EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Basyücelik ve Ahlâkî Terakki

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cmt Hzr 21, 2008 9:54 pm    Mesaj konusu: Basyücelik ve Ahlâkî Terakki Alıntıyla Cevap Gönder

Başyücelik ve Ahlâkî Terakki

Uğur YAMAN

Son yüz elli yıllık tarihimize damgasını vuran en önemli kavramların başında "terakki" gelir. “Aşk”ı kaybeden ve mensuplarını her an bir ibdâ hamlesi yapmakla mükellef tutan İslâm’ı kabukta yaşayan kaba softa- ham yobazların toplumun her an değişen ihtiyaçlarına cevap verememesi neticesinde "terakki", 18. yüzyılın (ilkel) pozitif nitelikli bilim ve teknoloji anlayışı ile malûl olarak telâkki edilir.

İslâm’ın kaba softa- ham yobaz elinde kenetlenmesi ile birlikte insanın en büyük vasıflarından olan "müterakkilik" vasfı da yitmeye başlamıştır. Müslümanın yitik ve öz malı olan hikmetin "öz"ünü alıp posasını yine bize bırakan Batı’nın terakkisi; sadece bilim ve teknolojik olarak görülmüştür.

“Terakki”den kasdolunan "daha iyi"ye doğru değişmeyse; "daha iyi" de pozitif nitelikte olan bilim ve teknoloji ise o zaman toplum "daha iyi olan"a doğru tekâmülünü gerçekleştirmelidir. Madem "daha iyi"nin ne olduğuna "daha iyi"ler karar veriyorsa, modernleştirme de "en iyi" olduklarının vehminde olan bir grup elit eliyle gerçekleştirmeliydi.

Günlük ve politik itiş- kakışlar değil de geniş anlamda siyaset; hayat tarzlarını, çeşitlerini, hayat telâkkilerinin kendinden doğduğu özelliklerin, "ideal hayat"ın nasıl tatbik edileceği ile meşgul olur. “Mânâ ve yönünün tayininin ardındaki kültür hamulesiyle ölçülen” siyaset; her zerresi tam ve tezatsız olan bir ideolocya manzumesinin manivelasını teşkil eder. Siyasî iradenin öyle veya böyle ideal olarak gördüğü hayatın tatbikinde belirlediği hukuk, eğitim, iktisat vd. siyaseti işin daha ziyade "nasıl"ına dairdir. Nirengi noktası ilk başlarda teknolojik ve daha sonraları iktisadî terakki olan modernleştirme ile birlikte siyasî iradeyi elinde tutan bir grup elit aracılığıyla Osmanlı Devleti daha merkeziyetçi bir yapıya geçmiştir. Daha merkeziyetçi yapıya/ yönetime geçilmesi ile birlikte de menşei Batı olan mevzuatlar aynen kabul edilmiştir. İlerleyen dönemlerde sadece idarî mevzuatla kalınmamış, dünyanın yeni ekonomik düzenine ayak uydurmak amacıyla yine menşei Batı olan ticaret kanunları aynen alınmıştır.. Batılı kurumları alıp, mevzuat ve kanunlarını o idari yapıya uygun olarak değiştiren Osmanlı’nın siyasî iradesi "en iyi"yi topluma böylece gösteriyordu: "Teknolojik ve iktisadî terakki!..

"Kendi"ni kendi anlam haritasını oluşturmak suretiyle teklif eden ve bizim öz mallarımızı alarak terakkisini gerçekleştiren Batıya mukabil, Osmanlı dualist nitelikte olan ve "cihan imparatorluğu olma" duygusuyla yaklaşılan teknolojik (ve iktisadî) terakki için hiçbir muhasebe cehti gösterilemeden birçok kurumlar aynen alınıp tatbik ediliyordu. Sadece teknolojik- teknik ilerlemesi yönüne dikkat çekilen Batıya karşı mağrur halin yerini, Batı’nın üstünlüğünü kabul etme duygusu almıştır. Ve çok geçmeden «devletin temelini oluşturan ve temel unsuru olan "din" ile çatışıyor mu?..» sorusu/ sorunu ortaya çıkmıştır. Bu sorunun tezahürü halinde beliren Batılı kurumlar ile Batılı olmayanlar arasındaki çatışmanın giderilmesine dair gayretler de mağlup psikolojiye nişânedir. İslâm’ı kabukta yaşayan "mağlup"lar ve onların zaviyesinden İslâm’a yaklaşan "öteki"ler hep aynı soruyu sordular, soruyorlar: «İslâm terakkiye mani midir?!.»

Evvelâ hangi İslâm?!.

Daha doğru soru şu: "Hangi İslâm telâkkisi?.." Büyük Doğu- İbda külliyatında vasıfları detaylıca belirtilen kaba softa- ham yobazların İslâm telâkkisi mi?.. Yoksa, kendisinin her an bir ibdâ hamlesi yapmaya memur ve mecbur olduğunun idrakiyle «iki günü bir olan mutlak ziyandadır!..» şeklindeki ulvî oluş ölçüsünü her şeyden azîz bilen ve İslâm’ı İslâm gerçekliği içinde idrak çilesi çekenlerin İslâm telâkkisi mi?..

Ve hangi terakki?!.

18., 19. yüzyılın pozitif nitelikli olan bilim ve teknolojisi ile özdeşleşen terakki mi?.. Yoksa, ferdî şuurun yükselmesinden ibaret olan ve bu yönüyle insanın müterakkilik vasfını ifade eden ahlâkî terakki mi?..

**

İlerleyen dönemlerde "teknik- teknolojik terakki"yi yegâne terakki olarak gören ve bunu kendisine nirengi noktası olarak seçenlere mukavemet edecek, "İslâmcı” yaftalı aydınlar öylesine kompleksli bir tavra girmişlerdi ki «İslâm terakkiye mani değildir.»şeklinde savunmacı bir yaklaşıma sahip olmuşlar; asıl terakki’nin ne olduğunu gösterememiş ve bütün ölçülerin kendisine vurulacağı biricik mihenk olan İslâm’ı "asrın idrakine" konuşturmaya kalkmışlardır.

Mahcup ve sadece reaksiyonist ve bir tavır sergileyenlerce İslâm asrın idrakine konuşturulmakla kalmamış, idrak cücelerinin, nasipsiz reformcuların deforme zihniyetlerine İslâm oturtulmaya çalışılmıştır. «Elbette İslâm terakkiye mani değildir. İslâm’da reformla beklenen terakki gerçekleşir» gibi bir soysuz anlayış fikir tarihimize damgasını vurmuş, İslâm’a profan bir zihniyetle yaklaşan, İslâm’a susayan birçok masum fakat yine de mesul birçok bîçare bu hainlikleri görememiştir.

Hiç kimseyi sempati- antipati gibi alt seviyede ele almadığımız, serdedilen fikirleri fikrî çerçevede ele aldığımız artık cümle alemin malûmu. Malûmu ilan sadedinde belirtelim ki, her dem üstün tutulan hatır hakikatin hatırıdır ve bu hatıra bina edilen ilişkiler de fikir dostluğu ve fikir düşmanlığıdır. “Arınma Çağı”nda -hâlâ- kör alıcı konumunda olanların, yersiz alınganlıklarına sebebiyet vermemek için yaptığımız kısa izahtan sonra; "şakirt"lik iddiasında iddiasında olan fakat iddiasını ispata dair hiçbir çaba görülemediği için de Said Nursî Hazretlerine en büyük ihaneti eden, ortaokul çocuklarının körpe beyinlerine kadar "sızan" ve içimizde "sızıntı” olanların da; Kuran-ı Kerim’e adeta ve sadece "zoolojiye dair bir tetkik" için bakan ve meseleleri "hikemî" vechesiyle değil de "karıncanın gözündeki mucize" seviyesinden bakanların da; «kaynaktan yapmalıyız»ı diline pelesenk edenlerin de; C. Meriç’in ifadesiyle «mesuliyetsiz fikir züppeleri»nin de Nizamımızda fikrî olarak hiçbir hayat haklarının olmadığını bir kez daha hatırlatmak isteriz.

**

Terakkiye dair yanlış telâkkiler Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu inşa edip, "Başyücelik"i ideal olarak göstermesi, Salih Mirzabeyoğlu’nun da Başyücelik’i "Yeni Dünya Düzeni" olarak teklif etmesine kadar devam etti.

Beklenen İslâm İnkılâbının neticesi halinde tecelli edecek olan "İdeal" yegâne terakki telâkkisidir: O’nun ahlâkıyla ahlâklanmayı, İslâm ahlâk sisteminin devlet çatısı altında cem’ etmenin terakkisi!..

Biz meseleyi ahlâk, hukuk, devlet zaviyesinden genel hatlarıyla ele almaya çalışacağız.

“Olması gereken”i ihtar babında hukuk ve ahlâkın müşterekliği aşikâr… Beşerî münasebetleri, insan fiillerini tanzim eden, yöneten değerler etik alanda var olduğu gibi, bir topluluk içinde yaşayan insanların birbirleriyle olan münasebetlerini, fiillerini düzenleyen ilkeler ve bu ilkelere dayanarak konulan kurallar ve yasalar vardır. Ki bu kanun ve yasaların hepsine hukuk sistemi denir. Hak, adalet, özgürlük, söz verme, ahde vefa gibi soru ve sorunlar direkt olarak etik alanla ilgilidir.

Hadiseler karşısında takınılan “nasıl” tavrı olan ahlâkın alanında değerlerin yaptırım gücü, içtimaî alanda hiçbir zorlayıcılığı olmayan “vicdan”dır. Zorlayıcı gücü olmayan vicdanın olması gereken “en iyi”yi yapması, kötü bir işi yapmaktan alıkoyabilmesi için yüksek değerlere açık olması ve en iyi’yi gözetlemesi gerekir. İnsan, kendisinde kendini varlığı ile başka varlığı aynîleştirecek kadar, kararlarında fizikî mevcudiyeti(ni) aşmak zorundadır. Bu zorunlulukla vicdanına uyumlu hareket eden kimsenin iradesi saf hale gelir ve kendi yerinde başkası varmış gibi hareket eder. Böylece küllî olana yükselen insan, bizzat kendi “ben”inde bütün toplumun müşterek prensiplerini bulmaya ve kendi “ben”ini “olması gereken” olarak göstermeye, teklif etmeye muvaffak olur.

Ahlâk, ferdî şuurun yükselmesinden, bu seyir ve tekâmülden ibarettir. Ki burada şuur, umumî ve küllî olan kavuşur ve milletlerin ahlâkî kaideleri burada birleşir. Ve bu noktada uyulması zorunlu kaideler hâlini alan kurallarla hukuk kanunlaşır.

"Hayrı-ı a’la”yı göstermesi bakımından müşterek zeminde beliren ethik, ahlâk ve hukukun birçok müşterekliğinin olmasına mukabil, hukukun zecrîlik vd. vasıflarıyla da ayrılır. İnsan fiillerinde itici, önleyici güç olan "vicdan"ın her zaman yeterli olmadığı alanlar vardır. İçtimaî plânda vicdanın yerine geçecek bir “güç”ün, başvurulacak bir merciin olması gerekir. İşte vicdanın yerine geçen bu “güç” hukuk; başvurulacak mercii de “devlet”tir. Ahlâk alanında bir güç olan vicdan yerine geçen devlet gücü içtimai düzeni, insan ilişkilerini düzenlemek için bazı kural ve yasalar koyuyor ve bunlara uyulmasını özel organları aracılığı ile güvence altına alıyor.

**

Ahlâkın, ferdî şuurun yükselmesinden, şuurun orada umumî olana kavuşmasından ve bütün milletlerin ahlâkî kaidelerinin esasen burada birleşmesinden sonra sıra, hayrı- a’la’ya doğru terakkide hukukun ve devletin rolüne geldi.

«Devletin gayesi nedir?» meselesi etrafında serdedilen ve pratikte de varolan devlet şekilleri incelendiğinde mevzuun "devletin hududu" etrafında ele alındığı görülür. Klâsik Yunan düşüncesinde devletin gayesi sınırlı değildir ve devlet adeta mürebbiye rolündedir. Mesele bu şekilde vazedildiği zaman ferdî iradenin ancak devlet iradesinin tasdik ettiği nispette bir kıymeti vardır. Ortaçağda da devam eden bu anlayış ferdî hürriyeti o kadar hiç’e indirdi ki, iktisadî faaliyetten dinî faaliyete kadar bütün faaliyetler doğrudan doğruya “mutlak” hale gelen devletin iradesi neticesinde tecelli eder. İlerleyen dönemlerde devletin hududunu tayini meselesi tam zıt bir şekilde cereyan etmiş ve ferdî irade mutlaklaştırılmış, Spencer gibi düşünürler devleti “zarurî bir kötülük” olarak görmüşlerdir.

Devletin malûm üç temel fonksiyonu: Yasama, Yargı ve Yürütme. Aynı ahlâtan beslenen bu üç temel fonksiyon farklı fakat birbirleriyle ilintili tezahürleri şöyle oluşuyor:

«“Hukuk ahlâkın pıhtılaşmış” hâli ya...

Pıhtılaşmış: Teşekkül etmiş, şekillenmiş...

Kanun da, hukukun genel kurallar hâlinde şekillenmesi, uyulması zorunlu kaideler hâline getirilmesi...

İşte "Yasama-Teşrî" kanun yapma demek...

Hukuku kanunlaştırma...

Hukukla kanun arasında teori-pratik ilişkisi ve hiyerarşisi var...

Kanunla Yargı arasında da...

O zaman zincir şöyle oluşuyor:

Hukuk şekline dönüşen ahlâk, Yasama faaliyeti neticesinde kanunlaşıyor ve Yargı eliyle tatbik ediliyor, yani Yargı uyulması mecburi kurallar şekline dönüşen ahlâka uyulup uyulmadığını denetleyip, uygunsuzlukları tesbit ederek zorla tashihine dair karara dönüştürüyor...

İcra ise "karar-hüküm"leri gerekirse devlet gücünü kullanarak yerine getiriyor; pratikte adaletin tecelli etmesini sağlıyor...

Böylece devletin temel üç fonksiyonu olan "Yasama-Teşrî", "Yargı-Adliye" ve "Yürütme-İcra" aynı ahlâkın birbirine bağlı ama farklı pratikleri hâlinde ortaya çıkıyor... Ve devlet çatısı altında "bir"leşiyor...

Bu tablodan "devlet"in ahlâkın içtimaî alan üzerinde "pıhtılaşmış-teşekkül etmiş-şekillenmiş" hâli olarak ortaya çıkışını seyredebiliyoruz...” (2)

**

«Devletin gayesi nedir?»e dair verilen cevaplar çok kısa bir şekilde ifade edildiğinde dahi meselenin nirengi noktasının “hürriyet” olduğu kolaylıkla görülebilir. Aynı zamanda “hürriyeti iyi kullanma sanatı” da olan ahlâk çerçevesinde hürriyet bahsine gelirsek:“(…) ahklâkî kanunun afakî yahut hukukî olan diğer bir manası daha vardır. Kanun, failin muhtar prensip olarak hareket etmek zaruret yahut vazifesini yarattığı anda, ona, bu sıfatla herkesi kendine hürmet ettirmek selâhiyeti de verir. Ve faile, muhtar prensip olmak sıfatıyla, kendi faaliyetinde, başkaları tarafından durdurulmamağı ve istikhaf edilmemeği talep etmek iktidarını da izafe eder. Şu halde ahlâkın afaki şartı, yani hukuk prensibi olarak, şahsın daimi ve gayri kabili tecavüz imtiyazı, herkesin herhangi bir diğerine karşı, bütün dünyaca değeri olan ve tecrübeye müstenit bir talep hakkı mevcuttur, ve yine herkeste bu hududa riayet etmek mütekabil vazifesi vardır ki bu hudut aşılınca diğer tarafın muhalefeti meşru ve haklı olur. İşte bu koparılması kabil olmayan bağda, bu iki taraflı ve enfüsiyet ötesi (transubjektif) müşterek müşterek münasebette, hukukî tayinin vasfı tebarüz eder.” (3)

**

Hulâsa edilirse…

Ahlâk olaylar karşısında takınılan nasıl tavrıdır. Ve ferdî şuurun yükselmesinden ibaret olan ahlâkın bu yönü vurgulandığında insanın müterakkilik vasfını da belirtmiş oluruz. İnsanın fiillerini, yapıp- etmelerinin biricik ölçüsü olan “vicdan”ın içtimaî plânda caydırıcılık vasfını yitirdiği vakit, caydırıcı, zorlayıcı müeyyideleri koyan devlet… Toplum vicdanının terennümü olmanın yanı sıra topluma hayr-ı a’la’yı gösteren hukuk… “En iyi”lerin tasarrufu altında olan, biricik hürriyeti Hakk’a kölelikte bulan, Nizam(ın)a aşık kadrolardan müteşekkil siyasî dehaların iradesi neticesinde beliren terakki…

İnsanın müterakkiliği vasfının ifadesi olan yegâne terakki; ahlâkî terakkidir!..

« “İslâm ahlâkı”nın içtimaî alan üzerinde nasıl teşekkül edebileceğine dair bir ve tek proje…» (4) olan Başyücelik de yegâne İdeal!..

Dipnotlar:

1-Salih Mirzabeyoğlu, “Hukuk Edebiyatı -Nizam ve İdare Ruhu-”, İBDA Yay., Aralık-1989, s.17

2-Av. Harun Yüksel , "Başyücelik Devleti’nde Yasama – Kuralları ‘En İyi”ler Koymalı- ”,

3- Gıorgıo Del Vecvhlo, “Hukuk Felsefesi Dersleri”, İstanbul Maarif Matbaası, 1940, s. 314

4- Av. Harun Yüksel, a.g.y.

http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?showtopic=2475

25 yıldır karton kutuda yaşıyor, yine de şükrediyor

27 Ağustos 2009 Adana'da kimsesi olmayan 60 yaşındaki Nesih Rağbetli, karton kutudan yaptığı bir evde 25 yıldır yaşam mücadelesi veriyor. Kepenk yağlayarak geçimini sağlayan Nesih Rağbetli, "Kazancım çok az ama hayatımdan memnunum" dedi.
Şanlıurfa'nın Hilvan ilçesinde 1949 yılında dünyaya gelen Nesih Rağbetli, anne ve babasını genç yaşında yitirince kardeşiyle yaşam mücadelesi vermeye başladı. Ekonomik durumları iyi olmayan Rağbetli, 25 yıl önce ağabeyini de kaybetti. Kimsesiz kalan Rağbetli, Şanlıurfa'da geçinemeyince Türkiye'yi il il dolaşmaya başladı. Erzurum, Gaziantep, Mersin ve Adana'ya giderek yaşam mücadelesi veren Rağbetli, bu illerde karton kutulardan yaptığı 1 metrelik alanı kapsayan evinde yaşamaya başladı.
Gaziantep'ten 3 yıl önce kendi mobileti ile Adana'ya gelen Rağbetli, burada da karton kutudan yaptığı evde yaşam mücadelesi veriyor. Buzdolabı kutusuna benzeyen evinde yatacağı bir kaç tane battaniyesi ve kıyafetleri bulunan Nesih Rağbetli, yemeğini kartondan evinin karşısına kurduğu ocakta pişiriyor.

"HAYATTA KİMSEM YOK AMA BEN MUTLUYUM"
Hayatta birinci derecede akrabası olmadığını, küçük yaşta anne babası ve ağabeyini kaybedince ekonomik nedenlerden dolayı evlenemediğini bu nedenle eşi ve çocukları da olmadığını belirten Rağbetli, "Benim kimim kimsem yok. 25 yıldır il il gezerek kepenk yağlayarak geçimimi sağlıyorum. Yağlama karşılığında ne verirlerse alıyorum. Gittiğim illerde de kartondan evimde yaşıyorum. Ama Allah'a çok şükür çok mutluyum. Benim kaderim böyleymiş ne yapayım" dedi.
Banyo ve yemek ihtiyacını da 1 metrelik alana kurduğu karton evinde giderdiğini anlatan Rağbetli oruç tuttuğunu belirterek şunları söyledi:
"Oruç tutmadan önce kazandığım 3-5 kuruş para ile dışarıda yemek yiyordum ama şimdi yemeğimi kendim yapıyorum. Kendime karton evimin karşısına ocak yaptım orada yemek pişiriyorum. Önceleri tüpüm vardı ama benim olmadığım bir zaman tüpü almışlar. Benimde tüp alacak param olmadığı için kendime ocak yaptım. Çevreden odun toplayıp ateş yapıp çay demliyorum. Banyo ihtiyacımı da yine burada gideriyorum. Kartonun üzerine naylon çekiyorum ondan sonra banyomu yapıyorum. Çamaşırımı da kendim yıkıyorum, Hayatım çok
zor ama kısmet."
60 yılda bir kez hastalandığını vücudunun sağlam olduğunu, gözlerinin de gördüğünü bu nedenle kimseden yardım istemeden ayakta durduğunu anlatan Rağbetli, "Allah'a şükür, elim ve ayağım tutuyor. Tuttuğu sürece de çalışmaya devam edeceğim. Ben hayattan fazla bir şey istemiyorum. Onun içinde kazandığım para bana yetiyor. Kimseye ihtiyacım yok" diye konuştu.
Nesih Rağbetli çevreden gelen mahalle sakinlerinin para vererek yardım taleplerini de geri çevirdi. İş yapmadan para alamayacağını bu durumun kendisini zorda bıraktığını belirten Rağbetli, "Ben dilenci değilim. Allah'a şükür benim bana yetecek param var. Ben bunu ancak bir iş yaparsam onun karşılığında alırım" dedi. FATİH KEÇE-YUSUF KOYUN

netgazete

Cahiliye devrinin Araplarına benzedik..
Ahmet TAKAN
ahmettakan@avazturk.com
28 Nisan 2010

Yazımın başlığı biraz ağır kaçmış olabilir. Bugüne kadar yazdığım birçok yazıda frene basmaya becerebildim.Ama bugün öfkemi bir türlü yenemiyorum.Onun için okurlarımdan peşinen özür diliyorum.

Şu düştüğümüz hale bir bakın!

Yurdun her köşesinden çocuk tecavüzleri, çocuk istismarı,seri cinayetler haberleri geliyor.Artık eskiden 3'ncü sayfa haberleri olarak tanımladığımız ve pek sık rastlamadığımız bu tip haberler(sıralayıp da bir kez daha sinirlerinizi bozmayacağım) gazetelerde manşet, televizyonlarda birinci haber oluyor.

Önce çuvaldızı kendimize batıralım.

Bu haberleri manşetlerine taşıyan medyanın hiç mi günahı yok?

Günahın paylaşımında en büyük payı medyanın alması gerekir. Yıllardır çağrıldığım her toplantıda gırtlak patlattım “aile yapımızı ve nesillerimizi TV ve gazeteler aracılığıyla mahfediyorlar. Türk’ün önce kadın sonra da aile yapısını bozdular mı gerisi kolay” diye. Örnekler verdim;Kaynana Semralardan,abuk sabuk yarışma programlarından,televole programlarından,seviyeli birliktelik haberlerinden,Brezilya dizilerinden.

Benim gibi toplumun geleceğini düşünen nice insan bağırdı durdu.

Ne oldu?

Bizler olduk senaryocu paranoyak, onlar oldu ilerici açılımcı.

Çoluk-çocuk tüm aile hepimizin ayakta olduğu çeşitli zaman dilimlerinde açın televizyonları..Cerahat akıyor..Cerahat.

BBG evlerindeki rezaletleri bile çoktan aştık. Sözde magazin programlarında gizli kameralarla çekilen ve “ünlü felan filaaan,ünlü felan filaaaanla ,falanca restoranda gizlice öpüşürken yakalandı” şeklinde ciyak ciyak anoslarla evlerimizin içine servis edilen yarı pornografik görüntüler.

Yerli diziler daha da rezil.Kim kime sulanıyor,kim kime sarkıyor,kim kimi düdüklüyor belli değil.Her türlü yasak ve gayrimeşru ilişki alenileştirildi.Üvey anasına sarkan gençler,baldızına sulanan enişteler,aklınıza gelecek ve gelemeyecek her türlü rezil ilişkiler.Gençlik ve çocuk dizilerine bir bakın.Görüntülerde porno yok ama gencecik beyinlerin içine neler zerk edildiğine bir bakın.Mesajlarla işlenen şiddet ve porno...Sonrada açın gazete haberlerine bakıverin.O gazetelerde okuduklarınıza bunların hiç etkisi olmadığını mı zannediyorsunuz?..

Ya gazeteler ve internet siteleri?

Bizim gençliğimizde basılan bazı magazin dergileri vardı.Biz onları o zaman porno dergi zannederdik.Kadınları en fazla bikinili görebilirdik.Ara sıra göğüsleri açık kadın resmi koyarlar onlarında üstüne büyük büyük siyah yıldızlar atarlardı.Şimdi gazeteler bir bakın.O zamanın magazin dergileri bugünkü gazetelerin yanında Hayat Ansiklopedisi sayılırlar.Manşetlerdeki hatunların resimleri ve en özel hayatlarının en özel ayrıntıları,arka sayfa güzelleri.Ne ararsanız var!

Artık gazete ve televizyonların yerini alacağına kesin gözle baktığımız sanal alemde işler daha da acı.Ne kanun var ne de sınır.Bakın en ciddi gazetelerin internet sitelerine,en ciddi haber sitelerine..Çıplak hatun veya cinsel içerikli bol fotoğraflı haber koymayan site tık alamıyor.

Sakın bana çağın gerekleri gibi sakil gerekçeleri söylemeyin. Çağın adı ne olursa olsun,hangi çağda olursak olalım tek ve değişmez everensel gerçek bilirim. YÜKSEK AHLAKLI OLMAK.

Hangi çağın hangi şartı bunu ortadan kaldırabilir?

Bu arada ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar ne yapıyor?

Sözde gündemlerle, kayıkçı kavgası.

12 Eylül zulmü ile bir nesli dümdüz ettiler üzerinden geçtiler. Gencecik fidanları asıp işi bitirdiler mi?

Arkadan da Turgut Özal felsefesi ile gelecek nesillerin ruhlarını ve beyinlerini yozlaştırdılar.Kafaları boş,pop kültürüne sıvanmış bir gençlik yattılar.Adını da “varoş gençliği“ koyup bir güzel iğdiş ettiler.

Bir milleti toptan yok etmek için ellerinden ne geliyorsa planlı bir şekilde uyguluyorlar.

Ülkemizin yalnızca okyanus ötesinden iktidara getirilen siyasilerle mi yıkıldığını zannediyorsunuz?

Fiili işgalden önce beyinleri ve kalpleri yok edip tutsak alıyorlar, bu arada siyasi işgal alışmalarına devam ediyorlar. Arkasından ne geleceğini söylemek bile istemiyorum.

Bizler Çanakkale’yi ve Kurtuluş savaşını hangi sayede kazandığımızı unutmuş ve o savaşların nasıl dünya milletlerine örnek olduğunu,o yüce değerleri,büyük inancı ve yüksek ahlakı çoluğumuza çocuğumuza anlatamıyor olabiliriz.Ama inanın bana yüzyılıdır kıçındaki tekme acısını unutmayan empeyalistler bu savaşı nasıl kazanacaklarını ,bunun en önemli yolunun da Türk aile yapısını bozmak ve Türk'ün ahlakını yozlaştırmak olduğunu çok iyi biliyorlar.Çünkü onların gençleri Türkün genetik kodlamasını incelerken bizim gençlere Ricky Martin dinletiyorlar.

Biraz da okullarımıza eğilelim..

Okullarımızdaki din dersini yıllardır tartışıp durduk.”Yok efendim seçmeli olsun zorunlu mu olsun,haftada bir saat mı yoksa iki saat mi?” diye.

Sonunda karar kılındı dersin adı Din Kültürü ve Ahlak bilgisi oldu.İlköğretimde iki saat liselerde bir saat.Dersin içeriğine bakın bom boş.Bunu niye yaptık.Batılılar bizi laiklikten uzaklaşmakla ayıplansın diye.Sonra ne oldu “başörtüsü” diye diye iktidara gelen sözde en mukaddesatçı iktidar bir AB sevdası yüzünden “AB formatlarına uyduracağız “ diye müfredatın içini boşaltıverdi.Tam adamların istediği gibi.

Ey! ılımlı İslamcılar gidin de kapılarında dilinizin pelesenk olduğu o AB ülkelerinin çocuklarına din eğitimini nasıl verdiğine (çek-senet takip etmekten fırsat bulursanız) bir bakın..

Daha Nisan ayındayız. Gidin okulların içler acısı halini,öğretmenlerin perişanlığını,öğrencilerimizin pejmürdeliğini bir görüverin.Bir dönemde 10 gün okula gelmeyen öğrenciye okul idareleri, “bu öğrencini devamsızlığı devamsızlık sayılmaz ki “ diyorlar.

Nimet Çubukçu diye bir Milli Eğitim Bakanımız var. Göreve geldiğinden beri hangi icraatını hatırlıyorsunuz?Okullarda bir anket yapın “ Milli Eğitim Bakanı kim?” diye bırakın öğrencileri kaç öğretmen adını doğru yazar acaba?

Kadın ve aileden sorumlu Selma A.Kavaf ne yapar? Bileniniz var mı?

RTÜK ne yapar?

Bunu bildiğim kadarı ile ben cevaplayayım;

Yandaş TV'ler için düzenlemeler ve kolaylıklar...(gerisi için burada frene basacağım)

Diyanet İşleri Başkanlığı ,İmam-Hatip tayinleri ve cuma hutbelerini hazırlama dışında ne iş görür?

Televizyonlarda soytarı kılıklı,lakabı hoca olan, cukkayı doldurmaktan başka hiçbir düşüncesi olmayan bir sürü adam, en kutsal inancımızı saçma sapan şeylerle tahrip ederken bunlar ne yaparlar?

Diyanetin televizyonlara göndereceği hiç mi yetişmiş insanı yok? Diyanetteki muhterem hocaefendiler şu günlerde televizyonlara çıkıp konuşup; il il,ilçe ilçe dolaşıp konferans vermeyeceklerde hangi gün işe yarayacaklar?

Olur mu canım? Sen ben kavgası yapıp,Diyanette yumuşak koltuk kapmak ,iktidarın en ballı bakanlıklarına yatay geçiş yapmak varken bunlarla kim uğraşır!..

Yaygın,örgün,din her türlü eğitimden elinizi eteğinizi çekin.Bırakın her türlü işinizi cemaatler halletsin.Onlarda kursun rant düzenlerini.Din adına palazlanıp semirsinler.Sonra oturun bir köşeye devletçilik oynayın.Ara sıra da timsah gözyaşları dökün.

Tabii kolay mı, ülkeye giren kara paranın paylaşımını yapmak, memleketin tüm varlıklarını satmak,nasıl bir tezgah kurarız da kime ne ithal ettirip voleyi vururuz diye organizasyonlar yapmak?

Bazılarını tuzu kuru nasılsa? Onların çocuklarına ABD ve İngiltere'de her türlü imkanlar (tedavi hizmetleri de dahil!) hazır...

Bizim çocuklarımızın vatanı burası,Türk toprakları.Bizim çocuklarımızın doğdukları yerde ölecekleri yerde beli:TÜRK YURDU!

Tekrar tekrar altını çiziyorum. Çocuklarımıza mutlaka cahiliye devrini okutun ve öğretin.İki cihan güneşi Peyagember efendimiz Hz.Muhammed'in (S.A.V) ahlakını ve yaşayışını çocuklarımıza tekrar tekrar öğretin.Hz Ali'yi,Hz Ömeri,Sehabenin yaşayışını anlatın.Bunun yanında asırlarca dünyaya hakim olmuş medeniyet götürmüş Türk'ün töresini beyinlere kazıyın.

Bakın o zaman bu sözde Müslümanların bize yaşattığı cahiliye karınlığını yüksek ahlaklı Müslüman-Türk genci bir çırpıda nasıl kökünden kazıyor. Aynı Çanakkale de olduğu gibi bu İngiliz tipi Müslümanlara ve onların patronlarına nasıl bir daha “ geldikleri gibi giderler “ dersinin en esaslısını veriyor...

Avaztürk

Hani “Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytan”dı?..

Oğuz Gürses




AKP’yi kimler kurmuştu?

“Millî Görüş gömleği”ni çıkaranlarla radikal İslâmcılık gömleği”ni çıkaranlar...

Sonra da iktidar nimetlerinden istifade fırsatını kaçırmak istemeyen solcusu, liberali, kemalisti, Alevîsi...

Gömleğini çıkaran AKP’ye koştu...

TC’de İktidar, efsunu da rantı da bol olan bir yer...

Yeter ki küreselcilere kul ol...

Küreselcilere kul ol da ne olursan ol...

Çıkar gömleğini gel mamaya...

Gömlekler çıkarılmadan önceki günlerde Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül şu bu... Bütün AKP önde gidenlerinin de, arkada kalanlarının da dillerinden düşürmedikleri bir hadis vardı:

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır”...

Ne müthiş, ne güzel bir prensip...

Bir haksızlık varsa susmayacaksın...

Susarsan...

Ki Şeytan bütün haksızlıklar karşında sevinç içinde susmaktadır... Hiçbir haksızlığa hiçbir şekilde karşı çıkmamaktadır...

Zaten o haksızlığın en büyük destekçisi/sponsoru/teorisyeni bizzat şeytanın kendisi değil midir?...

İşte o yüzden...

Susarsan bir haksızlık karşısında...

Daha önce hangi gömleği giymiş veya çıkarmış olursan ol...

Şeytan’ın gömleğini giymiş olursun...

Tam o anda...

Haksızlık karşısında sustuğun anda...

Şeytan gibi olursun...

Şeytan’dan olursun...

Şeytan olursun...

Şimdi şu habere birlikte gözatalım:

***

'TECAVÜZÜ PROTESTO EDENE GÖZALTI'



30 Nisan 2010
Siirt Üniversitesi Öğrenci Kolektifi dün Meslek Yüksekokulu (MYO) önünde bir basın açıklaması yaparak, kentte yaşanan tecavüz ve cinsel istismar olaylarını ve devletin bunların üstünü örtmeye çalışmasını protesto etti. Eylem sonrası bir basın açıklaması yapan Barış Ataman üniversite çıkışında sivil polisler tarafından gözaltına alınarak sorgulandı
Dün (28 Nisan) Siirt Üniversitesi’nde bir araya gelen yaklaşık 200 üniversiteli “Kadınlardan ve çocuklardan elinizi çekin” yazılı pankart açarak bir yürüyüş gerçekleştirdi. Ellerinde “Güvenli bir gelecek istiyoruz”, “Sorumlular derhal yargılansın”, “Kız kardeşlerimize dokundurtmayacağız” yazılı dövizler taşıyan öğrenciler Siirt Valisi'nin açıklamalarını protesto eden sloganlar atarak üniversite çıkışına doğru yürüdüler. Yürüyüş sırasında öğretim görevlileri ve öğrenciler de eyleme alkışlarla destek oldular.

Öğrenciler yürüyüşün ardından üniversitenin önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklamasını okuyan Barış Ataman Siirt Valisi’nin "Bölücülük ve eylem yapmasınlar, fuhuş yapsınlar" sözlerini kınayarak Vali Necati Şentürk'ü istifaya çağırdı. Siirt’te yaşanan tecavüzlerin ortaya çıkmasının ardından savcılık tarafından gizlilik kararı alınmasını da eleştiren üniversiteliler “Polisler, cemaat şeyhi, asker, AKP milletvekilinin yeğeni ve daha birçok kişi bu insanlık dışı eyleme katıldığı için mi gizlilik kararı alındı?” diye sordular. Yaşananları açığa çıkaran rehberlik öğretmenine teşekkür eden üniversiteliler "Tüm zanlılar sorgulanıp cezalandırılana kadar bu olayın peşini bırakmayacağız" dediler.

Eylem sonrası gözaltı

Eylem ve basın açıklamasının bitmesinin ardından, basın açıklamasını okuyan Barış Ataman iki sivil polis tarafından üniversite çıkışında zorla polis aracına bindirilerek gözaltına alındı. Kendisine “çocuklara tecavüz eden kişilerin isimlerini açıkladığı” için gözaltına alındığı söylenen Ataman'a karakolda Öğrenci Kolektifleri hakkında sorular soruldu.

Ataman'ın gözaltına alınmasını protesto eden arkadaşları ise “Dışarıda suçlular ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlar, bu olayları protesto edenler ise karakollara götürülüyor.” sözleriyle tepkilerini dile getirdiler. (*)

***

Siirt’tte olanlar malûm...

Tekrar etmeye bile dilim varmıyor, yüreğim dayanmıyor...

Öğretmeni, memuru, esnafı, öğrencisi bir ilköğretim okulunu kerhaneye çevirmişler ilkokul çocuklarına toplu tecavüz ediyorlar...

Yatılı Bölge İlköğretim okulu öğrencilerinin yaptıkları ise ayrı bir facia...

Bunlar bir haksızlık mıdır?

Hem de nasıl?

Siirt’teki Üniversite öğrencileri bu vahim haksızlığa karşı çıkmak için toplanıp gösteri düzenliyor ve hazırladıkları bildiriyi okuyorlar...

Ne güzel...

Eşşek kadar adamlar gırtlaklarına kadar pisliğe/haksızlığa gömülmüşken bu ülkede...

Bu ülkenin genç evlâtları susmuyor...

Haksızlığa karşı çıkıyorlar...

Peygamberlerinin kendilerinden yapmaları istediği şeyi yapıyorlar...

“Aferin onlara” demelerini bekliyorsunuz değil mi?

Hiç olmazsa eski günlerin hatırına...

Gömlekleri çıkarmadan önce dillerinden düşürmedikleri bu hadisin hatırına...

Onlar ne yaptı peki?

- Ne?

- Haksızlığa karşı çıkmak ha...

- Al! Al! Al! Bunu da Al... Onu da Al... Vurmayın Lan... Dıııııııııııııııııt!...

Haksızlığa karşı çıkmak bir yana...

Haksızlık karşısında susmak öbür yana...

Yahu bunlar haksızlık karşısında susmayanları bile susturuyorlar...

Uyanmanız için daha ne yapmaları lâzım acaba ey hipnotize olmuş ecmain/şakirt kardeşler..

Dipnot:
* sendika.org

29.5.10
Kapitalist ahlaksızlığın kökeni
SELÇUK SALIH CAYDI

Size, yayımlanacak yeni kitabıma da aldığım
eski yazılarımdan birini sunuyorum...




Norveç parlamentosunun stenografı Hans Jaeger, kendi halinde, varlığıyla yokluğu belli olmayan ruh gibi bir memurdu –ta ki Kristiania-Boheme adlı otobiyografik romanını yazana kadar. 1885’de yayınlanan kitap müstehcen bulundu. Tanrıya hakaret ettiği gerekçesiyle, piyasaya çıktığının ertesi günü yasaklanıp toplatıldı. Yazarı, parlamentodaki işinden derhal kovuldu. Jaeger, yıllar yılı çeşitli işlerde sürttükten sonra 1902’de Paris’e düştü. Yazdıklarından pişman gibi bir hali vardı. Artık 48 yaşındaydı ve Tanrı ile ahlak hakkındaki fikirlerini onların lehine değiştirmiş görünüyordu. Jaeger önce devrimci-anarşist çevrelerde boy gösterdi ve nihayet 1906 yılında “Anarşinin İncili'ni yayımladı (1) Kitap, hiç kimsenin, ama hiç kimsenin dikkatini çekmedi.
Mammon (2), zafer kazanmışların edasıyla Tanrı'nın karşısına dikilmiş, onunla tartışmaktadır. İnsanoğlu’nun, kapitalin aptallaştırıcı ve ahlaksızlaştırıcı etkisine karşı ayaklanmayı akıl edemeyecek kadar akıl fukarası olduğunu anlatmaktadır Tanrı'ya. İnsanların çalışıp koşturmaktan, yaşamaya fırsat bulamadıkları hayatlarına öfkelenip kızmak gibi doğal reflekslerini bile kaybettiklerini anlatıp keyiflenmektedir. Hatta Tanrı’ya, yeni bir Tufan’la İnsanoğlu’nu yeryüzünden tamamen silmesini önerir. “Kartları yeniden kar ve yeniden dağıt” der. “Yeni bir oyuna, (…) bu kez senin daha donanımlı (akıllı) yarattığın yeni bir Adem ve Havva ile başlayalım. Yoksa bu oyun da çok can sıkıcı olacak.” (3)
İnsanoğlu, gerçekten bu kadar umutsuz bir vaka haline mi gelmiştir? Bütün tarihi boyunca sadık kaldığı ve ona, dünyadaki yaşam şartlarını ilelebet nasıl koruyabileceğini anlatan temel ilkeleri nasıl olmuştur da bukadar çabuk terketmiştir ve pupa yelken global ekonomik/sosyal/çevresel felaketlere yelken açabilecek kadar kendisini kaybetmiştir? “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek, Allah’a mahsustur” (4) diyen söylemler, “Eski Dünya Düzeni”nin temel ekonomik prensibini oluşturmaktaydı. Bu ilkeye göre, insanın Tanrı’dan gelen rızkı, tam bir belirsizlik içeriyordu. Tanrı kimseyi aç bırkmıyordu, herkesin rızkını veriyordu, ama önemli bir şartı vardı. O rızkı, nasıl ve ne zaman vereceğine bizzat Tanrı karar veriyordu. İnsanoğlunun rızkını aksatmadan alabilmesi için Tanrı’ya bağlı olması, Onun temel yasalarına uyması, iyi ahlaklı ve erdemli olması gerekiyordu. Eski Dünya Düzeni, binlerce (belki de onbinlerce) yıl sürdü –ta ki Aydınlanmacıların ve onların ekonomi “deha”ları kapitalistlerin ortaya çıkıp insanlara yeni bir alternatif sunmalarına kadar.
Kapitalistler kırlık alanlarda ve şehirlerdeki yerleşim birimlerinin arasına, adına 'fabrika' dedikleri büyük binalar inşa etmeye başladıklarında, kimse buna bir anlam veremedi. İnsanlara, kapitalistlerin fabrikalarda onlar için belirledikleri işleri yapmaları karşılığında para vermeyi önerdiler. Ne kadar çok çalışırlarsa o kadar çok para alabilir, sonra bu parayı istedikleri gibi harcayabilirlerdi. Tanrı’nın ne zaman ne vereceği belli değildi -ama kapitalistler işten sonra trink para ödüyorlardı. İnsanlar, Eski Dünya Düzeni'nin o belirsizliğini aşmak pahasına iradelerini ve üreteceği şeye bizzat karar verme özgürlüklerini, -üç kuruşa- kapitalistlere sattılar. Pis fabrikaları tıkış tıkış doldurdular. Oralarda bütün günlerini/hayatlarını geçirip, hiç tanımadıkları garip bir zenginler tayfası için yaşam enerjilerini tükettiler. Bunu yaparken, özgürleştiklerini sanıyorlardı. Çünkü bu çilenin karşılığında aldıkları para için dua etmek, iyi ahlaklı, dürüst ve erdemli olmak zorunda değillerdi. Bu şekilde kendi sosyal topluluklarından/cemaatlerinden de “özgür”leşiyorlardı. Dayanışarak yaşayan cemaatleri içinde başkalarına karşı görevlerini yerine getirip, başkalarının da onlara karşı görevlerini yerine getirmesini beklemek gibi temel ilkeler de önemini yitiriyordu. İş karşılığı aldıkları paranın cemaatleriyle alakası yoktu, öyleyse o parayı nereye ve nasıl harcayacakları konusunda da kimse onlara karışamazdı. Parayı harcamak için, eskisi gibi tutumlu ve alçakgönüllü olmaları da gerekmiyordu. Yeni düzenin prensibi farklıydı. Çok para almak için çok üretmeli, üretmeye devam edebilmek için de daha çok tüketmeliydiler. Birileri tüketecekti ki üretilebilsin, pis fabrikalarda çalışmaya devam edilebilsin. Böyle bir üretim/tüketim “bilinci” için, eski düzenin emrettiğinin tersine, önce nefsin sesini dinlemek gerekiyordu. Alçakgönüllülük, mütevazilik, tutumluluk geçer akçe olmaktan çıktı. Yeni düzenin işleyebilmesi için onları kaldırıp atmak gerekiyordu. Artık cemaatin bütününü ve karşılıklı dayanışmayı düşünmeden canları ne isterse satın alabilir, nefisleri ne isterse yapabilirlerdi. Kazandıkları para, onları “özgür“ kılmıştı.
Çin’de M.Ö 1500’lü yıllardan itibaren Şang hanedanlığı tarafından kullanılmaya başlanan ve Çin uygarlığının temel kitaplarından biri olan kehanet ve astroloji kitabı Ho-Lo-Li-Şu’da, 64 tane altı katmanlı işaret (heksagram) bulunur ve bunlardan yalnızca onbeşinci işaret hiç bir olumsuz katman (varyasyon) içermez: Kien. İşaret, kitabın Tanrı’yı karşılayan birinci işareti “Gök” ile aynı adı taşır ve “Alçakgönüllülük/Mütevazilik” anlamına gelir. Kien, İnsanı mükemmelleşme hedefine götüren ana yoldur. Kitapta, kehanette bulunulan Kien tipi insan hakkında şöyle bir temel yargıya varılır: “Böyle (alçakgönüllü) insanlar, Göğün yasalarını uygularlar. (…) Bütün dünyada alçakgönüllüler sevilir, kendini beğenmiş kibirlilerden kaçınılır. Bir insan bu (bilgi) silahıyla her zorluğu gönül rahatlığıyla aşar” (5). İnsanoğlu modernleşmeye başlayınca, alçakgönüllülüğü ve kanaatkarlığı zayıflık, kurum kurum kurulmayı güçlülük, müsrifliği de marifet saydı. 21'inci Yüzyılın başında eriştiği körlük ve kibrin zirvesinde, ilerlemeci mantığıyla “ileriye” doğru tek bir yolunun bulunduğunu, o yolun da dimdik aşağıya, kör bir uçurumun diplerine doğru indiğini artık anlamak zorundadır. Çinlilerin deyimiyle, “çok yüksekten uçan, en derinlere düşer.”
Binlerce yıl boyunca bütün inanç sistemleri, insan olabilmek için nefsi kontrol etmek, gem vurmak gerektiğini, alçakgönüllülüğü vaaz etmişlerdi. Kapitalizm, ücretli çalışma sistemini kurarak insanla Tanrı’nın arasına girdi ve insanlara paralarını gönüllerince (müsrifce) harcayabileceklerini anlattı. Ve İnsanlar, kapitalistlerin sunduğu bu yeni “özgürlük” karşılığında kapitalizmin insanlardan beklediği modern köleliği benimsediler. “Özgürlüklerini, zihinlerini, ahlaklarını, kapitalizmin para tutkusuna teslim ettiler.“ Paul Lafargue 1883’de şöyle yazıyordu:
“…Üretilen malların insanlar arasında paylaştırılmasını ve herkesin keyiflenmesini talep etmek varken, işçiler işyerlerine koşuşturuyor ve açlıktan başlarını, kapalı fabrika kapılarına çarpıyorlar. (…) Ve bu sefiller, dimdik durabilecek durumdayken, (…)12 ila 14 saat boyunca iş güçlerini satıyorlar. (…) Kolayca zenginleşebilmek için fakirlere ‘iş’ verenleri, insanlığın iyilikseverleri diye adlandırıyorlar. Veba tohumları saçmak, su kuyularını zehirlemek bile, kırlık alanlarda yaşayan ahalinin ortasına fabrika kurmaktan daha iyidir. ‘Fabrikada çalışma’yı yürürlüğe sok; elveda yaşam sevinci, elveda sağlık, elveda özgürlük - elveda hayatı güzel ve yaşamaya değer kılan her şey.” (6)
Para tutkusu ve inanç, çok eski zamanlardan beri iki zıt kutuptular. Hz. İsa İncil’de, “Hiç kimse (aynı anda) iki efendiye (birden) kulluk edemez” diyordu. “Çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever, yahut da birini tutar, ötekini hor görür. Siz (hem) Tanrı’ya ve (hem de) Mammon’a kulluk edemezsiniz. Bunun için size diyorum: Ne yiyeceksiniz, yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne giyeceksiniz diye bedeniniz için de kaygılanmayın. (…) Göğün kuşlarına bakın, onlar ne ekerler, ne de biçerler, ne de ambarlara toplarlar; ve semevi babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Ve sizden kim kaygılanarak boyunun ölçüsüne bir arşın (daha) ekleyebilir? Ve niçin giyecekten ötürü kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın; ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler; size derim ki: Süleyman bile bütün izzetinde bunlardan biri gibi (güzel) giyinmiş değildi” (7).
Kapitalizm, insanın yaşam enerjisinin sömürülüp biriktirilmesiyle “ölü çalışma/iş”e yani paraya dönüştürülmesi anlamına geliyor. Paranın günlük hayatın tamel direği haline getirilebilmesi için de, paranın asıl kaynağının yani “çalışma/iş”in, hayatın temel direği haline gelmesi gerekiyordu. Ücretli çalışma sonucu elde edilen paranın, ‘rızk’ın yerine geçebilmesi için insanların çalışmayı iyice benimsemesi gerekiyordu. Kapitalizmin doğuşunun yüz yıl sonrasında halklar, kapitalist yoldan zenginleştikçe daha da mutsuzlaştıklarını yeni yeni farkediyorlar. Oysa Destutt de Tracy yüzyirmi küsür yıl önce; “Halkın kendini iyi hissettiği ülkeler, fakir ülkelerdir. Normal olarak zengin ülkelerde zavallılar yaşar” demişti. (8) Bunun nedeni çok açıktır. İnsanların yaşam enerejisini paraya çevirerek zenginleşen Kapitalist azınlıktan aldıkları ücretin artmasıyla “zengin”leşen halklar, “fakir” halklardan daha fazla yaşam enerjisi harcamış oluyorlardı. Bunun nedeni giderek çok daha fazla çalışmaları değildi. Daha az çalışıyorlardı, maddi anlamda zenginleşiyorlardı ama ruhsal anlamda giderek fakirleşiyorlardı. Çünkü ruhen yücelmelerini sağlayan eski insani/kutsal kuralları önemsemeyen, hatta dışlayabilen “çalışmak” edimi, hayatlarının tam merkezine oturuyordu, bütün hayatlarını belirliyordu, onları eski özgürlüklerinden daha uzaklara taşıyordu.
İnsanlar kendilerini kaptırdıkları bu gönüllü köleliği iyice benimsedikten sonra, “Kendi karıları ve çocuklarını fabrika baronlarına teslim ettiler. Kendi elleriyle kendi ocaklarını söndürdüler, kendi elleriyle karılarının göğüslerini kuruttular; ve o zavallı hamile, emzikli kadınları madenlere ve fabrikalara çalışmaya gönderdiler. Onlar da orada mahvoldular, akıllarını yitirdiler.” (9) İnsanları, (buna artık kapitalistler de dahildir) asıl mutsuz eden şey, para uğruna, ruhlarını ve yaşam enerjilerini -bir ömür boyu- saçma sapan bir takım “işler” için heba etmektir. Kapitalizm insanoğluna özgür olduğu telkin ediliyor ama insan bedeni ve ruhu, bunun böyle olmadığını bas bas bağırıyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre günümüz dünyasında her üç kişiden biri, hayatının herhangi bir döneminde psikiyatrik rahatsızlık geçiriyor. Depresyon, dünyadaki her beş kadından ve her 9-10 erkekten birinde görülüyor (10).
Günümüz modern kapitalist sisteminin en iyi işlediği bölgelerde, insanın yaptığı her türlü günlük iş, para ile ölçüldüğünden, parasal karşılığı olmayan işler ya küçümsenip kısıtlanıyor ya da komersiyel hale getiriliyor. Örneğin ev işi yapmak, çocuğu okula götürmek, çamaşır yıkamak, yurt dışından gelen bir arkadaşı karşılamak gibi, insanı bizzat ilgilendiren gerçek kişisel işler, parasal karşılığı olmadığından küçümsenmekte ve savsaklanmaktadırlar. Hep beraber deniz kenarında oturup saatlerce denizi seyretmek, baharın kokusunu ciğerlerine çekip yaşadığının farkına ve bilincine varmak, uzun günleri sadece yaşamaya ve yaşamın anlamını düşünmeye, kenndi özgün hayat tecrübelerine ayırmak gibi uğraşılar “iş” sayılmıyorlar, çünkü karşılığında para alınmıyor. Öyleyse yapılmıyor ya da bir aylık tatillere erteleniyor.
“Modern birey”i, eski çağların (ve geleceğin) insanından ayıran tamel özellik; herşeyi, “iş” ve “iş sonucu elde edilmiş para” bağlamında değerlendirmesidir. Sonuç olarak en önemli değer para olunca insan; onu ahlaki kurallara, kendi doğasına ve toplumuna bağlayan bütün bağlarından teker teker soyunabilmekte, ama soyundukça da o “tek değer”e yani “para”ya daha da bağımlı hale gelmektedir. Güncel eğilimlerine bakarak, kapitalist toplumun son aşamasında toplum diye birşeyin kalmayacağını, toplumun tek tek bileşenlerine/atomlarına ayrılıp çözüleceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. (Tabii olay bu noktaya kadar gelmeyecektir, çünkü yeryüzünde bu saçmalığa kesinlikle son vermeye kararlı güçlü bir irade şekillenmektedir.)
Kendini paraya ve çalışmaya vererek özgürleştiğini sanan “modern birey”, herşeyi parasal değeriyle ölçme alışkanlığı nedeniyle, aşk, düşünce, insan sevgisi gibi doğal ve insani değerleri de mal haline dönüştürmüştür. Aşk mı? Al sana “zengin porno endüstrisi”, yaygın fahişelik. Duygu mu lazım? Al sana sulu sepken yapış yapış aşk dizileri ve bu mevzuları yazıp konuşan sayısız medya lalesi. Düşünce mi gerekti? Al sana; Orta Avrupa liselerinde öğretildiği kadarıyla “Modern değerler”i savunan boy boy entelektüel. Nurlarından sizi de “yararlandırmakta” kararlılar, çünkü “işler”i bu, paralarını oradan kazanıyorlar. Amerikan askeri, Bağdat’ta TV kameraları karşısında, işlediği cinayetlerin anlamı hakkında nasıl “this is my Job” (bu benim işim) diyor ve bunun için ayda üç bin dolar alıyorsa, “Aydınlar” da “iş”lerini yapıp biraz daha fazlasını alıyorlar.
Modern aile babası, televizyonda Afrikalı çocukların sopa gibi çırpı kollarını, armut sapı gibi ince boyunlarını görüp onlara acırsa, hemen bir yardım kuruluşuna/firmasına internet üzerinden bağlanıp bir tıkla bir kaç kuruş para gönderiyor ve o gece rahat uyuyabiliyor; ama çalıştığı fabrikanın ürettiği metal parçaların, Afrika’da soykırım uygulayan savaş beylerine satılan tüfeklerin mekanizmaları olup olmadığını sormayı asla akıl etmiyor. Kapitalist toplumun “ahlakı” işte böyle birşey.
Bu saçmalığa karşı çıkmak noktasında bugün asıl önemli olan, -eski anlamda- hayatın tadını çıkarabilmek ve sarsılmaz bir mutluluk kurmak için, yalnız inançlı ve erdemli olmanın yetmediğidir. Kapitalist çalışma sistemine yani yeni “rızk!” sistemine bağlı olunduğu sürece erdemliliğin ve ahlakın maddi temeli yoktur. Çünkü para ve çalışmaya bağlı sistemde ahlaklı olmak sadece bir tercih meselesidir -bir zorunluluk değildir. Kapitalist toplumda ahlaklı ve erdemli laklidi yaparak da pekala yaşanabilir, çünkü ‘herşeyi gören Tanrı’yla ve onun rızk sistemiyle ilgi kesilmiştir.
Jaeger’in kitabında Mammon’un küstah sözlerini dinleyen Tanrı, yenilgiyi kabullenmez. İnsanın içinde, bu modern köleliğe karşı isyan kıvılcımının henüz sönmediğini ve Tufan’ın, bu dünyayı temizleyecek tek şey olmadığını söyler. İnsanların nasıl uyanacaklarını ve uyananların sayısının çığ gibi artarak sistemi yok edeceklerini anlatır. Mammon şaşırır ve Tanrının sözlerinden korkar. ‘Ya Tanrı’nın dediği olursa’ diye kaygılanır. İşte o zaman Tanrı, Jaeger’i yanına çağırır ve insanların da duymaları için, onlardan umudunu kesmediğini anlattığı konuşmasını yazdırır.
Gökkubbenin altında gerçekten değerli olan hiç bir şeyin yitip gitmediğinin bir kanıtı olarak, yüz yıl sonra bu kitap yeniden keşfedildi ve yeniden yayımlandı. (11) İnsanlar, ahlaksızlığın kökeni global kapitalist sisteme kanmayacak kadar akıllı olduklarını yeniden kanıtlamaya hazırlanıyorlar. Tufan ve diğer muhtemel çevresel felaketlere, sosyal çözülmeye ve barbarlaşmaya mahal vermeden, dünya ve insanlık sevgisinin bir işareti olarak global sistemin ocağına, yakışıklı bir incir ağacı dikmeye hazırlanıyorlar.

Hans Jaeger “Die Bibel der Anarchie” Kopenhag 1906.
“Mammon”, Süryanice “Mamuno” (‘Para’ ya da ‘Servet’) sözcüğünden kaynaklanır ve İncil’de adı geçen parasal zenginlik tanrısının adıdır. Kestirmeden, şeytan ile özdeşleştirildiği de olur.
Hans Jaeger. S.37
Hud Suresi 11:6. Bkz.: Abdullah Aydın “Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali” İstanbul
“Ho-Lo-Li-Şu”. Wen Kuan Chu ve Wallace A. Sherill çevirisi. Londra 1976. 15 Numaralı işaret. S.189. Veya, “I-Ging” Richard Wilhelm çevirisi. Münih 1973. S.75-76
Paul Lafargue “Le droit a la paresse”(Tembellik Hakkı) 1883. İnternetteki orjinal metin için Bkz: http://sami.is.free.fr/Oeuvres/lafargue_droit_paresse.html
Bkz.: Kitabı Mukaddes. Yeni Ahit / İncil. İstanbul 2000. Matta Bap 6.24’den 6.30’a kadar olan bölüm. 6. Bap’ın son bölümünde de şöyle bir cümle var: “…Önce Tanrının melekûtunu ve salahını arayın; ve bütün bu şeyler sizler için artırılacaktır.” 6.33
Lafargue’nin yaptığı bir alıntı. Aynı makalesinden.
Aynı yerde.
22 Aralık 2002 tarihli Radikal gazetesinden.
Hans Jaeger’in kitabını yeniden keşfedip yayımlayan: Merlin Yayınavi Gifkendorf 1997

http://konstantiniye.blogspot.com/
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com