EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Enver Paşa

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Arl 30, 2008 2:00 am    Mesaj konusu: Enver Paşa Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Özcan
Açık Mektup: 'ENVER'

“Hakir düştüyse millet,şanına noksan gelir sanma, yere düşmekle cevher, sakıt olmaz kadr-ü kıymetten
müin-i zalimin dünyada erbab-ı denaettir köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa hizmetten
felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten
ne efsunkar imişsin. ah ey didar-ı hürriyet esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten"


Namık Kemal

Enver Bey,

1970'li yılların ortalarında, ilkokul beşinci sınıftaydım. Son derece saf ve iyi niyetli bir Hasan öğretmenimiz vardı. Hep kederliydi ve çoğu zaman sabahları 'akşamdan kalma' bir vaziyette okula gelirdi. Derslerimiz onun sayesinde hep şamatayla geçerdi. Hasan öğretmen, sonradan elinden düşürmediği anahtarlığındaki 'Ecevit' resminden anladığım kadarıyla, CHP'li bir solcuydu. Onu çok severdik. Oda bizi severdi. Derslerde daima Atatürk'ü anlatırdı. Karatahtanın üstünde asılı Atatürk resmini işaret ederek "çocuklar bu sıralarda onun sayesinde oturduğumuzu unutmayın" derdi. Bir gün yine uzun uzun Atatürk'ten bahsetti. Vatanı nasıl kurtardığını, kahramanlıklarını, zekasını, devlet adamlığını...... Hiç unutmuyorum, giderek sertleşen bir ifadeyle, "aslında biz büyük bir ülkeydik", çocuklar" dedi. 'Büyük, daha büyük kahramanlarımız da vardı. Enver vardı mesela, Enver Paşa' dedi. Gözlerindeki o garip ifadeyi hala hatırlıyorum, öfke miydi, keder mi? "Enver'i büyüyünce tanıyacaksınız" dedi. "Şimdi anlatsam anlamazsınız, onu büyüyünce anlayacaksınız". Hasan öğretmenin o gün tam olarak ne kastettiğini anlamamıştım. Enver kim di? Neden büyüyünce tanıyacaktım, iyi bir adam mıydı, kötü mü?. Hasan öğretmen bir daha Enver'den bahsetmemişti. Ama içimize saldığı kışkırtıcı merak, varlığını hep sürdürdü.

Sonra, biz büyüdük, büyüdükçe Türkiye küçüldü. Öğrendik ki, ülke olarak yıllarca önce dramatik ama görkemli bir şekilde yenilmiştik. Yenilgiyi kabullenip elde kalanla övünenler, geçmişe bir çizgi çekmişti. Yenilgiyi kabullenemeyenler ise geçmişi diriltmek, yeniden kavuşmak ya da şimdiyi geçmişe bağlamak istiyordu. Bu iki tarafın farklı dil ve araçlarla süren tüketici kavgasının tam ortasın da bulmuştuk kendimizi. Yenilgi travması ekseninde süren bu kavganın taraflarının geçmişe dair uzlaştıkları tek bir konu vardı: Enver ve İttihatcılık düşmanlığı.


Kendisini Kemalist, Milliyetçi, Liberal, Solcu yada İslamcı olarak tanımlayan hemen her kesimin, konu 1908-1918 yılları arasına yani çöküş 'an'ına gelince aynı refleksi göstermesi ilginçti:
'Enver Paşa ve İttihatçılar, koca İmparatorluğu batırmışlardı. Almanya'nın emperyalist emellerine alet olmuşlar, şiddet, darbe ve entrikayla devleti ele geçirip bir oldu bittiyle 1. Dünya Savaşına girmişlerdi. Cahil ve tecrübesizlerdi. Çoğunluğu Masondu ve perde arkasındaki Sabataycı- Yahudi dönmeler tarafından kullanılıyorlardı. Orduyu siyasete sokmuş ve 1913 Babıali baskını ile darbe geleneğini başlatmışlardı. Enver Paşa, Sarıkamış'ta gereksiz bir harekata orduyu sürüklemiş ve 90 bin askerimizin telef olmasına neden olmuştu. Maceracı, hayalperest ve diktatörlük heveslisi biriydi. Sonunda savaş bitince hepsi ülkeyi perişan halde bırakıp Almanya'ya kaçtı'. vb.vs...

Büyük bir imparatorluğu kaybetmiş olmanın nedenlerini, ekonomi politik boyutlarını, felsefesini, jeopolitiğini, psikolojisini, sosyolojisini düşünmeyen, analiz etmeyen ve her kötülüğü kişilere, gruplara, iç ve dış güçlere, ya da aynı anlama gelmek üzere kadere bağlayan bakış açısının en somut ve uç örneği, bu konudaki ittifakla sergileniyordu. Eh, bu kadar kesin bir icma olduğuna göre, bizlere de ezberleri tekrarlamak düşüyordu.

Enver bey, eğer büyüdükçe Türkiye küçülmeseydi, yani başta devletlü elit olmak üzere, memleketin hemen bütün son elli yıllık aydınları, bürokratları, işadamları, alimleri ve siyasetçilerinin, örgüt ve cemaatlarının, abi ve üstatlarının, şef ve önderlerinin çoğunun gözlerimizde büyüttüğümüz küçük kişilikler ve varlıklar olduğunu öğrenmeseydik, yaşanan bütün çatışma ve mücadelelerin esasta yenilgi travması ve yükselme arzusunun sahte dışavurumları olduğuna dair bir kanaat oluşmasaydı, sizlerle ilgili bu ezberleri sorgulama çabasına girmeyecektik. Ne var ki, bir toplu yalanlar ülkesinde yaşıyoruz ve herkes tayin edilmiş roller ve güdülenen misyonlar üzerinden sahici olmayan toplumsallığın sürdürülmesinde anlaşmış durumda. Demem o ki, şu İttihatçı düşmanlığı konusundaki örtük ittifak, bir çok şeyi deşifre edecek kriminal bir suçüstü malzemesine benziyor.

Enver Bey, önce hikayeni özetlemem gerekiyor:
Şevket Süreyya'nın ifadesiyle "Başka türlü bir ülkenin, başka türlü bir neslin, başka türlü bir insanı" olarak 1908'de Makedonya dağlarında 'Kahraman-ı Hürriyet' olarak yıldızlaşan serüvenin, 4 Ağustos 1922'de, Türkistan'da Pamir dağları eteklerindeki Çegan tepesinde Ruslarla yiğitçe döğüşerek bitiyor. Altıyüzlıllık bir mutlak otorite olarak 'Devlet'in dışında ortaya çıkan ilk politik irade olarak Jöntürk hareketinin anlamlı bir iktidar aracına dönüşmesi, 1906 kongresinde sen ve arkadaşlarının katılımıyla söz konusu olmuştu. Saray içi paşalar çekişmesinin ya da batılı ülke konsolosluklarının kullanmaya çalıştığı bir aydın muhalefeti durumundaki Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin, çapının çok ötesinde etkili olan bir siyasal partiye dönüşmesi asker olarak senin, sivil olarakta Talat paşanın sayesinde mümkün olmuştu. Aslında Devlete, yani Abdulhamit İstibdatına karşı Asker-Sivil aydın İttifakının 1908'de hürriyet, anayasa ve meclis talebiyle kazandığı zafer, bu siyasal değişimin dışında belki de Devletin millet tarafından temellük edilmesi boyutuyla çok daha önemli bir dönüşümü sağlamıştı.

Timur istilası ve Şah İsmail olaylarından dolayı 'Anadolu' ve diğer 'Çevre'sine kendisini kapatan ve 'devşirme' elitlere teslim olan Devlet Cihazının, yeniden millete açılmasıydı söz konusu olan. Bu sürece yol açan esas saik ise, yaklaştığı iyice belirginleşen büyük çöküntünün harekete geçirdiği saklı dinamikler ve reflekslerdi. Devletin ve milletin içindeki dağınık ve küskün sağduyu, çöküşün ayak seslerini hissedince sahnede olan en örgütlü ve dinamik bir harekete el atıp yeniden kurgulayarak sürece el koymuştu. İttihat Terakki hareketi, en genel anlamda çok cepheli ve çok vecheli yapısıyla işte bu iradenin adıdır. Batı'da sınıf ve mezhep savaşları içinde kanlı bir şekilde gerçekleşen elit dönüşümü, bizde Jöntürk hareketi üzerinden daha az maliyetle sağlanmıştı. Kaçınılmaz olduğu bugün de teslim edilen son'umuz eğer Endülüs gibi olmadıysa, bunu abartılı evhamıyla istibdata başvurmuş olsa da II.Abdulhamit'e ve onunla bir tür oydaşmalı çatışma içinde büyüyerek olgunlaşan İttihat Terakki hareketine borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Tabii ki bize özgü eksiklik ve yanlışlıkları unutmadan.

Mesela, bugün, çöküşün başlangıcının İngiltere ile Rusya'nın Osmanlıyı parçalama konusunda anlaşması olduğunu biliyoruz. Modern diplomasinin İngiltere-Rusya ve Almanya-Fransa arasındaki ilişkiler ekseninde şekillendiği göz önüne alınırsa, bu ilişkilerden birinin savaşa dönüşmesiyle Avrupa'nın, barışa dönüşmesiyle üçüncü bir ülkenin parçalanması ya da felaketi söz konusu olmuş. Emperyalist paylaşım olarak tanımlanan son iki yüz yıllık savaşların bütün özeti bu. Osmanlı İmparatorluğu tüm bu dönem boyunca denge oyunları ile beladan uzak kalmak telaşından yorgun düşerek tükenmiş. Ne genel anlamda 'paylaşım'ın ekonomi politiği ve modernleşmenin tarihsel manası, ne de özel olarak, 1900'lü yılların başında sanayi ve savaş için kullanım değeri keşfedilen ve büyük ölçüde Osmanlı topraklarında bulunan petrol'ün politik değeri Osmanlı devlet aklı'nda karşılık bulamamış. Bütün iktidarı sarayda toplayan ve kendini hem halkına hem dünyaya kapatarak totolojik bir kıskaca hapseden Devlet, okuma yazma öğrenen ve batı ile tanışan genç aydınların itirazlarının karakterini dahi sınırlamış. Öyle ki Mithat Paşa, özgün ve aydın kişiliğiyle hariç tutulursa, Namık Kemal'den Ahmet Rıza'ya, Talat Paşa'dan Enver Paşa'ya kadar tüm yeni Osmanlı Jöntürk-İttihatçı kadroların muhalefet ufku, biraz Fransız Pozitivist milliyetçiliği biraz da Balkan komitacılarından mülhem siyasallık içeren eklektik bir idealizmden ibaretti.

Devletin ve vatanın birliği, güvenliği, güçlenmesi, yenilenmesi, ortak amaçtı. Ama bunun- hemen hiçbirinin içeriği hakkında etraflıca malumat sahibi olmadığı-Kanun-i Esasi'nin ilanıyla sihirli bir şekilde gerçekleşeceğine inanılıyordu. 'Devlet'in, batılı büyük devletlerin insafına esir düştüğü bir vasatta, İttihat Terakki'nin tecrübesiz ama idealist, sert ama rasyonel müdahalesine teslim olması kaçınılmazdı. Devlet aklının son temsilcisi olarak II.Abdulhamit'in düvel-i muazzama'ya dönük ana siyaseti, yani Almanya ile ötekileri dengelemek, İttihat Terakkinin de kaçınılmaz çizgisiydi. Bu manada Abdulhamit'i tahttan indirenler, sadece onun yerine geçti ve kaçınılmaz son'un yokoluş olmasını engelleyecek bir görkemli direniş örgütledi. Çünkü tarihte geç kalmışlığın askeri olmayan nedenleri, askeri bir tarım imparatorluğunun üzerine çökerek felç etmişti. Bu koşullarda yapılabilecek olan en anlamlı şey, II.Abdulhamit'le başlayıp Mustafa Kemal'le noktalanan dönem boyunca yapılmış olandı; yani çöküşü düşmana pahalıya ödetmek ve elde tutulabilecek olanı sonuna kadar tutmak. II. Abdulhamit ve Enver, pahalı ödetilen bir bedel yarattı ve bu sayede Mustafa Kemal, elde kalan üzerinden yeni bir sayfa açtı.

Bütün bu objektif şartların içinde Enver'in ve İttihatçı önderliğin 'günahları'nı bulup çıkarmak ve tüm olan biteni onların sırtına yıkmak, sadece vefasızlık değil, bugünde gerekli olan bir iradenin boğulması manasına geliyor. Vefasızlık, çünkü bütün hayatlarını çöküşü engellemek için harcayan ve karşılığında ne maddi ne de manevi olarak 'hiçbir şey' almayan bir kuşağın şahsında bizatihi adanmışlık, fedakarlık, cesaret, haysiyet ve savaşkanlık mahkum ediliyor..

Enver Bey,

İsmet İnönü hatıralarında senin için diyor ki; "Enver Paşa, şahsi meziyetleri ile iyi bir asker, iyi bir subay, iyi bir insan olarak, toplumun kusur olarak bildiği unsurlardan, insanın tasavvur edemeyeceği kadar nasibi olmayan bir tiptir. Asker vasıfları bakımından vazife sever, çalışkan ve korku nedir bilmez müstesna kahraman olarak, askerliğin aradığı ölçülerin en yukarı seviyesinde yer almıştır".

Şevket Süreyya Aydemir, senin baş döndürücü yaşam öykünü anlattığı üç ciltlik eseri boyunca, satır aralarına serpiştirdiği Almancılık, maceracılık ve tek adam olma hevesi dışında, hayranlıkla bahseder. Balkanlarda Çete Savaşları, Hürriyet için dağa çıkış, Berlin ateşe militerliği, 31 Mart olayı vesilesiyle dönüp Hareket ordusu Kurmay başkanlığını devralış, isyanı en ön saflarda çarpışarak bastırma, 1911 Trablusgarb işgali üzerine gönüllü toplayarak gizlice Kuzey Afrika'ya gitme, 1913'te Edirne işgal edilince İngiliz yanlısı Sadrazam Kamil Paşa'nın "verelim kurtulalım" siyasetine karşı Babıali'yi basarak ittihat Terakki hükümeti kurma, Edirne'nin geri alınışı, 1.Dünya Savaşı, Sarıkamış, Çanakkale, cephelerinde ön saflarda çarpışmalar, 1918 Mondros mütarekesi sonrası bir Alman denizaltısıyla Karadeniz üzerinden Berlin'e giderken yolda arkadaşlarını gizlice terk edip Kafkasya'ya gitme girişimi, biri denizde iki defa da uçak düşmesi sonucu havada üç önemli kazayı atlatarak Berlin'e geri dönüş. Orada Rus bolşevik yetkililerle temas. İngiltere'ye karşı Anadolu, İran, Afganistan, Hindistan, Kafkasya ve Orta Asya da direnişleri sürdürmek amacıyla ortak planlar, projeler, eylemler.... 1921'de Bolşeviklerin İngilizlerle anlaşması üzerine Türkistan'a geçerek bu kez Ruslara karşı Basmacı isyanını örgütleme. Türkistan'daki en güçlü aşiret liderinin Ruslarla anlaşması üzerine direnişin zayıflaması ve Kurban bayramının ikinci günü uğranılan bir baskın sırasında en önde düşmanın üzerine atılarak intihar gibi şehadete nail olma.

İttihat Terakki önderliğinin kararıyla sarayda etkili olmak maksadıyla kotarılan Padişahın kızı Naciye Sultanla 'mantık' evliliği. Evlendikten sonra başlayan tutkulu aşk. Hem davaya hem aşkına ölümüne bağlılık ve sadakat. Ortalama 'Osmanlı' kişiliği; muhafazakar bir dünya görüşü, müslümanca bir ahlak, mümince bir tevekkül, düşmanlarının bile teslim ettiği savaşcılık, teşkilatçılık, cesaret ve ataklık. Halifeliğe, osmanlılığa ve İslama sarsılmaz bağlılık temelinde müslüman toplumların emperyalizme karşı ayaklandırılması maksadına matuf İslamcılık. Turancı ve Türkçü olmayan yani ırk temelinde hayali bir birlik içermeyen ama bütün müslüman Türk toplulukların bağımsızlığını kazanmasını amaçlayan Türkistan perspektifi. Büyük bir ufuk, geniş bir vizyon, sınırsız ve sonsuz bir harita......

Enver Bey, sana dönük en yaygın suçlama, Almancılıktı. Çaresizliğin ve zorunlulukların dayattığı Alman ittifakından azami fayda çıkarmaya çalışman dahi soğuk savaş döneminde aşina olduğumuz 'uşaklık' ve 'kullanılma' geleneği ile karşılaştırarak yorumlayanlar olsa da, Enver'in Alman yanlılığı ile, bugünkü Amerikancılık ya da Avrupacılık türleriyle kıyaslanmaz bir fark vardır. Enver, önce ve sadece Osmanlıcıdır. Almanya o gün için her açıdan hem en güçlü, hem Osmanlı'nın parçalanmasını çıkarlarına uygun görmeyen, hem de ittifaka razı olan tek güçtür. Osmanlıyı parçalamaya karar verenlere karşı bu en güçlü müttefikle yapılan kader birliği ile, sahte dış düşman paranoyaları yaratarak Türkiye'yi tepeden tırnağa başka dış güçlere bağlayan bugünkü sözde ittifak tarzı hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Ayrıca, savaş boyunca Almanya'nın Osmanlı'ya dönük gizli niyetleri daima gözetim altında tutulmuş ve yer yer kopma noktasına dahi gelinmiştir. Mesela savaşın hemen başlangıcın da kapitülasyonların kaldırılmasına Almanya çok sert tepki göstermiş, Filistin ve Irak'ta Alman komutası ile ciddi krizler yaşanmış, kafkaslarda petrol bölgelerinin kontrolü üzerine Almanlarla sıcak çatışmanın eşiğine gelinmiştir. Yine İsmet İnönü'den dinleyelim: "Enver Paşa'nın Alman askeri heyetiyle münasabetlerinde, Almanlara tamamiyle tabi olduğu söylenemez. Bilakis, Almanlar ondan daima çekinir ve onu memnun etmeye çalışırlardı. Ancak, kendisi zayıfladıkça, askeri kabiliyetlerinin ve vasıtalarının mahdut olduğunu anlamaya, öğrenmeye başladıktan sonra, nihayet Alman sevk ve idaresinin bir vasıtası haline gelmesi zaruri olmuştur".

En önemlisi yine 'Soğuk Savaş' alışkanlığı olarak batıya bağımlı Türkiye gerçeğinden hareketle, gerek Almanlarla İttifakta, gerek Orta Asya serüveninde, hatta mason ve diğer beynelminel teşkilatlarla ilişkilerde, daima tek yönlü ve aleyhimize komplolar aramak, kullanıldığımızdan dem vurmak, hiç aksini düşünmemek kendine güvensizliğin ürünü kalıcı bir ortak özellik durumundadır. Oysa, bu ülkeye, vatana ve millete sonuna kadar bağlı oldukları hayatlarının sonuna kadar verdikleri mücadele ile sabit kadroların birileri tarafından kullanılmış olmaları ne kadar mümkündür? İnsafsızlık o boyuttadır ki, Osmanlı'yı kurtarmak için ölümüne kavgaya tutuşanlara Osmanlıyı yıktılar denmiş, mason localarından, devletlerarası çelişkilere, saraydan babıali'ye, tarikatlardan meyhanelere kadar ne varsa onu bu dava için kullanmaya çalışmanın, hatta örneği olmadığı kadar bunu başarmış olmanın gerisindeki bir büyük direnme azmine sürekli çamur atılmıştır.

Çünkü onlar artık yoktur ve onların davalarını güdecek bütün objektif koşullar teker teker temizlenmiştir. Britanya ve Fransa, ABD ve Almanya, Rusya ve İtalya, hepsi, hepsine karşı durmasını bilmiş ve doğunun haysiyetini büyük bedeller ödeterek savunmuş bir iradenin tekrar başlarına bela olmaması için gerekli her yalanı tarihe not etmiştir. Çünkü onlar yenilmiştir ve yenilenler haklı, doğru, güçlü, muktedir olamaz. Tarih, yenenlerin lehine yazılır ve ayakta kalanlar ölenleri suçlar. Hiç kimse de gerçeği merak etmez. Artık dışarıda kazanan İngiltere'nin, içerde ise İttihatçıların tasfiyesi sonrası egemen olanların kendilerine yonttukları bir tarih vardır. Artık 'Enver' deyince "Sarıkamışta 90 bin asker" yalanı tekrarlanır. Gerçekte 26 bin askerimiz şehit olmuştur ve bunun sorumlusu Enver ya da başkası değil, Savaşın acımasız gerçekliğidir. Çanakkale, zaferle bittiği için orada 250 bin şehidden gururla bahsedilir. Ama 'Sarıkamış''ta soğuk ve hastalığa yenilip kayıp verince, herkes abartılı rakamlarla ve askeri strateji uzmanı edasıyla yalanlara sarılır. İşin ilginci şudur: 1908 den beri başta Londra olmak üzere tüm batı basını daima İttihatçıların dinsiz, mason olduğuna ve yahudi dönmeleri tarafından yönetildiğine dair yayın yapar. Gerçekte, İttihatçılar, bugün Anglo-Saksonların yaptığını o gün yapmakta ve batıda sürekli dışlanan Yahudi gücünü ve kendine uluslar arası etkinlik arayan mason teşekküllerin imkanlarını sonuna kadar ve tamamen kendi lehlerinde değerlendirmişlerdir. Bu değerlendirmede Osmanlı ve İttihatçılar aleyhine tek bir adım atıldığı ve onların maksatlarına hizmet edildiğine dair tek bir örnek yoktur. II. Abdulhamit'in ha'l edilişi sırasında nezaket gereği İttihatçı liderlerin gitmemesi üzerine seçilen dört kişiden ikisinin gayrı Müslim, birinin dönme olduğundan hareketle bu olaydan sembolik manalar çıkartanların zorlama yorumları sözkonusudur. Kaldı ki, Yahudilik, dönmelik ve masonluk, hem bugünkü güç, mana ve misyonunu henüz ulaşmış değildi, hem de Tanzimattan beri Türkiye'nin batıyla ilişkilerinin hemen tek vasıtaları durumundaydı. Bugünden geriye dönüp kötü adamlar efsanesi yaratmak gerekince bu kara propoganda malzemeleriyle sağ-muhafazakar zihinleri yemlemek için meşhur yalanlar icat etmek, zaaf noktaları üzerinde çalışmak işe yarıyor. Özellikle Enver Paşa aleyhine yayınlar, bugün Usame Bin Laden ya da Saddam haberlerine çok benzemektedir. Ancak Enver paşa, ne Usamedir, nede Saddam, o sadece ülkesine ve haysiyetine dönük açık bir emperyalist savaşa karşı var gücüyle döğüşmektedir.

Öte yandan Arap dünyasına yönelik olarak ta, Türklerin din değiştirdiğinden başlayıp, İngilizlerin topluca müslüman olacağına kadar başka bir propaganda yürütülür. Mesela İbn Arabi'nin kayıp bir kitabı bulunmuştur ve bu kitapta ahir zamanda gelecek olan 'Ennebi' den bahsedilmektedir. Tesadüf odur ki, Mısırdaki İngiliz işgal kuvvetleri komutanının ismi de 'Alenby'dir. Yani mehdi, İngilizler, deccal ittihatçılardır! Bunu gibi, Arap dünyasında Türkler aleyhine, Türkiyede de ittihatçılar aleyhine oldukça cehalete hitap eden yaratıcı propogandalar yürütülmüştür.

Sonuçta İttihatçı önderler, ya Talat, Cemal, Sait Halim Paşalar gibi, İngilizlerin organizasyonuyla Ermeni tetikçilere vurdurtulmuş ya da Enver Paşa gibi, İngilizlerin Bolşevik Rusya ile anlaşması sonucu tasfiye edilmiştir.Türkiye Cumhuriyeti devleti'nin kuruluş sürecinde, gerek içerde gerekse de dışarıda İttihatçılar ısrarlı bir takip sonucu teker teker tasfiye edilmişlerdir. Sanki bir el, 1926 İzmir suikastı davasındaki idamlara kadar, İttihatçılığın tasfiyesini diğer bazı örtülü şartlar gibi, varlık ve bekamızın şartı olarak dayatmış gibidir.

İttihatçılar aleyhine bolca varolan Batı kaynaklı propaganda ve dezenformasyon malzemesinin, 1950'lerden itibaren sol ve özellikle islamcı-milliyetci çevrelerin ezbere tekrarı haline gelmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur.
Enver'i ve İttihatçıları unutmak, hatırlayınca da İngiliz yavelerini ezberden sıralamak, Türk sağının mayalandığı ve kodlandığı dönemi, sağa yapılan aşıyı, biçilen misyonu, çizilen sınırları anlamamız için elverişli bir ölçü sunar. Enver'e ve İttihatçılara küfür edilecektir. Hürriyet ve İtilaf, Ahrar gibi Anglofil(İngilizci) karışık partiler övülecek, prens Sabahattin, Sait Halim Paşa, Mehmet Akif gibi ittihatçılar ittihatçılıklarından özenle ayrıştırılarak sahiplenilecektir. Asker-sivil aydın ittifakı sol Kemalizm'e terk edilecek ve Menderesle birlikte sonu gecekonduculuğa çıkan demagojik ve lümpen bir 'millet' populizmi üzerinden güya iktidar mücadelesi geleneği oluşacaktır.

Milletin muktedir olma davası, ülkenin refah ve kalkınma davası, Devletin milletçe temellükü davası, saltanatın kaldırılması ve Cumhurun egemenliği davası, büyük Türkiye davası, bu gayelerle alakasız hatta taban tabana zıt karakterde anomalik bir sağcılığın parantezine alınarak eritilmiştir. Sonuçta küçük esnaf ve köylülüğü oy tabanı haline getirip hep orada tutan ve metropollerde 'gecekondu' ya taşıyarak tekrar 'taban'laştıran sağ siyasetin geldiği nokta, bunu 'muhafaza' edecek bir lümpen demokratizmden başka bir şey olmamıştır.

Sol Kemalizm ise, II. Abdulhamit ve İttihatçılarla başlayan ve Mustafa Kemal'in 1930'lara kadar sürdürdüğü milli kalarak modernleşme, dindarlığı yenilikle barıştırma, mülk ve siyaseti yerlileştirme çabalarını çarpıtarak, devletle din, Orduyla dindar, din'le modernlik ve Türklükle Müslümanlığı çatışan ters devreler haline getirip aralarına da mayınlar döşeme misyonu görmüştür. Demek ki, İngilizlerle ilişkileri şaibeli sol Kemalistlerin ve Amerikalılarla ilişkileri netameli sağ-muhafazakarların İttihatçılık düşmanlığında buluşmalarında bir 'hikmet' bulunmaktadır.

Enver Bey,

İmparatorluğumuz çökerken, en kalifiye kadrolarımızı kaybettiğimizi biliyoruz. İki buçuk milyon askerimizin beş yüz binini çarpışmalarda, bir buçuk milyona yakınını da hastalık, açlık ve ilaçsızlıkla kaybettik. Savaş boyunca Üç yüz bin civarında da asker kaçağımız varmış. Dört yıl boyunca 7 ayrı cephede savaşırken, yani her şeyimizi kaybetmek üzereyken kaçan bu üç yüz bin askerin çoğunlukla eşkiyalık yaptığı, yani çocuklarını ölüme gönderen sahipsiz köylülerin mallarına ve namusuna musallat olduğu biliniyor. Savaş bittikten sonra sağ kalanların içinde kaybolan bu kaçakların ve onların çocuklarının, torunlarının, kimler olduğunu merak etmemek elde değil. Tarihçiler, bu kaçakların en fazla ermeni tahciri ile 'ilgilendikleri' ve ermeni köylerine yerleştiklerini kaydediyor. Osmanlının çöküşünden suçlu arayanların, genetik bir 'suç'la tanışıklık, suçlanma ve suç örtme aşinalığı olmasın sakın?

Enver Bey,

Sen'in ve sizlerin hikayesi uzun. Daha öğrenecek, konuşacak çok şey var. Şimdilik merak ettiğim birkaç hususa değinmek istedim. Bu ülkedeki anlamsız kavgaların, dışa bağımlılığın, mal ve şehvet düşkünü sağcılığın, din ve millet düşmanı solculuğun, küçük adamların, sahte kişiliklerin, aymazlık, yobazlık ve korkaklığın, yabancı devletlere olan hayranlığın, güce tapmanın, sahte dindarlığın velhasıl Osmanlıdan beri bir gram bile değişmeyen bu 'milli' hasletlerimizin yenilgi travması ve İttihatçılık düşmanlığı ile bağlarını merak ettim. Acaba travma sandığımızdan daha da derin izler bırakarak genlerimizi de mi bozmuştu? Ya da gerçek manada modernleşemeyeceğimizi içgüdüsel olarak anlayıp buna tepki olarak her şeyimizi 'bozmayı' mı seçmiştik? Batılıların bizi Anadolu'dan da süreceğine dair korkumuz, abartılı ve üretilmiş bir güçlü olma arzusu şeklinde dışa mı vuruyordu? Yoksa siz'den ders alan batılı güçler, bir daha size benzer baş belaları çıkmasın diye , tıpkıII. dünya savaşından sonra Churcill'in "Almanya'yı bela yapan Prusya'dır, bu bölgeyi Almanya'dan arındırmak ve nüfus yapısını da değiştirmek gerekir" dediği gibi, bize de 'Osmanlı damarı İttihatçılıkla direnir, bu damarı keselim'mi demişti? Yakın tarihimizin en acılı döneminde çok şeyimizi borçlu olduğumuz bir kuşağa karşı, topluca ve yalanlarla dolu kin ve düşmanlığın bu kadar benimsenmesinin manası ne olabilirdi?

Enver bey, Siz, siyaseti yüce gayeler için ve yalanlarla, parayla değil, bileğinizle, yüreğinizle, haklılığınıza yaslanarak, çile çekerek ve elinizde avucunuzda ne varsa feda ederek yapıyordunuz. Bugün bin bir türlü dengeyi gözeterek makam mevki para pul elde etmek maksadıyla siyaset yapılır oldu.Üstelik bu amaçla bir yabancı güçle iş tutmak, devletin belli odaklarından icazet almak, para sahiplerinin kanatları altına girmek gayet yaygın bir hastalık durumunda.

Siz, Doğru ya da yanlış, bir şeylere inanır ve onu sonuna kadar savunurdunuz. Bir fikriniz, bir sözünüz, bir namusunuz vardı. Öldürmenizi tabii ki tasvip etmek mümkün değil, ama gerektiğinde fikirleriniz ve inançlarınız için gözünüzü kırpmadan ölüyordunuz. Yiğitlik şanınız, mertlik karakterinizdi. Rakiplerinizin dahi karakterini geliştiren bir tesiriniz vardı.
Bugün, bir şeylere inanmak değil, 'ne istediğini bilmek', 'bir şeyler elde etmek', 'pazarlığı ve hesabı bilmek' revaçta. İhtirasların ve arzuların şehveti hayatımızı esir aldı. Zalimlerin ve ayaktakımının ahlakı bütün ülkeyi işgal etmiş durumda.

Siz, o yoksulluk, çaresizlik, imkansızlık günlerinde, yurtdışına adam gönderir, örgütler kurardınız, yabancı elçiliklerle görüşür oyun çevirirdiniz, uzak diyarlarda isyanlar çıkartır düşmanı oyalardınız. Oğlun Ali, 1940'larda Londra'da öğrenim görürken, Londra büyükelçimizin aracılığıyla Churcill'le görüştüğünde Churcill ona, "Senin baban benim siyasi kariyerimi yirmi yıl erteledi" demiş. Sizin görkemli savaşlarınız, o zaman İngiltere de, Rusya da, Fransa da, İtalya da iktidar ve hükümet değişimlerine neden olmuştu.
Bugün ise, ülkemiz bütün istihbarat örgütleri ve örtülü operasyonların laboratuarı durumunda. Okumaya gönderdiğimiz çocuklarımız ya buradaki zulümlerden bıkıp bir daha dönmez oluyor veya 'iyi ilişkiler' kurabilmişse paraşütle dönüyor.

Siz, Iraktaki İngiliz işgaline, kanal harekatı, Filistin direnişi, Kut-ul amere zaferi ve Medine müdafaası ile cevap vermiştiniz.
Biz bugün Amerikanın Irak işgaline neresinden ve nasıl katılacağımızı, karşılığında ne elde edebileceğimizi tartışır olmuşuz.

Siz, çürümüş bir hanedanlığın, tükenmiş bir İmparatorluğun, cehalet ve yoksullukla malul bir milletin çocuklarıydınız. Bin bir imkansızlık, karmaşa ve devletler oyunu içinde büyüyüp çöküşü durdurmak için sonuna kadar ve yiğitçe döğüştünüz.
Biz, Hasan öğretmenlerin yetiştirdiği çocuklarız. Büyüdükçe tanıyoruz, anlıyoruz her şeyi. Çocukluk masalları, yalanlar, artık anlamsız. Bizi büyütecek ve büyüdükce kavrayacağımız gerçeklerimizle yüzleşmeye çalışıyoruz. Hz. Peygamberlerin Uhud Savaşında, geçici bir üstünlüğü zafer zannedip ganimet paylaşmaya koşanlarla, Beni Ümeyye'nin şefleri gibi, halkına zulmetmeyi meslek edinmiş "asker kaçaklarının torunlarının" arasında süren, Amerika ve İngiltere'ye kim distrübütörlük yapacak kavgasını şimdilik seyrediyoruz.

Enver Bey, sen Türk'tün. Kuşcubaşı Çerkez, Abdülkadir kürt, Akif Arnavut, Sait Halim Araptı. Talat Masondu, Cavit bey dönme. Savaşa kadar, Ermeni, Rum, Suryani, İranlı, Azeri, Bulgar, Gürcü dostlarınız, müttefikleriniz, taraftarlarınız da vardı. Hepiniz, hep birlikteydiniz. Bütün Osmanlı'nın, bütün Avrasya'nın, bütün Doğu'nun direnme ve dayanma çabasıydınız. Ama maalesef, başaramadınız.
Sizden Sonra Ruslar, sizin çabanızı, Rus merkezli ve Sosyalizm görünümüyle denediler. Onlar da uzun bir denemeden sonra başaramadılar. Misyon hala boşlukta. Emperyalizm kazanmaya, biz yenilmeye devam ediyoruz. Devletimiz tam bir kuşatma altında, işi kartlı kurtlu filmler çevirmeye kadar dağıtmış durumda. Milletimiz, artık her şeyi boşlamış, gündelik dertleri dışında herhangi bir şeyle meşgul olmak, hatta düşünmek, tartışmak, yorulmak istemiyor. Aydınlarımızın bir kısmı iktidar yağcılığı, bir kısmı rejim bekçiliği, bir kısmı da tanzimatçı şaklabanlıklar yapıyor. Sermaye sahiplerimiz henüz 'burjuva' bilinci ve seçkinliğine sahip değil. Yabancı sermaye acentalığı ile devleti soyma uğraşı yanında bu işler biraz fantezi geliyor onlara. Durum, sandığımızdan da kötü aslında.

Yaşasaydın hemen durumdan vazife çıkarırdın biliyorum. Burada bir şey daha eklemem gerek; Enver deyince aklına hemen yayılmacılık ve macera gelenler, senin hiçte macera olmayan ve sadece savaşı tüm Asya'ya yayarak Anadolu'yu rahatlatan bir savunma hattı örmeye çalıştığını unutuyorlar. Üstelik, lazım olduğunda da neo Osmanlıcılık , bölgede etkili olmak, Musul- Kerkük hikayeleri üzerinden seni çağrıştıracak sözde emperyal ajitasyonlar çekiyorlar. Oysa Enver, evvela soylu bir savunma ve kararlı bir varolma davasıdır. Enverizm, bir emperyal vizyondur ama bu vizyon bir yayılma değil, dağılmama, en azından yenilmeme iradesi ile sınırlıdır. Bu nedenle Enver ve İttihatçılık, önce içerde toparlanmanın, sağlam durmanın, dayanmanın ve yenilenmenin adıdır. Bu iradeyle, bütün iç sorunlarımızı çözecek ve dışa bağımlılığı asgariye indirecek Milli demokratik bir restorasyondur Enverizm.. Emperyal hevesler ise dış güçlerin gazıyla değil, yine savunma amaçlı ve mazlum milletlerin dayanışması temelinde birlik ve ittifaklar olarak rasyonel bir büyüme stratejisinin doğal sonucu olabilir ancak.
İşte bunun için İttihatçılıkla, yani o kendine güven, haysiyet, vatanseverlik ve cesaretle tanışma ve barışmamız gerekir diyoruz. İşte bu maksatla kürdünü de, dindarını da, batıcısını da, solcusunu da liberalini de içinde toplayan bir üst cephe iradesi olarak İttihat Terakki üzerinde yeniden düşünelim diyoruz.

İşte bu manada Enver diyoruz. Şehit na'şının cebinden bir büyük harita, bir kuran-ı kerim, yarım kalmış bir mektup ve birkaç kuruş para çıkan Enver.

Yaşadığımız kabusun şifreleri dışında geriye hiç bir şey bırakmayan; bir komutan, bir devlet adamı, bir eş, bir insan nasıl olurmuş düşmanına bile ispat eden, bir yalnız ama büyük adam.
Hasan öğretmen doğru söylemiş, Şu küçük kafalar ve küçültülmüş garip ülke, bir gün büyüyünce anlayacak seni..
Hûda'nın birliğine emanet ol..

Kaynak: Açık Mektuplar, Ahmet Özcan, Kızılelma yayıncılık, İst.2004
ahmetozcan1@yahoo.com

Hakan Albayrak
Enver Paşa Nazi miydi? El insaf!

Ermeni meselesini konuşurken Talat Paşa ve Enver Paşa'yı "soykırımcı" diye yaftalayarak Adolf Hitler'le aynı kefeye koyanlar var.

Yuh!

Adolf Hitler, adamlarına, "Yahudileri öldürmeyeceksiniz, öldürmeye teşebbüs edenleri de durduracaksınız" demiş mi?

Üçüncü Reich döneminde Yahudi öldürdü diye mahkemeye sevk edilen bir tek Alman olmuş mu?

Auschwitz celladı Adolf Eichmann o dönemde Divan-ı Harp kararıyla idam edilmiş mi?

Hayır.

Ama Talat Paşa, tehcir edilen Ermenilerin "yollarda hayatlarının korunması", "Ermenilerin güzergahlarında bulunan aşiretler ile köylülerin taarruzuna karşı her türlü esbab ve aracın istikmaliyle müdafaası ve katliam ve gasba cür'et edeceklerin şiddetle yola getirilmeleri" için emirler verdi.

Bu emirlere uymayan ve yahut bu emirleri yerine getirmekte yetersiz kalan idareciler görevden alındı.

Ermenilere yönelik saldırılara adları karışan 1673 kişi (kaymakamlar, belediye başkanları, nüfus müdürleri, polis komiserleri, jandarma komutanları gizli servis elemanları, çeteciler ve sıradan vatandaşlar) 'sıcağı sıcağına' Divan-ı Harp mahkemelerine sevkedildi.

1916 yılı ortalarına kadar bunlardan 659'u hakkında hüküm verildi.

68 kişi kürek, para, kalebent, pranga ve sürgün cezasına çarptırıldı, 524 kişi hapsi boyladı, 67 kişi de idam sehpasına gönderildi.

Osmanlı Devleti'nin uzun zamandır geçirmekte olduğu hummaya ve Cihan Harbi'nin hengâmesine rağmen hukuk işletilmeye çalışıldı ve ideal değilse bile hatırı sayılır bir seviyede işletildi.

* * *

Tehcir (zorunlu göç) kararı yerinde miydi değil miydi, bunu tartışabiliriz.

Rus ordusuyla beraber hareket eden Ermeni milislerinin işlediği cinayetlere ve Daşnak-Hınçak çetelerinin Ermeni ahalisi arasında yükselttiği isyan bayrağına gösterilen bu tepkinin abartılı olduğunu savunabiliriz.

"Doğu Anadolu Ermenilerini düşmanla güçlerini birleştirmekten ve Orta Anadolu Ermenilerini ordunun ikmal yollarını kesmekten alıkoymanın daha insani bir yolu bulunamaz mıydı?" diye sorabiliriz.

Ama tehcir kararının bir soykırım kararı olduğunu söyleyemeyiz

Öyle olsaydı, İstanbul ve Batı Anadolu Ermenileri (ayrıca bir kısım Orta Anadolu Ermeni'si) tehcir uygulamasının dışında tutulmazdı.

Zaten niyet soykırım olsaydı tehcirle filan uğraşılmaz, Ermeniler bulundukları yerlerde katledilirlerdi.

* * *

İttihat ve Terakki yönetiminin üç sacayağı: Enver Paşa, Cemal Paşa, Talat Paşa.

Biri "Ermenileri Kafkasya'ya gönderelim" diyor (Enver Paşa), biri "Suriye'ye nakledelim" diyor (Cemal Paşa), diğeri "Yolda büyük felaketler yaşanabilir" düşüncesiyle tehcire bir süre karşı çıkıyor ve ilgili "geçici kanun"un çıkmasını geciktiriyor (Talat Paşa).

Ermenileri yeryüzünden silmenin hesabını yapan adamlar arasında böyle bir tartışma geçer mi yahu?

* * *

Binlerce masum Ermeni'nin katledilmesini "Savaş şartlarında olur böyle şeyler" diyerek mazur göstermeye çalışanları elbette insafa davet edeceğiz.

İncil'i çiğneyip masum kanı döken asi Ermenilere Kur'an'ı çiğneyip aynı şekilde ve ziyadesiyle masum kanı dökerek cevap veren asi Türkleri, Kürtleri, Çerkesleri elbette aklamaya çalışmayacağız, aklamaya çalışanlara elbette "El insaf!" diyeceğiz.

Ama, Talat Paşa ve Enver Paşa'nın Hitler gibi bir soykırımcı olduğunu iddia edenlere de "El insaf!" dememiz lazım.

* * *

İttihat ve Terakki'ye, sadece Ermeni meselesinde değil, genel olarak da ölçüsüz bir düşmanlık gösteriliyor.

İttihatçıların bu memlekete hiçbir hizmeti geçmemiş gibi davranılıyor.

Sadece hataları ve kusurları konuşuluyor.

Bilhassa Enver Paşa yerden yere vuruluyor.

Milli günah keçimiz oldu Enver Paşa.

Türk Silahlı Kuvvetleri PKK ile mücadelede zafiyet mi gösterdi?

Vurun Enver Paşa'ya!

Orduda bir cuntanın izine mi rastlandı?

Vurun Enver Paşa'ya!

Ergenekon Davası'nda yeni bir sayfa mı açıldı?

Vurun Enver Paşa'ya!

Başbakan Erdoğan Ermenistan vatandaşı kaçak işçiler hakkında yakışıksız bir beyanat mı verdi?

Vurun Enver Paşa'ya!

Bir yerde "macera" lafı mı geçti?

Vurun Enver Paşa'ya!

Basiretsizlik ve ferasetsizlikten bahis mi açıldı?

Vurun Enver Paşa'ya!

Bediüzzaman Said Nursi "Ben Antarik'le beraber olup Enver'e vurmam, vuran da benim nazarında sefildir" diyor, ama siz hiç oralı olmayın; Enver'e "Bozguncu" diye vurun, "Alman uşağı" diye vurun, "Bizi durduk yerde dünya savaşına soktu" diye vurun, "Sarıkamış'ta askerlerimizi dondurdu" diye vurun, "Ergenekoncu'nun önde gideni" diye vurun, "Nazi" diye vurun, vurun ha vurun!

Enver Paşa olmasaydı belki memleket diye bir şey kalmayacaktı, ama siz yine de insafsızca vurun!

- Ne dedin sen? "Enver Paşa olmasaydı belki memleket diye bir şey kalmayacaktı" mı dedin?

- Aynen öyle dedim.

- Nasıl yani?

- İleriki yazılarda anlatırım inşallah.

edep hu
29 Mart 2010 16:19
Hüsnüniyeti aşikar, tatbikatı sabit, ahiri şehadet..
A. BİLGİLİ

Ömer Bayram
29 Mart 2010 15:57
Enver Paşa şehit edildiğinde 41 yaşındaydı. O kizil elmaya inanan ceddin izinden gidendi. Cumhuriyetimizi kuran M.Kemal dahil olmak üzere, ülkenin kötü gidişine, parasızlığına, ileri silahsızlığına, eğitimsizliğine çareler düşünen bir ekolden gelmektelerdi. Dünya'nın gömlek, ülkelerin harita değiştirdikleri andı. Onlar son kalan kaynakları hakkıyla kullanmak istemişlerdi. Bugün kaç kişi bu kahramanların yerlerini tutabilir ki. Onlar son Osmanlılardı. Görevlerini yaptılar ve ukbaya şerefleriyle uçtular. Asıl sıkıntı dünyayı yöneten "geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek/...../" illüzyonunu çözebilmek. yazarı kutluyorum.

Yenişafak

Hakan Albayrak
Enver Paşa'nın faydaları

"Enver Paşa olmasaydı belki memleket diye bir şey kalmayacaktı" dedik, yine dünyanın tepkisini çektik. Müzmin Enver Paşa düşmanları "Ne diyorsun lan sen?" diye soruyorlar. Anlatayım:

Gardımız düşmüştü. Düvel-i Muazzama karşısında boynumuz kıldan inceydi. Vatan topraklarını "bir tek kurşun atmadan" düşmana terk ediyorduk. "Abdülhamit Han 33 yıllık saltanatı boyunca bir karış toprak vermedi" derler, ama o dönemin ilk 6 yılında Kars, Batum, Artvin, Ardahan, Niş, Teselya, Dobruca ve Kıbrıs sancakları ile Bosna-Hersek, Tunus ve Mısır'ı kaybettik. Sonraki 27 yılda toprak kaybı olmadıysa da nüfuz kaybı hızla devam etti.

Devlet, İstanbul'da Osmanlı Bankası'nı basan Avrupa destekli teröristleri cezalandırmaktan bile acizdi. Düvel-i Muazzama "Höt!" dedi mi akan sular duruyordu. Rusya, İngiltere, Fransa ve dahi Almanya ile Avusturya aralarında anlaşıp Anadolu'yu "çalışma bölgeleri" adı altında emperyalist nüfuz sahalarına ayırıyor, her biri kendine düşen sahada fitne-fesat tohumları ekiyordu. Devlet, bu fesat operasyonlarını sineye çekmek zorunda kalıyordu. Miskin miskin çöküyordu Osmanlı.

Ruslarla İngilizler arasındaki rekabete dayanan denge siyasetinin de miadı doluyordu. 9 Haziran 1908 günü Baltık kıyısındaki Reval şehrinde bir araya gelen Rus Çarı Nikola ile İngiliz Kralı 7. Edward, karşılıklı dostluk mesajları vermiş, 'safları sıklaştırma temayülü' sergilemişti.

"İttihatçılar Meşrutiyet Devrimi'ni yapmasalardı ve Abdülhamit'i tahttan indirmeselerdi Rus-İngiliz ittifakı kuvveden fiile çıkmazdı" diyemeyiz. "Trablusgarp İtalyan işgaline uğramazdı, Balkan savaşları çıkmazdı" da diyemeyiz. Ve "Osmanlı ordusunun Balkanlar'da çil yavrusu gibi dağılmasının bütün sorumluluğu İttihatçılara aittir" de diyemeyiz. Ruslar 1878'de Osmanlı ordusunu darmadağın edip İstanbul kapılarına dayandıklarında –ve İstanbul'un işgali ancak İngiliz donanmasının intikaliyle önlenebildiğinde- devleti İttihatçılar mı yönetiyordu?

Gelelim Enver Paşa'nın faydalarına...

Enver Paşa, 1. Balkan Savaşı sırasında (1912) Trablusgarp'ta direniş destanı yazıyor ve bugünkü bağımsız Libya'nın temelini atıyordu. Balkanlar'da yaşanan felaketi engellemesi mümkün değildi, ama gerekli yetki ve imkânı elde eder etmez Edirne'yi düşmandan geri aldı (Enver Paşa olmasaydı bugün Selimiye Camii'ni görmek için Bulgaristan'a gitmemiz gerekecekti). 1914'te Harbiye Nazırlığı'na atanır atanmaz da orduyu tepeden tırnağa düzene sokmaya ve tahkim etmeye başladı. Bu işte o kadar başarılı oldu ki, ahı kalmış vahı kalmış Osmanlı ordusu bir sene gibi kısacık bir zaman zarfında toparlanıp yedi düvele karşı savaşabilecek seviyeye geldi.

1912'de Bulgar, Sırp ve Yunanlarla baş edemeyip Balkan cephelerinden can havliyle kaçan zavallı Osmanlı askerleri, 1915-1916 yıllarında Enver Paşa'nın genelkurmay başkanlığında Çanakkale'de İngiliz ve Fransız imparatorluklarına kök söktürdüler. Yine 1916'da bu askerler Kut'ul Amara'da (Irak) İngiliz ordusuna karşı muhteşem bir zafer kazandılar; 20 binden fazla İngiliz askerini öldürüp, aralarında 13 general ve 481 subayın da bulunduğu 13.300 İngiliz askerini esir aldılar. Balkan cephelerine birkaç ay dayanamayan Osmanlı ordusu, Cihan Harbi'ne üç sene dayandı; Asya, Afrika ve Avrupa cephelerinde aslanlar gibi savaştı; Mondros Mütarekesi'nin arefesinde bile zaferler kazandı, 15 Eylül 1918'te Bakü'yü fethedip Azerileri soykırımdan kurtardı.

"Milli Mücadele" de Enver Paşa'nın adam ettiği ordunun ve İttihatçı kadroların (yahut İttihat ve Terakki kökenli kadroların) omuzları üzerinde yükseldi. "İstiklâl Harbi"ni başlatsın diye kolordusunu Mustafa Kemal Paşa'nın emrine veren Karabekir Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Manastır şubesinin kurucularından değil miydi?

Yerimiz bitti, konuya yarın devam edelim.

kasımdemir
01 Nisan 2010 00:16
ve bu ondabir şansına ragmen paşa hz.çanakkalede birdestanın başmimarıolmuşdur.almanlarla savaşagirmemizin enbüyük amaçlarından birtaneside süveyşkanalı üzerinden arapkabilelerininde desteginialarak kahire üzerinden büyükbiritanyayı yıkmaktır.feridunkandenir bukonuyu medinelifahrettin adlı eserinde iyce anlatmıştır.(kaynak)ilkzamanlar ingilizlere büyükdarbe vuran ordularımız daha sonra şerifhüseyinin ihanetikarşısında vede mısırfatihiolmak isteyen birkaçpaşanın işgüzarlıgıda buna dahiledilirse durumtersinedönmüştür.yani dünyada kurulan üçlüittifak hasta adam olrak baktıkları osmanlıyı masaüzerindeçoktan paylaşmışlardı bile.ve bu kahraman adam busavaşı müttefiki olqan almanya kaybettigiiçin kaybetmiştir.ayrıca enver paşanın teşkilatı mahsusasıda ayrıbir konudurki rusçarlıgının yıkılmasından ,ingilizlerekarşi(ira)örgütünü teşkilatlandırılması libyada ömermuhardahil birçoklarını örgütlemiş ve emperyalizme karşı hareketlendirmi,ştir.bu teşkilatın tam 50 devletin hamurunda parmagıvardır.enver paşanın hayali avrupa birliginin karşısında güçlübir islamdevleti kurmaktı.bunu başaramadıysada bugün bagımsızlıklarını kazanan türkicumhuriyetlerinin başmimarı odur.allahmekanınnı cennetetsin mitralyözekarşı yalınkılıçgiden şehit enverpaşam.seni anlatmaya sözcükler yetmez paşam.
kasımdemir
31 Mart 2010 23:52
kardeş allah senden razı olsun güzel yazmışsın.ama buduruma inananları aptallıkla suçlayan şu zavallı biçarelere ne anlatsaan boş çünkü onların bugün devam ettirdigi zihniyet milli mücadele döneminin ve daha öncesinin içinde barındırdıgı:(damatferit,alikemal,mollasait)vs.gibi ingilizdenizaltılarına belbaglamış aman canıma,çocuguma,karıma ve makamıma birşey olamsında vatan vebayrak ve şehit kanını düşünme cihetini dahi gösteremeyecekkadar pespayade bir acayip sadece zevallı zevattan ibaretdirler.oysa şurda birkaç cepeyisayarak milyonlarca insanımızı kaybetdigimizden bahseden şahsiyete şunu hatırlatırumki biz o şehitleri kaybederken birşeyi kazan dık istiklalimizi yanibunun tam açıklaması tam bagımsızlıktır. yazılarında hadiseyi çok basitleştirmişsin bu o günlerde kanı olukgibi akan kahraman yigitlerimize bir hakarettir.ayrıca savaşa bizi ittihakki terakki soktu demek çok yanlış bir yaklaşımdır bunu söyleyenler bir dünyanın içinde bulundugu sosyo ekonomik durumu iybilmiyor iki osmanlının çöküşünübirtürlühazmediyorlar malesef.petrolün degeri iyce artmış ve gelecektekidurumuda iyhesapedilerek emperyalizmin iştahını iyice kabartmışdır.böylecekurulan üçlü ittifak önce ruslarun içindeyaşatmışoldugu sıcak denizhayalini ve bogazları onlara bırakacak ingiltere ve fransada ortadoguda ki petrolleri yönetecektirler.ilk önce ruslar ermenileri ayaklandırarak kafkaslar üzerinden ilk sinyali yaktılar.budurumu anlayan enverpaşa dünyanın engüçlüdevleti olan ingiltereyle müttefik olmakistemiş buretedilmiş dahasonra fransayla müttefik olmak istemiş bunuda kabuletmemeleri üzerine durumu anlayan paşa hz.tek çare olarak savaşa almanyayla girmek zorundakalmıştır çünkü o teslimiyetçibiryapıya sahip olmadıgıiçin 10da1 de olsa savaşıkazanabileckşansını kullanmak istemiştir.böylece özellikle rushaarbinde yemişoldugu darbelerle tükenmiş orduyu tam 10 ayiçerisinde yapmış oldugu reformlarla özellikle gençsubayların önünü açacak olan hamleleri m.kemal bunun engüzel örnegidir.

YENİŞAFAK

Hakan Albayrak
Enver Paşa bizi harbe sokmasaydı biterdik!

Dün kaldığımız yeri hatırlayarak, "Enver Paşa'nın faydaları" bahsine devam edelim: "Milli Mücadele" de Enver Paşa'nın adam ettiği ordunun ve İttihatçı kadroların (yahut İttihat ve Terakki kökenli kadroların) omuzları üzerinde yükseldi. "İstiklâl Harbi"ni başlatsın diye kolordusunu Mustafa Kemal Paşa'nın emrine veren Karabekir Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Manastır şubesinin kurucularından değil miydi?

"İyi ama, Enver Paşa bizi Dünya Savaşı'na niye soktu ki? Bizi Kurtuluş Savaşı vermeye niye mecbur bıraktı? Almanların peşine takılıp Osmanlı Devleti'ni maceraya sürüklemenin ne alemi vardı?" diye soracak olursanız...

Tekrar ediyorum: Osmanlı Devleti miskin miskin çöküyordu. Ruslar, İngilizler, Fransızlar, son Osmanlı topraklarını da paylaşmak için gün sayıyorlardı. Almanların işini bitirdikten sonra Osmanlı'ya saldıracakları aşikârdı. İttihatçılar onlarla anlaşmak için az uğraşmadılar, ama olmadı. Almanlarla anlaşıp son bir gayretle felaketin önüne geçmeyi denemekten başka çareleri yoktu. İyi ki de öyle yapmışlar. İyi ki de devleti Almanya'nın yanında Cihan Harbi'ne sokmuşlar. Aksi halde Almanlar çabucak tepelenir ve fazla yıpranmayan İtilaf Devletleri Anadolu'yu rahatça zapturapt altına alırlardı.

Enver Paşa, İtilaf Devletleri'nin çarkına çomak soktu. Osmanlı'nın harbe katılması sayesinde harp iki sene uzadı; İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar fena halde yıprandı; Çanakkale destanıyla ikmal yolunu kestiğimiz Rus Çarlığı çöktü. Harpten bitap düşen Avrupa kamuoylarının "Yeter artık, barış istiyoruz!" haykırışları ve ihtilal tehditleri altında, Londra, Paris yahut Roma'nın Osmanlı/Türkiye ile uzun soluklu yeni bir harbi göze alması mümkün değildi. Harp yorgunu İngilizler, kendilerini riske atmayıp, şanslarını Yunan ordusunu kullanarak denediler; Yunan ordusu çuvallayınca da müzakere kapısını açtılar. Çar'ı deviren Bolşevikler de -Rusya'nın iç meseleleri ile ziyadesiyle meşgul oldukları için- Osmanlı/Türkiye ile anlaşma yoluna gidip, Kars ve Ardahan'ı iade ettiler. Harbe girmeseydik, Rus Çarlığı'nı Çanakkale Boğazı'na gömmeseydik, bugün Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz'de -ayrıca da Boğazlar'da- herhalde Rus bayrağı dalgalanırdı.

Hülasa: Bugün "Türkiye" dediğimiz toprakların kurtuluşunu -Rabbu'l Alemin'in inayetiyle- Enver Paşa'ya borçluyuz. "Maceracı" diyorlar ya; Türkiye'nin temeli Enver Paşa'nın "maceracılığı" ile atıldı. Enver Paşa'dan hiç hazzetmeyen Mustafa Armağan bile, biraz zorlasak, bunu kabul edebilir. Nereden mi çıkarıyorum? Bir mülakattaki şu sözlerinden çıkarıyorum:

"Anka'nın Yükseliş ve Düşüşü adlı kitabında Oral Sander de söylüyor. Anka kuşu gibi, Birinci Dünya Savaşı'nda, yeniden bir daha doğmak için intihar etti, kendisini ateşlerin içine fırlattı diyor Osmanlı Devleti için... Gerçekten de... Osmanlı ruhu... fosilce yaşayışa razı olabilir miydi?"

İntihar kelimesi hariç, üç aşağı-beş yukarı aynı şeyi söylüyorum.

***

NOT: Sarıkamış konusundaki insafsız yalanlar ve Enver Paşa'ya yöneltilen diğer suçlamalarla ilgili soruları daha evvel cevaplamıştım. Yeni Şafak'ın internet sitesindeki yazı arşivimde bulabilirsiniz. Bkz. 5-12 Mayıs 2008 tarihli yazılar.

YENİŞAFAK

Hakan Albayrak
Abdülhamit'e de selam, Enver'e de...

Yaaa, işte böyle. Pazartesi günkü yazımda Sultan Abdülhamit döneminin ilk 6 senesindeki toprak kayıplarından bahsederken "Bunların faturasını Abdülhamit Han'a çıkarmak doğru olmaz, zira Berlin Konferansı faciasıyla sonuçlanan Rus Harbi başladığında Abdülhamit Han henüz çiçeği burnunda bir padişahtı, o harbin ve neticelerinin önüne geçemezdi, Tunus ve Mısır için de bir şey yapamazdı, korkunç bir enkaz devralmıştı, toprak kayıplarının önüne geçmek için önce iktidarını iyice oturtması gerekiyordu" gibi bir şerh düşmediğim için bana acayip bozuldunuz, değil mi?

O şerhi mahsus düşmedim. Tam düşecekken kendi kendime 'Hele dur, arkadaşlara bir oyun oynayalım' dedim. "Bunların faturasını nasıl Abdülhamit Han'a kesersin? Onun nasıl bir enkaz devraldığını bilmiyor musun?" diye hesap soracağınızdan adım gibi emindim. Buna çanak tutum. "Madem öyle –ki elbette öyle- gelin böyle" deyip, şu soruları sormak için:

Abdülhamit Han enkaz devralmıştı da İttihatçılar muhkem bir kale mi devralmışlardı?

'İttihatçılar olmasaydı Balkan felaketi yaşanmazdı' demeye getiriyorsunuz; 1912'de Osmanlı Devleti'ne harp ilan eden Balkan ülkelerinden Yunanistan 1829'da bağımsızlığını kazanmış, Karadağ 1850'lerde Osmanlı'yla köprüleri atmış, Sırbistan'daki son Osmanlı kalesi 1867'de tahliye edilmiş, Bulgaristan 1878'de Osmanlı'dan fiilen kopmuş değil miydi? Yunanlar, Karadağlılar, Sırplar ve Bulgarlar emperyalist devletlerin desteğiyle Balkanlar'ı öteden beri cadı kazanı gibi kaynatmıyorlar mıydı? Osmanlı ordusunu öteden beri hırpalamıyor muydu bunlar? 1908'den sonra iktidara gelen İttihatçıların güllük gülistanlık bir Balkanlar ve zımba gibi bir ordu devraldıklarını nereden çıkarıyorsunuz? Böyle bir iddianız yoksa niye varmış gibi davranıyorsunuz?

'Felaketler zinciri Mithat Paşa ve Jöntürklerin bozguncu faaliyetleriyle başladı, 93 harbi (1877-1878) felaketinin sorumlusu onlardır, İttihatçılar da onların çocuklarıdır' diyebilirsiniz; peki, Tanzimat'ı (1839) ve Islahat'ı (1856) dayatan şartlar da mı Jöntürkler tarafından hazırlanmıştı? Bunların sorumluluğu da mı veraset yoluyla İttihatçılara geçti?

Yahu, Yeniçeri isyanlarını da mı İttihatçılara fatura edeceğiz?

* * *

Canım kardeşlerim, İttihatçıların bir ton hatası ve kusuru var, ben de onlara eleştiriler ve suçlamalar yöneltiyorum, mesela Sultan Abdülhamit'e muhalefette haddi aştıklarını düşünüyorum.. mesela "Muhalefetteyken etnik milliyetçilikleri beslemeleri yanlıştı, iktidarda bunları bastırmak adına zulme başvurmaları da yanlıştı" diyorum.. mesela Türkçülük yapan bir kısım İttihatçının mirasından yaka silkiyorum.. mesela Cemal Paşa'nın Bilad-ı Şam'da kurduğu terör rejimini öfkeyle anıyor ve yaptıklarını tasvip etmediği halde bazı dengeler adına Cemal Paşa'yı 'idare ettiği' için Enver Paşa'ya da kızıyorum... Fakat, İttihatçılara külliyen 'tu kaka' demek bana göre değil. Hele, Enver Paşa'yı bir kalemde silmek hiç bana göre değil.

Siz, "Abdülhamit'i devirenlerin önde gideni değil mi Enver Paşa? Bitti!" diye kestirip atabilirsiniz. Ben bunu yapamam. Benim için savaştığını ve cephede can verdiğini unutamam. Vefasızlık edemem Enver Paşa'ya. Devlet-i Aliye'nin üzerinde titreyen, İttihad-ı İslam bayrağını yükseltmeye çalışan ve Siyonizm'in karşısına dikilen Abdülhamit Han'a vefasızlık edemeyeceğim gibi.

Ben hem Sultan Abdülhamit'i hem de Enver Paşa'yı seviyorum. Bidayette İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni takdir eden Sait Nursi'yi, bu cemiyete üye olan Mehmet Akif'i, bu cemiyetin genel sekreterliğini yapan Sait Halim Paşa'yı da Sultan Abdülhamit'e muhalefet etmişti diye sevmezlik etmiyorum. Onlarla Abdülhamit Han arasındaki sorunlar bu saatten sonra umurumda değil. Enver Paşa'yla Said Halim Paşa arasındaki görüş ayrılıkları da bu saatten sonra umurumda değil.

Osmanlı Devleti'nin büyük bir humma geçirdiği o devirde her biri kendince bir kurtuluş çaresi aradı, "din için, devlet için, can çekişen millet için" için kendince bir şeyler yapmaya çalıştı. Hepsi de mütedeyyin Müslüman adamlardı. Hepsi de iyi niyetli ve idealisttiler. Hatalarıyla-sevaplarıyla hepsi bizim.

Biz o devirde yaşamadığımız için aynı anda hepsini birden sahiplenme imkânına sahibiz. Ben bu imkânı değerlendiriyorum. Size de tavsiye ederim.

* * *

NOT: Nevzat Kösoğlu'nun Ötüken Neşriyat'tan çıkan "Şehit Enver Paşa" adlı kitabını okuyun, tekrar konuşalım. (Ötüken: (0212) 2510350 – (0312) 4319649

Neşe Kutlutaş
31 Mart 2010 12:50
Osmalı Devletinin son yüz yıllık tarihi bir insan hayatında tecessüm etse idi, ona verilecek en uygun isim Enver Paşa olurdu.
nedense onu, başarısızlıkla ve hatta bir dramla sonuçlanan Sarıkamış Harekâtının Başkomutanı olarak tanıtmak iteyen kişiler; bizzat Enver Paşanın emri ile kurulan ve teşkilatlanan Kafkas İslam Ordusunun, Mondros Mütarekesinin imzalandığı tarihte Azerbaycan ve Dağıstan'da kazandığı müthiş zaferleri dillendirmek istemez.. Kaldı ki İstanbul'u terk ettikten sonra yaptığı faaliyetler hiç gündeme bile gelmez...
"Vatan toprağının bir toz taneciğini bile yabancı bir kimseye vermem; bu kimse Alman İmparatoru ya da İmparatoriçesi de olsa!" diyen bir Enver Paşa'yı tanımak imkanını "Şehit Enver Paşa" kitabında bize sağlayan Nevzat Kösoğlu'na ve yazıları ile cumhuriyet sonrası kurgusal tarih yazıcılığının ipliğini pazara çıkaran Hakan Albayrak'a teşekkür ediyor Enver Paşa'nın aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz...

YENİŞAFAK

10 Haziran 2010
Enver Paşa: "Amerika ile savaşıyoruz"

Türkiye'nin İsrail'e yaptığı 'one minute' uyarısının benzerinin Osmanlı Ordular Başkumandan Vekili Enver Paşa tarafından 1917 yılında Amerika'ya söylenilmesi istendiği ortaya çıktı.

Enver Paşa, 3. Gazze Savaşı'nda İngiltere ile savaştıkları dönemde Amerika'nın İngiltere'ye destek verdiğini ve Filistin'de Yahudi bir devletin planlandığına dikkat çekiyor. Asıl savaşın Osmanlı Devleti ile ABD arasında yaşandığına dikkat çeken Enver Paşa'nın "kızıl hilal damgalı" gizli belgesi Osmanlı arşivinde ortaya çıktı.

Adanalı Tarihçi Cezmi Yurtsever, Amerika'nın desteği ile İngiltere ve Osmanlı orduları arasında gerçekleşen 3. Gazze savaşı'nın sona erdiği 8 Ekim 1917 tarihinde "Amerika ile savaşıyoruz" mesajının verildiği gizli istihbarat raporunu Dışişleri Bakanlığı'na bildirdiği kaydetti. Yurtsever, "Osmanlı arşivinde Başkumandanlık, şube-2/47420. numara 8280'de kayıtlı bulunan ve üzerinde çok gizli olduğunu yansıtan mektupta şu ifadeler yer alıyor:"Dışişleri Bakanlığına. Filistin'de Yahudi Hükümeti Kurulmasına dair.' Devletli Efendim Hazretleri. Amerika Birleşik Devletleri Reisi Wilson'un 17-9-1917 tarihli İsviçre gazetelerine gönderilen telgrafların içinde yazılı olanlara bakılırsa işbaşındaki Rusya Hükümeti'ne hususi bir mektup yazıp Filistin'de bir Yahudi hükümeti tesisi kararlaştırılmış olup amaçların gerçekleşmesi için çalışılacağı Rusya'nın dahi yardımda bulunması istendiği Bern Ateşe militerliğinden bildirilmiştir. Bu konuda bilgi sahibi olunması. 8 Kasım 1917. Osmanlı Ordular Başkumandan Vekili Enver."

Enver Paşa'nın kızıl hilal damgalı gizli mektubunda yazılanları doğrulayan ve Osmanlı ile ABD'nin Filistin'de İsrail Devleti ile savaş halinde olduğunu açıklayan ayrıntılı rapor Viyana Büyükelçisi Hüseyin Hilmi Paşa tarafından 14 Kasım 1917 tarihinde "Mahremdir(Gizlidir)" başlığı altında Osmanlı Dışişleri Bakanlığı'na bildirildiğine dikkat çeken Yurtsever, raporda Enver Paşa'nın görüşlerini doğrulayan şu görüşlere yer verildiğine dikkat çekiyor: "Filistin'in bağımsız bir hükümet şekline dönüştürülerek idaresinin Musevilere verilmesi Amerika Reisicumhuru tarafından Siyonistlere söz verilmiştir. İngiltere Hükümetinin bu sözlere katıldığı Viyana'da gizlice toplanan Siyonist komitesinin Ameri ve İngiltere Siyonistlerinden gelen raporlardan öğrenildi.

İngiltere Dışişleri Bakanı Balfur tarafından (Siyonizm Destekcisi) Lord Rotschild'e gönderilip hemen her memleketin basınına verilen 7 Kasım 1917 tarihli mektubun içinde yazılı olanlar adı geçen topraklarda (Filistin'de) bir İsrail Hükümetinin kurulması İngiltere'nin kesin kararıdır. 17 Kasım 1917, Viyana Büyükelçisi Hüseyin Hilmi"

Tarihçi Cezmi Yurtsever,gizli belgede Enver Paşa'nın savaştıklarını kişilere desteğin ABD'den geldiğini anlatıyor. Yurtsever, "Osmanlı'ya bağlı Filistin topraklarında Amerika'nın lojistik destekleri ile gerçekleşen 3. Gazze savaşı sonrasında İngiliz ordusu 9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs'e girdi. Bu savaşta Osmanlı ordusu 25 bin civarında asker kaybetti. Sayıları 50 bine ulaşan Osmanlı askerlerinin Filistin'in muhtelif yerlerindeki toplu mezarlarının fotoğraflarını çekme ve arşivleme görevi Kudüs'teki Amerikan kolonisi gerçekleştirdi. Çekilen fotoğraflar ABD'nin Kongre Kütüphanesi Filistin tarihi fotoğraflar bölümünde dosyalandı. Enver Paşa'nın gizli mektupları ve ABD'li Kudüs Kolonisi'nin çektiği savaş fotoğraflarının ayrıntılarını www.cezmiyurtsever.com sitesinde de yayınlayarak bilgileri dünya kamuoyu ile de paylaşıyorum."diyor.
aktifhaber

Enver Paşa'nın torunu: Sarıkamış'ta 90 bin askerimiz ölmedi
11/01/2014



Enver Paşa'nın torunu Osman Mayatepek, "En acıklı olan nokta temcit pilavı gibi pişirilip sürekli karşımıza çıkarılan '90 bin askerimiz donarak öldü' yalanıdır. Sarıkamış tamamen bir vatan müdafaasıdır ve kaçınılmazdır" dedi.

"Sarıkamış şehitlerini anmak için yapılan tören Türk milletinin kahramanları için yapabildiği fedakarlıkların canlı bir örneğidir" diyen Enver Paşa'nın torunu Osman Mayatepek, "10 bin kişi eksi 9 derecede, Sarıkamış Şehitliği'ne yürüyüp saygı duruşunda bulunup, şehitlerimiz için dua etmiştir. Devlet ciddiyetiyle de fevkalade uyum gösteren bu yürüyüşe Gençlik ve Spor Bakanı, Kuvvet Komutanları, Kars Valisi ve milletvekillerinin de katılması herhalde Mehmet Akif Ersoy' un duasını bir kere daha gönüllere bahş etmiştir. Bundan evvel yapılan benzer bazı törenler, ister istemez amaç 'Şahsi reklam mı, Sarıkamış sırf araç mı?' diye düşündürmüştür. Bir magazinsel hava içinde tarihin çarpıtılıp, gazete sayfalarını süsleme çabaları, kanaatimce şehitlerin saygısına hakarettir. En acıklı olan nokta ise temcit pilavı gibi pişirilip sürekli karşımıza çıkarılan '90 bin askerimiz donarak öldü' yalanıdır. Bunun mimarı ise kendi beceriksizliğini örtmek için 9. Kolordu Kurmay Başkanı Şerif Bey'in 1922 senesinde yayınladığı ve tamamen bir uydurma olan hatıratıdır" dedi.

"SARIKAMIŞ TAMAMEN BİR 'VATAN MÜDAFAASIDIR' VE KAÇINILMAZDIR"


Mayatepek şöyle devam etti: "Özet olarak, Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Erkanı Harbiye Başkanı General Bronsart Schellendorf tarafından, Noel dönemine rastlayacak ve Rusları sürpriz bir karşı hücum ile mağlup etmeye yönelik bir teşebbüstür. Maalesef basının bir bölümü bile, genel olarak, ciddi araştırmalar yapmadan veya 'magazin' havasında bazı şahıslar gibi tarihi çarpıtıp gazete sayfalarını süsleme çabası içindedir. 98 sene geçmiş olmasına rağmen Sarıkamış hâlâ gerektiği gibi değerlendirilmemiştir. Bilhassa 1920'den itibaren siyasi çekişme malzemesi olmuştur. Amaç nettir: Rus orduları Batı cephesinde Almanlar ile harp içindedir. Bizim cephede ise çok az sayıda (100 bin civarı) asker kalmıştır. Rus ordusunun bir kısmı Sarıkamış civarındadır ve yanlış cephelenmiştir. İlk Rus saldırıları Kasım'da (1914) Köprüköy ve Azap muhabereleriyle başlamıştır. Burada 3. Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa büyük bir hata yapıyor ve Rusları yenmesine rağmen takip edip son darbeyi vurmak yerine, orduyu 15 km geriye çekiyor. Yani savaşı kazanan taraf kaçan düşmanı kovalayamıyor, geri çekiliyor. Hatta Rusları takip etse Sarıkamış'a ihtiyaç olmazdı. Ruslar Erzurum'a gelmişler, sen onlarla Köprüköy ve Azap'da savaşıp yenmişsin ve Sarıkamış'a çekilmeye zorlamışsın ama taarruz edip tamamen mağlup etmek yerine geri çekiliyorsun."

"ENVER PAŞA'NIN EMİRLERİNİ YERİNE GETİRSEYDİ SARIKAMIŞ ZAFERLE BİTERDİ"

"Enver Paşa'nın emirleri yerine getirilseydi Sarıkamış zaferle biterdi" diyen Mayatepek, "Bir de hep iklim şartlarından bahsetmeye bayılırlar. Hava soğuktu falan. Bu bir savaş ve nerede, ne zaman ve hangi şartlar altında gerekiyorsa savaşacaksın. Şayet komutanlar Enver Paşa'nın emirlerini yerine getirseydi Sarıkamış zafer ile biterdi" diye konuştu.

"BU HATA SARIKAMIŞ FELAKETİNE SEBEP OLAN EN BÜYÜK NEDENDİR"

Mayatepek şöyle devam etti; "1- 9. Kolordu Rus cephesini arkadan çevirecekti. 2- 10. Kolordu ise 24 Aralık'ta Bardız bölgesinde olup, 9. Kolordu ile birleşip Rusları çevirecekti. Maalesef gerçekleşen ise çok farklıydı: 1- 10. Kolordu Hafız Hakkı Paşa komutasında Bardıza gitmesi gerekirken, Rus birliklerinin peşine takılıp Koşur istikametine yöneldi (30 ve 31. Tümenler). Yalnız 32. Tümen Bardız'a ilerledi. 25 Aralık'ta ve Sarıkamış'ın batısında Rus Ordusu'nun arkasına düşmesi gereken 10. Kolordu, tamamen Haffız Hakkı'nın 'zafer kazanma ihtirası ile yolu 75 km uzattığı yetmezmiş gibi, Allahuekber dağlarını geçmeye mecbur kalmış ve fırtına ve tipiye yakalanıp çok büyük zayiat vermiştir ve zamanında Sarıkamış'a intikal etmemiştir.
2- 9. Kolordu ise 3. Ordu ile 24 Aralık'ta Bardız'da birleşir. Cephe arkasındaki Rus birliklerine taarruz etmek için Kötek yönüne gitmesi ve Rus ihtiyat kuvvetlerine taarruz edip Sarıkamış'a iltihak etmesi gerekiyordu. Maalesef yine evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Bu sapmanın başlıca sebebi Hafız Hakkı (10. Kolordu) Paşa'nın 25 Aralık tarihinde Sarıkamış'da olacağı varsayımı ile Enver Paşa'nın, 10. Kolordu yalnız kalmasın diye yönünü Kötek'ten, Sarıkamış'a çevirmesi olmuştur. Netice olarak 10. Kolordu yüzde 80 zayiatla bitkin bir şekilde ancak 29 Aralık'da Sarıkamış'a gelebilmiştir. Bütün bu hataların ve Enver Paşa'nın emrine uymamanın neticesi olarak: 9. Kolordu'nun kuzeybatıdan, 10. Kolordu'nun kuzeydoğudan taarruz etmesi gereken (25/26 Aralık geceleri) Sarıkamış, bu taarruz gerçekleşmeyince Rus takviye kuvvetleri tarafından güçlendirilmiş ve maalesef savunma yapmakta bile zorlanacak olan Ruslar demiryolu ile nakliye avantajıyla 31 Aralık'ta taarruz edecek duruma gelmiştir. Netice: Sarıkamış Harekatı son derece iyi hazırlanmış bir plandı. Kış aylarında yapılması hatadır masalına gelince; baskın niteliği taşıyan her askeri harekatın düşmanın beklemediği yerde ve zamanda olması zaruridir. Bizim akıl hocaları bugün ne kadar böyle bir mevsimde harekat yapılmazdı diyorsa, emin olun Ruslar da o zaman aynı şeyi düşünüyordu. Alternatif olarak Ruslara herhalde, 'yahu şu kara kışta harp etmeyelim, bahar gelsin, çiçekler açsın, bir mangal ziyafeti yapıp, bir güzel savaşalım' diye bir alternatif düşünmek ancak Charlie Chaplin filmlerinde olabilirdi."

RUS GENERALİN İTİRAFI

Mayatepek, "Rus General Maslovski, (Türkler 23 bin şehit vermiştir diyen) Türk Ordusu, Enver Paşa'nın emirleri doğrultusunda hareket etseydi Sarıkamış düşerdi diye itiraf etmiştir. Hatta General Michaelevski harekatın bir kuşatma planı olduğunu anlayınca geri çekilme emri vermiştir. Şayet başarılı olunsaydı Kafkaslara kadar önümüz açılıyordu. Azerbaycan ile birleştiğin andan itibaren ikmal derdi kalmıyor ve tabii ki petrol kaynaklarına sahip oluyorsun. Genel değerlendirmeyi Sayın Nevzat Kösoğlu (Şehit Enver Paşa) çok güzel yapmıştır: "Komutanlar Enver Paşa'ya ayak uyduramadılar. Plana uymayan bu komutanlar da Enver Paşa hakkında olumsuz propagandayı yapan komutanlardır. Sarıkamış bir vatan müdafaasıdır. Şehit sayısı ile siyaset yapmak alçaklıktır. Çanakkale'de 250 bin şehit verdik. Hiç kimse hesap soruyor mu? Yok." Herhalde bir savaş kazanılınca 'şehit', kaybedilince 'ölü' olunuyor diye bitiriyor Nevzat bey. Rakamlar ise tam bir palavra. En şiddetli dönemde 3. Ordu'nun toplamı 118.000 kişi iken ve bunun ancak 75 bin kişisi muharip sınıfında olan bir ordu nasıl olur da 90 bin şehit verir? Şerif Bey'in kendi beceriksizliğini ört bas etmek için ortaya attığı, '90 bin askerimiz Allahuekber dağlarında donarak öldü' bir karalama kampanyasından başka bir şey değildir. Ciddi kaynaklar ve Genelkurmay arşivleri hastalıktan ve savaştan ölenler dahil kayıp sayısını 35 bin civarında olarak veriyor. Kazım Karabekir 1921 yılında Enver Paşa'nın yurda dönmesini engellemek için basın yoluyla bir kampanya başlamasını istemiştir. Savaştan sonra bu iftirayı ortaya atanların amacı Enver Paşa'yı küçük düşürüp halk nezdindeki itibarını ve etkisini yok etmektir. Mustafa Kemal Paşa da günün siyasi-askeri hususları nedeniyle bir telgrafla Kazım Karabekir'e olumlu cevap vermiştir. Dolayısı ile düzmece haberler ve yorumlar uçmaya başlamış ve Enver Paşa'nın Bolşevik, dinsiz (Kuran'ı yanından hiç ayırmayan ve her bulduğu fırsatta namaz kılan bir komutan) kadınlara olan zaafı yazılmıştır. Belki de zaman şartları için de gerekliydi. Kazım Karabekir itiraf etmiştir ki Enver Paşa dönerse olumsuz sonuçlar, iç çatışma gibi riskler olabilirdi. Aynı Kazım Karabekir Balkan Harbi sırasında 'ordudan atılıp, memleketten ihracı' divanı harp tarafından verilen kararı Enver Paşa'nın yırtıp atması sayesinde hem kariyerinin, hem de hayatının devam ettiğini itiraf etmiş, Enver Paşa'ya karşı büyük bir sevgi ve hürmetini muhafaza ettiğini belirtmiş ve bütün bunları Paşa'nın geri gelmesi ile, 'Milli Mücadele'nin akamete uğrama ihtimalini engellemek için yaptığını' mertçe itiraf etmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak Sarıkamış planının doğru ve zamanlı olduğunu açıkça ifade etmiştir. İsmet Paşa (İnönü) 'Enver Paşa, cemiyetimizin kusur saydığı şeylerden aklın almayacağı kadar uzak yaşamış bir insandı' demiştir" diye konuştu.

"RUS ORDUSU SARIKAMIŞ SAYESİNDE DURDURULDU"

Mayatepek sözlerini şöyle tamamladı; "Aradan 100 yıla yakın zaman geçti, temcit pilavı gibi ısıtıp hâlâ aynı tepsi içinde sunuyorlar. Ve bunun adı tarih oluyor! Tabii ki bazı kimseler, 'Enver Paşa'nın torunu objektif olamaz ve Paşa'yı korumak içgüdüsü ile subjektif bir analiz yapıyor' diyecektir. Önerim, ciddi olan kaynaklardan araştırmak ve okumaktır. Hakikat eninde sonunda kaçınılmazdır. Bir kesin hakikat ise Rus Ordusu Sarıkamış sayesinde durdurulmuş, ciddi bir zayiat vermiş ve 1916 senesinin sonlarına kadar bölgede bir daha hareket edememiştir. Bazılarına göre Sarıkamış'da herkes donarak öldüğüne göre, Rus zayiatları ve 1,5 sene boyunca doğuda kıpırdayamayacak duruma gelmelerinin tek sebebi, safsatacı tarihçilerimize göre, muhtemelen, 'Türklere ayıp olmasın diye' toplu intiharlara karar verip 25 bin kadar Rus askerinin bunu gerçekleştirmesidir. Daha ne diyebiliriz." Kaynak: Radikal


En son Ekim tarafından Prş Nis 01, 2010 1:35 am tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Oca 15, 2009 12:14 am    Mesaj konusu: Said Nursi ve Enver Pa$a Alıntıyla Cevap Gönder

İbrahim Reşit
Said Nursi ve Enver Paşa



“… 1979 İran ihtilalinin ortaya çıkardığı siyasi ideolojik İslam’ın büyüleyici etkileri, İslam’ın sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarındaki ciddi ve yeni arayışları içeren yorumlardan oluşan bu asıl İslami uyanışı gölgede ve töhmet altında bıraktı. Ancak bu uyanışın bizce büyük bir eksiği vardı: Bu uyanış, Türkiye’nin kendi tarihsel geleneğinden ve bu geleneğe dayalı gerçekçi ve akılcı bir tarih şuurundan kopuktu. Tarih onlar için yalnızca geçmişin parlak günlerinin hikayesinden ibaret olduğu için, sadece bir teselli kaynağı, gerektiğinde bir sığınak görevini yerine getirmekten öteye geçmiyor, ufuk açıcı bir rol oynayamıyordu. Tabiatıyla bu “İslami uyanış”, bilimsel bir perspektife dayanmaktan ziyade, ideolojik eğilimlerin hakimiyetine girmekte gecikmedi. Bugün Türkiye’de Müslüman aydın kesimi çoğunlukla hala bu zafiyetle maluldür ve bunun farkında da değildir. Bu tarihsel şuur eksikliği bugün onların bizce en zayıf noktalarından biridir. İkincisi ise, ne olduğunu pek bilmedikleri, bilmeye de pek ihtiyaç duymadıkları Batı’yı tanımamalarıdır.”
(Prof. Ahmet Yaşar Ocak;Türkler, Türkiye ve İslam syf.128)
Geçtiğimiz yıl Mine G. Kırıkkanat Hanım bazı yazıları ile kanaatimce pek önemli bir meseleye temas etmişti: http://www2.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&sid=&Newsid=79348&Categoryid=4&wid=122
http://www2.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&Newsid=79417&Categoryid=4&wid=122
http://www2.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&Newsid=79561&Categoryid=4&wid=122
http://www2.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&Newsid=79608&Categoryid=4&wid=122
Eline geçen bir kitabın kafasında yaktığı ışıkla kendi ifadesi ile “Fetullahçılar” denen grubun tarihsel kökeni konusuna inmeye çalışan Mine hanım benimde kafamda bazı ışıklar yakmıştı. Mine hanım yazdığı yazılarda, kendi ifadesi ile “Fetullahçılık” hareketinin tarihsel fikir temelini Enver Paşa’da (veya İttihat Terakki’nin Enver Paşa’ya bağlı kanadında) bulduğunu tabir caizse Arşimed’in “evreka - evreka” sı misali ilan ediyordu. Ancak Mine hanımın çizdiği resimde çok önemli bir boşluk bulunmaktaydı. Mine hanım tezinin temeline yerleştirdiği iki kişi olan 1938 doğumlu Fetullah Gülen ile 1922’de vefat eden Enver Paşa arasındaki zaman farkından oluşan kopuk halka hakkında hiçbir izahat yapmıyordu. Mine Hanımın şahsi Enver Paşa’nın Almancılığı ile Fetullah Gülen’in CIA cılığı yorumlarını bir kenara bırakırsak yazısının en önemli eksiği buydu kanaatimce. (Başta Mine hanım olmak üzere herkese Enver Paşanın Almanya ile ilişkileri konusunda Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÇOLAK ın Alman arşivlerine dayanarak yazdığı kitabı tavsiye ederim.
http://www.yeditepeyayinevi.com/vitrin/prddet.php?pid=79
Bugünlerde elime geçen bir kitap ise benim açımdan kopuk halkayı tamamladı diyebiliriz. Arşimed’in onca çalışmadan sonra suyun kaldırma kuvvetini hamamda yıkanırken birden keşfetmesi iyi bilinen bir olaydır. Bu kitapta “tarihi anlamak adına” bende bu türden bir etki yaratı. Kitabın adı “Bediüzzaman Said Nursi Bir Entelektüel Biyografi” yayınevi “Etkileşim Yayınları”. Kitap moda tabirle “ezber bozacak” bir çalışma. Kitabın yazarı Weld aslen bir İngiliz. Gençliğinde rahibe okulunda Doğu Etütleri bölümlünde okumuş, Farsça ve Türkçe öğrenmiş. 1980 li yılların başında Risaleleri okuyarak Müslüman olmuş ve Şükran Vahide adını almış. Daha sonra Nursi’nin öğrencilerinden Mehmet Fırıncı beyle evlenmiş. Risale-i Nur Külliyatının önemli bir bölümünü İngilizce’ye Şükran Vahide çevirmiş. Kısacası yazar kitabında ele aldığı konunun uzmanı. Şu an okumakta olduğum kitabın ise bu alanda okuduğum en yetkin kitap olduğunu söyleyebilirim. Şerif Mardin’in bu konudaki çalışmasından –bence- daha başarılı bir eser olduğunu söylemem yeterli olacaktır sanırım. Kanaatimce kitabın en büyük artısı Tarihsel açıdan kritik bazı konularda yerli yazarların yaptığı otosansürün yazarın aslen yabancı olması (kitap zaten İngilizce yazılıp sonra Türkçe’ye çevrilmiş) sebebi ile bu kitapta çok az yapılmış olması. Bu sayede Said Nursi’nin hayatı hakkında Nur cemaatlerinin resmi tarih yazımında yer verilmeyen bazı önemli bilgileri bu kitaptan öğrenebilmekteyiz. Kitabın bir diğer artısı ise kronojik hayat hikayesinin yanında meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için olayların gerçekleştiği dönemin şartlarının da bilgi olarak okuyucuya verilmesi.
Konumuza dönersek, Vahide’ye göre, takipçisi olduğunu iddia eden grupların bugünlerde sürekli Ahrarcılığından dem vurduğu Sadi Nursi, her konuda mutabık olmasa da çeşitli konularda İttihatçılarla işbirliği içindeydi. Enver Paşa’nın oldukça yakın dostuydu ve muhtemelen Enver Paşa’ya bağlı olan Teşkilat-ı Mahsusa için çalışmıştı.
Vahide (syf.51) Bediüzzaman’ın siyasi fikirlerinin oluşmasında ilk etkili dönemin Van’da Tahir Paşa konağında kaldığı döneme rastladığını ifade ediyor. Kitabın bizim yazımıza konu olan kısmı da buradan başlıyor. Burada geniş bir kütüphanede çalışma imkanına kavuşan Bediüzzaman yerli ve yabancı yayınları takip ediyor. Namık Kemal gibi Jön Türklerin önde gelen yazarlarını okuyor ve meşrutiyet fikrinin ateşli bir savunucusu haline geliyor. Vahide (syf.55) Said Nursi’nin ilk eserlerinde Namık Kemal’in fikirlerinin ve kullandığı terminolojinin tesirinin açıkça görüldüğünü belirtmiş. Anlaşılan bu fikri oluşumda Vali Tahir Paşa’nın oğlu Cevdet beyle kurulan arkadaşlıkta önemli bir rol oynamış. Tahir Paşa’nın büyük oğlu Cevdet Bey daha sonraki dönemde (1.Dünya savaşı döneminde) Van Valiliği de yapmış. Enver Paşa’nın kız kardeşlerinden biri ile evli ve İttihat Terakki’de de önemli bir yere sahip. Vahide yaşadığı Tahir Paşa’nın evinde Paşa’nın ailesinin bir ferdi gibi muamele gören Bediüzzaman ile dostluk kurduğu Paşa’nın büyük oğlu Cevdet Beyin 1. Dünya Savaşında birlikte çalıştığını söylüyor. Özetleyerek buraya aldığımız bilgilerden Bediüzzaman’ın Jön Türklerin söylemindeki İslamcı vurgunun önemli ölçüde etkisinde kaldığını, daha İttihat Terakki kurulmadan önce Van’daki Tahir Paşa konağında bu hareketin ileride önemli mevkilerine gelecek isimler ile arkadaşlık kurduğunu anlıyoruz. Bu aşamada Said Nursi’nin ilk gençliğinden beri arkadaşı olan Cevdet beyin, Enver Paşa’nın eniştesi olduğu bilgisini Said Nursi ile Enver Paşa arasında ilk tanışmanın hangi kanalla gerçekleşmiş olabileceği konusu ile ilgili olarak not ediyoruz.
Vahide kitabının 58. sayfasında, tıpkı hayatının ilk dönemine ait diğer olaylar gibi, Said Nursi’nin İTC (İttihat Terakki Cemiyeti) ile ilk ne zaman ve nasıl bağlantı kurduğuna ilişkinde elde yeterli bilgi ve araştırma olmadığını ancak II. Meşrutiyetin ilk ilan edildiği günlerde İTC ile çok yakın bir şekilde çalışmasının (Y.N: Meşrutiyet ilan edilince Selanik’te kutlamalar sırasında Said Nursi’nin Meşrutiyet yanlısı ateşli bir nutuk söylediği oldukça iyi bilinen bir olay. Enver Paşa ile Said Nursi’nin ilk olarak 1908 yılında Selanik de yapılan bu kutlamalar sırasında tanışmış olmaları da bizce kuvvetli bir ihtimal) bu yakınlığın söz konusu cemiyete mensup bazı şahıslarla Meşrutiyet öncesine dayanan yakınlık ve münasebeti güçlü bir tarzda ima ettiğini belirtiyor. Gerisini hep birlikte Vahide’nin kaleminden okuyalım syf.58: “Fakat aynı dönemde yaşayan ve aynı gelişmelere şahit olan çoğu şahsiyet gibi, çok geçmeden hayal kırıklığına uğramıştı. Cemiyetin yanlışlarını şiddetle reddetmek ve muhalefet etmek hususunda en küçük bir tereddüt göstermemişti. 1909 Nisan’ında yayınlanan ve “Sen Selanik’te İttihat ve Terakki ile ittifak etmiştin neden ayrıldın ?” sorusuna Volkan gazetesinde verdiği cevap yazısında, şunları söylüyordu: “Ben ayrılmadım onların bazıları ayrıldılar. (Resneli) Niyazi Bey ve Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim. Lakin bazıları bizden ayrıldılar. Bataklık yoluna saptılar”. Ayrıca sayfanın altında yer alan dipnotta Vahide Enver Bey ve Niyazi Bey’in adının 110 sayı çıkan Volkan Gazetesinde 25 kez birlikte geçtiğini, anayasacılık ilkesine taraftar kimseler olarak örnek gösterildiklerini belirtiyor.
Vahide Said Nursi’nin İstanbul’a ilk gidişinde Vali Tahir Paşa’nın Sultan 2. Abdülhamid’e yazdığı bir referans mektubu ile yola çıktığını Ferik (Tümgeneral) Ahmet Paşa’nın yanında iki ay misafir olduğunu ve Doğu Anadolu’da yapılması gereken eğitim reformları konusunda saraya sunulan dilekçenin birlikte hazırlandığını belirtiyor. Bu dilekçelerin verilmesinden sonra Nursi’nin saray tarafından akıl hastanesine gönderildiği, akıllı raporu verilmesinden sonrada hapishaneye gönderildiği belirtiliyor. Saray sultanın iradesini iletmek üzere Zaptiye Nazırı Şefik Paşa’yı kendisine gönderiyor. Bu durum önerilerinin Sultan tarafından da incelendiğini gösteriyor. Ancak Sultan projelere destek vermek yerine hediye altın gönderiyor, kendisine bin kuruş maaş bağlandığı, memleketine dönmeyi kabul ederse maaşının 20 - 30 liraya çıkacağı Şefik Para tarafından kendisine iletiliyor. Ancak Nursi kendisinin dilenci olmadığını söyleyerek parayı reddediyor. Burada kanımca bir parantez açmak gerekir. Nur cemaatleri Said Nursi ile Abdülhamit arasındaki nahoş olayların ( önce akıl hastanesine sonra hapse gönderilme) saray mabeyncilerinin tutumundan kaynaklandığını söylemektedirler. Ancak Şefik paşanın Sultandan getirdiği teklifler – ki maaş bağlama ve unvan vererek pasifize etme tam bir Sultan Abdülhamit yöntemidir – bu yöndeki Nurcu resmi tarih yazımının doğru olmadığını göstermektedir. Kuşkusuz Vahide’nin kitabı bu konuda bizim özetini verdiğimizden çok daha fazla bilgi içeriyor. Vahide’nin Said Nursi’nin İstanbul Fatihte kaldığı Şekerci Hanında aynı dönemde istiklal şairimiz Mehmet Akif’in de kaldığı şeklinde verdiği bilgi ise bizce, yakın tarihimizi anlama açısından, oldukça önemli. Yazar kitabı boyunca verdiği bu tip bilgiler ile yakın tarihimizin karanlıkta kalan noktalarını bilerek yada bilmeyerek aydınlatmaktadır.
Nursi tamda meşrutiyetin ilan edildiği dönemde tamda bilinemeyen bir şekilde (muhtemelen kaçarak yada kaçırılarak) hapisten çıkıyor. Meşrutiyet taraftarı olduğu için bulunduğu ortamlarda meşrutiyeti destekleyen konuşmalar yapıyor. Sadrazamın makamından Doğu’daki aşiretlere 50 - 60 adet telgraf çekerek onları yeni hükümeti tanımaya ve meşrutiyeti desteklemeye çağırdığı yine kitapta belirtilen bilgiler arasında. Bu durum bizim ve okurların çoğu için şaşırtıcı olabilir. Ancak yazara göre Nursi İTC içinde Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet ekolünden gelen pozitivist kanat ile hiç bir zaman iyi ilişkilere sahip olmamasına rağmen cemiyet ile ilişkileri cemiyetin İslam (cı) kanadı ile işbirliği yapmak şeklinde yürüyordu (syf. 83): “Nursi’nin İTC ile ilişkileri fazla uzun ömürlü olmadı. (…). Buna rağmen Enver Paşa ile yakınlığını devam ettirdi. Diğer yandan İTC politikaları arasında kabul edilebilecek ve faydalı olabilecek yönlerde vardı. En azından o politikalarla Nursi’nin fikirleri arasında paralellikler vardı. Bu paralelliklerden biri onların (İTC) Osmanlıcılık ideolojisine bağlı olmalarıydı.(….)” demektedir.
Said Nursi Ahrarcı mıydı ?
Buraya kadar Said Nursi’nin İttihatçılarla iyi ilişkileri olduğunu, 1908’deki hükümet darbesini desteklediğini yazarın kaleminden okuduk. Ancak yazarın yazdıkları ile bugünkü Nur cemaatlerinin söylemleri arasında derin bir çelişki var. Seçimlerden önce kendini Nur cemaatinin önde gelen isimleri olarak tanıtan bir kısım kimselerin beyanname yayınlayarak Said Nursi’nin Ahrarcı/adem-i merkeziyetçi olduğunu ilan ettikleri, Demokrat Parti çizgisini Ahrar fırkasının devamı ilan ederek onu destekledikleri herkesçe bilinmektedir. Yine bu cemaatlere yakın medyanın ve yazarların İttihatçılar hakkındaki yazıları, hele ki Enver Paşa hakkındaki tutumları muhtemelen konuya ilgi duyan herkesçe bilinmektedir. Oysaki Vahide’nin kitabındaki bilgiler –en azından Nursi açısından- tam da bunun aksini söylemektedir (syf:86).
Vahide’ye göre Bediüzzaman, Prens Sabahattin’i iyi eğitimli, kabiliyetli, hamiyetli ve asaletli bir insan olarak görüyordu. Said Nursi’nin 1910 yılında yayınlanan Nutuk isimli eserinde “Prens Sabahattin’in Sui Telakki Olunan Güzel Fikrine Cevap” isimli açık bir mektupla Prens Sabahattin’in fikirlerini ele aldığını belirten yazara göre Nursi, Prens Sabahattin’in fikirlerinin Osmanlı’nın şartlarına uymadığını, uygulanması halinde dağılmasına sebebiyet vereceğini düşünüyordu. Nursi’nin bu yazısında ele aldığı fikirleri maddeler halinde kısaca belirtirsek;
Ø Osmanlı devleti için federal bir sistemin teorik olarak mümkün olduğunu ancak değişik dini ve etnik grupların gelişme seviyelerin de farklı olmasından dolayı bu sistemin uygulanamayacağını,
Ø Bütünleşme’nin ancak millet sevgisi ile, birlik beraberliği hatıra getiren bağlarla sağlanabileceğini,
Ø Ancak “merkeziyetçi” ortak hedeflerin hayata geçirilmesi ile düzenli bir terakkinin kaydedilebileceğini,
Ø Ancak bu merkeziyetçilik içinde ülkeyi oluşturan etnik ve dini unsurların milli adetleri ve lisanlarının korunmasına yönelik programlarının uygulanması, ayrımcılık yapılmaması gerektiğini,
Ø Prens Sabahattin’in emmizadeleri (amca çocukları) diye nitelediği siyasi klüpler ve çeşitli azınlık örgütlerinin sebep olacağı çatışmaların bir merkez kaç kuvveti etkisi yaparak meşrutiyet uygulamasına zarar vereceği, otonomi ve bağımsızlığa bir sürü küçük devletin ortaya çıkmasına sebep olacağı. Bunlar arasında ortaya çıkacak rekabet ve hakimiyet mücadelesinin ülkeyi karışıklığa sürükleyeceğini,
belirtmiştir. Maddeler halinde özetlediğimiz bu görüşler Prens Sabahatin’in fikirlerine karşı Bediüzzaman’ın eleştirilerini gösteriyor. Kaldı ki Said Nursi Risalelerinde de Prens Sabahattin’in fikirlerinin uygulanması halinde Osmanlının dağılmasına yol açacak nitelikte olduğunu ifade etmektedir.
Anlatılanlardan Said Nursi’nin Prens Sabahattin’in fikirlerini ve ondan neşet eden bir siyasi hareketi (Ahrar/Hürriyet ve İtilaf/Damat Ferit çizgisi) desteklemesinin söz konusu olamayacağını kolayca anlayabiliyoruz. Aksine bazı konularda farklı düşünse de başta merkeziyetçilik konusu olmak üzere belli konularda İttihatçılar ile aynı fikirde olduğu zaten Vahide tarafından da belirtilmiş.
Vahide’nin aktardıklarına ilaveten Demokrat Parti’nin Ahrar fırkasının devamı olduğu iddiası konusunda bir notta biz yazalım. Demokrat parti 1946 yılında Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü tarafından toprak reformu kanunun görüşülmesi sırasında verilen “dörtlü takrir” in ardından bu kişilerin önderliğinde kurulmuştur. Bu kişilerden Bayar 1918 yılında yapılan İT nin fesih kongresine İzmir delegesi olarak katılacak kadar sıkı bir İttihatçı ve hakkında Teşkilatı Mahsusa’nın ticari şubesinde çalıştığına ilişkin rivayetler bulunan bir kişidir. CHP’de Atatürk’ün İktisat Vekilliği ve Başbakanlığını yapmıştır. Menderes Atatürk tarafından CHP’de siyasete sokulmuş. CHP İl başkanlığı ve milletvekilliği yapmıştır. Diğer iki isimde bu minval üzeredir. Ayrıca Menderes’in yakın dostu Demokrat partinin tanınmış ismi Samet Ağaoğlu’da meşhur Türkçülerimizden Ağaoğlu Ahmet’in oğludur. Nedense bizde çoğunluk Menderes, Bayar’ın, eski CHP li olduğuna dikkat etmeden, CHP muhalifi olarak “demokrat bir misyonla” birdenbire ortaya çıktığını sanmaktadırlar. Oysaki bizce Bayar – Menderes kliğinin CHP den ayrılıp DP yi kurması sadece İttihat Terakki içindeki küçük esnaf - eşraf - toprak ağalarını temsil eden grubun sivil - asker bürokrasiyi temsil eden gruptan ayrışmasıdır. Bayar – Menders’in ekonomik liberalizmi İT nin meşhur maliye nazırı Cavit Bey’in ve Terakki Perver Fırkanın liberal ekonomik politikalarının bir devamıdır. Kısacası zaten DP’nin de Ahrar/Hürriyet ve İtilaf/Damat Ferit çizgisi ile bir alakası yoktur. Bu sebeple yukarıda bahsi geçen görüşü ileri sürenlerin Sadi Nursi ve Demokrat parti hakkında hangi seviyede bilgi sahibi olduğunun sorgulanması gerekir. Kanaatimce bu tip insanların “siyasetle uğraşmazdı” dedikleri Said Nursi’yi iki de bir Ahrarcı ilan etmelerindeki garebette ayrı bir samimiyetsizlik örneğidir.
31 MART VAKASI
31 Mart vakasının sebebi, kimler tarafından çıkarıldığı gibi hususlar hala daha tarihçilerin tam olarak üzerinde mutabık olamadığı, tartışmalı noktalardı . Said Nursi’nin bu olaylardaki yeri genel hatları ile bilinmektedir. Nursi 31 Mart vakıasının kışkırtıcısı olarak gösterilen Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinin yazarlarından biridir. 31 Mart vakıasından sonra askeri mahkemede yargılanmış ancak oy birliği ile beraatine karar verilerek 31 Mart vakıası ile ilgisi bulunmadığı mahkeme kararı ile tespit edilmiştir. 31 Mart vakıasından sonra 9 ay daha İstanbul’da kalan Nursi’nin bu dönemine ilişkin elde yeterli bilgi olmadığını söyleyen Vahide 1910 yılında gemi ile Karadeniz – Tiflis –Van istikametinden Doğuya döndüğünü anlatmaktadır.
Yazarın verdiği bilgilere göre Doğu’ya dönen Nursi vaktinin çoğunu eğitim faaliyetlerinden ziyade siyasi propaganda faaliyetlerine harcamıştır. Bölgedeki aşiretleri gezen Nursi dağları ve sahrayı bir medrese ederek meşrutiyet dersi verdim” demiştir. Zira Nursi’nin meşrutiyetin, İslam davasını ileri götürmek, ittihat ve terakkiyi sağlayarak Osmanlıyı ayağa kaldırmak için yegane çare olduğuna itimadı sarsılmamıştı. Kısacası Nursi yaşadıklarına rağmen ateşli bir meşrutiyet taraftarıydı. Bu sebeple aşiretleri meşrutiyet fikrine kazandırmak için irşad faaliyetleri yürüttüğü görülüyor. Ancak bu faaliyetlerin sadece kendi insiyatifi ile mi olduğu, bu konuda kendisinden talepte bulunanlar olup olmadığı tam olarak belli değildir. Ancak anlaşılan bu dönemde Said Nursi, meşrutiyetin şeriata aykırı olduğu yolunda yapılan propagandaya karşı yaptığı meşrutiyet yanlısı propaganda ile önemli hizmetler ifa etmiştir. Meşrutiyetin şeriata uygun olduğu şeklinde İslami referansları kullanarak yaptığı izahların ayrıntılarına Vahide’nin kitabından ulaşılabilir ancak son olarak şunu da belirtelim ki bu dönemde Said Nursi’nin –eleştirilerini ben taşımı sabıka (geçmişe) atıyorum diyerek yapsa da - feodal aşiret yapılanmasını yöneten aşiret reislerinin yönetimini de istibdat olarak nitelediği anlaşılmaktadır.
Meşrutiyet üzerine verdiği vaazlarla güneydoğu vilayetleri üzerinden Şam’a kadar giden Nursi burada meşhur Şam Hutbesini vermiştir (Hutbe-i Şamiye). Şam’daki hutbeden sonra Said Nursi’nin vapurla İzmir üzerinden yeniden İstanbul’a döndüğünü görüyoruz. İstanbul’a dönen Nursi’yi 1911 yılında devrin padişahı Sultan Reşad’ın, İTC’nin önerisi ile, yanında iki şehzade, sadrazam, bakanlar olduğu halde Balkan vilayetlerine yaptığı gezinin içinde görüyoruz. İT nin Osmanlıcılık siyasetinin en önemli örneklerinden biri olan bu geziye imparatorlukta bulunan tüm etnik/dini gruplardan temsilcilerin katıldığı anlaşılıyor. Vahide’ye göre Nursi bu geziye muhtemelen İTC’nin önerisi ile, gezide bu bölgeyi temsil eden diğer kimselerle birlikte, doğu illerini temsilen katılmıştı. Vahide’nin bir görgü tanığından aktardığına göre Nursi Üsküpte Padişah Mehmet Reşad balkondan halkı selamlarken tam yanında duran kişilerden biriydi. Bu seyahatte Kosova ovasında Sultan Murad’ın mezarının yanında 100 bin kişinin katılım ile kılınan namaza da katılan Nursi’nin Padişah ve İTC önde gelenlerine Doğu Anadolu’nun İslam dünyasındaki merkezi konumunu burada açılacak bir üniversitenin İslam dünyası için ne kadar mühim olduğu yönündeki eğitim projelerini anlattığı, Abdülhamit döneminde kabul edilmeyen projenin Padişah ve İTC yöneticileri tarafından kabul gördüğü ve kendisine yardım sözü verildiği anlaşılıyor. Aynı olaydan Abdülkadir Badıllı’nın hazırladığı “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabının 288 sayfasında şöyle bahsediliyor; Sonra İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeliye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslami Darülfunun’un tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada İttihatçılara hem Sultan Reşad’a dedim ki:”Şark böyle bir Darülfünun’a daha muhtaç ve alemi İslam’ın merkezi hükmündedir.” Bana vaadeddiler. Sonra Balkan harbi çıktı, o medrese istila edildi. Bende dedim ki, öyleyse “o yirmibin altın lirayı Şark Darülfünununa veriniz!” Kabul ettiler. Ben Van’a gittim. Bin altın lira ile Van gölü kenarında Edremit’te temelini attıktan sonra Harbi umumi çıktı (……) Harekatı Milliye’ye hizmetimden dolayı beni Ankara’ya çağırdılar. Bende gittim. Sonra dedim bütün hayatımda bu Darülfunun’u takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar yirmibin altın lirayı verdiler. Siz de o kadar ilave ediniz. Onlarda Yüzelli bin banknot vermeye karar verdiler ….
Vahide’nin bu anlattıklarından Nursi’nin devrin önde gelen İTC liderleri içinde önemli dostları olduğu ve muteber bir yere sahip olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Vahide bu konuda Nursi ile İttihatçıların paralel düşündüğü konuların başında eğitim meselesinin geldiğine dikkat çekiyor.
Van’a dönen Nursi bir yandan medresenin inşaatı ile uğraşırken diğer yandan da kendisine devletçe tahsis edilen Horhor medresesinde talebe okutmaya başlıyor. Üniversite inşaatı için gereken paranın geri kalan kısmı muhtemelen ekonomik güçlükler nedeni ile İstanbul’dan gönderilemeyince inşaat yarım kalıyor. Ancak bu dönemde (1913) Nursi’nin öğrencilerine dini medrese eğitim yanında silah ve savaş eğitimi de verdirdiğini görüyoruz. Nitekim Vahide kendisine talebe olmak için gelen ancak bundan vazgeçen üç öğrencinin anılarına dayanarak Nursi hakkında oldukça aydınlatıcı şöyle bir tasvirde sunuyor. Syf:149;
“…. Bu esnada medresenin duvarı dikkatimiz çekti. Mavzer tüfekleri, çeşitli silah, kılıç, kama ve fişekler dizilmişti. Bununla beraber rahleler üzerinde kitaplar vardı (…) ikinci olarak da dikkatimizi çeken ve taaccüp ettiğimiz husus, hocanın tavrı kılık kıyafeti oldu. Çünkü eskiden beri gördüğümüz hoca kıyafetini görmedik. Bu adeta, başında külahıyla, ayağında çizmesi ile, belinde kaması ile ve birde sert adımlarla yürüyüşü ile bize bir hocadan ziyade, bir erkanı harp bir asker intibaı vermişti….”
1. DÜNYA SAVAŞI
1.Dünya savaşı dönemi konumuz olan Enver Paşa Bediüzzaman ilişkileri açısından en ayrıntılı ve açık bilgilere sahip olduğumuz dönemdir. O kadarki bu dönemde gerçekleşen olaylar Vahide’nin Said Nursi’nin Teşkilatı Mahsusa için çalışmış olma ihtimalinin oldukça güçlü olduğu sonucuna varmasına sebep oluyor. 1.Dünya Savaşı başlayınca Nursi, savaştan önce silahlı eğitim verdiği öğrencileri ve yakın çevresinden kurduğu milis taburu ile birlikte savaşa katılıyor. Gönüllü milis taburunun komutanlığını ise, kendisini ziyaret gelen öğrencilerin hocadan ziyade askere benzettiği Nursi’nin kendisi yapıyor. Bu dönemde Van valiliği yapan kişi, aynı zamanda Teşkilatı Mahsusa’nın bölge operasyonlarını yöneten kişilerin başında gelen Tahsin bey. Tahsin Bey merkezden Bahaddin Şakir Talat Paşa üzerinden gelen emirle Van’dan Erzurum Valiliğine atanırken Van valiliğine Nursi’nin yıllar önce konağında kaldığı Van Valisi Tahir beyin büyük oğlu ve Nursi’nin o günlerden yakın arkadaşı olan Cevdet Bey getiriliyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Cevdet Bey İttihat Terakki’nin önde gelen üyelerinden, İttihat Terakkinin önde gelen ismi Enver Paşa’nın eniştesi ve artık okur tarafından da tahmin edilebileceği gibi Teşkilatın önde gelen isimlerinden biri. Zaten 1. Dünya savaşında doğu cephesinde görev yapan kişilerin çoğu diğer adı Umur Şarkiye idaresi olan Teşkilatı Mahsusa için çalışan kimseler olmuştur. Vahide’de kitabında Nursi tarafından kurulan ve komuta edilen milis taburunun Enver Paşa’nın isteği ile kurulduğunu ifade ediyor. Bu bilgileri de bir kenara not ederek okumamıza devam ediyoruz. Savaş sırasında Nursi’nin gönüllü milis taburu Van, Bitlis ve Erzurum’da Ermeni çeteleri ve Ruslar ile yapılan savaşlara aktif olarak katılıyor. Vahide’nin verdiği bilgiye göre Nursi’nin taburunun Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa tarafından komuta edilen Teşkilatın İran seferine katılan keşif kuvvetleri ile bağlantılı bazı görevlerde bulunduğuna dair ipuçları da bulunmaktadır (syf.153).
1915 - 1916 döneminde doğu cephesindeki çatışmaların içinde yer alan Nursi bu çatışmalarda, iyi ata binmesi, at üstünde iyi silah kullanması ve cesareti ile öne çıkmış. Özellikle Erzurum Pasinler’de Ruslarla yapılan çatışmalarda gösterdiği kahramanlıklara birçok kimse anılarında yer vermiş. Bu konudaki ayrıntılara yazarın kitabından bakılabilir. Erzurum cephesinden Van - Bitlis cephesine dönen Nursi burada girdiği bir çatışmada yaralanarak 3 Mart 1916 tarihinde Ruslara esir düşüyor. Rus Koşakları ile Ermeniler esir alınan Nursi’yi öldürmek için gayret gösterse de Rus ordusunda savaşan Müslüman ve Rus askerler buna engel oluyor. Esarette arkadaşı olan Osmanlı ordusundan görgü tanıkları Rus askerleri çembere alarak korumaya almasa Ermenilerin Said Nursi’yi öldürmesinin kesin olduğunu belirtiyorlar. Yazar kitabında bu konudaki ayrıntıları Nursi ile birlikte esir düşen Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz. torunu Asteğmen Muhammed Feyyaz’ın tuttuğu günlüğüne dayanarak aktarıyor. Bu arada Nursi Nur Risalelerinin ilk kitaplarından olan ve Kur’an tefsiri olarak nitelendirdiği İşaratü’l İ’caz isimli kitabını da çarpışmalar sırasında cephede yazıyor. İlerde göreceğimiz gibi esaretten kurtulan Nursi’nin bu kitabının basımında Enver Paşa kendisine yardımcı oluyor.
Esir edilen Nursi Rusya’daki esir kamplarına gönderiliyor. Rusya’da ihtilal nedeni ile çıkan karışıklıktan istifade ile Varşova – Berlin – Viyana - Sofya yolu ile İstanbul’a dönüyor. Vahide’nin aktardığına göre kaçışının öyküsü Nursi’nin talimatından dolayı resmi biyografisi olan Tarihçe-i Hayat isimli eserde sadece iki cümle olarak geçiyor. Ayrıntı yazılmasını bizzat Nursi engelliyor. Nursi’nin bu bilinçli suskunluğu gerçekten dikkat çekici. Vahide, Nursi’nin dolaylı ifadelerinden gerek firarının gerekse de dönüş seyahatinin oldukça kolay geçtiğinin anlaşıldığını belirtiyor. Bu konu ile bağlantılı olarak Vahide 175. sayfadaki 6 nolu dipnotta Nursi’nin esareti sırasında Teşkilatı Mahsusa adına istihbarat faaliyetlerinde bulunduğuna dair ikinci dereceden zayıf deliller bulunduğunu yazıyor. Bu bilgiyi aktaran Cemal Kutay Nursi’nin esareti sırasında Rusya’nın içinde bulunduğu durum hakkında Osmanlı hükümetine bilgi gönderdiğini ve bolşevik ihtilalini önceden haber verdiği bilgisine kitaplarında yer vermiş. Yine Kutay’ın Kuşçubaşı Eşref’e dayandırdığı bir bilgiye göre Nursi esaretteyken Kazan Türklerinden (Nursi Volga nehri yakınında bir esir kampında kalmıştı) bir kürk tüccarı vasıtasıyla Enver Paşa’ya bu konuda bir mektup gönderiyor. Bu bilgi ikinci dereceden olsa da bu bilgiye Zaman gazetesinin 29 Ocak 1992 tarihli nüshasında yer verildiği için kanaatimce burada da zikredilmesi doğru olacaktır. Vahide ise muhtemelen Nursi’nin bu konudaki bilinçli suskunluğunu da dikkate alarak şöyle bir yargıya ulaşıyor; “Bu iddialar asılsız olsa bile, mevcut kaynaklardan elde ettiğimiz bilgiler sayesinde şunu söyleyebiliriz ki Nursi’nin Osmanlı hükümetine veya Enver Paşa’ya ilk elden bilgi sağlamış olması muhtemeldir. İTC ve Teşkilatı Mahsusa’nın önde gelen isimleri savaş sırasında sık sık Berlin’e gittiler. Gidenler arasında Mehmet Akif ve Abdülaziz Çaviş’te vardı. Ayrıca, savaş başladıktan sonra Kafkasya ve Gürcistan Müslümanları arasında faaliyetlerini iyice artıran Teşkilatı Mahsusa, Bolşevik ihtilalinden sonra faaliyetlerini tüm Rusya geneline yaydı. Bu çok gizli faaliyetler, Stockholm’deki Osmanlı elçisi tarafından Alman gizli servisiyle ortaklaşa organize edildi. Rusya Türklerinden meşhur bir müslüman eylemci olan Abdürreşid İbrahim, yönetici olrak Stockholm’e gönderil(miş)di.”
Nitekim Nursi’nin yolculuk masraflarının ordu hesabına fatura edildiği ve İstanbul’a dönüşünün İttihatçıların yayın organı Tanin Gazetesi tarafından kamuoyuna duyurulduğu yine Vahide’nin kitabında bahsedilen ayrıntılar arasında. Kısa bir yorumda bulunmak gerekirse Nursi’nin firarı ve dönüş seyahati hakkındaki bilinçli suskunluğu göz önüne alındığında Vahide ile aynı sonuca varmamak bizce de mümkün değil. Zira esaretten firar ettiği için cebinde hiç parası olmayan, Avrupa’yı daha önce hiç görmemiş olan, geçtiği ülkelerin dilini bilmeyen bir kimsenin savaş gibi tamamen askeri denetimin geçerli olduğu bir ortamda dört beş Avrupa ülkesini rahatça geçerek İstanbul’a dönmüş olması mantığın sınırlarını zorlayacak bir senaryodur.
NURSİ İSTANBULDA
İstanbul’a dönen Nursi’yi, tahminlerimizi doğrulayacak şekilde, Enver Paşa’nın yanında görüyoruz. Vahide’ye göre Nursi İstanbul’a dönüşte kahraman gibi karşılandı. Harbiye nezaretinde Enver Paşa’nın “Bu hocayı görüyor musunuz? Şark’taki savaşlarda Rus Koşaklarına karşı koyan bu hocadır !” diyerek onu diğer üst düzey komutanlarla tanıştırdığına şahit oluyoruz. Ayrıca Enver Paşa’nın savaştaki kahramanlıklarından dolayı Nursi’yi savaş madalyası ile ödüllendirdiğine şahit oluyoruz. Vahide’ye göre ona yönelik ilginin en önemli belirtisi kendisine yüksek makam ve mevkilerin teklif edilmesiydi. Yakın talebesi Molla Süleyman Enver Paşa ile Nursi arasındaki bir konuşmayı şöyle anlatıyor:”Enver Paşa onu Harbiye nezaretine davet etmişti. Orada “nasılsın ne yapıyorsun hocam?”diyor. Bediüzzaman da “Eğer bana dünyevi bir maişet için vazife verecekseniz istemem. İlmü irfana ait bir hizmet varsa başka. Benim şimdi istirahate ihtiyacım var. Çünkü esarette çok zulüm ve meşakkat çektim diyor.”
Bu dönemde doğudan İstanbul’a gelen yeğeni Abdurrahman Nursi’nin savaş sırasında yazdığı İşaratü’l İ’caz tefsirini de yanında getiriyor. Nursi’nin bu dönemdeki öncelikli çabası bu kitabı bastırmak oluyor. Ancak savaş döneminde kağıt kıtlığı söz konusu olduğundan kitabı bastırmak için kağıt bulamıyor. Bu konudaki yardım Enver Paşa’dan geliyor. Enver Paşa gerek Nursi’nin savaştaki hizmetlerine karşı bir vefa duygusuyla hem de eserin kıymetini takdir için eserin tüm baskı masraflarını karşılamak istiyor. Maddi yardım kabul etmeyen Nursi Enver Paşa’nın kitabı bastırmasını kabul etmese de basılacak kağıtları tedarik etmesini kabul ediyor. Nursi eserinin ilk baskısını bu kağıtlarla yapıyor. Daha sonra basılan eserin birer kopyası il müftülüklerine kaynak eser olarak dağıtılıyor. Abdülkadir Badıllı’nın hazırladığı mufassal Tarihçe-i Hayat’ta (sh.359) bu olay şöyle anlatılıyor; “… cephe-i harpte yazdığı ve şimdi müsadere edilen İşaratül İ’caz, o zamanın başkumandanı Enver Paşa’ya o kadar kıymettar görünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle istikbaline koştuğu o yadirgarı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikri ile, İşaret’ül İcazın tabı için kağıdını vererek, müellifin harpteki mücahedatını takdirane yad etmiştir.”
Bu dönemde Eyüp, Fatih ve Veznecilerde ikamet eden Nursi’nin daha sonradan Çamlıca’da Yusuf İzzet Paşa köşkü ismindeki konağa dinlenmek için taşındığı anlaşılıyor. Vahide’ye göre bu konağı dinlenmesi için kendisine tahsis ettiren kişi de muhtemelen Enver Paşa.
Nursi Darül Hikmet‘te
Yazımızın iki kahramanı arasındaki ilişki bunlarla da bitmiyor. Enver Paşa Nursi’ye haber vermeden 1918’de İttihatçı hükümet tarafından İslam dünyasının sorunlarına çözümler üretmesi, İslam’a yönelik saldırılara ilmi cevaplar vermesi için kurulan ve bir İslam akademisi olarak nitelenebilecek Darül Hikmeti İslamiye için onu Ordu’nun daha da açık söyleyişle kendi adayı olarak gösterir. Vahide Enver Paşa imzalı bu yazıya kitabında da yer vermiş. Böylece Nursi Ordu’nun üyesi olarak kuruma aza tayin olunur ve kendisine de maaş bağlanır. Olaylar Tarihçe-i Hayat’ta şöyle anlatılıyor: (A.B. Mufassal Tarihçe-i Hayat shf.317); “1918 de esaretten dönen Bediüzzaman, İstanbul’a geldiği ilk günlerinde onunla samimi hislerle en çok ilgilenen Harbiye Nazırı ve Başkumandan Enver Paşa’dır. Enver Paşa, Bediüzzaman’a ordu namına iftiharlı bir harp madalyası verdiği gibi, onun üç aylık maddi maişetinin masraflarını da karşılamak üzere Harbiye nezareti bütçesinden yüz elli altın lira tahsisat çıkardı. Ayrıca Üstad İstanbul’a geldikten iki ay sonra, Darül Hikmeti İslamiye müessesesi teşekkül etmiş olduğundan, Harbiye nezaretinin dolayısıyla Enver Paşa’nın Bediüzzaman’ı ordu namına Darül Hikmet’e en muvafık bir aza olarak tavsiye etmesi üzerine padişahın irade-i seniyesine iktiran eden emir ile 26 Ağustos 1918’de azalığı kesinleşmiştir.”
Darül Hikmeti İslamiyenin diğer üyeleri arasında Mehmet Akif’i de görüyoruz ve işin doğrusu hiç şaşırmıyoruz. Çünkü Nursi ile Akif’e 1909 da birlikte kaldıkları Şekerci hanından beri sürekli aynı karelerde tesadüf etmekteyiz. Nursi’nin ilk aylarda yapılan toplantılara dinlenmek ihtiyacı nedeni ile çok az katıldığı Vahide tarafından belirtiliyor. Kısa süre sonra, İttihatçıların yerine hükümete Hürriyet ve İhtilaf partisinin gelmesi ile birlikte Darül Hikmet’e Vahdetin döneminin Şeyhülislam’ı Mustafa Sabri gibi Ahrar-Hürriyet ihtilaf çizgisinde kimselerde üye yapılıyor. Bunun sonucu olarak da Darül Hikmet üyeleri İttihatçı – İtilafçı çizgisinde bölünüyor. Örneğin Hürriyet ve İtilafcı ikinciler milli mücadeleyi mahkum eden fetvalar yazmaktayken İttihatçı çizgideki birinciler (Nursi, Mehmet Akif vs) milli mücadeleyi destekleyen fetvalar yazmaktadılar. Nursi hükümetin devrin şeyhülislamından aldığı milli mücadeleyi kafirlik ile itham eden meşhur fetvasına karşı düşman işgali altında verilen fetvanın dinen geçerli olamayacağı ve ülkesi işgal edilen kimsenin ülkesini düşmana karşı savunmasının İslam’ın bir emri olduğunu dair bir fetva yayınlayarak Anadolu hareketine destek çıkıyor. Ayrıca İngiliz Anglikan kilisesi tarafından İslamiyet hakkında İslam alimlerince cevaplanması amacı ile sorulan sorulara cevap verme görevi kurumca ona veriliyor. Nursi Kilisenin sorularına karşı oldukça ağır bir cevap metni yazıyor. Verdiği cevaplar Vahide’nin kitabında geniş bir şekilde anlatılıyor. Bu cevapları konu ile alakasız olduğu için buraya almıyoruz.
Nursi bu dönemde Ankara’ya gelmesi yönünde yapılan çağrılara düşmanla siper gerisinden değil göğüs göğse çarpışmayı tercih ettiği için İstanbul’da kaldığı şeklinde cevap verir. Bu dönemde Nursi’nin işgalcilere karşı hem propaganda hem de fiili direniş faaliyetlerinde bulunduğu görülüyor. O dönemde Nursi’yi tanımış olan Eşref Edip 1960 lı yıllarda kendisi ile yapılan bir mülakatta işgal altında bulunan İstanbul’da Sadi Nursi tarafından uygulanan direniş yöntemlerinden bahseder, “Nursi’nin haftada bir kere Fatih Zeyrekte kaldığı evde onlara komitacılık dersleri verdiğini anlatır (syf.203)”. Komitacılık dersleri verebilen Nursi portresi kuşkusuz Teşkilatı Mahsusa - Nursi ilişkileri hakkında yorum yapmak için bize altın değerinde bir bilgidir sağlıyor.
Enver Paşa 1918’de ülkeyi terk ettikten sonra Nursi ile Enver Paşa arasında bilinen son ilişkiyi ise Vahide şöyle anlatıyor; “Bahsetmemiz gereken, bir başka önemli mesele, Said Nursi ile Enver Paşa arasında gerçekleşen mektuplaşmadır. Bu beklenmeyen gelişme, Nursi’nin yakın talebelerinden olan Molla Süleyman tarafından kayda geçirilmiştir: Muhtemelen 1921 yılında bir gün, talebesi Süleyman ile birlikte, Üsküdar’a geçmek üzere bir sandala bindiler. Sahile birkaç yüz metre uzaklıkta bulunan Kız Kulesinde mola verdiler. Orada oturdular ve etrafı seyretmeye başladılar. Said Nursi, derin düşüncelere daldı. Birden elindeki çantasını açtı ve içinden bir mektup çıkardı. Mektup Türkistan’da bulunan Enver Paşa’dan gelmişti. (…..) “Boğaziçi’ndeki Kız Kulesi’nin kayaları üzerine oturmuş olan Said Nursi, çantasından kalem ve kağıt çıkardı ve (Enver Paşa’ya) “Ey kahramanı hürriyet” diye başlayan bir cevap yazdı. Bu mektubunda neleri yazdığına dair hiçbir bilgi bulunamamıştır (syf.205 ve ayrıca Necmeddin Şahiner Son Şahitler Enver Paşa maddesi).” Bu satırlar yukarıda verilen diğer bilgilerle birlikte değerlendirildiğinde Nursi’nin Enver Paşa’nın oldukça yakın çevresinde yer alan bir kişi olduğu yönündeki kanıyı güçlendiriyor. Özellikle Nursi’nin bugün şakirtlerince en fazla hakaret edilen İttihatçı olan Enver Paşa’dan, şakirtlerinin aksine, 1992’de bile “kahramanı hürriyet” olarak bahsediyor olması, Enver Paşa’nın ise yurtdışında içinde bulunduğu pek müşkül koşullar altında bile Nursi’ye mektup göndermesi dikkat çekici bir ayrıntıdır.
Hikayemiz bu son anekdot ile birlikte bitiyor. Bundan sonraki dönemde ise hikayemizin kahramanlarından Enver Paşa Türkistan’da Kızılordu’ya karşı savaşırken 1922 yılında şehit oluyor. O tarihten önce “Kahramanı Hürriyet” olarak anılan Enver Paşa bu tarihten sonra “Şehidi Muhterem” Enver Paşa olarak anılıyor. Nursi ise kendi kaderini yaşamaya devam ediyor.
Değerlendirme
Kanaatimce Said Nursi ve Enver Paşa arasındaki ilişkileri hakkında yapılacak bir değerlendirmenin bu konuların ait olduğu tarihsel arka planı da gözden kaçırmadan şu konuları irdelemesi gerekir.
• Meşrutiyet dönemi İslamî düşüncenin klasik Osmanlı İslam anlayışından farkı nedir ?
• Enver Paşa ve Said Nursi tarihsel süreç açısından hangi noktada durmakta ve ne ifade etmektedir ?
• Teşkilatı Mahsusa gerçekte nedir?
Bu üç konuyu, hele ki ilk ikisini, irdelemek zaten fazlası ile uzun olan bu yazıyı daha da uzatacağı için yazımızın kapsamı dışında kalmaktadır. Ancak yazımıza son vermeden önce Said Nursi Teşkilatı Mahsusa ilişkisini yukarıda verilen bilgiler ışığında incelemek gerekecektir. O halde işe Teşkilatı Mahsusa nedir? sorusunu kısaca cevaplayarak başlamalı.
Teşkilatı Mahsusa kelime anlamı olarak mahsus/özel teşkilat demektir. Ancak teşkilatı Mahsusa’nın tam olarak ne olduğu konusunda herkes kendine göre bir tanım yapsa da kapsamlı bir inceleme bugüne kadar yapılmış değildir. Örgüt daha çok istihbarat teşkilatı olarak anılsa ve bu açıdan MİT’in atası olarak kabul edilse de bizce bu kadar dar bir kalıba sığdırılabilecek bir yapı değildir. Hem istihbarat hem yurtdışı örgütlenme ve operasyonlar hem de yurt içinde ayrılıkçılığa karşı mücadele gibi çok farklı görevleri birlikte icra etmiştir (görev olarak; MİT ₊ Özel Kuvvetler ₊ İç güvenlik). Teşkilat tamamen Enver Paşa tarafından (bugünlerde örneğin Selman Kayabaşının kurgu romanı Teşkilat’ta ifade edildiği gibi ne Oğuz Kağan’a dayanan bir yanı vardır nede Sultan Abdülhamit ve onun Yıldız Hafiye örgütü ile bir alakası) Harbiye nezareti bünyesinde, Umuru Şarkiye idaresi (doğu işleri bölümü)adı altında, kendisine bağlı olarak kurulmuştur. Bilindiği üzere İttihat Terakki ve bu harekette yer alan subaylar Makedonya’da Rum, Ermeni ve Bulgar çetelerine karşı mücadeleden yetişmiştir. Bu dönemde gerilla harbine karşı gerilla mücadelesini örgütleyen subaylar içinde büyük bir şöhret kazanan (Sadece Enver Paşa’nın yaptığı 55 operasyonda tam başarı) Enver Paşa böyle bir mücadelede istihbaratın ne denli önemli olduğunu tecrübe ederek anlamıştır. Daha sonra Trablusgarp gibi yerlerde edinilen deneyim ile de pekişen bu düşünce sonucunda Enver Paşa, Harbiye Nazırı olunca, Osmanlı devletinin siyasi birliğini korumasını sağlamak, ayrılıkçı hareketleri önlemek ve yabancı devletlerin Ortadoğu’daki istihbarat ve gerilla faaliyetlerine karşı koymak amacıyla bu teşkilatı kurdurmuştur. Ancak teşkilatın görev alanı içinde Hindistan veya Türkistan gibi esaret altındaki İslam coğrafyalarını bağımsızlığa kavuşturmak için çeşitli ihtilal faaliyetlerinde de bulunmuştur. Ancak Teşkilatı Mahsusa konusunda şu iktibası yapmakta gerekir. Talat Paşa’nın yaveri Arif Cemil DENKER teşkilatın kuruluşunda Enver Paşa (askeri kesim) ile Talat Paşa (sivil kesim) arasındaki çekişmenin ve görüş ayrılığının da etkili olduğunu, Enver Paşa’nın bu örgütle İttihatçıların kendine sadık askeri grubunu kendi liderliği altında toplamayı da hedeflediğini anılarında anlatır. Kısaca toparlarsak Teşkilatı Mahsusa’yı; içerde devletin siyasi birliğini sağlamayı, dışarıda ise esaret altındaki İslam ülkelerinde ihtilaller yapmayı hedefleyen, Enver Paşa tarafından kurulan ve yönetilen bir özel örgüt olarak tanımlayabiliriz.
Peki Said Nursi Teşkilatı Mahsusa üyesi miydi ? Bu soruya, Teşkilatı Mahsusa hakkında elde yeterince belge olmadığı için, belgeler üzerinden bir cevap vermek mümkün değil. Nitekim sayıların otuz bini bulduğu söylenen teşkilat üyelerinden, çoğu asker olan çok az kişinin ismini biliyoruz. Gönüllü olarak çalışanlar hakkındaki bilgiler ise yok denecek kadar az. Nursi’nin teşkilata üye olup olmadığı konusunda Nur cemaatleri ile cemaat dışından araştırmalar arasında fikir ayrılığı bulunuyor. Bir örnek vermek gerekirse Hekimoğlu İsmail 100 soruda Bediüzzaman Said Nursi isimli çalışmasında bu soruya “kendisi İslam aleminin birliği yönünde faaliyetlerde bulunduğu için bu yakıştırma yapılmıştır” diyerek olumsuz cevap vermektedir. Ancak Yeni Şafak gazetesinde Teşkilatı Mahsusa üzerine yazı dizisi hazırlayan Abdullah Muradoğlu, Radikal gazetesinde Mustafa Kemal’in muhalifleri isimli yazı dizisinde Said Nursi’ye ayrı bir sayfa açan Ayşe Hür ya da tarihçi Cemal KUTAY gibi birçok kişi Nursi’yi Teşkilatı Mahsusa üyeleri arasında saymaktadırlar. Nitekim kitabından geniş iktibaslar yaptığımız Şükran Vahide’d; “Teşkilatı Mahsusa üyelerinin çok azının adı biliniyor ancak, diğer anlatılan olayları bir yana bıraksak bile, Nursi’nin Teşkilatı Mahusa için çalıştığına dair en güçlü delil onun Enver Paşa ile olan yakın diyalogudur” (syf 142) diyerek bu fikri benimsediğini gösteriyor.
Biz Nursi’nin Teşkilata üyeliği konusunda ikili bir ayrım yapılarak sonuca ulaşılabileceğini düşünüyoruz. Nursi’nin din adamı olarak yaptığı konuşmalar nedeni ile böyle bir yakıştırma yapıldığı yollu Nur cemaatlerince savunulan klasik görüşün pek tutarlı olmadığını söyleyebiliriz. Zira Nursi’nin bu nitelikteki başlıca çalışmasının Meşrutiyet’in ilanından sonra Doğuya dönünce aşiretler arasında çıktığı gezide yaptığı Meşrutiyet yanlısı propaganda faaliyetleri olduğunu görürüz. Bu süreç Şam’daki Hutbe Şamiye vaazı ile bitmekte ve Nursi gemi ile İstanbul’a dönmektedir. Her ne kadar Teşkilatı Mahsusa resmi olarak o tarihte kurulmamış olsa da Nursi’nin bu propaganda faaliyetleri de bir ortak ideal zaviyesinden değerlendirilebilir. Ancak yukarıda yapılan alıntılardan da anlaşılabileceği gibi Nursi’nin faaliyetleri klasik bir din adamı gibi sadece vaaz/irşad/tebliğ boyutu ile sınırlı kalmamıştır. Nursi, diğer din adamlarından farklı olarak, 1.Dünya savaşı boyunca işin silahlı mücadele boyutunda da yer almış, bir cihat olarak kabul ettiği Cihan harbinde, Enver Paşa’nın isteği ile elinde silah savaşmış bir kişidir. Burada kısa bir ara verip meselenin daha iyi anlaşılması için bir alıntı yapalım. Teşkilatı Mahsusa’da üst düzey görevler icra etmiş Hüsamettin Ertürk anılarında şöyle bir olaydan bahseder. “1918 sonlarında İslam dünyasının çeşitli yerlerinden gelen ve Teşkilatı Mahsusa tarafından misafir edilen yüzlerce subay, din adamı, aşiret reisi ve şeyh vardı. Bunların başında Şeyh Ahmet Şerif Sunusi geliyordu. Enver Paşa, Ertürk’e talimat veriyordu: Topkapı sarayında misafir edilen Şeyh Sunusi hazretleri, Fatih medreselerinde barındırdığımız bunca şeyh, mısırlı umera ve zabitan, velhasıl misafiran-ı İslamiye namı altında İstanbul'da topladığımız mücahitlerin hepsi gidinceye kadar iaşe edilecek. Bunların salimen memleketlerine firarlarını temin etmelisin. Aman Hüsamettin Bey elinden gelen yardımı esirgeme, hepsi imparatorluğumuza hizmet etmişlerdir, ileride de edeceklerdir" diyordu. Enver Paşa, Türk-İran İslamları Birliği Reisi İranlı Şeyh Esad Efendi, İranlı nazır Nizam üs-saltana ile yüze yakın İranlı zabitan ve mücahit, eski İran Şahı Muhammed Ali'nin biraderi Salarüddevle'nin salimen İran'a gönderilmesini istiyordu. Paşa'nın son sözleri şuydu: "Teşkilat-ı Mahsusa'nın bundan sonraki ismi Umum Alemi İslam İhtilal Teşkilatı olacaktır. Siz de Teşkilat'ın İstanbul şubesi reisisiniz. Bunu kuran benim, sizi seçen benim.( Alıntı Abdullah Muradoğlu’nun Yeni Şafak gazetesindeki Teşkilatı Mahsusa isimli yazı dizisinden iktibas edilmiştir)” Bu alıntıdan Teşkilatı Mahsusa’nın din adamı eksenli propaganda faaliyetlerinin boyutları hakkında önemli ipuçları ediniyoruz. Nursi’nin 1. Dünya savaşındaki silahlı mücadelesinin ise bu nitelikte olmadığı herkesin kabul edeceği bir vakıadır. Kaldı ki Nursi’nin Van’da Van valisi Tahir Paşa ve Tahir Paşa’nın büyük oğlu Cevdet Bey (ki aynı zamanda Enver Paşa’nın eniştesi) le olan yakın ahbaplığı, savaştan önce talebelerine sürekli atış talimi yaptırarak onlara harp eğitimi vermesi, talebesi olmaya gelen öğrencilerin onu hocadan çok erkanı harp zabitlerine (subay) benzetmesi ve savaştan sonraki faaliyetleri hakkında Eşref Edip’in kendisi ile yapılan bir mülakatta işgal altında bulunan İstanbul’da Nursi’nin haftada bir kere Fatih Zeyrekte kaldığı evde onlara komitacılık dersleri verdiğinden bahsetmesi bizce bu konuda söze gerek bırakmıyor. Ancak biz yinede yazımızın sonunda yorumu okuyucunun kendisine bırakalım.


En son Ekim tarafından Prş Oca 15, 2009 12:19 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Oca 15, 2009 12:18 am    Mesaj konusu: Said Nursi ve Enver Pa$a Alıntıyla Cevap Gönder

İbrahim Reşit
Said Nursi ve Enver Paşa

(Yukarıdan devam)

Hamiş :
Bizde Said Nursi’nin neden Cumhuriyet’in ilk yıllarında takibat altında kaldığı konusunda bazı teoriler geliştirilmiştir ancak bunlar bizce tarihsel doğruluktan uzaktır. Bir kısım görüşlere göre Said Nursi’nin sürgün ve gözlem altında tutulma nedeni Şeyh Sait isyanıdır. Said Nursi’nin bu isyan ile alakası olmadığı artık iyi bilinen bir olgudur. Her ne kadar böyle bir isyanın doğuda oluşturduğu ortam sürgüne sebep olabilecekse de İsyandan 10 yıl sonra bile kimseyle görüştürmemecesine sıkı sıkıya gözlem altında tutulmaya sebep olabilecek bir durum değildir. Yine son zamanlarda Soner Yalçın gibi isimlerin sık sık işledikleri Nakşibendilik tezi (bu kişilerin Orta Asya/Buhara kökenli bir tarikat olan Nakşibendiliği hem de Arvasiler, Menzilciler gibi kürtlükle alakası olmayan Seyyid kökenli şeyhlerin isimlerini anarak Kürtçü bir tarikat olarak sunmaları da başka bir garabet. Bunu yazan kişiler herhalde Doğuda sadece Kürtlerin yaşadığını sanıyorlar) de eğer kötü bir şaka değilse ciddi bir cahillik içeriyor demektir. Zira Said Nursi’nin herhangi bir tarikata üye olmaması bir yana doğudaki ağa – şeyh düzeninin de ciddi bir eleştirmeni olduğu iyi bilinen bir olgudur (muhtemelen ittihatçılar ile bu konuda oldukça mutabıktı. Zaten yukarda anlattığımız olaylar bunu göstermektedir). Nursi ilk gençliğinden başlayarak oradaki medrese ve şeyhler ile çatışmıştır. Bunlardan birisi çok mühimdir. Necip Fazıl’ın şeyhi olarak bilinen Vanlı Nakşibendi şeyhi Seyit Abdülhakim Arvasi ile arasının iyi olmadığı yönünde güçlü rivayetler var. Hayatlarının bir dönemi kesişen Nursi ile Necip Fazıl’ın arasının nasıl olduğu da bu bağlamda cevaplanması gereken ayrı bir sorun. Yine İhlas grubu olara bilinen grup ile Nurcular arasında tarihsel olarak bu çekişmeye dayanan çekişmelerin olduğu da biliniyor (ama örneğin bunun aksine aslen Seyyid olan Nakşibendi tarikatından Menzilciler grubunun üyeleri Said Nursi’yi çok sevmektedirler). Yine Nakşibendilik konusundaki ayrı bir noktada arikat bağlantısı olmamasına rağmen kitaplarında yazdıklarından Üveysi olduğu sonucu çıkarılabilecek Nursi’nin bu konuda –zaman zaman İmam Rabbaniye atıfları olsa da- Nakşiliğe değil Seyyid Abdülkadir Geylani’ye atıf yapmasıdır. Dolayısıyla Said Nursi ile Nakşibendilik arasında bir bağlantı bulunmamaktadır. Kaldı ki devrin yöneticilerinin Said Nursi’yi ta 1908 den beri çok iyi tanıdıkları düşünülürse onların meseleye bu kadar cahilce bakmayacakları açıktır. O halde ? Biz bu konudaki tezimizde Said Nursi’nin 1909’da Fatih şekerci hanında birlikte kaldığı sonra Darülhikmeti İslamiyede İttihatçıların azaları olarak birlikte çalıştığı gizli İttihatçı
( Burada konunun iyi anlaşılması için İttihatçı İslamcılar konusunda geniş bir parantez açmak gerekiyor. Öncelikle kitabında çok değerli kaynaklara yer veren ve oldukça verimli bir yöntem izleyen, Nursi’nin hayatını içinde yaşadığı dönemin olayları ile birlikte sebep sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen Vahide’nin kitabından İttihatçılığın ideolojisine yönelik cümlelere bakalım. Vahide’ye göre İttihatçılar izledikleri Osmanlıcılık siyasetinin artık yürümediğini içten içe artık kabullenmişlerdi. Ancak bugün sık sık iddia edildiğinin aksine Türk milliyetçiliği siyasetine yönelmemişlerdi. Aksine İttihadı İslam siyasetini sürdürmeye devam etmişlerdi (syf .129). Vahide’nin İttihatçılar ile Said Nursi’yi çeşitli alanlarda iş birliğine yönelten faktörlerin başında iki tarafında İttihadı İslam siyasetini güdüyor olmasını gördüğü anlaşılıyor. Belirttiğimiz gibi Vahide İttihatçıların 1908 yılından itibaren Türk milliyetçiliği siyaseti güttüğü yönündeki iddiaların doğru olmadığını kaynaklar eşliğinde gösteriyor.
İslamcı İttihatçılar konusuna dönersek İstiklal marşı şairimiz Mehmet Akif’in İttihatçılığı iyi bilinen, tarihen kayıtlı bir olgudur. Ancak bizdeki İslami kesim Mehmet Akif, Prens Said Halim Paşa gibi İslamcılık akımının önde gelen isimlerinin İttihatçılığından –artık ittihatçılar üzerine kurdukları onca Yahudi-Sabatayist-mason tezinin çöpe gitmesinden korktukları için midir yoksa İslamcılığı şüpheli Abdülhamit’ten başka İslamcı tanımadıkları için midir bilinmez - bahsetmeyi sevmezler. Mehmet Akif, aynı Sadi Nursi gibi Abdülhamit karşıtı/ Meşrutiyet yanlısı hareketler içinde bulunmuş bir isimdi (yukarıda hayatlarının çok sık kesiştiğini belirtmiştik) http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140861 Prof.Dr Osman Özsoy’un belirttiği gibi “Mehmet Akif hem Osmanlı gizli servisi Teşkilatı Mahsusa üyesiydi, hem de dönemin en etkili partisi İttihat Terakki’nin bir mensubuydu.” Yine bizde İslamcılık akımının en önemli ismi olarak nitelenebilecek Prens Said Halim Paşa’da İttihat Terakki üyesi ve hata genel sekreteri olduğu gibi 1913 de Mahmut Şevket Paşa’nın suikaste kurban gitmesinin ardından İttihatçı hükümette hem Vezirlik hem de Dış İşleri Bakanlığı görevini yürütmüştür. Bizim 1.Dünya savaşına Almanya’nın yanına girmesine sebep olan anlaşma onun konağında ve onun tarafından imzalanmıştır (maalesef bizde insanların İttihat Terakki bilgisi Ta’lat – Enver – Cemal tekerlemesini geçmemektedir (Oysaki askeri kanadın lideri Ever ile sivil kanadın lideri Ta’lat’ın arası aslında hep sorunludur. Yani ortada bir Ta’lat – Enver- Cemal tekerlemesi yaratabilecek bir durum bulunmamaktadır). Bizde çoğu kişi Almanlar ile anlaşanın Enver olduğunu sanmaktadır. Said Halim’den bahsetmek zorunda kalanlarda onun bunu ittihatçıların zoru ile yaptığını yazarlar. Ancak Said Halim’in kendisinin zaten İttihatçı hükümetin başkanı olması bir yana bugünle kıyaslarsak Abdullah Gül (Dış İşleri) ile Tayip Erdoğan’ın (Başbakan) yetkisine sahip bir adamın nasıl zorunda kaldığı da anlaşılamamaktadır). Zaten Said Nursi’nin meşhur ben Antranik (1.Dünya savaşında Ermenilerin meşhur komutanı. Ermeniler onu milli kahraman bizimkiler ise çoluk çocuk dinlemeden cinayetler işleyen “büyük katil” olarak görür. 1914 1922 arasında Ermeniler ile Osmanlı arasında yaşananların baş aktörlerinden ve kendisi bir Türkiye Ermenisidir) ile bir olup Enver’e Venizelos ile bir olup Said Halim’e tokat atmam lafında Said Halim’in Enver ile birlikte anılmasının esprisi de budur. Yine Prens Said Halim konusunda önemli bir noktada onunda Ta’lat Paşa’nın Berlin’de vurulması gibi Ermenilerce Roma’da şehit edilmesidir. Bizde Said Halim paşa konusu 1.Dünya savaşı ve ittihatçılık yazımında eksik olduğu gibi ilginçtir onun ölümü Ermeni meselesi konusunda bile gündeme gelmez. Oysaki Ermenilerin Said Halim Paşa’ya Talat ve Cemal Paşalara yapılan suikastin bir benzerini yapması onun tarihsel olarak hangi noktada bulunduğunu, nasıl değerlendirilmesi gerektiğini göstermesi açısından önemlidir. Müttefiklerin ve onların tetikçisi ermeni komitacıların Said Halim Paşa konusunda bizim İslamcı kesimin tarih yazımı ile mutabık olmadığı açıktır. Yine İttihatçıların Şeyhülislamı olan Musa Kazım Efendi’de Bernard Lewis’in ateşli bir İslamcı diye nitelediği bir başka isimdir. Kısacası bugün bizde İslamcı diye anılan tarihi şahsiyetlerin büyük çoğunluğu İttihat Terakki içinde görev yapan insanlardı. Son bir örnek olarak bu konuda Teşkilatı Mahsusa’da görev yapan Rusya Türklerinden Abdürreşid İbrahim, Abdülaziz Çaviş ve Teşkilatı Mahsusa’nın ikinci başkanı Alibey Başhampa’nın isimleri zikredilmelidir. Çaviş (Mısırlı) ve Başhampa’nın (Tunuslu) –aynı Emir Şekip Aslan gibi - Arap olması, İttihatçı Arap ilişkileri konusunda ayrı bir espri içermektedir. Ancak Abdürreşid İbrahim ismi bugün “önden giden atlılar” retoriğinin tarihsel olarak en önemli örneği olarak Nur cemaatlerince kabul edildiği için önemlidir ve Mine Hanım’ın yazısına katkı sağlayabilecek niteliktedir. Ancak bu kabul etme sırasında her zamanki gibi Abdürreşid İbrahim’in Teşkilatı Mahsusa ve İttihatçılık bağlantısının üstü örtülmektedir. Oysaki tarihin görebileceği en renkli hayatlardan birini yaşamış olan Hoca Abdürreşid İbrahim oldukça sıkı bir Enver Paşa taraftarıdır zaten Teşkilatı Mahsusa bağlantısı bilinen nadir kişilerden biri olması da bundan dolayıdır.
http://www.davetci.com/d_biyografi/biyografi_abdurresidibrahim.htm
Abdürreşid İbrahim Enver Paşa için şöyle diyor ‘
TRABLUSGARB’DA
1911 senesinde İtalyan’ların Libya’ya ansızın saldırması üzerine Abdürreşid İbrahim hemen Trablusgarb’a, cepheye gitmeye karar verdi. O sırada 54 yaşındaydı. Yerinde duramıyordu; “Şaşkınlıklar zail (yok) olur olmaz herkes dar-ül harbe gitmeye başladı. Ben de duramadım, bir ateştir kalbimi kapladı. Gitmeden rahat olmazdım. Vakıa ben yaşlıyım, benim elimden bir şey gelmez. Fakat, hiç olmazsa cihad edenlere su vermeye yararım.”
Evvela gemi vasıtasıyla Mısır’a gittiler. İngiliz işgali altındaki bu ülkeden bedevi kıyafetleri içinde deve kiralayarak hayati tehlikelerle dolu bir yolculuğun ardından Libya’nın Sollum şehrine ulaştılar. Buradan da şiddetli çatışmaların sürdüğü Derne’ye vardılar.
Seyyahımız çeşitli cephelerde bulundu. Bir avuç Osmanlı subayının ve Libyalı kardeşlerimizin tek vücut halinde dasitani (destansı) direnişi onu çok sevindirdi. Özellikle de Enver Paşa’nın çalışmaları; “Enver Paşa Hızır gibi herkesten önce yetişti, en büyük vazifeyi o gördü. Yoktan bir ordu teşkil ederek büyük ve şanlı milletimizin namus ve şerefini bütün cihana tanıttı. Milyonlarca Arabın kalbinde Paşalık unvanını aldı.”
Trablusgarb’ta beş ay kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Burada Trablus savaşı ile alakalı verdiği konferanslar büyük ilgi gördü.
İttihatçıların azaları olarak birlikte çalıştığı gizli İttihatçı Mehmet Akif’in “gönüllü Mısır” sürgününden faydalanacağız. Bilindiği üzere Akif Cumhuriyetin ilanından sonra Teşkilatı Mahsusa’nın önemli isimlerinden Eşref Sencer Kuşcubaşına yazdığı bir mektupta hafiyeler tarafından bir suçlu gibi takip edilmekten ne kadar rahatsız olduğunu anlatır. Akif’in Mısır’a gönüllü sürgününde bu bıktırıcı takiplerin önemli bir etkisi olur
Ahmet Özcan açık mektuplarının birinde acaba İngilizler yeni kurulan Cumhuriyet’e İttihatçılığın tasfiyesini şart koşmuşlar mıydı diye sorar ? Eğer böyleyse İzmir suikastı İttihatçı tasfiyenin en iyi bilinen örneği olsa da tek örneği olmaması gerekir. Ve teşkilatçı Akif’in gönüllü Mısır sürgünü bu bapta değerlendirilebileceği gibi Teşkilat- İttihatçılar ve Enver Paşa ile bağlantıları konusunda bir dolu bilgi bulunan Said Nursi’nin zorunlu gözetimi de bu tasfiyenin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Aksi takdirde bir din adamından korku duyulmasının ciddi bir gerekçesi bulunmamaktadır. Bu bağlamda Said Nursi’nin Kürt asıllı bir din adamı olarak değil Teşkilatı Mahsusa’da görev almış Enver Paşa’ya yakın bir isim olarak değerlendirilmesi Cumhuriyet sonrası dönemde uzunca bir süre gözetim altında bulundurulması meselesine daha geniş bir açıdan bakılmasını sağlayacaktır.
''onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak.
halbuki,
biz sussak, tarih susmayacak.
tarih sussa, hakikat susmayacak.
onlar sanıyorlar ki,
bizden kurtulsalar mesele kalmayacak.
halbuki,
bizden kurtulsalar, vicdan azabından kurtulamayacaklar,
vicdan azabından kurtulsalar,
tarihin azabından kurtulamayacaklar.
tarihin azabından kurtulsalar, Allah'ın gazabından kurtulamayacaklar.''
Sezai KARAKOÇ
Kaynaklar :
Şükran Vahide “Bediüzzaman Said Nursi Bir Entelektüel Biyografi” Etkileşim Yayınları
Abdülkadir Badıllı Mufassal Tarihçe-i Hayat
Cemil Meriç BU ÜLKE (Said Nursi ile ilgili üç makalesi)
Risale-i Nurların ilgili bölümleri.
http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=09.06.2000&TextID=81
Abdürreşid İbrahim için kaynak:Google araması
Ahmet Özcan Açık mektuplar
http://www.haber10.com/makale/1274/
http://www.haber10.com/makale/1507/
http://www.haber10.com/makale/974/
Eric J.Zurcher: Milli Mücadele’de İttihatçılık
Prof. Osman Özsoy: Kurtuluş Savaşı
Dr. Ramazan BALCI: Tarihin Sarıkamış Duruşması
David Fromkin: Barışa Son veren Barış
Suat Parlar :Barbarlığın Kaynağı Petrol
Yalçın Küçük:Gizli Tarih ve Sırlar
Philip Stotart:Teşkilatı Mahsusa
Abdullah Muradoğlu:Teşkilatı Mahsusa yazı dizisi
Yazımızı tekrar baştaki alıntı ile bitirelim…
“… 1979 İran ihtilalinin ortaya çıkardığı siyasi ideolojik İslam’ın büyüleyici etkileri, İslam’ın sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarındaki ciddi ve yeni arayışları içeren yorumlardan oluşan bu asıl İslami uyanışı gölgede ve töhmet altında bıraktı. Ancak bu uyanışın bizce büyük bir eksiği vardı: Bu uyanış, Türkiye’nin kendi tarihsel geleneğinden ve bu geleneğe dayalı gerçekçi ve akılcı bir tarih şuurundan kopuktu. Tarih onlar için yalnızca geçmişin parlak günlerinin hikayesinden ibaret olduğu için, sadece bir teselli kaynağı, gerektiğinde bir sığınak görevini yerine getirmekten öteye geçmiyor, ufuk açıcı bir rol oynayamıyordu. Tabiatıyla bu “İslami uyanış”, bilimsel bir perspektife dayanmaktan ziyade, ideolojik eğilimlerin hakimiyetine girmekte gecikmedi. Bugün Türkiye’de Müslüman aydın kesimi çoğunlukla hala bu zafiyetle maluldür ve bunun farkında da değildir. Bu tarihsel şuur eksikliği bugün onların bizce en zayıf noktalarından biridir. İkincisi ise, ne olduğunu pek bilmedikleri, bilmeye de pek ihtiyaç duymadıkları Batı’yı tanımamalarıdır.”
(Prof. Ahmet Yaşar Ocak;Türkler, Türkiye ve İslam syf.128)

http://www.haber10.com/makale/14101

Enver Paşa'nın Ölüme Yürüyüşünün Gerçek Nedeni
Ahmet YILDIZ
ahmetyildiz@avazturk.com

04 Ocak 2010Pazartesi

“Enver, sen artık Napolyon oldun!”

(Cemal Bey, 1908 Selanik)

4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı’nın birinci günü, Pamir dağları eteklerinde Abıderya köyüne hakim Çegan tepesinde Buhara Kızılordusu 3. Avcı Alayı'na bağlı bir bölüğün mitralyöz müfreze komutanı Kulikov şaşkındı. Yirmi beş atlı kılıçlarını çekmiş, ağızlarından ölüm kusan bir düzine makineli tüfek ateşine doğru saldırıya geçmişlerdi. Bu durum hiç rastlamadığı bir durumdu. Sabaha karşı köye saldırmaları konusunda kesin emir almışlardı. Bir saat sonra da köye taciz ateşi açmışlardı. Ama şimdi böyle yirmi beş atlının kılıçları havada, ateş edilen tepelere doğru geniş düzlükte atlarıyla saldırıya geçmeleri inanılacak gibi değildi. Hatta bir iki atlı hatlara yaklaşmayı başarmış, iki mitralyöz askerini saf dışı etmişti. Ortaçağın silahıyla çağdaş mitralyöze saldıran bu insanlar Kulikov'u bir an korkutmuştu.

Beyaz atlı en öndeydi. Herkesten değişik giysisiler giyiyordu. Külot pantolonu vardı, göğüsten düğmeli yakasız bir haki ceket giyiyordu. Kulikov, adamın göğsündeki dürbünün atın her öne hamlesinde iki yana sallandığını görebiliyordu. Başında yerlilerinkinden farklı bir kalpak vardı. Mitralyözlerin ateşinin bu beyaz atlıya yönlendirilmesini emretti. Mitralyözler sıcak Ağustos sabahını delip geçen patlamalarla aşağıdaki dereden, karşı dağların kayalıklarından yankı buluyor, sanki kıyamet kopuyordu.

Enver Paşa Doğu Buhara'da aylardır zorlu yaşam şartları altında, ruh sarsıntıları, hatta çöküntüleri içinde dolanıp durmuştu. Şimdi, Kurban Bayramının ikinci günü askerleriyle bayramlaşmış, maaşlarını vermiş, subaylarına ise yalnızca kendi imzasıyla şeref belgesi verebilmişti. Tam köylülerle bayramlaşmaya sıra geldiğinde mitralyözlerin sesi duyulmaya başlanmıştı.

Buralara nasıl sürüklendiğini düşündükçe değişik duygular içine giriyordu. Kuşçubaşı Hacı Sami'nin dolduruşuna geldiğini bile düşünüyordu. Sami, buradaki insanların “Türklük” denince, “Halife” denince her şeyi yapabilecek güçte yiğitler olduklarını söyleyip durmuştu. Oysa bu birkaç ay içinde buranın insanlarının her türlü yalan, hile ve güvensizlik saçan, molla ve imamlardan oluşmuş bir güruh olduğunu anlamıştı. Yine de en son imzaladığı bildirinin altına “Ulu Turan İhtilal Orduları Kumandanı, Merkezler Merkezi Reisi” diye yazmıştı. Eşi Naciye'nin ismini karaağaca çakıyla kazıyor, bir takım mendiller yapıyor, mektuplar yazıyor, çiçekler kurutuyor, bunları postayla eşine gönderiyordu. Bulduğu küçük deftere, defterin yapraklarını idareli kullanarak günü gününe yaptıklarını not ediyordu. Birkaç yıl önce üç milyon askere hükmeden bir komutanken şimdi otuz kişilik, bir kaçı kendisine sadık Osmanlı askerinden oluşan müfrezesiyle Buhara Emiri Alim Han ve gittikçe çevresindeki tüm kasaba ve kentleri ele geçiren, böylece çemberi daraltan Kızılordu arasında, sinirleri bozan bir gerilimle ne yapacağını bilemez durumdaydı. Sovyet hükümeti Politbürosu, sırayla, Güney Kafkasya Komiseri Orjenikidze'yi ve Ordu Kumandanı Kamanev'i bölgeye keşif için göndermiş, gelen raporlar doğrultusunda bu bölgeyi belirsizlikten tümüyle temizlemek için kesin yönerge çıkarmıştı.

Enver Paşa, yağmur gibi yağan mitralyöz kurşunlarının arasında çılgınca koşan sevgili atı Derviş'in üstünde idam fermanının hazırlandığını bilmiyordu, ama hissediyordu. Şimdi kılıcı havada sallarken o da bu belirsizliğe şu veya bu biçimde son vermek istiyordu. Kurşunun önce sağ omzunu parçaladığını duyumsadı. Elindeki kılıç anında yere düştü. Atı Derviş, daha büyük bir hırsla ileriye atılmış koşuyor, koşuyordu. Dizgini tutan sağlam elini omuzu parçalanmış eline almaya çalışırken sağ bacağının koptuğunu anladı. Ama bu kez karnı alev almış gibi yanmaya başladı. Derviş'in üzerinde yana yattı. Bu bir iki saniyelik sürede Naciye karşısına geldi. Sabun kokan bembeyaz elbiseleriyle ona doğru koşuyordu. Bir adım mesafede olmalarına karşın ve onca adım atmasına karşın bir türlü sarılamıyorlardı.

“Naciye…” diye haykırdı. Ama artık atın üzerinde duramıyordu.

“Bir imparatorluğunu yıktım. Sana bir imparatorluk vermeden yanına gelmeye hakkım olmadığını düşündüm hep… Beni affet!..”

“Bunun bir önemi yoktu Enver!” diyordu Naciye.

Kulikov yana yatmış atlının bir iki saniye içinde yere yuvarlandığını gördü. İyice emin olmak için dürbünü gözlerine götürdü. Diğer atlılar da rüzgardaki ekin tarlaları gibi teker teker yana yatıp yere düşüyorlardı. Beyaz atın durduğu yere odakladı merceği. Beyaz at yerdeki binicisini kokluyor, burnuyla vücudunu eşeleyip ayağa kaldırmaya çalışıyordu. Ama beyaz atın karnının da kıpkırmızıya boyandığını gördü birden. Kurşunlar Derviş'in karnına doluşmuştu bu kez. Derviş önce arka ayaklarının üzerine, sonra sağ karnının üzerine düştü. Yere düşerken Enver Paşa'nın hala kımıldayan kanlı bedenini ezmemeye çalışarak biraz yana yatmıştı…

On beş dakika sonra ortalıkta yalnızca sinek vızıltıları ve bazı atların iniltileri duyulunca komutan Kulikov ölülerin bulunduğu düzlüğe inmekten kendini alamadı. Beyaz atlı garip giysili adamın yanına geldi. Elbiselerinin soyulmasını emretti. Adam yedi kurşun yemişti. Göğsünden bir adet Kuran, bazı evraklar ve tamamlanmamış bir mektup vardı. Birliklerinin içinde mektubu okuyabilecek bir Türk asker çağırtıp yüksek sesle okuttu:

“Böyle giderse, çekilip Afganistan'a gideceğim. Oradan da büsbütün işten çekilip, senin yanına geleceğim. Ama muvaffakıyetsiz gelince, sen beni nasıl kabul edeceksin? Fakat muvaffak olmak istedim ruhum efendiciğim Naciye…”

Baron Ungern von Sternberg. Moğolların öfkeli koruyucu ruhu Yamsarang
SALIH SELÇUK

Kahire'deki büyük piramidin içinde boş bir lahit vardır. Hiçbir zaman bir Firavunun mezarı olmadığı anlaşılan bu lahitin ve piramidin matematiğinin bir tür tarih kronolojisi içerdiğine dair fikir yürüten bilimcilerden biri, yirmi yıl kadar önce, kronolojinin, geleceğe doğru devam ettiğini anlayınca oldukça heyecanlanmış olmalıdır. Kronolojinin 2001 yılında son bulduğunu hesaplayan bu alimin -kendine göre- bazı sonuçlara vardığını görüyoruz. Mesela piramitte özellikle işaretlenen tarihlerden biri de 1913'tür ve o bunu, Avrupa'daki Türk hakimiyetinin sonu diye yorumluyor. Ama bizim konumuz, piramitte o yıllarda başlatılıp 1945 yılında sona eren -insanlık tarihinin 2001 yılına kadarki en karanlık çağının- iki çılgın savaşçısıyla ilgilidir.

Bunlardan birinin adı Enver'dir. Padişahın damadı, maceraperest, korkusuz, insan hayatına değer vermeyen, yüksek hedefleri olan, Türklerin üzerine bir karabasan gibi çöküp bugün de tam atlatamadıkları yenilmişlik duygusunun gözü kara intikamcısıdır. Kendini ve yanındakileri ölüme atmaktan çekinmeyen bir savaşçı. Ama kötü bir komutandır. Asla teslim olmayan ve tekbaşına kalsa da kafasının dikine giden biridir. Balkanlarda felaket yaşamış Türklere ikinci ve daha büyük bir felaket yaşattığı halde, Türk İmparatorluğunun kaybedilmesine neden olduğu halde, kahramanlığıyla ve gözü karalığıyla kendini Türklere sevdirmiş biridir. Enver, Türklerin modern tarihindeki kanlı ve yırtıcı yüzüdür. Enver, öfkeli bir savaş beyidir -tıpkı Baron Ungern gibi.

Enver hakkında herkes birşeyler okumuştur, onu tanır. Ama Baron Ungern'i kimse tanımaz. Ben onu, Sibirya şamanlığı ve Orta Asya mistisizminin iki Dünya Savaşı arasındaki tarihini incelerken keşfettim. Hakkında birkaç kitap ve benim bildiğim/ezberlediğim çok güzel bir çizgi roman (Hugo Pratt, "Corto Maltese Sibirya'da") dışında pek literatür bulunmayan bu ilginç adam, Enver'in daha kırgın, daha kanlı ve daha gözü kara versiyonudur. Enver'i bilemem ama, Orta Asya'ya derinlemesine nüfuz edebilmiş biridir. Sadece şamanlığı ve eski kehanet yöntemlerini, Tibet/Moğol Budist mistisizmini değil, eski savaş yöntemlerini de bilen kültürlü biridir. Tek bilmediği, Enver'in de bilmediği şeydir: Zamanın kalitesi. İşte bu, onların hedeflerine/tarzlarına aykırı bir yönde ilerlediğinden ikisi de yenilmiştir. Bu önemli zaman faktörünü kendince bilip Baron Ungern'e anlatan ve ona yenileceğini söyleyen danışmanını (bir şamandır) öldürmesi de -Baron Ungern'in zamana meydan okumasıyla ilgilidir. Enver de böyleydi. Fakat bazen, bile bile ölmek de gerekebilir.
Bu olay, Türklerin ve Moğolların, 1913-1945 döneminde, savaşlar silsilesinin henüz çok yıkıcı olmadığı ilk zamanında yenilip, İkinci Dünya Savaşı'nın daha korkunç yıkımından kurtulmalarını da beraberinde getirmiştir. Doğru hareket, savaşa mümkün olduğunca girmeyip, savunmacı bir pozisyon belirlemek ve bir taraftan da yeni döneme göre değişmek olmalıydı. (Dünyada bu değişim, malesef sadece liberalleşme ve sosyalistleşme istikametinde olmuştur -ki ikisi de ehveni şer'dir)
Enver'in özellikle ordunun değiştirilip yenilenmesinde çok önemli olumlu bir rolü vardır ve İngiltere'nin, Almanya'nın bile savaştan yorulduğu bir ortamda Türk Ordusunun savaş kabiliyetini koruması ve savaşa devam edebilmesi (sonra Kurtuluş Savaşını da yapabilmesi) onun bu ilk çabaları sayesinde olabilmiştir.

Piramitlerdeki geçmiş ve gelecek kronolojinde ayrıntıları verilen bu olaylar zincirinde Türkleri ilgilendiren ilk kişi İsmail Enver'dir. Tek başına Türkistan'a gidip dünyaya kafa tutmaya kalktığı ve Samerkand merkezli bir Turan kağanlığı kurmayı hayal ettiği son mücadele yılı 1921'de, aynı kendi gibi dünyaya kafa tutan başka birini mutlaka duymuş olmalıdır. Sarı bıyıklı, vahşi bakışlı ateş gibi bir savaşçı: Baron Robert Nikolai Maximilian Ungern von Sternberg. Bu uzun adın soyu, Avusturya'dan geliyor. 1813 yılında basılmış bir kitapta, bu adamın dedeleriyle ilgili notlar bulduğumu söylemeliyim. Gözlerinin içine kimsenin bakamadığı bu savaşçı, Osmanlılar gibi yenilmiş iki imparatorluğun öfkeli oğludur. Tıpkı Enver Paşa gibi Asya'da intikam aramıştır. Hanlar hanı Çingis Han'ın ordusunu diriltmeye çalışmıştır ve bunda altı ay boyunca muvaffak olmuştur. Moğollar onun, uzaklardan onları korumaya gelen öfkeli ruh Yamsarang olduğunu düşünüyorlardı. son derece gaddar, kanlı bir savaşçı.
Kendine 'Ungern von Sternberg' diyen bu genç subay, Moğol şamanlarının, bilge Budistlerin ve Moğol savaşçıların, Çingis Han'ın pırıltısına sahip son savaşçı olduğuna inandıkları kişidir. O yüzden de dehşet uyandıracak kadar korkunç cinayetler işlemesine göz yummuş ama bir yerde onun gaddarlığına isyan etmişlerdir.
Piramitlerin işaret ettiği korkunç çağın "hakkını" veren 'Kanlı Baron'dur Ungern von Sternberg ve bu lakabından gocunmadığı, tam tersine bundan gurur duyduğu da bilinmektedir. Çarın Askeri Akademisinden mezun olduktan sonra ilk görev yeri Sibirya'da Buryatların bölgesiydi. Orada ilk kez göçebe yaşamın özgür doğasını tanıdı ve göçebelerin gizemine de erdi. Bu, göçebelerin gücünü de anlamış olmaktır aynı zamanda.
Ungern von Sternberg, Avusturya'nın Graz şehrinde doğdu. Bir Rus sahil şehri olan Reval'da yetişti (şehrin adı, 1918 Şubatında 'Tallinn' diye değiştirilmiştir -Bugünkü Estonya'nın başkentidir). Birinci Dünya Savaşı'nın ardından hem birinci vatanı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu, hem de ikinci vatanı Romanov Çarlığı Rus İmparatorluğunu yitirdi. Genç Baron, Beyaz Ordu'nun komutanlarından Semyonov'dan ayrılarak, Beyazların komutanı Kolçak'ın emrinden çıktı ve Batı Uygarlığına karşı savaşmaya, Çin'de (Moğol kökenli) Mançu Hanedanlığını yeniden canlandırmaya karar verdi. Danışmanı baş şamanı ile yaptığı uzun bir ayinden sonra Moğolların ruhunu uyandırıp Çin'e ve Kızıl orduya saldırmaya karar verdi. Japonlardan silah ve teçhizat aldı, yardım gördü. Bu sırada Kore'deki bağımsızlık hareketini bastırmakla meşgul olan Japonlar, ona istedikleri kadar yardım edemediler. Ama Baron Ungern'in emrindeki birlikle Rus Ordusunu terkedip Moğol Ordusu haline getirmesi ve Moğolistan'a girmesi, tamamen Japonların lojistik desteği sayesinde olabilmiştir.
Ungern von Sternberg, 1921 yılı başında Moğolistan'ın Çin işgalindeki merkezine girdi ve başkent Örgöö'yü aldı (Batıda bilinen adıyla 'Urga' şehri. 1924'den beri adı Ulaanbaatar'dır. 'Kızıl Kahraman' demektir). 13 Mart 1921'de bağımsız Moğolistan'da bir monarşi kurdu. Burada saygı gösterilmesi gereken bir tavırla kendini Han falan ilan etmeyip, o zamanlar Bogd Han adıyla tanınan Moğolistan'ın dini lideri Yepsundamba Hutuktu'yu, özgür Moğolistan'ın ilk hükümdarı olarak tahta çıkarmıştır. Çinlilerin esaretinden (hapisten) kurtardığı yeni hkümdar Bogd Han da Ungern von Sternberg'i, Moğolların öfkeli koruyucu ruhu Yamsarang'ın yeniden bedenlenmesi ilan etmiştir. Baron Ungern, burada Moğulların iç dengesine de dikkat etti. Mesela 1919'daki Çin işgalinden sonra bağımsızlık için mücadele eden Sovyet yanlısı sosyalist Moğol partisi de Baron Ungern'in tahta çıkardığı Bogd Han'a biat etmiştir. Çin işgalinden kurtularak büyük bir Moğolistan kurma ideali, başından beri Japonlar tarafından aktif bir biçimde desteklenmiştir. (Japonlar daha sonra Mançurya'da Mançukuo'yu da kurup son Çin İmparatoru Pu Yi'yi -bir Mançu olduğu için- Mançokuo Hükümdarı ilan etmişlerdi. Mançukuo, 1946'da savaştan sonra Çin'e verilmiş ve ortadan kalkmıştır)
Ungern von Sternberg, başta kanlı düşmanı olduğu Bolşevikler ve Yahudiler olmak üzere, eline geçirdiği düşmanlarını korkunç yöntemlerle öldürüyordu. Çarlık istihbaratı Çeka'nın karşı propaganda amacıyla uydurup yazdığı, bugüne kadar kötü etkisini sürdüren ve Hitler'e "ilham" veren "Siyon Protokelleri" kitabının Baron Ungern'i çok etkilediği kesindir. Ama gaddarlığı sonucu kendi adamlarının ve Moğolların güvenini kaybetti, nefretini kazandı. Kızıl Ordu, Baron Ungern'in kendi adamlarının da bilgisi dahilinde Örgöö'ye girdi. Baron Ungern, Enver Paşa'nın ölümünden onüç gün sonra 21 Ağustos 1921'de kendi subayları tarafından tutklanıp Kızıl Ordu'ya teslim edildi. Novanikolayevsk'de, askeri bir mahkemeye çıkarıldıktan sonra 35 yaşındayken kurşuna dizilerek öldürüldü. Baron Ungern ve Tacikistan'da savaşarak 40 yaşında ölen Enver, Türk ve Moğol'ların intikamcı kanlı savaş damarının iki önemli temsilcisiydi.

http://konstantiniye.blogspot.com/p/ikinci-sayfa.html

Sinan Tavukçu
Bugün Yaşananları Anlamak İçin: Enver Paşa’nın Mektubu
10 Mayıs 2011

"Bu mücadele öyle bugün yarın değil, belki beş, on ve hatta elli sene sonra neticesini verecektir. Bundan dolayı da buna hayal diyenler bulunuyor. Fakat biz bu işe biz görelim diye sarılmıyoruz."

Enver Paşa’nın Livâ –el İslâm Dergisi’nin 1 Haziran 1337 (1921) tarih ve Yıl.1, Sayı.6 nüshasında yayımlanan bir mektubu, bu gün İslâm Âleminde yaşanmakta olan ayaklanmaları ve uluslararası sistemin başlarına diktiği diktatörlerden kurtulma mücadelelerini anlamamız bakımından ibret verici mahiyettedir. Mektup metnine yer vermeden önce, bundan tam doksan yıl öncesine gitmekte ve mektubun yazıldığı o dönemi kısaca hatırlamakta yarar vardır.

Mondros Mütârekesi’nin imzalanmasından sonra, 3 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’u terk eden İttihatçı liderler imzalanan mütârekeye rağmen mücadeleden pes etmemiş, aksine emperyalist olarak tanımladıkları gâlip İtilaf devletlerine karşı topyekun bir mücadele için yurtdışında yardımcı kuvvetler vücuda getirmenin gerekli olduğuna, bu gücün Türk ve İslâm âleminde bulunduğuna olan inançla, mücadelenin yurtdışı ayağını oluşturmaya koyulmuşlardı.

Talat Paşa, Almanya’ya giriş yapar yapmaz, işgal altındaki ülkelerini terk etmek zorunda kalan birçok Arap ve diğer Müslüman ülke temsilcilerini etrafına toplamak suretiyle işgalci güçlere karşı bir kıyam hareketi örgütlemeye başladı. Bu amaçla 1919 Aralık başında Zürih’te bir kongre gerçekleştirdi. Tunus, Cezayir, Mısır, Fas ve Hint temsilcilerinin katıldığı bu toplantıda, Türklerin desteğiyle Tunus, Cezayir ve Fas’ın Fransız işgalinden kurtarılması kararı alındı. Talat Paşa’nın Berlin’de “Şark Kulübü (Orient Klub)” adı altında kurduğu dernek kısa zamanda İttihatçıların, Mısır, Suriye, Hindistan, Afganistan, Türkiye, Azerbaycan, Tunus, Fas, Cezayir ve İran temsilcilerinden oluşan ihtilâlcilerin buluşma mekânı haline gelmişti. Müslüman ülke temsilcileri dışında, İtilaf devletlerine karşı koyan Almanlar ve Bolşevikler de Talat Paşa’nın çevresinde yer almışlardı.

İstanbul’u terk ettikten sonra, Kafkasya’ya geçmek üzere gruptan ayrılan Enver Paşa, başına gelen pek çok aksilikler dolayısıyla, tam dokuz ay sonra, 15 Ağustos 1920’de, Moskova’ya varmayı başarmıştı. Enver Paşa Bolşevik liderlere ortak düşman İngiliz emperyalizmine karşı birlikte mücadele etme ve İslâm ülkelerinde ihtilâl cemiyetleri kurma teklifinde bulundu. 1 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan “Şark Milletleri Kurultayı”na Fas, Tunus, Cezayir ve Trablus temsilcisi olarak katıldı. Ekim 1920’de Berlin’e dönen Enver Paşa, ”İslâm İhtilâl Cemiyetleri İttihâdı”nı (İİCİ) kurdu. Yapılacak ilk kongreye kadar geçerli olacak protokole göre, cemiyetin merkezi Moskova’da bulunacak, Enver Paşa cemiyetin genel başkanlığı ve başkomutanlığı görevini yürütecekti. O dönemki İngiliz istihbarat raporlarına göre Enver Paşa, ”İslâm İhtilâl Cemiyetleri İttihâdı”nda, Mısır Milliyetçileri, Anadolu Hareketi, İttihad ve Terakki, Hint Milliyetçileri, Afgan Yurtseverler Ligi, Kafkasya Müslümanları, Çerkezler, Dağıstanlılar Birliği, Rusya Müslümanlar Kongresi, İran Milliyetçileri Ligi gibi örgütleri bir araya getirmişti.

Aynı stratejinin bir parçası olarak Cemal Paşa, Hint halkını İngiliz sömürgesinden kurtarmak için Afganistan’da, Halil Paşa İran’da faaliyet gösteriyordu.

Yazıldığı dönemi kısaca hatırladıktan sonra, mektup metnine göz atabiliriz.

Mühim Bir Mektup

Moskova 21 Nisan 1921

Birçokları gibi siz de ne yaptığımı, ne düşündüğümü merak etmişsiniz. Hakikaten şimdiye kadar hakkımda gazete sütunlarında yazılanlara bakıp da bir mâna çıkarmak mümkün değildir. Binâenaleyh şimdiye kadar olan sükûtu bırakarak arzunuzu imkan derecesinde yerine getirmeye çalışacağım. İlk 1908 İhtilâlinden evvel ve inkılâpta ve onu müteakiben Trablusgarp’da ve Balkan Harbinde, Harb-i Umûmî’de takip ettiğim fikrim ne ise bugün de odur. Bu da pek basittir. Avrupa ve Amerika’nın işletilen amelesinden ziyâde sıkılan, canı çıkarılırcasına işletilen esir Şark içinde; bütün Avrupa nüfusuna muâdil olan dört yüz milyonluk İslâm’ı kurtarmak için bu kitleyi harekete getirmektir. Fas’dan, ta Hind’e, Çin’e, Cava’ya kadar uzanıp giden hisleri ve tâlî’leri bir olan bu insan yığınını şimdiye kadar Türkiye’ye zarar gelir diye açıkça harekete getirmeğe savaşmaktan çekindik. Harb-i Umûmî’den evvel ve harp esnasında bu yoldaki teşebbüsler de derhal semere vermeyecek, mevzii çalışmalardan ibaret bir başlangıçtı. Fakat dünya mücadelesinde harbe girişmemiz sayesinde Rusya’da yıkılan ceberrut Çar idaresi yerine geçen Bolşevik idaresi, bu İslâm Âlemi’ni ezen, kanını emen Avrupa emperyalistleri karşısına barışâmiz, kanlı bıçaklı bir düşman olarak çıkınca, İslâm Âlemi’de şimdilik bu suretle nefes alacak bir dost buldu. Bir taraftan bu idare sayesinde, Rusya Çar idaresi zamanında karacahil kalmaya veya Ruslaşmaya mahkûm olan Müslüman gençlerin benliğini tanımaya başlarken, diğer taraftan İzmir’in işgaliyle kalbinden vurulmak istenildiğinden dolayı irkilen Türkiye, bu Bolşevik Rusya’nın maddeten az, fakat mânen çok yardımının inzimâmıyla (bağlanmasıyla) doğruldu ve hududlarının şark ve garbından saldıran köpek emperyalistlere karşı koyabildi. Hatta bu sayede Avrupa’nın, İngiltere başta olmak üzere, büyük ve gâlip emperyalistlerini de kendisiyle anlaşmaya mecbur etti.

İşte bu sıralarda ben de denizde, havada, karada ve hapishanede birçok kaza ve bela savuşturduktan sonra Moskova’ya gelmiş bulundum ve bu Avrupa emperyalistlerinin hasımhânı olan memlekette başta Türkiye olmak üzere bütün Müslüman memleketlerinin ve bunlarla tevhîd-i mesai edecek olan diğer memleketler halkının kurtulması esasından ibaret olan çalışmaya devam ettim. Bunda tabii birçok arkadaşlarım beraberdir. Bu suretle mesela Cemal Paşa kardeşim ve arkadaşları Afganistan’da çalışırken, Talat Paşa Berlin’de, diğer bu fikirde müşterek olanlar her tarafa dağılmış uğraşıyorlardı. Tabii bunda ne fırkacılık nede başka bir avz-i şahsi vardı. Bu bir kanaat ve hayatımda lezzet duyduğum bir kurtuluş mücadelesidir. Bence eski koca bir Osmanlı ilinin, nihayet aşağı yukarı yalnız bir avuç Türk’üyle kalan Anadolu’su şimdi arkadaşlarla beraber hedefimizi teşkil eden bu kurtulma uğraşmasına mani olmayacak bir şekil almıştır. Bir kere ben ve arkadaşlarım Anadolu’ya tâbi her Türk ve Müslüman gibi, elimizden geldiği kadar mukabilinde hiç bir şey beklemeksizin, yardım etmeye savaşmakta isek de ve yarı resmi Anadolu hükûmeti namına hiçbir teşebbüste bulunmadığımız gibi, vukuu bulan müracaatlara da Anadolu’dakileri gösterdiğimizden İngiliz, Fransız ve sair emperyalist hükûmetlere karşı olan mücadelemizde Anadolu’yu bizim yüzümüzden kimse sıkıştıramaz.

Diğer cihetten Arapların şimdi böyle yapayalnız kalması; oraları cebri bir merkeziyete bağlamak için sarf edilen Türk emeklerin heba olmasına ve Müslüman kardeşkanının İslâm zararına dökülmesine nihayet vermiş ve bu suretle Arapları da asıl düşman olan Avrupa emperyalizmiyle, kendi kuvvetleriyle, Türklerin yaptığı gibi mücadeleye mecbur bırakmıştır. Binâenaleyh şimdi görüyoruz ki, bir sürü esirler ve mahkûmlar derekesine inmiş olan İslâmlar Âlemi Araplar, Türkler, Acemler, Afgâniler, Hindûlar aynı düşman karşısında birbirine dayanmaya muhtaç bir halde bulunuyorlar.

İşte bu hal, hedefimiz olan bu âlemi kurtarmak ümîd-i necatının (kurtuluş ümidinin) Anadolu’dan gelecek bir Türk ordusunda veya Bolşevik Rusya’dan gelecek bir kırmızı orduda değil, ancak her ezilen milletin kendi kuvvetiyle harekete gelmesinde ve bu hareketinde aşağı yukarı bir program ve maksat dahilinde gönül rızasıyla bir tevhîd-i mesaide olduğunu anlatmakta bize tabii bir yardımcı oldu. İşte böylece Garbdeki ezilen ameleyi kurtarmak için onları kapitalizm ve emperyalizme karşı ihtilâle sevk etmek üzere kırmızı bayrağını açan komünizm ile bu emperyalizme karşı mücadele hudûduna dek yollarımız birleşti. İslâm İhtilâl Cemiyetleri İttihâdının ay yıldızlı kırmızı bayrağı altında, Avrupa amelesinden bin kat daha fena vaziyette kurûn-u vusta (orta çağ) esirleri gibi kırbaç ve ölüm tehditleri altında işletilen İslâm Âlemini ihtilâle sevke çalışıyoruz. Bu mücadele öyle bugün yarın değil, belki beş, on ve hatta elli sene sonra neticesini verecektir. Bundan dolayı da buna hayal diyenler bulunuyor. Fakat biz bu işe biz görelim diye sarılmıyoruz. Yegâne düşüncemiz, bu hareketi esaslı ve hükûmetlerin siyasetleriyle değişmeyecek ve herhalde hedefe vâsıl oluncaya kadar dayanacak sağlam bir teşkilata bağlamaktır. Biz geçici ve muvakkati muvaffakiyetlerle kendimizi avutmak istemiyoruz. Böyle parlayıp sönen yalaza yerine, İslâm Âlemi üzerine kurulmuş İngiltere, Fransa…ilh. gibi devletlerin tahakküm kaşânelerini eni konu çökertecek bir beslenmiş ve daimi ateş yakmak istiyoruz. İşte birçoklarının hayal sandığını biz hakikat görüyoruz ve iman ediyoruz. Akideleri uğrunda hakiki bir imanla çalışan kırk sahabe nasıl elli senede Türk’e, Arab’a, Acem’e milliyetlerini gönül rızasıyla bir iman uğrunda feda ettirecek harikalar göstererek, dört yüz milyon halkı necata doğru götürdülerse, biz de şimdi bu dört yüz milyon Müslümânın kendini bilmesini ve kurtarmasını istiyoruz. Kendimizi hürriyete sevk ederken, aklımızdan başkalarını esir etmek geçmez.

Bunun için bu halkın bâhusus gençlerin bilgi ve iman silahıyla silahlanmasını ve boynundaki esaret zincirini silkip atmasını istiyoruz.

İşte bütün bu imanla sarıldığımız iş hakikaten bugün kendisine verdiğimiz Türkiye ismi derecesinde yalnız kalmış olan Osmanlı Türklerine böylece yalnız dua ile değil, fakat topu, tüfeği, aklı, zekası ile yardım edecek ve ona yük olmayacak bütün bir âlem hazırlamak istiyoruz. Tabii haricden bunu isterken Türkiye’ye de, şimdiye kadar İslâm’ın ve Şark ezilenlerinin pişdârında (öncülüğünde) bulunmuş ve bu âlemi milyonlarca evladını feda ederek korumuş olan Anadolu Türkleri’ne de kendilerini mesûd edecek ve hakikaten o kahramanları artık şahıslar veya mahud eşhas elinde oyuncak olmaktan kurtaracak ve kendi işlerini kendileri görecek, ve kurtulacak diğer Müslüman âleminde nümûne olacak bir idare elde ettirmeyi hedef edinmişizdir.

Bunda hiç bir an’ane veya fırka mevdesi yoktur. Bizim istediğimiz halkın kendi kendisini idaresine, halkın hâkimiyetine gitmemizdir.

Fakat buna giderken zaten kırıla kırıla bir avuç halktan ibaret kalmış olan Anadolu’nun daha ziyade boşalmaması için halkın mânasız incitilmemesi gözetilecektir. Biz istiyoruz ki, artık bir hükûmet ordusu bir esir Anadolu halkını işletmesin ve halk da kendisini köle farz ederek her yapılana boyun eğmesin ve her işi hükûmetten beklemesin. Bu köklü esaretten hakikaten kurtulsun. Bunun için de halkı idare edecek kendisi olsun, idare makinesine koşulacaklar gitsin kendisini halka beğendirsin, onunla anlaşsın, koklaşsın, onun derdini dileğini bilsin, öylece işe koyulsun. Yoksa eğer Anadolu’nun nurlu dediğimiz aklı erenleri bu hakikati tanımamak ister ve halkı topla, tüfekle kendine râm etmeyi düşünürse hem kendisine ve hem de Anadolu halkına yazık eder. Sonra o esir gibi idareye alıştırdığı Türklerle birlikte, emperyalizm arabasına bir daha kurtulmamak üzere koşulmuş kalır. İşte buna mâni olmak ve Türkiye’de de diğer İslâm memleketlerinde istediğimiz gibi yalnız umûmun nef’ine (faydasına) çalışmakta haris (hırslı) olan ve şahsı nâmına yalnız bir kurtarmak ve umûma fâideli olmak akidesinden başka bir şey gözlemez bir gençlik görmek ve yetiştirmek isteriz.

Biz komünist değiliz. Fakat her halde halkı mezara birlikte götüremeyeceği zenginlik hırsına sevk edecek ihtikâr (mal stoklama) aleyhindeyiz ve aynı zamanda geri bırakacağı evladını tembelliğe sevkten başka bir şeye yaramayan mal yığmak hevesine mâni olacak ve çalışanların yaşadıkça rahat yaşamalarını temin edecek usullerin vaz’ı (konulması) taraftarıyız. Hülâsa; biz maarifde, refahda, terakkide, işleten bir ekalliyetin (azınlığın) değil, işleyici olan halkın düşünülmesini esas biliriz. Bunun için de Halk Şûralar Fırkası programının Anadolu’da tatbiki ile tecrübesine, bir hürriyet-i hakikiye taraftarız ve o kanaatteyiz ki, bu suretle halkı zorlamaya hâcet kalmadan, umûmi bir refah temini mümkündür. Tekrar ediyorum, ben ve arkadaşlarım, herhalde bu hedefe doğru giderken ne post kavgası, ne de başka bir emel peşindeyiz. Biz öyle istiyoruz ki, iyi iş, iyi iş diye yapılmalı ve bundan dolayı nas’dan (insanlardan) değil, hatta Cenâb-ı Vâhib-ül Atayâdan (İhsanlar bağışlayan Cenâb-ı Allah’dan) bile mukabilinde dünyevi bir ivaz (karşılık) beklenmemelidir. Bizim için hedefe yaklaştığımızı anlamanın vereceği hazz-ı mânevi her şeye fâik ve çalışmaya devam için kâfidir. Cenâb-ı Hâk hepimize hakka matuf gayretlerimizde yardımcı olsun.

Not: Mektup metni, Selçuk Gürsoy tarafından yazılan ve 2007 yılında Salyangoz Yayınları tarafından yayımlanan “Enver Paşa’nın Sürgünü: İhtilalci İslam Birliği ve Livâ el-İslam Dergisi” kitabının 176-180 sayfasından alınmıştır.)

Kaynak: http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/881/bugun-yasananlari-anlamak-icin-enver-pasanin-mektubu.aspx


En son Ekim tarafından Çrş Oca 06, 2010 1:28 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ksm 09, 2009 1:02 am    Mesaj konusu: Sarıkamış'ın bilinmeyen deniz şehitleri Alıntıyla Cevap Gönder

'Yeni Osmanlılık', aslında Teşkilat-ı Mahsusa'nın projesiydi
29/11/2009
AVNİ ÖZGÜREL


Talat Paşa (solda, önde) Teşkilat-ı Mahsusa’nın yurtdışı çalışmalarının lideriydi. Mustafa Kemal, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından ‘halı tüccarı’ kimliğiyle direniş örgütlemek için Trablusgarp’a yani Libya’ya gönderilmişti

Türkiye’de ama daha ziyade yurtdışında yayımlanan kimi yorumlarda Ankara’nın izlediği yeni siyasetin ‘Osmanlı’yı ihya’ amacı taşıdığı ifade ediliyor... Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na gelmesini takiben bu istikamette değerlendirmeler çoğalmaya başladı. ABD’nin Irak’ta ve Afganistan’da adı konmamış yenilgilerinin ardından Türkiye’yi devreye sokma niyetinin açığa çıkışı, Filistin’de özellikle Gazze’de yaşanan insanlık trajedisine Tayyip Erdoğan’ın gösterdiği sert tepkiyle İslam dünyasında Erdoğan’ın şahsında Türkiye’ye duyulan sempatinin artması bu yorumlara giderek daha bir inandırıcılık kazandırmaya başladı.
Tabii buna Ahmet Davutoğlu’nun siyasi kimliği dışında entelektüel olarak İslam coğrafyasının dinamiklerine hâkimiyetini; yanı sıra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Orta Asya Türk cumhuriyetlerini başlangıçta hayli gevşek olsa da tarihsel derinlik temelinde siyasi bir çatı altında örgütleme yolunda sarf ettiği çaba ve kat ettiği
mesafeyi de eklemek gerek.
Söz konusu tablonun Osmanlı’yı ihya arzusu olarak değerlendirilmesinin akli bir yanı olmadığını herkes biliyor. Ancak, gerek Ortadoğu’da gerekse Kafkaslarda ve Balkanlarda hissiyat olarak Osmanlılık duygusunun
canlanması söz konusu olduğunda böyle ifade etmese de bu fikrin Ankara’yı heyecanlandırmadığı da söylenemez.

Kurucusu bilinmiyor
Teşkilat-ı Mahsusa örgüt olarak 1913 senesinde sahneye çıktı. Yani 1. Dünya Savaşı öncesinde. Dolayısıyla imparatorluğun harpte uğradığı yenilgiler üzerine direniş örgütlemek, istihbarat toplamak amacıyla kurulmuş bir teşkilat olduğu söylenemez. Mücadele sürecinde direniş de örgütledi; istihbarat da topladı ama esas kuruluş gayesi imparatorluğun fiilen hâkimiyetini kaybettiği topraklarda kontrollu çözülmesini sağlamak, İngiliz Milletler Topluluğu’na benzer biraz daha güçlendirilmişi- bir siyasi çatı oluşturmaktı.
Teşkilatı Mahsusa’nın düşünce planında İttihat Terakki’nin parti programında yer alan Panislamizm’den, Ziya Gökalp’in Türkçülük idealinden etkilenildiği su götürmezse de kimi yorumcular bu istikamette faaliyet gösterecek gizli bir örgüt teşkili fikrinin hakiki sahibinin 2. Abdülhamid olduğu kanısında. Abdülhamid’in İslam coğrafyasını yakından tanıyan İngiliz İstihbaratı’yla da münasebeti bulunan Macar tarihçi Armin Vanbery’le yaptığı görüşmeler, Macaristan’da toplanan ilk Turan Kongresi’ne gözlemci göndermesi ve orada seçilen idare heyetini İstanbul’da kabulünde yaptığı cesaretlendirici konuşma bu tür bir tahlile delil olmasa da ilham vermiyor değil. İttihat Terakki’nin İslamcı ve Türkçü bir politika belirlemesi, Talat Paşa’nın 1910 yılında Selanik’te yapılan gizli bir toplantıda Müslümanlarla gayri müslimlerin eşit olmadığını söylemesi ve Balkan Harbi sonunda gayrı müslimlerin Osmanlı’dan ayrılmasıyla başladı.
İttihatçılar 2. Abdülhamid’i tahttan indirdikten sonra onun İslamcı- Türkçü hayallerini benimsediler. Abdülhamid döneminde İttihad-ı İslam hareketi, fikri ve şahsi gayretlerin ötesine geçebilmiş değildi. Oysa bir hareketin ‘Pan’ niteliğini kazanabilmesi için bir örgüt ve onun siyasi hedefinin olması gerekiyordu. Abdülhamid’in dünyanın dört bir yanına gönderdiği misyonerlerin Osmanlı Devleti çatısı altında bir teşkilatları yoktu. Bunlar padişaha bağlı görev yapan gönüllü kimselerdi. İttihatçılar ise, emperyalistlere karşı ciddi bir mücadele verebilmek,
bütün İslam dünyasını harekete geçirmenin ancak kurulacak ciddi bir örgütlenmeyle mümkün olduğunu kavramışlardı.
Ve İttihat Terakki kurmaylarına göre bu örgüt, gizli bir örgüt olmalıydı.

Enver Paşa’nın rolü
Teşkilat-ı Mahusa kurucusu kim, sorusunun bilinen klasik cevabı elbette Enver Paşa!.. Enver Paşa bu projenin devlet katında kabul görmesini sağlayan teşkilatı yetkilendiren ve finans kaynaklarını temin eden kişiydi şüphesiz. Eşref Sencer Kuşçubaşı ya da Süleyman Askeri Bey de varlıkları bilinen kişiler. Ancak Teşkilatı Mahsusa’nın gerçek liderinin kimliği hiçbir zaman tam olarak açıklığa kavuşmadı, hep gizli kaldı. Bir iddiaya göre Atatürk’ün emriyle koruma altına alınan bu kişinin aile ismi değiştirildi ve İstanbul dışına muhtemelen Sakarya/ Sapanca çevresine nakledildi. Sonraki yıllarda ailenin erkek çocuklarının bir kısmı MİT bünyesinde görevlendirilirken diğer bir kısmı teşkilatın koruması altında farklı alanlarda çalıştılar.
Araştırmalar Teşkilat-ı Mahsusa’nın Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan geniş coğrafyada 50’ye yakın bağımsız devlet yapılanması planladığını gösteriyor. Örgütün lider kadrosunda görev almış kişilerden biri olan ve Teşkilat-ı Mahsusa konusunda şimdiye kadar yapılmış tek akademik çalışmanın sahibi Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Philip Stoddard’la görüşmesinde örgütün amacını şöyle ifade ediyor:
‘Gaye, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizme, vasıl olmaktı. Diğer
taraftan da Türkleri siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktı...’
Böylesi bir yapılanma Hindistan’da Hint Müslümanları’nı ayaklandırmaktan başlayarak batıya doğru İngiltere’yi Afganistan’da, Fransa’yı, Suriye’de ve Lübnan’da, İtalya’yı Trablus- Garb’ta köşeye sıkıştırmayı hedeflemişti.

30 bin kişilik kadro
Teşkilat-ı Mahsusa bir dönem Osmanlı hakimiyetinde olan toprakların İstanbul’la siyasi bağını sürdürmenin imkânsız denecek derecede zor olduğunun farkındaydı. Örneğin Kuzey Afrika’da Trablusgarb, Mısır, Çad, Habeşistan ve Sudan’da yeni devletler kurulması kaçınılmazdı. Örgüt bu devletlerin Batı’nın sömürgeci güçlerinin yönlendirmesinden kurtulup gerçek manada bağımsız devletler olması için çalışacaktı. Nitekim öyle de oldu. Son dönemde her meslekten sayıca 30 bini bulan kadrosuyla imparatorluğun en iri yapılarından biri olmuştu Teşkilat-ı Mahsusa.
Örgüt Şeyh Ahmed El Sunusi’yi Trablusgarp’tan bir denizaltıyla İstanbul’a kaçırmayı başarmış, Enver Paşa’nın yönetiminde Türkistan Seferi’ni planlamış, Afganistan’da hedeflenen siyasi yapının kurulması için Kabil’e Cemal Paşa’yı göndermişti. Bunlar örgütün hareket kabiliyetini göstermesi bakımından önemliydi. Anadolu-İran-Hindistan çizgisinde mezhep ayrılıklarına karşı politika oluşturmak üzere özel bir çalışma başlatan Teşkilat-ı Mahsusa, bir taraftan Rusça dahil beş yabancı dil bilen entelektüel birikimiyle İttihatçılar arasında temayüz etmiş olan Baha Said Bey’in sorumluluğunda sosyolojik araştırmalar yaptırırken diğer taraftan Hindistan’a Sünni imamlar gönderilmek suretiyle, Kara Vasıf’ın başkanlığında İslam İhtilal Komitesi oluşturulmuştu. Aynı şekilde Hicaz şeyhlerinin çocuklarının özel olarak eğitilmesi maksadıyla Galatasaray Lisesi’ne getirilmesini sağlayan örgüt yanı sıra Mısır’dan bir grup din adamının Muğla’da bir çiftlikte misafir edilmesini organize etmişti.
Terakki’nin bir yandan Teşkilat-ı Mahsusa gibi faaliyet alanı alabildiğine geniş bir istihbarat örgütü kurarken, öte yandan İslam dünyasında İttihat-ı İslam fikrinin oluşması için eğitim ve yayın faaliyetlerine yöneldiği de biliniyor. M. Ali Eren’in makalesinde yer verdiği bilgiye göre Doç. Dr. Zekeriya Kurşun’un arşivde bulunan belgelerde İttihatçılar’ın, Teşkilat-ı Mahsusa’ya paralel bir sivil örgüt kurduğu bilgisi mevcut. Cemiyeti Hayriye-i İslamiye adıyla oluşturulan bu sivil toplum örgütünün Medine’de bir İslam Üniversitesi kurduğu ifade ediliyor. Son olarak kaydedilmesi gereken bir husus da şu: Ankara’da Genelkurmay’ın Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi’nde Teşkilat-ı Mahsusa faaliyetine ilişkin onbinlerce belge var ve incelemeye açılacağı günü bekliyor.

Radikal


Sarıkamış'ın bilinmeyen deniz şehitlerine anıt

08 Kasım 2009 Zonguldak'ın Ereğli ilçesinde, Sarıkamış Harekatı'nı desteklemek üzere Trabzon'a giderken Rus gemilerince batırılan 3 Türk gemisinin şehit mürettebatı ve askerleri anısına yapılan anıt törenle açıldı.
Sarıkamış Harekatı'nı desteklemek üzere intikal halindeyken Ereğli açıklarında 7 Kasım 1914'te Rus gemilerince batırılan Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer ve Mithat Paşa gemilerinin şehitleri anısına Karadeniz Bölge Komutanlığı koordinesinde Ereğli Belediyesince sahil bandına dikilen "Sarıkamış Deniz Şehitleri Anıtı"nın açılışı törenle gerçekleştirildi.
Karadeniz Bölge Komutanlığında görevli Binbaşı Özgür Erken, yaptığı konuşmada, Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'na girmesinin ardından Rusların, Türk donanmasının enerji ihtiyacının temeli olan Zonguldak'ı da tahribata uğratmayı amaçladığını söyledi.
Ruslar'ın 10 savaş gemisinden oluşan donanmasının, planlanan şekilde 6 Kasım 1914'de Zonguldak ve Ereğli'de liman, iskele ve kömür ocaklarını 3 saat boyunca bombardımana tuttuğunu anlatan Erken, şöyle dedi:
"Tam bu sırada İstanbul yönünden Trabzon'a intikaldeyken Ereğli açıklarına ulaşan Osmanlı Devleti'nin Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer ve Mithat Paşa isimli nakliye gemileri Rus donanmasına yakalanmış ve 7 Kasım 1914 günü batırılmıştır. Gemilerin batırılması sonucu çok sayıda şehit verilmiş, hayatta kalanlar ise Rus savaş gemileri tarafından denizden toplanarak esir alınmış ve Rusya'ya götürülmüştür."
Karadeniz Bölge Komutanlığı koordinesinde, Ereğli Belediyesince yaptırılan "Sarıkamış Deniz Şehitleri Anıtı"nın binlerce isimsiz kahraman ın anısını yaşatmanın yanı sıra gelecek nesillere atalarının kahramanl ık destanını aktaracağını anlatan Binbaşı Erken, şöyle dedi:
"Bu anıt geçmişimize sahip çıkmamız yanında, tarihten almamız gereken derslerin de bulunduğunun bir göstergesidir. Bu anıt geçmişi bilmeyenlerin, geleceği de yönlendiremeyeceği gerçeğinin ifadesidir. Anıtın açılışının ş ehitlerimizi ebedi yolculuğu uğurladığımız 7 Kasım tarihinde yapılması, bizim için çok anlamlı ve onur vericidir. Sarıkamış Harekatı'nın deniz cephesini oluşturan bu olaydaki şehitlerimizi ve daha sonra ebediyete intikal eden gazilerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz."
Ereğli Belediye Başkanı Halil Posbıyık, 3 yıldır gemilerin battırıldığı alana askeri gemi ile gidilip denize çelenk bırakıldığını hatırlatarak, "Yaşanan olayın Ereğli'de simgelenmesi gerektiği ifade edildi. Biz de Karadeniz Bölge Komutanlığı'nın verdiği projeler noktasında bu anıtı yaptırdık" dedi.
Olayı 3 yıllık uzun bir çalışma sonrası ortaya çıkaran ve anma törenlerinin yapılmasına vesile olan İstanbul Memorial Hastanesi Kalp Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı ve Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez de anıtı "olağanüstü" olarak değerlendirerek, yapımında eme ği geçenlere teşekkür ettiğini kaydetti.
Anıt, Kuzey Deniz Saha Komutanı Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu, Zonguldak Vali Yardımcısı Ekrem Aylanç, Ereğli Kaymakamı Osman Ekşi, Karadeniz Bölge Komutanı Tuğamiral Doğan Bozkurt ve Ereğli Belediye Başkanı Posbıyık taraf ından açıldı.
Anma etkinliklerinin, Ereğli Limanı'ndan askeri gemiyle yaklaşık 9 mil açıktaki batık alanına çelenk bırakılmasıyla devam edeceği bildirildi.
Ereğli Belediyesinin derlediği bilgilere göre, 3 geminin batırıldığı olay şöyle gerçekleşti:
"Harbiye Nazırı ve Erkanı Harbiye Umumiye Reisi Enver Paşa, yaklaşan kara kışı hesaba katmadan Ruslar ile savaşmak için Kafkas Cephesi'ne 100 binden fazla asker gönderme kararı aldı. Askerler gönderildikten sonra kış bastırdı. Üniformaları hava şartlarına uygun olmayan askerler daha savaş başlamadan Sarıkamış'ta şehit düşüyorlardı. Enver Paşa verdiği kararın nelere mal olacağını fark etti. Sarıkamış'taki askerlere kışlık üniforma ve erzak göndermek için 3 yük gemisi hazırlattı.
Enver Paşa'nın planına göre içlerinde 3 bin asker, 3 keşif uçağı, Kafkasya'daki Türkleri örgütleyerek Rusya'ya karşı isyan çıkarmak amacıyla eğitilmiş ajanlar, cephedeki askere dağıtılacak kışlık kıyafet ve erzak bulunan Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer, Mithat Paşa isimli sivil 3 dev yük gemisi İstanbul'dan yola çıkarak Karadeniz üzerinden Trabzon Limanı'na ulaşacaktı. Gemilerle Trabzon Limanı'na varan askerler, ajanlar ve malzemeler kara yolu ile çok hızlı bir biçimde Erzurum'a, oradan da Sarıkamış'a ulaşacaktı.
Donanmanın kuralları gereği askeri personel taşıyan yük gemilerine olası düşman saldırısına karşı mutlaka bir, hatta birkaç savaş gemisi eşlik ederdi. Ancak, Enver Paşa'nın ani kararıyla 6 Kasım 1914'te İstanbul Boğazı'ndan demir alan bu 3 kuru yük gemisine hiçbir savaş gemisi koruma yapmıyordu. Söz konusu 3 gemi Zonguldak açıklarına geldiklerinde karşılarında dev gibi Rus Savaş gemilerini buldu. Ruslar, Zonguldak'taki kömür madenlerini bombalamış, üslerine dönüyorlardı. Ereğli açıklarında bu gemilere ateş açıldı. 7 Kasım 1914'te 3 yük gemimiz içindeki 3 bin asker ve Sarıkamış'a götürülen malzemelerle birlikte çok kısa süre içinde denize gömüldü."

netgazete

Murat Bardakçı
mbardakci@htgazete.com.tr
Tacikistan'daki yapayalnız mezar
06 Ağustos 2010

Bugün bu köşede gördüğünüz fotoğraf, 1996 Ağustos'unda Tacikistan'da, Pamir Dağları'ndaki Çegan Tepesi'nde çekildi...
Resimdeki sivillerin bazıları askerdi...
Tacikistan'a bir mezar nakli için, devlet tarafından gönderilmişlerdi: Enver Paşa'nın mezarını getireceklerdi...
Fotoğraf, mezarın kemiklerin nakledilmesi maksadıyla açılmasından hemen önce edilen dua sırasında çekildi. Karenin sağ alt tarafındaki tümsekte, Enver Paşa'nın mezarını görüyorsunuz.
Hayata 1922'nin 4 Ağustos'unda, bir Kurban Bayramı sabahı Sovyet mermileriyle veda eden Enver Paşa'nın cenazesi, vefatından tam 75 sene sonra, Türkiye'ye getirildi ve 1996'nın 5 Ağustos günü zamanın cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in de katıldığı bir devlet töreniyle İstanbul'da, Hürriyet Tepesi'nde toprağa verildi.
Önceki gün, Paşa'nın katledilmesinin 88. yıldönümü idi ve imparatorluğun son döneminin en önemli ve en etkili isminden bugün bu sebeple bahsetmek istedim.

KİTAPLARDAKİ ARTIŞ
Dikkat ederseniz, son senelerde, özellikle de son üç yıl içerisinde Enver Paşa'yı konu alan kitapların sayısında geçmişe oranla çok büyük bir artış olduğunu görürsünüz.
Bu kitapların ortak bir özellikleri vardır: Hiçbirinde maalesef yeni birşey söylenmemiş ve tamamı Şevket Süreyya Aydemir'in konusunda hâlâ tek kaynak olan üç ciltlik eserinden makaslanmışlardır. Üstelik, asırlardır kurtulamadığımız "ya ifrat ya tefrit" âdetimiz Enver Paşa meselesine de hâkim olmuş, Paşa hiçbir alâkası bulunmadığı halde ya "Büyük Türkçü" veya "Turancı" yapılmış, yahut imparatorluğun son senelerinde yaşanan bütün musibetlerin tek sorumlusu gösterilmiştir.
İşin unutulan tarafı, Enver Paşa'nın da bir insan olduğu, her fânî gibi hatalarının ve sevaplarının bulunduğu ama aldığı kararların neticesinde gelinen noktada hiçbir kasdının aranmaması gerektiğidir. Son dönem tarihimizin bu çok önemli ismi, hatalarıyla yahut sevaplarıyla artık tarihe mâlolmuştur ve doğrularıyla da, yanlışları ile de bize aittir.

EN BÜYÜK BAĞIŞ
Paşa, devrinin geleneklerine uyarak hayatı boyunca hiç durmadan yazmış, günlükler tutmuş, altında imzasının bulunduğu önemli resmî belgelerin neredeyse tamamının kopyalarını saklamıştı. Büyük bir aşkla bağlı olduğu hanımı Naciye Sultan'a, Türkistan'da bulunduğu günlerde hemen her gün gönderdiği mektuplarında oralardaki faaliyetini bütün detaylarıyla anlatıyordu. Bu geniş arşiv çok büyük bir şans eseri olarak dağılmadı, ailesi tarafından mükemmel şekilde muhafaza edildi ve Paşa'nın çocuklarının ardarda vefatından sonra Ankara'nın önde gelen işadamlarından olan torunu ve aziz dostum Osman Mayatepek'te toplandı, Osman Bey de, evrakın tamamını yayınlamam için bana devretti.
Yakın bir gelecekte, Enver Paşa hakkında bütün bu belgelere dayanarak oldukça hacimli yeni bir biyografi yayınlayacağım. Paşa'nın torunu Osman Mayatepek de, kitabın çıkmasından sonra, dedesinin arşivinin yanısıra özel eşyalarını, hattâ silâhlarını Askerî Müze'ye bağışlayacak.
Son dönemin müzecilik bakımından en zengin hibelerinden biri olacak olan bu bağışın haberini şimdiden vermek istedim.
habertürk

Yusuf Ergen
Osmanlı İçi-Osmanlı Dışı ve Enver Paşa’nın Ortadoğu gezisi
13 Şubat 2011



Türkiye’nin dış politikasının en önemli avantajı ve dezavantajı tarihsel gerçekliği ve bölgesel konumudur. Türkiye’nin imparatorluk bakiyesinin çekirdeği olması Türkiye’yi yüzünü nereye dönerse dönsün bu iki çıpayla karşı karşıya getirmektedir. Bu çıpalar bir nevi Türkiye’nin kaderidir(manifest destiny). Dış politika yapıcıları çoğu zaman Türkiye’nin manifest destiny’sini göz ardı ederek, yerine göre idealist, çoğu zaman pragmatist davranabilmektedir. Ancak Türkiye hinterlandının realistliğe yer olmadığını söylemek gerekir. Realistliğe yer olmadığının en somut örneğini özellikle bir galat-ı nüvis haline gelen Tunus-Mısır Olayları yeniden gündeme getirmiştir. ‘Tunus-Mısır Olayları’ artık kavramsallaştırılmıştır ve üzerine onlarca şey söylenebilir ve de kurgulanabilir hale gelmiştir. Ancak bir türlü Ortadoğu’nun kendisi gibi, Ortadoğu konusunda doğru tespit yapılamaz duruma gelinmiştir.

İşte Türkiye’nin dış politikası da çoğu zaman buna benzer galat-ı nüvislerle anlamlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunların en fazlası Ortadoğu’ya yönelik ilişkiler için kullanılmaktadır. Türkiye’nin ‘modelliği’, ‘köprü’ olması, ‘koridor’ ülke olması bu çerçevede değerlendirilebilir. Irak’ın bütünlüğünü savunmak ne derece pragmatik bir yaklaşımsa(kuşkusuz bunda herkes mutabıktır ama yinede pragmatik bir yaklaşımdır), hele de Türkiye’nin dış politikası kapsamında Ortadoğu’yu anlamak ve anlamlandırmak o derece galatlara matuftur.

Türkiye’nin dış politikasında böylesine karmaşık bir duruma yol açan, retorikten bir türlü pratiğe geçilememesinin nedenini, Osmanlı bakiyesi olmasında bulabiliriz. Asıl mesele yıkıldıktan sonra bünyesinden 60’ı aşkın devlet çıkaran bir yapının dış politikası neye tekabül etmektedir? Sorusuna verilecek cevaptır. I.Dünya Savaşı’ndan sonra böylesine devasa bir yapıyı kontrol etmesini istemeyen, devam edemeyeceğini anlayan, minimalist bir anlayışın son sığınağı ulus-devletimiz daha yeni yeni mütekabiliyet noktalarını el yordamıyla aramaktadır. Ne Neo-Osmanlıcılık, ne Pax-Ottomana vizyonları bu soruya mütekabil değildir. Kosova’dan Arnavutluğa, Azerbaycan’dan Gürcistan’a, Irak’tan İsrail’e, Yemen’den Katar’a, Eritre’den Sudan’a uzanan ulus devlet dış politikasıyla, Osmanlı mülkü olan bu yerlere aynı politikalarla yaklaşılması mümkün müdür?

Demek istediğimiz, Türkiye dış politika yaparken vizyon karmaşası yaşamaktadır. Türkiye dış politika yaparken, yapmaya çalışırken, Osmanlı sınırları içerisindeki mülklere ulus-devlet dış politikası yaklaşımıyla, idealist konjonktür romantizmi sergilemektedir. Bu nedenle Osmanlı İçi ile Osmanlı Dışı’nı karıştırmaktadır. Türkiye Osmanlı Dışı alanda reel politika güderken- en azından yaklaşımları dünya konjonktürüne uygundur- Osmanlı İçi’ne memaliki Osmanlı diyerek duygusal karışıklığa gitmektedir.

Ne Değişti?

Tarihçi olmadan, tarihle alakalı yazmak oldukça güçtür. Bunu aşmak güç olsa da tarihe ne sorarsanız onun yanıtını alırsınız sözüne sığınarak oluşan konjontürde en azından Osmanlı romantizmini anlamlandırmaya çalışmalıyız. Bu durumda tarihe önemli bir soru sormak gerekir. Böylece bir önceki ‘Enver Paşa’da Lübnan’a Gitmişti’ başlıklı yazımızda da tamamlanmış oluruz.

Darbe Planlarının ne kadar kirli olduğu vurgusu yaparak, öncelikle belirtmek gerekir ki; Enver Paşa’nın Ortadoğu seyahatini vurgulamak basit bir anakronizm olarak algılanmamalı. Hele ki hâlihazırda devam eden Balyoz Planı davasının, 28 Şubat tarihi öncesinde böylesine hararetlendiği bir dönemde Enver Paşa meselesinin, cuntacılığın dayandırıldığı bir İttihatçı zihniyet ve de 1915 Olaylarının müsebbibi galatlarına boğulmamalı. Demek istediğimiz bu kadronun(Talat-Enver-Cemal) ne demek istediğine, ne yapmak istediklerine en azından bakmak gerekir.

Akçura’nın ‘Üç Tarzı Siyaset’ yaklaşımı bir tarafa konulduğunda, Enver-Talat-Cemal üçlüsü Osmanlı’nın ilk doktrin vazedip eyleme geçtiği kadrolarıdır. Özellikle Talat Paşa’nın günlüklerinde bir tavır bir vizyon ortaya koyduğunu görmekteyiz. Enver Paşa’nın ise Talat Paşa’nın ortaya koyduğu sivil örgütlenmeye dönük vizyon çerçevesinde, Enver Paşa’nın askeri kanat olarak eylem adamı olduğunu yaptıkları ve yaşantısıyla ortaya koymuştur. Talat Paşa günlüklerinde Batı’nın asırlardan beri Osmanlı’ya karşı ‘riyakar siyaset’ izlediğini ve özellikle Batı’nın Osmanlı memleketine istediği şekli verebilmek için ortaya koyduğu haksız ve yalan ithamlara cevap vermenin mücadelesini vermiştir. Talat Paşa bu riyakar siyasetin özellikle Ortadoğu özelinde olduğunu vurgulamaktadır.

Bunu Talat Paşa’nın şu ifadelerinde görebiliriz; “Batı, Şark meselesini insani ve Hristiyani değil sırf garaz ve menfaat meselesi olarak algılamaktadır ve devleti aliye içinde vuku bulan müdahaleleri bir zaaf olarak görmektedir. Bu nedenle Devleti aliyenin Ortadoğu başta olmak üzere İslam yoğunluklu bölgelerde dâhil olmak üzere bütün tebaasını iyi yönettiğini iddia etmek büyük bir cesaret olduğu düşüncesindedir. Yalnız bu ehliyetsizliği sırf Türklere isnat etmek doğru değildir. Rusların Yahudilere, Müslümanlara ve hatta Çarlık istibdadına karşı muhalefet etmek tasavvurunda bulunan Hristiyan ahalisine karşı yaptığı mezalim, insanlık vicdanını sızlattığı halde, insaniyetperver olan Avrupa siyaseti bundan bahse bile cesaret edememişlerdi. Çünkü ufak bir şikâyetin Rusya için harp vesilesi olacağını pekâlâ biliyorlar ve sessiz kalıyorlardı. Hürriyetin beşiği olan İnsan Hakları Beyannamesi’ni yayımlayan Fransa, zalim, müstebit Çarlığa hiçbir yardımı esirgemedi. Hatta 1871 muharebesi’nden sonra bu müstebit devlet ile ittifak yaptı. O, Almanya’ya karşı yalnız kuvvetli bir Rusya istiyordu. Çarlığa zulmü şiddetlendirmek için yardım ediyor, Türkiye ıslahat teşebbüslerine de Rusya tarafından engeller icat edildikçe sessiz kalınıyordu.”

Talat Paşa’nın bu ifadelerini tekrar tekrar okurken, halihazırda son bir aydır cerayan eden Ortadoğu hareketlenmesinde ister istemez değişen pek fazla bir şey olmadığını vurgulamak gerekiyor. Özellikle Tunus Olaylarından sonra İngiliz medyasının tüm haber ve yorum kodlamalarında, Ortadoğu tanımlaması yerine, ‘Arap Dünyası’nda hareketlenme, Arap dünyasının değişimi, Arap dünyasının kaderi” şeklinde yaklaşımlarının bir anlamı olması gerek. Nasıl ki, Talat Paşa İslamlar ve Ortadoğu özeli vurgusu yapıyorsa, bu bir nevi İngilizlerin kodladığı o döneme ait siyaset kodlarının bir nüansını ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Yine o dönemde Batı, Türkiye’ye bir taraftan ıslahat baskısı yaparken, diğer taraftan hükümetler yönetiminde bulunan milletleri isyana teşvik etmektedir. Böylece müdahale ve himaye yoluyla siyasi bağımsızlık ve kapitalüsyonlarla da ekonomik bağımlılık amacını gütmektedirler. Milletlere yaklaşım bu şekildeyken, Kırım Savaşı’ndan sonra hayli borçlanan Saray’ın ellerini kollarını bağlayan İngiltere sırf siyasi menfaatlarının güdüsüyle, Devlet-i Aliye’nin Rusya tarafından istilasına mani olmuştur. Aynı zamanda Duyun-u Umimiye ile ülkenin tüm envanterini çıkaran İngiltere 12.000 Altın borcuyla Osmanlı’nın neredeyse tüm iplerini eline almış durumdaydı.

Almanya’nın gaye-i hayali İngiltere’den farklı değildir. Almanya’nın askeri ve ticaret alanında hayli güçlenmesi, Bismarck tarafından Üçlü İttifak’ın(Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya) teşkili ve özellikle Alman deniz kuvvetlerinin günden güne güçlenerek İngiltere’nin büyük filosu ile rekabet eder hale gelmesi İngilizleri dahi sevmedikleri Çarlık hükümeti ile işbirliğine zorlamıştır. İşte o günden itibaren Devleti Aliye, menfaat gereği bile olsa artık Avrupa’da hiçbir devlet tarafından destek bulamaz hale gelmiştir.

Böylece her iki gücün; Almanya ve İngiltere’nin Şark Meselesi’ni kendi hesabına yontukları gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Bu ahval ve şeraitte Babıali’nin yapabileceği tek şey vardı; varlığını devam ettirebilmek için bu ittifakların rekabetinden istifade etmekti. Ancak, içerde cereyan eden reform baskısında, Devlet-i Aliye’nin dışarıda güttüğü denge ve rekabet politikası, giderek kendi aleyhine bozuluyordu.

Bir çıkış yolu olarak görünen 1908’de Jön Türkler tarafından Meşrutiyet ilanında Türkiye’nin Batı’ya karşı siyasi durumu bu şekildeydi. Ancak Meşrutiyet’in ilanı beklendiği gibi olmadı, Meşrutiyet iç siyasette pek çok karmaşaya neden oldu. Çünkü Abdulhamit’in ittifaklara karşı yürüttüğü denge ve rekabet politikalarının içerdeki yansıması beklenildiği gibi gitmedi. Bu politikalar içerde; Saray’da ve vilayetlerde özel bir sınıfın oluşmasına neden olmuştu. Bu yeni aristokrat sınıf, Saray’dan menfaat talep eden her kesimi cesaretlendirmiştir. Örneğin Patrikhane, imtiyazlara ek olarak askerlik muafiyetiyle manevi bir bağımsızlığı elde etmiş oldular, Rumlar ticarette yeni bir burjuva sınıfı oluşturdu. Bulgarlar ve Ermeniler Abdulhamit’in baskısını öne sürerek Avrupa’nın duruma müdahale etmesini ve daha ötesi bağımsızlık talep eder hale geldiler. Saray mensubu olarak Kürtler ve Arnavutlar devletin nimetinden azami derecede istifade ediyor ama Saray’ın yüküne iştirak etmeye yanaşmıyorlardı.

Enver Paşa’nın Mücadelesi

İşte bu ahval ve şeraitte Osmanlı Birinci Dünya savaşına mecburen girmiştir. Tanzimat’tan itibaren düşüşe geçen Osmanlı, 1883 Muharrem kararnamesiyle devlet iflas etmiş ve Duyuni Umumiye’den sonra yıkılması an meselesi haline gelmiştir. Enver Paşa’nın verdiği mücadele, artık Osmanlı’nın var olma mücadelesine dönüşmüştür. Bir statüko mücadelesi ya da bir iktidar mücadelesi değildir. Enver Paşa eğer Osmanlı yıkılırsa kaçınılmaz olarak başlayacak olan paylaşım kavgasından çekinmekteydi. Örneğin 1899–1902 tarihleri arasında Güney Afrika’da Almanların desteklediği Hollanda asıllı Boerlerle, İngilizler arasında cereyan eden Tıransval muharebesinden sonra Enver Paşa büyük bir savaşın geleceğini söylemiştir. 1899 Tıransval muharebesinde, Alman desteğine rağmen İngilizler Güney Afrika’nın bir ili olan cumhuriyeti işgal edip sömürgeleştirmişlerdir.

Osmanlı’nın yıkıldığını gören kadroların Devlet-i Aliye’nin sath-ı mailinde örgütlenmeye gitme ihtiyacı işte bu ahval ve şeraitte vuku bulmuştur. Eldeki kadrolarla, Devlet-i Aliye’nin milletleri sınırları dâhilinde tüm imkânlar denenmiş ve yıkılma sonrası durum bile öngörülmüştür. Örneğin geçmiş dönem örgütlenmelerin devamı niteliğinde Teşkilat-ı Mahsusa 1914 senesinde, İslamlar coğrafyası özelinde yine Enver Paşa tarafından kurulmuştur. Ortadoğu’nun geri kalmışlığı teşkilatın hayatını idame ettirme imkânlarına mani olmuştur. Ancak yine de Teşkilat Sn Peterburg’dan, Çin’e, Fas’a, Darfur’a kadar birçok faaliyette bulunmuştur.

Haliyle her ne kadar Enver Paşa Osmanlı’nın var olma mücadelesini vermişse de, bir paylaşım savaşını gördüğünden ve bu paylaşımın Ortadoğu’ya dönük olduğunu anladığından, Arap ülkelerine özel bir önem göstermiştir. Teşkilat’ın faaliyetlerinin de desteğiyle Arap dünyasının hepsi Enver Paşa’yı çok sever. Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde Fas’tan, Mısır’a kadar her Arap ülkesinin temsilcisi bulunuyordu. Enver Paşa’ya Araplar tarafından yazılan onlarca kaside ve methiye vardır. İşte bu nedenlerle, Enver Paşa Çanakkale zaferinin hemen ardından Arap Ortadoğu seyahatine çıkmış ve Ortadoğu seyahatine çıkan ilk Osmanlı Devlet adamı olmuştur. Enver Paşa Lübnan gezisinde ise bir Mehdi olarak karşılanmıştır.
haber10

Enver Paşa'nın öldürülmesi. Trajik bir sonun kısa hikayesi
Selçuk Salih Caydi
27 MAYIS 2011



Enver'in katili Agabekov'un ve çağdaşı diğer kitaplardan derlenmiş kitapta, şimdiye kadar gizli tutulmuş bilgiler yer alıyor. Bunların birincisi kuşkusuz, Enver Paşa'nın ne şekilde öldüğü, öldürüldüğüdür. Resmi tarih ve sonrasında Enver Paşa'nın, herşeyi biçen mitralyözlere karşı atını sürerek öldüğü anlatılır. Bu konuda çizilmiş tek ve iyi çizgi roman 'Corto maltese Sibirya'da' (Hugo Pratt'ın muhteşem eseridir) kitabında da Enver, bu şekilde ölür. Kitapta, birinci elden bilgilerde bazı korkunç ayrıntılar var (Kitabı yayıma hazırlayanlar: Hasan Babacan, Servet Avşar).

Enver Paşa, Bir Kasım 1918 gününün gecesinin ilerleyen saatlerinde, Kuruçeşme'deki evinden çıkarak, Arnavutköy açıklarında ortaya çıkan bir Alman denizaltısına, İttihat ve Terakki önderleriyle birlikte biner. Ertesi gün Odessa limanına iner. O zaman Odessa, henüz Alman işgali altındadır. Arkadaşları Berlin'e giderken o, Orta Asya'da bir ordu kurup, Bakü'yü merkez alan bir Kafkas hükümeti kurmayı planlamaktadır. Savaşın tamamen kaybedilmediğini, ikinci safhasının kazanılacağını ummaktadır (-ki bu umudu doğru çıkmış, savaşın ikinci kısmı, yani kurtuluş Savaşı kazanılmıştır. Ama Enver'in o savaşa komuta etmemesi sayesinde!)

Enver Paşa, uğursuz 1918 yılı bitip 1919 yılının bahar ayları geldiğinde Nisanda, bir Alman uçağıyla Moskova'ya inmeye çalışır. Ama başarılı olamaz. Ama bir ay sonra Mustafa Kemal, Padişah VI. Mehmed'in emriyle 19 kişilik bir grup halinde, Samsun'a doğru yola çıkmıştır.

Bu sırada Doğu Anadolu'da Türk-Ermeni savaşı 1920'de sona ermeden, Enver Moskova'ya erişememiştir. Uçakla ikinci denemesi de başarısız olmuştur. Ancak Türk-Ermeni savaşı sona erip Kızıl Ordu tüm Kafkasya'ya egemen olduktan sonra Moskova'ya ulaşmıştır ve planlarını değiştirmek zorunda kalmıştır.

Enver Paşa, Vladimir İlyiç Lenin'le ve Bolşevik İhtilalinin sevimli çocuğu Radekle, Bolşeviklerin Dışişleri Bakanı Çiçerin'le görüşmüştür. Buradan sonra Enver'in Bolşevik aparatçiklerinden biri haline geldiğini görüyoruz. bir taraftan Asya'daki eski Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarıyla da haberleşip, "İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı" adında devrimci bir teşkilat kuruyor.

Burada, "demokrasi bir tramvaydır" anlayışını görüyoruz. Kısacası, Bolşevikleri kandırıyor. Onlardanmış gibi yapıyor. Üçüncü Enternasyonalin ikinci kongresinde Bakü'de yaptığı konuşma bir harikadır. İngiliz emperyalizmine karşı sert bir tutum alır, ama Almanya'nın yanında savaşa girmek zorunda kaldıklarını söyler -yalandır. Böyle bir zorunluluk yoktur. Konuşması, tam bir zamane devrimcisi konuşmasıdır ve -şahsen benim için- inandırıcı olması mümkün değildir. Ama Bolşevikler ona inanırlar ve ona bir sürü imkan sunarlar. Enver, 1920 Ekiminde Moskova'dan Berlin'e, oradan Roma'ya gider ve Moskova üzerinden Batum'a gelir. Bu sırada Türkler Sakarya'da Yunan ordusuyla bir ölüm-kalım savaşına girişmişlerdir ve Enver bir sonraki iktidar planını, Yunanlıların zaferi ihtimali üzerine kurmuştu.

Yeniden yükselişini Türklerin yenilgisine borçlu olacak bir komutan!
Olamadı...

Sakarya'da Türkler, hem Yunan ordusunu, hem de Enver kabusunu yendi.

Hayatının ikinci hezimetini yaşayan Enver Paşa'nın bu tarihten sonra, Teşkilat-ı Mahsusa'nın önemli elemanlarından Hacı Sami'yle birlikte 20 Aralık 1921'de Buhara'ya geldiğini görüyoruz. Kendine, hükmedecek ülke arıyordu ve onu buralarda biryerlerde bulabilirdi. Tabii her zamanki gibi korkunç büyüklükte askeri bir hata yapıyordu ve Leo Troçki'nin kurup yönettiği Kızıl Ordu'yla başa çıkabileceğini düşünüyordu. Bu dönemde henüz Kızılların adamı gibi görünmekteydi. Orta Asya'da Bolşevik idaresi kurmak hedefiyle çalışır görünüyordu ve gayrı resmi olarak, "Büyük Turan İhtilal Orduları Başkomutanı"ydı. (Bkz. Grigoriy Sergeyeviç Agabekov, "Enver Paşa Nasıl Öldürüldü", İstanbul, Mayıs 2011)

Enver, yirmi bin kişilik bir kuvvet oluşturdu. 1922 yılının Mayıs aylarında Buhara, Semerkant, Fergana ve Harzemli Beyler, Enver'e biat ettiler -ki önemli bir başarıdır.

Bolşevikler, 19 Haziran 1921'den itibaren Enver'in otonom hale gelme girişimine bir son vermek için harekete geçtiklerinde Anadolu'da Türk ordusu, işgalci Yunan kuvvetlerine karşı son büyük taarruza hazırlanmaktaydı. Ruslar da bunu biliyor olmalılar, çünkü bir çok Kızılordu subayı ve danışmanı Ankara'da Türklere yardım ediyordu.

Bundan sonrası gerçekten trajiktir...

Grigoriy Sergiyeviç, 1896 Aşkabad doğumlu, Ermeni asıllı bir GPU ajanı. Bolşeviklerin ilk gizli servisi Çeka'nın 1922'den itibaren yeni adıydı GPU (Objedinjonnoje Gossudarstwennoje Polititscheskoje Uprawlenije).

Enver Paşa, Şirabad'da, eski Buhara Emirine ait olan yazlıkta, avlanacağını bahane edererek, Buhara'daki maiyetiyle birlikte şehirden ayrılır ve gözden kaybolur. Birkaç gün sonra, emrindeki altıbin kişilik bir orduyla gelip Buhara'daki Kızıl ordu birliklerine saldırır. Bu ilk büyük çatışmada Enver'in adamları beşbin kadar kayıp verirler. Enver Buhara'yı ateşe verir ve Buharanın doğusundaki dağlık araziye çekilir. Enver, bölgeye yaydığı ajanları ve propagandacıları aracılığıyla ordusuna adam toplamaya girişir.

Moskova'daki Sovyet idaresine gönderdiği bir telgrafta, bir devlet kurmak istediğini ve Moskova'nın kendisini tanıması gerektiğini, yoksa sonuna kadar savaşacağını bildirir. Moskova bunu elbette reddeder. Ama Enver, küçük birliklere ayırdığı ordusuyla, her yerde ortaya çıkıp saldıran ve kaçan bir tür gerilla savaşı yürütmeye başlar. Buhara Hanlığının doğu bölgesini kontrolü altına alan Enver'e Kızıl Ordu'dan da katılmalar olunca, Enver birden eski yaldızlı günlerini hatırlar ve kurumundan yanına yaklaşılmaz! İlk hatası, malum kibirlilik hatasıdır. Onu daima destekleyen eski Buhara Emiri'nin sözlerini artık dinlememesidir. İkinci hatası, baş yardımcısı İbrahim Bey'i bir kızgınlık anında komuranlıktan azletmesidir. Bölge halkıyla temasın asıl unsuru olan İbrahim Bey, ondan sonra Enver'den ayrılıp, onun aleyhine propaganda yapmaya başlar.

Bu sırada GPU, harıl harıl işlemekte ve Enver'i öldürmek için aramaktadır. Kızıl Ordu komutanlığı, Orta Asya'daki isyanı sona erdirmek için Enver'in mutlaka öldürülmesi gerektiğine karar vermiştir. GPU'nun ilk başarısı, Enverin bu kibri yüzünden kırdığı birinin ihaneti sonucu, Afganistan'dan Enver'e gönderillen para ve cephaneyi ele geçirmesidir. Enver'in aşağılayıp kovduğu iki komutanı: İbrahim Bey ve Togay, Enver'i baskı altında tutmaya başlarlar ve Enver, Kafirnigah'ta kurduğu karargahında tutunamaz. Bütün erzak ve cephanesini bırakarak oradan çekilmek zorunda kalır.

Enver, Yarçay Boğazı'nda yeni bir karargah kurar...

Agabekov kitapta, devamını ayrıntısıyla anlatıyor:

"Enver Paşa'yı yakalamaya mecburduk. Sık sık yerini değiştirdiğinden, kendisini yakalamak kolay değildi. Onun için geniş bir arama-tarama teşkilatı meydana getirdik. Ben, seyyar pazarcı kılığına girerek aslanın inine yaklaşmaya karar verdim. Taşkent'te ve Buhara'da birçok ufak tefek eşya ile bir eşek satın aldım. Sahte bir pasaportla Karşi'ye gittim. Buhara'dan gelen bir GPU ajanı beni orada bekliyordu. bu adam benimle ordunun kurmaybaşkanı arasındaki temas görevini yürütecekti." diyor ve bir pazarcı kılığıyla sora sora Enver'in karargahını ve kaldığı köyün hangi evinde yaşadığını buluyor, kışlasının ayrıntılı bir haritasını çizip, birkaç kilometre kadar yaklaşmış bir Kızıl süvari birliğinin komutanına teslim ediyor.

Süvariler önce köyü sarıyorlarve sabahın erken saatlerinde aniden baskın yapıyorlar. Enver'in Basmacıları, bu ilk saldırıyı, iyi tahkim edilmeleri sayesinde püskürtüyorlar. Sert bir çatışma başlıyor. Ama Kızılların modern silahlarına direnemeyip kaçıyorlar. Enver adamlarına direnmeleri emrini verip, kendisi elli adamıyla oradan ayrılıyor. Köyün diğer tarafına gidiyor, oradan köyden çıkacaklar... Orada da bir pusu kurulduğunu görüyor...

İşte burada İsmail Enver, bir avuç adamıyla birlikte kılıcını çekip "ölünceye kadar bir arslan gibi savaştı." bu deyim, raporu yazan Agabekov'a aittir. Bu kıran kırana kılıçlı savaştan sadece iki Basmacı, atlarının dayanıklılığı sayasinde kurtulmayı başarıyor, diğer hepsi ölüyorlar...

Buraya, Enver Paşa'nın nasıl öldüğünü yazmayacağım. Merak edenler kitabı okur. Ama cesedinin ne halde olduğunu anlatan iki farklı kaynak var. Bunların farklı şeyler söyler görünmelerine rağmen, aslında aynı şeyi söylediklerini, sadece cesedine farklı açılardan baktıklarını veya ifade biçimlerinin farklı olduklarını sanıyorum.

Cesedi çok sonra Ona ait olduğu farkedilip bölgede bir ağacın altına gömülmüştür.

Naşı, 1996'da İstanbul'a getirilerek, Abide-i Hürriyet Meydanı'na, anıtın hemen yanında toprağa verilmiştir...
Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/


Enver Paşa’nın Ortadoğu seyahati ve 'Hilal Barışı'
Ayşe Doğu
1 Haziran 2012



Enver Paşa, Batı emperyalizmine karşı üstün başarılara imza atmış bir şahsiyettir. Şahsı kadar temsil ettiği ruh ve bilinç, belli iç ve dış odakların kabusu olmuştur

Ey İslam eri vuruşun dağları deler dünyayı sen kurtaracaksın
Yükseklerdeki kuşsun tuzağa düşme daneden vazgeç!.
Kılıç gibi ol yalın hilal biçimli,
Kın içinde pısırık durmaktan vazgeç!
Seni idare edenlerin imanı vecdsiz,
Böyle idarecileri at geç, öyle namazdan vazgeç
Muhammed İkbal


Doğu Kütüphanesi yayınları, Süleymaniyeli Kürt Muhammed Ali’nin “Enver Paşa’nın Ortadoğu Seyahati” isimli kitabını yayınladı. 1. Dünya savaşında Çanakkale savaşları sonrası dönemine ışık tutan önemli bir tarihi belge özelliği taşıyan kitap, tarihin bir çok yalanını da ifşa ediyor. Dönemin Genelkurmay Başkanı sıfatıyla Enver Paşa’nın bu resmi gezisi, Şam, Beyrut, Kudüs, Mekke-Medine’ye kadar her şehirde Enver Paşa’nın karşılanması dolayısıyla yerel gazete ve dergilerde ve adına düzenlenen yemek ve toplantılarda yapılan konuşmalarla safha safha izlenmiş ve bölge halkının geziye bakışı, Osmanlı’nın yaşanan dünya savaşına bakışı ilk elden günümüze aktarılmış.

Kitabın yazarı Kürt Muhammed Ali, Şam doğumlu olup aslen Süleymaniye’lidir. Osmanlı Askeri Rüşdiyesi mezunudur. Şam’da El Muktebis adındaki dergi ve aynı adı taşıyan günlük gazetenin sahibidir.

Enver Paşa’nın Ortadoğu’ya 1916 yılında gerçekleştirdiği seyahat, O’nun şahsında somutlaşan Osmanlı hilafetine karşı, Ortadoğu halklarının hangi din ve etnik kökenden gelirse gelsin bağlılığını ve desteğini teyid etmesi bakımından anlamlı bir tarihi gezi olmuş. Çünkü günümüze kadar gelen tarih yaklaşımları açısından bakarsak Ortadoğu haklarının Osmanlıya karşı olduğu tezi yüksek sesle dillendirile gelmektedir. (..)

Enver Paşa, Batı emperyalizmine karşı üstün başarılara imza atmış bir şahsiyettir. Şahsı kadar temsil ettiği ruh ve bilinç, belli iç ve dış odakların kabusu olmuştur ve kendisiyle ilgili çarpıtma ve iftiralar, tarihi tahrifatlarla misyon sahibi bir rol model olarak karalanmak istenmiştir. Enver Paşa’nın seyahati, amacı ve zamanlaması itibariyle, hilafet İstanbul’unun Batı karşısında elde ettiği askeri başarıların, Ortadoğu’daki birebir yansımalarını görmek, nasıl yorumlandığını öğrenmek ve ümmetin nabzını tutmaktır.

Enver Paşa ve maiyeti demiryoluyla Toros dağlarından Bizans’a ulaşmış ve orada kendisini Bahriye Nazırı ve 4. ordu komutanı Ahmet Cemal Paşa tarafından karşılanmıştır. (Bizans 4. ordunun en uzak noktasıdır.) Oradan araçla Tarsus’a geçmiş, halk ve medrese talebeleri tarafından ellerinde meşalelerle karşılanmıştır. Oradan yine trenle Toprakkale ve Osmaniye’ye ulaşıp gece burada konakladıktan sonra ertesi gün Gavur dağlarından İslahiye’ye ve oradan da yanındakilerle beraber özel bir trenle Halep’e ulaşmıştır.

Enver Paşa gittiği her yerde yerel basında yazılan methiyeler ve yöre ileri gelenleri; din adamları, aydınlar, şairler ve eşraf tarafından coşkuyla karşılanmıştır. Onuruna verilen yemeklerde yapılan konuşmalarda, ümmetin izzetini koruduğu için övülmüştür. Paşa; halife ve hilafetle İslam mirasına sahip çıkan, kendinden önceki İslam kahramanları mesela; Selahaddin Eyyübi gibi İslam’ı ve Müslümanları yücelten kahramanlar ile aynı çizgide ve onların bir devamı olarak selamlanmıştır. Gittiği her yerde özellikle de askeri okullar ve kız okullarındaki bütün öğrenciler ve halk tarafından heyecanla karşılanmış ve geçtiği güzergah ve uğradığı beldelerde sevgiyle bağırlara basılmıştır.

İslam dünyasında hilafetin gölgesinde emniyet içinde yaşayan Osmanlı tebası için bir dizi yenilgi ve işgalin doğurduğu hayal kırıklıklarını gideren bir kahraman, ileriyi gören ve ümmetinin üzerine titreyen bir Osmanlı devlet adamıdır. O bütün başarılarına rağmen şımarmayan bir halk çocuğudur, kendilerinden biridir. Kaygıları ve gelecek tasavvurları birdir. Savaş, yoksulluk ve cehaletin pençesinde perişan ve sahipsiz kalmış, iç karışıklık ve eşkiyalık belasıyla hayatları tasallut altına girmiş ümmet için umudun adıdır. Hem Edirne’nin işgalden kurtarılması hem de Çanakkale zaferiyle Enver şahsında moral bulan halk, Enver’i bir kurtarıcı olarak selamlamıştır. Peş peşe gelen yenilgiler ve idari zaafiyetle, gelecekten umudunu yitirmiş ahali için bu seyahat moral açısından büyük önem arzetmektedir.

1913 yılında, Edirne’yi Bulgarlara terk etme kararı alan kabinenin ve barış anlaşmasını hazırlayan Kamil Paşa’nın aksine Enver Paşa, Trablusgarp savunmasını örgütlemek için bulunduğu Trablus’tan –ki orası Ortadoğu’nun kapısı olduğu için önemlidir- İstanbul’a dönerek hükümet nezdindeki girişimleri sonucu anlaşma metnini yırtıp Edirne’nin savaşmadan bırakılmasın engellemiştir. Enver Paşa; Çanakkale’de kazanılan zaferin başkomutanı olarak Gazi ünvanı almıştır. Ayrıca amcası Halil Paşa’nın Kut’ul Amara’da İngiliz ordusunu yenerek General Towshend’i 13 bin askeriyle birlikte esir alması ve Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın Kafkaslarda Azerbaycan’ı Rus işgalinden kurtarması ümmetin medarı iftiharı ve sevinç kaynağı olmuştur.

Kendisi Ortadoğu gezisi boyunca; sarayın damadı, başkomutan ve Harbiye nazırı olarak padişahın yani halifenin temsilcisi olarak kabul edilmiştir. Kendisine ithaf edilen mersiyelerde Enver Paşa’nın; İslam peygamberi Hz.Muhammed’in, Hz.Ali’nin, Selahaddin Eyyübi’nin, firavuna karşı asasıyla Kızıldeniz’i bölen hz. Musa’nın izinde olduğu vurgulanmıştır. O’na atfedilen sıfatlar arasında; Hilafetin Kılıcı, Enver Vuruşu, Kılıçların Efendisi gibi nitelendirmeler vardır. Hakkında yazılan yazılarda Peygamberimizin hadisine binaen 20. yüzyılın müceddidi yani İslam’ı yenileyen ve kuvvetlendiren kimse olarak övülmüştür. Enver; nurlar anlamına geldiğinden Muvahhitlerin (tevhide inananların) nuru olarak da nitelendirilmiştir.

Edirne ve Çanakkale zaferleri; hilafetin tehlikeye düşmesi ihtimalinden dolayı Ortadoğulu aydınlar ve Müslüman ahaliyi ziyadesiyle memnun etmiştir. Onlar tarafından bu işgal girişimleri, Haç- Hilal kavgasının sonucu olarak görülmektedir. Özellikle Çanakkale savaşı bütün Ortadoğulu Müslümanlar açısından Haçlı ruhu’nun Hilal’i yok etmeye yönelik karşı taarruzu olarak algılanmıştır. Batının topuyla, tüfeğiyle yani teknolojisi ve sömürgeci ruhuyla, Osmanlıyı parçalayarak İslam dünyasını Afrika’dan Asya’ya sahipsiz bırakmaya dönük büyük projesinin önemli bir parçasıdır İngiltere’nin Çanakkale saldırısı. Enver Paşa’nın onuruna verilen bir yemeğin menüsü bu büyük başarıya nazire olarak şöyle değiştirilmiştir: Çanakkale çorbası, Arıburnu Pastası, Trablusgarp peksimeti, 42. bölük nevalesi..

Bir Osmanlı Paşası olarak Enver Bey’in, Ortadoğu gezisine çıkmasının diğer bir amacı daha önce yüzünü batıya çevirmeyi itiyat haline getiren Osmanlı yönetici elitlerinin, Ortadoğu bölgesini yüzlerce yıldır ihmal etmiş olmasıdır. Hilafet tarafından duygusal, ekonomik ve kültürel açıdan terkedilmiş öksüz bir coğrafya olması hasebiyle O’nun yaklaşımı büyük bir heyecan yaratmıştır. İslam dünyasının makus talihini değiştirme azmi ve iradesini ortaya koyan bu kadro, gerek askeri gerekse eğitim, imarlaşma, sağlık gibi pek çok alanda yürütülen faaliyetlerin öncüsü olmuştur. Hepsi de mevki ve makamına bakmaksızın canlarını, bilgi ve birikimlerini, bütün hayatlarını bu uğurda karşılık beklemeksizin ortaya koymuştur. Enver Paşa ve arkadaşlarının gelecek tasavvurları, Ortadoğu’nun güvenlik ve geleceği açısından hayatidir. Ortadoğu’da yaşayan ahali ile kurulan iletişim yakın ve samimi bir havada gerçekleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu için bölgenin ve bölge insanı içinse hilafetin selameti, geleceğinin garantisi anlamına gelmektedir. Bu Ortadoğu’ya imparatorluk nezdinde gerçekleştirilmiş ilk üst düzey resmi ziyarettir.

Enver Paşa maiyetiyle birlikte yaptığı bu seyahatte uğradığı her yerde dağıtılmak üzere ayni ve nakdi yardım bırakarak fakirlik sınırında yaşayan Osmanlı tebasına hilafet adına ümmetin kardeşlik elini uzatmıştır. Özellikle gayrı Müslimlerin ibadethaneleri, yetimhaneleri ve okullarına yardımlarda bulunmuş, hristiyan din adamları tarafından büyük bir ilgi ve muhabbetle selamlanmıştır. 1915 Ermeni tehciri sonrası gerçekleşen bu seyahatte Hristiyan ileri gelenlerinin ve ahalinin gösterdiği samimi ilgi, bu olayın 1916 yılında bugün anlatıldığı gibi bir algıya sahip olmadığını göstermesi açısından da ilginçtir.

Bu gezi esnasında Cemal Paşa da Bahriye nazırı olarak Enver Paşa’ya eşlik etmiştir. Kitapta ondan da övgü ve kadirşinaslıkla bahsedilir. Cemal Paşa hakkında da tıpkı Enver Paşa gibi başarılarını anlatan mersiyeler okunmuş ve yazılar yayınlanmıştır. O da dönemin liyakatli devlet adamlarından biri olarak temayüz etmiş ve Ortadoğu halkları arasında hayırla yadedilen bir şahsiyettir.

Daha önce hem Atina ve Bağdat görevi sırasında hem de İstanbul’da emniyet ve bayındırlık alanında büyük işlere imza atmıştır. Balkan harbi sırasında büyük yararlık göstermiştir. Şam bölgesinde yaptığı görev esnasında eşkıya belasını savuşturarak halkın refah ve emniyetini temin etmiş, köy ve kasabaların yollarını yenilemiş ve demiryolu ile ulaşımdaki başarılı projeler hayata geçirmiştir. Böylece bölge halkını rahatlatarak takdirlerini toplamıştır. Ortadoğu halkları gözünde haklı bir sempati ve teveccüh kazanmıştır. Salahiye medresesi ile Suriye bölgesinin eğitim alanında büyük hamleler yapmasına imkan sağlamıştır. Cemal Paşa, Fransız elçiliğinde ele geçirilen belgelerde Fransızlara ajanlık yaptığı belgelenen birkaç Arap milliyetçisini idam ettirdiği için, sonraki yıllarda Arap miiliyetçileri, özellikle Baas çeteleri tarafından Arap çocuklarına zalim olarak tanıtılmıştır. Bu Fransız kaynaklı menfi propaganda, Osmanlı’yı Arap halklarının zihninde Cemal Paşa ile özdeşleştirme gayretinin sonucu olarak başarılı olmuş ve halen de Türkiye’de bile İngiliz-Fransız kaynaklı ittihatçı düşmanlığı çerçevesinde aynı yaklaşım sorgulanmaksızın kabul görmektedir.

Cemal Paşa, İstanbul'da, Edirne muhasarasıyla ilgili bir gazetecinin sorusu üzerine mealen ‘Edirne bizi birlik ve başarıya çağıran sestir. Eğer onu Bulgarlar ele geçirseydi; bunu İstanbul, Dımeşk, Musul ve Bağdat takip ederdi’, diye cevap vererek, Edirne’nin düşman işgalinden kurtarılmasının ümmetin geleceği ve imparatorluk topraklarının güvenliği bakımından doğurabileceği olası tehlikeler hakkında öngörülü bir tesbitte bulunmuştur.

Onuruna verilen yemekte: Halep Sultaniye Medresesi hocalarından Felix Efendi konuşmasında Enver Paşaya hitaben: “..Bu hüzünlü ve mahzun insanlara gülümse. Vatan için akıttıkları kanlardan dolayı onlara üzülme. Kendini feda ettiğin bu uğurda şüphesiz onlar sana tabi olmaya hazırdır.,” diyerek Suriye halkının hilafete bağlılığını ilan ve teyit etmiştir.

Zuhle şairlerinden Halim İbrahim Dammus’un Enver Paşa için yazdığı şiir bu ziyaretin anlamını şiirsel bir şekilde tasvir etmektedir:

Ey büyüklerin seçilmişi!
Bu çağın ruhunu diriltip,
Karanlığını aydınlığa çevirdin
Hayatlarımıza inayet gösterip
Teminat altına alacağınıza söz verdin
Artık en güzel beldede, en güzel zamanlarda
Enver’in gölgesinde yaşayacağız.

Enver Paşa’nın seyahati, günümüzü tefsir ve tahlil etmek için de mühim ipuçları barındırır. Bu çok yönlü devrimci dönüşüm ve sıçrama ne yazık ki pek çok içsel, yapısal ve dış etken tarafından akamete uğratılmış ve gelişimini tamamlayamadan boğulmuştur. Enver Paşa’nın seyahatinde işaret ettiği vizyon, ümmet tarafından meyvelerinin devşirileceği konjonktürü bulamamıştır. Bunun neticesi de ümmetin arasına aşılmaz sınırlar ve engeller örülmesi olmuştur. Haçlı zihniyetinin silahlı ve askeri kuşatmasından öte ideolojik söylemler ve birbiri aleyhine sürdürülen kasıtlı iftiralarla soktuğu nifak tohumlarının ümmetin arasına koyduğu yapay uzaklık ve kendi özbilincine yabancılaşmanın sağladığı avantajlar, Batının kendi tahakküm ve tekelini kuvvetlendirmesine imkan tanımıştır. Ortadoğu coğrafyası bu sayede kendi zenginliklerinin farkındalığını kaybetmiş ve Batının bencil amaçlarının formülasyonu olan siyasi propagandalarının oyuncağı olmuştur. Böylece bünyesine yabancı unsurları girmesine ve varlığını zehirlemesine karşı topyekün bir direnç gösterememiştir. Manasını anlamadığı bir dilin ve sistemin şarkısını dillendirirken kendi şarkısını unutmuş ve hafızasını yitirmiştir.

İmparatorluk bakiyesi olan Türkiye açısından bakarsak, bugün de Avrupa tehdidinden emin olmak, Balkanlarda barış içinde yaşamak, Batıdan gelecek tehlikeleri bertaraf etmek, kendi iç barışını korumak istiyorsa bunun yolu; yüzünü Ortadoğu’ya dönmekten geçer. Zihinsel ve duygusal açıdan oradan kopmamaktan geçer. Ortadoğu’daki gelişmeleri ihmal etmeden en küçük olayları bile ciddiyetle değerlendirmekten geçer.

Ortadoğu Türkiye’nin güvenliği açısından yaslanılacak sağlam duvar, yanında huzurla uyuyacağımız güvenli ana kucağıdır. Tarihsel süreçte insani, dini, kültürel, ekonomik ve psikolojik bağlarla birbiriyle bütünleşmiş ve kaynaşmış bir üst varoluş ve birbirinin doğal uzantısı olan coğrafi bütünü temsil eder. Can güvenliğinden barışa, bir arada yaşama kültüründen bağımsızlığa, özgürce hayata ve dünyaya katılmaya değin, her yönden “bir”dir. Birey, toplum ve değerlerin korunması ile devlet telakkilerinin gerçekleştirilmesine kılavuzluk eden referansların kaynağı olan bütüncül coğrafyadır.

Enver Paşa'nın ziyareti esnasında Ortadoğulu aydınların formüle ettiği 'Hilal barışı' sömürü, yağma ve kaosa dayalı ‘ ‘Haç’lı düzenine karşılık, İslam’ın Müslümanlarla birlikte bütün din mensuplarına aynı oranda güvence veren sosyal adalete dayalı düzeni, dünya için yeni bir ‘barış düzeni’ olarak tarif edilmiştir. Hilal, dini bir motif olmaktan çıkarılarak, Ortadoğu aydınları tarafından Enver Paşa’nın başarılarına ve bu başarıların yaslandığı İslamcı ve özgürlükçü ruha dayandırılan yeni bir dünya düzeninin adı olmuştur. Bu düzen bugün de Ortadoğu’ya huzur ve istikrar sağlayacak yegane düzendir. Ortadoğu’nun acılarını dindirecek ve emperyalist Haçlı saldırılarını püskürterek barış yurdu idealinin gerçekleştirilmesini mümkün kılacak dünya idealinin adıdır 'Hilal barışı'.

Belağ Gazetesi Enver Paşa’yı karşılarken mısralarında bu hakikati şöyle ifade etmiştir;

Ey Osmanoğlu! Gazanfer bir kalple daima ileri doğru hareket et
O’nu kendine öz olarak seçip yücettin
O, ayın gölgesi ile hilali bildi
Enver Paşa’nın bugüne de ışık tutacak anlamlar ve işaretler içeren bu tarihi Ortadoğu seyahati, Halep’ten sonra Cebeli Lübnan, Beyrut, Dımeşk ile Kutul Amare zaferinin yaşandığı Filistin ile Kudüs’ten sonra son durak olarak Mekke-Medine ziyareti ile noktalanmıştır.

Bugün de yine bu güzergah üzerinden hareketle Ortadoğu’nun ‘Hilal barışı’na ulaşması mümkün olacaktır. Emperyalist Haçlı zihniyetinin tasallutu bu sayede yüz yıl gecikerek te olsa mağlup edilebilecektir.

ayse_dogu@hotmail.com
Kaynak: haber10
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Mar 25, 2012 11:08 pm    Mesaj konusu: Sarıkamış Harekatı Ve Enver Paşa Alıntıyla Cevap Gönder

Sarıkamış Harekatı Ve Enver Paşa
Sarıkamış Harekatı'nı gerektiren nedenler
-1-
22 ARALIK 2006



- Ordu mu zayıf idi, düşman mı kuvvetli? - Hayır! Düşman hiç kuvvetli değildi ve orduda şayanı kayıt bir zaaf yoktu. - O halde nasıl oldu? Bakî ihtiram."

1912 yılında yeni seçilen Amerika Başkanı Wilson'a, Türkiye'ye atanacak büyükelçinin kim olacağı sorulduğunda, "Türkiye yok ki, elçi göndermeye ihtiyaç olsun" demiştir.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Osmanlı'ya bakış işte bu şekildeydi. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı'na niçin girdik, girmesek ne olurdu gibi tartışmalar, Wilson'un cümlesi karşısında anlam ve önemini yitiriyor.

Birinci Dünya Savaşı'nın bir parçası olan Sarıkamış Harekatı, milli bellekte silinmez izler bırakan ve ilk günkü tazeliği ile vicdanları bugün de kanatan bir mücadelenin adıdır.

Sarıkamış Harekatı, Rus işgali altındaki Kars, Sarıkamış ve Ardahan'ı kurtarmak; baharda başlayacak Rus taarruzunu engellemek ve Kafkaslar ile Orta Asya'daki Türk illerinin kapısını açmak amacıyla başlatılmıştır. Bu harekatın bir diğer amacı da, Birinci Dünya Savaşı'na parlak bir başlangıç yapmaktı. (Rusların, Kars ve Ardahan civarında tahrik ettikleri Ermeniler, otuz binden fazla Türk erkeğini işkencelerle öldürmüş, Müslüman kadınlara da yapmadıkları kötülük kalmamıştı. Ermenilerin ellerinden kaçabilen çoğu kadın ve çocuk binlerce insan karlı dağlarda perişan bir haldeydi. Ermeni askerlerinin muhafazasına verilen Türk esirler acımasızca işkencelere maruz kalarak öldürülüyordu. Artık buralardaki Müslümanların kurtarılması da vicdanı bir yükümlülük haline gelmişti.)

Neredeyse bütün askeri uzmanların ortak görüşü, Rus kuvvetlerinin arkasına sarkmayı hedef alan bu harekatın, başarılı bir plan olduğu yönündedir.

Burada, Enver Paşa'nın "acele ettiği" iddiasına da bir parantez açmak gerekiyor: Ziya Nur Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekatı isimli eserinde şu tespiti yapmaktadır: "Diğerlerinin ayak sürümelerine rağmen, Enver'in harekatta ısrar etmesi, vukuata göre haklı ve çok isabetli görünmektedir. Çünkü, harekatta yapılacak her gecikme, Ruslar'ın Sarıkamış'taki vaziyetini kuvvetlendirecektir."

Çünkü Rusların, sınırsız insan kaynakları vardı. Neredeyse her gün, yeni takviye birlikler geliyordu. Türk ordusu ise, dört bir cepheye dağılmış vaziyette olduğundan, sınırlı imkanlara sahipti.

İstanbul'dan Erzurum'a gelip Üçüncü Ordu Komutanlığı görevini de üzerine alan Enver Paşa, yayınladığı şu beyanname ile 18 aralık 1914 tarihinde, birliklere taarruz emri verdi: "Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınızın, sırtınızda paltonuzun olmadığını gördüm. Lakin, karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda taarruz ederek Kafkasya'ya gireceğiz. Siz orada her türlü nimete kavuşacaksınız. Alem-i İslam'ın bütün ümidi, sizin son bir himmetinize bakıyor."

Şartlar zorludur. Enver Paşa, askerin sıkıntılarını bilmektedir. Fakat vatan, onlardan bir fedakarlık daha beklemektedir.

Liman Von Sanders, "Üçüncü Türk Ordusu'nun (Köprüköy'de) Rusları geri çekilmeye mecbur etmesi, Enver'in hırsını tahrik etti" diyerek; taarruz harekatını, Enver Paşa'nın şahsi ve nefsi hırslarıyla yapılmış gibi göstermesi, pek kabul görmez. Nitekim, Enver Paşa'ya muhalif olan ve onu pek sevmeyen Miralay Şerif, "Bu düşünce yanlıştır. Enver, Hasan İzzet Paşa'nın Ruslara kati darbe vuramadığını düşündüğü için Üçüncü Ordu'ya geldi" demektedir.

Burada bir konunun daha altını çizmek gerekir: Anadolu'yu kasıp kavuran salgın hastalıklar yüzünden, her ay, Üçüncü Ordu mevcudunun % 18'i hastalanıyordu. Bir an önce harekata geçilmezse, ordu, durduğu yerde eriyecek ve bir güç unsuru olma özelliğini yitirecekti.

Sarıkamış Harekatı'na 83. Alay Komutanı olarak katılan Tuğgeneral Ziya Yergök, anılarında bu gerçeği tüm açıklığı ile ortaya koyuyor: "Orduyu hareketsiz, boşu boşuna durdurmak, tatbikatla uğraştırılsa bile iyi bir şey olmazdı. Muharebeye giren ordu, sonuna kadar muharebe ile uğraşmalıdır. Ordu uygun olmayan şartlar altında bekletilirse, her türlü bulaşıcı hastalıktan erir, mahvolurdu.

Düşmanlarımızın yiyecek, içecek, giyecek, yakacak ve cephane kaynakları bitmez tükenmez derecede bol olduğu için, muharebeyi uzatarak kazanmak istiyorlardı. Bu kaynaklar bizde ve müttefiklerimizde az olduğu için, istiyorduk ki bir an önce zafer kazanalım. Bu yüzden taarruz yaza bırakılamaz, sınırlı kaynaklarla muharebe uzatılamazdı." Sayfa 122

Ve Sarıkamış Harekatı

Üçüncü ordunun üç kolordusu, 24 Aralık 1914 günü, eksi kırk derece soğukta, Büyük Sarıkamış Çevirme ve Kuşatma Harekatı'na başladı. Ayrıca, gerilla harbi yapan yarı resmi Türk çeteleri de Ardahan'a hareket etti. Üçüncü ordunun bazı kıtaları, 24-25 aralık gecesi Sarıkamış'a ulaşmayı başardı. Ancak, Allahü Ekber dağlarını aşarken çetin zorluklar ve kış şartları sebebiyle çok zaiyat verildi.

Türk ordusunun ne kadar zorlu bir işe giriştiği, Rus Kafkas Ordusu Başkumandanının, Fransa ve İngiltere'ye çektiği şu telgraftan bellidir: "Telefon konuşmalarını bile durduran soğuk ve kış, Türk ordusunu engellemiyor. İkinci bir cephe açarak, Türk ordusunun ilerlemesi durdurulamaz ise, Bakü petrolleri Osmanlı-Alman ittifakının eline geçecek ve Hindistan yolu onlara açık bulunacak."

Kış, bu sırada daha da şiddetlendi. Fırtına ile yağan kar yolları kapatıp çadırları yıktı. Arkasından da dondurucu soğuklar bastırınca, kayıplar artmaya başladı. 25/26 Aralık gecesi, 10. Kolordu Sarıkamış'ı kısmen işgal etmeyi başarsa da, savaş sonunda bu kolordu da erimiştir.

Sarıkamış Harekatı sonucunda ağır bir bedel ödendiği doğrudur. Fakat, bazılarının iddia ettiği gibi, bu bedel, "düşmana tek kurşun sıkmadan" gerçekleşmiş değildir.

Vatani görevimi, 3. Ordu'da taarruz piyadesi olarak yaptım. Bize öğretilen ve askeri kitaplarda yer alan, taarruz ile savunma oranının ikiye bir olduğudur. Yani, savunan taraftan bir asker ölürse, taarruz eden taraftan iki askerin ölmesi kaçınılmaz gibidir.

150 bin kişilik 3. Ordu'nun (Harekata katılan: 75 bin) kaybı, harp tarihi arşivine göre 23 bin şehit, 7 bin esir ve 10 bin yaralıdır. Liman Paşa'nın kitabında, asker kaybımız 42 bin olarak ifade edilir. Birçok tarihçi de, toplam olarak 50 bin rakamını doğru kabul eder. Rus ordusunun kaybı ise, kendi resmi rakamlarına göre 32 bindir. Resmi kaynakların dışına çıkıldığında, Rusların kaybı da artmaktadır.

Sarıkamış Harekatı'nda 90 bin zaiyat verdiğimiz, sadece Rus kaynaklarında yazılıdır. Bu rakam, propaganda amaçlı olduğundan abartılıdır. Ve resmi ideolojinin sözcülüğünü yapan bazı tarihçiler, Rusların verdiği bu rakamı doğru kabul edip kullanmıştır.

Rus ordusunun da 32 bin kayıp verdiğini hesaba katarsak, ortada, yoktan yere şehit olan askerler yoktur. Mesela Mustafa Müftüoğlu "Enver Paşa'nın hataları yüzünden, 100 bin kişilik 3. Ordu'dan 10 bin asker sağ kaldı" diye yazmıştır. Geride 10 bin asker kalmış olsaydı, bu kadar küçük bir kuvvetle ancak bir il veya ilçe savunulabilir ve Ruslar, İç Anadolu'ya kadar rahatlıkla ilerleyebilirdi. Yine, "90 bin askerin yoktan yere öldüğü"nü söyleyen yazarlar bulunmaktadır. Böyle bir cümleyi dile getirmek, Sarıkamış'ta şehit düşen askerlere yapılacak en büyük haksızlıktır, diye düşünüyorum.

[Sarıkamış Harekatı'nda yaşananların bir benzeri de, İngilizlerin başına gelmiştir. Somme Savaşı, Birinci Dünya Savaşı'nın en kanlı çarpışmalarından biridir. Somme'de, Alman savunma hatlarını yarmak için taarruz eden İngiliz ordusu, akıl almaz hatalar ve bazı talihsizlikler yüzünden, ilk gün, 58.000 asker kaybetmişlerdir. İlerleyen günlerde, bu sayı hızla artmıştır. Ve Somme Savaşı, Britanya İmparatorluğu ordusunun bir tek günde en çok kaybı verdiği savaş olarak tarihe geçmiştir.

Sarıkamış ile Somme arasındaki tek fark ise, İngilizlerin, bu ağır kayıplar ve sonuçsuz taarruzlara rağmen, hiçbir komutanlarını suçlamamasıdır.]

Sonuç olarak, 75 bin askerin katıldığı bir savaşta 90 bin kayıp vermek, bazı askerlerin iki kere ölmesi anlamına gelir ki, bu da tıbben mümkün değildir. Ayrıca, Trablusgarp'ta kendisine hediye edilen bir ceylanın hastalanması üzerine, başucuna oturup ağlayacak kadar duygusal olan Enver Paşa'nın, binlerce vatan evladını "gözünü kırpmadan ölüme göndermesi" düşünülemez.

Soğuk, açlık ve hastalık

Sarıkamış Harekatı'nda soğuktan ve açlıktan ölmelerin başlıca iki nedeni var:

1- Taarruza katılan birliklerin hatırı sayılır bir kısmı, özellikle Arabistan'dan geri çekilen ve Güneydoğu Anadolu'ya sevk edilenlerdir. Bu askerler, sıcak iklime alışık olup teçhizatları yönünden de kış şartlarına hazırlıksızdır.

2- Harekat başlayacağı zaman, Üçüncü Ordu'nun mevcudu 190 bin insan ve 60 bin hayvan idi. Bu mevcudun altı aylık iaşesi için takriben 88 milyon kilogram buğday, çavdar ve arpaya ihtiyaç varken, ordu ambarında yalnız 1 milyon 250 bin kilogram erzak ve zahire mevcuttur. [Kaymakam Şerif Bey'in Sarıkamış Anıları, sayfa 56]

Yine, 5. Kolordu'ya bağlı 31. ve 32. fırkalar, feci bir yanlışlık eseri olarak, havanın da sisli olması yüzünden, birbirlerine ateş etmişler ve 2 bin asker zaiyat vermişlerdir. [Buna benzer bir yanlışlığın Kıbrıs Barış Harekatı'nda da yaşandığını hatırlatmakta fayda var.]

Ayrıca, 3. Ordu'ya en büyük darbeyi Rusların değil, tifüs, çiçek, humma, dizanteri, kolera, sıtma gibi salgın hastalıkların vurduğu, birçok tarihçinin ortak görüşüdür. Sözgelimi, Mart 1915'te 3. Ordu'nun % 45'i hastalanmış, % 11'e yakın kısmı da hastalıktan vefat etmiştir. (Kaynak: Tarihin Sarıkamış Duruşması, Dr. Ramazan Balcı, sayfa 103)

Sarıkamış Harekatı'na katılan askerlerin, "bizi Ruslar değil, bitler yendi" sözü, hiçbir zaman yabana atılmamalıdır.

O feci gece ve geri çekilme

O feci geceyi yaşayanlardan biri olan Kaymakan Şerif Bey, hatıratına şunları yazar: "Hava soğuk idi. Saatler pek uzun olarak geçiyordu. Gece oldu. Keskin bir soğuk ve şiddetli tipi başladı. Efrad, ayağındaki çarıkla diz boyu karlı orman yamaçlarında, zabitinin gözünden kaybolmuş ve şurada burada istirahate koyulmuştu. Bunların içinde ateş yakmaya muvaffak olan vardı. Fakat birçokları da orada ebedi bir uykuya dalmıştı. Yol boyunca perakende olarak kıtasından geri kalıp da donan efrad ile ormanlar içinde kalan bedbahtlar, gündüz olduktan sonra anlaşıldı ki, fırkaların mevcutlarından daha fazla idi."

Ve son gece... 3-4 Ocak gecesi.

"Karanlık bastı. Asker düşmanla karşı karşıya, karlar içinde ve avcı halinde sabahladı. Bu askerler bu gece ne yedi? Bilmiyorum."

Ve geri çekilme...

Sarıkamış Harekatı'nın son anına kadar, her iki tarafın da kaybetme ve kazanma ihtimali vardı.

Ruslar, kesin hücuma 4 Ocak 1915'de geçmişlerdir. 9. ve 10. Kolorduların mevcutlarının çok azalması, bir avuç insanı, çok geniş bir cepheyi müdafaa etmek zorunda bırakmıştır. Kendilerinden sekiz kat üstün bir düşmana karşı dayanmışlar; fakat 11. Kolordu'dan beklenen yardımı alamamışlardır.

Enver Paşa, en ön saflardayken, vasiyetini şu şekilde yazmıştır: "Ruslara taarruz edildi, fakat mağlup edilemedi. Şimdi, 11. Kolordu ve süvari fırkasını bekliyorum. Gelir ve yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat gelmeden düşman, zayıflamış kıtalarımıza taarruz eder ve taarruzda muvaffak olursa, o vakit ordu mahvolmuş demektir. Şimdiye kadar asker ve zabitler, hiç kusursuz harp ettiler. Her manevrayı yaptılar. Bu halde vasiyetim: Ben vazifemi yaptığımı sanıyor ve öyle ölüyorum. Düşmana, sonuna kadar karşı koyunuz. Her halde sonunda muvaffak olacağız. Ben, kalben müsterih olarak ölüyorum. Yaşasın dinim, vatanım, padişahım!"

5 Ocak'taki Rus taarruzunda, düşman, bir kaç yerden girme yapmasına rağmen; Enver Paşa çekilme emri vermemiş, kendisi de yerinden ayrılmamıştır.

Miralay Şerif, Enver Paşa'nın yanına gelerek, "9. ve 10. Kolordulardan hayır kalmadığını, neticenin esaret olduğunu" söylemiş ve "Burada kalmakla hiçbir fayda temin edemezsiniz, fakat 11. Kolordu'nun olduğu Kötek'e gider ve bu birliği harekete geçirirsiniz, durumumuzu düzeltebilirsiniz" isteğinde bulunmuştur. Yani Enver, İstanbul'a kaçmak için değil, 11. Kolordu'yu harekete geçirmek için cepheden ayrılmıştır. Bardız'a yaklaştığında ise, bir düşman keşif kolunun ateşine maruz kalmış, kurmaylarından biri de kolundan yaralanmıştır.

Enver Paşa, 9. ve 10. Kolordulara Hafiz Paşa'yı komutan olarak atar. Yeni kumandan durumu anlamak için 9. Kolordu karargahına gider ve orada, "şereften başka her şeyin bittiğini" söyleyerek geri çekilme emrini verir. Türk ordusunun başarılı çekilme harekatı, Rus Başkomutan Vekilini kızdırınca, Kafkasya Genel Valisi'nin oluru ile Sarıkamış Grubu Komutanı Berhman'ı görevden alarak, yerine 2. Türkistan Kolordusu Komutanı Yudeniç'i tayin etti.

Büyük Rus baskısı ve ciddi kayıplara rağmen, Üçüncü Ordu, oldukça zor şartlar altında; Narman, Yeniköy, Kaleboğazı, Tortum hattında tutunmayı başardı. Enver Paşa ise, 11. Kolordu ile yardıma koşmak istemiş, felaket haberini yolda almıştır. Artık yapacak bir şey yoktur. Ve aşağıdaki beyannameyi yayınlayarak, 10 Ocak 1915'te İstanbul'a dönmeye karar verir.

"Askerler! Hemen bir ay oluyor ki, içinizde bulunarak günlerce devam eden muharebelerde, düşmana nasıl saldırdığınızı gördüm. Bu uğurda sarfettiğiniz gayretler, hiçbir vakit kaybolmayacaktır. Bundan dolayı sizi, Padişahınız ve Halifeniz başta olduğu halde, bütün millet tebrik ediyor. Ben yine İstanbul'a dönüyorum. İnşallah, bundan sonra da büyük muvaffakiyetler kazanarak, düşmanı bir daha baş kaldırmayacak derecede kahreder ve şehidlerimizin ruhunu şad edersiniz. Sizi Allah'ın birliğine havale ederim. Unutmayınız ki, Allah her an yardımcınızdır."

Bu beyanname, Enver Paşa'nın bir an bile olsun ümidini yitirmediğini, çok derin bir iman ile dolu olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Yine, Miralay Şerif, "Sarıkamış, tarihimizin şerefli sayfalarından biridir. Türk ordusu, kara kışın tipisiyle, düşmanın kurşun ve güllesiyle uğraşa cenkleşe mahvoldu da, bir neferi arka çevirmedi" demektedir.

General Wavel de, Sarıkamış'tan sonra, şu sözleri söylemiştir: "Türk ordusu, hiçbir dünya ordusunun yerinden kıpırdayamayacağı şartlar altında muharebe eden bir ordudur."

Bir bozgun söz konusu değildir. Fakat yine de, Sarıkamış'ın Türk milletine verdiği zaaf, senelerce sürmüştür. Irak ve Filistin orduları bile, Sarıkamış'ın sonuçlarından etkilenmiştir. Devletin en güzide ordusu, bir iki gün içinde sarsılmış, ağır bir darbe almıştır.

Tarafsız bir bakış

Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu isimli önemli bir kitaba imza atan Edward J. Erickson ise, daha iyimserdir. Sarıkamış Harekatı'nı onun kaleminden okuduğumuzda, içimiz pek kararmaz. O halde okuyalım:

"Sarıkamış Harekatı, 22 Aralık sabahı kar ve sisin az olduğu, umut veren ılımlı bir havayla başladı. 10. Kolordu sabah saat 4'te Oltu istikametinde harekata başladı. 9. Kolordunun tümenleri sabah saat 6 ile 8 arasında hücum ederken, 11. Kolordu sabah saat 9'da hücuma geçti. Enver Paşa sabah saat 8'de harekatı izlemek üzere ileri hatlara gitti ve öğleden sonra saat 3 sularında Hahor'a geldi. Başarılı bir gündü ve 3. Ordunun akşam raporları son derece ümit vericiydi. Ertesi gün de işler iyi gitti ve 24 Aralık tarihinde Türk sol kanadı Oltu'yu geçmiş ve hâlâ ilerlemeyi sürdürüyordu. 11 Kolordu ile 2. Süvari Tümeni de ilerliyordu. 24 Aralık'ta 9. Kolordu Sarıkamış'ın dış mahallelerine ulaşmış, 10. Kolordu da güneydoğuya dönerek Sarıkamış'ın kuşatılacağı noktaya varmıştı. Bu ana kadar taarruz büyük bir başarı kazanmış, 10. Kolordu sadece üç gün içinde 75 kilometrelik çok zor bir yürüyüş yapmıştı. 25 ve 26 Aralık tarihinde yapılan bir gece hücumunda 29. Piyade Tümeni Eski Sarıkamış'a girdi. 28 Aralık günü 10. Kolordu Sarıkamış-Kars yolu üzerinde tıkama mevzilerini ele geçirdi. Şimdi hava koşulları kötüleşmekteydi ve 10. Kolordu 1 buçuk metre karın bulunduğu ve ısının - 26 derece olduğunu bildiriyordu.

Ne yazık ki 11. Kolordunun hücumları yeterince etkili olamamıştı ve kolordu Rusları ileri mevzilerinde tespit etme görevini yerine getiremedi. Ruslar derhal bundan yararlandılar ve Erzurum önündeki hatlarından bir kaç piyade ve süvari alayı çekip Türkler gelmeden önce Sarıkamış'a geri gönderdiler. Bu kuvvetler son anda yetiştiler ve art arda gelen Türk hücumlarına karşı şehri elde tutmayı başardılar. Rus ordu ve kolordu karargahları, gelişmeler cesaret kırıcı olmasına rağmen duruma iyice hakim oldular ve kuvvetleri üzerindeki etkin komuta ve kontrolü yitirmediler. Ayrıca 10. Kolordunun daha fazla ilerlemesini engellemek için Rus takviyeleri hızla Benliahmet'e gelmekteydiler.

29 Aralık, 3. Ordunun başarılarının son noktasına eriştiği gün gün oldu. Enver Paşa ordunun ileri harekatına katılmış ve operasyonun doğrudan komutasını üstlenmişti. Kuşatmanın tamamlanması için Çerkezköyü'nün kuzeyindeki sahra karargahından topyekün bir gayret gösterilmesini emretti. Ne yazık ki Türk hücumları bir sonuca ulaşacak gibi görünmüyordu ve Ruslar, çöküşün eşiğinde görünmüyorlardı. Ertesi gün Rusların Kars ve güneydoğudan taze takviye kuvvetleri getirmekte oldukları apaçık görüldü. Ayrıca yıpranma ve kayıplar Türk tümenlerini zayıflatmakta, askerler tükenmiş durumdayken hava da giderek kötüleşmekteydi.

Kuvvetlerin yeni yılı karşıladıkları ve 1915 yılının başladığı sırada harekata ilişkin taktik inisiyatifler karşı tarafın eline geçti. 10. Kolordunun kanatlarına ve 11. Kolordunun karşısına büyük Rus kuvvetleri getirilmişti. 2 Ocak 1915 günü Ruslar kendi taarruzlarını başlattılar. Bu tuzak içinde bir tuzaktı ve kuşatma yapan 9. ve 10. Kolordular şimdi ezici bir Rus kuşatmasının hedefi oldular. Türklerin durumu bir gecede değişti ve umutsuz hale geldi.

4 Ocak günü Rus hücumları 9. ve 10. Kolorduları giderek daha küçük bir bölgeye sıkıştırırken, Türkler felaketin eşiğine gelmişlerdi. Türklerin ya ricat ya da imha ile karşı karşıya oldukları açıktı ve Enver Paşa çekilmeyi onayladı." (Sayfa 84, 85, 86)

Sansür meselesi

Bazı tarihçiler, Enver Paşa'nın "başarısızlığını gizlemek için" sansür uygulattığını ve Sarıkamış Harekatı'nın sonuçlarını halktan sakladığını söyler.

Böyle feci bir haberin yurdun her yerine yayılması, hem cephelerden güzel haberler bekleyen halkı, hem de cephelerde savaşan Türk ordularını olumsuz etkileyecekti. Yine, o dönemin koşulları böyle bir haberin duyrulmasına müsait değildi. Sansürün nedeni bunlar olsa gerek.

Şimdi bile, Doğu illerindeki terör olayları ve asker kayıplarının önemli bir kısmından haberdar olmuyoruz.
Millî Gazete

Sarıkamış Harekatı Ve Enver Paşa
Enver Paşa ve Birinci Dünya Savaşı
-2-
21 EKİM 2009
ÇAR 12:01

Enver Paşa'nın yaptığı şu konuşma, Birinci Dünya Savaşı'na niçin girdiğimizin en açık göstergesidir: "Bizi doğrudan doğruya boğazlamak isteyen Çarlık Rusyası ve İngilizlere karşı, yalnız hayatımızı bağışlamaya razı olan Almanlarla yan yana harp ettik."

Sarıkamış'la ilgili kaynakların ve tanıkların ortak noktalarından biri de; Enver Paşa'nın gece gündüz ayrımı yapmadan, çok tehlikeli olan avcı hatlarına kadar gittiği, en ön mevzilerde bulunduğu ve uyarıları, ricaları dinlemediğidir. Yine, "Soğanlı ormanlarının vahşi dereleri içinde bütün karargâhıyla beraber aç kaldığı" bilinen bir gerçektir. Yani, kendisi keyif çatarken, askerleri ölüme atmamıştır. O da emri altındaki askerler gibi üşümüş, aç kalmış, en ön saflarda savaşmıştır.

Enver Paşa'yla ilgili "hainlik" tartışmaları, biraz da yeni rejimin ürünüdür. Enver Paşa'nın dindar olması, hilafet müessesesine ve padişaha sıkı sıkıya bağlı bulunması, kimileri için "tehlikeli" bir durumdur. Sözgelimi, Çanakkale'de ordulara "ölmeyi emreden" Mustafa Kemal kahraman olmuştur; ordulara "taarruz" emri veren Enver Paşa ise "hain"...

Enver Paşa hakkında uzman kabul edeceğimiz isimlerden biri olan Ziya Nur Aksun; onu, şu cümlelerle değerlendirir: "Enver Paşa, Osmanlı neslinin son büyük temsilcisidir. Bu neslin özelliği, gerilimlerinin yüksek ve bağlanışlarının derin olmasıdır. Bütün varlıklarıyla sever, bütün varlıklarıyla bağlanırlar. Ama, ne yazık ki, cumhuriyet nesilleri bu derin bağlanışlardaki güzelliği kavrayamamış, politik, günlük çıkar çatışmalarını aşamayan değerlendirmeler içinde bu değerleri yok saymış, yahut küçültmeye uğraşmıştır. Oysa, Osmanlının bu son nesli, ellerinden gelenin en iyisini yapabilmek için, hayatlarını vermekten hiçbir zaman çekinmemişlerdir."

Osmanlı'nın bu son nesli, üzerine düşeni yapmıştı; her şeyi unutsanız bile, bu nesil yüzbinlerce şehit vermiştir. Tarihte, bu kadar yücelen bir nesil az bulunur. Ya sağ kalanlar? Onlar, devletimizin parçalanan toprakları üzerinde ve çoğu Anadolu'da olmak üzere, emperyalist güçlerle sonuna kadar dövüşmeye devam ettiler. İslam dünyasının en onurlu toprakları, onların diktiği bayrağın gölgesinde olanlardır.

İşte Enver Paşa, bu emsalsiz neslin simgesi idi. Kendisini, inandığı mukaddesler uğruna feda edişin en parlak örnekleriyle yaşamış, öncü ve örnek bir insandı.

Enver Paşa, İtalyanlara karşı savaşmak için Trablus'a giderken, bir mektubunda şöyle der: 'Trablus artık kaybolmuş sayılır. Buna rağmen neden gidiyorum? Bütün Müslüman dünyasının bizden beklediği bir vazifeyi yerine getirmek için gidiyorum.' Aynı insan, Osmanlı Ordularının sâbık baş komutanı ve damad-ı Halife-i İslam olarak hiçbir başarı umudu olmayan Türkistan'ın bağımsızlık mücadelesine atılırken de, böyle, insanı ürperten bir gerekçe söyleyecektir."

Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı bittikten ve Osmanlı çöktükten sonra, pekala, Avrupa'nın herhangi bir şehrine yerleşip rahat bir hayat sürebilirdi. Fakat o, İslam davası için mücadele etmeye devam etti. Mesela, Sakarya Savaşı öncesi, mahiyetiyle birlikte Batum'a geldi. Amacı, Milli Mücadele Birlikleri bu savaşı kaybederse, Anadolu'ya girip ordunun başına geçmek ve Milli Mücadele'yi yürütmekti. Hakkında yazılan ve konuşulanlar, Birinci Dünya Savaşı'nın kaybedilmesine rağmen, Enver Paşa'nın ordu ve halk üzerindeki etkinliğini azalmadığını gösteriyordu. Bu "tehlike"yi sezenler, Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir'e şifreli telgraf çekerek, Anadolu'ya gelmesi halinde, Enver Paşa'nın tutuklanmasını isterler. Ve hakkındaki malum kampanyalar da o saatten sonra başlar.

İlk günden son güne kadar Sarıkamış Harekatı'nda bulunan Kaymakam Şerif Bey de, Enver Paşa'nın "hain" olmadığını söyler. Şerif Bey'in yazdıklarında Enver'le ilgili birçok olumsuz cümle olmasına rağmen, şu satırlar dikkat çekicidir: "Maksadı hizmet idi, her gün ateş içinde bulunduğu için, on defa yaralanabilirdi. Allah onu hiçbir şeyden korkmaz, hiç kimseden çekinmez bir şekilde yaratmıştır."

Enver Paşa'nın hataları elbette yok değildi. Tarihçi Niyazi Akşit'e göre, "Enver Paşa büyük bir vatanseverdi. Fakat gerçekleştiremeyeceği büyük işlere girişti."

Enver Paşa'nın Almanlara sıcak baktığı doğrudur. Fakat bu bakış, körü körüne değildir. Enver, Almanlar savaşı kazandıktan sonra, sıranın Türkiye'ye geleceğini biliyordu. Bu yüzden, Almanya'nın verdiği silahların bir kısmını cephelere göndermemiş, Anadolu'nun derinliklerinde depolamıştır. Nitekim, bu silahların mühim kısmı, Kurtuluş Savaşı sırasında kullanıldı. (791 bin tüfek, 4 bin makineli tüfek ve 945 top... Kaynak: Edward j. Erickson, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu, sayfa 278)

Bu bölümdeki son sözü, Enver Paşa'yı yakından tanıyan tanıklara bırakalım: "Onu yakından tanıyan herkesin üzerinde birleştiği nokta, Enver'in bir insan olarak mükemmel ahlaki değerlere sahip olduğudur." Emir Şekip Arslan, Şehit Enver Paşa ve Arkadaşları

"İffet ve namus timsali, feragatin en üst sınırında, hayat ile ölüm arasında fark görmeyecek derecede idealist olarak yaşamıştır." Muallim Fuat Gücüyener, Büyük Harpte Tanıdığım Kumandanlar

"Bir insanın çıkabileceği en üst makamlara yükseldiği halde, samimiyetini kaybetmemiştir. Keskin bir zeka, salim bir muhakeme, muhatabını iyi tanıma gibi yaşından beklenmeyen edep ve terbiye sahibidir." Golç Paşa'nın Hatıraları.

Olumsuz kampanya

Enver Paşa'yla ilgili olumsuz kampanya siyasidir ve daha daha çok Cumhuriyet'ten sonra başlamıştır. Nitekim, Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye'nin Tarihi isimli 'bağımsız' kitabında, 1920'li yılları değerlendirirken, "İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden sadece Enver Paşa, savaş sonrası Türk siyasetinde önemli bir rol oynadı" demektedir. Eserin 207. sayfasındaki şu cümle de dikkat çekicidir: "Mustafa Kemal'in Enver'le olan kişisel ilişkileri çok gergindi."

Zürcher'e göre; "Enver Paşa, savaşın sadece ilk aşamasının kaybedilmiş olduğuna ve tıpkı 1913'te Balkan Savaşı'nda olduğu gibi, ikinci bir raunt için fırsat çıkacağına ve bu rautta Osmanlıların saldırıya geçeceklerine inanıyordu." [Sayfa 197] Nitekim, Enver Paşa, sık sık, "Arabistan, Suriye, Mısır, Filistin, Kafkaslar ve Trablusgarb'ın tekrar Osmanlı'nın eline geçeceğini" söylemekteydi.

Ona göre, Türkiye'nin hür ve tam bağımsız bir devlet olabilmesi, ancak, Anadolu'nun dışına taşan bir coğrafyayla mümkündü. Tabii böyle bir şeyi en başta İngilizler istemezdi. Ki, Enversiz Kurtuluş Savaşı'na İngilizlerin pek müdahale etmemesi, kafalarda hep soru işareti bırakmıştır. Bunun nedeni, Kurtuluş Savaşı'nı yürüten kadronun, sınırlı topraklara [Anadolu ve Trakya'nın bir kısmı] razı olması, olabilir.

Zürcher, Milli Mücadele'nin 19 Mayıs 1919'da başlamadığını da delilleri ile ortaya koyuyor. [ Ki, Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, dünya çapında saygın bir eserdir.]

"İttihat ve Terakki Cemiyeti, bir taraftan Anadolu'da silahlı direniş hareketi hazırlarken; aynı zamanda da Rum, Ermeni, Fransız, İtalyan ya da İngilizler tarafından işgal edilme tehlikesi olan bölgelerdeki Müslüman Türk kesiminin haklarını savunmaya hazırlanıyordu. Bu girişim, yerel 'Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'nin kurulması şeklini almıştı, ki bu örgütler savaş sonrasında Anadolu ve Trakya'da ulusal direniş hareketlerinin oluşturulmasında hayati bir rol oynayacaklardı. [Kasım 1918]

Ömer Lütfi Mete, Cumhuriyet'ten sonra başlatılan Batılılaşma hareketini ima ederek, "Avrupa, Türkiye'yi şartlı tahliye etmiştir" demektedir. Bunu da bir kenara not etmekte fayda var.

Birinci Dünya Savaşı'na kimin yüzünden girdik?

Enver Paşa'ya isnad edilen suçlardan biri de, Osmanlı'yı Birinci Dünya Savaşı'na sürüklediğidir. O dönemin en önemli isimlerinden biri olan Said Halim Paşa, "Türkiye'nin Birinci Cihan Harbi'ne Katılmasının Sebepleri" başlıklı makalesinde, devletin bu savaşa girmekten başka çaresinin kalmadığını en açık delilleri ile anlatır. Said Halim Paşa, "Büyük Avrupa Harbi'nin patlamasının Türkiye için taşıdığı derin tehlikeleri idrak etmeyen kimse yoktu" dedikten sonra, bu savaşın asıl gayesinin, "Türkiye'nin paylaşılması" olduğunu söyler. Yine, özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya'nın amacı, Türkiye'yi yalnız ve çaresiz bırakmaktır. "Üçlü İtilaf, ta Güney Amerika hükümetlerine varıncaya kadar her tarafta kendine müttefik arıyor, fakat bütün bunların yanında, Türkiye ile ittifaka girmiyorlardı. Türkiye, kendi varlığının çok ciddi tehlikelere maruz kaldığını anlamış bulunmaktaydı. Ve, tarafsızlık, yalnızlık demekti."

Said Halim Paşa'ya göre, İstiklal Harbi, Birinci Dünya Savaşı'nın devamıydı ve bu savaş, adeta, Enver Paşa ve ekibinden kaçırılmıştı. Said Halim Paşa'nın sözkonusu makalesinden bir bölüm okumak, meseleyi daha iyi kavramamıza yarayacaktır.

"Türkiye, kendi varlığının çok ciddi tehlikelere ve ithamlara maruz kaldığını anlamış bulunmaktaydı.

İtilaf Devletleri, bizimle bir ittifaka girmiyorlardı. Çünkü böyle bir anlaşma, onların gizli maksatlarına aykırı düşmekte idi. Bu devletler, harbin sonunda 'Hasta Adam'ın hayatına son vermek ve onun mirasını paylaşmak istiyorlardı. Bu muharebede, İtilaf Devletlerinin esas gayelerinden biri de bu idi.

Nihayet Üçlü İtilaf'ın elçileri ile devam eden görüşmeler, üçünün müşterek verdikleri nota ile sona erdi. Bu notaya göre üç devlet, bütün Harb-i Umumi müddetince tam ve mutlak bir tarafsızlık halini muhafaza etmesi şartıyla, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü ve istiklalini tekeffül ediyorlardı. Öyle ki, bu müşterek notaya göre, Türk devletinin sadece harbe girmemesi "bîtaraflık" olarak kabul edilmiyordu. Böyle bir tarafsızlık, Türkiye'yi, milli müdafaası için kurmaya mecbur olduğu kuvvet ve teşkilat için muhtaç bulunduğu dış yardımdan tamamen mahrum bırakıyordu.

İtilaf Devletleri'nin teküffülünü geçerli kılabilmek için tatbik edilecek bir tarafsızlık, Türkiye'yi kendi kendini müdafaa edemeyecek bir geriliğe ve acze mahkum ediyordu. Rusya'nın ihtirasları ve İngiltere'nin kötü niyetleri ile bir kat daha şüpheli hale gelmiş olan bir tekeffüle memleketin talihi bağlanamazdı. Esasen bize çok pahalıya oturmuş bir acı tecrübeler silsilesi, bizi ikaz etmekte idi.

Sulh zamanlarında bile Osmanlı bütünlüğüne ve istiklaline en öldürücü darbeleri vurmuş olanların, hele bir de savaştan zaferle çıktıktan sonra, verdikleri sözlere riayetlerinin daha öncekilerden başka türlü olacağına nasıl inanabilirdik? Geçmişte olanlar, gelecek için tatlı hayaller beslememize imkan bırakmıyordu.

İtilaf Devletleri'nin Sevr Muahedenamesi ile açığa vurulan kötü niyetleri, suikastleri, karanlık ve kanlı ihtirasları, ne dün doğan şeyler, ne de Harb-i Umumi'nin neticeleridir. Onlar, Harb-i Umumi'yi doğuran sebeplerin en mühimlerinden oldukları gibi, bugün devam eden savaşın da sebebidirler. Yine onlar, Türkiye'nin son asırlarda, elîm bir mecburiyetle girişmek zorunda kaldığı üzücü harplerin de sebeplerini teşkil eder.

Bundan başka, 1914 senesi ile 1919 arasındaki fark, 1914'te aynı millî tehlikenin şimdi olduğu kadar açıklıkla görülmeyişidir. 1914'te Sevr Muahedenamesi yazılmamıştı; onun için 1919'da olduğu gibi, tehlike, kitap şeklinde okunamazdı.

Türkiye'nin tarafsız kalabilmesi, ancak varlığını korumaktan vazgeçmesi şartıyla mümkün olabilirdi. Türkiye savaşa vakitsiz girdi. Fakat bu, onun harpte takip ettiği yolun yanlış olduğunu göstermez.

1914'te Türkiye'nin Almanya ile akd ettiği ittifakı ve Avusturya-Macaristan ile işbirliğini bir hata, bir suç olarak görmek; bugün Bolşevik Rusya ile Türk devletinin akd etmiş olduğu ittifakı bir hata, bir suç saymak kadar, hatta ondan daha büyük bir yanlışlığın eseridir. Türkiye'yi harbe katıldığından dolayı itham etmek, milli varlığını korumak için mücadeleye giriştiğinden dolayı itham etmek demek olur.

Eğer Türk milleti bugün hâlâ mücadele edebiliyor ve Cenab-ı Hakk'ın inayeti, muazzez ve mübeccel evladlarının fevkalade fedakarlığı ile kendisine hür ve imanlı bir gelecek temin edebiliyorsa; bu sırf, 1914'te kendisine terettüp eden ulvi vazifeyi idrak ederek, mücadele edeceği kuvvetlerin büyüklüğü önünde herhangi bir tereddüde düşmeden, vazifesini elinden geldiği kadar güzelce ifâ eylemiş olmasındandır."

Denize düşen yılana sarılır

Toktamış Ateş de Siyasal Tarih isimli geniş kapsamlı kitabında, bu konuya değinmektedir: "Babıali, Birinci Dünya Savaşı öncesi gelişmelerin ve kendini bekleyen tehlikelerin farkındaydı. Ve Abdülhamid'in başlattığı 'denge politikası'ni İttihatçılar da sürdürüyorlardı. Avrupa'da savaş patlak verince, Babıali Londra'ya başvurmuş ve Boğazlar ve toprak bütünlüğü konusunda güvence verilirse, Almanya ile yapmış olduğu anlaşmaya rağmen, savaşa girmeyebileceğini bildirmişti. Ancak İngiltere bu öneriye ilgi duymadı. Zira, Rusya ile yaptığı gizli anlaşmalarla, Osmanlı topraklarının paylaşımını çoktan yapmıştı. Kısaca belirtmek gerekirse, Osmanlı savaşa girmese bile, eğer savaşı İngiltere-Rusya-Fransa kazansaydı, imparatorluk parçalanacaktı. Bu koşullar altında savaşa Almanya'nın yanında girmekten başka çare yoktu." [Sayfa 412]

Enver Paşa'nın Bakü Kongresi'nde yaptığı konuşma, Birinci Dünya Savaşı'na niçin girdiğimizin en açık göstergesidir: "Bizi doğrudan doğruya boğazlamak isteyen Çarlık Rusya'sı ve İngilizlere karşı, yalnız hayatımızı bağışlamaya razı olan Almanlarla yan yana harp ettik."

Tuğgeneral Ziya Yergök de, hatıralarında şöyle demektedir: "Boğazlar bizde idi. İngiliz ve Fransızlar İstanbul'u Ruslara verme sözü vermişti. Bunun için bizi ittifaklarına almıyor, isteklerimizi kabul etmiyorlardı. Açıkça anlaşılıyor ki, harbe girmesek bile İstanbul elden gidecek, ülkemiz parçalanacaktı. Artık doğal olarak Almanların tarafına geçmemiz gerekiyordu. Denize düşenin yılana sarılması gibi..." Sayfa 22

Bu bölümü özetleyecek olursak; Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na girip girmeme konusunda iki şıklı bir tercihi olmamıştır.

Sarıkamış Harekâtı'nın doğurduğu sonuçlar

Sarıkamış Harekatı'ndan sonra Ruslar da en az Türkler kadar yıpranmıştı. O güne kadar Türkleri pek ciddiye almayan Ruslar, o günden sonra Türkleri ciddiye almış ve Doğu cephesinde bir buçuk milyon asker kullanmıştır.

Sarıkamış Harekatı'ndan sonra, Ruslar da en az Türkler kadar yıpranmıştı. O güne kadar Türkleri pek ciddiye almayan Rusların, o günden sonra Türkleri ciddiye alması, bilinen bir gerçektir. Türklerin en zor şartlarda bile böylesi bir harekata girişmesi, Rusları şaşkına çevirmiştir. Ve Ruslar, bir yıl boyunca, kendi ordusunu cepheye sürmek yerine, Ermeni çetelerini kullanmıştır. Ermeni çeteleri de geniş ölçekli bir katliam harekatına girişirler

(21 Mart 1918'de Erzincan ile Erzurum arasındaki bölgede aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda Müslüman Türk ölü bulundu. Ne var ki, Üçüncü Ordu henüz ana yollardan çıkıp köylere ulaşmamıştı ve buralarda daha büyük sayılarda ölü bulunması bekleniyordu.

1 Nisan 1918'de Erzurum'da 2127 Müslüman Türk erkek cesedi bulunmuştu. Olay tarihinde orada sadece Ermeniler bulunuyordu.

1 Mayıs 1918'de Trabzon ile Erzincan arasındaki köylerde, Müslümanların sadece katledilmediği, öldürüldükten sonra parçalandıkları kaydediliyordu." Genelkurmay Başkanlığı Arşivi'nden...)

Denilebilir ki, Sarıkamış Harekatı, Ermenilerin de kaderine tesir etmiştir. Harekat Türk ordusunun zaferiyle sonuçlansaydı, muhtemelen, Ermeniler katliam yapma fırsatı bulamayacak ve ileride karşılaştıkları olumsuzluklarla karşılaşmayıp yerlerinde kalacaklardı.

Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler, Talat Paşa'nın anılarından yararlanabilirler.

Sarıkamış'tan sonra

Sarıkamış Harekatı'ndan sonra hiçbir şey bitmiş değildi. Ruslar, sadece 1916/1917 kışında 100 binin üzerinde kayıp vermişti. Bu rakam, sadece soğuk havaları ve salgın hastalıkları değil, aynı zamanda bölgedeki Türk gücünü de gösterir.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Türkiye'deki askeri ateşesi olan Pominakowski, kitabının 1917 tarihli bölümüne, "Durum oldukça ciddi olmasına rağmen, Enver Paşa hâlâ ümidini yitirmemiştir" notunu düşer. Nitekim, 1918 yılında, Doğu Anadolu'daki şartlar Türkiye lehine değişmeye başladığında, Enver Paşa, Rusların boşaltmaya karar verdiği Kars, Ardahan ve Batum vilayetlerinin zaptı için 3. Ordu'ya emir verir.

Sarıkamış'ta "tek kurşun atmadan" savaş dışı kaldığı söylenen 3. Ordu; Rus, Ermeni ve Gürcü gönüllülerden oluşan bütün mukavametleri kırarak, 14 Şubat günü Erzincan'ı, 24 Şubat'ta Trabzon ve Nenehatun'u, 12 Mart'ta Erzurum'u geri aldı. 4 Nisan'da da Ardahan ve Sarıkamış'ı. Sonra Van, 18 Nisan'da da Beyazıt Türklerin oldu.

Rus-Gürcü müdafaa kıtaları tarafından savunulan Batum'da 600 subay ve 3 bin asker esir alındı. Nihayet, 26 Nisan'da Kars kalesi zapdedildi.

Mayıs başlarında, Kafkas Cumhuriyeti'nin delegeleri, Türkiye ile barış yapmak için Batum'a geldiler. Vehip Paşa, Ahilkelek, Gümrü, Nahcivan gibi bölgelerin boşaltılması karşılığında, barış yapılabileceğini söyledi.

Türk tarafının bu talebi, Ermeni topraklarının dörtte üçü demekti. Kafkas Hükümeti, bu talebi kabul etti. Fakat, Ermeniler kararsız kaldığından dolayı, Türkler mütarekeyi feshettiler. Yakup Şevki Paşa, Gümrü'de bulunan 17 bin kişilik Ermeni ordusuna hücum etti. Ermeni ordusu mağlup oldu. Şevki Paşa, Ermenileri takip etti ve Erivan önlerinde iken, Ermeni tümeni yok edildi.

Bu sırada, Gürcüler, Almanların akıl vermesiyle, Kafkas Federasyonu'ndan ayrılmaya karar verdiler. Halil ve Vehip Paşalar, müttefikleri Almanlar ile Gürcülerin çevirdiği oyunlara çok kızmışlardı. Ültimatom verilir ve Gürcülerin Türklerin şartlarını kabul etmemesi halinde, 30 Mayıs sabahı saat 4'de Türk ordusunun Gürcü sınırını geçeceği bildirilir. Bunun üzerine, Gürcüler de Türk tarafının şartlarını kabul ettiler.

Enver Paşa, 5 Haziran günü, Vehip Paşa ile durumu müzakere etmek ve ileri harekat için gerekli tespitleri yapmak için Batum'a gelir. Türk birlikleri, 10 Haziran'da Gümrü'den Gürcistan'ın başşehri Tiflis'e doğru yürüyüşe geçti. Tiflis'in Türklerin eline geçmesini istemeyen Almanlar da buraya birlik gönderirler. Ve Waronzovka bölgesinde, Türk ordusu ile Alman birlikleri karşı karşıya geldi. Yapılan savaşta Almanlar geri çekilmeye zorlandı ve bir kısmı da Türklere esir düştü.

Ve Türk ordusu, Ermenistan topraklarından geçerek, 20 Haziran'da Gence'ye varır. Ayrıca, Enver Paşa'nın emriyle Azerbaycan Ordusu'nun "İslam Ordusu" şeklinde teşkilatlandırılmasına başlanır.

Türk Ordusu Bakü'ye girdiği gün, Almanya, 1. Dünya Savaşı'nı kaybettiğini kabul edip ateşkes ister. Ve barış görüşmeleri için İtilaf Devletleri ile masaya oturur. Böylece, Osmanlı Devleti henüz yenilmemesine rağmen, kaybedenler safında yerini alır. Yani, gerçek anlamda bir yenilgi sözkonusu değildir.

Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu isimli eserde, savaşın bittiği gün bile, Osmanlı Ordusu'nun cephelerdeki asker sayısının 1 milyon olduğu yazılmaktadır. Bu, çok ciddi bir rakamdır.

Bütün gelişmeleri tek tek yazmanın imkanı yok. Burada anlatılmak istenen, Türk ordusunun Sarıkamış'taki kaybını telafi ettiği ve kaybettiklerini fazlasıyla aldığıdır. Ve yenilginin baş aktörü nasıl Enver Paşa ise, bu galibiyetlerin de baş aktörü odur. Üstelik, bunu, Birinci Dünya Savaşı'nın en kritik günlerinde başarmıştır.

Sonuç olarak

Sarıkamış Harekatı'nın üzerinden 80 yıl geçti. Bu yazı, ne Sarıkamış'ta yaşanan acıyı hafifletmek, ne de Enver Paşa'yı aklamak niyetiyle yazıldı. Sadece, olaylara resmi tarihin penceresinden bakılmadı, o kadar.

Evet, Sarıkamış'ta binlerce vatan evladı şehit oldu. Kimi donarak, kimi vurularak. Aynı evlatlar, diğer cephelerde de canlarını feda etmekten çekinmediler. Bu asil davranışın üzerinden ideolojik hesaplar yapıp bir dönemi veya bazı kişileri karalamak, merhametle bağdaşmayan bir davranış biçimi olacaktır.

O dönem, Türk milletinin ölüm kalım yıllarıydı. Üstelik; düşman hem sayı, hem silah olarak üstündü. Ve Müslümanlara karşı, bitmek tükenmek bilmeyen bir nefretle doluydular. Mesela, Trablusgarb ve çevresinde Türk ve Araplara karşı savaşan General Nelson, bir mektubunda şöyle diyordu: "Ayaklananları yakmakta veya diri diri derilerini yüzmekte bizi serbest bırakacak kanunlar çıkartmalıyız. Çünkü içimizde yanan intikam ateşi yalnız idam etmekle sönmüyor."

Müslümanlar, işte böylesi kin ve nefret ile karşı karşıyaydılar. Ve, şöyle ya da böyle, bu nefret çemberinden kurtulmayı başardılar. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı Devleti'ne 6 milyon düşman askerinin saldırdığını düşünmek bile, insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.

Dr. Ramazan Balcı'nın deyimiyle; "Osmanlı Devleti, sömürgeci devletler gibi dünyayı paylaşmak için değil, varlığını sürdürebilmek ve bağımsızlığını koruyabilmek için savaşmıştır."

Sarıkamış Harekatı da, bu dört yıllık sürecin başlangıcıydı. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, sadece Üçüncü Ordu ayakta kalmış ve bu ordunun askerleri, Kurtuluş Savaşı'nın özünü teşkil etmiştir. Çarlık Rusyası'nın çökmesinde de, Doğu cephesinin önemli bir rolü vardır. Zira Ruslar, Fevzi Çakmak'ın verdiği rakamlara göre, Doğu cephesinde 1,5 milyon asker kullanmıştır.

Evet, Sarıkamış Harekatı, bir dram değil, bir kahramanlık destanıdır. Orada, savaş tarihinde benzeri görülmemiş bir emre itaat yaşanmıştır.

KAYNAKLAR:

- Kaymakam Şerif Bey'in Anıları, Arba Yayınları

- Talat Paşa'nın Anıları, İş Bankası Kültür Yayınları

- Cemal Paşa'nın Hatıratı, Arma Yayınları

- Sarıkamış'tan Esarete, Tuğgeneral Ziya Yergök'ün Anıları, yayına hazırlayan: Sami Önal, Remzi Kitabevi

- Enver Paşa ve Sarıkamış Harekatı, Ziya Nur Aksun, Ötüken Yayınları

- Tarihin Sarıkamış Duruşması, Dr. Ramazan Balcı, Tarih Düşünce Kitapları

- Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküşü, Joseph Pomiankowski, Kayıhan Yayınları

- Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, İz Yayıncılık

- Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu, İlber Ortaylı, İletişim Yayınları

- Osmanlı'ya Dair, Bayram Altıntaş, Rağbet Yayınları

- Türkiye'nin Parçalanması ve İngiliz Politikası [1900-1920], Örgün Yayınevi

- Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, [1800-1980], Eric Jan Zürcher, İletişim Yayınları

- Türkiye: İmparatorluktan Cumhuriyete Geçiş Serüveni, Arnold J. Toynbee- Kenneth P. Kirkwood, Birey Yayınları

- Fahreddin Paşa'nın Medine Müdafaası, Feridun Kandemir, Yağmur Yayınları.

- Siyasal Tarih, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Bilgi Üniversitesi Yayınları

- Osmanlı'nın Son Yılları, A. L. Macfie, Kitap Yayınevi

- Türkiye 1915, Paul R. Krause, Heyamola Yayınları

- Size Ölmeyi Emrediyorum, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordubu, Edward J. Erickson, Kitap Yayınevi

- General Sami Sabit Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, Arma Yayınları.

Millî Gazete
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com