EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Prş May 01, 2008 10:36 pm    Mesaj konusu: Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han Alıntıyla Cevap Gönder

Vahdettin, Mustafa Kemal’e, üstleneceği görevi layıkıyla yerine getireceğine dair yemin ettirmiş
24 Ocak 2012


Mustafa Kemal Paşa’nın, Bandırma Vapuru ile Samsun’a gitmeden bir gün önce İstanbul’da, Kuran-ı Kerim üzerine el basarak yemin ettiği ortaya çıktı.

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in döneminde Bahriye Nazırlığı ve Başyaverlik görevlerinde bulunan Ahmet Avni Paşa’nın kaleme aldığı çarpıcı detaylarla yüklü hatıratı, 90 yıl sonra ortaya çıkarıldı.

Yazar Osman Öndeş’in kaleme aldığı, “Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor” isimli kitapta yer alan hatıratla, Vahdeddin’in Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ve Mustafa Kemal Paşa ile ilişkisine dair karanlıkta kalan birçok nokta aydınlandı. Kitapta yer alan bilgilere göre, Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’yı, Osmanlı Ordusu’nun dağıtılması sürecini denetleme ve asayiş için görevlendirmeye karar veriyor. Vahdettin, Atatürk’e, üstleneceği görevi layıkıyla yerine getireceğine dair yemin ettiriyor. Yıldız Camii’ne gelen Mustafa Kemal, cuma selamında, 15 Mayıs 1919’da, Kuran-ı Kerim’e el basıp yemin ediyor.

İŞTE O YEMİN

Vatan gazetesinin haberine göre, yemin olayı ise şöyle anlatılıyor: “Sadrazam Paşa, Yaver Paşa padişahın iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa askeri duruşuna dini bir edâ dahi vererek ilerledi ve sağ elini Kuran-ı Kerim’in üzerine koyarak şu yemini eyledi. ‘Heyet-i Vükelaca tanzim olunup Padişah Hazretlerinin iradesine sunulan yirmi bir maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda padişah hazretlerimizin Anadolu vilayetlerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerindeki teftiş ve tedkikat görevimi, padişah hazretlerinin müsaadeleri doğrultusunda iftiharla ve sahip olduğum yetkiler doğrultusunda tüm sadakatimle yapmaya gayret edeceğime vallâh billâhi.”

HAYAL KIRIKLIĞI

Yemin edildikten bir gün sonra, 16 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Genel Müfettişi vazifesiyle 18 silah arkadaşıyla birlikte Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a doğru yola çıkıyor. Kitapta, Bandırma Vapuru’nu hazırlayan kişinin de Avni Paşa olduğu anlatılıyor.

Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’a gidip Kurtuluş Savaşı sürecinin kıvılcımını çaktıktan sonra Vahdettin ve İstanbul’la ilişkileri koparmıştı. Avni Paşa, bu Vahdettin’in ülkeyi terk etmeden önce hem yakın çevresine hem de Mustafa Kemal’e serzenişte bulunduğunu anlatıyor. Avni Paşa, şunları yazıyor: “Anadolu’ya düşmanları defetmesi için görevlendirdiğimiz Mustafa Kemal’in ihtirası ve muvazaası karşısında kaldım. Her tarafımı istila eden kör ve nankörler arasında dolandım ve ıztırap içerisinde bunaldım. Bu şekildeki hilafete, kendimde ne direnme ve ne de itaat imkanını göremeyerek, ortalık sakinleşinceye kadar belirli bir süre için bu tehlikeli mıntıkadan uzaklaşmaya karar verdim.”

AHMED AVNİ PAŞA KİMDİR?

1878’de Batum’da doğan Ahmed Avni Paşa, 1897 Osmanlı-Yunan, Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşları’na katıldı. Son padişah Vahdettin’in başyaverliği görevi ile Bahriye Nazırlığı görevlerini yürüttü. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1924 yılında 150‘likler listesine dahil edilerek sürgüne gönderildi. Lübnan’ın sahil kasabası Cünye’ye yerleşti ve ölümüne kadar burada yaşadı.
http://www.sonhaberler.com/

VAHDETTİN KAÇTI MI, KAÇIRILDI MI?
MUSTAFA ARMAĞAN
15 Mart 2009
Deniz Baykal şimdi de 'padişahlık' tartışmasını açtı. Ve hatırlatmayı ihmal etmedi:
Son padişah bir İngiliz gemisine binerek kaçmıştı! Güya birkaç densizin 'Padişah' dediği Başbakan'a aba altından sopa gösteriyor. Sen de bir darbede soluğu ABD'de alabilirsin, demeye getiriyor.

Yanağından oltaya yakalanmış balık gibi çırpınıyor hafızamız. Çırpınarak kurtulacağını sanıyor. Bilmiyor ki, her çırpınışı, iğneyi etine biraz daha batırmaktadır.

Kendilerini Atatürk'ün yerine koyanlardan bıktık, usandık artık. Onu paravana yapanların her darbeyi nasıl bir soygun filmine dönüştürdüklerini görmekten gına geldi. 27 Mayıs'tan sonra annemin parmağındaki alyansı zorla alanların kendilerini ömür boyu dokunulmaz kılıp tabii senatör ilan ettirdiklerini unutmadık.

Atatürkçü olduğunu iddia edenlerin, 7 Mart 1924 günkü "Akşam" gazetesinde çıkan şu habere ne diyeceklerini merak ediyorum:

"Dün, Meclis'teki en mühim hadise, Gazi Paşa'nın parti grubundaki teklifiydi. İsmet Paşa Osmanlı hanedanına mensup kadınların memleketten çıkarılmamasının Meclis ve Cumhuriyet için bir şefkat eseri olacağı hakkındaki onun bu teklifini bildirdi. O anda odanın içinde kasırgalar koptu. Mebuslar masaların üzerine çıkarak:

- "Olamaz!" diye bağrışıyorlar, bu teklife isyan ediyorlardı. Mebuslara hakim olan psikoloji, merhamete ve şefkate yer bırakmıyordu. İtirazlar gittikçe yükseliyor:

- "Yalnız sağ olanları değil, ölenlerin kemiklerini bile memleketten atmalı!" sesleri duyuluyordu. Bu durum karşısında Gazi Paşa teklifini geri almıştır."

Konumuza dönersek, şahsen Sultan Vahdettin'in yurtdışına kaçtığını değil, "kaçırıldığını" düşünüyorum. Çünkü baskılar, tehditler, sarayın çevresinde tabanca atmalar vs. ile zaten İstanbul'da yaşaması fiilen imkânsız hale getirilmişti. Amaç, kendiliğinden kaçmasını sağlamaktı. Fakat nereye?

Nitekim 17 Kasım 1922 sabah saat 6'da HMS Malaya adlı savaş gemisiyle yola çıktıktan sonra haber alıp Yıldız Sarayı'na gelen Ankara hükümeti temsilcisi Refet (Bele) Paşa'nın, o sırada ağlamakta olan Vahdettin'in yaverlerinden Sadrazam Tevfik Paşa'nın oğlu Ali Nuri Bey'e, "Ağlama Ali Bey, kaçtığı iyi oldu, ya kalsa idi biz onu ne yapardık?"[1] sözü, gerçeği aydınlatmaya yeter. Bir başka deyişle, eğer Halife Vahdettin gitmeyip sarayda kalmış olsaydı, Ankara'nın niyeti düpedüz onu idam etmekti.

Aynı Ali Nuri Bey'in, oğlu Şefik Okday tarafından yazılan hatıratında babasının ağzından doldurulan bir bant kaydından bahsedilir.[2] Ali Nuri Bey, saraya gelen ve 30 Ağustos Zaferi'ni müjdeleyen raporu okuyunca Vahdettin'in, yaverine zafer haberini birkaç kere tekrarlatarak sevindiğini belli ettiğini anlatır. Hatta o hafta cuma selamlığının, zaferin şerefine Yıldız Camii'nde değil, yanı başında Yavuz Sultan Selim'in yattığı Sultan Selim Camii'nde yapıldığını ve Padişah'ın da halkla beraber o gün İstiklal Savaşı şehitleri için dua ettiğini biliyoruz.

Dolayısıyla 'bu' Vahdettin'in kaçması için herhangi bir sebep yoktu. Ancak bir gerçek vardı ki, İstanbul'da kalması, işleri daha da zorlaştıracak ve Ankara'ya her halükârda ayak bağı oluşturacaktı. Bu yüzden gitmesi istendi, hatta gitmesinin hayırlı olacağı hissettirildi. Kaçmasına mani olmak için hiçbir tedbir alınmayışı ve kaçtıktan sonra da bundan memnuniyet duyulması anlamlıdır. Zira Padişah İstanbul'da tahtında oturuyor iken, Osmanlı'nın bedeni üzerinde gerçekleşecek "Lozan ameliyatı" kolay olamayacaktı.

Bir de "Malaya" gemisi meselesi var. Malaya, Malaylar, yani sonradan tek bir devlete dönüşen Malaya adaları birliği demektir ve bu gemi, Malezya Müslümanlarının öz parasıyla yaptırılmış ve İngiliz Deniz Kuvvetleri'ne hediye edilmiştir (o tarihlerde "İngiliz Malayları" denilen doğudaki beş bölge, gevşek bir yapı altında birleşmişlerdi ve İngiltere'nin himayesinde bulunuyorlardı).

Burada şöyle bir soru akla geliyor: Acaba İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington ile Sultan Vahdettin arasında bir 'gemi pazarlığı' geçmiş miydi? Bunu henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, o sırada Boğaz'da başka İngiliz gemileri de demirlemiş duruyorken, içlerinden Malezya Müslümanlarının alın terleriyle yapımı finanse edilen geminin Halife hazretlerine tahsis edildiğidir. Nitekim Malaya ile kaçma teklifinde bulunan Harrington, "Durum düzelince memlekete dönerler" diyerek teselli vermiştir. Teselli mi, oyun mu?

Araştırılması gereken bir nokta bu ise bir diğeri, "İngilizlere sığındı" denilen Sultan Vahdettin'in neden doğrudan doğruya İngiltere'ye (mesela Londra'ya) değil de, önce onların kontrolünde bulunan Malta adasına, sonra da İtalya'daki San Remo'ya gitmiş ve orada beş parasız ölmeyi göze almış olduğudur. Eğer Vahdettin gerçekten de söylendiği gibi İngilizlere "sığınmış" ve hiç değilse onların cazip maddi tekliflerini değerlendirmiş ve Türkiye aleyhine çalışmayı kabul etmiş olsaydı, herhalde bir şekilde ödüllendirilmesi gerekirdi. Bu durumda ise elbette tabutu bakkalın çakalın elinde rehin kalmaz, hacizli cenazesi defnedilemediği için haftalarca ortada kalıp kokuşmazdı.

[1] Şefik Okday, Osmanlı'dan Cumhuriyete: Padişah Yaveri İki Sadrazam Oğlu Anlatıyor, İstanbul 1988, s. 108.

[2] Bu bant kaydının şimdi kimin elinde olduğunu bilmiyoruz.
ZAMAN

30 Nisan 2008
Vahdettin de ayağa kalkınca Sevr’i kabul etti sanılmıştı
Mustafa Armağan

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Anayasa Mahkemesi'nin 46. kuruluş yılı törenlerinde ayağa kalkmasıyla ilgili haberi fotoğrafıyla veren Hürriyet gazetesi, olayı çarpıtarak Cumhurbaşkanı’nın bu hareketiyle AK Parti’yi kapatma davasını görüşmekte olan Anayasa Mahkemesi’nin Başkanı’na hulus çakmak istediğini ima etti. Oysa ardından gelen açıklamada Gül’ün ‘nezaket’ gereği değil, salondan ayrılmak üzere ayağa kalktığını anlamış olduk. Hürriyet de düzeltmek zorunda kaldı. Dolayısıyla kasıt aramasak bile haberde en hafif deyimiyle bir yanlış anlama ve anlatma ile karşı karşıyaydık.

Aslında benzer bir çarpıtma tarih kitaplarımızda da yapılıyor. Bundan 88 küsur yıl önce, 1920 yılının Temmuz’unda Sultan Vahdettin’in de başına aynı olay gelmiş ve birileri onun ayağa kalkışını işlerine geldiği gibi yorumlamışlardı.

Bakın hikayesi nasıl?

TBMM’ne uzanalım ve Gizli Zabıtlar’ın 1921 yılına ait cildini elimize alıp başlayalım karıştırmaya. 8 Şubat günü yapılan oturuma gelelim. Biraz önce Mehmed Âkif, Meclis kürsüsünden ilk ve son defa konuşmuş, sonra bazı milletvekilleri Akif’in Padişaha yazılacak mektubun taslağı üzerinde görüşlerini belirtmişlerdir. Nihayet kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve Milli Şairimizin Sevr konusunda işgal kuvvetlerinin süngüsü altındaki Halife-Sultan Vahdettin’in meşruiyetini kaybettiği için TBMM’ni tasdik ve kararlarını kabul etmesini isteyen ifadelerini eleştirmiştir. Ona göre Meclisin, meşruiyetini başka hiç bir merciye tasdik ettirmeye ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, der, Mustafa Kemal, Hilafet makamı aslında “mühmel”dir, yani boştur.

Neden peki? Çünkü, bu “çünkü” çok önemli, Mustafa Kemal’e göre Sultan Vahdettin, antlaşmanın imzası öncesinde, 22 Temmuz 1920’de toplanan Saltanat Şurası’nda “Sevr muahedesini... bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” Dolayısıyla TBMM’nin, İngiliz süngüsü altındaki “esir padişah”ın onayına ihtiyacı yoktur.

Peki olay hakikaten Mustafa Kemal’in açıkladığı gibi mi cereyan etmiştir? Yani Saltanat Şurası’nda ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denilmiştir de, Vahdettin de ayağa kalkmak suretiyle onu kabul mü etmiştir? Yoksa...

İşin esası şu: Hadise Mustafa Kemal’e yanlış aksettirilmiş ve onun Vahdettin hakkındaki kanaati, iletişim hatlarındaki “bir kısım” parazitlerden olumsuz yönde etkilenmiştir. O halde nedir olayın iç yüzü?

Vahdettin’in Saray Başmabeyncisi, yani özel sekreteri Lütfi Simavi’nin Osmanlı Sarayının Son Günleri (Pegasus Yayınları, 2006, s. 328) adlı hatıralarında anlattıkları gerçekten de şaşırtıcıdır. Simavi’ye göre Vahdettin bırakın oylamada ayağa kalkmayı, açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış, çıkıp gitmiştir.

Siz gözlerinizi ovuşturmaya devam ederken ben Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndaki silah arkadaşlarından ve aynı zamanda Vahdettin’in damadı olan, yani iki tarafa da eşit mesafede duran birinin, Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday’ın Yanya’dan Ankara’ya (Sebil Yayinları, 1994, s. 385-386) adlı hatıralarını masama getirip okuyayım da dikkatle dinleyin:

“Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâra bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayandan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”

Hadi diyebilirsiniz ki, İsmail Hakkı Okday bu toplantıya katılmamıştı, bilgileri kulaktan dolmadır. Peki şuraya bizzat katılan Sadrazam İzzet Paşa’nın hatıralarında anlattıklarına ne diyeceksiniz:

“Müzakere garip bir tarzda geçti… Ayan’dan Topçu Rıza Paşa merhum, gür sesiyle itiraza kalkıştıysa da, Sadrazam onu çirkin bir şekilde susturdu ve mecliste düşünce ileri sürülemeyeceği, mesele oya konulacağı zaman kabul edenlerin ayağa kalkması, etmeyenlerin yerinde kalması gerekeceğini kahraman bir eda ile ihtar etti. Bunun üzerine Zât-ı Şahane [Vahdettin]: “Böyle müzakere olmaz. Fayda ve zararlarına dair burada bulunanların görüşleri dinlenmelidir” buyurdular. Ferit Paşa bunun üzerine galiba daha önce konuşup anlaştığı bazı kişilerin görüşlerini sormuş, bunlar da hep kabul tarafında görüş ortaya koymuşlardır. Kabul edenler ayağa kalksın denilmesi üzerine Zât-ı Şahane birdenbire kalkıp salondan çıkınca herkes de tabiî olarak ayağa kalkmış, komedya da bu şekilde sona ermiştir.”

Görüldüğü gibi İzzet Paşa bizi olayın iç yüzüne götürüyor. Buna göre Vahdettin, Sevr’i onaylamak için değil, toplantının Sevr’i onaylatmak üzere taraflı bir tarzda yürütülmesini protesto mahiyetinde, belki de biraz öfkeli bir şekilde ayağa kalkmış ve çıkıp yan odaya geçmiştir.

Şimdi o ayağa kalkma meselesinin içyüzü anlaşıldı mı acaba? Özetleyelim o halde:

1) Bir kere bu tür şuralarda padişahın oy hakkı yoktur ki! O konuşulanları dinler, kararın kendisine bildirilmesini ister ve sonuçta onaylar veya onaylamaz.

2) Ayağa kalkarak oylama yapılması çağrısı yapılınca padişah, konumu gereği dışarı çıkmış ve o çıkarken şura üyelerinin hepsi saygılarından ayaklanmış, bu da Damat Ferid tarafından Sevr’in onaylandığı şeklinde yorumlanmış, yani oylama tam anlamıyla bir oldu bittiye getirilmiştir.

3) Topçu Rıza Paşa ise oyuna geldiğini anlayınca oylamayı protesto maksadıyla yerine oturmuş ve bu yüzden de aleyhte çıkan tek oy onunki sayılmıştır.

Kuşkusuz 1921 Yazı gibi feslerin bir baştan öbürüne uçuştuğu bir ortamda meselenin içyüzünü bilebilecek durumda olmayan Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir gibi Milli Mücadele önderleri, ayağa kalkıp Sevr’in imzalanmasını onayladığı sonucunu çıkararak Vahdettin’in hainliğine hükmetmişler, bu da onun ihanetine yeterli delillerden biri sayılmıştır. Halbuki o toplantıyı protesto maksadıyla ayağa kalkmıştır.


Anlayacağınız, bugün Gül’ün salondan ayrılmak üzere ayağa kalkmasını Anayasa Mahkemesi Başkanı’na hulus çakmak şeklinde yorumlayanlar, bir zamanlar aynı iftirayı Vahdettin’e de atmışlardı.

Allah’tan şimdi hemen düzeltme imkânı bulunabiliyor. Buna da şükür!

Zaman

Sinan Tavukçu
Vahdettin’in Cenazesi Hacizden Nasıl Kaçırıldı?
Bir Sırrın İfşası…


Bugüne kadar, Sultan Vahdettin’in cenazesinin içinde bulunduğu tabutun, borçları dolayısıyla İtalyan haciz memurları tarafından haczedildiği, bir ay sonra borcunun ödenmesi ile cenazenin defnine izin verildiği bilinmekteydi. Timaş Yayınları tarafından “Sultan Vahdettin’in San Remo Günleri” adı ile yayımlanan Rumeysa Aredba’nın hatıralarında, Sultan Vahdettin’in cenazesinin değil boş tabutunun haczedildiği, cenazenin hacizden nasıl kaçırıldığı anlatılarak bilinmeyen bir sır ifşa edilmiştir. Rumeysa Aredba, Padişahın İtlaya’da sürgünde birlikte yaşadığı maiyetine mensup bir hanımdır.

Rumeysa Hanım’ın anlatımına göre, Sultan Vahdettin Han’ın vefatının sabahı, padişahın ikamet ettiği Villa Manolynın önü vefatı haber alan insan kalabalıkları ile dolar, mahşer yerine döner. Rumeysa Hanım ve diğer hanımlar taziyeye gelen misafirlerle meşgul olurlarken, villa içinde bir kıyamettir kopar. Villaya polis nezaretinde gelen haciz memurları itirazlara, ayıplamalara rağmen cenaze evinin odalarını ve eşyalarını mühürlemektedirler. Bundan sonra yaşanan olayları Rumeysa Hanım aşağıdaki gibi anlatır:


“Alt kattaki patırtı gürültü devam ederken Hayreddin Ağa odaya gelmişti. Ağlıyordu:

“Efendimizin naaşını haczettiler.” deyince cümlemiz şaşkın ağaya baka kalmıştık. Allah’ım bu nasıl olurdu. Bu insanlarda vicdan diye bir şey yok muydu? Cenazeye de mi haciz konulurdu? Haykırarak tekrar ağlamaya başladık. Derhal alt kata koştuk ve kendi gözlerimizle tabutun haciz edilmesini gördük. Seniha Sultan oradan atıldı:

“C’est non humain que vous faites?” diye bağırıyordu.

Seniha Sultan’ın feryadı esnasında Müveddet Kadın bulunduğu yere düştü bayıldı. Memurlar zavallı kadına acımış olacaklar ki yardım etmeye çalışırken o vakit odada bulunan Tahir Bey yanıma gelerek sessizce:

“Aman, Efendimiz tabutta değil, biz merhumu yan salona taşıdık, memurları oyalayın, yoksa bu gözü dönmüşler zatı şahanenin naaşına hacziz koyacaklar” demez mi?

Ben haliyle şaşırdım, ancak verilen görev mucibince hiç düşünmeden İtalyan memurun koluna sarıldım ve:

“a cause de Dieu, ils l’aident, ils vont chercher vite un docteur!” dedim.

Bunlar pek heyecanlanarak dışarıya koştular.”

Bundan sonra, memurlar bir doktor bulup getirirler. Neredeyse San Remo ahalisinin tamamı villanın önüne toplanmıştır. Başkadın Efendi tabutun üzerindeki haciz kâğıdını kızgınlıkla yırtıp yere atar. “Bu kirli kâğıdın efendimizin tabutunu lekelemesine izin vermem!” diye bağırmaktadır. Rumeysa Hanım hatıralarını anlatmaya şöyle devam eder:

“Bu hadise memurları bir müddet oyalayacaktı. O esnada yan salonda olan efendimizin naaşı hizmetçi merdivenleri kullanılarak alt kata indirilmiş ve orada boş bir odaya konulmuştu. Haciz memurları bütün feryadımıza rağmen tabutu tekrar mühürledikten sonra odadan ayrıldılar. Daha sonra bütün Harem erkânı tekrar üçüncü kata çıkarıldı. Hayrettin Ağa orada bize her şeyi anlattı. Cenaze alt kata indirilmiş ancak kapının önünde polisler nöbet tuttuğu için dışarı çıkaramamışlardı.

“Peki, şimdi ne olacak?” diye soran Nevzad Hanım’a Hayreddin Ağa şöyle cevap verdi:

Kadınefendiler alt kata insin ve büyük salonda yüksek sesle ağlasınlar, biz o esnada cenazeyi Faruk Efendi’nin getirdiği arabayla serseccadecinin şehirdeki evine götüreceğiz” dedi.

Villada bulunan kadınların bir kısmı boş tabutun bulunduğu odada toplanarak feryad-ü figan ederler. Burada bulunan İtalyan polisleri bu hengâme karşısında şaşkına dönerler. Rumeysa, Besime ve Nazife Hanımlar ise Hayreddin Ağa ile birlikte villanın zemin katına inerler. Bir masanın üzerinde kefenli vaziyette bulunan Hâkanın naaşı etrafında Faruk Efendi, Sami Bey, Tahir Bey, İbrahim Bey beklemektedir. Sami Bey kadınlardan birisinin arka kapıdan çıkarak bayılmasını, diğer kadınların da nöbetçi polise giderek yardım istemesini söyler. Bayılma rolünü Besime Hanım üstlenir. Diğer kadınlar nöbetçi polislerden, bayılan kadının üst kata çıkarılmasını rica ederler. Kadınlar üst kata çıkana kadar, beyler Hâkanın cenazesini Faruk Efendi’nin evvelden getirmiş olduğu arabaya koyarak götürürler. Bu suretle Vahdettin Han’ın cenazesi haczedilmekten kurtarılmıştır.

Bundan sonra cenaze serseccadeci İbrahim Bey’in şehirdeki evine götürülerek orada yeni bir tabutun getirilmesine kadar bekletilir. Yeni tabut, şüphe uyandırılmasın diye, başka bir isim adına sipariş edilmiştir. Sultan Vahdettin Han’ın kaçırılan naaşı Şam’a götürülerek orada, Sultan Selim Camisi’nin avlusuna defnedilir.

Villaya taziyeye gelenler, içi boş tabutun bulunduğu salonda taziyelerini sunarlar. Bu durum, borçların Sabiha Sultan’ın mücevheratlarının satılarak ödenmesine kadar, bir ay boyunca devam eder. Hacizli tabut, 1926 Haziran ayında düzmece bir cenaze alayı ile villadan kaldırılır. Cenaze töreninde Faruk Efendi, Ulviye Sultan’ın eşi Ali Haydar Bey ile kadın efendileri götüren arabanın yanındaki Mazhar Ağa’dan başka hiç kimse bulunmaz.

Aslında, Sultan Vahdettin Han’ın cenazesinin haczedilmeden kaçırıldığı hususu, daha önce Ref’i Cevat Ulunay tarafından “Bu Gözler Neler Gördü?” başlığı ile 22 Kasım 1969’da Tercüman’da yayımlanan hatıralarında anlatılmıştı. Murat Bardakçı “Şahbaba” kitabında, cenazenin kaçırılması olayını, Ref’i Cevat Ulunay’ın kurguladığı dramatik bir senaryo olduğunu söylemişti. Rumeysa Aredba’nın hatıralarıyla teyid edilen bu olay Ref’i Cevat Ulunay tarafından aşağıdaki gibi anlatılmıştır.

“… Faruk Efendi Nice ile telefonda konuştu.

-Pederim parayı sakallı Reşid Bey’le gönderiyor. Cenazeyi Suriye’ye o götürecek dedi. İki-üç saat sonra da Sakallı Reşid Bey lazım gelen parayı hâmilen Villa Manolya’ya geldi.

Tahir Bey, Ertuğrul Efendi’nin hocası Mahir Bey’le Sami Bey’i, Hayreddin Ağa’yı, seccadecibaşıyı, ibrikçibaşıyı ağalar dairesinde toplanıp bağırmaya devam eden bakkal, çakkal güruhuna gönderdi.

-Bu adamları avutunuz, o müddet zarfında biz cenazeyi kaçıralım.

Berberbaşı istasyona koşturdu. Tek atlı bir yük arabası bahçenin açılmaya açılmaya kol demiri paslanmış kapısının önüne getirildi.

Sandığın tabut olduğu belli değildi, içinde bir ölü yattığı da malum olmuyordu.

Tahir Bey:

-Bir cenaze nakledildiğini belli etmeyin. İçinde öteberi olan bir tahta sandığı Cenova’ya gönderiyoruz. Onun için yalnız iki kişi tutup indireceğiz.

Adamlara yakalarını yırtarak yüksek sesle ağlamaları emredildi. Sandığı başından Şehzade Faruk Efendi, ayak tarafından da Tahir Bey tuttu. Bahçe kapısından çıkarıldı, arabaya konuldu. Arabanın arkasında Sakallı Reşid Bey, bozuk kaldırımlar üzerinde haldır huldur, istasyona doğrulduk.

… İmparatorluğun bu inkırazı karşısında yüreğim burkuldu ve içimden bağırdım:

-Koca Kanuni! Gel bak, kurduğun imparatorluk ne oldu?”

sinantavukcu@yahoo.com.tr
haber10

Fevzi (Çakmak) Paşa Ankara Meclisi'ndeki ilk konuşmasını 27 nisan 1336** Salı günü Mustafa Kemal Paşa' nın Reis sıfatıyla açtığı 5. ictimanın ikinci celsesinde yapmıştır.

Konuşma şöyledir;

"Reis Paşa* - Meclisi açıyorum, evvela müsaade buyrulursa, çelebi efendi hazretlerinin bir takriri var okusun.

Katip Haydar Bey tarafından İstanbul' a bir heyet izamı hakkındaki takrir okundu. Kemal Paşa bu takriri ileri sürmekle Fevzi Paşa' ya söz verme fırsatını elde etmek istiyordu. Lakin buna sıra gelmeden Celaleddin Arif Bey*:

- Müsaade buyrulur mu? Fevzi Paşa hazretleri olayları şahsen görmüşlerdir, ihtisasatını tamamiyle bize bildirmeleri için kendilerinden istirham edelim, ihtisasatını bildirsinler, ondan sonra bu müzakereye vaaz edelim.

' Bahsedilen bu takrir Konya Mebusu Abdülhalim Çelebi ve arkadaşları tarafından meclise İstanbul ile anlaşmanın biricik selamet yolu olduğu hakkında verdikleri takrir idi.'

Reis Paşa - Fevzi Paşa hazretlerinin 5-10 dakika evvel istikbal ettik, yeni vasıl olmuşlardır. İstanbul' un ahvalinden, zatı şahanenin zatından, muhitinden, yakınından malumatta bulunuyorlar, tensip buyurursanız heyeti muhtereminize lazım gelen izahat ve malumatı ita buyursunlar.( hay hay, rica ederiz sadaları)

Fevzi Paşa alkışlar arasında kürsüye geldi.

Fevzi Paşa - Evvelemirde İstanbul' un esaret muhitinden kurtularak Ankara' nın hür muhitine geldiğimden dolayı cenabı hakka hamd ü şükran ederim.(alkışlar) ve beni karşılayan arkadaşlarıma derin şükranlarımı takdim ederim.

Efendiler; gerek padişahımız hazretleri ve gerek bendeniz 500 senelik baki payitahtımızın ilk defa düşman tarafından işgali faciasını görmek bedbahtlığına uğramış felaketzedelerdeniz. üç gün evvel İstanbul' un işgal edileceği haberi alındı. bunda bilhassa islam kanı dökmek ve bilhassa dökülen islam kanlarıyla yine islamları mahkum etmek cihet hainanesi düşmanlarımızca düşünülmüştü. bunun için gereken emir ve tebligat yapıldı ve ben bizzat harbıye nezaretinde gece gündüz mevcut bulundum. o gece ingilizler otomobillerle İstanbul, üsküdar, beyoğlu muhitine bahriye efradı çıkararak lazım gelen noktaları tuttular ve sırf fesat başlangıcı olmak üzere şehzadebaşı' ndaki 10. Kafkas Fırkası Karargahında bulunan karargah efradı üzerine hücum ederek mızıkacı erleri şehit ettiler.(kahrolsunlar sadaları) mızıkacı erleri meydana çıkararak birer birer öldürdüler. bir kısmı pencereden aşağı atıldı, bir kısmı yataklarında öldürüldü, bunların resimlerini fransızlar çıkarıp Avrupa'ya gönderdiler.(Allah rahmet eylesin sadaları) ancak evvelce verilen talimat ve daha sonra yapılan yayınlar sayesinde erler silahlı olarak sokaklarda bulunmadı. kışlalara çekildi. hiçbir tarafta kimsenin burnu kanamaksızın ingilizlerin fesatçı maksatla hazırladıkları tertip ve teşebbüsleri tanrıya şükürler olsun yalnız beş on neferin şehadetiyle neticelendi. o sırada İngilizler harbiye nezaretini işgal ederek benim nezaret odasına kadar süngülü neferlerini soktular. lazım gelen emirleri vermekliğimi tebliğ ettiler. zaten evvelce emir verildiği için ben kendilerini sükutla karşıladım. ancak göğüsüne düşman süngüleri dayanmış bir harbiye nazırı istanbul' un artık hür ve hilafet makamı meziyetini görmüş bir harbiye nazırı sıfatıyla pek üzgün bulunuyordum. derakab sadrazam' a malumat verdim. kabinenin toplanmasını emretti. o sırada 400' den fazla iki sıraya dizilmiş süngülü İngiliz eratı arasından geçerek kapılara birikmiş ermeni ve rum ahalinin hakaretli nazarları arasında( kahrolsunlar sadaları ) geçerek sükûnetle babıâli' ye gittim. hükümet lazım gelen protestoyu herhalde milletin şerefine lâyık bir surette yazmakta kusur etmedi ve o sırada gerek milli meclis' e karşı yapılmakta olan ve gerekse meclisi milliye karşı yapılmış ahvali, gerek askerlerimizin uyurken öldürülmesini protesto etti. bilhassa harbiye nezaretine karşı yapılmış tecavüzü protesto etti.

Ancak İngilizlerin maksadı etrafı korkutmak için nezaret makamında bulunmuş bir takım zevatı ellerine kelepçe vurarak yalın ayak, başı kabak, yük otomobillerine atarak hareketle şuradan buradan toplattıklarını haber aldım. sebebi sorulduğunda hiçbir cevap alamadım. mesele münevverlere karşı büyük bir tehdit savurmak ve İstanbul' da hakimi münferit kesilmek istedikleri anlaşılıyordu.

Cuma selamlığına gittiğim sırada zâtışâhane' nin selamlığa çıkıp çıkmamasını ingilizlere sormağa mecbur olduk. çünkü efendiler silahlı bir neferin dışarı çıkmasına müsade etmiyorlardı. halbuki zatışahane ve makamı hilafet şimdiye kadar tabii kuvveti cismaniye göstererek silahlı bir askeri kıta arasından adet olduğu üzere camii şerife teşrif buyurmaları lazım geldiğinden biz buna şüphesiz cesaret edemedik. böyle bir vaziyette ingilizlerin gelip silahları toplaması suretiyle hilafet makamını büsbütün hakir mevkiye düşürmesini istemedik. böyle bir vaziyette taviz vermeye mecbur olduk, asker göndermeye yalnız denizcilerden 50 kişilik bir müfreze gitti. daha sonra İngilizler müsaade istediler, sırf maiyeti seniyede bulunan biraz asker geldi. onlarından arasından zatışahane çok üzgün olarak geçerek camii şerife teşrif buyurdular.

Fazıl Paşa* - Hangi camiye paşam?

Fevzi Paşa - (devamla) Yıldız' da Hamidiye Camiine efendim. Namazdan evvel beni kabul ettiler, fevkalade müteheyyiş bulunuyorlardı. buyurdular ki ben böyle azabı elim içinde camiye gitmek istemiyordum. fakat vazifei diniyedir. vazifeyi diniyeyi geri bırakmayı münasip görmedim. cenabı hakka karşı bir ibadettir, ancak elli senelik mesainin gerek benim ve gerekse sizin kabinenin üzerine yıkıldığını görmekle fevkalade üzgünüm. enkazın altında ezildik, diyerek teessüf buyurdular. ayağa kalktılar, birkaç defa büyük üzüntü ile bendenize hitap ettiler. teselli verecek hiçbir şey yoktu. birkaç defa ingilizler harp gemilerinin toplarını çevirmişler, güya uzaktan atılamazmış gibi köprüye kadar sokularak zırhlıların bir kısmıyla her türlü tehditleri yapmakta kusur etmemişlerdi. oradan çekildik, hergün yeni tevkifler ve tehditlerle karşılaşıyorduk. zatışahane ertesi günü selamlıkta bendenizi tekrar kabul buyurdular. dediler ki; aman anadolu ile irtibatı temin ediniz, bendeniz dedim ki; irtibat müheyyadır, ancak ingilizler mani oluyorlar. her bir telgrafımızı kontrole tabi bulunuyorlar. şüphesiz her bir suhuleti gösteriyoruz, ancak ingilizler tarafından duçar olduğumuz güçlük bizi büyük bir tazyik içerisinde bulunduruyor. bu maruzatın üzerine; sakın siz çekilmeyiniz ve anadolu ile irtibat tesis ediniz buyurdular. bendeniz bu ferman üzerine yaverimi göndermek hususunda teşebbüs ettiğim gibi kabine de bazı zevatın gönderilmesine teşebbüs etti. ingilizler muvafakat ettiler. gönderildiğini ve her bir taraftan da bazı kolordularla irtibatlarımız arzettiğim vakit fevkalade memnun oldular. ve bu suretle meselenin hüsnü suretle hallolacağını ve İstanbul' un işgalinden ingiltere' nin beklediği gayenin artık kaybolmak üzere bulunduğu hissolunuyordu. biz de memnunduk. bu sırada efendiler, bendeniz, üzerinde vaki olan tazyikler de kaldırıldı. çünkü samimiyetle ingilizlere diyordum ki; tehdit ile birşey yapamazsınız. siz bizi tatmin ederseniz hayat bahşedersiniz, biz herşeyi yapmaya hazırız ve bu tatmin de benimle olmaz, belki kabineyi tatmin ediniz, bu ricamız aksi tesir yaparak hergün kabineye nota bombardımanı başladı, gece gündüz şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş gibi en ufak şeylerle kabineyi taciz ederek çekilmeye icar ettiler. Filhakiki kabine de bir iki hafta müddetle baskıya dayandı. bu tazyiklerin esasını efendiler kuvayi milliye' nin red ve kabahatlendirilmesi teşkil ediyordu. kavuya milliyeyi reddediniz diyorlardı. bizce kuvayi milliyenin haksız işgallerden ortaya çıktığını, izmir' in işgalinde yunanlıların birçok zulüm yaptıkları Avrupa' nın bitaraf devletler tarafından tasdik olunduğu görünürde iken bizim kuvayi milliyeyi ve bu tazyikten doğmuş cepheyi reddetmemiz doğrudan doğruya milletimize bir ihanet olurdu. biz bunu yapamayız.( alkışlar) İzmir' in bununla beraber şark vilayetlerinin tecavüzüne uğrayacağına dair sık sık rivayetlerin ortaya çıkması ve bir pontus hükümetinin trabzon, samsun havalisinde karadeniz sahillerinde zuhur etmek üzere bulunduğuna dair pek çok havadislerin dolaşması, büsbütün milleti heyecana getirdi ve bu suretle kuvayi milliye teşekkül etmiştir. bu teşekkülden maksat milletin haksız olarak duçar olduğu saldırılara karşı ırz ve namusunu meşru bir surette savunma ve muhafaza etmek istiyordu. orduyu kullanamıyoruz, millet bunu görüyor. tabii meşru nefis müdaafasında bulunuyor, milletin bazı harekâtı vardır. biz bunu reddedemeyiz. ancak şunları reddederiz. kuvayi milliyenin namına bazı taşkınlıkların harekatı vardır, millete bazı yerlerde fenalık yapanlar bazısını öldürür, bazısını kaldırır, bu harekat milletin arzusu dahilinde değildir. keyfi bir takım ticaret yapanları reddetmek istiyoruz. fakat umumiyet itibariyle kuvayi milleye namına bir reddiye yazmak doğrudan doğruya kendisini iskât etmek demektir. hükümet ancak milletin arzusu ile ve millete faydalı olmak için iktidar mevkiine gelir. milletin zararı için mevkii iktidarda duramaz. bizim bu nota teatisi esnasında tekrar bir olay oldu. dediler ki nerde Kuvayi Milliye köprüleri bozdu ise oradan İstanbul' a erzak gelmiyor. istanbul aç kalırsa kuvayi milliye evvela sorumludur. sonra da siz sorumlusunuz, çünkü Kuvayi Milliyeyi reddetmediniz, ve bu devirde şunu da söylemekten çekinmediler ki biz Amerika' dan un getireceğiz, fakat bunu hristiyanlara vereceğiz, islamları düşünmeyeceğiz.(kahrolsunlar) maksat bize tazyik edip, illaki Kuvayi Milliye'yi red ve tel in ettirmekti. tekrar bendeniz bunu üzerine telgraflar yazdım. aman köprüleri bozmayınız, erzak gönderiniz buraya, biliyordum bunların tesiri olamazdı. nihayet efendiler bir nota yazdık. şimdiye kadar arzettiğim hususatı tafsilatlı olarak hikaye ettik, çünkü bu arzettiğim maddelerin bir kısmı hariciyemize giriyor, şifahi notalarla, şifahi takrirlerle anlatılıyordu. bunlar tarih sayfalarına geçmeyecek ve inkâr edecekler diye bunları tafsilatlı olarak yazdım. bir nota yazdık ve bu notada dedik ki bizim maksadımız sulhü sağlamaktır ve bu sulh ile biz bizzat osmalıların memleketini kurtarmak değil, dünya sulhûnü temin edeceğiz. millete kabul ettireceğiz ve sizin bize bahşedeceğiniz adilane şartlarla sulh yapacağız. ve millete ayrılık gayrılık olmama hissini bizim kabine tekeffül ediyor, bu kadar sulhe istekli ve kendisini ortaya atan bir kabineyi ne yolda telakki edecektir? düşmanlarımıza bunu anlatmak istiyorduk, madem avrupa sulh istiyor, sulh yapıldıktan sonra açıklanacaktır. biz bunu tekeffül ediyoruz. biz yapacağız diyoruz, bu gayet ağır, belki altından çıkamayacağımız müşkülata vatan aşkıyla giriyoruz. fakat acaba ingilizlerin fikri nedir? ingilizlerin teklifi nedir? bunu anlamak efendiler, ingilizler bu teklifimizi kabul etmediler.(hay hay sadaları) ve bunun üzerine bir mazbata yazdırdık. Babıâli' de kabinenin sulhçü siyaseti ingilizlerce kabul olunmuyor ve İngilizlerin maksadı bizim içimize nifak sokarak birbirimize düşürmektir. ( kahrolsunlar sadaları) maalesef bir heyet de bulmuşlar, harb istiyorlar. fakat böyle bir harb ki kendilerinin burnu kanamaksızın birbirimize düşürmek ve harbetmek istiyorlar. yine maatteessüf zatışahane tazyik içinde bulunduğu için biz durduk, tahammülün fevkinde baskıya uğradık, en nihayet bize dediler ki, efendiler... gayet ağır muameleye duçar olacaksınız, yani bizi babıali' den süngü ile atacaklar, bunu ihsas ettiler. biz buna tahammül edecektik. ancak o zaman hükümet merkezi istanbul' da kalamazdı. biz çekildik, bizden sonra kabine bir iki gün kurulamadı, ancak tabi malumatımız var. bu kabinenin teşekkülü ile beraber benim temasa geldiğim gerek o kabine erkânından zevatın, gerekse harbiye nezaretinde bulunan arkadaşlarımdan aldığım bilgiye nazaran kabineye tazyik icra ettiler, fetvayı veriniz diye. nihayet o fetvayı aldılar. malumunuz olduğu üzere o fetva ingiliz süngüsü ile alınmış islâmı sinesinden birbirine düşürmek için, ilk defa yazılmış acı bir vesikadır. milletin hakikat hissi ümit ederim ki bu fecaatı görecek ve bunun ehemmiyetini sıfıra indirecektir. ( şüphesiz sadaları )

Refik Bey* - Zaten yoktur, inmiştir.

Fevzi Paşa (devamla) - Efendiler, bendeniz İstanbul' dan daha evvel çıkmak istiyordum. ancak temasım evvela ingilizlerin siyasetini anlamak hususuna matuf idi. anladım. bunda hiç şüphem kalmamıştır. saniyen ingilizlerin askerlikçe ne yapacaklarını tedkik etmek idi. bunların en büyük arzuları içimizdeki bazı hayinleri teşvik ederek millet arasına kan düşürmek ve bu kan ne kadar genişlerse işleri o kadar kolaylaşacaktır. ve bunu söylemekten de çekinmiyorlardı. yani en ağır ne olursa olsun bizi mahvedecek, sulhü imza etmeye rıza göstermiyoruz, biz buna rıza gösterecek bir heyet bulacağız, fakat rıza gösterecek heyet millet namına olsun, buraya dikkat isterim.

Müşfik Bey* - Kabul etmez millet.

Fevzi Paşa (devamla) - Yani diyorlar ki, sulhü milletle yapacağız, bunun için siz milleti elinize alınız, millet elimizde deyiniz, ondan sonra biz sulhü yaparız. bu ne demektir efendiler? birbirinizle boğazlaşınız, kuvvetsiz ve zayıf kalınız, biz de bir ingilizin burnu kanamadan Anadolu' yu istila edelim, sizi esir edelim demektir.( kahrolsunlar sadaları) allah' ın lutfundan kuvvetle umud ederim ki ingilizler şimdiye kadar bir çok şeylerde aldandıkları gibi - Çanakkale hücumunda olduğu gibi - bu meselede de aldanacaklardır.( alkışlar ) bunları aldatan efendiler birkaç haindir. ve bu hainler içimizde ne kadar az olursa, biz birbirimizle nifak halinde ne kadar azimkârane hareket edersek, ingiliz planı tamamıyla ve o kadar çabuk suya düşecektir. bizde bir fenalık ortaya çıkarsa, derakab bastırılır ve ingilizler görürlerse Türkler tek bir kitle halinde kendi hayat haklarını istiyorlar, bunu görürlerse efendiler, istikbalimizi kurtardık demektir. (alkışlar)(inşallah sadaları) bendenizin hissiyatı bundan ibarettir, hürmetlerimi arz ederim efendiler.(teşekkür ederiz sadaları)

Reis Paşa* - Paşa hazretlerinin verdiği bu izahatı bastırıp yayınlasak.(hay hay sadaları) Çelebi Hazretleri İstanbul' da bir heyetin izamı hakkında verdikleri takriri bu izahattan sonra geri alıyorlar.(alkışlar)

Mustafa Kemal Paşa bu olayı bütün Anadolu' ya müjdelemek için acele ediyordu. fetvalar, fermanlar, isyanlarla sarsılmakta olan, memleketin her tarafına telgraflarla şu tamim gönderildi;

Tamim
İistanbul' un elim durumu karşısında, orada herhangi bir surette vatan ve millete hizmet ihtimalinin kalmadığını gören eski harbiye nazırı Ferik Paşa hazretlerinin, milletin kurtarılması mücadelesine, bundan sonra Anadolu' da katılmak üzere, büyük zahmet ve tehlikeleri göze alarak İstanbul' dan tebdili kıyafetle Ankara' ya geldikleri tamamen tebşir olunur.

27 nisan 1336**
Mustafa Kemal

İstanbul' dan ayrılarak Fevzi Paşa' nın Anadolu' ya iltihakından sonra Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Millet Meclisi' nin açılışının ikinci gününde yaptığı gizli toplantıdaki konuşması esnasında ;

" Bugünkü kabineden önceki hükümette harbiye nazırı olan Fevzi Paşa hazretleri namus, haysiyyet ve şeref bakımından yakınen tanıyan arkadaşlarımızın da kabul ettiği üzere, şüphe ve tereddüd edilmeyecek üstün bir niteliğe sahiptir."

demişti. yine bir açıklamasında;

" İngilizlere hürmet edeceksiniz, ingilizlerin emrine gireceksiniz, böyle hareket etmediğiniz takdirde mahvolacağız. bu tarz hareketi vatan sevginizden beklerim. yazılarından bazı zayıf düşünceli insanlar bu kadar muhterem bir arkadaşın bu ifadesi karşısında, belki de durum böyledir diye şüphe edebilirler. biz ise böyle bir tereddüde lüzum görmedik ve bunun düşman tarafından zorla not ettirildiğine hükmettik. bu görüşümüzde yanılmış değiliz. zira bir vesile ile gönderdiği yaveri Kurmay Binbaşı Salih Bey* buraya geldi ve 'harbiye nazırı düşman süngüleri altındadır, emirleri zorla yazdırılıp imza ettiriliyor. o emirlere değer verilmemesi lüzumunu bildirmek üzere beni gönderdi' demişti." şeklinde bir açıklama yapmış olan Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa' yı hakiki cephesiyle milletvekillerine tanıtmak istemişti. ²

¹ Emekli General Salih Polatkan, Siyasi ve askeri yönleriyle Mareşal Fevzi Çakmak, Önsöz basım ve yayıncılık, 1981, sayfa, 34,35,36,37,38,39,40,41,42
² Emekli General Salih Polatkan, Siyasi ve askeri yönleriyle Mareşal Fevzi Çakmak, Önsöz basım ve yayıncılık, 1981, sayfa, 88,89

82. yılında Türkiye'nin resmi tarihi
AVNİ ÖZGÜREL

Nutuk’un hazırlanması da Meclis’teki sunumu da meşakkatliydi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, sabah ve öğleden sonra üçer saat olmak üzere beş gün boyunca Meclis’e hitap etti; kürsüde toplam 36 buçuk saat kaldı.

Resmi tarih dediğimiz şey, metni, kaynağı meçhul, varsayımlara dayalı olarak şekillenip mihenk taşı işlevi görmeye koşulmuş bir süzgeç değil. Üstelik sadece Türkiye’ye ya da sadece devletlere mahsus bir şey de değil. Her devletin bir resmi tarihi var; keza şirketlerin, cemaatlerin, terör örgütlerinin de. Amerika’nın veya Batılı bütün devletlerin resmi tarihleri ‘lekeden arındırılmış’ metinler.
Aynı şekilde dev şirketlerin veya büyük sermaye sahiplerinin tarihini/biyografisini yansıtan resmi yazımların çizdiği tablolar da ‘steril’.. Çağımızda terör örgütleri bile gerek yaslandıkları portreler gerekse varlık sebeplerini açıkladıkları belgelerde hangi olaylara ya da kimlere nasıl bakılması gerektiğini ortaya koymak ihtiyacını hissediyorlar. Amerikalı çocukların ülkelerinde yerli nüfusunun yok edildiğinden habersiz yetişmesini, Japon çocukların devletlerinin Mançunya’da sergilediği katliamdan birhaber olmasını, Pakistanlıların 1947’ye kadar ülkelerinin adının geçtiği tek bir kaynak bulunmadığı halde 5000 senelik tarihleri olduğuna inanmalarını sağlayan şeyin adı ‘resmi tarih’. Nazilerin resmi tarihi vardı, İsrail’in de resmi tarihi var. Tıpkı Katolik kilisesinin, PKK’nın, DHKPC’nin ve diğerlerinin olduğu gibi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihi de Atatürk’ün 1927 senesi Ekim ayın da toplanan CHP’nin 2. büyük kongresinde beş gün devam eden oturumlarında toplam 36 buçuk saat süreyle yaptığı konuşma. Yani ‘Nutuk’.

Neyin hesaplaşması
Evveliyatı vardı kuşkusuz ama kavga Lozan günlerinde dışa vuruldu. İsmet Paşa ve Türk heyeti 17 Kasım 1922 günü Lozan’a hareket etmiş, aynı gün Ankara’ya özellikle saltanatın devamını savunan milletvekillerini sarsan haber ulaşmıştı: Sultan Vahdettin Malaya zırhlısıyla yurt dışına kaçtı!
Bu gelişmeden bir hafta kadar sonra Lozan’da müzakereler alabildiğine sert şekilde devam ederken Başbakan Rauf Orbay Atatürk’ün BMM’deki başkanlık odasına gelerek onu Milli Mücadele’nin önde gelen komutanlarından Refet Bele’nin Etlik’teki bağ evine akşam yemeğine davet etti. Orbay, o günlerde Türkiye’nin Moskova büyükelçisi olup hariciyenin istişare için Ankara’ya çağırdığı Atatürk’ün yakın arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’un da yemeğe katılmasını istemiş Gazi de buna itiraz etmemişti.
Dört yakın arkadaş sofrada bir araya geldiler. Hal hatır sormayla başladı sohbet. Yemeğe geçilmesinden önce davetin sebebi olan konuya Rauf Orbay girdi. Atatürk’e döndü ve ‘Kemal’ diye söz başlayıp ‘Kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Lakin yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bazı hususlar var, bugün seninle onları da konuşmak istiyoruz’ diye devam etti. Kendisini sıkıntılandıracak bir şeyler işiteceğini anlamıştı Atatürk ama belli etmedi hissiyatını ‘Elbette, buyurun, konuşalım’ dedi. Ve Rauf Orbay açtı mevzuyu: ‘Kemal, mesele şu ki, Meclis senden korkuyor, o yüzden kimse doğrudan sana gelemiyor. Herkes tüm şikayetlerini rahatsızlıklarını başbakan olarak bana iletiyor.’ Şaşırmış gibi yaptı Gazi. ‘Neyimden korkuyorlarmış’ diye sordu. ‘Senin cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı resmi olarak da bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!’
Bu sözler karşısında ne diyeceğini bilemiyor, soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu Atatürk. Rauf Bey ise fırsat bulmuşken içini döküyordu: ‘Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, biz de sana yardım ettik. Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre artık emaneti sahibine iade etmenin zamanı geldi.’
Gazi yemek davetinin bahaneden ibaret olduğunu anlamıştı Mustafa Kemal. ‘Ne demek istediğini gayet iyi anladım. Peki Rauf, Sultan Vahideddin için sen ne düşünüyorsun’ diye sordu. Orbay bu soru karşısında zihnindeki düşünceyi en açık haliyle ortaya koyması gerektiğinin farkındaydı. Lafı dolandırmadı: ‘Babam padişahın başmabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok. Üstelik, madem sordun, söyleyeyim. Padişah bir İslam halifesi, ben de Müslümanım. Dini terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım.
O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil. Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de bu yönetimidir, cumhuriyet değil..’ dedi.
Yüz hatlarının gerilmesinden Atatürk’ün iç dünyasında fırtınalar koptuğu belli oluyordu. Ama yine itidalini korumaya çalışarak ev sahibi Refet Bele’ye döndü; ‘Sen ne düşünüyorsun’ diye sordu. O da en yalın haliyle ifade ettiği kanaatini: ‘Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum Paşam!’
Köşeye sıkışmış hissetti kendisini Gazi. ‘Benden ne yapmamı istiyorsunuz’ diyebildi sadece. ‘Yarından tezi yok, kürsüye çık, bunları yapmayacağına dair söz ver
Meclis’te’ dedi Rauf Bey.
Bir an düşündü Atatürk ne yapması, ne demesi gerektiğini... Sonra ‘Bana bir kâğıt verin...’ dedi.
Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar, içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına yazdı: ‘Günü geldiğinde padişahla ilgili kararı en yüce icrai organ olan BMM verecektir!’ Yüksek sesle okudu yazdığını ve sordu: ‘Bu sizi ve Meclis’i tatmin eder mi? Yarın kürsüye çıkıp bunu okursam, sizce Meclis tatmin olur mu?.’ Olur, dedi Rauf Orbay. ‘Yarın çık yarın kürsüden oku bunu!’ Mustafa Kemal dışındaki üç kişi de Meclis’ten saltanat makamı aleyhinde bir karar çıkmayacağından emindiler, rahatlamışlar davetten murad edilen elde edilmişti.

Yollar ayrıldı
Atatürk’ün en yakın arkadaşlarıyla yolu o gün ayrıldı.. Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu Gazi. Bunun Meclis’le ve komutanlarla tartışmaya girmeden atlatılması gereken bir kriz olduğundan başka bir şey yoktu kafasında. Fırsat doğana kadar bekleyecekti. 1921 Anayasası’na göre iki yılda bir seçim yapması gerekiyordu. Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Dolayısıyla seçim kararı alındı. Gazi, artık ayakbağı olarak gördüğü milletvekillerinden kurtulma fırsatını bulmuştu. Komutanlar onun bu niyette olabileceğini düşünüp yeni bir plan kurdular. Ancak bu defa rest değil kılıç çektiler. Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasası’nda yapılacak küçük bir değişiklikle maksat hasıl olabilir görünüyordu. Önergeyi komutanlar değil Erzurum, Samsun ve Mersin’den üç milletvekili hazırladı. Buna göre doğum yeri Misak-ı Milli dışında olan kişiler ve milletvekili olmak istediği vilayette ikameti beş seneden az olan kişiler milletvekilliğine aday olamayacaklardı. Özel olarak kendisi için hazırlandığını fark etmişti Mustafa Kemal. Hem doğum yeri Selanik Misak-ı Milli hudutları dışındaydı hem de askerlik mesleği dolayısıyla hayatı boyu değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı. Belgenin altındaki imzalar farklı olsa da tuzağı kuranlar en yakın silah arkadaşlarıydı.
Meclis başkanı önergeyi okuttuktan sonra kürsüye çıktı. Ve o zamana
kadar yaptığı konuşmalarla kıyaslanmayacak derecede öfkeyle konuştu.
‘Doğum yerim Selanik Misak-ı Milli sınırları dışında kalırken, devlet Selanik’i
tek kurşun atmadan Yunan’a verirken ben diğer bir yurt köşesi olan Derne’de savaşıyordum... Hiçbir yerde beş yıl oturamadım. Otursaydım, Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de, Çanakkale’de, Kafkaslar’da, Sakarya’da olamazdım. Ama ben oralarda olmasaydım bu önergeyi veren efendilerin doğum yerleri de Allah korusun sınırların dışında kalırdı... Şimdi millete soruyor ve cevabını bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünüyor?...’
Meclis bir anda ‘Hayır.. Asla..’ nidalarıyla inlemeye başladı. Ertesi gün binlerce telgraf yağdı Meclise. Önerge geri çekildi ve Mustafa Kemal Ankara’nın Bala ilçesinden milletvekili seçilerek Meclis’e girdi.
İşte bu olayı hiç unutmadı Atatürk. Nutuk’ta en ince ayrıntısına kadar yer verdi yaşadığı tabloya ilişkin değerlendirmelerine..

Nasıl yazdı?
Gerek Falih Rıfkı Atay’in Çankaya’sında gerekse farklı kaynaklarda Nutuk’un yazım sürecine ilişkin hayli bilgi var. Atatürk askerlikten kalma alışkanlıkla çok fazla not tutmuştur zaten. Ancak bunları gözden geçirmek ve metne aktarmak kolay olmamıştır. Gerçi Meclis kürsüsünde okumuştur metni Atatürk ama resmiyette hitabettiği heyet milletvekilleri değil CHP delegeleridir. Bilinen onun bu çalışmayı üç ay sigara ve içkiye ara verip anlattıklarını kâğıda döken yaverleri sekiz saate bir değiştirerek hazırladığı. Yakın çevresindekilerin anılarında ifade ettiklerine göre ara ara yanıbaşına yerleştirdiği su dolu kapta ıslattığı pamukları gözkapaklarına koyarak uykuyu yenmeye çalıştığı. Rıza Soyak bir defasında masadan hiç kalkmadan ve uyumadan 36 saat oturduğunu söylüyor. Falih Rıfkı ise yaverlerden birinin baygınlık geçirdiğini.
Nutkun okunması zahmetli oldu. Sabah ve öğleden sonra üçer saat olmak üzere beş günde toplam 36 buçuk saat kürsüde kaldı Atatürk. Ve yine anılarda ifade edildiğine göre üç gün sırtüstü yatarak üzerinden atabildi yorgunluğu...
Kaynak: Radikal

Etiketler: vahdettin, osmanlı ingiltere asya hilafet tasfiye Lord Ponsonby Rusya Yıldız Esas Evrakı lozan antlaşması inönü mustafa kemal atatürk meclis tarih

"Dedem hain değildi"
Sultan Vahideddin'in torunu Hanzade Özbaş, Tarihin Arka Odası'nda konuştu
05 Aralık 2010

Sultan Vahideddin'in torunu Hanzade Özbaş, Tarihin Arka Odası programında Murat Bardakçı, Erhan Afyoncu ve Pelin Batu'nun sorularını yanıtladı.

Sultan Vahideddin'in ailesinden bir kişinin ilk kez bir canlı yayına katıldığı programda Özbaş, "Dedeniz hain miydi?" sorusunu yanıtladı:

"Dedem hain değildi. Ben, ilkokulda dedemin hain olduğu yazıları okumak zorunda kaldım. Öğretmen, okuma sırası bana geldiğinde tam o satırları bana okutuyor. 'Benim dedem hain değildi' deyip sınıftan çıkıp gitmişim. Ortaokulda tekrar aynı hakarete maruz kaldım. Tarihten ikmale kaldım bu yüzden. Lise sonda tarih hocam beni çok hoş tuttu, o bana çok sevdirdi tarihi. Orada da tarihten kaldım. Çalışmadım. Dedemin 'hain' olduğunu okuyarak nasıl o derse çalışırım. Sultan Vahideddin'in hain olmadığını çok iyi biliyorum." Habertürk

Vahdeddin'in ABD Başkanı'na mektubu
Hakan Albayrak
14 Kasım 2011



Sultan Vahdeddin'in yeğeni Ferthi Sami Efendi anlatmıştı bir mülakatta: Bir gün babasıyla beraber Paris'te bir kafeteryada oturuyorlarmış. İçeriye Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Paris sefiri girmiş. Fethi Sami Efendi'nin babası onu görünce hiddetle ayağa fırlayıp "Sultan Vahdeddin'e nasıl hain dersiniz? O hain miydi?" diye bağırmış. Sefir, "Haşa! Elbette hain değildi" demiş.. ve eklemiş: "Ama Vahdeddin'e hain demezsek cumhuriyet payidar olmaz."

Milliyet yazarı Yalçın Doğan'ın Mustafa Kemal'in ölüm yıldönümü münasebetiyle yazdığı yazıyı "Vahdettin'in ihanet belgesi"ne ayırdığını görünce Fethi Sami Efendi'nin o hatırasını hatırladım.

* * *

Sultan Vahdeddin, 1924 yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'na yazdığı mektupta demiş ki:

"...Siyasi olayların ve gelişmelerin bütün iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici süre terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu süresiz uzaklaşmanın babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara Meclisi gibi isyancı bir fitnenin alacağı tüm kararların geçersiz olduğunu bildiririm. İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı'ndan ayrılması, Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş, altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararıyla çözülecek evrensel bir sorundur. Şeriata aykırı kararlar hangi makamdan olursa olsun, sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara Meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanımın bireylerini insan haklarından soyutlar niteliktedir. Bu konuda yüce kişiliğiniz ve Cumhuriyet Hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağı açıklamaya gerek yoktur."

Yalçın Doğan bu satırları aktardıktan sonra Sultan Vahdeddin'in "ihanet"ini şöyle açıklıyor:

"Uzun uzun şeriat ve hilafet övgüsü, saltanat aşkı. Yetmiyor padişah Kurtuluş Savaşı sonucu yeni ülkeyi kuranları vatanı, kökeni, dini belli olmayan isyancı kişiler, şer zümresi olarak tanımlıyor. Kurulan devletin ulus egemenliğine dayandığını kabul etmiyor. Babadan kalma saltanatı korumak için başta Amerika, yabancı ülkeleri Türkiye'ye müdahaleye çağırıyor."

Sultan Vahdeddin sadece "sürgün ve kovma, (hanedan üyelerinin) emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararlar"ın telafisi konusunda yardımcı olunmasını istemiş (belki de ABD'deki mal varlıklarını kast etmiş), "Türkiye'yi işgal edin" filan dememiş. ABD'den yardım istemiş olması yine de üzücü tabii. Yalçın Doğan'ın bunu eleştirmesine bir şey demem. 'Cumhuriyetin kurucularını tahkir etti' demesine de bir şey demem. Ama ihanet başka bir şey. "Kurulan devletin ulus egemenliğine dayandığını kabul etmiyor"du diye Vahdeddin'e hain demek de abestir. Böyle bir siyasi tartışmaya dahî tahammülü olmayan cumhuriyetçiliği kim ne yapsın?

Bütün bunlar bir yana, Sultan Vahdeddin'in o mektubundaki en önemli ifadeler bence hilafetin ilgası kararının kabul edilemezliği hakkındaki ifadelerdir. Yalçın Doğan o ifadelere değinmemeyi tercih etmiş. Hakkı var, zira Sultan Vahdeddin'in ortaya koyduğu argüman taş gibi ağır; cevap vermeye kalksaydı altında ezilebilirdi.

Tekrar okuıyalım:

"Hilafetin tümüyle kaldırılması...beş, altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararıyla çözülecek evrensel bir sorundur."

Sahi, "ulusal" bir meclis uluslararası bir müesseseyi nasıl ilga eder?

* * *

Yeri gelmişken, Sultan Vahdeddin aleyhindeki geleneksel tezviratı da hatırlayalım:

"Türkiye'nin parçalanmasını öngören Sevr Anlaşması'nı kabul etti ve Mustafa Kemal Paşa için idam fermanı çıkardı!"

Sevr Anlaşması'nın geçerli olabilmesi için Meclis-i Mebusan'da oylanıp kabul edilmesi ve Padişah tarafından imzalanması gerekiyordu. Oysa Meclis kapalıydı ve Sultan Vahdeddin bunu mazeret göstererek işgalci kuvvetlerin baskılarına rağmen Sevr'i imzalamayı reddetmişti. Resmi tarih bundan hiç bahsetmiyor.

Resmi tarih, Mustafa Kemal hakkındaki "idam fermanı"yla ilgili önemli bir ayrıntıdan da hiç bahsetmiyor: Mezkur fermanda "Mustafa Kemal'in yakalandığı zaman yeniden yargılanmak üzere idam cezasına çarptırıldığı" yazılıydı. Yani idam cezası kat'i değildi. Anlaşılan o ki, işgal kuvvetlerini 'idare etmeye' matuf bir atraksiyon sözkonusuydu. Hepsi bu.

(Kaynak. Murat Bardakçı'nın "Şahbaba"sı)
Yeni Şafak


Son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin'in kara kutusu bulundu
İBRAHİM ALTAY
29.01.2012



Son Osmanlı padişahı Vahdettin'in başyaveri ve sırdaşı Avni Paşa'nın hatıratı yıllar sonra araştırmacı Osman Öndeş tarafından bulunup yayımlandı. Avni Paşa Anlatıyor isimli kitapta, Vahdettin'in yanı sıra Mustafa Kemal Paşa, İsmet İnönü, Damat Ferit Paşa, Rauf Orbay gibi tarihi kişilikler hakkında anılar ve yakın tarihe bakışı değiştirecek birbirinden ilginç anektod ve iddialar var

Geçtiğimiz hafta yayımlanan bir kitap gündeme bomba gibi düştü. Son Osmanlı padişahı Vahdettin'in başyaveri ve sırdaşı Avni Paşa'nın hatıratı yıllar sonra bulunmuş ve tam metin olarak yayımlanmıştı. Hatırat, son dönemle ilgili çok önemli bilgi ve iddialar içeriyordu. İnternet siteleri, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmadan önce Kur'an-ı Kerim'e el basarak ettiği yeminin metnini bu kitaptan alarak yayımladı. Köşe yazarları çeşitli boyutlarıyla bu kitabı ele aldı. Timaş Yayınevi tarafından yayımlanan kitabın adı: Vahdettin'in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor.

Kitabı edinip okuduk ve hatıratı bulup yayına hazırlayan Osman Öndeş'ten görüşme talep ettik. Öndeş, deneyimli bir yazar ve sürekli basın kartı sahibi bir gazeteci. Türkiye onu ilk olarak Günaydın gazetesi için yazdığı Osmanlı tarihini konu alan çizgi roman tefrikalarıyla tanıdı. Bu tefrikalardan bazıları Türkan Şoray ve Fatma Girik gibi aktristler tarafından filme çekilmek istendi. Son Saat, Milliyet, Hürriyet, Dünya, Referans, Hayat Tarih, Hayat Mecmuası, Belgelerle Türk Tarihi, Atlas Tarih gibi gazete ve dergilerde sayısız makalesi; kitapları Boğaziçi, Yağmur, Altın, İş Kültür, Remzi, Hürriyet, Milliyet, Yapı Kredi gibi yayınevleri tarafından yayımlandı. Lloyd's of London Press, Informa, Seatrade, Shipbroker, International Journal of Transport gibi dergilerin Türkiye temsilciliğini yaptı. Öndeş aynı zamanda Deniz Harp Okulu'nu birincilikle bitirmiş bir deniz subayı. Gemi komutanlığına kadar yükselmişken kendi isteğiyle istifa edip emekli olmuş. Avni Paşa'nın hatıratını 'vicdani bir borç olarak' takdim etmesinin temelinde bu da yatıyor olabilir. Ne de olsa Paşa'nın son görevlerinden biri bahriye nazırlığı idi. Kendisiyle konuştuk.


- Kimdir Avni Paşa ve hatıratı niçin önemlidir?

- Avni Paşa, bahriye nazırlığı ve padişah başyaverliği yapmış önemli bir şahsiyetti. Osmanlı devletinin yıkılış ve Cumhuriyet'in kuruluş sürecinde yaşananlara şahit olmuştu. Yaveri olarak Türkiye'deyken ve bir dostu olarak İtalya'ya gittikten sonra, son padişah Vahdettin'in çok yakınında bulunmuştu. Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Damat Ferit Paşa gibi eski ve yeni dönemin bilinen şahsiyetlerini şahsen tanıyordu. Onlarla birçok defalar buluşmuş, görüşmüş, ülkenin durumu ve geleceği hakkında fikir alışverişinde bulunmuştu.

- Nasıl ulaştınız hatırata?

- Hatıratının olduğu biliniyordu ama hiç yayımlanmamıştı. Avni Paşa'nın torunlarından Semih Baki, İskenderun'da yaşayan arkadaşım Antuvan Makzume'nin damadıdır. Bu vesileyle ulaştım kendisine. Hatırat üzerinde çalışmak isteğimi bildirdim. Olumlu karşıladı. Ailenin diğer fertleriyle görüşerek notların bir nüshasını benim için temin etti.

- Bu hatırat aile fertleri tarafından biliniyor ve bugüne kadar yayımlanmıyor. Niye?

- Çünkü Avni Paşa, 150'likler olarak bilinen listeye alınıyor ve bir bakıma hain ilan ediliyor. Aile fertlerinin bir kısmı Türkiye'de yaşayan, ticari ve sosyal hayatta başarılı olmuş kişiler. Dedeleri hakkında oluşabilecek yanlış bir algının hayatlarını olumsuz yönde etkilemesinden korkuyorlar. Bir de Türkiye'deki siyasi ve tarihi tartışma ortamının daha hoşgörülü hale gelmesiyle de yakından ilgili bir durum şimdi yayımlanabilmesi.

- 150'likler listesine alındığına göre Avni Paşa bir vatan haini miydi?

- Söylediğiniz liste Cemal Kutay'ın tabiriyle tam bir faciadır. Lozan Anlaşması'nda 'Türkiye Hükümeti'nin 150 kişinin yurda girişini ve orada oturmasını yasaklayabileceğine' dair bir madde var. 150'likler ismi buradan geliyor. Bunun üzerine bir 'hain belirleme' süreci başlıyor. İşin komikliği de burada zaten. 149 ya da 151 değil; ille de 150 kişi olacak. Bunun üzerine o zamanın Genelkurmay'ı ve Emniyet Genel Müdürlüğü ayrı ayrı listeler hazırlıyor. Birinde 300, diğerinde daha fazla isim var. İşin ilginç tarafı bu listelerin ikisinde de Avni Paşa'nın ismi yok.

- O zaman nasıl giriyor bu listeye?

- Milletvekili Topçu İhsan Bey'in zorlamasıyla oluyor. İhsan Bey bir zamanlar Avni Paşa'nın emrindeki birliklerde görevli bir subaydır. Avni Paşa tarafından tespit edilen bir usulsüzlüğü nedeniyle cezalandırılmış. Bu yüzden Paşa'ya husumet besliyor. Bir diğer mebus arkadaşını da yanına alarak onun adını son dakikada listeye ilave ettiriyor. Şunu da söylemem lazım. Bilahare Eryavuz soyadını alan bu İhsan Bey, Yavuz zırhlısının onarımı için havuz alımı sırasında bir Fransız şirketinden rüşvet aldığı iddiası ile Yüce Divan'da yargılandı ve 1928 yılında hüküm giydi. Olay tarihe Yavuz-Havuz Yolsuzluğu olarak geçti. Hatta verilen karar, Yüce Divan'ın Cumhuriyet tarihinde verdiği ilk mahkumiyet kararı oldu. Bu karar nedeniyle 26 Ocak 1928 tarihinde İhsan Bey'in milletvekilliği düştü. O da soyadını Topçu olarak değiştirdi.

AF ÇIKTIĞINDA TÜRKİYE'YE DÖNMEDİ

- Avni Paşa o sıralar yurtdışında. Nasıl karşılıyor bu kararı?

- Esefle karşılıyor ve kabullenemiyor. Bakınız! Avni Paşa, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Anadolu'ya geçmesini sağlamış kişidir. Bandırma vapurunu o bulmuştur; kaptanı Atatürk'ün emrine o vermiştir. Gerekli tahsisatı o çıkartmıştır. Atatürk'ün geniş yetkilerle donatıldığını gösteren evrakı hazırlayan ve Harbiye Nazırı Şakir Paşa'ya mühürleten odur. Hatta, Anadolu'nun silahlanması için kendisini riske atmak pahasına da olsa bütün yetkilerini kullanmıştır. Avni Paşa'nın bir diğer acısı da Ankara'dan aldığı talimat üzerine padişahın yanındaki yaverlik görevine son vermiş olmasıydı. Buna rağmen vatan haini olarak damgalanmayı hazmedemedi ve af çıktığında bile bu duyguları nedeniyle Türkiye'ye geri dönmedi.

- Kitapta aslında sadece Avni Paşa'nın hatıratı yok. Son padişah Vahdettin'in kayıp olduğu söylenen gizemli hatıratı ile ilgili tespitleriniz de var.

- Vahdettin'in bir sırdaş olarak gördüğü Avni Paşa'ya hatıratını yazdırdığı ve emanet ettiği söylenegelir. Hatta bu hatıratın maddi zorluklar içerisinde bulunan Avni Paşa tarafından son halife Abdülmecid Efendi'ye verdiği iddia edilir. Kitapta ayrıntılarıyla açıkladığım üzere bu iddialar bana gerçekçi gelmiyor. Benim bu hatırattaki verilerden yola çıkarak ulaştığım sonuca göre Vahdettin'in yazdırdığı böyle bir hatırat yoktur. Sadece, Avni Paşa'nın hatıratı içerisinde kendisinin yazdığı bir bölüm vardır.

- Bu kitapta yer verdiğiniz bazı fotoğrafları ilk kez gördük sanırım.

- Onun da ilginç bir hikayesi var. Aile, hatıratı benimle paylaşmıştı ama yayımlama iznini ancak üzerindeki çalışmam beğenildikten sonra alabildim. Fotoğraflar da öyle oldu. Önce elimizde herkes tarafından bilinen birkaç fotoğraf vardı. Sonra Semih Baki Beyefendi, ailenin Paris'teki fertleriyle görüştü ve bir sanduka içerisinde korunan çok sayıda resmi bizimle paylaştılar. Kitaba koyduğumuz fotoğrafların hepsi ilk kez yayımlanıyor.

- Kitap nedeniyle sizi Cumhuriyet düşmanlığı ile filan suçlamasınlar!..

- Artık Cumhuriyetimiz oturmuştur. Kimsenin saltanatı geri getirmek gibi bir amacı yoktur. Olsa bile bu ciddiye alınmaz. Bizim amacımız, tarihimizin doğru biçimde tartışılmasını ve öğrenilmesini sağlamaya çalışmak. Böylesine önemli bir vesikayı araştırmacılarla ve okurla paylaşmak. Nutuk, '19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak bastım' diye başlıyor. Ama bunun bir de öncesi var.

SULTAN VAHDETİN 'İN KENDİSİNİ HATALI BULDUĞU ÜÇ KONU NEYDİ?

Sultan Vahdettin, Türkiye'yi terkettikten sonra İtalya'ya gitti ve ölümüne kadar San Remo'da ikamet etti. Avni Paşa, ondan dokuz ay önce Ankara hükümetinin ve İstanbul'daki politik hasımlarının baskılarına dayanamayarak hem padişah yaverliğinden ayrılmış hem de Romanya'nın Köstence kentine göç etmişti. Vahdettin, San Remo'ya yerleşince Avni Paşa'yı davet etti. Paşa da bu davete icabet ederek ailesini alıp padişahın yakınlarında bir yere yerleşti. Hatırat okunduğunda bu günlerde Vahdettin'le Avni Paşa'nın uzun uzun dertleştikleri anlaşılıyor. Bu sohbetlerden birinde eski Sultan ona 'üç hata'sını itiraf ediyor: 'Sultan Reşad'ın ardından saltanat makamını kabul etmek; başta Ferit olmak üzere mütareke döneminin Tevfik, İzzet, Ali Rıza, Salih gibi paşalarına bel bağlamak ve Türk milletinin asırlardır hükmetmekte olan Osmanlı saltanatını yıkanlara biat edeceğine bir türlü inanmamak.' Kitapta ayrıntılı olarak da anlatıldığı üzere Vahdettin, Sultan Reşad'ın ölüm haberini aldıktan sonra tahta geçmeye istekli olmamış; Talat ve Enver paşalar tarafından adeta zorlanmış. Padişahlığı boyunca çevresinde bulunan yönetici zümreye güvenmemiş. Ve son olarak hakkında: "Mustafa Kemal Paşa ile Almanya'ya beraber gittik, yakından tanırım; hırsı ile zekasını gördüm. Hırsı zekasına galip gelirse kötü olur, zekası hırsına galip gelirse yararlı olur," dediği Mustafa Kemal Paşa'nın kendisine reva gördüğü muameleden büyük üzüntü duymuş. Ömrünün son yıllarını yoksulluk içerisinde geçirdiği halde 'vatanı sattı' denmesini kabul edememiş. Vahdettin'in ölümünden sonra İtalya'dan ayrılan Avni Paşa 1934 yılında Lübnan'ın Cünye kentinde öldü ve mezarı Cünye'de bulunuyor.

GAZETECİ HASAN CEMAL, PADİŞAH MI OLACAKTI?

Kitapta birçoğu bugüne kadar pek gündeme gelmemiş ve duyulmamış birbirinden ilginç anı ve anektodlar var. Bunlardan bazıları şöyle:

Kitapta, Filistin cephesinde yaşananlar anlatılıyor. 7. Ordu komutanı olarak bu savaşta görev alan Mustafa Kemal Paşa'nın da aynı cephede savaşan diğer ordu komutanlarıyla birlikte bu hezimetten sorumlu olduğu ima ediliyor. Daha da önemlisi Şam'ı savunmakla görevlendirilen Albay İsmet'in (İnönü) 'Sorumluluklarını, görevini ve Şam'ı yüzüstü terk edip, kendi kararıyla Halep'e firar ettiği ve oradan da İstanbul'a kaçtığı' anlatılıyor. Avni Paşa daha da ileri giderek 'İzmir'e girilmesi sırasında Yunanlı komutanlar bile askerleriyle birlikte teslim oldular; bizim komutanlar askerleri teslim edip kendilerini kurtardılar' anlamına gelecek sözler söylüyor.

Mustafa Kemal Paşa, Filistin cephesinden dönüşünde Avni Paşa'yla aynı trende yolculuk yapmıştır. Bozgundan sonra İstanbul'la haberleşen Atatürk, Fethi Bey'in (Okyar) Dahiliye Nazırı, kendisinin de Harbiye Nazırı yapılmasını istemiştir. İzzet Paşa, bu taleplerin kabul edildiğini bildirir kendisine. Atatürk ayrıca savaşın kaybedildiğinin kabul edilip mütareke yapılmasını da önermiştir. Tren, İstanbul Maltepe'ye ulaştığında aldıkları bir gazeteden
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal May 12, 2009 11:37 pm    Mesaj konusu: BÜYÜK VATAN DOSTU Alıntıyla Cevap Gönder

29 Eylül 2008 Pazartesi
BÜYÜK VATAN DOSTU VAHDETTİN !



Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl Kısakürek'in ''Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin'' olarak tanımladığı ve Sultan Vahdettin'i anlattığı kitabı okuyanlar bilirler gerçeği ve yahudi eli ile yalan olarak yazılan bize ait olan tarihi....

Bugünlerde Bir okula asılan Fotoğrafı ile gündeme gelen Sultan Vahidettün Han ile ilgili tartışmalar ne dün ne de bugün bitmemiş aksine Gerçekle Yalan arasında sıkıştırılan Tarihi Vak'a sözde adı Tarihçi olanlarca da sonlandırılamamıştır..

Öncelikle Yeniçağ İsimli Gazete ile ilgili Net Tavır isimli internet sitesinden alıntıladığımız aşağıda ki metni okuyalım...

'' MHP’ye genel başkan atamak dışında başka bir misyon yüklenmeyen yeniçag gazetesi Osmanlı Padişahlarından Sultan Vahdettin ile ilğili olarak Solcu Eğitim-iş agzından yaptığı haber kafalarda soru işareti bıraktı.''.......



Yeni Çağ isimli gazete bildiğimiz kadarı ile kurtuluş Savaşında ki Ruh 'tan dem vuran çağrıları ile gündeme gelen bir gazetedir..
Görünmektedir ki ''İşbirlikçi Vahidettin Milli Eğitim’de'' başlığı altında AKP iktidarını vurmayı amaçlayan haberlerine Vahdettin Han'ı da alet etmiştir... Ama akp yi karalamak adına yapılan bu girişim oldukça sırıtmış olmalı ki milliyetçi azı çevrlerin bile tepkisini çekmiştir.. 1919 RUHU ndan bahsedilecekse Vahdettin HAN 'sız bir kurtuluştan bahsetmek ekmek yerine taş yemek gibi bir hadiseye denk gelir ki Tarih kesinlikle kuru sıkı sallamalarla yürümez...Tarih olguların bütünüdür..Bu olgular ise değiştirilmeye çalışıldığı için bugün Türkiye bu durumdadır..Tarihini redettiğinden dolayı bu durumdadır.....

Bir kaç sene evvel Sol'un bir zamanlar büyük devrimcisi olarak görülen 12 eylül döneminde ki sol çıkışları ile de ünlenen ve en sonunda Başbakan olan ve ölmeden önce de bütün bu siyasi karizma ve cumhuriyet savunuculuğunu bir kenara iterek bir gerçeği İTİRAF etmek zorunda kalan Bülent Ecevit'in son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin'in 'vatan haini' olmadığını söylemesi ile başlayan tartışmalar da yakın bir dönemimize damgasını vurmuştu.... Vahdettin konusunda ak-kara şeklinde ortaya çıkan görüşler dışında orta yolu takip eden tarihçiler ve aydınlar da var.

Ancak görüş Vahdettin'in kesinlikle vatan haini olmadığı yönünde... .....

Vahidettün Han' ile ilgili bu tartışmalar sürüp giderken aslında Vatan Dostu Büyük Padişah Vahdettin Han ile ilgili ciddi ve gündemi sarsıcı Kitaplık çaptaki eser Üstad Necip Fazıl'dan gelmiştir..

....Resmi Tarih tezine aykırı olarak bu konuda ilk kitap 1968'de Necip Fazıl tarafından yayınlandı. Necip Fazıl'ın büyük gürültü koparan kitabı ilk olarak 1968'de Bugün gazetesinde tefrika edildi, ardından Toker Yayınları tarafından, "Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin" adıyla neşredildi. Necip Fazıl kitabında resmi tarih tezine aykırı olarak Sultan Vahdettin'in Milli Mücadele'yi desteklediğini, Mustafa Kemal Paşa'ya bu konuda önderlik etmesi için yüklü miktarda para yardımı yaptığını öne sürdü. Necip Fazıl'ın Vahdettin'i aklayan kitabının başına bir sürü iş geldi, defalarca toplatıldı, dava açıldı, beraat etti......yasaklandı....

Ve Üstad Necip Fazıl Kısakürek yine bu Kitabı ile Tarihi kurtarırken soytarılar elinden her hamlesi ile bizzat kendisi Tarihe geçiyordu....


Baran Dergisinden Sayın Baki Aytemiz'in aşağıda aktardıklarını da hep beraber okuyalım...


Vahidüddin Hân ile ilgili olarak detaylı tafsilat Üstad Necip Fazıl’ın ilgili eserinde mevcut olarak, oradan aldığımız tarihi bilgilerin ışığındameseleye yanaşalım…

Anadolu’da bir “İstiklâl Savaşı”başlatmak üzere, eldeki işe yarar subayların listesini Genelkurmay Başkanı’ndan talep eden O… İstanbul’dabir takım siyaset ve iktidar oyunlarına dalmış bu subaylarla görüşerek,onlara İstanbul’da bir istikbâlin bulunmadığınıve mücadele merkezininAnadolu olduğunun gongunu çalarak uyanmalarını sağlayan, onları Anadolu’yagitmeye ikna eden O… Veonlara Anadolu’da bir takım göstermelik vazifeler vererek İstiklâl Savaşı’nı örgütlemek üzere Anadolu’ya gönderen O…

''Vahidüddin Hân, bu plânı uygulayabilmek adına İngilizlere olabildiğince şirin gözükmeye çalışırken,perde gerisinden de Anadolu’ya gönderdiği subaylar eliyle örgütlenen Kuvay-ı Millîye’ye olanca desteğini vermektedir.

O’na “hain” diyenler şunu unutmamalıki, artık meşrutiyet yönetimi ile idare olunmakta olan ve işgâl altına girmiş bir devlet olan Osmanlı’da,Vahidüddin Hân’ın yetkilerinin, bugünkü cumhurbaşkanınkinden bile çok daha az olduğunu gözden kaçırmamalı.Ve kendisi o makamdan ayrılmış olsaydı, işgâlciler emirlerini dikte ettirecek birilerini muhakkak bulur ve o makama getirilerdi amaVahidüddin Hân’ın o makamın imkânlarını kullanarak Anadolu’ya perde arkasından destek vermesi sözkonusu olamazdı.

O, kendisini vatanıuğruna feda etmiş, onca acılar yaşamasına,nihayetinde vatanından kovulmasıacısını bile tatmış olmasınamukabil, yine de yabancı ellerde vatanı aleyhine, yeni iktidar aleyhine tek bir cümle bile sarf etmemiş bir kahramandır. Bilakis buna teşebbüsedenleri, en şedit bir tavırla bundanmen etmiştir.

Vatanına ve milletineolan bağlılığından dolayıdır ki, gurbetellerde beş parasız ölmüş ve cenazesiortada kalmıştır. Yoksa İstanbul’dansürülürken, Topkapı Hazineleri’ndencebine atacağı birkaç elmasla hayatının sonuna kadar lüksiçinde yaşar, ihanet düşünecek olsaydıda, o hazineleri sırtlandıktan sonra,kuracağı bir ordu ile emperyalistlerin desteğinde İstanbul üzerine yürüdü.

O, vatanının selâmeti için -kendine vurulacak damgayı bilerek- kendinifeda etmiş ve kendinse vurulan odamganın acısını, ıstırabını kalbinegömerek, kendisinden dolayı vatanınabir zarar gelmesine mani olmakiçin, köşesine çekilip ölümü beklemişbir vekar heykeli değil de nedir?

Efendi Hazretleri, bizzat Vahidüddin Hân’ın emirleri mucibince, Anadolu’yabirçok yardım yaptığını veverdiği desteği yarım asırdan çok daha fazla bir zaman öncesinden ifâde etmekte değil midir?''


Ve Üstad Necip Fazıl Kısakürekin Vahdettin Han'ı anlattğı eserinde ki PADİŞAH'IN NEFS MUHASEBESİ başlığında yer alan ifadeleri dikkatle okuyunuz...

Beşer takatinin üstündeki bu ağırlıklar sürüp gider ve her gün biraz daha bastırırken, Sadrâzam Tevfik Paşa (enstantane) bir istifa ve onu takip edici yeni tâyinle ikinci bir kabine kuruyor. Bu basit bir oyundur ve maksat, eskiler kadar silik yeni nazırların iş başına getirilmesi veya eskilerden birkaçının işbaşından uzaklaştırılmasıdır.

İkinci Tevfik Paşa kabinesinin kuruluşundan bir gün sonra gazeteler bu değişikliği tenkit etmeye başlıyorlar. Tenkitçiler arasında en ileri giden «Vakit» gazetesidir ve iki halis Anadolu çocuğunun (Hakkı Tarık ve Âsım Us kardeşler) sahibi bulundukları bu gazetenin başmuharriri, mahut Ahmed Emin Yalman'dır. Amerika'dan yeni gelmiş ve bir müddet sonra kurt ve ermenilerin istiklâlini müdafaa edecek, Türkiye'yi Amerikan mandası altına sokmak, tek kelimeyle istiklâl ve bütünlüğünden uzaklaştırmak isteyecek olan yahudilik kurmayı emrindeki bu bedbaht kalem, ilk karargâhını böyle bir gazetede kurmayı bilmiştir.

İşte bu kalem, kabinedeki değişikliği, Padişahın yakınlarından Refik Bey isimli bir şahsın hususî telkiniyle meydana gelmiş göstermekte ve isimleri iaşe mes'elelerine karıştırılan üç nazırın kabineye alınışını şiddetle yermektedir. Ona göre, bu tâyinleri Sadrâzam istememiş de, yakınının tesiri altında Padişah yaptırmıştır.

Hünkâr gazeteyi Harem dairesinden getirtip Başkâtibine gösteriyor. Derken Başmâbeyinciyi de çağırtıp sözü mahut Başmuharrire getiriyor ve diyor ki:

«— Bu adamın siyaseten ve diyaneten (siyaset ve din bakımlarından) bu memleketle ne alâkası var? Kendisi İspanya tebaasından ve Selanik dönmelerindendir!»

İşte, o günden maşatlığa götürüleceği güne kadar işi gücü Türkün ruh kökünü baltalamak, birliğini zedelemek, milliyet ve mukaddesat yolunda yürüyenleri çürütmek ve «Vatan» ismiyle vatanı fesada vermekten ibaret; bu eseri yazanın baş düşmanı Ahmed Emin Yalman!..
Ve ilâve ediyor:

«— Ben umur-u devleti Refik'le istişare ederim. Siz, ikiniz de Mâbeyn erkânı olduğunuz hâlde, vekilim olan Sadrâzamla aramızda cereyan eden şeyleri sizden bile ketmediyorum (saklıyorum)... Neş-riyat-ı vakıanın münasip surette tekzip ettirilmesi size ait bir vazifedir.»
Sultan Vahidüddin, yıkılan İmparatorluğun her ân omuzlarına çokücü, daha ağır yükü altında, her gün daha ezgindir.

İşte, Başkâtibine içini doküşü:

«— Ecnebiler pek Maman (aman vermez, insafsız)... Gece gündüz ne çektiğimi bir Allah(c.c.) bilir, bir ben bilirim! Bizi tazyik ile Meclis-i Meb'usan'i dağıttırdılar. Fikirlerini ihsas değil, âdeta açıktan açığa izhar ediyorlar. Ben meşrutî bir hükümdar olduğum hâlde güya mutlak bir hükümdar imişim gibi muamelede bulunuyorlar ve doğrudan doğruya bana müracaat ediyorlar. Meşrutiyetten bahsedilince, hangi meşrutiyet, diye mukabele ediyorlar. Karşımızda müracaat edecek kuvvet olarak yalnız sizi tanırız ve yalnız sizi pak addederiz, diyorlar. Yâni sözlerimizi isga etmezseniz (yerine getirmezseniz) sizi de tanımayız, demek istiyorlar. İstikbalimizi kurtarmak İçin bizzarure bu hâllere tahammül ediliyor. Diğer taraftan bir şey için kendilerine müracaat edilince henüz münasebat-ı siyasiyemiz iade olunmadı, buradaki memurlar askerî memurlardır, diye cevap veriyorlar. Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malûmat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu bakayikı (hakikatleri) yazar. Siz eminim olduğunuz için bu şeyleri mahremâne olarak yalnız size söylüyorum. Vakıa merhum birader de dahilî bir kuvve-i galibenin taht-ı tazyikindeydi; lakin ben onun kat kat fevkinde olarak donanmalarıyle mücehhez bir kuvvet karşısında bulunuyorum. Eğer adilâne bîga-razane (garazsızca), bîtarafane (tarafsızca) idare-i umur edecek bîr halefim olsaydı ömrümün devr-i âhirînde bu bâr-ı azîmi (muazzam yükü) vAllah(c.c.)i, billahi, tAllah(c.c.)i kabul etmezdim. Taht-ı saltanat ile teneşir arasında ne kadar mesafe olduğunu bilirim. Siz de gözünüzle gördünüz; bir tarafta taht, bir tarafta da tabut duruyordu-»

Sultan 6. Mehmed Vahidüddin'in en yırtıcı, göğüs paralayıcı nefs muhasebesi çapındaki bu sözleri, onun, 36 Osmanlı padişahı ve belki bütün insanoğlu kadrosu içinde en talihsizi olarak, hakikatte ile büyük bir hükümdar, millet dostu ve insan olduğunu ispat eder.

O, Türk hükümdarları arasında en küçük görünmeye mahkûm, en büyüklerden biriydi.


Üstad Necip Fazıl'ın Sultan Vahidüddin adlı eserinden alıntıdır.


KURTULUŞ ANADOLU’DA !

Onun kurtuluşun Anadolu’dan gerçekleşeceğine ümidi tamdı. Bizlerinde tam!

Bir ara kendisi gitmeyi düşündü ise de, İngilizler, “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Rumlara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız.” diyerek engellediler.
Bunun üzerine bir gün saraya çağırdığı Mustafa Kemal’i; “Paşa! Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Ancak asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsin!” sözlerinden sonra, büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi.
Böylece İstiklâl mücadelesi başlamış oldu......!

Bizler ne akp nede diğerleri uğruna bu değerlerimizi alaşağı etme ve artık bazı gerçekleri sümen altı etme lüksüne sahip değiliz...Yalan söyleyen tarihi de kabul etmek zorunda hiç değiliz...

Bu vesile ile Sultan Vahidettün Han ve onu En güzel biçimde bize sunan Necip Fazıl Kısakürek'e rahmet ve şükranlarımızı sunuyoruz..........

http://anadoluhaber.blogspot.com/2008/09/byk-vatan-dostu-vahdettin.html

Vahdettin, İngilizlerle gizli anlaşma yaptı mı?
03 Mayıs 2010
Mustafa Armağan

Ateşli okurlarımdan birisi sormuş: "Vahdettin'in Milli Mücadele'ye destek verdiğini iddia ediyorsunuz da, neden İngilizlerle yaptığı gizli anlaşmadan bahsetmiyorsunuz?"

Bahsetmediğim doğru ama neden? Sebebi gayet basit: Sahte olduğu için...

Bakın, bunu ben söylemiyorum, Türk Tarih Kurumu'nun Atatürk zamanından beri çıkmakta olan bilimsel dergisi "Belleten"deki makalesinde araştırmacı Salâhi R. Sonyel söylüyor. ("İngiltere Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin ışığı altında 1919 İngiliz-Osmanlı gizli anlaşması", sayı: 135, Temmuz 1970, s. 437-462)

Şimdi bazı sözde tarihçilerin Sultan Vahdettin'in "hainliği"nin kanıtı olduğunu iddia ettikleri 12 Eylül 1919 tarihli bu sözde gizli anlaşmaya biraz daha yakından bakalım.

Buna göre Sadrazam Damat Ferid Paşa ile büyük bir ihtimalle İngiliz gizli haber alma servisinin (Intelligence Service) elemanları oldukları anlaşılan 3 levantenin imzalarını taşıyan gizli bir anlaşma yapılmıştır. İşin garibi, anlaşmada İngiltere adına imzaları bulunan M.S. Francer, H. Morlan ve G. Churchill adlı üç 'eleman' da nedense kimse tarafından tanınmamaktadır!

Nihayet 1919 Aralık'ında Fransız kaynaklı bir söylenti çıkar: Vahdettin'in de onayladığı söylenen bu anlaşma hükümlerine göre İngiltere, Türkiye'nin bütünlük ve bağımsızlığını korumayı üstlenmekte, İstanbul başkent olarak Osmanlı'da kalmakta, Boğazlar'ın denetimi İngilizlere verilmekte ve Kürdistan'ın kurulması gerçekleşmektedir. Buna karşılık, Osmanlı Devleti, hilafetin gücünü izin verdikleri bölgelerde İngiltere lehine kullanacak, Kıbrıs ve Mısır üzerindeki haklarından vazgeçecektir vs. (Abdülhamid'in pamuk ipliğiyle dahi olsa bağlı tutmaya çalıştığı Libya, Kıbrıs, Mısır ve Sudan'ı Lozan'da İngilizlere verdiğimizi biliyor muyuz? Madde 17. ve devamına bakın derim.)

Sevgili okurum sözün burasında haklı olarak şunu soracaktır: Ortalıkta kulaktan kulağa sadece bir rivayet dolaşmamakta, aynı zamanda bir 'belge' de sunulmaktadır. Peki ona ne diyeceksiniz?

Doğru, bir 'belge' var da, bu ne kadar 'mevsuk', yani sağlıklıdır, çok tartışılır.

Belgeyi Fransızlar ele geçirip yayınlar ve kısa zamanda hedefine ulaşır. Zira anlaşmanın varlığı duyulur duyulmaz İstanbul'daki işgal kuvvetlerinin arasına bomba düşmüş gibi olur. Fransızlar, İtalyanlar ve hatta Amerikalılar İngiltere'ye bozulurlar.

Ne var ki, inkılap tarihçisi Y. Hikmet Bayur belgeyi arşivde aramış, bulamayınca da suçu Vahdettin'e atmış ve belgenin ya onun tarafından yok edildiği ya da yurtdışına kaçarken götürüldüğü tahmininde bulunmuştur. Ancak yanıldığı çok geçmeden anlaşılır.

Mesela "Nutuk"ta Damat Ferid Paşa aleyhine eline geçen bütün fırsatları değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, nedense bu elini olağanüstü derecede güçlendirecek olan sözde 'gizli anlaşma'dan hiç söz etmez. Yani o gizli belge, yakın tarihin resmi metinlerinin başında gelen "Nutuk"ta dikkate dahi alınmamıştır. Bu durum size de çok garip gelmedi mi?

Hatta M. Kemal Paşa, 12 Aralık 1919'da Sivas'tan Kâzım Karabekir'e çektiği telgrafta tam da bu belgeden söz eder ama ona dair şüphelerini de dile getirmekten kaçınmaz. Belgenin doğrulanması ve aslının ele geçirilmesi için çalışılmakta olduğunu söyler. Nitekim yalnız bizimkinde değil, Londra'daki İngiliz Arşivi'nde de aslı bulunamamıştır. Hadi diyelim ki, bizdekini Vahdettin uçurdu, Lozan imzalandıktan sonra İngilizler hâlâ Vahdettin'i korumak için mi saklamışlardır onu?

Kaldı ki, İngiliz işgal yetkilileri anlaşma haberini aldıklarında Lord Curzon'a, belgede adları geçen kişileri tanımadıklarını, "uydurma olduğu şüphe götürmeyen" bu belgenin, İngilizler ile diğer İtilaf güçlerinin arasını açmak üzere düzenlendiğini yazmışlardır. Lord Curzon ise onun kesinlikle uydurma olduğu kanaatindedir. Üstelik bunu Sir George Buchanan'a gönderdiği kapalı telde yazmıştır. Yani düşüncesini saklaması için hiçbir sebebin olmadığı bir ortamda.

Dolayısıyla İngilizlerce dahi resmen yalanlanmış bir sahte belge karşısındayız. Sonuç:

1. Vahdettin böyle bir belgeyi imzalamamıştır.

2. Damat Ferid, Osmanlı Devleti'nin İtilaf kuvvetleri arasında parçalanmadan 'bir bütün olarak' İngiliz himayesine alınması için uğraşmıştır ama nafile. Zira İngilizler, böyle bir himayenin, işgal kuvvetlerini birbirine düşman edeceğini bilecek kadar akıllıdırlar.

Salâhi Sonyel şu hükme varır:

Damat Ferid ile İngiltere arasında böyle bir anlaşma imzalanmamıştır. Belge ya İngiltere'ye doğru kaymakta olan Osmanlı yönetiminin yüzünü kendilerine çevirmek isteyen Fransızlar tarafından uydurulmuştur (ki bu durumda epey işe yaramış ve kısa bir süre sonra Damat Ferid sadrazamlığı kaybetmiştir), ya da Damat Ferid, hem İngiliz, hem de Fransız gizli haber alma servislerinde "çifte ajan" olarak görev yapan üç levanten tarafından aldatılarak böyle bir belgeye imza atmıştır.

Ancak ilginç olan nokta, sahte de olsa belgede Vahdettin'in imza veya onayının bulunmamasıdır; hatta Damat Ferid'in imzası da taklittir! Nitekim Nisan 1920'de 4. kez sadrazam olduktan sonra anlaşmayı kendi ağzından yalanlayacaktır.

Burada şu sorulabilir: Bir sadrazamın İngilizlerin bile tanımadığı 3 istihbarat subayıyla yaptığı 'gizli' anlaşma bir devlet için ne kadar bağlayıcı olabilir, bir; ne kadar ciddiye alınabilir, iki?

Bitmedi daha. Siyaset bilimi eğitimini Sorbonne Üniversitesi'nde tamamlayan Hasan Yıldız'ın Fransız arşivlerinde yaptığı araştırma sonunda anlaşma metninin bir kere daha sahte, yani açıkça Fransız istihbaratı tarafından 'üretilmiş' olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Fransız devlet arşivlerinde yaklaşık 20-30 bin sayfalık bir taramayla sonuca ulaşılmış, önce sahte belge, sonra da onun sahte olduğuna dair belgeler çıkmıştır. (Bkz. Hasan Yıldız, 21. Yüzyılın Başlarında Kürt Siyasası ve Modernizm, İst. 2006, Doz Yay., s. 160).

Tarih sahte belgelerle değil, gerçek belgelerle beslendiği zaman boy atan bir bitkidir.
Zaman

Sevr'i tartışmaya açma zamanı geldi mi?
Mustafa ARMAĞAN

"Bandırma vapuru" denilince aklınıza ne gelir? Tabii ki, şu dümeni kırık, pusulası bozuk, Atatürk'ü Samsun'a çıkaran "gazi" gemi. İyi ama, aynı Bandırma'nın Samsun'dan dönünce işgal İstanbul'unda çeşitli hizmetlerde kullanıldığını, 9 ay sonra bu defa Milli Mücadele'nin öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürecek olan birlikleri Hereke limanına çıkaran "hain" gemi olduğu neden eklenmez?

"Gazi" olunca iyi de, "hain" olunca kötü mü oldu Bandırma?

Tarih bizde olduğu gibi "seçmece" usulünde yazılınca, olgular da ister istemez iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. "İyiler" çekmecesine girenler, öbürlerinden atılır, sonradan "ihanet" edenler de "kahramanlık" zirvesinden tepe takla yuvarlanırlar.

Bunları yaşadık yakın tarihte. Rauf Orbay gibi bir kahraman bile 10 yıl 'kürek' cezası almamış mıydı anlı şanlı İstiklal Mahkemesi'nden? Neyse, şimdilik bunları bırakalım da, şu günlerde 90. yıldönümü vesilesiyle yeniden gündeme getirilen, Sevr'i neden hâlâ tartışamadığımızı soralım.

Sevr Barış Projesi'nin tamamını okuyan var mıdır aramızda? (Bu arada Ankara Ticaret Odası Sevr'in tamamını Lozan'la beraber yayınladı, meraklılar kaçırmasın.)

'Barış projesi mi?' dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, yanlış okumadınız, Sevr bir 'barış projesi'ydi? Nereden mi çıkartıyorum? Hani şu hepinizin elinin altında olan ama bir türlü sonuna kadar okuyamadığınız "Nutuk"tan (ya da şimdilerde kesilip biçilerek iyice sulandırılan 'Söylev'den). Üzerinde yazdığı adıyla Gazi Mustafa Kemal "Nutuk"un sonlarında hem de 4-5 yerde Sevr'den 'proje' ("Söylev"de 'tasarı') olarak söz eder. Neden acaba?

Bunun sebebini Prof. Sina Akşin, 1983'te "Yaba" dergisine şöyle açıklamış:

"ABD 1919 sonunda Avrupa siyasetinden elini eteğini çekmek kararını aldı. İngiltere, Müslüman sömürgelerine ibret olsun diye Yunanistan'ı kendi uydusu yapıp Türkiye'yi ezmek kararındaydı. Fransa ve İtalya, onun müttefiki olarak bu karara katılıyor görünüyorlardı. Nitekim Sevres Antlaşması'nı birlikte yaptılar. Fakat anlaşılan kimse Sevres'i ciddiye almıyordu ki hiçbir devlet bu antlaşmayı onaylamadı. Sevres'i, garip bir şekilde, bile bile ölü doğurdular."

Kafanız mı karıştı? Olabilir. "Türkiye'nin Önünde Üç Model" adıyla 1997'de çıkan kitabının 42. sayfasında aynen böyle yazıyor Kemalist tarihçi Akşin.

Demek Sevr'i kimse, yani ne İngiltere, ne Fransa, ne de İtalya ciddiye almamış ve "garip bir şekilde bile bile ölü doğur"muşlar, öyle mi?

'Öyleyse şimdiye kadar okuduklarımız masal mıydı?' diye sormayacak mıyız? Peki ya şu can sıkıcı gerçeklere ne diyeceksiniz?

1- Paris'e giden Osmanlı barış heyeti başkanı Tevfik Paşa bu 'antlaşma (muahede) projesi'nin 'bağımsızlık' ve hatta 'devlet' kavramlarıyla bağdaşmasının mümkün olmadığını söylemiştir.

2- Sevr şartlarının Türkiye'ye bildirilmesinin üzerinden sadece 10 gün geçmiştir ki, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Sultanahmet meydanında düzenlenen mitingde kürsüye çıkıp ateşli bir konuşma yapmış ve projedeki şartların asla kabul edilemeyeceğini haykırmıştır.

3- Sonradan adı haine çıkartılacak olan Ali Kemal "Peyam-ı Sabah"ta Sevr şartlarını lanetlemiş, Veliahd Abdülmecid, Sevr'in Türkiye'yi köleleştireceğini iddia ederek karşı çıkmış, Sultan Vahdettin ise ondan "mecelle-i mesâib", yani 'musibetler belgesi' diye söz etmiştir.

Gördüğünüz gibi içeride de Sevr'den memnun olan yok, dışarıda da.

Öyleyse neden zorla imzalatıldı Sevr? Demek ki, Sevr'i Sevr'in içinde kalarak anlayamayız. Sevr'in dışında bir "Arşimed noktası" yakalamak zorundayız onu hakkıyla değerlendirebilmek için.

Şimdi gelelim Vahdettin'in Sevr'i imzalayıp imzalamadığı meselesine.

İsterseniz bu konuyu ben değil, yukarıdaki bilgileri aktardığım Kemalist tarihçi Sina Akşin açıklasın ("İç Savaş ve Sevr'de Ölüm", T. İş Bankası Yayınları, 2010, s. 220 vd.):

"Vahdettin imzalattığı Sevr Antlaşması'nı hiçbir zaman onaylamadı (...) İlginç olan başka bir şey, sonbaharda Vahdettin'in kendisi de feragat "silahını" kullanmaya başladı. (...) De Robeck bu olasılık karşısında hayli heyecanlandı, çünkü [eğer Vahdettin tahttan çekilirse] Abdülmecit'e bu antlaşmayı onaylatmak çok zor olacaktı. (...) Vahdettin San Remo'da dikte ettiği anılarında Sevr'i zorunluluktan ve zaman kazanmak amacıyla imzalattığını, ama onaylamaya hiç niyeti olmadığını söylemiştir."

Gerçi Akşin hoca Vahdettin'in onaylamayışını son tahlilde Milli Mücadele'nin başarısına bağlamak istemişse de (ki bunda haklılık payı var), Sevr'in neden bir 'antlaşma' değil de, bir 'proje' olduğunu açıklamaktan kaçınmamıştır (s. 219). Akşin haklı olarak uluslararası antlaşmaların onay süreci tamamlanmadan yürürlüğe girmediğini, dolayısıyla Sevr projesinin Osmanlı heyetince imzalanmış bile olsa 'antlaşma' kimliğini kazanabilmesi için meclis ve padişahın onayından geçmesi gerektiğini yazıyor. Ne var ki, o sırada meclis kapalıydı ve üstelik padişah İngilizlere ayak diriyordu.

Nitekim İngiltere Parlamentosu tutanaklarında yapılan bir araştırmada üyelerden birinin Sevr'i "insanlık kibrinin ve ahmaklığının anıtı" saydığını görüyoruz. Bir şeyi daha: Lozan görüşmelerini kabul etmek suretiyle Sevr'i "yırtan taraf" olarak İngiliz hükümetini tebrik ettiğini görüyoruz. (M. Çufalı, "Lozan konferansı ve...", ATAM, Temmuz 2000, s. 564.) Biliyorsunuz, Sevr'i bizim yırttığımızı söyler dururuz. Öğreniyoruz ki, İngilizler de ondan şikayetçiymiş.

Atatürk, Sevr'e 'proje' (tasarı) diyor, uyanmıyorlar. Akşin 'kimse ciddiye almadı' diyor, fark etmiyorlar. Bizzat İngilizler 'Hangi ahmak yaptı bu antlaşmayı?' diyorlar, duymuyoruz. Şeyhülislamından padişahına kadar kimsenin kabul etmediğini yazıyorsunuz, yine tutturuyorlar: 'Sevr'de bizi parçalamak istediler'.

İnsanı söyletecekler: Sanki Lozan'da hareket noktası olarak Sevr'i almamışız, sanki Sevr'in bir çok maddesi Lozan'da güle oynaya kabul edilmemiş gibi...

Elbette Osmanlı Devleti'ni parçalamak istediler ama neden? Devletleri parçalama sadizmi mi kaplamıştı İngilizleri, yoksa bir gaye için miydi bu? "Yurtta sulh, cihanda sulh"un bu gayeyle bir ilgisi var mıydı? İşgal altındaki Müslümanlarla bütün ilişkinizi keseceksiniz emrini veren Sevr'in 139. maddesinin 90 yıl sonra yırtılmaya başladığını söylemek neden cesaret ister?


18 Temmuz 2010 ZAMAN

12 Eylül Referandumu: KIRK KATIR MI YOKSA 40 SATIR MI? -4-
Ali Haydar CAN



1876 ile 1924 arasında bir de 1921 Anayasası var ki; bu minicik Anayasa 1876 ile 1982 anayasalar resm-i geçidinde gerçekten millî ve gerçek bir ihtiyaca denk gelen tek anayasa odur...

Hikâyesi ise bazı ulusalcıların tüylerini diken diken edebilicek kadar enteresan...

30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığında Osmanlı İmparatorluğu için yolun sonu görünmüştü...

Ancak 700 yıllık tecrübe birikimi olan bir dünya devletinin bu sona, son ana kadar direnmesi de tabiî idi...

Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlıyı parçalayarak yutmak için sabırsızlanan Batılı emperyalist devletler/düvel-i muazzama vakit geçirmeden İmparatorluk topraklarına sökün etmeye başladılar...

İstanbul dahil ülkenin bir çok yeri fiilen işgal edildi...

Osmanlının hem istihbarat hem de özelharp işlevini gören Teşkilatı Mahsusa isimli kuruluşu da işgale uğrayan yerlerde halkı gayr-ı nizamı harp düzeninde örgütleyip Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri adı altında silahlandırarak mahallî direnişleri başlatmıştı...

Gerilla savaşı şeklinde başlayan Millî Mücadelenin derlenip toparlanmaya ve düzenli ordu haline dönüştürülmeye ihtiyacı vardı. Zira Osmanlı Orduları d Mondros Mütarekesi gereğince silahsızlandırılıp dağıtılmıştı..

İşgal Altındaki Osmanlı Payitahtında oturan Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han, Mustafa Kemal Paşa’yı bu iş için görevlendirerek seçkin bir kurmay subayları kadrosu eşliğinde Anadolu’ya yolluyordu...

İstanbul’da bir Padişah, O Padişah’ın emri altında bir hükümet vardı ama işgal de vardı...

İşgalcilerin baskılarından kurtulabilmek için İstanbul’un eli kolu bağlı yöneticileri siyaset satrancında harika bir hamle yaptılar...

Mustafa Kemal’in ardından işgalcilerin kapattığı Meclis-i Mebusan’ı da “Millet Meclisi” ismiyle Ankara’ya taşıdılar...

Bu meclis 23 Nisan 1920'de dualarla, kurbanlar kesilerek, Kur’an-ı Kerim okunarak, Halife ve Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han’a bağlılık yeminleri edilerek açıldı.

Aynı meclis kuvvetlerr birliği ilkesine göre çalıştığından aynı zamanda yürütme/hükûmet fonksiyonunu da icra ediyordu.Yani 1. Meclisle birlikte Ankara’da yeni bir hükûmet de kurulmuş oldu...

Böylece Osmanlı Devleti’nin biri işgal altında diğeri işgale karşı savaşmak üzere aynı anda iki hükûmeti oldu...

Bu siyaset tarihinde eşine pek rastlanmayacak bir durumdu...

Hükûmetlerden işgal altında olanı İşgalcilerin her dediğine boyun eğiyor görünürken, İşgale karşı Savaşmak üzere kurulanı harıl harıl millî mücadeleyi düzenli ordu haline getirmeye çalışıyor ve el altından İstanbul’dan kesintisiz destek alıyordu...

İşgalciler İstanbul Hükûmetini sıkıştırdıkça, o hükûmet hiçbir zaman uygulanmayacak, emirler kararlar, talimatlar ve fetvalar yayınlayarak Ankara hükûmetini asi ilan ediyor ve işgalcileriin yüreklerine su serpiyordu.

Bu dahiyane politika tılır tıkır yürürken millî mücadele de hızla ordulaşıyordu...

Bugün bazı ulusacıların ”hain padişah, hain hükûmet aha işte kapı gibi belgeler ortada” diye gösterdikleri sözde belgeler bu dahiyane siyaset oyunun işgalcileri oyalamaya, yatıştırmaya dönük hamlelerydi. Konuyu dağıtmamak için iki küçük misal verelim:

Birincisi: Meclis’in beşinci oturumunda Mustafa Kemal Paşa 110 oyla birinci başkan seçilirken, Celâlettin Arif Bey 109 oyla ikinci başkan seçildi. Celâlettin Arif Bey, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın başkanıydı. İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçmişti. (6)

İkincisi: Mustafa Kemal Paşa o zaman bu konuyla ilgili şöyle bir açıklama yapıyor:

[[b]“İngilizlere hürmet edeceksiniz, ingilizlerin emrine gireceksiniz, böyle hareket etmediğiniz takdirde mahvolacağız. bu tarz hareketi vatan sevginizden beklerim.” yazılarından bazı zayıf düşünceli insanlar bu kadar muhterem bir arkadaş (Mareşal Fevzi Çakmak)ın bu ifadesi karşısında, belki de durum böyledir diye şüphe edebilirler. biz ise böyle bir tereddüde lüzum görmedik ve bunun düşman tarafından zorla not ettirildiğine hükmettik. bu görüşümüzde yanılmış değiliz. zira (Mareşal Fevzi Çakmak’ın) bir vesile ile gönderdiği yaveri Kurmay Binbaşı Salih Bey buraya geldi ve 'harbiye nazırı düşman süngüleri altındadır, emirleri zorla yazdırılıp imza ettiriliyor. o emirlere değer verilmemesi lüzumunu bildirmek üzere beni gönderdi' demişti.”] [/b](7)

İşte inanılmaz şartlarda göreve başlıyan Birinci Meclis, o şartların gereği olarak 20 Ocak 1921 tarihinde “Teşkilât-ı Esasîye Kanunu”nu kabul etmiştir. 1921 Anayasası 23 maddelik çok kısa bir Anayasadır. 1921 Anayasası 1876 Kanun-u Esasîsi’ni yürürlükten kaldırmamıştır. Aynı anda 1876 Kanun-u Esasîsi de yürürlüktedir.

Böylece Osmanlı devleti İki hükûmetliliğine iki anayasalılık gibi ikinci bir siyasî ilginçlik eklemiştir.

Bundan sonra 2. Meclis tarafından 20 Nisan 1340 (1924) günü kabul edilen 1924 Anayasası ile, mudanya Mütarekesinden sonra 1921 Anayasası’nda yapılan değişiklikler tamamiyle “yedidüvel” dayatmasıdır.

1924 Anayasası’nı ilga eden 27 Mayıs’ın NATOCU Darbecileri “Yedidüvel”in isteklerine uygun olarak 1961 Anayasası’nı yapmışlardır...

12 Mart 1971’de “yedidüvel” adına harekete geçen NATOCU darbecilerse 1961 Anayasa’ında 1971 ve 1973 yıllarında “yedidüvel”in lehine ve milletin aleyhine pek çok değişiklik yapmışlardır...

12 Eylül 1980’de “yedidüvel”in emriyle harekete geçen ve “yedidüvel”in “bizim oğlanlar” iltifatına mazhar olan NATOCU darbeciler ise 1961 Anayasası’nı çöpe atarak, “yedidüvel”in o günkü çıkarlarına çok daha uygun olan 1982 Anayasası’nı yürürlüğe koymuşlardır...

Bu Anayasa üzerinde “yedidüvel”in lehine ve milletin hiçbir yarasına merhem olmayacak bir yığın değişikliklere rağmen halen yürürlüktedir...

Kısaca Türkiye’nin anayasal macerasında 1876’dan bu yana değişen tek şey “yedidüvel”in patronajının 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’den ABD’ye geçmiş olmasından ibarettir...

Şimdi “Yedidüvel”, iktidara getirdiği için kendisine gebe olan AKP’den artık eskimiş olan 1982 Anayasası’nı çöpe atmasını ve acilen yeni bir anayasa yapmasını istemektedir...

Bütün gürültü bunun içindir...

12 Eylül’de yapılacak referandumda halk sandığa gidip de “evet” derse 1982 tarihli “yedidüvel” anayasısında, “yedidüvel” lehine ufak tefek bir kaç değişiklik yapılacaktır...

Bu değişikliklerden bazıları sanki miiletin işine yarayacakmış gibi görünse de, bu değişiklikten asıl kârı her zaman olduğu gibi “yedidüvel”in elde edececeği açıktır..

CHP-MHP ve onlara eklemlenen ulusalcılar ise aman “hayır” diyelim diye çırpınmaktadırlar...

Millet bu çağrıya uyarak “hayır” derse ne olacak?

“Yedidüvelin”in, “bizim oğlanlar” diye iltifat ettiği NATOCULARIN yaptıkları 1982 Anayasasına talim edilecek...

İşte başlıkta “Kırk katır mı? Yoksa Kırk satır mı?” dediğimiz şey budur...

“Evet” desen de, “hayır” desen de “yedidüvel”in kucağındasın...

Peki ne yapacağız?

Gitme sandığa kendileri çalıp kendileri oynasınlar...

Ya ceza?

Cezayı düşünüyorsan git hem evet hem hayır pusulasını koy aynı zarfa gerisini onlar düşünsün...

Sayın Banu Avar da bu referandumda alınması gereken en doğru tavrın “boykot etmek” olduğunun farkında (8), ama bu doğru tavrı önce BDP’nin açıklaması sebebiyle onlarla yanyana durmayı içine sindiremediği için CHP’ye kuyruk olmayı tercih ediyor...

Halbuki “doğru bir siyasî tavır” onu benimseyenlerin kimliğinden bağımsız olarak da doğru ise, onu kim benimserse benimsesin arkasında durulması gerekendir ...

Dipnotlar:
6- Bkz. Türk Kurtuluş Savaşı, Osman Özsoy, Timaş Yayınları. Bu konuda daha fazla bilgi için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=8
7- Emekli General Salih Polatkan, Siyasi ve askeri yönleriyle Mareşal Fevzi Çakmak, Önsöz basım ve yayıncılık, 1981, sayfa, 88,89.
8- “Boykotçular, BDP ve bölücüler.. Bence referandumun gerçekten ‘boykot’ edilme ihtimaline karşı, Batıdan aldıkları ‘taktik’ gereği, bu kararla ortaya çıktılar!” Banu Avar, “BU REFERANDUMLARIN ARKASINDA KİM VAR”, Odatv.com.


Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2937&mforum=entellektuel

Ayasofya'ya çan takmak isteyenlere ateş edin

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sonra cami haline getirdiği Ayasofyada korsan ayin girişimleri memleketin işgal altında olduğu yıllarda bile buna izin verilmediğini gösteriyor.

05 Ekim 2010
Anadolu Haber


İsviçre’de minare krizine destek olan “Amerikan Ayasofya’ya Özgürlük Konseyi” Derneği’nin başkanı milyarder işadamı Chris Spirou’nun korsan ayin girişimi Türkiye’de hareketli saatler yaşamasına neden oldu. Hem Yunan hem de ABD vatandaşı olan Spirou, Ayosofya’ya 250 kişilik grupla ayin için gelmemesi konusunda resmi makamlarca uyarıldı. Bunun üzerine Spirou ve beraberindeki ekip Ayasofya’ya gelmekten vazgeçti. Yıllardır Ayasofya’da ayin yapmanın hayallerini kuranlar yakın tarihimizde yaşanan bir olayı akıllara getirdi.

AYASOFYA’YA ÇAN TAKMAK İSTEYENLERE ATEŞ EDİNİZ
Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’un fethinden sonra cami yaptığı Ayasofya’yı I. Dünya Savaşı’nı bitiren Mondros Ateşkes Anlaşması ile geri almak ve kilise haline getirmek istediler. İtilaf Devletleri’nin işgali altında olan İstanbul’da Sultan Vahdeddin kendi güvenliğini hiçe sayarak Ayasofya konusunda verdiği emir düşman kuvvetlerine karşı kararlılığını gösteriyordu. Konu ile alakalı Tarihçi Yazar İsmail Çolak’ın Nesil Yayınları’ndan çıkan “Son Osmanlı Vahdeddin” adlı kitabında Ayasofya’da ayin yapılması ile ilgili “Kara gün: İstanbul’un işgali (Sayfa 40-41)” ve “Vahdeddin işgallere tepki gösterdi mi? (Sayfa51)” bölümünde şu bilgiler dikkat çekiyor: “Yıldız Sarayı’nda oturan Sultan Vahdeddin’in işgallerin ardından aldığı ilk tedbirlerden biri, kendisini korumak için bırakılan özel birlikleri Ayasofya’ya göndererek şu emri vermek oldu: “İstanbul’un fethinin sembolü Ayasofya’ya can takmak isteyenlere ateş ediniz.”

Sultan Vahdeddin’in bu emri üzerine 13 Kasım 1918’de fiilen, 16 Mart 1920’de resmen işgal edilen İstanbul’da İtilaf devletleri Bizansı ihya hevesine kapılanlar olmasına rağmen buna cesaret edemedikleri anlatılıyor.

PATRİK İSTANBUL’UN YUNANİSTAN’A BAĞLANMASINI İSTEDİ

Son Osmanlı Vahdeddin kitabında İsmail Çolak, Sultan’ın işgal yıllarında Ayasofya konusunda neden tedbir aldığını şöyle anlatılıyor:

“Eski Bizansın başşehri İstanbul’un 1453’ten asılar sonra içinde Yunanlıların da bulunduğu İtilaf Devletleri tarafından istila edilmesinin verdiği güç ve cesaretle Bizansı ihya hevesine kapılan Fener Rum Patrikhanesi, Temmuz 1919’da binasına Bizans bayrağı çekmekte bir sakınca görmemişti. Bu gelişmelerden sonra Patrik L. Dorotius, İngiltere Başbakanı Llyod George’a yazdığı ve İstanbul’un Yunanistan’a bağlanması gerektiğini savunduğu mektupta taleplerini açıkça dile getirmekten çekinmedi:

“İstanbul Müslümanlar için değil, fakat Yunanlılar için mukaddes bir şehirdir. İstanbul, Yunanistan’a kuvvetli bir bağla bağlanmazsa, Yunanlıların arzuları hiçbir vakit yerine getirilmemiş olacaktır. Bütün İstanbul anavatanla birleştirilmelidir. Artık yeniden dünyaya gelen Yunanistan, Türk mayasına tahammül edemez”

AVRUPA’DA AYASOFYA MİTİNGLERİ DÜZENLENDİ
Bununla da yetinmeyen Rumlar, 5 Şubat 1919’da, Ayasofya’nın Hristiyanlığa tekrar kazandırılması için bir “Kurtuluş Komitesi” daha kurmuşlardı. Komite, Avrupa başkentlerinde “Ayasofya’nın kurtuluşu için” mitingler düzenleyerek Avrupalıları tahrik etmeye çalışıyorlardı.

SON OSMANLI VAHDEDDİN’DE NELER ANLATILIYOR
Tarihçi Yazar Çolak, kitabına Sultan Vahdeddin’in şehzadelik yılları, eğitimi, gizemli şahsiyeti, dindar tabiatı, ilginç hobileri, felaket yıllarındaki zorlu padişahlık sınavı, Osmanlı’nın kabusu, İstanbul’un işgali gibi konuları anlatarak başlıyor ve devamında şu sorulara cevap veriyor: İşgallere tepki gösterdi mi, İngiliz baskısına direndi mi, bağımsızlık savaşını o mu başlattı, Sevr Antlaşması’nı imzaladı mı, niçin İngilizlere sığındı ve İngiliz zırhlısını kullandı, giderken hazineyi yağmaladı mı, vatanı terk etmesini nasıl savundu, İngiliz oyunlarına karşı gurbette vatanseverlik imtihanını nasıl verdi, Büyük Roma hayalini nasıl suya düşürdü, gurbet hayatının acı sahnelerinde neler yaşadı, tabutu neden haczedilip Şam’a kaçırıldı, Vahdeddin’in savunmasında ve vasiyetinde neler yazdı, gibi merak edilen konuları ciddi bir arşiv çalışmasıyla yazıya döktü.

Resmî tarihin Sultan Vahdettin saplantısı
MUSTAFA ARMAĞAN
27.11.2007



1918 şartlarında İngilizleri tutmayan var mıydı ki, Hürriyet gazetesinde yer alan bir köşe yazısında(1), Mondros Mütarekesi'ni ve İngiliz himayesini kabullendiği için Sultan Vahdettin'e hain yaftası yapıştırılabiliyor?
Açın bakın, Mondros'ta İngiltere ile aramızda rica minnet çöpçatanlık yapan General Townshend'in hatıralarını, İngiliz gemileri kasım ayında Çanakkale'den nasıl birer 'kurtarıcı prens' olarak girmişlerdir, hayretle görürsünüz. Hadi onu bulamadınız diyelim, bari tarihçi Orhan Koloğlu'nun 1918 yılı üzerine yazdığı kitabındaki(2) basın taramasını okuyun ve zamanın PTT'sinin Mondros Mütarekesi'ni kutlamak için tam 22 bin serilik bir posta pulu çıkardığını hayret ve ibretle görün.

O zaman Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'da kendi parasıyla çıkardığı Minber gazetesinde işgalci İngilizlerin tebrik edilip alkışlandığını da, 17 Kasım 1918'de aynı gazetede çıkan söyleşisinde "İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever) bir dost olmayacağı" mesajını verdiğini de, ertesi gün çıkan Vakit gazetesinde ise "Britanya hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediğini" söylediğini ve dahi "muhataplarımızla [yani İngilizler, Fransızlar vd.] anlaşmak lazımdır" dediğini de hatırlamamız gerekmez mi? Ya Mustafa Kemal Paşa'nın 11-13 Ekim 1918'de Halep'ten Vahdettin'e çektiği telgraftaki ilginç teklifleri... Şöyle diyordu padişahın yaveri Naci (Eldeniz) Bey adına gönderdiği telgrafta: Müttefiklerle olmadığı takdirde ayrı olarak ve mutlaka barışı sağlamak lazımdır ve bunun için kaybedilecek bir an bile kalmamıştır. (Orijinali: "Müttefiken olmadığı takdirde münferiden behemahal sulhü takarrur ettirmek lazımdır ve bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır.")(3) Peki, bütün bu belgeler bilinip dururken birilerinin kalkıp da "Mütareke hükümlerine sonuna kadar riayetkâr davranmalıyız" şeklindeki tavrı nedeniyle Vahdettin'in hain ilan edilmesini anlamak gerçekten de mümkün değil.

Karabekir'in hatıratında Vahdettin

Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Kâzım Karabekir'in bile yakılan kitabı İstiklal Harbimizin Esasları'nın ilk baskısında (1933) Sultan Vahdettin'le son görüşmesine dair hatıraları, kitabın sonraki baskılarında açıkça sansüre tabi tutulmuş değil midir? Halbuki Vahdettin, 11 Nisan 1919 günkü görüşmesinde, birkaç gün sonra Trabzon'a giderek yeni görevine başlayacak olan General Kâzım Karabekir'e dönüp, "Paşa, ben ve millet sizlerden ümitliyiz... Hayır dualarım ve niyâzlarım sizinle beraberdir" demiş, Karabekir Paşa da kendisine şöyle cevap vermişti: "Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet zât-ı şahaneleri etrafında bir kalp ve bir kafa gibi toplanabilir şevket-meâb." Üstelik Karabekir Paşa dışarı çıkınca onu heyecanla bekleyenler arasında bir tanıdık da vardır kapının önünde: Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal Paşa. Hemen Karabekir'e sorar: Neler konuştunuz? Karabekir, Padişah'ın kendisini hayır dualarla yolculadığını anlatınca Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı tespiti yapar oracıkta: Sen Erzurum'a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel dayanak noktası teşekkül ediyor. Ne yazık ki, İstiklal Harbimizin Esasları'nın 1951 ve sonraki yıllarda yapılan baskılarında bu ve benzeri türden Vahdettin'i 'beraat ettirici' nitelikteki ibarelerin itinayla temizlendiğini hayretle görürüz. Eh, Karabekir'in kitaplarında durum buysa gerisini varın, siz düşünün.

Mustafa Kemal'in yukarıdaki sözüne dönelim tekrar. Ne demek istiyor? Gayet açık bence: Vahdettin ve İstanbul hükümeti daha önce Cafer Tayyar Paşa'yı Edirne'ye, Ali Fuat Paşa'yı Ankara'ya gönderdikten sonra üçüncü büyük kozunu oynamış ve Karabekir Paşa'yı Erzurum'a tayin ettirmeyi başarmıştır. Böylece direnişin Edirne, Ankara ve Erzurum ayakları tamamlanmış, sıra bunları toparlayacak ve organize edecek bir genel müfettişliğe gelmiştir ki, bir ay sonra bu göreve olağanüstü yetkilerle padişahın yaveri olan Mustafa Kemal Paşa atanacak ve 15 Mayıs 1919 günü yine Vahdettin'le görüştükten sonra dördüncü ve merkezÎ ayağı oluşturmak üzere Samsun'a doğru yola çıkacaktır. Nitekim bu görüşmeyi sonraları Falih Rıfkı Atay'a anlatan Atatürk, Vahdettin'in kendisine, "Şimdiye kadarki başarılarınızı unutun, asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin" dediğini nakletmemiş miydi? Öyleyse soralım: Bizzat Karabekir ve Atatürk'ün ağzından yaptıkları anlatılan Vahdettin nasıl hain olabiliyor?

İngiliz gizli belgeleri ne diyor?

Son olarak İngiliz gizli belgelerine bir göz atalım. Aslı Britanya arşivlerindeki gizli yazışmalara göre, işgalci İngilizler, şimdi de 'esir padişah'ı Samsun'a çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşmaya zorlamaktadırlar. Ne var ki, Vahdettin kendilerine, Mustafa Kemal Paşa'nın ancak İtalya'nın birliğini sağlayan millî kahramanları Garibaldi kadar "haydut" kabul edilebileceğini, onun yurtseverliğinden kuşku duymadığını, dahası ona saygı ve hayranlık hissetmemenin güç olduğunu söylemiştir.(4) İngilizler de bu sözleri resmen kayıtlara geçirmişler. Vahdettin'in ifadelerinin İngilizce çevirisi şöyle: "It is absurd to label the Nationalist Movement as the tyranny of a set of non-Turkish brigand and patriot in much the same sense that Garibaldi was, and is difficult not to respect and admire him."

Bir başka belge ise gerçekten şaşırtıcı. 14 Kasım 1918 günü, bir gün önce İstanbul'a gelip Pera Palas'ta ikamete başlamış olan Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Daily Mail Gazetesi'nin muhabiri G. Ward Price'ı aracı yaparak General Harrington'la görüşmek ister. Price, Pera Palas'ta yaptığı görüşmeyi hatıralarında şöyle aktarıyor: "Mustafa Kemal, yapmak istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edeceğini" bildirmemi rica etti. "Bu harpte yanlış cephede savaştık, dedi, eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik... Biliyoruz, partiyi kaybettik... Anadolu'nun Müttefik Devletler tarafından işgal edileceğini tamamen biliyordum... Bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerektir."

Kim kahraman, kim hain?

Anadolu'da İngiliz idaresinden o kadar da rahatsızlık duyulmaması gerektiğini söyledikten sonra Mustafa Kemal, bu topraklar üzerindeki İngiliz idaresinde bir vali olarak çalışmaya hazır olduğunu gazeteci aracılığıyla işgalci yetkililere şöyle iletecektir: "Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim..."(5) Türk Tarih Kurumu'nun çevirtip bastığı bir kitaptan alındı bu çarpıcı sözler. Şimdi söyleyin bakalım, İngilizlerle ilişki kurmak vatan hainliği sayılabilir miymiş?

Kaldı ki, kimin hain, kimin kahraman olacağına gazete köşelerinden yahut meclis kürsüsünden karar verilemez; hatta mahkemeler bile buna karar veremez. Bunun kararını kamuoyunun vicdanı ve "tarih" denilen o acımasız yargıç verirse verir. Hem Fransızlar şu General Petain'in hain mi kahraman mı olduğuna 60 küsur yıldır karar verebildiler mi? Adam üstelik vatanını Almanya'ya gerçekten peşkeş çektiği ve işgalcilerle düpedüz işbirliği yaptığı için İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra herkesin gözü önünde yargılanıp idama mahkûm edildiği halde bugün dahi onun bu şekilde davranmakta haklı olduğunu düşünen Fransız vatandaşları azımsanmayacak sayıdadır. Dahası, bu bir rejim sorunu değildir Fransa'da; bir tarih sorunudur. Ne diyelim, darısı bizim Vahdettin'in başına.

En iyisi son sözü, bir ara bakanlık da yapmış olan Hüseyin Cahit Yalçın'a bırakmak. Bakın yakın tarihimizdeki hain-kahraman düellosu hakkında bu tecrübeli kalem ne ibret-âmiz laflar söylemiş: "İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi [Mondros'u] imza eden Rauf [Orbay] Bey, bugün âdeta vatan haini oluyor. Çünkü Halk Fırkası'ndan çıkmıştır. İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi kabul eden ve imza etmesi için emir verenler arasında bulunan Fethi [Okyar] Bey ise bugün Millet Meclisi Reisi bulunuyor. Çünkü, henüz Halk Fırkası'na mensuptur. Bu ne mantıktır, bu ne ölçüdür, bu ne mutaassıp fırkacılık [particilik] hissidir?"(6) Tarih yalan söylemez; ama ona yalan söyletilebilir. Tabii yatsıya kadar...

1) Bkz. Tufan Türenç, "Tarih yalan söylemez: Vahdettin haindir", Hürriyet, 14 Kasım 2007. 2) Orhan Koloğlu, 1918: Aydınlarımızın Bunalım Yılı, İstanbul 2000, Boyut Kitapları, s. 190. 3) Atatürk'ün Bütün Eserleri, cilt 2, İstanbul 2003, Kaynak Yayınları, s. 232. 4) Bkz. S. Ramsdan Sonyel, Turkish Diplomacy 1918-1923, Londra 1975, s. 154, dipnot 1'den aktaran: Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 5, İstanbul 1992, Tekin Yayınevi, s. 249-250. 5) Price'ın Extra-Special Correspondent (Çok Özel Yazışmalar) adlı kitabından (1957, sayfa 104) aktaran Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çeviren: Cemal Köprülü, Ankara 1991, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 98. 6) Aktaran: Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, cilt IV, İstanbul 1962, s. 180.

Zaman

Seçimler Bitti, Sandıklar Açıldı: Ya Sonra? -1-
Alihaydar Can
14.06.2011



Hürriyet mi diyorlar;
Balık ağzında zoka.
Bilmezler ki hürriyet,
Teslim olmaktır Hakk’a. (*)


12 Haziran akşamı sandıklar açılıp sayım bitinceye kadar, bu seçimin olup olmayacağından, sonuçlarının alınıp alınmayacağından emin değildim...

Hem neredeyse tamamı küresel çete/diktatörlüğün sömürü ve tahakküm alanı haline gelen dünya...

Hem de bu küresel çeteye/diktatörlüğe yardım ve yataklık etmeyi en büyük dış politika marifeti olarak kakalamayı beceren AKP’nin yönetimindeki Türkiye ...

Gerilim yükü kırılmanın eşiğine gelmiş siyasî/iktisadi/sosyal fay hatlarının üzerinde bulundukları halde...

Hiçbir şeyden habersiz kitleleri günübirlik sahte çözümler üreterek (daha doğrusu; ellerindeki medyanın gücüyle hipnotize ettikleri kitleri bunun gerçek çözümler olduğuna inandırarak) iktidarlarını -bu iktidarları ebediyyen sürecekmiş gibi- fütursuzca sürdürüp gidiyorken...

Bu gerlim yüklü fay hatlarından biri veya bir kaçının aynı anda veya zincirleme reaksiyonlar halinde kırılıvermesi halinde ortaya çıkabilecek kıyametin etkisi ve sonuçları hem kadim kitaplarda, hem sonra gelen bilge kişilerin yorumlarında, en ince detaylarına kadar tasvir edilmişken...

Bugün de durumun farkında olan kalp, ilim ve insaf ehli tarafından sayısız ikazlar ve ihtarlar dile getirilirken...

Bu kıyamet tablosundan kurtuluşa en ufak bir katkısı bile olmayacak seçimler üzerimnde bunca hassasiyet gösterimesi neyin göstergesi olabilir?

***

Öyleyse biraz geriye dönelim...

Çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nu bir an önce parçalayıp paylaşmak isteyen “Dış güçler/Batı emperyalizmi” İttihat ve Terakki Fırkası’nı kolayca kafaya alıp, Halkı “müstebit Sultan” 2. Abdülhamid Han’ın “istbdadından/zorbaca baskısından” kurtarmak bahanesiyle, İmparatorluğun son kurtuluş imkânı olan -bu politika dahisi Sultanı- hallettiler/Yetkilerini alıp tahtından indirdiler...

Bu bir hükümet darbesiydi ve o günü “hürriyet bayramı” ilan ettiler...

Halbuki o gün Osmanlı İmparatorluğu’nun idam fermanının ilan edildiği menhus/uğursuz bir gündü ve bu durum, İttihatçılar tarafından ancak -gerçekten yenilmedikleri- bir büyük savaşta mağlûp ilan edildikleri zaman anlaşılabildi: “Hürriyet” zokasını yutmuşlar oltaya takılmışlardı...

Yani iş işten çoktan geçmişti...

Onlar İmparatorluk topraklarını terkedip mücadelelerini dışarda sürdürmeye çalıştılar ama...

Bu sırada İmparatorluk toprakları aç gözlü emperyalist devletler tarafından işgal yoluyla yağma edilmeye başlanmıştı...

Böyle bir hengâmede tahta çıkan “Büyük Vatan Dostu” Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han ve Hükümeti son bir kurtuluş hamlesi planlayıp bu hamlenin başına komutan olarak Mustafa Kemal Paşa’yı tayin ettiler...

Emperyalist devletlerin fiilen işgali altındaki bir başkentte hazırlanan bu dahiyane kurtuluş plânı, Mustafa Kemal Paşa’nın Ordu Müfettişi görünümünde -ama gerçekte Bütün imparatorluk tarihinde sadece bir kez bir tek sadrazama verilmiş yetkilerle donatılarak, bir nevi 2. Sultan (eş başkan gibi) olarak- Bandırma Vapuru’na, emrine verilmiş imparatorluğun en seçkin Kurmay subaylarıyla birlikte bindirilip yolcu edilmesiyle yürürlüğe konuldu...

Bu “kurtarıcı Heyet”in Yol haritası ilk elde Misak-ı Millî çerçevesindeki topraklardaki düşman işgalini kaldıracak yeni bir ordu kurmaktı.

Bu ordu, Mütareke ile dağıtılmış osmanlı ordularının subay ve erleri arasından seçilerek kuruldu, dağıtılan Osmanlı ordusunun el konulan silahları silah depoları ele geçirilerek, toprağa gömülmüş silahlar çıkarılarak, yeni silahlar temin edilerek silahlandırıldı...

Zor bir işti ama bu işle görevlendirilen heyetin üstün kaabiliyetiyle hakkından gelindi...

Bu orduyla -Misak-ı Millî’de belirtilen vatan topraklarının tamamı olmasa bile- Anadolu’da Ankara önlerine dayanmış Yunan İşgali kırıldı...

Yunanlılar geldikleri yere geldiklerinden çok eksik bir sayı ile döndüler..

Piyonun defteri dürülmüştü...

Sıra asıl düşmana İstanbul ve çevresini işgal altında Tutan İngilizler ve Fransızlara gelmişti...

Bu yeni Osmanlı Ordusu’nun bir Süvari Tümeni Yunanlıları denize dökmenin verdiği üstün motivasyon ile Çanakkale’ye dayandı...

Yunanlılar’ın başına geleni gören Fransızlar havlu atıp kenara çekildiler...

Artık asıl ve büyük düşman işgalci emperyalistlbaşı İngilizlerle bizim topraklarımızda başbaşa kalmıştık...

Bütün şartlar lehimizeydi, son bir hamleyle yılanın başını koparıp Marmara’nın mavi sularına rahatça gömebilirdik...

Ama...

İngiltere, Osmanlı Süvarilerinin Çanakkalede’den Gelibolu’ya geçmesini savaş sebebi sayacağını ilan etti...

İngilizlerle zaten savaşmıyor muyduk?

Savaşmıyorsak İngilizler’in bizim Başkentimizde işleri neydi?

Ve İngilizler ateşkes için Mudanya’da müzakere talep etti...

Müzakereci olarak da -nedense- İsmet Paşa’dan başkasını kabul etmediler...

Ve ne hikmetse İngilizler’in hem müzakere, hem de İsmet Paşa talepleri bizimkiler tarafından itirazsız kabul edildi...

Böylece 1919’da işgal altındaki bir başkente hazırlanıp binbir güçlükle yürürlüğe konulan dahiyane kurtuluş plânı, tam da kurtuluşa bir adım kala Mudanya sularına gömüldü...

Mudanya’dan Lozan’a giden süreç işgalciye adım adım teslim olarak, işgalden kurtulmaya çalışmak gibi inanılmaz ve ve izahı mümkün olmayan bir garip bir süreçtir...

İstanbul ve çevresindeki düşman işgalini -edindiğin yeni askerî imkânlarla- kolaylıkla söküp atabilecek durumdayken Mudanya’da kurulmuş diplomatik tuzağa niçin ve nasıl düşüldüğünü helal süt emmiş bir tarihçi herhalde bir gün anlatır, biz de öğreniriz...

Yalnız...

Kemal Tahir’in yarım yüzyıl önce sorduğu şu soru halâ cevabını bekliyor:

- “Biz bu İngiliz gâvuruyla savaşmadık, Yuanlılarla savaştık.İngilizler’e bir tek bile kurşun atmadık... Peki bu İngiliz gâvuru İstanbul’dan niye çekip gitti?..”.

Burayı almak için Çanakkale'de yüzbinlerce askerini feda eden İngiziler, bu İngilizler değil miydi?

İstanbul dediğin yer dünyanın en staratejik noktalarından birisi değil mi?..

Yunanlıları yenen yeni Osmanlı ordusundandan korktularsa, korkan bir düşmanla Mudanya’da masaya niye oturuldu?

Lozan’a niçin gidildi?

Lozan'da koskoca İmparatorluğun bütün hak ve alacaklarından vazgeçilirken bütün borçları niçin üstlenildi?

İngilizler kendilerine tek kurşun atılmadığı halde İstanbul gibi dünyanın en stratejik yerlerinden birini bırakıp gittilerse, birazcık diplomasi kültürü olanlar bilir ki; bu aç gözlü emperyalistbaşı İstanbul’dan gitme karşılığında, İstanbul’dan çok daha değerli bir şey almadan böyle bir enayiliği asla yapmaz...

İngilizler’i İstanbul’dan bile vazgeçirecek kadar değerli neyimiz vardı ki bizim, İngiliz gavuru onu alıp gitti?

Bu soruya ipucu olması için değil de hep aklımızın bir yerinde durması için son bir soru:

Lozan'da vazgeçtiğimiz İmparatorluk topraklarımızda bugün kaç tane yeni yetme devlet var sayısını bilen var mı?

Neyse...

Bütün bunları niye anlattım?

İttihatçılar’ın yuttuğu “hürriyet” zokasının nelere malolduğunu göstermek için...

Sonradan Filozof Rıza Tevfik gibi pişmanlık şiirleri(**) döktürdüler ama ne çare...

Dipnotlar:

(*) Necip Fazıl Kısakürek’in Manzara isimli şiirinden

(**) İttihat ve Terakki Fırkası mensuplarından Rıza Tevfik, "Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdad (yardım dilemek)" başlıklı şiirinde şöyle feryad ediyor:

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör pezevengin bak günâhına.

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına.

Pâdişah hem zâlim, hem deli dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz ‘beli’ dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına

Şiirin tamamı için Bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=714

(Devam edecek)

Bu yazı dizisinin devamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?

SULTAN VAHİDEDDİN: "HAKİKAT MAĞLUP EDİLEMEZ!"

"Bize Sevr’i dayatıp 24 saat süreniz var, dediler. Ben de vakit kazanmak için antlaşmanın hükümetçe kabulüne taraftar göründüm. Nasıl olsa onay aşamasında önüme gelecekti. Nitekim Sevr Antlaşmasını tasdik etmedim.

Hareketlerimde şahsî fikirler ve duygularımdan ziyade daima kamuoyunu veyahut direnilmesi mümkün olmayan diğer faktörleri esas aldım. “Kemalciler”in İstanbul’da nüfuz kurmalarını sağlayan Tevfik Paşa hükümetinin yaptıklarına da ses çıkarmadım. Ta ki Saltanatın Hilafetten ayrılması ve başkentin Ankara’ya nakline kadar. Birincisine, Şer-i şerife kesinlikle aykırı ve vekili bulunduğum Peygamber Efendimiz Hazretleri’nin haklarından feragati içerdiği, ikincisine ise hilafeti İstanbul gibi siyasî ve tarihî bir dayanaktan mahrum eylemek demek olduğu için karşı çıktım.

Bu gibi aşırı ve mecnunane arzularına tabi olmadığım için bana vatana ihanet iftirasında bulunanların bilmesi gerekir ki, dünyanın en büyük makam ve mansıbı olan Hilafet ve Saltanat makamında fiilen ve ecdadından gelen bir hak olarak oturan bir hükümdarı vatana ihanet gibi alçakça bir suça sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras mevcut değildir. Ben o makamların şeref ve haysiyetini muhafaza için geçici olarak tahtımdan, vatanımdan, huzur ve rahatımdan ayrı düşmeyi bile göze aldım.

İstanbul’dan ayrılmam, hesap verememekten dolayı değildir. Hiçbir kanuna tabi olmayan insanlar elinde savunma ve söz hakkı yasaklanmış bir halde hayatımı göz göre göre tehlikeye atmak gibi İlahi emrin ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden kaçınmak, hem de şan sahibi müvekkilimin (Peygamber Efendimiz’in) sünnetine uymak için hicret ettim.

Şimdi bana haksız yere vatana ihanet suçu isnat edenler, hilafeti hukuk ve nüfuzundan ayırıp değiştirerek bu Muhammedî saltanatı yıkmış ve yalnız vatanlarına değil, bütün İslam alemine ihanet etmişlerdir.

Hilafet meselesinin halli 300 milyonluk İslâm âlemine düşecek bir büyük meseledir. Dolayısıyla şimdi ben Hilafet hakkında Ankara’da ve İstanbul’da verilen fuzulî ve cebrî hükmü kesinlikle kabul etmeyerek hakkımda reva görülen iftiraları onları yakıştıranlara büyük bir nefretle red ve iade ederek, memleketin ırk ve din ayırmaksızın bütün ahalisinin mutluluk ve refahından başka bir emeli olmayan ve adalet ve itidalin hakim olmasını isteyen müsterih bir kalb ve vicdan ve hak ve hakikatin mağlub edilemeyeceğine dair kuvvetli bir imanla sevgili vatanıma dönünceye kadar ıtır kokulu toprağının ezelden müştakı olduğum Haremeyn-i Şerifeyn’de ve şimdilik Beytullah’ın civarında vakit geçiriyorum."

(Sultan Vahideddin’in 1923’te Mekke’de Yayınladığı Beyannamesinden)


En son Ekim tarafından Pts Ağu 26, 2013 12:15 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Oca 29, 2012 8:51 pm    Mesaj konusu: Son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin'in kara kutusu Alıntıyla Cevap Gönder

Son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin'in kara kutusu bulundu
İBRAHİM ALTAY
29.01.2012



Son Osmanlı padişahı Vahdettin'in başyaveri ve sırdaşı Avni Paşa'nın hatıratı yıllar sonra araştırmacı Osman Öndeş tarafından bulunup yayımlandı. Avni Paşa Anlatıyor isimli kitapta, Vahdettin'in yanı sıra Mustafa Kemal Paşa, İsmet İnönü, Damat Ferit Paşa, Rauf Orbay gibi tarihi kişilikler hakkında anılar ve yakın tarihe bakışı değiştirecek birbirinden ilginç anektod ve iddialar var

Geçtiğimiz hafta yayımlanan bir kitap gündeme bomba gibi düştü. Son Osmanlı padişahı Vahdettin'in başyaveri ve sırdaşı Avni Paşa'nın hatıratı yıllar sonra bulunmuş ve tam metin olarak yayımlanmıştı. Hatırat, son dönemle ilgili çok önemli bilgi ve iddialar içeriyordu. İnternet siteleri, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmadan önce Kur'an-ı Kerim'e el basarak ettiği yeminin metnini bu kitaptan alarak yayımladı. Köşe yazarları çeşitli boyutlarıyla bu kitabı ele aldı. Timaş Yayınevi tarafından yayımlanan kitabın adı: Vahdettin'in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor.

Kitabı edinip okuduk ve hatıratı bulup yayına hazırlayan Osman Öndeş'ten görüşme talep ettik. Öndeş, deneyimli bir yazar ve sürekli basın kartı sahibi bir gazeteci. Türkiye onu ilk olarak Günaydın gazetesi için yazdığı Osmanlı tarihini konu alan çizgi roman tefrikalarıyla tanıdı. Bu tefrikalardan bazıları Türkan Şoray ve Fatma Girik gibi aktristler tarafından filme çekilmek istendi. Son Saat, Milliyet, Hürriyet, Dünya, Referans, Hayat Tarih, Hayat Mecmuası, Belgelerle Türk Tarihi, Atlas Tarih gibi gazete ve dergilerde sayısız makalesi; kitapları Boğaziçi, Yağmur, Altın, İş Kültür, Remzi, Hürriyet, Milliyet, Yapı Kredi gibi yayınevleri tarafından yayımlandı. Lloyd's of London Press, Informa, Seatrade, Shipbroker, International Journal of Transport gibi dergilerin Türkiye temsilciliğini yaptı. Öndeş aynı zamanda Deniz Harp Okulu'nu birincilikle bitirmiş bir deniz subayı. Gemi komutanlığına kadar yükselmişken kendi isteğiyle istifa edip emekli olmuş. Avni Paşa'nın hatıratını 'vicdani bir borç olarak' takdim etmesinin temelinde bu da yatıyor olabilir. Ne de olsa Paşa'nın son görevlerinden biri bahriye nazırlığı idi. Kendisiyle konuştuk.


- Kimdir Avni Paşa ve hatıratı niçin önemlidir?

- Avni Paşa, bahriye nazırlığı ve padişah başyaverliği yapmış önemli bir şahsiyetti. Osmanlı devletinin yıkılış ve Cumhuriyet'in kuruluş sürecinde yaşananlara şahit olmuştu. Yaveri olarak Türkiye'deyken ve bir dostu olarak İtalya'ya gittikten sonra, son padişah Vahdettin'in çok yakınında bulunmuştu. Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Damat Ferit Paşa gibi eski ve yeni dönemin bilinen şahsiyetlerini şahsen tanıyordu. Onlarla birçok defalar buluşmuş, görüşmüş, ülkenin durumu ve geleceği hakkında fikir alışverişinde bulunmuştu.

- Nasıl ulaştınız hatırata?

- Hatıratının olduğu biliniyordu ama hiç yayımlanmamıştı. Avni Paşa'nın torunlarından Semih Baki, İskenderun'da yaşayan arkadaşım Antuvan Makzume'nin damadıdır. Bu vesileyle ulaştım kendisine. Hatırat üzerinde çalışmak isteğimi bildirdim. Olumlu karşıladı. Ailenin diğer fertleriyle görüşerek notların bir nüshasını benim için temin etti.

- Bu hatırat aile fertleri tarafından biliniyor ve bugüne kadar yayımlanmıyor. Niye?

- Çünkü Avni Paşa, 150'likler olarak bilinen listeye alınıyor ve bir bakıma hain ilan ediliyor. Aile fertlerinin bir kısmı Türkiye'de yaşayan, ticari ve sosyal hayatta başarılı olmuş kişiler. Dedeleri hakkında oluşabilecek yanlış bir algının hayatlarını olumsuz yönde etkilemesinden korkuyorlar. Bir de Türkiye'deki siyasi ve tarihi tartışma ortamının daha hoşgörülü hale gelmesiyle de yakından ilgili bir durum şimdi yayımlanabilmesi.

- 150'likler listesine alındığına göre Avni Paşa bir vatan haini miydi?

- Söylediğiniz liste Cemal Kutay'ın tabiriyle tam bir faciadır. Lozan Anlaşması'nda 'Türkiye Hükümeti'nin 150 kişinin yurda girişini ve orada oturmasını yasaklayabileceğine' dair bir madde var. 150'likler ismi buradan geliyor. Bunun üzerine bir 'hain belirleme' süreci başlıyor. İşin komikliği de burada zaten. 149 ya da 151 değil; ille de 150 kişi olacak. Bunun üzerine o zamanın Genelkurmay'ı ve Emniyet Genel Müdürlüğü ayrı ayrı listeler hazırlıyor. Birinde 300, diğerinde daha fazla isim var. İşin ilginç tarafı bu listelerin ikisinde de Avni Paşa'nın ismi yok.

- O zaman nasıl giriyor bu listeye?

- Milletvekili Topçu İhsan Bey'in zorlamasıyla oluyor. İhsan Bey bir zamanlar Avni Paşa'nın emrindeki birliklerde görevli bir subaydır. Avni Paşa tarafından tespit edilen bir usulsüzlüğü nedeniyle cezalandırılmış. Bu yüzden Paşa'ya husumet besliyor. Bir diğer mebus arkadaşını da yanına alarak onun adını son dakikada listeye ilave ettiriyor. Şunu da söylemem lazım. Bilahare Eryavuz soyadını alan bu İhsan Bey, Yavuz zırhlısının onarımı için havuz alımı sırasında bir Fransız şirketinden rüşvet aldığı iddiası ile Yüce Divan'da yargılandı ve 1928 yılında hüküm giydi. Olay tarihe Yavuz-Havuz Yolsuzluğu olarak geçti. Hatta verilen karar, Yüce Divan'ın Cumhuriyet tarihinde verdiği ilk mahkumiyet kararı oldu. Bu karar nedeniyle 26 Ocak 1928 tarihinde İhsan Bey'in milletvekilliği düştü. O da soyadını Topçu olarak değiştirdi.

AF ÇIKTIĞINDA TÜRKİYE'YE DÖNMEDİ

- Avni Paşa o sıralar yurtdışında. Nasıl karşılıyor bu kararı?

- Esefle karşılıyor ve kabullenemiyor. Bakınız! Avni Paşa, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Anadolu'ya geçmesini sağlamış kişidir. Bandırma vapurunu o bulmuştur; kaptanı Atatürk'ün emrine o vermiştir. Gerekli tahsisatı o çıkartmıştır. Atatürk'ün geniş yetkilerle donatıldığını gösteren evrakı hazırlayan ve Harbiye Nazırı Şakir Paşa'ya mühürleten odur. Hatta, Anadolu'nun silahlanması için kendisini riske atmak pahasına da olsa bütün yetkilerini kullanmıştır. Avni Paşa'nın bir diğer acısı da Ankara'dan aldığı talimat üzerine padişahın yanındaki yaverlik görevine son vermiş olmasıydı. Buna rağmen vatan haini olarak damgalanmayı hazmedemedi ve af çıktığında bile bu duyguları nedeniyle Türkiye'ye geri dönmedi.

- Kitapta aslında sadece Avni Paşa'nın hatıratı yok. Son padişah Vahdettin'in kayıp olduğu söylenen gizemli hatıratı ile ilgili tespitleriniz de var.

- Vahdettin'in bir sırdaş olarak gördüğü Avni Paşa'ya hatıratını yazdırdığı ve emanet ettiği söylenegelir. Hatta bu hatıratın maddi zorluklar içerisinde bulunan Avni Paşa tarafından son halife Abdülmecid Efendi'ye verdiği iddia edilir. Kitapta ayrıntılarıyla açıkladığım üzere bu iddialar bana gerçekçi gelmiyor. Benim bu hatırattaki verilerden yola çıkarak ulaştığım sonuca göre Vahdettin'in yazdırdığı böyle bir hatırat yoktur. Sadece, Avni Paşa'nın hatıratı içerisinde kendisinin yazdığı bir bölüm vardır.

- Bu kitapta yer verdiğiniz bazı fotoğrafları ilk kez gördük sanırım.

- Onun da ilginç bir hikayesi var. Aile, hatıratı benimle paylaşmıştı ama yayımlama iznini ancak üzerindeki çalışmam beğenildikten sonra alabildim. Fotoğraflar da öyle oldu. Önce elimizde herkes tarafından bilinen birkaç fotoğraf vardı. Sonra Semih Baki Beyefendi, ailenin Paris'teki fertleriyle görüştü ve bir sanduka içerisinde korunan çok sayıda resmi bizimle paylaştılar. Kitaba koyduğumuz fotoğrafların hepsi ilk kez yayımlanıyor.

- Kitap nedeniyle sizi Cumhuriyet düşmanlığı ile filan suçlamasınlar!..

- Artık Cumhuriyetimiz oturmuştur. Kimsenin saltanatı geri getirmek gibi bir amacı yoktur. Olsa bile bu ciddiye alınmaz. Bizim amacımız, tarihimizin doğru biçimde tartışılmasını ve öğrenilmesini sağlamaya çalışmak. Böylesine önemli bir vesikayı araştırmacılarla ve okurla paylaşmak. Nutuk, '19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak bastım' diye başlıyor. Ama bunun bir de öncesi var.

SULTAN VAHDETİN 'İN KENDİSİNİ HATALI BULDUĞU ÜÇ KONU NEYDİ?

Sultan Vahdettin, Türkiye'yi terkettikten sonra İtalya'ya gitti ve ölümüne kadar San Remo'da ikamet etti. Avni Paşa, ondan dokuz ay önce Ankara hükümetinin ve İstanbul'daki politik hasımlarının baskılarına dayanamayarak hem padişah yaverliğinden ayrılmış hem de Romanya'nın Köstence kentine göç etmişti. Vahdettin, San Remo'ya yerleşince Avni Paşa'yı davet etti. Paşa da bu davete icabet ederek ailesini alıp padişahın yakınlarında bir yere yerleşti. Hatırat okunduğunda bu günlerde Vahdettin'le Avni Paşa'nın uzun uzun dertleştikleri anlaşılıyor. Bu sohbetlerden birinde eski Sultan ona 'üç hata'sını itiraf ediyor: 'Sultan Reşad'ın ardından saltanat makamını kabul etmek; başta Ferit olmak üzere mütareke döneminin Tevfik, İzzet, Ali Rıza, Salih gibi paşalarına bel bağlamak ve Türk milletinin asırlardır hükmetmekte olan Osmanlı saltanatını yıkanlara biat edeceğine bir türlü inanmamak.' Kitapta ayrıntılı olarak da anlatıldığı üzere Vahdettin, Sultan Reşad'ın ölüm haberini aldıktan sonra tahta geçmeye istekli olmamış; Talat ve Enver paşalar tarafından adeta zorlanmış. Padişahlığı boyunca çevresinde bulunan yönetici zümreye güvenmemiş. Ve son olarak hakkında: "Mustafa Kemal Paşa ile Almanya'ya beraber gittik, yakından tanırım; hırsı ile zekasını gördüm. Hırsı zekasına galip gelirse kötü olur, zekası hırsına galip gelirse yararlı olur," dediği Mustafa Kemal Paşa'nın kendisine reva gördüğü muameleden büyük üzüntü duymuş. Ömrünün son yıllarını yoksulluk içerisinde geçirdiği halde 'vatanı sattı' denmesini kabul edememiş. Vahdettin'in ölümünden sonra İtalya'dan ayrılan Avni Paşa 1934 yılında Lübnan'ın Cünye kentinde öldü ve mezarı Cünye'de bulunuyor.

GAZETECİ HASAN CEMAL, PADİŞAH MI OLACAKTI?

Kitapta birçoğu bugüne kadar pek gündeme gelmemiş ve duyulmamış birbirinden ilginç anı ve anektodlar var. Bunlardan bazıları şöyle:

Kitapta, Filistin cephesinde yaşananlar anlatılıyor. 7. Ordu komutanı olarak bu savaşta görev alan Mustafa Kemal Paşa'nın da aynı cephede savaşan diğer ordu komutanlarıyla birlikte bu hezimetten sorumlu olduğu ima ediliyor. Daha da önemlisi Şam'ı savunmakla görevlendirilen Albay İsmet'in (İnönü) 'Sorumluluklarını, görevini ve Şam'ı yüzüstü terk edip, kendi kararıyla Halep'e firar ettiği ve oradan da İstanbul'a kaçtığı' anlatılıyor. Avni Paşa daha da ileri giderek 'İzmir'e girilmesi sırasında Yunanlı komutanlar bile askerleriyle birlikte teslim oldular; bizim komutanlar askerleri teslim edip kendilerini kurtardılar' anlamına gelecek sözler söylüyor.

Mustafa Kemal Paşa, Filistin cephesinden dönüşünde Avni Paşa'yla aynı trende yolculuk yapmıştır. Bozgundan sonra İstanbul'la haberleşen Atatürk, Fethi Bey'in (Okyar) Dahiliye Nazırı, kendisinin de Harbiye Nazırı yapılmasını istemiştir. İzzet Paşa, bu taleplerin kabul edildiğini bildirir kendisine. Atatürk ayrıca savaşın kaybedildiğinin kabul edilip mütareke yapılmasını da önermiştir. Tren, İstanbul Maltepe'ye ulaştığında aldıkları bir gazeteden İzzet Paşa kabinesinin düştüğünü ve yerine Tevfik Paşa'nın getirildiğini okurlar. Mustafa Kemal Paşa üzüntüsünü gizlemez.

Avni Paşa'nın ikisinde de bulunduğu Damat Ferit Paşa hükümetleri hakkında yakından gözlemleri var. Bu hükümetlerin ölünün 'techiz ve tekfini' yani gömülmeye hazır hale getirilmesiyle görevli hükümetler olduğunu yazıyor. Avni Paşa'nın hatıralarında Ferid Paşa'nın kişiliği ve hayat tarzı ayrıntılı bir şekilde ele alınarak adeta bir portresi çıkarılmış. Okuduğunuzda Cumhuriyet döneminde vatan haini ve mürteci olarak tanımlanan paşanın, dinle diyanetle ilgisi olmayan, Batı terbiyesiyle yetişmiş bir Frankafon olduğunu anlıyor ve şaşırıyorsunuz.

Kitaptaki önemli ayrıntılardan biri de Sevr adı verilen anlaşmanın hukuki olarak hiçbir zaman yürürlüğe girmediği. Bakanlar Kurulu hatta Şurayı Saltanat tarafından kabul edilmesi istenen anlaşmayı padişah Vahdettin kesinlikle onaylamıyor ve Lozan görüşmelerine kadar İtilaf güçlerini oyalıyor. Padişah onaylamadığı için anlaşma hukuken geçerlilik kazanmıyor.

Şehzadelerden biri olan Ömer Faruk Efendi, Anadolu'daki mücadeleye katılmak için Ankara'ya doğru yola çıkıyor fakat Ankara'dakiler tarafından İnebolu'dan geri çevriliyor.

Bolşevik İhtilali'nden sonra Sovyetler Birliği tarafından Türkiye'nin Paylaşılması adlı bir kitap yayımlanır. Bu kitapta Çar'ın dışişleri bakanlarından Sasanof'un bıraktığı evraka dayalı olarak anlatılan bölümde, gazeteci Hasan Cemal'in dedesi Cemal Paşa ile ilgili bir iddia vardır. Bu iddia Arapçaya çevrilerek Suriye'de bir gazetede yayımlanır. Buna göre İtilaf devletleri, İttihatçıların üç paşasından biri olan Cemal Paşa'yı diğerlerinden kopararak Sultan Reşad'ın yerine padişah yapmayı planlamışlardır. Cemal Paşa bunun karşılığında devleti Alman ittifakından çıkaracak ve İtilafçılara yönelik isyanları onlardan aldığı silah ve cephane ile bastıracaktır. Bu teoriye göre Osmanlı hanedanının yerini Cemal Paşa hanedanı alacak, padişahlık Cemal Paşa'dan oğluna ve torunlarına geçecektir. Zayıf da olsa bu iddianın gerçekleştiğini ve Milliyet yazarı Hasan Cemal'in gazeteci değil de padişah olduğunu bir anlığına düşünmek ister misiniz?

Kaynak: http://www.sabah.com.tr/Pazar/2012/01/29/son-osmanli-padisahi-sultan-vahdettinin-kara-kutusu-bulundu?paging=4

Sultan Vahidüddin Han Hain değildi



Mareşal Fevzi Çakmak: "Ben Vahdeddin'i vatan hâini kabûl edemem!"[46]

Falih Rıfkı Atay: "Şüphesiz Pâdişah da Damad Ferid de birer hâin değildir."[47]

İngiliz yüksek komiseri Sir John de Robeck'in siyasî yardımcısı Harr Luke: "Pâdişah ile Damad Ferit, Mustafa Kemal ve taraftarlarından daha az vatansever değildirler."[48]

Alman Tarihçi Eric Jan Zürcher: "Vahdeddin ve Damad Ferit Paşa vatansever kişilerdir."[49]

Refet Bele: "Şu, İtalya'da sürünen Vahdeddin'in encâmına bak! Bu tâlihsiz hükümdar vatanını kurtarmak için elinden geleni yapmış amma sonunda kimseye yaranamamış olmak şöyle dursun, ismi vatan hâinine çıkarılmış bir bedbahttır. Ben onun, Mustafa Kemal'i bu işe sevk ve teşvik eden tek adam olduğunu yakından biliyorum. Elbette bu hakîkat bir gün tarihe intikâl edecektir."[50]

Tarihçi Reşat Ekrem Koçu: "Mâzileri çok temiz olan ve memleketleri felâket bataklığına düştükten sonra işbaşına geçen, ağır sorumluluklar yüklenen, yenik milletlere daha fazla çiğnetmemek için nefret edilen, gâlip düşmanlara dostça el uzatmak durumunda kalan o kara bahtlı insanlar milletlerin tarihlerinde sigorta lambalarına benzerler. Kendilerinin yanması vatan ve milletlerinin kurtulmasını te'min eder!.."[51]

Tarihçi Kadir Mısıroğlu: "Onların gurbette bin bir mahrumiyet içinde geçen elli yıllık sürgün devrelerinde, Türk Devleti ve Milleti aleyhinde herhangi bir beyan veya faaliyette bulunduklarına dâir hiçbir iddiâya rastlanmaz... Vatan hâini olmuş olsaydılar tekrar vatanlarına kavuşmak için bir çok ısrarlı mürâcaat ve talepleri olur muydu?"[52]

KAYNAKLAR:

[46] Kısakürek, age, s.193.
[47] Atay, age, s.192.
[48] Sonyel, age, s.47.
[49] Eric Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, İst.1987, s.208.
[50] Kısakürek, age, s.195.
[51] Mısıroğlu, age, s.106.
[52] Age, s.22.

Kaynak: Osmanli Hanedan Vakfi

Vahdettin’in Mustafa Kemal’e verdiği sır neydi?
Mustafa ARMAGAN

Mukadderat’ diye mırıldandı, “Mukadderat Şükrü. Mal-ta'ya gidiyoruz.
Öyle icap etti. Ondan sonra bakalım kısmet nereye ise.”
Tütüncübaşı Şükrü Bey, Malaya zırhlısına beraber bindiği Vahdettin'in 17 Kasım 1922 günü kendisine böyle dediğini naklediyor.

Neden gitti? Kaçtı mı, kaçırıldı mı? Yoksa Refet Paşa'nın ‘Gitmeseydi çok fena şeyler olacaktı' imasından anlaşıldığı kadarıyla bir danışıklı dövüş gereği mi gitmişti? Bunlar meçhul. Meçhul olmayan şey, ‘Sultan'ın kaçmadığı. Zira Vahdettin yurtdışına çıktığında 17 gündür Yıldız Sarayı'nda Halife sıfatıyla oturuyor ve etrafındaki çember giderek daralıyordu. Güpegündüz silahlar patlıyor, ölüm tehditleri alıyordu.

1922 sonlarından itibaren Vahdettin lehine konuşmak cezayı gerektiren bir suç haline gelmişti, bu yüzden birçok gerçeğin üstü örtülmüş veya bulandırılmıştı. Milli Mücadele'de Vahdettin'in tavrı bu yüzden gizemini korumakta. Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi'ye “Ben tahtın kuştüyünden minderlerine değil, milletin ateşli külü üzerine oturdum” diyerek tahta çıkmakla nasıl bir fedakârlık yaptığını anlatacaktı. Ancak General Petain anlaşıldı da Vahdettin anlaşılamadı.


Sultan Vahdettin, bir törene giderken

Mustafa Kemal’e ferman verdi mi?

90 yıldır tartıştığımız belgelerden biri, Vahdettin'in M. Kemal Paşa'yı Samsun'a gönderirken eline verdiği söylenen Hatt-ı Hümayun, yani fermandır. Bugüne kadar orijinali bulunamadığı için yok farz edilen fermanda Vahdettin, Mustafa Kemal'e, atandığı bölgede düzeni sağlamasını, razı olmayacağı durumları önlemesini, en önemlisi de “memleketimin saldırgan ellerden kurtarılması için tek bir vücut olarak hareket etmesini” emretmekte, mesajın “hükümdarlara mahsus selamı”yla birlikte gittiği yerlerdeki asker, memur ve ahaliye bildirilmesini istemektedir.

Mevlanzade Rifat, Hüseyin Kâzım Kadri ve Avni Paşa'nın hatıratlarında, ayrıca Vahdettin'in evrakı arasında birer kopyası çıkan fermanın içeriğini bir an için yok sayalım ve bizzat Mustafa Kemal'in yazıp konuştuklarından aralarındaki gizemli ilişkiyi anlamaya çalışalım.

Mustafa Kemal Paşa'nın anlattığına göre Samsun'a hareketinden hemen önce Yıldız Sarayı'nda Padişah'la "adeta diz dize” oturmuş, Vahdettin kendisine “hiç unutmayacağı” şu sözleri söylemişti:

“Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini bir tarih kitabının üstüne bastı). Bunları unutun, dedi. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!” Bu sözlere hayret eden Mustafa Kemal, 1926'da gazetecilere Vahdettin'in samimiyetinden şüpheye düştüğünü ve düşmanla işbirliği yaparak devlet ve saltanatını kurtarmaya çalışan birinin bu sözlerini ‘sahtekârlık' olarak yorumladığını söylemiştir. Ona göre Vahdettin “devleti kurtarabilirsin” derken İngilizleri memnun etmeyi ve Anadolu'da İngiliz siyasetine karşı gelen Türkleri yola getirmeyi kastetmiştir. Dolayısıyla Samsun'a gönderilme gerekçem buydu demeye getirir.

Ancak “Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz. Merak buyurmayınız efendim, dedim, bakış açınızı (“nokta-i nazar-ı Şahanenizi”) anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım” demeyi de ihmal etmediğini anlatır. Padişah da “Muvaffak ol” dedikten sonra kendisine üzerinde isminin baş harfleri bulunan bir altın saat hediye eder.


Atatürk’ü Anadolu’ya tayin kararnamesi

“İnşallah millet uyanır”

Şimdi resmi tarihin kabul ettiği ve Mustafa Kemal'in ABD Elçisi Sherrill'e krokisini çizip verdiği bu görüşme sahnesini buraya raptiyeleyip yolumuza devam edelim.

24 Nisan 1920 günü BMM'de yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Paşa, Vahdettin'le yaptığı o görüşmeyi kamuoyuna ilk kez şöyle açıklar:

“(Padişah) İngiliz zırhlılarının saraya yönelmiş toplarını göstererek ‘Görüyorsun' dedi, ‘Ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geleceğini tasarlamakta tereddüde düşüyorum.' Ve ellerini kaldırarak, ‘İnşaallah millet uyanık ve teyakkuzda olur, bu acı vaziyetten gerek beni, gerekse kendisini kurtarır' buyurmuşlardı.”



Sultan Vahdettin’in oğlu Şehzade Ertuğrul, Malaya zırhlısında Malta’ya giderken.

Atatürk'ün her iki ifadesi arasındaki fark açık. 1920'deki anlatımına bakılırsa Vahdettin M. Kemal'e sadece ‘devleti kurtarabilirsin' dememiş, ‘milletin de uyanarak bu acı durumdan kurtulması için' dua etmiştir. Demek ki, ülke ve milletin kurtarılması gibi bir sabit fikir Vahdettin'in zihninde dolaşmaktaydı.

Devam edelim. Mustafa Kemal Paşa'nın Vahdettin'e 14 Haziran tarihli ilk telgrafı çarpıcı şifrelerle dolu. Şöyle yazar:

“Ülkenin parçalanma tehlikesini ancak yüce şahsınız başta olmak üzere milli ve mukaddes bir kudretin var olma haykırışı” kurtarabilir. İzmir'in işgalinden dolayı pek hüzünlü olan kalbinizin “bu kurtuluş noktasına ait ilhamları” bu anda bile hafızamda bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Sizin ısrar ve zorlamanızdan (“ilkâ-ı milkdârilerinden”) aldığım azim ve imanla acizane görevimi sürdürüyorum.”

Aynı mektupta aslında Vahdettin'in İstanbul'da beyan ettiği ‘millet uyanır' temennisine bir cevap da buluruz: “Netice olarak millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığını, saltanat ve hilafetin yüksek haklarını sağlamlaştırmak için sağlam bir azim ve imanla donanmış bulunuyor.” Çarpıcı bir itirafta da bulunur Paşa: “İstanbul'dayken milletin bu kadar kuvvetli ve uyanık olabileceğini düşünemezdim.” Demek ki, Anadolu'ya gittikten sonra Padişah'ın ‘millet uyanır' dileğinin yerine geldiğini ve milletin zaten ‘uyanmış' olduğunu görüp hayret eden bir Mustafa Kemal Paşa vardır karşımızda.
Sultan Vahdettin’in cülüs töreni
Peki gerçek neydi?
Prof. Salahi R. Sonyel'in “Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı” (2010) adlı kitabında ilginç bir ayrıntı var. Mustafa Kemal'in Samsun'a hareket edeceğini Yunan istihbarat servisi haber alır ve İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Milne'in dikkatine sunarak onun tutuklanmasını ister. Ancak Milne bu görüşe katılmaz, “Bırakınız gitsin, daha iyi olur. Böylece tüm Türk direnişini kökünden temizleme fırsatını sağlamış oluruz.” der.
Keza Yunanistan'ın eski büyükelçilerinden Sakkelaropulu, Nutuk'ta Samsun'a gönderilme gerekçesini kamufle etmek için yazılan “Hasımlarım beni İstanbul'dan zorla uzaklaştırmak istedi” görüşüne karşı çıkmakta ve şu ilginç yaklaşımı getirmektedir:

“Osmanlı hükümetinin amacı, Mustafa Kemal'in örgütleyici yeteneklerinden Anadolu'da yararlanarak barış görüşmeleri sırasında İtilaf devletleri üzerinde baskı kurmak ve Türklerin sert bulacağı barış şartlarına karşı davranmaya hazır olacak silahlı kuvvetleri kurdurmaktı.” Sadece Mustafa Kemal Paşa'nın mektup ve konuşmalarından Yıldız Sarayı'ndaki görüşmede ona emanet edilen sırları tahmin etmemiz mümkündür. Nitekim 1992'ye kadar yayınlanmamış olan Erzurum Kongresi tutanaklarında M. Kemal Paşa'nın “Padişah ile aramızdaki sırların (“esrâr”) şimdilik açıklanması uygun olmayıp zaferden sonra açıklayacağım” ifadesinin üzerinin bilinçli olarak çizildiğini ve bu cümlenin Nutuk'a alınmadığını fark edince insan sormadan edemiyor: Vahdettin ile Mustafa Kemal'in arasındaki o “sırlar” nelerdi? Vahdettin, Ali Fuat Türkgeldi'ye 27 Ocak 1919'da öyle dememiş miydi: “İstiklalimizi kurtarmak için zaruri olarak bu hallere tahammül ediliyor. Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakikatleri yazar.” Aradan 90 yıl geçti. O “bir gün” geldi mi dersiniz?

Kaynak: m.armagan@zaman.com.tr

Sultan Vahdeddin, Mustafa Kemal diyaloğunda esrarengiz şeyler
28 Eylül 2013



Vahdettin ile Atatürk ortak hareket ettiler!
Vahdettin vatan haini iddialarının sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıktı.

Sultan Vahdettin’in Atatürk hakkında almış olduğu idam kararının da İngiltere’ye karşı oynanan bir siyasi oyun olduğu Meclis’in gizli celselerindeki konuşmalarda açıkça görülüyor.

Vahdettin ile Atatürk arasındaki ilişki yıllarca “Vahdettin’in vatan haini” olduğu yakıştıramasının temelinde yapıldı. Ancak Atatürk’ün ağzından Meclis’teki gizli celse de Sultan Vahdettin için kullanılan ifadelerde Atatürk ile Vahdettin’in ortak hareket ettiği ortaya çıktı.

Atatürk hakkında idam kararı aldıran Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal hakkında aldırdığı idam kararının ardından yaveri ile özel bir mektup göndermiş… Mektupta Vahdetin Atatürk’e şu ifadeleri kullanmış: “İngiliz süngüsü altında böyle bir karar almak durumundayım. Bu kararı almam senin çalışmaların ile alakalı yürüyeceğin yolda moralini bozmasın.

Yani durum gösteriyor ki Atatürk ile Sultan Vahdettin bu yolda ortak hareket etmiş ve İngiltere’ye karşı müthiş bir siyasi oyun oynamışlar… Bu belgelere göre; “Atatürk ile Sultan Vahdettin milli mücadale döneminde ortak hareket ettiler” yorumları da tarihçiler tarafından yapılmaya başlandı.

İşte Gazeteci yazar Fatih Bayhan’ın Aksiyon Dergisi’ne konu ile ilgili yaptığı açıklamalar:

Vahdettin-Atatürk ilişkisi tam manasıyla araştırılmadı bugüne kadar. Yazar Fatih Bayhan, elde ettiği yeni belgelere dayanarak “Mustafa Kemal’in Samsun görevi onun Anadolu’yu toparlayabilmesi için ortaya çıkartılmış bir görevdi.” diyor.

Vahdettin ve Mustafa Kemal ilişkisi, kimi çevrelerin kendi görüşleri üzerine temellendirildi bugüne kadar. Kimse de bildik kalıpların dışına çıkacak adımları atmadı veya atamadı. Zira doğru dürüst bir çalışmaya tabi tutulmamıştı konu. O yüzden de Halife ve Sultan VI. Mehmet Vahdettin de ‘vatan hainliği’ ile suçlanıp durdu yıllarca.

Ama tarih doğru araştırılınca, ortaya yeni belgeler çıkarmak mümkün. Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal’in temasları hiç de söylendiği gibi görünmüyor yeni bilgi ve belgelere göre. Hatta Paşa’yı Samsun’a gitmek için görevlendirenin bizzat Sultan Vahdettin olduğunun ötesinde “Samsun görevinin, Mustafa Kemal’in Anadolu’yu toparlayabilmesi için ortaya çıkartılmış bir görev” olduğu da anlaşılıyor.

Tarihî konularda yaptığı çalışmalarla gündem oluşturan gazeteci-yazar Fatih Bayhan, yeni yılda Vahdettin ve Mustafa Kemal ilişkisini kitaba dönüştürüp yayımlayacak. Kıbrıs Gerçeği, Fikriye Hanım, Zübeyde Hanım, Tarih Değiştiren Suikastler, Teyzem Latife, Atatürk’ün Aşkı Latife, Atatürk’ün Büyük Sırrı kitaplarının yazarı Bayhan, 1922 ve 1923 yıllarına tekabül eden 1. Meclis gizli celse zabıtlarına göre “Halifeye emanet-i şerifeyi teslim ve biat etmek üzere İstanbul’a bir mebus heyeti bile gönderildiğini” tespit etmiş mesela. Yeni belgeler, Vahdettin’in hain olmadığı tartışmasına da noktayı koyacak.

-“Atatürk, Osmanlı derin devletinin adamıydı.” diyorsunuz. “Atatürk’ün Büyük Sırrı” kitabında o kanaate varmış mıydınız?

Zaten o çalışmalar sürerken bir şey ortaya çıkıyor. Yani ‘Neden Mustafa Kemal?’ sorusu hep zihinleri kurcalamıyor mu? Neden Kâzım Karabekir, İsmet Paşa, Refet Bele, şu bu değil de Mustafa Kemal Atatürk seçiliyor?

-Pek çok rakibi de var. Seçildiği zaman İttihat Terakki bağı var, sonra o bağını kopartıyor.

Kopartmak zorunda kalıyor. Çünkü artık İttihat Terakki’nin bütün siyaseti bitiyor. Yeni bir döneme giriliyor.

-Sultan Vahdettin-Mustafa Kemal üzerine yeni ne tür bilgilere ulaştınız?

Benim ulaştığım nokta, Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal, Samsun’a hareketten önce, son gece, diz dize ahitleştiler. Görüşmede anlaşmaları şöyleydi: Vatanın sağlam bir şekilde selamete çıkartılması hususunda kendisi İstanbul’da düşman devletlerin ilgisini ve dikkatini çekecek, sulh ve anlaşma havası içinde zaman kazanacak, bir yandan da işgalleri bitirmeye, Anadolu’da yeniden güveni tesis etmeye çalışacaktır. Mustafa Kemal Paşa da Samsun’dan başlayarak Anadolu’yu örgütleyecek, dağınık askerî ve idarî yapıyı düzene sokacak ve bu sayede işgallere karşı bir sivil ve askerî harekat başlatacaktır. Anadolu’nun kurtuluşunun temini hangi yolda görülürse bir diğeri kendini feda edecek ve ülkenin kurtuluşuna zemin hazırlanmış olacaktır.

-Bu konuşma olarak mı aralarında geçiyor?

Bu ahitleşmenin kaydı kızı Sabiha Sultan’dadır. Ve Vahdettin’in özel yaverindedir. Nitekim bu ahitleşme gecesinde neler yaşandığını kısmen Nutuk’ta anlatır Paşa. Kısmen anlatır ama. Çünkü burada İngiliz siyasetine karşı bir siyaset geliştirilmiştir. Aradaki o ihtilaf noktalarının tamamı danışıklı dövüş. Mesela, çok enteresan bir şey söyleyeyim. Paşa hakkında, biliyorsunuz idam fermanı çıkartıyor. Şeyhülislam da mürted ilan ediyor değil mi? Ankara Meclisi’nde padişahın bu kararı tartışılıyor, gizli celsede.

-Azletme yoluna gidiliyor…

Onu tartışıyorlar. Mustafa Kemal kürsüye geliyor. Gizli celseler açıklanıyor şimdi. Gizli celse konuşmalarından çıkarttım ben o konuşmayı. Diyor ki “Padişah Vahdettin bana özel yaverini gönderdi. Biz Düzce’de görüştük.” Ve Vahdettin’in ona gönderdiği özel mektubu gösteriyor. “İngiliz süngüsü altında böyle bir karar almak durumundayım. Bu kararı almam senin çalışmaların ile alakalı yürüyeceğin yolda moralini bozmasın.” Paşa gizli celsede bunu okuyor. Yani bizimkiler müthiş bir siyaset izliyorlar İngiltere’ye karşı. Bu benim kurgum değil. Tarihî veriler üzerinden yaptığım okumalar sonucu kareleri birleştirince böyle bir fotoğraf ortaya çıktı. Onun için Mustafa Kemal Paşa ile ilgili, yani Vahdettin hain mi, değil mi tartışmalarının yapılıyor olması abesle iştigaldir. Sonra gizli celselerden aldığım bir belge daha var.

-Açıldı mı gizli celseler?

Daha açılmadı. Bu belgeyi paylaşabiliriz kamuoyuyla. Orada, Ankara’da hükümet kuruluyor, Meclis diyor ki ‘Padişahımıza biatımızın yapılması lazım.’ Mustafa Kemal Paşa’nın katıldığı Meclis’te biat ekibi kuruluyor. Biat ekibi özel bir trenle İstanbul’a naklediliyor. Harcırahları tartışılıyor.

-Kimler var biat heyetinde?

Erzurum Mebusu M. Durak Bey, Bursa Mebusu Operatör Emin Bey gibi isimler… Mustafa Kemal Paşa görevini yapmış, Anadolu’yu toparlamış, askerî ve idarî dağınıklığı gidermiş. Sultan Vahdettin bunun üzerine iki ayrı devlet görünümünde kalmak yerine, kendini feda ederek tek resmî yetkinin tümüyle Ankara hükümetinde olduğunu kuvvetlendirmiştir. Eğer Vahdettin vatanı terk edip gitmeseydi iki ayrı hükümet temsil edecekti Türkiye’yi Lozan’da.

-Neden yurtdışına çıktı Sultan Vahdettin?

Orada da Vahdettin’in, “Mustafa Kemal’in aklı da hırsı da yüksektir. Aklı galebe çalarsa çok faydalı olur, hırsı galebe çalmasın.” sözü olayı özetlemiştir. Ancak cumhuriyetin ilanından sonra İngiliz baskısı ve yeni kurulan devletin tanınmama riski saltanat ile yolların ayrılmasına neden olmuştur.

-Sultan Vahdettin’in İngiliz gemisi ile gitmesi mecburi miydi?

Başka ne yapabilirdi? Başka seçeneği yoktu. Orada İngilizlere tam anlamıyla güven verebilmek için onların gemisine bindi ve kendini feda etmiş oldu. Vatan için kendini feda etmiş bir padişahtır Sultan Vahdettin. İngilizler nitekim daha sonra onu kullanmak da istemişler belki. Bakın bir şey daha var. Neden ‘Mustafa Kemal?’ sorusunun arkasındaki en önemli cevaplardan biri şudur: Mustafa Kemal, şehzadeliği sırasında Vahdettin’e seryaverlik yapmış, birlikte Almanya seyahatinde bulunmuş ve bu seyahat sırasında Anadolu’daki ahvali ayrıntılarıyla konuşma fırsatı bulmuşlar. Paşa, Anadolu’nun her cephesinde bilinçli olarak görevlendirilmiştir. Oranın fotoğrafını iyi çeksin diye. Bu önemli bir husus. Vahdettin’in ikinci nedeni de damadı Enver’in Mustafa Kemal Paşa’ya tasallutuna mâni olmak için onu İstanbul’da fazla tutmak istememiştir. Bu yüzden de hep Anadolu’da. Çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın günü gelecektir. Planı budur.

-Mustafa Kemal, İstanbul’a bir daha 8 sene sonra mı geliyor?

Daha sonra geliyor, tabii. Hatta Sultan Vah-dettin’den Almanya ziyareti dönüşünde kendisinin padişahlığında Harbiye Nezareti’ne talip oluyor Mustafa Kemal. Kabinede görev almak istiyor. Vahdettin diyor ki “Zamanı var.” Sultan Vahdettin padişahlık makamına oturunca, sağlık dolayısıyla İsviçre’de tedavi gören Paşa, apar topar tedavisini yarıda kesip İstanbul’a dönüyor. Vahdettin’den randevu istiyor. Salı günü randevu istiyor, cuma selamlığından sonra görüşüyorlar. Mesela orada da enteresan tespitlerim var. Vahdettin’in güvenini kazanan Mustafa Kemal Paşa, özellikle son iki yılda, 1918-1919’da, Samsun’a çıkışına kadar, Sultan Vahdettin’le cuma selamlığından sonra neredeyse her hafta kayıtsız özel görüşme yapmıştır.

-Her zaman mı?

Evet. Padişah olduktan sonra. Bunu kimileri En-ver’den korktuğu için diye telaffuz eder ama asıl Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal’i İstanbul’da erken bir şekilde gündeme getirmeme kaygısından kaynaklandığını düşünüyorum ben.

-Peki, en baştaki konumuza tekrar dönelim. Mustafa Kemal, rakipleri arasında, Sultan Vahdettin nezdinde nasıl bir adım öne geçebilmiş? O bahsettiğiniz ‘derin yapının’ etkisi var mıdır bunda?

Mustafa Kemal’in Vahdettin’le kurduğu o sıcak temas, Almanya seyahati, onun sonraki hamlelerinde hep avantaj sağlamıştır. Ve padişaha bağlı bu derin yapı Mustafa Kemal’e tam anlamıyla güvenmiştir. Samsun’a gönderilmeden önce Dahiliye Nezareti’nden Mehmet Ali Bey, Mustafa Kemal Paşa’yı Şişli’de kaldığı evinde ziyaret ediyor. Bu zat kritik görevde bir zattır. Ardından Bahriye Nazırı Avni Paşa, Şişli’deki evine sık gidip gelmeye başlıyor, ahbap oluyorlar. Bu görüşmeler Mustafa Kemal’in saltanat, sadakat hislerinin öğrenilmesi ve teyidi için yapılmıştır. Sonra Avni Paşa özel otomobilini Şişli’deki evine gönderip Mustafa Kemal Paşa’yı evinden aldırıp bakanlığa getiriyor. Memleketin ahvalini konuşuyorlar. Mustafa Kemal Paşa o günlerde Harbiye Nazırı Şakir Paşa tarafından makamına davet ediliyor. Odasında tek kelime edilmeden Samsun’la ilgili görevi takdim ediyor. Onu Samsun’a görevlendiren Vahdettin’in kendisidir. Yani Samsun görevi onun Anadolu’yu toparlayabilmesi için ortaya çıkartılmış bir görevdir. Bandırma Vapuru’nu ayarlayan da Vahdettin’dir. Ailesine yetecek kadar parayı veren de, ailesini himaye eden de Sultan’ın kendisidir.

-Padişah’a rağmen olmamıştır bunlar yani?

Tabii. Paşa’yı bu göreve götürecek tek vasıta Bandırma Vapuru’dur ve gemiye ait işlemler bizzat Bahriye Nazırı Ahmet Avni Paşa tarafından yürütülmüştür. Paşa, gizli, kaçarak gitmemiştir. Bandırma Vapuru, Kaptan İsmail Hakkı kumandasında Samsun seferi için görevlendirilmiştir. Sadrazam, 14 Mayıs 1919’da Nişantaşı’ndaki konağında Mustafa Kemal Paşa’ya akşam yemeği verdi. Ertesi gün vapur yola çıkacaktı. O gece Rauf Orbay geç saatlerde Bahriye Nazırı Avni Paşa’nın telefonuyla bakanlığa çağrılır ve son gelişmeler konuşulur. Çünkü yeni gelişme İzmir’in işgaline giden sürecin başıydı. Rauf Bey bir an evvel vapurun İstanbul’dan kalkması için çalışırken öğlene doğru Şişli’deki Mustafa Kemal’in evine gidiyor. Evde Refet Paşa, Kurmay Binbaşı Hüsrev ve Ordu Müfettişi Doktor Albay İbrahim Tali de var. Orada hazırlıklara son şeklini veriyorlar. Mustafa Kemal, Samsun öncesi veda ziyaretlerinde bulunuyor. Önce, günün sabahında, Babıali’de Sadrazam ve nazırlarla görüşmüş, cuma selamlığından sonra da Hamidiye Camii mahfilinde Padişah Vahdettin’le bir araya gelmiştir. Çünkü gece hareket edeceği kesinleşmişti artık. Ve 16 Mayıs Cuma gecesi gün batımında vapur yola çıkmıştır. Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey, nezaretin örtülü ödeneğinden 1100 altından 1000 altını makbuz karşılığında Mustafa Kemal’e vermiştir.

-Mustafa Kemal’i Samsun’a gönderenin Sultan Vahdettin olduğuna dair belge bile kamuoyunda tartışmalara vesile olmuştu. Soldan çok eleştiriler yapılmıştı.

Bu işin sağı-solu yok artık.

-Bülent Ecevit ‘Vahdettin hain değildi’ dedi, kıyamet kopmadı mı?

Tarih, belgeler ve olaylar üzerinden okunur. Tarihi sağ-sol diye ayırmamamız lazım. Bugüne kadar böyle bir şey yapıldı. Vahdettin-Mustafa Kemal ilişkisi çok önemli. Çünkü Turgut Özakman gibi tarihçi olmayan bir ismin yazdığı çalışmada bir sürü iftira var. Ziyadesiyle Vahdettin’in aleyhine kullanmıştır. Tarihte durduğunuz yer çok önemlidir. Eğer objektif bir yerden bakarsanız belgeleri doğru okursunuz. Ama taraflı bir yerden bakarsanız o belgelerin her biri size farklı şeyler fısıldayabilir. Daha ötesini söyleyeyim size. Samsun öncesi Mustafa Kemal’e 9. Ordu Müfettişliği ve kurmay heyetini kurma yetkisi verilmiştir. Anadolu’daki ordu komutanlıklarına yapılan atamalar Samsun öncesine rastlar ve Mustafa Kemal’in isteğine göre yapılmış atamalardır. Paşa, müfettiş sıfatı ile görünürde Samsun’daki azınlıklarla ilgili ayaklanma olabilir vesaire bahanesiyle gönderiliyor. Ama görev tanımı Amasya, Sivas ve Erzurum ordularını da kapsıyor.

-O da planın bir parçası diyorsunuz.

Evet. Dahası Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu görevi, yetkilendirilmesi, şark vilayetleri valilerine de, askerî ve idarî makamlara da bildiriliyor. Onun için kolordu müfettişi olarak Samsun’a gittikten sonra Sivas’a, Amasya’ya, Erzurum’a gittiğinde valiler tarafından karşılanıyor. Paşa’nın vali tarafından karşılanması Vahdettin’in gönderdiği gizli talimatname üzerinedir. Mustafa Kemal Paşa’ya bu görev evrakı esnasında sadrazamla doğrudan temas yetkisi de veriliyor. Bir müfettiş için oldukça geniş yetkiler verildiği açıkça görülüyor. Böylesi geniş yetkilerin verildiğine dair atama kararı 5 Mayıs 1919 tarihli Takvim-i Vekayi’de de yayımlanıyor.

-Başka neler var Vahdettin-Mustafa Kemal diyaloglarında?

Mesela o süreçte yazışmaları var. Sivas’ta, bütün toplantı tutanaklarını rapor ediyor Sultan Vahdettin’e. “Sivas’ta yaptığımız kongrede şunlar oldu. Filanı filan yere aldım, filanı filan yerde görevlendirdim. Buradaki Ermenilerin durumu bu, azınlıkların durumu bu.” diye mektupla rapor ediyor.

-Bunlar bugüne kadar açıklanmadı mı?

Bir kısmı açıklanmıştır ama olay Atatürk-Vahdettin ilişkisi düzleminde ele alınmadığı için gündeme gelmemiştir.

-Bir art niyet mi var sizce?

Art niyet elbette var. Yoksa bu, Sultan Vahdettin’i meşrulaştırır. Vahdettin’i vatan hainliğinden çıkarıp normalleştireceği için belli kesimler bu ilişkiyi görmezden gelmişlerdir.



-Sultan Vahdettin yurtdışına gittikten sonra temasları olmuş mu Mustafa Kemal ile?

Olmuş. Arada heyetler gidip geliyor. Hatta Sultan Vahdettin yurtdışına gittikten sonra elbette mali kriz yaşadılar. Ama Meclis’in örtülü ödenekten para gönderdiğini biliyor musunuz, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatı ile.

-Bunlara nasıl ulaşıyoruz?

Kayıtlardan ulaştık. Para gönderme olayı oluyor. Ama Vahdettin’e sadık olduğunu iddia eden bazı isimler para alışverişlerinde tabir caizse Vahdettin’i dolandırıyorlar.

-Onlar belli mi?

Belli ama isimleri vermem doğru olmaz.

-Derin yapının padişaha bağlı olduğuna nasıl kanaat getirdiniz?

Böyle bir yapı elbette var. Osmanlı’yı idare eden derin yapı var. Mesela Ankara’yı başkent seçen Osmanlı’nın derin yapısıdır.

-Atatürk istemiyor, hatta taşımak da istiyor. Ama sonradan arkadaşlarım burada mal-mülk edindi, geç kalındı diyerek vaz geçiyor bundan.

Ankara, Mustafa Kemal’in Ankara’sı değil, Osmanlı’nın seçtiği Ankara’dır. Ankara’ya ilk giden Enver Paşa’dır. Enver Paşa, Kastamonuludur. Çanakkale Savaşı sürerken Enver Paşa Kastamonu’ya gider. Çünkü Çanakkale geçilirse ne olacağı üzerine bir B planı hazırlıyorlar. Önce Kastamonu başkent olarak planlanıyor. Bu B planıdır. İkinci bir yer olarak, tren güzergâhı da olduğu için Ankara seçeneği masaya yatırılıyor. Ve Enver Paşa Kastamonu’dan Ankara’ya geliyor. Fiziki koşulları da uygun görünce derhal Meclis’in inşasına başlanıyor. 1. Meclis’in yapım tarihi 1915’tir. Planlarını çizdiren, yapımına onay veren, temelini atan Enver Paşa’dır. İttihat ve Terakki’nin merkezi diye gösteriliyor. O zaman Ankara’da nüfus kaç ki İttihat ve Terakki’ye merkez yapıyorsunuz. Meclis imarının talimatı Çanakkale Harbi sürerken 1915’te veriliyor. Zaten Ankara’nın en önemli caddelerinin isimlerine bakın, İttihatçıların başındaki adamların tamamının isimlerine ait caddelerdir. Ankara bir İttihatçı şehridir bu anlamda. Dönelim Kayseri’ye.



-Meclis’in oraya taşınması da gündeme geliyor.

O da C planı. Bugün Kayseri Lisesi olarak hizmet veren merkez aslında Meclis binası olarak planlanmış bir yer. Dolayısıyla Ankara’yı seçen irade Osmanlı’nın derin iradesidir. Mustafa Kemal’i seçen irade ile aynı iradedir.

-Bu derin yapının iradesi, ideolojisi neye tekabül eder?

Devletin kendi varlığını sürdürme iradesi olarak bunu yorumlamak lazım. Nitekim bugün Türkiye Cumhuriyeti ayakta ise bu iradeye borçludur bunu.

-Bugün biraz anlam kaymasına uğradı ama…

O ayrı bir şey. Derin yapısı olmayan devletler özde sahipsiz devletlerdir. Her devletin bir kırmızı kitabı vardır ve o kitabı icra eden bir heyeti vardır. Türkiye Cumhuriyeti, Selçuklu, Osmanlı, Türk geleneğini sürdüren bir cumhuriyettir. Ve cumhuriyet olma kararı Mustafa Kemal Paşa’dan çok önce, 2. Meşrutiyet’ten sonra Sultan Abdülhamid’in tartıştığı ve gündeme aldığı bir konudur, daha 1908’de. Yani Meşrutiyet’ten sonra cumhuriyete geçiş süreci planlanmıştır, Harf İnkılabı’na kadar.

-Atatürk’ün vasiyeti konusu var. Gerçekliği nedir? “1988’de Kenan Evren ertelemiştir açıklanmasını.” da deniyor. Buna dair bir iz çıktı mı karşınıza?

Bu arkadaşların çalışmalarına saygı duyarım. Ancak söz konusu iddia ettikleri vasiyetle ilgili Genelkurmay arşivlerinde çalışma yaptım. Genelkurmay arşivlerinde ne böyle bir kayıt var ne de gizli, rafa kaldırılmış böyle bir vasiyet.

-Siz hepsine ulaşabildiniz mi arşivlerin?

Evet. Şöyle de bakarsanız, 1940’lı yıllardan sonra aşırı Kemalist bir yapılanmaya dönüşen devlet jakobenizmi, Mustafa Kemal’in bir vasiyeti varsa onu gizlemez, rafa da kaldırmaz, o vasiyetin gereğini yerine getirir. Çünkü Mustafa Kemal bir efsaneye dönüştürülmüştür.

Kaynak: Aksiyon Dergisi

SULTAN VAHDEDDİN'İN ÖLÜM HABERİNE MUSTAFA KEMAL'İN TEPKİSİ



Murat Bardakçı tarafından hazırlanan ve Sultan Vahdeddin'e ait hatıralar ve özel mektupların da yer aldığı Şahbaba adlı kitapta geçen bir anekdotta, Mustafa Kemal'in Sultan Vahdeddin'in ölüm haberi üzerine daha önce onun hakkında kullandığı ifadelerden farklı bir tepki gösterdiği ortaya çıktı.

Hamdullah Suphi Tanrıöver'den nakledilen anekdot şöyle: Sultan Vahdeddin'in ölüm haberi geldiğinde Adana'da bulunan Atatürk'ün sofrasında Hamdullah Suphi de vardır.

Atatürk ölüm haberini duyunca şöyle der: "Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi Topkapı'nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...."

Devamı sansürlenen bu sözün sonunda ise yayınlanması uygun olmayan ifadeler bulunmaktadır..

İstanbul'dan ayrılmak zorunda bırakıldıktan sonra yokluk, zaruret ve vatan hasreti içinde San Remo'da vefat eden Sultan Vahdeddin'in borçları yüzünden haciz konulan cenazesi bir süre teslim alınamadı.

Türkiye tarafından da kabul edilmeyen cenazesi onbinlerce Suriyelinin ve Suriye devlet başkanının katılımı ve büyük bir devlet töreni ile Şam'daki Süleymaniye Camii'nin avlusunda toprağa verildi.

-alıntıdır-
Kaynak: https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com