EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Bir Güzellik Savaşçısı: Turgut Cansever

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İMAR, MİMARÎ ve ŞEHİRCİLİK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Şub 23, 2009 11:56 pm    Mesaj konusu: Bir Güzellik Savaşçısı: Turgut Cansever Alıntıyla Cevap Gönder




Bir Güzellik Savaşçısı: Turgut Cansever
Av. Harun Yüksel



“Sanat eserleri varlık-kainat tasavvurunun yapılana yansımasıdır. Eserini ortaya koyarken aldığı karar sanatkarın varlık ve varlığın güçleri hakkındaki tasavvuruna göre şekillenir. Bu özellikleri ile sanat ahlak alanında yer alır.”
Turgut Cansever

Şu çirkefe bulanmış, çirkinlerin ve çirkinliklerin istilasına uğramış dünyada...
Güzelden ve güzellikten anlayan...

İnadına güzel kalan, ısrarla güzellikleri savunan nadir insandan biriydi Turgut Cansever...

Bir güzellik savaşçısı...

Hikmet ehli bir Müm’min....

***

Bu güzel insanların sayıları ne yazık ki çok az...



Ve ne yazık ki; biz onların kıymetlerini hayatteyken bilmiyoruz/bilemiyoruz...

“Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki/ Durup el bağlayalar yâran saf saf” demiş ya şairlerin sultanı...

Aynen öyle...

Geriye hiçbir şeye çare olmayan bir “keşke” kalıyor dilimizde...

Keşke kadr ve kıymetlerini bilseydik de; içlerindeki güzelliklerle dünyamızı güzelleştirecek imkânları onların önüne serebilseydik...

Keşke arsızın, hırsızın, yüzsüzün, vurguncunun, hortumcunun, soyguncunun yağma ve talanına cömertçe açtığımız resmî , içtimaî veya şahsî imkânlarımızın bir kısmını bu güzel insanların emrine amade kılabilseydik...

Keşke...

Azrail Aleyhisselâm, onları “Mutlak Güzel”e götürmek için harekete geçmeden önce...

Şu “devrim”i yapabilseydik de...

***

Bazı insanlar vardır... Onları tanımakla gerçekten şerefyab/şeref sahibi olursunuz...

İşte merhum Turgut Cansever onlardan biriydi...

Ve ben, onu tanıma şerefine nail oldum...

Birincisinde Hayreddin Soykan’la birlikte 29 Ekim 1997 tarihinde Akademya dergisi için bir röportaj gerçekleştirmiştik... İkincisinde Akademya dergsinin düzenlediği bir paneli yönetmiştim... O panele konuşmacı olarak Merhum Turgut Cansever de davet edilmiş ve o da lûtfedip teşrif etmişti...

Her iki karşılaşmamızda da olağanüstü, mest edici, insanın ayaklarını yerden kesen, hikmet yüklü tespit tahlil ve terkipleri dinlemenin hazzını yaşamıştım. Herhalde bu haz, ölünceye kadar gönül damağımda doyumsuz bir lezzet olarak hep mahfuz kalacaktır...

Bunun için Rabbime hamdediyorum...

***

Emir büyük yerden...

“Mutlak Güzel” olan Allah, güzelliklerle bezediği bir kulunu daha yanına almayı emir buyurdu ise ona kim ne diyebilir ki?

Bu güzel insanı Mutlak Güzel’in yanına uğurlarken geride bıraktığı eserlerine sahip çıkmak, onun öğrettiklerini hayata geçirmeye çalışmak...

Onun öğrettiklerinin rahatça hayata geçebilmesi için gereken “güzel ahlâk”ı hayata hakim kılacak yeni bir siyasî rejim olan “Başyücelik Devleti”ni bir an önce “kuvveden fiile” çıkarmak...

Güzellik sancağını onunla birlikte toprağa düşürmek istemeyen bütün mü’minlerin boynunun borcu...

***

Onu rahmetle anmamıza vesile olması dileğiyle Akademya dergisinde yayınlanan röportajdan tadımlık lezzetler sunarak bu yazıyı noktalamak istiyorum:

*

[Bakın; Konya'da "Milletler, Milliyetler ve Küreselleşme" konulu bir toplantıda birisi: "Asya İslam-Türk toplumlarıyla bütünleşirsek, küreselleşme denilen bu gizli sömürgeleştirme operasyonuna karşı çıkabilecek bir büyüklük elde edebiriz", ve devamla "Bunun için, dil birliği kurmak çabası sarfediyoruz!" dedi. Üzerine basarak ben de dedim ki: "Bugünün Türkçesi merkezinde bir birlik hiçbir şey ifade etmez. Eğer biz Bakî'yi anlamıyorsak, Özbekler de Ali Şîr Nevaî'yi anlamıyorsa; böylesi bir kültür mahrumluğu içerisinde varılabilecek hiçbir yer yoktur. Ama madem bu diller yoğrularak bir beraberlik kurulacaktır; bu, Bakî'yi de, Ali Şîr Nevaî'yi de anlayacak bir dil olmalıdır.]

*

[Meselâ, roman değil ama, şiir, asrın başında halkın dil zevkinin, dilbilgisinin sanatıydı. Tabiî, romana nazaran, yoğunluğuyla ve insanların da iştirak edebilmesiyle, yani çok daha yoğun bir kültürel bilinçlenme ve değişim alanı olmasıyla tâ köylere kadar sârîydi. İkinci olarak, musikî de öyleydi. Hatta gayrimüslim anâsırı dahi aynı kültürle zenginleştiren, mezceden bir yapı. Geçen sabah radyoda hikâyesini dinlediğim Bimen Şen, aslen, Ermeni ve Dürzi kiliselerinde âyin okuyan bir Ermeni papazken, Aziz Dede'nin musikîsinde yoğrulup, ismini de değiştirerek Bimen Şen oluyor. Ortak irfan iklimine bir diğer misâl de; mimarînin temel sanat ve ilimlerinin, resmin, rengin, tezyinatın bile, o kültürün herkese şâmil unsuru olması. Bursa'da hanımlar; katıldıkları hanım toplantılarında evlerin mimarîsini, renklerini konuşuyorlardı. Her mahallenin tekkesinde, hem şiir hem musikî hem hat hem mimarî tartışılıyordu. Bugünkü sanat yazarlarının yaptığı gibi, boşlukta da tartışılmıyordu. Beraberinde, tasavvufî bilgi ile kendini yetiştirme çabasının zemini üzerinde bezenirdi herşey. Varolan bir "ruh" ihyâ edilirdi her dem. Şayet onu, ülkenin her mahallesinde insanların tartışacakları alanlara ulaştıramıyorsak, böylesi ortak mahaller yoksa; tabiatiyle yapılan onca şeyin eriyip gitmemesine imkân yok. Bugün tekkelerin açılmasına müsaade edilmiyorsa, "kültür merkezi" filan diye her mahallede iki odalı bir yer açılmalı ve bu meselelerin konuşulması âdet hâline getirilmeli.]


*

[(Halkevleri’nde) İşin "ruh"u yok. Yani arkasında hiçbir inanç temeli, düşünce temeli yoktu bunların. Bir boşluk üzerinde; insanlar oraya gelecek, güya resim yapacak, heykel yapacak, saz çalacak. Oysa, musikînin kendisi dışarıdaydı orada. Bütün halk sanatlarına, Halk Musikîsi'ne temel teşkil eden o "büyük musikî" yoktu orada. Ama tekkelerde vardı!..]

*

[Benim dedem de Kasımpaşa Türabî Tekkesi şeyhi. Bütün aile, 300 sene kadar evvel Asya'dan bir yerden gelip Edirne civarına yerleşmişler. Sonra Kasımpaşa'ya gelip Türabî Tekkesini kurmuşlar. Kimi zaman bir amca, kimi zaman dedeler hâlinde devam etmişler. Evet; böyleleri varken, nasıl olup da çöktük, demiştik ya! Geçen yaz okuma fırsatı bulduğum; Ataullah İskenderanî'ye ait "El-Kısmet-ül Ataviyye". Özellikle son bölümlerine geldiğimde, işte apaçık "Bu adamın bu muhteşem düşüncesi Elhamrâ'yı vücuda getirmiştir" dedim. Lâkin, hemen birkaç dakika sonra da dedim ki: "Evet, Emevîlerin Endülüs'ü, İspanya'yı kaybetmelerinin sebebi de bunun içerisinde yatıyor!"... Bilmiyorum, Varlık Felsefesi'yle hiç meşgul oldunuz mu? Bu bâbdaki "Ontoloji" isimli yazısında Nicolai Hartmann, Batı felsefesinin kaynağından günümüze kadar süregelen ikili varlık telâkkisinin nasıl bir yanılgı olduğunu anlatıyor. Dikkat ettiyseniz İslam düşünürleri böyle bir ikili yapıdan kaçınıyor gözüküyorlar. Devam edersek; düşünce bu ikili yapı üzerinde gelişmiyor. Halbuki Batı felsefesi, hep bu ikili yapı üzerinde gelişiyor ki; problem, bunlardan hangisi hâkimdir noktasında düğümleniyor. Bu tezler karşısında Hartmann'ın getirdiği "dörtlü" yapı üzerinde bir miktar düşünülürse, orada bir kuvvet ve etkileme sistematiğine ait nasıl yapısal bir çözümleme olduğu görülebilir. En katı ve en kaba "maddî" varlık tabakası olarak baktığınızda; o, bir meseleye dair kendi aslî şartlarını emrediyor. Duvarı, o "maddî" yapı şartlarına göre inşâ ediyorsunuz. Ama aynı zamanda, "maddî" olan o taşa duvarda bir yer verdiğinizde, bu sefer o, duvarın bir fonksiyonu için konulmuş "şey" oluyor. Kaleyse kale, evse evin duvarına. Ve böylece, taş da "ona göre" ölçü alıyor, duvarda yer alıyor, biçim alıyor. Yani, o taşın nerede ne biçim alacağını tâyin eden ilim; bir "üst" sosyal, biososyal alanın meselesi. Tabiî, yer çekimi ve duvara ait yasalar bakî kalıyor. Bahsettiğimiz "üst" alandan devam edersek; mahallesindeki evinde herkes birbirinden eminse, bu takdirde duvarının koruma gayesinin "mahiyeti" değişiyor. Diyelim, gürültüye ve mahrem hayatın görünmesine karşı koruma gündeme geliyor da, maddî saldırıya karşı gelmiyor. Maddî varlık tabakası verileri, bu tabakada yer değiştiriyor. Yükseldiğimiz bu tabakada, korku gibi bir "psişik" hâl etkili oluyor, yani "sosyal yapılaşma" insanın "psişik" âleminin etkisi altında biçimleniyor. Yalnız bu âlem, hayvanınkinden farklı olarak "terbiye ile" şekilleniyor ki, terbiyeden güdülen gayeler olarak "inanç" benzeri çıkış noktalarını ele veriyor. Yani insan varlığı yahut insanla kaim, insanın da onunla kaim olduğu "manevî âlem", kademe kademe yapılacak herşeyi biçimlendirmekte etkili oluyor. Ve neticede gelinen yer olarak, onun da temelinde "inanç" yatıyor. Burada, o inanç, şayet varlığı ikili olarak tarif etmişse ve meselâ Hıristiyan "materyalizm karşıtlığı" gibi dünyayı günah addetmişse, mesele ortada kalıyor. "Niye çöktük?" sorusunun cevabına dair, baştaki Ataullah İskenderanî'nin kitabına dönersek; onun, İslam tasavvufundan bir miktar kopup Katolik Kilisesi'nin değerlerine yaklaşmış gibi, Katolikliğin merkeziyetçi
tahakküm ihtirasından etkilenmiş gibi gözükmesine ilişik bir tesbite varıyoruz...]


*

[Bilgi Teorisi etrafında bir tartışma açılacak olsa, şu hemen kaçınılmaz bir şekilde gündeme gelecektir ki, her bilgi geliştirme aşamasından evvel hür bir "seziş" yeteneği yatıyor temelde. Son derece önemli olan husus da; sanat eserini o seziş meydana getiriyor. O sezişin, bir bütüncül (küllî) yaklaşımın içerisinden bir "yer" aydınlanıyor ve ister bilgi ister araştırma "orada ilerlemeli" diyorsunuz. Yıl 1981 filandı; Zürih'te kaldığım otelde müthiş bir dökümanter film seyrettim. Kendisiyle görüşülen kişi, "Enstitü Pastör"de bir tıp araştırmacısıymış. Tıbbî bir mesele için 14-15 senedir tüm dünyada araştırma yapılıyor ve başında bu zât olmak üzere, "Enstitü" de bu meseleyi aydınlatmaya çalışıyor. Ama nafile!.. Bir pazar günü, yine sabahlara kadar çalışıp yorgun düşen adama, "Gel biraz yürüyüp, sinemaya gidelim!" diyor karısı. Gidiyorlar; fakat filmi 15-20 dakika seyreden adamın gözü bir sahneye takılınca, birden kafasında şimdiyedek hiç düşünemediği birşey canlanıyor ve karısını bırakıp eve dönüyor, geceyarısına kadar yazıyor, nihayet meseleyi çözüyor!.. Kısacası, daha önceki bir yaklaşım tarzında veya araştırma kanalında ulaşılamayan bir çözüme; farklı bir seziş ve bakış kanalında hemen ulaşabiliyorsunuz. Burada, herşeye bakmaya hazır bir insan tipi oluşturulmasına ihtiyaç var. "Bak; her şeye bak!". Hiçbir şeyin, o bakmanın derinliğini kısıtlamaması içinde; Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber'in yanına giderken söylediği hâle, insanlığın kendisini getirmesi icab ediyor: "Bütün inandıklarımı, bütün bildiklerimi terkediyorum. Bomboş olarak gidiyorum ki, O'ndan alabileceklerimi alayım" diyor. Bunun eğitimi acaba tekkelerde bir ölçüde kaybolmuş muydu ki, yenileşme ve atılım olamadı?..]

*

[Avrupaî bir stil tüten Sultanahmet Çeşmesi tamamlandığında, İstanbul'un mimar esnafı saray etrafında nümâyiş yapıyor; "Bu süslü püslü nesne ile Hünkâr'ın, İstanbul halkının yüce zevkini rencide etmeye hakkı yok!" diye. Harika! Ona tepki geliyor. Ama, bir Süleymaniye'yi, bir Sultan Selim Camii'ni müsbet yönde çözümleyecek bir gelişme de görülmediği gibi; giderek, Nur-u Osmaniye'nin Barok'tan aktarılmış "kaba etkilemeyi esas alan" güçlü hareketleri, Batı musikîsi ve romanındaki minvalde tesirini artırırken, bunları çözümleyebilecek tepkiler de görülmez oluyor... Bakın, bence dönüşümün ilk adımı, Sinan'dan Mehmet Ağa'ya geçerken atılıyor. Sinan'da, bir mimarînin her unsurunun gayet gerçek bir yapısı var. O gerçeklikle beraber, bütün bunların birbirine eklenmesiyle vücud bulan bütünlüğün de, "tezyinî" bir karakteri var. Bunlar, bir yapının bütün unsurlarıyla mümkün. Bir kubbenin dört büyük ayağa oturması, her bir sütun başlığının mukarnas tezyinatının -meselâ mukarnas içinde- dağılımı; işte bunun gibi tüm unsurların birliğinde ortaya çıkan bu gerçeklikte, onun tamamen zıttıymış gibi gözüken "transandantal-aşkın" yaklaşımın ürünü olarak "tezyinî" karakter, içiçe sarmalanmış bir vaziyette beraberce varoluyor. Halbuki Sultanahmet Camii'nde bütünüyle lâtif bir uyum havası esiyor. Hiç şüphe yok ki, o da insanlık tarihinin en büyük eserlerinden biri ama, ciddi bir fark var ortada. Mehmet Ağa'nın bu yaklaşımı Sinan mektebi mensuplarının direnişleriyle karşılaşıyor. Ve onlar da Yeni Camii vücuda getiriyorlar. Üsküdar Yeni Valide Camii ve Yeni Camii! 1670'lerde bitiyor cami... Ve geliyoruz 1683'deki, Köprülü'nün ll. Viyana Seferine! Bu sefere giden Köprülü'nün ordusu, o tarihte dünyanın en iyi teçhiz edilmiş ordusu ve karşılaştığı ordulardan hem sayıca hem de silah mükemmeliyetince üstün. Ancak, Viyana'da bu koca ordunun bir birliği geri çekilince hepsi birden geri çekiliyor. Doğrusu burada İbn-i Haldun'a hak vermek gerekiyor: "Kaybolan asabiyet". Yalnız asabiyet değil, kaybolan değerler hiyerarşisinde "doğru-güzel" de kayboluyor. Köprülü, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, sayıca fazlalık, silah üstünlüğü, bu büyüklükte bir orduyu buradan Viyana'ya götürebilecek organizasyon gücü; tüm bunların bir kuvvet faktörü olmasına ve Osmanlı ordularının ilk defa düşman ordularının birkaç misli büyüklüğe ulaşmasına rağmen, yine ilk defa ve o zaman yeniliyorlar!]

***

Allah onu rahmetine gark etsin , Resûlullah Efendimizin şefaatine nail olsun ve Mekânı Cennet olsun...


Merhum Turgut Cansever'in eserlerinden biri: Demirköy Sitesi

TURGUT CANSEVER'LE HİKMET VE CEMİYET ÜZERİNE

TAKDİM
Doç.Dr.Yük.Mimar Turgut Cansever'le yazarlarımızdan Av. Harun Yüksel'in gerçekleştirdiği ve bir bölümüne Genel Yayın Yönetmenimiz Hayreddin Soykan'ın da katıldığı bu "zevkli, ince ve derin" söyleşiden, bizlerin olduğu kadar sizlerin de büyük keyif alacağına inanıyoruz. Cumhuriyetin 74. yıldönümünde (29 Ekim 1997) yapılan bu uzun röportaj, aslında iki bölümden oluşuyordu. Aşağıda yayınladığımız kısımdan başka, Cumhuriyet dönemi mimarîsiyle istikbalin şehir ve medeniyetini ele alan, ziyadesiyle önemli teşhis, tesbit ve teklifler içeren ikinci bölümünü, önümüzdeki haftalarda yayınlayacağımız bir kitapta takdim edeceğiz. Kitapta, bu söyleşinin tam metni yanında, 8 Ocak ve 20 Şubat 1997 tarihlerinde Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde "Turgut Cansever, Av. Harun Yüksel ve Mustafa Armağan"ın katılımlarıyla düzenlenen "Dünden Bugüne Anadolu'da İnsan-Mekan" konulu birbirinin devamı nitelikteki iki "Akademya Söyleşisi"nin bant çözümlerine de yer vereceğiz. Sadece teşhis ve tesbit değil, yakın geleceğin "şehir ve medeniyet"inin, hangi temelde ve hangi "plan-program-proje"yle ibdâ, ihyâ ve inşâ edileceğinin çözüm ve alternatiflerini beraberce ihtivâ eden bir bütünlük taşıyacak bu kitap. Şimdi sunduğumuz bölümde rastlayacağınız birkaç "parantez içi" ifade, bahislerin büyüsüne kapılarak, Akademya'nın, konuşmacıların hoşgörüsüne sığınıp "eklemeden geçemediği" küçük iştiraklerdir ve konuşmacılara ait değildir. Bu arada, söyleşinin bant çözümüyle dizgisinde emeği geçen Emel Zor'a, Havva Sak'a ve Ahmet Arslan'a teşekkür ediyor; sözü daha fazla uzatmadan, sizleri sadece sınırlarımız içerisinde değil, "mimarî uygulamaları, projeleri, eserleri, şehir planlamacılığı" itibariyle uluslararası platformda yeri ve değeri tescil edilmiş bir hikmet adamıyla gerçekleştirilen fikir-sanat ziyafetiyle başbaşa bırakıyoruz.
AKADEMYA


H.Y: Avrupalılar, Endülüs kanalı ile ulaştıkları muhteşem İslam eserlerini kendi dillerine tercüme ediyorlar; fakat bunu yaparken, asla referans göstermiyorlar. (Engizisyon korkusu veya diğer keyfî sebeplerle zaten o dönemde, yerleşik bir prensip olarak "kaynak gösterme" mevzubahis değil). Kendi malı gibi alıyor, eğiyor, büküyor, neticede kendi sistematiği içinde kullanıyor. Şimdi ancak, sizin gibi hikmet sahibi insanlar baktıkları zaman bunu görüp: "Bu Gazalî'nin, bu Muhiddin-i Arabî'nin, bu Mevlânâ'nın, ilh..." diyebiliyor. Halbuki, sıradan insanlar bunu farketmiyor ve onları Batılıların malı zannediyorlar. Ve artık biz, kendi kök ve kültürümüzü, bir nevî Rönesans'ta Batının yaptığı gibi, Kadîm Yunanı bizden öğrenmesi gibi, gidip Batıdan öğrenmeye çalışıyoruz. Meselâ şu ânda Türkçe'de, maalesef Gazalî'nin, İmam-ı Rabbanî'nin, Muhiddin-i Arabî'nin doğru tercümeleri yok. Hiçbir hikmet ve felsefe kültürü olmayan bir adam, sırf Arapça bildiği için Gazalî'ye el atıyor. O zaman da...
T.C: Bakın; Konya'da "Milletler, Milliyetler ve Küreselleşme" konulu bir toplantıda birisi: "Asya İslam-Türk toplumlarıyla bütünleşirsek, küreselleşme denilen bu gizli sömürgeleştirme operasyonuna karşı çıkabilecek bir büyüklük elde edebiriz", ve devamla "Bunun için, dil birliği kurmak çabası sarfediyoruz!" dedi. Üzerine basarak ben de dedim ki: "Bugünün Türkçesi merkezinde bir birlik hiçbirşey ifade etmez. Eğer biz Bakî'yi anlamıyorsak, Özbekler de Ali Şîr Nevaî'yi anlamıyorsa; böylesi bir kültür mahrumluğu içerisinde varılabilecek hiçbir yer yoktur. Ama madem bu diller yoğrularak bir beraberlik kurulacaktır; bu, Bakî'yi de, Ali Şîr Nevaî'yi de anlayacak bir dil olmalıdır.Yani bu, 18. asrın ikinci yarısının dili olabilir. Tanzimat sonrasının şatafatlı bir gösterişle geliştirilmiş karmaşık yapılı dili önüne de bir istifham konularak, en azından bu asır başı Türkçesi tekrar sözkonusu olabilir". Velhasıl, Türkiye'nin hakikaten bunu anlamak niyeti de yok neredeyse.
H.Y: Maalesef efendim; niye kendimizi yoracağız ki, taklid etmek çok kolay!
T.C: Öyle... Meselâ, roman değil ama, şiir, asrın başında halkın dil zevkinin, dilbilgisinin sanatıydı. Tabiî, romana nazaran, yoğunluğuyla ve insanların da iştirak edebilmesiyle, yani çok daha yoğun bir kültürel bilinçlenme ve değişim alanı olmasıyla tâ köylere kadar sârîydi. İkinci olarak, musikî de öyleydi. Hatta gayrimüslim anâsırı dahi aynı kültürle zenginleştiren, mezceden bir yapı. Geçen sabah radyoda hikâyesini dinlediğim Bimen Şen, aslen, Ermeni ve Dürzi kiliselerinde âyin okuyan bir Ermeni papazken, Aziz Dede'nin musikîsinde yoğrulup, ismini de değiştirerek Bimen Şen oluyor. Ortak irfan iklimine bir diğer misâl de; mimarînin temel sanat ve ilimlerinin, resmin, rengin, tezyinatın bile, o kültürün herkese şâmil unsuru olması. Bursa'da hanımlar; katıldıkları hanım toplantılarında evlerin mimarîsini, renklerini konuşuyorlardı. Her mahallenin tekkesinde, hem şiir hem musikî hem hat hem mimarî tartışılıyordu. Bugünkü sanat yazarlarının yaptığı gibi, boşlukta da tartışılmıyordu. Beraberinde, tasavvufî bilgi ile kendini yetiştirme çabasının zemini üzerinde bezenirdi herşey. Varolan bir "ruh" ihyâ edilirdi her dem. Şayet onu, ülkenin her mahallesinde insanların tartışacakları alanlara ulaştıramıyorsak, böylesi ortak mahaller yoksa; tabiatiyle yapılan onca şeyin eriyip gitmemesine imkân yok. Bugün tekkelerin açılmasına müsaade edilmiyorsa, "kültür merkezi" filan diye her mahallede iki odalı bir yer açılmalı ve bu meselelerin konuşulması âdet hâline getirilmeli.
H.Y: Bunu denediler; meselâ Halk Evleri'ni tekkelerin yerine ikâme etmek istediler ama olmadı.
T.C: İşin doğrusu "ruh" yok. Yani arkasında hiçbir inanç temeli, düşünce temeli yoktu bunların. Bir boşluk üzerinde; insanlar oraya gelecek, güya resim yapacak, heykel yapacak, saz çalacak. Oysa, musikînin kendisi dışarıdaydı orada. Bütün halk sanatlarına, Halk Musikîsi'ne temel teşkil eden o "büyük musikî" yoktu orada. Ama tekkelerde vardı!..
H.Y: Ahlâkî altyapısıyla, insanın kendisini yetiştirme süreciyle birlikte vardı. Bundan başka, klasik okullar daha çok aklı hedefleyen, rasyonel bilgi peşindeyken; fonksiyonlarının bir diğeri olarak tekkelerde bilginin "ruhtan ruha nakli" sözkonusuydu. Yani, az sözle bile çok şey anlatabilecek bir iletişim sistemi... Bugün sahtesi çok olduğu için ayırarak söylemek zorundayım; "gerçek" bir şeyh, ihlaslı ve istidatlı müridine sadece bir bakışla dünyaları aktarabiliyor. Diğer fonksiyonlar da bunun yanında, tâlim ve terbiyeye dair unsurlar olarak devam ediyor. Velhasıl, her mahallede manevî bir iklim kuruyor tekkeler. O halde bugün, sahteliklere de sed çekerek tekke benzeri bir müessese kurulmadan, ne yaparsanız yapın böylesi manevî bir iklim tesis edemezsiniz. Ve geriye yalnızca rasyonel ilişkiler kalacak ki, bu da insanın ruhunu doyurmuyor.
T.C: Hemen o şeyhleri bulmak mümkün olmadığı gibi, şöylesi bir soru da vârid: "Öylesi şeyhler varken dahi neden çöktü toplumumuz?"... Cevabına bilâhare gelmek üzere, bu vesileyle ifade edeyim: Benim dedem de Kasımpaşa Türabî Tekkesi şeyhi. Bütün aile, 300 sene kadar evvel Asya'dan bir yerden gelip Edirne civarına yerleşmişler. Sonra Kasımpaşa'ya gelip Türabî Tekkesini kurmuşlar. Kimi zaman bir amca, kimi zaman dedeler hâlinde devam etmişler. Evet; böyleleri varken, nasıl olup da çöktük, demiştik ya! Geçen yaz okuma fırsatı bulduğum; Ataullah İskenderanî'ye ait "El-Kısmet-ül Ataviyye". Özellikle son bölümlerine geldiğimde, işte apaçık "Bu adamın bu muhteşem düşüncesi Elhamrâ'yı vücuda getirmiştir" dedim. Lâkin, hemen birkaç dakika sonra da dedim ki: "Evet, Emevîlerin Endülüs'ü, İspanya'yı kaybetmelerinin sebebi de bunun içerisinde yatıyor!"... Bilmiyorum, Varlık Felsefesi'yle hiç meşgul oldunuz mu? Bu bâbdaki "Ontoloji" isimli yazısında Nicolai Hartmann, Batı felsefesinin kaynağından günümüze kadar süregelen ikili varlık telâkkisinin nasıl bir yanılgı olduğunu anlatıyor. Dikkat ettiyseniz İslam düşünürleri böyle bir ikili yapıdan kaçınıyor gözüküyorlar. Devam edersek; düşünce bu ikili yapı üzerinde gelişmiyor. Halbuki Batı felsefesi, hep bu ikili yapı üzerinde gelişiyor ki; problem, bunlardan hangisi hâkimdir noktasında düğümleniyor. Bu tezler karşısında Hartmann'ın getirdiği "dörtlü" yapı üzerinde bir miktar düşünülürse, orada bir kuvvet ve etkileme sistematiğine ait nasıl yapısal bir çözümleme olduğu görülebilir. En katı ve en kaba "maddî" varlık tabakası olarak baktığınızda; o, bir meseleye dair kendi aslî şartlarını emrediyor. Duvarı, o "maddî" yapı şartlarına göre inşâ ediyorsunuz. Ama aynı zamanda, "maddî" olan o taşa duvarda bir yer verdiğinizde, bu sefer o, duvarın bir fonksiyonu için konulmuş "şey" oluyor. Kaleyse kale, evse evin duvarına. Ve böylece, taş da "ona göre" ölçü alıyor, duvarda yer alıyor, biçim alıyor. Yani, o taşın nerede ne biçim alacağını tâyin eden ilim; bir "üst" sosyal, biososyal alanın meselesi. Tabiî, yer çekimi ve duvara ait yasalar bakî kalıyor. Bahsettiğimiz "üst" alandan devam edersek; mahallesindeki evinde herkes birbirinden eminse, bu takdirde duvarının koruma gayesinin "mahiyeti" değişiyor. Diyelim, gürültüye ve mahrem hayatın görünmesine karşı koruma gündeme geliyor da, maddî saldırıya karşı gelmiyor. Maddî varlık tabakası verileri, bu tabakada yer değiştiriyor. Yükseldiğimiz bu tabakada, korku gibi bir "psişik" hâl etkili oluyor, yani "sosyal yapılaşma" insanın "psişik" âleminin etkisi altında biçimleniyor. Yalnız bu âlem, hayvanınkinden farklı olarak "terbiye ile" şekilleniyor ki, terbiyeden güdülen gayeler olarak "inanç" benzeri çıkış noktalarını ele veriyor. Yani insan varlığı yahut insanla kâim, insanın da onunla kâim olduğu "manevî âlem", kademe kademe yapılacak herşeyi biçimlendirmekte etkili oluyor. Ve neticede gelinen yer olarak, onun da temelinde "inanç" yatıyor. Burada, o inanç, şayet varlığı ikili olarak tarif etmişse ve meselâ Hıristiyan "materyalizm karşıtlığı" gibi dünyayı günah addetmişse, mesele ortada kalıyor. "Niye çöktük?" sorusunun cevabına dair, baştaki Ataullah İskenderanî'nin kitabına dönersek; onun, İslam tasavvufundan bir miktar kopup Katolik Kilisesi'nin değerlerine yaklaşmış gibi, Katolikliğin merkeziyetçi tahakküm ihtirasından etkilenmiş gibi gözükmesine ilişik bir tesbite varıyoruz... Etkilenmişlikten tedaî eden bir bahis hâlinde, Orhan Pamuk! Ve onun, kaynaklarımızı kullanış tarzı. Şimdi aktüel bir soru: Bir hikâyenin "mesnevî"de anlatılmasıyla, "roman"da anlatılması arasında bazı farklar var. Biz hangisini tercih edelim?
H.Y: Şöyle bir netice ki, roman bahsi ve "Simyacı" üzerine düşünürken oraya geldim: Biz şayet mecrâmızdan saptırılmamış olsaydık, yani yaşatageldiğimiz kültür hâlen devam ediyor olsaydı, bugün bünye hâlinde bizde varolsaydı; tabiî ki "mesnevî"yi tercih ederdik. Fakat, ikiyüz yıllık süreç içerisinde, buna dirensek bile, istesek de istemesek de, Batılılaştık ve bir ölçüde kendi öz kültürümüzden koptuk. İslam kültüründen, Doğudan, Doğulu olmaktan böyle bir kopuş akabinde, taklit bazında dahi olsa Batıya yaklaşmamız nokta-i nazarından bakıldığında, bu hâlimizle bize birtakım hikmetlerin "roman" formunda verilmesi daha uygun geliyor. Hoş bir itiraf değil belki ama, 74 yıllık Batıcı eğitim süreci içinde, artık Batı formlarıyla düşünür hâle geldik. Meselâ, Mevlânâ hazretlerinin "Mesnevî"sini alıyorum elime ve okuyorum; harika! Fakat, tam olarak anlayabiliyor muyum? Hazreti Mevlânâ'nın nakletmek istediklerini alabilecek durumda mıyım? Bilmiyorum! Açıkçası, birtakım alış kanallarımız tıkanmış bizim!.. Orhan Pamuk hakkında bir Batılı uzmanın söylediğini bilmem duydunuz mu? Sözkonusu uzman, bir İngiliz Şarkiyat enstitüsü olabilir, üniversitesinde araştırma yapıp Pamuk'un kitaplarını inceliyor ve özetle şöyle bir hükme varıyor: "Kendi toplumuna ve kültürüne, bir müsteşrik gibi bakıyor".
T.C: Çok doğru!.. Yalnız "bir müsteşrik gibi" değil, biraz da Batılı bir misyoner gibi!.. Gerçi, babasıyla olan aile dostluğumuz zarfında, çocukluktan erişkinliğine takip ettiğim fikrî gelişiminde takdir ettiğim yönleri de var ama, böyle...
H.Y: Şu sıralar Zülfü Livaneli de roman yazıyor; tabiî bunlar hep Batıcı çizgide! Geçenlerde okudum: "Ben Naima Tarihi'ni okuyorum" diyor. Demek ki, Osmanlı tarihini okuyor. Fakat böyleleri şunu görmüyor ki, bir "müsteşrik" de Naima Tarihi'ni okuyabilir. Neticede, bir müsteşrik Naima'ya bakarken ne alıyorsa, Livaneli de onu alıyor. Niçin? Çünkü bizde Naima'yı, Osmanlı'yı, tarihimizi doğru algılayıp anlayacak ruh kalmamış. O zaman da, mezkûr tarihe hangi düşünce formları içinden bakıyorsak, bize o kalıyor. Naima'yı okuyor, bir roman yazıyor, ortaya Osmanlı'yı yerden yere vuran birşey çıkıyor!
T.C: Evet... Bilgi Teorisi etrafında bir tartışma açılacak olsa, şu hemen kaçınılmaz bir şekilde gündeme gelecektir ki, her bilgi geliştirme aşamasından evvel hür bir "seziş" yeteneği yatıyor temelde. Son derece önemli olan husus da; sanat eserini o seziş meydana getiriyor. O sezişin, bir bütüncül (küllî) yaklaşımın içerisinden bir "yer" aydınlanıyor ve ister bilgi ister araştırma "orada ilerlemeli" diyorsunuz. Yıl 1981 filandı; Zürih'te kaldığım otelde müthiş bir dökümanter film seyrettim. Kendisiyle görüşülen kişi, "Enstitü Pastör"de bir tıp araştırmacısıymış. Tıbbî bir mesele için 14-15 senedir tüm dünyada araştırma yapılıyor ve başında bu zât olmak üzere, "Enstitü" de bu meseleyi aydınlatmaya çalışıyor. Ama nafile!.. Bir pazar günü, yine sabahlara kadar çalışıp yorgun düşen adama, "Gel biraz yürüyüp, sinemaya gidelim!" diyor karısı. Gidiyorlar; fakat filmi 15-20 dakika seyreden adamın gözü bir sahneye takılınca, birden kafasında şimdiyedek hiç düşünemediği birşey canlanıyor ve karısını bırakıp eve dönüyor, geceyarısına kadar yazıyor, nihayet meseleyi çözüyor!.. Kısacası, daha önceki bir yaklaşım tarzında veya araştırma kanalında ulaşılamayan bir çözüme; farklı bir seziş ve bakış kanalında hemen ulaşabiliyorsunuz. Burada, herşeye bakmaya hazır bir insan tipi oluşturulmasına ihtiyaç var. "Bak; her şeye bak!". Hiçbir şeyin, o bakmanın derinliğini kısıtlamaması içinde; Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber'in yanına giderken söylediği hâle, insanlığın kendisini getirmesi icab ediyor: "Bütün inandıklarımı, bütün bildiklerimi terkediyorum. Bomboş olarak gidiyorum ki, O'ndan alabileceklerimi alayım" diyor. Bunun eğitimi acaba tekkelerde bir ölçüde kaybolmuş muydu ki, yenileşme ve atılım olamadı?..
H.Y: Tekkelerin yasaklanıp kapatılmasına dair kanun çıktıktan sonra, Abdülhakîm Arvasî hazretlerine, bunların "M. Kemal tarafından kapatıldığı" söyleniyor. O da dönüp diyor ki: "Tekkeler zaten kendi kendini çoktan kapatmıştı. O, boş mekânları kapattı!"... Yine ahlâkî altyapının bir şekilde kaybolmasına geliyoruz ki; hani insan "etkilenen ve etkileyen" bir varlık ya, doğru bir ahlâkî zeminde müsbet bir "sarmal" oluşuyor ve insan, "iyi-güzel-doğru" yolunda etkilenirken çevresini de etkiliyor. Böyle yükselen bir "trend" hâlinde gidiyor. Fakat bir yerlerde "sarmal" durursa -ki çevreden yahut insanın kendisinden de kaynaklanabilir-, bu sefer tersine bir "trend" başlıyor ve çevreden kötü etkilendikçe kendisi de kötüleşiyor; kendisi kötüleştikçe çevreyi de kötüleştiriyor. Böyle böyle "sarmal" menfî istikamette gidiyor. Yani herhalde, ahlâkî zeminde çok büyük ölçekte bir kayıp yaşadık biz.
T.C: Hiç şüphe yok! Meselâ, İsmail Dede Efendi'nin birkaç tane "vals" ritmiyle yaptığı çalışma var. "Bunu yapmak çok kolay. İşin aslı, yapılıp yapılmamasının mesele olmadığını göstermek istedim ama, bunu yapmakla iftihar etmiyorum, hatta üzülüyorum" filan gibi sözler söylüyor. Haydi bunda kabahat yok; gelelim bir başka enteresan hadiseye! Avrupaî bir stil tüten Sultanahmet Çeşmesi tamamlandığında, İstanbul'un mimar esnafı saray etrafında nümâyiş yapıyor; "Bu süslü püslü nesne ile Hünkâr'ın, İstanbul halkının yüce zevkini rencide etmeye hakkı yok!" diye. Harika! Ona tepki geliyor. Ama, bir Süleymaniye'yi, bir Sultan Selim Camii'ni müsbet yönde çözümleyecek bir gelişme de görülmediği gibi; giderek, Nur-u Osmaniye'nin Barok'tan aktarılmış "kaba etkilemeyi esas alan" güçlü hareketleri, Batı musikîsi ve romanındaki minvalde tesirini artırırken, bunları çözümleyebilecek tepkiler de görülmez oluyor... Bakın, bence dönüşümün ilk adımı, Sinan'dan Mehmet Ağa'ya geçerken atılıyor. Sinan'da, bir mimarînin her unsurunun gayet gerçek bir yapısı var. O gerçeklikle beraber, bütün bunların birbirine eklenmesiyle vücud bulan bütünlüğün de, "tezyinî" bir karakteri var. Bunlar, bir yapının bütün unsurlarıyla mümkün. Bir kubbenin dört büyük ayağa oturması, her bir sütun başlığının mukarnas tezyinatının -meselâ mukarnas içinde- dağılımı; işte bunun gibi tüm unsurların birliğinde ortaya çıkan bu gerçeklikte, onun tamamen zıttıymış gibi gözüken "transandantal-aşkın" yaklaşımın ürünü olarak "tezyinî" karakter, içiçe sarmalanmış bir vaziyette beraberce varoluyor. Halbuki Sultanahmet Camii'nde bütünüyle lâtif bir uyum havası esiyor. Hiç şüphe yok ki, o da insanlık tarihinin en büyük eserlerinden biri ama, ciddi bir fark var ortada. Mehmet Ağa'nın bu yaklaşımı Sinan mektebi mensuplarının direnişleriyle karşılaşıyor. Ve onlar da Yeni Camii vücuda getiriyorlar. Üsküdar Yeni Valide Camii ve Yeni Camii! 1670'lerde bitiyor cami... Ve geliyoruz 1683'deki, Köprülü'nün ll. Viyana Seferine! Bu sefere giden Köprülü'nün ordusu, o tarihte dünyanın en iyi teçhiz edilmiş ordusu ve karşılaştığı ordulardan hem sayıca hem de silah mükemmeliyetince üstün. Ancak, Viyana'da bu koca ordunun bir birliği geri çekilince hepsi birden geri çekiliyor. Doğrusu burada İbn-i Haldun'a hak vermek gerekiyor: "Kaybolan asabiyet". Yalnız asabiyet değil, kaybolan değerler hiyerarşisinde "doğru-güzel" de kayboluyor. Köprülü, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, sayıca fazlalık, silah üstünlüğü, bu büyüklükte bir orduyu buradan Viyana'ya götürebilecek organizasyon gücü; tüm bunların bir kuvvet faktörü olmasına ve Osmanlı ordularının ilk defa düşman ordularının birkaç misli büyüklüğe ulaşmasına rağmen, yine ilk defa ve o zaman yeniliyorlar!
H.Y: Tam da aklen yenmeleri gerektiği bir yerde, yeniliyorlar.
T.C: Evet, hem de hangi şartlarla! Osmanlılar "Egel"i bırakıp ayrılırlarken, Osmanlıların gitmesini istemeyen köylüler, 50 km boyunca onlara hediyeler ve çiçekler verip kalmalarını rica ediyorlar. Öyle İngilizlerin Hindistan'dan ayrılmaları gibi değil!..
H.Y: Zaten Necip Fazıl, Osmanlı'nın çöküşünü, zahirî olarak Osmanlı'nın en ihtişamlı dönemine rastlayan Kanunî'den başlatır ve düşüşe sebep olarak da, "aşkını kaybetmesi"ni gösterir.
T.C: Bir Zigetvar Savaşı'na Kanunî'yi ikna etmek, ulemâ için bayağı zor bir iş olmuş. Ulemâ çok ciddi tenkidler getirip demişler ki: "Çok güzel ve gösterişli binalar yapıyorsun ama, iş o değil. Başka birşey yapman lazımdır ki, ihmal ettiğin vazifen cihaddır".
H. Soykan: Bir iman öfkesi vardır ki, kuru bir öfke değil. Maşuğuna kavuşmak için, onunla arasına gireni bertaraf eden aşk öfke ve cezbesi. Bu olmayınca, iş itmeye, kakmaya, gütmeye varıyor ki, ötesi "gidemez" olup zillete düşmek. (Bugün müslümanların içine düştüğü durum da bu! Haklarını alma veya savunmayla aralarına girip barikat oluşturan "malûm" güçlerle karşı karşıya gelemezler; oyuna gelmezlermiş. Susan ve susturan dilsiz şeytanın oyununa gelmişler bile! Halbuki, İBDA'nın uyardığı üzere, eğer "seyirci" değil de "oyuncu" ve tabiî "kazanıcı" olmak istiyorsan, hasmınla "oyun"a, yani "her vasıtayla ilişki"ye girmek zorundasın. Hak alma mücadelesinde, rakip oyuncuyla kozunu paylaşmaktan kaçınan seyircinin "tribündeki şirinlik" beyanının, "Benden ne gördün?" sızlanışının diğer adı, "kölece itaat ve zillet"tir! Aşk olmayınca, iman da ya zayıf yahut yok olunca...)
H.Y: Zaten Osmanlı'yı cihad oraya getirdi. Ama Osmanlı, zannediyorum kendisinde birtakım şeyler vehmetmeye başladı. Orada da, "Cenâb-ı Kibriyâ" diyoruz ya; Allah'ın en sevmediği şeylerden bir tanesi olarak kibir ve gurur!.. Ve nerede kibir ve gururu görürse, onu ânında ezip zelîl ediyor.
T.C: Siz "Kanunî" deyince düşündüm; gerçekte Yavuz Selim dahil, belli bir dönem özelliği olarak "büyük ölçü" ile "etkileme" sözkonusu değil. Örnek vermek gerekirse; Sultan Selim Camii, İstanbul'da küçücük bir yapı. Fakat o yapının iç dinamizmi, içerisindeki akılalmaz yücelik ifadesi, monumentallik; işte bu, gerçeğin yüceliği ile o yapının bütünleştiği anlamına geliyor. Onu hissediyorsunuz. İnsanın kalbini yerinden oynatıyor. Onun yerine, meselâ Sinan'da "büyük ölçü" de beraberinde geliyor ki, o "büyük ölçü" Merzifonlu'nun ordusunda da kendisini gösteriyor... Tüm bunlarla içiçe olarak, aslında kafamı kurcalayan ve birçoklarının da aydınlatılmasını beklediğini sandığım bir mesele var ki, Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethinden sonra -Arabların o mezhebe bağlılıkları itibariyle- bizce de mûteber bir itikadî mezhep olarak öğretilip yaygınlaştırılan Eş'arîliğin, İslam dünyasındaki düşüşe bir etkisi olmuş mudur? Birileri çıkıp da bu konuyu araştırsa, ziyadesiyle memnun olacağım. Etkiyi direkt mezhebe bağlamaktan öte, bunu "etkilenenlerin" istidatsızlığında da araştırmak üzere; şöyle söyleyeyim: Eş'arîliğin hâkimiyetiyle, Arab âleminin kültür üretme gücünün epeyce bir sınırlandığını belirtmek mümkün. Arab dünyasında meydana getirilen hiçbir eser, İbn-i Tolun Camii'nin yüceliğine sahip değil. (İbn-i Tolun veya Tolunoğlu Camii, Mısır'da Buhara'dan gelen Türkler tarafından kurulan ilk Türk devleti olan Tolunoğulları dönemine aittir!) Ama 11. ve 12. asırdan itibaren meydana getirilen özel bir Keyrevan Ulucamiinin içerisi nasıl bir neş'e dolu, ışık dolu; keyif dolu bir zenginlik! Velhasıl, Kurtuba'da da o büyük keyif ve neş'e yok! Elhamrâ ise, neş'eden ziyade, bir büyü ürünü. Yani, büyüleyici bir güzellik... Diyeceğim, Eş'arîlikle Maturidîlik arasında, insan davranışlarını etkileyecek farklar var ve bunlar nerede yatıyor, ciddi bir şekilde birisinin incelemesi gerek!..
H. Soykan: Hem teşrî hem de hikmet beyanında; insanlar -avam veya avamlaşmış havass- hep kendilerine kolay geleni tercih etmiş ve iç-dış çevre şartlarına, nüanslara, sırrî inceliklere, maslahatlara pek nüfűz edememişler. Böyle olunca, yani âliminin cehliyle muhatap toplumlarda Harun Bey'in sözünü ettiği "etkilenirken etkileyen menfî sarmal", irfan iklimini kurutmuş ve ortalık kaba saba anlayışların hâkimiyetine terkedilmiş. Bugün İslam toplumlarının düştüğü durumdan biz mi sorumluyuz yoksa -hâşâ!- İslam mı? Veya, üstelik mezhebimiz olan Maturidîlik veya Hanefîlik mi? Cevap malûm!.. "Kültür Dünyası" isimli derginin Ekim 1997 sayısında, M. Niyazi Özdemir Beyefendiye ait tam da bu konu üzerine güzel bir değerlendirme yayınlandı. Diyor ki: "Hak olan iki itikadî mezhepten Eş'arîlik; zahiren daha az mükellefiyet yükler müslümana ve Allah'ın her yarattığında uzun uzadıya aklî sebep ve hikmetler aramaya gerek yoktur, Murâd-ı İlâhiyedendir ama araştırılsa da zararı yoktur, zaten hakikî ilim olan Kur'an-Hadîs ötesini tahkikte bu çerçevede o sevap yoktur, der. İmamların, içinde yaşadıkları cemiyetlerin ihtiyaçlarınına nazaran içtihad yaptıkları gözönünde tutulursa; İmam-ı Eş'arî hazretlerinin böyle buyurması tabiîdir, çünkü yaşadığı Arab beldelerinde İslamiyet öncesinin putperestliği yer yer hortlama alâmetleri gösteriyordu. Bu yüzden büyük İmam; aklı, töreleri, hayatın diğer unsurlarını bir kenara koyup, sadece Kur'an ve hadîslerle Cenâb-ı Allah'a mutlak itaati yerleştirme zarureti duyuyordu. İmam-ı Maturidî hazretleriyse Türkistan'da yaşıyordu ve Türkler İslamiyeti kabulden önce de tek tanrılı dine inanıyordu, üstelik çok tanrılı dinlerini terkedeli yüzyıllar olmuştu. Bu yüzden o, akıl nimetinin gerektirdiği külfet hâlinde onu işletmeyi, her varlık ve hadisede bir hikmet arama iştiyakını, naklî ilimler yanında aklî ilimlerin de geliştirilmesini kısıtlamayı műcib bir zaruret görmemiş; tam aksine, böylesi bir hikmet ve sebep arayıcılığının ecriyle faziletini övmüştür. Birunî'ler, Harezmî'ler, Sina'lar ve diğerleri de böylelikle yetişmiştir". Tabiî, İslamî ölçüler şablon gibi her yerde tekdüze tatbik edilmediğinden ve meselâ yaşanılan mahaldeki müslümanların selâmeti gözönünde bulundurulduğundan, "tarihî bağlam"ından tecrid edici bir bakış, aynı şekilde günümüz kriterleri o gün de geçerliymişcesine bir kıyas, çoğu zaman yanıltıcı neticelere vardırabilir. (Bugün İBDA'nın her alan ve her hadisede "ölçülerin murâdını kestirebilmek" şeklindeki ihyâ edici şiarına, bugün olduğu gibi, insanlar dün de bîgâneydi ve Eş'arî hazretlerinin ölçüsünü, "ölçüyü ölçüyle" tepelemek noktasında yanlış anlayıp, nasıl olsa sevap kazandırmıyor zannıyla medreselerden fennî ve tefekkürî ilimleri kaldırdılar! M. Niyazi Özdemir'in yazısına aldığı, Osmanlı âlimi Kâtip Çelebi'nin "Mîzan-ül Hak fî İhtiyâr-i Ehakk" adlı eserinden harika bir nakil var ki, şöyle: "Nice boş kafalılar, asr-ı saadette geçerli addedilen birtakım rivayetleri, donmuş kalıplar gibi benimseyip aslını ve sebebini araştırmadan, ilmi red ve inkâr eyleme yolunu tutuyor. Felsefe ilimleri diye bunları küçümsemeye kalktılar. Yeri göğü bilmez cahil iken, âlim geçindiler. Allah'ın 'Göklerin ve yerin hükümranlığının kimin elinde olduğunu görmüyorlar mı?' -Araf/185- ihtarı kulaklarına girmeyip, yere ve göklere öküz nasıl bakarsa, öyle bakmak gerektiğini sandılar. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan Sultan Süleyman çağına gelinceye dek, hikmetle şeriat ilimlerini özünde toplayan âlimler değerde idiler. Fatih Sultan Mehmed, Semaniye Medreselerini yaptırarak, kanun üzerine çalışın diye vakfiyesine kaydederek şerh-i muvakıf ve haşiyet'ül tecrid derslerini öngörmüştü, sonra gelenler bu dersler felsefedir diye kaldırıp, Hidaye ve Ekmel'i okutmayı getirdiler. Ama sadece bunlarla yetinme akılalmazlığından, ne felsefe -tefekkür- kaldı, ne Hidaye, ne de Ekmel. Böylece ilim pazarı kesatlığa uğrayıp, yıkılmaya yüz tuttu")... Bir de şuna dikkat etmek lâzım kanaatindeyiz ki, ilâhî ibdâda rastgelelik yok, her iş ve şey bir hikmete mebnî olarak yaratılmış! (Ki "Tilki Günlüğü" de, en "hurda teferruat" addedilen unsurlara kadar bu ilâhî nizamı açıyor bize!) Fakat, teşvik edilen "sebep arayıcılığı"nı ille de "aklî-rasyonel" bir sebep olarak düşünmemek gerekir ki, tasavvuf büyükleri, ister Eş'arîlik isterse Maturidîlik iklimlerinde, her vakit hikmet avcılığı ve arayıcılığını, en mahrem "sır mıntıkaları"na kadar nüfűz ettikleri eserleri ve yaşayışlarıyla delillendirmişlerdir.
T.C: Bizim herşeyi tam olarak idrak etmemiz de mümkün veya mecburî olmayabilir!
H. Soykan: Tabiî!.. Şimdi olur olmaz her mevzuda halkın kafasını meşgul etmeye mahal de yok gerek de! Peygamber Efendimizin, "Size kocakarı imanı lâzım" meâlindeki ölçüsü malûm. Fakat İmam-ı Gazalî hazretlerinin buyurduğu; herkesin ilmi ve istidadınca mükellef olduğuna dair ölçü başa alındığında, avamdan ayrı olarak seçkinlere düşen bir başka vazife var ki, vaktin icabı her alan ve ilimde İslamî incelik ve hakikatleri mevzuunda delillendirip sistemleştirebilmek bu! Harun Bey'in yazılarında ele aldığı "üst-aydın" tâbirine denk düşen mezhep ve hikmet büyükleri, kendi üzerlerine düşeni yapmış ve gereğini yapmayı, tabaka tabaka derecelenen anlayış basamaklarında duran takipçilerine bırakmıştır. (Büyük Doğu ve İBDA Mimarları da, kendi mükellefiyetleri çerçevesinde iş ve eserlerini sistemleştirmiş "üst-aydın"lar olarak, serdettikleri hakikatleri branşlar, meseleler ve hadiseler boyu delillendirip çözecek "ara-alt aydın tabaka"ya ihtiyaç duymaktadırlar.) Ki, bunların vasıtalığı sayesinde, çözüm ve incelikler bu "anlayış ve uygulayış kanalları"ndan topluma indirilip yaygınlaştırılabilsin. Maalesef çoğu zaman, gerek bu "ara-alt" aydın tabakayı temin, gerekse bunların rehberliğine muhatap toplumun itaati noktasında bir disiplinsizlik, istidatsızlık, işin doğrusu "aşksızlık" vâkî... (Bugün, modernizm veya post-modernizmin İslam toplumlarına etkisi zımnında "geleneğe dönüş" yazıları çırpıştıranlara bakıyorsunuz; kendi geleneğinde varolan, "ehliyet ve icazet" müessesesinin gerektirdiği liyakat derecelerinde, bir tasavvufî-hikemî veya fıkhî mezhebin, mektebin, ekolün, çığırın takipçisi olarak eser vermeyi, yani "ölçülendirme ölçüleri"ne mâlik ve riayetçi olarak "nisbet içinde" bir bağlılığın verimleriyle zenginleşmeyi içlerine sindiremiyorlar. Gölgede kalma ukdesiyle, az buçuk eli kalem tutan herkes kendi sistemini (!) ve budala hayranlar halkasını temine çalışıyor! André Gide'nin bu bahsi aydınlatan tesbiti mühim: "Bugün hangi kaynaktan içeceğimizi bilmiyoruz; birçok sulardan şifa umuyoruz, biri gidip şurada, diğeri de orada içiyor. Bunun için de hiçbir tek büyük kaynak fışkırmıyor; buna karşılık, her tarafta görülen hareketsiz sular, yerden ancak sızmakta, sonra toprak üstünde birikip durmaktadır. Edebiyat toprağının manzarası da bugün tam bir bataklık manzarasını andırıyor. Artık kuvvetli bir akıntı, bir kanal, düşünceleri büyük -ortak- bir inanca ve hâkim büyük bir fikre bağlayarak toplayan ve birleştiren genel bir etki yok; bir kelime ile, artık çığır yok. Ama benzemek korkusu yüzünden, tabiî olmanın verdiği dehşet, kararsızlık, şüphecilik, karmaşalık yüzünden, garip küçük insanların başarılarını sağlayan birçok özel küçük inanç var" -Tilki Günlüğü'nden-) Meselenin hülâsası, "üst-aydın" var ama; "aydın" ya yok ya nerede durulacağından habersiz!..
T.C: "Allah kendini insana açtı" buyuruyor Muhiddin-i Arabî. O açılışı farkeden ve onu uygulamalarıyla beraber pratiğin çeşitli alanlarına indiren, ulaştıran, bir nevî elçilik misyonuna da ihtiyaç var. Elçilik misyonu olmadan olmuyor bu. Biraz beni ilgilendiren bir kitap da, Heidegger'in "Teknik Üzerine Soru"su. Orada, işte tam benzer şekilde, "Gümüş kendisini gümüş ustasına açıyor", diyor. Evet; açıyor ve gümüş ustası ondan "gümüş kabı" üretebiliyor. Aynı şekilde, gümüş ustası, gümüşün o kendisini açış veya sunuşunu çırağına öğrettiği zaman; çırak da "gümüş ustası"na ulaşıyor. Gümüşü kullanabilir bir hâle geliyor. Hakikaten, ruh ve fikre "elçilik" vazifesi yapan kesimin, vazifesini gereği gibi yapamadığı âşikâr... Hani, Peygamberimizin, "Ümmetimin zevâli kötü emîrlerden ve kötü âlimlerden olacak" hadîsindeki hikmet!.. Liyakat mercii olarak işlerinde âlime -aydına- dayanmayan emîr ve liyakat mercii olma hakikatine ulaşacak seziş-buluş kabiliyetinden mahrum âlim -aydın-...
H. Soykan: İmam-ı Gazalî hazretlerine, "Tehâfüt'ul Felâsife" isimli eserini yazdığı ve böylece İslam dünyasında felsefenin itibarını kırarak, yenileşmeyi temin eden tefekkür çizgisini kestiği yönünde içli-dışlı kabahat bulan kesimler var. "Mânâ stratosferi"nde ve hakikatin "uç" derinliklerinde Batı felsefesini hesaba çekerek yanlışlığını göstermiş, İslamî hakikatlerin biricikliğini ve akılla varılamaz "öte" güzelliklerini "hikmet lisânıyla" delillendirmiş, hakikatin nerede ve hangi usûlle araştırılabileceğini vaz'etmiş de, hatâ mı etmiş? O büyük İmam'a kızacağına, madem bu işlerden anladığını iddia ediyorsun, "farz-ı kifâye" olarak sen de yap! İmam'ın yaptığı iş, olmuş bitmiş birşey değil, her dem ehlince ve ehlinin yol göstericiliğiyle yapılması gerekli bir vazife. Din, gerekeni yapma ölçüsü olarak "her çağa ölçü verir" ki, "Din nasihattir" buyurur Allah Resûlü!
T.C: Tekrar bunu yapacak şekilde yönelmemiz gerekiyor; doğrusu bu!.. Max Scheler, son derece ilginç bir tarihçe anlatıyor. Özetle: İbn-i Rüşd (ki Gazalî'den çok çekmişler (!) kervanından, onun felsefeyi tenkidine bir "karşı tenkid" yazmış "filozof"tur) yoluyla, Aristo düşüncesi Aquino'lu Thomas'a geçiyor. (Bertrand Russell'in, "Felsefe Tarihi"nde İbn-i Rüşd'ü tahlili ibrete şâyân: "İbn-i Rüşd, İslam felsefesinden çok Hıristiyan felsefesi için önemlidir. O, İslam felsefesi için ölü bir sondu, Hıristiyan felsefesi içinse bir başlangıç olmuştur")... Aquino'lu Thomas'ın ilmiyse, Kilisenin ilk gizli katmanlığında ilerleyerek Rönesans'ı oluşturdu... Rönesans, Aristo'nun varlık telâkkisine göre, statik ve donmuş bir dünya tasavvurunun ürünüdür... Burada Scheler, oradan günümüze gelirken, sözkonusu "donuk" dünya tasavvurunun nasıl aşıldığını söylüyor ve tam da İslamiyetin vaz'ettiğinin aynını ifade ediyor: "İnsan -şu şu- idrak aşamalarını geçip ilâhî varlığı anlamakla, Allah'ın -gölgesi meâlinde- uzantısıdır; bu yolla dünyayı güzelleştirmekle mükelleftir". Şimdi İslamiyeti reddederken "şaşkınlık" burada!... Brecht'in, "Galile" adlı eserinin 3. baskısına yazdığı bir önsöz var ki; o önsöz, yazdığı kitabın bütün gayesini anlatan müthiş bir önemi hâiz. Brecht'in Danimarka'da bu önsözü yazdığı sırada, Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan bombalar da patlamış. Diyor ki: "Şüphesiz Galile, herkese, kâinata kendi gözleriyle bakma ve her yıldızı yine kendi gözüyle temâşâ imkânını sağlayacak dökümleri verdi. Bunun sonundaysa, bugünün konforuna, tıpta yapılan keşiflere ve diğerlerine erişilebildi. Fakat, insanlığın akılalmaz ıstırap ve felâketler yaşamasına sebep olan, sosyal ve kültürel çatışma ve çözümsüzlükler de beraberinde taşındı. Hatta nükleer silahlanmayla, dünya ve insanlığın sonunu getirmenin eşiğine gelindi". Eğer kitabı, "Galile"yi okursanız göreceksiniz. Galile'nin dostu ve sonra "Papa" olan papaz, ona şöyle söylüyor: "Senden istediğim, sadece sırasına riayetle anlatman. İtalyanca değil, önce Latince yayınla! Öyle yapmazsan; tüm dünya kiliselerinin halka anlatmaya çalıştıkları ve Hıristiyanlığın hikmetlerini üzerine binâ ettikleri kâinat tasavvurunu sarsarsın, Hıristiyanlığın insanlığa getirdiği bütün erdemi yokedersin!". Dinlemiyor ve önce İtalyanca yayınlayıp, malűm tepkiyle karşılaşıyor. Hz. Peygamber, "Herşeyi sırasında söyledim. Eğer öyle olmasaydı, bu baş bu gövdenin üzerinde kalmazdı" buyuruyor... Neticede, insanlığın bugün geldiği noktada açıkça görülüyor ki, İbn-i Rüşd değil, İmam-ı Gazalî haklı! Gazalî'nin maalesef (kendisinden sonra yaşamış) İbn-i Rüşd'ün yaptığı "Tehâfüt" tenkidine cevabî bir tenkid yazma imkânı yoktu. Ama doğrusu; İbn-i Rüşd'ün "Tehâfüt'ul Tehâfüt"üne tenkid yazacak birisi gerekiyor!..
H.Y: Çok keyifli, çok doyurucu bir sohbet oldu bizim için. Lûtfettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
T.C: Rica ederim; benim için de öyle. İnşallah tekrar görüşelim.
H.Y: Bunu çok isteriz efendim.

Kaynak: Akademya dergisi

Ünlü mimar Turgut Cansever vafat etti
Türkiye'nin önde gelen mimarlarından Turgut Cansever, 89 yaşında İstanbul'da vefat etti. Cansever, geçen Temmuz ayından itibaren yatağa bağlı hale gelmişti. Cansever kimdir?
22 Şubat 2009

Kadıköy Çiftehavuzlar'daki evinde öğle saatlerinde vefat eden Cansever'in damadı mimar Mehmet Öğün, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kayınpederi Turgut Cansever'in beslenme bozukluğu ve yatağa bağlı kılan addison hastalığı nedeniyle bir süredir tedavi gördüğünü bildirdi.
Mehmet Öğün, 2000 yılından beri kalp pili takılı kayınpederi Cansever'in, geçen Temmuz ayından itibaren yatağa bağlı hale geldiğini ve bütün sorunlarının beslenme bozukluğundan kaynaklandığını söyledi.
Öğün, evinde tedavi gören Cansever'in başında 24 saat nöbet tutan sağlık ekibinin bulunduğunu ve doktor talimatıyla hareket edildiğini sözlerine ekledi.
Turgut Cansever'in cenazesinin, yarın Fatih Camisi'nde ikindi namazından sonra kılınacak cenaze namazının ardından Edirnekapı Mezarlığı'nda toprağa verileceği öğrenildi.
-ÖZ GEÇMİŞİ-
Turgut Cansever, 1920 yılında Antalya'da doğdu. İstanbul Güzel Sanatlar Fakültesi Mimarlık Bölümü'nde okuyan Cansever, 1951'de mimarlık bürosu kurdu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden sanat tarihi doktoru ve doçent unvanını alan Cansever, 1959-60 yılında, kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanlığı ve 1961'de İstanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Cansever, 1974-75'te Dünya Bankası İstanbul Metropol Planlama Projesi'ne başkanlık yaptı.
1974-1976 arasında Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu üyeliği yapan Cansever, 1975-1980 arasında İstanbul Belediyesinde, 1979'da Ankara Belediyesi metropol planlama, yeni yerleşmeler, kent merkezleri ve koruma danışmanlığı görevlerinde bulundu.
Turgut Cansever'in yayımlanmış kitapları arasında ''Şehir ve Mimari'', ''Ev ve Şehir'', ''Kubbeyi Yere Koymamak'', ''Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler'' ve ''İstanbul'u Anlamak'' bulunuyor.
-ÖDÜLLERİ-
2008 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri kapsamında mimari dalında büyük ödüle, 2007 yılında TBMM Üstün Hizmet Ödülü'ne ve 2005'te Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünce mimarlık dalında Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görülen Cansever, 1999 Marmara depreminin ardından ''İstanbul Deprem Çalışma Grubu''nu oluşturmuş ve ''Depreme Karşı Yeni Şehir Üretimi Projesi''ni hayata geçirmişti.
Cansever, Aga Han Mimarlık Ödülü'nü de 3 kez almıştı.
Bir mimar hakkında arşiv değerinde belgelere dayanılarak hazırlanan ilk sergi olan ''Turgut Cansever: Mimar ve Düşünce Adamı'' başlıklı sergi, 2007 yılında İstanbul'da açılmıştı.[/b]


En son Ekim tarafından Cmt Şub 23, 2013 7:22 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Şub 25, 2009 12:31 am    Mesaj konusu: Bilgeligin ''medeniyet idrakI'' Alıntıyla Cevap Gönder

Uğur Tanyeli: "Karakaş Cami, kubbeyi tüm altyapısından koparmak, ama yine de Osmanlı'nın tüm anılarını kullanmak şeklindeki riyakarlığı mahkum ediyor"

21.03.2008



Uğur Tanyeli, ‘Turgut Cansever: Düşünce Adamı ve Mimar’ sergi dizisi kapsamında gerçekleşen söyleşilerden birinde, Turgut Cansever’in ‘kubbeyi yere koymak’ olarak nitelendirdiği tasarımsal açmazlar ve mimarın Karakaş Camisi örneği üzerinden, ‘modern cami’ mimarlığında genel yönelimlere ilişkin eleştirel bir açılım sağlıyor:

“Turgut Cansever’in Antalya’daki Karakaş Camisi dikkatten kaçmıştır; hatta bana itinayla dikkatten kaçırılmış bir yapı gibi gelir. Nedeni de şu: Düpedüz, her şeyiyle tarihselci diyebileceğimiz bir yapıdır o. Büyük ölçüde geleneksel teknolojiyi ve geleneksel plan şemasını kullanıyor. Uzman değilseniz baktığınızda, geç 14.yy’da yapılmış bir Batı Anadolu Beylikler Dönemi yapısıyla karşı karşıya olduğunuzu bile düşünebilirsiniz. Bu kadar tarihselci bir yapı! Buna karşılık bu tarihselci yapı, bence ciddi bir kültürel eleştiri zemini üzerinde inşa ediliyor.



“Bunu, yıllar önceden başlayan bir çerçeveden okuyacak olursak, söz gelimi ‘kubbeyi yere koymamak’ olarak zamanında Turgut Cansever’den dinlediğim ve tersini düşünmeye alışık olduğum için şaşırdığım, ama anlamlı da bulduğum bir şeyi, bu kez mimarlık bağlamında yeniden gündeme taşıdığını söyleyebilirim. Biz, Turgut Bey’in bakış açısından değil, Vedat Dalokay’ın Kocatepe’de uygulanamayan camisine ağlama kuşağından geliyoruz. Bize hep söylenen, “Ne kadar güzel, burada modern bir cami yapılacaktı. Ama bize müsaade etmediler ve yaptırmadılar” oldu. Turgut Bey’den bunu yıllar önce dinlediğim zaman, çok akıllıca bir şey söylediğini hatırlıyorum. Mealen anlatacak olursam, “Kubbe gibi simgesel anlamları da olan bir gerçekliği, istediğimiz gibi oynayabileceğimiz bir morfik eleman olarak kullanabiliriz şeklindeki iddianız sağlıklı mıdır?” sorusunu soruyordu. Bu, o kadar da yabana atılır bir soru değil. Kubbe formunu kabul edeceksiniz, ama Osmanlı kubbesi gibi olmayan ve yine de Osmanlı kubbesinin anılarını kullanan bir mimari ortaya koyacak, bir anlamda riyakarlık yapacaksınız. Bu, bir riyakarlık, ikiyüzlülük. Bu gerçeği biz, doğrusu, uzun bir süre düşünmemiştik. Düşünülmesi gereken bir kültürel eleştiri boyutuydu bu. Tamamen kubbeyi unutursunuz, Le Corbusier’in Ronchamp’da yaptığını yaparsınız; o zaman söyleyecek sözümüz olmayabilirdi. Ama siz, Vedat Dalokay’ın yaptığı gibi, İslamabad’da yapıldığı gibi, Osmanlı merkezi planlı camisini alacaksınız, minareleri aynı yerlere koyacaksınız, kubbeyi aynı yere koyacaksınız, bütün kompozisyonu Osmanlı’dan bir anlamda kopya çekeceksiniz, ama hepsinin üzerindeki ayrıntıları zımparanızla sileceksiniz. Şimdi bunu yaptıktan sonra modern olduğunuzu söylemenin bir imkanı yok. Bu sadece “Klasik olanın üzerindeki tozu silerseniz, geriye modern kalır” demek kadar safça bir durumdu.

“Kubbeyi alıp, sadece altyapısını ondan koparıp, başka bir yere oturtmanın, ‘kubbeyi yere koymak’ biçiminde bir metaforla anlatılması, doğrusu, o zaman da bana oldukça çarpıcı gelmişti. Şimdi Antalya Karakaş Camisi’ni okuduğum zaman, bütün bu riyakarlığın nasıl mahkum edilebildiğini görüyorum. Bu, çok bana özgü bir durum olabilir; katılmayacakların da azımsanmayacak sayıda olduğunu tahmin ederim. Ama tarihselci bir mimarlık yapıyorsanız, tarihselciliği teknik özelliklerini de içerecek kadar kapsamlı düşünmek gerektiğini de ima ediyorsunuz demektir. Tarihselcilik, sadece biçimlerin tarihsel gibi görünmesinden ibaret olamaz. Böyle bakınca Turgut Bey’i, söz gelimi, William Morris veya Arts and Crafts geleneğinde bir çizgiye, o çerçeveye oturtmak, bana anlamlı geliyor. Bu anlamda Antalya Karakaş Camisi, Turgut Cansever’in son dönemini en iyi temsil eden önemli bir ürün gibi gözüküyor.”


Kaynak: http://www.mimarizm.com/KentinTozu/Makale.aspx?id=407&sid=387

mimar Turgut Cansever, İstanbul'da defnedildi


23 Şubat 2009 - Addison hastalığı nedeniyle bir süre tedavi gördükten sonra 89 yaşında hayatını kaybeden ünlü mimar Turgut Cansever son yolculuğuna uğurlandı. Ünlü mimarın kızı Emine Öğün, babasının dünyada neler yapılabileceğini anlatmaya çalıştığını ancak onu kimsenin dinlemediğini söyleyerek, sitemde bulundu.
Ağa Han Mimarlık Ödülü'nü 3 kez alan, TBMM Üstün Hizmet Ödülü ile 2008 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görülen, Türkiye'nin önde gelen mimarlarından Turgut Cansever'in cenazesi Fatih Camii'ne getirildi. Cenaze törenine Cansever'in eşi Nilüfer Cansever, kızı Emine Öğün ve damadı Mehmet Öğün ile Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Saadet Partisi (SP) Numan Kurtulmuş, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ve çok sayıda kişi katıldı.
Ödüllü mimar Cansever'in kızı Emine Öğün, "Babam kaybettiğimiz büyük güzelliklerin dünyadaki anlamı hakkında çaba sarf etti. Bu güzellikler için dünyada neler yapılabileceğini anlatmaya çalıştı. Ama onu kimse dinlemedi. Piyasada 14 iş yapabildi. Mimar arkadaşları bunun ne anlam ifade ettiğini bilirler" şeklinde konuştu.
Damadı Mehmet öğün ise Turgut Cansever'in hastalığının addison hastalığı olduğunu belirterek, "Kortizon eksikliğinden kaynaklanan bir hastalıktı. Tedavisi pek mümkün değildi. Son ana kadar beraber düşündük, tartıştık ama hastalığından dolayı yatalak haldeydi" dedi.
Cenazeye katılan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, "Sayın Cansever ülkemizin iftihar ettiği yurttaşlarından biriydi. Yaptığı işler dünya çapında ödüller aldı. Bu yıl Cumhurbaşkanlığı da kendisine ödül vermişti. Bende ordaydım. Mimar Sinan üzerine yaptığı çalışmalar geleceğimiz üzerine büyük etki yaratacak. Ailesine yürekten baş sağlığı diliyorum" diye konuştu.
haber7

Turgut Cansever: "Kuleler, insanlığın içine düştüğü gurur ve yanılgıların eseri"
22.02.2006 - 00:48


Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından geleneksel olarak verilen 'Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne, 2005 yılında mimarlık dalındaki çalışmaları ile Doç. Dr. Turgut Cansever layık görüldü. Biz de bu vesileyle ünlü düşünce adamı ve mimar Turgut Cansever' in yayımlanmış bir röportajından bu kısa alıntıya yer veriyoruz.
Kültürel değerlere verdiğiniz önemin 'Kültür ve Sanat Büyük Ödülü' ile taçlandırılması karşısındaki hislerininizi gözlerinizdeki pırıltının dışında tanımlasak?
Tabii, Bakan ve Müsteşar Bey şahsen arayarak sevindirdi beni. Kültür meselesinin şehir ve mimariye etkisi tamamen gündem dışında tutuluyor sanıyordum. 'Demek söylediklerimizi duyanlar varmış.' dedim kendi kendime. İki asırlık bir kültürel yöneliş yanılgısının bedelini ödediğimiz şu günlerde, değerlerimizin derinliğine benden başka önem verenlerin de olduğunu gördüm.

Sözünü ettiğiniz iki asırlık kültürel yöneliş yanılgısını biraz açar mısınız?
Türkiye'deki kültürel yöneliş yanılgısı çok eskiye dayanıyor. Tanzimatçılardan daha öncelere, III. Selim dönemine. Sadelik, incelik, vakar gibi büyük asri değerlerimize, Lâle Devri ile beraber Batı'nın barok ve rokoko özentisi karışmaya başlamış. Osmanlı sanat iradesini devam ettiren Sinan'ın talebelerinin son eserlerinden sonra Fransız saray hayatının yüzeysel zevkleri ilericilik diye ülkeye geliyor. İthal edilen şeyler asri değerlerimizle kıyaslanamayacak kadar süfli halbuki. III. Selim'e kadar şehirlerimizin bir meselesi yok, ama 19. yüzyıl Osmanlı entelektüelleri doğru düşünme yeteneğini kaybediyor. Neden kaybettiklerine gelince, "Bir kavmi şerre düşmedikçe helak etmeyiz." diyen ayet-i kerimeye bakmamız gerekiyor. Versailles önemli, Topkapı önemsiz sayılıyor. Düşünce sisteminde başlayan çözülme mimariyi de çöküşe sürüklüyor.

Peki bu çöküşün önüne geçmek için ne yapılmalı?
Mimarideki yanlışların temeli, düşünce siteminin bozulmasının maddi alana yansıması. İnanç ve ahlaki değerlerin kaybı da düşünce sistemindeki bozulmanın arkasında yatan gerçek. Meselelerin tartışılmaya başlanması lazım. Soru sormaktan 'soruyu soran, cevaplayan, ümmete öğreten ve ilk üçünü takdir eden' fayda görür. Ben soruyu sormaya çalıştım. Toplumun müsaade verdiği küçücük alanda bir şeyler yapmaya çalıştım. Bayındırlık Bakanlığı kadroları ile hiç geçinemedik ya neyse...

'Kültürel kirlenme Türk mimarisinin en büyük sorunu' diyorsunuz. Teknolojinin getirdiği bir kirlenme mi bu? Yani yapılan, yapılmak istenen yeni binalar mı sorun?
Dünyada kültürel çeşitlilik kaçınılmaz. Farklı tarih ve kültürel kökenlerden gelen toplumlar farklı yaklaşımlara sahip. Ama insanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü. Ortaçağ Avrupa'sında sadece rahipler mimarlık yapabiliyor. Yeryüzü ile oynanıyor sonuçta.
KAYNAK: Zaman Gazetesi, 01.01.2006
Turgut Cansever Kimdir?
Turgut Cansever 12 Eylül 1921'de Antalya'da doğdu. DGSA Yüksek Mimarlık Bölümü'nden 1946'da mezun oldu. 1951'de kendi mimarlık bürosunu kurdu. Bu tarihten sonra çeşitli devlet kademelerinde de görev aldı. Ankara Türk Tarih Kurumu binası, Bodrum Ahmet Ertegün Evi yenilemesi ve Demir Turizm Kompleksi ile üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görülen Cansever'in uygulanan diğer eserleri arasında; Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı restorasyonu, Karatepe Açık Hava Müzesi, Salacak Çürüksulu Ahmet Paşa Yalısı, Bodrum Sualtı Arkeoloji Enstitüsü ve Bağlarbaşı Türkiye Diyanet Vakfı İSAM binası yer alıyor.
http://www.40ikindi.com/tasarim/oku.php?id=1671


Akif EMRE
Yeni Şafak
Bilgeliğin ''medeniyet idraki''
24 Şubat 2009

Turgut Cansever, öteye yürürken arkasından söylenebilecek sözlerin ne kadar yavan ve tıkız kaldığını daha yazının başında hissediyorum.

Bir mütefekkir, bir mimar olarak Turgur Cansever, her şeyden önce kendisini dünyayı güzelleştirmeye adamıştı. Bir bilge olarak “dinin dünyayı güzelleştirmek” anlamına da geldiğini bize hatırlatan kişiydi. Hep güzel olanın peşinde koştu, her şeyde mutlak güzelin izlerini aradı. Bu yönüyle hikmet ve güzelliği sanatta buluşturarak dinin anlamını yaşadığımız şehire, inşa ettiğimiz evlere, kullandığımız eşyaya yansıtmaya çalıştı.

Mimarlığı, insanın varoluşsal sorunu çerçevesinde değerlendiren düşüncenin öncülüğünü yaptı. Mimarlığın insanın varoluş sorununa ilişkin en geniş/derin çözümlemelerin birleştiği bir disiplin olduğunu ve bu alanın teknik bir mesele ve meslek olmayıp 'medeniyet kurma iddiası'nın temeli olduğunu geniş birikimiyle sürekli hatırlattı. Mimarlıkla insanın varlık meselesi arasında zorunlu bir bağ kurarak; maddi hayatın metafizik açılımını sunan, bu toprakların yetiştirdiği tek mimar denilebilir.

Bu anlamda mimarlığın maddi olduğu kadar ahlaki, estetik ve metafizik boyutlarını göstererek nasıl bir dünya kurmamız gerektiğini ve bunun ilkelerini öğretmeye çalıştı. Mükemmel bir mimari eserin ortaya konması için yerli yerinde olması gerektiğini söylediği üç unsur aslında bir medeniyet tasavvurunun temel ilkelerine işaret eder: İnanç, rasyonalite ve seziş… Bu üçleme aslında varlık, insan ve mekan ilişkisini çözümleyen derin mimarlık düşüncesini formüle ediyor..

Cansever'in mimarlıkla bilgeliği buluşturan bu düşünce sistematiği aslında yaşadığımız, kurduğumuz şehirlerimizdeki temel eksikliğin ne olduğuna, çarpıklığın asıl sebebine kafa yoran, çözüm için proje üreten, konuşan, yazan bir eylemcinin düşünsel birikiminin yansımasıydı…

Turgut Cansever'i bir kuramcıdan, bir düşünce adamından farklı kılan yanı onun ömrü boyunca çözümler peşinde koşmuş olmasıdır. Bu yönüyle salt kuram peşinde bir ütopist olmaktan çok, kuramını hayata geçirmek için projeler geliştiren, insanları ikna etmek için konuşmalar yapan, yazan, yetkili makamları uyarmak için girişimlerde bulunan bir eylem adamıydı.

Düşündüklerini hayata geçirmek için pratik çözümler üretirken göz ardı edilmemesi gereken en önemli yanı onun bir muhalif olmasıdır. Kişiliği ve birikimiyle insanları kuşatan bilge tavrının arkasındaki ilkeli bir muhalif duruşu genellikle fark edilmedi. Şizofren bir inkarcılığın gelenekten kopuk modernizmine karşı ürettiği projeleri ve geliştirdiği düşünceleriyle temelden muhalif bir duruş sergiledi.

Aykırı olmaktan haz alan sorumsuz bir muhalefetten çok alternatif üreten bir muhalif duruş… Sadece karşı çıkmakla yetinmedi olması gerekeni hem teorik hem pratikte göstererek, gelenekten ve kültürden kopuk çarpık şehirleşmeye, mimari anlayışa karşı durdu.

Geleneği modern bir üslup içinde sunarken yaşadığı çağın, insanlığın sorunlarının düşünsel temellerine inerek sorguladı. Medeniyet idrakiyle hakikati bulmak için hiçbir komplekse kapılmadan hikmeti gördüğü her coğrafyaya açılmaktan çekinmedi… İbn-i Arabi ile Konfüçyüs aynı sohbette yer alırken, Nietzsche'nin “la”sının peşinden tevhidin birlik ilkesini, “illallah”la tamamlayan bütüncül bir düşünce dünyasını eşyaya yansıtmaya çalıştı. Tüm bunların temelinde ait olduğu medeniyetin “ben idraki”ne yaslanarak hikmeti her yerde arayan, çağıyla hesaplaşırken bir yüzüyle hayatı yaşanır kılacak güzellik peşimde koşan bir bilgeydi.

Cansever Hoca'nın düşüncelerini paylaştığını, ona sahip çıktığını düşünen pek çok kimsenin bugün önemli mevkilerde yönetici olarak, projelerini hayata geçirmek konusunda hemen hiçbir çaba göstermemiş olması da, en büyük çelişki. Düşüncelerini anlamadan, benimsemiş gibi yaparak duygusal anlamda sahip çıktığını söyleyenlerin onun düşüncelerini hayata geçirmek konusunda hiçbir zorluğu göze almamaları da halimizin acı veren yanıdır.

Akif Emre - Yeni Şafak
aemre@yenisafak.com.tr

Turgut Cansever ve dini düşünce
Akif Emre
aemre@yenisafak.com.tr
03 Mart 2012 Cumartesi

Türkiye'de Müslümanlığın imkanları üzerine söz söylemenin yolunu illaki politik okumalardan geçirmekte ısrarcı zihin yapısı, bir çıkış arayan her kesimi şartlandırıyor. Siyasetin günübirlik politik anlam düzeyine indirgendiği bu kısır okuma biçiminin siyaseti de içeren bütüncül yaklaşımı dışladığına şahit oluyoruz.

Turgut Cansever'in düşünceleri ile bu düşüncelere sahip çıkanların tanışmasının Türkiye'nin politik ve sosyal anlamda en çalkantılı dönemine (1990'ların hemen başları) tesadüf etmesi ilginçtir. Bu durumda, rahmetli Cansever'i gecikmeli olarak keşfetse de ona sahip çıkan kesimin medeniyet merkezli bütüncül yaklaşım arayışının da etkili olduğunu düşünüyorum.

Mimari ve şehir gibi başlıklarla yerel yönetimlerdeki kazanımlarıyla birlikte muhatap olmaya başlayan bir kesimin Turgut Cansever'in düşüncelerine intibak edememeleri; hele hele onun bütüncül, derinlikli çözümlemelerini, insana ve eşyaya dair fikirlerini hayata geçirecek bir hazırlıkta olamadıkları gerçeğinin bugün bile geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki en azından onun gündeme getirdiği meselelere dair düşünme, kafa yorma çabasının olduğu; hayata dair mimari, güzellik, varlığın katmanları gibi medeniyet düşüncesiyle kavranabilecek bir bakış açısının gelişmekte olduğu; bu konuda kayda değer çabaların sarf edildiği de yadsınamaz. Ancak yerel ve siyasal iktidarların kendisini bir şekilde muhafazakar olarak tanımlayan siyasal yapının elinde olduğu ve Turgut Cansever'in ismini adeta bir markaya dönüştürerek şehircilikten mimariye onun tekliflerinin tam zıddı uygulamaların adeta dolu dizgin yürürlüğe girdiği çelişkili durumu ortadan kaldırmıyor, bu iyimserlik çabası.

Her şeyden önce Turgut Cansever'in bir mimar ya da mimarlık üzerine sözleri olan bir isim olarak sınırlandırılmasının, anlaşılmasının önünde en önemli engel olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Hayata Müslümanca bakmanın varlık meselesi olduğu şuuruyla hareket edenler nezdinde o, her şeyden önce bir mütefekkir olarak kabul gördü. Bu yönüyle mimarlığı aşan hayata Müslüman bir düşünür olarak bakan ve bu yönde fikir üreten bir değer olarak algılandı. Bu yaklaşımın isabetli olduğunu, Turgut Cansever'e dair yazılıp çizilenlerin şimdiden yekununa bakıldığında mimarlık düşüncesinden öte Müslümanca bir hayatın, şehrin, daha geniş anlamda medeniyetin ipuçlarını bulmamızdan anlayabiliriz. Cansever hocaya dair ilk söylenecek söz onun bir mimar olmaktan öte İslam düşüncesi üzerinde gelenekten beslenerek ufuk açıcı perspektif sunmuş olmasıdır. Mesleğinin hakkını vererek uygulayıcı olması hem söylediklerinin ayağını sağlam bir zemine basmasını sağlıyor hem de buradan hareketle daha geniş bir düşünce ufkuna açılma imanı veriyordu. Bu nedenle mimarlık mesleğinden gelenlerle sınırlı kalmayıp hatta çok daha farklı ilgileri olan, mesele sahibi, düşünen insanların ilgi alanına girebilmiştir.

Turgut Cansever'in; sıklıkla vurguladığı, İslami düşünceye dair kafa patlatan, söz söyleyen herkesin dikkatinden kaçırmaması gereken, anlamlandırılması, açımlanması ve anlaşılması gereken tespitini hatırlatmakta yarar var. Dinin en önemli misyonlarından birinin "dünyayı güzelleştirmek" olduğu, sanat tarihi bilinmeden dinin de tam anlaşılamayacağı; önemli bir kalkış noktası olarak mütalaa edilmesi gereken tespitleridir.

Hem dinden ne anlaşılması gerektiğine dair hem de dini düşünüşün kapsamı, insan hayatını kuşatan çerçevesi ile mimari arasında kurduğu ilişkiye dair tespitleri anlaşılmadan Turgut Cansever'in ne demek istediği tam anlaşılamaz.

"Özünde, ekonomik ve pragmatik matrislerin optimizasyonuna dayanan modern Batılı" mimarlık yaklaşımı ile İslam mimarisi arasındaki temel farka işaret eder. Dini düşüncenin yani tevhit ilkesinin, "kutsal sanat" anlayışının sükunet içinde hareket yaklaşımı, dinin dünyayı güzelleştirme amacı çerçevesinde anlam kazanıyor. Mimar olarak düşünce inşa etmeye çalışan Turgut Cansever'in dini düşünce bağlamında bu yaklaşımının açımlanması, tartışılması gerekiyor.
Kaynak: Yeni Şafak
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Ksm 25, 2010 1:22 am    Mesaj konusu: Geçmişten Günümüze Anadolu’da İnsan ve Mekân Alıntıyla Cevap Gönder

Geçmişten Günümüze Anadolu’da İnsan ve Mekân
-Teşhisler ve Tesbitler-



Yöneten: Av. Harun Yüksel
Konuşmacılar: Turgut Cansever, Mustafa Armağan

TAKDİM

“Geçmişten Günümüze İnsan ve Mekân”, AKADEMYA dergisi tarafından 20 Şubat 1998 tarihinde “Teşhisler ve Tesbitler” altbaşlığı ile, 2 Mart 1998 tarihinde ise “Çözümler ve Alternatifler” altbaşlığı ile Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde iki bölüm hâlinde düzenlenmiş; Av. Harun Yüksel’in yönettiği, Turgut Cansever ve Mustafa Armağan’ın konuşmacı olarak iştirak ettiği bir paneldir.

Bu sayımızda, panelin “Teşhisler ve Tesbitler” altbaşlığı altında tertiblenen 20 Şubat 1998 tarihli birinci toplantısının bant çözümünü, tam metin olarak ve basında ilk kez yayınlıyoruz. Gelecek sayı da, 2 Mart 1998 tarihli “Çözümler ve Alternatifler” bölümünün bant çözümünü yine tam metin olarak yayınlayacağız. Bir sonraki sayıda ise, Turgut Cansever’le Av. Harun Yüksel ve Hayreddin Soykan’ın, AKADEMYA dergisi adına 29 Ekim 1997 tarihinde yaptığı röportajın bant çözümünü, yine tam metin olarak ilk defa dergimizde yayınlayacağız.

Sözkonusu bant çözümleri, yıllar önce Şükrü Sak, Havva Sak ve Av. Ahmed Arslan tarafından yapılmış, Emel Zor tarafından da dizilmiştir. Ne var ki, hem orijinal ses bantları hem bilgisayardaki dizgi dosyaları hem de bu dizgilerin kâğıt çıkışları, 1999 sonrası dönemde maalesef kaybolmuştur ve bu hâdise hepimizi derinden üzmüştür. Bir tevafuk eseri olarak, 2010 yılı başında kâğıt çıkışlarına ulaşmak nasib oldu ve Gülçin Şenel bu metinleri yeniden dizmeye başladı. Akademya Faaliyetleri Koordinatörü Burak Çileli başta olmak üzere, adı ve emeği geçen tüm dostlara candan teşekkür ediyor, sizleri böyle bir fikir-sanat ziyafetiyle başbaşa bırakmanın iftiharını yaşıyoruz.


AKADEMYA


HARUN YÜKSEL: Değerli dostlar, Akademya adına hepinizi saygıyla selâmlıyorum, hepinize hoş geldiniz diyorum. Değerli konuşmacılarımıza da teşrif ettikleri için hem teşekkür ediyorum, hem de hoş geldiniz diyorum. Bugün, “Dünden Bugüne Anadolu’da İnsan ve Mekân İlişki ve Problemleri; Teşhis ve Tesbitler” diye uzun bir başlık koyduk mevzuumuza. Sevgili Turgut Bey haklı olarak içeride eleştirdi bu başlığı. Çünkü mekân dediğimiz zaman gerçekten belirsiz bir şeyden bahsediyoruz. Fakat biz bu başlığı, bu kadar cüretli bir başlığı, özellikle konuşmacılarımızın mevzu üzerinde eserler vermiş olmaları, derin bir kültürel altyapıya mâlik olmaları sebebiyle koyduk. Onlara geniş bir hürriyet alanı tanıyoruz bu konuda. İftarlarımızı ettik, mübarek Ramazan günü karınlarımızı doyurduk, inşallah ruhlarımız da doymuş olarak buradan çıkacağız değerli konuşmacılarımız sâyesinde.

Şöyle bir kaba plân yaptım, tabiî konuşmacılar buna riayetle mükellef değiller. Diledikleri yerden konuya girebilirler. Bir de sevgili Turgut Bey’in bizden bir isteği oldu. “Müzakereci bir üslûbla yapalım” dedi. Konuşmalar sürerken, konuşmacılar konuşmalarını bitirdiğinde, -20’şer dakikalık turlar hâlinde yapacağız konuşmaları-, söylenmeye değer sözü olan varsa, sorusu olanlar varsa, konuşmacılara yöneltebilirler. Ve 5 dakika süreyle, her tur başında, konuşmacıların konuşmaları bittikten sonra konuya katılabilirler. Katılırlarsa da ayrıca müteşekkir oluruz, diyelim ve hemen başlayalım efendim. Buyurun Turgut Bey…

TURGUT CANSEVER: Teşekkür ederim. Doğrusu böyle bir mesele etrafında konuşma fırsatına sahib olmamız, bu meseleyi tartışmamız ve bu tartışmaya katılmak, benim için çok büyük bir zevk. Evet, ben biraz evvel, “insan ve mekân” sözlerinin bu şekilde yanyana gelişinden bir rahatsızlık hissettiğimi ifade ettim. Tabiî bu rahatsızlığın kökeninde şu da var: Mekân acaba tek başına ele alınabilecek bir kategori mi? Takrîben bir 30 sene hattâ 40-45 sene oluyor. Heinrich Wölfflin [1864-1945], bu Sanat Tarihinin Temel İlkeleri kitabının müellifi. Sigfried Giedion [1888-1968] ise, Heinrich Wölfflin’in talebelerinden birisi. Sigfried Giedion diyor. O da bir sanat tarihçisi, mimarlık tarihçisi. Harvard’da ders veriyor. 40-45 sene evvel önemli bir kitab yayınladı. Adı, Space-Time and Architecture yâni Mekân, Zaman ve Mimarî. Yalnız Zaman ve Mekân kelimelerinin arasında virgül yok, bir çizgi var. Yâni zaman ve mekânın bir bütünlük olduğunu ifade ederek başlıyor işe.
Tabiî modern rölativite, modern fizik, metafizik, zaman ve mekân bütünlüğünü çok ciddi bir şekilde ortaya koyuyorlar. Mekân ve zamanın bütünlüğü insanın dünyaya bakış tarzını tâdil eden bir temel kategori oluyor. Şimdi konu dolayısıyla, Zaman ve Mekân meselesini hem beraber ele almak, hem ayrı ayrı ele almak... Bu ölçekte ele alındığında, hiç şübhe yok, çok önemli noktalara götürecek bizi. Ama bizi götüreceği bu önemli noktaları düşünce yoluyla araştırmadan evvel, başka bir yolla, yâni yine başlık içerisinde ifadesini bulan başka bir yolla, diyelim ki, Anadolu’da mekânı tanımlayan, sınırlayan, insan eliyle yapılmış düzenlemeler, binalar, ağaçların yerleşmesi... Bunlardan oluşan, bu yapıların arasında kalan yerlerin özelliklerinden söz edebilirsek yahud o yapıların içlerinde oluşan boşluklardan söz edebilirsek, bu yolla bir taraftan tarihî tecrübe hakkında fikir edinme çabasından hareketle ilerlerken, “Zaman ve Mekân” meselelerini bir Selçuklu mimarı, çevre düzenleyen insanı nasıl anlıyordu, bir Osmanlı insanı nasıl anlıyordu, bunu nasıl yaşıyorlardı... Bunun, doğrusu sosyolojik açıdan anlaşılmasından ziyade, bir mahiyet açısından anlaşılması yönünde, belki beraberce birkaç adım atabiliriz diye düşünüyorum.
Şimdi hemen ilâve etmek isterim ki, bir Alman mimar [Bruno Taut], 1938’de Tokyo’da üniversitede iken İstanbul’a geldi. Türkiye’de tek mimarlık mektebi o zamanlar Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık bölümü idi. Bir sene kadar orada hocalık yaptı. Gelir gelmez de, çok büyük bir ciddiyetle, hem mimarlık talebeleri, hem genç mimarlar, hem mimarlık camiasına hitabetmek üzere bir kitab yayınladı; Mimarî Bilgisi diye. Kendisi büyük bir sanat felsefecisi değil. Ama çok nefis bir şekilde, kendisinin mimarlık hayatını, gençliğinde büyük mimarların yanında, onların çalışmalarının akışını nasıl seyrettiğini, neleri fark ettiğini anlatıyor. Bir miktar Batı Avrupa yakın mimarlık tarihini anlatıyor. Ama doğrusu Doğu sanatları hakkında özel bir uzmanlığı olmamasına rağmen, hemen İstanbul hakkında da konuşuyor. Ve Süleymaniye’den söz ediyor. Söylediği söz şu: Süleymaniye şöyle bir mekân tarif ediyor demiyor. “Süleymaniye bir konstrüksiyondur” diyor. “Genetik-estetik” üzerine çalışma yapan önemli insanlardan birisi Ernst Diez [1878-1961] bir yazısında, “Osmanlı yapıları mekân yapıları değildir” diyor. Şimdi bu ne demek?

Evvelâ Batı dünyasına dönelim, Michelangelo’nun [1475-1564] Medicilere yaptığı iki tane yapı var. Biri Mediciler Türbesi, diğeri de kütübhane… Bilmiyorum bu yapıları bilen var mı aranızda? Ama ben kısaca anlatmaya çalışayım. Bir kere bu yapıların penceresi yok. Tepeden ışık alıyorlar. Yapıların köşelerini, kapıların yanlarını, bütün mimarî unsurları çerçeveleyen ayakları var, aralarında kemerler var, nişler var. Ve bunların yerine de bir lâhid, o lâhidin üzerinde iki heykel vesaire… Bunlar çeşitli cebhelerde tekrar ediyor. Galiba o Mediciler Türbesi’nde “üç ölü” için bir düzenleme var. Burada içerisine girdiğiniz mekânın, alanın, boşluğun bütün mesafeleri, bütün oluşumu, yâni mekânın âdeta dışını atsanız, duvarlarını atsanız, ortada kalan kısım –ki binanın içinde kalan boşluğa tekabül ediyor-, bir heykel ve o heykelin bütün parçaları diğer kısımlarına bağlı bir bütünlük. Bu bir mekân yapısı.

Şimdi daha eskiye gidersek, bir antikiteye meselâ… 4-5. asır bir Yunan mabedinin bir odası var ve o odada hiç ışık yok, hiç pencere yok. Dolayısıyla orada da bir mekân var ama o mekânı yaşamak, hissetmek sözkonusu değil. Ama Rönesans yapısı; insanı, içerisine girdiği hacmin bütün biçimini yaşatmaya sevk ediyor.

Ancak meselâ bir camide namaz kılan insan, selâm verdiğinde sağ tarafından tâ Akdeniz’e kadar gidecek bir ufku açık buluyor pencerelerden. Bu salonda olduğu gibi. Sol taraftan bu defa Karadeniz’e kadar giden bir başka ufuk açılıyor. Yâni sonsuz mekân, dışarıdan geliyor, yapının içerisine giriyor ve yapının pencerelerinden dışarıya çıkıyor. Yapı bu sonsuz mekânın içerisinde, işte taşıyıcı parçalar, kemerler, kubbe parçaları yahud tam kubbe, en tepedeki kubbeyi aşağıdan ayıran pencere delikleri, âdeta en tepedeki kubbe tamamen havada duruyor... Ve sonsuzluğun içerisinde bir inşaî unsurlar bütünlüğü…

Burada, bu parçaların Rönesans yapısında olduğu gibi bir yekpareliği sözkonusu değil. Bu parçaların her biri, bir şahsiyete sahib. Teker teker bu defa caminin içerisine gelip, caminin içerisini dolduran, mekânın içerisinde de teker teker duran nesneler. Her biri bir tektonik. Yâni bir maddî varlık. Yük taşıyan bir maddî varlık, sonsuzluk içerisinde yer alan nesneler…

Dolayısıyla, insan Süleymaniye’nin içerisine girdiği zaman, sonsuz mekânın devam ettiğini görüyor, evvelâ son cemaat avlusuna girmişse, o son cemaat avlusu da öyle. Onun da dört tarafındaki pencereler, avlunun dışarıya doğru olan pencereleri dış mekânla ilişkili. Fakat bilfiil caminin kapalı kısmına dönük olan yerde de, kapalı kısma dönük pencereler var. Yâni son cemaat avlusuna giren insan dünyanın bütün istikametinde, varlığın bütün istikametinde sonsuz mekânın devam ettiğini görüyor. Caminin içerisine girip, orada da devam ettiğini görüyor. Dolayısıyla orada da kemerler, sütunlar, tabiî onları çevreleyen minareler… Cami tarafındaki kubbeler vesaire… Bunların her biri birer tektonik. İnsan bu tektoniklerin arasında dolaşıyor.

Burada tabiî kültürel kaynağını çok iyi biliyoruz, kültürel kaynağı tarih olarak Ortaasya steplerinin Menhir türünden hatıra taşlarına tekabül ediyor… Ama kültürel açıdan düşünürsek, meselâ Füsûs’ul-Hikem’de Muhyiddin-i Arabî Hazretleri [1165-1239], peygamberlerin hikmetlerini anlatıyor. Tabiî birinci peygamberin hikmetinden ikinci peygamberin hikmeti, ilk ikisinden üçüncüsü çıkıyor vesaire… Ve bütün bu peygamberlerin hikmetlerinin toplamından Hazreti Peygamber’in hikmeti oluşuyor. Dolayısıyla bütün hikmetler Hazreti Peygamber’in hikmetine göre inceleniyor, değerlendiriliyor. Ancak Hazreti Peygamber’in de bütün bu hikmetlere ne ilâve ettiği meselesi var. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri diyor ki: “İki şey ilâve etti. Bunlardan bir tanesi güzellik sevgisi”, bu tabiî çok önemli… Güzellik sevgisi için diyor ki: “Bu, insan tekâmülünün ulaşabileceği en son merhaledir. İnsan için güzellik sevgisinden öteye herhangi bir gelişme tasavvur edilemez. Öbürü de ferdiyetin yüceliği…” Yâni tek ferdin yüceliği.

Süleymaniye’yi bir örnek olarak zikrediyoruz ama, Osmanlı mahalleleri de tahlil edilebilir aynı bakış açısından. O tek ferd, kendi eliyle meydana getirdiği tektoniklerin, mekânın sonsuzluğuna halel getirmeden, sonsuzluğu içerisinde, kâinatın sonsuzluğu içerisinde onlar nasıl yer alıyorlarsa, insan da onların hepsini vücuda getiren ve hepsini dünyayla beraber idrak eden, onları vücuda getirirken dünyayı güzelleştiren yüce ferd olarak tasavvur ediliyor. Sanıyorum “insan-mekân” dediğimizde bir sonsuzluk içerisinde insan, “yüce insan”dan söz etmek meseleyi aydınlatacak, önemli saydığım bir başlangıç noktası olabilir.

HARUN YÜKSEL: İslâm mimarîsinde demek ki insan, sonsuzluğun bütünlüğünü bozmadan, sonsuzluğa katılıyor. Yâni Süleymaniye’ye girdiğimizde; sonsuzluğun o akışını bozmadan, bütünlüğünü bozmadan sonsuzluk imajını, fikrini bozmadan katılıyoruz. Rahatsız edici bir unsur olmadan…

TURGUT CANSEVER: Evet. Bakın onun içerisinde yaşıyorsunuz. Dolayısıyla hiçbir şey sizi tahdid etmiyor. Belki bu sizin sorduğunuz soru dolayısıyla ortaya çıkan meseleyi aydınlatmak için bir karşılaştırma yapmakta yarar var. 10-11-12. asır Romanesk kilisede yahud daha da belirgin bir şekilde 12-13-14-15. asır Gotik kilisede insanla o yapı arasındaki ilişki nedir? Ona bir baksak, bu söylediğimle onun farkı çok açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. Şimdi bu kilise bir kere ince uzun bir yapıdır. Bunun en önemli kısmı binanın nihayetindeki koro kısmı ve [anlaşılamadı] üzerinde merasimlerin yapıldığı büyük kürsüdür. Ama burada içeriye giren insan, zeminden yukarıya doğru fışkırmışçasına giden çizgilerin etkisi altındadır. Sonra, girdiği zaman bulunduğu noktadan yalnız bir istikamete doğru, karşıya doğru insanı sevk eden bir büyük hacim içerisindedir.

Bu yerde insanın dünya ile ilişkisini anlatmak için, önemli olan bir başka noktaya da temas etmek gerekli. Her şey taştan yapılmış olduğu hâlde nerdeyse taşın eseri yoktur. Yalnız ışıklar ve gölgeler. Ve onların müthiş dramatik, trajik çizgileri vardır. Bütün o çizgi düzeni, hareket düzeni, günahkâr insanı, kilisenin alıp, bu günah dünyasından, dünyevî âlemden, uhrevî âleme cebren götürmesi. İnsanı ensesinden yakalayıp ite ite, sürükleye sürükleye… Yâni o zaten günahkâr alçağın teki. Onu adam etmek için kendi gücünü kullanan bir tavrın ürünüdür kilise.

Buna mukabil, her biri kendi başına duran insan eliyle üretilmiş bu yüce varlıklar manzumesi, eğer Allah’ın yarattığı bu kâinatın sonsuzluğu içerisinde dolaşıyorsa, artık insanı yönlendirmiyor demektir.

Şimdi bu noktada doğrusu önemli bir İslâmî görüşe temas etmek istiyorum. Gazalî [1058-1111] anlatıyor İhyâ’da. Bir öğle namazına Hazreti Peygamber gitmiyor. –Cuma olması lâzım-. Hazreti Ömer bir hutbe konuşması yapıyor. Herkes çok etkileniyor. Yalnız bir kadın iknâ olmuyor, söylenenler üzerine itiraz ediyor. Soru soruyor. Hazreti Ömer yine parlak bir şekilde cevablandırıyor. Kadın yine iknâ olmuyor. Bu üç-dört kere tekrar ediyor. Bunun üzerine Hazreti Ömer uzun bir konuşma yapıyor. Böyle bir saatten daha fazla… Son derece iknâ edici müthiş güzel bir konuşma, herkes konuşmaya hayran kalıyor, kadın iknâ oluyor. Ve birçok insan o kadar etkileniyor ki, âdeta koşarak Hazreti Peygamber’in yanına geliyorlar ve bu konuşmanın güzelliğini, Hazreti Ömer’in kadını nasıl iknâ ettiğini anlatıyorlar. Hazreti Peygamber’in yüzlerinde bir teessür ifadesi oluşuyor. “Çok üzüldüm, mücahede etmeyiniz” diyor. Biraz sonra Hazreti Ömer geliyor –çok memnun yaptığından-, ve Hazreti Peygamber üç kere çok üzüldüğünü ve üç kere “mücahede etmeyiniz” sözünü tekrar ediyor. Yâni herhangi bir şeyi kabul ettirmek için bile cehd etmek caiz değil. Buna mukabil Katolik kilisesi kendisinde bu hakkı buluyor ve insanı sevk etmek, yönlendirmek için bir çevre düzenliyor. Tabiî bir nokta daha söyleyeyim müsaade ederseniz.

HARUN YÜKSEL: Lütfen efendim.

TURGUT CANSEVER: Şimdi bu düzenleme, mimarların bir kere basit, pratik sebeblerle, hem Osmanlı evinde hem Osmanlı camisinde bugün yahud asır başında teorisiyle beraber yaptıkları gibi yâni fonksiyonel mimarîye yaptığı gibi; fonksiyonları tarif edip, onların etraflarına duvarlar yerleştirerek sonra üstünü tamamlamak şeklinde olmuyor. Süleymaniye gibi bir yapının çözümlenmesi yukarıdan başlayıp aşağıya doğru ilerleyerek tamamlanıyor. Şimdi bu esasında bir transandantal düşünme tarzı; aslî olan kozmik realiteyi objektif dünyaya aksettirdiği zaman, bir bakıma bu tezyinî düzeni zarurî olarak oluşturuyor. Dolayısıyla insanın içerisinde yaşadığı bu tektoniklerin bütünlüğü bir tezyinî bütünlük oluyor. Kilisedeki trajik-dramatik olandan tamamen farklı olarak…

HARUN YÜKSEL: Ve hemen altını çizmek için söyleyeyim, bunun iki telâkkî arasındaki hürriyet anlayışıyla da bir ilgisi var herhâlde. Yâni İslâm’ın insan hürriyetinin önündeki engelleri kaldırması… Yine bu kilisede şu istikamete doğru sürülüyoruz ya… Hazreti Ömer’den verdiğiniz misâl de öyle… Yâni biz hür irademizle bir şeye katılırsak katılacağız… Yâni “eşref-i mahlûkat” olarak böyle bir tercih hakkı bize verilmiş. Biz katılırız veya katılmayız. Yâni bu hürriyetin önünü o kilisedeki mekân telakkisi de kesiyor anladığım kadarıyla.

TURGUT CANSEVER: Tamamen öyle. Onun için de Bruno Taut [1880-1938] –Süleymaniye için- “konstrüksiyon” dediği zaman, bunun bir mekân yapısı olmadığını da söylemiş oluyor. Ernst Diez’in, daha sonra anlattığı gibi [“Osmanlı yapıları mekân yapıları değildir”]… Dolayısıyla, mekân bölünmez; kâinatın tamamında devam eden sonsuz mekân oluyor. Ve her şey onun içerisinde, o sonsuzluğu süslemek için âdeta tezyin etmek için yer alıyor.

HARUN YÜKSEL: Çok teşekkür ediyoruz. Bu bölümde sorusu olan veya söylemek istediği sözü olan var mı efendim? Buyurun…

(Bir hanım dinleyici konuşuyor fakat söyledikleri anlaşılmıyor.)

TURGUT CANSEVER: Doğrusu buna iştirak etmek zor. Kubbeli yapılar o kadar yakın tarihte değiller. Oldukça eski. Yâni Batı dünyasında bile Roma’da, Panteon’da, yâni 1. asırda var. Ayasofya, 6. asır başı. Tabiî Ayasofya’ya hazırlık olan birkaç yapı da 5. asırda İstanbul’da. Bir tanesi küçük Ayasofya olmak üzere. Diğeri maalesef Şehzadebaşı’nda temelleri olan yapı. Ama Asya’da kubbe daha eski. Kubbe yapıları daha da eski. Şimdi Ayasofya kubbeli bir yapı ama, Gotik bir katedralle hiç alâkası yok. Yâni konu bir teknoloji meselesi değil. Teknolojiyi kültürler seçiyorlar.

HARUN YÜKSEL: Yâni kültürler kendilerine uygun teknoloji üretiyorlar.

TURGUT CANSEVER: Evet. Kendi genel yaklaşımlarına tekabül eden teknikleri geliştiriyorlar. Doğrusu o tekniklerle hayat tarzı arasında bir bağlantı hiç şübhe yok ki, var. Yâni hareketli kültürler evvelâ toprağa bağlanmış yapılar yapıyorlar. Yâni Asya-Avrupa steplerinde çadır teknolojisi olduğu gibi; at kültüründe, hareketli kültürlerde olduğu gibi. Çok ileri teknikleri, teknolojileri var. Meselâ Romalılar tonoz yapıyorlar, büyük binalar yapıyorlar. Bunlarsa onların hiçbirini yapmıyorlar. Romalılar bronzu biliyorlar ama, Asya-Avrupa göçebeleri de sert çelikleri biliyorlar. Romalılar, askerlerini günde 20 km. hareket ettiriyorlar, bunlarsa yüz binlerce insanı bulundukları noktadan bir günde 80-100 km. öteye götürüp yerleştirebiliyorlar. Şimdi ona göre teknoloji üretiyorlar. Yâni bir yerden bir yere gidebilmek için, bildiğimiz otağ’ı kullanıyorlar. 15 dakikada, bir ailenin içerisine girdiği barınak vücuda getirebiliyorlar. Esas itibariyle “varlık görüşü” tâyin ediyor teknolojiyi. Yâni kalıcı olmayı isteyen kültür, “ehram” inşa ediyor. Kalıcılığı reddeden kültür, meselâ Osmanlı dünyası, “ahşab” evleri; aile hayatına göre hızla değişme mecburiyetini göz önünde tuttuğu zaman, ehram değil tam tersine atektonik yapıyı inşa ediyor. Üstü büyük, altı küçük yapıyı. Buna mukabil, daha uzun bir ömrü olmasını istediği, daha kalıcı olmasını istediği camii –tabiî yine ehram gibi değil ama- yine ehramın genel profili içerisinde olacak şekilde tasarlıyor. Doğrusu, tekniğin bütün kültürleri belirlediği filân tarzındaki düşünceler çok ciddi şekilde tartışmaya açık düşünceler.

HARUN YÜKSEL: Ben izin verirseniz bir şey söyleyeceğim o konuda. Hanımefendi biraz pozitivist bakıyor galiba meseleye, bu dinleri sonradan ortaya çıkmış tarzda mı düşünüyorsunuz? Yâni dinlerden önce, işte çok tanrılı anlayışlar vardı, sonra tek tanrılı dinler…

BİR DİNLEYİCİ: Teknik…

HARUN YÜKSEL: Ha, sadece teknik açıdan bakıyorsunuz. Evet anladım. Peki, başka sorusu olan var mı efendim?

BİR DİNLEYİCİ: Süleymaniye veya Ayasofya bir hapishane olsa herhâlde insanlar oraya girmeye can atar.

HARUN YÜKSEL: Güle oynaya girerler yâni oraya…

BİR DİNLEYİCİ: Şimdi insanlar milyonlarca dolar harcayarak yaptıkları o ihtişamlı villalardan kendini sokağa atmak için çırpınıyor. Oysa o ruh, insanı o yapılarda sonsuzluğa götürüyor. Bugünün gökdelenleri insanı ruhsuz, nefessiz bırakıyor.

HARUN YÜKSEL: Teşekkür ederim, sağolun. Mustafa Bey…

MUSTAFA ARMAĞAN: Teşekkür ederim. Doğrusu Turgut Bey’in konuşmasındaki yüksek felsefî seviyeye benim de ulaşmamı beklemeyeceksiniz sanırım. Gerçekten çok seviyeli bir konuşma yaptı, her zaman olduğu gibi. Ben biraz daha başa giderek bir şeyler söylemek istiyorum. “Anadolu’da İnsan ve Mekân İlişkileri” konusunda birtakım ilk düşünceler geliştirirsek, belki sonuçta bir yerde Turgut Bey’in söyledikleriyle çakışacak noktalar bulabileceğiz.

Şimdi tabiî, serde edebiyatçılık var. Onun için de çok mimarî tarafından falan girmeyeceğim. Ahmed Hamdi Tanpınar’ın [1901-1962] Beş Şehir’inden bir çıkış yolu deneyeceğim. Çoğunuz okumuşsunuzdur yahud okumamışsınızdır. TV’de filmi yapıldı, oradan izlemişsinizdir. Yahud üzerinde konuşulduğunu duymuşsunuzdur. Beş Şehir isimli kitabında beş tane temel şehir tipi çizer Tanpınar ve bu beş şehir, onun kafasındaki, gönlündeki, bir bakıma insanın mekânla olan ünsiyeti, ülfeti diyebileceğimiz temel problematiğine de çıkış yolu oluşturur. Bu beş şehir hangileriydi? İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara. Dikkat edilirse, Tanpınar’ın kitabında bu beş şehrin, beş muayyen –kendi tabiriyle- hususiyetinden bahsedilmeye çalışılıyor. Yâni İstanbul’un bir büyük pâyitaht olması özelliğinden, Bursa’nın muayyen bir devrin ürünü olmasından, Erzurum’un Doğuya açılan bir ticaret ve kültür merkezi olmasından, Konya’nın bir Selçuklu başkenti olmasından -Osmanlı döneminde yaşadığı birtakım küskünlükler, dargınlıklardan- söz edilir-, ve Ankara’dan da; orada biraz ifade tarzı değişir Tanpınar’ın.

Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni başkenti ama, bu sadece sıfırdan kurulmuş bir şehir değildir Tanpınar’da. Bir Ahîlik merkezidir. Yâni Anadolu’nun ortasında, çok eski gelenekleri olan bir Ahî şehridir Ankara. Bütün bu şehirlere biçtiği bu muayyen roller, kitab okunduğunda, bir bakıma Tanpınar’ın kafasındaki o büyük şehir kurgusunun parçalarını oluştururlar. Yâni Tanpınar’ın ideal şehri belki bunların toplamıdır. Ve belki de işte bu dört diğer şehir İstanbul’da gerçek terkibini bulmuştur ve onda özetlenmiştir Tanpınar’da. Yahya Kemâl’de [1884-1958] olduğu gibi…

İstanbul bölümünde biraz daha ilginç bir mekâna dikkatimizi çeker Tanpınar; Boğaziçi. Garib bir şekilde, Boğaziçi’nin Osmanlı öncesi yok gibidir. Yâni Boğaziçi gibi müstesnâ bir tabiat parçasının, Osmanlılardan önce, özellikle de 17. yüzyıldan, 16. yüzyılın ikinci yarısından önce, bir yerleşim yeri, bir mesîre yeri olmaması ve insanların mekânla, yâni hem yeşillikle hem denizle içiçe olabildikleri böyle bir mekân tasavvuru geliştirmemeleri, bunun Osmanlı’dan önce ortaya çıkmayışı, hakikaten ilginç bir fenomendir.

Tabiî Osmanlıların oralarda geliştirdikleri yalıların kendilerine mahsus özellikleri var. Belki de insanlık tarihinde daha önce benzeri olmayan bir insan-mekân ilişkisi mahsulleri bunlar. Çok renkli bir üslûbla Boğaziçi’ni anlatırken, Abdülhak Şinasi Hisar’ın [1887-1963] bir cümlesine temas eder: “Âdeta” der, “Boğaz’da bir semtten öbürüne girildiğinde, geçildiğinde, yıldızları bile değişirdi.” Yâni her semtin -bırakın bir şehrin batısını doğusunu yahud şehirden şehre farkını, yâni Beş Şehir’de koyduğu, bu beş ayrı şehrin müstakil özelliklerini, Boğaziçi’nde bir semtin diğerinden müşahhas bir şekilde ayrılabilecek muayyen bir kimliği vardı. Bunu yıldızlarıyla ölçüyor. Yıldızların ne kadar değiştiğiyle ölçüyor.

Meselâ, örnek verdiği şeylerden bir tanesi de musikî. “Kanlıca’daki bir musikî ile Bebek’teki musikî insanın kulağına farklı gelebilir” diyor. Kezâ yeme-içme kültürü aynı şekilde başka özelliklere sahib gerçekten ve bugün bir Boğaziçi tarihini insan şöyle bir önüne koyup incelediği zaman, âdeta bütün bir vatan coğrafyasının burada hülâsa edildiğini görmemek mümkün olmaz. Şimdi bu derece sofistike bir şehir kültürü, bu derece sofistike bir insan-mekân ilişkisi kurabilmiş bir medeniyet. İşte su kenarlarında oluşturmuş olduğu mesîreler olsun, yalılar olsun, oraya yapacağı camilerin bile mimarîsinin bir kara parçasına yapılacak mimarîden farklı olmasını gözeten, bir ahşab binanın deniz kenarında olmasıyla nehir kenarında olmasının bile fark ettiği bu işlenmiş ve yüksek kültür, nasıl oldu da, bir 50 sene, 60 sene, 70 sene içinde, bugün bütün bir Türkiye’nin tek bir şehir hâline getirilmesine yol açtı?.. Semtleri bile farklı olan bir medeniyetten, bütün bir Türkiye sathında âdeta tek bir şehre girip çıkıyormuşçasına bir yeknesaklığa, bir monotonluğa dönüşebildi?..

HARUN YÜKSEL: Üniforma giydirdiler yâni Türkiye’ye…

MUSTAFA ARMAĞAN: Öyle oldu. Tabiî bunu, muhakkak giydiler gibi dışarıdan bir şey söylemek istemiyorum. Yâni biz de suçluyuz. Hepimiz bunun içindeyiz.

HARUN YÜKSEL: Gayet tabiî…

MUSTAFA ARMAĞAN: Konya’ya gidiyorsunuz. Yine yüksek binaların arasından şehrin içerisine giriyorsunuz. Parktır, meydandır işte Hükümet Meydanı’dır, filân… İnegöl’e gidiyorsunuz, orası da aynı. Edirne’ye gidiyorsunuz, aynı. Yâni şu ânda Türkiye’de, belki iklimi değişebilir ama, bütün Türkiye sathındaki şehirlerde, muayyen, lokal bazı bölgeler dışında, yâni özel olarak korunmaya alınmış yahud her nasılsa korunmuş bazı bölgeler dışında, 5 şehirden, 67 şehirden, 76 şehirden, her neyse, söz etmek mümkün değil artık. Dolayısıyla bizim bu mekânla olan münasebetimizde büyük bir bozulmayı, büyük bir kırılmayı yaşadığımızı kabul etmek gerekiyor. Belki bu toplantının temelinde böyle bir problemi görmek ve tarihi de biraz bugüne temel oluşturacak şekilde gündeme getirmek daha önemli olur gibime geliyor. Çünkü aksi hâlde sadece bir sanat tarihi konuşmasına dönüşür ki, o herhâlde sizin de arzunuz değildir.

HARUN YÜKSEL: Zaten, pardon sözünüzü kesiyorum, bu paneli yaparken, tarihî arka plâna, felsefî arka plâna geçişimizin sebebi, bugünü anlamaya dairdir. Yâni biz bu hâle nasıl geldik? Durup dururken gelmedik. Bir ideal olan şurada duruyor. Bunun tarihî arka plânı var, felsefî arka plânı var, hikemî arka plânı var. Bir de bugünkü hâlimiz var. Bir mukayese olması bakımından, tarihî arka plânıyla birlikte biz bu meseleyi görebilirsek, biraz daha global bakabilirsek diye düşündük… O yüzden geniş tuttuk ve zaten dedik ki, “Teşhis ve Tesbitler”i bu bölümde yapalım, mevzu geniş. Ondan sonra da, çözüm yollarını gelecek toplantıda kısmet olursa ele alıp değerlendirelim.

MUSTAFA ARMAĞAN: İşte gravürlerden, eski yüzyılın, 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında çekilmiş fotoğraflardan öğrendiğimize göre, bir Urfa evi, Urfa sokağı, bir Kayseri sokağı vardır. Bunlar belki dış görünüş olarak sanki birbirini andırıyor gibi de gözükse, –ki hocam daha iyisini bilir-, sanat tarihi içinde ayrı bir yeri vardır. Edirne evleri, İstanbul evleri diye ayrılır. Birçok bölgemizin böyle bir kendine mahsus karakteri vardı ve işte Safranbolu da bunun en bol örneklerini görebildiğimiz bir mekân. İşte Bursa’da Cumalıkazık, “Ağahan Ödülü” aldı ve o vesile ile kısmen korunmaya çalışılıyor. Bu tip bazı lokal örnekler dışında, maalesef büyük ölçüde, dediğim gibi bir yeknesaklığa, bir monotonluğa girmiş durumdayız ve bunu da bir başarı gibi ilân ediyoruz. Öyle Belediyelerimiz var ki, bunların şu veya bu partiden olması da hiçbir şey fark ettirmez hâle geldi. Meselâ, bir tanesinin konuşmasında şu cümleleri duyunca doğrusu ürpermemek mümkün değildi. “Şehir hakkında, şehirlerimizin daha düzenli olması hakkında neler düşünüyorsunuz?” diye sorulduğunda, “Yollar mümkün olduğunca büyük açılmalıdır; 8 metre, gerekirse 18 metre genişliğinde yollar açılmalı ki, ileride trafik sıkışırsa buna bir çözüm şimdiden bulunmuş olsun.” Diğer bir deyişle, sadece bir yol fetişizmiyle, yolları geniş yapmak gibi bir saplantıyla hareket eden insanların, çevrelerini İslâmî kaygılarla ne kadar biçimlendireceklerini düşünemiyorum… Tabiî sadece onlar suçlu değil, dediğim gibi toplum olarak hepimizin bunda, bu yanlışlarda payı var. Yâni o yolları açmak için hangi engebelerin konulacağı, üstgeçitlerin, altgeçitlerin insanların davranışlarını nasıl yönlendireceği, komşuluk ilişkilerini hangi nisbette zedeleyeceği filân hiç mevzubahis değil bu bakışta…

HARUN YÜKSEL: Hangi eserlere kıyılacağı…

MUSTAFA ARMAĞAN: Şimdi bu söylediğim, biraz da yeni şehirler kurmak bâbındaydı. Yâni eski şehirler değil. Çünkü bir varoş belediye başkanı idi. Onun da örneklerini gördük. Yâni eski şehirlere nasıl kıyıldığının…

Şimdi bütün bunların yanında, bu “apartmanlaşma sarası” dediğim hastalığı Türkiye’ye bulaştırmış olan sözkonusu 50 yıllık veya 70 yıllık, 80 yıllık maceramız içerisinde insanlara bir şeyler söylemeye çalışan, onlara duyduklarında bazen şaşıracakları, bazen tuhaflarına giden, “canım bunlar da uygulanır mı, bu devirde böyle şey mi olur?” dedirten bazı insanlar çıkıyor. Bunlar, dilleri döndüğünce, o yağmur suyundan içip de deliren bir halk gibi bütün bir toplumun nasıl bir yanlışlık içine sürüklendiğini haykıran bazı insanlar, –işte bunlardan birisi de Turgut Bey; burada biraz önce konuşmalarını dinledik-, çıkıyor ve konuşuyor… Tabiî bunların “söylem”leri genel geçer “söylem”e çok mutabık olmadığı için, belki söyledikleri baştan dinleniyor, sonradan unutuluyor yahud uygulanamayacağı gerekçesiyle yine genel geçer mimarlık tarifesi işlemeye başlıyor. Şimdi insanlara öyle bir mekân şuuru, öyle bir mekân idraki getirmek gerekiyor ki, hep beraber bu şehirlerin an’anevî kent dokularının ve mimarînin insan-mekân ilişkilerinin aslında hiç de bizim zannettiğimiz gibi olmadığını, bugün kabul edilen normların sağlıklı olmadığını, bunların aslında bir hastalığın parçaları hâlinde hepimizde tezahür ettiğini, semptomlarını gösterdiğini söylemek gerekiyor. Düşünmek, yazmak, anlatmak gerekiyor ki, bu düşünceler yayılsın. İnsanlar yarın öbür gün kendilerine bir mekân yapmayı, bir ev yapmayı seçtiğinde, düşündüğünde aynı yanlışlara düşmesinler, olabildiğince. Şimdi bu içinde bulunduğumuz mekân, işte bu Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, işte şurada mezar taşları var. Yan tarafta… Burası bir tekke. Mevlevîhâne’nin, Şeyh Galib’in [1757-1799] de postnişinlik yaptığı Mevlevîhâne’nin tekke kısmı, bildiğimiz kadarıyla bu kültür merkezinin en azından bir kısmını ihtivâ ediyordu. İşte mezarlığı burada. Esas şu ânda Mevlevîhâne gibi gösterilen yerler, diğer müştemilatları; yâni türbe ve onun yanında mutfak, matbaa dedikleri diğer kısımlar kalmış. Şimdi Beyoğlu gibi bir yerde, -tabiî bizim öylesine mekân idrakimizi değiştiren bir şey ki bu tür değişiklikler-, sanki bu bölgelere hiç Müslüman eli değmemiş, hiç Müslüman ayağı değmemiş, burası tamamen Levanten, gayrimüslim, komprador burjuvanın evvel eski hâkim olduğu yerlermiş gibi bir intibâya kapılıyoruz.

HARUN YÜKSEL: Hiç fethedilmemiş gibi duruyor Beyoğlu.

MUSTAFA ARMAĞAN: Gibi… Hâlbuki…

TURGUT CANSEVER: Tekrar Batılılar tarafından fethedilmiş gibi duruyor.

MUSTAFA ARMAĞAN: Hâlbuki böyle bir şey yok. Çok bariz bazı örneklerini bugün bile bazı izlerinden çıkartabiliyoruz. Meselâ Unkapanı köprüsünden geçip de, Şişhane’ye doğru çıkarken, sol tarafta bir türbe gözükür, yolun alt tarafında. Aşağıda kaldı şimdi, o çevreyolu filan yapılınca. Şimdi o aslında büyük bir mezarlığın içerisinde bir türbe idi. Yâni orada aşağı yukarı Tersanenin oradan başlayıp da Tepebaşı’na kadar uzanan büyük bir mezarlığın bir parçasıydı o türbe. Ve orada Müslüman Mezarlığı vardı. Şu ânda bir tek o temsil edebiliyor. Bir tek o bize bir iz, bir işaret bırakabiliyor.

Bugün Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) yapıldığı yerden Alman Konsolosluğu’na kadarki kısımda, Alman Konsolosluğu’nun da üzerinde oturduğu mekânda, yine Ayazpaşa’ya kadar inen büyük bir Müslüman mezarlığı vardı. Bunu 1910’larda İngilizlerin çektiği hava fotoğraflarında bile görebiliyoruz. Semavi [Eyice] Bey’in [d. 1923] anlattığına göre, Alman Konsolosluğu’nun bitişiğindeki bir bina yıkıldığında, daha doğrusu yeniden yapılmak üzere yıkıldığında, temellerinden mezar taşlarının üst üste konulduğu ortaya çıkıyor. Yâni Alman Konsolosluğu’nun altında, Müslüman mezar taşları temel malzemesi, dolgu malzemesi olarak kullanılmış. O kadar büyük bir rezalet.

Kezâ, işte Mevlevîhâne, sokak aralarında bazen rastladığımız Kaptan Paşa çeşmeleri, işte zaman zaman görebildiğimiz bazı mahalle mescidleri… Yıkılanları saymıyoruz.

Yine meselâ 19. yüzyıl sonlarında 1880’ler civarında çekilmiş bazı Galata fotoğrafları vardır. Orada meselâ bakarsanız, bir Fatih’teki sokaktan hiç de farklı değildir. Yine ahşab binalar, cumbalar, kafesler, şunlar, bunlar. Peki, nasıl oldu da bu bölgede Müslümanlar, Müslüman kültürü bu kadar yaygınken -ki şu ân aklıma gelmiyor daha birçok başka misâl verilebilir-, bu kadar kısa bir zamanda bu bölge, silüetinden zihinlerimizdeki imajına kadar hızlı bir değişim geçirebildi ve biz bile bunu kabul eder hâle geldik?.. Şimdi burası hakikaten düşünmeye değer.

Demek ki bir yerin Müslümanlara âit olması veya bir zamanlar Müslüman hassasiyetiyle şekillendirilmiş olması, o yerin bize âid olduğunun mutlak garantisi değil. Yâni bir süre sonra tıpkı Endülüs’te olduğu gibi kökü kazınabiliyor. Oradaki miras yok edilebiliyor ve oraya yeni bir kimlik, yeni bir miras varmış gibi bir kimlik lanse edilebiliyor.

HARUN YÜKSEL: Tam burada bir şey sormak istiyorum. Şimdi Endülüs’ün Haçlılar tarafından alınması ve kimliğinin değiştirilmesiyle, Moğol istilâsı sırasında Anadolu’da ve İslâm dünyasında yapılan tahribat, kültürel tahribat arasında, yine bugün Beyoğlu’nda anlattığınız mezarların bile yağma edilmesi arasında, bunu Türkiye’ye yaygınlaştırarak çıkarsak bir kıyas yapabilir miyiz? Yâni Endülüs’te yaşananlarla Moğol istilâsında yaşananlar arasında bir benzerlik, bir eksiklik, bir fazlalık var mı?

TURGUT CANSEVER: Ben, müsaade ederseniz…

HARUN YÜKSEL: Tabiî efendim, buyurun lütfen.

TURGUT CANSEVER: Yok efendim… Şimdi 1270, Sivas’ın Moğollar tarafından işgal edildiği seneler… Çifte Minareli Medrese yapılıyor. Ve Gökmedrese yapılıyor. O Moğollar yapıyor… Cacabey Camii gibi. Pek çok… Endülüs’te İslâm eserlerinden iz bırakılmıyor. Hepsi yok ediliyor.

Doğrusu tarihimize karşı tavrımız bu bakımdan ibretle anlaşılması gereken bir tahribkâr tavır. Şimdi yüce Osmanlı Devleti, yâni Roma’dan sonra Çin gibi büyük kültürlerin ötesinde, insanlık tarihinin vücuda getirdiği en büyük kültür. Yine ben bu tezi savunmak için sanat tarihi açısından bir şey söylemek istiyorum. Ernst Diez diyor ki, “16. asır Osmanlı Çini Sanatı insanlık tarihinde 4-5 asırda bir ortaya çıkabilen bir üslûbtur, olaydır. Bu üslûb hâdisesini insanlık tarihinde milattan evvel 4.-5. asır Yunan heykel sanatıyla karşı karşıya koyabiliriz”. Yâni tüm Batı dünyası, bugünkü Batı kültürü, “her şey odur” dediği 4.-5. asır kültürü ile bu karşı karşıya konulabilir, diyor.

Şimdi bütün o yüce Osmanlı kültürünün bir küçük tezahürü o. Ki, daha neleri var. Bunun kurulduğu şehir Bursa, yüz bin kişilik bir şehir, 3.5 milyonluk, felâket bir kirliliğinin içerisinde o yüz bin kişilik şehir yok oluyor.

Edirne, bu büyük devletin ikinci büyük pâyitahtı, 70-80 bin kişi yaşıyor. Edirne’nin 1.5 milyon olması tehlikesi orada. O zaman o da yok oluyor.

İstanbul’u düşünürseniz, tarihî yarımada 300-350 bin nüfuslu. Bugün 10 milyonluk şehrin içerisinde o 300 bin kişilik şehir artık hiç yok. Yalnız topoğrafya denizden 60 metre yüksek, Süleymaniye’nin kubbesi 48 metre, minareler 67 metre yukarıda, onun için onlar hâlâ var, hâlâ fark ediyoruz.

Burada, doğrusu son dönemin büyük günahı var. Ama tahribat daha evvel başlıyor. III. Selim [1761-1808], Kanunî’nin [1495-1566] Sinan’a [1489-1588] inşa ettirdiği, Sinan’ın Kanunî için inşa ettiği Üsküdar sahilindeki köşkleri yıkıyor, yerine kışla yapıyor. Sultan Mahmud’la [1785-1839] beraber. Ve bu “ilerleme” addediliyor. Temel değerler kaybedilmiş bulunuyor.

Müsaade eder misiniz, Mustafa Bey?

MUSTAFA ARMAĞAN: Tabiî buyurun.

TURGUT CANSEVER: Mustafa Bey de bence birçok önemli nokta üzerinde durdu. Ben onları doğrusu biraz daha hatırlanır hâle getirmek istiyorum.

Mustafa Bey dedi ki: “Çok büyük çeşitlilik var dünyada. Biz bu çeşitliliği yok ediyoruz”. Bu çeşitliliğin olması çok önemli bir şey, yalnız bu çeşitlilik, “ferdiyetin yüceliği” temel telâkkîsine tekâbül ediyor. Her şehir, bir şehirler camiası içinde birer ferdiyetse, onların her birinin şahsiyeti var, bu çok önemli. Yalnız, bunlar arasında herhangi bir bağ yok demek de değil. Bunların hepsi bir temel içerisinde. Yâni varlık karşısında alınan tavır. Varlığın idrak ediliş biçimi ile ilgili olarak bir biçimlenme iradesi, bir üslûb vücuda getirme açısından, ortak, cihanşümûl değerleri taşıyorlar. Yalnız o açıdan değil, aynı zamanda bu şehirlerin insana hitab etme biçimi, ruh hâlimize hitab etme biçimleri açısından da öyle. Aynı zamanda bu şehirlerin içerisinde cereyan eden sosyal hayatta hem farklılıklar var, hem de çok büyük bir ortak kültür var.

Şimdi bu kültürün eski değerleri karşısında tamamen bigâne, hattâ düşmanca bir tavır oluştu. İstanbul Yeni Cami’nin inşaından 50 sene sonra Sultan III. Ahmet [1673-1736], sarayının kapısına Sultanahmet Çeşmesi’ni yapıyor. İstanbul mimarları saray çevresinde üç gün gösteri yapıyorlar. “Hünkârın bu süslü püslü nesneyle İstanbul halkının yüce zevkini rencide etmeye hakkı yoktur” diyorlar. Şimdi orada savunulan şey, bir “yüce zevk”. Öbür gelen süslü püslü. Şimdi o süslü püslü nesne bile bugün bize mucize gibi güzel görünüyor. Tereddînin, çöküntünün, tâ bilinmeyen bir seviyesine inmiş bulunuyoruz. Nasıl inilmiş bu yere?..

Bakın, bir yerde “saygı” varsa orada bir değerlendirme çabası var demektir. Burada saygı temeli tamamen yok edilince, insanlar yanlarındaki başka bir şekilde söyleyenle hiçbir şekilde saygıyla bir ilişki kurmak ihtiyacını duymuyorlar.

İnsanlar çevrelerine, “bu çevrede ne var, güzel olan ne var?” diye bakma kabiliyetlerini kaybetmiş bulunuyorlar. Doğrusu bu noktada –çok özür diliyorum, siz temas ettiniz, biraz daha belirgin hâle getirmek istiyorum-, bir bakıma büyük bir kültürel yön değişmesi de var. Âdeta Osmanlı dünyası bir kültüre sahib değilmiş de, insanlar temiz elbise giyip konser yahud tiyatro seyrederlerse kültürlü olurlarmış zannediliyor. Bu bakımdan 19. asır tiyatrosu aşağılık, mübtezel bir nesnedir. Bu mübtezel nesnenin karşısına gidip, ceketinizi ilikler, o aptallığı seyrederseniz kültürlü oluyorsunuz. Ama o tarihte de, ondan evvel de Osmanlı insanı, yaşadığı çevrenin her noktasının güzelliğini fark ediyor, yaşıyor, değerlendiriyor.

Osmanlı... İnegöl’deki evler, Bursa’daki evlere çok benziyorlar. Ama Bursa’daki evler bir öğleden sonrasının renkleriyle boyalı, İnegöl’deki evler bir sabahın renkleriyle boyalı. Yâni İnegöllü evini boyarken, “benim İnegölüm Bursa’nın doğusundadır” diyor, “güneşi ben görüyorum evvelâ” diyor, “bu şehir beyaz, açık sarı, parlak mavi renklerle oluşmalı” diyor. Bursalı da diyor ki, “benim şehrim öğleden sonrasının şehridir.” Koyu sarı, koyu yeşil, koyu mavi; onlarla şehrini yapıyor. Şimdi bu, çevrenin şuuru içerisinde hayatın her ânını, kendisiyle çevre arasında bir ilişkiyi fark ederek yaşayan ve o ilişkiyi, güzelliği ve hayatına güzellik katan çevre unsurlarını fark ederek yaşayan insan; kültürü hayatının her ânında yaşayan insandır.

Önemli bir insan, Ananda Coomaraswamy [1877-1947], “seyredilen ve yaşanan” kültürlerden bahsediyor. İnsanları ensesinden tutup sürükleyen Batı Avrupa kültürü, evvelâ kilise, sonra feodal beyler, sonra krallar, sonra Bonapart diktatörler. Yâni 20. asra kadar hep devam ediyor. Bugün Kohl olacak yarın başkaları olacak, Stalin var, vs… İnsanları böyle sürükleyen bir üst otoritenin, insanların onu takib etmesini bir zaruret addeden bir kültürün yerine, yüce insanların meydana getirdikleri güzel bir dünyanın her ân güzelliğini yaşayarak, o güzellikle hayatlarının her ânını güzelleştirerek, güzellik heyecanıyla doldurarak yaşayan insanların kültürü... Maalesef, çeşitli askerî kayıplar sebebiyle uğradığı bir küçüklük, alçaklık kompleksi sonunda, bu kültür bir kenara itilmiş bulunuyor.

Bugün Ahmed Hamdi Tanpınar’dan bahsettiniz, o vesileyle de bir şey söylemek istiyorum. Hatırladığım hususlardan bir tanesi, meselâ, Bursa’da çocukların Fener Alayı’dır, değil mi? Erzurum’da kuyumcular esnafının şeyi… Bunların hepsi biraz evvel sözünü ettiğimiz Süleymaniye’de yaşayan insan gibi, Bursa’da yaşayan insan gibi, hareket hâlindeki gözün, hareket hâlinde olan bir dünyayı takib etmesi şeklinde anlatılmıştır.

Artık biz bugün varlığın dinamik yapısını kaybetmiş, onunla dinamik yahud statik hiç alâkası olmayan yâni insanı insan yapan, dünyayı idrak eyleminin dışında yaşayan varlıklar gibi yaşıyoruz. Ve her noktası ayrı bir güzellik olarak üretilmiş, aynı zamanda hepsi bir bütün olan, hepsi İslâm âleminin ayrılmaz bir parçası olan bütün bir dünyayı tahrib ediyoruz. Şimdi bugün mekteblerimizde, mimarlık mektebinin birinci sınıfına gelen genç çocuğa hocaları “sen yaratıcısın” diyorlar. Daha eline kalem almasını bilmeyen çocuğa, “yaratıcısın” dediğin zaman, o insanın etrafına bakıp da “saygıyla” anlama şansı kalır mı?.. Şimdi son olarak bir şey eklemek ihtiyacı hissediyorum.

HARUN YÜKSEL: Buyurun…

TURGUT CANSEVER: Bugün hakikaten tam bir tahribatı yaşadık. Bu tahribatın en hazin noktasında duruyoruz. Ama önümüzdeki 30 senede daha başımıza ne gelecek? Şimdi İstanbul’un nüfusunun yarısı gecekonduda yaşıyor. Ve bir deprem olursa İstanbul’da 5.5 milyon insanın enkaz altında kalma tehlikesi var. Bunu İstanbul Deprem Enstitüsü hocaları söylüyorlar, yazılıyor, çiziliyor, kimsenin kılı kıpırdamıyor. Türkiye’de olursa, takrîben 15 milyon insanın şehirlerde enkaz altında kalma tehlikesi var. Önümüzdeki 30 senede şehirlerimizde 50-55 milyon insana ev yapmak mecburiyetindeyiz. Bugüne kadar takib ettiğimiz politikaları değiştirmezsek, 30 sene sonra şehirlerimizde 75 milyon insan yaşayacak, bunun 50-55 milyonu gecekondularda yaşayacak. Şimdi bir toplum olarak ayakta kalma ihtimalimiz ortadan kalkıyor.

Şayet biz herhâlükârda toplum olarak varlığımızı sürdürmek istiyorsak… Yâni politikacılar ne söylerlerse söylesinler, o onu söylüyor, bu bunu söylüyor, birbirlerini nasıl yerlerse yesinler... Türk toplumu kendi hareketini başlatıp, bu şehirleri âdil bir şekilde, sokakta yatan çocuklar olmayacak şekilde, milyonlarca insanın gecekondu mafyasının zebûnu olup kaçak yapılar yapmak mecburiyetinde kalmasına razı olmadan, o insanların çocuklarının da güzel bir dünyada yaşamaya hakkı olduğunu düşünerek, şehirlerimize yerleşecek 55 milyon insanın güzel şehirlerde yerleşmesini sağlayacak hareketi başlatmak mecburiyetindeyiz.

İşte bir konferans, dünyanın en büyük konferans organizasyonu HABİTAT, bu meseleleri konuşuyor. Türk Hükümetinin kılı kıpırdamadı. Resmî rapor, Türklerin bu trajedisini anlatmak yerine, filânca politikacının yaptığı bir rezaleti dünyaya başarılı bir işmiş gibi göstermek gibi ahlâksızca, sahtekârca yaklaşımlar içinde geçti. Ama hakikaten biz, 15 milyon insana köylerimizde, 50-55 milyon insana şehirlerimizde, önümüzdeki 20-30 sene içerisinde doğru dürüst evler, doğru dürüst şehirler kurmazsak, bugün karşı karşıya bulunduğumuz hâdise ortada. İnsanlar niçin kaçıyorlar Türkiye’den, niçin işçilerimiz Almanya’da, niçin iş adamlarımız Türkiye’de değil de kimisi şurada, kimisi burada? Çünkü bu memlekette yaşama imkânı ortadan kalkıyor.

HARUN YÜKSEL: Yaşanılır olmaktan çıkmış. Evet…

TURGUT CANSEVER: Evet. Yâni insanın var olma şartları yok ediliyor. Dolayısıyla gerçekten en yüksek sesle konuşalım, güzel olma vasfından en ufak fedakârlık yapmadan. Ama bugün cârî olan israfın tamamını yok edecek şekilde. Bütün insanlarımıza güzel evleri inşa edecek yaklaşımı benimsetmek mecburiyetindeyiz. Ondan biraz evvel mekân telâkkîsi dolayısıyla bahsettiniz. Temel inanç sistemlerinin üzerinde inşa edilmesi gerektiği da âşikar… Bu bakımdan Mustafa Bey’e katılıyorum, hep beraber hangi inanç temelleri üzerinde, hangi bilgi temelleri üzerinde bu meseleyi aşabiliriz; bunu her fırsatta konuşmamız lâzım. Afedersiniz, bir şey ilâve etmek istiyorum.

HARUN YÜKSEL: Tabiî buyurun…

TURGUT CANSEVER: Şimdi tabiî ki büyük bir idrak seviyesi… Yalnız idrak değil, onun gerçekten tüm kalbî derinlikleriyle beraber yaşanması, bunu mümkün kılan eğitim sistemi… Bunlar o ürünleri verdiler. Ama eğer biz bir vahşet ortamının oluşmasına müsaade edersek, o vahşet ortamının ortaya koyacağı mesajlar, yâni vahşet ortamını doğuran hastalıklı düşünme ve davranış biçimlerine, inanç sistemi bozukluklarına tekabül eden o dünya, bir asır varlığını sürdürecek… O, bir asır varlığını sürdürdüğü takdirde, gelecek nesiller o vahşi ortam tarafından şartlanacaklar. Onların tekrar güzel bir dünyayı tasavvur etmeleri imkânı olmayacak.

Biz bahtiyarız, hâlâ Bursa’da iki mahalle var... Aynı şekilde, Süleymaniye’nin çevresindeki eski konakların pencereleri, İstanbul’un normal olarak var olan pencerelerinden daha küçüktü. Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin arkasındaki sadrazam konaklarının, paşa konaklarının pencereleri de yine daha küçüktü. Onları yücelterek görüyorduk. Artık Süleymaniye’yi o şekilde yücelmiş görmüyoruz. Mihrimah Sultan Camii’ni de görmüyoruz. Bunu gören bir nesle mensub olarak ben biliyorum, size naklediyorum.

Ama biz bu gidişimizi düzeltmezsek, bunları tekrar keşfetmek, asırlar süren yeni çabaların sonunda mümkün olacak. Osmanlı dünyası da bir ânda oluşuvermedi ki! Dokuz asırlık Osmanlı–İslâm gelişmesinin içinden çıktı Osmanlı dünyası da.

Velhasıl, “bugün ne yapmalıyız?” sorusu önemli. Bugün karşı karşıya kaldığımız en önemli mesele ne? Şunu hatırlamamız lâzım, yapılan her bina, aşağı-yukarı bir asırlık ömre sahibtir. Ve her bina, yanında yapılacak alanı etkiler. Dolayısıyla yapılan her kötü şey, her olumsuz şey, bir olumsuz gelişme zincirinin başlangıcıdır. Bu zinciri kırmadığımız takdirde, bir taraftan, böyle milyonlarca insanımızın hayat şartları tam bir sefâlet, tam bir vahşet hâline gelecek ve toplumumuz yok olacaktır.

HARUN YÜKSEL: Yâni bilim-kurgu filmlerindeki gibi, bir mağara ortamına…

TURGUT CANSEVER: Mağara ortamına…

HARUN YÜKSEL: Vahşi bir ortama geri döneceğiz.

TURGUT CANSEVER: Bakınız, yâni… Kanal 7’de fakir insanlara yardım için bir şeyler toplayıp gidenlerin, o yardımı götürdüğü yerlerde yaşayan insanların yaşadığı hayatı tasavvur edin… Onlar bir mağara hayatından da kötü… Mağara hayatında yine bir kollektivite vardı, yine bir topluluk vardı, birbirleriyle bir dayanışma vardı. Bu vahşet, insanlık dışı bir toplumun ulaşabileceği son nokta… Ama yine şimdi bunlar belirli miktarda. Ne kadar? Diyelim ki 32-35 milyon şehir nüfusu varsa, 15-16 milyon kişinin yerine 50 milyon kişi o şartlarda yaşıyor olursa, artık o toplumu bir noktaya getirmek imkânı kalmayacaktır.

Politika mı önemli, iktisad mı önemli? Hayır, bugün yanlış politika takib ediliyorsa yarın düzeltilir. Eğer bugün yanlış iktisadî kararlar alınıyorsa, yarın düzeltilir. Ama yaptığımız kötü şeyler, inşa ettiğimiz, dünyaya ilâve ettiğimiz çirkinlikler, onlar katiyyen hemen değişmeyecektir.

Dolayısıyla, bugünden sonra yapacağımız şeylerin iyi olması için, bütün bir Türk toplumu olarak savaş vermek mecburiyetindeyiz. O savaşın temelleri, Mustafa Bey’in söylediği gibi, her yapılan şeyin kendi şahsiyetine sahib olması ama ülke ölçeğinde bir bütünlük içinde şahsiyet sahibi olması. Bunların işte değişebilen ve değişmeyen kısımlarının tanımlanması, sabit kalan şeylerle değişebilenlerin tâyini… Bizi bu tereddîye götüren temel yanılgılardan arınarak...

Aslî değerlerimiz... Sultan Ahmed Çeşmesi karşısında tepki gösteren İstanbul mimarları, Sultan’a tepki gösterenler, “rıza”nın, “zühd”ün savunmasını ortaya koyuyorlardı. Yâni “süslü püslü bir şey” diye tenkid ettiklerinde, aza razı olmak, aza razı olmanın güzelliğinin yüceliğini fark ederek bunu savunuyorlardı. Bugün, kimisinin cebhesine teneke, kimisinin cebhesine cam, kimisine boya koyarak meydana getirdiğimiz soytarılık ortamının seviyesizliğine karşı, ciddi bir şekilde bütün bir toplum olarak karşı çıkmak mecburiyetindeyiz.

HARUN YÜKSEL: Evet… Şimdi ben burada sözünüzü kesiyorum müsaadenizle… Siz devam edecek misiniz?

MUSTAFA ARMAĞAN: Devam edeyim mi?

HARUN YÜKSEL: Devam edecekseniz buyurun…

TURGUT CANSEVER: Afedersiniz, bir şey daha söyleyeyim, bakınız şimdi, demin son derece önemli bir diğer noktayı gördük… Burası bir tekke, burası bir mezarlık. Mezarlıklarımızı yok ettik. Şehirlerimizi yok ediyoruz. Bu saygısızlıktan ne çıkabilir? O zaman, bugün yapmamız gereken ilk iş ne? Tarihten elimizde kalmış kültür değeri nerede varsa, bize bırakılmış ne varsa, onları korumak birinci vazifemiz olmalı. Onların yok olmasını önlemek birinci vazifemiz olmalı.

HARUN YÜKSEL: Çok teşekkür ederiz efendim. Buyurun…

MUSTAFA ARMAĞAN: Şimdi bu yorumların üzerine söylenecek pek fazla bir şey yok galiba ama, yine de ben dilimin döndüğünce Turgut Bey’in bıraktığı noktadan devam etmek istiyorum. Şimdi benim de içinde olduğum nesil, yâni yaklaşık 1960 doğumlu olanlardan itibaren, kısmen işte 12 Eylül öncesini ilk gençlik yıllarında yakalamış olan neslin ve ondan sonraki, 12 Eylül’den bugüne kadarki üniversite gençliğinin “Müslüman” geniş dairesi içinde tarif ettiklerimiz, bir İslâmî devlet modeli üzerinde tartışıyorlardı. Biz de çok tartıştık. Bu İslâmî devlet, sanki “failsiz” bir devletti. Yâni içinde bizim olmadığımız, fakat birileri tarafından kurulacak ve önümüze bir altun tepsi ile uzatılacak, bir saat hassaslığında çalışan, hiçbir probemi olmayan, hiçbir problemle karşılaşmayacak bir mesiyanik [mesihçi, mehdîci] devlet üzerinde tartışılıyordu. Hâlâ da var böyle tartışanlar. Ve bu tartışmalar içerisinde hep Asr-ı Saadet’e göndermeler yapılıyor ve bugün olmaması gerekenler Asr-ı Saadet’ten delillerle ortaya konuluyordu. Kur’ân’dan, Hadislerden. Fakat bu bakış, temelde bir dikkatsizliği de yâni bugün mevcud olanın atlandığı bir dikkatsizliği de beraberinde getiriyor. Yâni bir tarafta geçmiş var, bir tarafta mükemmel geçmiş var, bir tarafta mükemmel gelecek var. Ama bugün yoktu bunda. “Hâl” yoktu. Mazi ve istikbal, hepsi tıkır tıkır çalışıyordu.

HARUN YÜKSEL: Yaşadığımızı sineye çekiyorduk yâni…

MUSTAFA ARMAĞAN: “Bugün” âdeta biz yaşamıyorduk ve geçmişte “fail”inin biz olmadığımız mükemmel düzen. Ama “bugün” her nasılsa var olmuş birtakım genç insanlar olarak konuşuyorduk meseleleri. Ve özellikle bu nesil, eli ekmek tutup iş yapmaya, hayatını kazanmaya, çevresini etkilemeye, ailesini geçindirmeye hazır hâle geldiğinde, daha önceden ilke olarak savunduğu şeylerin ne kadar hayatla bağdaşmaz tarafları olduğunu fark edince, bu ilkelerinden çok çabuk vazgeçti ve âdeta ilkesiz insanlar gibi mevcut şartların içerisinde kaybolmakta hiçbir beis görmedi. Bunu aslında sol, “1968 nesli” diye kendilerini yere göğe sığdıramayan sol grub içinde de görmek mümkün. Yâni onların da, şu ânda solculukla bir alâkası kalmadı. Kimisi finans sektöründe genel müdür. Yâni kapitalizmin doruk noktasındaki yerlerde, banka müdürleri, işletmeciler, kimisi iş adamı, bizzat kendisi kapitalist olmuş. Dev-Genç grubu meselâ. Bundan 3-4 sene önce bir yerde toplanmışlar, hattâ bir gazetede, sanıyorum Milliyet’te haberi çıkmıştı. Dev-Genç marşını söyleyecekler, herkes büyük bir heyecanla ilk mısrayı söylüyor, fakat ikinci mısraya gelince unutmuşlar, arkadan bir-iki kişi söylüyor. Üçüncü mısrada hiç kimse hatırlamıyor. Şimdi bu traji-komik bir şey tabiî.

Bizim Türkiye’de 1960 sonrası neslin içine yuvarlandığı yanılgılar bataklığı hepimizi bir şekilde bir yerinden çekti ve bugünün meseleleri üzerinde düşünme melekemizi kaybettik. Bu meselâ daha müşahhas bir şekilde, 1994 yılından sonraki Mahallî İdareler seçimini kazanan Refah’lı belediyelerde gözüktü. Yâni önceden bir hazırlık yok. Bir retorikten öte müşahhas, plânlı, şehir hakkında, belediye hakkında, insanların bu şehirde nasıl yaşayacağı hakkında, nasıl yaşaması gerektiği hakkında, hiçbir müşahhas bilgileri olmadan, birtakım insanlar işbaşına geldiler. Ve bazı projeler yaptılar.

Meselâ, toplu konut projeleri... İlk akıllarına gelen şeylerden bir tanesi bu oldu. Bu projelerin başındaki bir insanla vaktiyle bir röportaj yapmıştım. Fakat önce genel olarak bugünkü şehirleşmenin yanlışlarından söz etmek icab etti. İşte bugünkü şehirleşme şu açıdan kötü, bugünkü şehirleşmede apartmanlar insan ilişkilerini bozuyor. İslâmî kaygıları ortadan kaldırıyor. Komşuluk bağlarını zedeliyor, falan filân. Yâni o hepimizin aşağı-yukarı düşünebileceği eleştiriler gündeme getirildi o zât tarafından. Belediyenin içinde önemli bir mevkîde bir kişi idi. Fakat söz belediyenin yapmakta olduğu toplu konutlara geldi. “Peki” dedim, “sizin bu eleştirdiğiniz ve olmasının yanlış olduğunu düşündüğünüz konuların doğrularını kendi yaptığınız toplu konutlarda uygulayabildiniz mi? Yâni en azından hani bütünü olmasa bile bir kısmına uygulanabilirdi bu?” Orada tabiî çaresizlik içerisinde. Bunların âdeta uygulanamayacağını itiraf etti. Bugün biz insanlara en hızlı, en rahat, en ucuz mesken yapmakla mükellefiz gibi bir gerçeğe sığındı.

Şimdi hepimizin hâli bu. Daha doğrusu, bugün iş başında olanlar belki daha görünür bir biçimde bu tezadı yaşıyor ama, birçoğumuz böyle bir tezadın içinde bulunuyoruz: Bir ideal şehir tasavvuru var. Ama işbaşına geldiğimizde, bir şeyler yapmak istediğimizde, yaptığımız, hiçbir zaman inançlarımıza uygun şeyler olmuyor.

O zaman bence şu soruyu sormak anlamlı: Ya inançlarımız anlamsız, temelsiz, bugün geçerli olmayan, havada kalan şeyler yahud da biz yanlış yapıyoruz. Bu ikisinden birinin yanlış olması lâzım. İkisinin birden yanlış olamayacağını düşünürsek, inançlarımızın doğru olduğundan kuşku duymamız için bir sebeb yok. Onu kabul ediyoruz. O zaman da, demek ki bizim dile getirdiğimiz düşüncelerle yaptığımız şeyler arasında büyük bir çatışma var. Bu, biraz önce verdiğim diğer misâllerle beraber düşünüldüğünde, en büyük handikaplarımızdan birisini oluşturuyor. Âdeta bugün, Attila İlhan’ın [1925-2005] bir cümlesini aktarayım: “Bugün şehirlerimizde” diyor, “minareler olmasa burada Müslümanların yaşadığına delâlet eden hiçbir şey yok.” Yâni “burada bir Müslüman yaşıyor” dedirtecek hangi eserimiz var, inancımızın hangi tecellîsi, tezahürü mevcut?

TURGUT CANSEVER: Mustafa Bey…

MUSTAFA ARMAĞAN: Buyurun…

TURGUT CANSEVER: Burada acaba sizin sorduğunuz soruyu biraz tartışalım mı? Sakatlık nerede? Peygamberimiz, “Ümmetimin zevâli kötü emîrlerle, kötü âlimlerden olacaktır” diyor. “Kötü emîri” ve “kötü âlimi” de tarif ediyor. “Hükümdarın iyisi âlimin ayağına gider, âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gider” buyuruyor. Şimdi tamamen emrediyor, para veriyor, yanına bir adam alıyor, o adama emrediyor, o adam da yapıyor. Şu ân, teknik çözümleriyle yahud sanat çözümlemesiyle herhangi bir insan kabiliyetiyle vücuda getirilecek bir ürünün vücuda getirilmesiyle ilgili karar verici kişi ile o kararı doğru istikamete sevk edecek kişi arasında kopukluk var. Yâni bu kopukluk, evvelâ Hadis-i Şerif’in “hükümdarın iyisi âlimin ayağına gidendir” diye başlaması boşuna değil.

HARUN YÜKSEL: Evet.

TURGUT CANSEVER: Ama işte ayrıca da “insanların en iyisi âlimin iyisi, insanların en kötüsü âlimin kötüsü” diye buyruluyor. Kalkıp da, o gökdelenlerin projelerini çizenler ve onların inşaını yapanlar da, onlar da, bu belediyenin imkânlarını kullanmadan evvel Fatih’te çirkin apartmanlar yapıyorlardı. Yâni toplum, kendi içerisinden doğru değerlendirmeler ile, iyinin ve kötünün kimler tarafından yapıldığını ortaya koymak ve bunun için bir çaba sarf etmek mecburiyetinde. Yoksa bir deliyi, bir aptalı, ordunun Genel Kurmay Başkanı yaptınız, Başkumandan yaptınız, sonra da, “ah bizim ordu niye böyle perişan!” diye feryad ediyorsunuz. Bilgi ve otorite arasındaki ilişki seviyesi yıkılmış bulunuyor ve bugün ülkeyi idare edenler bu çöküntüyü düzeltecek hiçbir şey yapmıyorlar. Onlar yapmadığı gibi, -sizin “biz suçluyuz” dediğiniz üzere-, düşünürler, meslek adamları, onlar da yapmıyorlar. Bugün herkes, kısa bir çıkar için –onu da anlattınız- daha evvel çok inandığını söylediği şeyleri hemen fedâ ediveriyor. Hemen satabiliyorlar.

HARUN YÜKSEL: Yâni burada ahlâkî bir zaaf sözkonusu... Bir de ben oradan şuna geçeceğim, rahmetli Üstad’ın bir benzetmesi var; şimdi siz bir çirkinliğin, bir kötülüğün, bir yanlışlığın ıztırabını çekiyorsunuz ve feryad ediyorsunuz; “şu yanlıştır” diyorsunuz, “şundan dönülmelidir” diyorsunuz. Bunun ıztırabını gerçekten çekiyorsunuz. Fakat şöyle bir şeyden bahsediyor Necib Fazıl rahmetli: “Iztırab çekme hassasını kaybettik biz” diyor. Ve ıztırab çekme hassasının kaybedilebileceğine dair de tıbbî bir hastalıktan bahsediyor. Bu hastalığa yakalanan bir İngiliz soylusu, oturmuş şöminesinin karşısında gazetesini okurken, ayaklarını da uzatmış, ayakları tutuşuyor, farkına varmıyor. Ve bugünkü durumumuzu buna benzetiyor ve “biz ıztırab çekme hassamızı kaybettik” diyor.

Bir diğer ifadeye, sizin bu feryatlarınıza bir melce, bir cevab bulabilmek için, insanların ıztırab çekiyor olması lâzım. Yöneticiler bunun ıztırabını çekmiyor, yönetilenler bunun ıztırabını çekmiyor. Açıkçası, ortada bir paslaşma var. “Bizim parti gelirse, bana ihale verecek, bana makam verecek, mevki verecek” diye düşünüyor ve gidip o partiye oy veriyorum. Sanki partiler böyle çok büyük işler yapacaklarmış gibi filân yapıyorlar da, neticede “kendi takımları” geliyor ve Türkiye’nin iktisadî pastası iktidara gelenler tarafından sürekli yağmalanıyor. Sürekli yağmalandıkça da fakirlik sürekli artıyor. Sonuçta iktisadî pasta, böyle kökten sürekli takviye edilen bir pasta değil.

TURGUT CANSEVER: Bağışlayın, şu daha ağır bir…

HARUN YÜKSEL: Vak’adan…

TURGUT CANSEVER: Ortaya koymak ihtiyacını hissediyorum. Şimdi üç büyük dinin birinci peygamberi Âdem peygamberdir. Âdem’le Havva, Cennette bulunuyorlar. Cennette, tarifi icabı, âhenk mutlak. Âhenk mutlak olduğu için, Cenneti fark etmek de mümkün değil. Çevreyi fark etmek de mümkün değil. Şeytanın dürtüsüyle memnû meyve yeniyor ve günah işlenmiş oluyor. Musevîlik ve Hıristiyanlık, günah işlediği için insanın cennetten kovulduğunu söylüyor. Bizim dinimiz diyor ki, pişman oldu insan, günah işlediğini fark etti ve pişman oldu. Ve dolayısıyla Rahman ve Rahîm Allah günahı affetti. Fakat bu fiille yaptığı işi ve günahını fark ettiği zaman –ki idrak onunla ilgili-, dünyayı da fark ediyor. Böylece dünyayı bilince, dünyanın sorumluluğunu yükleniyor. Bu sorumluluğu yüklenebilen yaratık hâline geliyor. O sorumluluğu yüklendiği zaman, dünyayı yaratan Allah-u Teâlâ’nın bu dünyayı hüsn-ü muhafaza eden halifesi mertebesine, ekmel-i mahlûkat mertebesine yükseliyor.

İslâm mütefekkirleri, bu hâdise için, daha evvel “beşer” vardı diyorlar. Yâni cennetteki varlık; beşer. O ne günahının farkında, ne doğrunun, ne yanlışın. Yâni bütün diğer yaratıklar gibi. Diğer canlılar gibi. Neredeyse toplumumuz, diğer canlıların seviyesine inmiş bulunuyor. Hiçbir sorumluluk duygusuna sahib değil. Doğrusu insanlara kendilerinin hangi mevkîde olduğunu anlatmamız icabediyor. Tabiî hep biliyoruz ki, bu birinci peygamberin hikmeti olmadan, bir ikincisi mümkün değil. Herhangi bir tekâmül mümkün değil. Göklere yükselen betonlarla çirkinlikleri yapmanın, herhangi bir tekâmül eseri olmadığını bütün Türk toplumunun bilmesi lâzım. Dünyayı güzelleştirecek şeyin ne olduğunu ortaya koyacak bir şuurun tesis edilmesine ihtiyaç vardır. Tabiî ıztırab yok. Çünkü o dünyanın mes’ûliyetini yüklenmiş olanlar dışındaki canlıların, kolları ayakları kesilmezse, yaralanmazsa, başka ıztırabları yok. Yâni insan olarak gerçekten utanılacak bir hâl yaşıyoruz. Tabiî bu dünyaya karşı, bugünkü nesillere karşı sorumsuzluğun ötesinde, gelecek nesillere karşı yaptığımız şey, çocuklarını katleden nesillerin yaptıklarından başka bir şey değil.

HARUN YÜKSEL: Her şeyi talan ediyoruz. Her şey talan ediliyor. Efendim, şimdi biz buradan yavaş yavaş müşahhasa doğru geliyoruz, şehre geçtik. Şehir konusunda şehirleşme konusunda bir şeyler lütfederseniz…

TURGUT CANSEVER: Doğrusu vaktimiz çok azaldı. Onun için az bir şey söylemek gerekiyor.

Mekke-i Mükerreme’de dinini anlatamadığı, dinini kabul ettiremediği zaman, vahşi güçlerin saldırısı içerisinde o dini anlatma ve kabul ettirme imkânı olmadığını gördüğü zaman, Hazreti Peygamber Mekke’yi bırakıyor. Vahşi güçlerin bulunmadığı bir yere gidiyor.

Bugün, içerisinde takrîben 30 milyon insanın yaşadığı şehirler, tamamen vahşi güçlerin hâkimiyeti altında olan yerlerdir. Vahşi güç olma iddiasında bulunan ahlâksızların hâkim olduğu, “imâr plânı” diye yapılan ve bugünkü çirkinliklere sebeb olan yanlışların hâkim olduğu yerlerdir.

İstanbul için nazım plânı yapılıyor. Bir plân niçin yapılır? Geleceği iyileştirmek için. İstanbul’un hukukçuları diyorlar ki, “bu nazım plâna göre tatbikat plânları yapılmadıkça, eski tatbikat plânları geçerlidir.” Ama nazım plânı diyelim ki, İstanbul’un bir yöresinde 4 kattan fazla bina yapılmayacak demiş. O yörede şimdi ne kadar 4-5 katlı ve 20 sene evvel inşa edilmiş bina varsa, onların hepsi yıkılıyor. Yerine 15 katlı binalar inşa ediliyor. Orada 15 katlı binaların hepsi tamamlandığı zaman, o yörede nefes alacak hava da olmuyor.

Hâlbuki hukukçu, hakkın ve adaletin tesis edicisi olması gereken kişi. Plânın amacı ne? Daha sağlıklı bir dünya değil mi? Yâni o adam nasıl bir vahşetin vasıtası ki, kalkıp, “bu iyi olmayı gerektiren kural geçersizdir, kötü olan geçerlidir.” diyor. Tabiî, gecekondu mafyasının çok katlı ruhsat almak için politik baskıları, her çeşit entrika da bunların içerisinde.

Bütün tarihî güzelliklerimizin yok edildiği, tabiatımızın yok edildiği bu vahşi güçlerin var olduğu ortamın dışına çıkmak gerekiyor.

Bir belediye reisi, Ege’de bilgisayarlarla donatmış belediyesini. Muazzam paralar… Şehirde 5 dakikada ruhsat veriyor. Hepsinde değil; “hepsinde” diyor ama şehrin yüzde 60’ında ancak verebiliyor. Nüfus sayımında da ancak yüzde 60’ını bilgisayarlara koyabilmiş. Yâni o âletler olduğu zaman her şeyin olduğunu zannediyoruz. Oysa ancak yüzde 50’sini-60’ını bilgisayara koyabildiği ortaya çıktı. Ve nüfusun yüzde 40’ı sayılamadı. Şimdi belediye başkanı diyor ki, “ben” diyor, “bu kadar mükemmel yapıyorum her şeyi. Hemen 2 km ötede bir köy var, o köy 3 ayda hemen çevresindeki araziyi sattı. 30 bin kişi yerleşti oraya”. Evet, “30 bin kişi yerleşti oraya.” diyor. Belediye başkanının şehri, 80 bin yahud 100 bin kişilik bir şehir, ancak hemen yanındaki köy, 3 ayda 30 bin kişi olmuş…

Demek ki, bu 55 milyon insan, bir kat yukarı bir kat aşağı deyip, milyarlarca trilyonlarca teferruat meselesinin içerisinde bu şehirlere yerleşecekse, bugün mevcud olan şehirleri sınırlayarak, kontrol ederek, bu 55 milyon insanı “yeni” şehirlere yerleştirmemiz lâzım. Bu ne demektir?

Türkiye toprakları 770 bin kilometre kare… Bu da, 60 milyon insanı en yüksek standartta, en ferah şekilde [yeni] şehirlere yerleştirmeye kâfi geliyor. Yâni 10 dönüm araziye 150 kişi yerleştirmek uygun oluyor. Bu hesaba göre, devlet, 770 bin kilometre karelik Türkiye arazisinden 4.000 kilometre kareyi –ki Türkiye topraklarının yüzde 60’ı-70’i hâlâ devletin elinde bulunuyor- şehirleşmeye tahsis ediyorum dese, yeni alanlar ayırsa… Basit bir hesab arzedeceğim: 1980’de 12 katlı binaların metrekaresi 22 bin liraydı, iki katlı binaların metrekaresi ise 8.700 lira. Hâlbuki, 12 katlı binaların metrekaresine 22 ilâ-25 bin lira vermek yerine, işte o “yeni” alanlarda metrekaresine 8.700 lira vererek, bir, iki, üç katlı evlerden -her ailenin farklı bahçesi olacak şekilde- şehirlerimizi inşa etmek mümkün. Bu şekilde, yeni şehir tasavvurumuzu ortaya koymak gerekiyor.

HARUN YÜKSEL: Evet efendim… Çözümlere gelmeden, biraz daha problemlere gelmek istiyorum ben…

MUSTAFA ARMAĞAN: Gelecek toplantıda galiba çözümlere…

HARUN YÜKSEL: Şimdi şehre geldik, sizin ben…

TURGUT CANSEVER: Çözüm değil yalnız…

HARUN YÜKSEL: Biliyorum…

TURGUT CANSEVER: Teşhis…

HARUN YÜKSEL: Teşhisler…

TURGUT CANSEVER: Çok genel bir çerçeve…

HARUN YÜKSEL: Diyorsunuz, evet… Ben sizin eserlerinize bakarken, şehre yaklaşımınızda bir şey hissettim. Şehre canlı bir varlıkmış gibi, hafızası olan bir varlıkmış gibi bakıyorsunuz. Veya, bütün bunları atfediyorsunuz. Şehirle insanın şübhesiz ruhî bir münasebeti var, etkileşimi var. Şimdi bu ruhî çerçeve içinde, şehir-insan, şehir-ev, şehir-mahalle ruhuna dair…
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Mar 22, 2012 1:41 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Mar 22, 2012 1:38 am    Mesaj konusu: Devam... Alıntıyla Cevap Gönder



MUSTAFA ARMAĞAN: Tabiî şehirlerin ruhundan söz edilince, görünüşte biraz idraki zor bir şey. Diğer bir ifadeyle, bunu insanlara rahatça anlatabilmek çok kolay olmuyor. Ama ben bir açıklama yolu deneyerek başlamak istiyorum müsaadenizle. Daha önce yine burada yapılan bir toplantıda bunu bir miktar açıklamaya çalışmıştım fakat, herhâlde buradaki topluluğun çok büyük bir bölümü o gün yoktu. Onun için tekrarlamakta bir sakınca yok.

Turgut Bey’in de eserlerinde sık sık vurguladığı, “varlık tabakaları” yaklaşımı vardır. Yeni ontolojik ekol, esas olarak Nicolai Hartmann’a [1882-1950], kökü de kısmen Max Scheler [1874-1928] ve Kant’a [1724-1804] dayanır. Bu yaklaşımda varlıklar maddî varlık tabakası, canlı varlıklar tabakası, psişik varlıklar ve akıl sahibi insanın olduğu mental tabaka, zihin veya ruh tabakası diye tabakalara ayrılır. Tabiî bu biraz mücerret bir tanımlama ama, onu biraz müşahhaslaştırmak istiyorum. Bir örnek vererek…

Şimdi bunu ben bir başka filozofun görüşünden, kavramlarından borç alarak; “dünya-1”, “dünya-2” ve “dünya-3” diye anlatacağım. “Dünya-1” diye tabir ettiğimiz şey, tabiat… Yâni insanın olmadığı, Cenab-ı Allah’ın yarattığı ve akıl sahibi olmayan varlıkların ve cansızların var olduğu, bildiğimiz âlem. “İnsansız” alan. Bu birinci dünya.

İkinci dünya, “insan”, yâni bir “fail” var artık. Düşünen, akleden ve bu düşündüklerini teknik vasıtayla hayata geçirebilen bir varlık sözkonusu.

Üçüncü dünya dediğimiz şey de, insanın birinci dünyadan yâni tabiattan yararlanarak ortaya koyduğu “insan eseri” ürünler. Yâni medeniyetin hepsini kapsadığı gibi, -örneğimizde- şehirlerimizi, mimarîyi ve insan eliyle meydana getirilmiş olan güzellikleri de çerçevesi içine alır. İnsanların bu dünyada rahat etmek için, manevî tekâmüle ulaşabilmek için zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu temel ihtiyaçların karşılanması. Şimdi bu açıdan bakıldığında, meselâ bir Süleymaniye, maddî varlık tabakası, yâni taş, tuğla, harç…

Ancak, tabiatın orada tecellî edişi olarak bakamıyoruz artık. Oradaki taş, “taş” değil, başka bir şey. Oradaki tuğla, “tuğla” değil; harç, “harç” değil. O artık insan eli değmiş olan taştır. O, “insan”ın biçimlendirdiği, “3. dünya” dediğimiz insanın maddî dünya üzerindeki tasarrufu ile şekillenmiş bir başka dünyadır. Dolayısıyla, o bize tabiattaki güzellik dışında başka bir güzellik ilham eder.

İnsan, tabiattaki bir ormana girdiğinde, bir manzarayı seyrettiğinde, tek tek nesneleri çok fazla seçemez. Yâni bir ağaç yığını vardır, bu bütünlük cezbeder insanı, kendi içerisine alır. Ama insan eserinde “amaçlı bir şey”, yâni o taşa “insan ruhu” sinmiş olduğu için, orada o eserin “amacı” bizi çeker. O eserin bizi çarpan tarafı, insan ruhunun taşa sinmiş tecellisidir.

HARUN YÜKSEL: Yâni insan, maddeye ruhunu katıyor bir anlamda, öyle mi?

MUSTAFA ARMAĞAN: İster istemez. İnsan, “şuurlu” artık orada. Taşın önündedir, içindedir. Dolayısıyla, şehir dışındaki bir mekânla, bir kır manzarası, pastoral bir manzarayla, şehrin içindeki bir bahçenin farkı, işlenmiş, “insan eli değmiş” olan tabiat ile, “insan eli değmemiş” olan tabiat arasındaki farktır. Ve insanın meselâ bir bahçe içerisinde duyduğu hislerle bir ormanın içerisinde duydukları farklıdır.

Bu sebeble, insan-mekân ilişkilerine ben biraz bu felsefî çözümleme çerçevesinde yaklaştım. Şehirde bizim bir köprü dediğimiz, Sinan’ın yaptığı –illâ camilerden örnek vermek gerekmiyor-, bir Mağlova Kemeri, işte bir küçük çeşme, ahşab bir ev… Veyahud, bir yol, bir merdiven… Daha da küçük parçalara kadar gidebiliriz. Bunların hepsi, insan ruhunun tesirini taşıyan şeylerdir. Dolayısıyla bir “amaç”, bizim de büyük ölçüde anlayabildiğimiz, paylaşabildiğimiz, fark edebildiğimiz bir amaçla yapılmıştır. Şu hâlde, bu paylaşabildiğimiz amaçlar, bizi o mekânlarla bütünleştiren şeylerdir. Yâni aynı inancı paylaşanların bir Süleymaniye’ye bakışıyla, başka inancı paylaşanların bakışının aynı olması mümkün değildir. Aynı şeyi, bizim bir katedrale bakışımızla, bir Hıristiyan’ın, bir Katoliğin bakışının aynı olmayışından çıkartabiliriz.

HARUN YÜKSEL: Şöyle bir şey geldi hemen aklıma: Doğru mu bilmiyorum, onu soracağım. “Biz Âdem’e kendi ruhumuzdan üfürdük” buyruluyor ya; Yaradan, bize kendi ruhundan üfürüyor. Dolayısıyla, bizde O’ndan bir şey var. Biz de maddeye kendi ruhumuzdan mı üfürüyoruz bir anlamda, bu anlatılan mânâda?

TURGUT CANSEVER: Hiç şübhe yok. Hiç şübhe yok… Ben, doğrusu, teferruatına girmek isterim.

MUSTAFA ARMAĞAN: Buyurun, zevkle…

TURGUT CANSEVER: Şimdi bakın efendim, bizim üniversitelerimizde dört sene mimarlık okuyan genç bir insana diploma veriyoruz ve o genç insan nükleer santral de yapıyor, hastahâne de yapıyor, müze de yapıyor, mahalle de yapıyor, her şeyi yapıyor. Hâlbuki, dünyanın ileride bulunan bir ülkesi olarak Japonya’da, burada bizim dört senelik tahsilin içerisinde ve onun iki senesinde verdiğimiz eğitimin daha üstünde bir eğitimi, dışarıda üniversitelerde alıyor; sanat tarihi okuyor, sanat felsefesi okuyor, matematik okuyor, yapı fiziği okuyor. Sonra mimar olmak için imtihan geçiriyor. Bir mimarın yanına geliyor. Orada onun hocası -üç sene beş sene hiçbir sınırlama yok- “artık sen kendi başına bu işi yapabilirsin” deyinceye kadar, o hocanın yanında yetişiyor.

Japonya’da böyle oluyor bu iş. Amerika’da yedi sene tahsil yapıyor. Yedi sene tahsilden ve diplomasını aldıktan sonra, yedi sene de mimarlığın bilfiil yapıldığı bir yerde çalışıyor. Ondan sonra imtihana giriyor. O imtihana, hangi eyalette tahsilini yapmış ise –ki stajını da o eyalette yapmak mecburiyetinde- yalnız orada giriyor ve ancak 14 senelik bir yetişme döneminden sonra o eyalette iş yapabiliyor. Başka yerde yapamıyor. Başka yere giderse, orada da yine imtihan olmak gerekiyor.

Şimdi iki toplumun dünyayı inşa etmeye atfettikleri önemi mukayese edin bizimkiyle. Biz bunu katiyyen önemsemeyen bir yerdeyiz. Ama kabahat kimin? Yanlış kimin?

Arkadaşlardan biri soruyor; bakınız diyor ki, “Mesele, güzel mekânların, güzel şehirlerin yokluğu mu, yoksa güzel insanların yokluğu mu?”

Şöyle bakın, “Ümmetimin zevâli kötü emîrlerle, kötü âlimlerden olacaktır” buyruluyor. Yâni “halktan olacaktır” denmiyor. “Kötü emîrlerle, kötü âlimlerden olacaktır” deniyor.

Evet, şehirlerimizin bu derece kötü inşa edilmesinin sebebi… Bir defasında, 1960’ta şunu yazdım: “Türk şehirleşmesini yöneten ve en üstte bulunan altı kişiyi bir hafta aynı odaya koysanız, bunlar bir kümes bile çizemeyecek kadar kabiliyetsizdirler.” Katiyen yalan değildi. Yalnızca politikacıların, güç odaklarının şehir üzerinden hırsızlık entrikalarına âletlik ediyorlardı. Onlar ve avâneleri şehirlerimizi bu hâle getirdiler.

İstanbul’da gökdelen yapılıyor değil mi? Peki acaba halk ne istiyor Türkiye’de? Şu ân Anayasa Mahkemesi üyesi olan Sayın Sacid Adalı, 1990 yılında, Mimar Sinan Üniversitesi Bilim Vakfı olarak, Devlet Planlama Teşkilatı ve Aile Araştırma Kurumu’ndan bir sipariş alıyor. Türk insanının, Türk halkının evle ilgili isteklerini tesbit etmek üzere, iki sene süren bir çalışma yapılıyor. Neticede, şehirlerde yaşayan halkın yüzde 92.8’i, yâni % 93’ü; “biz küçük de olsa bahçesi olan bir-iki katlı evlerde oturmak istiyoruz” diyor. Ne var ki, bütün imar plânları, nerede 1-2 katlı ev varsa onları yok edip yerlerine apartman yapmıştır.

Çocuğuyla ağacın, bahçenin ilişkisini kurmak isteyen; öyle evler olursa, onların birbirleriyle mesafelerini, düzenlerini kurmak isteyen insan, gecekondu yaptığı zaman bunu kuruyor. Türkiye’nin yapılar arası ilişkisinin en güzel çözüldüğü yerler, gecekondulardır denilebilir. Şimdi bu insanlar mı kabahatli, yoksa cetveli koyup çizip “bunun üzerine şunları yerleştireceksin” diyen sorumsuzlar mı?

(Bir dinleyici konuşuyor fakat söyledikleri anlaşılmıyor.)

TURGUT CANSEVER: Doğru da, tabiî orada da bir kusurumuz olduğuna şübhe yok. Ama doğrusu, toplumların daha ziyade başındakilerin yanılgıları sebebiyle, İslâm toplumları geçen asır vahşi sömürgecilerin zebûnu oldular.

O vahşi sömürgeciler, Tanzimat’ı tesis ettiler. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı [1769-1849] silahlandırıp Bursa’ya kadar getiren, İngiliz ve Fransız sömürgeciler. Tabiî kalkıp da kendi devletine ihanet eden Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın da kabahati var.

Kuşkusuz, Nizip savaşında [24 Haziran 1839 tarihinde Nizip'te Mısır ile Osmanlı Devleti arasında meydana gelen muharebe], o gün düşmana hücum etmek, taarruz etmek yerine, “gece istihareye yatacağım” diyen Osmanlı Paşası’nın [Hafız Osman Paşa] da elbette kusuru var. O istihareye yattığı zaman, Kavalalı İbrahim Paşa [1789-1848] ordularıyla onun tepesine bindi o gece… Hafız Osman Paşa’nın da elbette kusuru var. Ama o istihareye yatan paşanın kusuru, o ordudaki askerin kusuru değildir.

Tabiî ki, bir başka İslâmî kural da şu: “Bir kavim şirke düşmedikçe, helâk etmeyiz” buyruluyor. Elbette rahat düşkünlüğü, işte teknolojiyi bir ilâh hâline getirme, para merakı, mevkî merakı… Buna benzer bir sürü şeyi “yarı ilâh” hâline getirmiş bulunuyoruz. Bu şirk, tabiî, bir toplumu bu hâle getiriyor.

Ama madem ki gelecek nesillere karşı, hattâ kendi neslimizin masum insanlarına karşı günah işlemiş durumdayız; şayet o günahı fark etmişsek, o içinde bulunduğumuz şartları farketmişsek, bunu farkeden herkesin, başkalarını arayarak, biraraya gelerek, o günahı telâfi edecek doğru yolda gerekli çabayı ortaya koyması gerekiyor. Çabayı ortaya koymazsak, söylediğimiz gibi, kabahatli olan biziz.

HARUN YÜKSEL: Yâni mutlak anlamda, halk da olsa, yöneten de olsa, âlim de olsa, masumiyet yok. Ama vebâllerde, derece derece halka doğru gelen bir şey var… Halkın da burada vebâli, herhâlde böyle bir şeye katlanması, tahammül etmesi, sesini çıkarmaması…

TURGUT CANSEVER: Başka bir şey yapacak; çaresi yok. Ama halka gidip de sorduğun zaman, “bak ben bunu isterim” diyor. Bundan takrîben 25 sene kadar evvel, Fransız hükümeti böyle bir anket yaptı. Fransa, apartmanda yaşamayı dünyada ilk defa tesis eden ülke; insanlar takrîben 2.5 asırdır apartmanda yaşıyorlar. Fransız şehir halkının yüzde 65’i, tıpkı Türk halkında olduğu gibi, “bir-iki katlı, küçük de olsa bahçeli evlerde yaşamak isteriz” dediler. Bütün Fransız mesken politikaları değişti. Türkiye’de kimsenin kılı kıpırdamıyor. Kılı kıpırdamayanlara karşı isyan eden de yok.

HARUN YÜKSEL: Kimse de bir şey yapmıyor…

TURGUT CANSEVER: İsyan eden de yok. Yâni şu; burada herkese söz verilsin diyorum.

BİR DİNLEYİCİ: Beşerin özelliği, maruz kalması; insanın özelliği, seçmesi… Bu ayırımı siz de yapıyorsunuz kitablarınızda…

TURGUT CANSEVER: Evet, tabiî. Bakın yalnız şöyle: Halk, dinine âit, inancıyla ilgili bir meseleyi konuşurken bile sınırlamalarla karşı karşıya. Ne yapsın? Yapabildiği şey, kaçıyor… Almanya’ya gidiyor, çöpçü olmayı tercih ediyor.

HARUN YÜKSEL: O da bir “çözüm”, üretebildiği bir “çözüm” yâni…

TURGUT CANSEVER: O kaçıyor, Almanya’da çöpçü olmayı tercih ediyor…

Şimdi bakın, doğrusu bazı insanlar, ileri bakıp, temiz kalble oraya doğru yürümezlerse, elbette bir değişme olacak, ama bu nesillerin yok olması şeklinde bir değişme olacak. Yok olacağız…

1930’larda ilk apartmanların yapıldığı yerlerde nasıl sosyal meseleler ortaya çıktığı 40 senedir biliniyor. İngiltere 20 senedir ve Amerika 30 senedir bu çok katlı binaları yıkıyor. İngiltere’de her sene partiler arası ortak mutabakatla bütçeye konulan bir para var. Önümüzdeki 10-15 sene içerisinde İngiltere’de, bizim yaptığımız gibi yüksek bina hiç kalmayacak. Çünkü orada, insanlar arası münasebetin, sosyal mesafelerin mevcut hâlinin doğru olmadığı biliniyor. Ve o sebebten, bunun doğru oluşma şartları aranıyor. Bunun için de, ufkî bir şekilde, arz üzerinde aileler arası mesafeler düzenlenerek, insanların tabiatla uzaklığının adamakıllı azaltılması yoluyla çözümlere erişilebileceği bilindiği için, apartmanlar İngiltere’de tasfiye ediliyor.

Şimdi Türk halkı... Ama önce, afedersiniz, bir hatıramdan bahsedeceğim. 1977 Ekim ayında Atlanta’da Mesken Otoritesi başkan yardımcısıyla, yâni teknik bir adamla bir günlük bir randevum var, konuştuk. Amerika’da o tarihte 50 milyon kadar insan evsizdi. Bu insanlara merkezî hükümet fonlarından, federal fonlardan ve belediye fonlarından ev yapıp veriyorlar. İşte Mesken Otoritesi de, bu insanları evsahibi yapmayı ve eve yerleştirmeyi görev sayan idarî teşkilat.

Buzdolabı, ocağı, evde her şey tamam. Yerleştirildikten sonra, en fazla 9 ayda, vasatî 6 ayda bu insanlar, evin sökülüp satılabilecek ne kadar parçası varsa onları söküp satıyorlar ve kayboluyorlarmış Amerika’da. Toz oluyorlarmış… Bütün Amerika’da bu işin nasıl böyle yürüdüğünü ve insanlara ev yapmaya nasıl muvaffak olamadıklarını, bu zât yarım gün bana anlattı. Ben de ona yarım gün gecekonduları, bizim insanımızın hangi şartlarda kimlerle boğuşarak bunları yapıp ailelerini barındırmak için çabaladıklarını anlattım. Akşam üzeriydi, bana dedi ki, “dostum sen bu insanlardan bana 300 bin ilâ 500 bin tane ver, ben sana bütün dünyayı imar edeyim.”

Evet, halkımızı hor görmeye katiyen hakkımız yok. O insanlar çoluk çocuklarını yerleştirmek için çaba sarfediyorlar. Köydeki sefaletten kurtulmak için şehre gelip, çocuklarını okutup, yetiştirip, biraz daha iyi şartlarda yaşatabilmek için geliyorlar. Gecekondu eşkıyası ile pazarlık ediyorlar, anlaşıyorlar, razı oluyorlar. Ama biz, bu memleketi idare etme durumunda olanlar, bu memleket için söz söyleme durumunda olanlar, o insanları gecekondu eşkıyasına, jandarma dipçiğine, polis jopuna teslim ediyoruz. Türk halkını hor görmeye kimsenin hakkı yok.

Bu insanlara, bakın, mesken meselesi olan bütün dünya ülkelerinde arsa ve altyapı projesi adı altında projeler uygulandı. Bunu da, doğrusu en iyi uygulayan, bir İslâm ülkesi; Pakistan. Müthiş güzel örnekler uyguladılar Pakistan’da. Yâni arazi parçasını belediye, devlet ele geçiriyor, plânlıyor, yolunu yapıyor, kanalizasyonunu yapıyor ve suyunu getiriyor. Burada insanlara parselleri veriyor. Hattâ yine Pakistan’da, briket makinesi bile veriliyor. Bu insanlar, kendi evlerini bu çerçevede yapıyorlar.

Böyle bir sistemin uygulanmadığı tek ülke, Türkiye... Bu kadar sâde bir şey uygulasak, insanların ellerine plânlar versek ve en azından Pakistan’ın yaptığı gibi birkaç yapı unsurunu versek, bizim gecekondu dediğimiz şeyler, gayrimeşrû şeyler olmaktan çıkar. Toplumun yardımıyla vücuda getirilmiş mahalleler oluşur. Pis su meselesi olmaz. Bunların suları olur. Toprakları gasbedilmiş topraklar, arsalar olmaz. Sahibi oldukları arsalar olur. Ve o insanlara, eğer yapıyı meydana getirecek parçaları, satın alabilecekleri yerleri hazırlasak, böyle ibtidaî tekniklerle değil, son derece yüksek kalitede tekniklerle, son derece güzel yapılar meydana getirirler…

BİR DİNLEYİCİ: Bu kadar müşahhastan sonra biraz mücerrede geçmiş olacağız ama, ruhun ibdâ ile ihyâ [anlaşılmıyor] yoksa teknikteki başıboş kayıtsız ilerleyiş mi bugünkü zaman-mekân ilişkisini ortaya çıkarmıştır?

TURGUT CANSEVER: Zaman-mekân ilişkisindeki bozukluğu ortaya çıkarmıştır.

BİR DİNEYİCİ: Bir de, yine rahmetli Üstad Necib Fazıl’ın bu minvâlde söylemiş olduğu bir şiiri var, kısaca zaman-mekân meselesiyle ilgili:

“Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselâm;

Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İslâm...”

Dediğinden anlamak, yâni sizden anlamak istediğimiz, zaman ve mekân üstü bir rejim varsa (bu bir “anlayış” var demektir), zaman ve mekân üstü bu anlayış ve onun ürünleri neler?

TURGUT CANSEVER: Tabiî ürünleri… Bu zaman ve mekân üstü anlayış…

BİR DİNLEYİCİ: [Anlaşılmıyor]

TURGUT CANSEVER: Bütün insan başarılarıdır. Bütün insan başarıları onunla olur.

MUSTAFA ARMAĞAN: Ama şimdi burada bir tuhaflık var, yâni bir şey eğer zaman üstüyse, onun üzerinden sözetmek zamansızlığı gerektirir, çünkü insanın alanına giren bir şey vardır orada. Dolayısıyla, zamansızlığın içine sıkışmış bir beşerîliğin yahud insanlığın ürünlerinden söz etmek gerekir. Yoksa zaman üstülük, bu anlamda Allah’a mahsus bir şeydir ve O’nun hâkimiyetini kasdeder. Ama burada insanın…

TURGUT CANSEVER: Bir İlâhî emrin, düzenin…

HARUN YÜKSEL: Prensibler sisteminin…

TURGUT CANSEVER: Kur’ân-ı Kerîm’in emri…

MUSTAFA ARMAĞAN: Ama bu her zaman…

TURGUT CANSEVER: Vahyin getirdiği ışık içerisinde bir şey yapılmıyorsa -ki o mutlaktır, dolayısıyla zaman ve mekân ötesindedir-, onun ışığı altında insanlar davranmıyorlarsa, o bakımdan tamamen doğru, dünyevî ve zamana âit, şartlara âit çözümler üretilecektir… Ancak, üretilmesi gerekenler de yine zamana ve şartlara göre...

HARUN YÜKSEL: O ışık altında…

TURGUT CANSEVER: O ışığın altında üretilecektir.

MUSTAFA ARMAĞAN: O ışığın tek bir tecellisi olmaz yâni. Çünkü artık kırılmaya uğramıştır ve zaman alanına girmiş bir şeydir.

TURGUT CANSEVER: Elbette onu bizim anladığımız kadar… Yâni onun dünyevî yansımasını, yâni kırılarak bize yansımasını ne kadar doğru, ne kadar eksiksiz gerçekleştirebiliyorsak o kadar başarımız artacaktır. Tamamen aynı şey…

BİR DİNLEYİCİ: Yalnız ben burada zaman ve mekân üstü derken, tabiî ki, [anlaşılmıyor] kasdettim. Ancak öyle bir rejim, öyle bir anlayış [anlaşılmıyor] “geçmeyen ân”ı, “solmayan renk”i … Zaman ve mekan üstü anlaşılacak bir şeye [anlaşılmıyor] beş asır sonra yine o ânki anlayışa da cevab verebilecek içtimaî eserler, anlayışlar imar eden o tür insanlarımız olsun…

TURGUT CANSEVER: Burada bakın, ben Mustafa Bey’in söylediği noktada, üzerinde durduğu noktada çok önemli bir taraf var, ona işaret etmek isterim. Bu [anlaşılmıyor] Kur’ân-ı Kerîm [anlaşılmıyor] âit değil mi? İlâhî hakikat, Allah’ın emri ve o öylece orada dursa bundan yararlanamayız biz. Bizim onu yeniden ve yeniden sürekli anlama çabamız, onun üzerinde sürekli bir düşünme çabamız zarurîdir.

HARUN YÜKSEL: Bir şey söyleyeyim efendim, Üstad rahmetli, meâlen, diyor ki, “İslâm yenilenmez, anlayışlar yenilenir.” Yâni İslâm karşısında biz, anlayışımızı -sürekli değişen zaman şartlarına göre- yenilemek zorundayız…

TURGUT CANSEVER: Tam aynı şeyi söylüyoruz değil mi? Siz de tam aynı şeyi söylüyorsunuz…

HARUN YÜKSEL: Gayet tabiî…

TURGUT CANSEVER: Kırılma dediğimiz zaman, her defasında ondan yeni bir ışık alarak, yeni bir çözümleme üretmemiz gerekir. O yeni çözümü üretme çabamız bittiği zaman, zaten onunla alâkamız da kopmuş demektir. Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçukluları’nın büyük yapıcılığını, ortaya koydukları yeni ürünlerin zenginliğini düşünün. Yalnızca araştırma değil, sürekli bir alış-veriş içerisinde bulunmamız gerekiyor bu İlâhî ışıkla…

MUSTAFA ARMAĞAN: Zaten İslâm’ı asırlar boyu diri tutan da, manevî dediğimiz değişmez prensiblerle sürekli bir diyalog içerisinde olması. Şimdi Marshall G. S. Hodgson’un [1922-1968] İslâm’ın Serüveni isimli kitabını İz Yayıncılık üç cild hâlinde yayınladı. Onun oryantalist tezlere karşı öne sürdüğü bir şey var: “Dünya medeniyetleri içerisinde eğer bir birlikten söz edilecekse, yâni bir medeniyetin kendi içinde bütün coğrafî dağınıklığına veya tarihî değişimlere rağmen birlik içerisinde bir medeniyet olmasından söz edilecekse, bu sadece İslâm’dır” diyor. Hıristiyanlık –meselâ-, çok erken tarihlerde birbirinden alâkasız birkaç dünyaya bölünmüştür. Yâni Katolik dünyası, Ortodoks dünyası…

TURGUT CANSEVER: Bakınız sayısı da çok sınırlı… Yâni içinde bir tenevvü’ [çeşitlilik] olmayan birkaç tane kalıbın içine girmiş bulunuyor.

MUSTAFA ARMAĞAN: “Yahudilik, kezâ, çok erken bir dönemde kendi mekânını terk ederek başka bir yere göç etmek durumunda kaldı. Dolayısıyla kendi kökleriyle olan bağlarını sıhhatli bir şekilde devam ettiremedi” diyor.

Şimdi İslâm dünyasının hem bugünkü 15 asırlık macerası içerisinde hem dağıldığı coğrafyanın tenevvüüne, çeşitliliğine rağmen bir bütünlük, bir birlik oluşturmasını, temeldeki bu kurucu prensiblerine sürekli dönmesine, onun ışığında kendisini sürekli yenilemesine yâni Kur’ân’a, Peygamberine, Asr-ı Saadet’e ve orada vaz’edilmiş olan prensiblerle diyaloğunu koparmamış olmasına bağlıyor. Ki bugün de bence İslâm’ın, Müslümanların ayakta kalmasının temel faktörlerinden birisi, bu diyaloğu hepimizin bir şekilde, bir ucundan canlı bir diyalog hâlinde devam ettirmemiz… Yâni ona sorular soruyoruz. O bize cevablar veriyor. Tekrar sorular soruyoruz. Bence bahsettiğimiz bu arayış biterse, gerçekten hem İslâm’ın sonundan hem belki dünyanın sonundan söz edebileceğiz. Yoksa bence her şeye rağmen bir umut, bir yenilenme umudu mevcut Müslümanlar açısından.

HARUN YÜKSEL: Efendim size bir soru var burada. Bu arada ben sorayım; devam edelim, yoruldunuz mu?

MUSTAFA ARMAĞAN: Epeyce geç oldu galiba. Bir de Ramazan gecesi…

HARUN YÜKSEL: Soru şöyle, okuyorum: “Mimarî tarih mirasını ve tarihî dokuyu korumak ve yaşatmak için yapılacak tüm müdahaleler, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulundan tasdik alınmadan yapılamıyor… Bu konuda belediye için bile hiçbir hak yok deniyor. Sur içi tarihî yarımadada müdahaleler 1/5000 nazım imâr plânı karara bağlanmadığı için yine yapılamıyor. Dolayısıyla sistemde bir tıkanıklık var. Bu konuda ne yapılabilir?”

TURGUT CANSEVER: Şimdi doğrusu sistemde tıkanıklık yok. Aslında bu işi yapmak için “irade eksikliği” var. Süleymaniye, Zeyrek Sultan… UNESCO Avrupa Konseyi tarafından desteklenecek projeler olarak ele alındı. Ve bu kuruluşlar, Venedik için yaptıkları gibi, milletlerarası bir kampanya ile tarihî yarımada ve İstanbul’un tarihî mimarlık mirasının korunmasını milletlerarası bir mesele hâline getirdiler. Desteklenmek üzere... Bu program çerçevesinde buraya yollanmış uzmanları, kendisine belediye başkanı diyen [Bedreddin] Dalan Bey, “arkalarına tekme attım” diye geri yolladı. İstanbul halkı karşı çıkmıyordu korumaya, bu belediye başkanı karşı çıkıyordu.

Tabiî, yalnız belediye başkanı da değil. Belki 15 senedir belediyede oturan ve “koruma plânlarını biz yapıyoruz, başkasına gerek yok” diyenler de karşı çıkıyorlardı… Hem koruma plânını yapmıyorlar, hem orada birbirleriyle geçinemiyorlar, hem de yapılmasının önünü kapatıyorlar.

[Dönemin Sivas Belediye Başkanı] Temel Karamollaoğlu haber yolladı, “gelin Sivas’ta meskenle ilgili konuşalım” diye… Çok önemli dört toplantı yapıldı. Sivas’ın gelişme stratejisi düzeldi. Ama o arada Temel Bey, iş yapmak için, kötü imâr plânına göre bütün kanalizasyon projelerini tamamladı. Kötü olan, yanlış imâr plânına göre. Ama onun yanında, yine Sivas’ın nüfusunun artmasını önlemek üzere, Sivas’tan 30 km ötedeki Sıcak Çermik’te yeni bir şehrin kurulması için imâr plânı yaptırdı ve bu şartları geliştirdi. Bir Osmanlı mahallesinin, Sivas’ın eski bir mahallesinin yeniden kurulması görevini bana tevdî etti. Aslında kendisi tevdî edemedi de. Temel Bey son seçimde değil, ondan evvel kazanmıştı zaten. Ama son seçimden sonra, Kayseri Belediye Başkanı’nın yanında ona rastladım. “Yavaş yavaş yapıyoruz” dedi. Ben dedim ki, “yavaş yavaş yapmak çok büyük bir suç. Çabuk çabuk yapmanız lâzım.”

Sonra, Kayseri Belediye Başkanı beni çağırdı, işte eski mahallelerin nasıl restore edilmesi lâzım, neler olabilir… Bunların hepsini anlattık. Dedi ki, “ben seçime girerken Kayserili mimarlara iş vermeyi taahhüd etmiştim.” Kayserili mimarlara iş vermeye başladı. Yâni Kayseri’nin meselesi gitti. Kayserili mimarlara iş verme meselesi gündeme geldi.

Şimdi Refah Partisi belediye başkanlarına yönelttiğimiz bu tenkid, doğrusu bütün diğer politik partilerin başkanları için de geçerli. Hepsi için de değil. O kadarı da haksızlık olur. Başka partilerden bu işleri daha iyi düşünmek isteyenler de var.

MUSTAFA ARMAĞAN: Bir kesimi, toplumun bir partisini diğerlerinden çok da ayırd etmek, onları ayrı bir su geçirmez bölmede farzetmek mümkün değil. Yâni bu birleşik kaplar gibi, buradan suyu koyarsınız bu su eşit olarak diğer küplerin içerisine dağılır. Bir diğer ifadeyle, birçok RP’li veya başka partili, belki iyi niyetli bütün insanların, Türkiye’deki bu genel bozulmadan aynı derecede veya yaklaşık aynı derecede etkilendiklerini kabul etmemiz gerekiyor.

TURGUT CANSEVER: Affedin, bakın doğrusu RP’de çok daha doğruya yönelik bir iradenin varlığını teslim etmezsek, çok büyük haksızlık yapmış oluruz.

MUSTAFA ARMAĞAN: Niyeti belki, iradeden çok niyetin varlığı…

TURGUT CANSEVER: Ciddi bir niyet yâni kararlılık…

HARUN YÜKSEL: Hemen şunu sorayım; yâni bu irade mahallî idareler bazındaki bir irade mi, yoksa partinin Merkez Karar Yönetim Kurulu’ndan gelen bir irade mi?

TURGUT CANSEVER: Ben mahallî idareler bazında bunu daha belirgin olarak ifade etmek istiyorum.

Bir defasında da [Refah Partili] Diyarbakır Sur Belediye Başkanı beni çağırdı. Plânları inceledik, onda bir koruma plânı var. Diyarbakır Kaleiçi, Venedik gibi mucizevî güzellikte bir yer, müthiş bir mimarî ürün. Koruma plânı diye de bir plân var. İşte iki katlı konakların yerine 4-5 katlı bitişik nizam apartman inşa ediyor ve adı da “koruma plânı”. Yâni “korumama” plânı… Belediye Başkanı’na dedim ki, “Cemal [Toptancı] bey, evvelâ bu plânı yapmak lâzım.” O da, “Hocam, sen yap, ben yarın bu plânı mecliste iptal ettireyim.” dedi. “Seni ertesi gün atarlar” dedim. Evet, öylesine tedbirli olmamıza rağmen, ertesi gün değil ama, 6 ay sonra adamın belediye başkanlığını lağvettiler. Yâni aslında “değişme”, mevcut statükoya hâkim olan vahşi güçlerle çok dikkatli bir hesablaşmayla olacaktır.

MUSTAFA ARMAĞAN: Tabiî olarak o sizin gibi birini bulma şansını elde etmeseydi, o da o yanlışı yapacaktı ve uygulayacaktı. Bir uyarı…

TURGUT CANSEVER: Hayır, o kadar da değil. Bakın, iki tane belediye başkanı vardı. Suriçi Belediye Başkanı -ki, görevinden azledilen kişi-, o, mevcudun nasıl korunacağını, korunmasının ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Diğeri ise, tahsilli, doçent; o hiç bilmiyordu. Biliyor musun, Büyükşehir Belediye Başkanı, Suriçi Belediye Başkanı’nın görevden alınması için operasyonları düzenlemiş; her ikisi de “Refah Partili”…

HARUN YÜKSEL: Şimdi bir şey söyleyeyim: “Mahallî idareler bazında en azından böyle bir duyarlılık var” diyorsunuz. Bu Refah Partisi iktidar da oldu. Siyasî iktidarı kısmen de olsa ele geçirdi. Sizin gibi bir insanı, meseleleri bilen bir insanı, bir gün davet edip sordular mı, “biz ne yapalım Turgut Bey” diye?

TURGUT CANSEVER: Hayır, üst kademelerde hayır…

HARUN YÜKSEL: Peki, teşekkür ederim. Şimdi maalesef sonuna geldik, vaktimiz dolmuş, öyle bir not geldi bize. Katılımcılara çok teşekkür ediyorum. Aslında ben kişi olarak sonuna kadar dinlemeye âmâdeyim. Bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

MUSTAFA ARMAĞAN: Teşekkür ederiz. Özellikle hanım konuklarımızın herhalde eve gitme zamanları geldi.

HARUN YÜKSEL: Onları da düşünmemiz gerekiyor. Ben toparlama bâbında bir konuşma yapmayacağım. Şurada güzel bir şiire denk geldim. Müsaade ederseniz onu okuyacağım. Ondan sonra hepinize iyi geceler dileyeceğim.

Kapkara bir manzara var tabiî, “tesbitler” ve “teşhisler”de… Ben o manzarayı biraz daha karartayım diye bu şiiri okuyacağım, işaretledim burada… Şimdi Üstad Necib Fazıl’ın 1982 yılında yazdığı bir şiir, ismi: “Evim”… Ve orada diyor ki:

Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan!

Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan!

Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada…

Garanti yok sen gibi fâniye sigortada!

Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!

Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!

Bir köşende annânem, dalgın, Kur’ân okurdu;

Ve karşısında annem, sessiz, gergef dokurdu.

Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;

Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı…

Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;

Sular cömert, “temizlik imandandır” bilinmiş…

Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler;

Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler…

Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;

Komşuluk, mânâ ve ruh, ne varsa heder oldu.

Bir yeni nesil geldi, üstüste binenlerden;

Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden…

Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge;

Vuran kimse kalmadı bu dâvayı mihenge…

Şimdi git, mahkemede hesap ver, iki büklüm;

Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm!

Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!

Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!



Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 1, Eylül-Aralık 2010, s. 110-143


Turgut Cansever Kimdir

1920 yılında Antalya’da doğdu, 22 Şubat 2009’da İstanbul’da vefat etti. Milletlerarası Ağa Han Mimarlık Ödülünü üç kez almış tek mimardır. Bilge Mimar olarak anılır.

Doktor Hasan Ferid Bey ile eşi Saime Hanım'ın beş çocuğundan en büyüğüdür.

Babası Doktor Hasan Ferid Bey, Kasımpaşa Turabî Tekkesi şeyhi ve Bâb-ı Âlî'nin üst seviye bürokratlarından birisi olan Şeyh Ali Efendi'nin oğlu idi. Bürokrat olmak yerine tıb okumayı seçen, savaş yıllarında Sina Cebhesinde Sahra Başhekimliği yapan, Türk Ocakları'nın kurucuları arasında yer alan Hasan Ferid Bey; devlet ideolojisine muhalif kalmış, Ankara'da üst seviye görev tekliflerini reddederek Antalya'da, Adana'da sıtma mücadelesinde görev almayı tercih etmiş, Tavşanlı'da Bursa'da sürgün hayatı yaşamış bir fikir adamı ve doktordur.

Annesi Saime Hanım ise, Filibe kökenli bir öğretmendir. Halide Edib Adıvar'ın öğrencisi olarak yetişmiş, 19 yaşına geldiğinde gönüllü olarak Kudüs'te öğretmen olmayı kabul etmiş bir hanımdır.

Turgut Canserver, ilkokulu Ankara ve Bursa'da okudu. İlkokul yıllarından sonra ailesi İstanbul'a taşınmıştı. Lise öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladı.

Ressam olmak düşüncesiyle girdiği İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde, Halil Dikmen’le, Mazhar Şevket İpşiroğlu’yla, Sedad Hakkı Eldem’le tanıştı. Mimarlık öğrenimi görmeye karar verdi. Sedad Hakkı Bey'in yardımcısı oldu. Mimarlık öğreniminden sonra sanat tarihi doktorası yapmaya yöneldi. İslâm Sanatı tarihi hocası Ernst Diez onu çok etkiledi. Fransa'ya giderek bir süre Avrupa'yı dolaştı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden “Osmanlı ve Selçuklu Mimarîsinde Sütun Başlıkları” adlı teziyle sanat tarihi doktoru, “Modern Mimarînin Meseleleri” adlı tezi ile doçent ünvanını aldı.

1949 yılında Sadullah Paşa Yalısı’nın restorasyonunu gerçekleştirdi. Bu, meslek hayatının ilk önemli tecrübesi oldu. 1951'de ortağı Abdurrahman Hancı ile birlikte ilk mimarlık bürosunu kurdu. Birlikte tasarladıkları Büyük Anadolu Kulübü Oteli, önemli eserlerindendir. Karatepe Açık Hava Müzesi, Diyarbakır Koleji, ODTÜ Kampüsü yarışma projesi, Türk Tarih Kurumu binası, 1950'li yıllarda tasarlanmış çalışmalardandır.

Turgut Bey, 1952 yılında Nilüfer Hanım ile evlenmiş ve çiftin çocukları da mimar olmuştur.

Cansever, 1958'de Bayezid Meydanı tasarımına başladı. Bu çalışma, onu şehir, imâr, koruma alanında mücadele vermeye yönlendirdi. Bu alanlarda kısa süreli pek çok görev aldı. Aldığı görevlerin bazıları şunlardır: 1959-60’ta kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama Teşkilâtı Başkanlığı ve 1961’de İstanbul Belediyesi Plânlama Müdürlüğü; 1974-75’te Dünya Bankası İstanbul Metropol Plânlama Projesi’ne başkanlık; 1974-76 arasında Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu Üyeliği; 1975-80 arasında İstanbul Belediyesi’nde, 1979’da Ankara Belediyesi Metropol Plânlama, Yeni Yerleşmeler, Kent Merkezleri ve Koruma danışmanlığı.

1960'lı yıllar, Cansever'in Bodrum'la tanıştığı dönemdir. Kendisine 1980'de aldığı iki Ağa Han ödülünden birisini getirecek olan Ertegün Evi restorasyonu, Bodrum'la tanışmasının sonucudur. Türk Tarih Kurumu binası (1951-1967, Ankara, Ertur Yener ile birlikte gerçekleştirdiği) ve Ahmet Ertegün evi yenilemesi (1971-1973, Bodrum) ona 1980 yılında iki Ağa Han ödülü birden getirdi. Üçüncü ödülü ise 1992 yılında aldı. Bodrum'un 9 km kuzeyindeki Mandalya Koyu'nda toplam 3 otel ve 500 evden oluşan; Emine Öğün, Mehmet Öğün ve Feyza Cansever ile gerçekleştirdiği Demir Evleri Projesi, kendisine üçüncü Ağa Han Ödülü'nü getirdi. Üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülünü almış dünyadaki tek mimar oldu.

1983'te Mekke Üniversitesi'nde eğitim programı hazırlık danışmanı olarak çalıştı. Aynı yıl, Ağa Han Mimarlık Ödülü Master Jürisi'nde görev aldı.

Cansever, 90'lı yıllarda yayın faaliyetlerini sürdürdü. Pek çok makale yayınladı, yazı derlemelerini kitab hâline getirdi. Âbidevî bir eser olan Mimar Sinan kitabını 2005 yılında yayınladı.

2007 yılında İstanbul'da, hakkında, “Turgut Cansever: Mimar ve Düşünce Adamı” başlıklı bir sergi açıldı. Küratörlüğünü Uğur Tanyeli ile Atilla Yücel'in yaptığı sergi, Türkiye'de arşiv belgesi niteliğinde malzemeye dayanarak yapılmış ilk retrospektif mimar sergisidir.

2000 yılında kalbine pil takılan ve 2008 Temmuz’undan itibaren yatağa bağlı tedavi gören Turgut Cansever, 22 Şubat 2009 pazar günü, İstanbul Kadıköy Çiftehavuzlar'daki evinde vefat etti. Turgut Cansever'in cenazesi, 23 Şubat 2009 pazartesi günü Fatih Camii'nde ikindi namazından sonra kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Mezarlığı'da toprağa verildi. [Kaynak: wikipedia.org]

Mustafa Armağan Kimdir

Urfalı bir anne-babanın çocuğu olarak Cizre’de doğdu (24 Şubat 1961). İlk ve orta öğrenimini Bursa’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra çeşitli yayınevlerinde editör olarak çalıştı. 1995-1996 arasında İzlenim dergisinin, 2000-2002 arasında da DA (Diyalog Avrasya) dergisinin yayın yönetmenliklerini yürüttü. Hâlen serbest yazar olarak çalışmaktadır.

Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Risale Yayınları, 4 cild, İstanbul 1988) ve Osmanlı Ansiklopedisi (Ağaç Yayıncılık, 7 cild, İstanbul 1993) adlı çok cildli çalışmaların yayın koordinatörlüklerinde bulundu. M. M. Şerif’in 4 cildlik A History of Islamic Philosophy adlı edisyonunu, İslâm Düşüncesi Tarihi adıyla (İnsan Yayınları, İstanbul 1990-91) yayına hazırladı.

Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 3 defa ödüle lâyık görüldü: Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası (Fritjof Capra’dan, Tercüme dalında, 1989); Şehir, ey Şehir (Deneme dalında, 1997); Osmanlı: İnsanlığın Son Adası (Fikir dalında, 2003).

Telif kitabları şunlardır: Gelenek (1992), Gelenek ve Modernlik Arasında (1995), Şehir Asla Unutmaz (1996), Şehir, ey Şehir (1997), Bursa Şehrengizi (1998) -2. baskı Osmanlı’yı Kuran Şehir adıyla (2006)-, Alev ve Beton (2000), İstanbul Mavi Kırpar Gözlerini (2003), Osmanlı: İnsanlığın Son Adası (2003), İnsan Yüzlü Şehirler (2004), Kuğunun Son Şarkısı: St. Petersburg’da Zamanlar ve Mekânlar (2004), Osmanlı’nın Kayıp Atlası (2004), Kır Zincirlerini Osmanlı (2004), Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler (2005), Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı (2006), Ufukların Sultanı: Fatih Sultan Mehmed (2006), Küller Altında Yakın Tarih (2006), Efsaneler ve Gerçekler (2007), Büyük Osmanlı Projesi (2008), Gülün Fethi – Fatih Sultan Mehmed (2008), Osmanlı’nın Mahrem Tarihi (2008).

Tercümeleri: Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası (Fritjof Capra’dan, 1989), Molla Sadrâ ve İlâhi Hikmet (Seyyid Hüseyin Nasr’dan, 1991), Yeni Bir Düşünce (Fritjof Capra’dan, 1992), İslamın İlk Yılları (2001, Muhammed Esed’den).

Derlemeleri: İslam Bilimi Tartışmaları (derleme, 1990, İnsan Yayınları), İslam’da Bilgi ve Felsefe (1997), Düşüncenin Gökkuşağı: Cemil Meriç (2001), Tartışılan Sınırlar: Değişen Milliyetçilik (2001), İlber Ortaylı ile Tarihin Sınırlarına Yolculuk (2001), Küresel Kuşatma Karşısında İnsan (2004), Her Gün Bir Ediple (2004, Ahmet Refik Sevengil’in edebiyatçılarla söyleşileri), Bulutları Delen Kartal: Cemil Meriç ile Konuşmalar (2004, Sezai Coşkun ile birlikte), Osmanlı Geriledi mi? (2006).

Ayrıca şimdiye kadar 4 cildi yayınlanan İstanbul Armağanı adlı diziyi yayına hazırlamıştır (1995-2000). [Kaynak: mustafaarmagan.com.tr]
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Oca 24, 2014 8:01 pm    Mesaj konusu: KUBBEYİ YERE KOYMAMAK / TURGUT CANSEVER Alıntıyla Cevap Gönder

KUBBEYİ YERE KOYMAMAK / TURGUT CANSEVER



ESER ADI: KUBBEYİ YERE KOYMAMAK
YAZARI: TURGUT CANSEVER
NOTLAR: TAMER ÖZTÜRK


Dünyada hiçbir çözümlemenin ebediyen geçerli olacağını düşünmek mümkün değil (s.16)

• Modern dünyada hakikaten unutulmuş olan şey,çevre dizaynı meselesi.. (s.18)

• Bu yapma iradesini yönlendiren kültür temelinin yerini satılabilirlik alınca bir anda kültür meselesi gündem dışı hale geliyor. Dosdoğru kültürel kirlilik oluyor. (s.28)

• Tezyinat sorunu çok ehemmiyetli.Tezyinat herhangi bir eşyanın yahut varlığın binanın üzerine ilave edilen, onu süsleyen bir parçasıdır. Tezyinilik ise yapılan işin bir ziynet, süs karakterinde olması anlamına geliyor. Tezyinilik, İslam sanatlarının genel özelliğidir. Bu insanlık tarihinde oldukça nadir rastlanan bir hadise.. ( s.29)

• Doğayı doğa olarak korumak insanın ilk vazifesi ise, doğayı güzelleştirerek insanın doğayla bütünleşmesini sağlamak da kaçınılmaz ikinci vazifesidir. Sanıyorum ki, bu olmadan iktisat da yapılamaz,politika da. (s.33)

• Şehir planları yaparak bütün ülkeyi düzenleriz zannetmek planı bir ilah gücünde tasavvur etmektir; yanılgıdır. Bu yanılgı Türk şehirlerinin içine düştüğü durumu ortaya çıkarttı. Eğer mimariyi, onu taşıyacak iktisadi ve sosyal temayül ve yönelişlerle bütünleştirememişsek, bir toplumsal bilinç haline getirememişsek onu devam ettirmek imkanımız yoktur. (s.34)

• Meydana getireceğimiz biçimler insan ölçüsünde olmalıdır, insanla ezmeden, rahat ve bilinçli ilişki kurulabilmelidir. Küçük, onun için güzeldir; ’Küçük güzeldir’ sloganı onun için gündeme geldi. (s.37)

• Bilinci biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim.. (s.38)

• İslamın gündemindeki ilkelerin en önemlisi tevhid ilkesi. İnsanın söylediğiyle yaptığının tamamen aynı olması lazım geldiği şeklindeki ilke. İnanç ile yapılan arasındaki münasebet bütünlüğünü modern İslam alemi hiçbir şekilde tesis edemiyor. (s.45)

• Rönesans birkaç temel tavır ile tarif edilebilir.Bunun belki en belirgin tarafı mutlak objektif bakış açısı denebilecek bir bakış açısıdır. Rönesans resminde, bakan gözün bulunduğu noktadan ne görülüyorsa o anlatılır. Önceden kabul edilmiş hiçbir değerlendirme, bu anlatımda görüntüyü tadil etmez. Hakikatin görülenden ibaret olduğu, hatta hakikatin o anda görülen şeklinin hakikatin bütünü olduğu zannı hakim olmaktadır. Tabiî bu varlığı anlamak bakımından son derece daraltıcı, kısıtlayıcı bir görüş açısıdır. Bu beraberinde birçok başka yanılgıyı da sürüklemektedir. (s.61)

• Üslup inançlarımızın yapılana yansımasıysa, inançlarımızı aksettiren üslubun evrensel değerlere dayanarak üretilmesine mani olacak hiçbir şey yok. Biz bunu idrak etmişsek, yani evi insanları soğuktan koruyacak bir kılıf diye kabul etmiyorsak, insanı insan sayarak, çocuğun bilincinin gelişmesine yardım eden bir şey sayıyorsak o zaman evi bir hayvan ahırı gibi düşünmemize imkan yok. Hatta hayvan ahırını bile öyle düşünmeye hakkımız yok (s.67)

• Türk toplumunun geleceğin dünyasının oluşumunda oynayacağı rolün büyüklüğü aşikardır.Eğer bir milli mutabakatı vücuda getirecek şekilde konuyu tahlil eder, gündeme getirirsek, çeşitli ideolojik kesimlerden çözüm için temelde destek bulabiliriz sanıyorum. Mesela bir ‘standartlar ruhu’nun tekrar Türkiye’de gündeme getirilmesi imkanı bulunmalı. Standartlar ruhunun dayanakları da halkımızın inançlarında yatmaktadır (s.74)

• Modern sanat, yaşanan ve seyredilen olmak üzere ikiye ayrılır .İlki hayatın bir parçası diğeri ise seyirliktir. Seyirlik sanatlarda insanın rolü pasiftir. Siz bugün sinemada, tiyatroda, romanda sunulanın pasif seyircisi durumundasınız. O size kendi bakış açısını dikte ediyor. Bilinçlendirme aracı olmaktan ziyade, etkileme aracı. Ama mimari öyle değil. Sokakta yürürken bile binaların çevreyle ,insanlarla ilişkilerini öğrenebilirsiniz. Bu öğrenme biçimi sizin şehre ve dünyaya yeniden katılmanızı sağlar. dolayısıyla iş yine mimarlara düşüyor.(s.83)

• Çevre bilincine sahip insanlara büyük görevler düşüyor. Bu insanların konuyla ilgili aktif katılımı mümkün kılınmalı. Mahalli özellikler, insan boyutu hiçbir zaman göz ardı edilmemeli. Taklit bir mimari yerine insanımızın ihtiyacı birinci şart olarak gündemine alan bir mimari politikası üretilmeli. Yeni şehirler yaklaşımı içerisinde teferruatçı, kısıtlayıcı dondurucu yapılar yerine yerel gerçeğe açık şehirler inşa etmek gerekiyor. Mimarlık mesleği bugün olduğu durumdan farklı bir yapılaşmaya yöneltilmelidir. Bütün mimarlığın bir üst düzey yaklaşımla yönlendirilmesi gerekir. (s.91)

• Mimari, insan ile varlık arasındaki ilişkiyi, maddi, organik, ruhi ve fikri bütün varlık alan ve tabakalarında düzenleyen disiplindir.Varlık ile ilişkisini bilinçle düzenlemek insana özgüdür. Dünya ile bilinçli ilişkisini düzenleyemediği aşamada insan yalnızca fizyolojik bir yaratıktır. (s.93)

• İslam genellikle zannedildiği gibi bir kırsal kültür değil, bir şehir kültürüdür. İslam şehirde gelişmiştir ve bir şehirden bir başka şehre yerleşmesi dinin karakterini, takvimini belirlemiştir. Medeniyet kelimesinin kaynağını teşkil eden şehirde (Medine) inkişaf etmiştir. İnsanlık tarihinin çok müstesna bir ürünüdür İslam şehri. Bu şehri iki özelliğiyle algılamak mümkün. Biri hakim iradenin görünür olmaması, ikincisi de kendiliğinden oluşmuş bir güzellik olması (s.98-113)

• Biliyoruz ki ‘oda’ kelimesi ‘otağ’ dan geliyor. Bu odanın Bizansla ilgili olduğu hususundaki masalların yanlışlığını da açıkça ortaya koyuyor. Otağ iki odadan oluşuyor,sonra bunların arasında ‘hayat’denilen alan yer alıyor ve ön tarafta bunları birleştiren yer asırlarca örtük kalıyor. (s.119)

• Sanıyorum İslam’ın bütün dünyadaki sorunu bu: Bütünü kurmak. O bütün kurulmadan girişilen teşebbüsler zahiri gelişmelerden öteye gitmiyor. Tevhidi yaklaşımdan yoksunsak o zaman bir nevi şirk içindeyiz demektir. Doğrusu bütün İslam dünyasında çok yüksek sesle yapılması gereken bu gibi geliyor bana. Estetik, inancımızdan ayrı bir şey değil; eğer biz onu doğru bir şekilde kuramıyorsak iki sebebi vardır: Ya inancımız çok yanlıştır ,yahut inancımızla onun arasındaki bütünlüğü hissetmiyoruz demektir.(s.131-132)

• İnsanın dünyada günahkar olduğuna, dünyanın bütünüyle bir günah ortamı olduğuna inanan Hırıstiyan telakkisine göre dünyada maddeyi temsil eden her şeyin günaha tekabül etmesi gerektiği, insanı günahkar dünyadan cennete götürecek iradenin esas olduğu telakkisi, insanın bugünkü (dünyevi) günahkarlığının, günahkar insanın sebep olduğu felaketleri, ağlaşmaları, ıstırabı tasvir şeklindeki Hırıstiyan tavrına karşılık, İslamın tavrı dünyayı güzelleştirmeyi, dünyaya adeta onu güzelleştirecek bir zinet mahiyetinde unsurlar ilave etmeyi, bir nevi yeniden cennet yapmayı gündeme getiriyor. Dünyanın maddi cephesini günah sayan Hırıstiyan tavrı, maddenin madde olarak güzelliğini adeta dışlarken, Allah’ın yarattığı her şeyin güzelliğine inanan Müslüman, bunların tevhidi bir yaklaşımla anlaşılmasını ve tesis ettiği değerler hiyerarşisi içerisinde her şeyi yerli yerine koyarak bir güzelliğe erişilmesini amaç ediniyor. (s.148-149)

• Standartlar düzenini kuracak seçkin düşünür ve mimarlar topluluğunun tarihi tecrübüye saygı ile bugünün ve geleceğin meselelerini doğru tahlil ederek oluşturacakları çözümlerle en mütevazi ailenin evini bile güzelleştirecek ve toplumun pay aldığı bir uygarlık vücuda gelebilecektir. (s.171)


www.tarih-kultur.com
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İMAR, MİMARÎ ve ŞEHİRCİLİK Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com