EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

ÇÖLE İNEN NUR -Çöle ve Bütün Zaman ve Mekâna-

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Arl 14, 2009 9:06 pm    Mesaj konusu: ÇÖLE İNEN NUR -Çöle ve Bütün Zaman ve Mekâna- Alıntıyla Cevap Gönder

"Peygamber, mü'minler için kendi nefislerinden daha evlâdır." Ahzab Suresi, 6


ÇÖLE İNEN NUR -Çöle ve Bütün Zaman ve Mekâna-



Alemlerin Efendisi "GAYE İNSAN UFUK PEYGAMBER"'in Doğum yıldönümünde Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in O'nu anlattığı "Çöle İnen Nur" (*)isimli eserinin 'Başlangıç' bölümünü ilginize sunuyoruz..

Başlangıç

Sofra...

Etrafında Allah Resullerinin dizildiği sofra...

Ve bu sofrada başköşe...

Sen! İnsanın hakikati...

Sır...

Kâinatın en çetin sırrı...

Bir de misilsiz insan ki, onun hakikatinde, mahlûk, artık, son haddine ulaşır. Onun hakikatinde, mahlûk tükenir, fakat Allah başlamaz.

O da sen!

Yaradan... Ve onun en güzel eseri...

Zâtiyle tek olan Yaratıcı'nın koskoca insan ehramında ve en yüksek noktada halkettiği insan...

Sen! Evet, Sen!

Senin bana inandırdığın ve seni bana inandıran Allah, öz dilinle hitap etmiş ve sana demişti ki:

"SEN OLMASAYDIN, SEN OLMASAYDIN, ÂLEMLERİ YARATMAZDIM!"

Sana, işte bu Allah kelâmının sonsuz kılavuzluğu içinde inanıyorum!

Sana inanmış, inanmakta ve inanacak olanlar, deniz kıyılarında kum misâli...

Ben de bu hudutsuz yığında bir kum tanesiyim.

Sana inanan herkes, göz alabildiğine geniş bir sed üzerinden eşsiz bir manzara seyreder gibi, seni, oldukları yerden, yerlerinin görmek ve bilmekte verdiği imkânların gözlüğünden seyrediyor.

Bense Allaha hamdediyorum ki, seni, o kum tanesine, uzun zaman çilesini çektiğim birtakım idrâk mahremiyetlerinin "Yakın"a açılmış yakıcı penceresinden gösterdi.Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım!..

Evet!...

Ben seni, Allahın yalnız habercisi ve ana yola çağıran Resulü olarak değil; boşluğu ve yıldızları, zamanı ve mekânı, mesafeleri ve istikâmetleri, canlı ve cansız maddeleri ve maddesiz her şeyiyle bütün kâinatı, bu en güzel eser etrafında halkalanması ve onun yüzüsuyu hürmetine yaratılmış olması için yarattığına inanıyorum!

Sen; var oluşunun şerefine, Allahın topyekûn varlığı hediye ettiği ilk ve son Varlık Nuru!

İnanmak dedim de hatırıma geldi:

Bu ne zor ve ne kolay iş!

Kim inanır ve kim inanmaz?

Tebeşirle kondurulmuş bir nokta kadar basit ve sefil bir köylü inanır. Yük altında iki büklüm, akşama kadar solumaktan başka bir hayatiyeti olmayan bir hamal inanır.

Yahut...

Eline aldığı her lokma ekmeği, zikir ve tesbihini dinlemeden ağzına almayan o "Şeyh-i Ekber" inanır ki, mücerred riyaziye cehdini, Âdem baba'dan kıyamet gününe kadar gelecek bütün insanların yüzlerini çizmeyedek götürmüştür.

Beyninin her atomu bir güneş kadar ışıklı o "İmam-ı Rabbani" inanır ki, Allahı bulmaya doğru her atılışında gizli bir put diken aklın türettiği putlar ormanını, yine akıl baltasiyle devirmiş, böylece yine aklın atabileceği en uzun adımı atmış ve baltasının parlak yüzüne, dünyanın en güzel sözü olan "Allah ötelerin ötesi; ötelerin ötesinden de ötesi, ondan da ötesi, her ötenin ötesi..." düsturunu yazmıştır.

Kerametler sarayının haşmetlisi o "Şah-ı Nakşibend" inanır ki, akşam üstü, at sırtında bir ovayı geçerken, yanında müridi korkmasın diye güneşi sımsıkı ufka bağlamış, batmasına izin vermemiş ve dehşetle titreyen müridine:- Bunlar tarikatın oyunlarıdır; gaye bu değil! Karşılığından fazla ipucu göstermemiştir.

Ve nihayet sen inanırsın...

Ötesi var mı?

Ya en aptal, ya en akıllı inanır.

Aptal da ne demek? Tam akıllılık kabil mi ki, tam aptallık mümkün olsun?

Aptal dediğimiz çok defa üstüne hiçbir yazı yazılmamış boş kâğıda benzer. Mademki boştur, güzeli bulamamıştır. Fakat mademki yine boştur, çirkinden kurtulmuştur. Aptalın şuuraltı veya şuurüstü kavrayışıyle bulunmuş, kimbilir ne erişilmez hakikatler var!

Hakikî aptal, o boş kâğıdın üzerine hiçbir yazı yazmamış olan değil, saçma - sapan, kör - topal, yalan - yanlış şeyler karalamış ve onlara sımsıkı sarılmış olandır. Yâni, aptallıktan yola çıkıp akla varmamış ve yarı yolda kalmış idrâk cücesi...

İşte bu korkunç örnek, gördüğünü gördüğünden ibaret bilen, her şeyi ve her hâdiseyi beş duygu sınırından başlıyor ve bitiyor sanan, hiçbir şeye ne kâmil bir şüphe, ne de kâmil bir imanla bakan, bu ikisi ortası havsalacıktır ki, hakikî aptaldır ve Allaha inanmaz.

İnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl davasıdır; yahut, yarı yolda bangır bangır iflas eden aklın her türlü desteğinden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gayesini sezmiş ve fikir kargaşalığından kurtulmuş sâf ve basit adam işi...Belki de "Sâf" kadar güzel bir mefhumu, bilmeden, onun için basit insanlar hakkında kullanıyoruz.

Allah, en ileri dereceye çıktığı zaman akılsızlığını anlayan şu akılsız aklın belâsını versin!

Sen, mukaddes hedef; Haktan gelen aşkın hedefi!..

Sen, en ileri rütbe; Allahın Sevgilisi olmak mertebesi!..

Sen, en güzel insan; güzeller güzeli insanoğlunun en güzeli!..

Güzelliğinin büyüsüne mıhlanmak, sonra hummalılar gibi hep onu sayıklamak dururken, mukaddes mevzuuna bâzı dâvalarımı ve öfkelerimi kattığım için beni hoşgor!..

Ben bir şairim...

San'ata, yalnız Allahı aramak, onun mahrem ülkesi meçhuller âleminin karanlıkları içinde rüyalardan daha zengin fener alayları tertiplemek ve eşyanın takındığı duvakları birer birer kaldırmak gayesini biçtiğim gün, sanki boynumda "mutlak hakikat"ten bir kement sezer gibi oldum. Bu kement beni çekti ve senin önünde durdurdu:

- Kapı burasıdır; başka her kapı kapalı!

Vaktâ ki, böyle oldu, sen benim her şeyim oldun.

Ey, bütün mucizeleri içinde en hayran olduğum mucizesi diye, ömründe bir defa bile kahkahayla gülmemiş olmasını gösterebileceğim mahzun Peygamber!..

Ey, Allahın, Kur'ânda hâs ismiyle ve nida edâtiyle bir kerecik bile hitap etmediği haya ve edep kaynağı!..

Ey, Allah kelâmına mecra bir çift kudsî dudağın sahibi!.. Dedim ki, ben bir sanatkârım...

Ve ne tarih yazmak, ne arz tabakalarını mikroskopda incelemek, ne de dört taş duvar arasında istif edilmiş ve son yaldızcısı toz - toprak olmuş kitaplara bekçilik etmek, benim vazifem...

Böyleyken, hayatını yazmayı murad edindim. Hayatını...

O hayat ki, bizzat hayat mefhumu, başta "O yaşayacaktır" diye yaşamış, sonra da "O yaşadı" diye yaşamakta devam etmiştir. Ve etmekte...

Senin hayatını yazmak...

Göklerin temiz bir ayna halinde, dipsiz bir mavera derinliğine battığı şeffaf bir yaz akşamı, ay, her zamankinden daha büyük, daha parlak doğarken, insan, yeni bir hâdise karşısındaymışçasına şaşkın ve tutkundur. Halbuki onu ilk defa görmüyoruz. Bir gün evvel gördüğümüz gibi, ömrümüzün birçok ânında da birçok defa görmüştük.

Bu, her akşamın kanıksanmış hadisesiyle, yine her akşam kapımızın önünden geçen çöp arabasının kanıksatmaktan bile âciz silikliği arasındaki fark nedir?

Şudur ki, birinin oluşundaki sırları bilmediğimiz hâlde, öbürünün meydana gelişini, bütün dış şekilleriyle tanıyoruz.

Biri, aklımızı, çepçevre sarmış bulunuyor. Bu yüzden, biri bin kere olmakla yeni kalıyor da, öbürü, bir kere olmakla eskiyiveriyor.

İşte hayatınla hayatımız arasındaki fark! Hiç seninki, en küçük çaptan en büyüğüne kadar, bütün söylenmişlere, söylenenlere ve söyleneceklere rağmen anlatılmış olabilir mi?

İzin ver; onu bir kere de ben anlatayım!

İzin ver; herkesin, boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yâni kendimden uzaklaşabilmek mânasına bir kere de ben gücümü deneyeyim!

Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum.

Niçin hayatını yazmak?..

1400 küsur senelik bir emeğe yeni bir omuz vermek, güçlü güçsüz ve elverişli elverişsiz, pekçok insanın her fırsat doğuşunda yaptığı bir işi, bir kere daha yapmak; kısacası tekrarlamak, sadece tekrarlamak için mi?

Nasıl olur?

Tekrarlamak...

Tekrarlamak, bir şeyi tam maluma irca ettikten, çepçevre sardıktan ve kavradıktan, yâni posalaştırdıktan ve cevhersizleştirdikten sonra ele almak demekse, sen hiçbir surette tekrarlanamazsın.

Yine tekrarlamak, denizin en derin noktasında boyuna göre sulara gömülen bir veya bin Ölçü şeridinin, her defa beraber ve ayrı ayrı gösterdiği mikyas, yâni bir veya bin kişinin her defa beraber ve ayrı ayrı belirttiği duyuş ve anlayış seviyesi demekse, onlar seni değil, kendilerini tekrarlamış olurlar.

Ve yine tekrarlamak, hiçbir sırrına erişilmeyeceğinden başka şuurumuz olmayan namütenahi derin ve girift bir hâdisenin, sadece vecd ve aşk aynasında, durmadan, üstüste aksettirdiği pırıltıları toplamak, yâni gerçek san'ata gerçek mevzuunu vermek demekse, seni tekrarlamaktan büyük vazife olmaz ve ona tekrarlamak denmez.

Allah... En büyük san'atkâr!.. O, dış görünüş çerçevelerinde, tekrarlanıyormuş gibi duran namütenahi hâdiseyi, zaman dediğimiz esrarlı havan'ın içinde toplar, her ân birbiriyle nisbetini bozup, birbiriyle nisbetini ihya eder, her ân yokluğa batırıp varlığa daldırır, sonsuz benzerlik ifâdeleri içinde ne mutlak ayniyete ne de mutlak zıddiyete yer verir, böylece asıl olarak hiçbir ânı tekrar etmez ve her ân gerilere doğru eskilikte ezelî ve ilerilere doğru yenilikte ebedî şahsiyetini ilân eder.

Allah, insanoğlunun âşık olduğu yenilik sırrını anlatıyor; anlatıyor amma, kime?

Anlayana, yâni anlatmak istediğine!..

Ey tek katresinin hacminde bir umman çalkalanan ve tek zerresinin menşurunda bir kâinat yüzen Kevser havuzu'nun sahibi.

Ey, ufuk; insanoğlunun ufku!..

Sen de bizim gibi bir insansın. Sen bir derece daha fazlası olmayan bir insansın da, biz senden eksik olduğumuz kadar insanlığa uzak insanlarız.

Öyleyse hangi mânasiyle olursa olsun, seni tekrarlamak, aldığımız nefesleri tekrarlamaktan bin kat daha aziz...

Zaten sensiz ve senden habersiz alınan nefes, varlığın değil, yokluğun soluğu... Ne kürenin devri, ne rakkasın köşe kapmacası, ne ağacın giyinip soyunması, ne de tek nokta etrafında sayısız noktanın, herbiri o noktaya müsavi mesafelerde sıralanışındaki yusyuvarlak devam ahengi, mücerret vazife sırrı bakımından, senin tekrarlanışındaki hikmeti şekillendirebilir.

Bana yalnız, bu tekrarın; belki en kaba, fakat en saygılı cephesiyle düpedüz tekrarın, hiçbir şahıs mümtazlığı ve hiçbir âlet hususiliği göstermeyen hakîr ve basit bir halkası olmak yeterken...

Evet, gözümde sadece bu yeterliğe sahip olmaktan büyük kazanç ölçüsü yaşamazken, ben bir sınır aşmak istiyorum.

Ben, bir sınır aşmak istemiyorum; onu aşmak için senden izin istiyorum.

Ah, bu sınır, bu sınır!..

Kur'ânda teker teker her âyet, her kelime ve her harfin birinin içindeki nisbetiyle, aynı âyet, harf ve kelimelerin bütün lisan, bütün kelime ve harf terkiplerine nisbetindeki sırrı kucaklamaya giden ulvî bir nüfuz ve muhteşem dikkat, mübarek saçlarının her telinden, muazzez ayaklarının her adımına kadar sana ait her şeyi ayrı ayrı saydıktan, derledikten, düzenledikten sonra, ben hangi sınırı aşmaktan ve hangi yeniliği getirmekten bahsediyorum?

Fakat var, bir sınır var!..

Her şeye rağmen, herkesçe aşılmak istenmesinden daha aziz bir gaye belirtmez olan bir sınır var!

Ey, dışından görüldüğü kadar görünen vücut, ve ey, içinde gizliliği bile gizleyen ruh!..

Hayatının dış çizgileri senin, binbir kere, binbir kimse tarafından hendeseleştirilmiş ve hiçbir noktası eksik bırakılmamış, harikulade bir petektir. Şekillerin en intizamlısını, çizgi terkiplerinin en kemâllisini düğümleyen bir petek...

İşte ben, olanca ruhumun, ruhumdaki olanca şiir cevherinin, bu cevherdeki olanca aşk ve hassasiyet özünün balını, bu peteğin hücrelerine dökmek, hücrelerin çerçevelediği esrar mahfazalarında eriyip kaybolmak ve mukaddeslerin mukaddesi mevzuunda kendi teessüriyetimi bütün derecelerin üstüne çıkarmak dâvasındayım.

Demek ki, ben, aşmak istediğim sınırla, huzurunda, ham istiklâlin ne kadar gülünç, kör benliğin ne kadar sefil, dış mantık ve müşahadenin ne kadar aptal hâle geldiğini gösteren bir teslimiyet meydanı açmak istiyorum.

Bu meydanda, bakalım kim en çok ve en güzel kendi kendinden geçebildi?

İşte sınır, işte at, işte meydan!..

O akıl budalaları ki, gözün nasıl gördüğünü anlamadan gördüğü şeylere inanırlar, fakat görmediklerine inanmazlar, gözlük üstüne gözlük takarlar ve üstelik görüneni bile göremezler; işte onlar, ellerinde birer istiklâl pertavsızı taşırlar, eşya ve hâdiselerin posalarını hep onunla incelerler ve hiçbir şey bulamazlar...

Onlar, benim bu itirafımdaki senedi, ilim ve usûl bakımından en büyük zaaf telâkki edebilirler ve peşin olarak kendimi, bizzat kendi elimle mahkûm ettiğimi iddiaya kalkabilirler.

Vecdimin ateşi, bana onları göstermez bile... Onlar, gerçekten müstakildir; bense esirim!

Ben, senin esirinim! Ve benim için hürriyetin son kemâl haddi, hakikate esarettir.

İnsan olarak; hürriyetini bulmak isteyen, hakikate esir olsun! Ve sen, benim için bizzat hakikatsin!

Ve onların istiklâli, boyunduruk altında istediği gibi kuyruk sallayan, çifte atan ve dilediği yeri pisleyen hayvanların istiklâlidir!

Nihayet varılmaz olan sana, en çok yaklaşmanın, görülmez olan seni en aydınlık görmenin biricik usûlü, şu noktada toplanıyor:

Tepeden inme aşk yıldırımları altında büsbütün mefluç, büsbütün kör hâle gelmek ve ondan sonra her vücut zerresine bir çift kanat ve bir çift göz hediye eden bir hafiflik ve kolaylıkla uçmak ve görmek.

Aklın son kertesini temsil eden melek "Sidre-tül Münteha"da sana demedi mi?

- Bana burdan ileriye yol yoktur! Geçersem yanarım!

- Ya buradan ileriye nasıl geçilir?..

- Aşkla!..

Ve sen uçtun ve ilâhî visalin en mahrem bucağına ulaştın. Senin, ulaşılmaz olan Allaha yine onun izniyle ulaşmandaki usûlledir ki, biz sana, ulaşılmaz olan sana, ulaşmaya çabalayabiliriz.

Sana yaklaşmanın biricik şartı, bu!..

Sana imansız akılla sokulmak isteyenler, daha kapının eşiğine ayak atmadan yanarlar.

Hep yandılar!..

Sadece aşk ve iman rivayet ederek, yine akıldan başka bir vasıta bulamayanlar da, kabalaşırlar.

Hep kabalaştılar!..

Mevzuundaki kudsiyet ve namütenahi inceliğe lâyık olmanın çilesini çekmeyenler de çirkinleşirler.

Hep çirkinleştiler!..

Bense, kapında aşkla yanmış ve daha çok yanmaktan gayrı muradı kalmamış, senin inceliğin ve güzelliğin karşısında, kendi kabalığımı ve çirkinliğimi görmüş, azad kabul etmez esirinim!..

Hamdolsun, öbür türlü çirkinleşmek ve kabalaşmak ihtimaline, senden gelen ve her şeyi temizleyen bu aşk ateşi sayesinde uzağım!..

Bu kadar...

Bütün kâinat ve bütün varlığın ana mevzuu olan mevzuunda, insanlığa düşen borç ve usûl, bu kadar...

Herkes, borçların en ulvîsine ve usûllerin en san'atlısına götüren bu yolda, huzurunda sadece en fazla yanıp kül olmak noktasından birbirine meydan okuyabilir ve bu meydan okuyuştan sonra, o meydanda, hattâ mağlûp olmaktan büyük zafer olamaz!

Bu meydanda zafer ihtimâli de bu kadar...

Senin, herkesçe bilinen ve bildirilen dış hayat çizgilerini, ruhumun menşurundan toplayacağım... O menşur içindeki tefsir ve teessür kırıntılarını, küçük elmas zerreleri hâlinde donduracağım...

Sonra o esrarlı taşları mendil üstüne serip üzerlerine abanacağım, tılsımına bağlanıp kalacağım ve anlatacağım, anlatacağım...

Ben bunu yapmaya, çalışacağım!..

Yine belli oluyor ki, işimde en az değer vereceğim şey, en doğru ve titiz bir örgü halinde meydana gelse de, daima arka plânda bırakılacağı için, tarih ve tarihçilik; vak'alar ve vakıalar ilmi...

Hâdiselerin derinliğine doğru keyfiyetten ziyâde, genişliğine doğru kemmiyet kadrosunu köpürten tarihçiye, birçoklarının bu kadar intizam ve itina ile şekillendirdiği petek mevzuunda yeni bir iş yoktur. Hangi tarihçi o petekten bir hücreyi kaldırmak veya o peteğe bir hücre ilâve etmek iktidarında olabilir?..

Bu bakımdan sen, yeryüzünün her noktasında, bellibaşlı noktalardan doğan güneş kadar sabit ve mutlaksın.

Fakat yine sen, herkesin kendi ruh menşurundan aksettireceği her ân yeni ve değişik pırıltılarla da, muvazi aynalar arasındaki mum gibi sonsuz ve hudutsuzsun!...

Sen, sen, sen; eskimeyen biricik yeni ve solmayan biricik renk!

Senin zâtındaki aslî sonsuzluk ve hudutsuzluğa bir de bu, herkese kendi hassasiyet ve teessüriyet istidadına göre tecelli edecek sonsuzluk ve hudutsuzluk binince, insanın en aşılmaz sınırları içinde yine bir sınır aşmak istemesinden daha ulvî bir belâ olabilir mi?..

Ben bu belâya fedayım!..

Senin, insanı kül eden nurunun karşısında her ân birbirinden yeni ve ileri olarak tecelli etmesi gereken, sadece sanatkârdır, sanat ruhuna mâlik fikir adamı...

Sanatkâr ki, seslerin ipekten vücûdunu meshederek ve renklerin ateşten nabzını sayarak, büyük sır kapısının önünde haber soruşturanların en çilekeşidir; ancak seni bulduğu zaman, memuriyetini bulmuş ve yaradılışının hikmetine ermiş olur...

Sen; verâların verâsının, verâ ihtimâlini bile çıldırtıcı nihaî verâsındaki sır hazinesi anahtarını taşıyan en büyük esrar çözücüsü!..

Senin esrar âlemin içinde kendisini büsbütün kaybetmekten, yâni en büyük sanatkârlığın ne demek olduğunu göstermekten başka gayesi olmayan bu sanat çilekeşinin duasını kabul etmesi için, sana "Sevgilim!" diyen Allaha yalvar.

Allah, her türlü akıl, ispat, delil, münakaşa, mukayese, mantık lafazanlığı dışında, yalnız mü'minler veya iman istidadında olanlar için yazacağım bu eseri bana nasip etsin...

Bu eserde güzel olan her şey senin, çirkin olan her şey benimdır...

Sen; Allahın iradesiyle, bütün insanlığın şefaat tâcını taşıyan ve kabul edenleri ve etmeyenleri bir arada, bütün beşeriyet ümmet topluluğu tahtında oturan!..

Senden şefaat dilenen bîçareler arasında en sefil dilenci, Abdulbakı Fazıl oğlu Ahmet Necib'e şefaat et!..

* ÇÖLE İNEN NUR
"çöle ve bütün zaman ve mekâna"
Necip Fazıl KISAKÜREK
Büyük Doğu Yayınları


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

ALLAHIM!
Necip Fazil Kisakurek(*)

Muhal Farz;

Sonsuz fezanın dibine varsalar… Dibinin, dibinin, dibinin, dibindeki dibi, sonu, nihayeti bulsalar… Ve o “Hiç” çıksa…

Bütün kainat bana en uzak yıldızdan, en yakın ağacına kadar küfür, inkar ve şüphede israr etse…

Sistemli teşkilatlı ve techizatlı, küfür, Ay’a secde ettirecek, Güneş’e elektrik faturası kestirecek Kehkeşan’ı sarayına halı diye döşetecek marifete erse…Ve bütün marifetleri küfre bağlasa…

İnsanı ölümden kurtarsalar, ölenleri diriltseler, ebedi hayatın sırrını bulmuş gibi görünseler…

Ve, ve, ve bütün insanlık bir araya gelip Allah’a ve Peygamberine inanan bir mü’mini, alemin en korkunç ve bulaştırıcı hastası diye kezzap şişeleri içinde yaksalar, eritseler…

Ben yine senin; ve kainatı yüzü suyu hürmetine yarattığın sevgilinin, çizgisi çizgisine ve noktası noktasına yolu üzerinde kalacağım!!!

* 1001 Çerçeve'den



MİRÂÇ (*)

İsrâ… «Gece giden»… Kur’ânda ismi;
Bir yolcu… İsrâ…
Zamandan, mekândan azattır cismi;
İlâhî ibrâ…

Seven, sevilenle buluşmak diler;
En mahrem meclis…
«Geceleyin beni alıp gittiler…»
Ne güzel hadîs!..

Çıktı, çıktı… Ahenk ahenk merdiven…
Her katta bir iş…
Döndürüp yıldızlar üstünde düven,
Kat kat yükseliş…

Yanında Cebrâil, altında Burak,
O yere vardı.
O yerde, son nokta, son iz, son durak,
Bir ağaç vardı.

Melek dedi: «Burda tamam sınırım;
Ve akıl tamam!
Davranmak istersem yanar kalırım!
Kıpırdayamam!»

Sordu: «Artık nasıl erişmek kabil?
Yok mu bir destek?…»
Kendini aşka sal, dedi Cebrâil;
Aşk erdirir tek…

Aşka teslim oldu. Nurdan çağlayan…
Engelsiz geçit…
Her kayıttan uzak, O’nu bağlayan,
Allah’a şahit…

O erişti, nasıl erişsin tabir?..
Had ötesi had…
Bir O, tek kul, bir de sayı üstü BİR
Allah ki, ehad…

Necip Fazıl Kısakürek

*Esselâm’dan

Savaş Peygamberi(*)
Richard A. Gabriel
Tercüme: Taha Yasin



Takdim

“Ben rahmet ve savaş peygamberiyim” diyen bir Resûlün ümmetiyiz ama, bu “ümmet”e son asırlarda bir şeyler oldu. O’nun “Alemlere rahmet olarak” gönderildiği gerçeğini çok sık hatırlayıp, elinin silahlı oluşundan çok utananlar veya bu gerçeği unutanlar, “rahmetle savaşın” aynı Hadisin aynı cümlesinde yeralmasının hikmetleri üzerinde hiç kafa yormayanlar türedi aramızda...

Sosyalizmin çöküşünden sonra, emperyalist Batının, tüm dünyayı ele geçirme ve tüm dünya halklarını topyekûn köleleştirme hamlesinin önündeki tek direniş odağı/son kale mücahid müslümanlar kaldı. Sayıları az ve fakat savaş kaabiliyet ve motivasyonları çok yüksek, taktik ve stratejik hedeflendirmeleri çok isabetli, yeni teknikler geiştirme kapasiteleri çok geniş olan bu savaşçı/direnişçi müslümanları cephede yenemeyeceğini anlayan emperyalizm, onları üstün savaşma azmiyle donatan “cihad” emrini ve bu emrin mutlak tatbikini bizzat savaş meydanlarında savaşarak gösteren “Beli de, eli de Silahlı Peygamber” gerçeğininin üstünü örterek, elsiz, dilsiz, zulme ve her türden kötülüğe karşı öfkesiz, zulüm ve kötülük odaklarına isyan etmek yerine onlara boyun eğmeyi, bir köle gibi itaat etmeyi, teslim olmayı dinin vazgeçilmez unsurlarından biri gibi gösteren, savaşılması gereken yerde boynunu bükerek ağlayıp sızlayan, yalvarıp yakaran, düşmanından merhamet dilenen ve “cihad” etmeyi kulun değil de Allah’ın “görevi”ymiş gibi gösteren sapkın uydurma, muharref bir din/ “protestan İslâm” inşa etmeye girişti. Ülkemizde de “barış, hoşgörü, diyalog” adı altında bu işin taşeronluğunu yapan kişi ve kurumlar herkesin malûmu...

İşte bir Batılı’nın yazdığı bu makale, emperyalizmin yüz milyonlarca dolar harcayarak yürüttüğü “ılımlı, yumuşak, köşesiz, yüreksiz,dilsiz, elsiz, işbirlikçi, itaatkâr İslâm” projesinin nasıl alçakça bir tahriften ibaret olduğunu bu dilden anlayan herkese bütün açıklığıyla haykırıyor. Allah’ın Resulü’nün “savaş peygamberi” özelliğinin yalnızca “savaşçı insan” yanını mercek altına alıyor. Savaş felsefesi, ilmi ve teknikleri konusunda uzman bir kalemden “Allah’ın kulu ve Resulü”nün “Savaşçı kul”un nasıl olması gerektiğini bizzat tatbik ederek/yaparak/komuta edererk gösterdiği yanını derinlemesine inceliyor....

Gürültü de tam bu noktada kopuyor, planları bozulan, tekerlerine çomak sokulan “ılımlı İslâm” projesinin yapımcı, taşeron ve ameleleri aynı anda ayaklanıyor ve “yetişin Richard A. Gabriel peygamberimize hakaret ediyor” diye feryad ediyorlar... Emperyalizmin “cihad”a “terör”, “mücahid”e “terörist” demesinden hiç rahatsız olmayanlar, hatta rahatsız olmak bir yana aynı tabirleri kullanmaktan utanmayan, gocunmayan, çekinmeyenler; son yıllarda İslâm hakkında bir Batılının kaleminden görmeye alışık olmadığımız kadar ciddi ve derli toplu olan bu makalenin okunmaması için psikolojik duvarlar inşa etmeye kalkıyorlar...

Bu makalede eksiklikler, yanlışlıklar elbette var.. Ama tek başına başlığı bile Allah’ın Resûlü’nün kendisi hakkında ifade ettiği ve bugün unutturulmaya çalışılan temel bir özelliğini ve güzelliğini yeniden gündeme getiriyor: Savaş Peygamberi...

Bir komutan olarak Allah Resulü...

Biz de bu makaleyi O’nun bu özelliğine nasıl bakılması gerektiğine iyi bir misal teşkil ettiği için aynen yayınlıyoruz.

Gerisi Peygamberlerini tam/doğru/eksiksiz/fazlasız anlama ve anlatma mükellefiyetinde olan müslüman tefekkür, ilim ve teknik ve tahkik ehline kalmış...

Taha Yasin




Eğer son Peygamber (1) yenilikçi ve başarılı bir askeri lider olmasaydı İslâm yedinci yüzyılın ötesine geçemezdi.

Son Peygamber'in uzun gölgesi yüzyıllardan günümüze kadar uzanıyor. Bugün sayıları 1,4 milyarı bulan müslümanlar onun öğretilerini -Allah'ın peygambere vahiy ettiği ve Kuran olarak yazıya geçirilmiş- takip ediyor. Ama Peygamber’in olağanüstü başarılarına rağmen, onu İslâm'ın ilk büyük kumandanı ve başarılı bir direniş lideri olarak inceleyen güncel bir belge bulunmuyor. Peygamber bir komutan olarak başarılı olmasaydı, İslam bir bölgede sınırlı kalacak ve Arap ordularının Bizans ve İran'ı ele geçirmesi aslı gerçekleşmeyecekti.

Peygamber’in bir savaş adamı olması düşüncesi bir çok insan için yeni bir şey. Ama o büyük bir komutandı. Bir yüzyılın içerisinde sekiz büyük savaş ve onsekiz akın yapmış, otuzsekiz tane de kendi emir ve direktiflerine göre hareket etmesi için tayin ettiği komutanlarının yürüttüğü operasyonlar planlamıştı. İki kere yaralanmış, iki kere de kendinden daha büyük ordular tarafından yenilecek gibiyken ordusunu toparlayıp savaşın gidişatını değiştirirek zafer kazanmıştı. Bir komutan ve taktisyenden olması dışında, askeri teorisyen, örgütlenme reformcusu, stratejik düşünür, operasyon komutanı, siyasi-askeri lider, kahraman asker ve devrimciydi. Direniş savaşının mucidi ve tarihteki ilk uygulayıcısı olan Peygamber'in ordularının başına geçmeden önce hiçbir askeri eğitimi yoktu.

Peygamber'in istihbarat servisi zamanla Bizans ve İran'la; özellikle siyasi istihbarat konusunda yarışır hale gelmişti. Söylendiğine göre, taktik ve politik stratejiler kurmaya saatler harcardı ve bir keresinde "Harp hiledir", demişti; bu modern analistlere Sun Tzu'nun "Savaş aldatmacadan ibarettir" sözünü hatırlatıyordu. Düşünme ve uygulama gücü konusunda Karl von Clausewitz ve Niccolo Machiavelli'nin bir karışımı gibiydi; yani siyasi amaçlar için her zaman güç kullanırdı. Kurnaz bir büyük stratejist olarak askeri olmayan yöntemleri (ittifak, siyasi suikast, rüşvet, dine davet, af ve sınırlı tenkil) uzan vadede pozisyonunu güçlendirmek için -bazen kısa vadeli askeri amaçlardan vazgeçerek- kullanırdı.

Peygamberin Allah'ın Elçisi rolü ve İslâm inancı, Arap savaş şeklinde devrim meydana getirmiş ve dünyanın tutarlı bir ideolojik inanç tarafından motive edilmiş ilk ordusununun kurulmasını sağlamıştı.

Kutsal savaş (cihad) ve şehitlik düşüncesi, Müslüman ve Hristiyanların İspanya ve Fransa'da savaşları yoluyla batıya geçmiş, savaşçı Hristiyan azizleri ortaya çıkmış ve Katolik Kilisesi'ne Haçlı Seferleri için ideolojik gerekçe vermişti. Bundan beri ideoloji -dini yada seküler olsun- askeri maceraların en önemli unsuru olmuştur.

Peygamber Arabistan'da daha önce kimsenin görmediği tamamen yeni bir tür ordu oluşturarak onun ölümünden iki sene sonra başlayan Arap fetihlerinin askeri kısmının temelini attı. Arabistan'da orduları ve savaş idaresini değiştiren en az sekiz büyük askeri reform yaptı. Nasıl Makedonyalı Philip Yunan ordularını dönüştürüp halefi Büyük İskender'in fetihler yapıp imparatorluk kurmasını sağlamışsa, Son Peygamber de Arap ordularını haleflerinin Pers ve Bizans ordularını yenip İslam İmparatorluğunu kurmalarını sağlamıştı.

Son Peygamber herşeyden önce bir devrimciydi, günümüzde bilinen, eski zamanlardaki ilk milli direnişi kuran ve yöneten, ateşli ve dindar gerilla lideriydi; ki bu gerçeği Kuran'dan ve Peygamber'in şiddet kullanmasından alıntı yapıp bunu kendi direnişlerinin doğruluğunu savunmakta kullanan günümüzün mücahitleri hala unutmamışlardır. Geleneksel komutanların aksine, Peygamber yabancı bir düşmanı yada istilacıyı yenmeyi değil; o sıradaki Arabistan sosyal ve siyasî düzeninini değiştirip yerine tamamen farklı bir ideolojik görüşe dayanan yeni bir düzen getirmeyi amaçlıyordu. Bu devrimci amaçlarına ulaşmak için her yolu kullandı; bu da modern analistler tarafından günümüzün dünyasında başarılı bir direnişin özelliği sayılıyor.


Son Peygamber yeni bir düzen mücadelesine sadece sınırlı vur-kaç operasyonları yapabilen küçük bir gerilla grubuyla başlamıştı, ama on sene sonra Mekke'yi fethe hazır hale geldiğinde bu gerilla grubu sayıca artmış, atlı ve piyadelere sahip, büyük harekatlar yapabilen düzenli bir orduya dönüşmüştü. Batı hep Peygamber'den Arap fetihlerini geleneksel askeri terimlerle düşündü. Ama Son Peygamber'den önce Arabistan'da bunları başaran ordular görülmemişti. Bu orduları meydana getiren şey Son Peygamber’in geleneksel olmayan gerilla operasyonları ve başarılı direnişiydi. Sonraki Arap fetihleri, hem stratejik konsept hem de askeri metodun aracı olan yeni ordular, Peygamber'in direniş lideri olarak başarısının sonucuydu. (2)

Peygamberin askerî hayatının direnişçi gerilla kısmı okuyucuya ilginç gelebilir. Ama modern analistlerin direnişi karakterize etmede kullandığı yöntemler kullanılırsa, Son Peygamber'in İslâm'ı yayma savaşında direnişin bütün kriterlerini sağladığı görülebilir. Direniş savaşı için gereken bir şey de; takipçileri için bir şekilde özel ve izinden gitmeye değer görülen kararlı bir liderdir. Bu bahsedilen durumda da Peygamber'in karizmatik kişiliği, Allah'ın elçisi olması ve ona uymanın Allah'ın emirlerine uymak demek olması inancıyla kuvvetleniyordu.

Direnişler bir "kurtarıcı ideoloji"ye, yani mevcut sosyal, siyasî ve iktisadî düzeni daha iyi, daha adil, tarih, yada bizzat Tanrı'nın kendisi tarafından buyurulmuş bir düzenle değiştirmek için tutarlı bir inanç veya plana ihtiyaç duyar. Son Peygamber, İslâm inancı ile, zalim, kafirce ve değiştirilmesi şart olarak gördüğü mevcut temel Arap kurumlarına meydan okudu. Bu gaye ile "ümmetini", yani inananlar topluluğunu, Allah'ın dünyadaki halkını; o sıradaki Arap klan ve kabilelerinin yerine geçecek şekilde oluşturdu. Peygamberin en büyük başarılarından biri eskilerini değiştiren yada tamamen yerini alan yeni sosyal kurumlar kurmasıydı.

(Devam Edecek)

Dipnotlar:
(*)Richard A. Gabriel’in MHQ dergisinde yayınlalan “Muhammad: The Warrior Prophet” başlıklı makalesidir. Makalenin orijinaline şu internet adresinden ulaşılabilir: http://www.historynet.com/magazines/mhq/75...?page=1&c=y

1-Metinde Peygamberimizin has isminin geçtiği yerlerde, onun yerine “Peygamber” veya “Son Peygamber” demeyi tercih ettik. (TY)
2-Bu paragrafta, İslâmın en hayatî ve kritik ilk savaşlarını “canım onlar küçük çaplı aşiret kavgalarıydı, savaş bile sayılmazlar” diyerek küçümsemeye, yok saymaya ve yok etmeye çalışarak “Savaş Peygamberi” gerçeğini kendi güdük ve küçük akıllarınca örtebileceklerini sanan hödük/alçak takımını hatırlayarak; hadiseye uzman bakışıyla öküz bakışı arasındaki farkı görebiliriz. (TY)

Bu makalenin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2289

Nûr-ı âlemsin bugün hem dahi mahbûb-ı Hudâ
Muhibbî (*)

Nûr-ı âlemsin bugün hem dahi mahbûb-ı Hudâ
Eyleme âşıkların bir lahza kapından cüdâ
Gitmesin nâm-ı şerîfîn bu dilimden dem-be-dem
Dertli gönlüme devâdır cân bulur ondan safâ
Umaram her bir adın başka şefâat eyleye
Ahmed ü Mahmûd Ebu'l-Kâsım Muhammed Mustafâ

Çünkü denildi ona "Ve'ş-Şems" dahi "Ve'd-Duhâ"
Rûyuna alnına mihr ü mâhı benzetsem nola
Bu libâs u hây hûy u tantana nedir dilâ
Eğnine hil'at yeterken bir palâs u bir abâ
Cürm ü isyanım bir birundur gerçi hadden serverâ
Sen şefaat kânısın geldim sana şefkat uma
Bu MUHIBBÎ tövbe eyler tövbesin eyle kabûl
Fitne-i şeytândan sakla onu yâ Rabbenâ

* Kânûnî Sultan Süleyman Han Hazretleri (1494-1566)

Cennet demek, Mustafâ (a.s) ile buluşmak demektir
ÖMER TUĞRUL İNANÇER

[Elbette biz bedenî ayrılıkla üzülürüz ama Allah ebedî ayrılık vermesin. Ebedî ayrılık, Allah muhafaza, îmânsızlık demektir. Her îmân sâhibi mutlaka cennete girecektir.

Cennet demek, Mustafâ (a.s) ile buluşmak demektir. Yoksa kebap yemek değildir, nefsin arzularının tatmîn yeri değildir cennet. Ne kebapçı dükkânıdır, ne piknik yeridir. Gönlüm arzularının tatmîn yeridir. Nefsânî değildir. Rahmânî ve vicdânîdir. İnşallah günahlarımızın keffâretini çekmeye hâcet kalmadan şefâat-i Mustafâ ile afv-ı ilâhiyeye uğrayıp ebedî hayatı O'nunla birlikte yaşarız. Mustafâ öyle güzel, öyle güzeldir ki Mustafâ'nın hasretini çekmek bile güzel.] SOHBETLER'den

"Biz ayran, limonata, çay vs. içeriz ama onlarla abdest alamayız. Çünkü, ayran, limonata, çay temizdir ama temizleyici değildir. Asit temiz değildir ama temizleyicidir. Kâinatta hem temiz hem de temizleyici olan iki şey vardır. Biri su, biri Ehl-i Beyt-i Mustafa. Hem temiz, hem temizleyicidirler. ~ Ömer Tuğrul İNANÇER"
Ömer Tuğrul İNANÇER

"Resûlullah'a Aşık Olunmadan Allah'a aşık olunmaz."
Ömer Tuğrul İnançer

"Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş / Gül âteş bülbül âteş sünbül âteş hak ü hâr âteş."
Esad Erbili Hz.

“Ey Efendim! Ya Resulüllah. (s.a.v.) Selam, Senin üzerine olsun. Selam Senin üzerine olsun, Ey Allah’ın Nebisi. Selam Senin üzerine olsun, Ey Allah’ın Sevgilisi. Selam Senin üzerine olsun, Ey rahmet Peygamberi. Selam Senin üzerine olsun, Ey ümmetin şefaatçisi. Selam Senin üzerine olsun, Ey Resullerin Efendisi. Selam Senin üzerine olsun, Peygamberlerinin Sonuncusu. Selam Senin üzerine olsun, Ey elbisesine bürünen. Selam Senin, tertemiz geçmişin ve ehli beytinin üzerine olsun. O Ehli beyt ki, Allah onlardan günah kirini giderip, tertemiz pak kıldı. Bizden taraf Allah Sana, kavminden taraf Nebisine, ümmetinden taraf Resulüne verdiği karşılıktan daha üstün bir mükâfat versin. Şahadet ederim ki, Sen Allah’ın Resulüsün. Peygamberlik görevini tebliğ ettin, emaneti yerine ulaştırdın, ümmetine nasihat ettin, delilleri beyan ettin. Allah yolunda hakkıyla cihat ettin. Vefat edinceye kadar dini dosdoğru ikame ettin. Allah Sana ve mübarek bedeninin kendisinde yerleşmesiyle şeref kazanan bu en şerefli mekâna, Allah’ın ilminde olmuş ve bundan sonra da olacak olanların adedince devam eden salât ve selam etsin. Ve o salât hiç son bulmasın Ya Resülullah! Sana gelmiş, Senin haremini ziyaret eden elçileriz. Senin zulmettikleri vakitte, Sana gelip Allahtan af dileselerdi ve Resulde onlar için istiğfar etseydi, elbette Allah-u Teala’yı ziyade tövbeleri kabul eden, ziyade acıyıcı bulurlardı” buyuruyor. Biz de kendimize zulmetmiş olarak, günahlarımızdan af dileyerek huzuruna geldik. Bizim içinde Rabbine karşı şefaat et. Allah’tan bizi, Senin yolun üzere öldürmesini ve Senin zümren arasında bizi diriltmesini ve bizi Senin huzuruna getirmesini ve Senin havuzundaki kâseden pişman olmayarak ve utanan rezil olan kullardan olmayarak bize su içirmesini istiyor niyaz ediyoruz. Ya Resulüllah bize şefaat et.”
Ekleyen: Mustafa Kılıç KUR'AN VE ŞiFA SOFRASI

Resûlullah Efendimizin (a.s) Mübârek İsimleri ve Mânâları

Mevâhib-i Ledünniye isimli kitaptan 99 adedi alınmıştır. Bu kitapta diğer 301 ismini bulabilirsiniz

Abdullah: Allah' ın kulu

Âbid: Kulluk eden, ibadet eden

Âdil: Adaletli

Ahmed: En çok övülmiş, sevilmiş

Ahsen: En güzel

Alî: Çok yüce

Âlim: Bilgin, bilen

Allâme: Çok bilen

Âmil: İşleyici, iş ve aksiyon sahibi

Aziz: Çok yüce, çok şerefli olan

Beşir: Müjdeleyici

Burhan: Sağlam delil

Cebbâr: Kahredici, gâlip

Cevâd: Cömert

Ecved: En iyi, en cömert

Ekrem: En şerefli

Emin: Doğru ve güvenilir kimse

Fadlullah: Allah-ü Teâlanın ihsânı, fazlına ulaşan

Fâruk: Hakkı ve bâtılı ayıran

Fettâh: Yoldaki engelleri kaldıran

Gâlip: Hâkim ve üstün olan

Ganî: Zengin

Habib: Sevgili, çok sevilen

Hâdi: Doğru yola götüren

Hâfız: Muhafaza edici

Halîl: Dost

Halîm: Yumuşak huylu

Hâlis: saf, temiz

Hâmid: Hamd edici, övücü

Hammâd: Çok hamdeden

Hanîf: Hakikate sımsıkı sarılan

Kamer: Ay

Kayyim: Görüp, gözeten

Kerîm: Çok cömert, çok şerefli

Mâcid: Yüce ve şerefli

Mahmûd: Övülen

Mansûr: Zafere kavuşturulmuş

Mâsum: Suçsuz, günahsız

Medenî: Şehirli, bilgilive görgülü

Mehdî: Hidayet eden, doğru yola erdiren

Mekkî: Mekkeli

Merhûm: Rahmetle bezenmiş

Mes'ûd: Mutlu

Metîn: Çok sağlam ve güçlü

Muallim: Öğretici

Muktedâ: Peşinden gidilen

Mübârek: Uğurlu, hayırlı, bereketli

Müctebâ: Seçilmiş

Mükerrem: Şerefli, yüce

Müktefî: İktifâ eden, yetinen

Münîr: Nurlandıran, aydınlatan

Mürsel: Elçilikle görevlendirilmiş

Mürtezâ: Beğenilmiş, seçilmiş

Muslih: Islah edeci, düzene koyucu

Mustafa: Çok arınmış

Müstakîm: Doğru yolda olan

Mutî: Hakka itaat eden

Mu'tî: Veren ihsân eden

Muzaffer: Zafer kazanan, üstün olan

Müşâvir: Kendisine danışılan

Nakî: Çok temiz

Nakîb: Halkın iyisi, kavmin en seçkini

Nâsih: Öğüt veren

Nâtık: Konuşan, nutuk veren

Nebî: Peygamber

Neciyullah: Allah' ın sırdaşı

Necm(i): Yıldız

Nesîb: Asil, temiz soydan gelen

Nezîr: Uyarıcı, korkutucu

Nimet: İyilik, dirlik ve mutluluk

Nûr: Işık, aydınlık

Râfi: Yükselten

Râgıb: Rağbet eden, isteyen

Rahîm: Mü'minleri çok seven

Râzî: Kabul eden, hoşnut olan

Resûl: Elçi

Reşîd: akıllı, olgun, iyi yola götürücü

Saîd: Mutlu

Sâbir: Sabreden, güçlüklere dayanan

Sâdullah: Allah' ın mübârek kulu

Sâdık: Doğru olan, gerçekci

Saffet: Arınmış, seçkin kişi

Sâhib: Mâlik, arkadaş, sohbet edici

Sâlih: iyi ve güzel huylu

Selâm: Noksan ve ayıptan emin olan

Seyfullah: Allah' ın kılıcı

Seyyid: Efendi

Şâfi: Şefaat edici

Şâkir: Şükredici

Tâhâ: Kur'ân-ı Kerîm' deki ismi

Tâhir: Çok temiz

Takî: Haramlardan kaçınan

Tayyib: Helal, temiz, güzel, hoş

Vâfi: Sözünde duran, sözünün eri

Vâiz: Nasihat eden

Vâsıl: Kulu Rabb'ine ulaştıran

Yâsîn: Kur'ân-ı Kerîm' deki ismi, gerçek insan, insan-ı kâmil

Zâhid: Mâsivadan yüz çeviren

Zâkir: Allah' ı çok anan

Kaynak: http://www.sevde.de/HzMuhammetTR/48.htm

Osmanlıda Peygamberimiz'in Doğum Günü Herkese Bayramdı
Yazar Fatma Toksoy
19 Ocak 2013

Peygamberimiz’in doğum günü yani Mevlid Kandili ilk olarak Mısır’da kurulan Şii Fâtımî Devleti’nin Muiz-Lidînillah döneminde (972-975) kutlanmıştır. Bu kutlamalar Osmanlılar zamanına kadar aynı ihtişam ve heyecanla süregelmiştir. Osmanlı Devleti’nde ise bu kutlamaların ayrı bir önemi vardı. Hatta bu kutlamalar devlet töreni halini alıp resmileşmiş, 1910 tarihinden itibaren de Hz. Peygamber (s.a.v.)’nin doğum günü, resmi bayramlar arasına dahil edilerek, resmi tatil olarak kabul edilmişti. O’nun dünyaya teşrifleri Osmanlı için bayramdı çünkü…

Osmanlı’da saray, konak ve evlerde yapılan Mevlid törenlerinin yanı sıra, padişahın bizzat katıldığı Mevlid töreni de vardı. Bu tören bir selatin camiinde şöyle yapılırdı: Törenden günler önce protokole dahil devlet adamlarına davetiye gönderilerek, hangi camide, ne vakit hazır olmaları gerektiği bildirirdi. Davetliler, tören kıyafetleriyle davete katılırlardı. Osmanlı teşrifatında padişahın merasim erkânı ve muhafızlarıyla birlikte belli bir güzergâh üzerinde yaptıkları resmî geçide o zamanlar “alay” adı verilirdi. Bu yüzden padişahların Mevlid okunacak camiye gidip gelmesine de “Mevlid Alayı” denilirdi. Daha sonraları bu tabirin anlamı daha da genişleyerek Rebîülevvel ayının on ikinci günü sarayda ve camide yapılan bütün törenleri de kapsamıştır. Mevlid alayı camiye yaklaştığında müezzin, mahfilinde “Feth Sûresi”ni okumaya başlardı. Padişah camiye girdiğinde cemaat bulundukları yerde saygıyla eğilir, daha sonra “muarrif” adı verilen görevli Hz. Peygamber (s.a.v.)’nin özelliklerini belirten “tarifi yani Hilyeyi Şerif-i okurdu. Sonra vaaz verilir, Kur’an ve Süleyman Çelebi’nin yazmış olduğu Mevlid okunurdu. Mevlid ‘in “Geldi bir ak kuş kanadıyla revan/ Arkamı sığadı kuvvetle heman” beyti okunurken herkes hürmeten ayağa kalkar, bu esnada mahfil-i hümâyun tarafında perde arkasında bekleyen müjdecibaşı Mekke Emîri’nin gönderdiği kutlama mektubunu padişaha sunardı. Mekke Emiri’nden gelen bu kutlama mektubu törenle padişah tarafından açılıp, okunurdu, Mekke Emiri’nden değil de Peygamberimizden gelmişçesine, törenle, heyecan ve hürmetle… Halka bu günün şerefine padişah tarafından hediyeler dağıtılır, ziyafetler verilir, şerbetler, elvan külahlar içinde şekerler ikram edilirdi. Tam bir bayram havası içinde. Çünkü O’nun doğum günü halk için, çocuklar için de bayramdı. Elvan elvan şekerlerle…

Fakat Mevlid Kandili münasebetiyle yapılan kutlamaların hepsi bundan ibaret değildi. Bu kutlamalar zincirine bir de padişahlar tarafından salıverilen, affedilen mahkumlar eklenirdi.

Evet yanlış duymadınız, Mevlid Kandili’nde bazı mahkumlar affedilirdi. Daha önceden büyük bir titizlikle yapılan araştırmalar neticesinde suçu hafif olan mahkumların kalan cezası Peygamberimiz’in doğum gününe hürmeten; padişah tarafından silinerek, hapishaneden salıverilirdi. Peygamber (s.a.v.)’nin şefaati umularak…

Peygamberimiz’in doğum günü hapishanedeki mahkumlar için de bayramdı. Kurtulmak, özgür olmak ümidiyle beklenip, kutlanan…

Muhteşem konak

Masallardaki konakları imrendirecek kadar güzel bir konak ve birbirinden güzel, kendilerine göre bilgili, görgülü, maharetli, akıllı, hoşgörülü, anlayışlı, yine kendilerine göre haklı, lider veya yönetilen, memur veya işçi, veya ev hanımı, çalışan- çalışmayan, tembel-çalışkan her nevi insanlar vardı. O muhteşem konağa bakıp duruyorlardı. Kimisi tavaf ediyordu konağı etrafından. İçeri girmeye cesareti mi yoktu ne? Belki de içinde ne olduğunu bilmediğinden korkuyordu… Korkuyor olabilirdi çünkü bu konak hakkında güzel şeyler söyleyenler olduğu gibi korkunç senaryolar da üretenler vardı. Gulyabani mi vardı orada ne? Gericiler, irticacılar toplanmış içeride ayin mi yapıyorlardı ne? Teröristleri de sakladığı barındırdığı söyleniyordu. Buna inananlar kapısından dahi bakmadan etrafını dolaşıp meraklı meraklı bakıp, gidiyorlardı tahrif edilmiş evlerine… Bazıları da ineklerin, farelerin, şeytanın, putların hakimiyetinde olan ateş evlerine… Bazılarının evi de yoktu… Tesadüflerle dolu bir dünyada geziniyorlardı rastgele…

Bir kısmı da bu muhteşem konaktan içeri giriyordu, Kelime-i Şehadet kapısından, “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.”diyerek. Bu parola olmadan girilemiyordu konağa. Parolayı öğrenip, kalbiyle ve diliyle bütün samimiyetiyle söyleyenler içerdeydi. Kapıda çok mükemmel yaradılışlı, çok kibar ve nazik bir görevli karşıladı parolayı söyleyenleri… Hepsiyle tek tek ilgilendi … Kimi bu ilgiden sıkıldı, “Ben kendim istediğim yere gidebilirim, beni rahat bırak” dercesine bir el hareketiyle dolaştı konakta… Kimi onunla ilgili gibi görünüp, aklı ve gözü başka yerlerde geziniyordu. Bazıları da onun rehberliğine teslim ediverdiler kendilerini… Herkes böylece dağıldı dört bir yanına konağın… Bazıları arka tarafta çıkış kapısı keşfetti… Usulcacık süzülüverdi dışarıya, alemlere… Başı dara düştükçe yine o kapıdan usulcacık girdi içeriye… Çünkü Mevlânâ gibi o konağın daimi varisleri hep çağırdı onları: “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kafir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…

Çağrıyı duyup da gelen de vardı, gelmeyen de. Yine de çağırmaktaydılar onları da…

İçeride gezinenlerin bir kısmı da iki odadan dışarı çıkmaz oldu. Sıkıştılar adeta o iki odaya… bu kadar yeterliydi onlara, koca konaktaki nimetleri bu kadarcık biliyor ve bunlarla yetiniyorlardı. Oruç ve namaz kapısının dışına başlarını bir çevirseler karşılarında rehberi görüp yardım isteseler daha da huzurlu ve mutlu olacaklardı ama …. Onlar yetindiler bu kadarla. İbadetler ekseninde döndü durdular… Namaz odasının oruç odasının zekat ve Hac odalarının duvarlarını yıkıp koca bir salon elde edemediler. Ama yine de huzurluydular diğerlerine göre… Bazılarını da o iki oda sıktı, sıktı bir kemer gibi. Namaz odası oruç odası abdest koridoru hatta bazılarının zaman zaman Hac zekat odalarına da gitmelerine rağmen o konaktaki girdikleri odalar sıktıkça sıktı onları… Çünkü o odalara günün belli saatleri yılın belli zamanları giriyorlardı. Girdiklerinde ise yanlarında getirdikleriyle sığmıyorlardı odalara. Dedikodu, gıybet, iftira, yalan, haram, faiz, zulüm, riya, şirk duraklarına uğrayıp yanlarında taşıyorlardı buralardan topladıklarını. Tabii olarak da bunlar sığmıyordu o mükemmel odalara… Sıktıkça sıkması o yüzdendi. Böyle bir konakta bu gibi duraklar nerede vardı ki? Şaşılacak şey doğrusu, demek ki bunlar da zaman zaman konağın etrafını dolaşıyorlardı buldukları gizli geçitten çıkarak. Herkes onları namaz odasında biliyorken onlar dışarıya süzülüvermişlerdi.

Kimisi de eğlenceye dalıp gitti kapıdan süzülerek dışarı. Kimi meyhaneye kimi… Sonra kapısına gelip yalvardılar içeri bizi de alın diye… Günlerce gözyaşı döktüler, nasuh tövbesi yapıp söz verdiler yeminlerle andlarla… İçeri girdiklerinde yine sapıtıp çıkanlar olsa da o kapıda dökülen yaşlar hürmetine rehbere teslim olup huzuru bulanlar da az değildi…

Bazıları hazine odasını keşfetti konağın. Hakkına riayet göstermeyip çaldı çırptı… Bazıları da kendi zekat odalarından, sadaka odalarından çaldı. Eksilme hazineden değil onların biriktirdiklerinden oluyordu bunu idrak edemediler. Öyleleri de vardı ki zekat odasının kapısını verilen talimatlara uyarak ardına kadar açıp dağıttı ihtiyaç sahiplerine. Sadaka odasının kapısını da birlikte açarak… İnsanlarla hemhal oldular. İlimle, irfanla… Bunlar işyerlerine de gittikleri her nere varsa oralar da taşıdılar o konağı… Muhteşem konak her yerde onlarlaydı görebilen, fark edebilene… Onlar dışardakileri görüyorlardı konağın balkonuna çıkınca. Dışardakiler onları nedense göremediler. Baktılar ama…Bazıları da onların dışını görüp huzurunu göremedi… Dıştan sıkıcı geldiler, hatta ürkütücü hatta cahil, cühela. Gerici görenler de oldu, alay edenler de…Onlarsa bunlara prim vermediler. Buldukları çok güzel bir nimetti. Onlara prim verip onların gazıyla kendini yakanlar da olmadı değil. Bu konakta herkes ve her hal mevcuttu çünkü…

Dedik ya iki odaya sıkışıp kalanlar vardı, üç odaya dört odaya da… Sıkışıp kalanlar odalar arası kapıyı bulup açamayanlardı. Bulmak istemeyenler de dahil… Odalar arasındaki o duvarı bir düğmeyle açıp koskoca bir salon elde edilebilirdi oysa… bunu keşfedenler de az değildi hani! Hani onları kapıdan içeri buyur eden kılavuz var ya işte ondan öğrendiler bu sırrı ve tatbik ettiler. Rehbere teslim olunca odalar arasında bulunan duvarlar yok oldu…Kocaman bir salon ortaya çıktı… Ferah, günlük güneşlik… Balkonlarından uzanıp konağın içinden çıkan meyveleri topladılar. O rehberin kutlu nameleri eşliğinde mest oldular. Mis kokulu çiçekleri koklayıp, en lezzetli yemekleri tattılar… Nasibi olanlara da ikram ettiler büyük bir cömertlikle…

İkram edilenlerden olmak ümidiyle inşallah…

KAYNAKLAR

•Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, c.29, Ankara2004,s.475,479.

•Tuğba Yalçın, “Hz. Peygamberin doğumu Vesilesiyle Osmanlı’da Mahkumların Affı.”,İnsanlığın Tükenmeyen Ümidi Peygamberimize, Ankara 2007. s.s. 78-79.

“Levlâke” rivayeti ve “nur-u Muhammedî” meselesi-12
Ebubekir Sifil
14 Mart 2013

Share on twitterShare on gmailShare on facebookShare on linkedinMore Sharing Services0

Serinin bu son yazısında muhtemel bir itiraza kısaca değineyim:

Denebilir ki: “Kur’an’da Efendimizin (S.A.V.), kendisine vahiy gelmeden önce, 'Kitap nedir, iman nedir bilmediği’ , 'yolunu şaşırmış bir halde olduğu’ haber verilmektedir. Bu ve benzeri nasslar, Efendimizin (S.A.V.) 'peygamberlik’ vasfını ancak 40 yaşında haiz olabildiğini açık biçimde göstermektedir. Eğer Efendimiz (S.A.V.), Hz. Âdem’e (A.S.) henüz ruh üfürülmeden önce peygamber olmuş olsaydı, Kur’an tarafından bu şekilde zikredilmesi söz konusu olmazdı. Bu durumda O’nun Hz. Âdem (A.S.) yaratılış sürecini tamamlamadan önce peygamber olduğunu söylemek mümkün değildir.”

Bu itiraza şöyle mukabele ederiz: Nur-u Muhammedî meselesini kabul edenler, Efendimizin (S.A.V.) kâinat yaratılmadan önce bildiğimiz anlamda peygamberliğin bütün vasıflarını üzerinde taşıyacak şekilde peygamber olduğunu ileri sürmüyor. O aşamada Efendimizin (S.A.V.) “hakikati”nin var olduğunu söylüyor. Esasen yaratılışın o aşamasında henüz kendisine peygamber gönderilecek muhatap mevcut olmadığı için bildiğimiz anlamda “peygamberlik” de söz konusu olmayacaktır tabii olarak.

Bu itibarla o aşamada “vahiy alan ve bu vahyi muhataplarına tebliğ eden” Muhammed b. Abdillah’dan (S.A.V.) değil, O’nun “hakikatinden” söz edilmektedir. Efendimizin (S.A.V.) ruh ve beden olarak, Muhammed b. Abdillah olarak peygamberlik misyonu ancak dünyayı teşrifinin üzerinden 40 yıl geçtikten sonra söz konusu olacaktır.

Meseleyi bir başka açıdan şöyle izah edebiliriz: Hiç birimiz “Elestü bi Rabbikum?” sorusuna muhatap olduğumuzu ve bu soruya “belâ/evet” cevabı verdiğimizi hatırlamıyoruz. Oysa Kur’an’da bu meselenin zikrediliş tarzı son derece enteresandır: “Hani Rabbin: Âdemoğullarının bellerinden zürriyyetlerini almış, onları nefislerine karşı şahit tutarak, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye işhad etmiş, onlar da 'evet’ demişlerdi, 'şâhidiz’. Kıyamet günü, 'Bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz!”

Burada soy-sop sahibi her insandan alınan “misak”tan söz edilmektedir. Bu misak, biz, ruh ve bedenden müteşekkil “insan”lar olduğumuz halde mi bizden alındı? Buna “evet” demek mümkün değil. Zira her birimiz bu dünyaya birer ana-baba vesilesiyle geldik. Dünyaya ilk geldiğimizde mükellef bile değildik. Bebeklik ve çocukluk çağlarından geçerek mükellef olduğumuz yaşlara geldik. O halde soralım: “Elest bezmi”nde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusunun muhataplarının ontolojik varlıkları hakkında ne söyleyebiliriz? Üstelik orada verdiğimiz ve dahi hiç birimizin hatırlamadığı o ahit, bu dünyada inkâr üzere yaşayanlar için kıyamet günü aleyhde bir “hüccet” olacak. Hakikat-ı Muhammediye meselesini peşinen reddedenler öncelikle “Elest bezminde, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna, 'Belâ/evet’ cevabını verenler kimlerdi?” sorusunun tatminkâr bir cevabını vermek durumundadırlar. Özellikle de ruhların bedenlerden sonra yaratıldığını söyleyen İbnu’l-Kayyım’ı ve hocası İbn Teymiyye’yi takliden Hakikat-ı Muhammediyye meselesinde peşinci red tavrı takınanlar için bu ilmî bir mecburiyettir.

Sonuç olarak deriz ki: Meseleye önyargıyla reddetmek üzere değil, “anlamak için” bakıldığında “Levlâke” rivayetinin de “Nur-u Muhammedî” meselesinin de makul izahı mümkündür; hatta böyle izah etmek nassların gereği olarak görülmelidir.

Vallahu a’lem.

42/eş-Şûrâ, 52, 93/ed-Duhâ, 7, 7/el-A’râf, 172.
Millî Gazete


En son Ekim tarafından Çrş Mar 13, 2013 11:59 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ekm 26, 2011 9:58 pm    Mesaj konusu: Hadislerin Aydınlığında... Alıntıyla Cevap Gönder











“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, nefsini duygularına tâbi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup duran (bunu yeterli gören) dır”
Tirmizî





"Hiç şüphe yok ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete
götürür. Kişi doğru söyleye söyleye ALLAH katında sıddîk (doğru sözlü) diye yazılır.
Yalancılık kötüye götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye ALLAH katında kezzâb (çok yalancı) diye yazılır."

(Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103, 104)



“Sahur yemeğinde bereket vardır. Bir yudum su bile içecek olsanız sahura kalkmayı ihmal etmeyiniz. Çünkü sahura kalkana ALLAH rahmet eder, melekler de bağışlanmaları için dua ederler.”
(Müsned, 3:44)

"Her kim Cuma gecesi, Duhan sûresini okursa, yetmiş bin melek o kişi için sabaha kadar istiğfar eder."
(Tirmizî, İthâf, 3/241)

"Her kim Cuma gecesi Duhan sûresini okursa, Allah-u Te'ala kendisine cennette bir köşk yapar."
(Taberânî, Mu'cemu'l-Kebir, İthâf, 3/293)

Yatağınıza gideceğinizde namaz abdesti gibi bir abdest alın sonra da şöyle dua edin: Allahım ! (Rahmetini) umarak, (azabından) korkarak kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana çevirdim, işimi sana ısmarladım, sırtımı sana dayadım. Senden başka sığınak, senden başka dayanak yoktur. İndirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine iman ettim."
(Buhari, Deavat, 69)

Ümmü Seleme (Radiyallahu Anh) anlatıyor: Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) evinden çıktığı zaman şu duayı okurdu:

"ALLAH'ın adıyla ALLAH'a tevekkül ettim. ALLAH'ım! Zillete düşmekten, delalete düşmekten, zulme uğramaktan, cahillikten, hakkımızda cehalete düşülmüş olmasından sana sığınırız."
Tirmizi, Da'avât 35

"Nerede olursan ol Allahtan kork!"
Tirmizi, Kitâbül-birr ves-sıla 55

Büreyde (Radiyallahu Anh) anlatıyor: "Bir gün, Halid İbnu Velid el-Mahzumi (Radiyallahu Anh):

"Ey ALLAH'ın Resulü, bu gece hiç uyuyamadım" diye Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'e yakındı.

Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ona şu tavsiyede bulundu:

"Yatağına girdin mi şu duayı oku: "Ey yedi kat semanın ve onların gölgelediklerinin Rabbi, ey Arzların ve onların taşıdıklarının Rabbi, ey şeytanların ve onların azdırdıklarının Rabbi! Bütün bu mahlukatının şerrine karşı, bana himyayekâr ol! Ol ki hiç birisi, üzerime ani çullanmasın, saldırmasın. Senin koruduğun aziz olur. Senin övgün yücedir, senden başka ilah da yoktur, ilah olarak sadece sen varsın."

(Tirmizi, Da'avât 96)

Ebu Malik el-Eş'ari (Radiyallahu Anh) anlatıyor: Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurdular ki:

"Kişi evine girince şu duayı okusun: "ALLAH'ım! Senden hayırlı girişler, hayırlı çıkışlar istiyorum. ALLAH'ın adıyla girdik, ALLAH'ın adıyla çıktık, Rabbimiz ALLAH'a tevekkül ettik." Bu duayı okuduktan sonra ailesine selam versin."

Kays İbnu Ebi Hazım anlatıyor:
Hz. Ebubekir (Radiyallahu Anh) Cenab-ı Hakk'a hamd ve senadan sonra buyurdu ki: "Ey insanlar! Sizler şu ayeti okuyor ve fakat yanlış anlıyorsunuz: 'Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez.' (Maide, 5/105).

Biz Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vessellem)'in: 'İnsanlar, zalimi görüp elinden tutmazlarsa, ALLAH'ın, hepsine ulaşacak umumi bir bela göndermesi yakındır.' dediğini işittik.

Keza ben, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vessellem)'in: 'İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde, seyirci kalır, müdahale etmezse, ALLAH'ın hepsini saran umumi bir bela göndermesi yakındır.' dediğini işittim.."
Ebu Davud, Melahim 17

‎Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

"Ey uyumaya niyetlenen kimse, yatağına uzandığın zaman şöyle de: Allahım, nefsimi Sana teslim ettim, bütün benliğimle Sana yöneldim. İşlerimi Sana emanet ettim, sırtımı Senin kudretine dayadım. Senin rahmetinden ümitvârım, gazabından da korkuyorum. Senin dergahından başka ne iltica edilecek bir yer var, ne de güvenilir bir mekan.Senin merhametine sığınıyor ve Senden eman diliyorum. Ve indirdiğin Kitab’a, gönderdiğin Peygamber’e (sav) imanımı ikrar ediyorum. Şayet bunu okuduğun gece ölecek olursan, fıtrat üzere (mü’mince) ölmüş olursun; ! eğer sabaha erersen, hayır bulursun."

{Buhârî, Daavât 7,9; Tevhid 34; )

"Gün gelecek siz bir kabın içindeki yemek gibi olacaksınız. Diğer milletler sizi yemek için üstünüze üşüşecekler. Tıpkı bir kabın içindeki yemeği bitirmek için sofraya üşüştükleri gibi.

- Ey Allah’ın Resûlü sayımız az olduğu için mi böyle olacak? diye sorar bir sahabi.

Peygamber efendimiz;

-Hayır.Tam aksine, o gün sayınız çok olacak ama
sizi vehn kuşatacak.Yani, dünya tutkusundan doğan ölüm korkusu kalplerinizde yer edecek."

Ebu Davud, Melahim [5-4297]

Rasûlullah Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

“İnsanlar zâlimi ve zulmünü görüp de onu zulümden el çektirmezlerse Allah’ın onların hepsinin başına bir ceza indirmesi çok yakındır.”
(Ebû Dâvûd, Fiten: 1) Tirmizi 2168 Yöneticilik-İdarecilik Bölümü

Ebu Hureyre Hazretleri anlatıyor: "Resulullah Efendimiz buyurdu ki:

"Emanet kaybedilince kıyameti bekleyin."

"Emanet nasıl kaybolur?" diye sordular.

"İşler ehil olmayanlara teslim edilince." diye cevapladı."
(Buhari, Rikak 35)

"Bütün kalbiyle şehid olmayı isteyen kişiyi Allah, yatağında ölse bile, şehidler mertebesine ulaştırır."
(Kaynak: Riyâzü’s Sâlihîn: Müslim, İmâre 157. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 15)

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Satıcı ve alıcı (söz kesip) pazarlığı bitirdikten sonra birbirlerinden ayrılmadıkça alış-verişi bozup bozmamakta serbesttirler. Eğer onların her biri karşılıklı olarak doğru söyler (mal ile paranın durumunu olduğu gibi) açıklar ise, alış-verişleri bereketli olur. Yok eğer gizler ve yalan beyânda bulunurlarsa, alış-verişlerinin bereketi kalmaz."

(Kaynak: Riyâzü’s Sâlihîn: Buhârî, Büyû' 19, 22, 44, 46; Müslim, Büyû' 47. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Büyû' 1; Tirmizî, Büyû' 6, 26; Nesâî, Büyû' 4, 8, 11

Hz. Peygamber bir başka hadîs-i şerîfinde "Bizi aldatan bizden değildir" buyurmuştur (bk. Müslim, Îmân 164).

Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) anlatıyor: Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hazretleri buyurdular ki:

"Kim, malayani (boş) konuşmaların çok olduğu bir yere oturur da, oradan kalkmazdan önce şu duayı okursa bu yerde oturmaktan hasıl olan günahından arınmış olur:
ALLAH'ım! Seni hamdinle tespih ederim. Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim. Senden mağfiret diliyorum, Sana tevbe ediyorum. (af talep ediyorum)."

(Tirmizi, Da'avât 9)

Ebu Hureyre r.a. rivayet etmiştir.
Kaynak: Tirmizi-Salat-114

ENES İBNİ MALİK(RADIYALLAHU ANH)DAN RİVAYET EDİLEN BİR HADİSİ ŞERİFTE RASULULLAH(SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM)ŞÖYLE BUYURMUŞTUR:" ŞABAN BENİM AYIMDIR.KİM ŞABAN AYINA DEĞER VERİRSE,MUHAKKAK Kİ O,BENİM EMRİME ÖNEM VERMİŞ OLUR.
BENİM EMRİMİ BÜYÜK TUTANA İSE,BEN KIYAMET GÜNÜ ÖNCÜ BİR KURTARICI VE İYİ BİR HAZIRLIK OLURUM.."








_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Çrş Arl 12, 2012 9:23 pm tarihinde değiştirildi, toplam 54 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Nis 18, 2012 12:51 am    Mesaj konusu: 'Ahlâksızlık, insanın özüne yönelik bir saldırıdır' Alıntıyla Cevap Gönder

Diyarbakır'da Bir Milyonu Aşkın Peygamber Sevdalısı
23 Nisan 2012



Peygamber Sevdalıları Platformu`nun organize ettiği Peygamber Efendimizin "Kutlu Doğum" etkinliğinde Diyarbakır İstasyon Meydanı`nı bir kez daha bir milyon kişiyi ağırladı.


Peygamber Sevdasının doruğa çıktığı etkinlikte okunan mevlit, ilahi ve ezgiler gönüllüleri fethederken yapılan konuşmalarda Peygamber Sevgisinde birleşme çağrıları yapıldı.

Çalışmalar Geceden Başladı

Peygamber Sevdalıları, etkinliğin yapılacağı İstasyon Meydanı dün geceden Muhammed-i âşıklarına hazırladı. Meydanda dev bir platformlar kuruldu, vinçlere dev ekranlar asıldı, erkek ve bayan yerleri belirlenerek şeritler çekildi. Davetli misafirler, yaşlılar ve sakat vatandaşlar için de ayrı bir tesis edildi.

Meydana Tekbir ve Salâvatlarla Geldiler

Erken saatlerden itibaren Resul-i Ekrem`in Kutlu Doğum`una iştirak eden Peygamber Sevdalıları, gruplar halinde Bağlar, Şehitlik, Balıkçılar ve Ofis caddelerinden programın yapıladığı İstasyon Meydanı`na tekbir ve salâvatlarla akın eden kadın, çocuk, genç yaşlı yüz binlerce Peygamber Sevdalıları, kentte bir bayram havası oluşturdu.

"Amacımız Resulullah`ın Hayatını Anlatıp Yaşatmaktır"

İlke Haber Ajansı`na açıklamalarda bulunan Peygamber Sevdalıları Platformu Genel Koordinatörü Av. Abdulgani Orhan, bu tür etkinlikleri düzenlemekteki amaçlarının Peygamber Efendimizin hayatını daha iyi anlayıp, anlatıp ve yaşatabilmek olduğunu söyledi.

Diyarbakır İstasyon Meydanı`nda yapılacak "Kutlu Doğum" mevlüdü için binlerce gönüllü bayan ve erkeğin görev yaptığını anlatan Orhan, uluslararası, ulusal ve yerel olarak yayın yapan medya kuruluşlarının etkinliğe davet ettiklerini söyledi.

İslam ruhunun yeniden canlandığını belirten Orhan sözlerini şöyle devam etti, "Diyarbakır halkı, dinine bağlı Müslüman bir halktır. İslam`a bağlılıklarını düzenlenen etkinliklere koşa koşa gelmelerinden anlaşılmaktır. Adeta programın yapılacağı günü iple çekiyorlar. Kürt halkı burada gerçek kimliğini, düşüncesini, ruhunu ortaya koyacaktır. Bütün dayatmalara karşı Peygamber Sevdasını adeta bir kalkan olarak kullanarak meydanlara indi. Şimdiden programa katılacak olan veya katılmak isteyip de katılamayan tüm peygamber sevdalılara teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Adım Atacak Yer Kalmadı

Ve saatler 13.00`ü gösterdiğinde Meydanda öylesine doldu ki adım atacak yer kalmadı. "Hebibe Xweda (Allah`ın Habibi) Âlemlere Rahmet Hz Muhammed (SAV)" adıyla düzenlenen "Kutlu Doğum" programı, Kur`an-ı Kerim tilavetiyle başladı. "Esselamu Aleyk, Vesselamu Aleyk" ve "Anam Babam Sana Feda Olsun Ya Resulullah" nidası yer ve göğü inletti. Bilal, Hikmet ve Mustafa`nın okuduğu mevlid-i Şerif ve okunan ilahiler gönülleri fethetti.

Selamlama Konuşmaları Yapıldı

Diyarbakır`ın Tarihi İstasyon Meydanı`nda yüz binlerce Muhammed-i Âşığının katılımıyla başlayan "Büyük Kutlu Doğum Mevlüdü"nde selamlama konuşmaları yapıldı.

İlk olarak selamlama konuşması yapan Mustazaf Der Genel Başkanı Av Hüseyin Yılmaz, bugün burada her kavimden, ırktan ve renkten İnsanların bir araya geldiğini ifade ederek bizleri burada toplayan Hz Muhammed`e (SAV) olan muhabbet olduğunu söyledi.

Yılmaz, "Dünyanın her yerinden bu coşkuyu paylaşmak için buraya geldiler. İran, Irak, Amerika, Ürdün gibi ülkelerden misafirler buradadır. Allah-u Teâlâ, O'na Habibim demiştir, sizlerde O`na Habibim diyorsunuz" dedi.

Molla Celal Bozdaş ise Zazaca yaptığı selamlama konuşmasında "Peygamber efendimiz köleleri kölelikten kurtardı, onları komutanlar yaptı. Kadınları kölelikten kurtardı, ona izzeti verdi." dedi.

Göktaş: Peygamber Sevdalıları Geliyor!

Diyarbakır İstasyon Meydanı`nda devam eden "Kutlu Doğum" programında konuşan Doğruhaber Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Göktaş Hoca, Ramazan ve Kurban bayramlarının ardından Hz Peygamberin Kutlu Doğumunu üçüncü bayram olarak ilan etti ve "Bekle ey Dünya, Peygamber Sevdalıları geliyor! Hz Muhammed geliyor, merhametiyle, rahmetiyle geliyor" dedi. Göktaş Hoca, "Ey şu gördüğümüz ve göremediğimiz kalabalık bekleyin Hz Muhammed (SAV) geliyor! Bekleyin Peygamber Sevdalıları geliyor! Bekle Ey Türkiye, bekle ey Dünya, bekle ey Batı, Peygamber Sevdalıları geliyor! Hz Muhammed geliyor, merhametiyle, rahmetiyle geliyor. Ey merhametten yoksun büyütülen çocuklar; Hz Muhammed (SAV) geliyor. Ey Kırmızı ışıkta bekleyen arabaların camlarını silen çocuklar; Peygamber Sevdalıları geliyor, elinizden tutmaya geliyor. Ey mendil satan çocuklar, ey arka sokaklarda büyüyen çocuklar, ey ezilen, sömürülen, alın teri çalınanlar bekleyin Bilallerin, Ammarların kardeşleri geliyor. Ey evlatlarından hayır görmeyen anneler, bekleyin hayırlı evlatlar geliyor. Onlar anne ve babalar için geliyorlar, bu ezilen coğrafyayı kurtarmak için geliyorlar. Ramazan ve Kurban bayramından sonra üçüncü bayramımız artık Hz Peygamberin kutlu doğumudur" diye konuştu.

Şahin: Kurtuluşun, Adaletin, Barışın Adresi Resulullah`tır

Diyarbakır İstasyon Meydanı`ndaki tarihi Kutlu Doğum etkinliğinde Türkçe bir konuşma yapan Mustazaf Der İstanbul Şube Başkanı Said Şahin, "Eğer Resulullah bu asırda gelmiş olsaydı sizleri çok sevecekti" dedi ve kurtuluşun, adaletin, barışın adresini gösterdi. Şahin, "İslam bugüne kadar ashabın kanı ile geldi, şehitlerin kanı ile geldi, çektiği işkencelerle geldi. Burada gelen herkesi, çocukları, kadınları, yaşlıları, Hüseyinleri, Abdusselamları selamlıyoruz. Allah-u Teâlâ Kur`an-ı Kerim`de iki Peygambere selamlıyor. Hz Muhammed`in doğduğu güne selam olsun, doğduğu şehre selam olsun, yetimliğine selam olsun. İnsanlık tarihi boyunca Hz Muhammed Mustafa kadar sevilen olmadı, ama o da insanlığı sevdi, yetimleri sevdi ve onlar da onu sevdi. Eğer Resulullah bu asırda gelmiş olsaydı sizleri çok sevecekti. Çünkü sizler mazlumsunuz… O`nu herkes sevmedi, o`nu yetimler sevdi, köleler sevdi, hiçbir zaman zalimler onu sevmedi, müşrikler sevmedi. Resulullah, tüm âleme rahmet idi, insana, hayvana bile rahmet idi… Kurtuluşun, adaletin, barışın adresi Resulullah`tır" dedi.

Çelik: Peygamber Sevgisinde Birleşelim

Peygamber Sevdalıları Platformu tarafından Diyarbakır İstasyon Meydanı`nda düzenlediği Kutlu Doğum Programında Kürtçe bir konuşma yapan Molla Abdulbari Çelik, Peygamber Sevdalılarına seslenerek "Allah`ın emirleri doğrultusunda toplanın, İslam`ı hâkim kılmaya çalışın, gözü yaşlı anne ve babaları gözyaşlarını dindirin" dedi. Allah iman edenlere büyük bir kıymet verdiğini ifade eden Çelik, medreselerin önemine dikkat çekti. Çelik, "Aziz ümmetin aziz mensupları; İslam`ın şerefi ve izzeti İslami şiar ve kişilerledir. 100 yıl önce Hz Muhammed`in davasını gütmek için, ümmeti kurtarmak için İslam âlimleri yola koyuldular. İslam dersleri gizli veriyorlardı, ahırlarda, samanlıklarla da ders veriyorlardı. Allah`a hamd olsun ki bizleri ilimsiz bırakmadılar. Şeyh Said ve Üstad bunlarından sadece birkaçıdır. Bugün de Mustazaflar Cemaati, Mustazaf Müslümanlar bu âlimlerin yolunu sürdürmektedirler. Ey Peygamber Sevdalıları, Peygamber Sevgisi ve Allah'ın emirleri doğrultusunda toplanın, İslam`ı hâkim kılmaya çalışın, gözü yaşlı anne ve babaları gözyaşlarını dindirin."

KDSS Sonuçları Açıklandı
Diyarbakır İstasyon Meydan`ındaki büyük Kutlu Doğum programı devam ederken geçtiğimiz günlerde Türkiye genelinde yapılan "Kutlu Doğum Siyer Sınavı"nda ilk 10`a girerek Umre ödülünü hak kazananların isimleri açıklandı.
İşte KDSS`de Ömre Ödülünü Kazananların İsimleri
1 - Mehmet Ali İyibaş
2- Mehmet Turan
3 - Sibel Arca
4 - Mehmet Sabri Çalak
5- Mehmet Bozkurt
6 - Tuğba Burak
7 - Hicret Aslan
8 - Metin Palamut
9 - Ekrem Özaydın
10 - Sümeyye Duyu

Salavatlar da Açıklandı

Salâvat: 34 Milyar 53 Milyon 862 Bin 361
Hatim: 175 bin 910
Yasin: 6 milyar 173 bin 604
Kelime-i Tevhit: 10 Milyar 23 milyon 93 bin
İhlâs Süresi: 7 Milyon 93 bin 270
Ayet-ül Kürsü: 557 bin 766

Program Dua İle Sona Erdi

Fahr-i Kâinat Hz. Muhammed Mustafa (SAV) `nın mübarek veladetinin 1441. yıldönümü münasebetiyle Peygamber Sevdalıları Platformu tarafından düzenlenen tarihi "Kutlu Doğum Programı" okunan dua ile sona erdi.

Orhan: Bir Milyonu Aşkın Kişi Katıldı
Etkinlik bitiminde İlke Haber Ajansına açıklamalarda bulunan Peygamber Sevdalıları Platformu Genel Koordinatörü Av. Abdulgani Orhan, kalabalığın Ofis tarafından toprak mahsulleri ofisine, Hal tarafından Diyarbakır Stadyuma kadar, Bağlar tarafında İstasyon köprüsü dahil Cemiloğlu caddesinin bir kısmının Peygamber Sevdalıları tarafından dolduğunu ifade ederek, Şehitlik tarafında kalabalığından eski eğitim fakültesini geçtiğini söyledi. Ayrıca, İstasyon Meydanına yakın Sümer parkın tamamen dolduğunu belirten Orhan, İmam Lisesinin de tamamen dolduğunu söyledi. Orhan, Tren garı alanının ve İstasyon Köprüsü altındaki alanın tamamen peygamber Sevdalıları ile dolduğunu ifade etti. Orhan, Çevre illerden gelen Peygamber Sevdalılarının katılımıyla beraber sayısının bir milyonu geçtiğini sözlerine ekledi.

Kaynak: http://www.dogruhaber.com.tr/

Kemal Kılıçdaroğlu: “Ahlâksızlık, insanın yaradılış nedenlerine, insanın doğrudan özüne yönelik bir saldırıdır.”
14 Nisan 2012



CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri çerçevesinde Diyanet işleri Başkanlığı’nın düzenlediği toplantıda çok ilginç bir konuşma yaptı.

Bir CHP Genel Başkanı’ının ağzından bugüne kadar hiç duymadığımız güzellikteki ve manifesto niteliğindeki bu konuşmanın bazı bölümlerini, günibirlik politik itiş kakışların arasında kaybolup gitmesin diye; CHP’nin resmî internet sitesinden iktibas ediyoruz.


-“Kutlu Doğum Haftası’nın bu ilk gününde,
Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e duydukları saf ve riyasız sevgiyle bir araya gelen aziz davetlileri sevgi ve saygıyla selamlıyorum.



Bu güzel ve anlamlı organizasyonu her yıl büyük bir başarıyla tekrarlayan,
Kutlu doğum vesilesiyle gönülleri peygamber sevgisinde birleştiren Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yürekten kutluyor,
Teşekkürlerimi sunuyorum.
Milletimizin en temel özelliği, en güzel hasleti, hiç şüphe yok ki Hazreti Peygamber’e duyduğu sevgi ve bağlılıktır.
Peygamberimizin doğum günü,
Yüzyıllardır ruhlarımızı ve vicdanlarımızı tazeleyen bir gün olagelmiştir.
Bu günün bereketi büyüktür.

Bu günün anlamı da büyüktür.

Çünkü O, ebedi öğretici, ebedi kılavuzdur.



Sadece O’nu peygamber olarak kabul edenler değil,
Bütün insanlık o rahmet deryasından bir şekilde istifade etmiştir.

“Ey Habib’im, seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım” buyruluyor.

Demek oluyor ki, Onsuz bir kâinat, sadece bizim için değil, yaratıcı için de anlamsızdır.

Bir başka ifadeyle söylersek:

Kâinatı yoktan var eden sebep,

Allah’ın resulüne duyduğu aşktır.

Yaratılışın temeli sevgidir.

(..)



İnsanın temelinden sevgiyi çeker alırsanız, Geriye insan kalmaz.

İnsanlığın temelinden sevgi peygamberini çeker alırsanız, Geriye insanlık namına bir şey kalmaz.

(..)

Gönlünde ve kalbinde sevgiye yer olmayanlara acımak gerekir.

Çünkü böyle bir gönülde, Allah’ın nuru ve rahmeti tecelli etmez. İnsan için bundan daha çetin bir mahrumiyet olabilir mi?

İnsanın gönlünde sevgi ışığı varsa, dünyanın bütün ışıklarını da söndürseniz, yine de onun yolu aydınlıktır. Ama eğer, insanın kalbinde sevginin ışığı yoksa başka hiçbir ışık onu karanlıktan kurtarmaya yetmez.

Bütün güzel şeyler sevgiden doğar.

Bütün kötülüklerin anası sevgisizliktir.

Sevgisizliğin egemen olduğu bir sosyal ortamda, kötülükten başka bir şey üremez.

“Birbirinizi gerçekten sevmedikçe, inanmış sayılmazsınız ve cennete giremezsiniz”

Sevgisizlik, bu dünyayı cehenneme çevirecek bir felakettir.

(..)

Bu ateş hepimizi tehdit etmektedir.

Buradan çıkmanın yolu, öfkenin, şiddetin, nefretin dilini körüklemek değil;

Sevginin dilini, daha açık bir ifadeyle Hazreti Peygamberin dilini egemen kılmaktır.



Sevgili kardeşlerim,

Sevginin en açık tezahürü ahlaktır.

Yüce Peygamberimiz,

“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyuruyor.
Bunun anlamı açıktır:

Okuduğumuz Kur’an-ı Kerim bizi güzel ahlaka götürmüyorsa,
Biz başka bir kitap okuyoruz demektir.

(..)



Hazreti Muhammed’in sünneti, O’nun güzel ahlakıdır.

O’nun hayat tarzıdır.

Çünkü o, yaşayan Kur’an’dır.

Peygamberin ahlakıyla ahlaklanmadıkça,

Ne yaparsanız yapınız, kurtuluş mümkün değildir.

“Müslümanım” diyen herkesin kendisini sorgulaması gereken nokta budur.

Yüce peygamberimiz:

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” buyuruyor. Bu ne büyük, ne güzel bir sorumluluktur.

Ben şimdi, zenginleşir zenginleşmez, içinde büyüdüğü fakir mahallesini terk eden dindarlara sesleniyorum:

“Kendinize zengin komşular edinerek bu sorumluluktan kurtulduğunuzu mu sanıyorsunuz?”

Hayır, siz fakir komşularınızdan değil, peygamberden uzaklaşıyorsunuz.

Unutmayalım ki, Medine’nin en yoksulu nasıl yaşıyorsa,

Allah’ın peygamberi de öyle yaşıyordu.

Benzer örnekleri sabaha kadar uzatabilirim.



Lütfen kimse beni yanlış anlamasın.

Amacım birilerinin dinini ya da dindarlığını sorgulamak değildir.

Ben bir siyasetçiyim ve ahlak bunalımının bir toplumu nerelere savurabileceğini biliyorum.

Hepimiz, her gün inanılmaz olaylara şahit oluyoruz.

Aziz milletimizin yüzyıllar boyunca özümsediği, içselleştirdiği peygamber ahlakından uzaklaşırsak,

Din adına, dindarlık adına ne yaparsak yapalım sonuç hüsran olacaktır.

Çünkü uzaklaştığımız o ahlakın yerine ikame edebileceğimiz bir şeyimiz yok.

Hiçbir siyaset,

Hiçbir ideoloji,

Hiçbir sosyal program o boşluğu dolduramaz.

(..).




Sizi temin ederim ki,

Bunların hiçbiri, ahlaktan soyutlanmış bir sözüm ona dindarlık kadar,

toplumsal dokumuzu tahrip edemez.

Ahlakla siyaseti,

Ahlakla ticareti,

Ahlakla makam, mevki ve serveti takas etmeye başlamışsak,

Helak olmuş kavimlerin yoluna girmişiz demektir.

Yüce peygamber diyor ki:

“Sizden öncekilerin helak olmalarının sebebi şuydu: İçlerinden itibarlı-zengin biri hırsızlık yapınca onu serbest bırakırlar, güçsüz biri bir şey çalınca onu cezalandırırlardı.”

Kutsal kitabımız Allah tarafından helak edilmiş kavimlerden bahseder.

Lut kavminden bahseder,

Nuh kavminden bahseder,

Başka kavimlerden bahseder.

Tamamı ahlaksızlıklarının bedelini ödemiştir.



Çünkü ahlaksızlık, insanın yaradılış nedenlerine, insanın doğrudan özüne yönelik bir saldırıdır.

Yunus Emre diyor ki:
“Bir kez gönül yıktı isen
O kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.”

Tarihimizin en bunalımlı, en çalkantılı, en kaotik döneminde biz bu ışığı takip ettik.

Bizi peygamber ahlakına yönlendiren, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaş-ı Velilerin, Mevlanaların ve sayısız gönül erininçağrılarına kulak verdik.

Moğol istilasından geriye kalan harabeden,
İnsanlığa bir büyük medeniyet armağan ettik.

Bazıları buna “sevgi medeniyeti” diyor, doğrudur.

Kimileri de “adalet medeniyeti” diyor, o da doğrudur.

Sevginin tezahürü güzel ahlaksa,
Ahlakın tezahürü adalettir.



İlahi mesajı reel hayata taşıyan mekanizma adalettir.
Merhamet duygusunu, hayata geçiren mekanizma da adalettir.

Hepiniz biliyorsunuz ki, Hak kavramı Kur’an’da hem doğrudan Allah anlamında, hem adalet ve doğruluk anlamında kullanılmaktadır.

Aynı kavramla hem Allah’ı, hem de adaleti ifade eden bir kitap, bize ne anlatmak istiyor dersiniz?
Bilesiniz ki, her kim adaletten uzaklaşmışsa, o aslında Allah’tan uzaklaşmıştır.
Her kim adalete sırtını dönmüşse, o aslında Allah’a sırtını dönmüş demektir.
Şu ya da bu duyguyla,
Şu ya da bu gerekçeyle,
Şu ya da bu hesap uğruna yapılan bir adaletsizliğe rıza gösterenleri,
Veya onu görmezden gelenleri,
Veya onu onaylayanları Allah affetsin.
Sadece insanlara karşı değil,
Hayvanlara karşı bile adaleti emreden bir dine mensubuz.
Doğaya karşı, hatta kendi bedenimize, kendi uzuvlarımıza karşı bile adil olmayı emreden bir dine mensubuz.
Gelin öyleyse imanımızın merkezine Hakk kavramını koyalım.
Din anlayışımızı ve dini hayatımızı buna göre bir daha gözden geçirelim.
Sevgi, ahlak ve adalet Hakk ve hakikat inancının temelidir.

Sevgi, ahlak ve adalet, insan fıtratının da temelidir.

Bu zeminden uzaklaştığımız takdirde, insanlararası ilişkide, kardeşlik duygusunu ihya etmemiz mümkün değildir.
“İnsan insanın kurdudur” diyor Batılı bir düşünür.
Bu söz, Hazreti Muhammed’in eğitiminden geçmiş insanı, yani bizi tarif etmiyor.
İslam; yetimlerin, kölelerin, kimsesizlerin, mazlumların, mağdurların dinidir.

Hatta mazlumun ve mağdurun yanında olmak için, onların dinine bile bakmaz.
(..)
Günümüz dünyasının kaybettiği ve en çok ihtiyaç duyduğu şey de budur.
Sevgili peygamberimizin hayatı ve güzel ahlakı bütün insanlık için bir kurtuluş reçetesi olarak orta yerde durmaktadır.

Hepimize düşen görev, bu hazineyi insanlığın huzur, mutluluk ve kurtuluşuna sunmaktır.

Kutlu Doğum Haftası’nın bir kardeşlik şölenine, kardeşlik bayramına dönüşmesini diliyor,

Hepinize saygılar sunuyorum.

Millî Birlik Ruhu

Kurtulmuş:"O’nun hayatı ve sözleri ile ortaya koyduğu inanç, ahlak ve değerler manzumesine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var "
21.94.2012



Halkın Sesi Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle bir mesaj yayınladı.

Kurtulmuş'un mesajı şöyle:

- Peygamberimiz Hazreti Muhammed aleyhisselamın dünyaya teşrifi herhangi bir doğuş değildir.

- O, insanlığın adalete, özgürlüğe, ahlaka ve manevi değerlere en çok muhtaç olduğu dönemde tebliğ edici, uyarıcı ve müjdeleyici olarak gelmiştir.

- Hazreti Muhammed aleyhisselamın varlığı ve görevi; İnsanlığa, dünyaya ve alemlere rahmettir,

- İnsanlığa varlık nedenini ve fıtratı yeniden hatırlatmaktır, Kula kul olmanın zilletini ve Allah’a kulluğun özgürlük olduğunu ilan etmektir.

- Ancak adaleti hakim kılmakla kurtuluşun mümkün olduğunu tebliğ etmektir. O, sömürü, şirk, zulüm ve kölelik düzeninden kurtuluşa erişin öncüsü olmuştur.

- O’nun hayatı ve sözleri ile ortaya koyduğu inanç, ahlak ve değerler manzumesine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

- Düşmanı olan Mekkelilerin bile “Emin, Güvenilir insan” diye seslendikleri Hazreti Muhammed'in ahlakı; sözün, sözleşmenin, yeminin, vaadin değerini yitirdiği bu çağda da hepimiz için büyük örnektir.

- Yurtlarını terk ederek hicret eden Muhacir ile onlara kucak açan Ensarı kardeşçe yaşatan, toplumun en fakiri ile en zenginini birbirlerinin dostu yapan O’nun getirdikleri ve örnekliğidir.

- Yeryüzünde yeniden barışı, adaleti ve özgürlüğü tesis etmek için Peygamberimiz Hazreti Muhammed as’ın izinde, sözünde yol almalıyız.

- Ona salat ve selam olsun.

- Onu bize, yol gösterici ve kurtuluş rehberi olarak gönderen Yüce Allah’a hamd ediyoruz.

MBR Haber

İstanbul'da 500 Bin Peygamber Sevdalısı
06 Mayıs 2012



http://www.dogruhaber.com.tr 'nin haberi

Kazlıçeşme Meydanı`da Muhammedi sevdayı haykıran yaklaşık 500 bin kişi hep bir ağızdan okunan ilahilere eşlik ediyor. Seslendirilen ilahilerden sonra kürsüye konuşmasını yapmak üzere Doğruhaber Gazetesi Genel yayın Yönetmeni Mehmed Göktaş Hoca çıktı.

Konuşmasına katılımcıları selamlayarak başlayan Göktaş, “Ey aziz İstanbul, sana niçin aziz denildi biliyor musun? Seni aziz eden kimdir ey İstanbul? Hazreti Muhamme(a.s) seni aziz etmedi mi? Seni aziz eden onun mübarek işareti değil mi? Seni aziz eden Hazreti Muhammed’in arkadaşı, mihmandarı Ebu Eyüp El Ensari değil mi? Seni aziz eden taş yığınları gökdelenler değil? Allah aşkına söyle seni Hazreti Mumamed’in, muhabbeti, camileri, Ezan-ı Muhammedi değil mi? Seni aziz eden Hazreti Muhammed’in müjdesiyle seni fetheden Fatih’in ordusu değil de nedir. Seni aziz eden Hazreti Muhammed’ (s.a.v)’in evliyaları uleması değil mi? Sen İslam’la aziz olmadın mı? Şimdi buradan Medine’ye sesleniyorum. Ya Resulallah senin aziz kıldığın şehirdeyiz. Fatihin nesli, Selahatti’nin çocukları burada. Senin sevdan ile geldi. Ey Allah’ın resulü emrin geldi, müjden, fermanın arkadaşın, geldi ama biz bugün buraya seni istiyoruz. Ey alemlerin Rabbi olan Allah’ım Resullulah’ın mübarek ruhunu getir aramıza, bizimle beraber olsun. Her birimiz onun buraya geldiğini hissedelim. Ya Resulallah elimizi uzatıyoruz sende elini uzat ey Allah’ın resulü. Hepimizin elinin üzerinden de Allah’ın eli olsun” dedi.

BURADA RESULULLAHA BİAD EDİYORUZ

Peygamber sevdalılarının İstanbul meydanlarından biad yenilediklerini haykıran Göktaş, “Ey Allahın resulü senin ümmetiniz ya biz bundan daha üstün bir kimlik tanımıyoruz. Sana olan muhabbetimizi ikrar ediyor, buradan gösteriyoruz. Sahabelerin gibi olmaya bilir ama vallahi bizde seni seviyoruz. Vallahi senin için bu ülkede canını, malını, evladını, senin yolunda veren yiğitler var ki burada toplanıyoruz. Bu onun bereketidir. Bu sevda burada toplandıysa bunun için bedel ödenmiştir. Biz iman ediyoruz ki bu kalabalığı bir daha kimse evlerine, camilere sokamayacaktır. Muhammedi sevda artık meydanlara taşınmıştır. Bu Kazlıçeşme Meydanının adı Hazreti Muhammed Meydanı olacaktır.

Ey Ebu Lehep’ler, ey ebter diyenler ey Peygamber’in bir gün unutulacağını sanan müşrikler gelin seyredin şu meydanı. Ya rabbi bu meydanı sadece Resulüne değil, Ebu Leheb’e, de Ebu Cehil’e de göster. Onun unutulacağını umanlara da bu meydanı göster. Biz bugün bura da bir biat yeniliyor bir sözleşme yapıyoruz. Akabede Sana hangi şartlarla geldilerse, bizde aynı sözle diyoruz ki sana yüreğimizin, evimizin, ülkemizin, şehirlerimizin en şerefli yerini ayırdık. Gel bizimle ol Alah’ın izniyle senin için ne bedel ödenecekse, Allah’ın izniyle onu ödemek için sana biad ediyoruz. Senin getirdiğin hayat nizamını evlerimize, okullarımıza, kampüslerimize, en önemli genel kurullarımıza senin nizamını taşıyacağımıza dair söz veriyoruz. Senin rahmetini biz taşıyacak yavrularımıza, kızlarımıza, anne-babalarımıza, ihtiyarlarımıza bizzat biz tattıracağız. Özellikle bu şehrin varoşlarına, garibanlarına, tinerci çocuklarına, kırmızı ışıkta otomobil camlarını silen çocuklara, senin rahmet olduğunu biz göstereceğiz. Senin rahmetini Hazreti İsa’ya yanlış inanan, batıya, Avrupa’ya, Hristiyan alemine biz taşıyacağız. bunun sözünü veriyoruz. Ya rabbi bu sözümüz de bizi utandırma. Bu davayı, cayır cayır yanmakta olan Avrupa’ya ve ülkenin bir çok yerine sen götüreceksin ama bizleri sebep kıl ya rabbi” şeklinde konuştu.

BU KALABALIĞI GÖRÜNCE SECDEYE KAPANINN

Göktaş Hoca sözlerini şöyle sürdürdü; “Elhamdulillah bu ülkenin 130’dan fazla merkezinde Resulullah’ın aşkıyla düzenlenen programalara katlana katlana kalabalıklar geliyor. Bunu biz yaptık zannetmeyin ey organizatörler. Tevbe’de bulunun, insanların akın akın Muhamedi sevdasına koştuğunu gördüğünüzde elhamdulillah deyin ve secde edin. İnanıyoruz ki bizim hayal edemeyeceğimiz günleri göstereceksin. Şu anda Arşı alaya kadar Allah’ın melekleri bu meydanı kuşatıverdi. Akın akın Ravzay-ı Mutaharraya selam götürüyor. Ya Rabbi bizi Resulünle beraber eyle. Kardeşlerim haydi Havzı Kevserde buluşmak üzere Allah’a emanet olunuz.”

Göktaş Hoca’nın konuşmasının ardından ilahi ve ezgiler seslendirmek üzere Özlem Ajans sanatçıları ve Peygamber Sevdalıları çocuk ilahi grubundan kız çocukları sahneye çıktı.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Eyl 24, 2012 12:18 am    Mesaj konusu: Diyarbakır'daki "Peygambere Sadakat Mitingi"ne yüz Alıntıyla Cevap Gönder

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 11 – KÂİNATIN EFENDİSİ
13 Kasım 2017



KÂİNATIN EFENDİSİ – I

“Kâinatın Efendisi”, Sünnet ve Cemaat Ehli büyüklerinin, özellikle tasavvuf ehlinin Allah Sevgilisi’ne bakışlarından doğmuş bir kavramdır. İslâm dışı çevrelerin veya onlarla aynı kafada ama ters yönde simetriği olan mezhepsizlerin bunu anlamasını beklemiyoruz.

Ben zaten burada işin tasavvufî boyutuna girmeyeceğim; yani niçin öyle söylendiğine… Bunun için diyebileceğim tek cevap var: Öyle olduğu için!.. Ama kafa karıştırıyorlar ya, gelsinler, dil bilgisi dersi vereyim:

Şimdi bunlardan biri bir laf ediyor, hepsi koro halinde aynı şeyi tekrarlıyorlar. Özellikle mezhepsizlerden yüzüncü defa duyuyorum, özel mesajlar da atmışlar. Efendim, “Âlemlerin Rabbi” ifadesiyle “Kâinatın Efendisi” ifadesi aynı şey değil miymiş?

Yahu arkadaş, sizin içinizde işin içyüzünden haberdar olan bir tek Allah’ın kulu yok, anladım da, hiç Türkçe ile Arapça’yı bir arada bilen de mi yok? Hâlbuki çok basit bir bilgidir bu:

– Türkçe’ye Rumca’dan geçmiş olan “efendi” kelimesi, Arapça “rabb” kelimesinin değil “seyyid” kelimesinin karşılığıdır. Sen Allah’a “efendim” diye mi dua edersin, salak!.. Seyyidülbeşer: İnsanlığın efendisi… Seyyidülkâinat: Yaratılmışların efendisi… Yani en üstünü, en seçkini, önderi!..

…..

Ya gidin başımdan, sizin yüzünüzden ego yapıyorum lan burda… Hâlbuki tevazu adamıydım ne güzel; ensesine vur lokmasını al, ağzı var dili yok… Bak ne oldu şimdi?

19 Şubat 2013

KÂİNATIN EFENDİSİ – II

Çattık yâ hû!

Dostum, ben açıklayamam falan demedim. Açıklarım da siz alamazsınız. Bin kere aynı şeyleri dönüp dolaşıp tekrar ederiz. Saat olmuş 2.15, uğraşamam…

Tasavvuf niçin gerekli, o biter, din niçin gerekli… Bunlar herkesin kendinin cevabını bulması gereken sorular, kendi derdinizi bana niye yıkmaya çalışıyorsunuz ki?

Ama insanlık öldü mü, noolur açıkla derseniz, tamam, kıyağım olsun, kötü bellemeyin o kadar da beni: Aşağıda…

19 Şubat 2013

PEYGAMBERİMİZDEN, “EFENDİLER EFENDİSİ” DİYE SÖZ ETMEK

O, sadece bir peygamber değil, aynı zamanda “Peygamberler Peygamberi” olduğu için “Efendiler Efendisi” demek de yersiz bir hitab değildir.

“Kâinatın Efendisi” bence daha şık… Üstelik iyot gibi açığa çıkarıyor sahte ile gerçeği…

18 Şubat 2013

PEYGAMBER’E, “EFENDİMİZ” DEMENİN ŞİRK OLMASI – I

Bu başlık hayatımda gördüğüm en büyük camışlıklardan biri. Hiç mübalâğa etmiyorum: Bunu diyen hakikaten camıştır lan, mecazen değil yani.

Olum bak ben çeşitlendireyim isterseniz daha;

– Hazret-i Ali Efendimiz,

– Balıkesirli Mehmed Efendi,

– Kapıcı Rıza Efendi,

– Hanımefendi, beyefendi…

Bunlar da şirk mi lan?

Çöktürmeyin reformunuza!

9 Temmuz 2014

PEYGAMBER’E, “EFENDİMİZ” DEMENİN ŞİRK OLMASI – II

Sormak istiyorum:

Kur’ân’dan mı çıkarıyorsunuz siz bu hükmü? Hangi âyette geçiyor, Peygamber’e, “Efendimiz demeyin, şirktir!” diye? Hani siz her şeyi Kur’ân’dan yapıyordunuz, hadisleri, mezhepleri tanımıyordunuz?

Ama siz benim sorularıma hiç cevap vermiyorsunuz? “Bişey olmadı kii” deyip vıdı vıdıya devam ediyorsunuz.

Etinizden hüküm uydurmayın şerefsizler. Yeter bu gençleri zehirlediğiniz. 40 senedir, 50 senedir aynı konular. Her gözünü açan da sanki kendi bulmuş gibi üstüne atlıyor.

İslâm’ı dıştan yıkan kâfire de içten yıkan kâfire de geçit vermeyeceğiz. Haberiniz olsun!

9 Temmuz 2014

PEYGAMBER’E, “EFENDİMİZ” DEMENİN ŞİRK OLMASI – III

Davarın reformistlerinin kuyruklarının altından hüküm uydurmasına şahid oluyoruz. Lâfa gelince her şeyi Kur’ân’dan yapıyorlar ama, işe gelince demagojinin “efendisi”ni kimseye kaptırmıyorlar. Hani lan konuyla ilgili Kur’ân’dan âyet? On kere mi soracağız?

Bak, mandaya bak, nasıl kıvırıyor şimdi! “Efendi” demek kesin şirk olmayabilirmiş ama, “Kâinatın Efendisi” demek kesin şirkmiş, bunu diyen müslüman değilmiş… Daha demin “efendi” demek, “rabb” demek diyordun hıyar ağası, ne ara efendi meşru oldu da kâinata atladın?

Bunlar benim, hemen hemen 25 senedir bu camiadayım, belki 100 kere duyduğum laflar. Kelimesi kelimesine değişmez. Virgülün yeri bile değişmez. Bunları gençlere öğretip önümüze sürerler. Ve bu gençlerden artık hayır beklemeyin. Ömürleri “İslâm’ın yanlışları“nı düzeltmekle geçer.

Belki yüzüncü kere duyduğum basmakalıp, ne söylediğini bilmeden, ezbere tekrarlanan bir laftır şu:

– “Kâinatın Efendisi” demek, “Âlemlerin Rabbi” demektir. Öyle demek şirktir.

Lan şimdi hani bi laf var, döver misin sabah mı bırakırsın? Burada bile arasan 10 kere yazılmış görürsün, ama mandaya manda olduğunu anlatamazsın.

Salak herif, sen zaten bu mevzuyu, “Efendi demek Rabb demektir!” diye açtın. Şimdi kıvırdığın halde neyin davasını sürdürüyorsun? “Efendi demek şirk olmayabilirmiş; ama”… Tövbe estağfurullah ya, adamı günâha sokacaklar.

Bak çocuk!

Ne din bilirsin, ne dil bilirsin. Küçücük aklının ermediği mevzularda gelip burda ahkâm kesme… “Kainatın Efendisi” kelimesi, “Seyyid’ül Kâinat“ın karşılığıdır. “Âlemlerin Rabbi” değildir. “Efendi”, burada “seyyid”in karşılığı olarak kullanılan, Rumca’dan Türkçe’ye geçme bir kelimedir. Birine “seyyid” demek şirk olmadığı gibi, şıktır.

İkincisi;

“Kâinatın Efendisi”, “yaratılmışların seyyidi” demektir. Bunda bir beis yoktur. Tam aksine, hakikatin ta kendisidir. Senin “efendilerin” bunları böyle makara kukara konuşup sanki dinî bir şey yapıyormuş izlenimi vermek için, Hadis-i Kudsî’leri reddederler. Kâinatın, Allah Sevgilisi‘nin yüzü suyu hürmetine yaratılmış olması, onların küçük akıllarına sığmaz.

Üçüncüsü;

Az “efendi” olun. Çöktürmeyin reformunuza!

10 Temmuz 2014

PEYGAMBER’E, “EFENDİMİZ” DEMENİN ŞİRK OLMASI – IV

Sözlük ateistlerinin açtığı, selefîlerin de sündürdüğü bir konu oldu bu. Dün geceden beri (şu ân bile tartışma hâlindeyim), başımın etini yiyorlar; tamam ateist olabilir ama adam haklı, “efendimiz” dememek lâzım, o bizim arkadaşımız falan diye…

Ben de salak gibi burada gelenekçi, akıldışı, atarlı, softa görünmek pahasına onlara karşı durmaya çalışıyorum. Ateistlerle Selefîler din reformu yapıyor; ben bir İbdacı olarak, onlara karşı gelmeye çalışıyorum.

İslâm’ı rasyonalize etmek isteyen, bir akıl dini kurmak dâvâsında olan kimseler, elbette maça 1-0 önde başlıyor. Çünkü daima ilk saldırıyı onlar yapıyor ve ilk golü onlar atıyor. Ben ancak onlar saldırdıktan sonra cevap verebiliyorum. Yoksa benim başlangıçta onlarda saldıracağım bir şey yok ki! Ciddiye alınacak bir tarafları yok ki! Bu yüzden saldırıyor ya zaten…

İşin saçmalığı başından belli… Bu dengesiz ve adaletsiz bir mücadele… Militan gururum olmasa hemen pes edip gideceğim de, bu haksızlığı kabullenemiyorum yine de.

O kadar öküzler ki, şunu bile on kere söyledim, anlamıyorlar: Bir kadına “hanımefendi” demek, “hanımların rabbi” demek midir, dolayısiyle şirk midir? “Efendi efendi yerinde otur” deyince, sümme hâşâ, lâf olmadık yerlere mi gidiyor?

Defolun gidin lan başımdan. Çöktürmeyin reformunuza!

10 Temmuz 2014

HAZRET-İ M…….’İ HAZRET-İ İSA GİBİ TANRILAŞTIRMAK

Tanrılaştırmak diye bir şey yoktur. Ama tanrılaştırılmamak, ilâhlık vasfedilmemek kaydıyla ne kadar yüceltilse azdır.

Bunu da izâh etmeye gerek yok herhâlde;

Çünkü insan örneği – İde İnsan!

Yaratılmışların Efendisi – Halife!..

18 Kasım 2012

HAZRET-İ M……. EŞİTTİR ALLAH

Öyle bir şey yok, onu da nereden çıkarıyorsunuz? Bu bir hasedliktir; müslümanların Allah Sevgilisine olan sevgileri ve hürmetlerine olan hasedlik.

Bu hasedlikte ateist arkadaşlarla reformist arkadaşların ortaklık ettiğini görmeye şaşırıyor muyuz? Hayır. Onlar zaten İslâm’a karşı hep ortaktılar. Hiç çıkmadılar ki ortaklıktan. Onların İslâm’a bakışlarını belirleyen aynı görüşlerdir. Hiç değişmez bunlar. İcabında en mutaassıp Selefîlerle en koyu dinsizlerin İslâm’a karşı temel argümanları birdir.

Çünkü aynı kaynaktan besleniyor. Ve bu kaynaktan beslenen fikirler, kendi kanaatleri bakımından birbirinden çeşitli farklılıklar gösterseler de, İslâm’da yapmak istedikleri reform hemen hemen aynıdır. Mezheplere saldırırlar, hadislere saldırırlar, Hadis-i Kudsî’lere saldırırlar, kabirlere saldırırlar, tasavvufa saldırırlar, şefaat gibi, nüzûl-ü İsa gibi birtakım inanç esaslarına saldırırlar, Allah Resûlü‘ne, “Peygamber Efendimiz” denilmesinden huzursuz olurlar.

Bunların dâvâsı sadece saldırmak, karalamak, inanç ve bağlılık temellerini yıkmaktır. Yoksa getirdikleri yeni bir şey yoktur. Yeni bir namaz mı getiriyorlar? Hayır! Yeni bir oruç mu getiriyorlar? Hayır! Aralarından namaz kılanları (niye kıldıklarını da anlamış değilim ya!), küfür edip durdukları İmam-ı Âzam‘ın içtihadıyla namaz kılıyor. Veya hayatı bunlara karşı savaşmakla geçmiş Ahmed bin Hanbel “Efendimiz”in… Mezhep düşmanı İslâmcılık eşittir, “fala inanma falsız kalma” diyen çaçaron sekreter ideolojisi!

İslâm’da reform meselesi, Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli gündeme gelmiş bir meseledir. Çok uzağa gitmeye gerek yok, 28 Şubat’ın da baş gündem maddelerinden biriydi. Paşalar reform yapacaklardı. “Türk müslümanlığı” kuracaklardı. Ortaya attıkları fikirlerin, Mustafa İslamoğlu‘nun bugün “şeriat” felan diye savunduğu fikirlerden pek farkı yoktu. Temel noktaları yukarıda saydığımız şeylerdi. `Bir akıl dini yaratmak` dâvâsıydı. Tek farkı, işin içine Alevîleri de katıp, onları da birleştirip, bunu -gûya- millîliştirmek istemeleriydi.

Alevîler dedim de… Bilindiği gibi, kökeninde İslâm tasavvufu vardır. Ama bir yönü de İslâmdışı Batınîliktir. Şimdi bize Allah Resûlü‘nü seviyoruz diye çatanlar, oraya bakmazlar ama: Batınîlerden bazıları `Hazret-i Ali eşittir Allah` der. Bazıları `Hazret-i Ali Peygamber’den üstündür` der. Bazıları `Atatürk, Hazret-i Ali’nin reenkarnasyonudur` der. Bazıları Beşşar Esad‘a secde eder ve ettirirler. Karışık bir iştir Batınîlik… Oysa bizim yolumuz ne kadar net ve açık, öyle değil mi:

-“Allah’tan başka ilâh yoktur ve M……. O’nun kulu ve elçisidir!“

Noktalı yerleri hürmeten belirttim. Artık nasıl yorumlayacağınız size kalmış. Sözün tamamına bakıp susar mısınız, yoksa hürmetimi hasedlik edip, “vaay, demek müşriksin!” mi dersiniz, bilemem. Benim bildiği tek şey vardır:

– İslâma muhatap anlayışın yenilenmesi dâvâsı içinde İslâm’da reforma geçit yoktur. İster mutaassıp olsun, ister dinsiz, reformculuğun tüm fakültelerine dünyayı dar edeceğiz!

11 Temmuz 2014

Selim GÜRSELGİL

Kaynak Adımlar Dergisi
Etiketler:
ADIMLAR ADIMLAR DERGİSİ Allah Resulü din fikir gündem haber ibda İslam KÂİNATIN EFENDİSİ selim gürselgil sistem siyaset

Diyarbakır'daki "Peygambere Sadakat Mitingi"ne yüzbinler katıldı...
23 Eylül 2012



Peygamber Sevdalıları Platformu tarafından tertiplenen "Peygambere Sadakat Mitingi"ne peygamber sevdalısı yüzbinlerce Müslüman katıldı.









DİYARBAKIR - Hakaret filme tepki yağdırmak ve bütün dünyaya önemli mesajlar vererek peygambere sadakati tazelemek için Diyarbakır İstasyon Meydanı`na düzenlenen "Peygambere Sadakat Mitingi"ne katılım beklenenin üstünde oldu yüzbinlerce mümin Diyarbakır cadde ve sokaklarını hıncahınç doldurdu.

Bayrak ve dövizler taşıyarak ve tekbirler getirerek miting alanını dolduran Peygamber Sevdalıları, Amerika ve İsrail başta olmak üzere filme destek verenlerin aleyhine sloganlar attılar
Doğru Haber-Haber1001
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com