Yeni çağa ve de bugün bizlerin eli ile kurulacak o tarihi birikimlerin ışığında Yeni bir Nizama Muhtaçtır...

Yeniden Fethedilerek aslına rücu ettirilmesi gereken İSTANBUL,Fatih Sultan Mehmet Han hz.lerinin bize bıraktığı mirastır ve bugün batıcı -hristiyan kültürün işgalindedir.. bu işgal Silah ile gerçekleşmiş bir istiladan daha tehlikeli olup İnsanımızı ve de bu toprakları içten kemirici özelliği ile de yeniden FETH'e memuriyetimizi ve de mecburiyetimizi ihtar eder...

Karada Gemilerin, Denizde KüheylanlarınYürüdüğü Fetih

İstanbul’un fethi İznik’ten, Bursa’dan Eskişehir’den ve en son olarak da Edirne’nin fethinden başlamıştı. İstanbul fethedilmeliydi, çünkü Efendimiz’in (sas) kutlu işareti vardı.
Allah Rasûlü (sas) Rabbimiz’in bildirmesiyle Arap Yarımadası’nın, İran ve Kıbrıs gibi bazı yerlerin fethedileceği müjdesini kendleri hayattayken vermişti. O’nun gelecekle ilgili emir ve müjdelerinden biri de, İstanbul’un fethedilmesiyle ilgiliydi.

İstanbul Elbet Fetholunacaktır...!

Asr-ı Saadet’ten başlayarak hemen her devrin büyük kumandan ve bahadırları hem bir müjde hem de bir vazife olarak kabul ettikleri bu kutlu habere muhatap olabilmek için defalarca İstanbul’a kadar gelmiş ve geriye dönmüşlerdi. Milletimizin aziz misafiri Ebu Eyyûb El-Ensâri Hazretleri de aynı gayeyle, ilerlemiş yaşına rağmen İstanbul sırtlarına kadar gelmiş; vefat edeceği sırada ordunun komutanına “Burada ölsem de beni İstanbul’un bağrına defnedin.” ricasında bulunmuş ve asırlarca sonra gelecek kahramanların kılıç seslerini, tekbir sadâlarını kabrinden duymak istediğini belirtmişti.
Yıldırım Bayezid, Fetih için Anadolu Hisarı’nı inşa ettirmiş, Moğol fitnesi yüzünden projeleri akim kalmıştı. Fatih’in babası II. Murad da birkaç kere İstanbul’u kuşatmayı denemiş ama fetih için yeterli hazırlığının olmadığını görmüştü. Bir gün Ankara’dan bir misafiri olduğu söylenmiş; karşısında devrin gönül sultanı Hacı Bayram Veli Hazretleri’ni görünce heyecanlanmış ve hemen “Hocam, size mâlum olur; yoksa İstanbul bize nasip olmayacak mı?” deyivermişti. Hak Dostu şöyle bir murâkabeye dalmış ve sonrasında da “Sultanım, Fetih sana ve bize nasip olmayacak. Ama Cenab-ı Allah, İstanbul’un anahtarlarını senin göz nurunla bizim çırağa nasip edecek.” demişti.Fetih asırlar süren sabırlı bir plan ve projenin ürünüydü. İstanbul, Anadolu yakasından değil Avrupa yakasından gelinerek fethedilmiştir. Devletin merkezi Avrupa’da yani Edirne’dedir. Bizans’ın Avrupa ile bütün bağlantıları kesilip Anadolu’dan da bir çıkış bırakılmamış ve son saldırıyla tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Doğu Roma tarihe gömülmüştür.Anadolu Hisarı’nın karşısına Boğazkesen Hisarını (Rumeli Hisarı) yaptırmak başlıca bir deha ürünüdür. Surların şekli kûfi yazıyla Arapça “Muhammed” (sas) kelimesi şeklindedir. Devrin harikası olan şahi topları Topkapı denilen bölgeyi dövüyordu. Fakat, 50 gün boyunca devam eden hücumlara rağmen şehir bir türlü düşmüyordu. Genç sultan yerinde duramıyor, atını denize sürüyor, "İstanbul, ya sen beni alırsın ya da ben seni!.." diyordu.

Fetih Ateşleri Geceyi Aydınlatıyor

Artık pazartesiyi salıya bağlayan geceye gelinmişti. Tarihler 29 Mayıs’ı gösteriyordu. Osmanlı İslam ordusu, bu geceyi “Mum donanması” yaparak ateş ve ışık şenliğiyle geçirdi. İstanbul’u tamamen kuşatan deniz ve kara birliklerinde kandiller, fenerler, meş’aleler ve ateşler yakılarak Kostantiniyye bir ışık çemberi içine alınmıştı. Tekbirler ve tehliller İstanbul semalarını inletiyordu. Bizanslılar ise Ayasofya’ya sığınmış azizlerin yardımını bekliyordu. O gece iki tarafa da uyku yoktu.Yarının “Fatih”i olacak Sultan 2. Mehmet bir o yana, bir bu yana koşturuyor; askerlerini coşturmaya çalışıyordu. Fatih, bir aralık hocası Akşemseddin’in yanına gidip onun himmetini istemiş; bir zamanlar babasının kendi hocasına sorduğu gibi "Yoksa bize nasip olmayacak mı?" demişti. Akşemseddin de kendi hocası gibi murakabeye dalmış; ağlamış, ağlamış. Sonra da "Sultanım, Allah bizi mahcup eylemeyecektir. Biz hele O’na teveccüh edip zaferi O’ndan bekleyelim; O bizi eli-boş geri çevirmeyecektir." cevabını vermişti.

Atını Denize Sürdü

İstanbul kuşatması esnasında Papa, Bizans'a yardım maksadıyla gemiler göndermişti. Bu gemilerin gelmekte olduğu II. Mehmed'e bildirildiğinde hemen atına atlayıp: "Hadem ü haşemle deniz kenarına indi."Bizans tarihçisi Dukas'ın ifadesiyle: "Atı ile beraber yüzerek ve denizi yararak kadırgalara doğru, sesi çıktığı kadar bağırıyor, emirler veriyordu."Onun bu konudaki azmi, samimiyeti, hedefine ulaşmak için maddi-mânevî herşeyini ortaya koyması sonunda, bin yıllık Bizans İmparatorluğu ve karanlık bir çağ aydınlık yolun ay yüzlüleri önünde eriyip gidiyordu.

Nasrun Minallahi ve Fethun Karîb!

29 Mayıs 1453 sabahı, şafak sökmeden önce başlayan top atışlarıyla surlar sarsılıyor, mehter takımı İstanbul semalarını inletiyordu. Bugün büyük bir gündü. Şahî adlı büyük top bugün Topkapı denilen yerdeydi. Fatih’in keşfi olan geliştirilmiş havan topları, Beyoğlu sırtları ve Galata surlarından aşırtma atışlarla Haliç’teki düşman gemilerini batırmaya başlamıştı.Toplar gümdürdedikçe yaşlı surlar birer birer gedik vermeye başlıyor, Osmanlı askerlerinin biri düşse diğeri surlara doğru saldırıyordu. Ulubatlı Hasan da bu yiğitlerdendi. Surlardan atılan taş, ok ve kızgın yağlara (Rum ateşi/Grejuva) rağmen ilerliyorlardı. Ulubatlı’nın vücudu delik deşik olsa da surlara çıkmış; elindeki mukaddes bayrağı en yüksek burca taşımıştı.
Kavga, Toprak Kavgası Değildi

Fetih hadisesi, bir toprak istilası ve yağma operasyonu değildir. İslam’ın özünü oluşturan cihad kavramı, insanları Allah’ı bilmeye ve O’nun rızasını aramaya götüren yollardaki engelleri kaldırma gayretidir. O güzel komutan ve güzel askerlerin asıl derdi şehri kuşatan kaleleri değil, insanlarla Allah’a iman arasındaki surları yıkma hedefiydi. Bundan dolayıdır ki, fetih ordusunun gayrimüslim halka tanıdığı güven, rahatlık, kazanç imkanlarını ve Müslümanların üstün ahlakını gören Bizanslılar’ın çoğu Osmanlı idaresini bir nimet ve kurtuluş olarak kabul etmişlerdi. Bu anlayışın bir sonucu olarak, Grandük Notaras, “Konstantinapolis’te kardinal şapkası (latin serpûşu) görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim.” diyordu.

Ve Fetih,şanlı Fetih gerçekleşerek Tarihe "İSTANBUL İSLAMIN ŞEHRİDİR"mührü vuruluyordu....

Anadolu haber

Atatürk'ün hayranı olduğu padişah
Mustafa Armağan
Zaman

Tarih bilgimiz büyük ölçüde söylentilere dayanıyor. Günümüzde bile sözlü (şifahi) kültürün varlığını koruduğuna dair en güçlü kanıtlardan biri, bunca tarih kitabı basılmasına rağmen insanların yine de kulaktan dolma bilgilerle (şimdi bir de internetteki 'gözden dolma' bilgiler eklendi buna) idare etmesidir.

Mesela Atatürk'ün Osmanlı padişahlarını daima kötülediği, onları alçaklık, beceriksizlik, hatta hainlikle suçlayarak yeni neslin gözünden düşürmeye çalıştığını zannederiz. Süngümüzü takalım: Hakikaten öyle mi?

Fethin 556. yıldönümü yaklaşırken, Atatürk'ün Fatih Sultan Mehmed hakkındaki düşünceleri bize ışık tutabilir diye düşündüm.

Atatürk Ankara'ya adımını atar atmaz (28 Aralık 1919) yaptığı konuşmada, Osmanlı'nın hoşgörüsünden ve yabancı unsurların inanç ve âdetlerine saygısından söz etmiş, "Başka dinlere saygılı tek millet biziz." demiştir:

"Fatih İstanbul'da bulduğu dinî ve millî teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriği, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Katoğikos'u gibi Hıristiyan dinî reisleri imtiyaz sahibi oldu. Kendilerine her türlü serbesti bahşedildi. İstanbul'un fethinden beri Müslüman olmayanların mazhar bulundukları bu geniş imtiyazlar, milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en müsaadekâr ve civanmert bir milleti olduğunu ispat eder."

2 yıl sonra Eskişehir'de yaptığı konuşmada Fatih'in İstanbul'u fethederek Doğu Roma'yı tevarüs ettiğini söyleyen Mustafa Kemal Paşa, onun ikinci amacının Roma'yı almak ve Batı Roma İmparatorluğu'nun da tacını başına koymak olduğunu söyler. Birçok fetih yapan Fatih'in esas sorunu, dış politikada güçlü olmak için iç politikada da güçlü olmaktır. Avrupa'yı istilaya kalkan Fatih'in bu politikası, Atatürk'e göre "çok âkılâne ve müdebbirâne"dir ve bu yüzden az çok başarılı olmuştur.

1921'de öne çıkarttığı hoşgörü ilkesini 2 yıl sonra eleştirecektir. İzmit'teki konuşmasında ilk kapitülasyonların Fatih tarafından Cenevizlilere verildiğini söyler. Bir ihsan-ı şahane ve atiye olarak verilen kapitülasyonlar sebebiyle zamanla milletin sırtındaki yükün ağırlaşıp onu takatsiz bıraktığını ileri sürer. Ancak konuşmanın devamında büyüleyici bir Fatih portresi bizi beklemektedir:

"İstanbul'u alan büyük Fatih, bu azametli, kudretli padişah hakikaten bütün İslam dünyasının, bütün Türk dünyasının hakkıyla istifade edebileceği bir zattır. Bazı kusurları bir kenara bırakılırsa, bütün cihanın büyüklüğünü takdir edebileceği şahsiyettir."

Şunu anlıyorum ben Atatürk'ün söylediklerinden:

Fatih'in Batı'ya yayılma siyaseti esasen doğruydu ama bunu ancak Fatih gibi birisi kişisel yetenekleri sayesinde sürdürebilirdi. Bu bir devlet ve millet siyaseti değildi. Oysa önemli olan, aslî unsurun, geniş anlamda Türklüğün vicdanından çıkma bir siyasettir.

Atatürk 22 Ocak 1923 tarihli Bursa konuşmasında bu sefer Patriğe ayrıcalıklar bahşeden Fatih'in pek de iyi yapmadığını söyler. Ancak yeni kurulacak Türkiye'de bu tür ihsanlar kimseye verilmeyecektir. (Hatırlatalım ki, Lozan'ın imzası öncesinde ABD'ye Chester İmtiyazı'nı veren de Atatürk'ün başında bulunduğu TBMM'dir. 7 ay sonra "The Saturday Evening" gazetesine verdiği mülakatta (13 Temmuz 1923) "Amerika'ya olan inanç ve güvenimizin somut bir delilini, Chester İmtiyazı'nı vermek suretiyle gösterdik." diyen kendisi değil midir?)

Lozan'da karar anına yaklaşılırken Atatürk'ün, konuşmalarında "fetih" ve "yayılma" fikrinden hızla uzaklaştığını görürüz. "Cihangirlik fikri lugatimizden ebediyen silinmiştir." der. Bu dönemde Fatih'in ve fethin gündeme getirilmesi, Avrupa'da Türkiye üzerindeki hassas şüphe bulutlarını kabartmak, "Acaba yine Osmanlı mı geliyor?" endişesini yağdırmak olurdu. Yeni Türkiye barışçı bir ülke olacaktı. Söylemediği ama kendisine yakıştırılan bir sözle ifade edecek olursak, Türkiye, "Yurtta sulh, cihanda sulh" istemektedir.

Peki Atatürk Cumhuriyet döneminde Fatih'e nasıl bakmıştır? Bunun için iki hatırata eğilmemiz gerekiyor.

Prof. Afet İnan "Atatürk Hakkında Hâtıralar ve Belgeler" (1968, s. 187) adlı kitabında Atatürk'ün "Büyük Fatih"e her zaman hayranlığını ifade ettiğini yazar. İnan'a göre, Atatürk, bir Fatih heykelinin yapılmasını çok arzu etmiştir. Kâh Ayasofya Camii'ne, kâh Kızkulesi, Rumelihisarı veya gemilerin karadan yürütüldüğü Kasımpaşa kıyısına dikilmesini düşünmüştür heykelin. Ama gözde mekânı, besbelli ki Kızkulesi'dir.

Afet İnan'a göre Atatürk tam bir Fatih hayranıdır:

"[Atatürk] Osmanlı Devleti'nin yükseliş devri için, hayranlık ve muhabbet beslemiştir. Onun için FATİH SADECE BİR TÜRK BÜYÜĞÜ DEĞİL, CİHAN TARİHİNDE DE EN BÜYÜK ADAMDIR." (s. 312)

Atatürk'ün yakınlarından Münir Hayri Egeli de çok ilginç bir anekdot aktarır "Atatürk'ün Bilinmeyen Hâtıraları" adlı kitabında (1954, s. 58-59).

Bir gün sofrada söz Fatih'e gelir. Atatürk sorar: "Tarih acaba benim mi, yoksa Fatih'in mi yaptığı işleri daha mühim bulacaktır?" Orada bulunanlar hemen atılırlar: "Tabii ki sizi." Atatürk sorar: "Niçin?" Herkes kendince Atatürk'ün Fatih'ten üstün bir tarafını ispatlama yarışına girer. Dalkavuk mu yok? "Sizin yanınızda Fatih de kim oluyormuş!" diyenler bile çıkar. Bunun üzerine Atatürk, bu kişiye kızar, "Halt etmişsin" der. Şu sözler olgun bir devlet adamının bakışını yansıtır:

"Ben Fatih'ten büyük olabilir miyim? Çok kereler Fatih'in karşısında kaldığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı hal çarelerine varmışımdır. Yalnız, Fatih benim karşısında kaldığım meseleleri nasıl hallederdi? Bunu çok merak ederim. O BÜYÜK BİR ADAMDIR, BÜYÜK."

Egeli'ye göre Atatürk bir cümle daha söylemiştir ki, büsbütün düşündürücüdür:

"FATİH'İN DEVRİNDE YAŞASAYDIM MEMNUNİYETLE OYUMU ONA VERİR VE ONU CUMHURBAŞKANI SEÇERDİM."

Bu çarpıcı tespitin ışığında Atatürk'ün Fatih'e ve Osmanlı'ya bakışını yeniden değerlendirmeye var mısınız? Varım, diyenlerle işimiz var çünkü...

Bahçeli'nin Fetih Mesajı
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, '29 Mayıs İstanbul’un Fethi’nin 557. Yıldönümü' nedeniyle bir mesaj yayınladı.
28 Mayıs 2010

Bahçeli, mesajında İstanbul’un fethedildiği 1453 itibaren insanlığın, hem Türkler'in fütühat ve adalet ruhu ile karşılaştığını belirterek, “Hem de fethi kutlu peygamberimiz tarafından müjdelenen bu kentle birlikte inançlarımızın huzur verici mesajıyla doğrudan tanışmıştır. Ecdadımız, fethettiği bu kenti medeniyetin ve küresel yönetimin de başkenti yapmış, sahiplenmiş, her yanını Türk-İslam eserleriyle donatma başarısını göstermiştir” dedi.
İstanbul’un fethi ile birlikte, “Osmanlı Barışı” olarak tanımlanan hakkaniyet ve insaniyete saygı esasına dayanan birlikte yaşama projesinin de gerçekleşme imkanı bulduğunu ifade eden Bahçeli, şunları kaydetti:

“Ancak, unutmamak lazımdır ki, bizim için aziz hatıraların ve kutlu tarihin adı olan fetih günü Haçlı zihniyeti için asla unutamadıkları bir sarsıntı ve kaybın da başlangıç noktasıdır. Bugün karşımıza çıkan küresel tuzakların ve oyunların başlangıcı ve tarihi husumetin dayanağı da bu nedenle 1453 yılında İstanbul’un Türkler tarafından fethi ile başlayan süreçle yakından ilgilidir. Bu tarihten sonra Avrupa’da Türk ve İslam düşmanlığı dalga dalga yükselmiş, Türkleri önce İstanbul’dan, sonra Anadolu’dan atabilmek için asırlardır süren mücadele günümüze kadar devam etmiştir. Fetihle birlikte hür insanlık idealini şekillendiren; din ve vicdan hürriyetinin en köklü örneklerini veren bu millet, bugün adeta kuşatılmakta; iç ve dış mihraklarca haksız, ölçüsüz ve gerçek dışı iftiralarla suçlanmak istenmektedir. İnancım ve ümidim odur ki, 557 yıl önceki fetih ruhu, nesillerimizde tekrar doğacak; başta İstanbul olmak üzere vatanımızın bütün kentleri hak ettikleri refaha, huzura ve imara kavuşacaktır. Bu vesile ile bir çağı değiştiren bu çok anlamlı günde büyük Türk milleti için canlarını feda eden aziz şehitlerimizi ve başta büyük ceddimiz Fatih Sultan Mehmet olmak üzere kahraman ecdadımızı saygı ve minnetle anıyor hepsine Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum".
aktifhaber

Fatih Sultan Mehmed Han'ın Defteri

Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesinde Fatih Sultan Mehmed Han'a ait bir defter var. Defteri Sultan II. Abdülhamid Han bulmuş ve büyük ihtiram göstererek ciltlettirip Yıldız Sarayı kütüphanesine koydurmuştur.
haber1001

"Allah bize fethi müyesser eyledi ..."



İstanbul fethedildi...

Günlerden Cuma...

Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya'da Cuma Namazı kıldırarak hâkimiyetini ilân edecek.

Tekbir alıyor.

Bütün ordu arkasında!

Herkes ulvî bir sesle tekbir alıp, ellerini bağlıyor.

Fatih Sultan Mehmed, Han birden selâm veriyor. Sonra bir daha tekbir alıyor. 300 bin kişi bir daha tekbir alıyor!

Fatih Sultan Mehmed Han, sonra yine selâm veriyor; tekrar tekbir alıp, üç tekbir de namazı kıldırıyor.

Hocası Ak Şemseddin hazretleri, namazdan sonra talebesi olan Sultan'a sitem ediyor:

-"Bu ne hal! İstanbul'u fethettim diye kibre kapılıp, namazı 3 kere de kıldırdın!"
Fatih Sultan Mehmed Han mahçup bir halde hocasına, diyor ki:

- "Hocam eğer bu sitemin olmasa idi, söylemeyecektim. 'Birinci tekbir de aklıma bir şey girdi. Bu kilisenin yönü Kıble değil, selâm verdim. Sonraki tekbir de yine evham geldi, tekrar selâm verdim; üçüncü tekbiri alırken, Kâbe bütün ihtişamı ile önümde belirdi! Rahatladım ve namazı kıldırdım'..."

Bunun üzerine Ak Şemseddin hazretleri de Fatih Sultan Mehmed Han'a şunları söylüyor:

-"Ben de. Sen birinci tekbiri alınca: 'Eyvah! Buranın yönü Kıble değil; yetiş Allah'ım imdâda!'' dedim, sen selâm verdin. İkinci tekbir de yine Allah'a yalvardım, sen selâm verince rahatladım. Sen üçüncü defa tekbir alırken, Hızır Aleyhisselâm geldi, parmağını Camii'nin duvarına sokup Kıbleye çevirdi ve şöyle dedi : Allah bize fethi müyesser eyledi."

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/05/bu-millet-olmeyecekse-bu-fatih.html

Fâtih Sultan Mehmed Han Kostantıniyye ismiyle anılan şehre "İslâmbol" adını verdi



Fâtih Sultan Mehmed Han'ın 29 Mayıs 1453 yılında İstanbul'u fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul'u bir İslâm şehri hâline getirmek oldu. İnşâ ettiği yapılar ve camilere tahvîl ettiği eski eserler bu hizmetin büyüklüğünü gösterir. Bunun yanında Kostantıniyye ismiyle anılan şehre "İslâmbol" adını verdi(1)

Bundan sonra İslâmbol ismi de kullanılmaya başlandı. Zaman zaman pâdişâhların İslâmbol isminin kullanılmasına dâir emirleri olmuştur. Bunlardan birisi de Sultan Üçüncü Mustafa Han (1757-1774)'a aittir.

"Paralarla, emirnameler ve beratlarda kullanılan ifâdelerin birbirine uygun olması güzel bir iş olduğu için, artık "Kostantıniyye" ismi yerine "İslâmbol" isminin kullanılmasına dâir sultanımızın bir fermanı sâdır olmuştu. Binâenaleyh, bundan sonra Dîvân-ı Hümâyûn kaleminden yazılacak emirname ve beratlarda "Kostantıniyye" yerine "İslâmbol" lafzının kullanılması pâdişâhımızın emridir."
Fî 19 Rebîulâhir sene 1174 (28 Kasım 1760)
(BOA, Tahvîl Defteri, Nr. 22, s. 17)



https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI


En son admin tarafından Pzr Arl 06, 2009 12:56 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş May 27, 2009 11:19 pm    Mesaj konusu: İstanbul'un fethinin 556. yılı kutlanıyor Alıntıyla Cevap Gönder

Akşemsettin Fatih'e öyle bir yazdı ki
Diğer Prof. Osman ÖZSOY
01 Haziran 2009
İstanbul kuşatmasının kaldırılması görüşünün ağır bastığı dönemde Akşemsettin Fatih'e öyle bir nektup yazdı ki hem müjde hem ikaz hem de stratejik mesaj içeriyordu. İşte o mektup:

Bugün 1 Haziran...
.
Bundan tam 556 yıl önce bugün Ayasofya’da hutbe okumak için minbere doğru yürüyen zat, sadece 39 gün önce çok kritik bir eşikte yazdığı bir sayfalık mektupla hem Fatih Sultan Mehmet’in, hem de tarihin kaderine yön verdi.
(..)
İstanbul’un fethi sırasında işlerin aksi istikamette geliştiği ve Fatih’in oldukça zor bir durumda kaldığı bir anda Akşemsettin’in kendisine gönderdiği mektup hepimize, her partiye, ‘ülkemizin geleceğe yolculuğunda ben acaba hangi noktada duruyorum’ diyen herkese ders olmalıdır.
.
Bir bakalım, mektupta tarif edilen insan modellerinden hangisine daha yakınız, tarif edilen insan profilleri hangi partileri veya siyasi kişilikleri çağrıştıyor. (..)

Gerçek fütühatlar kimlere ve ne bedeller pahasına hayata geçiyor onu bir görelim.
.
O kritik günde...
.
2 Nisan 1453’te başlayan kuşatmanın 18. günü...
.
Kuşatma altındaki Bizans’a yiyecek ve yardım getiren 3 Ceneviz ve 1 Bizans nakliye gemisi Zeytinburnu açıklarında Osmanlı donanmasını atlatarak Haliç’e geçmeye muvaffak olur. İşte Fatih’e ait atını denize sürerken tasvir edilen o müthiş tablo o an cereyan eder. Öfkelenen Fatih, atını denize sürer.
Bu başarısızlık Osmanlı ordusunun moralini sıfırlar. Bizans ümitlenir. Üstelik Avrupa’dan gelecek Haçlı yardımları konusunda da ümitlerini ve dayanma güçlerini artırır. Osmanlı devlet erkanının büyük bölümü zaten kuşatmanın kaldırılmasından yanadır. İstanbul fethedilirse Fatih’in artacak itibarı yanında kendilerinin etkisizleşeceği endişesi yaşayan üst düzey devlet erkanının sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Bu olay üzerine sesleri daha da gür çıkar. Orduyu da yanlarına çekmek üzeredirler. Homurdanmalar iyice artar. Bu olayın hemen ardından aynı gün içinde Akşemsettin’in mektubu ulaşır Fatih’e... (..)
.
İşte o mektup...
.
“...Bu hadise, gemi ehlinden oldu. Kalbime büyük bir kırıklık ve üzüntü getirdi. Bir fırsat görünüyordu. Fakat bu hadise o fırsatı ortadan kaldırdı. Yeni gelişmeler oldu.

Birincisi, kafirler rahatladı, sevince boğuldu, moral buldu.

İkincisi, sizin görüşünüzün eksik, hükmünüzün ve kararlarınızın isabetsiz, sözünüzün tesirsiz olduğu görüşü kuvvet kazandı.

Üçüncüsü, dualarımızın kabul olmadığı, müjdemizin geçersiz olduğu ifade edilir oldu. Bu bakımdan bu hadise, bunun gibi pek çok mahzurlar doğurdu.

Şimdi yumuşaklık ve merhamet gerekmez. Bu hususta kusuru görülenler, fethe muhalif olanlar tespit edilip, bunlar görevden azil dahil gereken en şiddetli ceza ile cezalandırılmalıdır. Eğer bunlar yapılmazsa, kaleye yeni bir hucuma kalkışıldığında, hendeklerin doldurulmasına karar verildiğinde gevşeklik gösterilecektir.

Bilirsiniz, bunlar yasaktan (zordan) anlayan Müslümandır. Allah için canını, başını ortaya koyan azdır. Meğer bir ganimet göreler, canlarını dünya için ateşe atarlar.

Şimdi sizin yapmanız gereken, bütün gücünüzle, fiilen, emirle, hükümlerinize, sözünüzle işe sarılmanız, gayret göstermenizdir.
Bu tür görevler, gerektiğinde merhameti ve yumuşaklığı az, şiddet kullanabilecek zora başvurulabilecek kimselere verilebilmelidir. Bu, hem geçmişteki uygulamalara, hem de dine uygundur.

Allah şöyle buyuruyor: “Ey şanlı Peygamber! Kafirlerle, münafıklarla sonuna kadar savaş ve onlara karşı sert ol. Yumuşak davranma. Onların varacakları yer, cehennemdir ki, orası varılacak ne kötü yerdir.”

Bir acayip hal oldu. Üzgün bir halde otururken, Sâdâtın büyüğü, Cafer-i Sadık’ın işareti üzerine Kur’an-ı Kerim üzerinde mütalaada bulunurken şu ayete rastladım: “Allah münafıklara ve kafirlere ve ebedi olarak cehennem ateşini vaad etti. O, onlara yeter. Allah onları rahmetinin sahasından uzaklaştırdı. Onlar için devamlı azap vardır."

Bu ayete göre, bu işte gayret sarf etmeyenler de, senin emrine uymayanlar da Müslüman değildir. Bunlar, münafık hükmünde olup, kafirlerle cehennemde beraber olacaklardır.

İşlerini daha sıkı tutmandan ve sert davranmadan başka çare olmadığı anlaşıldı.

Sonuçta Allah’ın yardımıyla biz buradan utanan ve gücenen değil, ferahlayan mansur (yardım edilen) ve muzaffer olarak dönen oluruz.

İmdi, “kul tedbiri alır, takdiri Allah’a bırakır” hükmü her zaman geçerlidir. Neticede başarı Allah’tandır. Ama elden gelen bütün gayret sarf edilmelidir. Allah Rasülü ve ashabının sünneti de budur.

Hüzünlü bir halde iken biraz Kur’an okuyup yattığımda, bir takım lütuflara ve müjdelere mazhar oldum ve teselli buldum.

Bu söylediklerim sana boş söz gibi gelmesin. Gereğini yapasın. Söylediklerim tamamen sizi sevdiğimizdendir.”
.


Mektup işte böyle...
.
Demek oluyor ki, İstanbul’un fethini muştulayan hadisle cennetle müjdelenen ordu içinde olsalar bile, kendi kişisel çıkarları için hareket ettiği için cehenneme yakın duran insanlar var... Demek oluyor ki, millet için en kritik anlarda bile, kendi menfaatlerini ülkenin önünde tutan gruplar ve yapılanmalar olabiliyor. Şimdilerde bunların karşılığı her ne ise siz ona yorabilirsiniz. Yani hayırlı bir camianın ve projenin içinde olmak paket programda değerlendirilmek için yetmiyor. Bu sırada senin asıl niyetin ne idi sorusu da anlam kazanıyor.
.
Gemilerin geçişine engel olunamamasının oluşturduğu kritik eşikte Akşemsettin’in mektubunu alan ve yüreğindeki fetih arzusu yeniden alevlenen Fatih Sultan Mehmet işte o an gemilerin karadan yürütülmesi talimatını verdi ve ertesi akşam (21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gece) bu muhteşem olay gerçekleşti.
.
29 Mayıs Salı günü İstanbul’a giren ve doğruca Ayasofya’ya giden Fatih, cuma gününe (1 Haziran’a) kadar mabedin namaz için hazırlanmasını emretti ve ilk hutbeyi de fethin gizli mimarı Akşemsettin’in okumasını rica etti.

(..)
.
Prof. Dr. Osman ÖZSOY – Haber7
yazaramesaj@gmail.com

SELİM GÜRSELGİL’in Yeni Kitabı:
BİR PERİ MASALI
-İstanbul’un Fethi Üstüne Masalsı Bir Peri Masalı




ÖNSÖZ

-I-

2003 yazında, İstanbul’un Fikirtepe’sinde, bir genç, kendi silâhından çıkan mermi ile hayatını kaybetti. Genç, hem de o kadar gençti ki, bütün Fikirtepe, bu ölüme boyun büktü.

Hadiseyi duyduğumda öyle müteessir oldum ki, o “teessür ânı” aylarca aklımdan hiç çıkmadı. Hadise fecî görünüyordu. Nereden baksan, “bir kazâ”ya benziyordu. Ki altında, son derece elîm bir aşk hikâyesi yatıyordu.

O genci tanırdım. “Fatih”ti adı. O hadiseden kısa bir süre önce Çamlıca’da piknik yaptığımızda o da vardı. Bana tuhaf şekilde sokulgan, benimle çok şeyler konuşmak istermişçesine yutkunmaklıydı.

Fakat konuşmadık. Ya onun dili dönmedi veya ben yeterince ilgili görünmedim. Neticede hikâyesini o gün öğrenemedim. O “teessür ânı”nda öğrenebildim. Ve teessürümü biraz da o gün öğrenmemiş olmamın pişmanlığı tetikledi.

Bu elîm aşk hikâyesini daha önce öğrenmiş olsaydım o gence bir yardımım dokunur muydu, o kazâdan kurtulur muydu bilmiyorum ama – kader tabiî ki! -, sözkonusu “teessür ânı”nın nasıl yakamı bırakmayıp, bana bu masalı yazdırdığını çok iyi biliyorum.

Bu masal, benim ona vermeyi düşünmediğim “masal” adını alarak “Beklenen Nizam”da yayınlanmaya başlamıştı ki, kendimi “Üçüncü hapislik mâcerâm”ın içinde, Kandıra F Tipi Cezaevi’nde buldum. Masalın geri kalanını orada, aydan aya çalışarak tamamladım.

Ondört ay sonunda o artık Fikirtepeli Fatih’in masalı olmaktan çıkmış –çıkmamış!-, “İstanbul’un fethi üstüne bir destan” hâlini almıştı. Diğer cezaevlerindeki gönüldaşların mektup olarak okuduğu ve birkaç bölümüne dergilerin yer verdiği…



-II-

Sözkonusu tarihten beş yıl öncesine gidelim… Sanki bir cezbeye kapılmıştım. Sürekli içimden şiir yazmak arzusu geliyor, sürekli dilime mısrâlar yapışıyordu. O arzu giderek gelişiyor, o mısrâlar giderek fazlalaşıyor, adetâ bildik şiir kalıplarına sığmak istemiyordu.

Diğer yandan, eskiden olduğu gibi yavan ve taklid ve kendimden

başkasına gösterilmeyecek şiirlerle uğraşmak da canımı sıkıyordu. Derken, o arzu ve bu sıkıntı arasında “Nurcihan”ı buldum. Çabucak kaleme alıp, Akademya Kitablığı’ndan yayınlattım.

Akademya Kitablığı’nın nerelere kadar ulaştığını tam kestiremiyorum. Neticede Akademya’nın altında büyük emek ve fedâkârlıklar vardı. Dört kitabım çıktı oradan. “Nurcihan” dışındakiler Akademya yazılarımdan, benim dışımda toplanmıştı. O gün imkân ve zamanım olsa, onları olduklarından bambaşka şekiller altında sunmak isterdim.

Ne olursa olsun, birinin imzâsıyla yapılmış bir iş, o imzâ sahibinin sorumluluğu altındadır. Hele o iş, kitab gibi, bu dünya ve ötesinde her kelimesinden hesaba çekileceğimiz bir iş olursa… Gelecekte imkân bulursam, o kitabların hepsini yeniden hesaba çekeceğim. “Nurcihan” müstesnâ…

Başlangıçta bana zevk veriyordu. Ondörtlü hece veznini – toplumda ölmek üzere olan bu sanatı - iyi kullandığım yerleri olduğu söyleniyordu. Aynı zamanda, beşli bend düzeninden kurulu “fasıllar” şeklinde yeni bir şiir kapsülü oluşturmuş, tam ondört fasıl hâlinde onu bir hikâye tarzına dönüştürmüş ve çevremde bir hayli de takdir toplamıştım.

Fakat sonraları o kitab beni sıkmaya, hattâ boğmaya başladı. Sık sık onu tekrar ele almak ihtiyacı duyduysam da, hiçbir zaman içinden çıkamadım. Ben de onu büsbütün kaldırıp atmaya karar verdim. Sebebi yok: Beğenmiyorum ve sahiblenmiyorum!

Nihayet yukarıda bahsettiğim “teessür ânı” münasebetiyle, onun yerine “Bir Peri Masalı”nı ileri sürmem müyesser oldu. Şimdilik mutluyum; en azından, kendi şeklim üstünde kendime yabancı bir ruhla dolaşmak külfetinden kurtulmuş oldum!

-III-

İşin hikâye tarafından bu şekilde bahsediyor olmam, umarım can sıkmıyordur. Zirâ gençlik kuş gibi avuçlarımızdan uçuyor. Gelecekte o şanlı mazimizin hatırâlarını bugünkünden daha zayıf ışıklar altında hatırlayacağız. İşin hikâye tarafını bu yüzden lüzumlu buluyorum.

Bizler, karanlıklar altında kalmış bir dünyada, gözlerinde büyük bir güneş parlamışlarız. İçinde yaşadığımız dünyanın insanlarına, bıkmadan, usanmadan, tepemizde böyle bir güneş olduğunu anlatmağa çalışıyoruz. Çoğu ne güneşi görüyor, ne bir güneş olduğuna inanıyor.

Sabah doğacak güneşi geceden haber verdiğimiz için, onların gözünde en büyük suçlularız. Âlemi onların gözleriyle görmediğimiz için, huzurlarını kaçırıyoruz. Bizi bir kaşık suda boğmak istiyorlar. Olmadı, her yönden kuşatarak, her taraftan bağlayarak, herkesin “müjdemizi” duymamasını, duysa da anlamamasını sağlamaya çalışıyorlar.

Bu ne büyük bir suçtur(!), anlamağa çalışınız: “Dünya dönüyor!” dediği için diri diri ateşe atılan adamın suçu(!) kadar var mı? İnsanların inanç temellerini sarsmak, onlara sandıklarından başka bir dünya olduğunu anlatmak, tam olarak hangi kanuna takılır? “İzdiham” kanununa mı?

Biz o kanunu tanımıyoruz ve eğer “güneş vardır!” demek suçsa, bu suçu işlemeye devam edeceğiz. Çünkü yakında güneş doğacak. Karanlıklar, yere çalınan cam gibi dağılacak. Güneş doğunca, karanlıklar içinde işlenen bütün gerçek suçlar –kimin ne mal olduğu?- bir bir ortaya çıkacak!

“Belki biz görmeyiz!” Biz görmesek de, gösterecekler. Güneşten kamaşan gözler gelecek dünyaya. “Bize güneşi haber vermediğiniz, korktuğunuz, bizi karanlıklara alıştırdığınız için asıl suçlu sizlersiniz!” diye mezarımıza tükürecekler. O günü görmesek de gösterecekler!

Öyleyse, tek kalsak da yalnız değiliz. İstikbâl kadar çoğuz. Ne güneşin olduğunu bilmekten korkuyor, ne de yakında doğacak olduğuna inanmaktan sakınıyoruz. İstikbâl, karanlığın gücü olduğuna inanmayanların olacaktır!

-IV-

Ne demek istiyoruz? Uzağa gitmeğe gerek yok, ne demek istediğimizi düşünenler, Osmanlı tarihine müracaat edebilirler. Orada güneşin ne olduğuna ve nasıl doğduğuna dair kâfî deliller bulacaklardır.

Bu delillerin en güçlülerinden biri, hiç kuşku yok, İstanbul’un Fethi’dir. İstanbul’un Fethi’nin nasıl bir hadise olduğunu anlamak üzere, Doğu’da ve Batı’da binlerce cild eser yazılmıştır. Bu hadisenin sıradan bir “kale zabtetmek” olmadığı, bir çağ kapatıp, yeni bir çağ açacak kadar mühim bir hadise olduğuna karar verilmiştir.

Yazılanlar arasında destanlar olduğu gibi, karalama kitabları da pek çoktur. Doğulular, ekseriyetle İkinci Mehmed’in, Allah Resulü tarafından müjdelenmiş o kutlu kişi olduğuna inanır ve adına “FATİH” derler. Batılılar ise, umûmiyetle onu zâlimler ve barbarlar katının en üstlerine koyar, böyle vasıflandırırlar.

Bize göre, iki görüşte de haklı taraflar vardır. Zirâ İkinci Mehmed, Doğu’nun doğan güneşi, Batı’nınsa dağılan karanlığıdır. Doğu’da güneş sevildiği ve Batı’da karanlıklardan hoşlanıldığı için, birileri ona “FATİH” derken, ötekiler “barbar” demişlerdir. Güneşi herkes kendi meşrebince görür!

Biz de öyle yaptık sayılır. “İstanbul’un fethi”, bizim için tarihin tozlu rafları arasında kalmaya lâyık bir hadise değildi. Bilâkis, bir “unutulmaması gereken”, gelecek güneşin en güçlü bir habercisiydi. Belki birebir uygunluk noktasında değil; en saf soyundan bir “aşk dâvâsı” olması hasebiyle…

Çoğu destan yazarları dahi bu noktayı ıskalarlar. “İstanbul’un Fethi”ni kuru hadise sırasında anlatırlar. Kuru hadise görmek isteyenler oralara başvurabilir. Bizim destanımız ise her şeyden önce “bir aşk masalı”ndan ibarettir.

Yukarıda bahsettiğimiz “teessür ânı” mucibince, Kandıra F Tipi’ndeki “üçüncü mahpusluk mâcerâmız” müddetince mânâlandırmaya çalıştığımız, Bir FATİH’in veya bir barbarın aşkının masalı!

-V-

“Bir Peri Masalı” iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım, elinizdeki “İstanbul’un Fethi Üstüne Destan”… İkinci kısım ise henüz tamamlanmamış olduğu için, burada mevcud değil!

“Bir Peri Masalı”, işitene, çok genel ve kolay bir isim gibi görünebilir. Fakat böyle görenler, kavramların, onları kullananın derinliğine göre derin ve sığ olabileceğini de unutmamalıdırlar. Biri “okyanus” der – okyanus kadar derin mi olur? Biri “bir bardak su” der – bir bardak suda okyanusun derinliğini gösterir. Ne kadar derin ve ne kadar sığ olduğu içinde!

İşin “masal” tarafı bir yana, biz Tilki Günlüğü okuyucuları, kelimeleri idrakımızın derinliği kadar derine götürmekten ayrı bir zevk alırız. Evet, bizim masalımızda kafiyeye düşkünlük, vezne sadakat had safhadadır. Hattâ Divan Edebiyatı’nın hemen her sanatı, bu mısrâlar içinde kendine yuva yapmıştır. Bunun yanında da, kendi çapında bir “Kusto Lûgati” yolculuğu!

Diğer taraftan, şiirin destana dönmek istediği bir zâviyede postumuzu sererken, aynı zamanda bir “masal” keyfiyetini de tutturmağa heves ettik. Zirâ büsbütün şiir bu mânâya uymaz, tamamen destan da fazla cüretkâr bir girişim olurdu. Hadiseler “bir varmış bir yokmuş” temposunda birbirini takib ederken, buradaki “masal” keyfiyetini görmemek, işin tadını kaçırırdı!

Nitekim bütün masal esasen bir “arı” ile bir “kelebek” arasında geçmişti; biz de ne öğrendiysek onlardan öğrenmiştik. Belki –kelebeğin ömrü kadar- bir gün içinde, belki bir tek ân içinde… Böyle olunca Batılıların “fabl” formunu, Divan Edebiyatımızın “teşhis-kişileştirme” ve “intak-cansız ve hayvanları konuşturma” sanatlarına tercüme ettirmekten başka bir şey kalmıyordu geriye!

“Bir Peri Masalı”, İslâm alfabesinin 28 temel harfi ile başlıklandırılmış, 28 fasıldan oluşmakta; birinci kısımda sadece bu fasıllardan ondördü yer alıyor. Sözkonusu harfler ve fasılların sıralaması, bilinen sıralamadan ayrı “ebced” düzenine göre yapılmış olduğu için, neden sonra hangi harfin geleceği kafaları karıştırabilir. Bu türlü düzenleme, 1998’denberi bizim bütün kitablarımıza şâmildir!

Nihayet şunu söyleyebiliriz ki, bu çalışma, başta esir gönüldaşlarımız

ol mak üze re, kut sal dâvâmız için, bilerek ve isteyerek bir taşı yerinden kımıldatmış, bir Allah’ın kuluna selâm vermiş, bir tek sayfa okumuş bütün gönüldaş halkamıza ithaf edilmiştir. Hassaten isimleri geçenlere ayrıca ithaf olunur!

SG, Aralık 08

BARAN 120

İstanbul'un fethinin 556. yılı kutlanıyor


İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilişinin 556. yıldönümü bu yıl farklı etkinliklerle kutlanacak

Fatih belediyesi tarafından 28 Mayıs günü, İstanbul'un 1204 Latin istilasında yaşadıklarını halka anlatabilmek için "Fetih Öncesi İstanbul 1204- 1453, Latin İstilası" konulu bir panel düzenlenecek.

Saat 13.30'da Fatih Belediyesi Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi'nde yapılacak olan ve Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın yöneteceği panelde, Prof. Dr. Ronnie Ellenblum ve Prof. Dr. Jonathan Phillips ile Prof. Dr. Ferudun Emecan İstanbul'un Fetih'ten önceki karanlık günlerini konuşacaklar.

Fatih Belediyesi, bu panelle başlayacağı 556. Fetih Etkinlikleri çerçevesinde, 28 Mayıs akşamı saat 21.00'de Sultanahmet Amfi Tiyatro'da Tuluyhan Uğurlu ile Mehter Takımı'nın konseri düzenliyor.

29 Mayıs günü Cuma namazının ardından ise, Fatih ve Sümbül Efendi Camii'nde Mehter Konseri ile birlikte Osmanlı Pilavı dağıtılacak. Mehter takımı aynı gün saat 16.00'da Küçükhamam'dan Kocamustafa Paşa'ya yürüyüş yapacak.

Aynı akşam saat 20.30'da Edirnekapı'dan Anıtpark'a meşaleli yürüyüş yapılacak. Anıtpark'ta havai fişek gösterisinin ardından akşam namazından sonra da Fatih Müftülüğü tarafından Fatih Camii'nde şehitler için mevlidi şerif okunacak.

Anadolu Gençlik Derneği'nin Fetih Şöleni bugün

Anadolu Gençlik Derneği Osmaniye Şubesi de bugün İstanbul'un Fethi dolayısıyla Fetih şöleni düzenliyor.

Fethin 556. yılında yapılacak program Cumhuriyet Meydanı'nda gerçekleştirilecek ve bütün Osmaniyeliler şölene davetli.

Program belediye mehteran takımının gösterisiyle başlayacak ve Abdurrahman Sadien'in Kur'an ziyafeti ile devam edecek. Şölende İstanbul'un Fethi'nin canlandırıldığı bir slayt gösterisi de yer alacak.

Dünya Bülteni/Haber Merkezi

Panoramik müzeyi 4 ayda 390 bin kişi gezdi

01 Haziran 2009 İstanbul'un fethinin üç boyutlu görüntülerinin resmedildiği, dünyadaki tek tam panoramik müze olma unvanına sahip "Panorama 1453 Tarih Müzesi", 4 ayda 390 bin 499 kişi tarafından gezildi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş tarafından işletilen ve 31 Ocak 2009'da açılışı gerçekleştirilen "Panorama 1453 Tarih Müzesi", yerli ve yabancı ziyaretçilerin akınına uğruyor.
Müze ziyaretçileri, üç boyutlu görüntüler ve mehter marşı eşliğinde, İstanbul'un fethini ve 29 Mayıs 1453 sabahını adeta yaşıyor.
Dünyada tek tam panoramik müze unvanına sahip olan 3 bin metrekarelik alan üzerine kurulu müzede, 10 bine yakın figür resmediliyor.
İstanbul'un fethedildiği ve Fatih'in otağını kurduğu alanda, Eski Topkapı Otogarı'nın bulunduğu alanın Topkapı Kültür Parkı'na dönüştürülmesi neticesinde oluşturulan müze, tarih ile bugün arasında da bir köprü kuruyor.
İstanbul'un fethinin 556. yıl dönümü dolayısıyla da çok sayıda kişi, "Panorama 1453 Tarih Müzesi"ni ziyaret ediyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından 31 Ocak 2009 tarihinde açılan müzeyi, Şubat ayında 82 bin 151, Mart ayında 105 bin 412, Nisan ayında 110 bin 553, Mayıs ayında ise 92 bin 383 kişi ziyaret etti.
Müzeyi gezenler, ister Sultan II. Mehmed'in ordusunda bir asker, ister bağımsız bir gözlemci veya yabancı bir gezgin olarak, İstanbul'un fethine yeniden tanık olup, kente giriliş anını yaşıyor.
Macar top ustası Urban'ın döktüğü toplara dokunup Kostantinopolis'in surlarına doğru onların patlamalarına şahitlik etme fırsatı bulan ziyaretçiler, Sultan II. Mehmed'in binlerce askerinin tekbir seslerini ve Mehter Marşı'nı yine bu müzede duyuyor, dörtnala giden atların nal seslerini, savaşan askerlerin kılıçlarından çıkan şakırtıları işitiyor, atılan okların kulaklarının dibinden geçtiğini hissedebiliyor.
Müzeye gelen ziyaretçiler, üç boyut etkisini algılayabilmek için resme 14 metre uzaklıktaki bir platformdan bakıyor.
650 metrekarelik alanı gerçekten üç boyutlu olan ve kuşatmada kullanılan topların, top arabalarının, barut fıçılarının imitasyonlarının yer aldığı müzedeki 2 bin 350 metrekarelik iki boyutlu resim alanı ise üç boyutlu bölgenin hemen arkasından başlıyor.
Fetih resmi, birebir insan büyüklüğünden başlayıp bütün detaylarıyla ince ince ufka doğru küçülüyor. Eserde, 10 bin civarında figür yer alıyor.
Genellikle tarihteki önemli olayları tablolaştırmak için yapılan panoramik müzelerden dünyada 30 adet bulunuyor. Bu müzeler arasında ise en çok "Waterloo Savaşı Panoraması", Osmanlı-Rus Savaşı'nı anlatan "Kırım Savaşı Panoraması", Napolyon'un "Moskova Savaşı Panoraması", "Plevne Müdafaası Panoraması" ve "Mesdag Panoraması" dikkati çekiyor.
Çoğu 1800'lü yıllarda yağlı boya tekniğiyle ve olayın geçtiği yerde yapılan bu müzelerin bazıları yatay, bazıları da dikey olarak yarım panoramik müze özelliğini taşıyor.
"Panorama 1453 Tarih Müzesi"nde ki resim, tam panorama olması nedeniyle diğer müzelerden ayrılıyor. Tam panorama, her yönde panoramik olmayı ifade ediyor. Gökyüzü de kubbesel olarak kesintisiz ve resmin üst bölümünü kapatıyor. Resim tam çerçevesiz ve sınırsız. Resmin bittiği yer diye bir sınır olmadığı için, resme bakan kişi optik alışkanlıklarıyla eserin gerçek boyutlarını kavrayamıyor.
Müze, kapalı bir mekana girildiği halde, bir şekilde tekrar üç boyutlu dış mekana çıkılmış duygusunu yaşatıyor. netgazete

Fatih'in ünlü toplarının dökümhanesi onarılıyor

19 Ağustos 2009 Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'un fethinde kullandığı top ve güllelerin yapıldığı, Kırklareli'nin Demirköy ilçesindeki dökümhanenin restorasyonu yeniden başladı.
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü Restorasyon Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülsüm Tanyeli başkanlığında 20 kişilik ekip, Demirköy'e 4 kilometre uzaklıkta bulunan dökümhanede restorasyon çalışmalarına başladı.
Tanyeli, 15. yüzyıl ortalarından 19. yüzyıl sonlarına kadar aralıksız üretim yapılan dökümhanedeki kazı çalışmalarının da sürdürüldüğünü hatırlattı.
Fatih dönemi ve daha öncesinde, yöredeki bol demir yatakları göz önünde tutularak kurulan döküm merkezinin, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulundan alınan izin ile duvarların restorasyonunun yapılacağını ifade eden Tanyeli, gelecek yıl daha kapsamlı bir kazı çalışması planladıklarını da vurgulayarak, şöyle devam etti:
"Fatih dönemi ve daha öncesinde yöredeki bol demir yatakları göz önünde tutularak, buraya demir döküm merkezi kurulmuş. Fatih'in, İstanbul'un fethinde burada dökülen topları kullandığı bilinmektedir. İlçenin ismi de buradan gelmektedir. Ekibimiz kendi dallarında uzman kişiler. Havaların müsaadesi etmesi durumunda restorasyon çalışmalarını bu yılki bölümünün bir ay içinde bitirilmesini hedefledik."
Dökümhanenin en son 2. Mahmut döneminde onarımdan geçirildiğini kaydeden Tanyeli, çalışmaların yaklaşık 100 metrekarelik bir alanda sürdüğünü belirterek, şunları kaydetti:
"Çalışmalarımız kapsamında 30 metre uzunlukta 6 metre yükseklikte olan duvarın onarımını yapacağız. Bu dökümhanenin yanındaki ormanlık alanda da 3 tane küçük döküm fırını mevcut. Ancak, kaçak kazılar nedeniyle tahrip edilmiş. Bize bir dönemin teknolojisi hakkında bilgi verecek bu yapıların korunması lazım. Bu yapılar kaçak kazılar sonucunda tahrip ediliyor. Asıl onarım çalışmalarımız gelecek yıl yapılacak. Bu çalışmada da onarılacak olan duvarın önündeki üretim alanları araştırılarak ortaya çıkartılacak."
Tarihi Demirköy Dökümhanesi, Fatih Sultan Mehmet'in 1453'de İstanbul'un fethinde kullandığı topların güllelerinin döküldüğü yer olarak biliniyor.
Dönemin en ileri teknolojisiyle döküm yapılan, Demirköy Tophane-i Amiriye İşletmeleri olarak anılan dökümhanede, 15. yüzyıl ortalarından 19. yüzyıl sonlarına kadar aralıksız üretim yapılması dikkati çekiyor.

netgazete

FATİH SULTAN MEHMET’İN KEMİKLERİ SIZLIYOR
Prof.Dr. Oğuz Oyan
28.04.2010 14:37

Merkel’in Türkiye ziyaretine denk getirilerek bir Türk-Alman Üniversitesi kurulduktan sonra 8 Nisan’da Meclis gündemine 4 yeni vakıf üniversitesi kuran tasarı düştü. Bunlardan ikisinin, İstanbul’da “Süleyman Şah Üniversitesi” ile Samsun’da “Canik Başarı Üniversitesi” nin sadece ticari amaçlı dershane/vakıf üniversitesi örneklerini mi oluşturacağı soruları yanıtsız kaldı.

Fatih’in kemiklerini sızlatan dönüşüm
Sisteme gelen asıl yenilik, iki yeni vakıf üniversitesinin kamusal nitelikli vakıflara ait olmasıydı! “Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi”, beş mazbut vakıf “adına” Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından kuruluyordu. İlginç tarihi bağlantı şuydu: Fatih Sultan Mehmet, sağlığında, miri (kamusal) araziden mülk ve evlatlık vakıflara (hayrî amaç taşımadan evlatlarına servet transferini amaçlayan vakıflara) akar ve taşınmaz aktaran yozlaşmaya karşı savaş açmış ve muhtemelen şüpheli ölümü de bunun üzerine gerçekleşmişti. Kendi hayrî vakfının dahi birgün paralı eğitim verecek bir kuruluşa dönüştürülmesi Fatih’in kemiklerini sızlatacak cinstendi. Bu hiç olmazsa bir devlet üniversitesi olamaz mıydı?

Kaldı ki muhalefet milletvekilleri, bu mazbut vakıfların vakfiyelerinde bir yükseköğretim amacı olduğu konusunda ikna edilemedikleri gibi, bir kamu kurumunun bir vakıf üniversitesi kurmakla görevlendirilmesindeki çelişkiye de yanıt bulamadılar. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde “Medeniyetler İttifakı Enstitüsü” gibi bilimden çok siyaseti ve hegemon ideolojiyi yansıtan tuhaf bir enstitünün niçin kurulacağına da yanıt alamadılar. Gene bir yarı-kamusal yapı olan Türkiye Diyanet Vakfı’nın kuracağı “İstanbul Ön Asya Üniversitesi”nin kuruluş amacını da tam sökemediler.

Başbakanın Vakfının Üniversite Kurduğu Ülke!
Tam bunlar üzerindeki görüşmeler sona ermişken, iktidar grubu İçtüzüğü ihlal pahasına peşpeşe verdiği önergelerle iki yeni vakıf üniversitesinin kuruluşunu daha tasarıya ekliyordu. Böylece önce İlim Yayma Vakfı tarafından “İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi” kurulacaktı. İlim Yayma Vakfı’nın ‘dönemin ruhunu yansıtan’ kurucuları arasında Recep Tayyip Erdoğan, Mehmet Aydın (Devlet Bakanı) ve Ahmet Davutoğlu’nun (Dışişleri Bakanı) ve daha nice ilginç şahsiyetin de bulunması anamuhalefet tarafından gündeme getiriliyor ama iktidarın buna yanıtı, inanılmaz bir ironiyle, üniversite mütevelli heyetinde bu kurucu isimlerin yer almadığı oluyordu! (Bir de yer alsalardı bari!).

Böylece dünyada bir ilk olarak, milli eğitimin tüm sorumluluğunu üzerinde taşıyan görevdeki bir başbakan yanında iki bakanıyla birlikte özel nitelikli bir vakıf üniversitesinin kurucusu olabiliyordu. Demek ki Başbakan ve Hükümet üyeleri, yönettikleri devletin üniversitelerinden umudu kesmiş, kendi şahsi damgalarını taşıyan vakıf üniversitelerini oluşturarak soruna çözüm bulmaya yönelmişlerdi! Şimdi tek eksiğin de tamamlanarak bu heyete Milli Eğitim Bakanı ile YÖK Başkanının da dâhil edilmesi farz olmuştur.

Din-İman-Paranın Bileşkesinde Bilimi İlerletmek!
Son olarak Bezm-i Alem Valide Sultan Vakfı “adına” gene Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından “Bezm-i Alem Üniversitesi” de kuruluyordu. Ancak burada vakfedenlerin iradesi hilafına hareket edildiği çok aşikârdı. Bezm-i Alem Vakfı 1843 yılında II. Mahmud’un eşi, Abdülmecid’in annesi tarafından kurulmuştu. Vakfiyede bir yükseköğretim kurumu kurma iradesi belirtilmemişti. Amaç, Vakıf Gureba Hastanesi aracılığıyla yoksula hizmet etmekti.

Bu nedenle, 1987’de YÖK’ün bu vakıf taşınmazları üzerinde bir devlet üniversitesi kurma kararı, hukuki koşulların elvermemesi nedeniyle, 1989’da gene YÖK tarafından geri alınmıştı. İdari yargıda halen süren üç davada da vakıf adına itirazlar devam ederken Vakıf Gureba Hastanesi’ne ve mücavir taşınmazlarına bu el koyma iştahı acaba nedendi? Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulacak üniversiteye 100 dekar alan tahsis ederken 230 dekarı da alışveriş merkezi, ofis, rezidans ve otel olarak ayırmayı planlamaktaydı. Vakfın arazisinin böyle bir rant yağmalanmasına uğratılmasına, hukuk profesörü Dr. Hüseyin Hatemi “Gerçek anlamda bir hayır amacı güden Vakıf Gureba Hastanesi’nin geçmişten kalan örnek bir vakıf kurumu olarak muhafaza edilmesi uygun olacaktır” diyerek karşı çıkıyordu. Ama pek “muhafazakâr” iktidar geçmişten gelen örnek bir vakıf kurumunu muhafazaya yanaşmıyordu.

Üniversite Kavramı Yozlaşırken Üniversite Patlaması
Böylece, beşi İstanbul’da olmak üzere 6 yeni vakıf üniversitesi kuruluyordu. 51 Vakıf üniversitesinin artık 30’u İstanbul’da, 42’si üç büyük şehirde kümeleniyordu. İstanbul, ticaret ve cemaatler rekabetinin en fazla yaşandığı mikro-kozmostu. Türkiye ölçeğinden bakıldığında, cemaat baskısı sadece vakıf üniversiteleriyle sınırlı değildi. 2002 sonunda 23’ü vakıf olmak üzere 76 üniversiteli yapıdan 15 Nisan 2010’da 51’u vakıf 95’i devlet olmak üzere 146 üniversiteli bir yükseköğretim yapısına geçilmişti. İktidar sözcüleri bu nicelik sıçramasını büyük bir başarı olarak sunma çabasına girerken, Türkiye’de üniversite sayısının artışı hızında bir kalite kaybının yaşandığının ve bugün artık “önce nitelik” yol ayırımına gelindiğinin farkında bile değillerdi.
(..)
Odatv.com

İstanbul'un fethinin 558'inci yıldönümü coşkulu törenlerle kutlandı
29.05.2011



Fatih Sultan Mehmet 21 yaşındayken İstanbul’u fethetti ve bu fetihle bir çağ kapandı, yeni bir çağ başladı.
Dünya tarihinde bir dönüm noktası olan İstanbul’un fethinin 558’inci yıldönümü görkemli kutlamalara sahne oldu.

İstanbul’un fethinin 558’inci yıldönümü dolayısıyla Saraçhane’deki Fatih Sultan Mehmet Anıtı’na çelenkler konuldu.

Daha sonra Fatih Camii avlusundaki Fatih Sultan Mehmet’in türbesi ziyaret edildi.

İstanbul’un fethinin yıldönümü dolayısıyla düzenlenen kutlamalara Belgradkapı’daki törenle devam edildi.

Belgradkapı’daki tören İstiklal Marşı eşliğinde göndere bayrak çekilmesiyle başladı.

Daha sonra mehteran bölüğü ve top atışları eşliğinde Yeniçeriler’in surlara akını ve kentin ele geçirilmesi temsili olarak canlandırıldı.
TRT


En son Ekim tarafından Sal May 28, 2013 8:28 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Ağu 08, 2009 11:17 pm    Mesaj konusu: Necip Fazıl'ın Ayasofya Konferansı Alıntıyla Cevap Gönder

Necip Fazıl'ın Ayasofya Konferansı
(1965'de M.T.T.B.'de...)



Gençler!..

Ayasofya üzerinde çok laf ettik! Ama lafta bile onu tasarruf edebilmiş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz!

Bana öyle geliyor ki, yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya'nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

Biz kimden, neyi istiyoruz.

Yemen'den Viyana'ya Fas'tan Kafkasya'ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde... Atalarımızın... Ata derken halimize bakıp başımızı doğduğumuz nur insanların... Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini... 700 bin kilometre kareye indikten ve bu halin ismine millî kurtuluş dedikten sonra... Evet, bütün bunlardan sonra... Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?

İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.

Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.

"- Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?"

Derler böyle insanlara ve milletlere!..

Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin ve sonra ikinci bir başla onu seyretmenin, kısaca ulvî nefs muhasebesine girişmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki, bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilave edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de:

"- İşte sana layık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!"

Dediler.

Bu bakımdan Ayasofya... Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?

Bizi bu hale getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlakımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekamızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız...

Ayasofya budur!

129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sadık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

Frenk kelimesinden gelen "frengi" ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun ta kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler... ! Şimdi buradan saffet devrimize geçelim. Şairin;

Şayestedir denilse,
Âlem senin mezarın...

Hala gelir zeminden
Tekbir-i zar-ü-zarin...

Diye belirtmeğe çalıştığı; dava ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar'ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul'u fethedip onun kalbi Ayasofya'da namazını eda ettiği zaman, Cenubî Fransa'da kırılıp Viyana'da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslam taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti.

Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslam kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed'dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamıyanlardadır. Fatih'e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî sultansüleyman® gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam (aksiyon) akışında en büyük hız payı, yine Fatih'indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud gibi şeyhülislam, Sokullu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih'in, hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzüsuyu hürmetine yetişmiş büyükler...

Tarihimizde, Fatih'ten başka her hükümdarın (aksiyomu, isterse vatana eklediği toprak Fatih'inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemal ve noksansızlık manasına, tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih'dedir ki, kendi zaman ve mekanına göre, dava hedefini, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde buluyoruz.

İşte bütün bunları (sembolize) eden, remzlendiren de cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya...

Salibin ağırlığından kurtarılıp hilalin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe...

Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mana, yalnız mana...

İstanbul'daki Süleymaniye, Edirne'deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma'daki (Sen Piyer) ve Paris'teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hatta gayelerine bağlı mana kıymeti olarak, Ayasofya'nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan herbiri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser... Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mana ölçüsüyle ona varmak kabil... Ayasofya, bir mananın, zıd manaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan abidesi...

Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi; ve Ayasofya'yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.

Tarihimizde daha nice zapt ve fetih hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, has isim olarak Fatih değil?..

İmdi:

Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, (İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk'ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar, 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felakete yol açılıyor; Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle manasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilalden ziyade salibin faziletlerini ilana memur bir müze, yani içinde İslamiyetin gömülü olduğu bir lahid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mananın katillerini ilan ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık alemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya'nın hilal hakimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp planlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felaket...

Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar...

Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..

Ayasofya'nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

Allah diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.

Bütün bu manalar Ayasofya'ya bağlı... Daha neler ve neler!.. Türk İstiklal Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklali topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve tarihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için... Şahsiyetsizliğin ceremesi... Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han'a hürmet ediyordu. Almanya imparatoru (Vilhelm) siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens (Bismark) tam bir Abdülhamid düşmanı olduğu halde, onu, asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu. Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi. İnkarcı (Volter)in AllahS'ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti'nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han'dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya'dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugah kurmakla cezalandırmıştı. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı'nın hayali, İstiklal Savaşı'ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde dikilip duruyor da, bizde, onun iki gözünü birden çıkaracak (enerji)den eser görünmüyor.

Sebep?

Çünkü Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mana, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...

Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semaları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün manalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.

Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!

Ayasofya'nın Bilinmeyenleri
23 Ağustos 2009 10:22

Ayasofya Müzesi Başkanı ünlü tarihçi Haluk Dursun Obama ve Papa’ya neler anlattı? Ayasofya’nın kapı tokmaklarında neden ‘Yâ Fettah’ yazılıdır? İşte cevapları...

Ayasofya Müzesi’nin Başkanlığı mevkiinde 3.5 yıl geçiren ünlü tarihçi Haluk Dursun Obama ve Papa’ya neler anlattı? Burada namaz kılınabiliyor mu? Altındaki dehlizlerde ne var? Türkiye’nin en çok ziyaret edilen müzesinin şifresi bu röportajda...

Ayasofya’nın Osmanlı’daki yeri ve önemi nedir?

Ayasofya bir mabet olarak, İstanbul’un fetih sembollerinden biridir. Ondan dolayı Ayasofya’nın kapı tokmaklarında ‘Yâ Fettah’ yazılıdır. Hem Allah’ın isimlerinden biridir, ‘Açan’ demektir, hem de fetih yani açış kelimesiyle akrabadır. Fetih’ten itibaren Ayasofya Osmanlı coğrafyasının bir numaralı mabedi olmuştur. Bu nedenle adına ‘Cami-i Kebir’ yani Büyük, Yüce Cami denir.

En son, kubbede bir melek tasviri keşfedildi. Nedir bu tasvirin önemi?

Bir metre boyunda, Doğu Roma’dan kalma bir melek sureti. Ayasofya kubbesinin yüksekliği 55 m 60 cm’dir. Suret 45 metrede yer alıyor. Melek figürü, restorasyon sırasında bulundu. Temizliğini ve bakımını yaptık ve Kültür Bakanımıza haber verdik. O da açıklamasını yaptı.

PAGAN NESNELER DE VAR

Kubbede Hıristiyanların melek tasviri, Müslümanların hat şaheseri ayetleri... Bu bir ikilik doğurmuyor mu?

Pagan döneminden kalma parçalar da var. Bir Pagan tapınağından gelmiş ‘Güzel Kapı’ dediğimiz, İsa’dan önce 2’inci yüzyıla ait bir kapı. M.Ö. 4’üncü yüzyıldan Helenistik küpler var. Bunu bir Amerikalıya söylediğiniz zaman, Amerikalı kendi birkaç yüzyıllık tarihini düşünüp afallıyor. Abdülmecit’in, Bizans döneminden kalma mozaiklerden yapılmış bir tuğrası bulunuyor burada. Abdülmecit, 1847 - 1849 yılları arasında Ayasofya’da büyük restorasyonu yaptıran padişahtır. Ona hediye olarak, düşen Bizans mozaiklerinden, Lanzoni adlı mimarın tasarladığı bir tuğra. Ayasofya’da ikilik, üçlükten ziyade birlik var.

Papa XVI. Benediktus’un Ayasofya ziyareti sırasında neler yaşandı?

Papa burada bir kilise bulmayı umuyordu sanki. Ona anlattım: Burası kiliseyken 4 tane minare konularak camiye dönüştürülmüş bir yer değil. Büyük bir külliye var. Papa, şadırvanı görünce çok şaşırmıştı mesela. ‘Abdest almak için böylesine görkemli ve estetik bir yapı mı inşa etmişler?’ demişti. İnsanlara şerbet dağıtılan sebil, ders verilen mekan ve kütüphane ilgisini çekmişti.

PAPA İLGİYİ ARTTIRDI

Papa’nın gelişi yerli ziyaretçi sayısında bir artışa sebep oldu mu?

Kesinlikle evet. Papa’nın gelişi burada bir milat gibi oldu ve yerli ziyaretçi oranı ciddi bir şekilde yükseldi. Papa’nın Topkapı Sarayı’na gitmeyişi ve Ayasofya’da ne yapacağının merak edilişi insanları meraklandırdı. Televizyonlar canlı yayın yaptı ve Ayasofya aktüel bir alana taşındı. Obama’nın gelişi de ilgiyi arttırdı. İnsanımız ‘Eloğlunun Papa’sı, Obama’sı geldi, biz niye gitmiyoruz’ diyerek harekete geçti.

Obama’yla aranızda enteresan bir olay geçti mi?

Hünkar kasrında padişahın buraya Cuma namazı için gelirken halkın ‘Padişahım çok yaşa!’ diye haykırdığını, namaz çıkışında ize ‘Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var!’ dediklerini söyledim Obama’ya. Bundan çok etkilendi. Başbakanımız da özellikle bu bilgiyi vurgulamamı rica etmişti.

Ayasofya’da resim, fotoğraf sergileri yapılırdı. Sizin başkanlık döneminizde bunlar ortadan kalktı. Neden?

Ben Unesco’nun Mevlana Yılı ilan etmesi dolayısıyla bir tek Mevlana Sergisi’ne izin verdim. Onun dışındaki tüm talepleri geri çevirdim. Bakanlık da bu tutumu benimsedi. Çünkü sergi salonu olarak kullanılması, Ayasofya’nın ruhuna aykırı. Kendisi tarihsel, sanatsal, kültürel şaheserlerle bezeli bir mekanda sergi açmak akıl kârı değil bence.

Ayasofya’nın ziyarete açık olmayan yerlerinde neler var?

Mesela burada yatan 5 padişah var. Bunların üç tanesinin türbesi var ve bunlar İstanbul türbeleri arasında şaheser niteliğinde. Biri, Mimar Sinan’ın yaptığı II. Selim Türbesi. Padişah, bu türbeyi kendisi henüz sağken yaptırmıştır. Sinan, bütün sanatsal ağırlığını koymuş bu türbeye. Bu türbeden çalınmış çinilerin bir kısmı Paris’teki meşhur Louvre Müzesi’nde. Padişah türbeleri bu ay içinde ziyarete açılıyor. Eski Kültür Bakanı Atilla Koç’a espri olsun diye ‘Sayın Bakanım arkamda 5 padişah var!’ diyordum: II Selim, III Murat, III. Mehmet, I. Mustafa ve I. İbrahim. Bunlardan ikisi tahttan indirildikleri için türbeleri yok.

ÖĞRENİP ÖYLE GEZMELİ

Yerli ve yabancı ziyaretçiler arasında fark var mı?

Türk, etrafına öyle bakınarak gezer. Yabancılar ise elinde kitapla gelir, her parçayı incelerken kitaba müracaat eder ve mutlaka fotoğraf çeker.

Ayasofya’da şu anda namaz kılınabiliyor mu?

1935 tarihinden beri Ayasofya bir müze. Bu müze birimleri dışında fakat Ayasofya külliyesi içinde bulunan bazı bölümler vardır. Bunlardan bir kısmı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne aittir. İstanbul Müftülüğü bunları kullanmaktadır. Hünkar Kasrı, Ayasofya Müzesi dışında, hünkar mahfili ise içindedir. 1990’larda mescide dönüştürülmüş olan kasır kısmında ibadet ediliyor şu anda. Padişahın Cuma ve Bayram günlerinde gelip dinlendiği, görüşmeler yaptığı o bölüm mescit olarak kullanılıyor. Fakat insanlar karıştırıyor. O kısım, bir zamanlar cami olan Ayasofya değildir.

Yıllık ziyaretçi sayısı nedir?

Türkiye’de en çok ziyaret edilen, yılda 2 milyon ziyaretçi sayısını aşan iki müze var: Biri Topkapı Sarayı, biri de Ayasofya Müzesi.

Ayasofya’yı gezeceklere ne tavsiye edersiniz?

Bilerek gelin ya da öğrenmek için gelin. Bir müze kartı edinmelerini de öneririm.

-Altında heyecan verici bir şey yok-

Üç hafta önce, yönetmen Göksel Gülensoy’un Ayasofya’nın Derinliklerinde adlı belgeseli için Ayasofya’nın mahzen, sarnıç ve kuyularına inildi, çekimler yapıldı. Gazeteler ‘Ayasofya’nın altı üstünden daha heyecan verici’ diye yazdı. Bu doğru mu?

O Göksel Gülensoy’un kendi görüşü. Ben de indim ve görüşüm şu: Kıymeti harbiyesi olan bir malzeme ve bir keşif yok. Kamuoyunda ‘Ayasofya’nın altında muhteşem şeyler olmalı’ gibi bir beklenti var. Ayasofya’nın altında, bir insanın ancak girebileceği ve avlu alanının ötesine geçmeyen, bir yerlere bağlanmayan birkaç koridor dehliz var. Burada 2 m2’lik iki küçücük oda bulunuyor. Fakat buralarda hiçbir obje, levha, mozaik ya da yazı yok.

Alttaki sarnıçta neler var peki?

Ayasofya’nın su sarnıcı, bu bölgedeki diğer sarnıçlara kıyasla küçüktür. Sarnıçta belgesel için bir şey yapılmadı çünkü hiçbir şey yok.

Peki Gülensoy’un belgeselinde ne anlatılıyor?

Bir kuyu. Belli ki Ayasofya’nın sarnıcı yetersiz olduğu için açılmış bir su kuyusu. Bu kuyuya inildi. Dipte suya rastlandı. Suyun içinde de iki tane matara ve birkaç parça uyduruk şey bulundu. Arkeolojik kalıntı ve müzelik eser olarak hiçbir değer taşımıyor. Kamuoyunun beklentisi ve yaz döneminde gazetelerin ‘hevesli’ oluşu yüzünden böyle bir şey patladı.

Kitaplarınızdan birinin adı İstanbul’da Yaşama Sanatı ve epey de ilgi gördü...

İstanbul’un zenginliklerini fark edelim, belirsiz şeylerin peşine düşeceğimize mevcut olanın tadına varalım diye yazdım. İnsanlar hâlâ göz önündekini görmüyor, yerin altında ne var diye hayal kuruyor. Ayasofya’nın üzerinde görülmeye değer ve henüz bilinmeyen o kadar çok şey var ki...

-Ramazan’da ziyaret için ideal mekan-

- Osmanlı Sarayı’nın Ramazan’ı idrak ettiği başlıca mekan Ayasofya mıydı?

Padişahlar, dinî ehemmiyet taşıyan günlerde, halkla burada buluşurlardı. Topkapı Sarayı hemen yakında olduğu için Bab-ı Hümayun’dan çıkar çıkmaz buraya güvenli bir şekilde gelinebiliyordu. Ramazan’da bilhassa Kadir gecelerinde padişahlar burada bulunurlardı. Cuma ve Bayram namazlarında da Ayasofya’ya gelirlerdi. Bütün Osmanlı coğrafyasında Ayasofya Ramazan’ı merkezî bir nitelik taşıyordu.

Ayasofya’da Ramazan’la gelen bir değişiklik oluyor mu?

Ayasofya’nın bir müze olduğunu unutmayalım. Fakat Ayasofya’nın tarihsel önemini bilenler için Ramazan’da Ayasofya’yı gezmenin ayrı bir tadı olabilir. Bu da kişilerin bilinç ve kültür seviyesiyle ilgilidir. Ramazan’da Sultanahmet çevresinde yaşanan hareketlilik bizim ziyaretçi sayımızı da yükseltiyor.

Ayasofya’nın içindeki başlıca değerli unsurlar neler?

Ayasofya’da hiçbir Osmanlı camisinde bulunmayan eşsiz bir hat koleksiyonu var. 7,5 m çapında, 8 adet, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin hattı var. Ayasofya kubbesinde yer alan Nur Suresi hattı şu anda açık. Ayasofya bir müze, fakat hiçbir camide görülemeyecek estetik değerlerle örülü. 4 padişaha ait hatlar var burada: III. Ahmet, II. Mustafa ve Sultan Mahmut’a ait, Allah’ı ve Peygamberi öven hatlar. Ayasofya’da tarihsel önem taşıyan İslam estetiğinin şaheserlerini görmek mümkündür. En büyük padişah hattı, en yüksek kubbe yazısı, en büyük levha bizde. Sırf bu kıymetli eserleri görmek için bile Ramazan’da ziyaret edilebilecek en ideal mekanlardan biridir Ayasofya.
aktifhaber

Ayasofya adım adım Hristiyanlaştırılıyor!

13 Ocak 2010, 13:17 Anadolu Haber

Ayasofyada sürdürülen çalışmalar nihayet Hristiyan Avrupanın istediği şekilde bitiriliyor.Ayasofya'da 160 yıldır görünemeyen Hristiyanlığın sembolü Serafim meleği de yeniden ortaya çıkarıldı.

2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbulun en önemli kültür sanat zenginliklerinden Ayasofya Müzesinde 1992de restorasyon için kurulan iskele sökülmeye başlandı. Ayasofya'yı camilikten çıkarıcı ve adeta Kliseye çevirici bu faaliyetler kapsamında iskele söküldükten sonra ortaya çıkan manzara resmen içler acısı.İstanbul ve Ayasofya'nın temsil ettiği manadan çok uzak ve İslam Kültüründen arındırılmış olarak Avrupaya sunulması ise gerçekten düşündürücüdür.

Çalışmalarda 160 yıldır yüzü kapalı bulunan Serafim meleğinin yüzü de ortaya çıktı. Ayasofya Müzesi Başkanı Haluk Dursun, restorasyonun 2010 Ajansının parasal desteğiyle tamamlandığını belirtti. Dursun, Ayasofyanın iskelesiz fotoğrafını çekmek; kitabeleri, serafim meleğini, altın mozaiklerini ve kubbe derinliğini görmek isteyenler artık Ayasofya yı görmeye gelebilecek dedi. 180 ton ağırlığındaki demir iskele, 18 yıldır müzenin içinde bulunuyor. İskelenin sökülüp takılma maliyeti 61 bin liraya mal olacak. 2010 yılı içinde de bir daha kurulmayacak.

SERAFİM MELEĞİ

1847de Abdülmecitin emriyle yapılan restorasyonda mozaikler bakımları yapıldıktan sonra üzerine metal bir kapak kondu. Bu kapaklar 6 ay önce başlatılan restorasyonda açıldı ve 4 melekten serafim meleğinin yüzü açıldı. Altı kanatlı Serafim meleğinin İncile göre Tanrının tahtını koruduğuna inanılıyor.

Hristiyan Batı'da Durum....

Ayasofya’nın ‘kiliseye’ dönüştürülmesini isteyen hristiyan-haçlı medeniyetinin kıblesi vatikan, Endülüs’teki dünyaca tanınan ve 1523’te katedrale dönüştürülen kurtuba camisi’nin müslümanlar tarafından kullanılmasına ise karşı çıkıyor. vatikan, kurtuba camisi’nin müze olmasını dahi istemiyor.


Allah'ın ve Bütün Meleklerin Laneti...
Fatih Sultan Mehmed Han'ın vakfiyesinde Ayasofya camisine geniş yer ayırmıştır.kendi mührününde yer aldığı vakfiyede,Ayasofya nın islami yapısını değiştirmek isteyenlere beddua edilmektedir.

"Dünya durdukça, benim bu câmim câmi olarak kalacaktir. Onu câmilikten çikaranlar ALLAH'in, meleklerin ve insanlarin lânetine ugrasinlar. Onlar hiçbir zaman hafiflemeyen bir azap içinde bulunsunlar. Yüzlerine bakan ve kendilerine sefaat eden hiçbir kimse bulunmasin"

Ayasofya'yı camilikten çıkarıcı faaliyetler devam ederken, 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan ettikleri İstanbul'u da İslamın şehri olmaktan çıkarmayı planlıyormuşcasına bu çalışmaların sürdürülmesi birileri tarafından resmen Batı-Haçlı devletlerini memnun etme faaliyetlerine dönüştü..Ayasofya temsil ettiği mana itibarı ile İstanbul'un Fethinin Sembolü ve İslam'ın Haçlılaa karşı kazandığı en büyük zaferinde adıdır.

anadolu haber günlüğü
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Eyl 26, 2014 12:04 am    Mesaj konusu: 'Allah bize fethi müyesser eyledi (nasîb etti)' Alıntıyla Cevap Gönder

"Allah bize fethi müyesser eyledi (nasîb etti).."



İstanbul fethedildi...
Günlerden Cuma...
Fatih Sultan Mehmed Han, Cuma Namazı kıldırarak hâkimiyetini ilân edecek.
Tekbir alıyor.
Bütün ordu arkasında!
Herkes ulvî bir sesle tekbir alıp, ellerini bağlıyor.
Mehmed, birden selâm veriyor. Sonra bir daha tekbir alıyor. 300 bin kişi bir daha tekbir alıyor!
Sultan, sonra yine selâm veriyor; tekrar tekbir alıp, üç tekbir de namazı kıldırıyor.

Hocası Ak Şemseddin, namazdan sonra talebesi olan Sultan'a:
-"Yazıklar olsun sana! İstanbul'u fethettim diye kibre kapılıp, namazı 3 kere de kıldırırsın!" diyor.

Fatih'in gözleri yaşlı...
Dönüyor hocasına, diyor ki:
-"Hocam eğer bu sitemin olmasa idi, söylemeyecektim. 'Birinci tekbir de aklıma bir şey girdi. Bu kilisenin yönü Kıble değil, selâm verdim. Sonraki tekbir de yine evham geldi, tekrar selâm verdim; üçüncü tekbiri alırken, Kâbe bütün ihtişamı ile önümde belirdi! Rahatladım ve namazı kıldırdım'..."

Bunun üzerine Ak Şemseddin de Fâtih Mehmed'e şunları söylüyor:
-"Bende, sen bunu anlatmasa idin, asla anlatmaz idim. 'Sen birinci tekbiri alınca: Eyvah! Buranın yönü Kıble değil; yetiş Allah'ım imdâda!'' dedim, sen selâm verdin. İkinci tekbir de yine Allah'a yalvardım, sen selâm verince rahatladım. Sen üçüncü defa tekbir alır iken, Hızır (aleyhisselam) geldi, parmağını Camii'nin duvarına sokup Kıbleye çevirdi ve dedi ki:

"Allah bize fethi müyesser eyledi (nasîb etti).."

FATİH SULTAN MEHMED HAN



Künyesi : Mehemmed bin Murad Han
Lisan-ı Osmani Adı : محمد بن مراد خان
Doğum Tarihi : 30.03.1432
Doğum Yeri : Edirne
Babası : II.Murad
Annesi : Hüma Hatun
Tahta Çıktığı Tarih : 01.12.1444 / 18.02.1451
Tahta Çıktığında Yaşı : 12 yaş, 8 ay
Saltanatının Sonu : 1446 / 03.05.1481
Tahttan Ayrılma Sebebi : Babası lehine terk / Ölüm
Saltanat Süresi : 1 yıl, 9 ay / 30 yıl, 3 ay
Ölüm Tarihi : 03.05.1481
Ölüm sebebi : Nikris, şeker, zehir
Öldüğü yer : Gebze, Hünkar Çayırı
Kabr-i Saadeti : İstanbul / Fatih Külliyesi
Valilikleri : Amasya ( 1437-1439) Manisa (1439-1444 / 1446-1451)

Fatih'ten cevap: "Bizim elimizde İslam kılıcı vardır. Eğer biz zahmete katlanmazsak bize gazi demek yalan olur"
Erhan AFYONCU
BUGÜN GAZETESİ



Fatih, 1461'de Trabzon seferi sırasında "Bunca zahmetler çekmek niye" diye sorulunca, "Ahirette Allah'ın karşısına çıkınca utanmayalım" cevabını vermişti.

Bu hafta herkes Galatasaray'ı kupadan eleyen 1461 Trabzon'u konuştu. 1461 Trabzon'un Fatih Sultan Mehmed tarafından fetih tarihiydi ve bu sefer sırasında ilginç hadiseler cereyan etmişti.

Çizmesi ayağından çıkmadı

Sultan II. Mehmed, 1453'te İstanbul'u fethedip "Fatih" unvanını almıştı. Ancak Türk tarihinin en büyük hükümdarı bir yıl sonra 1454'te Sırbistan seferine çıktı. Ardından Karadeniz bölgesindeki Ceneviz kolonileri ile Boğdan'ı vergiye bağladı. 1455'te ikinci defa Sırbistan seferine çıktı. Güney Sırbistan'daki Vılk-İli'ni Lab Vadisi'ndeki gümüş madenleriyle birlikte ele geçirip, Sırplar'ı Macarlar'dan ayırıp Osmanlı'ya bağladı. 1456'da babası II. Murad'ın alamadığı Belgrad'ı kuşattı ancak fethedemedi. Aynı yıl Enez, İmroz ve Limni fethedildi. 1457 yılı Arnavutluk'taki Osmanlı kuvvetlerinin İskender Bey'le mücadelesiyle geçti.

Osmanlı sultanı fetihlerine devam ederken bütün Avrupa korku içerisinde, çaresizce bekliyor, birçok ülkede "acaba bu yıl Türkler ülkemize gelirler mi" diye düşünülüyordu. 1458'de Veziriazam Mahmud Paşa Güvercinlik başta olmak üzere Sırbistan'ın ele geçirilememiş bölgelerini fethederken, Fatih Sultan Mehmed de Mora'da idi. İki ordu Üsküp'te buluşup kışı orada geçirerek çekilmelerini bekleyen düşmanlarını şaşırttı. Osmanlı ordusu Macar ordusunu püskürttükten sonra Edirne'ye döndü. 1459'da sefere çıkan Fatih'e, Sırplar Semendire'nin anahtarlarını verdiler. Böylece Sırbistan doğrudan Osmanlı hâkimiyeti altına girdi. Sırbistan seferini erken bitiren Fatih, Anadolu'da yeni bir sefere çıkarak Amasra'yı fethetti. 1460'ta ikinci defa Mora seferine çıktı ve sahilde Venedik'e ait bazı kaleler dışında yarımadanın tamamını Osmanlı topraklarına kattı.

İslam'ın kılıcı

1461'de Kuzey Karadeniz seferine çıkan Osmanlı Sultanı, Candaroğulları Beyliği'ni itaat altına aldıktan sonra Trabzon Rum İmparatorluğu'nun üzerine yürüdü. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatoru Dördüncü Ioannes Kommenos'un Despina Hatun diye adlandırılan kızı Theodora'yla 1458'de evlenerek, Osmanlılar'a karşı yardım sözü vermişti. Fatih Sultan Mehmed, Trabzon seferine çıkınca Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, kayınpederinin ülkesini kurtarmak için annesi Sara Hatun'u Osmanlı İmparatorluğu'na elçi olarak gönderdi. Sara Hatun maiyetiyle birlikte seferde olan Fatih'i Bulgar Dağı'nda buldu.

Osmanlı hükümdarı kendisine getirilen hediyeleri kabul edip, Sara Hatun'a büyük saygı gösterdi ve anne diye hitap etti. Fatih, Sara Hatun'la birlikte Bulgar Dağı'nı aşıp, Trabzon seferine devam etti. Sultan, dağı geçerken birçok yerde atından inip, yürümüştü. Sara Hatun, bu durum üzerine "Hey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmetler çekmek nedir" diye sorunca, Fatih "Ana bu zahmetler Trabzon için değildir. Bu zahmetler İslam dini yolunadır ki ahirette Allah'ın karşısına çıkınca utanmayalım diyedir. Zira bizim elimizde İslam kılıcı vardır. Eğer biz zahmete katlanmazsak bize gazi demek yalan olur" diye cevap vermişti.

Trabzon, Fatih'in kuşatmasına karşı direnemeyeceğini anlayınca 15 Ağustos 1461'de teslim oldu ve böylece Osmanlılar Doğu Karadeniz'e hakim olmaya başladılar.

Evlilik yoluyla ayakta kaldılar

1204'te İstanbul Latinler tarafından işgal edilince Trabzon'a kaçan Aleksios Kommenos burada bir devlet kurdu. Trabzon İmparatorluğu, Selçuklular'ın ardından çevrede Türkmen beyleri kurulunca hanedandan prensesleri Türkmen beylerine vererek evlilik yoluyla ittifaklar kurup, ayakta kalmaya çalıştı. Bizim kaynaklarımıza pek yansımayan bu hadiseleri Rum kaynaklarından Elizabeth Zachariadou teferruatıyla anlatır. 1348'de Bayburd hakimi Mehmed Bey, Çepni ve Akkoyunlu Türkmenleri ile birlikte Trabzon'u sıkıştırdı. İmparator kız kardeşini Türk beyinin oğluyla evlendirdi. 1352'de imparatorun kızı Akkoyunlu beylerinden Turali Bey'in oğlu Kutlu Bey ile evlendirildi. 1358'de imparator Hacıemiroğulları Beyliği'nden Bayram Bey'in oğlu Hacı Emir'e kız kardeşini verdi. 1379'da Niksar civarına hakim olan Taceddin Bey'le akrabalık kuruldu.14. yüzyılın sonlarına doğru ise hanedandan bir prenses de Erzincan hakimi Mutahharten ile evlendirildi.

Adına cami inşa ettirilen padişahın eşini Hristiyan yaptılar

Başbakan dizileri eleştirip, padişahları övdü diye Osmanlı'ya bir saldırı başladı. Başbakanın sözlerini beğenmeyip, yanlış bulabilirsiniz. Tasvip de etmeyebilirsiniz. Ancak bunun yolu tarihte olumsuz şeyler aramak ve tarihimizle ilgili yalan yanlış bilgilerle kafa bulandırmak değildir. Ermeni meselesinden Osmanlı müesseselerine kadar her şeyden anlayan bir yazar kalkmış, "Fatih'in kadınlarından bir Gülbahar vardır mesela. Onun Hristiyan kaldığı, Müslüman olmadığı bilinir. Fatih Camii'ndeki külliyenin içindeki mezarına da bir tür "cadı" muamelesi ederler hâlâ. Gülbahar'ı bir türlü benimseyememişlerdir" diye aslı astarı olmayan bir iddia ortaya atmış.

Fatih'in eşi Hristiyan ise niçin Gülbahar adını taşıyor? Bunu bile sorgulamadan iddia sahibi olmaya ne denir?

Ayrıca Gülbahar Hatun II. Bâyezid'in annesidir ve Tokat'ta 1485'te adına oğlu tarafından cami yaptırılmıştır. 1492'de vefat ettiğinde Fatih Camii avlusunda yapılan türbesine gömülmüştür. Ölümünden sonra kendisinden bahsedilen vesikalarda da kendisinden "Merhum ve mağfurunlehu Gülbahar Hatun" diye bahsedilir.

Selçuklular ve Trabzon

Türkiye Selçukluları, Sinop'u fethedip Karadeniz'e hakim olmaya başlayınca gözlerini Trabzon'a diktiler. Ancak 1223'teki seferleri başarısız oldu ve Trabzon'u ele geçiremediler.

Uzun Hasan ve Trabzon

Akkoyunlu hükümdarı, Fatih Sultan Mehmed'e 1473'te yazdığı mektupta Kapadokya ve Trabzon'un kendisine teslim edilmesi şartıyla Osmanlılar'la barış yapabileceğini bildirmişti. Fatih cevabî mektubunda ağır sözlerle Uzun Hasan'ı baharda harbe davet etti. 1473'te Otlukbeli Meydan Muharebesi'nde Fatih'le Uzun Hasan kozlarını paylaşacaklardı.


Fatih'in fermanı, 1463'den beri geçerli

26 Mayıs 2010 Bosna-Hersek'in Fonitsa kentinde yaşayan Hristiyanlığın Katolik mezhebine bağlı Fransisken tarikatı üyeleri, Fatih Sultan Mehmed'in kendilerine "özgürlük bahşeden" fermanı sayesinde bugüne kadar ayakta kaldı.
Osmanlı'nın çeşitli dinlere, milletlere ve kültürlere karşı hoşgörüsünün en iyi örneklerinden birini Saraybosna'ya 60 kilometre uzaklıktaki Fonitsa kentinde Fransiskenlerin manastırında muhafaza edilen Fatih Sultan Mehmed'in "Ahidname" olarak adlandırılan fermanı gösteriyor.
Fatih'in 28 Mayıs 1463 yılında Fransisken tarikatının kurucusu Anceo Zvizdoviç'e Bosna'yı fethi sırasında verdiği bu ferman, halen manastırın müze olarak kullanılan kısmında muhafaza ediliyor. Manastırın müzesinde, "Ahidname"nin orijinalinin yanı sıra Fatih'in Fransisken tarikatının kurucusu Anceo Zvizdoviç'e hediye ettiği kıyafet ve Bosna'nın son 600 yılda geçirdiği en önemli izlere ait materyaller teşhir ediliyor. Fonitsa kentine hakim bir tepede kurulu bulunan manastırda, 3 bini Osmanlı döneminden kalma el yazması kitabın da yer aldığı kütüphane bulunuyor.
Fransisken manastırının bünyesindeki müze ve kütüphanenin sorumlusu Yanko Lyubas, yaptığı açıklamada, tarikatlarının Katolik mezhebi bünyesinde kendine özgü gelenekleri ve inançları bulunduğunu belirtti.
Bu tarikatın kurucusunun Fransisken Anceo Zvizdoviç (1420-1498) olduğunu belirten Yanko Lyubas, yaklaşık 600 yıldır Bosna topraklarında kendi geleneklerini, inançlarını sürdürdüklerini bildirdi.
Fonitsa'daki manastırın yanı sıra Visoko kentinde de rahip yetiştiren bir okulları bulunduğunu ifade eden Lyubas, Hristiyanlığın diğer inançlarından ayrılan en önemli özelliklerinin "misyonerlik" yapmamaları olduğunu kaydetti. Tarikat üyelerinin evlenmediğine, üzerlerine herhangi bir mal geçirmediğine, tamamen kendilerine özgü iç kuralları bulunduğuna işaret eden Lyubas, tarikata yeni üyeleri ise "kendi istekleri ve gönüllü olmaları" halinde kabul ettiklerini kaydetti.
Yanko Lyubas, bu zamana kadar kendi kültür ve geleneklerini devam ettirmelerini Osmanlı'ya borçlu olduklarını ifade ederek, bunun en iyi örneğini ise müzelerinde muhafaza altında tutulan Fatih Sultan Mehmed'in "Ahidname"si olduğuna dikkati çekti.
Osmanlı zamanında kendileri gibi küçük bir topluluğun çok kolay bir şekilde yok edilmesinin mümkün olduğuna işaret eden Lyubas, "Ancak yok etmek bir yana bizlere özgürlük bahşedilmiş ve imparatorluk sınırları içinde bize her türlü serbestlik tanınmış, kiliselerimize, üyelerimize dokunulmamıştır. Bundan daha büyük bir özgürlük olamaz" dedi.
Fatih Sultan Mehmed'e ve Osmanlı'ya minnet borçları olduğunu belirten Lyubas, bu nedenle Fransiskenlerin Türklere karşı ayrı bir sevgileri bulunduğunu söyledi.
Fatih Sultan Mehmed'in tuğrasını taşıyan ve "ahidname" olarak bilinen fermanda şu ifadeler yer alıyor:
"Ben Fatih Sultan Mehmed Han... Dünyaya ilan ediyorum ki, bu padişah fermanı verilen Bosnalı Fransiskenler himayem altındadır ve emrediyorum ki; Hiç kimse, ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar, özgür ve güvenlik içerisinde yaşasınlar. İmparatorluğumdaki bütün memleketlere dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkarlarımdan, ne imparatorluk vatandaşlarımdan hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hatta bu insanlar, başka ülkelerden devletime birini getirecekse, onlar da aynı haklara sahiptir. Bu padişah fermanını ilan ederek burada, yerlerin, göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah'ın büyük elçisi Yüce Peygamberimiz Muhammed Mustafa ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki, emrime uyarak bana sadık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır."
Fatih Sultan Mehmed'in Fransiskenlere özgürlük bahşeden bu fermanı, "insanlık tarihindeki ilk insan hakları belgesi olarak kabul edilen" 4 Temmuz 1776 yılındaki ABD Anayasası'ndan tam 324 yıl önce kaleme alındı.
Farklı inançlara özgürlük hakkı tanıyan bu ferman, yine 10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilen "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi"nden 485, 1 Şubat 1995 yılında kabul edilen Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Sözleşmeden tam 538 yıl önce Fransiskenlerin hak ve hürriyetlerini güvence altına alması bakımından büyük önem ta şıyor. netgazete
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> OSMANLI TARİHİ Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com