EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

AB-D EMPERYALiZMiNiN DÜNYAYA DAYATTIĞI "DEMOKRASİ"

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pzr Ağu 31, 2008 12:34 am    Mesaj konusu: AB-D EMPERYALiZMiNiN DÜNYAYA DAYATTIĞI "DEMOKRASİ" Alıntıyla Cevap Gönder

Ümit Kıvanç: “Nizam” sahipleri tarafından yıkılıyor
13 Aralık 2017



"ABD Başkanı’nın Kim Jong Un’la dalaşı, sokak çocukları arasına dalmayı alışkanlık haline getirmiş serseri bir zengin çocuğunun halini andırıyor"
Ümit Kıvanç*

Lafı Trump ve Kudüs’le açacağım, ama bahsedeceğim konu bu değil. “İnsan toplumlarının yeryüzündeki var oluşu”, “insanlığın geleceği” kadar genel ve kapsayıcı başlıklar altında konuşmamız gereken gelişmelerin tanığı ve kurbanı olmaktayız. Gündelik felaketlerimizden ötürü üzerine düşünme, tartışma ve anlama şansı bulamıyoruz, oysa dünyada köklü dönüşümler meydana geliyor. Basitinden, daha siyasî, daha elle tutulur olanından başlayalım. Döneme özgü olmasını, kalıcılaşmamasını, kısa süre sonra “kâbustu, geçti” diyebilmeyi umarak.

ABD Başkanı Donald Trump’ın “İsrail’in başkenti Kudüs’tür” vurgulaması eşliğinde büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararını ilan edişi, her yönden kurcalanan, yorumlanan, haklı olarak kızılan, kınanan, sonuçları değerlendirilmeye çalışılan bir skandal oldu. (“Vurgulama” diyorum, çünkü bu varolan bir durumun hatırlatılmasıydı sadece. ABD zaten Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyordu. Dahası, bugüne kadar İsrail’le diplomatik ilişki kuran, iş gören bütün devletler de bunu biliyordu. “Tanıyorlardı” da diyebiliriz.) Daha çok ABD kaynaklı bazı değerlendirmelerde, bu kararın İsrail-Filistin denkleminde Washington’ın bulunduğu konumu değiştirdiğine işaret edildi: ABD bu meselede artık tarafsız bir arabulucu sıfatını yitirmiştir, dendi.
Şimdiye dek ne kadar tarafsız arabulucuydu, bu elbette başlı başına tartışma konusu. Hattâ, tartışmaya bile gerek olmadığını, Washington’ın gelmiş geçmiş başkanlarının hep İsrail’in çıkarlarını korumaya yönelik politikalar izlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yine de, Filistin toprakları işgal edilerek oluşturulmuş İsrail devletinin hem sınırları hem temsil ve idare yapısı bakımından Filistinlileri az çok tatmin edecek bir dönüşüm geçirmesi sağlanacaksa, bunun ABD’nin katılımı olmaksızın gerçekleştirilmesi mümkün görünmüyordu; dolayısıyla bu sorunu çözme gayretiyle kurulacak her masada Washington’ı temsil eden birilerinin kaçınılmaz olarak bulunacağı varsayılırdı. Belki yine varsayılacak, ama işin rengi değişti. İşin renginin önemi var mı? Var.

Trump’ın çıkışıyla, ABD’nin sözünün ağırlığı azaldı. Zaten Trump ve -kendi görüşü olmadığı için- ağır tesiri altında düşündüğü ve eylediği ırkçı-faşist çevrelerin sözle bir dertleri yok; onlar ağırlığın kaynağını silahlarda, kaba kuvvette arıyorlar. Fakat bu basit bir politika veya tavır farkı değil.

Kapsama değil saflaşma

Trump’ın çıkışıyla ABD’nin dünyanın en köklü ve müzmin anlaşmazlıklarından birine dair konumunun değişmesi, günümüzün giderek evrenselleşen bir eğilimine uygun: Kutuplaşma. ABD Başkanı -ve ona bu aklı verenler-, nizamı intizamı, kuralları, uzlaşmayı temsil eden bir evrensel bekçi konumunu terk ediyor, çatışmanın taraflarından biri olmaya hamle ediyorlar.

Dikkat ederseniz, Trump’ın Kuzey Kore konusundaki çıkışları da böyle: Düzen bozucu bir aykırı unsuru dünya nizamı adına yola getirmeye çalışan sorumlu üst yönetici edâsında hiç değil. Mahallenin ağabeyi edâsında bile değil. Oysa büyük emperyalist devletler her dönemde, bir tür “dünya düzeni”nin koruyucusu sıfatı -ve haliyle yetkisi- taşıdıklarını iddia etmeye özen gösterirlerdi. ABD Başkanı’nın Kim Jong Un’la dalaşı, sokak çocukları arasına dalmayı alışkanlık haline getirmiş serseri bir zengin çocuğunun halini andırıyor. Bir yandan “benim babam seninkini döver, dövemese de işten atar” küstahlığı var ortada, öbür yandan kendini karşısındakiyle bir nevi eş kılma. Dövüşeceksen, o aşağıda sokakta, sen yukarıda ellinci kattayken olmaz. “Mahallenin huzurunu bozuyorsun” diye değil de, “sana gıcığım” diye dövüşürsen de olmaz.

Burada, George W. Bush’un bile bir nebze olsun koruyabildiği, dünya nizamının üst sorumlusu edâsından eser yok. Nizamı koruma pozlarıyla her şeye ve herkese -kendini herkesçe tanınmış otorite yerine koyarak- yukarıdan müdahale etme konumu, zira, Türkiye’nin de tarihte ilk defa öncülerinden olduğu evrensel eğilime uygun düşmüyor. Gün, zorla bile olsa kapsama değil saflaşma, kutuplaşma, kavga günü. Günün muktedirleri, ancak düşmana karşı var olabilen, destekçilerini anca düşmana karşı seferber edebilen cinsten. Doğru dürüst ideolojileri yok, bunun yerine düşmanları var. İdeoloji faslını şimdilik konu dışı bırakalım.

“Düzen” olsun mu olmasın mı?

Burada işlerin tersine dönüşünden söz etmeliyiz: Eskiden güçlüler, egemenler, düzenin sükûnetle sürmesinden, “işlerin yürümesinden” çıkarı olanlar kuralları, “istikrar”ı, “huzur ve güven”i korur, ezilenler, daha fazla özgürlük ve eşitlik isteyenler, dünyayı çoğulculaştırmaya çalışanlar, düzeni bozmakla, “anarşi” çıkarmakla suçlanırlardı. Oysa şimdi demokrasi ve insan hakları gibi dertleri olanlar, herkesin, en başta da devletlerin uyacağı kuralların olmasını talep ediyor, güçlüler, egemenler ise her şeyden önce böyle bir varsayımı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar: Kural olmamalı, her şeyi güç tayin etmeli!
Bu, muktedirler açısından nalıncı keseri işlevi gören, kötü, baskıcı yasalar çıkarmaya çalışmaktan çok farklı bir politika. Herhangi bir şekilde yasa olmasın, herkes için geçerli kurallar olmasın, demek. Böylelikle gücü elinde bulunduranın önündeki kısıtlamalar kalkacak. Türkiye’de halen yürürlükteki OHAL ve KHK düzeni, bir bakıma, yakın geleceğin özlenen rejimidir. Yalnız Türkiye’de değil. Korkarım yalnız Macaristan ve Polonya’da da değil. Bu sürecin varacağı yer, genel seçim mekanizmasının iptali olabilir. Şu paragrafta adı geçen, aynı yolun yolcusu üç ülkede de öncelikle basın özgürlüğü ve gazeteciliğin, sivil toplum faaliyetlerinin, merkezî iradeden ayrı olarak toplumun farklılaşan iradelerini barındıran kamusal alanın yok edilmeye çalışılması tesadüf değil.

ABD gibi, ortak yerleşik kurallar ve çerçeve aşınmaya başladığında bizzat varlığı tehlikeye düşebilecek bir karmaşık ülkede, şımarık bir emlakçı ve şimdilik sokaklara hükmedebilecek yaygınlıkta olmayan ırkçı-faşist hareket böyle bir dönüşümü başarabilir mi? Ekonominin iplerini elinde tutan azınlık bu plana iştirak etmedikçe zor. Ama eğilimi şu anda seçebiliyoruz: Ortak kurallar olmamalı, her şeye güç hükmetmeli, bu yolda ilk aşama olarak, asla iç içe geçmeyen, temas bile etmeyen karşı kutuplar oluşmalı. Türkiye’deki kutuplaşmanın da ilk sonucu, yasallık, kurumlar, güçler ayrılığı ve muktedirlere yönelik fren-denetim mekanizmalarının ortadan kalkışı değil mi?

Özellikle “globalleşme” terimiyle ifade edilen bir ortak dünya idealine karşı, dünyayı pekâlâ bu şekliyle, dilimler halinde koruyarak kendilerine sınırsız iktidar alanları yaratabileceklerini ve bu alanlarda kural tanımaksızın hüküm sürebileceklerini varsayan yeni tip muktedirlerin saldırısına tanık ve kurban oluyoruz. Bu gidişatın önemle üzerinde durulması gereken başka boyutları da var.

Her kötülüğün anası ve bizzat kendi kabahatlerimizin de sorumlusu kıldığımız “emperyalizm” yaratığı, her şeyin oradan idare edildiğine inandığımız kumanda odasına kurulmuş, kendisinden başka hiçbir şeyi görmemize meydan vermiyor; bu yüzden, şu işaret ettiğim gelişmenin yeryüzündeki insan toplumlarının hayatında niteliksel bir değişmeye yolaçabileceği ihtimalini ortaya atmak, tartışmak, özellikle bizim burada kolay değil. Yine de, başımıza gelenleri ve gelecekleri isabetle teşhis etmek zorunda olduğumuzu, yoksa önleyemeyeceğimizi hatırlatmaktan imtina etmeyeyim.

* Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ten alınmıştır.

T24
ETİKETLER
trump abd kuzey kore türkiye ohal ümit kıvanç

Mesut Odman ABD emperyalizminin saldırganlığını güzel anlatmış: Hoşt Amerika…
07/08/2015



Böyle başlardı ve hoşt sözcüğüyle kafiye oluşturacak biçimde … Amerika diye devam ederdi. Kimler için söylenirse söylensin, pek hoş ve terbiyemize uygun bir söz sayılmaz; burada tekrarlamasak daha iyi.

İlk söyleyen kimdi, hatırlamıyorum. Altmışlı yıllarda politize olmuş halk ozanlarından biri, örneğin, Aşık İhsani olabilir mi acaba? On yıldan daha eski bir tarihteki 1 Mayıs gösterilerinin birinde, bizim TKP kortejinin başında yan yana yürümüştük; şu anda ne olduğunu çıkaramadığım bir şeye kızmıştı, ikide bir durup söyleniyor, bense kendisini yatıştırmaya çalışarak, yaşadığımız günün anlam ve öneminden girip o altmışlı yıllardaki halimize sözü getiriyor, böylece yeniden harekete geçerek yürüyüş kortejinin bizim arkamızdaki bölümünün büsbütün duraklayıp karışmasını engellemeye uğraşıyordum. Sonuç olarak, durumu idare etmiştik galiba. Bu vesileyle, şimdi aramızdan göçük ozanı da anmış olalım.

Her neyse, bu yazının amacı başka zaten.

Amacım, emperyalist dünyanın bu azgın lider ülke ve devletinin o liderliği ele aldıktan sonra yapıp ettikleriyle ilgili kısa kısa hatırlatmalarda bulunmak. Neye yarar, bilmem. Hiç işe yaramaz değil. Ben kendim, bazılarını ayrıntılarıyla bildiğim, bazılarını ise hiç bilmediğim bu olayları okuyup hatırladıkça, basbayağı şaşırdım, diyebilirim. “Bunları da mı yapmışlar!” diye değil, daha çok, “Bunları nasıl da unutmuşuz!” diye…

Önce bir döküm ile başlayabiliriz. Çok çeşitli kaynaklara bakılarak derlendiğinde, aşağı yukarı şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, açık ya da gizli bir ABD müdahalesi olmadan yeryüzünde başlayan, tırmanan ya da uzayan önemli bir bölgesel çatışma olmamış. Üçüncü bir dünya savaşı da henüz olmadığına göre, 70 yıldır ortaya çıkan bütün savaşlarda Amerikan parmağı var, demekle herhangi bir propaganda cümlesi söylemiş olmuyor, sadece yalın, ama çarpıcı bir gerçeği dile getirmiş oluyoruz.

Az önce bir cümlede özetlediğimiz gerçeğe ilişkin daha ayrıntılı bir döküme geçelim. Bunu derleyip kâğıda döken, “içeriden” sayılabilecek, Amerikalı bir uzman ve çok eski bir dışişleri görevlisi olan William Blum. Say Yayınları tarafından dilimize kazandırılarak 2013 yılında “Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı” başlığıyla yayımlanmış olan bu kitabı, okur dostlara hararetle tavsiye ederim.

Amerikalı uzmanın dökümü şöyle: Yine ikinci büyük savaştan bu yana, ABD, başka ülkelerde, demokratik denilen yollarla iktidara gelmiş 50’den çok hükümeti devirmeye çalışmış; sayıları 30’dan az olmayan pek çok ülkede “demokratik seçimler”e büyük ölçüde müdahale etmiş; 50’nin üzerinde yabancı lideri öldürtmeye kalkmış; 30’dan çok ülke halkının üstüne bomba yağdırmış; 20 kadar ülkede halkçı ya da ulusalcı hareketleri bastırmaya uğraşmış.

Demek,yazının başlığına aldığımız, bir zamanlar ülkemizin alanlarını çınlatan sloganı tekrarlamaktan hicap duymak bir yana, “az bile söylemişiz” demek gerekiyor

* * *

Sözünü ettiğim kaynaktan, belli bir ölçüte uymadan, rasgele yaptığım bir seçmeyle, bazı olayları hatırlatacağım. İlki, ABD’nin 1964 ilkbaharında Brezilya’daki “ılımlı solcu” hükümeti deviren askeri darbe. Bu darbedeki Amerikan parmağı sonradan bir ölçüde açığa çıkmış. Etkin rol üstlenenlerden biri, o ülkede elçilik de yapmış, tam bir parlak çocuk. Harvard’dan 19 yaşında üstün başarıyla mezun olmuş, daha 23 yaşında aynı ünlü üniversitenin öğretim kadrosunda yer almış, Amerikan başkanları ve kurumları tarafından övgülere ve, herhalde, paralara boğulmuş bu “seçkin entelektüel”in adı da epey ilginç: Abraham Lincoln Gordon. Brezilya halkını izleyen 20 yılı aşkın sürede zalim bir diktatörlük altında yaşamaya mahkum eden bu darbe ile ilgili olarak, yıllar sonra, Amerikan Kongresi bir soruşturma da yapmış. Tam, “işte Amerikan demokrasisi, her yerde kötülük olur, ama orada kötülükler cezasız kalmaz” palavrasına dayanak yapılmış onlarca örnekten biri. Kongre önünde tanıklık yapan bu Gordon, elbette, olayla ilişkisini toptan reddetmekle birlikte, darbeyle ilgili şu yorumu yapmaktan da geri kalmamış: “Yirminci yüzyılın ortasında, özgürlük mücadelesinin tek ve en önemli zaferi.”

* * *

Şimdi yakınlara gelelim, iyice yakınımıza, komşumuza.

Yunanistan’da CIA ile sıkı bağları olan ordunun gerçekleştirdiği “Albaylar Cuntası” adıyla tarihe geçen darbeden sonra yedi yıl boyunca, komşumuz halkın büyük acılar çektiğini, tarih kitaplarından okuyarak değil, güncel basını izleyerek bilenlerimiz çoktur. Darbe sırasında ABD’nin Atina’daki büyükelçisi olan Dr. Talbot Phillips de, doğal olarak, darbeyle herhangi bir bağlantıları olmadığını ileri sürüyor. Ancak, darbeyle devrilen hükümetin üyelerinden Andreas Papandreou’nun İngilizcesi 1970’te yayımlanan anılarında söz ettiği ilginç bir ziyaret var. Darbecilerin tutuklayıp sekiz ay hapsettiği Papandreou, serbest bırakıldıktan sonra, eşiyle birlikte, büyükelçiyi ziyarete gidiyor. Anlattıkları şunlar:

“Talbot’a darbe gecesi Yunanistan’da demokrasinin ölümünü engellemek için Amerika’nın müdahale etme olasılığının bulunup bulunmadığını sordum. Bu konuda hiçbir şey yapmalarının mümkün olmadığını söyledi. Sonra Margaret çok kritik bir soru yöneltti: Ya bu darbeyi yapanlar komünist ya da solcu olsaydı? Talbot bunu duraksamadan yanıtladı: O zaman tabii ki müdahale ederler ve darbeyi bastırırlardı”.

* * *

Demokrat Başkan Bill Clinton’ın buyruğuyla ABD ve onunla birlikte NATO uçakları Yugoslavya’yı, bu arada, Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri olan Belgrad’ı 1999 yılında 78 gün boyunca bombaladı. Clinton bunu “insancıl bir müdahale” olarak nitelendirdi. Bu insancıl müdahale sonunda bir ülkenin ekonomisi, ekolojisi, enerji kaynakları, köprüleri, binaları, konutları, ulaşım ve benzeri altyapısı, tapınakları, okulları yerle bir edildi. Aslında, bu bombardıman, Amerika’nın bu tür insancıl müdahalelere girişirken, sadece üçüncü dünya halklarını ya da Müslümanları yahut farklı renkten insanları hedef aldığı yolundaki yanlış algılara da son vermiş oldu. Kaynağımız, bu konuda şöyle ironik bir yorumda bulunuyor: “Bombardımanın eski Yugoslavya halkını, yani beyaz, Avrupalı ve Hıristiyanları hedef aldığını unutmamak gerek. Birleşik Devletler, hedeflerine fırsat eşitliği tanıyan bir bombacıdır. Bir ülkenin hedef olması için gereken sadece (a) Amerikan imparatorluğunun belli bir arzusuna herhangi bir engel oluşturması; (b) hava saldırısına karşı hemen tümüyle savunmasız bulunması ve (c) nükleer silahlara sahip olmaması yeterlidir.”

* * *

Bununla birlikte, haksızlık da etmeyelim. ABD sadece böyle darbe yap, hükümet devir, bombala türünden savaş ya da savaşma ağırlıklı eylemlerle uğraşıyor değil. Barışçıl işlerle de pek fazla haşır neşir olduğunu biliyoruz. Birleşmiş Milletler’de, NATO’da, bu sonuncusu adıyla sanıyla bir savaş örgütü olmakla nasıl barışçıl işlerin sahnesi oluyor, o da ayrı ya, Amerika kültürdü, sanattı, yoksul ve aç insanlara yardımdı, bu tür işlerden de uzak kalmıyor elbet. Bir örnek de oralardan verelim.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na bir önerge sunuluyor. Tarih Aralık 1981. Önergede, eğitim, iş, sağlık hizmeti, iyi beslenme ve ulusal gelişmenin insan hakları arasında olduğu ilan ediliyor. Oylama sonucu, 135 evet ve 1 hayır. Hayır diyen tek üye ülke, ABD. Ertesi yıl, yine Aralık ayında benzer konuda bir önerge daha geliyor. Evet diyenler 131, hayır diyen yine ve tek başına ABD. Bir sonraki yıl, bu önerge yeniden Genel Kurul’da oylanıyor. Bu kez evet diyenler 132, karşı çıkan yine 1. Ancak, bütün bu oylamalar Cumhuriyetçi Başkan Reagan dönemine denk geliyor. Öyle denk geliyor da, demokrat başkanların tutumu da farklı olmuyor.

Clinton yönetimi döneminde, 1996’da BM desteğindeki Dünya Gıda Zirvesi, “herkesin güvenli ve besleyici gıdaya ulaşma hakkı olduğunu” onaylıyor. Ama ABD karşı çıkıyor. Gerekçe: Açlık sorununun temelini oluşturan yoksulluktur, bu da ancak serbest ticaret ile ortadan kaldırılabilir. Ardından Cumhuriyetçi Bush döneminde, 2002’de Roma’da yapılan Dünya Gıda Zirvesi’nde “herkesin güvenli ve besleyici gıda hakkı” yine onaylanıyor. Amerika yine karşı çıkıyor; gerekçeler arasında, kıtlık çeken ülkelerin ileride bunu kullanarak zenginler aleyhine yargıya başvurabilecekleri kuşkuları da var.

* * *

Sıradan ya da, çok kullanılan deyişle, sokaktaki Amerikalının kaygılandığı konulardan biri, zaman zaman da olsa farkına varabildiği, dünyanın kendilerine sempatiyle bakmayışıdır. Sempati ne söz, kimileyin rahatsız edici biçimlerde gözlerinin içine sokulan bir nefretin nesnesi olmalarıdır. Bunu açık açık ilk dillendiren politikacılardan biri, asker kökenli başkan, bir bakıma ikinci dünya savaşının “kahramanı” kabul edilen, Eisenhower’dır. Mart 1953’teki bir toplantıda şöyle dediği kayıtlara geçmiş: “Bu mazlum ülkelerdeki insanların bir kısmının bize karşı nefret yerine sevgi beslemelerini neden sağlayamıyoruz?”

Dünya halklarının nefreti karşısında şaşırmanın nedenleri arasında, elbette emperyalist sistemin tepesindekiler değil, ortalama Amerikalı düşünüldüğünde, gerçekten de “yetmişikibuçuk milletten” insanın oluşturduğu bu halkın anlaşılması güç naifliğinin yanı sıra, çocukluktan başlayarak içinden geçtikleri ideolojik niteliği çok belirgin eğitim sürecinin etkileri belirtilebilir. Buna ilişkin olarak, çeşitli düzeylerde okutulan tarih kitapları ile ilgili ve bundan 35 yıl önce yayımlanmış bir araştırmanın ulaştığı sonuçtan söz edebiliriz: “Bu kitaplara göre, Birleşik Devletler dünyanın geri kalan kesimi için bir Selamet Ordusu olmuştur; tarih boyunca yaptığı sadece fakir, cahil ve hastalıktan kıvranan ülkelere yardım elini uzatmaktır. ABD her zaman bencillikten uzak davranmış, her zaman yüce amaçlar uğruna hep vermiş ve hiç almamıştır.”

* * *

Son bir notla bitirelim; o da Amerikan demokrasisi ile ilgili olsun.

Zamanın Beyaz Saray sözcüsü, 2008 yılının Mart ayındaki basın toplantılarının birinde, herhalde hamasetin dozunu fazla kaçırmış olmalı ki, bir gazeteci dayanamayıp soruyor: “Amerikan halkından bu uğurda ölmesi ya da bir bedel ödemesi isteniyor ve siz onların bu savaşta söz hakları olmadığını ileri sürüyorsunuz.” Sözcü, biraz şaşırarak ve anlaşılan kekeleyerek, savunmaya geçiyor: “Ben öyle bir şey söylemedim… Bu başkan seçimle geldi.” Gazeteci ısrar ediyor: “Yine de sözlerinizden bizim hiçbir söz hakkımız olmadığı anlamı çıkıyor.” Sonunda, Beyaz Saray sözcüsü, herhalde farkında olmadan söylemiştir, gerçeğin hiç değilse bir kısmını dile getirmek zorunda kalıyor: “Katkınız oldu. Amerikan halkı her dört yılda bir katkıda bulunur. Bizim sistemimiz böyle kurulmuş.”

Doğrudur, öyle kurulmuştur.

Buna eklenecek ne olabilir? Belki, editörlük de yapan Amerikalı bir rahibin ta 1941 yılında şu dedikleri: “Birleşik Devletler’de demokrasinin önünde iki büyük engel var. Birincisi, yoksulların demokrasiye sahip olduğumuzu sanması ve ikincisi, zenginlerin buna sahip olacağımızdan daima korkması.”

“Emperyalist demokrasi” deyip duranların anlatmak istedikleri de hemen hemen budur işte…
Kaynak: Sol

İzzettin Önder'den okunması gereken bir AB analizi: Troyka-Syriza çekişmesinin ardından
20/07/2015



Dikkat edilirse, yazının başlığında "Yunanistan" sözcüğü yerine, kasıtlı olarak "Syriza" sözcüğünü kullandım. Müzakereler nerede ise sonlandırılmış olup, birinci sahnenin perdesi kapanırken, geçmişi daha net olarak çözümleyebiliriz. Böyle bir çözümleme, salt fikir jimnastiği olmanın ötesinde, geleceğe yönelik de bize bazı şeyler gösterebilir.

Benim düşüncem şudur ki, Syriza Yunan halkının son yıllarda içine düştüğü fevkalade olumsuz koşullardan kurtulma ve biraz da olsa nefes alma çabalarına çare olmak üzere bir tür sosyal politika ağırlıklı paket gündeme getirdi. Emekli maaşlarının yükseltilerek eski düzeyine getirilmesi, uygulamadan kaldırılmış olan bazı sosyal desteklerin yeniden ihdası, KDV oranlarının makul düzeye çekilmesi vb gibi ekonomiyi değil, fakat halkı rahatlatacak bazı önlemleri içeren bir paket, doğal olarak, sosyalist bir proje olarak görülemezdi. Ancak, bizzat Syriza hükümetinin de destek ve çabaları ile çevreye bir sosyalist program gibi yansıtıldı. Syriza'nın bu taktiği, belki Troyka'yı biraz geriletmek ve 9 milyonluk bir ülkeyi yaklaşık 450 milyonluk bir devin içinde hazmedilmesini sağlamak olabilir.

Syriza'nın böyle bir taktiği olabilir, hatta bu taktik siyasi olarak savunulabilir dahi. Ancak, çevrenin böyle bir programı sosyalist program olarak yayması, hatta ileride Yunan bankalarının da yeni programa göre denetim altına alınarak ya da devletleştirilerek, ekonomide para ve kredi sisteminin merkezi otoriteye bağlanacağı gibi ifadeleri yayması içerik olarak doğru olmadığı gibi, strateji olarak da doğru değildi. Zira, böyle bir program karşısında Troyka'nın geri adım atması salt Yunanistan boyutunda hiç gerçekçi değildir. Troyka, Yunanistan üzerinde düşünürken, zaten Yunanistan'a borç vermiş merkez sermaye dokusunu kurtarıyor olduğundan fazla sıkıntılı da değildi. Troyka'nın derdi başka yerde idi. Bundan dolayı Troyka Yunanistan'ı serbest de bırakamazdı, Yunanistan'a taviz de veremezdi.

Troyka'nın birinci derdi, sadece bu ateşin İtalya, İspanya ya da diğer sıkıntılı ülkelere sıçrayacak olmasından öte, uzun yıllar büyük hayallerle beslenmiş ve rampaya oturtulmuş olan Hıristiyan Avrupa projesinin yara alıyor olması idi. Üstelik bu yaranın temelinde, birliğin temelini oluşturan ekonomik doku vardı. Zira Yunanistan'ın sorunu siyasi değil, ekonomik idi. Ne var ki, bu konuda Yunanistan'dan çok Avrupa Birliği suçlu idi. Çünkü, siyasi arenada Roma Antlaşması görüşmeleri yapılırken, ekonomik arena da çok çeşitli fikirler tartışılıyordu. Bunlardan çok önemlisi, geleceğin müşterek Avrupa'sının oluşumu için tüm yasa ve kurumların ahengini sağlamanın olası sonuçlarının tartışıldığı alandır. Ünlü "Vergi Ahenkleştirmesi" konusu bunların en önde gideni idi. Bu konuda iki fikir ortaya atıldı. Birincisine göre, madem ki tüm Avrupa ülkeleri bir bütün büyük ülke olma yolunda ilerliyordu, o zaman tüm ülkeler yasalarında da ahengin sağlanması zorunludur. Buna karşı geliştirilen görüş ise şu idi: Eğer bütünleşmiş ve ahenk içinde bir gelecek Avrupa'sı tahayyül ediliyor ise, o zaman ülkelerin farklılıklarına göre farklı uygulama yapmak gerekir. Fakat, anlaşılabilen nedenlerden dolayı, ikinci görüş rağbet görmedi ve birinci görüş uygulamaya koyuldu. Böylece, farklı ülkeleri aynı yasalar ve uygulama altına girince, sonuçta ekonomilerin yakınlaşmasından çok farklılaşması ortaya çıktı. Bu arada, ücretlerde ve sair bazı alanlarda ufak yamalamalar yapılırcasına destekler geliştirildi, ancak büyük krize kadar idare edilen durum sonuçta açık verdi ve bilinen sonuç yaşanmaya başladı. Bu neden, Yunanistan, İtalya, İspanya başta olmak üzere, Avrupa'nın çürük elmaları birer birer dökülmeye başladı.

Bunlara rağmen Troyka ve tüm neoliberal sistem Syriza programının sol proje olarak tanıtılmasından gizli şekilde hoşnut da olmuş olabilir. Zira, son durumda, sol proje diye sunulan Syriza programı reddedildi, aşağılandı ve bizzat halkının önünde diz çöktürüldü. İşin beni rahatsız eden boyutu burasıdır. Tabii ki, geçici bir durumdur bu ama, bu aşamada da olsa neoliberalizm bir tür zafer kazanmış oldu. Keşke tersi olmuş olsa idi! Ancak, durum müsait değil idi ve proje yanlış olarak yanlış temelde sunuldu. Parça bölük sunulan her proje karşıtları tarafından ezilmeye mahkumdur. Mücadelede tüm alanlar kapsanır ve tavize meydan bırakılmaz. Aksi durumda, karşıt güç tutarlılığı olmayan projeyi deler ve içinden çökertir.
Kaynak: Sol

Yunan hükümeti AB dayatmalarına teslim oldu halk direniyor: Atina alev alev
15 Temmuz 2015



Cumhuriyet'in haberine göre; Yunan parlamentosu, Avro Bölgesi liderlerinin Yunan hükümetine "86 milyar avroluk üçüncü kurtarma paketi" karşılığında talep ettiği reform paketi ile ilgili kanun tasarısını bugün oyluyor. Parlamento binasının dışında ise kurtarma paketine karşı olan yunan halkı polisle çatışıyor

Parlamento'da geç saatlere kadar sürmesi beklenen görüşmelerin ardından tasarının gecenin ilerleyen saatlerinde oya sunulması bekleniyor.

İflastan kurtulmak ve avroda kalabilmek için Avro Bölgesi liderlerinin ağır şartlarını kabul etmek zorunda kalan Yunan hükümeti, söz konusu reform paketiyle ilgili kanun tasarısını dün meclise sunmuştu.

Kanun tasarısı kabul edilmesi halinde, Yunanistan'da kemer sıkma önlemleri daha da ağırlaştırılarak devam edecek.

Buna göre, KDV artırımı dahil vergi oranları yeniden düzenlenecek, iş koşulları ve emeklilik gibi konularda kesintilere gidilecek ve halkın boğazındaki lokmaları çalan 'köklü reform'lar yapılacak. Yunanistan otomatik bütçe kesintilerini öngören mali kurala geçecek ve istatistik kurumunun bağımsızlığını güçlendirecek. Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) de aralarında bulunduğu Troyka (Avrupa Birliği-Avrupa Merkez Bankası ve IMF) Yunanistan'ı yakından denetlemeye devam edecek. Troyka ülkede kalarak, Yunan kurumlarını reformların uygulanması konusunda yerinde denetleyecek, emeklilik yaşı en az 67 olacak ve ülkedeki kamu çalışanları azaltılacak.

Tasarıda ayrıca, kamunun en değerli aktiflerinin özelleştirimesiyle Atina'da 50 milyar avroluk bir özelleştirme fonu oluşturulması da öngörülüyor. Ülkedeki bütün özelleştirmeler Troyka kurumlarının denetiminde yapılacak. Elde edilecek gelirin yarısı bankalara sermaye takviyesinde, bir çeyreği borç geri ödemesine ve kalan çeyreği de yatırımlarda kullanılacak.

Bütün bu dayatmalar bir zamanlar sömürge valisi olarak TC'ye tayin edilen Kemal Derviş derviş'in çantasından çıkan acı reçetelerinin tıpa tıp aynı...

Atina sokakları alev alev - FOTO GALERİ: http://www.cumhuriyet.com.tr/foto/foto_haber/323071/1/Yunanistan_karisti__Atina_sokaklari_alev_alev.html

Tansiyon yükseldi

Yunanistan'ın başkenti Atina'da, AB dayatmalarına boyun eğen hükümet tarafından kabul edilen "kurtarma paketi"ne karşı gösteriler yayılıyor...

Sintagma Meydanı'nda akşam saatlerinde toplanan sol görüşlü grup hükümet karşıtı sloganlar atarak kurtarma paketini protesto etti.

Yoğun güvenlik önlemleri altında devam eden gösteride, kendilerini "iktidar karşıtı anarşistler" olarak adlandıran ve polise molotof kokteyli atan gruba göz yaşartıcı gazla müdahalede bulunuldu.

Polisin müdahalesinin ardından bazı göstericiler ara sokaklara kaçarken meydanda bulunan bir grubun da Yunanistan Antena televizyonuna ait canlı yayın arabasını yaktığı görüldü.

Yunan polisi parlamento binasının bulunduğu Sintagma Meydanı'na çıkan bütün yolları kapattı. Olaylar sırasında yaklaşık 50 göstericinin gözaltına alındığı bildirildi.

Gündüz vakitlerinde Sintagma Meydanı'nda yapılan gösterilere katılan bazı işçi sendikaları, eczacılar, kamu çalışanları ve belediye işçileri yeni kemer sıkma politikalarına karşı çıktı.

Borç konusunda elinden geleni yaptığını ve başka çıkış yolu bulunmadığını belirten Çipras, itiraz eden milletvekillerine kendisinin düşünemediği alternatif başka bir çözüm yolu varsa söylemelerini istedi.

Toplantıda konuşan Enerji Bakanı Panayotis Lafazanis ise, hükümetin herhangi bir şantaj yoluyla memorandum kabul edemeyeceğini ifade ederek, tasarıya oy vermeyeceğini ancak hükümeti desteklemeye devam edeceğini söyledi. Bazı milletvekilleri de, Yunanistan'ın, Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble'nin önerisini kabul ederek 5 yıllığına avrodan çıkması gerektiğini belirttiler.

SYRIZA Merkez Komitesi üyesi 109 milletvekili bugün yaptıkları ortak açıklamada, Avro Bölgesi liderleri tarafından Yunanistan'a ağır koşulları yerine getirmesi şartıyla sunulan "Üçüncü Kurtarma Paketi"ne karşı çıkarak, kreditörlerle yapılan anlaşmayı "Avrupa liderlerinin Yunan halkına karşı bir darbesi" olarak nitelendirmişti.

Yunan anayasasına göre, tasarının kanun haline getirilmesi için, 300 sandalyeli parlamentoda 151 milletvekilinin oyu gerikiyor.

SYRIZA ve ANEL koalisyon hükümetinde 162 milletvekili yer alıyor. Koalisyon hükümeti içerisinde en az 30 milletvekilinin kurtarma paketine karşı olduğu belirtiliyor. Diğer yandan Avrupa yanlısı muhalefet partilerinin tasarıya 'evet' oyu kullanması bekleniyor.

Hükümet, bu akşamki oylamalarda çoğunluğu sağlamasa bile güvenoyu önergesi olmazsa görevlerine devam edebilecek.
Haber 93

AB-D EMPERYALİZMİNİN DÜNYAYA DAYATTIĞI "DEMOKRASİ" BÖYLE BİR ŞEY...
07 Ağustos 2008

Dr. Afiyet Sıddiki 1972'de Karaçi'de doğdu. Şimdi düzmece bir senaryo ile New York'ta yargılanıyor. İki resmini görüyorsunu. Biri diploma töreninde, diğeri şu anki hali

İbrahim Karagül'ün köşe yazısı

'650 numaralı esir' kadının çığlıkları!

Birkaç gündür "esir" tutulan bir Müslüman kadının ve üç küçük çocuğunun trajedisini tekrar tekrar okuyorum. Beş yıl boyunca ABD'nin o meşhur "işkence merkezleri"nde kalan, yıllarca kendisinden haber alınamayan, hâlâ çocuklarının akıbeti tespit edilemeyen, CIA'nın gizli esir ticaretinin kurbanlarından birinin ibretlik durumunu izliyorum.

Bizzat devletler, meşru güçler ve kurumlar tarafından yönetilen, dış politika pazarlıklarına konu olan, dolarla alınıp satılabilen insanların hikayelerine özellikle yer veriyorum ben. Çünkü bu örnekler, bu insan hikayeleri, gezegenimizi kontrol altına almaya çalışan, önümüzdeki yüzyılı şekillendirmeye girişen ırkçı zihniyet hakkında entelektüel ve siyasi tartışmalardan çok daha fazla bilgi veriyor bize. Ve, nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuza dair dersler alıyoruz. Srebrenica soykırımının mimarlarını bile koruyanların, binlerce kurban üzerine gizli anlaşmalar yapabilenlerin yedi yıldır yaşadığımız bölgede imza attıkları kötülüklerin en dehşet verici örneklerini elbette çok sonraları öğrenebileceğiz. Ama biz, bildiklerimizi paylaşmanın çok önemli olduğuna inandık hep ve bunu yapmak için çaba harcadık. Bu yüzden de, yine böyle bir olayı aktarmak istedim.

İnsan hakları örgütlerinin hakkında kampanya başlattığı, dünya basınında az da olsa yer alan, Türkiye'de "timeturk" adlı haber sitesinin ısrarla takip ettiği Kandahar'daki işkence kampından Guantanamo'ya uzanan bir "hikaye" bu. Yeni nesil köle ticaretinin, 21. yüzyıla yönelik insan ticaretinin en ürkütücü örneklerinden biri.

Dr. Afiyet Sıddıki, Pakistan kökenli bir kadın. Yakın çevresi tam beş yıldır onu arıyordu. Kaçırıldığında en küçüğü bir aylık, en büyüğü dört yaşında üç çocuğu da kendisiyle beraber kayboldu. Nerede? Pakistan'ın Karaçi kentinden İslamabad'a gidecek uçağa binmek için havaalanına giderken. Sonradan, Pakistan polisi tarafından gözaltına alındığı ve para karşılığı ABD'ye "satıldığı" ortaya çıktı. O da, Pakistan güvenlik güçlerinin ABD yönetimine sattığı 750 kişiden biri oldu. Ya sonrası?

Tam beş yıl, Afganistan'da bilinmeyen bir yerde, gizli bir işkence evinde kaldı. Nerede olduğu bilinmiyordu gerçekten. Neler yaşadı, çocukları nerede, hâlâ tam olarak bilinmiyor. Dr. Sıddiki hakkında bilgi verenler kirli ticaretin diğer kurbanları oldu. Bagram'daki meşhur esir kampında kalan, Guantanamo'ya götürülenler onu biliyordu.

Sıddıki İngiltere vatandaşıydı. Amerika'da eğitim görmüş, MIT'de (Massachussetts Institute of Technology) tıp okumuş, nöroloji alanında çalışmıştı. Akrabalarını ziyaret etmek için Pakistan'a gittiğinde kaçırıldı ve satıldı. Afganistan işgali sırasında Taliban'a esir düşen, sonra bırakılan Yvonne Ridley, bu kimsesiz kadını aramaya başlar. Hikaye ile ilgili ABD basınında haberlere ulaşır. Pakistan mahkemelerine başvurur. Mahkeme 9 Eylül tarihine gün verir. İşte tam bu sırada Dr. Sıddıki ortaya çıkar. Nerede? Elbette ABD'de. New York'ta apar topar mahkemeye çıkarılır. Göğsünde kurşun yarası vardır ve zor ayakta durmaktadır. ABD kaynaklarına göre Afganistan'da ABD ile savaşırken daha yeni yakalanmıştır! Sıddıki silahla ABD askerlerine saldırmış, o sırada yaralanmış! Ne kadar da inandırıcı değil mi?

Hikayenin aslına dönelim. ABD'ye satılan, Bagram ve Guantanamo'da işkenceler gören sonra serbest bırakılan Muzzam Beg, kendisine işkence yapılırken duyduğu çığlıklardan kendi acısını unuttuğunu, çığlığın sahibinin Dr. Afiyet Sıddiki olduğunu söylüyor. Ekliyor: Gecenin karanlığını yaran ama kimsenin kulak vermediği bu çığlığın nerede geldiğini aradım. ABD üssünde işkenceye, tecavüze, dayağa, hakarete uğrayan tek kadın tutukludan geliyordu. Bu kadına tuvalet ihtiyacı bile herkesin gözü önünde, erkeklerin tuvaletlerini yaptığı yerde yaptırılıyordu." O kadının Dr. Sıddıki olduğu beş yıl sonra ortaya çıktı. İşkenceler sonunda bilincini kaybetmiş. Çocuklarının nerede olduğu hâlâ bilinmiyor. Kimse onu bu cehennemden kurtarmamış. Tamamen sahipsiz kalmış.

Dr. Afiyet Sıddiki 1972 yılında Karaçi'de doğdu. Şimdi düzmece bir senaryo ile New York'ta yargılanıyor. Yaralı, çökmüş. Bir kadın, tam beş yıl o meşhur işkence merkezlerinde kalıyor. Para ile alınıp satılan bir esir oluyor. Hangi siyasi hesap, pazarlık bu günahı gözümüzde meşrulaştırasilir.

İki resmini göreceksiniz. Biri diploma töreninde, diğeri şu an New York'ta mahkemeye çıkarıldığında çekildi.

Dikkatle bakın…



ibrahimkaragul@gmail.com
(Yeni Şafak)

30 Ağustos 2008
Afganistan'da 11 yaşındaki çocuğa işkenceli sorgu


ABD'ye karşı terör iddiasıyla 5 yıl önce tutuklanan Sıddıkilerin 11 yaşındaki oğlu işkencecilere verildi, iki kardeşi ise hâlâ kayıp

İnsan Hakları İzleme Örgütü HRW, halen ABD'de tutuklu bulunan annesiyle birlikte Afganistan'da gözaltına alınan 11 yaşındaki Ahmet Sıddıki'den haber alınamadığını söyledi. Örgüt, Karzai hükümetinin, işkencesiyle ünlü gizli servise verdiğini belirlediği 11 yaşındaki Ahmet Sıddıki'yi derhal ailesine iade etmesini de istedi.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) vatandaşı olan Sıddıki'nin, şu an New York'ta federal suçlamalarla tutuklu bulunan Pakistan kökenli Afiyet Sıddıki'nin oğlu olduğu tahmin ediliyor.

Anne Afiyet Sıddıki, beş yıl önce gözaltına alınmış, geçtiğimiz ay ise yeni yakalandığı iddiasıyla önce Afganistan'da ortaya çıkarılmış, sonra da ABD'ye getirilmişti. Afiyet Sıddıki'nin beş yıl boyunca ABD'nin Afganistan'daki gizli hapishanelerinde işkence altında sorgudan geçtiğini ise yine aynı hapishanelerde tutulan bir İngiliz mahkum ortaya çıkarmıştı.

2002 yılında Afganistan'da yakalanan ve Bagram'daki gizli bir zindanda çok uzun süre işkence gören İngiliz vatandaşı Muazzam Beg, 2005 yılında yayınlanan anılarında Afiye Sıddiki'ye yer vermişti. Muazzam Beg, 650 numaralı mahkum olarak bilinen Pakistanlı kadının, çok büyük işkence gördüğünü ve o kadının çığlıklarının, kendi gördükleri işkenceleri unutturduğunu ifade etmişti.

2003 YILINDAN BERİ KAYIPTILAR

Afiyet Sıddıki, 2003 yılında Karaçi'deki annesini ziyaret ederken, üç çocuğuyla birlikte kayıplara karışmıştı. Kuzeni Halid Şeyh Muhammed ile evli olan Afiye Sıddıki'nin üç çocuğu bulunuyor. Kocası, 11 Eylül terör saldırılarının planlanmasına yardım ettiği iddiası ile 2003 tutuklandı ve halen Amerikan Guantanamo askeri üssünde tutuklu bulunuyor.

ABD, Halid Şeyh Muhammed'in "A'dan Z'ye 11 Eylül saldırılarını planladığını ittiraf ettiği"ni ileri sürülüyor. Pentagon'un iddialarına göre, Halid Şeyh Muhammed, sadece 11 Eylül'ü değil, Pakistan'ın Karaçi şehrinde Wall Street Journal muhabiri yahudi asıllı Daniel Pearl'ı öldürdüğünü de itiraf etti.

Afganistan İçişleri Bakanlığı, Afiyet Sıddıki'yi ABD'ye gönderdiğini söylerken, Ahmet'in de işkence iddialarıyla bilinen Afgan Ulusal Güvenlik Birimi'nce (NDS) sorgulanmak üzere alıkonulduğunu açıkladı. Ahmet Sıddıki'nin şu an nerede olduğuysa bilinmiyor.

HRW'den Joanne Mariner "Hem Afganistan yasalarına hem de uluslararası anlaşmalara göre Ahmet, suçlu gibi muamele görmesi için çok küçük. Hiçbir şekilde NDS'ye verilmemesi gerekirdi" dedi. HRW, anne Sıddıki'nin durumu ne olursa olsun oğlunun sorumlu tutulamayacağını da vurguladı.

Afganistan'da 13 yaşından küçüklerin cezai ehliyeti bulunmuyor. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS) de 18 yaşından küçük herkesi çocuk olarak niteliyor. BM Çocuk Hakları Komitesi de 2007'de 12 yaşından küçüklerin cezai ehliyete sahip sayılmasının "kabul edilemez olduğunu" açıkladı.

HRW, Ahmet'in halen Pakistan'da yaşayan ailesine verilmesi gerektiğini söyledi. HRW, sadece Ahmet değil, Mart 2003'ten bu yana kayıp olan 10 ve beş yaşlarındaki iki kardeşi için de endişe duyduğunu açıkladı.
Kaynak: BİA

Erbakan: Siyonizm timsah gibi
20 Haziran 2009
Eski Başbakan Necmettin Erbakan, D-8'in kuruluşunun 12. yıl dönümü nedeniyle düzenlenen toplantıya katıldı. D-8'in kurucu devlet başkanları toplantıya gelmezken temsilcileri katıldı.

Eski Başbakan Necmettin Erbakan, D-8'in kuruluşunun 12. yıl dönümü nedeniyle düzenlenen toplantıya katıldı. D-8'in kurucu devlet başkanları toplantıya gelmezken, Bangladeş, Pakistan, İran, Endonezya, Nijerya ve Mısır'dan yetkililer katıldı. Erbakan konuşmasında, dünya düzeninin yıkılması ve adil düzenin kurulması gerektiğini söyledi. Bugünkü dünyanın Siyonizmin eseri olduğunu anlatan Erbakan, şu benzetmeyi yaptı: "Siyonizm bir timsah gibi. Üst çenesi Amerika'dır. Alt çenesi Avrupa Birliği'dir. Kuyruğu İsrail'dir. Gövdesi bir takım Müslüman ülkelerin yönetecileri, medyacıları, işadamları, işbirlikçileridir"

Sirkeci'deki Legacy Ottoman Otel'de düzenlenen toplantıyla 15 Haziran 1997'de kurulan D-8'in 12'inci yıl dönümü kutlandı. Toplantıya Necmettin Erbakan, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi(ESAM) Başkanı Recai Kutan, 54. Hükümet bakanları ve eski milletvekilleri katıldı. Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve bazı bakanlar katılamadıkları toplantı için tebrik mesajı gönderdi.

Toplantıda konuşan eski Başbakan Necmettin Erbakan, "Çok büyük bir olayın içindeyiz. Büyük olaylar tarih içerisinde anlaşılır. D-8'in kuruluşunun 12'inci yıl dönümü kutlamak ve önemini gözler önüne sermek için buradayız." dedi. Bu dünya düzeninin yıkılması ve adil düzenin kurulması gerektiğini söyleyen Erbakan, 6 milyar insanın eşit şartlarda yaşamasının lüzumuna dikkat çekti. "Bu nasıl dünya? Bu kimin dünyası? Hangi dünya içinde yaşıyoruz?" diye soran Erbakan, insanların zulümler içinde ezildığını ve bunun farkında olmadığını söyledi. D-8'in bunu düzeltmek için çalıştığını söyleyen Erbakan, bugünkü dünyanın Siyonizm planları için kurulduğunu dile getirdi. Erbakan bu düzenin değişmesi gerektiğini söylerek şunları anlattı: "Birleşmiş Milletler siyonizmin kuruluşudur. Müslüman ülkelerin bunu niçinde yer almaması gerekir. Figüranlık yapıyorlar. Olanları görmüyor musunuz? Birleşmiş Milletler, UNESCO, IMF, Dünya Bankası onların kuruluşları. Bu nasıl dünya? Böyle bir dünyadan hayır gelmez. Bunun değişmesi gerekir. Siyonizm bir timsah halindedir. Üst çenesi Amerika'dır. Alt çenesi Avrupa Birliği'dir. Kuyruğu İsrail'idr. Gövdesi bir takım müslüman ülkelerin yönetecileri. medyacılar, işadamları, işbirlikçilerdir. Bunların karşısında seyirci kalmak mümkün mü? Bu sebepten dolayı yeni bir dünya kurmaya mecburuz."

Konuşması sırasında geçmişte yaşanan bir anektoda da değinen Necmettin Erbakan bunu şöyle anlattı: "Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra 'Şimdi ne yapacağız, NATO'yu fesih mi edeceğiz ?' sorusuna İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, 'Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz. Bizim yaşayabilmemiz için mutlaka bir düşmanımızın olması lazımdır. Sovyetler birliği dağıldı ve düşman olmaktan çıktı. Onun yerine yeni bir düşman koymamız gerekiyor. Bu yeni düşman İslam olacaktır. NATO'nun kırmızı düşman rengi şu anda hükümsüzdür, ancak önümüzdeki gelişmelere bakarak bu rengin yeşil olması kuvvetle muhtemeldir.' cevabını vermiştir. Bu konuşmayı takiben 19 yıldan beri insanlık huzura, barışa hasret kaldı. Tek kutuplu bir dünya ile savaş, kan ve gözyaşına boğuldu."

Necmettin Erbakan konuşmasında bugünkü dünyaya ilişkin şu tespitleri de dile getirdi: "Bugün dünya nüfusunun neredeyse üçte biri, 2 milyar insan sefalet (açlık, hastalıklar, kötü beslenme) içerisinde yaşıyor. Her gün 150 bin insan ölüyor. Bunların 40 bini çocuk. Yaklaşık 800 milyon insan her gün aç yatıyor ve yaklaşık 500 milyon insan kronik olarak kötü beslenmeden dolayı hasta. Ancak diğer yandan, 1,7 milyar insanın en az 15 kilo vermesi gerekiyor. Endüstriyel ülkelerde bile 100 milyondan daha fazla insan yoksulluk sınırının çok çok altında yaşıyor. 1.5 milyar insan içilebilecek derecede temiz suya sahip değil. 2.4 milyar insan doğru düzgün bir sağlık kontrolüne sahip değil ve tedaviye ulaşamıyor. Her gün ortalama 30,000 çocuk tamamen önlenebilir hastalıklardan ölüyor. 1990'lı yıllarda toplam 13 milyon çocuk çatışmalarda arada kalarak can verdi. Bu rakam II. Dünya savaşından bu yana yapılan çatışmalarda ölen insan sayısından çok daha fazladır. Gelişmiş ülkelerde okul çağına gelmiş 160 milyon çocuk çelimsiz ve yanlış beslenmiş. 840 milyon yetişkin çocuk okuma yazma bilmiyor. Bunların 538 milyonu ise kadın. 1990'lı yıllarda 54 ülkenin kişi başına düşen milli gelirinde azalma oldu. Son on yılda, 21 ülke, yaşam beklentisi ve okuma yazma açısından incelendiğinde geri gitti. Örneğin Zimbabwe'de ortalama yaşam beklentisi 1970'li yılların başında 56 iken bu rakam 1990'lı yıllarda 33,1'e kadar düşmüştür. Bu rakamı İngiltere için kıyasladığımızda 72'den 78,2'ye ulaşmıştır. Yaklaşık 110 milyon karamayını 68 ülkede patlamamış olarak kurbanlarını bekliyor. Dünyada tescilli yaklaşık 23 milyon insan öldürücü ve dermansız HIV/AIDS virüsü taşıyor. Bunların yüzde 93'den fazlası ise gelişmiş ülkelerde yaşıyor.Diğer yandan bugünkü global elitler bu fakirliği çok kısa bir zamanda yok edebilecek kadar zengin. Dünya toplam üretimi yaklaşık 31.5 trilyon dolar. Fakirliğin ortadan kaldırılması için gereken kaynak dünya üretiminin yüzde 1'i. Yani 315 milyar dolar. Sadece ABD, yılda 10 trilyon dolar mal ve hizmet tüketiyor."
haber7

Türkler, 22. yüzyılı göremeyebilir
Kemal Özer
12.08.2009

Dünya nüfusu azalıyor. Yanlış okumadınız hakikaten dünya nüfusu azal(tıl)ıyor. Bununla beraber Türkiye’nin nüfusu da...

Dünya nüfusu ile ilgili yaşanan karmaşayı anlayabilmek için Henry Kissenger, Rockefeller Ailesi başta olmak üzere Unesco, Ford Vakfı, Carnegie Vakfı, Cloerance Gamble (Proctor & Gamble), Jonn Harvey Kellogg, Cleveland Dodge, Winston Chuechill, Maynard Keynes, Lour Arthur Balfour, Julian Huxley gibi kişi ve kurumları yakından tanımak gerekiyor.

Dünyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerinin tümünde gözü olan ABD ve son yüzyılda bütünüyle ABD’nin kuklası rolüne bürünen İngiltere’nin dünya nüfusunu kontrol etme planını iyi analiz etmeliyiz.

Dünya nüfusunun istenen seviyenin üstünde olması durumunda ülkeler, kaynaklarını kendi halklarına pay etmek zorunda kalırlar. Yöneticiler buna yanaşmasa bile halk yöneticilere bunu yapmaya mecbur edebilir.

Sorun tam buradadır. Ülkelerin kaynaklarını daha rahat elde edebilmelerinin yolu nüfusu kontrol altında tutmak ve azaltmaktan geçtiğini çok iyi bilmekteler.

Torun John David Rockefeller, “BM Tarım ve Gıda Organizasyonu 2. McDougall Konferansında “Bana göre nüfus kontrolü günümüzde atom silahlarının kontrolünden sonra ikinci en büyük önceliğimizdir” diyerek özetliyordu, kimin doğum yapacağını kimin yapmayacağını.

En isabetli anlatımla kimin hayatta kalıp kimin öleceğine, kimin doğup kimin doğmayacağına, kimin doğurup kimin doğurmayacağına, kimin hangi hastalığa yakalanması gerektiğine , kimin ölüp kimin tedavi edilmesi gerektiğine, hangi ırkların yaşamlarına devam edip hangilerinin tarih sahnesinden çekilmesi gerektiğine onlar karar verecekti.

Çünkü onlara göre kendilerine hizmet edenler istisna diğerleri itlaf edilmesi gereken birer sürüden ibaretti…

Bu adı konulmamış ilahlık iddiasının tepki çekmemesi için, yol ve yöntemler gerekecektir. Bunun için 1923’de doğum kontrol teknikleri için çok kapsamlı çalışmalar başlatılır. Doğum kontrolü birçok ülkede yerli taşeronlarla hayata geçirilir. Projenin finansı tüm vergilerden muaf olarak faaliyet gösteren Rockefeller Vakfı’nca sağlanır. Hafızalarımızı yoklarsak hangi büyük koçun, ülkemizde bu faaliyetleri yürüttüğünü görebiliriz.

İlk denemeler, ideal bir deney istasyonuna çevrilen Porto Riko halkı üzerinde yapılır. 1965 yılında Porto Riko’da yapılan bir araştırmada doğum yapma yaşına gelmiş kadınların yüzde 35’inin başarıyla kısırlaştırıldığı görülür.

İkincil hedef Brezilya’dır. 1970’lere gelindiğinde Brezilya hükümetince yapılan araştırmaya göre 14-55 yaş aralığındaki kadınların yüzde 44’ü doğurganlığını kaybetmiştir. Hindistan başta olmak üzere birçok ülkede hiçbir engelleme ile karşılaşılmadan kısırlaştırma faaliyeti halk sağlığı, aşı, yardım vs gibi adlar altında sürdürülür.

ABD’nin gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere yaptığı yardımlarını(!) dağıtırken artık, nüfusu kontrol edenler ve edemeyenler olmak diyerek üzere iki ana tasnife tabi tutacaktır.

Henry Kissenger’in NSSM200 projesi devreye sokulduğunda gelişmekte olan ve büyük kaynak zenginliğine sahip; Hindistan, Nijerya, Meksika, Bangladeş, Brezilya, Pakistan, Endonezya, Filipinler, Kolombia, Tayland, Mısır, Etiyopya ve Türkiye gibi 13 ülke hedef tahtasının tam ortasına oturtulurlar.

Projenin hayata geçirilebilmesi için bu ülkelerde sürekli istikrarsızlık politikaları devreye sokulur. Darbeler, suikastlar, terör olayları, ayrılıkçı hareketler birbirini izler. Bu sürede hem kısırlaştırma faaliyeti devreye alınır hem de zengin kaynaklar bir bir sömürülür. Bu durumun adını da “aile planlaması”, “sürdürülebilir kalkınma” ve “seçim özgürlüğü” koyarlar.

Bu faaliyetlerin yürütülmesinde kürtaj teşvik edilir, korunma aletleri dağıtılır, bazı hastalıkları önleme adı altında aşı kampanyaları düzenlenir, sezaryen doğumu teşvik edilir, bazı ülkelerde kadınlar sezaryenle doğuma mecbur edilir ve bu operasyon sırasında kadınlar istekleri dışında tüpleri bağlanır, gıdalara kısırlaştırıcı katkı maddeleri eklenir, genetiği değiştirilmiş ürünler gizliden ve aşikâren tükettirilir, tedavi olmak için satın alınan ilaçlara kısırlaştırıcı içerikler eklenir, teşhis ve güvenlik adı altında geliştirilen aletlerle radyasyona tabi tutulurlar.

Bir soykırım suçlaması ile karşı karşıya kalmamak için her türlü kılıfları da hazırlamışlardır. Bu hedefe ulaşmak için ülke yönetimlerini, siyasetçilerini, bürokrasisini, akademik çevrelerini hatta halklarını da ikna edecek gerekçeleri de boldur.

“Artan nüfus, fakirleştirir. Halk sağlığı tehlikeye düşer. Gelir paylaşımında sorunlar yaşanır. Tarım alanları yetersiz kalacağından gıda krizi çıkar” türü propagandalar… Gerçekte olmadığı halde adına “küresel ısınma” dedikleri yalanlarına, doğadan kendi elleriyle tahrip ettikleri yeterli malzemeleri de vardır.

Netice itibari ile cin şişeden çıkarılmıştır. Şeytani plan gözlerimizin önünde cereyan etmekte adına da “aile planlaması” denilmekte... En ürkütücü sonuçlardan biri de Brezilya ve ABD’deki Afrika kökenli kadınların yüzde 90’ının kısırlaştırılması… Türkiye’de ise 1970’lerde yüzde 2 seviyelerindeki kısırlık oranı, 2009’a gelindiğinde yüzde 25’lere çıkmış…

Şimdi ise tüm dünyada uygulanacak olan “domuz gribi aşısı” ile benzer bir projenin hayata geçirilmesi mukadderdir. Daha henüz aşısının bulunduğu resmen ilan edilmese bile insan üzerinde bazı deneylere başlandığı haberleri geliyor. Hacca gidecek olanlara bu aşı zorunlu hale getirilmeye çalışılıyor. İkna içinde Haccı yasaklamak gibi haberler yayarak bilinçaltı yönetimi yapılmakta. Bu oyuna ilk gelen ülke ise İran’dır.

Virüsü üretenlerin ellerinde tuttukları anti-virüs, insanlar iyice tedirgin edildikten sonra piyasaya sürülecek ve operasyon bütünüyle hayata geçirilmiş olacaktır.

Aslında yapılan şundan ibaret: Virüsü geliştir, bulaştır, yaygınlaştır, ilacını pazarla, kısırlaştır ve kurtul!

Bütün bunlar size komplo teorisi gibi mi geldi? Merak etmeyin bu bir komplo teorisi değil bütünüyle insanlığa yapılan komplodur. Ölüm uykusundan uyanmazsak gençlerimiz çocuk sahibi olamayacak, orta yaşlılarımız ise torun özlemiyle terki dünya edecekler.

Sahte Mehdilerimiz, ‘kıyamet 21. yy’da kopacak’ kehanetinde bulunsalar da, akledemeyen feraset yoksunlarımız 22. yüzyılda mensubu oldukları ırkın tarih olacağını göremeden terk edecekler dünyayı.
TIMETURK

Seçim maskarası
Hüsnü Mahalli
Perşembe günü Afganistan'da başkanlık seçimi var.

NATO'lu bir yetkili ''%10 -15 oranında bir yolsuzluk normal' dedi. Son iki ayda çok geniş ve kapsamlı askeri operasyonlar yürüten ABD ve NATO bu seçimlerin gerçekleşmesi için yaklaşık 300 bin asker ve güvenlik görevlisini seferber etti.

Seçime 41 aday katılıyor!

Bunların en önemlisi kuşkusuz şu andaki Başkan Hamit Karzai.

Karzai işgaldan bu yana Afganistan'ı ABD adına yönetiyor.

8 yıldır Afganistan'ı işgal altında tutan ABD ise kendi adamı Karzai'nin kazanmasını sağlayacaktır. Karzai de kazanmak için her yola başvuruyor.

Özbeklerin oyunu alabilmek için bir yıldır Türkiye'de sürgünde yaşayan Özbek lider Reşit Dostum'un Afganistan'a dönüşüne izin veren ve Taliban'ın ılımlı kanadı ile görüşmeye hazır olduğunu söyleyen Karzai, aşiret liderlerinin desteğini kazanmak amacı ile Afyon ekim ve ticaretine (yıllık ciro yaklaşık 40 milyar dolar) göz yumuyor.

Her türlü pis oyunun oynandığı seçimin demokratik ve şeffaf olabilmesini hiç kimse beklemiyor.

İran'da 'hile yapıldı' diye büyük yaygara koparan ve Hamas kazandı diye Filistin halkına üç yıldır ambargo uygulayan Batı, işgal altındaki Afganistan'da seçim maskarasını önemsiyor gibi gözüküyor.

Oysa Taliban kontolündeki ülkenin birçok yerinde seçimin yapılamayacağını bilen ABD ve müttefikleri büyük çoğunluğu okuma yazma bilmeyen seçmenlerin çok az bölümünün sandığa gideceğini de biliyor. Bunu yalnız ABD ve müttefikleri değil Karzai ve yandaşı aşiret liderleri de biliyor. Önemli olan milyonlarca doları cebe indiren aşiret liderlerinin kendi yandaşlarının oylarının torbalara doldurularak sandıklara atılmasıdır.

Tabii ki ; Karzai'ye...

Peki Karzai kimdir?

Rus işgali döneminde redikal İslamcı gruplarla çok iyi ilişkileri olan Karzai, Taliban'ın Pakistan'da kurulması ve Nisan 1996'da Kabil'de iktidara gelmesinde çok önemli rol üstlendi. Bunu ABD ve ABD'deki petrol şirketleri adına yapan Karzai, Taliban'ın Washington'da ofis açması ve bir Taliban heyetinin başkan olmasından önce Bush'un danışmanları ile buluşmasını sağlamış ve Taliban lideri Molla Ömer adına birçok Amerikan siyasetçi ve işadamı ile görüşmeler yapmıştı.

Ancak 1999'da babasının iç savaş sırasında öldürülmesi sonrasında Taliban ile yollarını ayıran Karzai, 2000 yılından itibaren CIA ile birlikte Taliban'dan kurtulmanın planlarını yapmaya başladı. 2001 Ekim'inde Afganistan işgal edildiğinde ABD iktidarı Karzai'ye teslim etti. Karzai de bu iktidarı silah tüccarları, afyoncu aşiret liderleri ve Afganistan'daki garip ve karmaşık etnik dengeler üzerinden rant sağlayan çevrelerle birlikte paylaşıyor.

Bu seçimde ve Afganistan siyasal yaşamında demokrasi, insan hakları, kadın hakları, eşitlik, özgürlük ve toplumsal barış gibi kavramların yeri yoktur ve işgal sürdükçe olmayacaktır.

Afganistan seçimi siyasal bir maskaranın ötesine geçmeyecektir.

İşgal altında bir ülkede seçimin de başka türlü olması düşünülemez.
Ama yine de 8 yıldır Afganistan'ı kont- rol edemeyen ve etmesi beklenmeyen ABD her nedense Türkiye'den bu ülkeye asker göndermesini istiyor.

Obama da olsa ABD bildik huylarından vazgeçmiyor ve geçmeyecektir.
Çünkü Amerikalılar için bu genetik bir sorundur.

Nedenini de cumartesi günü anlatırız.
Akşam

Iraklı dullar, çaresizlikten sokaklara düştü
Irak'taki savaş sonrasında, bir çok Iraklı kadının iş bulamadığı ve bu nedenle hayat kadınlığı yapmak zorunda kaldığı bildirildi. Irak'ta iş ararken kötü yola düşen çok fazla kadın olduğunu ve işverenlerin de kadınların durumunu suiistimal ettiğini kaydeden Vedade Betrad, şunları söyledi: "Ailemin geçimini sağlamak bana düşüyordu. İş başvurularından bir sonuç alamayınca ve durumuzun her gün kötüye gitmesinden dolayı hayat kadınlığına başladım. Irak'ta binlerce kadın kendi gerçek kimliğini saklayarak hayat kadınlığı yapıyor." 05.11.2009 RAMALLAH netgazete

İngiliz Avcılar Ankara'da Ne Arıyor?
Hasan Demir
Yeniçağ Gazetesi
18.01.2010

Avcı ne arar, tabii ki av arıyor!

Bu sefer hedefte Türk çocukları var, “üstün zekâlı Türk çocukları”.

İnkâr edilemez bir gerçek ki, Türk Milli Eğitimi, milli olmadığı gibi, “eğitim-öğretim” bakımından da, kelimenin tam anlamıyla, bir “felâket” !

Amerika böyle istedi, böyle oldu.

Siz deyin çocuklar yarış atı, ben diyeyim dolap beygiri. Cümlesi iyi bir üniversite kazanmak için sınav sistemine kilitlenmiş, dönüp durmakta.

“Tarih” yok, “muhakeme” yok, hep “artı” - “eksi” hep “ezber”. Algıları “bozulmuş” hatta “gece” ile “gündüzü” bile fark edemez hale gelmişler; daha bunlar “iyi çocuklar”.

Yani kendini okul ve dershane demirbaşı haline getirmiş olanları. Bir de elden avuçtan kaymış, internet, uyuşturucu ve misyonerlere paçayı kaptırmış olanlar var ki, Rabbim akıbetlerini ve akıbetimizi hayreylesin.

Bu sisteme bir çocuk acemi “er” gibi ancak “teslim olarak” tahammül edebilir. Oysa eğitim ve öğretimin amacı bir yandan disipline ederek bilgi emzirmekken diğer yandan da “sorgulatmak” değil midir?

Tarihin başlangıcından bu yana öğrenciler yalnızca öğretmenlerinin öğrettiğini tekrarlasalardı bugün insanlık cilalı taş devrinden öteye geçebilir miydi?

Amerika’nın Türk Milli Eğitimi’ne dayattığı işte bu, gayeleri Türk çocuğunun elinden “mucit olma” hakkını gasp etmek.

Sistem “yaratıcı zekâları” katlediyor.

Derdimizi daha iyi anlatabilmek için Taha Aslanlı’nın Sabah’taki haberini birlikte okuyalım isterseniz:

“Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde bir genç tren yoluna yatarak intihar etti. İki yıl önce Uludağ Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun olan 22 yaşındaki Yakup Bilmedi, Veliköy beldesinde tren yoluna yatıp trenin gelişini bekledi. Edirne-İstanbul seferini yapan tren gencin üzerinden geçti. Talihsiz genç feci şekilde can verirken bir süre sonra durabilen makinist durumu jandarmaya bildirdi.”

Peki derdi neydi Yakup’un?

Bilmiyoruz, ancak Yakup’un bir “süper zekâ” olduğunu haberin devamından anlıyoruz:

“Bilmedi’nin çok başarılı bir genç olduğu, çevresinde ’süper zekâ’ olarak anıldığı öğrenildi. Tekirdağ Fen Lisesi’nde okurken TÜBİTAK’ın açtığı Fizik Olimpiyatları’na seçilen gencin, fizik alanında kendine ait iki teorisi de bulunuyordu.”

Yazık değil mi Yakup’a?

Türk Milli Eğitimi ve Devlet niye Yakup’u fark etmedi?

Baktı ki Yakup, anlaşılamayacak..
Hadi bana eyvallah dedi..

Size bir de Arran Fernandez’den bahsedeyim isterseniz. 1995 doğumlu Arran Fernandez, 2003 yılında, ortaokulu dışardan bitirme sınavında ileri matematikte üstün başarı gösterince İngilizler ne yaptı, biliyor musunuz?

Tuttular 14 yaşındaki Fernandez’in elinden, Cambridge Üniversitesine götürüp, “Senin yerin burası, sağda solda heder olma!” dediler..

“Çünkü sen İngiltere’nin geleceğisin”

Biz, boynunu tren raylarına uzatıp kendine ait fizik teorileri ile birlikte ahirete giden Yakup’a ağlar, ağzında süt kokarken Cambridge Üniversitesinde krallar gibi karşılanan İngiliz Fernandez’e imrenirken, Anadolu Ajansı’ndan şu haber düştü gazete sayfalarına:

“Merkezi İngiltere’de olan uluslararası üstün zekâlılar ve yetenekliler kuruluşu ’Meensa”nın Türkiye ofisi ülkedeki ’üstün zekâlı yeteneklileri’belirlemek amacıyla ilk kez sınav yapacak."

Yani İngiltere Türkiye’de “üstün zekâlı Türk” avına çıkmış bulunuyor.

Söyleyecek o kadar çok şey var ki..

Belki daha tesirli olur diye en iyisi susmak mı dersiniz!


Kapitalizmin Haiti'yle bitmeyen hesabı
Nihal Kemaloğlu


Sömürgeci zihniyetin tarihi, beyaz adamla batıdan başladı ve onunla dünyaya yayıldı.

Kapitalizmin sömürgecilik tarihi, beyaz adamın dünyayı işgal tarihiydi.

Yerkürenin kaynaklarını, insan topluluklarının emeklerini ve birikimlerini yutarak palazlanan sömürücü sisteme ilk başkaldırı ise Haiti'den gelecekti...

Kapitalist sömürgeciliğin 'şeytanı' olmaya kararlı Haitili köle siyahlar, beyaz adamı ve onun kurduğu 'yamyam kölelik düzenini' yere yıktılar.

Kapitalizmin bilincinde, Haitililer 'kara büyücülerdi' artık.

Dünyanın köle deposu Haiti adasından kafasını uzatan Karayip kaplanları, ilk köle isyanını 1791'de gerçekleştirdiler.

Kanlarını ve canlarını şeker plantasyonlarında sermaye birikimine çeviren Fransız sömürgecilere 'özgürlüğün' ne olduğunu gösterdiler.

Fransız devriminin 'eşitlik, kardeşlik ve özgürlük' mottosunun gerçek sahipleri Haitili kölelerdi...

ABD'den sonra kıtanın ilk bağımsızlığını ilan eden siyahların ülkesi Haiti, oldu Karayipler'e ve Amerika'ya sıçrayan köle ayaklanmalarının vatanı olarak dünyada da 'köleliğin kaldırılmasını' sağladı.

Bedava emeğini kaybederek kapitalist birikimi zayıflayan beyaz adam ise Haiti'yi lanetleyerek tarih boyunca intikam alacaktı.

Haiti tam 125 yıl boyunca Fransa'ya tonlarca altın ödemekle cezalandırıldı, ama kapitalizmin Haiti'ye olan hıncı dinmedi.

ABD hegemonik militer elini 1904'lerden beri Haiti'nin üzerinden çekmedi, ülkeyi darbeler üssü haline getirerek akabinde bütün soğuk savaş dönemini işbirlikçi faşist diktalarla idare etti.

Papa- Doc ve Baby-Doc Duvalier'in zalim kukla yönetimleri özgürlükçü halk hareketlerini sindirdi.

Böylece Haiti sömürgecilik tarihinin tüm formlarının beslendiği plantasyona çevrilecekti.

30 küsur darbe, kanlı katliamlarla Haiti'deki kapitalizmin ayak izi derinleşti.

1990'ların Neo-liberalizminin Haiti'deki hedefi, 'Yoksulların Papazı', namı diğer başkan Aristide olacaktı.

IMF ve DB'nın Haiti taarruzuna razı gelmeyen Aristide önce derdest edilip haddi bildirilince, küresel vampirler Haiti'ye yerleşebildi.

IMF, DB, tarım ülkesi Haiti'yi tarım endüstrisiyle işgal edip halkı topraksızlaştırarak şehirlere tehcirini gerçekleştirdi.

Neo-liberal ekonominin pençelerini geçirdiği ülke yalnızca 'yoksulluk ve açlık' üretimine katıldı.

Tarım ülkesiyken gıda ithalatına yani açlığa zorlanan az gelişmiş Asya ve Afrika ülkeleri listesinin en altlarına Haiti yerleşti.

Ülke zenginliğinin %85'inin nüfusun %5'inin sahip olduğu dünyanın en yoksul ülkesi.

Deprem felaketiyle yıkılan Haiti görüntülerinde sadece felaket sonrasını değil 21. yüzyılın yoksulluğunun ve açlığının yakın resmini de görüyoruz..

Yok edilmiş devlet ve kamu kurumları, özelleştirilmiş tarım, varoşlara tıkıştırılmış halk ve simsarların tükettiği ülke zenginliğinin ardından gelen depremle ellerinde palalarla dolaşan Haitililer gıda için birbirlerini kırıyorlar.Bir ülkenin çürütülmesine yaşam mekanları, kurumları kadar toplumu da dahil...

İnsanlık yakın geleceğini ve içinde olduğu 'insanlık krizini' Haiti'den seyredebilir. Biliyoruz ki yoksulluk ve ölümün adresi şimdilik Haiti!

Halbuki Haiti'nin biraz ilerisindeki Küba'da tek bir aç çocuk bile yok.

Neoliberalizmin bereketli vasatı olan kriz, doğal felaket ve kaos hazır Haiti'de.

El değiştirecek kaynaklar ve mülkiyetler için bulunmaz fırsat ve beyaz adam tüm lojistiğiyle şimdi de yardım bahanesiyle istila ediyor.

Kapitalizm, kendi 'şeytanını' görüp ödünün patladığı Haiti'ye bitiremediği hesabı için yine geri dönüyor.

Kaynak: http://www.aksam.com.tr/2010/01/30/yazar/16090/nihal_kemaloglu/kapitalizmin_haiti_yle_bitmeyen_hesabi.html

BM Barış Gücü toplu tecavüzleri seyretmiş
24 Ağustos 2010,
Ana Haber

Kongo'nun doğusunda, BM Barış Gücü üssüne sadece birkaç mil mesafede bir bölgede Ruandalı ve Kongolu militanların yaklaşık 200 kadını ve bir grup erkek çocuğunu dört gün alıkoyarak tecavüz ettiği bildirildi.

Uluslararası Medika Kolordu'da (International Medical Corp) görev yapan Will F. Cragin, yardım görevlilerinin, militanların Luvungi kasabasını ve çevre köyleri ele geçirdiğini saldırının başladığı günden bir gün sonra, yani 30 Temmuz'dan itibaren bildiğini söyledi.

Cragin, AP haber ajansına yaptığı açıklamada, BM üssüne sadece 10 mil (16 kilometre) mesafede bulunduğunu ifade ettiği kasabaya, mensubu olduğu örgütün, militanların 4 Ağustos'ta kendi istekleriyle gitmelerinin ardından girebildiğini belirtti.

Hiç çatışma çıkmadığını ve ölen olmadığını kaydeden Cragin, sayıları 200 ila 400 kadar olduğu sanılan militanların bölgeyi "talan ettiğini ve kadınlar ile erkek çocuklarına sistematik tecavüz uyguladığını" söyledi.

Birçok kadının çocuklarının ve eşlerinin önünde ve üçten fazla farklı kişi tarafından tecavüze uğradığını belirttiğini ifade eden Cragin, uluslararası ve yerel sağlık görevlilerinin şu ana kadar 179 kadını tedavi ettiğini ancak bu sayının artabileceğini bildirdi.

Yerel sağlık yetkilileri de tecavüze uğrayanlar arasında dört erkek çocununun da olduğunu kaydetti.

Olayın üzerinden üç hafta geçmesine karşın vahşet konusunda henüz bir açıklama yapmayan BM yetkilileri, soruşturmanın sürdüğünü belirtmekle yetindi.

Gazetelerde kadın pazarlaması
Ali Atıf BİR
aabir@bugun.com.tr

Şerif Mardin Türkiye'deki sosyal olguların "Batı aklıyla" anlaşılamayacağını söyler.

Altına bin adet imza atabileceğim bir görüş. Bu görüşe Şerif Mardin okumalarından önce ulaşmıştım. Üstad bizden çok önce bu düşünceye sahip olduğu için ondan söz etmemek ayıp olur.

Yukarıdaki temel önermeden hareket edersek dünyadaki gelişmelere bakıp, kültürden bağımsız bir şekilde "Gazeteler yaşayacak mı yaşamayacak mı?" sorununa yanıt vermekle "Türkiye'de kahvaltı kültürü peynirden, zeytinden mısır gevreğine geçecek mi?" sorusuna yanıt vermek hemen hemen aynı şey.

Türkiye'de gazete okumanın genetik kodları farklı. Diğer iletişim olguları gibi kültürden besleniyor.

Örneğin çok satan ve tiraj yarışı yapan dört gazetenin haber toplantılarının en önemli konusu ön sayfaya ya da arka sayfaya konacak kadının orasını burasını ne kadar açacağı.

Tirajlarının en önemli sürükleyicisi de orasını burasını açan kadınlarla dolu magazin sayfaları.

Yani konu gazete ya da gazetecilik değil baldır bacak fabrikası işletmek.

Baldır bacak fabrikası işletiyorsanız da sizin için önemli olan haberin fotoğraftaki kadınlarla ilintili olması değil kadın fotoğrafının ağızları sulandıracak ya da şaşırtacak kadar farklı olması.

Baldır bacak fabrikası işletmenin amacı kadın vücudunun "teşhiri" yani.

Göz göre kadın vücudunun ciddi haberlerin yanına "side dish" olarak konup sömürülmesi.

Üzücü olan bu "teşhire" gazetelerde çalışan kadınların bile tepkisinin olmaması.

Zaten haber toplantılarına giren kadın sayısı bir iki tane de diğer çalışanlardan söz ediyorum.

Onların da iş kaybetme korkusuyla direnebildiği nokta yok.

Sonra da biz kalkmış "Gazete yaşayacak mı yaşamayacak mı?" tartışması yapıyoruz.

Sorun bu değil ki. Dönüşmeye çalışan gazetelerin internet sitelerine bakın. Porno sitesinden beterler. Sürekli çıplak kadın sergisi barındırıyor.

Kimse bana "Halk bunu istiyor!" demesin!

Halk bıraksan "çocuk pornosu" da ister!

Bu bir seçim. Yetişkin insanların seçimi. Ama çok sağlıksız bir seçim.

Özgür kadından yana olmakla da falan ilgisi yok, kadın vücudunu pazarlamakla ilgisi var.

En fecisi de kadın vücudunu gazetelerde dibine kadar pazarlayanların sonra kalkıp "türbana özgürlük" diyenlere "ama kadının özgürlüğüne aykırı" diye yanıt vermeleri?

Niye aykırı?

Pazarlayacak kadın bulamayacaksınız diye mi?

Batı'nın bizim için ütopik gündemini bırakıp doğru konuları tartışalım. Ancak o zaman gazeteleri bulundukları çukurdan çıkarır doğru yere konumlarız.

Bir de köşe yazarlarının geleceği tartışması vardı. Onu da sonra tartışayım artık...

Çekirgelik

"İşin içine çok aşçı girdi mi, çorbanın tadı tuzu kalmaz." İngiliz Atasözü

Pentagon'un Maskesi Düştü
24 Ekim 2010
Wikileaks internet sitesi, ABD ordusunun 400 bin gizli belgesini daha açıkladı. Belgelerin 128'inde Türkiye'nin adı da geçiyor
Belgelerde Türkiye’yi de şoke eden ifade yer aldı: PKK’lılar özgürlük savaşçı
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Oca 31, 2010 12:08 am    Mesaj konusu: Demokrasi külahını düşüren Tekel işçileri Alıntıyla Cevap Gönder

Mısır'ın yeni Firavunu Mursi'den çok tanıdık hamleler
Ertuğrul Horasanlı
12 AĞUSTOS 2012



Konuya girmeden konu ile çok yakından ilgili bir hatırlatma yaparak başlayalım:

[ABD Başkanı Barack Obama, Mısır cumhurbaşkanlığına seçilen Muhammed Mursi'yi telefonla arayarak, kutladı.

Beyaz Saray'dan yapılan açıklamaya göre, Obama görüşmede, ABD'nin, Mısır'ın demokrasiye geçişini desteklemeye ve devrim umutlarını hayata geçirirken Mısır halkının yanında durmaya devam edeceğini belirtti.

Obama, karşılıklı saygı temelinde, Mısır ve ABD arasındaki çok sayıda ortak çıkarı ilerletmek için Mursi ile çalışmaya duyduğu ilgiyi vurguladı.

Mursi de Obama'ya teşekkür etti ve ABD'nin Mısır'daki değişime desteğinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.] (*)

Mısır'ın yeni Firavunu, İsrail'in güvenliğini sağlamak için ordu içinde tasfiye yapıyor...

Görevine Kötülük İmparatoru Obama'ının öpücük telefonuyla başlayan Mısır'ın yeni firavunu Muhammed Mursi, ülkenin siyasi nüfuzu büyük liderlerinden Savunma Bakanı Mareşal Hüseyin Tantavi'yi emekliye sevkettiğini ilan etti.

Mübarek döneminde 20 yıl boyunca savunma bakanlığı yapmış olan Hüseyin Tantavi, devrim sonrasında geçici olarak iktidarı devralan Askeri Konsey'in başkanıydı.

Yeni firavun Mursi, Tantavi'nin yardımcısı Genelkurmay Başkanı Sami Annan'ın da emekliye sevkedildiğini açıkladı.

Mısır'ın AKP'si Müslüman Kardeşler'in üyesi olan Mursi'nin yaptığı ilk işlerden biri İsrail'le eski Firavunlar döneminde yapılan bütün antlaşmalara bağlı kalacağını açıklaması olmuştu.

Mursi daha sonra Askeri Konsey tarafından açılan Gazze'nin dünyayaya açık tek kapısı olan Refah Sınır kapısını yeniden kapattığını ilan etti

Amerikan uşağı Mursi, eski uşak Hüsnü Mübarek 'in bile göz yumduğu tünellerin hepsinin kapatılacağını da açıklayarak mazlum Gazze halkını siyonist İsrail adına tam bir kuşatma altına almaya kararlı olduğunu da açıkladı.

Mısır'ın bundan önceki Firavunları apaçık kâfirdi. Mursî ise beş vakit namaz kılıyor ve hatta bazen imamlık bile yapıyor. Karısı türbanlı, oruç tutuyor filan...

Ama öte yandan Kötülük İmparatorluğu AB-D'nin ve İsrail'in işlerini kolaylaştırmak için, Hüsnü Mübarek'ten daha ileri gitmek için çırpınıyor..

Bu haliyle Mursî, ülkenin birindeki despotları göstererek halkı korkutup iktidara gelir gelmez Kötülük İmparatorluğu'na "Eşbaşkan" olduğunu gururla açıklayan bir zata ne kadar benziyor değil mi?

Ondan farklı olarak yalnızca müslüman kanı dökmediği kalmıştı,,,

Mursi, Çarşamba günü Sina Yarımadası'nda, ülkenin istihbarat şefi ve bölge valisinin görevlerine son verdi ve bazı askeri yetkilileri de görevden aldıktan sonra onu da yaptı: Sina yarımadasında İsrail'le karşı cihad eden müslümanlara helikopterlerle saldırarak çok sayıda mücahidi katletti.

El-Mısri el-Yavn gazetesinin internet sitesinde, Sina yarımadasının kuzeyinde yer alan el-Gura köyünde militanlara ait olduğu iddia edilen bir evin füzeyle vurulduğu ve saldırıda yedi kişinin öldüğü, bir kişinin de yaralandığı açıklandı.

Kısaca Mısır'ın eskimiş Firavun'u kodeste ölümü bekleyedursun; yeni Firavun Mursi, Kötülük İmparatorluğuna yardım ve yataklıkta örnek aldığı Eşbaşkan'ı bile sollayacak gibi görünüyor...

Vah Mısır'a ve kan pahası, can pahası eskimiş Firavun Mübarek'i deviren Mısır halkına...

Mısır halkı, bu Firavun'un öteki Firavunlardan çok daha tehlikeli olduğunu hemen anlamaz ve gereğini yapmazsa yarının çok geç olduğunu anladıklarında iş işten geçmiş olacak...

Biz bunları nereden mi biliyoruz?..

İlk Eşbaşkan'ın iktidara geldikten sonra ülkesinde yapıp ettikleri çok yakından izlemek gibi talihsiz bir tecrübemiz olmuştu da...

Bu konuda aktüel bir soru:

Kötülük İmparatorluğu AB-D tarafından AKP'ye verilen Soriye ile ilgili "görev" başarıyla sonuçlanır ve "Zalim Esad" devrilirse ne olacak?

Cevap veriyoru. Suriye'nin başına da Mısır'daki Mursi gibi AB-D ve İsrail'in çıkarlarını kendi halkının çıkarlarının önünde tutacak Abdestli namazlı bir eşbaşkan gelecek...

Bazılarının adını "Suriye halkını zulümden kurtarmak" dedikleri şey budur...

Da...

Bu durumda Suriye halkı gerçekten zulümden mi kurtulacak; yoksa daha beter, daha pis, daha sinsi, daha ikiyüzlü bir zulmün pençesine mi düşmüş olacaktır?

Bu soruya en doğru cevabı Türkiye, Irak, Afganistan, Libya ve Mısır pratiğine bakarak verebiliriz.

Dipnot:
*Bkz: http://www.haberler.com/obama-dan-mursi-ye-tebrik-telefonu-3732766-haberi/


“Ahmet Altan'ı çileden çıkaran tercih: Boykot!
Murad Salih

Başlık internette rastladığım bir haberden...

Haber şöyle:

[12 Eylül'deki referandumda boykot kararı alan BDP'ye en sert tepki Taraf gazetesinden geldi. Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, boykot kararına öyle gıcık olmuş ki; bugünkü köşesinde BDP'ye giydiriyor... Boykot'un da "demokratik bir hak" olduğuna aldırmadan, Genel yayın yönetmenliği yetkilerini kullanarak, başka bir despotluk yapıyor. Bundan sonra gazetede BDP'nin demeçlerine yer vermeyeceğini açıklıyor. İşte o yazının ilgili bölümü:

(...) Kürt halkının büyük çoğunluğuyla ters düşen, Kürt sivil toplum kuruluşlarıyla çelişen, 12 Eylül hukukuyla hesaplaşmak isteyen Kürtlerin sandık başına gitmesini istemeyen BDP'li politikacıların manevraları bana fazla kıvrak geliyor son zamanlarda.

ONLARDAN DEMEÇ İSTEMİYORUM

Bu yüzden saygısızlaşıp kabalaştıklarını düşünüyorum. Ben BDP'li politikacılardan da, hoyratlıklarından da sıkıldım, çocuğum yaşındaki birinden hakaretler işitmek de hoşuma gitmiyor, yazıişlerindeki arkadaşlarımın neredeyse tümü karşı çıktı ama ben bundan sonra BDP yönetiminden demeç istemiyorum.

TİRAJ UMURUMDA DEĞİL

Biliyorum bu gazeteciliğe aykırı, bu yüzden tiraj da kaybedebiliriz ama ben o kadar da iyi bir gazeteci değilim, iş hakarete geldiğinde tiraj falan da umurumda değil. BDP, maksatlı olmayan, 12 Eylül anayasasının değişmesini istemeyen gazetelerle konuşsun. Yolları açık olsun. ]
(1)

Ahmet Altan malûmunuz...

Taraf gazetesi genel yayın müdürü ve başyazarı...

Taraf gazetesi de malûm AB-D emperyalizminin ülkemizdeki “yarı resmî” gazetesi...

AB-D emperyalizmi de malûmunuz; bütün dünyaya “demokrasi” götürmek istiyor...

Bu yüzden de Taraf gazetesinde yayınlanan her haber, her yorum bir şekilde, AB-D emperyalizminin ülkemize dayattığı bu “demokrasi”nin faziletleriyle başlayıp, onun ne bulunmaz bir nimet olduğunu “şu cahil halkın” kafasına vura vura anlatmaya ayarlanmış...

Ahmet Altan’ın yazıları da öyle...

Tabiî, demokrasi var...

Bir de demokrasi var...

Kitapların yazdığı "teorik demokrasi" başka...

Vietnam, Irak, Afganistan, Filistin, Türkiye halkına dayatılan "pratik demokrasi" başka...

Kitaplar ne yazarsa yazsın...

Biz olana bitene bakarız...

Vietnam’da, Irak’ta, Afganistan’da kaç milyon yaşlı çocuk, ihtiyar, kadın bu “demokrasi getirme operasyonu”n da katledi, sakatlandı, işkencenin en berbat şekillerine maruz kaldı, evleri başlarına yıkıldı, işyerleri talan edildi, paraları gasp edildi?

Ebugureybler....

Guantanomalar...

Gizli toplama ve işkence kampları...

İşkence için özel dizayn edilmiş CIA uçakları-gemileri...

İşgal ve talan edilen ülkeler...

Geldi mi bari?

Tabii ki gelmedi...

Çünkü dünyada kitapların yazdığı gibi bir demokrasi hiç olmadı ve olması da mümkün değil...

Ama dehşetli bir propaganda makinesi...

Medya yoluyla yürütülen toplu zihin kontrol faaliyetleri...

Bir gün mutlaka bizim ülkemizi de şendireceğini/şereflendireceğini müjdeliyor ve bizi bu “müjdeli habere” iman etmeye zorluyor...

Kısaca...

Ab-D tarafından oluşturularak dayatılan bir illizyonun adıdır demokrasi...

Hiçbir gerçekliği yok...

Tam bir kumpas...

Adi bir tiyatro...

Çünkü...

Kitaplarda yazan demokrasiye göre son karar halka aittir...

Yönetimde halk ne derse o olur...

Halkın iradesini belirtmesi, tercihini göstermesi için...

Seçim diye bir şey yapılır...

Halk bu seçimlere katılarak kendisini yönetecek genel veya yerel/mahallî yönetici adayları arasından seçimini yaparak bazılarına vekâlet verir...

Veya referandum yoluyla kendisine sorulan sorular için tercihini belirtir...

Yine kitaplara göre, bu seçim veya referandumların meşru olabilmesinin asgarî şartları vardır...

Bunlar...

Adaylıkta ve oy vermede “serbest”lik olacak... Yani adaylara ve oy verenlerin önüne engelerl konulmayacak...

Aday olanlar veya oy verenlerin “hür iradeleri” ile, hiçbir baskı, zorlama, tehdit ve şantaja maruz kalmadan bu işi yapmalarının sağlanacak...

Her türlü hile ve yanıltmalardan uzak “dürüst” bir seçim...

Gizli oy...

Açık tasnif...

Falan filan...

Bugün sadece medya etrafında, doğrudan insan iradesini esir alan olağanüstü tekniklerin geliştirilerek kullanılıyor olması ve bu yolla insanların zihinlerinin kolayca kontrol altına alınabiliyor olmasını dikkate alınarak...

Ne demokrasinin fiiilen uygulandığı iddia edilen AB-D ülkelerinde, ne de AB-D emperyalizmi tarafından demokrasinin zorla dayatıldığı ülkelerde hür, serbest, dürüst bir seçimden sözetmek mümkün mü?

Irak, Afganistan, Pakistan gibi kendilerine zorla demokrasi dayatılan ülkelerin başına seçim yoluyla gelen şu ipten kazıktan kurtulma, kaatil, işkenceci, ırz düşmanı, hırsız, uğursuz, yağmacı, ahlâksız takımının bu halkların hür iradeleriyle serbest ve dürüst bir seçimle işbaşına geldiğini, içinde hasarlı da olsa bir vicdan kırıntısı taşıyan hangi entellektüel/aydın iddia edebilir...

Bizdeki AB-D muhibleri, ne bunu iddia edebiliyorlar, ne de bu kepazelik konusunda tek kelime edebiliyorlar...

Ama “demokrasi” denildi mi, onun faziletleri konusunda saatlerce martaval atabiliyorlar...

Neyse sadede gelelim...

Demokrasi hakkında yukarıda yazdığım gerçeklerin hiçbirini -tıpkı bizim dermokratlar gibi- nazara almadan, görmemezlikten gelerek, yok farzederek/varsayarak...

12 Eylül’de yapılacak denokrasinin kitaplara yazılan teorik demokrasiye birebir uygun hilesiz hurdasız, hür ve serbest bir seçim olduğunu düşünelim...

Bu zor bir şey ama...

Deneyelim...

Bir referandumda halk, iradesini kaç şekilde beyan edebilir?

A-) “Evet” diyerek (AB-D’nin en istediği ve en çok sevineceği durum)...

B-) “Hayır” diyerek (AB-D’nin beğenmese bile içine sindirebileceği durum)...

C-) “Boykot” ederek veya “geçersiz oy” kullanarak (AB-D’nin en istemediği, en çok kızacağı durum)...

AB-D medyasının “evetçi” ve “hayırcı” kesiminin ortak dayatmasına göre, halk bu referandumda üç değil iki şıklı bir tercihi kullanacak...

Üçüncü şık olan “Boykot” veya “geçersiz oy”un hafızalardan özenle silinmeye çalışıldığını herhalde farketmişsinizdir..

Bu tavrı dillendiren BDP işi bozduğu için Kürtlere başka Türklere başka bir metod uygulanıyor...

Kürtlere BDP’nin “hayır” diyeceği her haberin/yorumun içinde, bir iki cümle ile zihinlere sinsice sokuşturulurken...

Türklere de “PKK’lı teröristler’in seçimi boykot edecekleri” telkin edilerek “boykotçu”ların PKK ile ittifak içinde gösterilebileceği şantajı yapılıyor...

İşte Ahmet Altan’ın demokrasiyi de, tiraj kaygısını da bir kenara koyarak; Kürtlere, “ya, ‘evet’ veya ‘hayır’ diyerek bu demokrasi müsameresine katılırsınız! Ya da ‘boykot’ gibi, bu müsamereyi bozucu bir tutumda ısrar ederseniz gazetemde sizden, sizin parti ve örgütlerinizden, sizin hak ve hukukunuzdan tek kelime bile yayılamam!” anlamına gelen yukarıdaki -içinden buram buram “totaliterlik/otoriterlik/baskıcılık/vesayetçilik” tüten- yazısı bu yüzden...

Türkiyede’ki seçim sonuçlarına baktığınızda yüzde 20 ile 30 arasındaki bir seçmen kitlesi (ki bu aşağı yukarı Türkiyede tek başına iktidar olma oranı), Ya sandığa gitmiyor veya cezadan kaçmak için sandığa gidiyor ama geçersiz oy kullanıyor...

CHP ve MHP, AB-D’nin referandum dayatmasını gerçekten boşluğa düşürmek isteselerdi; boykot tavrı alarak yüzde 20-30’luk boykotçu kitlenin üzerine yüzde 35-40 civarında kendi oylarını ilave ederek bunu rahatlıkla yapabilirlerdi...

Hesap ortada...

Toplam seçmenlerin yüzde 20-30'luk kesin kararlı, demokrasiye red/boykot cephesi...

Yüzde 35-40'lık CHP-MHP oyu...

Yüzde 5’lik BDP oyları toplandığında...

Yüzde 60-75’lik bir seçmen kitlesinin sandık başına gitmediği veya gidip de geçersiz oy kullandığı...

Yani sadece AKP ve AB-D’nin arkasında durdıuğu bir referandumun meşruiyetini hiç kimse iddia edemezdi....

Haydi, CHP’nin bu kayıkçı kavgasındaki “kötü adam/tecavüzcü Coşkun rolü” malûm ve CHP’nin eli bu sebeple “hayır”a mahkûm...

Peki MHP’ye ne oluyor?

Haaaa....

Bu sadece bir anayasa referandumu değil...

Malûmunuz AB-D emperyalizminin arkasındaki “Yahudi aklı”, az para-maliyet ile çok iş çıkarma üzerinde çok marifetlidir...

Referandumdan “evet” sonucu çıkarsa ki; öyle veya böyle çıkacaktır...

Bu sonuçla sadece Anayasa’nın bir kaç maddesi değişmeyecek, bu sonuçlar özellikle CHP ve MHP’de ve “boykot” kararının arkasında kararlılıkla duramazsa BDP ve PKK’da çok önemli çatlaklar, bölünmeler ve tasfiyeler yaşanmasına da sebep olacak gibi görünmektedir...

Bunun emareleri hem MHP’de, hem de CHP’de açıkça görülmeye başlandı bile...

Sonuç olarak...

Ahmet Altan apırsa da köpürse de; ben bu “demokrasi müsameresi”ni boykot etmekte kararlıyım...

Kimse bana PKK’lı filan da diyemez...

Çünkü Müslümanım ve Türk’üm...


Dipnotlar:

1- “Ahmet Altan'ı çileden çıkaran tercih: Boykot!” , 24 Ağustos 2010, Bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2937


Nihal Kemaloğlu
nihal.kemaloglu@aksam.com.tr
Demokrasi külahını düşüren Tekel işçileri

Tekel işçileri, son 25 yılın en ilham verici toplumsal dayanışma ve hak arayışını simgelerken aynı zamanda 'demokrasi havarilerini' de yapı bozumuna uğrattı.
29. gününe giren Tekel işçilerinin hak mücadelesi 'demokratlarımız' için de demokrasi sınavı mahiyetindeydi...
Ve topluca sınıfta kaldılar, yapmadıkları 'ev ödevi' de ortaya çıktı...
Demokrasi tellalları, örgütlü hak mücadelesinin 'temel insan hakkı' olduğunu yazmayan 'küreselleşme' kitabından çalışmışlardı.
Üstelik küreselleşmenin gereği emeğin kendine 'yabancılaştırılma' ve 'yalnızlaştırılma' operasyonlarını başarıyla tamamlamışlardı.
Üzerine kalın ölü toprağı attıkları 'emeğin' sesinin kesildiğine eminlerdi.
Küreselleşmeye ülkemizin sıhhi, asayişli alan olarak tesliminde demokratlarımızın 'taşeron hizmetleri' unutulmazdı.
Toplumu kültürel kompartımanlara ayrıştırıp, ellerine tutuşturdukları 'çok kültürlülük' kartıyla 'emek ve dayanışma' kökünden halledilmişti.
Neoliberalizmin 'akıllı kartı' herkese kültürel cephesini gösterip 'ötekisini' tayin ettirmiş ve böylelikle piyasa 'sosyal haklardan' temizlenmişti .
Şimdi zapturapt altındaki piyasadan 'insan' sesleri yükselip,'Tekel işçileri' kefenlerini de giyince demokratların 'hayalet görmüşçesine' dilleri ve kalemleri tutuldu!
Tek satır yazamadılar, tek kelam edemediler, sanki şeytan azabı geri dönmüştü.
Çünkü sokağa çıkan 'demokrasinin kendisiydi', herkes için insan haysiyetine yakışır 'çalışma ve yaşama talebiydi'.
En temel insan hakkına gözlerini ve kulaklarını kapatan 'demokratların' külahı düşmüştü.
'Emek öğütücü ekonomizmin' filtre edemediği Tekel işçilerine, itfaiyeciler, demiryolu işçileri, taşeron işçiler, öğrenciler, kamu çalışanları,emekliler omuz verdi.
Kar, piyasa ve rekabete boğulmuş dünyaya 'devasa insan eşitsizliğini' haykırdı.
Yani 'insan haklarını', 'neoliberalizme angaje kör zihinlere' hatırlatıyordu.
Sermaye düşkünü, sosyal devlet düşmanı politikaların 'ötekileştirdiği' adı anılmayan emeğin muhteşem dirilişini Tekel işçileri gerçekleştirdi.
Tabii ki ülkemizdeki 'demokratik güçler' harekete geçti, 'taleplerin' icabına bakmak için Emniyet kuvvetleri görevlendirildi.
Cop, panzer, tazyikli su, gözaltına almalar günlerce sürerken ülkenin biber gazı stoğu tükendi Ama Tekel işçilerini tüketemediler, büyüttüler.
Sermayenin 'ötekileri' artık GSMH'dan aldıkları payı, yitirdikleri kamusal zenginlikleri, gitgide yoksullaştırılmalarını sorguluyor...
Piyasacı demokratlara dair toplumsal ezber hızla bozuluyor.
Düşen demokrasi külahının altından 'neoliberal body guardlar' çıkıyor.
Demokrat kılığındaki 'neoliberal ajanlar için' emek ve hakları', taşını ve toprağını küreselleşmenin tescillediği ülkemizde fazlasıyla yüklü maliyet demek.
İşsizlik ise 'makul' görmemiz gereken yeni kapitalizmin 'insan bakiyesi'.
Tekel işçileri, itfaiyeciler, taşeron işçiler, atanamayan genç öğretmenler, kan kusturulan eczacılar, kamu çalışanları sistemin 'ötekisi' olduklarının bilincindeler, örgütleniyorlar ve saflarını sıkılaştırıyorlar.
Tekel işçilerinin 'demokrasi kitabında' sosyal haklar ilk ders.

http://www.aksam.com.tr/2010/01/30/yazar/15899/nihal_kemaloglu/demokrasi_kulahini_dusuren_tekel_iscileri.html

Nihal Kemaloğlu
nihal.kemaloglu@aksam.com.tr
Demokrasi kimin 'iş'i?

En nihayet demokrasisine kavuşarak yönetimden yönetişime geçecek yurdumuz, bu rejim değişikliğini 'Demokrasi bizim işimiz!' diyen iktidara borçludur.

Ama demokratikleşme ve katılımcılık, kökten piyasacılığın büyülü ifadeleri olarak sunulurken büyük resmi de gözden kaçırmamak gerekiyor.
Tabii ki demokrasi ve hukukun üstünlüğü, ülkemize akacak sıcak para, yabancı yatırımcı ve dış kredinin teminatıdır!

Yoğun finansal girişin olduğu yükselen piyasa ekonomisine sahip ülkede, bir yılda 133 bin çocuk hırsızlık ve gasp suçuyla gözaltına alınıp, adliyelere giriş yapar.

Demokratik bir ülkede kamusal yatırımların başında, 2010-2015 yılları arasında1 milyar TL bedelli, 80 tane yeni infaz cezaevi kurulması yer alır.
Güvenlik güçlerine yapılan 20 bin kadro takviyesi, plastik mermi ve biber gazı ithalatı da kamusal harcamalarda göz doldurur.

Büyüyen ekonomide 15-19 yaş kız çocuklarının yarısından fazlası okula devam edemez.

Kadınların yüzde 84'ünden fazlasının sosyal güvenliği, tamamının da 'can güvenliği' yoktur.

Ders saati başına 7 TL alan 'ücretli öğretmenlik', yaz tatilinde ek iş yaparken taşıdığı kitaplarla yere yığılır, öğretmenlik kamusal alanda öldürülmüştür.

Dershane parası biriktirmek için inşaat iskelesine çıkan 'öğrencilik', kopan iskele kayışıyla daha önce boşluğa düşmüştür.

Uzak bir kentte atanması yapılmayan 'vasıfsızlığa' ayrıştırılmış genç öğretmen, aşağıya süzülen 'öğrencinin' peşinden atlar.

Onlara, SBS'nin 'işe yaramazsın' dediği ilköğretim öğrencisi ve YGS'nin ve KPSS'nin umutsuzluğa boğduğu çocuklarımız da katılır.

Elbette ki 'öğretmenlik' ve 'öğrenciliğin' piyasa karlılığına devrine karşı çıkan gençler, parasız eğitime hayır diyenler de 'örgüt üyesi' olmaktan tutuklanırlar, fişlenirler, gözetlenirler, üniversite yönetimi tarafından okuldan atılırlar.

Anayasada yazılı parasız sağlık, eğitim, ulaşım ve temiz çevre hakkını telaffuz edenler 'piyasa haini komünist' gençlerdir.

Öte yandan demokrasimizin emekçiyle de yolları ayrılalı uzun yıllar olmuştur, esnek işgücü olmaya direnenler, özlük haklarını isteyenler cop ve gaz ablukasına alınırlar.

Zaten çok yakında OECD'nin ricası kıdem tazminatları da kalkacak, asgari ücretler de düşecektir, işsizlik fonunu sermayeye aktaralı da birkaç yıl olmuştur.

Üstelik dışarıdaki 6 milyon işsizin, 9 milyon kayıt dışı çalışanın güvencesi, sendikası ve grev hakkı mı vardır?

Emekçi ölümlerinden demokrasi takvimimiz çıkar, her yaprağı belde belde 'kalkınan Türkiye'nin' insan bedellerini verir.

Ekonomik rasyonalite iş kazalarının ülke ekonomisine 'yükünü' hesaplarken, Karadon'da cesetlerine 92 gündür ulaşılmayan madencileri çıkarmak için, bozulan asansörü tamire Çin'den ekip beklenir.
Memurlar da emekçiler gibi yan gelip yatılan rekabete, taşeronlaştırmayla geçimsiz 'arkaik' kamusal hizmetlilerdir.

1.3 milyon kamu emekçisi süratle sözleşmeli personele dönüştürülerek esnetilmelidir.

Piyasa aktörü devlet, yıktığı kamusallığın bakiyesi yığınlar olan emekçi ve memuru sevmez.

YARSAV, DİSK, TMMOB yani meslek odaları, sendikalar, demokratik meslek örgütleri 'sinir bozucu' yapılardır.

Küreselleşmeyi anlamamış, 'küresel finansı' rencide eden bu yapılar olmasaydı Galata Port ve Haydarpaşa Port'ta finans merkezleri ışıldayacaktı.
Piyasada iş yapmayanların, küresel bağlantıları olmayanların 'örgütlenme özgürlüğü' çok boş bir 'iştir'.

Yargı 'yükselen ekonomisiyle Türkiye'nin' ayak bağıdır, meslek odaları sermayenin yükünü hesaplayamamakta, sendikalar ucuzcu tedarikçi üretimi sabote edecek talepler getirmektedir.

Dolayısıyla devleti şirket gibi yönetmek, yönetim kurulu ve başkanının işidir, bu da 'demokrasidir'!

http://www.aksam.com.tr/2010/08/17/yazar/18378/nihal_kemaloglu/demokrasi_kimin__is_i_.html

İbrahim Karagül
Bir yandan sel, diğer yandan ABD vuruyor

Bir ülke düşünün... 17 milyon insan çok büyük bir felaketten doğrudan etkilenmiş. Hayatını kaybedenlerin dışında çok sayıda kayıp var. On binlercesi evsiz kalmış. Evler, köyler harabeye dönmüş, ülkenin beşte biri sular altında. Merkez yönetim çaresiz, dünyadan gelen yardımlar yetersiz. Hele bu Ramazan ayında, Müslüman dünyanın dayanışma iradesi son derece cılız.

İktidardaki koalisyonun bir ortağı askerlere darbe çağrısı yapıyor. "Vatansever generaller, gelin bu işe bir el koyun" diyor. "Yoksa yolsuzluk ve çaresizliğin önünü alamayacağız" diyor. Siyasi cepheler birbirine düşmüş, kıyasıya bir çatışma. 180 milyonluk o ülkede, felaketten etkilenenler, mağdur olanlar, "devlet nerede, giyebileceğim bir tişörtüm bile kalmadı" diye haykırıyor. Etnik, dini, mezhebi farklılıkların "birilerinin" sinsi çalışmalarının da etkisiyle keskin bir ayrışmaya, çatışmaya dönüştüğü ülkede, bazı çevreler halka isyan çağrıları yapıyor.

İnsanlar sel felaketiyle boğuşurken, kayıplarını ararken, evlerinin enkazında çaresizlik içinde ağlarken, ülkedeki ABD askeri üslerinden birinden kaldırılan insansız hava aracı, bir köy evini bombalıyor. Çocuklar ve kadınlarla dolu evden 20 ceset çıkarılıyor, 13 de yaralı.

Büyük felaketle yüzleşen ülkede, acımasız bir iç savaş daha doğrusu iç savaş çıkarmak isteyenlerin "terörle mücadele" adı altında Pakistan halkına karşı yürüttükleri kıyım da devam ediyor.

ABD için, müttefikleri için, dengesini kaybetmiş yöneticiler büyük felaketten çok daha öncelikli bu savaş. Washington Güney Asya'ya yönelik emperyal çıkarları için dizayn yapıyor, Pakistan yönetimindeki bazı figürler de ABD'nin gözüne girmek ve politik gelecek elde etmek için kendi insanlarına karşı yürütülen savaşa ortak oluyor. Ve dünyaya; kötü insanlara karşı, insanlığı tehdit edenlere karşı mücadele verildiği yalanı yutturuluyor.

Kimin umurunda 17 milyon insanın içinde bulunduğu durum! Rejimlerin, yöneticilerin, siyasi örgütlerin, iktidarı elinde tutanların saptığı nokta, dengeyi kaybettiği nokta burası işte. Bu noktadan sonra hangi halk böyle bir yönetime güven duyabilir, saygı gösterebilir, itaat edebilir?

Bu vahim tablo gözümüzün önündeyken Washington yönetimi şu açıklamayı yapıyor: "Pakistan, sel felaketine karşı teröre karşı savaşa devam edecek." Bu yönde Pakistan yönetimine baskılara devam edileceği söyleniyor.

Bu halde bile, o ülke için öncelikli konu terörle mücadele. Milyonlarca insan, ülkenin beşte birini kaplayan sel sularının Umman Denizi'ne bir an önce çekilmesi için dua ederken, ellerinden başka bir şey gelmezken, ABD müttefikleri o ülkede terörle mücadele yapıyor!

Kimin terörü bu? Pakistan'ın mı? Asla!... ABD'nin, Anglo-Amerikan cephenin Güney Asya'yı kontrol etmesine yönelik hesapların terörü. O ülkenin nükleer silahlarını tehdit görenlerin terörü.

Pakistan yöneticileri için iki seçenek var. Ya Amerika diyecekler ya da Pakistan!
Yenisafak

Irak'ta işkencenin gizli belgeleri ortaya çıktı!
ABD 'müdahale etmeyin' emri vermiş...
23 Ekim 2010
Açıkladığı gizli belgelerle dikkatleri üzerine çeken WikiLeaks, Irak'ta işkence iddialarına ilişkin yeni gizli ibareli belgeleri kamuoyuna sundu. Belgelere göre, Iraklı güvenlik güçlerinin tutuklulara işkence yaptığı, ABD ordusunun bilgisi olduğu halde görmezden geldiği dikkat çekiyor.
1 Ocak 2004 - 31 aralık 2009 arasındaki dönemi kapsayan 400 bin gizli belgede, Iraklı asker ve polislerin Iraklı tutuklulara uyguladığı birçok işkence vakaları bulunduğu, Irak devletinin izin verdiği bu işkenceden ABD'nin haberi olduğu, ancak birliklerine buna müdahale etmemeleri emri verdiği belirtiliyor. Belgelerde, Amerikan ordusunun Irak'taki kontrol noktalarında çok sayıda sivili öldürdüğü, ölen Iraklı sivillerin istatistiklerini tuttuğu da ortaya çıktı. Ordu, daha once bu yöndeki iddiaları yalanlamıştı. habertürk

Tarık Aziz'e Ölüm Cezası

Irak işbirlikçi Devlet Televizyonu Tarık Aziz'in ölüm cezasına çarptırıldığını duyurdu.

26.10.2010

Irak işbirlikçi Yüksek Ağır Ceza Mahkemesi Sözcüsü Muhammed Abdul Sahib, Aziz’in, Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin de üyesi bulunduğu, Şii Dava Partisi mensuplarının yakalanarak idam edilmesine katılmaktan suçlu bulunduğunu bildirdi.

Sahib, 74 yaşındaki Aziz’in cezasının ne zaman infaz edileceğini belirtmedi.

Saddam Hüseyin döneminin kabinedeki tek Hristiyan üyesi olan Aziz’in temyize gitmek için 30 gün süresi bulunuyor.

Temyizden de aynı yönde karar çıkarsa cezanın takip eden 30 içinde infazı gerekiyor.

Aziz ile birlikte yargılanan iki eski yetkiliye de ölüm cezası verildiği öğrenildi.

Aziz daha önce de 1992’de haksız kazanç elde ettikleri gerekçesiyle 42 hortumcu işadamının idam edilmesinde rol oynadığı gerekçesiyle 15 yıl, Irak’ın kuzeyindeki ABD işbirlikçisi Kürtlerin yaşadıkları yerlerden sürülmesiyle ilgili bir davadan da 7 yıl hapis cezalarına çarptırılmıştı.

1991’de başlayan Körfez Savaşı sırasında Dışişleri Bakanı olan Tarık Aziz, 2003’te işgalci Amerikan güçlerine teslim olmuş, İşgalci Amerikan makamları da Aziz’i Temmuz ayında Iraklı işbirlikçilere teslim etmişti.

Tarık Aziz Ağustos ayında bir İngiliz gazetesine verdiği demeçte, Amerikan güçlerini Irak’tan çekme planı nedeniyle Başkan Obama’yı ülkeyi tarümar ettikten sonra kurtlara bırakmakla suçlamıştı.

Ürdün’de yaşayan Tarık Aziz’in oğlu Ziyad Aziz, " Bu, Irak’ta geçmiş dönemle ilgisi olanların tümüne karşı bir intikam alma operasyonudur ve Wikileaks’de yayımlanan bilgilerin inandırıcılığının ispatıdır" dedi.
Sıradışı

ABD İşgali Irak'ı Mahvetti
02.08.2007
OXFAM: "Nüfusun üçte birinin acil insani yardıma ihtiyacı var"

Irak nüfusunun üçte birinin acil insani yardıma ihtiyacı var, yer değiştiren 4 milyon Iraklıya hergün onbinlercesi ekleniyor, çocukların yüzde 30'u beslenemiyor.
Bu değerlendirmeler İngiliz yardım kuruluşu OXFAM ve Irak'taki sivil toplum örgütlerinin yayımladığı son raporda yer alıyor.

Irak için faaliyet gösteren 280 sivil toplum örgütünün bağlı bulunduğu Koordinasyon Komitesi ve OXFAM tarafından hazırlanan rapora göre, Irak hükümeti yaklaşık 8 milyon vatandaşına su, temizlik, barınma ve yiyecek sağlayamıyor.

Yaşanan şiddetin, 2003'teki işgalden bu yana giderek derinleşen insani felaketi maskelediğine işaret edilen raporda, 2 milyon Iraklının ülke içinde yer değiştirdiği, 2 milyonunun da komşu ülkelere kaçtığı kaydediliyor.

Rapora göre, 26.5 milyonluk nüfusun yüzde 70'i yeterli su bulamazken, çocukların yüzde 30'u açlık çekiyor ve halkın yüzde 15'i de fakirlikten yiyecek alamıyor.
TRT



AKP'NİN CIVALI ZARLA DÜŞEŞ ATMA YÖNTEMLERİ
Kıymet Nadir BİNDEBİR
20.11.2010

Tarikatların mürit devşirmek için kullandıkları teknikler: hipnoz, sub-liminal mesajlar ve NLP denilen 'nöro-linguistik programlama'dır. Etik olmayan, 'zihin kontrolu yoluyla davranışları değiştirme ve beyin yıkama' yöntemleri.
Fethullah Gülen, Adnan Oktar ve Scientology tarikatları, zihin kontrol tekniklerini en sık kullanan tarikatlardır (aslında bunlara 'tarikat' demek ne kadar doğru emin değilim. Tarikat dinsel bir çağrışım yapıyor. Oysa bunlar milyar dolarlara varan parayı yöneten çokuluslu çete-şirketler).

Hipnozu biliyorsunuz.

Sub-liminal mesajlar: Kulağın duyma eşiğinin altındaki bir frekanstan dinletilen, 'zihnin bilinçli olarak algılamadığı ama verilen telkini duyanın, tercihlerini, iradesini yönlendiren sesli (audio) mesajlar'dır. (Bunun bir de super-liminal mesajı var ki isim babası Bart Simpson'dır. Etki altına alınmak istenilen kişinin kulağına "En az 3 çocuk doğurrrr ulann!", "Bana HAYIR diyenin anasını avradını memleketten gönderirim! EVET diyeceksin lann!" şeklinde, bağırarak emir kipinde verilen mesajlardır.)

Nöro-linguistik programlama NLP'de telkinler, talimatlar katmanlar halinde cümlenin içine yerleştirilirek kişinin davranışları manipüle edilir. İnternette birkaç yüz dolara 9 günde diplomasını veren var.

NLP tekniğine göre hazırlanan posterler, "göze uygun yerleştirme" (proper eye placement) yöntemiyle düzenlenir. Duygulara hitap eden her mesaj ve geleceği temsil eden semboller sağ alt bölümde yer alır (AK Parti). Geçmişi hatırlatması istenen mesajlar sol üste yerleştirilir (bu posterde ay-yıldız). Sol alt köşe ise sezgilere, içgüdülere hitap eder.

Size "Hayalinizdeki evi gözünüzün önüne getirin" dersem, solak değilseniz kendinizi sağ üst köşeye bakarken bulursunuz. İnsan geçmişi, şimdiyi, geleceği ya da duyguları zihninden geçirirken gözü farklı noktalara bakar. Beynin sağ ve sol yarımküresinin hangi duyguları, davranışları yönettiği bilinir, zihin haritası çıkartılarak verilecek mesajlar, yazılar, resimler zihnin sorgulamadan algılayacağı şekilde yerleştirilir. NLP, Scientology'nin sık kullandığı zihin kontrol yöntemidir.

Şimdi size, 90'lı yıllarda, sırf meraktan Fethullah'ın Işık Evleri'nden birine giden bir arkadaşımın başından geçeni anlatacağım.

Şöyle anlattı;

"Oldukça yakışıklı bir adam sandalyede oturuyor. Müritler yerde. Ben de yere oturdum. Önce o adam uzun bir konuşma yaptı. Sonra soru-cevap faslına geçildi. Biri soru soruyor, biri cevap veriyor. Bu soru sorma-cevap vermenin ritmi gittikçe hızlandı. Öyle hızlandı ki, ne soruları ne cevapları takip edemez oldum. Beynim uyuştu. Üzerime bir ağırlık çöktü, kendimden geçmişim. Sabah 6'da tanımadığım bir odada, bir yatakta uyandım. İlk aklıma gelen şey tecavüze mi uğradığımdı. Giyiniktim, tecavüz ihtimalini düşündürecek birşey yoktu. O odaya nasıl gittim ya da götürüldüm hiç hatırlamıyorum. Odada telefonu görünce hemen aklıma annemi aramak geldi (henüz cep telefonu o kadar yaygın değil KNB). Aradım dedim ki; 'Anne ben bugünden itibaren başımı örtmeye karar verdim. Seninde kapanmanı istiyorum.' Bunu neden dedim, neden böyle düşünebildim hiç bilmiyorum."

Evet, arkadaşım aynen böyle anlattı. Bir daha tarikat evine uğramadığı, bilinçaltına yerleştirilen telkinler pekiştirilmediği için o kız türbanla kapanmadı.

Şimdi şu soruma cevap verin: Bu kız üzerinde hangi zihin kontrolü tekniği uygulanmış olabilir? Hipnoz mu? Sub-liminal mesajlar mı? NLP mi? Yoksa belli dozda hepsi mi?

İzmir'de Abdullah Gül'ü protesto eden 2 üniversite mezunu işsiz genç kızı hatırlayacaksınız. O kızın bir yılda nasıl bir değişime uğrayıp da 3 çocuk doğurmaya, isimlerini Recep, Tayyip, Abdullah koymaya karar verdiği sorusuna mantıklı bir cevap verebilmiş miydiniz?

İzmir diyoruz, sadede geliyoruz. Haber şöyleydi: (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/16144177.asp)

"İzmir'de AKP Kadın Kolları Konak İlçe Başkanlığı'na kişisel gelişim uzmanı Sevim Tozan atandı. Tozan, İzmirli kadınların 'yaşam tarzı endişeleri'ni iletişimle giderecek. AKP oylarının düşük olduğu ilçelerde ofis açacak, 'Gelin tanış olalım' toplantıları yapacak. NLP eğitimi almış olan Tozan, yüzde 42'yi NLP (nöro linguistik programlama) metoduyla ikna ederek, AKP'den nefret duygularını silecek. 'Yol yoksa açacağız' ve 'anahtara uygun kilit' sloganlarını benimseyen Tozan, partiye karşı en yüksek direncin olduğu Alsancak, Güzelyalı gibi semtlerde ofis açacaklarını... "

AKP'li Sevim Tozan'ın kullandığı o sloganlar kimin biliyor musunuz, Scientology'nin.

1994 belediye seçimlerinden 2010 referandumuna kadar, her seçimde hileli zarla düşeş atmaya alışmış AKP, Yargı'yı da ele geçirmiş olmanın rahatlığıyla, kullandığı etik olmayan teknikleri açıklamakta sakınca görmüyor.

AKP'nin 'ikna' ve 'irşat'tan kast ettiği, tarikat çetelerinin kullandığı zihin kontrol yöntemleriyle seçmen davranışlarını değiştirmektir. AKP, medyayı ele geçirerek, baskılayarak 'bilgi' kontrolünü eline geçirmiştir. Şimdi Türk halkının davranışlarını, düşüncelerini ve duygularını kontrol altına alıp manipüle etmektedir.

NLP, hipnoz gibi yöntemlerin 'ikna'dan farkı şudur: İkna bir sanattır, etik bir yöntemdir. İkna edilmeye çalışılan bireyin zihni kendisini savunabilir durumdadır. NLP ve hipnozda ise insan zihni savunmasız, dirençsiz bırakılarak mesaj-telkin direkt zihine pompalanır.

Daha önce silme başka partiye oy veren köylerin, bir anda nasıl olup da sandıktan 'tulum' AKP çıkarttıkları sorusunun cevabı,

Bay Recep'in ekranlardaki 'üstün hitabet' yeteneğinin(!) sırrı hipnoz, sub-liminal mesajlar ve NLP tekniğindedir.

Eski bir Fethullah müridi, Utah Üniversitesi Profesörü Hakan Yavuz, Türkiye'nin geçirdiği dönüşümü 'Türkiye'de İslami kesim Protestanlaşıyor ve İslamsız bir İslam oluşuyor' diye açıklıyor. Bu saptamada, Fethullah tarikatının ve islamcı bir parti görünümündeki AKP'nin Scientology'le yakınlığına da bir gönderme olduğunu sanıyorum. (Scientology ile Fethullah tarikatının ortak noktası CIA tarafından korunup kollanmak. Her ikisi de işletmecilik, pazarlama, teknoloji pazarlama gibi hizmet sektörleri ile ilgileniyor. Kendileriyle irtibat kuran herkesle mutlaka iletişime geçiyorlar. Çok sayıda örgüt ve gruptan oluşan küresel şebekeler.)

2011 seçimlerine kadar AKP,

Zihni savunmasız bırakan yöntemlerle insan aklını, iradesini, davranışlarını kontrol altına almaya çalışacak.

Bunu İzmir'deki gibi hipnoz elemanlarını insanların üzerine salarak,

televizyon kanallarından örtülü frekanslarda mesajlar göndererek,

zihin haritasına uygun posterler asarak yapacak.

Gerçekten yüzde 42 olduğumuzu, yenildiğimizi, azınlıkta kaldığımızı aklımızın derinliklerine yerleştirmeye çalışacak.

Bazen de bağırarak, azarlayarak mesajlarını megafonla kulağımıza boca edecek.

Çare?

AKP kontrolundaki televizyon kanallarına gözümüzü kulağımızı kapatmak.

Çare?

Etik ve bilimsel olmayan yöntemlerin, seçmen davranışlarını etkilemek için kullanılmasını yasaklamak.

Çare?

AKP'nin hipnoz toplantılarına düşmüş, düşebilecek tanıdıkları uyarmak.

Türkiye'ye ait herşeyi gasp etmiş AKP ve tarikat çetelerine beynimizi de kaptırırsak, tamamen uyuşacağız. Hiç birşey hissetmeyeceğiz. Uyandığımızda ortada ne Recep Alço kalmış olacak ne İngiliz'in Gül'ü. Altıncıların asitle yaktığı çorak bir arazide, çadırlı mülteci kampı manzaralı salaş TOKİ binalarında yaşayan, NATO tanklarına füzelerine hazırolda duran, en akıllısı 10'a kadar sayabilen, bir avuç mercimek için birbirini öldüren, şalvarlı karaçarşaflı tuhaf bir 'ümmet' olacağız. Bizim vergilerimizle yapılmış havalaanlarından, duble yollardan, ABD Afgan eroinini Batı'ya aktarmasız taşırken, bizim de tadına bakmamıza izin verecek elbette. Suyunu içtiğimiz tulumbayı bekleyen AB ya da ABD askeri dipçiği böğrümüze vuracak, "Litresi 10 dolar" diyecek.

300-500 cahil ve hainin 9 yılda yaptığı tahribatı bir düşünün. Cumhur dediler Cumhuriyet'i yıktılar, islam dediler islamiyeti protestanlaştırdılar. Şimdi İNSAN diyecekler, insanımızı zihin kontrol yöntemleriyle insanlıktan çıkartıp robot yapacaklar.

BakiSelamlar.com

G.Afrika polisi madencilere ateş açtı: 34 ölü
17 AĞUSTOS 2012
[img]http://wscdn.bbc.co.uk/worldservice/assets/images/2012/08/16/120816173119_south_africa_304x171_reuters_nocredit.jpg [/img]
Güney Afrika'da polisin, Marikana platin madeninde grev yapan işçilerle yaşanan çatışmada işçilere ateş açması sonucu 34 kişinin öldüğü belirtildi.

Lonmin şirketi tarafından işletilen madendeki çalışanlar ücretlerinin arttırılmasını istiyor.

İki rakip sendikanın devreye girmesiyle daha da artan gerilim, grevin geçen Cuma günü başlamasından bu yana 10 kişinin ölümüne yol açmıştı.

Son çatışmada grevci işçiler, dünyanın üçüncü en büyük platin madenine bakan bir tepenin üzerinde toplandı.

Sendika liderleri ve polisin çabaları, bazıları 'bu tepede ölmeye hazırız' diyen işçilerin dağılmasına yetmedi.

Yerel radyoya açıklama yapan polis bakanı Nathi Mthethwa ölü sayısını doğruladı ve "çok sayıda kişi yaralandı ve sayı artmaya devam ediyor" dedi.

Bu olay Güney Afrika'da apartheid rejiminin son bulmasından bu yana en kanlı polis operasyonlarından biri.

Binlerce maden işçisinin başkent Johannesburg'un kuzeybatısında bulunan Marikana'da ücret artışı talebiyle toplanmasının ardından, polis müdahale etmek için gönderildi.

Polisin neden ateş açtığı henüz netleşmedi.

Dün bir açıklama yapan Cumhurbaşkanı Jacob Zuma "bu manasız şiddet karşısında şoke olduğunu ve dehşete kapıldığını" söyledi.
BBCT
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ksm 15, 2010 7:20 pm    Mesaj konusu: NATO’nun Kurban Bayramı 19-20 Kasımda Alıntıyla Cevap Gönder

NATO’nun Kurban Bayramı 19-20 Kasımda Ve Bu Bayramın Tek Kurban var: Türkiye -2-
Oğuz Gürses
15.11.2010



Prof. Dr. Nurullah AYDIN (5) :

- NATO; üye ülkeler dışında tartışılan örgüt! Soğuk savaş döneminde Sovyetler birliğine karşı oluşturulan birlik. Soğuk savaş bitmesine SSCB tehlikesi ortadan kalkmasına rağmen varlığını sürdürüyor. Bugüne Afganistan’da işgal gücü olarak ABD’nin örgütü olarak vahşete, yıkıma, katliamlara yol açmakla meşgul!
NATO’ya üye 28 ülke, Avrupa’da ortak bir füze savunma sistemi kurulması konusunda temelde uzlaştı, ancak projeye kuşkuyla yaklaşanlar da var. (..)ABD’nin, füze kalkanı projesinin en önemli ayağı Türkiye’ye yerleştirmek istediği X-Band adı verilen radar sistemi. 5 bin kilometre uzaktaki tenis topunu bile görecek. 900 milyon dolarlık bu sistem 5 bin kilometre ötedeki bir tenis topunu tespit ederek füze bataryalarına tam koordinatını verebilme kapasitesine sahip...

Türkiye ile ABD arasında İran ve Kuzey Kore’nin uzun menzilli füzelerinden kaynaklanan tehdit nedeniyle NATO bünyesinde bir füze kalkanı kurulması için müzakereler yürürken pazarlığın kilit noktası dün Amerikan Washington Post gazetesinde yer aldı. Türkiye, “Bu sadece Türkiye bünyesinde konuşlandırılacak bir proje olmamalı. NATO içinde geniş bir alana yayılmalı” itirazı yaptı. ABD füze kalkanı projesinin en önemli ayağı olarak görülen ve atılan füzeyi tespit edip izleyerek onu vuracak bataryalara koordinat bildiren radar sistemi X-Band’i kurmak istiyor. Bu radar sistemi belirli bir bölgeye sabit olarak yerleştirildiği gibi gemi üzerine ya da denize platform olarak da kurulabiliyor. Gemi üzerine kurulduğunda mobilite imkanı bulması sayesinde çok daha geniş bir alan için radar faaliyeti yürütebiliyor.

Washington’un Türkiye’ye bir sabit radar sistemi kurmanın yanısıra Akdeniz ve Karadeniz’e konuşlandırılacak gemilere yerleştirilecek radar sistemleri için de onay istiyor. Hem karada hem de kuzey ve güneydeki denizlerde bu radar sisteminin kurulması olası bir İran füze tehdidinde 3 radardan edinilecek bilgilerle İran füzesinin yerinin, hızının ve rotasının çok hızlı bir şekilde tespit edilebilmesini sağlayabilecek. (..)Amerikan Savunma Bakanlığı bu sistemlerden birini Kuzey Kore’nin füzelerine karşı Alaska’ya yerleştirdi, bir diğer ise Pasifik’te hareket halinde bulunuyor. İsrail’e de radar sistemi yerleştirilmiş durumda. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye bir kez daha NATO’ya evet diyecek! Günün SÖZÜ: Akılsız yöneticilerin hatasını gelecek kuşaklar çeker.


***

Füze kalkanı budur...

Apaçık bir tuzaktır...

Ahmet Davutoğlu’nun geliştirdiği “komşularla sıfır sorun” politikasının iflâsının ilanınıdır...

İsrail-AB-D ittifakının yakın zamanda yapmaya hazırlandığı İran saldırısında Türkiye’yi hedef tahtası yapmaktır...

“One minute” ile başlayan İslâm Aleminde Türkiye’ye dair yükselen ümitlerin yokedilmesidir...

Türkiye’nin üzerine atılacak “elektronik ağ” ile iran’dan da önce Türkiye’nin kıpırdayamaz hale getirilebilir.

“5 bin kilometre ötedeki bir tenis topunu tespit ederek füze bataryalarına tam koordinatını verebilme kapasitesine sahip”, bu milyar dolarlık elektronik ağın” marifetlerinin yalnızca füzeleri tespit amaçlı olmayabileceği, bunun yanında Türkiyenin bütün elektronik sistemlerine sızma, denetleme ve gerektiğinde (TSK’nın bütün silah sistemlerini, uçan uçaklarını, yürüyen kara nakil vasıtılarını yüzen gemilerini işlemez hale getirme de dahil) çökertmesinin de pekalâ mümkün hale gelebileceğini de hesaba katmak gerekir.

5 bin kilometre öteden bir tenis topunun koodinatlarını tam olarak verebilen bir elektronik sistemin bizden gizlenen kimbilir ne marifetleri vardır?

***

AKP bunu çoktan kabul etti...

Şimdi çaldığı minareye kılıf uydurmaya çalışıyor...

Yok şart ileri sürmüşler de...

O şartlar kabul edilmezse biz yokuz diyecekmişler de...

AB-D “Aman canım istediğiniz şart olsun, siz şu işe he deyin biz sizin bütün şartlarınızı kabul ederiz” diyormuş da...

Pekiyi, neymiş bu şartlar?

[Türkiye'nin ise söz konusu"Füze Kalkanı Sistemi" ile ilgili üç şartı bulunuyor:

■ Sistem bir ülkenin (ABD) dayatması değil NATO'nun savunma sistemi olmalıdır.

■ Türkiye'nin bütününü ve NATO üyelerinin tamamını kapsamalıdır.

■ Sistem, Türkiye'yi bir grup ülke ile (Rusya, İran, Suriye..) karşı karşıya getirecek, Soğuk Savaş dönemindeki gibi kanat ülke konumuna sokacak bir formül içermeyecek.
Söz konusu şartların kabul edilmesi durumunda Türkiye'nin de füze savunma sistemine ait donanıma ev sahipliği yapmaya "evet" demesi bekleniyor.] (6)

Herkes biliyor ki bu sistem NATO kılıfı giydirilmiş bir AB-D-İsrail dayatmasıdır.

Türkiye'nin bütününü ve NATO üyelerinin tamamını değil sadece İsrail’in ve bölgedeki ABD üslerinin güvenlik ihtiyaçlarını kapsamaktadır...

Sistem, Türkiye'yi bir grup ülke ile (Rusya, İran, Suriye..) bal gibi karşı karşıya getirecek ve tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki gibi; her türlü riski göğüsleyen zavallı bir kanat ülke konumuna sokacak bir formül içermektedir...

Kısacası bu şartların durumu değiştirme imkân ve ihtimali yoktur...

Bunlar, kamuoyunun tepki verebilecek unsurlarının gözünü boyamak için uydurulmuş züğürt tesellilerinden ibaretttir.

Şimdi bütün vatanseverlerin gözü TSK’dadır...

TSK ise düşürüldüğü laiklik/türban tuzağından paçayı kurtarabilmiş değil...

Ama...

En azından şimdilik, TSK’nın ise bu işe soğuk baktığı anlaşılıyor...

Lizbon’daki NATO ritüelinde Türkiye’yi kurban etmeye giden heyet arasında Genel Kurmay Başkanı yok...

TSK, bu son hatta da direnemez ise onun için direnecek başka hat da kalmayacaktır...

Direnecek hat kalmayınca da...

“Millî Orduya ne gerek var?” diyenlerin sesi daha gür çıkacak ve bu sesler bir çoklarına daha mantıklı gelmeye başlayacaktır...

Kısacası TSK da yolun sonuna geldiğini artık anlamalıdır...


Dipnotlar:

5-) Prof. Dr. Nurullah AYDIN, “NATO VE YENİ STRATEJİK HEDEFLERİ!” 19.10.2010 , yazının tamamı için Bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3222

6-) “Füze Kalkanında 3 Milli Şart” 15.10.2010, TRT.

http://millibirlikruhu.blogspot.com/

TÜM PARTİLERDE "BİZ" VARIZ
Banu Avar
26.11.2010

Tüm partilerin tabanında BİZ varız. Kimiz BİZ? Türk milleti.
MHP CHP AKP ve diğerlerine oy veririrz. Çoğunlukla ekranın yanlı ve yalan bilgilerine muhatabız.
Türk milletinin yüzde 90’ı sömürülmekte, aç bırakılmakta, elindeki her şey alınmaktadır.
Yıllardır en hafif deyimiyle basiretsiz yönetimlerce, Batının her tokatına boyun eğilmektedir.

Millet oy sandıklarına götürülüp getirilmekte, sonuçlar başka yerde belirlenmektedir.

Bu arada Eşref Bitlis’ler öldürülmekte, Muavenet gibi bir uçak gemisi taammüden vurulmakta, kafamıza çuval geçirilmekte, onbinlerce şehit verilmekte, ve gerek koalisyonlar, milliyetçi cepheler, sosyal demokratlar ‘gık’ çıkaramamakta, üstüne üstlük, hakkını arayanlara kapıları kapatmaktadırlar.

1992’de Amerikan uçak gemisi Saratoga’nın, bir tatbikat sırasında vurduğu Muavenet muhribinden yaralı çıkan 22 askerimiz, iktidarlar tarafından, Amerikaya karşı ‘haklarını aramama’ konusunda ‘ikna edilmeye’ çalışılmışlardır. 'Çuval'a karşı çıkanlar şimdi Silivri zindanındadır. 'ABD değil Avrasya' diyenler yargılanmaktadır.

. Buna benzer binlerce örnek vardır. İktidarlar 70 yıldır acaba kimin iktidarıdır? Sorulması gereken soru bu?
Ve Seçim, partiler ve tüm bu siyasi düzeneğin ne şekilde çalıştığı artık net bir biçimde gözler önüne serilmelidir. Bu demokratik bir düzenek değildir. DEMOKRASİ sadece TAM BAĞIMSIZ olanlara gelir!

Biz halka KARŞI oynanan bir ‘demokrasi oyunu’nun seyircileriyiz..Şırası çıkarılan Türk milleti önce bunu görecek,bilincine varacak ve Nelson Ledsky adlı CIA ajanının sözlerini, ve doların gücünü oturup düşünecektir: Nedir o söz:
‘Meclisteki tüm partilerin içindeyim!’

Tüm samimiyetiyle çeşitli partileri benimseyen kişiler bu Milletin dürüst evlatlarıdırlar. Ama her partinin içinde dönen her fırıldaktan haberdar olduklarını iddia edebilirler mi?

Yıllardır partilerden SIZAN haberler, hemen hepsinin içinde dürüst vatan evlatları olduğu kadar, virüslerin at oynattığı merkezler olduğu izlenimini veriyor…İnanmayan yakın tarihe bir baksın. .. Duygusal değil AKILLA inceleyip tartsın...

Buradan şu çağrıyı yapıyorum. Aslında bu çağrının şahsım tarafından değil, bu milleti temsil ettiğini söyleyen siyasi partiler tarafından HAYKIRILMASI gerekirdi.

GELİN MHP'li CHP'li, AKP'li, DSP'li, Saadet Partili ve nereliyse oralı kardeşlerim, başımıza geçirilen AMERİKAN FÜZELERİNE HAYIR diyelim.. ve tek platformda tek yürek tek ses olalım! BU VATAN BİZİM.. Ve BİZİM BİRBİRİMİZDEN BAŞKA KİMSEMİZ YOK!

Odatv.com

Mısır'da yoğun hile iddialarına hedef olan parlamento seçimlerinde iktidar partisi zafer (!) kazandı

Seçimin ilk turunda neredeyse tüm sandalyeleri, ülkeyi 29 yıldır yöneten 82 yaşındaki Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in partisi NDP kazanmıştı.
İki önde gelen muhalefet bloğunun hile iddialarıyla yarıştan çekilmesinin ardından, NDP'nin bu turdan da açık ara galip çıkması bekleniyordu.
İkinci tur, hiç bir adayın yüzde 50 oyun üzerine çıkamadığı yerlerde yapıldı.
En güçlü muhalif hareket Müslüman Kardeşler ise hile yapıldığı gerekçesiyle ikinci turdan çekilen gruplar arasında.
Müslüman Kardeşler'in ardından ikinci sıradaki muhalefet grubu olan Wafd partisi de ilk turda sadece iki milletvekili çıkarabildikten sonra yarıştan çekildi.
Muhalefet ve bağımsız gözlemciler, seçmene karşı yıldırma, sahte oy gibi usülsüzlüklere işaret ediyor. BBC

Dünya, 3 yılda daha rüşvetçi bir yer oldu

09 Aralık 2010 Dünyanın üç yıl öncesine göre daha rüşvetçi bir yer olduğu düşünülüyor.
Uluslararası Şeffaflık Örgütünün 86 ülkede 90 bin kişiyle yaptığı araştırmaya dayanarak hazırladığı rapor, insanların "dünyanın üç yıl önceye göre daha rüşvetçi bir yer olduğunu düşündüğünü" ortaya koyuyor. Rapora göre, katılımcıların yüzde 56'sı ülkelerinde rüşvetin daha yaygın hale geldiğini söyledi.
Dünyada siyasi partilerin en yozlaşmış kurumlar olarak görüldüğü ve katılımcıların yüzde 56'sının hükümetlerinin rüşvet sorununun üstesinden gelmede etkisiz kaldığına inandığını gösteren raporda, katılımcıların dö rtte birinin geçen yıl rüşvet verdiği, en fazla rüşvet alanların ise polislerin olduğu belirtildi.
Küresel düzeyde, en fazla rüşvet alan kesim yüzde 29 ile polisler olurken, polisleri yüzde 20 ile kamu görevlileri, yüzde 14 ile yargı mensupları ve yüzde 10 ile gümrük görevlileri takip ettiği kaydedilen rapora göre, en yozlaşmış kurumlar arasında listenin başında siyasi partiler yer alıyor.
Rapor, çok az insanın hükümetlerine ya da politikacılara güvendiğini ortaya koyuyor. Araştırmaya katılan her 10 kişiden 8'i siyasi partileri "yozlaşmış ya da ziyadesiyle yozlaşmış" olarak görürken, parlamento bir sonraki en yozlaşmış kurum olarak değerlendiriliyor. netgazete

'Irak'ın biyolojik silahı var' diyen itirafçı: Yalan söyledim
16 ŞUBAT 2011

Irak'ın işgali sırasında 100 binin üzerinde sivil de öldü

Amerikan yönetimine Irak'ın biyolojik silahlar ürettiği bilgisini veren Iraklı kimya mühendisi, Guardian gazetesine yaptığı açıklamada yalan söylediğini ilk kez kabul etti.
Rafid Ahmed Alwan el-Cenabi, 1995 yılında Saddam Hüseyin rejiminden kaçarak Amerikan ve Alman istihbaratına, Irak'ın biyolojik silahlara sahip olduğu ve bu silahların kamyonlarla taşınabildiği gibi yalan haberler üreterek Amerikalılara Irak'ın işgali için gerekçe verdiğini ve bundan pişman olmadığını söyledi.

Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere'nin de desteğini alarak el-Cenabi'nin verdiği bilgileri askeri müdahale gerekçeleri arasında göstermişti.

Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powel, 2003 yılında Birleşmiş Milletler'de yaptığı bir konuşmada el-Cenabi'nin sağladığı uydurma bilgileri, biyolojik silahların üretilmesine tanıklık etmiş bir kaynaktan gelen bilgiler olarak sunmuştu.

El-Cenabi, Guardian gazetesine yaptığı açıklamada, "Bana bir yalan söyleyerek Irak rejimini devirme şansı verilmişti. Ben ve oğullarım Irak'a bir parça da olsa demokrasinin gelmesine neden olmaktan gurur duyuyoruz." dedi.

Iraklı itirafçı, 2000 yılı ortalarında Alman gizli servisi BND'nin Körfez ülkelerinden birinde eski patronuyla görüşmesinin ardından yalan söylediğinin ortaya çıktığını da ifade etti.

Guardian gazetesi, açıklamadığı başka kaynaklardan edindiği bilgilere dayanarak, el-Cenabi'nin yalan söylediğini ortaya çıkaran toplantıda İngiliz istihbaratçıların da olduğunu belirtiyor.

Eski Iraklı kimya mühendisinin itirafları, Irak'ın kitle imha silahları programı olmadığını kabul eden eski Amerikan savunma bakanı Donald Rumsfeld'in anılarının piyasaya çıkmasının sonrasına rastlıyor.

El-Cenabi, Guardian muhabirlerinin, 100 binden fazla sivilin ölümünden ve işgal sonrası ortaya çıkan durumun kendisini pişman edip etmediği yolundaki soruyu ise, ölümlerin kendisini üzdüğünü fakat "Irak'a özgürlük getirmenin başka yolu olmadığını" söyleyerek yanıtladı.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Çrş Şub 16, 2011 8:09 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ksm 29, 2010 12:24 am    Mesaj konusu: WikiLeaks BELGELERİ DÜNYA BASININDA Alıntıyla Cevap Gönder

AB-D emperyalizminin son çaresi: Cihada karşı pezevenklik...
Oğuz Gürses
09.12.2010

AB-D müslümanlardaki cihad şuurunu bulandırmak, şehidlik arzunu söndürmek için her yıl milyarlarca dolar harcıyor...

Bunun için...

Ferdî/kişiye özel veya içtimaî/toplu olarak zihinleri kontrol altına almaya çalışıyor...

Bu konuda hergün yeni teknik ve taktikler üretip insanlar üzerinde deniyor ve anketler ve gözlemler vasıtasıyla da bunların etkili olup olmadıklarına kontrol ediyor...

Müslümanları Allah Resûlü'nün gösterdiği doğru Yol/Ehl-i Sünnet’ten saptırmak, onun tamamladığı "güzel ahlâk"tan uzaklaştırmak için...

İçki, kumar, fuhuş, uyuşturucu, futbol taraftarlığı, uyuşturan müzikler, her türden boş lâf ve boş işler(magazin/dedikodu) gibi ne kadar şeytanî tuzak varsa hepsini birden kuruyor/kullanıyor..

Maksat Müslümanları hedonizm bataklığında boğarak İslâm'dan uzaklaştırmak...

Bu olmazsa...

Müslümanları Doğru yol/Ehl-i Sünnet anlayışından koparıp abuk sabuk anlayış/mezhep/tarikatlara yönlelendirmek için emrindeki binlerce teolog, psikolog, sosylog, şarlatan hoca, sahte şeyh, dandik müridlere oluk oluk para akıtıyor...

Ama ne yapsa olmuyor...

Emperyalizmin küresel saldırısına karşı küresel cihad İslâm’ın adalet kılıcı olarak, her gün yeni mevziler ve zaferler kazanarak büyüyor...

"Güneş yenilenmez göz yenilenir" (*) düsturuna uygun olarak...

Doğru Yol/Ehl-i Sünnet’in yer yer hasarlanmış/pörsümüş anlayışı Büyük Doğu-İbda ismiyle tecdid olunarak/yenilenerek, bir güneş gibi yeniden doğuyor....

Hedefi açık...

Küresel Adalet, küresel barış, küresel kardeşlik, küresel güvenlik, küresel refah için:

Küresel iktidar...

Şeytan'ın çöken “Yeni Dünya Düzeni”ne karşı; İslâm'ın "Yeni Dünya Düzeni"...

***

Zamanı gelmiş bir fikrin iktidarını hiçbir gücün engeleyemeyceği çok kişi tarafından bilinen bir gerçekse de...

Huylunun huyundan vazgeçmeyeceği de bir başka gerçek...

AB-D emperyalizmi gücünün en son sınırına vardığı için hızlı bir çöküş sürecine girmiş olsa da...

Umutsuzca çırpınmaya devam ediyor...

İşte bunun son örneği şu haber:

[Cihada Karşı "Umutsuz Ev Kadınları"

Wikileaks'ten sızan belgelere göre Amerikan dizileri ve şovları Suudi gençleri cihattan soğutma konusunda ABD propagandasından daha başarılı oluyor.

Guardian gazetesinde yayımlanan belgelere göre, Suudi Arabistan’daki Amerikan kaynakları, Cidde’deki Amerikan elçiliğine, "Umutsuz Ev Kadınları ve David Letterman ile Geceyarısı Şovu gibi programlar, gençlerin cihadı reddetmelerinde, yüzmilyonlarca dolarlık Amerikan propagandasından daha etkili oluyor" doğrultusunda rapor gönderdi.
Suudi Arabistan’ın MBC 4 kanalında sansürsüz ve Arapça alt yazılı yayınlanan bu tür programların, krallığın radikal unsurlara karşı "fikir savaşı"nın bir parçası olarak yayınlandığı belirtiliyor.

"David Letterman: Etki Ajanı" başlıklı gizli bir yazıda, bu programların Washington’ın ana propaganda cihazı olan, ABD tarafından finanse edilen El Hurra haber kanalından daha etkili olduğuna işaret ediliyor.

Belgelerde diplomatlar, Eva Longoria, Jennifer Aniston ve David Schwimmer gibi ünlülerin cazibesinin, bu programları yayınlayan ticari televizyonun etkisinin El Hurra’dan daha çok olacağını gösterdiğini ifade ediyorlar.

2009 tarihli bir yazıda "Suudiler artık dış dünyayla çok ilgileniyorlar ve herkes becerebilirse ABD’de eğitim görmek istiyor. ABD kültüründen daha önce hiç olmadığı kadar etkileniyorlar" deniliyor. ]
(TRT, 08.12.2010)

Bu haberin özeti şu: AB-D emperyalizmi'nin son çaresi: Cihada karşı pezevenklik...

Namusa karşı fuhuş...

Ahlâka karşı ahlâksızlık...

İnsan onuruna karşı kirli para...

İnsanca yaşamaya karşı lüks, şatafat ve sefehat/hedonizm...

Böyle bir savaşı sizce hangi taraf kazanır?..

Dipnot:

*[ - İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.
- Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek…
- Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.
- İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…
- “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır” hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir.
(..)
- Emevî ve Abbasî devrelerini takip ederek Türk’ün eline geçen İslâmî devlet livası, 600 küsur yıllık gerçek devlet hayatının ancak 250 senesinde böyle bir nesle yataklık etmiş, ondan sonra 300 yıl korkunç bir aşk ve üstün anlayıştan yoksunluk çığrına girmiş, 100 küsur senedir de, aynı ham yobaz ve kaba softa idrakinin tersine dönük şekliyle bütün cehdini İslâm’a karşı çıkmakta bulmuştur.
- O gün bugündür ki, nesillere kahraman diye tanıtılanlar, İslâm’dan tiksinmenin fikrî ve fiilî icracıları olmuştur.
- İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle kucaklayabilecek ve nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit suyu dökülmeye başlanınca din ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvâzaacı mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş; ve olduğu gibi bir İslâm yerine, oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm’a kapı açmaya bakılmıştır.
- Reformcu, İslâm’ı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu zatına ve aslına göre değil, kendi şahsî nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak, böylece çürük gördüğü bir binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından, İslâma cepheden zıt olanlardan daha tehlikelidir; ve İslâmı kalb ve göz yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi içinde kendisine üç düşman tanıyacaktır; aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasipsiz reformcu… Yani ruhu, kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkâr eden ve ikisi arasında arabuluculuğuna kalkışan…
- İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kuvuşabileceğine ait İlâhî bir ihtar…
- İslâmı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye’sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki hâlinde zuhur etmekle mükellef…
- Bunca zevalin ardından ancak kemâl çığırı açılabilir…] Bkz: Necip Fazıl Kısakürek, Akıncı Güç kadrosuna ithaf: İSLAMI YENİLEMEK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul.

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

WikiLeaks BELGELERİ DÜNYA BASININDA
28 Kasım 2010

WikiLeaks kelimenin tam anlamıyla dünyayı sarstı. Tüm dünya basınının gündemi WikiLeaks'ın yayınladığı belgelerden oluşuyor.

WikiLeaks, diplomasinin 11 Eylül'ü olacak

İtalya Dışişleri Bakanı Franco Frattini, WikiLeaks'ın yayınladığı belgeleri "WikiLeaks belgeleri, diplomasinin 11 Eylül'ü olacaktır." yorumunda bulundu.

İtalya Dışişleri Bakanı Franco Frattini, gizli belgelerin yayımlanması öncesinde Katar'ın başkenti Doha'ya giderken uçakta yaptığı değerlendirmede ise, ''WikiLeaks belgeleri, diplomasinin 11 Eylül'ü olacaktır. Güvenlik açısından 11 Eylül dünya düzeninde nasıl bir değişikliğe yol açtıysa, WikiLeaks aracılığıyla yayımlanan belgeler de ülkeler arasındaki diplomatik ilişkilerde aynı çapta değişikliğe sebep olacaktır'' dedi.

Frattini, ''Diplomasi samimiyete, gizliliğe ve güvene dayalıdır. Belgelerin yayımlanması sonrasında kimse kimseye güvenmez hale gelecektir'' diye konuştu.

Guardian

ABD elçiliklerinin iç yazışmaları küresel diplomatik krize neden oldu ABD bugün elçiliklerinin kendi içindeki 250 binden fazla iç yazışmasının medyaya sızmasının ardından dünya çapında bir diplomatik krizin içine çekildi.

Birçoğunun “gizli” olarak nitelendirilen belgelerde, Arap liderler özel olarak İran'a bir hava saldırısı düzenlenmesi için kulis yapıyor.

Belgelerde ayrıca, ABD'li yetkililere BM'nin üst düzey görevlileri hakkında casusluk yapmaları talimatı veriliyor.

Guardian: ABD, Türkiye'yi vazgeçirmekte başarısız oldu

LONDRA- İngiliz Guardian gazetesi, Wikileaks'in açıkladığı son gizli belgelerde ''ABD'nin, Türkiye'yi İran konusuna karışmaktan vazgeçirme çabalarının başarısızlıkla sonuçlandığının ortaya çıktığını'' bildirdi.

Dünyadaki birkaç gazeteyle birlikte Guardian gazetesi de, Wikileaks'in açıkladığı ABD Büyükelçiliklerinden gönderilen gizli belgelere yer verdi.

Gazetenin internet sitesinde, 17 Kasım 2009 tarihli belgede, ABD Dışişleri Bakanlığının Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu arasında yapılan görüşmenin gizli belgesi de yer aldı. 12 Kasım 2009'da 40 dakika süren görüşmeyle ilgili ABD'nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey'nin ismiyle yer alan belgede, Davutoğlu'nun ''İranlıların Türkiye'ye güveninin tam olduğunu ve Türkiye'nin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ı İran hükümetindeki diğer kişilerden daha esnek gördüğünü söylediği'' belirtildi.

Belgede ayrıca şu ifadeler yer aldı:

''Davutoğlu, İran'a yönelik yaptırımların ya da askeri güç kullanımının olumsuz sonuçları olacağını söyledi. Gordon ise İran'ın nükleer silah edinme ihtimalinin sonuçları konusunda ısrarcı oldu. Davutoğlu, bu sonuçları bildiklerini ve pek tabii riskin farkında olduklarını söyledi. Bu nedenle Türkiye, İranlılarla çok fazla çalışıyor.''

Guardian konuya ilişkin gizli belgeye, ''Bu görüşmede Gordon, Davutoğlu'nu, İran'ın nükleer programı konusunda Türkiye'nin arabuluculuğunun yardımcı olmayabileceği konusunda ikna etmeye çalışıyor, ancak bunda başarılı olmuyor'' yorumuyla yer verdi.

Daily Telegraph

Wikileaks: ABD Mahmud Ahmedinejad'ı Hitler olarak adlandırıyor Wikileaks tarafından yayımlanan ABD belgelerinde Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad “Hitler”, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise “çıplak imparator” olarak adlandırılıyor.

New York Times

Dünya genelinde İran endişesi

Belgeler ABD eski Başkanı George W. Bush ve halefi Barack Obama'nın İran'ın üstesinden gelmek için gösterdiği çabaları ve Obama'nın daha sert yaptırımlar için nasıl deste sağladığını anlatıyor.

Belgelerde, Çin'in İran'a olan enerji bağımlılığından kurtulması için Suudi Arabistan'ın Pekin'e düzenli olarak petrol sağlamasını amaçlayan bir ABD planından da söz ediliyor.

New York Times'ın konuyla ilgili haberine göre belgelerde Dışişleri Bakanlığı çalışanlarına belli ülkelerde "Ulusal İnsani İstihbarat Koleksiyonu Direktifleri"ni nasıl yerine getirebilecekleri anlatılıyor. Diplomatlardan kişilerin işleri, unvanları, mevkileri, telefon numaraları, kredi kart numaraları, uçuş detayları gibi noktalarda bilgi sahibi olmaları isteniyor.

ABD'nin Ortadoğu, Doğu Avrupa, Latin Amerika ve BM'deki misyonlarına gönderilen bu belgede, Amerikalı diplomatların aktif olarak yabancı ülkelerin sırlarını çalıp çalmadıklarına dair bir kanıt yok. Dışişleri Bakanlığı çalışanları uzun bir süredir biyografik profiller çıkarmak için CIA'e bilgi sunuyordu ancak bu belgede talep edilen detaylar bilgi toplama ve izleme operasyonları için de kullanılabilir.

Belgelerde ayrıca diplomatlardan yabancı ülkelerin ordularını ve istihbarat ajanslarını destekleyen telekomünikasyon ağları hakkında da detay talebinde bulunuluyor.

BİZZAT RICE VE CLINTON İMZALAMIŞ

Belgelerin binlercesi dışarıdaki büyükelçiliklerden bakanlığa gönderilmiş ancak 2008 ve 2009 yıllarından beş-altı belge Dışişleri Bakanları Condoleezza Rice ve Hillary Clinton'ın imzasını taşıyor. Örneğin Clinton imzalı bir belgede New York'ta bulunan BM merkezindeki ABD temsilcilerinin öncelikleri sıralanırken "Kuzey Koreli üst düzey diplomatların biyografik ve biyometrik özellikleri" hakkında bilgi toplanması isteniyor.

BM'de ajanlık yapmak uluslararası anlaşmalarca yasaklanmış bir durum ancak birçok ülkenin böyle çabaları olduğu herkesçe bilinen bir "sır".

New York Times'ın verdiği örneklerde Paraguay'daki büyükelçilikten Paraguay-Brezilya-Arjantin sınırında El Kaide, Hizbullah ve Hamas varlığıyla iligli bilgi toplanması, Ruanda ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ndeki temsilcilerden HIV rakamları ve Çin'in Afrika'dan kobalt, bakır ve petrol talebi gibi konularda bilgi isteniyor.

Sofya büyükelçiliğinden, Bulgar hükümetinin yolsuzlukla mücadele adımları ve Rus işadamlarıyla bağlantıları sorulurken, İsrail, Ürdün, Mısır ve bölge ülkelerden "Filistin meseleleri" konusunda istihbarat isteniyor.

ESKİ BÜYÜKELÇİLER KAYGILI

ABD çoğunlukla diplomat görünümlü gizli ajanları yurtdışına yolluyor ancak diplomatların çoğu ajan değil. Konuyla ilgili bilgilendirilen birçok eski büyükelçi, bu durumun Dışişleri Bakanlığı'nın yurtdışındaki çalışmalarını zorlaştırabileceği yönünde kaygılarını gile getirdi.

New York Times, bakanlık çalışanlarına yönelik bu talebin, ABD'nin istihbarat ajanslarının iki savaş ve küresel bir terörist avının ortasında kendilerinden bekleneni karşılamaya yetişemediği bir dönemde geldiği yorumunu yaptı.

"İran, Kuzey Kore'nin yardımıyla güçlendi"

NEW YORK- New York Times Gazetesi, Wikileaks internet sitesi tarafından sızdırılan onbinlerce gizli belgede, İran'ın nükleer programını Kuzey Kore'den aldığı yardımla güçlendirdiğinin de yer aldığını yazdı.

New York Times gazetesi Wikileaks internet sitesi tarafından sağlanan 24 Şubat 2010 tarihli gizli Amerikan istihbarat belgelerine göre, İran'ın Kuzey Kore'den "R-27 isimli Rus tasarımına dayanan" 19 adet gelişmiş ve nükleer başlık taşıyabilen füze aldığını yazdı.

Belgelerde bu füzelerin İran'a ilk kez Batı Avrupa başkentlerini ya da Moskova'yı vurma kapasitesini verdiğini, Amerikalı yetkililerin bu füzelerin İran'ın kıtalararası balistik füze geliştirmesini hızlandırabileceğini düşündüklerini ortaya koyduğunu yazan gazete, Amerikan istihbarat yetkililerinin, İran'ın bu füzelerden aldıkları teknolojik bilgilerle yeni nesil füze yapmak konusunda tekonolojilerini geliştirdiğine inandıklarını yazdı.

Gizli belgelerin, Kuzey Kore ve İran'ın arasında, "bilindiğinden çok daha derin askeri ve belki de nükleer işbirliği bulunduğunu" ortaya koyduğunu yazan gazete, ABD yönetimi tarafından New York Times'a yapılan rica doğrultusunda sözkonusu istihbarat metnini yayınlamama kararı aldıklarını da vurguladı.

Gazete uzmanlara göre şu anda İran'ın bilinen balistik füzelerinin menzilinin kabaca en fazla 1,200 mil olduğunu (1931 kilometre) belirterek, buna göre uzmanların İran'ın füzelerinin İsrail dahil tüm Orta Doğu'ya, tüm Türkiye'ye ve Doğu Avrupa'nın bazı kısımlarına kadar uzanabileceğini düşündüklerini yazdı.

Denizaltından atılabilen Rus tasarımı R-27 füzelerinin menzilinin 1500 mile (2414 kilometre) kadar çıkabileceğini belirten New York Times, Kuzey Kore yapımı nükleer başlık taşıyabilen BM-25 adlı füzelerinin menzilinin ise 2000 mile (3218 km) kadar çıkabilediğini, bunun da bu füzelerin teoride İran'dan atılması durumunda Batı Avrupa ve Moskova'ya kadar etkisini gösterebileceklerini yazdı.

Gazete, Wikileaks belgelerinde İran'ın BM-25 füzelerini Kuzey Kore'den aldığı, bu füzelerde kullanılan gelişmiş teknolojiyi daha güçlü füze yapımında kullanmak istediğinin belirtildiğini de kaydetti.

Jerusalem Post

Barak: Dünyanın kaderi İran'ın durdurulmasına bağlı Wikileaks'in yayımladığı belgelerde İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak'ın barış süreci ve İran'ın nükleer hırsları konusundaki görüşleri de yer alıyor.

ABD'nin Tel Aviv Büyükelçiliği'nden gönderilen 2 Haziran 2009 tarihli bir belgeye göre, Barak, “İran ve Kuzey Kore'nin önünü kesmek için hiçbir opsiyonun masadan kaldırılmaması gerektiğini”söylüyor.

Barak ayrıca, ABD ve İsrail'in İran konusunda aynı istihbaratı paylaştığı ancak edindikleri bilgiyi farklı analiz ettiklerini söyledi.

Barak'a göre, ABD, İran'ı “suçluluğu ispatlanana kadar masum” olduğunu düşünüyor, oysa “bölgenin ve dünyanın kaderi İran'ın nükleer silah elde etmesini engellemekten geçiyor.”

Haaretz

Barak'tan “İran'a saldırı 2010 yılı içinde yapılmalı” uyarısı ABD hükümetine ait 2009 tarihli bir iç yazışmada, Savunma Bakanı Ehud Barak'ın İsrail'i ziyaret eden Amerikan yetkililere, İran'ın nükleer tesislerine yönelik bir saldırının 2010 yılı sonuna kadar uygulanabilirliği olduğunu, ancak bu tarihten sonra ortaya konacak herhangi bir askeri çözümün sonuçlarının kabul edilemeyecek derecede hasarlara neden olabileceğini söylüyor.

Der Spiegel

Bir süpergücün dünya görüşü

ABD Dışişleri Bakanlığı'na ait 251 bin gizli belge Washington'ın dünya üzerindeki etkisini nasıl korumaya çalıştığını gösteriyor.

Yayımlanan belgelere göre, ABD'nin eski Berlin Büyükelçisi William Timken Dışişleri Bakanlığı'na yaptığı bildirimde, iki ülke arasındaki ilişkilerinde bir gelişme olduğunu ancak Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ilişkilerin daha da ileriye gitmesi için gerekli olan cesur adımları atamadağını belirtiyor.

Anahtar Kelimeler: WikiLeaks

İşte WikiLeaks'ta "Türkiye" ile ilgili bölüm!




Wikileaks'in ABD Dışişleri Bakanlığı'na ait olduğunu söylediği belgeler yayımlanmaya başladı. Belgelerin Türkiye ile ilgili bölümlerinde "Amerika'nın Türkiye'ye baskısı, buna karşılık Türkiye'nin direnç gösterdiği" görülüyor. Türkiye ile ilgili 7 bin 918 belge bulunuyor. İşte Türkiye'yle ilgili bazı bölümler...


ABD ne istedi Türkiye ne verdi?

Az önce Guardian'ın internet sitesine koyduğu belgelerde Türkiye ile ilgili çok sayıda önemli bilgi bulunuyor.

2004 - 2010 arasında yapılan 250 bin adet gizli diplomatik yazışmayı içeren belgelerde İsrail'in Türkiye'nin uyguladığı politikalardan duyduğu rahatsızlığı ABD’ye ilettiği de görülüyor.

GİZLİ BELGE: ANKARA GÖRÜŞMELERİ

Wikileaks'in yayımladığı belgelere göre üst düzey Amerikan elçisi Nicolas Burns, 18 Şubat 2010 tarihinde Türkiye Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile yoğun bir görüşme gerçekleştiriyor. Görüşmenin özeti GİZLİ belge olarak Ankara Görüşmeleri başlığıyla saklanıyor.

Burns Türk yetkililere İran Hükümeti'ne karşı Amerika liderliğinde yürütülen yaptırımlara destek olması ve İran'ı yanlış yolda olduğuna ikna etmeleri için baskı yapıyor. Türkler izledikleri yolun ilerleme açısından en iyi yol olduğunda ısrar etseler de bölgedeki ülkelerin İran'ı tehdit olarak gördüğünü kabul etmeye zorlanıyorlar. Özet belgelerin ilk bölümünde Ankara'da 18 Şubat'ta gerçekleştirilen ziyaret "Ortak Görüş ve Yapısal Görüşmeler" başlığıyla anılıyor.

KIBRIS İÇİN BASKI

Türkiye ile ilgili belgelerdeki diğer başlıklar şöyle:

Ermenistan protokollerinin onaylanması ve Minsk sürecinin eşzamanlı yürümesi görüşüldü;

Türkiye Hükümeti'nin Irak Başbakanı Maliki ile ilgili artan tatminsizliği kayıt altına alındı;

Irak'taki Amerikan Kuvvetleri Komutanı General Odierno'nun meseleye dahil olmasının terörist PKK'ya karşı Kürdistan Özerk Yönetimi'nin somut işbirliğinin sağlanması için etkili olacağı ifade edildi;

Kıbrıs'ın yeniden birleştirilmesi görüşmelerine Amerikan Hükümeti'nin üst düzeyde müdahil olması için baskı yapıldı;

Türkiye Hükümeti'nin füze kalkanıyla ilgili daha fazla diyaloğa açık olduğu tespit edildi.

İRAN İÇİN TÜRKİYE'YE AĞIR BASKI

Burns, Sinirlioğlu’na İran Hükümeti’ni yanlış yolda olduğuna ikna etmek için devam eden eylemi desteklemesi konusunda ciddi baskı yaptı. Sinirlioğlu, Türkiye Hükümeti’nin nükleer bir İran’a muhalefetini yeniden ifade ettiyse de askeri bir harekatın Türkiye üzerine yan etkileri olabileceğine dair korkusunu kaydetti ve yaptırımların İranlılar’ı rejime destek olmaya iteceğini ve muhalefete zarar vereceğini düşündüğünü de ekledi. Burns, yaptırımların Türkiye’ye ekonomik etkisinin farkında olduklarını ifade etti ancak Sinirlioğlu’na İsrail’in İran’ın nükleer silahlar elde etmesini durdurmak üzere askeri harekata geçmesi ya da Mısır ve Suudi Arabistan’ın da kendi nükleer alanlarını gözetmeye kalkmaları halinde de Türkiye’nin çıkarlarının olumsuz etkileneceğini hatırlattı... Açık biçimde tehdit edilen Sinirlioğlu ortak bir mesajın önemine ikna olduğunu ifade etmek durumunda kaldı ve bölge ülkelerinin de İran’ı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğünü kabul etti: “Şam’da bile tehlike zilleri çalıyor.”

AK PARTİ'NİN YÜKSELİŞİNDEN KAYGI DUYULUYOR, TSK'NIN NEDEN HAREKETE GEÇMEDİĞİ SORGULANIYOR

Belgelerde dikkat çeken bölümlerden biri, 17 Ağustos 2007’de İsrail gizli servisi MOSSAD Başkanı Meir Dagan ile Burns arasında yapılan toplantının tutanağı. İkili, Ortadoğu’daki son durumu konuştuktan sonra İran üzerinde duruyor. Tutanağa göre, Dagan, Burns’e “Türkiye’ye baktığımda ülkedeki İslamcıların giderek ivme kazandıklarını görüyorum” diyor. Belgede şöyle deniyor: “Dagan, burada sorulması gereken esas sorunun kendisini Türkiye'nin laik kimliğinin savunucusu olan ordunun bu duruma daha ne kadar sessiz kalacağı olduğunu ifade etti.” Aynı belgeye göre, İran’la ilgili olarak Dagan, güç kullanarak rejim değişikliğine gidilmesi için daha fazlasının yapılması gerektiği yönündeki görüşünü dile getirdi.

"AKP'nin gizli bir İslamcı ajandası"

3 Mart 2007 tarihinde Ankara Büyükelçiliği tarafından hazırlanarak Washington'a gönderilen belgede, "AKP'nin gizli bir İslamcı ajandası" olup olmadığı konusundaki değerlendirme yer alıyor.

Değerlendirmede, Türkiye'de bazı çevrelerin Erdoğan ve hükümetine kuşkulu baktığı ancak hükümetin gerçekleştirdiği reformlarla demokrasiyi güçlendirdiğine dikkat çekildi.

Belgede, 2007 yılında Türkiye'de var olan kaygılar ve Erdoğan hükümetinin bu iddialara yaklaşımlarına yer veriliyor. Bununla birlikte herhangi somut bir değerlendirmeye ise yer almadı.

Belgede, "Süreç içerisinde yapılan değişikliklerin bazıları kaçınılmaz olarak geleneksel güç dengesini değiştireceği gibi sivil liderleri de güçlendirecek. Kamuoyunun güvenini korumak ve Türk toplumunda baş gösteren gerilimi azaltmak için AKP'nin ve özellikle Erdoğan'ın daha kapsamlı, ılımlı ve dengeli bir üslup benimsemesi gerekiyor" denildi.

ERDOĞAN MÜKEMMELLİYETÇİ VE HERKESİ ŞAŞIRTIYOR

26 Temmuz 2007 tarihli bir belgede de Ankara'daki ABD Büyükelçiliği'nin Başbakan Tayyip Erdoğan ile ilgili Washington'a geçtiği bilgi görülüyor.

Bu belgenin Erdoğan'ın ismi verilmeyen bir çalışma arkadaşıyla yapılan görüşme üzerine hazırlandığı belirtiliyor.

Belgede, söz konusu kişinin Erdoğan'ı "demokratik" olarak nitelendirdiği ancak yaptığı genel tanımlamanın "çevresini katı otokratik kurallara göre yöneten cömert bir lidere" daha çok benzediği ifade edildi. Belgede ayrıca söz konusu kişinin Erdoğan'la çok yakın çalıştığı ve bu nedenle de söylediklerine güvenilebileceği vurgulandı.

Erdoğan'ı mükemmeliyetçi bir işkolik olarak tanımlayan belgede, Başbakan'ın yüzde 47 oy aldığı 2007 seçimlerinin ardından partisinin Merkez Karar Yürütme Kurulu'nda yaptığı konuşmada, bu sonucun yetmeyeceğini, İzmir ve Tunceli gibi yerlerden de oy alınması için çalışmalar yapılması gerektiğini söyleyerek herkesi şaşırttığı ifade edildi.

ERDOĞAN, ATATÜRK İLE AYIN İDEALLERİ PAYLAŞIYOR

ABD'li diplomatlara göre Erdoğan; Atatürk ile aynı idealleri paylaşan bir harekete liderlik ediyor. O işkolik, inatçı, mükemmeliyetçi biri fakat despotik değil.

Yine ABD'li diplomatların belgelerde yer alan Filistin konusunda, "Araplar sessizken Erdoğan'ın Hamas'a desteğinin faydası yok" sözleri de dikkat çekici.

Ayrıca Erdoğan'ın sağlığıyla ilgili olarak bilgi veren kişinin "mükemmel" tanımlamasını yaptığı da belirtildi.

AZERBAYCAN

25 Şubat 2010 tarihli Azerbaycan ile ilgili bir başka belgede de Türkiye'nin bahsi geçiyor. Belgede, Azerbaycan Devlet Başkan İlham Aliyev'in ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Bill Burns ile yaptığı görüşmenin detayları yer alıyor.

Belgede, Aliyev'in Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ile Başbakan Vladimir Putin arasındaki ilişkiyi tanımlarken "kaba bir sokak ağzını" kullandığı belirtildi.

Aliyev'in Türkiye ile Ermenistan arasındaki yakınlaşma süreci ve Dağlık Karabağ sorunuyla ilgili görüşlerini dile getirirken de aynı üsluba başvurduğu ifade edildi.

Belgede, "Aliyev, Burns'e 24 Nisan'ın Dağlık Karabağ sürecinin yanı sıra Türkiye-Ermenistan normalleşme sürecinin üzerinde 'Demokles'in Kılıcı' gibi sallandığını söyledi" denildi.

Aliyev'in ayrıca Türk-Ermeni normalleşme sürecinin Dağlık Karabağ konusunda ilerleme kaydedilmesi için Nisan ayından sonra ele alınması önerisi yaptığı da vurgulandı. Aliyev, ayrıca Karabağ konusunda daha da esneklik göstereceklerini söyledi ancak ABD'den Ermenistan üzerindeki baskıyı artırmasını istedi.

PUTİN İLE MEDVEDEV ARASINDA SOKAK AĞZI VAR

Belgede Aliyev'in Putin ile Medvedev arasında bir çekişme olduğunu hissettiğini söylediği de yer alırken, "Aliyev, (kaba bir sokak ağzı kullanarak) Azericede bir deyim vardır: İki kelle bir tencerede pişmez" denildi.

Görüşmede Burns, ABD'nin Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme sürecinin Erivan'ın Dağlık Karabağ konusunda daha esnek hareket etmesini sağlayacak siyasi bir zemin yaratacağını düşündüğünü söyledi.

Aliyev, İran'la ilişkilerini "gergin ve istikrarsız" olarak tanımladı. Azeri lider ayrıca, İran'ın Azerbaycan'a yönelik siyasi provokasyonlarının sürdüğünü de ifade etti.

"NABUCCO'YA İHTİYACINIZ VAR MI?"

Toplantıda enerji konusu da ele alındı. Aliyev Türkiye'nin "yapıcı bir tutum" sergilemesi durumunda gaz geçiş anlaşmasının yapılabileceğini de ifade etti. Aliyev'in bahsettiği anlaşma Haziran ayında imzalandı.

Belgede, "Aliyev, Türkiye Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın kısa bir süre önce Azerbaycan devlet petrol şirketinin başkanına 'Neden Rusya ile ilişkilerinizi bozuyorsunuz ki? Nabucco'ya gerçekten ihtiyacınız var mı?' dediğini de söyledi" denildi.

ALİYEV: TÜRKİYE'NİN ENERJİ MERKEZİ OLMASINI İSTEMEDİK

Aynı belgede dikkat çeken bir diğer nokta da Aliyev'in ABD'li yetkiliye Rusya'ya gaz satma anlaşmasının detaylarını aktarması oldu. Belgeye göre Aliyev, bu anlaşmanın "Türk dostlarımıza" doğalgaz dağıtım merkezi yaratmasına izin verilmeyeceğini göstermek için yapıldığını ifade etti.

ALİYEV, ERDOĞAN HÜKÜMETİNDEN HAZZETMİYOR

Belgede, Aliyev, Erdoğan hükümetinden "haz etmediğini" de söyledi.

ABD'Lİ DİPLOMATLAR: DAVUTOĞLU MÜTHİŞ TEHLİKELİ VE DELİ

Yine yayımlanan bir başka belgede ABD'li diplomatların ağzından çıkan bazı şok sözlere yer veriliyor. Buna göre ABD'li diplomatlar Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu için "Tehlikeli ve deli" ifadelerini kullanıyor. Ayrıca ABD'li diplomatlar son dönemde yaşanan gelişmelerle ilgili olarak da "Türkiye'nin ekseni doğuya kayıyor. AB'ye üye olması zor" diyor.

İRAN'IN NÜKLEER ÇALIŞMALARI

17 Kasım 2009 tarihinde Ankara'da yapılan ve dönemin ABD Büyükelçisi James Jeffrey tarafından gizli belge statüsünde gönderilen tutanakta, Philip Gordon ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu arasında yapılan ve İran'ın nükleer programını konu edinen bir görüşmenin detayları yer alıyor.

12 Kasım'da yapılan ve 40 dakika süren görüşmede Gordon, Davutoğlu'nu Ankara'nın arabuluculuk çabalarının faydalı ya da mantıklı olmadığına ve İranlılara ciddi müzakerelere başlamadan zamanla oynama şansı verdiğine ikna etmeye çalıştı.

Davutoğlu İran hükümetinin kamu önündeki tavrını bir kez daha dile getirirken, "İranlıların P5+1in önerilerine prensipte evet dediğini ancak kamuoyunun algısını düzeltmek zorunda olduğunu" aktardı. İran'ın nükleer silah sahibi olması durumunda yaşanabileceklerle ilgili olarak Davutoğlu Türkiye'nin "elbette" bu riskin farkında olduğunu, tam da bu sebepten İranlılarla bu kadar yakından çalıştıklarını söyledi.

Gordon, Başbakan Erdoğan'ın açıklamalarının Türkiye'nin meseleyi nasıl gördüğüyle ilgili soru işaretleri yarattığını söyleyince Davutoğlu bunun farkında olduğunu ancak Guardian'ın son röpotajında Erdoğan'ın söylediklerini doğrudan aktarmadığını belirtti. Davutoğlu, "Sadece Tükiye İran'la açık ve eleştirel bir dille konuşabilir, çünkü Ankara kamuoyu önünde dostluk mesajları vermektedir" dedi.

ABD'DEN TÜRKİYE'YE "İRAN'A MESAJ" VER TALEBİ

Gordon, Ankara'dan yaptırımların dikkate alınmaması durumunda olabileceklerle ilgili güçlü bir mesaj vermesini istedi. Davutoğlu ise Erdoğan'ın Tahran ziyaretinde bu mesajı zaten verdiğini belirtti. Türkiye'nin dış politikasının bölgeye bir "adalet duygusu" ve "vizyon duygusu" verdiğini, İran'a ve Suudilere bir alternatif olduğunu ve "bölgede İran etkisini sınırlandırdığını" söyledi.

William Burns'le Feridun Sinirlioğlu görüşmeleri

25 Şubat 2010 tarihli bir başka tutanak ise 18 Şubat tarihinde William Burns'le Feridun Sinirlioğlu arasında yine Ankara'da yapılan bir görüşmenin içeriğiyle ilgili. Toplantıda İran'dan Ermenistan protokollerine, PKK'dan Kıbrıs görüşmelerine ve füze savunma sistemine kadar birçok konuda değerlendirmeler var.

İran: Sinirlioğlu Ankara'nın resmi tavrını yinelerken askeri operasyonun Türkiye'ye zarar vereceğini, yaptırımların ise İran halkının kenetlenmesine yol açarak muhalefete zarar vereceğini söyledi. Sinirlioğlu bölge ülkelerinin İran'ı bir tehdit olarak gördüğünü belirterek, "Şam'da bile alarm zilleri çalıyor" dedi.

Burns, Sinirlioğlu’na İran Hükümeti’ni yanlış yolda olduğuna ikna etmek için devam eden eylemi desteklemesi konusunda ciddi baskı yaptı. Sinirlioğlu, Türkiye Hükümeti’nin nükleer bir İran’a muhalefetini yeniden ifade ettiyse de askeri bir harekatın Türkiye üzerine yan etkileri olabileceğine dair korkusunu kaydetti ve yaptırımların İranlılar’ı rejime destek olmaya iteceğini ve muhalefete zarar vereceğini düşündüğünü de ekledi. Burns, yaptırımların Türkiye’ye ekonomik etkisinin farkında olduklarını ifade etti ancak Sinirlioğlu’na İsrail’in İran’ın nükleer silahlar elde etmesini durdurmak üzere askeri harekata geçmesi ya da Mısır ve Suudi Arabistan’ın da kendi nükleer alanlarını gözetmeye kalkmaları halinde de Türkiye’nin çıkarlarının olumsuz etkileneceğini hatırlattı... Açık biçimde tehdit edilen Sinirlioğlu ortak bir mesajın önemine ikna olduğunu ifade etmek durumunda kaldı ve bölge ülkelerinin de İran’ı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğünü kabul etti: “Şam’da bile tehlike zilleri çalıyor.”

Belgelerde dikkat çeken bölümlerden biri, 17 Ağustos 2007’de İsrail gizli servisi MOSSAD Başkanı Meir Dagan ile Burns arasında yapılan toplantının tutanağı. İkili, Ortadoğu’daki son durumu konuştuktan sonra İran üzerinde duruyor. Tutanağa göre, Dagan, Burns’e “Türkiye’ye baktığımda ülkedeki İslamcıların giderek ivme kazandıklarını görüyorum” diyor. Belgede şöyle deniyor: “Dagan, burada sorulması gereken esas sorunun kendisini Türkiye'nin laik kimliğinin savunucusu olan ordunun bu duruma daha ne kadar sessiz kalacağı olduğunu ifade etti.” Aynı belgeye göre, İran’la ilgili olarak Dagan, güç kullanarak rejim değişikliğine gidilmesi için daha fazlasının yapılması gerektiği yönündeki görüşünü dile getirdi.

Ermenistan: Sinirlioğlu'yla Burns'ün görüşmelerinin Ermenistan'la ilgili bölümleri şunlar:

"Sinirlioğlu, Ermeni soykırımı ile ilgili yasa tasarısının kongreden geçmesinin kendi hükümetinin içerdeki politik hesaplarını 'karmaşıklaştıracağı' konusunda uyarıda bulundu. Azerbaycan Başkanı Aliyev için kabul edilebilir bir şey bulunabilirse protokollerde 'ilerleyebileceklerini' de söyledi. Sinirlioğlu, Azerbaycan ve Ermenistan’ın Minsk Grubu'nun gelişimi için ortak bir çerçeve açıklamalarının Türkiye Hükümeti için gerekli politik kılıfı sağlayacağını söyledi. Burns Türkiye ve Azerbaycan arasındaki bir doğalgaz anlaşmasının ilerleyişi ile ilgili bir gelişme olup olmadığını sorguladı. Sinirlioğlu ise Aliyev’in Türkiye'nin protokolleri ele alış yöntemlerine karşı bu anlaşmayı esir tuttuğunu ima etti: 'Bize güvenmiyor.'

Irak: 18 Şubat tarihli belgelere göre Sinirlioğlu, Türkiye Hükümeti’nin, Irak Başbakanı Maliki ile ilgili giderek artan tatminsizliğini ve ‘kontrolden çıkmaya’ eğilimli olduğuna dair korkularını ifade etti. "Kendi politik var oluşu ile meşgul" dedi.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Maliki’nin danışmanları olan Sadık El Rikabi ve Tarık El Necmi'yi 10 gün önce bir dizi toplantı için konuk etti. Sinirlioğlu İran'ın seçimleri etkileme çabalarından şikayet etti. Aynı zamanda Suudi Arabistan da oradaki Şii baskınlığının kaçınılmazlığını kabul etmekte isteksiz olduğu için Irak'taki politik partiler için "ortalıkta para saçıyor" dedi.

7 Mart seçimlerinin ardından Sinirlioğlu Irak gaz sahalarını Türk dağıtım ağlarına 500 milyon dolara mal olacak 300 kilometrelik boru hattı ile bağlamak üzere bir girişim başlatacaklarını söyledi. 2 yıl içerisinde boru hattına gaz pompalanabileceğini de ekledi. İran'ın boru hattına Irak'ın gaz sahalarının pek çok Kürt ve Sünni bölgelerinde olduğu için muhalif olduğunu da iddia etti.

Sinirlioğlu, Irak'taki Amerikan Kuvvetleri Komutanı General Odierno'nun yakın geçmişteki ziyaretini takdir ettiklerini kaydetti. Kürt Bölgesel Yönetimi'nin Irak'ın kuzeyinde kamplaşan terörist Kürdistan İşçi Partisi PKK'ya karşı daha çok işbirliği yapmasını sağlayacak bir eylem planının hızlıca tasarlanmasını umduğunu ifade etti: "Kürdistan Özerk Yönetimi’nin bizimle çalışmanın önemli olduğunu anlamasını istiyoruz."

İsrail: Burns'un gerginliğe temas etmesi üzerine Sinirlioğlu sorunun "iki taraflı değil genel" olduğunu söyledi ve bölgenin rahatsızlığını barış sürecindeki tıkanmaya bağladı.

Askeri işbirliği, ticaret gibi alanlarda ilişkilerin sürdüğünü turizmde ciddi gerirleme yaşandığını belirtti. Burns Türkiye'nin aracılığıyla yapılabilecek yakınlaşma görüşmelerinin barış sürecine önemli katkı yapacağını söyledi.

Suriye: Sinirlioğlu Türkiye'nin diplomatik çabalarının Suriye'yi İran'ın yörüngesinden çıkarmaya başladığını söyledi. "Çıkarları ayrılıyor" dedi. İsrail'in Türkiye'yi görüşmelerde arabulucu kabul etmesi durumunda, Sinirlioğlu, İran'ın daha da yalnızlaşacağını belirtti.

AB, Kıbrıs, Yunanistan: Sinirlioğlu, Sarkozy'nin Türkiye'nin üyeliğine muhalefetinin Hıristiyan Avrupa'yla Müslüman dünyası arasındaki kültürel ayrımı derinleştirdiğini söyledi.

Sinirlioğlu Papandreu'nun Erdoğan'a yazdığı mektubun üzerine Türkiye ile Yunanistan arasında yeni görüşmelerin başlayacağını söyledi.

KIBRIS İLE İLGİLİ BÖLÜMLER

Türkiye ile ilgili belgelerdeki diğer başlıklar şöyle:

Ermenistan protokollerinin onaylanması ve Minsk sürecinin eşzamanlı yürümesi görüşüldü;

Türkiye Hükümeti'nin Irak Başbakanı Maliki ile ilgili artan tatminsizliği kayıt altına alındı;

Irak'taki Amerikan Kuvvetleri Komutanı General Odierno'nun meseleye dahil olmasının terörist PKK'ya karşı Kürdistan Özerk Yönetimi'nin somut işbirliğinin
sağlanması için etkili olacağı ifade edildi;

Kıbrıs'ın yeniden birleştirilmesi görüşmelerine Amerikan Hükümeti'nin üst düzeyde müdahil olması için baskı yapıldı;

Türkiye Hükümeti'nin füze kalkanıyla ilgili daha fazla diyaloğa açık olduğu tespit edildi...

Sinirlioğlu'yla Burns'ün görüşmelerinin detayları ise konu başlıklarına göre şöyle...

Görüşmede ayrıca Afganistan, Pakistan, Hindistan, Bosna konuları konuşuldu.

TÜRKİYE, SARKOZY'DEN MEMNUN DEĞİL, BELÇİKA VE DANİMARKA'DAN DA...

İkili Avrupa ilişkileri ve NATO: Türkiye'nin Sarkozy'den memnuniyetsizliğini yineleyen Sinirlioğlu Belçika ve Danimarka'nın PKK'ya yakın örgütleri baskı altına almaktaki gönülsüzlüğünden şikayet etti. Türkiye'den bir ismin NATO Genel Sekreter Yardımcısı olması yönünde ABD Başkanı'nın sözünü hatırlatan Sinirlioğlu, onun yerine çok hak etmeyen bir Alman'ın seçildiğini söyledi ve "Rasmussen'le Merkel arasında bir anlaşmadan şüpheleniyoruz" dedi. Sinirlioğlu," Size güvendik de Rasmussen'in seçilmesine izin verdik" dedi.

Savunma kalkanı: Sinirlioğlu projeyle ilgili Rusya'nın tepkisini sordu, Burns Rusların çok daha rahat olduğunu ve önce ikili sonra Rusya-NATO arasında görüşmeler yapmayı beklediklerini söyledi. Sinirlioğlu Erdoğan'ın Gates'le yaptığı görüşmede dile getirdiği İran tehdidinin öne çıkarılmaması talebini yineledi.

TÜRKİYE'NİN AB'YE ÜYE OLMASI ZOR

16 Eylül 2009 tarihli bir başka belge de de ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Gordon'un Fransa'daki temasları yer alıyor.

Gordon, Fransa Cumhurbaşkanlığı'nın Dış Politika Danışmanı Jean-David Levitte ile de biraraya geldi. Belgeye göre, yapılan görüşmenin ana gündem maddelerinden birisini Türkiye'nin AB üyeliği oluşturdu.

Levitte görüşmede, Fransa'nın Türkiye ile AB arasında bir "imtiyazlı ortaklık" kurulması yönündeki tutumunu değiştirmediğini söyledi.

Gordon da Türkiye'nin bir ikilemde kaldığını, bir yandan reformları gerçekleştirmek isterken diğer yandan halkın AB'ye olan inancının azaldığını belirtti.

Belgede, "Levitte, Türkiye'nin üyeliği konusundaki yaşanabilecek en kötü senaryonun Türkiye'nin müzakere başlıklarını tamamlaması ama düzenlenecek referandumda Fransız halkının Türkiye'yi reddetmesi olacağını ifade etti" denildi. Levitte ayrıca bütün sorunlara rağmen Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin "Türkiye'nin bir dostu" olduğunu ifade ettiği vurgulandı.

İTALYA DIŞİŞLERİ BAKANI'NIN TÜRKİYE ÖFKESİ

8 Şubat 2010 tarihli bir belgede, İtalya Dışişleri Bakanı Franco Frattini'nin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Gates ile yaptığı görüşmenin tutanağı yer alıyor.

Görüşmede, Frattini'nin Ankara'nın hem Avrupa hem de İran'a yüzünü çevirdiği "çifte oyunundan" dolayı duyduğu öfkeyi dile getirdiği belirtildi.

Guardian: ABD, Türkiye'yi vazgeçirmekte başarısız oldu

LONDRA- İngiliz Guardian gazetesi, Wikileaks'in açıkladığı son gizli belgelerde ''ABD'nin, Türkiye'yi İran konusuna karışmaktan vazgeçirme çabalarının başarısızlıkla sonuçlandığının ortaya çıktığını'' bildirdi.

Dünyadaki birkaç gazeteyle birlikte Guardian gazetesi de, Wikileaks'in açıkladığı ABD Büyükelçiliklerinden gönderilen gizli belgelere yer verdi.

Gazetenin internet sitesinde, 17 Kasım 2009 tarihli belgede, ABD Dışişleri Bakanlığının Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu arasında yapılan görüşmenin gizli belgesi de yer aldı. 12 Kasım 2009'da 40 dakika süren görüşmeyle ilgili ABD'nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey'nin ismiyle yer alan belgede, Davutoğlu'nun ''İranlıların Türkiye'ye güveninin tam olduğunu ve Türkiye'nin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ı İran hükümetindeki diğer kişilerden daha esnek gördüğünü söylediği'' belirtildi.

TÜRKİYE, İRAN KONUSUNDA YARDIMCI OLMUYOR

Belgede ayrıca şu ifadeler yer aldı:

''Davutoğlu, İran'a yönelik yaptırımların ya da askeri güç kullanımının olumsuz sonuçları olacağını söyledi. Gordon ise İran'ın nükleer silah edinme ihtimalinin sonuçları konusunda ısrarcı oldu. Davutoğlu, bu sonuçları bildiklerini ve pek tabii riskin farkında olduklarını söyledi. Bu nedenle Türkiye, İranlılarla çok fazla çalışıyor.''

Guardian konuya ilişkin gizli belgeye, ''Bu görüşmede Gordon, Davutoğlu'nu, İran'ın nükleer programı konusunda Türkiye'nin arabuluculuğunun yardımcı olmayabileceği konusunda ikna etmeye çalışıyor, ancak bunda başarılı olmuyor'' yorumuyla yer verdi.

WikiLeaks'tan: İstesek tankları sokağa indirirdik

Dünyayı sarsan 2 milyon 700 bin belgenin 7 bin 918'i doğrudan Türkiye'yi ilgilendiriyor. Belgeler arasında 2007'de TSK'nın iki numaralı isminin "İstesek tankları sokağa indirirdik" ifadesi geçiyor. Binlerce belge arasında ayrıca Bakan Faruk Özak ile ilgili ağır bir iddia var!

MOSSAD Şefi: "Türk Ordusu ne zaman harekete geçecek?"

"ABD, Ermenistan lideri Sarkisyan'ı İran'a silah satmakla suçladı."

2007’de Türk Ordusu’nun iki numarası: “İstesek tankları sokağa indirirdik”

“ABD Türkiye’den İran’ı uyarmasını istedi ancak Ankara gerekeni yapmadı”

ABD: "Türkiye, kısır döngü içinde gerekli AB reformlarını yapamıyor"

"Bakan Faruk Özak, gizli ödenekten Trabzonspor'a para aktardı"

Habertaraf

ENGİNAR GIÇ'TAN EMRE ÖKÜZ'E "COP GÜZELLEMESİ" YAPAN TÜM İLERİ DEMOKRASİ GÜZELLERİNE GELSİN! ÖMER HAYYAM'DAN GELSİN!


.
...
Akılla bir konuşmam oldu dün gece;
Sana soracaklarım var, dedim;
Sen ki her bilginin temelisin,
Bana yol göstermelisin.
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.
Nedir; dedim bu yaşamak?
Bir düş, dedi; birkaç görüntü.
...
Bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;
Kurt, köpek, çakal, makal, dedi.
Ne dersin bu adamlara, dedim;
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
...
.
-Ömer Hayyam-

http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/

Chomsky: ABD'nin kendisinin teröristtir, totaliter bir rejimle yönetiliyor ve diktatörlükleri destekliyor

9 MART 2011



Libya lideri Muammer Kaddafi'nin isyan eden halkına karşı tank, roket ve uçaklar ile savaş açması farklı siyasi sistem ve duruşa sahip pek çok ülke ve kuruluşu yapılabilecekler üzerine düşünmeye zorladı.

Batıyı doğudaki diktatörlerle el ele verip halkları sömürmekle suçlayan sol da, ayaklanan halklarla nasıl hareket edilmesi gerektiğini tartışıyor.

Dünya solunun en önemli entellektüel isimlerinden dilbilimci Profesör Noam Chomsky, Amerika Birleşik Devletleri'nin kendisinin terörist olduğunu, totaliter bir rejimle yönetildiğini ve diktatörlükleri desteklediğini söyledi.

BBC: O halde, ABD ve Batı bugün nasıl olup da isyan eden halkları desteklemeye başladı?

NOAM CHOMSKY: Bence olan şu: defalarca denenmiş standart bir planı uyguluyorlar. Filipinler'de Marcos'a, Haiti'de Duvalier'e, Güney Kore'de Çun'a, Endonezya'da Suharto'ya yaptıkları gibi, asıl gözdeleri olan diktatörü daha fazla destekleyemedikleri bir döneme girdiklerinde - ki bu isyan ya da başka nedenlerle olabilir - ortaya çıkıp demokrasiye olan aşklarını ilan ederler ve rejimi korumaya çalışırlar.

'Türkiye ve Brezilya saygı duyulan devletler'

Chomsky'e göre, demokrasinin Batı ülkelerindeki versiyonu da bir yanılsamadan ibaret... Bu ülkelerde medya, toplumun hükümet politikalarına onay vermesini sağlayan bir mekanizma gibi işliyor.

Arap dünyasında ise devrimlerini kısmen internet ile örgütleyen gençler yine medya yoluyla rıza imalatı mekanizmasını kırmayı başardı.

Aynı mekanizmayı ABD'nin Wisconsin eyaletindeki Madison kentinde sendikal haklarını savunan çalışanlar da kırıyor.

BBC: Peki, Arap halklarını sokağa çıkaran taleplerin başında gelen demokrasi solun yanılsama dediği Batı demokrasileri ise, bu sol için ne kadar anlamlı?

NOAM CHOMSKY: Bu demokrasiler biz onların yanılsama olmalarına izin verdiğimiz sürece yanılsamadırlar. Mısır'daki ayaklanmanın en kritik anlarından birinde, önemli Mısırlı sendika liderlerinden Kemal Abbas, Madison Wisconsin'deki protestoculara selam göndererek, desteklerini sunmuştu. Wisconsin'deki kamu çalışanları, demokrasinin saldırı altındaki unsurlarını korumak için sokaktalar. Mısır'da ise halk bu tür bir demokrasi kendilerine sunulmadığı için ayaklandı. Farklı yönlerde ilerliyor olsalar da, birbiriyle çakışan iki mücadele bunlar.

BBC: Batı toplumları ve yönetimlerinin, örneğin Libya'daki iç savaş karşısında ne gibi bir sorumluluğu var?

NOAM CHOMSKY: Öncelikle bizden bir şey yapmamız istenmedi. Bizden asıl istedikleri uzak durmamız. Bize söylenen "uzak durun, elinize yeterince kan bulaşmış durumda". Ne yapılması gerektiği sorusunu yanıtlayacak olan biz değiliz. Dünya'da yalnızca bir yokuz. Örneğin Brezilya ve Türkiye gibi saygı duyulan devletler de var.
BBC

Afgan Merkez Bankası başkanı tutuklandı
29 Mart 2011
Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai'nin ekonomi danışmanı ve Afgan Merkez Bankasının eski Başkanı Nurullah Dalavari, zimmetine para geçirmek suçundan tutuklandı.

Başsavcının sözcüsü Eminullah İman, Dalavari'nin başkent Kabil'deki evinde, zimmetine para geçirmek ve rüşvet suçundan tutuklandığını belirtti. Adının açıklanmasını istemeyen bir adli kaynağa göre, Dalavari Merkez Bankasının başında olduğu dönemde 300 bin doları zimmetine geçirmekle suçlanıyor. haber10

BM Fildişi Sahili'ni vurdu!

Dünya Libya'ya odaklanmışken, bir uluslararası askeri müdahale haberi de Fildişi Sahili'nden geldi. BM, Fransız askerinin de önemli rol oynadığı bir operasyonla Abidjan'ı vurdu. Hedefte, koltuğundan vazgeçmek istemeyen Devlet Başkanı Gbagbo'nun sarayı, konutu ve askeri merkezleri vardı. Şimdi Abican'da Gbagbo ve Uttara yandaşları hakimiyet için son savaşı veriyor.
05 Nisan 2011

Libya derken Fildişi Sahili'nden de benzer bir haber geldi; oradaki iç savaşa da uluslararası toplum müdahale etti.

İkisi de "meşru devlet başkanı benim" diyen iki siyasetçiye bağlı güçlerin son büyük çatışma için karşı karşıya geldiği Abidjan kenti BM tarafından vuruldu.

BM tarafından hedef alınan noktaların tamamı stratejik öneme sahip.

Devlet başkanlığı koltuğunu bırakmamakta direnen Gbagbo'nun konutu, ona bağlı muhafız birliğinin merkezi, devlet televizyonu binası, paramiliter güçlerin kampı ve bir silah deposu vuruldu.

Operasyonda BM Genel Sekreteri'nin talebiyle önemli rol üstlenen Fransa'da basın, Gbagbo'nun sarayının da vurulduğu iddiasında.

BM yetkilileri, "Bu hedeflerin hepsi meşruydu. Sarayda ve konutta ağır silahlar bulunuyor" diyor, saldırının amacının bu ağır silahların sivillere karşı kullanılmasını engellemek olduğunu söylüyor.

Uluslararası toplumun, koltuktan vazgeçmeyen Gbagbo'ya karşı müdahalesi en çok genel seçimlerin galibi olarak kabul edilen Alasan Uttara yandaşlarını sevindirdi.

Uttara'ya bağlı güçler artık Abidjan'ın içinde.

Hareketin sözcülerinden biri, operasyonun yapıldığı saatlerde "başkanlık sarayının kontrolünü ele geçirdik" dese de, başkanlık sarayı çevresinden çatışma sesleri yükseliyor.
Milliyet

Kosova'da Başkanı ABD seçti!

Kosova'nın eski Cumhurbaşkanı Behçet Pacolli, yeni cumhurbaşkanının yerel politik partiler tarafından değil, ABD'nin Kosova Büyükelçisi Christopher Dell tarafından seçildiğini ifade etti.

08 Nisan 2011
Anadolu Haber

Atife Yahyaga, dün Priştina’daki parlamento tarafından Kosova’nın yeni Cumhurbaşkanı olarak atandı. Yahyaga’nın yerine geçtiği Pacolli, devlet başkanlığı seçimlerinin “anayasaya aykırı” kabul edilmesinin ardından görevini bırakmaya zorlanmıştı.


İşadamı ve Yeni Kosova İttifakı Partisi (AKR) lideri Pacolli, Yahyaga’nın ismini cumhurbaşkanı adayı olarak gösterildiği ana kadar hiç duymadığını ve Başbakan Haşim Taçi ve Kosova Valisi İsa Mustafa’nın, kendilerine Yahyaga ismi sunulduğunda "birbirlerine imalı bir şekilde baktıklarını” belirtti.


ZARFTAN ÇIKAN İSİM
Pacolli, “Ben, çekildiğimi söyledim. Ardından, ABD elçisi bir zarfı açarak: ‘Bunu kabul etmek zorundasın yoksa hem çok iyi bir dostu hem de ABD’nin Kosova’daki çıkarlarını kaybederiz” dediğini iddia etti.

Priştina merkezli Clan televizyonuna konuşan Pacolli, “ABD elçisi Dell, zarftan cumhurbaşkanı adayı olarak sunmak için Atife Yahyaga’nın ismini çıkardığında, Haşim Taçi ve İsa Mustafa şaşırdı” dedi.

Bu konuda açıklama yapan Dell, ABD’nin yıllardan beri Yahyaga ile işbirliği içinde olduğunu ifade etti. Dell, “Yahyaga’nın, kendisiyle birlikte çalışan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’dan yüzlerce polise kadar son 11 yılda herkesin takdiri ve saygısını kazandığını” belirtti.

36 yaşındaki Yahyaga, Kosova polisine 2000 yılında çevirmen olarak katıldı. Daha sonra Emniyet Gene Müdür Yardımcılığına yükseldi ve tuğgeneral rütbesi aldı.

1 Yıldır "Hükümetleri" Yok
14.06.2011
Belçika'da 1 yıldır hükümet kurulamıyor. Bu alanda dünya rekoru kıran ülkede halk "hükümetsiz"liğe alışmış görünüyor.

Nisan 2010’da istifasını sunmasına rağmen Başbakan Yves Leterme, mecburen görevini sürdürüyor.
Belçika’da bu garip durumun iki ana kaynağı var: Felemenkçe ve Fransızca konuşan toplumlar arasında derin bir ayrılık sözkonusu... Bir de Belçika’da bildiğimiz anlamda "ulusal parti" kavramı yok...

Felemenkler merkezi hükümette daha fazla yetki istiyor, diğer grup buna karşı çıkıyor.

Şubat’ta Iraklıların, 1 Haziran’da da Kamboçyalıların "hükümetsiz kalma rekoru"nu kıran Belçika’da bu durumun nasıl aşılabileceğini kimse bilmiyor.

Gözlemciler bu durumun normal seçimlerin yapılacağı 2014’e kadar sürebileceğine dikkat çekiyorlar.

Bazı Belçikalılar ise "2014’te seçim yaptık ancak yine koalisyon kuramadık. İstifasını vermiş olan Başbakan 2014’ten sonra da işbaşında kalmaya devam edebilir" yorumunu yapıyor.

Çok sayıda Belçikalı da yeni bir seçimin ülkenin köklü sorunlarına deva olacağını düşünmüyor. TRT

ABD'nin "Demokrasi götürdüğü" Irak'ta 2 Yılda 12 Bin Muhalif İdam edildi
07 Temmuz 2011

ABD`nin `demokrasi götürdüğü` Irak`ta işbirlikçi hükümet, 291 muhalifin daha idam kararını onayladı. İdam kararlarını onaylayan kararın altında, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hudayir el Huzayi`nin imzası var.

Son iki senede idam edilen muhaliflerin sayısı 12 bini geçti.

ABD`nin "demokratikleştirmek" adına işgal ettiği Irak'ta, işgalden bu yana binlerce kişi idam edildi. Eski İnsan Hakları Bakanı Vajdan Michael, son iki senede 12 bin'den fazla Iraklı muhalifin idam edildiğini belirtiyor.

İşkence de Irak`ta çok yaygın.

Irak basınında işkence altında alınan sorgu ifadelerine dair haberler sık sık yer buluyor.

İran`da uygulanan idam cezaları sık sık batı basınında ve Türkiye`de haber olurken, Irak'taki idamların hiç biri haber yapılmıyor.

ABD`nin "demokrarisi" halkı ülkeden kaçırıyor

ABD`nin "özgürlük ve demokrasi" götürmek için işgal ettiği Irak`taki durumu, Birleşmiş Milletler Yüksek Mülteci Komisyonu raporu şöyle özetliyor:

Komisyonun raporuna göre dünyadaki tüm mültecilerin neredeyse yarısını, ABD`nin işgal ettiği Irak ve Afganistan`dan kaçan mülteciler oluşturuyor. Dünyada toplam 10.55 milyon mülteci bulunuyor. Bunların 3.05 milyonunun Afganistan`dan, 1.68 milyonunun Irak`tan kaçan mülteciler olduğu hesaplanıyor.

En fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülkeler ise Pakistan, İran ve Suriye.

Haber1001

Ekrem Eraslan
Harca… Harca… Harcannn…
27 Temmuz 2011



Bazılarına göre İslam, insanlığa mal biriktirmemeyi ve israftan sakınmayı salık (bana göre emreder) verir. Aynı zamanda adalet kavramını sadece mahkeme koridorlarında aramaz ve tesis etmeye kalkmaz, adalet kavramını hayatın her alanında tesis etmeyi esas alır. Durum bu minval üzere olunca da insan ile madde ilişkisi de adalet muvacehesindedir. Çerçevesi net olarak çizilmiş bu alanda insan nefsani yönelimlerine ve bu yönelişin getireceği zulme asla müsaade edilmez. İslam; insan olmanın getirdiği doyumsuzluğun, insanlık için bir sömürü ve zulm düzenine dönüşmesine neden olacak sorumsuz ve sonsuz harcama ile tüketime set çekmiştir. İslam’da harcamanın ölçütü ihtiyaç hali kabul edilirken, bunun ötesindeki mal edinmeyi (kenz) ve yersiz tüketimi (israf) ahiret yurdunda cezalandırılmayı gerektirecek bir suç olarak tanımlanmıştır.

Şimdi okuyucumuzun “eeee… ne var? Bunların hepsini bizde biliyoruz…” dediğini duyar gibi oluyorum. Haklılar da… ortalama her Müslüman bunu bilir. Temel sorun; Müslüman olarak insan-eşya ilişkisini bilen bir toplumun bilginin en kolay ve ucuz olduğu bu çağda zihninin ve yaşamının esir alınmışlığıdır.

Burada uzun bir “kapitalizm” analizine gerek bırakmayacak bir şekilde özetleme yapmak istersek sanırım en uygun ifade “sınırsızca kuralsızca-hatta akılsızca- HARCAYIN, TÜKETİN” buyruğunu insanlığa dayatıp, kendisi içinde “kuralsızca, ahlaksızca, acımasızca ÜRET, SAT” esasına sarılan ekonomik düzen diyebiliriz. Yukarıdaki İslami prensiplerle buradaki kapitalizmin esaslarının ne kadar taban tabana zıt olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz. Böylesine net karşıtlık içerisinde İslamla Kapitalizmin modern dönemlerde (özellikle de zamanımızda ) cem edilmesi, daha doğrusu Müslüman toplumların bu derin paradoksa rağmen kapitalist ekonomik sistemlere entegre (esir) edilmesi kabul edilemez bir durumdur.

Devam ediyoruz…

Eski küresel kurguda dünya coğrafyasında değişik ülkelerde oligarşiler eliyle sistemleri kontrol altında tutan güçler özellikle son on yıldan bu yana dar oligarkların yaptığı harcamaları-tüketimi yetersiz görerek göreceli demokrasi ve refahı tabana yaymak siyasetini uygulamaktadırlar. Daha büyük tüketim ve kazanç için… Bu dönüşüm, her ne kadar demokrasi, kitlelerin yönetime katılması ve özgürlüklerin genişletilmesi gibi görünse de aslında küresel güçlerin oligarkların ötesinde halklara nüfuz etmesine yönelik kompleks bir projenin uygulanmasıdır. Bu projede daha geniş , daha sorunsuz , daha yakın,daha doyumsuz bir pazarla beraber küresel kurgu sahiplerinin teknoloji ve mallarıyla birlikte kültür ve anlayışına şekil verdikleri geniş kitleler kurulacak sistemin merkezini oluşturmakta. Oligarklar üzerinden kendi iktidarını kolayca devam ettiren küresel kurgu şimdi daha zor olanı tercih ederek -iyi ambalajlanmış- daha kalıcı ve köklü bir projeyi yürütmekte.

Önceki dönemde Oligarklar eliyle küresel kurguya köleleştirilen halklar yeni dönemde (demokrasi-özgürlük söylemleriyle v.s.) kendi rızalarıyla bu kurguya kullaştırılmaktalar. Kölelikteki zorlamalar ortadan kalkmış yerine rızanın esas olduğu kulluk sistemi getirilmektedir.

Yeni dünya, herkesin alabildiğine tükettiği ama herkesin üretemediği (üretim alanlarında parselasyonların yapıldığı) bir dünya olacak. Yeni dünya, sömürünün zora dayalı olmaktan çıktığı gönüllü bir şekle dönüştüğü bir dünya olacak. Yeni dünya, tüketerek ve teslim olarak mutluluğa erenlerin çoğaldığı sağır kitlelerin dünyası olurken, her inanış ve düşünüşün iri gövdelerine rağmen güçsüz kaldığı bir dünya olacak. Bütün inanış ve erdemlerin sureti hak görünen hayaletler tarafından devşirilip küresel sisteme eklemlendiği bir dünya olacak. En erdemli en onurlu duruş ve haykırışlar sağır duvarlarda kaybolup gidecek, eskiden zorbalığın boğduğu adalet ve özgürlük mücadelesi, kitlelerin sağırlığında daha hayat bulamadan kaybolacak

“HARCAAA…” buyruğunu komut edinip tüketeceğiz üretim tekellerinin süslü oyuncaklarını… onlara hizmet ederek kazanmaya çalışacağız ve sonra verdikleri üç kuruşu da gidip yeniden avuçlarına koyacağız… üretmeyeceğiz- üretemeyeceğiz ancak onların zahmet buyurmadıkları yeterince para kazanamadıkları alanlarda varolacağız.

Bizleri, isyancı bir köle olmaktan çıkarıp mutlu kulluğa terfi ettirecekler…

Ülkem… Güzel ülkem…

Demokrasi, özgürlükler ve istikrarla kucaklaşan ülkem…

Üretmiyoruz…

Sofradaki kuru fasulye Çin’den, içine koyduğumuz et Avrupa’dan, yağ hammaddesi Ukrayna-Rusya’dan, pişirmek için kullandığımız gaz Rusya’dan, ateşi yakmak için kullandığımız çakmak Çin’den, tencere, çatal-kaşık paslanmaz çeliği Avrupa’dan… Haksızlık yapmayalım bir tek tuz ve biber bizden…

Yukarıda da göreceğimiz gibi tarımsal üretimimiz yeterli değil, hayvancılığımız iflas etmiş, enerjide dışa bağımlıyız ileri teknoloji dersen hak getire… Kısaca üretmiyoruz, tüketiyoruz…

Verilen “HARCAAA…” buyruğuna uyup harcıyoruz… daha doğrusu harcanıyoruz…

Üretmeyen, kritik kaynaklarını kullanamayan, kritik alanlarda altyapısı olmayan bir ekonomi nasıl olur da gerçek adaleti, özgürlüğü, istikrarı ve bağımsızlığı getirebilir veya koruyabilir. Eğer bunlar yoksa yaşananlar ancak ve ancak illüzyon olabilir.

50 yıldır model olarak bu topraklara dayatılan kutsal ideamız AB aslında kendi içinde sömürü düzenini kurmuş bir yapıdır. Özellikle doğu Avrupa’ya yaptığım seyahatlerde çok açık bir şekilde AB’nin içinde bir sömürü düzeni olduğunu gözlemledim. AB’nin kendi içerisinde bütün Doğu Avrupa’nın stratejik-karlı kurum ve kaynaklarını ele geçirdiğini, bu ülkelerin Batı Avrupa’nın ürünlerini tüketen, üretimden ve ülke yönetimine hakim olmaktan uzak yığınlara dönüştürdüğünü görmek şaşırtıcı bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Türkiye böyle bir organizasyonun içerisinde ancak kalan kaynakları sömürülen kalabalık bir pazar olarak yer alabilir. Başka türlüsü düşünülemez…

“HARCAA… TÜKETT…” buyruğu sadece maddi varlığımızı ele geçiren süreci tetiklemiyor. Beraberinde getirdiği yaşam anlayışını bizim anlayış ve değerlerimizin yerine inşaa ediyor. Bu buyruğa esir oldukça kendimiz olmaktan uzaklaşıyoruz, bir nevi harcayalım derken harcanıyoruz…

Netice olarak, iktidar partisi içerisinden bile açık ifadelerle tüketim-harcama uyarıları yapılırken işin ciddiyetine yakışır davranmamak bizleri telafisi zor bireysel kayıplara düçar edecektir. Daha önemlisi bu süreç, sadece ekonomik bir model projesi olmaktan öte toplumların, sınırların, değerlerin dizayn edileceği bir süreç olacaktır. Ve bu süreci değerleriyle, ürettikleriyle ayakta kalanlar kazanacaktır…
Kaynak: haber10



Soros’un Çıplak Aktivistleri!
Banu AVAR
8 Mart 2012
banuavar@superonline.com



8 mart Dünya Kadınlar Günü’nde çıplak Soros aktivisti Ukraynalı kadınlar, FEMEN grubu, Aya Sofya camii önünde Müslüman Türk erkeklerini kınadılar! Eylem meclisden Kadına Yönelik Şiddeti Önleme yasası geçerken yapıldı…

Güzel sarışın kadınlar birden iç çamaşırlarıyla kaldılar ve Aya sofya önünde İngilizce ve Rusça pankartlar açtılar. ‘Barbarlara Ölüm’ ‘Asid saldırılarına son!’ falan filan.. Savrulan göğüsleriyle basının ilgi odağındaydılar…Vücutlar çıplak, yüzler asid yanığı makyajlıydı… ‘Müslüman Türk erkeğinin müslüman Türk kadınına soykırımı durdurulmalı!’ ana fikri işlendi… Kızlı erkekli bir grup genç olayı protesto etti..

1983’den beri yürürlükte olan Demokrasi Projesi’nin en önemli ayağı hedef ülkelerde kadınları kullanmaktır. Feminizm kadını hak mücadelesinde erkekten ayırmak ve sınıfsal kavgayı cins kavgasına çevirmek için kullanılır. Tıpkı Sendikaları öldürüp ya da sarartıp yerine Sivil Toplum Örgütlerinin kullanılması gibi…

Yumuşak güçle toplumları içten patlatma uzmanı Soros Vakfı tarafından örgütlenen çıplak hanımlar, Türkiye’de bir süredir feminist örgütlenmeye hız verdiler.. Güneydoğu Anadolu ve Antalya merkezli olarak faaliyet göstermekteler… Gençlik örgütlerinden sonra 1970’lerin ‘özgür’ kadın eylemleriyle şimdi camii önlerindeler… Ve ne yazıkki oyunun perde arkasını göremeyen kıt zekalılar eylemleri desteklemekteler… BU ve benzer ‘şiddet içermeyen eylemci’ grupları CANVAS OTPOR ve benzeri yıkıcı örgütlerle birarada hareket ederler.. TOPLUMDAKİ KUTUPLAŞMAYI cinsler arasında da filizlendirirler..

Kiralanmış bu kadın grubu, Ukrayna’da Rusya’da ve Avrupanın çeşitli ülkelerinde ‘erkek düşmanı’ üstsüzler olarak tıpkı çevreciler, yeşiller gibi belli bir küresel elitin çıkarları çerçevesinde iş görmektedirler...

Bunları kadınıyla erkeğiyle Türk milleti iğrenerek seyreder!

kaynak: www.facebook.com/BanuAVAR

Ege Üniversitesi'nde Polis Müdahalesi
06.11.2012



Ege Üniversitesi Öğrencileri'nin 6 Kasım YÖK'ün kuruluşu nedeniyle gerçekleştirmek istedikleri basın açıklaması polis şiddeti ile karşılaştı.

Edebiyat Fakültesi önünden yürüyüşe geçen öğrenciler Ziraat Fakültesi önünde polis engeliyle karşılaştı. Polis, öğrencilerin basın açıklamasını Öğrenci Çarşısı'nda yapılmasına ve yürüyüşe izin vermedi. Gruba biber gazı ile müdahale eden polis 60'a yakın öğrenciyi gözaltına aldı. Polis müdahalesinden kaçan öğrenciler Edebiyat Fakültesi önünde tekrar toplanmak istedi ancak polis öğrencilere burada da biber gazı ve plastik mermi sıktı. Plastik mermiden yaralanan öğrenciler hastaneye kaldırılırken akademisyenlerde biber gazına maruz kaldı.

Edebiyat Fakültesini ablukaya alan polisler fakültenin içindeki bahçeye girerek buradaki öğrencileride gözaltına aldı. Polis şiddetine maruz kalan öğrenciler fakülte binasına sığınınca polis uzun süre fakülteye giriş çıkışları kapatarak, yoldan çevirdiği öğrencileri gözaltına aldı.

Konserede izin yok

Eylemden sonra konser verecek müzik grubuna da müdahale eden polis, standın kadırılması için görevlilere on dakika verdi. Apar topar toplanan standın yerine polis kamp kurdu. Gözaltılar devam edince, olayları görüntülemek isteyen gazetecilerde gözaltına alındı. Birçok gazeteci olay yerinden uzaklaştırılmak istendi.

Fakülte dekanı polislerin fakülteye girip öğrencilerin gözaltına alınmasına izin vermeyince polis fakültenin önünde beklemeye başladı. Bir sonuç alamayan polis daha sonra geri çekildi. Geriye ise, gaz ve sis bombaları, arkadaşları gözaltına alınan öğrencilerin gözyaşları kaldı.

http://www.caylakhaber.com/ueniversite/191-ege-de-polis-muedahalesi.html

Türker Ertürk: İKİYÜZLÜ BATI
Haberler - Türker Ertürk
22 Ocak 2013



Günümüzde Afrika kıtasının nüfusu 1 milyara yaklaşıyor ama bunun yarısı günde bir dolara yaşıyor. Üzerinde 56 devletin olduğu bu kıta dünyada açlığın en yüksek ve en yaygın olduğu yerdir.

Halbuki dünyadaki maden kaynaklarının yüzde 20’si bu kıtada. Stratejik olan ve nadir bulunan kıymetli madenler açısından bakarsak dünyanın en zengin bölgesi. Yer kürenin hidroelektrik potansiyelinin yüzde 40’ı burada. Afrika yeraltı su kaynakları bakımından da çok zengindir. Kıtanın diğer bir avantajı da zengin maden kaynaklarının işlenmemiş olmasıdır.

Afrika bu kadar zenginliklere sahip olmasına rağmen varlık içinde yokluk çekmekte. Bunun nedeni ise Batı’nın bu kıtadaki sömürgecilik ve emperyalist geçmişi, çıkar çatışmaları ve bunun tetiklediği bugünde devam eden bitmez tükenmez savaşlar ve darbeler.

Zengin kaynakları nedeniyle Afrika bugün de emperyalizmin daha da artan ilgisi altındadır. En başta ABD olmak üzere Batı’nın bu kıtaya ilgisi hegemonyanın ve sömürünün devamı içindir. Demokrasi, çatışmaların sonlandırılması, açlığın ve fakirliğin bitirilmesi asla söz konusu değildir.

Darbecileri koruma operasyonu

Geçen sene Mart’ta askeri eğitim ve öğretimini ABD’de almış 1973 doğumlu Yüzbaşı Amadou Haya Sanogo, Mali’de demokratik bir seçimle iktidara gelmiş Başkan Amodou Toumani Toure’ye karşı darbe yapar ve iktidara gelir.
Bunun üzerine Mali’nin kuzeyi isyan eder, içlerinde El Kaide bağlantılı grupların da bulunduğu İslamcı militanlar ülkenin üçte ikisini ele geçirirler, güneye doğru ilerlerler ve başkent Bamako’yı hedef alan askeri operasyon başlatırlar.

Bu gelişmeler nedeniyle 11 Ocak 2013’de Fransa kuzeydeki isyancılara veya daha doğru bir söylemle darbeye direnenlere karşı askeri harekat başlatır. Fransa’ya ait Mirage savaş uçakları ve Gazalle helikopterleri Mali’nin kuzeyini bombalamaya başlar ve hala devam etmektedir. Fransa’nın Mali’deki askeri harekatına başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı destek verir.

El Kaide yanlış zaman ve yerde savaşmaktadır. Suriye’de savaşan silah arkadaşları ABD, İngiltere ve Fransa’nın azami desteğini alırken burada savaşanlar bombalara maruz kalmaktadır. Burada önemli olan ne olduğunuzun değil işbirlikçi olup olmadığınızın önemli olduğudur.

Adaşına yardım etmedi

Mali’de bunlar olurken Orta Afrika Cumhuriyeti’nde tam tersi olmaktadır. Orta Afrika Cumhuriyeti Başkanı Francois Bozize ülkenin doğusu ve orta kısmında bazı şehirleri ele geçiren ve başkent Bangui’ye saldırmak isteyen isyancı Seleka Koalisyonu’na karşı Fransa ve ABD’den yardım ister fakat adaşı Francois Hollonde’da dahil olmak üzere yanıt olumsuz olur. Bozize’ye isyancılarla anlaşması tavsiye edilir.

Afrika’da olanların Ortadoğu’dan farkı yoktur. Hegemonyaya ve sömürüye direnmek cezalandırılmayı gerektirmektedir. Direnç gösteren demokrat veya diktatör hiç fark etmez mutlaka başına felaket getirilir, İşbirliği yapan ise yüceltilir!

Afrika Birliği tamamen ABD’nin güdümüne girmiş durumdadır. ABD tarafından silahlandırılan, finanse edilen ve yönetilen 17 bin Afrikalı asker Somali’de bulunmaktadır. ABD Afrika’da üsler zinciri kurmaktadır. ABD Özel Kuvvetleri, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ( Eski adı Zaire ), Uganda, Güney Sudan ( Batı’nı desteği ile 2011’de
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Ksm 06, 2012 11:53 pm tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Tem 02, 2011 8:57 pm    Mesaj konusu: “Baykuş İmparatorluğu”nun ‘Cici Kız’ları Alıntıyla Cevap Gönder

Euro, demokrasiye karşı
Emek Kaplangil
2 Kasım 2011



Yunanistan'ın Avrupa Birliği'nden alınacak yardımı halkoylamasına sunma kararının, demokrasinin beşiği olarak bilinen ülkelerden aldığı tepki, 'euro mu demokrasi mi' sorusunu gündeme taşıdı.

Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu'nun Pazartesi akşamı açıkladığı referandum kararına, euro bölgesinin en büyük ekonomilerinin liderleri başta olmak üzere IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlardan da sert eleştiriler geldi.

Bu tepkilerden sonra demokrasinin en temel süreçlerinden biri olan halkın iradesine başvurulması, adeta 'kötü çocuk' ilan edildi.

Bu durum, kendini demokrasinin beşiği olarak gören Avrupa'nın artık halktan korkar hale gelmeye başladığının da son göstergesi oldu. Özellikle Brüksel, referandum kelimesinden hiç hoşlanmadığı gibi 'kalabalıkların' kendi projelerine müdahil olmasından artık hiç hoşlanmayan bir tavır sergiliyor.

SARKOZY’DEN AÇIK MESAJ

Bu noktada Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin sözleri aslında her şeyi çok güzel özetliyor.

Sarkoyz, "İnsanlara seslerini duyurma hakkı vermek her zaman meşru bir davranıştır ancak euro bölgesinin birliği herkesin gerekli olan önlemler konusunda fikir birliğine varmamasıyla mümkün olamaz" diyor.

Yani Sarkozy, euro bölgesi için gerekli olan şeyin gerekirse demokrasiden daha önemli olduğuna vurgu yapıyor.

Aslında, Papandreu'nun söylediği şey çok basit bir gerekçeye dayanıyordu. Papandreu, "Hiçbir programı zorla uygulamaya koymayacağız sadece Yunan halkının rızasıyla yapacağız. Bu bizim demokrasi geleneğimizin bir yansıması ve diğer ülkelerin de buna saygı göstermesini istiyoruz" demişti.

HIRSIZIN HİÇ Mİ KABAHATİ YOK

Tabi, bu noktada hırsızın hiç mi kabahati yok atasözü akıllara geliyor. Elbette, kurt bir politikacı olan Papandreu'nun bu kararı birçok kemer sıkma tedbiri alınan son 1.5 yılda değil de şimdi alması kafaları karıştırıyor.

Yani, onun da sergilediği tam anlamıyla bir 'demokrasi aşığı' olma durumu değil...

Kurtarma paketiyle Yunanistan'ın bankalara olan borcunun yarısının silinmesine ve 130 milyar euroyu bulan bir kurtarma yapılmasına karar verilmişti. Yunan halkı bunun karşılığında yaklaşık 10 yıl kemer sıkacak, binlerce çalışan işini kaybedecek ve emeklilik ödemeleri aşağı çekilecekti. Ancak bu kadar önleme rağmen ülkenin borcu, 2020'de hala gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 120'si düzeyinde kalacaktı. Dolayısıyla işin hükümet tarafından yüklenilen siyasi riski oldukça fazlaydı. Papandreu’da bu noktada adeta zarını attı. Halk onay verirse, daha güçlü olarak devam edecek. Vermezse de muhalefetin kucağına bombayı bırakacak.

Ancak ne olursa olsun...

2005 yılında diğer Avrupalı ortakları kabul etmesine rağmen Fransa'nın AB Anayasasını kendi ülkesinde referanduma götürmesi ve kabul edilmediği için de anayasanın çöpe atılması hala hafızalardaki tazeliğini koruyor.

Aynı Fransa'nın referanduma gittiği için şimdi Yunanistan'ı sert şekilde eleştirmesi, Avrupa'da işlerin demokrasi açısından çok da iyi gitmediğini çarpıcı şekilde gösteriyor.

https://twitter.com/emekkaplangil
ekaplangil@hurriyet.com.tr

Dr. Hayati Bice
“Baykuş İmparatorluğu”nun ‘Cici Kız’ları
29 Haziran 2011

Afganistan’dan, Libya’dan Hatay’a her ‘üretilmiş kriz’ bölgesinde ‘bir halkla ilişkiler kahramanı’ olarak boy gösteren Angelina Jolie’nin gezileri “bir iyi niyet meleği”nin naif uçuşları değildir

-Angelina Bize Niye Geldi?-

Geçtiğimiz günlerde Hatay’a gelerek Suriye’den iltica eden insanlar için teşkil edilen çadırkentleri ziyaret eden ünlü Holywood yıldızı Angelina Jolie bütün dünyada ve tabii ki Türkiye’de ilgi ile izlendi. Angelina Jolie’nin bu birkaç saatlik ziyareti anahaber bültenlerinin flaş haberi olarak verilip, taşıdığı “markalı” çanta için kaç bin dolar reklam bedeli aldığı bile konuşulurken bu davetsiz ziyaretçinin misyonu ve ziyaret ile hedeflenen sonuç gözden kaçtı. Bu ziyaretin ABD emperyalizminin siyasi propagandasının bir parçası olarak, bir PR (=halkla ilişkiler) çalışması nesnesi olarak Holywood yıldızlarını kullanma şeklindeki alışıldık yönteminin bir parçası olarak anlaşılması ve hedefinin bu şekilde değerlendirilmesi gerekir. (1)

“Baykuş İmparatorluğu” ‘Cici Kız’ları Hep Sever!

Cathy O’Brien’ın anıları olarak "Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü" alt başlığı ile yayınlanan “Baykuş İmparatorluğu” kitabında Holywood yıldızları ile Amerikan yönetimin en üst düzeyden yetkilileri arasındaki ilişkiye dair pek çok ipucu yer almaktadır. (2) Dünyanın egemen gücü olarak dünyanın her ülkesine müdahale etmeyi kendilerinin bir hakkı olarak gören ABD elitlerinin sapkın tercihlerini konu alan bu kitabı, dünyada olan biteni anlamak isteyen herkes okumalıdır. Kendisi de bir seks kölesi olarak programlanan yazarın, küçük kızının da daha çocuk yaşta seks kölesi haline getirilme sürecine sokulduğunu anlayan bir annenin, annelik fıtratının koruma içgüdüsü ile harekete geçerek ABD’yi yöneten elitin mahrem hayatının pisliklerini ortaya seren bu itirafları bir yönüyle tiksindirici unsurlar içerse de hayra hizmet açısından takdir edilmelidir.

“Trance-Formation of America” adı ile ABD’de 1995’te yayınlanan ve 2002 yılında da Türkiye’de çevirisi basılan Cathy O’Brien’ın anılar kitabında isminden sözedilen ABD elitlerinden -Hillary Clinton dışında- bugün aktif görevde olan pek kimse kalmamış ise de ABD yönetim erkinin zihniyet yapısını anlamak için bu kitap eşsiz bir kaynak olarak önemini koruyor. Bu anıları psikanalitik bir okumaya tabi tutarsak ABD’nin dünyaya yön vermek iddiasındaki isimlerinin; George W. Bush’dan Dick Cheney’e, Madeleine Albright’tan Hillary Clinton’a pedofiliden homoseksüelliğe nasıl rezilane tablolar sergiledikleri görülür. (4)

İslâm Ülkeleri Liderlerine Cinsel Tuzaklar

Cathy O’Brien’ın kitabında yer alan bir bölüm var ki, özellikle dikkat çekmek isterim. Bu bölümde Suudî Arabistan’ın ABD büyükelçisi olan Suud Kraliyet Ailesi’nden bir prensin (Bender bin Sultan bin Abdulaziz) cinsel ihtiyaçlarının resmi yönetimin bilgisi altında, bazı görevliler tarafından karşılanması hakkındaki bilgiler, sadece bir kişi ile olsa değinmek bile gerekmeyebilirdi. Ancak İslâm ülkeleri yöneticilerinin cinsel içerikli şantajlara muhatap kalmasında, haklarında oluşturulan bu cinsel eğilim dosyalarının -ve muhtemel ki görüntü arşivlerinin- bir yeri olduğu kesindir.

Kitabın başlıbaşına bir bölümünün yakınlarda vefat eden Suud Kralı Fahd bin Abdulaziz’e verilen cinsel hizmete ayrılmış olması bile bu konunun önemini göstermeğe yeter. (5) Aynı sayfalarda Suudi Arabistan’ın en yetkili ismi olan ve ülkesinde burnundan kıl aldırmayan Kral’ın Bush’un elindeki bir “kukla” olduğunu bir ABD Başkanlık Görevlisi olarak kullanılan ‘zavallı bir fahişe’den okumak İslâm dünyasının hal-i pürmelâli açısından ne acıdır!

(Derkenar: Son seçim sürecinde MHP’nin maruz kaldığı şantaja, hattâ CHP Genel Başkanlığı görevini zelîl bir şekilde terk etmek zorunda bırakılan Deniz Baykal’ın başına gelenlere bu açıdan bakılırsa ne demek istediğim daha net anlaşılabilecektir.)

Marilyn Monroe’dan Angelina Jolie’ye…

“Baykuş İmparatorluğu” kitabında O’Brien, Marilyn Monroe’yu Zihin Kontrolü operasyonuna tabi tutularak ABD başkanları için hizmete sunulmuş ‘seks kölelerinin ilk örneği’ olarak takdim etmektedir. Gerçekten de ölüm sebebi resmi evraklarda aşırı dozda yatıştırıcı ilaç alımı sonucu intihar olarak kayıtlara geçen Marilyn Monroe’nun ölümündeki sır hâlâ gizemini korumaktadır. Zamanın ABD bakanı John F. Kennedy ve başkanın erkek kardeşi Bobby Kennedy ile sürdürdüğü eş zamanlı ilişkinin yol açtığı psikolojik ve siyasi sorunların CIA’yi harekete geçirerek Marilyn Monroe’nun 5 Ağustos 1962 tarihinde henüz 36 yaşında ölümü ile sonuçlanan sürecin düğmesine basıldığı yaygın bir kanaattir. (6)

Kendisi de ABD elitlerinin ‘hayvanî’ zevklerinin tatmini için kullanılan Cathy O’Brien’ın anıları; Marilyn Monroe’dan sonra da devam ettiği anlaşılan ‘seks kölesi üretimi’ yanı sıra pek çok Holywood ve müzik sektörü yıldızının CIA operasyonlarında kullanıldığını göstermektedir. Bazı müzik yıldızlarının ülke içi turnelerinin eroin ve kokain sevkiyatı için önemli bir kanal haline getirildiği anlaşılmaktadır. (7)

Daha sonra ABD başkanı olacak Bill Clinton’un daha Arkansas eyaleti valiliği sırasında bir kokain bağımlısı olduğunu dile getiren satırların arka planında CIA’nin ABD içerisinde kokain trafiğinin tam ortasında olduğu da ima edilmektedir. Cathy O’Brien’ın Bill Clinton ile ilgili anılarını içeren bölümde halen ABD Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton’un özel cinsel tercihleri ile ilgili satırlar da okunabilir. (8)

Angelina Jolie’nin bir süredir ABD’nin operasyon bölgelerinde aktif olarak “faaliyet” göstermesi konusuna bu itiraflar ışığında bakıldığında konunun ABD yönetimine uzanan ayaklarını görebiliriz. Afganistan’dan Etyopya’ya, Libya’dan Hatay’a her ‘üretilmiş kriz’ bölgesinde ‘bir halkla ilişkiler kahramanı’ olarak boy gösterip fotoğraf veren Angelina Jolie’nin bu çalışmalarını “bir iyi niyet meleği”nin naif çabaları olarak görmek için oldukça saf olmak gerek. Cinsel yöneliminin biseksüel olduğunu itiraf eden Jolie’nin aktif olarak sürdürdüğü bu faaliyetlerinden bir hayır ummak imkânsızdır.

Kim önce yazacak acaba: Hillary mi Angelina mı ?

Bugünlerin tarihine ışık tutacak olan gizemli ayrıntılar da sanırım birkaç yıl içerisinde açığa çıkacaktır. Ülkemizdeki tarikatların durumunu merak ettiği belgelenen Hillary’nin Amerikan tarihindeki yerini ve Amerikan stratejilerinde ülkemizin yerini merak etmemek mümkün mü? “Hillary’nin Anıları” diye bir kitab çıkarsa birgün, ilk okurlarından birisi olmak isterim bu yüzden.(9) Ya da “Angelina Jolie’nin Günlüğü” başlıklı bir kitabın içerisinde Afganistan, Türkiye kelimelerinin geçtiği birçok sayfaya rastlayacağımız kesindir. Bakalım, bugünlerde ABD politikasında aktif olan bu iki kadından hangisinin itiraflarını daha önce okuyacağız? (Kimbilir belki, Hillary ve Angelina’nın birbirleri hakkında anlatacakları çok özel anıları da vardır. Ama bu özel anıları kendilerine kalsın!)

Konuya magazin olarak bakanlar “Angelina Jolie’nin Günlüğü”nü okumayı, üç biyolojik üç de edinilmiş altı çocuk sahibi bir kadının anılarını herhalde daha çok merak edecektir; ama benim aklım hâlâ şurada: Daha birkaç gün önce Hillary Clinton “Türkiye-Suriye savaşı çıkabilir” (10)

şeklindeki üstü kapalı bir tehdidi içeren açıklamayı niçin yaptı acaba? Bu açıklamanın arkasından gelecek gelişmeler vara vara nereye çıkar? Bu açıklamada R. Tayyip Erdoğan ne yana düşer; Beşşar Esed ne yana?.. vb… Ne çok soru var bu açıklamanın ardından insanın beynine kıymık gibi saplanan…

Hillary’nin Nakşiliğe merakının nedeninden daha fazla, asıl bu açıklamasının arkaplanını öğrenmek isterim doğrusu…

---------------------------------------------------------

İletişim : atahayati@gmail.com

(1) Angelina Jolie Hatay'da, CNNTURK, 17 Haziran 2011 Cuma, http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/06/17/angelina.jolie.hatayda/620426.0/

(2) Baykuş İmparatorluğu, (Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü), Cathy O'Brien-Mark Philips, (Çev. Uğur Alkapar), Aykırı Yayınevi, İstanbul-2002

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=63842

(3) Cathy O'Brien’ın “Trance-Formation of America” kitabının tam metninin İngilizce aslını aşağıdaki linkte görebilirsiniz:

http://www.scribd.com/doc/2448066/Cathy-OBrien-Mark-Philips-Trance-Formation-of-America2

(4) George W. Bush’un iki dönemlik başkanlığı döneminde “gerçek başkan” olduğu kabul edilen Dick Cheney’in azgın bir pedofil olduğu kaydedilmiştir. Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 10, s.170.

(5) “Kral ve Ben” , Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 31, s.315.

(6)Marilyn Monroe’nun ölümü hakkındaki spekülasyonlar için bkz.:

http://www.trutv.com/library/crime/notorious_murders/celebrity/marilyn_monroe/9.html

(7) “Clinton’un Kokain Şeritleri”, Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 14, s.207.

(8) Cathy O’Brien’ın ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un özel cinsel tercihi hakkındaki şu sözleri ibret vericidir: Hillary Clinton is the only female to become sexually aroused at the sight of my mutilated vagina. Bkz. Baykuş İmparatorluğu, Bölüm: 14, s.215.

(9) Hillary Clinton’un ülkemizdeki tarikatlar ve Gülen Cemaati ile ilgili sorularını içeren resmi evraka işaret eden yazıma gelen yorumlara hayret ettim doğrusu. Söz konusu olan “hidayete susamış Hillary”nin ruhunu “nirvana”ya erdirmek için bir yöntem olarak tasavvufu merak etmesi değil… Araştırılan konu, ABD birgün bu ülke üzerinde bir ‘ameliyat’ yapacak ise tasavvufî gruplar arasından bir direnç odağı ortaya çıkar mı? sorusunun yanıtını bulabilmek. Henüz bu niyeti anlayamayan Türkiye Nakşbendi cemaatlerinden korkmanın âlemi yok herhalde ama, varsın korksunlar! İlgili yazım ve yapılan yorumlar için bkz:

“Hillary Nakşîlere Merak Salmış!” http://www.haber10.com/makale/24450/

(10) Sınırda çatışma tehlikesi; Hillary Clinton sınıra dayanan Suriye ordusunun hareketliliğinden kaygı duyduklarını açıkladı. 24 Haziran 2011, http://haber.gazetevatan.com/sinirda-catisma-tehlikesi/385421/30/Dunya
Kaynak: haber10

“ŞAM ZİRVESİ'NDE NE KONUŞTUNUZ"
Ali Serdar BOLAT
10.08.2011



Amerika'nın Ankara Büyükelçisi Ricciardone, Şam Zirvesi biter bitmez Başbakanlığa geldi.
Tayyip Erdoğan'a ne sordu, tahmin edin bakalım.
Ben söyleyeyim: "GENELKURMAY BAŞKANI ÖZEL'İ SURİYE'YE SALDIRMAYA RAZI EDEBİLDİNİZ Mİ?" diye sordu.
Nereden mi biliyorum? Bilmiyorum, tahmin ediyorum. Sizce ne sormuş olabilir?

Amerika ve Avrupa Birliği, Birleşmiş Miletler'den Suriye'yi kınama ve yaptırım kararı çıkaramıyorlar.
Çünkü Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya direniyor.
Karar çıkarabilseler, Libya örneğinde olduğu gibi hemen durumdan vazife çıkararak saldırıya başlayacaklar.

Çıkaramayınca, tek ümitleri AKP Hükümetinde...
Cisreşşuğur'a Türkiye'den teröristleri gönderip 120 asker ve polisi öldürttüler, Hatay'a mülteci akını başlattılar ama bunlar bir ÇATIŞMA BAŞLATMAK İÇİN YETERLİ OLMADI.
Mülteciler geri dönmeye başladı, tezgah tutmadı. Suriye askeri sınıra yaklaşmadı. Hır çıkaramadılar.
Şimdi öyle bir kışkırtma yapacaklar ki, Türkiye-Suriye arasında hır çıksın, karşılıklı bir ateş açılsın yeter.

Neden mi Tayyip Bey'i hır çıkarmaya teşvik ediyorlar?
Hır çıkınca AKP Hükümeti NATO'ya: "SURİYE BANA SALDIRIYOR, YARDIMA GELİN" çağrısı yapacak.
Haçlı NATO da "Vay alçak Suriye, bir NATO üyesi olan Türkiye'ye saldırıyor, yardıma gidelim" kararı alarak Suriye'ye saldırıyı başlatacak.

ABD Büyükelçisi onun için "GENELKURMAYI HIR ÇIKARMAYA RAZI EDEBİLDİNİZ Mİ?" diye sormak için Başbakanlığa koştu.

Aydınlık soruyor: "NE KONUŞTUNUZ, MİLLETE AÇIKLAYIN"

Hır çıkarmak için Suriye'yi nasıl zorlayacaksınız,
Suriye ordusu "Yetti gari" deyip ateş açana kadar
Suriye içinde Şam'a doğru ilerleyecek misiniz?

(..)

http://www.ordumillet.com/

Ellerinde İncil’lerle gelip kanımızı içtiler
Aziz Üstel
Star
18 Ağustos 2011



"Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim boynumuzda haçlar, ellerimizde İncil’ler, onların elindeyse bizim topraklarımız vardı” demişti Kenya Kurucu Cumhurbaşkanı Kenu Kenyattu. Bugün Somali’de hepimizi gözyaşlarına boğan açlık, günde onbinlerce çocuğun ölmesi, yokluğun yoksulluğun kökeni Batı’lıların Afrika’ya ayak basmasıyla başlar. İngiltere, Portekiz ve Fransa, Afrika’nın büyük bölümüne el koymuştu 19. yüzyılda. Her türlü zenginliğini gemilere yükleyip götürdüler, karşılığında da frengiyi getirdiler!

Almanya İmparatoru Kaiser Wilelm II, 1885 Berlin Konferansı’nda, Afrika’nın batılılarca nasıl paylaşılacağını açıkladı. Fransız-Alman Harbi ve Birinci Dünya Savaşı arasında geçen sürede, 23 milyon kilometrekare Afrika toprağı yağmalandı. Afrikalılar beyazların savaşlarına, en ön saflarda sürüldü. Profesör Vincent Khapoya’nın “The African Experience—An Introduction” (Afrika Deneyimi) adlı kitabında Avrupalıların kendi topraklarından çok daha büyük ülkeleri boyunduruk altına alarak öz güvenlerini arttırdıklarını, Kara Kıtanın akıl almaz zenginlikleriyle kasalarını doldurduklarını, siyahileri esir pazarlarında sattıklarını, bu zavallı insanlara alkolden fuhuşa kadar her türlü pisliği bulaştırdıklarını, birinci dünya savaşında bir, ikinci dünya savaşında da iki milyon Afrika kökenli askeri öldürdüklerini ayrıntılarıyla anlatır. Sömürgecilik dönemi sonunda Afrika’dan çekip giderken Batı, yeraltı zenginliklerini yönetmeyi sürdürdü, bankacılığın dizginlerini elinden bırakmadı, dili ve kültürü koca kıtada egemenliğini sürdürdü. Dev çiftliklerin tapusu hala Batı’lıların üzerinde. Siyahlar hala beyazların iş yerlerinde çalışıyor. Baş kaldıran siyahlar oldu mu da, hemen bir ırk savaşı, kabile çatışması, aşiret vuruşması başlatılıyor! Ama madenler çalışıyor, elmaslar bembeyaz gerdanları süslüyor...

Kısacası, Afrikalılar geçmişte yaşananları sağlıklı bir biçimde değerlendirip, batının kültürel ve mali boyunduruğundan tam anlamıyla kurtulmadıkları sürece, daha nice Somali’ye gözyaşı dökeriz...

AB-D'nin Irak'a silah zoruyla getirdiği "demokrasi" böyle bir şey...
17 KASIM 2011



BBC'den Gabriel Gatehouse'nin gözlemleri:

Irak'ta son perde
Gabriel Gatehouse
BBC, Irak

Uzun saçlı, bıyıklı işadamı John, Kalsu Kampı'nın tozlu yollarında, pikap arabasını sürerken, "Altı yıldan uzun süredir burdayım" dedi.

"Her ne gerekiyorsa yapıyorum. Kendine iyi bak. Görüşürüz!" diye de ekledikten sonra, arabasındaki müzik sistemine bağlı iPod'unun sesini sonuna kadar açıp, country müziği eşliğinde uzaklaştı.

John, Irak'tan çıkmaya hazırlanan sivil ve asker binlerce Amerikalıdan biri.

Bağdat'ın 50 kilometre güneyindeki Kalsu kampı, övgüler alan bir askeri kamyon parkı. Bugünlerde de çok hareketli.
Hergün askeri kamyon ve tank konvoyları, güneye, Kuveyt'e doğru giderken bu üsse uğruyor.

Büyük bedel

Irak'ta hala 30 bin ABD askeri var. Aralık ayının sonuna kadar hepsi ülkeyi terk etmek zorunda.

Bu savaş ABD'ye 1 trilyon Dolara mal oldu. Yaklaşık 4500 ABD askeri öldü.

Kampın komutanı Jason Kidder, kendisinin ve adamlarının başardıkları şeyden gurur duyduklarını söylüyor.

"Şimdi, pazarları açık, suyu, elektriği olan mahalleler görüyorum. ABD ordusu ve Irak hükümeti arasındaki işbirliği, buraya gerçekten makul derecede bir uygarlığı getirdi. Ben de bunun bir parçası olmaktan çok gururluyum" dedi.

Ama hemen yakındaki İskenderiye'de bu gurur pek paylaşılmıyor.

Şiilerin kutsal kentlerinden Kerbela'dan gelen taksi şoförü Hüseyin Matar, yol kenarındaki bir restoranda bir yandan kebabını yerken, bir yandan "Hala suyumuz yok, elektriğimiz yok. Yeniden inşa yok. Hiçbir şey yok" diyor.

"Amerikalılar bizi Saddam Hüseyin'den kurtarmak için işgal etti. Ama işler daha da kötüye gitti. Irak cennet olacak dediler. Nerede bu cennet?" diye de ekliyor.

Savaşta Iraklıların ödediği bedel, ABD'nin ödediğinin çok üzerinde.

En iyimser tahminlere göre bile, 2003'ten bu yana ölenlerin sayısı 100 bini geçti.

Daha geçen ay şiddet olaylarında ölenlerin sayısı 258, ki bu da Irak ortalamasına göre hiç de yüksek bir sayı değil.

Iraklılar her gün şiddet kaygısıyla yaşıyor. Ülkenin altyapısı hala vahim durumda.

Kaybolmayan eski alışkanlıklar

Doğru ya da yanlış, Iraklılar tüm bu olanlardan öncelikle ülkeyi terk eden Amerikalıları sorumlu tutuyor. Tabi diğerlerini de.

Mater, "Burada olanlardan herkes çıkar sağladı. Kuveyt, Suudi Arabistan ve hatta İran. Çünkü ABD, Irak ve Afganistan'da meşgulken, İran her istediğini yapabilir. Ülkemiz başkalarının hesaplarını gördüğü bir yere dönüştü" diyor.

Peki, "ABD bizim için ne yaptı ki?" diye soran Iraklılara verilecek yanıt ne?

Demokrasi, ya da ifade özgürlüğü yok.

25 Şubat 2011'den itibaren bir protesto dalgası Arap dünyasını sardı.

Iraklılar da sokaklara çıktı.

Bağdat'taki Tahrir Meydanı'nda, daha iyi kamu hizmetleri ve yolsuzluklara son verilmesini istediler.

Bir yıl önce, seçmenler birbiriyle pek anlaşamayan bir koalisyon hükümeti seçti. Şimdi aynı seçmenler memnuniyetsizliklerini ifade edebiliyor.
(..)
Kameraların alanı terk etmesinden sonra, güvenlik güçleri müdahale etti.

Bağımsız araştırmacı ve gazeteci Daniel Smith, "Birkaç dakika sonra tüm meydan boşaltılmıştı" diyor.

Dünyanın gözleri Orta Doğu'daki başka yerlere çevrilmişken, Smith oradaydı ve her şeye tanık oldu.

Smith, "40 dakika boyunca bizi kovaladılar. Ateş açtılar. İnsanlar yere düştü. Vurulmuş gibiydiler, ama tabi tam olarak görmek zordu. Sonra yakaladılar ve sopalarla dövmeye başladılar. Bunlar güvenilk güçleriydi." diye anlatıyor.
Daniel Smith, o günde sonra neredeyse her cuma günü Tahrir Meydanı'na gitmiş. Tehdit ve yıldırmanın daha az görünür, ama yine de etkili olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor;

"Gösteriden sonra dört gazeteci kentin diğer ucundaki bir kafede gözaltına alındı, tecavüz ve diğer şiddet yöntemleriyle tehdit edildiler. "Tahrir'e geri dönmeyin" dediler. İlerleyen günlerde devlet televizyonunda bir karalama kampanyası başlatıldı. Göstericilerin Baasçı olduğunu, hükümeti devirmeye çalıştıklarını söylediler. "

Bu ayki bir Cuma günü BBC ekibi olarak Tahrir Meydanı'na gittiğimizde, üniformalı güvenlik güçlerinin göstericilerden daha çok sayıda olduğunu gördük.

Hükümet karşıtları ve yanlıları arasında ateşli bir tartışma vardı.

Ama sivil kıyafetli istihbarat görevilleri de görülüyordu. Çok sayıda eylemci geçmişte tutuklandıklarını söyledi. Meydan okuyan, ama kaygılı bir halleri vardı.

Baasçı bir terör komplosunun parçası oldukları gerekçesiyle son haftalarda 800 dolayında kişi tutuklandı.

Irak'ta hala, şiddet ve terör yolunu benimseyenlerin olduğu açık.

Ama, en azından bazı vakalarda "Baasçı", "El Kaideci" yaftalarının, muhalifleri susturmak için kullanıldığı sonucuna varmamak da imkansız.

2003'teki işgalden sonra başlatılan Baasçıları temizleme operasyonu, çoğu Sunni olan yöneticilerin elinden iktidarı alıp, Şii çoğunluğa mensup liderlere verdi.

Saddam Hüseyin'in devrilmesinden kağıt üzerinde en çok çıkar sağlayanlar bu insanlar.
(..)
Haber1001

Wikileaks, dinleme ve takip sistemi geliştiren 160 şirketi açıkladı
03 Aralk 2011

WikiLeaks, 25 ülkede dinleme sistemleri geliştiren ve hükümet, asker ve siyasilere satan 160'a yakın şirketi tek tek açıkladı

Bunlardan İstanbul merkezli “Inforcept” adlı şirket, bu sistemleri yaptıklarını doğruladı, ancak “Neşter yanlış ellerde öldürücü bir silah olabilir” diye kendini savundu

WikiLeaks’in son bombasında Hintli bir şirketin sattığı uygulamalarla Türkiye’ye ait TURKSAT uydusundan milyonlarca konuşmanın kaydedildiği ortaya çıktı

“Hanginiz iPhone kullanıyorsunuz? Kaçınızın Blackberry’si var? Kim Gmail kullanıyor... o zaman hepiniz batağa saplanmış vaziyettesiniz”. Bu sözleri önceki gün, 25 ülkede dinleme ve takip sistemleri geliştiren ve hükümet, asker ve siyasilere satan 160’a yakın şirketi açıklayan WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange, bir oda dolusu basın mensubuna söyledi. WikiLeaks, ABD Dışişleri Bakanlığı arasındaki gizli yazışmaları yayınlamasından tam bir yıl sonra içinde yaşadığımız dünyanın distopik bir romana benzediğini ortaya koydu. İnternet sitesi, bir yıl boyunca dünyayı takip eden, insanların her konuşmalarını, mesajlarını, yazışmalarını ve lokasyonlarını takip eden ve 5 milyar dolarlık bir piyasası olan şirketleri ve teknolojileri broşürler, sunumlar ve fiyat listelerini yayınlayarak sanal aleme sunacağını açıkladı. Alman ARD, İtalyan L’Espresso ve Amerikan Washington Post gibi medya kuruluşları ile çalışan WikiLeaks’in eski bir çalışanı Jacob Abbelbaum’un “Doğu Almanya istihbarat servisi Stasi’nin geliştirmek isteyeceği sistemlerin belgeleri” olarak tanımladığı şirketler Suriye, Libya, Tunus ve Mısır gibi ülkelerde yaşanan kanlı devrimlerin sorumlusu olarak gösteriliyor. Casus şirketlerin yüz milyonlarca insanın telefonunu dinleyip, SMS mesajlarını okuduğu ve internet trafiğini takip ettiği tahmin ediliyor.

Her şey hükümette bitiyor

WikiLeaks’in ifşa ettiği şirketlerin büyük bir çoğunluğu yasal dinlemeyi esas ilkeleri olarak gösteriyor. Şirketler, sistemlerin kullanılmasını tamamen hükümetlere bırakıyor. Hükümetlerin bu sistemleri terör örgütlerini ve yasadışı kurum ve kuruluşları tespit etmek için kullanabileceği belirtiliyor. Hatta Alman Elaman şirketi internet sitesinde, “Genellikle telefon konuşması, e-posta trafiği, internet siteleri ve konumu saklanıyor. Veriler hükümet tarafından kişilerin ilişkilerini ve siyasi muhalefet gibi bağlantılı olduğu grupları ortaya çıkarmak için kullanılabilir” ibaresi yer alıyor.

Türksat’tan dinliyorlar!

WikiLeaks ile birlikte çalışan Hindistan’da yayın yapan Hindu gazetesi tüyler ürpetici bir açıklamada bulundu. Himachal Pradesh eyaletinde merkezi bulunan tartışmalı Shoghi şirketinin uyduları kullanarak müşterilerine birçok gizli verdiği iddia edildi. Ülkenin eski İletişim Bakanı Sukh Ram ile bağlantıda olduğu için yasaklı şirketler arasına giren Shoghi hakkında “SCL-3412 uydusu, Intelsat, Eutelsat, Arabsat ve Turksat’ı kullanarak verilere ulaşabiliyor. Pasif bir biçimde bu uydulardan elde ettiği verileri kaydediyor. Şirketin sistemleri istenilen dillerdeki, istenilen konuşmaları kaydediyor istenilen bir kelimeyi bile milyonlarca diyalog arasında çıkarabiliyor. Uyduları takip edebiliyor, cep telefonlarını ve stratejik askeri iletişimi dinleyebiliyor” açıklaması yapıldı.

Önceki gün basın toplantısı düzenleyen Wikileaks kurucusu Assange, “Hanginiz iPhone kullanıyorsunuz? Kaçınızın Blackberry’si var? Kim Gmail kullanıyor... o zaman hepiniz batağa saplanmış vaziyettesiniz” dedi.

‘Neşter iyileştirmek için de öldürmek için de kullanılabilir’

Wikileaks yakında yayınlayacağı belgeler arasında Türkiye’den de bir şirketin yer aldığını açıkladı. İzini sürdüğümüz Inforcept adlı şirketin Gebze, Ümraniye ve Üsküdar’da şubeleri var. 2010 yılında kurulmuş. TÜBİTAK ve Intel organik bağı olan Endersys Danışmanlık şirketi ile çalışıyor. Şirketin yönetici kadrosundan Mübarek Tana, önceki gün Birleşik Arap Emirlikleri’nde yayımlanan National gazetesine yaptıkları işi açıkça anlatmış: “Bu bütün e-postaları izleyebileceğiniz bir teknoloji. Bu yazılımları bir neşter gibi düşünün. Bir neşter hastayı iyileştirmek için, hayat kurtarmak için kullanılabilir fakat yanlış ellerde öldürücü bir silah olabilir”. DPI sistemi ile telefon görüşmelerini ve e-posta trafiğini takip eden sistemler yaptığı iddia edilen Inforcept şirketinin tek bir temennisi var: “Yetkililerin kanunları delmeden terör gibi suçları durdurmak için satın alınan yazılımı kullanmaları”. National gazetesine göre Inforcept’in en büyük müşterileri arasında hükümetler ve telekomünikasyon şirketleri yer alıyor, bu yazılımlar da Inforcept’in müşterilerine yasal olarak casusluk imkanı sağlıyor ve onları kitleleri dinlemek için kullanmaya yönlendiriyor. Inforcept’in internet sitesinde de WikiLeaks’te açıklanan diğer casus yazılım kuruluşları gibi “Kanun kaçaklarının bilgilerini almaya yardımcı olabilir” ibaresi dikkat çekiyor. Şirket, WikiLeaks’in ortaya attığı iddia hakkında da dün şu açıklamayı yaptı: “Şirketimiz cep telefonu ve interneti takip etmemektedir. Bilgi ve ağ optimizasyonu, ağ teknolojileri gibi konularda araştırma geliştirme faaliyetleri yürütmekte ve bunları tamamen hukuk çerçevesinde sürdürmekteyiz. Şirketimizin hukukdışı hiçbir faaliyeti yoktur.”

Mısır ve Libya’da gizli dinleme odaları

2011’in başında Mısır ve Libya’da yaşanan isyan hareketleri sonunda, isyancılar diktatörlerin gizli dinleme odalarını bulmuştu. Bu odalardaki teçhizatların tamamı İngiltere, Fransa, Güney Afrika ve Çin’den geliştirilmişti. Bu sistemlerin birçoğu Trojan virüsleri ile veriye ulaşıyor. Bilgisayar ve cep telefonlarını trojan virüsleriyle ele geçiren uluslararası kuruluşlar, her konuşmayı dinleyip her mesajı kaydedebiliyor. Çek Cumhuriyeti’nde geliştirdiği teknolojiyi satan Phoenexia dinlemeyi bir adım ileriye taşıyor ve konuşanın cinsiyetini, yaşını ve stres seviyesini “Ses izi”nden algılayabiliyor. Amerikan Blue Coat ve Alman Ipoque şirketleri Çin ve İran yönetimlerine bilgi vererek, sanal alemde isyancıların hareketlenmesinin önüne geçiyor.

Eş zamanlı takip

Amerikan SS8 şirketi ise Skype görüşmelerini eş zamanlı olarak takip edebilen bir sistem geliştirdiklerini açıkladı. Akıllı telefon BlackBerry’lerin üreticisi Research in Motion (RIM), hükümetlere destek veren bir tutum izlemişti. Ağustos ayında başta Londra olmak üzere İngiltere’nin farklı kentlerinde yaşanan yağma hareketleri sonrasında, kullanıcılarının bedava mesajlaşabildiği BlackBerry Messenger’ın detaylarını yetkililere vermek için teklifte bulunmuştu.
Kaynak: http://www.t24.com.tr

İleri demokrasi Katar'a da sıçradı: Katarlı şaire müebbet hapis



http://www.ydh.com.tr/'nin haberine göre;Katar Güvenlik Mahkemesi, Şair Muhammed ez-Zeyb’i yazdığı şiirle devlet adamlarına hakaret etmek suçundan müebbet hapse mahkum etti.

El Alem televizyonunun haberine göre daha önce de yazdığı bir şiir sebebiyle tutuklanarak hapse atılan Katarlı Şair Muhammed Zeyb el-Acemi, yazdığı bir şiirle devlet adamlarına hakaret ettiği gerekçesiyle Katar Güvenlik Mahkemesi tarafından müebbet hapse mahkum edildi.

Muhammed ez-Zeyb, geçtiğimiz yılın kasım ayında da Katar yöneticilerini eleştiren bir şiirinden dolayı tutuklanmış ve Zeyb’in tutuklanması, uluslar arası çevrelerde ve Katar içinde tepki uyandırmıştı.

Muhammed Zeyb’in avukatı, müvekkili hakkında verilen müebbet hapis cezasının temyiz edilmesi için başvuruda bulunacaklarını açıklarken, Uluslar arası İnsan Hakları Gözlem örgütü, Zeyb hakkında verilen müebbet hapis cezasını kınayarak kararın geri alınması için Katar mahkemelerine çağrıda bulundu.

Katar Başsavcılığı, Muhammed Zeyb el-Acemi’nin 2010 yılında yazdığı ve Katar Emiri’ne hakaret eden şiirinden dolayı mahkum edildiğini açıklarken, Uluslar arası Af Örgütü insan hakları aktivistlerinden naklen Muhammed Zeyb’in 2011 yılında yazdığı Tunus devrimini öven ve “tüm diktatör liderlere karşı hepimiz Tunus’uz” şeklinde bir mısranın da yer aldığı “Yasemin Kasidesi” adlı şiiri sebebiyle mahkum edildiğini öne sürüyor.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 29, 2012 6:58 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Mar 03, 2012 10:34 pm    Mesaj konusu: “ABD Demokrasisi” Alıntıyla Cevap Gönder

Hula katliamını AB-D işbirlikçisi muhalifler mi yaptı?
Oğuz Gürses
01-06-2012



Esad yönetiminin Hula'daki vahşî katliamdan hiçbir çıkarı yok...

Böyle bir katliamı yapması için geçerli ve gerekli bir sebebi de...

Böyle bir katliam, hem Suriye içinde hem de Suriye dışında uluslarası bir haçlı/siyonist komplosunu bozmak için uğraşan Suriye yönetiminin işlerini kolaylaştırmaz, aksine zora sokar...

Durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirir...

Beşşar Esad ve iktidardaki Baas partisi yönetimi bunu bilebilecek siyasî, kültür ve tecrübeye sahiptir...

Böyle bir katliamın onların emriyle gerçekleşmiş olma ihtimali milyonda bir bile değildir...

Halbuki böyle vahşî bir katliamı gerçekleştirdikten sonra elindeki devasa medya güç ve imkânlarıyla Suriye yönetiminin üzerine yıkılmasından kimlerin kazançlı çıkacağı ise kabak gibi ortadadır...

Bugünkü İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve yarınki “Büyük İsrail”in “Vaadedilmiş topraklar” üzerinde rahatça kurulabilmesi için...

Öncelikle Suriye, Lübnan ve İran ittifakının yıkılarak bu ülkelerin parça parça yutulması için...

Bu ülkelerin başına da AKP misal her denileni anında yapacak taşeronların getirilmesi gerekmektedir...

Önce Suriye ...

Sonra Lübnan...

Sonra da tek başına kalmış İran...

Veya...

Suriye ve Lübnan eşzamanlı olarak...

Sonra İran...

Veya...

Üçü aynı anda...

Yani...

Duruma göre hangisi daha kolay olacaksa öyle...

Böyle bir durumda bu vahşî katliamdan sadece Suriye’nin değil...

Lübnan’ın da, İran’ın da hiçbir çıkarı yoktur...

Ama...

Siyonist çete israil ve onun dünyadaki ve bölgedeki dost ve işbirlikçileri için böyle bir vahşî katliam...

Tam bir fırsattır...

Türkiye’deki AKP yönetimi, Katar, Suudî Arabistan ve Ürdündeki diğer işbirlikçi yönetimlerin haçlı siyonist istilacılar adına hareket ederk Suriye’yi işgal ve istilâ etmek için bir türlü ikna edemedikleri iç kamuoyunu ikna edebilmek için tam bir fırsattır...

Katliam haberi haçlı siyonist medyaya daha düşer düşmez...

Yani bu vahşî katliamı kimin niçin yaptığı henüz bilinmiyorken...

Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ve diğer AKP ileri gelenlerinin neler söylediklerine ve bu suçu Suriye yönetimine yıkmak için nasıl çırpındıklarını hatırlayın...

AKP/AB-D/Fetullah medyasının nasıl bir dezenformasyon bombardımanına giriştiğini de hatırlayın...


İşin asıl patronu AB-D Emperyalizmi içinse...

Bir türlü ikna edemedikleri Çin ve Rusya’yı bu saldırı karşısında Libya’daki gibi suskun kalma siyasetine döndürebilmek için tam bir fırsattır.

Suriye’ye saldırmak için AB-D’nin gözünün içine bakan AKP, Katar, Suudî Arabistan ve Ürdün yönetimlerine “Hücüm emri” verebilmesinin bahanesini oluşturmak için bulunmaz bir fırsattır...

Nitekim...

Bu katliamın hemen ardından....

ABD Dışişleri Bakanlığı Hula'da yaşanan katliamın “Rusların düşünce yapısında bir değişime neden olacağını umduklarını” açıkladı.

Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı François Hollande Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nce onaylanmış bir askeri operasyonun hala seçenekler dahilinde olduğunu söyledi.

Norveçli General Robert Mood ''Yaşanan bu korkunç olaydan büyük rahatsızlık duyduğunu'' söyledi.

Yeryüzünde en çok çocuk katletmiş bir terör şebekesinin başı olan Barak’sa bakın ne diyor: ''Katliam dünyanın harekete geçmesini sağlamalı; sadece konuşmasını değil, gerçekten harekete geçmesini sağlamalı!''

Daha ne diyecekler?

Çıkıp da “Bu katliamı haçlı-siyonist saldırganlara karşı vatanını savunan Suriye yönetimini devirmek için hazırladığımız işgal planlarını uygulamaya geçmenin bahanesi yapmak için biz yaptık/yaptırdık” mı diyecekler?

Bu dedikleriyle birlikte katliam sonrası, saniye sektirmeden şu yaptıklarıyla beraber değerlendirmek lâzım:

Katliam iddialarının ardından Salı günü (30 Mayıs) ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya, İtalya, Avusturya, İsviçre, Hollanda, Belçika, Kanada, Japonya ve Türkiye’den oluşan haçlı-siyonist saldırı ittifak, ülkelerindeki Suriye elçilerini geri gönderdi veya büyükelçileri ''istenmeyen kişi'' ilan etti... (1)

Bu ne demek?

Savaştan bir önceki adım...

Yani...

Kurt kuzuyu yeemeyi kafaya koymuş bir kere...

Katliam yapsa da yapmasa da “yaptın” deytip yiyecek...

Ha ...

Orası Şam...

“Kimin gerçekten kuzu, kimin gerçekten kurt olduğu şimdiden belli olmaz.” derseniz...

Haklısınız...

Ne diyor akıncı türküsü:

[Buna er meydanı derler bunda söz olmaz
Çifte yürekli erler şahin gelir bu yane
Ele bele dine ihanet olmaz
Okurlar fermanın imanım kıyarlar cane

Bu yolun erkanı Hünkârdan gelir
Serden geçmiş erler şahin gelir bu yane
Sıdkı sadakatten ayrılmak olmaz
Okurlar fermanın imanım yandım kıyarlar cane]


Pek yakında...

Şam’da başlayacak bu kanlı av oyunu nedir?

Bu kanlı av oyununda...

Gerçek Av ve gerçek avcı kimdir?

Bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacak...

Orası Şam olduğuna göre, her türlü sürprize hazır olmak lâzım...

Şimdi ortalıkta tüfek omuzda avcı pozlarında havalı havalı dolaşanların havasına aldanmamakta fayda var...

“Ava giden avlanır.” diyen ata sözünü hatırlamanın ve unutmamanın tam zamanı bu zaman...

Bu kadar lâftan sonra “Hula katliamı” konusunda gerçeği, gerçekten arıyorsanız şu “Ön rapor”a bakmanızda fayda var:

[Hula katliamı ile ilgili ön araştırma raporu açıklandı
31-05-2012
YDH- Geçtiğimiz cuma günü 32’si çocuk 100’den fazla kişinin öldürüldüğü Hula katliamı ile ilgili başlatılan araştırmaya ilişkin ön açıklama bir basın toplantısıyla duyuruldu.

İrna haber ajansının bildirdiğine göre Hula katliamı ile ilgili araştırma yapmak üzere kurulan komisyonun başkanı Tuğgeneral Kasım Cemal Süleyman dışişleri bakanlığında düzenlediği basın toplantısında yaptıkları araştırmayla ilgili açıklamalarda bulundu.

Tuğgeneral Süleyman, Hula bölgesinde bulunan güvenlik güçlerine ait beş güvenlik noktasının saldırıya uğradığını belirterek saldırganların bölgeyi devlet kontrolünden çıkarmayı hedeflediğini söyledi.

Cuma namazının ardından köy içinde toplanan silahlı militanların Rastan, Saan, Bercekai, Semalin gibi bölgelerdeki militanların koordinasyonu ve çevre bölgelerden gelen yaklaşık 600 ila 800 milisin desteğiyle eşzamanlı bir saldırı başlattıklarını belirten Kasım Cemal Süleyman, saldırıda, havan topları, makineli tüfek ve tanksavar füzeleri gibi ağır silahlar kullanıldığını söyledi.

Tuğgeneral Süleyman, belde dışından gelen silahlı grupların güvenlik güçlerine yönelik saldırılarla eşzamanlı olarak barışçıl aileleri tasfiye etmeye giriştiğini belirterek güvenlik güçlerinin ne katliam öncesinde ne de sonrasında bölgeye girmediğini, katliamın güvenlik güçlerinin bulunduğu noktalarının uzağında gerçekleştirildiğini ifade etti.

Güvenlik güçleriyle terörist gruplar arasındaki çatışmaların seyrinden dolayı güvenlik güçlerinin konuşlandığı yerlerden ayrılmadığını ve sadece kendilerini savunmak durumunda kaldıklarını belirten Süleyman, yayımlanan görüntülerde de katliamın yakın mesafeden ateş açılarak ve kesici aletler kullanılarak gerçekleştirildiğini söyledi.

Tuğgeneral Süleyman, kurbanların cesetlerinde yanma, ezilme ya da havan saldırısı sonucu yıkılmış binaların enkazı altında kalma gibi izlere rastlanmadığını, ayrıca havan topu şarapnelleri sonucu kurbanların bedenlerinde herhangi bir hasarın meydana gelmediğini belirterek bunun olayın doğrudan yapılmış bir toplu kıyım olduğunu gösterdiğini kaydetti.

Süleyman, katliamın ilk hedefinin Milletvekili Abdülmuti Meşleb'in yakınları olduğuna işaret ederek terör gruplarının başta Meşleb'den intikam almayı hedeflediklerini, daha sonra katliamı genişleterek başka ailelere yöneldiklerini söyledi.

Komisyon Başkanı Süleyman, silahlı militanların uzun süredir bölgeye yoğun şekilde yerleşmesi nedeniyle onların bilgisi dışında bölgeye herhangi bir grubun girmesinin mümkün olmadığını belirterek katliamın bir parçası olarak gösterilen cesetlerin bir kısmının güvenlik güçlerine yönelik saldırı sırasında etkisiz hale getirilen silahlı teröristlere ait olduğunu açıkladı.

Süleyman, silahlı terör grupları tarafında gerçekleştirilen katliamın uluslar arası topluma BM Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan'ın Suriye'ye gelmesiyle eş zamanlı olarak Suriye'de bir iç savaşın başladığı imajını vermeyi amaçladığını söyledi.

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Cihad Makdisi de hükümetin herkesten önce BM Gözlemciler Heyeti Başkanı General Robert Mood’dan bölgeye gitmesini ve durumu yerinde gözlemlemesini istediğine dikkat çekerek; Suriye'nin gerçeklerden çekinmediğini, aksine gerçeklerin ortaya çıkmasına çaba harcadığını söyledi.

Suriye yönetiminin şiddete son verme konusunda üstüne düşen sorumlulukları yerine getirdiğini belirterek, şiddetin tek taraflı olarak sona ermesinin mümkün olmadığını, şiddetin durması için bölgesel güçlerle muhaliflerin çözümü baltalamaya çalıştığını söyledi.]
(1)

Dipnotlar:

1- Bkz: Murad Salih , “Büyük zuhur”un eşiğindeyiz,
31.05. 2012, http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=6165#6165

2-) Kaynak: http://www.ydh.com.tr/HD10247_hula-katliami-ile-ilgili-on-arastirma-raporu-aciklandi.html


YENİ DÜNYA DÜZENİ VE FRANSA
Burhan Halit KOŞAN
19 Nisan 2017

Aşk Kırmızı Sülfür, Âlem Dükkân Değil Mi?

Atamız, Pirimiz, Hoca Ahmet YESEVİ böyle buyruk eyledi. Bu buyrukla diz vurduk toprağa amenna dedik… Amenna!

Aşkın meltemi, sevda mürekkebi, Ferhat’ın sevdası yol levhamız, pamuk içinde köz ateşi gönderen YESEVİ ata rehberimiz ola.

Paris’e yapacağımız bu yolculukta yazının bilgiye, bilginin hikmete, hikmetin irfana, irfanın idrake erişmesi için önce bir HU çekelim ve başlayalım yürüyüşümüze.

Türk vakarımız ile Avenue des Champs-Élysées-şanzelize bulvarını arşınlarken, Toulouse-Tulus sokaklarını seyyah kimliğimizle adımlayacağız ve cesaretle yürüyeceğiz Marsilya karanlığına.

Sömürge kültürünün mimarlarından olan Fransa’nın, emperyalist hemcinslerinden geri kalmadığını ispatlayan kısa bir filmografisini beraberce izleyelim.

Afrika Kıtasında; Fas, Tunus, Cezayir ve Sudan başta olmak üzere 21 ülke, Güney ve Kuzey Amerika’da 16 bölge, Uzak Doğu ikliminden; Kamboçya, Vietnam ve Laos ile birlikte 6 ülke, Ortadoğu coğrafyasından Suriye, Lübnan ve Deniz aşırı iller ile Deniz Aşırı topraklar tabiriyle ifade edilen 25 adayla birlikte totalde 68 coğrafya parçasına hükmeden ve egemenliği altına alarak sömürgeleştiren bir devleti yok saymak, küçümsemek, ciddiye almamak akıl işi değil ahmaklığın daniskasıdır.

Aziz Türk milletini, kirli bilgiyle boğmak isteyenler gibi Paris komünü, Jakobenler, Montayan partisi ve Föyyanlar üzerinden tali yollara sapmaycaız. Aynı şekilde Şeytan Adasına hapsedilen Dreyfus ile Emile ZOLA konusuna girmeyeceğiz. ‘’işlemediğim bir cinayeti itiraf edemem’‘ haykırışıyla tarihe kazınan mazlum Jan KALAS için adalet savaşı açan VOLTAİRE ‘in hukuki mücadelesine abanarak, yönünü kaybeden şaşkınlar durumuna da düşmeyeceğiz.

Fransız tarihinin iç mücadelesi sonucunda katledilen DANTON başta olmak üzere Şair ŞEYNE, yeni kimyanın kurucu babalarından kimyager LAVOISIER (LAVUAZYE),SESİL RENO, tüm ailesi katledilen DEPREMİNİL, 72 yaşında ki ihtiyar MALERB veya TURE gibi binlerce insanını katledenlerden merhamet bekleyip kibarlık gösterenlerin aklına turp sıkayım.

Fransız sömürgeciliğinin yansıması olarak Anadolu, Cezayir ve Ruanda Jenosid-Soykırımlarını anlatacak kitaplar eksik, lügatler noksan kelimeler kifayetsiz kalır.

Tarihi arka planı merhametsiz kıyımlar, vahşet ve sömürge kodları ile süslü Fransa’nın cinayet mahallinde bıraktığı kartvizit ve fotoğraf karelerini arka cebinde saklayan ekâbirler, Selamun Aleyküm!! biz geldik huzurunuzu bozmaya !

ÖZNESİ KİM ??

Fransa Devletinin bütün hükümetlerine yön veren Fransız Derin Devletinin öznesi kim?

Yüksek ferasetimiz ile vakaları algılamaya çalışırken Fransa’nın ruhu ve Fransız Derin Devletinin kalbine kan pompalayan özneye odaklanalım.

Bugün ki Fransız Derin Devletinin omurgasını oluşturan anlayışının temeyyüz etmiş hali olarak Fransız devrimin HİLE VE TAKTİK USTASI “ROBESPİERRE” ismiyle müsemma olduğunu ve ROBESPİERRE ‘ den ilham aldığını işitenler iletsin duymayanlara.

ROBESPİERRE ‘ i TANIMAK FRANSIZ DERİN DEVLETİNİ TANIMAKTIR.

ROSEBPİERRE’ i tanımak, Pudralı çehresiyle çocuk kanı içip insan eti çiğneyen ve buna rağmen kanlı ellerini beyaz eldiven içinde saklayan Fransız diplomasisini tanımaktır.

ROBESPİERRE ‘ i tanımak ‘’BEN İÇİNİZDEN HÂKİMLER ARIYORUM, FAKAT İTHAMCILAR BULUYORUM’’ çığlığını atan mazlumların cezalandırıldığı KATİLLER MECLİSİNİ tanımaktır.

Karanlığın mimarlarından olan tüm tiranların ve bütün nemrutların ruh haletleri ve kişilik elbiseleri yönettikleri ülkenin tüm idare tarzına yansıdığını söyleyebiliriz.

İster yerel ister küresel Kurucu kişiliklerin kendilerinde bulunan genetik kod özelliklerini inşa ettiği Devlet yahut ülkeye de yansıttığını parantez içinde değil alenen yazmış olalım.

Bu minvalde FRANSIZ DERİN DEVLETİNİN özelliğinin ROBESPİERRE’ in taşıdığı HİLE VE TAKTİK USTASI, ZULMÜN BAŞKÂTİBİ, ŞEYTANIN KALFASI, YARDIM EDEREK ÖLDÜRME, DİPLOMASİ YOLUYLA GİYOTİNE RAZI ETMEK ve benzeri teknik ve usul özellikleri taşıdığını unutmayalım.

Unutursak nemi olur?

İlk olarak Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU tarafından dile getirilen terkibi vahitlerden ‘’DİL NAMUSTUR‘’ anlayışını şiar etmez veya vatanımızı ve imanımızı sınır hattı olarak kabul etmediğimiz takdirde lisanımız olan Türkçe yerine Fransızca konuşup Fransız menfaatlerini düşünmekle öderiz bedelini. Numunelik babından verdiğimiz bu misalin izdüşümü olarak hayatın her sahasında nasıl bedeller ödeyeceğimizi gayri siz tahayyül edin.

Bu pencereyi kapatalım ve istikametimizde ilerlemeye devam edelim.

Fransa- Paris bugünde emperyalizmin acımasız tüm yönetmelerini kullanmaktadır. FRANSA DERİN DEVLETİNİN kültürel emperyalizm Enstrümanını kullanmada ki maharetine ise değil Avrupa kıtası dünyada bile hiçbir Devletin-Ülkenin eline su dökemeyeceği kati ve kesin laboratuvar sonucudur. FRANSA DERİN DEVLETİNİN kültür emperyalizmi için kullandığı DİL-MODA-HÜMANİTE (İNSANCILLIK)-İNSAN HAKLARI ve benzeri Enstrümanları uygulamada ki başarısını ve maharetini inkâr etmek ancak ve ancak Fransa için çaşıtlık-ajanlık yapanların perdeleme operasyonuna su taşımak olur. Hakikatler acı gerçekler zehir olsa da Aziz Türk Milleti’nin mensup olduğu mânânın ve bağlı olduğu “ruh kökünün” hizmetkârı olan bizler sadece ve sadece gerçekleri ifşa edeceğiz.

Canice cürümler işleyen FRANSA DERİN DEVLETİNİN ilkelerinden en önemli maddelerinden biride; ‘’FRANSAYA VE FRANSIZ MİLLETİNE HAKARET ÖNEMLİ DEĞİL FRANSANIN KARARLARINA KATILMAZ VE ONAYLAMAZSANIZ PROBLEM‘’ erdemsiz ve ahlaksız prensip ilkesine göre hareket etmek üzerine olduğunu söylemeliyim.

İmdi bu kadar izahtan sonra halen daha emperyalist Fransa’nın palavralarına iman eden TÜRK düşmanı alçak oğlu alçaklar bedbaht oğlu bedbahtlar ihanetinizin bütün satırlarını biliyoruz ve sobelendiniz. Huzurunuzu kaçırmaya devam edeceğiz.

Yazarken dahi asap bozucu gerçekler insan sinirini laçkalaştırsa da YESEVİ atamızın bereketiyle sabırla dokuyacağız TÜRK kilimini.

FRANSA DERİN DEVLETİNİN Kültür emperyalizmi dışında güzel Anadolu’muz üzerine yarım bıraktığına inandığı işgal hareketi projesinden vazgeçmediği gibi Anadolu’yu parçalamak Türkü lime lime dağıtma noktasında diğer Avrupa ülkelerinden ayrı düşünmediğini görmeyen gözlere ne diyelim bilmiyorum.

Kurulan büyük oyunda masadan kazançlı çıkmak için kendi payının peşine düşen FRANSA DERİN DEVLETİNİN aziz TÜRK milletini parçalayarak açılmasını planladıkları Suriye’den Ermenistan’a açılacak büyük koridorda kendi payı olarak geçmişte yarım bıraktıklarının peşinde olduğunu bilmeli ve BEDELSİZ HÜRRİYET olmadığını anlamalıyız.

Bu söylediklerimizi rasyonel bulmayan ergenlerin ve hariciye fosillerinin tavrı = yaşamını sürdürdüğü bir avuç su dışında her şeyi inkâr eden kurbağanın rasyonalizmidir.

İmdi bu yazıyı okuyan kardeşlerimin aklına şu soru gelebilir. BİZ BİÇAREMİYİZ?

Hayır, kesinlikle hayır, TÜRK biçare olmaz TÜRK çaresiz kalmaz. Bize düşen Korsikalı yurttaşlarımıza yardım, Mağripli kardeşlerimizi mescide davet ve mecbur kalırsak Manş Denizinde dalgıç olup yüzmektir!

Hayır, kesinlikle hayır, TÜRK biçare olmaz, TÜRK çaresiz kalmaz. Bize düşen Yaşayan şehit, yürüyen son akıncı, Bilge lider Salih MİRZABEYOĞLU’ nu idrak, Türk milletinin hizmetkarı ve fedaisi olarak karıncalar gibi çalışarak BAŞYÜCELİK uğrunda YA HÜR VATAN YA ÖLÜM şiarıyla hareket etmektir.

Adımlar Dergiisi

Türker Ertürk: İKİYÜZLÜ BATI
Haberler - Türker Ertürk
22 Ocak 2013

Günümüzde Afrika kıtasının nüfusu 1 milyara yaklaşıyor ama bunun yarısı günde bir dolara yaşıyor. Üzerinde 56 devletin olduğu bu kıta dünyada açlığın en yüksek ve en yaygın olduğu yerdir.

Halbuki dünyadaki maden kaynaklarının yüzde 20’si bu kıtada. Stratejik olan ve nadir bulunan kıymetli madenler açısından bakarsak dünyanın en zengin bölgesi. Yer kürenin hidroelektrik potansiyelinin yüzde 40’ı burada. Afrika yeraltı su kaynakları bakımından da çok zengindir. Kıtanın diğer bir avantajı da zengin maden kaynaklarının işlenmemiş olmasıdır.

Afrika bu kadar zenginliklere sahip olmasına rağmen varlık içinde yokluk çekmekte. Bunun nedeni ise Batı’nın bu kıtadaki sömürgecilik ve emperyalist geçmişi, çıkar çatışmaları ve bunun tetiklediği bugünde devam eden bitmez tükenmez savaşlar ve darbeler.

Zengin kaynakları nedeniyle Afrika bugün de emperyalizmin daha da artan ilgisi altındadır. En başta ABD olmak üzere Batı’nın bu kıtaya ilgisi hegemonyanın ve sömürünün devamı içindir. Demokrasi, çatışmaların sonlandırılması, açlığın ve fakirliğin bitirilmesi asla söz konusu değildir.

Darbecileri koruma operasyonu

Geçen sene Mart’ta askeri eğitim ve öğretimini ABD’de almış 1973 doğumlu Yüzbaşı Amadou Haya Sanogo, Mali’de demokratik bir seçimle iktidara gelmiş Başkan Amodou Toumani Toure’ye karşı darbe yapar ve iktidara gelir.
Bunun üzerine Mali’nin kuzeyi isyan eder, içlerinde El Kaide bağlantılı grupların da bulunduğu İslamcı militanlar ülkenin üçte ikisini ele geçirirler, güneye doğru ilerlerler ve başkent Bamako’yı hedef alan askeri operasyon başlatırlar.

Bu gelişmeler nedeniyle 11 Ocak 2013’de Fransa kuzeydeki isyancılara veya daha doğru bir söylemle darbeye direnenlere karşı askeri harekat başlatır. Fransa’ya ait Mirage savaş uçakları ve Gazalle helikopterleri Mali’nin kuzeyini bombalamaya başlar ve hala devam etmektedir. Fransa’nın Mali’deki askeri harekatına başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı destek verir.

El Kaide yanlış zaman ve yerde savaşmaktadır. Suriye’de savaşan silah arkadaşları ABD, İngiltere ve Fransa’nın azami desteğini alırken burada savaşanlar bombalara maruz kalmaktadır. Burada önemli olan ne olduğunuzun değil işbirlikçi olup olmadığınızın önemli olduğudur.

Adaşına yardım etmedi

Mali’de bunlar olurken Orta Afrika Cumhuriyeti’nde tam tersi olmaktadır. Orta Afrika Cumhuriyeti Başkanı Francois Bozize ülkenin doğusu ve orta kısmında bazı şehirleri ele geçiren ve başkent Bangui’ye saldırmak isteyen isyancı Seleka Koalisyonu’na karşı Fransa ve ABD’den yardım ister fakat adaşı Francois Hollonde’da dahil olmak üzere yanıt olumsuz olur. Bozize’ye isyancılarla anlaşması tavsiye edilir.

Afrika’da olanların Ortadoğu’dan farkı yoktur. Hegemonyaya ve sömürüye direnmek cezalandırılmayı gerektirmektedir. Direnç gösteren demokrat veya diktatör hiç fark etmez mutlaka başına felaket getirilir, İşbirliği yapan ise yüceltilir!

Afrika Birliği tamamen ABD’nin güdümüne girmiş durumdadır. ABD tarafından silahlandırılan, finanse edilen ve yönetilen 17 bin Afrikalı asker Somali’de bulunmaktadır. ABD Afrika’da üsler zinciri kurmaktadır. ABD Özel Kuvvetleri, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ( Eski adı Zaire ), Uganda, Güney Sudan ( Batı’nı desteği ile 2011’de Sudan’dan ayrıldı ) ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde çok aktif olup görünürde Tanrı’nın Direniş Ordusu ( Lord Resistance Army ) adlı Ugandalı gerilla lideri Joseph Kony’i aramaktadır.

ABD isyanın arkasında

Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde M23 ( 23 Mart Hareketi ) isimli isyancı grup ülkenin doğusunda bazı şehirleri ele geçiriyor ve başkent Kinşasa’yı tehdit ediyor. Birleşmiş Milletler ( BM ) raporlarına göre M23’ün arkasında ABD var.

Merak ediyor musunuz? Niçin ABD nüfusu 71 milyon, yüzölçümü Türkiye’nin üç katı büyüklüğünde, 1960’da Belçika’dan bağımsızlığını kazanmış, resmi dili Fransızca olan Orta Afrika ülkesi Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile bu kadar yakından ilgileniyor?

Tabi ki nedenler duygusal değil. Demokratik Kongo Cumhuriyeti özellikle stratejik ve nadir bulunan madenler bakımından çok zengin. Sadece birkaç örnek verirsek; dünyadaki elmasın yüzde 30’u ve Koltan’ın yüzde 80’i bu ülkede. Koltan madeninden niyopyum ve tental üretiliyor. Bunlar cep telefonu, play station, bilgisayar ekranı gibi ileri teknoloji içeren ürünlerde kullanılıyor. Bu ham maddelere Çin’in de çok ihtiyacı var.

Afrika’daki savaşları, darbeleri, karşı darbe girişimlerini, isyanları, emperyalist müdahaleleri ve bu kıta üzerinde de gelişen ABD-Çin soğuk savaşını daha iyi anlayabilmeniz için ABD Enerji Bakanlığı ( U.S.Department of Energy ) tarafından çıkarılan ve her yıl güncellenen ve internet vasıtası ile erişebileceğiniz Kritik Malzeme Stratejisi ( Critical Materials Strategy ) dokümanına göz atmanız yeterlidir. Bu tür dokümanların gizli eklerinin de olduğunu bilmenizi isterim.

Halen Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli olan Tümamiral Semih Çetin’in yeni çıkan “ Bir ihanetin öyküsü “ kitabını okumanızı öneririm.

Kaynak: http://www.ilk-kursun.com/haber/134748

Times: Ankara'da tek adam iktidarı
6 MART 2013



İngiltere merkezli Times gazetesi, basına karşı tutumundan dolayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı eleştiren bir başyazı yayımladı.
Makale, "Giderek otokratlaşan Ankara, gazeteci tutuklamada dünya birincisi" başlığını taşıyor.

İngiliz başbakan Winston Churchill'den "Tarih bana karşı nazik olacaktır, çünkü onu ben yazacağım" alıntısını yapan gazete, Erdoğan'ın daha sabırsız davranarak, tarihin ilk taslağını yazan basından kendisine şimdi nazik davranmasını istediğini, bu beklentiyi karşılamayanların da ağır bedel ödediğini yazıyor.

'49 muhabir cezaevinde'

Merkezi New York'ta bulunan Gazetecileri Koruma Komitesi'nin tespitine yer veren başyazıda, Türkiye'nin Çin ve İran'ı geride bırakarak "gazetecileri cezaevine tıkmada dünya lideri" haline geldiği, 49 muhabirin cezaevinde olduğu vurgulanıyor.

Türkiye'nin Kürtçe basılan tek gazetesi Azadiya Welat'ın genel yayın yönetmeni Tayyip Temel örneğini veren gazete, Temel'in yasadışı bir Kürt örgütüne üye olduğu suçlamasıyla 20 yıl hapis cezası alma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtiyor ve ekliyor:

"Savcının delil olarak sunduğu şey ise Temel'in yayımlanmış eserleri ile arkadaşları ve haber kaynaklarıyla yaptığı telefon konuşmalarına ait dinleme kayıtları."

'Hasan Cemal son örnek'

Hükümetin, politikalarını eleştiren gazetecileri medya patronlarına baskı yaparak işten attırma yoluyla medyaya baskı yaptığını vurgulayan makale, tanınmış pek çok ismin bu şekilde işten çıkarıldığını, Hasan Cemal'in bunun son örneği olduğunu belirtiyor.

Makale şöyle devam ediyor:

"Başbakan Erdoğan'ın bir zamanlar Türkiye'deki liberaller ile Batı'dan övgü alan reformları şimdilerde kızgın sac üzerindeki su gibi hızla buharlaşıyor. Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi, Amerikalı gazeteci Walter Cronkite'ın dediği gibi 'basın özgürlüğünün sadece demokrasi için önemli olmadığını, demokrasinin kendisi olduğunu' anlamadı."
BBCT

Katarlı şaire 15 yıl hapis
21-10-2013



Katarlı şaire 15 yıl hapisKatarlı Şair Muhammed bin Raşid el-Acemi, yazdığı bir şiirle halkı yönetime karşı kışkırtmak suçundan 15 yıl hapse mahkum edildi.

YDH- France 24’ün haberine göre Katar Yüksek Mahkemesi, Acemi hakkında verilen 15 yıl hapis cezasını temyiz edilmeyecek şekilde onayladı.

Muhammed bin Raşid el-Acemi’nin avukatı Necib el-Acemi, mahkemenin kararını siyasi olarak niteledi ve verilen cezanın hukuki bir niteliğinin bulunmadığını söyledi.

Muhammed Raşid el-Acemi, yazdığı bir şiirden dolayı mahkeme tarafından müebbet hapse mahkum edilmişti. Yüksek mahkeme, bugünkü kararıyla müebbet hapsi 15 yıla indirdi.

Katar başsavcısı Muhammed Raşid el-Acemi’yi yazdığı şiirle eski katar Emiri Hamad bin Halife’ye hakaret etmekle suçlarken, Katarlı aktivistler, Acemi’nin 15 yıl hapisle cezalandırılmasına neden olan “Yasemin Kasidesi” adlı şiiri 2011’de Arap Baharı için yazdığını belirtiyor.

Acemi, 16 Kasım 2011’de halkı isyana tahrik ve Emir’e hakaret suçlamasıyla tutuklanmıştı.

http://www.ydh.com.tr/HD12363_katarli-saire-15-yil-hapis.html

'ABD 35 lideri dinledi'
25 Ekim. 2013



İngiliz The Guardian gazetesi, Snowden'ın sızdırdığı belgelere dayandırdığı haberinde, ABD'nin 35 dünya liderini dinlediğini ileri sürdü ancak isim vermedi.

ABD'nin Almanya Başbakanı Merkel'i dinlediği iddialarının ortaya atılmasının üzerinden 24 saat geçmeden yeni bir gelişme yaşandı.

İngiliz The Guardian gazetesi, ABD'nin adı açıklanmayan 35 dünya liderine ait telefonları dinlediğini öne sürdü.

Gazete, eski CIA çalışanı Edward Snowden'ın sızdırdığı belgelere dayandırdığı haberinde, 2006 yılında Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı'nın (NSA) ülkedeki kamu kuruluşlarına yolladığı gizli bir mesajı yayınladı.

Mesajda üst düzey kamu kuruluşu çalışanları, ellerinde bulunan yabancı liderlere ait kontak bilgilerini ulusal güvenlik ajansıyla paylaşmaya teşvik ediliyor.

Mesajda ayrıca yakın tarihte 35 dünya liderine ait 200 telefon numarasının kurumun eline geçtiği ve bu numaralardan 43'ünün daha önce bilinmediğinin altı çiziliyor.

Mesajda ele geçirilen telefon numalarları için "potansiyel istihbarat kaynağı" ifadesi kullanılıyor.

ALMANYA: ELİMİZDE BİLGİ VAR
Almanya Hükümet Sözcüsü dün yaptığı açıklamada "Elimizde Başbakan Angela Merkel'e ait telefonların Amerikan kurumlarınca dinlenmiş olabileceğine işaret eden bilgiler var" demişti.

Gelişme üzerine Merkel de ABD Başkanı Obama'yı arayarak açıklama talep etmişti.

'FRANSA'DA 70 MİLYON GÖRÜŞME KAYDEDİLDİ'
Fransız Le Monde gazetesi, geçtiğimiz günlerde ABD Ulusal Güvenlik Kurumu NSA'nın gizli dinleme programı hakkında 10 gazeteciden oluşan özel ekibiyle son aylarda yürüttüğü araştırmanın sonuçlarını açıklamıştı.

Haberde, NSA'nın sadece 10 Aralık 2012-8 Ocak 2013 tarihleri arasında Fransa'da 70 milyon telefon görüşmesini kaydettiği belirtilmişti.

http://www.ntvmsnbc.com/id/25474555/

'Obama, Merkel'in telefonunun dinlendiğini biliyordu'
27 EKİM 2013



Amerika Birleşik Devletleri'ni Almanya Başbakanı Angela Merkel'in cep telefonunu 2002'den beri dinlediği, Başkan Barack Obama'nın bunu bilmesine rağmen engellemediği öne sürüldü.

Der Spiegel dergisinin haberine göre, Amerikan Ulusal Güvenlik Kurumu'nun gizli belgeleri, Merkel'in cep telefonu numarasının 2002'deki izleme listesinde yer aldığını gösteriyor. Merkel bu tarihten üç yıl sonra başbakan olmuştu.

Merkel'in numarası 2013'teki listede de bulunuyor.

'80 dinleme istasyonu'

Der Spiegel'e göre belgelerden Merkel'in telefon görüşmelerinin nasıl izlendiği belli değil.

Yani konuşmaları kaydediliyor muydu yoksa sadece kimlerle konuştuğunun dökümü mu çıkarılıyordu bilinmiyor.

Alman istihbarat servisi başkanı bu hafta ülkede büyük öfke yaratan izleme programı konusunda soruşturma başlatılması talebiyle ABD'ye gidiyor.

Cuma günü Almanya ve Fransa, ABD'yle yıl sonuna kadar tarafların birbirlerine karşı casusluk yapmayacağını hüküme bağlayan bir anlaşma imzalamak istedini açıklamıştı.

Merkel'in yanı sıra Amerikan istihbarat servisinin on milyonlarca Alman ve Fransız vatandaşının cep telefonlarını izlemeye aldığına dair iddialar var.

'Obama 2010'da haberdar edildi'

Der Speigel'in ulaştığı belgeler, NSA'nın Avrupa ülkeleri nezdindeki gizli faaliyetlerine ilişkin ayrıntılı bilgiler içeriyor.

Bu belgelere göre ABD'nin Berlin'de bakanlıkların bulunduğu bölgedeki izleme faaliyetlerinden Berlin Büyükelçiliği'ndeki "Özel Toplama Hizmetleri" adlı bir birim sorumluydu.

Belgelerde, "ABD büyükelçiliklerinde dinleme istasyonlarının bulunduğunun ortaya çıkmasının ABD'nin ilgili ülkelerle ilişkilerini ağır şekilde zedeleyeceği" belirtiliyor.

19'u Avrupa'da olmak üzere dünya genelinde 80 civarında benzer dinleme biriminin olduğu belirtiliyor.

Der Spiegel'a göre, ABD'nin Frankfurt'ta da bir izleme merkezi vardı.
Almanya Başbakanı Merkel telefonlarınlarının dinlendiği iddialarının ortaya çıkmasından sonra Çarşamba günü ABD Başkanı Baracak Obama'yı aramıştı.
Obama, böyle bir izleme programından haberi olmadığı konusunda Merkel'e güvence verdi ve özür diledi.

Ancak Bild gazetesi, Amerikan istihbarat kaynaklarına dayanarak Obama'nın Merkel'in telefonlarının dinlendiğini bildiğini ve engellemediğini yazdı.
Gazeye göre 2010'da NSA Başkanı Keith Alexander Merkel'e yönelik gizli operasyon konusunda Obama'yı bizzat bilgilendirdi. Bild, "Obama operasyonu durdurmadı, devam etmesine izin verdi" dedi.
BBCT

ABD Türkiye Seçimlerinin İçinde Ne Kadar Var?
Bülent ESİNOĞLU
11 Kasım 2013



Seçimler yaklaştıkça, seçimlerin ne kadar adil olup olamayacağı tartışması da sürüyor.

Artık Yüksek Seçim Kurumu Seçmen Kütüklerini hazırlamıyor. Bu işler İçişleri Bakanlığına verildi.

Adil bir seçim yapılıp yapılmayacağı, AKP’nin insafına terk edilmiş durumdadır.

AKP ile girilen bir seçimde bakıyorsunuz, altı milyon seçmen artmış.

Bir diğerine bakıyorsunuz, nüfusumuz altı milyon artmış, seçmen sayısı 12 milyon artıyor.

Kininizi ve dininizi artırın diyen iktidar, seçmen sayısını istediği gibi artırabiliyor.

Muhalefet nerede derseniz, seçim sonuçları saat yedide açıklanıyor. Saat 7.30 da, muhalefet seçim sonuçlarına saygı duyduğunu açıklıyor.

Seçimler yaklaştıkça, aydınlanmacı ve milli kesimde, bir kaygıdır gidiyor.

Seçim sonuçlarından kuşku duymanın asıl nedenini bir sonraki paragrafta belirteceğim.

Ancak bazı yan endişeler de oluyor.

İktidarın kendisine oy vermeyeceğini bildiği kitleye karşı, söylem ve tavırlarıyla bellidir.

İktidarın kendisinin, anketler, söylemler ve diğer araçlarla, yaptığı manipülasyonlar artık biliniyor.

Bu manipülasyonlara kanıksanmış bir gözle bakılıyor.

Bir taraftan,29 Ekimlerde, 10 Kasımlarda, halk memnuniyetsizliğini açık edip, protestosunu koyarken, yüreğinin içinde de, “seçim endişesini” yaşıyor.

Manipülasyonlardan bahsede geldik ama asıl seçim manipülasyonu, ABD ve onun Türkiye’deki gladyosu tarafından yapılır.

Açmaya çalışayım.

Türkiye’de faaliyet gösteren medyanın hemen hepsi bir işverene bağlıdır.

Yani medya patronlarımız vardır.

Bunlar sadece medya ile iştigal etmezler. Bu patronlar ulusal pazarlarımızı, yabancı sermaye ile birlikte kullanırlar.

Bir başka değişle, medya patronlarının da yabancı patronları vardır.

Asıl parayı ve krediyi veren, ulusal pazarlarımızı kullanan o olduğundan, gerçek söz sahibi de odur.

Medya patronunun patronu yabancı ise, televizyon Amerikanca konuşur.

Aman yanlış anlaşılmasın, Amerikanca dedikse, dil Türkçe ama felsefe ve ideoloji Amerikanca oluyor. Amerikancı İslam oluyor.

Medya patronunun patronu şunu istiyor.

Türkiye’de planlı bir ekonomi olmasın, Türkiye’deki ekonomik hayatı ben düzenleyeyim. Türkiye pazarlarını kullanmaya devam edeyim. Avrupa’da ürettiğim arabaları, önüme bir engel konulmadan satmaya devam edeyim. NATO, OECD, GB ve Özel İkili Anlaşmaların başına bir iş gelmesin. Dolar satmaya devam edeyim. Vs.

ABD’nin, Türkiye’de yapılan seçimlerin ne kadar içinde sorusunun cevabı; Türkiye ne kadar bağımsız, sorusu ile doğrudan bağlantılıdır.

Uzun sözün kısası; ne Suriye’den gelenlerin oy kullanması, ne de uluslararası gözlemcilerin varlığı, seçimlerin adil olduğunu bize söyler.

Bunlar teferruattır.

Asıl olan, patronların seçimlerin içinde nereye kadar var olacaklarıdır.

Medya onlarınsa, medyanın yaptığı seçimler de onlarındır.

Bu gerçeği unutarak yürütülen her akıl, eksik akıldır.

bulentesinoglu@gmail.com

http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-turkiye-secimlerinin-icinde-ne-kadar-var-bulent-esinoglu-t36053.html

Derin Yapı, Kara Kutu ve Şüpheli Ölüm..!
Muhsin AKIL
12 Kasım 2013

Dünkü “Türkiye’deki derin yapı ve iki unutulmuş kurban..!” başlıklı yazımda ismi geçen iki kurbandan birisinin adı İBDA fikriyatının mimarı Salih Mirzabeyoğlu ve diğerinin adı da kökü/menşei dışa bağlı Türkiye’deki derin yapının ‘Kara Kutusu’ diyebileceğimiz eski asker Av. Doğan Yıldırım’dır. Farklı iki dünyanın iki ismini buluşturan sebep/durum ise birinin sanık/mahkum/müvekkil olması diğerinin de onun avukatı olmasıdır. Her ikisi de Türkiye’deki dış kaynaklı derin yapı için potansiyel tehlike olarak gösterilmesi nedeniyle birçok kez ölümle tehdit edilmişti! Ve öldürülmelerine yönelik planlar, programlar, oyunlar, tezgahlar hazırlanmıştı..! Nihayetinde İBDA fikriyatının mimarı Salih Mirzabeyoğlu yıllarca tutsak/mahkum ve hücre cezaları ile ölüme terk edilirken Av. Doğan Yıldırım da kısa bir süre önce ölümle tehdit edildi ve arkasında bilinmeyen bir şekilde zehirlenerek öldürüldü. Bu durum Türkiye’deki derin yapının hala faaliyette olduğunun ispatı değil miydi?!
İsterseniz önce Türkiye’deki derin yapının ‘Kara Kutusu’ diyebileceğimiz Av. Doğan Yıldırım’dan bahsedelim. Bugüne kadar medyada adı geçse de fazla üzerinde durulmayan (durulmak istenmeyen!) ama biyografisi, yaşadıkları, gözlemleri, şahit oldukları ve böylesi derin bir yapıya tanıklık edebilecek kadar donanımlı ve daha kısa bir süre önce ölümle tehdit edildikten sonra zehirlenerek öldürülen bu adam kimdi?! Daha önce de bahsettiğimiz gibi bilinmeyen bir nedenden dolayı Deniz Harp Okulu’ndan atılmış, Ülkü Ocakları içinde faaliyetlerde bulunmuş, MİT ile de bağlantıları olmuş, hakkında spekülasyonlar ve akla-hayale gelmeyecek iddialarda bulunulmuş, Mehmet Ali Ağca, Sarp Kuray, Abuzer Uğurlu ve Salih Mirzabeyoğlu’nun da avukatlığını yapmış, Balyoz davasında ceza alan Koramirallerden Kadir Sağdıç, Feyyaz Öğütçü, Tümamiral Ramazan Cem Gürdeniz ile Deniz Harp Okulu’ndan arkadaşlık yapmış ve Ergenekon davalarında yargılanan birçok isimle diyalog içinde olmuş sır küpü (sırlarla dolu!), hayatı boyunca bahsetmiş olduğumuz derin yapıyı (kendi tabiriyle!) en iyi bilen insanlardan birisiydi Av. Doğan Yıldırım.

Av. Doğan Yıldırım hakkında yapmış olduğumuz araştırmalar ve istihbarat bilgileri bize iddia edildiği gibi gerçekten Türkiye’deki derin yapının ‘Kara Kutusu’ olduğunu apaçık gösteriyordu. Bilhassa bazı gazete ve dergilerde yapmış olduğu tüyler ürpertici açıklamalar bile sözkonusu derin yapının ‘kara kutusu’ olduğunu aleni bir şekilde göstermekteydi. Ne diyordu Av. Doğan Yıldırım: “ 28 Şubat aslında 1997’de değil, Özal’ın ölümüyle başlayan bir süreçtir. Soruşturması ve davası süren Ergenekon yapılanmasından daha çok büyük bir yapılanma var aslında. Bu henüz tam olarak idrak edilmiş değil. Soldan sağa doğru hilal gibi dizilen gizli bir oluşum! Sol kesimi idare eden isim verebileceğimiz insanlar var. Sağ gurubu da hakeza.. Bana yetki versinler Hrant Dink cinayetinde nokta atışıyla kimin nasıl cinayet işlediğini söyleyeyim. Bu iş başkalarının üzerinde kalıyor, ayrı bir mevzu. Ama Türkiye’nin illegal haritasını benden iyi bilen yok. Türkiye 40-50 yıllık illegalitesini en iyi bilen adamlardan birisiyim.” Evet, onun bu sözleri 50 yılın ‘kara kutusu’ olmasına yetiyordu!

İşte bu adam bir televizyon konuşmasında ölümle tehdit edilmişti. İstanbul’dan 3 gün sonra döneceğim diyerek geldiği Kayseri’de bir grup (daha önceden tanıdığı muhtemel!) insanla bir restorantta yemek yedikten sonra aniden fenalaşarak ağzından köpükler çıkması, hastaneye kaldırılırken ölmesi ve otopsi bile yapılmadan toprağa verilmesi ölümüyle ilgili şüpheleri artırmaya yetmiyor muydu?! Devlet böylesi önemli tanıklık yapacak birisinin, derin yapının asker ayağı olduğu gibi sivil ve medya ayağının da olduğunu bile iddia eden birisinin, 50 yıllık derin yapıyı (kendi tabiriyle) en iyi bilen kara kutusu durumundaki böylesi bir adamı niçin değerlendirmedi?! Hatta ölümle tehdit edilmesine rağmen niçin koruma altına alınmadı?! (Yarın: İBDA mimarı Salih Mirzabeyoğlu ne suç işledi ki ölüme terk edildi?!)

Kaynak: http://www.anayurtgazetesi.com.tr/default.asp?page=yazar&id=21399

Arap ayaklanması ABD sağını böldü

5 ŞUBAT 2011
Andrew North
BBC Washington Muhabiri

Arap dünyasına onca zaman demokrasi dersleri veren Amerikan sağının Tunus ve Mısır'da halkın gücünü ortaya koymasını memnuniyetle karşılayacağını düşünebilirsiniz.
Tam tersine gelişmeler Amerikan sağında bölünmeye yol açtı.
Bir yanda Hüsnü Mübarek'e istifa çağrısı yapanlar var, diğer yanda statükonun korunması çağrısı yapanlar.
Bir sağ kanat televizyon sunucusu "Batı dünyasının yıkımından" bahsederken, protestoların İslamcı radikallerin iktidarı gizlice ele geçirmesi olarak tasvir ediyor, bunun da Akdeniz havzasında hilafetin kurulmasına yol açacağını ileri sürüyordu.
Bu tür eleştirileri dile getirenlerin bir çoğu, Irak'ın işgali sırasında zamanın Başkanı George W Bush'un en güçlü destekçileriydi; bunun Ortadoğu'ya demokrasi getireceğini ileri sürüyorlardı.

Bush'u en yürekten destekleyenlerden biri olan John Bolton bugün ABD'nin Mısır'daki gelişmeler konusunda "sessiz kalmasının daha iyi olacağı" kanısında.
ABD'nin uzun süredir müttefiki olan Hüsnü Mübarek'ten çok haz etmese de, Mısır'ın yasaklı muhalefet grubu Müslüman Kardeşler'in iktidarı ele geçirmesinin riskinin çok daha büyük olduğunu söylüyor.
İsrail de benzer kaygılara sahip ve gerilimli bir bekleyiş içinde.
İsrail yönetimi kamuoyu önünde sesini çok yükseltmiyor ama Demokrat olsun Cumhuriyetçi olsun, ABD'li siyasilere görüşlerini açık biçimde bildiriyorlar.
Rupert Murdoch'un sahibi olduğu Fox News kanalı bu tür kaygıları abartarak aktarmada önemli rol oynadı.
Diğer taraftan Bush destekçilerini bazıları Mısır'da olanların eski başkanın haklı olduğunu gösterdiği kanısında.
Eski ulusal güvenlik danışmanı olan Elliot Abrams, Obama yönetimini Mübarek karşısında çok yumuşak olmakla suçladı.
Abrams Washington Post'ta yayınlanan yazısında "yönetimimiz diktatörlüklerin hiç bir zaman tam anlamıyla istikrarlı olduğunu ne zaman öğrenecek" diyordu.
İsrail'in bu konudaki kaygılarını bir kenara iten Abrams, Müslüman Kardeşler konusundaki kaygıların yersiz olmadığını ancak diktatörlüklerin bu tür grupları daha güçlü kıldığını ileri sürüyor. BBC

BM'de İsrail'i yine ABD vetosu kurtardı
19 Şubat 2011 BM Güvenlik Konseyi, Konsey'in daimi üyesi olan ABD'nin veto etmesi nedeniyle, Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te devam eden Yahudi yerleşimlerini kınayan ve derhal durdurulmasını isteyen karar tasarısını kabul edemedi.

15 üyeli Konsey'de oylamaya sunulan karar tasarısı, 14 ülkenin ''evet'' oyuna karşılık, ABD'nin ''hayır'' oyuyla reddedilmiş oldu.

Karar tasarısının ana maddelerinde, Yahudi yerleşimlerinin yasadışı olduğu ve Ortadoğu'da adil, kalıcı ve kapsamlı barış önünde büyük engel oluşturduğu belirtilerek, ''Filistin topraklarını işgal eden İsrail'in derhal ve tamamen tüm Yahudi yerleşimlerini durdurması'' talep edilmişti. Tasarının giriş paragraflarında ise İsrail'in Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te devam ettirdiği yerleşim faaliyetleri kınanmıştı.

Oylamadan önce konuşma yapan Konsey'in geçici üyesi Lübnan'ın BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Nevaf Selam, Yahudi yerleşimlerinin devam ettiğini ve ikiye katlandığını belirterek Konseyin bu kapsamda doğrunun yanında yer alması gerektiğini söyledi.

Karar tasarısına destek veren 100'den fazla ülkenin arasında Türkiye de bulunuyordu. haber7

'Ruport Murdoch, monarşiden daha kötü'
28 NİSAN 2011
Guardian gazetesine yazan Timothy Garton Ash ise, "bir demokraside Kral William ve Kraliçe Kate olmalı mı?" sorusunu "Daha kötüsü olabilir" diye cevaplıyor.

Kraliyet düzeninin İngiltere demokrasisinin işleyişine olan olumsuz etkisinin, marjinal ve 30 yıl öncesine nazaran daha az olduğunu söyleyen Ash, "Eğer seçilmemiş bir bireyin gücünden bahsediyorsak, Rupert Murdoch, İngiltere demokrasisi için çok daha büyük bir tehdit oluşturuyor" diyor.

İngiliz kraliyet düzeninin, baskıcı bir sınıfı ve imtiyaz piramidini ima ettiği eleştirisine ise, Ash'in cevabı, "Bugünün İngiltere'sinde seçilmemiş bankacılar, aristokratlardan daha güçlü, futbol yıldızları ise Kraliyet ailesi üyeleri kadar ünlü" şeklinde.
BBC

"Emperyalizm MUHALEFET'i nasıl şekillendirir"
BANU AVAR
24 Mart 2012

Gelin, "Emperyalizm MUHALEFET'i nasıl şekillendirir" Prof. Michel Chossudovsky'den okuyalım...

"Çağımız kapitalizminde 'demokrasi' hayali hakim unsur olarak ortaya atılır. Yerleşik toplumsal düzeni tehdit etmediği sürece muhalefet'e İZİN VERİLİR! Bu şekilde bir muhalefet egemen elitlerin çıkarınadır. Amaçları açıktır: Varolan MUHALEFET bastırılmamalı AMA sınırları belirlenmeli, şekillendirilmeli ve bir kalıba sokulmalıdır.

Küresel güçler, küresel kapitalizmin temellerini ve kurumlarını sarsabilecek radikal muhalefet türlerinin gelişmesine ENGEL OLMAK AMACIYLA sınırlı ve kontrollü muhalafet türlerini desteklerler.

Diğer bir deyişle “muhalafet üretmek” Yeni Dünya Düzenini koruyan ve sürdüren bir “EMNİYET SUPABI” görevini görür."

İşte bugün Türkiye'de 'MUHALEFET' olarak ortada olanları bu sözleri aklınızda tutarak değerlendirin.. SAHTE muhalefetin zulüm odaklarına NEFES aldırmak için ortada olduklarını unutmayın...

Prof M. Chossudovsky devam ediyor:

"Yeni Dünya Düzeninde “sivil toplum” önderleri, güç odaklarının iç çemberlerine davet edilir, aynı anda halk baskı altına itilir! Bu sürecin iki önemli işlevi vardır.

Önce Emperyalizme muhalefet edenlerin, güç odaklarıyla kaynaşabilmesi için taviz ortamı hazırlanır.. Sonra küresel elitlerin MEŞRU oldukları martavalı yayılır.. Bu ‘demokrasi’ söylemiyle yapılır."

Küreselleşmenin “başka bir alternatifi olmadığı” dillendirilir; köklü bir değişiklik mümkün değildir ve yapılacak en ‘mantıklı’ şey, direnmemek, muhalefet etmemek, ‘akıllı olmak’ ve ‘cellatlarımızla’ aşk ilişkisine girerek yol almaktır. Bu duruma en son örneği ABD büyükelçisinin ev partisinde gözlemlemedik mi…
http://www.facebook.com/

Önce idam sonra Mahkeme
06 Aralk 2010
Ana Haber
Irak'ta gözaltına alınan 39 kişi, İçişleri Bakanı tarafından basın önüne çıkartılıp idam edilmelerini istendi. İnsan Hakları örgütleri olaya tepki gösterdiler

Irak İçişleri Bakanı, gözaltına alınan ve henüz mahkemeye bile çıkarılmayan 39 El Kaide şüphelisinin idam cezasına çarptırılacağını söyledi.

Bağdat'ta bombalı saldırılar planlamakla suçlanan 39 kişi, Guantanamo cezaevindeki tutukluların giydiklerini hatırlatan turuncu üniformalarla ve elleri arkadan bağlı olarak Bağdat'ta düzenlenen basın toplantısında gazetecilerin karşısına çıkarıldı.

İçişleri Bakanı Cevad El Bolani, adamların suçlu bulunacağına inandığını söyleyerek suçlarını itiraflarından, birtakım belgelerle evlerinde bulunan videolardan bahsetti.

39 kişinin ne zaman tutuklandığını söyleyemeyen bakan, Irak İslam Devleti adlı El Kaide'denin kolu olan bir örgütün üyeleri olduklarını savundu.

Şii bakan şöyle devam etti: "Bugün bu suçluları ve soruşturma sonuçlarını mahkemeye göndereceğiz ve ölüm cezasına çarptırılacaklar. Talebimiz bu suçluların idamlarının geciktirilmemesi yönünde, bu şekilde teröristleri ve suç unsurlarını caydırıcı olacaktır." Tutuklular basın toplantısı sırasında sessizdi.

Hammurabi İnsan Hakları Örgütü başkanı Abdulrahman Nacim El Meşhadani, "Hükümler mahkemeler tarafından açıklanmalı, bakanlar tarafından değil" diyerek açıklamaya tepki gösterdi.

Bakanın açıklamaları, ABD'nin 'demokrasi' inşası iddiasıyla işgal ettiği ve arkasında yolsuzluklarla ve işkencelerle suçlanan bir hükümet bıraktığı Irak'taki durumu da gözler önüne seriyor. Milliyet

Haiti'de emperyalist çadır tiyatrosu!
12 Aralk 2010

Latin Amerika'nın en bahtsız ülkelerinden olan Haiti'de deprem bu yana yaşanan felaket senaryosu, seçim başlığında tam bir emperyalist çadır tiyatrosuna dönüştü.

Günlerdir gerçekleşen kalabalık sokak gösterilerinin ardından Haiti'deki seçim komisyonu yetkilileri, devlet başkanlığı seçiminde oyların yeniden sayılacağını açıkladı.

Seçim Konseyi yetkilileri, oyların, üst sıradaki üç aday; Mirlande Manigat, Jude Celestin ve Michel Martelly ile uluslararası gözlemcilerin önünde yeniden sayılacağını bildirdi.

Salı günü Haiti seçimlerinin gayrı resmi sonuçları açıklanmış, ikinci tura kalan başkan adaylarının Mirlande Manigat ve Preval'in adayı Jude Celestin olduğu belirlenince başta Martelly’i ve seçimlere girmesine izin verilmeyen adayları destekleyenler olmak üzere çok sayıda kişi sokak gösterilerine başlamıştı.

15 partinin adaylarının seçimlere katılmalarına izin verilmemesi nedeniyle 19 adayın katıldığı seçimde Manigat'ın oyların yüzde 31'ini, Celestin'in de yüzde 22'sini aldığı, ikinci turun bu iki aday arasında yapılacağı açıklanmıştı. Üçüncü en yüksek oyu aldığı açıklanan Martelly, seçime hile karıştığını iddia etmişti.

Seçim sonuçlarının açıklanmaya başlaması ile, Birleşmiş Milletler bile yolsuzluk yapıldığını doğrulayarak “Seçimde tahmin ettiğimizden daha fazla yolsuzluk yapılmış" demek zorunda kaldı.

ABD Büyükelçiliği de e-posta yoluyla yaptığı açıklamada, Geçici Seçim Konseyi’nin duyurduğu ilk sonuçların Ulusal Seçim Gözlem Konseyi, ABD’li gözlemciler ve yerli ve yabancı müşahitlerin ilettiği rakamlarla tutarsızlık gösterdiğini vurguladı.

“Oylarınız boşa gitmeyecek”

18 başkan adayı, sonuçlara halkın tepki gösterdiğini belirterek, iktidar partisi adayı Jude Celestin’in seçimi kazanması için yapılan yolsuzluklara dikkat çekerek, seçim sonuçlarının iptal edilmesi talebiyle Seçim Konseyi’ne başvurdu.

Celestin ise Perşembe akşamı bir televizyon programına çıkarak kendisini destekleyenlere ülkedeki gergin ortamı sona erdirme çağrısında bulundu. Celestin, kendisine oy verenlere “Size, oylarınızın hiçe sayılmayacağını garanti ediyorum” dedi.

Celestin’e karşı mücadele eden Erick Jean adlı bir eylemci basına verdiği ifadede “Biz hala çadırlarda yaşıyoruz; Celestin seçim afişleri için parayı çarçur etmekle uğraşıyor” dedi.

Neredeyse olağanüstü hal

Polisin sert müdahalesi sonucu kısa zamanda büyüyen gösteriler ardında dört ölü ve onlarca yaralı bıraktı. Başkan Rene Preval’i hedef alan toplu gösteri yapmak otoritelerce yasaklandı.

Sınır Tanımayan Doktorlar ekibinin yaptığı açıklamada, Salı gününden bu yana on beş göstericinin vücudunun farklı yerlerinden kurşun çıkartıldığı belirtildi.

Gösteriler sırasında iktidar partisinin merkez binası yakıldı, pek çok bürosu kullanılmaz hale getirildi.

Medyanın “iç savaş yaklaşıyor” çizgisindeki haberleri nedeniyle tedirgin olan halk türlü önlemler almaya başladı. Gösteriler sebebiyle trafiğin durma noktasına geldiği kentlerde insanlar yiyecek ve içecek stoklamak için marketlere akın ediyor.

ABD hükümeti, vatandaşlarını, zorunlu haller dışında Haiti’ye gitmemeleri konusunda uyardı. Kanada, çatışma havası geçene kadar büyükelçiliğini kapatacağını bildirdi. Haiti havaalanı neredeyse yalnızca kargo uçaklarına hizmet veriyor. American Airlines Haiti’ye düzenlediği tüm uçuşlarını durdurdu.

Her şey muallak

Ocak ayında gerçekleşen şiddetli deprem ve ardından gelişen kolera salgını sonucu hayatını kaybeden 300 bin kişinin hala seçmen listelerinde yer aldığı görülürken, deprem sonrası evsiz kalan vatandaşların sandıklarını bulamadıkları için oy kullanamadıkları bildirildi. Seçime katılım oranı hala netleşmiş değil.

“Keşke ertelenseydi”

Seçimler Haiti Anayasası’nda belirlenen periyoda göre gerçekleştirildi. Ancak uzmanlar, büyük deprem felaketinin yaralarını yeni yeni sarmaya başlayan ülkede kolera salgını sürerken yapılan seçimlerin anayasal gerekler ne olursa olsun ertelenmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

“BM ve dünya güçleri desteğini çeker”

Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan açıklamada, hükümetin seçim sonuçlarını halkın iradesini yansıtacak şekilde açıklamamakta ısrarcı olması halinde BM’nin ve dünya güçlerinin bu fakir ülkeye sağladığı yardımları keseceği uyarısında bulunuldu.

BM barış elçisi Edmond Mulet’ın yaptığı açıklamada “Eğer halkın kararına saygı duyulur ve bu karar Haiti Geçici Seçim Konseyi tarafından tanınırsa, hiçbir problem yaşanmayacak ve uluslararası kamuoyu, büyük zorluklarla mücadele eden yeni hükümete yardım etmek için kolları sıvayacaktır” denildi. Mulet, verdiği başka bir röportajda da “halkın kararına saygı duyulmazsa, ülke uluslar arası destek ve kaynaklardan yararlanamayacaktır” ifadesini kullandı.

“Darbe olur”

Mulet, Preval’in istifa etmesi yönünde yapılan kalabalık sokak gösterileriyle ilgili olarak ise, “BM ve uluslararası kamuoyu hiçbir zaman meşru bir Haiti Devlet Başkanı’nın sokağın baskısıyla başkanlığı bırakmasını kabul edemez. Bu darbe olur” dedi. Mulet, “Halk seçilmiş bir başkanın koltuğunu terk etmesini ummaktan vazgeçmek zorunda. Seçilmiş bir hükümet, seçilmiş başka bir hükümete yerini bırakmalı” diye konuştu.

Oysa, seçimle başa gelen ilk devlet başkanı Jean-Bertrand Aristide’nin de içinde olduğu çok sayıda liderin sürgüne gönderildiği Haiti’de geçmişten bu yana emperyalistler tarafından halkın kararına saygı gösterilmesi gibi bir "gelenek" bulunmuyor.
SOL












































[img]http://millibirlikruhu.files.wordpress.com/2011/11/demokrasi21.jpg[/img

Pentagon'un Maskesi Düştü
24 Ekim 2010
Wikileaks internet sitesi, ABD ordusunun 400 bin gizli belgesini daha açıkladı. Belgelerin 128'inde Türkiye'nin adı da geçiyor
Belgelerde Türkiye’yi de şoke eden ifade yer aldı: PKK’lılar özgürlük savaşçısı...

ABD yönetimi Irak işgali ile ilgili tarihi bir hesap verme sürecine girdi. Wikileaks adlı internet sitesine sızdırılan yaklaşık 400 bin gizli ABD askeri belgesi, Amerika'nın Irak'ta uygulanan işkence, kötü muamele ve yargısız infazlara göz yumduğunu ortaya koyuyor. Türkiye belgelerde 100 farklı yerde geçerken terör örgütü PKK özgürlük savaşçıları olarak anılıyor. Belgeler, 2003 yılında başlayan işgalin ardından "yüzlerce" sivilin ABD ordusunun kurduğu kontrol noktalarında öldürüldüğüne de işaret ediyor.

Sızan belgelerde dehşet bilgiler

Belgelerde Irak ordusu askerlerinin Telafer'de gözaltına aldıkları bir kişiyi sokak ortasında infaz ettiklerini gösteren görüntüler var. Ayrıca Amerikan askerlerinin, Irak ordusu görevlileri tarafından bir tutuklunun parmaklarının kesildiği ve elin asitle yakılma belgeleriyle birlikte 26 Iraklı'nın 2007 yılında bir helikopterle öldürüldüğü belirleniyor. Bunun yanısıra ABD helikopterinin teslim olmak isteyen iki Iraklı isyancıyı öldürdüğü gibi iddialar da yer alıyor. Türkiye'den kimyasal gaz temini Belgeler ABD'nin Irak'taki sivil ölümleri ile ilgili resmi istatistikleri olmadığı açıklamasına rağmen, kayıtlar tuttuğu ve ölü sayısını 66 bini sivil olmak üzere 109 bin kişi olarak verdiğini de gösteriyor. Belgelerde yer alan ABD Ordusu Ciddi Faaliyet Raporu'nda, Iraklı yetkililerin elindeki tutuklulara elektrik verildiği, elektrikli matkapla işkence yapıldığı ve hatta infaz edildiği yolunda bilgiler öne çıkıyor. Belgelerde Türkiye'nin sınırında kontrolsüz geçişler olduğu belirtilirken kamyon şoförlerinin silah ticaretinde kullanıldığı vurgulanıyor. Öte yandan belgelerde Türkiye'de yaşayan bir Iraklı'nın kimyasal gaz temin ederek 2007'de Kerkük'te gerçekleştirilen ve dört kişinin öldüğü saldırıyı planladığı kaydediliyor.

Wikileaks'tan ikinci bomba

AFGANİSTAN BELGELERİ AÇIKLANIYOR

Wikileaks internet sitesi, Irak savaşıyla ilgili 400 bin gizli ABD belgesini açıklamasının ardından, Afganistan savaşıyla ilgili de 15 bin gizli belge yayımlayacağını duyurdu. Sitenin yetkilisi Kristinn Hrafnnson İngiltere'nin baş kenti Londra'da yaptığı açıklamada, daha önce Afganistan savaşıyla ilgili "hassas içerikleri" nedeniyle açıklanmayan 15 bin gizli belgeyi yakın zamanda açıklayacakla rını söyledi. Site daha önce Afganistan savaşıyla ilgili 77 bin gizli ABD belgesini açıklamıştı. Bu arada Hrafnnson, Irak savaşıyla ilgili açıkladıkları 400 bin gizli belge konusunda, "Bu belgeler, hiçbir bireye zarar verecek bilgi içermiyor" dedi. Belgelerin NATO'nun yargısız infazlarını içerdiği belirtiliyor.

Belgelerdeki ifadeler tezkerenin kızgınlığı

Irak'a müdahale için Kuzey Cephesi açmayı planlayan ABD bunun için en uygun yer olarak Türkiye'yi seçti. Ancak Türkiye'nin 1 Mart Tezkere-si'ni reddetmesi üzerine Kuzeyden cephe açma ihtimali kapandı. Bunun üzerine ABD İskenderun'da bekleyen 70 bin askerlerini ve malzemelerini deniz yoluyla Kuveyt'e nakletti. Bu da Irak'a müdahale bedelini arttırdı ve etkili sonuç alınması geciktirdi.

Türk askerinin başına çuval geçirildi

ABD yönetiminde etkin olan ve Irak'a müdahaleyi sağlayan Neocon'lar Türkiye'nin bu tavrından büyük rahatsızlık duydu. Pentagondaki Neocon'lar Irak'ta ortaya çıkan direnişi de Türkiye'ye mal etti. Bedelini ödetmek için de Türkiye'nin Irak'ta PKK'ya müdahalesine engel oldular. Ardından Sü-leymaniye'deki Türk irtibat subaylarının başına çuval geçirme olayı yaşandı. Olay iki ülke arasındaki ilişkilerde gerginliğin doruk noktaya çıktığı anlardan biri oldu. Wikileaks'ın yayınladığı Pentagon belgelerinde yer alan ifadeler söz konusu dönemde Irak'ta görev yapan ABD'li askeri yetkililerin Türkiye'ye bakışını yansıtıyor.

Orduya 40 kişiyi öldürme davası

Wikileaks'in kurucusu Julian Assange, İngiltere'de Al Jazeera televizyonuna yaptığı açıklamada, internet sitesinin Irak'taki 40 öldürme vakası ile ilgili bir dava açmak için belgeler hazırladığını söyledi.

Washington yönetimi telaşlı

ABD, tarihin bu en büyük belge sızdırma olayını sert bir şekilde kınadı. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, "ABD ve ortaklarının hayatını tehlikeye atan her türlü bilginin bireyler ve örgütler tarafından sızdırılmasını en açık şekilde kınadığını" söyledi.

'Maliki çetesi' ifşa edildi

Irak'ta muhalefet ortaya çıkan belgelerden sonra isyan bayrağı açtı. Belgelerde Başbakan Nuri El Maliki'nin önemli işkence çetesini yönlendirildiğinin iddia edilmesi üzerine muhalifler sert açıklamalar yaptı. 7 Mart'taki seçimlerde El Maliki'nin Şii blokuna karşı Sünniler'in pek çoğunun deste- ğini alan Irakiye'nin sözcüsü Mey-sun El Damluci, belgelerde yer alan "Iraklı güvenlik güçlerinin Iraklı tutuklulara işkence yaptığı" yolundaki iddiaların, tek kişiye geniş yetkiler verildiğinde olacakları gösterdiğini belirtti. Iraklı güvenlik güçlerinin ellerindeki tutukluların çoğunun Sünni olduğu sanılıyor. aktifhaber
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com