EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

'BEN LİBERALİM' DİYENLER KENDİLERİNİ BU YAZIDA KEŞFEDECEKLER

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Mar 28, 2010 12:56 am    Mesaj konusu: 'BEN LİBERALİM' DİYENLER KENDİLERİNİ BU YAZIDA KEŞFEDECEKLER Alıntıyla Cevap Gönder

“BEN LİBERALİM” DİYENLER KENDİLERİNİ BU YAZIDA KEŞFEDECEKLER
Necmi Erdoğan
27.03.2010

Necmi Erdoğan’ın 2008 yılında kaleme aldığı ve Birgün gazetesinde yayınlanan yazısını Odatv okuyucuları için yayınlıyoruz:

Öncelikle, sözünü edeceğimiz “kişilik tipi” ile dünya-tarihsel bir olgu olarak liberalizmi eş tutmamak gerektiği kaydını düşelim... T. Bora, sığ bir anti-liberalizme düşmememiz için, “faşizmin sosyalizmle liberalizmi aynı soydan düşündüğünü” hatırlatıyor. Bizim ele alacağımız “liberal kişilik tipi”nin çözümlenmesi tam da bu noktada önem kazanıyor. Şöyle ki, bu liberal kişiliğin tayin edici bir özelliği, faşizmin kurduğu eşdeğerliğin tersini kurarak, “sosyalizm ile faşizmin aynı soydan olduğunu” tartışılmaz bir gerçek gibi sunması ve etrafta (Türkiye sol/devrimci hareketinin tarihinde) “faşist avı”na çıkmasıdır.

Bu liberal kişilik, Türk muhafazakârlığı ve yeni sağı ile kurduğu ittifaklardan da aldığı güçle, müttefiklerinin taşıya geldiği (F. Açıkel’in nitelemesiyle) “kutsal mazlumluk psikopatolojisi” ile kendisinde vehmettiği “muhalif” veya “putkırıcı” dinamiği karşılıklı olarak etkileşime sokarak, Türkiye toplumunun “siyasal ufkunu” tayin eden bir hegemonik dil oluşturuyor. G. Yalman’ın kullandığı bir ifadeyle “muhalif görünen, ama hegemonik olan” bu dil, Türkiye toplumuna devlet merkezli bir perspektifle bakan ve bugün artık kendi devlet nosyonunu da ordu ve yüksek yargının kimi kısımları ile sınırlamış (müttefiklerinin hakim olduğu aşikar olan emniyet aygıtından milli eğitim aygıtına kadar diğer devlet aygıtlarını pek de dert etmeyen) bir dildir. Her global kapitalizm ve global sermayenin hükmü bahsinde “ulusalcılık illeti” teşhis eder. “Sınıfsallık sorunu”nu arkaik bir sol motif sayar ve “kültürel kimlikler” veya “farklılıklar” ile meşgul görünürken de, eğitim hakkından yoksun kalan ve “kot taşlama”ya mahkum edilen yoksulların, Ege denizine “dökülen” kaçak göçmenlerin, Tuzla tersanelerindeki Kürt ve Alevi işçilerin veya Ermenistan’dan gelen kaçak işçilerin hayatlarında sınıf ve kimlik sorunlarının iç içe geçmişliğini umursamaz.

Liberal kişilik, hasmını susturmak, yok etmek veya kamplarda toplamak istemez

Bu liberal kişilik, her şeyden önce bir “güzel ruh” barındırır. Ama bununla onda bir takım yüce erdemler bulduğumuzu söylemek istemiyoruz. Hegel’e göre, “güzel ruh” kendine bir ahlaki saflık atfeder; kalbinin safiyetini ve iç güzelliğinin ihtişamını bozmamak için de “eylemekten” ve “dünyadaki yerini almaktan” kaçınır. Bu durumun yarattığı çelişki nedeniyle de ona “mutsuz bir bilinç” eşlik eder. “Güzel ruh”, tam da bu arayışında buharlaşıp uçan, içi boşalmış, “kayıp bir ruh”tur. Mağrur ve fakat huzursuzdur. Dahası, Deleuze’ün deyişiyle “savaş meydanına fırlatılmış barışın adaleti” gibi davranır: “Güzel ruh, tarih kanlı çelişkilerle yapılmaya devam ederken, her yerde farklılıklar gören ve bunlardan yalnızca saygın, uzlaştırılabilir veya federatif farklılıklar olarak söz eden ruhtur aslında.”

Liberal kişiliğimiz de böyle bir “güzel ruh” sahibidir. Kendini o farklılıkların, “kimlikler”in dışında ve üstünde yer alan, ayrıcalıklı bir konuma yerleştirir. Bu ruhun güzelliği, “öteki güzellemesi” yapıyor görünürken aslında “beriki”ni, yani kendini güzelliyor olmasından da kaynaklanır (Aslına bakarsanız, her “ötekine” de güzel demez zaten.)... Kendisi kirlenmemiş, lekesiz ve her türlü “ideolojik önyargı”dan azadedir. Dikkat edilirse, liberal kişiliğimiz, kimi tezahürlerinde pervasızca, kimi tezahürlerinde de “çaktırmamaya” çalışarak, etrafına kibir, küçümseme ve alayla bakar. Zaten “ötekinden” söz edip durmasının asıl psişik saiki de kendi kendisiyle böbürlenmektir. Elbette ki, “pozitivist kafalı modernleşmeci”nin Jakoben tavrını sergilemez. Ama onun kendinde vehmettiği konum, T. Bora’nın vurguladığı üzere, kendini etrafını aydınlatmaktan sorumlu addeden otoriter pedagogun (liberal kişiliğimizin şeytanileştirdiği o meşum “Kemalist öğretmen”in) konumundan hiç de daha aşağı, daha mütevazı, daha ayrıcalıksız bir konum değildir.

Liberal kişilik, bütün liberal lafzına rağmen asabi ve tahammülsüzdür. Neredeyse yalnızca muhafazakârlara tahammül gösterir; “demokratiklik kontrol noktasından” her nedense yalnızca onlar geçebilirler. “Musul sorunu Türk-İslam birliği sorunudur” veya “Komünizm tehlikesi yok olmamıştır ve Kürt hareketi de komünisttir” yollu tam sayfalık ilanlar yayınlayan gazetelerde köşe yazarı olmakta beis görmez. Ve fakat solcu birinin “bu kadar kimlik siyaseti yapmasak” gibi bir fikir serdettiğini duyduğu anda bütün bir devrimci harekete faşist veya ırkçı yaftasını yapıştırmakta da tereddüt etmez.

“Ötekini içeriden anlamak” liberal kişiliğin şiarıdır. Ama bu şiar liberal kişiliğin kendi ötekileri için, solcular/devrimciler için (ve haliyle Kemalistler için) işe koşulmaz. “Ne yani biz Mamak’ta faşizme karşı direndiğimizi düşünürken, asıl faşist olanlar bizler miydik?” türü soruları duymak bile istemez; duysa da aldırmaz. Mevcut iki ortodoksinin dışında bir başka yolun, bir üçüncü yolun mümkün olduğu fikrini derhal utangaç bir karşı kamp savunusu veya en iyi ihtimalle “iki cami arasında beynamaz” kalma olarak addeder. Tuhaftır, liberal kişilik, ne kadar ideoloji-sonrası görünürse görünsün, soy ideolojilerin “ya/ya da”, biz/düşmanlarımız” gibi karşıtlıklarını sanki öyle yapmıyormuş gibi yaparak aynen yeniden üretir.

Liberal kişiliğin kendi ötekisi hakkında sahip olduğu imge de -kendisini aynasında seyrettiği otoriter geleneğin ölçüsünde olmasa bile- paranoid izler taşır. Bizim “liberal kişilik” adını verdiğimiz kişiliğin, Adorno’nun Amerikan toplumunu faşizm ölçeğine vurduğu “Otoriter Kişilik Üstüne” çalışmasında incelediği kişilik tipinin anti-semitik paranoyası ile ilgisi yoktur elbette; hatta Adorno’nun “gerçek liberal kişilik” adını verdiği kişiliğe uyduğunu da söyleyebiliriz. Lakin, bir Yahudi’nin Adorno’nun sözünü ettiği “otoriter kişiliğe” “Yahudi komplosu” hususunda derdini anlatmaya çalışması ne ölçüde beyhude ise, bir solcunun/devrimcinin bizim liberal kişiliğimize derdini anlatmaya çalışması da o ölçüde beyhudedir. Her iki durumda da “gerçeğin öyle olmadığını göstermek için çırpınan” bir öteki vardır.

Tabii bunu söylerken, liberal kişiliğe haksızlık etmemek gerekir. Zira liberal kişilik, faşist veya otoriter kişilikler gibi hasmını susturmak, yok etmek veya kamplarda toplamak istemez. Onun istediği şey, hasmın bile isteye husumetten vazgeçmesi, kendi işgal ede geldiği konumu kendi kendine gayrımeşru addetmesi, yani kendi kendini gönüllüce ortadan kaldırmasıdır...

Liberal kişilik, kibir ve kendini beğenmişlik özelliği taşır

Liberal kişilik kibirli ve zaman zaman da saldırgan bir narsizmle maluldür. Bu durumu resmeden tipik bir anını, televizyon ekranında “ötekilerle” tartışırken kendisine söylenen sözlere müstehzi bir gülümsemeyle karşılık vermesinde ve akabinde de bütün farklı argümanlara kerameti kendinden menkul bir edayla bıyık bükerek hasımlarını vuracak silahlarına tekrar sarılmasında bulabiliriz. Bu itibarla, liberal kişiliğin, özellikle de “genç sivil” olanının muarızları tarafından “yaramaz, haylaz çocuk tavrı” sergiler görülmesi boşa olmasa gerektir. Çünkü her iki durumda da “sevin beni, tapın bana” diyen ve bu gerçekleşmedikçe de dikkat çekmek için elinden geleni yapan ve etrafına küçük çaplı sembolik tacizlerde bulunan özneler söz konusudur.

Liberal kişiliğin kendi kendisinde hayran olduğu asli güzellik “putkırıcılık”tır. Bir “Batı demokrasisinde” müesses nizamın “vasat”ı sayılması gereken çoğulculuk, çokseslilik, farklılıkların tanınması vb. fikirlerin Türkiye’ye gelindiğinde “muhalif” veya “putkırıcı” gibi görünmesinin birtakım ciddi toplumsal-siyasal sebepleri elbette ki vardır. Yine de, şu “global köy”deki bir “kanaat önderi” olarak liberal kişilik Guardian veya Independent gibi bir gazetede İngilizlere hitap ediyor olsa, onlar için nasıl “putkırıcı” olan bir dünya tasavvuru sunacaktır acaba?.. Liberal kişilik, başka şeylerinin yanı sıra, bu durumunun da farkında olacak kadar bilgili bir kişiliktir. Yine de, kendi siluetine baktığında gözleri kamaşmaya devam eder. “Güzel ruh”unu huzmeleriyle yıkıyor görünen putkırıcılığının göz kamaştırıcılığı, kendisini “devletetaparlığın” aynasında seyredip durmasından kaynaklanır. Fazla kazınırsa, bu putkırıcılığın altında “otoriter baba”nınkinden daha “sahici” bir “otorite” inşa etme arayışı bulmak mümkündür... “Ceberut devlet”e karşı durduğunu düşünen liberal kişiliğin kamusal tartışmalarda “duruma vaziyet eden” ve durduğu “Arşimet noktası”ndan herkesi yerine yerleştiren bir “demokratlık polisi” rolüne soyunması da böyle bir otorite tesisi ile ilgili olsa gerektir.

Marx’ın hayaleti bile, liberal kişiliğin ruhunu etkiler

Solcunun-devrimcinin liberal kişiliği tedirgin etmesinin sebebi de, solun feri sönmüş haliyle bile onun bu narsist bütünlük halesini bozan bir “parazit” oluşturmasıdır. Yani “bir hayalet olarak” sol, liberal kişiliğin “semptom”udur; liberal putkırıcılığın nasıl sığ bir sivil toplum (ve sermaye) putlaştırmasını, nasıl sığ bir devlet eleştirisini, nasıl “baskıcı bir hoşgörüyü” içerdiğinin ve ayrıca “devletetaparlığın da, sivil topluma taparlığın da” dışında bir ihtimal daha olduğunun işaretini verir. Liberal kişiliğin solla olan derdi, “olmayan haliyle bile” solun onun hiç de “heterolojik” olmadığını göstermesinin semptomlarıyla baş etme arayışı olarak okunabilir. Hülasa, liberal kişiliğin anlatısallaştıramadığı “reel”i kendisinin de bir “ortodoksi” oluşturması ve “heterodoks” bir dünya ve toplum tasavvurunun ancak sol bir tasavvur olabilecek olmasıdır. Yani “Marx’ın hayaleti” liberal kişiliğin ruhuna musallat olmuştur...

…..

Psikoanalitik olarak, liberal kişiliğin solla olan derdi, müesses nizam ile “pek de mutlu olmayan beraberliğinin” huzursuzluklarını solculara “yansıtmak”, kendi vicdanının kirleniyor oluşunu “reaksiyon formasyonu” ile inkâr edip solda kirli çamaşır bulup çıkarmaktır belki de...

Kendisini hep “bir vakitler solcu” olarak tanıtır

Liberal kişilik, Sloterdijk’in “Sinik Aklın Eleştirisi”nde tartıştığı üzere, güya “ideoloji sonrası” olan bir öznenin sinizmiyle de maluldür. Bir yanda “demokrat” bir gazetedeki köşesinde “derin devlet”e savaş açtığını söylerken, öte yanda bir televizyon programında 1 Mayıs olaylarında polisin uyguladığı şiddetin ne kadar “orantılı” ve “elzem” olduğunu anlatıyor olabilir. Veya Ergenekon soruşturmasındaki tavrı yüzünden solculara-devrimcilere şiddetle saldırırken, kendi gazetesindeki bir köşe yazarının, oğlu yargısız infaza kurban gitmiş bir babayı “sizin oğlunuz da zaten saldırganmış; hem siz niçin Diyarbakır’dan göçtünüz?” yollu konuşmalarını kendine mesele etmeyebilir. Bu kişiliğin sinikliği, “Bu vatan için kurşun atan da bizim...” şiarının müellifi bizzat kendisi iken, bu durum hatırlatılınca oralı olmayıp da, solcuların-devrimcilerin kendi geçmişlerinin günahını çıkarmalarını isteyebilmesi ölçüsüne dahi varabilir. Hatta ve hatta Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevlerinde veya ölüm oruçlarında yaşananları bildiği halde, solcuların cezaevlerinde işlediklerini iddia ettiği cinayetlerle yüzleşmeleri gerektiğini Ermeni soykırımı, Kürt sorunu, Maraş olayları vb. bahislerinin hemen ardından söylemesi de mümkündür. Sinik özneyi sinik yapan da ne yaptığını bilmesidir zaten.

Bahsi geçen liberal kişilik kendisi de bir vakitler “solcu” olduğunu söylediğine göre, sol içinde işlenmiş olan veya işlenmiş olabilecek olan “suçların” Ermeni meselesi veya Maraş olayları ile ardı ardına sıralanacak bir “toplumsal fenomen” olamayacağını da elbette bilir. Devrimcileri “silah, şiddet kültürü” sahibi olmakla suçlayan aynı liberal kişilik, kendi akademik çalışmalarına konu ettiği cemaatin önderini “Komünizmle Mücadele Dernekleri”ndeki geçmişiyle yüzleşmeye çağırmayı aklının ucundan geçirmez. Hakeza, solcuları-devrimcileri otoriter zihniyetle eleştirirken, ele aldığı veya temas kurduğu cemaatin kendi içinde ne gibi bir “demokratik kültür” eseri barındırdığını anlatmak lütfunda de bulunmaz.

İdeolojilerinin maddiliği ve globalliği antimilitarizm ile Nike arasına sıkışmıştır

Ele aldığımız liberal kişiliğin kendisini “genç subaylara” karşı konumlandıran bir alt tiplemesi olan “genç sivil” kişiliğin sivilliği ve anti-militarizmi Çankaya köşkündeki davete icabet ederken ayağına giydiği Converse ayakkabıların sivilliği ve anti-militarizmi kadardır. Peki Converse ayakkabılar ne kadar sivil ve anti-militaristtir? İşte bu noktada, ideolojinin maddiliği ve globalliği ile karşı karşıyayız. Genç liberal kişiliğin asker postalına karşı ayağına taktığı Converse ayakkabıların memleketin özellikle yeni orta sınıf gençliğinin favori ayakkabıları olarak gerçekten de “sivil toplumu” gösterdiğini düşünebiliriz elbette. Lakin “globalleşen dünyamızda” metaların neyin göstergesi olduğu hususu o kadar basit değildir. Bu sivil spor ayakkabıların üreticisi olan Converse’in bünyesinde yer aldığı Nike adlı dev şirket, üçüncü dünya ülkelerinde ucuz çocuk emeği ve başka vahşi sömürü yöntemleri ile “taşeronlarına” üretim yaptıran ve buna karşı “liberal” Amerikan kampuslarında boykotlar düzenlenmesi karşısında da sorumluluğunu kabul etmeye yanaşmayan bir şirkettir. Liberal kişilik, bu cümleleri okuduğunda, “solcuların sınıf takıntılı malum kafası” diye düşünecektir muhtemelen. Biz işin liberal kişiliğin kendisini özdeşleştirdiği “demokratik” tarafı ile devam edelim: Nike, Endonezya’daki üretimini sağlama almak için cuntacı generallerle işbirliği yapmış, hatta onları teşvik etmiştir! (Bkz. Google!)

Liberal kişilik, bütün bu bahislerde “sinsi” bir “anti-emperyalist” zihniyet ve dahası -her “anti-emperyalizm”i milliyetçiliğin utangaç hali olarak düşündüğü için de- “ulusalcı” bir damar bulabilir; ki bu eşdeğerlik zincirinin bizi ırkçılığa, onun da faşizme götürmesi pek muhtemeldir. (Bir televizyon programında konuşurken “Çok uluslu şirketler, milli olan... milli değil de, o toprağa, o coğrafyaya ait her şeyden orayı arındırmaya çalışıyor; biz çok uluslu şirketlerin bir şeyler satmaya çalıştığı insanlarız” dediği için faşist ilan edilen aktörün başına gelen de budur.) Dolayısıyla, “ne kadar sivil ve anti-militarist” olduğunu sorduğunuz bir paragrafınız liberal kişiliğin söyleminde pekala örtük faşizan niyetlerinizin dillenmesi muamelesi görebilir!

Son olarak, “iyi ama benim Converse ayakkabı giymem niye Nike’ın militarist tezgâhlarına destek sayılsın?” gibi bir itirazla da karşılaşabiliriz. İşte bu noktada, ideolojinin maddiliği bahsine girmiş oluruz. Siz neye inanırsanız inanın, kendinizi ne kadar anti-militarist hissederseniz hissedin, “orada”, ayaklarınızın altında cisimleşmiş, ayaklarınızı saran bir ideoloji var. Althusser’in bize hatırlattığı üzere, ne demişti Pascal? “İnanman gerekmiyor, diz çök, dudaklarını kımıldat, dua ediyormuş gibi yap, yeter”. Elbette Nike’ın sivilliğine de inanmamız gerekmiyor; zaten o da bizden bunu beklemiyor; ürettiği ayakkabıyı giyelim yeter! Sivil ve liberal kafalarımızı çocuk işçilerin ellerinin üstüne basa basa gezdirmemizde ne gibi bir “barbarlık” olabilir ki, değil mi?..

Ama belki de, Marx’ın bize gösterdiği üzere, “sivil toplum”un “burjuva toplum” olduğunu ve içinde bir “canavarlık” barındırdığını hatırlayacak olursak, Converse ayakkabı sivilliğinin gerçekten de bir “sivillik” olduğunu teslim etmeliyiz.

Liberal kişiliğin çabası “solda kirli çamaşır” buluş çıkarmaktır

Liberal kişiliğin sözünün içeriğinin artık neredeyse herkesin malumu olan bir “formül”e dayandığını ve uzun uzadıya tartışmayı pek de hak etmeyen bir Türkiye toplumu analizi klişesini durmadan tekrarladığını söyleyebiliriz. Öyleyse, temel soru, liberal kişilik konuşuyor olmakla bize ne söylemektedir? Bu soruya çok çeşitli yönlerden cevap arayabiliriz. Ancak asıl cevabı psikoanalizden yardım alan bir ideoloji eleştirisi verebilir. Zira Ermeni soykırımı bahsinden solun “cezaevi suçlarına” zıplamak veya kendi desteklediği hükümetin bakanının “iyi ki kurtulduk Ermenilerden ve Rumlardan” demesinin kendi gazetesinde bile eleştirildiği bir zamanda hala solcuların ırkçılığından bahsetmek başka türlü zor analiz edilir. Biraz olsun vicdan veya biraz olsun izan veyahut da biraz olsun malumat sahibi olan bir insan, liberal kişiliğin sunduğu sol imgesinin Türkiye solunu-devrimci hareketini anlamak ve açıklamak için neredeyse hiçbir işe yaramayacağını teslim eder. Yeryüzünde ettiği son üç beş cümleden biri “yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” olan bir kişiyi ırkçılıkla suçlamak veya 1983-4’te Kürt hareketi ile beraber “Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi”ni kurmaya girişmiş bir harekette “faşist” damar keşfetmek veya gazete köşesindeki yazısına “12 Eylül’ün Solcu Generali” gibisinden bir başlık atıp “solcuları kollayan” generalden ve solcuların 12 Eylül’e destek vermesinden utanıp sıkılmadan dem vurmak gibi “semptomlar”, liberal kişiliğin sol analizinin kendisinin psikoanalize tabi tutulması gerektiğini gösteriyor. Bir “organik aydın” olan bu liberal kişilik bütün bunların farkındadır; ayrıca anti-semitizm, anti-sabetayizm vb. şeylerin soykütüğünün şimdi müttefiki olduğu muhafazakarlığın tarihinde nasıl kökleşmiş olduğunun da “bilgisi”ne sahiptir. Ama Cevat Rıfat Atilhan, Necip Fazıl veya Samiha Ayverdi okuyarak büyümüş şimdiki müttefiklerini değil de, Zap suyuna köprü yapmış devrimcileri “ırkçılıkları” ile yüzleşmeye, Mamak’ta “Saldırın aslanlarım!” diyen subayları değil de, o “aslanların” saldırdığı insanları gizli faşizanlıklarını-“Ergenekonculuklarını” itiraf etmeye çağırmakla meşguldür. Yukarıda da dediğimiz gibi, sinik bir kişilik olarak, “öyle olmadığını bilmekte ve fakat öyle olduğunu söylemeye devam etmektedir”. Liberal kişiliğin bu anlatısı, Türkiye toplumunun ve sol-devrimci hareketinin tarihine ilişkin bir “hatırlama biçimi”dir ve bizimki de dahil hiçbir hatırlama biçiminin olmadığı üzere, “masum” değildir. Bir “kolektif hafıza” yaratma edimi olduğu ölçüde, basitçe “çarpık” diyip geçilemez de. O yüzden de psikoanalize muhtaçtır.

Bunun bir psikoanaliz konusu değil, siyasal mücadele biçimi olduğunu da söyleyebiliriz elbette... Yine de, liberal kişiliğin, bugün itibarıyla siyasal güç ilişkilerinde esamesi okunmayan ve herhangi bir ciddi toplumsal veya siyasal nüfuz alanına sahip olduğunu söyleyemeyeceğimiz solu-devrimci hareketi dönüp dolaşıp kendine hedef seçmesini ve diline pelesenk etmesini basit bir siyasal rasyonel ile açıklayamayız... Psikoanalitik olarak, liberal kişiliğin solla olan derdi, müesses nizam ile “pek de mutlu olmayan beraberliğinin” huzursuzluklarını solculara “yansıtmak”, kendi ideolojik suç ortaklıklarını bastırmak için kefareti solcu keçilerin sırtına yüklemek, kendi vicdanının kirleniyor oluşunu “reaksiyon formasyonu” ile inkâr edip solda kirli çamaşır bulup çıkarmaktır belki de. Böylesi bir psişik mekanizma, Maraş’la yüzleşmekten bahseden liberal kişiliğin, bu bahsin hemen ardından orada katledilen insanların ve onları canları pahasına korumaya çalışan devrimcilerin de dahil olduğu bir siyasal geleneği cezaevlerindeki “vahşetiyle” yüzleşmeye çağırmasında kendini ele verir.

Kurt ile kuzu...

Liberal kişiliğin solla ilgili anlatısı akla La Fontaine’nin “Kurt ile Kuzu” masalını getiriyor. (Vaktiyle Neo-Kemalistler ile “ikinci cumhuriyetçiler” arasındaki ilişkiyi tartışırken de bu masala atıfta bulunmuştuk.) La Fontaine’nin bu masalını inceleyen M. Serres, masalda kurulan bu “oyun-mekanı”nın güçlü ile güçsüz, büyük ile küçük arasında bir hiyerarşi kurduğunu ve daha (en) güçlü, daha (en) büyük olanın daha (en) zayıf, daha (en) küçük olanı sanki kendisi zayıf veya mağdur olanmış gibi yaparak alt etmesine dayalı bir mantık içerdiğini ve bu mantığın doğa-insan ilişkilerinden siyasal güçler arasındaki ilişkilere kadar uzanan bir şekilde modernliğe içkin olduğunu söyler. Hasımları karşısındaki liberal kişilik de masaldaki kurt gibidir. Solcu-devrimci bütün bahanelerini boşa çıkarsa bile, onu yemek için bir bahane bulmakta kararlıdır. Dikkat çekici olan, tıpkı vaktiyle yazdığımız şekilde ikinci cumhuriyetçi karşısındaki neo-Kemalistin konumu gibi, liberal kişilik karşısındaki solcu-devrimci de savunmacı ve tepkisel bir konumdadır. Dolayısıyla, terimleri böyle konulan bir diyalogda veya zemini böyle kurulan bir ilişkide “kuzu” olarak solcuların-devrimcilerin kazanma şansı daha baştan yoktur.

Öyleyse asıl yapmamız gereken kurda dert anlatmaya çalışırken yem olmak değil, ormanın diğer “küçük”, “zayıf” hayvanlarıyla diyaloga girip “çoklukların”, “kitlelerin” gücüyle onu “tesirsiz” hale getirmektir. Kurdu kaçıracak olan onların çığlıklarının “ilahi şiddetidir”; kendisinden başka hiçbir şeyi göstermeyen, hiçbir şeyin aracı-temsili olmayan bir ses olarak ezilenlerin çığlığı... Ama kurdun yaptığını yapmayıp, “hakiki bir liberal” tavırla onun “yaşama hakkını” da teslim ederek.

Odatv.com

BUNLARIN PARASINI BİZ VERİYORUZ

Lİberaller devletin sırtından geçiniyor
26.03.2010

Onlar sözde liberal…
Konu ekonomi olunca hemen söz alıyorlar: “devlet ekonomiye karışmaz”.
Eğitimden bahsediyorsunuz…
Hemen lafı yapıştırıyorlar: “devlet eğitim vermemeli”.
Kamu işçileri grev yapıyor…
İlk sözleri şu oluyor: ”devlet istihdam yaratmaz”.
Devlet sosyal bir proje mi geliştirdi?
Hemen yorum yapıyorlar: “halkın parası çarçur ediliyor”
Ama onların bir tuhaflığı var…
Devletin kanalında program mı yapılacak?
Onlar yapıyor.
Halkın parasıyla yayın yapan TRT’de, TMSF’nin el koyduğu CINE 5 gibi kanalları ne zaman açsanız onlar konuşuyor.
“Devlet kamu çalışanlarına yüksek ücret ödüyor” diye eleştirirken 30 bin ile 50 bin arasında değiştiği söylenen aylık maaşları mecliste muhalifler tarafından soru önergesi oluyor.
Kendileri de yetmiyor oğulları da program yapıyor.
Kısacası devlet onları ailece ihya ediyor.
Elbette programların paraları halkın cebinden çıkıyor.

İşte o isimlerin listesi:
Fehmi Koru (TRT-Politik Açılım)
Derya Sazak (TRT-Politik Açılım)
Fuat Keyman (TRT-Politik Açılım)
Mustafa Erdoğan (TRT-Politik Açılım)
Mehmet Altan (Başka Yerde Yok-CINE 5)
Taha Akyol (TRT-Herkes İçin Adalet)
Ergun Babahan (TRT-Çıkış Yolu)
Ekrem Dumanlı (TRT-Çıkış Yolu)
Oral Çalışlar (TRT-Kuşak Farkı)
Reşat Çalışlar (Oral Çalışlar’ın oğlu-TRT-Kuşak Farkı)
Mustafa Akyol (Taha Akyol’un oğlu- TRT-Yüzyüze ve Küresel Nabız)
Ferhat Kentel (TRT-Yüzyüze)
Beril Dedeoğlu (TRT-Yüzyüze)
Berat Özipek (TRT-Yüzyüze)
Mehmet Barlas (TRT-Sinerji)
Canan Barlas (Mehmet Barlas’ın eşi-CINE 5-Kırmızı Hat)
Ahmet Kekeç (CINE 5-Memleket Meselesi)
Salih Tuna (CINE 5-Memleket Meselesi)
Rasim O.K. (CINE 5-Memleket Meselesi)
Mümtaz’er Türköne (TRT-Gündeme Dair)
Emre Aköz (TRT-Gündeme Dair)
İbrahim Kalın (TRT-Enine Boyuna)
Önder Aytaç (TRT-Sen-Siz Olmaz/ Olur mu?)
Tamer Korkmaz (TRT-Ezberbozan)
Amberin Zaman (TRT-Gazeteci Gözüyle)

Odatv.com

MEHMET ALTAN O ÜLKENİN ADINI ŞİMDİ NİYE HİÇ ANMIYOR
A. Metin Akpınar
13.04.2010

Sabah’ın liberal yazarlarının bir bölümünün sağlık durumu hiç iyi değil. Kim mi bunlar? Engin Ardıç, Emre Aköz, Hasan Bülent Kahraman…
Sadece Sabah’ta mı var böyle sağlıksız yazarlar?
Star’da, Hürriyet’te, Milliyet’te, Radikal’de, Zaman’da, Yeni Şafak’ta, Taraf’ta bu tür yazarlardan bol miktarda var.
Bence Sabah’taki liberal ekibin başında Mehmet Altan olmalıydı, ama ne yazık ki onu, şeker vereceğiz, pardon, bol para vereceğiz, diye kandırıp Sabah Gazetesi’nden Star Gazetesi’ne transfer etmişler.

Bu yazarların ortak bir özelliği var, o da Batılı yazarların, tarihçilerin, siyasetçilerin, ya da emekli CIA ajanlarının Türkiye hakkında yazdıkları her tezi Tanrı'nın emriymiş gibi doğru kabul edip var güçleriyle savunmak, Türkiye’nin Batı dünyası ile çelişen her politikasıyla da dalga geçmek.
Bunu yaparken de, Türkiye’nin tezini savunanları, konu tarihse, “resmi tarihçi”, konu siyasetse veya ekonomiyse, “statükocu” olmakla suçlarlar.

Emperyal ülkeler kendi çıkarlarına uygun dış politika, ekonomi politikası uygular, tarihi de kendi emperyal çıkarlarına uygun olarak yorumlarlar. Bizim liberaller bu gerçeği bir türlü göremezler, ya da görmek istemezler. Mesela Ermeni tehciri, Kıbrıs meselesi, Kürt sorunu, Irak sorunu…
Bizim liberaller bütün bu olaylara Batı’nın emperyal penceresinden bakarlar.

(..)

Şimdi de Engin Ardıç, Emre Aköz ve Hasan Bülent Kahraman hep bir ağızdan bir nakarat tutturmuşlar. Neymiş, Yunanı Ege’ye döktükten sonra İzmir’i güya Türkler yakmış. Batılı bazı siyasetçiler, tarihçiler, diplomatlar, ya da CIA ajanları öyle yazmış ya, kesin öyledir!
Eski CIA ajanı büyük düşünürler cemaatlerin denetiminde ılımlı İslam rejimini Türkiye için uygun görmüşler ya, artık bizim liberallere göre Türkiye için en uygun rejim budur.

Batı, Türkiye’yi dinlere ve ırklara göre bölmek mi istiyor, sabahtan akşama sadece dinler ve ırklar konuşulmalıdır. Sırası mıdır sömürüyü, yolsuzluğu, işsizliğe konuşmanın?!

Her olaya emperyal güçlerin gözlüğünden bakmak, son derece hastalıklı bir ruh halidir. Bu son cümleyi bu yazarlara hakaret etmek için kurmuş değilim, samimi olarak bunların ruh halini hiç iyi görmüyorum.
Mehmet Altan her zaman söyler zaten, “biz kendimiz bir şey yapamayız, bizi ancak AB adam eder” diye. Hep birlikte Türkiye kurtulsun diye gün de beş vakit küresel güçlere dua eder bunlar.

Hatırlarsınız, Mehmet Altan bir zamanlar her fırsatta AB üyesi Yunanistan’da adam başına düşen gelirin ne kadar yüksek olduğunu hatırlatırdı bize. Neymiş, AB üyeliği Yunanistan’ı abat etmiş, bizi de edecekmiş. Sadece Yunanistan değil, AB bütünüyle yerlerde sürünüyor şu günlerde.

Her şeye emperyal güçlerin gözlüğünden bakma hastalığı sadece köşe yazarlarına has değil, bazı ünlü edebiyatçılarımızda da var aynı hastalık. Mesela Orhan Pamuk Nobel ödülü alacağım diye, edebiyatı bırakıp tarihçi kesilmedi mi?
“Kar” romanının bir yerinde, romanın akışıyla hiç ilgisi olmayan bir yerde, Ermeni tehcirinden bahseder Orhan Pamuk. Bana sorarsanız o romanı, sırf bir yerine Ermeni meselesini Batı’nın görmek istediği biçimde sıkıştırmak için yazmış. Nobel ödülünü hak etmek için…

Bizim liberallerin muzdarip olduğu hastalığın bir ismi var aslında: Oryantalizm…

Oryantalizm, Batı’nın Doğu’ya sadece kendi değerleriyle bakıp, onu yeniden şekillendirme, yani sömürgeleştirme disiplinidir.
Bizim liberal aydınlarımızın yakalandığı hastalık Oryantalizm’den başka bir şey değildir. Bu hastalığın tedavisi, yağı, tuzu, şekeri azaltmak, Soros ve AB fonlarını ise tamamen kesmekten geçer. Zor bir tedavidir; her şeyden önce hastanın, hasta olduğunu kabullenmesi gerekir.

Bu arada generallerimize de bir hatırlatmada bulunalım.
NATO Oryantalizm’in silahlı gücüdür. Bu gerçeği görmeden generallerimizin başlarına gelenleri, neden aşağılandıklarını, gururlarıyla ve şerefleriyle neden oynandığını anlamaları mümkün değildir.
Ne diyelim, Tanrı'dan hastalarımız için şifa dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden.

Odatv.com

Peren Birsaygılı
Sinan Çetin’le demleme çay!
Bir süredir Sinan Çetin’li bir çay reklamı dönüyor ekranlarda…

Sinan Çetin’i zaten her dönemin silahşörü olması özelliğiyle tanımayan yok adeta. Bir dönem solcu, bir dönem sıkı Özal’cı, ardından ise Tansu Çiller hayranı olarak çıkmıştı karşımıza. Şimdilerde ise koyu bir Akp sevdalısı olarak vitrinde.

Ve hayatında “Çiçek Abbas” dışında hiçbir kayda değer filme imza atmamış olmasına rağmen, kaldı ki bu filmin başarısı da yönetmenden değil Yavuz Turgul’un senaryo dehası ve Şener Şen ile İlyas Salman’ın büyük oyunculuğundan kaynaklanıyor, yönetmen denildiğinde ilk akla gelen isimlerden birisi maalesef.

Oysa yükselebilmek, bir yerlerden biraz daha nemalanmak adına kirletmeyeceği hiç bir değer yok. İslam dini de dahil olmak üzere, tüm inanç sistemlerinin ya da ahlaki değerlerin kolayca üstünü çizebilecek bir yapıya sahip. İşte bu yüzden o sakallı entelektüel imajının altında “kazanmak” duygusunun vahşice kışkırttığı çarpık hezeyanlar gizli. Bir röportajında söylediği “Hayatta en nefret ettiğim ses miting meydanlarında haykıran işsiz güçsüzlerin çıkardığı seslerdir” diyen Sinan Çetin’in tek başarı kriteri, ezilenlere ve sosyal devlete öfke duyan pek çoklarında olduğu gibi, para kazanmak. İşte bu yüzden Ayn Rand’ın kitaplarını basarak Türkiye düşünce tarihine eşi benzeri olmamış bir katkı sağlamış olan! yayınevinin sahibi olması hiç de şaşırtıcı değil aslında.

Üstelik insanların sömürülmesini zerre kadar dert etmemiş olan Ayn Rand’tan arakladığı düşünceler bir yana, kendi servetini meşrulaştırmak için ettiği saçma sapan konuşmalar da cabası. Sanki çok büyük bir fikir adamıymış gibi kendinden emin halleri, binlerce kez yinelenen o neo-liberal zırvaları sanki ilk kez söyleniyormuş gibi bir havayla söylemesi, çok bilgisi varmış gibi dünya sistemleri üzerine atıp tutması, binlerce kitap okuyan insanlar dahi bu kadar net çıkışlar yapmazken “Theodor Adorno aslında salağın tekiymiş” türünden saçma sapan çıkışları ile de sabırları zorluyor.

Sadece sabırları zorlamakla kalmıyor, günümüz Türkiye’sinde artık ne tür adamların prim yaptığını da gösteriyor bizlere.

Zira Sinan Çetin, mükafatını alıyor da. TRT’ye yaptığı tonla işin yanı sıra, bir sürü tanıtım olayına da imza atıyor. En son, ne sıfatla bilinmez ama, uluslar arası alanda almış olduğu bir tane adam gibi ödül olmamasına rağmen Abdullah Gül’ün peşine takılıp Hindistan’a gitti ve milyon dolarlık iş anlaşmaları imzalayarak tekrar gündeme geldi. Bir de, Haliç Camialtı Tersanesi’nin arazisini kapatma hevesine kapıldı ki, İstanbul’un göbeğindeki 300 dönümlük güzelim arazinin kendisine tahsis edilmesi için Abdullah Gül’den söz bile almış deniliyor.

Son olarak ise, çok yoğun biçimde ekranlarda dönmekte olan çay reklamı ile karşımıza çıkıyor.

Mevlana’nın sözleriyle süslenmiş bir reklam filminde boy gösteriyor.

Reklam “Yıllardır Anadolu’yu geziyorum” sözleriyle başlıyor…

Ve şimdiye kadar hiçbir filminde Anadolu insanın derdine tasasına değinmemiş olan Cihangir’li lümpen Sinan Çetin bu kez, filmlerinde daima Anadolu’yu çeken halkçı bir yönetmen imajıyla çıkıyor karşımıza…

Dini değerlerin ticari bir meta haline geldiği, halkın kutsalların basit birer kazanç kapısına dönüştürüldüğü ülkemizde, bir 'manevi değer istismarı' da Sinan Çetin’den geliyor.

Arka fonda “bir lokma bir hırka” felsefesini şiar edinmiş olan semazenler ticari birer figür olarak dönerken, önde Sinan Çetin “Rumi” olarak adlandırdığı Mevlana’dan sözler eşliğinde Anadolu insanının kadirşinaslığından dem vuruyor.

Mevlana’yı böyle ucuz bir reklam filmine alet ederek, onu ayaklar altına alıyor.

Ve o övgüler düzdüğü kapitalist sistemde satılamayacak hiçbir değer olmadığını gösteriyor bizlere…

Her şeyin ama her şeyin satılık olabileceğini görüyorsunuz…

Ve bizlere Mevlana eşliğinde, popülist bir halk adamı imajını yutturmaya çalışırken, bir yandan da çaktırmadan verilmeye çalışılan ucuz siyasi mesajlarla iktidara göz kırpmaya devam ediyor.

Velhasıl reklam filmini izlediğinizde neye sinir olacağınızı bilemiyorsunuz…

Anadolu insanın duygularını sonuna kadar sömürmekte beis görmeyen bir adamın 3 kutu daha fazla çay sattırmak için Mevlana ağzından İslami değerleri bu kadar küstahça ayaklar altına alıp reklam malzemesi yapmasına mı, yoksa iktidara verilen ve karşılığını da bolca aldığı bu “sevimli” pozlara mı?

Ancak şaşılacak bir şey yok aslına bakarsanız…

Zira devir artık bu adamların devri…

Dönemin ruhu işportacılık ve tezgahını halkın değerleriyle en iyi dolduran en çok da satışı yapıyor…

Ancak yine de insan sormadan edemiyor;

Gün gelip de, artık Sinan Çetin gibi adamlara gerek kalmadığında, kendisi bu kez ne tür filmler çevirme peşine düşecek acaba?

perenbirsaygili@gmail.com
Haber10

MEHMET ALTAN BİNBAŞI SEZGİNKURT'UN ARKASINDAKİ GÜCÜ NİYE YAZMIYOR
A. Metin Akpınar

03.05.2010
“Tarih tekerrür eder” diye ağızlara pelesenk olmuş bir laf vardır. Bu laf doğru mudur, bilemem, ama 1 Mayıs kutlamalarıyla ilgili tavırlarını gördükten sonra bizim liberallerin tarihinin tekerrür ettiğine eminim artık.

Kurtuluş Savaşı hazırlıkları sürerken liberaller hangi ülkenin mandası olmamız gerektiğini tartışıyorlardı. İngiliz mandası mı, yoksa ABD mandası mı olmalıydık? Kurtuluş Savaşının önderlerine etmediği hakaret kalmayan Ali Kemal emperyalistlere toz kondurmazdı.

“Hangi devleti istediğimizi tek tek değil, milli ve umumi bir tarzda belirtmeliyiz. Tarihimize, geleneklerimize uygun olana reyimizi veririz.”

Ali Kemal oyunu İngilizlerden yana vermiş, “Türkler adam olmaz, bizi İngilizler kurtarsın” demişti.

Mehmet Altan “Binbaşı Sezginkurt nerede?” başlıklı son 1 Mayıs kutlamasını değerlendiren yazısında 1 Mayıs 1977 katliamının kontrgerilla tarafından düzenlendiğini ifade etmiş. İyi güzel de kontrgerillanın arkasındaki ABD’den tek kelime laf etmemiş Mehmet Altan. Neden? ABD’nin istediği ülkede, istediği katliamları yapmaya, istediği karışıklığı çıkarmaya hakkı mı var? ABD’yi eleştirmek yüce liberallere yakışmaz mı?

Bir de başımızda Oral Çalışlar denen bir liberal var. Direnen tekel işçilerine, “Şimdi direnmenin sırası mı?” diye çıkışan bu adam Taksim’de 1 Mayıs kutlamasına katılmış. Hangi yüzle? İnsanda biraz utanma sıkılma olur.

“Taksim meydanından solun geleceğine bakarken” başlıklı yazısında AKP’ye destek çıkmadıkları için solu eleştiriyor. Neymiş, AKP demokrasiyi güçlendiriyormuş. Açıkça, “Siz Ergenekoncusunuz” demeye dili varmıyor, solcuları Kemalizm’in etkisi altında kalmakla suçluyor.

Bunların ağababası Ali Kemal bakın bir yazısında halkı nasıl uyarmış:

“Bolşeviklik çukuruna yuvarlanan Ankara’nın arkasından ayrılmalıyız. Büyük devletlerle, özellikle İngiltere ile uzlaşmalıyız. O zaman Yunanlılar Anadolu’dan çekilir.”

Liberaller böyledir işte; yeri gelir, Mustafa Kemal’i komünistlikle suçlar, yeri gelir komünistleri Kemalist olmakla... Ama hep emperyalistlerden yana tavır alırlar.

Bir de Engin Ardıç denen bir zevat var ki, AKP yardakçılığında sınır tanımıyor. Taksim’deki 1 Mayıs kutlamasıyla ilgili, ”Kandırın kendinizi, kandırın” başlığıyla kışkırtıcı bir yazı yazmış, emekçilere demediğini bırakmamış. Hızını alamamış AKP’yi devrimci ilan etmiş. Yazısının sonunda şöyle diyor:

“Türkiye'de bugün yapılmakta olan "milli demokratik devrimin" farkında mısınız, katılacak mısınız, destekleyecek misiniz, yoksa solculuk ettiğinizi sanarak bürokrasi kuyrukçuluğu mu edeceksiniz? Buna uyanamıyorsanız, buyurunuz kendi bildiğinizi okuyunuz, işe yarayacaksa Taksim'de bugün yüreğinizi soğutunuz... Yıllardır bana küfür ederek soğuttuğunuz gibi.”

AKP Türkiye’de “milli demokratik devrim” yapıyormuş da haberimiz yokmuş. Yandaşlık gözlerini kör etmiş Engin Ardıç’ın. Solcuları AKP’nin eteğine yapışmaya çağırıyor. Bitmişliğin, iflasın ilanıdır bu yazı.

Solcuların yıllardır kendisine küfretmesinden sızlanıyor yazısında. Hemen her fırsatta solculara küfreden bir adamın sızlandığı konuya bakın. Küfretmeyi de sadece kendine hak görüyor Engin Ardıç.

Liberallerin insanı gülümseten bu halleri neyin belirtisi?

Açık değil mi? Yine beceremediler, ne solu, ne halkı kandıramadılar. AKP’nin iktidardan gitmesiyle birlikte kendilerinin de gideceğinin farkındalar. AKP’nin iktidarda kalmasından başka kurtuluşları yok, o yüzden AKP’yi iktidarda tutmak için her türlü rezilliğe başvuruyorlar.

Korkunun ecele faydası yok. Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz.

Odatv

BIRAKIN ŞU LİBERALLERİ ARTIK
Mümtaz İdil
04.07.2010

Aklıma, kıdemli yorumcularımızdan raptor77 düşürdü...
Şöyle geri dönüp yazdıklarıma baktım, canımı sıkan bir yığın ayrıntı gördüm.
“Ne işim var benim Şamil Tayyar, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Cengiz Çandar, Hasan Cemal ve diğerleri ile” diye.
Yani, hangisinde “Ernest Everhart” ilkesi var ki?
Elbette, bu kişilerle ilgili sitede yayımlanan yorumlarda böyle bir ilkenin yanından bile geçilmiyor, doğru... Ama malzemeniz eğer çinko ise, ondan (haydi çok bilinen altın örneğini geçelim) çelik kaşık yapamazsınız.
Malzemeniz Martin Eden, Ernest Everhart ise “çelik kaşık” üzerinde süsleme yapmaya başlarsınız. Bilirsiniz ki, elinizde tuttuğunuz “çelik”.

Bilir misiniz, Ernest Hemingway tüm ısrarlara rağmen, Hollywood’a gitmemiştir, yazarlığına “gölge” düşürmemek için.
Jean Paul Sartre, Nobel ödülünü reddetmiştir.
Paul Robeson, McCarthy savcısına, “Bir dakika,” demiştir. “Önce ben soracağım size: Adınız nedir, ne iş yaparsınız, kimsiniz, ne hakla beni sorguya çekiyorsunuz?”
Ronald Reagan bir başka odada bülbül gibi öterken...

Ülkemin aydınları(!) yumurta ile ilk karşılaştıklarında annelerine “bak koko” dediği yıllarda, Victor Jara Santigo stadyumunda infaz ediliyordu.

Beş Mandela edecek yürek taşıyan Biko, tezgahtaydı o sıralarda... Zaten cesedi çıktı.

Müslümanlığı haykıracaksanız eğer dinci güruhu, kendinize Malkom X’i örnek alın. Ama zor, çünkü yolun sonu ürkütür sizleri.

Ezilenlerden dem vuruyor da rahatsız oluyorsanız eğer, Spartacus bile iyi gelir sinirlere.
İkide bir de Kartaca’yı da aşağılamayın, Annibal onuru zor zaptedilen bir onurdur.

Ne bileyim, raptor77 bunları anımsattı ve geriye döndüm.
Kendi ülkemin insafsızca “kafası ezilen” aydınlarını düşündüm. Onları yazmam gerektiğini utanarak anımsadım.
Bana ne “liberal” denilen tayfadan.
Pastanın en büyük dilimi onlar tarafından paylaşılıyor diye, bir dilim dilenmek midir bütün bu sataşmalar.
Benim, senin, onun yazmalarıyla, çizmeleriyle kendilerini sırça köşklerine kapatmış bu “aydın” takım pastayı yemekten vaz mı geçecek?

Kedi sirke içer mi, demeyin. Bal gibi içiyor işte.
Sirke bozulur mu diye sormayın, bozuluyor işte.
Çinko çelik olur mu diye hiç sormayın...
Lavasoier yasalarına aykırı da olsa, beceriyorlar. Nobel Kimya Ödülü verilmeli bunlara...
Bakmayın, uyduramazlarsa bile, Mendelyev elementler tablosunu da değiştirirler.

Bu yüzden raptor77 aklımı çeldi.
O zaman anladım ki, İmdat Avcı’ya giden bakanlık müfettişleri, Gogol’ün müfettişleri...

Dünyaya en uzak gezegenin Anteres olduğunu bundan bin yıl önce bulan bilim adamlarının, neden hayatın en önemli parçalarından biri olan küçük kan dolaşımını bulmak için Harvey’i ve 1876’yı beklediklerini sorgulamaktır hayat...
Cengiz Çandar’ın kürt açılımı sonra gelir.
Ruşen Çakır’ın önerileri de sıraya girer.
Niye bunlarla uğraşalım ki?

Kültür kapanı içerisinde Thomas Kuhn felsefesi oynuyorlar ve biz de düşüyoruz gibime geliyor açıkçası. Gündemi belirliyorlar ve o gündemin dışına çıkmamamız için var güçleriyle çalışıyorlar.
Olmadık yerde “memleket” ile “kadın memesi”ni aynı noktaya getiriyorlar, aylarca bu sözlere “küfür” etmekten, burnumuzun ucunu göremiyoruz.
Yalan mı?
Kültür çinkodan kulelerle yapılıyorsa, çelik kaşıkların da devreye girmesi gerekmiyor mu?
Neyle?
Kültürleri kendilerinden menkul “köşecilerle” mi, yoksa şiirleriyle 300 yıllık Romanovlara Rusya’yı dar eden Puşkin ile mi?
Nazım Hikmet ile, Sabahattin Eyüboğlu, Cemal Sürreya, Edip Cansever ile mi?

Kendinizi bir an Martin Eden, Pavel, Korçagin, Samsa ile dost olarak düşünün. Bir an Bekri Mustafa’nın 4.Murat ile kavgasının tam ortasında olduğunuzu hissedin.
Zeka ile kurnazlık arasındaki “aptal” oyuna alet olamayacağınızı da hissedersiniz.

Yeniden okumaya, tekrar tekrar okumaya ihtiyacımız var.
“Dipten Gelen Dalga” bir sloganın ötesine geçmeli ve Ehrenburg’a hakkı verilmeli.
Magazincilere inat, Bach’ın prelüdleri, Mozart’ın konçertoları dinlenmeli.
Burun kıvırmamak, “entelektüel” alaycılığına da sokmamak gerek bu çabaları.

Ne bileyim, belki o zaman otobüste ayağına bastığımız birinden özür dilemeyi, onursuzluk olarak görmeyiz.
Sağa dönerken sağ sinyali vermeyi de acemi şoförlük saymayız.
Kültür buradan başlıyor elbette, ama nereye kaçmaya çalışırsanız çalışın, son noktayı dehalar koyuyor.
O zaman Einstein’in de, Kant’ın da, Balzac’ın da kapısını çalmak, nihavent tangodan Arjantin tangosuna geçmek zorunda kalıyor insan.

Dedim ya, magazinleşmeyen tarih müthiş dostlar barındırıyor içinde ve hepimizi bekliyorlar.
Bırakın şu liberalleri artık!

Odatv

Serdar Akinan
Srebrenitsa'ya iyi bakın

1991 yılında Avrupa'nın göbeğinde bir iç savaş çıktı.
Yugoslavya olarak bilinen bir ülke dört yıl içinde kan gölüne döndü.
Yüzyıllardır yan yana huzur ve barış içinde yaşayan farklı etnik ve dini kökenden kardeşler birbirlerini boğazladı.
2. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da gerçekleşen en büyük soykırım ise Srebrenitsa'da gerçekleşti.
11 Temmuz 1995'teki katliamı neden hatırlamalıyız?
Sırp General Ratko Mladiç komutasındaki 'Akrepler', BM 'korumasındaki'
güvenli bölgede 8 bin 300 Boşnak'ı katletti... Cesetlerin kimlikleri tespit edilmesin diye cesetler parçalandı ve 64 ayrı toplu mezara gömüldü.
Çok değil daha 15 yıl önce işlenen bu soykırımın tescilli kışkırtıcısı Batı'dır.
Srebrenitsa Mezarlığı'nda bugün 4 bin 274 mezar var. Bu sayı kemikleri bulunan veya tespit edilenlerin ise yarısı.
Hollandalı askerlerin kılını kıpırdatmadığı bu katliamda silahsız kadınlar ve çocuklar parça parça edildi.
Şimdi bir durun ve neyi tartıştığımıza iyi bakın!
O iç savaş ne zaman çıktı?
1991'de... Beş yılda Yugoslavya diye bir ülke kalmadı. Sokaklardan oluk gibi kan aktı. Batı ise seyretti. Hesabı hala sorulamayan bu katliamın o toprağa bin yıllık bir nefretin tohumlarını nasıl ektiğini de ayrıca iyi görmek gerek.
Şimdi aynı kahpe tohumları bu ülke coğrafyasına eken kimdir? Elbette bu adamları artık tanıyoruz... Duvar yıkıldıktan sonra bu coğrafyada işgal edilen, kışkırtılıp bölünen, karıştırılan ülkelerde çalışanlar kimlerdir? Hep aynı 'açık' vakıflar, aynı 'liberaller', aynı 'demokrasi mücahitleri'...
O isimler kan dökülmeye, kardeş kerdeşi boğazlamaya başladığı vakit tarihin ıssız sayfalarında kaybolup giderken geriye ise böyle Srebrenitsa gibi toplu mezarlar, içi kurumuş kemik dolu sıra sıra tabutlar kalır. O tabutların başında ise ağlayanlar aynı topraklarda yıllarca yan yana yaşayan insanların gözüyaşlı, acılı, nefret yüklü yakınlarıdır...
Getirdikleri demokrasi bu gözü yaşlıların ırzına geçmiştir. Soyları köledir. Batı demokrasisinin kulları arasına katılmışlardır. İşte böyle günlerde gidip o toplu mezarlara ağlarlar, ağıtlar yakarlar...
O günlerde yanlarında duran, güzel gelecekten, demokrasiden, insan haklarından bahseden liberallerden, 'Batı'lı gözlemcilerden bir teki yanlarında mıdır?
Bakın o sıra sıra tabutlara tek bir samimi Batılı var mıdır?
Ağlayanlar kimdir? O Srebrenitsa fotoğrafına iyi bakın!...
Bizim Srebrenitsa'larımızı tezgahlayanlar bugün vitrindedir...
Yarın silahlar sustuğunda ve tüten dumanlar dindiğinde bizler ya o mezarlarda veya mezarların başında olacağız...
Bu 'demokrasi' havarileri nerede olacak?
Srebrenitsa 15 yıl önceydi... Huzur dolu Yugoslavya'da bir bölge...
O fotoğrafa iyi bakın... Artık yok.

http://www.aksam.com.tr/2010/07/12/yazar/18081/serdar_akinan/srebrenitsa_ya_iyi_bakin.html

Pagan Medeniyeti
İlhan AKKURT
ilhanakkurt@gmail.com
26 Temmuz 2010

Eski Roma ve onun kültür temeli olan eski Yunan, insanlık tarihinde aklın ve maddeci anlayışın üstün tutulduğu bir medeniyeti temsil eder. Temelde güçlünün üstün tutulduğu bu medeniyette hayatın gayesi, mermer saraylarda keyfince zevk ve sefa içinde bir hayat sürmeye dayanırdı. Zenginliği, generalleri, felsefecileri, arenalarda gladyatörleri ve festivalleriyle ünlüydü. Bir de bir sürü fitne ve fesat üreten yüzlerce tanrıları vardı. Tabi gücün doğurduğu hâkimiyet ve köleleştirilen insanlarda. Övündükleri senato, meclis ve güçlüyü üstün tutan hukuk kuralları da vardı. Üstün güçleriyle diledikleri ülkeyi işgal eder, sömürge haline getirirlerdi ve insanları köleleştirirlerdi. Bir dönem dünyanın tek hâkimi ve en büyük medeniyetiydiler. Hiçbir ilahi din etkisinin bulunmadığı insan aklının ve egoizmin önünü açan, hiçbir ahlak kuralı tanımayan tam bir Pagan medeniyetiydi. O da gün geldi, önce kendi kokuşmuşluğu içinde eridi gitti ve paganizme tepki olarak, yerini ilahi ahlak aldı.

İlahi dinlerin ahlak kuralları altında uzunca bir dönem bastırılan bu pagan anlayış, 18 yüzyıldan sonra yavaş yavaş, kendi bölgesi olan batı dünyasında Kapitalist sistem adı altında tekrar organize oldu. İlahi ahlak kurallarının maddi güç biriktirmeye karşı ifadesi olan “Tek lokma tek hırka” anlayışı terk edilerek yerini, egoizmin emrinde bütün dünyayı ele geçirme anlayışı aldı. Bunun sonucunda harekete geçen batı dünyası, dünyayı paylaşma hırsıyla birbirlerine girdi ve sebep oldukları dünya savaşlarıyla geçmişe rahmet okuttular. Kurdukları sistemi insanların mutluluğu için tek doğru olarak sundular ve insanın doymak bilmez hırslarının önünü açtılar. İlk bakışta insan aklının ürünü gibi görünen bu medeniyet, aslında insan egosunun bir ürünüdür. Çünkü bu medeniyette akıl, egonun emrinde olan bir akıldır.

Kime kul olduk

Hayatın gayesini bin bir çeşit zevkten yararlanmak üzerine kurmuş bir medeniyetin büyüsüne kapılan çağımız insanına, tüketimi körüklemek adına, içinde oturulan villalar, binilen arabalar, giyilen markalar ve yaşanılan eğlence ortamları adeta kutsallaştırılmış mabetler gibi sunuldu. Huzurun ve mutluluğun tek kaynağı olarak sunulan bu mabetlerde insan, adeta kendini eski Yunan- Pagan tanrılarına eş görür hale getirildi. Sanatçılar, sporcular, müzikçiler ve artistlerden insanlara pagan idoller yaratıldı. Önceleri ilahi dinlerin mabetlerinde Tanrısına taparak huzuru arayan insan, şimdi bu çağdaş pagan mabetlerinde yetişen pagan tanrılarına taparak huzuru ve mutluluğu aramaktadır. Vicdanlara hâkim olan dinlerin tek Tanrısı unutturuldu, yerine yüzlerce Pagan tanrısı kondu. Roma arenalarının yerini stadyumlar aldı, antik tiyatrolarda tekrar konserler başladı. Pagan tanrılar Olympos Dağında boş boş oturup vakit geçiremez, kendilerine eğlence ve macera arar. Ya en büyük olmak için bir birlerinin ayağını kaydırmaya çalışırlar, ya da gönül eğlendirmek için bir birlerinin sevgililerini ayartırlar. Bazıları da macera arar, zavallı insanlara yardım için ışığı çalıp verir. Günümüzde ayni hayat tarzları televole kültürü olarak ekranlarda boy göstermektedir.

İnsanı bağlayan her türlü vatan, millet, İman, aile ve ahlak bağları kırıldı. Tam bir hürriyet ve özgürlük ortamı sağlandı ve artık bir kuş gibi hürüz. Bir yuvaya bağlanmak, çocuk büyütmek vs. gibi bağlarla bağlanmakla hayattan zevk alınamaz. Bu bağlar varken bir o parti, bir bu festival gezilemez. Sosyal insan, entel insan yetişmiştir ama bu iki insan bir yuvada birlikteliği sürdüremez. Ne de olsa bir çiçekle bahar geçmez. Zaten gerçek sevgi öldürülmüş, bunun yerini mevki makam ve şöhrete bağlılık almıştır. Yuva kurmak fedakârlık, paylaşma; işbirliği ve tahammül gerektirir. Bunlarla vakit kaybedecek zaman değildir. Kadınlar cazibeleriyle Pagan Sokak Festivallerinde güzellik tanrıçası olmaya layıktır. Tıpkı Roma paganları gibi her güne bir festival icat edildi. İnsanlar mutluluğu yuvasında yakalamak yerine festival festival koşturuldu.

Bu tanrılaşmış Pagan Medeniyetinde, zevk sefa içinde, saraylarda yaşayanların en nefret ettikleri şey, bu saltanatlarını kaybetmeleridir. Yoksulluk, zayıflık, güçsüzlük en büyük korkularıdır ve birine muhtaç olmaktansa ölümü seçmek daha iyidir. Çünkü dost görünenler bu duruma düşenin elinden tutmaz. Böyleleriyle muhatap bile olunmaz, insanlara zayıfın elinden tutmamak öğretilmemiştir. Zayıf olan tıpkı hayvanlar âlemindeki gibi bir kenara çekilip ölümü beklemelidir. Kimseye ayak bağı olmaya hakkı yoktur. Zayıf insanlarla ancak işlerini gördürmek için muhatap olunur ve eski Roma’daki köle isyanları gibi daima bunların isyanından korkulur. Ancak insanlık tarihinde egoizmin zirve yaptığı her dönemde olduğu gibi, bu son dönem pagan medeniyeti de kendi kokuşmuşlu içinde antitezini doğuracak ve yoksuların elinden tutacak, paylaşmayı, dostluğu ve gücün yerini hakkın alacağı, insani yozlaşmanın önüne geçecek çalışmalar kabul görecektir. Doymak bilmez egosuna tapıp, ona tanrı gibi hizmet edenler olduğu gibi, aklını egosunun önüne geçirebilenlerde vardır. Mutluluk diye sunulan bir sürü şeyin peşinde boşa koşturulan insanların önüne geçip kollarını açarak “durun kalabalıllar bu yol çıkmaz sokak” diye haykıracak gönül erleri ve bu haykırışın sesine kulak veren vicdan sahipleri çıkacaktır.

habertaraf

YILLARIN LİBERALİ NASIL MARKSİST OLDU
Enis Üser
20.08.2010



G M Tamas Macaristan’da komünist rejime karşı ilk bayrak açanlardan. Muhaliflikten yola çıkarak, rejimin devrilmesi sonrasında, politikanın en yüksek kademelerine kadar çıkıyor ve büyük düş kırıklığına uğrayarak kendisine yepyeni bir rota çiziyor. Şu anda Budapeşte’de felsefe profesörü olan Tamas İngiltere’de yayınlanan International Socialism adlı derginin 2009 Yaz sayısı için yaptığı söyleşide günümüzün politik, ekonomik ve ideolojik kavgasını anlamamıza yarayacak önemli ipuçları veriyor. Söyleşiyi özetleyerek, derleyerek veriyoruz.

Rejime karşı muhalefete 1970’lerin sonunda başladım. Hareketimiz özgürlükçü soldan esinleniyordu. Zamanla liberalizmi benimsedik. Kimimiz, ben mesela, liberalizmimizi aşırılıklara vardırdık. Orta ve doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkelerde bizim gibi muhalif grupların ideolojik ve sosyolojik kökenleri hep soldu. Kavgamız başlangıçta sosyalizm değil, Stalinizm’le idi. Marksist yönüm çok ağır basmıyordu, ancak özgürlükçü sosyalist idim. 1988’lere geldiğimizde bir kırılma yaşadık ve liberal insan hakları söylemi ön plana çıktı. Bu kırılma her yerde ayni şekilde yaşandı. 1990’ların ortasına kadar benim diğer çağdaşlarımdan bu anlamda bir farkım olmadı. On beş yıllık muhaliflik yaşamımda bana iş vermediler. Gizli çalışmak zorunda kaldım. 1986 yılında yurt dışında öğretmenlik yapmama izin verdiler. ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelere gittim, Oxford Üniversitesi’nde araştırmalar yaptım. 1988 yılından itibaren rejime karşı muhalefetim organize ve formel bir nitelik kazandı. Mitinglerde konuştum, protesto hareketleri örgütledim. Sivil toplum şahlanmış, binlerce örgüt ortaya çıkmıştı. Çok güzel günlerdi onlar. 1988-1992 yıllarını hep konuşarak, tartışarak geçirdik ve hiç uyumadık.

Tüm bunlar hiçbir netice vermeyen, sosyolojik hayal kurmaktan öteye geçmeyen faaliyetlerdi ancak biz bunu özgürlük olarak algıladık ve de öyle olmasını umut ettik. Ben bu gelişmelerin tam ortasındaydım ve sonunda Özgür Demokratik İttifak’ın temsilcisi olarak parlamentoya seçildim. Bu parti rejim muhalifleri tarafından kurulmuştu, parlamentonun ikinci büyük partisi idi. Liberal bir parti idi, ben de partinin en sağ kanadında yer alıyordum. İnsan hakları açısından-azınlık hakları, kültürel özgürlükler, eşcinsellerin eşit hakları-solda olup Amerikan liberalizminden esinleniyordu. Ancak ekonomik politikalar açısından neo-con bir partiydi. Ben bu karışımın doğruluğuna inanmıştım.

SINIF SAVAŞINDA KARŞIMIZA ÇIKAN SÜRPRİZ

İlk seçim kampanyamızda kendimizi has düşman olarak gördüğümüz Stalinist partiyle mücadeleye hazırlamış iken birden kendimizi hiç tahmin etmediğimiz şekilde muhafazakar sağ ile kapışmış bulduk. Muhafazakar sağ bize “Yahudi komplocuları,” “atalarımızın düşmanları,” gibi sloganlarla saldırıyordu. Bu bir anlamda eski günlerin “batıcılar-ulusalcılar,” “kozmopolitanlar-vatanseverler,” şeklindeki ön yargıların devamı niteliğindeydi. Ve kaçınılmaz olarak Macar sağının acayip, antika tekerlemesi olan “yabancı hayranı,” “soyu köklü,” ifadelerini de bu arada hatırlayalım. 1990’larda başlayan bu çekişme bugün aynen devam ediyor. 1988-89 yıllarına kadar Stalinistlerin “sizi asacağız,” şeklindeki tehditlerine alışmıştık ve bunların devam edeceğini bekliyorduk. Halbuki karşımıza ulusalcı sağ çıkıverdi. Posterlerimi yırtıyorlar, üzerlerine gamalı haç işaretleri yapıyorlardı. Ne var ki bu hezeyanlar geniş seçmen kitlesi tarafından destek görmüyordu.

GERÇEKLER ORTAYA ÇIKIYOR

1994 yılında kafam karışmış bir şekilde profesyonel politikayı bıraktığımda seçimleri sosyal-demokrat ve liberal karışımı güçler kazanmıştı. Bu gelişme karşısında ulusalcı sağ tehdidi ortadan kalkmış gibi oldu. Bu arada geriye dönüp baktığımda, politikanın en yüksek mevkilerinde görev yaparken 2 milyon kişinin işini kaybettiğinin farkına vardım. Bu gelişmelerin olduğundan politikacılar konuşmalarında hiç bahsetmemişti. Hayatımın en utandığım umursamazlık olayıdır bu. Politik tartışmalar anayasal haklar için, devlet radyo ve televizyonunun kontrolü için yapılan kavgalar, monarşi mi cumhuriyet mi çekişmesi üzerine yoğunlaşmış yaşamsal sorunlar es geçilmişti. Politik mücadelede kamplaşma önemsizdir demiyorum. Ancak üzerimize çökmüş bulunan ekonomik felaket karşısında kamplaşma o kadar ön plana çıkmamalıydı. Bizler ise bu ikisi arasındaki ilişkiyi göremiyorduk. Yeni egemen sınıf neden medyada tekel kurmak istiyordu? Çünkü gittikçe fakirleşen çoğunluğun desteğini yitirmişti. O kadar naiftik ki, kendimizi, koşullarımız bakımından hiçbir anlamı ve etkisi olmayan klasik liberalizm söylemine kaptırmış gidiyorduk. O nedenle Macaristan Liberal Partisi yok olup gidecek ve buna da müstehak.

Yasa meclise geldiğinde durumun farkına vardım ve bir daha seçimlere girmemeye karar verdim. Sakın bunları sadece Macaristan’a özel bir durummuş gibi düşünmeyin. Sibirya’dan Prag’a, Alma Ata’dan Doğu Berlin’e sorun hep ayni idi. Yapılanlar ekonominin transfomasyonu olmayıp tam tersine toptan çökertilmesiydi. Kapitalizmin yıkıcı gücünün en şiddetli bir şekilde sergilendiği bir tecrübeydi. Yöntem dünyanın her yerinde ayni idi: küçülme, taşeronlaştırma, özelleştirme ve insanları sokağa atma. Yeni pazarlar arayan yabancı sermaye gelmiş ve bedavaya satın aldığı imalat sektörünün kapısına kilit vurmuştu. Bu uygulamalar her yerde oluyordu. İşçiler yığınlar halinde işlerini kaybediyordu. Ama bizim açımızdan bir farkı vardı bu uygulamaların: yaşam biçimimizi yok ediyorlardı. Komünist rejimin yıllar boyunca oluşturduğu modern ve şehirleşmiş toplumun üretim tarzları, kültürümüz birer birer yok edilmişti. Yerine gelen daha iyi bir şey, yapılan bir değişim olmayıp ekonomiye son verilmekteydi. Bir medeniyet yok edilmişti. 1990’larda devlet diye bir şey kalmamıştı-çöküş bütünseldi. Ve bunlar olurken bizler, toplumun krem tabakası, özgürlüğün, açık toplumun, çoğulculuğun, fantezi dünyasının, keyif için yaşamanın zaferini kutluyorduk. Zevk düşkünlüğüne kapılmıştık ve bundan olağanüstü utanç duyuyorum.

Bir yandan da işlerin iyi gitmediğini seziyordum. Yazılarımda bu düşüncelerimi aktarmaya çalışıyordum. Ancak analiz diye ortaya koyduklarım içi boş politik safsatalardı. Mesela Amerika’nın Balkanlar’daki politikaları, Körfez Savaşı, gidişattan genel bir memnuniyetsizlik-bunlar göstergeydi. Ne var ki biz bunların geçici şeyler olduğunu düşünüyorduk. Geçiş dönemi sıkıntılı, ancak sonunda her şey güzel olacaktı. Olmayacaktı, olmuyordu. O nedenle, düşüncelerimizdeki yanlışların kaynağına inebilmek için kendimi tekrar okumaya verdim. Teori çalıştım, ekonomi ve tarih konularına daldım tekrardan. Bu çerçevede Liberalizmin muhafazakar eleştirisini inceledim ve bu inceleme bana Marksizm’e geçiş yapmam konusunda yardımcı oldu. Ben hiçbir zaman iyi bir Marks öğrencisi olamamıştım daha önceleri. Pazar ekonomisine geçişin neden o şekilde bizdeki gibi olduğu, pazar ekonomisinin ne genelde ne de eski sosyalist ülkeler için yeterli olamayacağı konularına kafa yordum, anlamaya çalıştım. Bunları öğrenmem çok uzun sürdü ancak sonucunda yep yeni bir kişilik ve düşünce yapısı kazandım.
Macaristan’da muhalefet hareketi sol gelenekten geliyordu. 1980’lerde Batı ülkelerini dolaşmıştık. O nedenle modern kapitalizmin günahları hakkında bilgimiz vardı, buna rağmen onu tümüyle kabul ettik. Çünkü Sovyet tipi bir sistemi soldan değiştirmenin olanaksız olduğunu düşündük. Amacımıza hizmet edeceği düşüncesiyle kapitalizmi seçerken tercihimizin bedelini ödemeye hazırdık. Biz buna bedel diyorduk ama aslında bu kapitalizme olan aşkımızdı.

Artık bundan sonra kafası karışık özgürlükçü sol akıma tekrar dönemem. Sosyal devleti amaçlayan sosyal-demokrasinin de zamanının geçtiğini düşünüyorum. Sosyal-demokrasi tüm eksikliklerine rağmen iyi bir sistemdi ve uzlaşma kültürü üzerine kurulmuştu. Şimdi uzlaşmadan söz etmek olanaksız, sadece sermayenin mutlak egemenliği geçerli. Kapitalizmin şimdiye kadar her türünü denedik:sosyal-demokrasiyi, Nasyonal Sosyalizmi, askeri diktatörlüğünü, Katolik korporatist şeklini, vs.. Ve sorunlar hala devam ediyor. Dolayısı ile burjuva akımlarla yolları ayırdıktan sonra geriye bir şey kalmamıştı. O nedenle devrimci Marksist olmaya karar verdim. Bundan başka daha saygın ve akıllı bir yol göremedim. Yapılanları görüyoruz, kapitalizmi insancıl bir şekil vererek kurtarma olanağı kalmamıştır.

GÜNÜMÜZDE MACARİSTAN’IN HALİ...

Sanayi ve tarımımız çökerttirildikten sonra egemen politik sınıf Macaristan’ı dünyanın finans merkezi yapacağı iddiasını ortaya attı. Tam bir deli saçması. 1990’ların başında, ekonomi tamamen çöktükten sonra biraz yabancı sermaye geldi. Ucuz emek bolluğu vardı. Orada burada inşaat faaliyetleri filan. Yabancı sermaye şirketleri kapatmak için satın alıyordu. Böylece rekabeti yok edip pazarda tekel olmaktı amacı. Ancak işsizlik olağanüstü boyutlara varınca talep diye bir şey kalmadı. Sonuçta uluslararası tekeller şimdi ülkeyi terk ediyor.

Şu anda emeklilerin sayısı özel sektörde çalışanlarınkini geçmiş durumda. Yaşam standardı dibi gördü, çalışma saatleri devamlı artıyor, her yer işsizler ordusu ile dolup taşıyor. Macar halkı hayatında hiç görmediği, alışık olmadığı şekilde aç geziyor. 1970’lerde, 1980’lerde bölgenin en gelişmiş, refah içindeki ülkesiydi. Şu an politik kavga gittikçe eriyen kamu kaynaklarını ele geçirme savaşından başka bir şey değil. Kavganın bir ucunda orta sınıf var diğer ucunda nüfusun geri kalan bölümü. Herkese yetecek kadar kaynak yok. Tam da aşırı sağa yol açacak bir durum. “Sosyalist” hükümet sosyal harcamaları devamlı kesiyor. Bu da sınıf kavgasına ırkçılık ve polisiye tedbirlerle yaklaşmayı beraberinde getiriyor. Sosyal yardıma muhtaç olanlar aşağı bir ırk veya tembel insanlar olarak yaftalanıyor. Çözüm olarak önerilenler ise daha fazla polis, daha fazla hapishane ve bu şekilde proletarya kontrol altında tutulmak isteniyor.

Bu nefret ortamında bir yandan emekliler, işsizler, sosyal yardım alanlar “parazit” olarak görülüyor, diğer taraftan da bu görüşe karşı egemen sermaye “kökü dışarda güçler” olarak nitelendiriliyor. Bu toplumda el emeği ile çalışanlara karşı nefretlerini artık saklamıyor insanlar. Batılı liberallerin Doğu Avrupa’daki ırkçılığı, neo-faşizmi, zenofobiyi eleştirmesi köksüz kozmopolitan finansa sermayesine, yaşam hakkını yok eden “politik doğruculuk” tavırlarına karşı halkın gösterdiği ulusal direnci zayıflatmayı amaçladığı şeklinde algılanıyor. Bugünün Macaristan’ında bir yanda burjuvazi, orta sınıflar, uluslararası sermaye farklı fakat çakışan menfaatleriyle iktidar koalisyonu oluşturmuş vaziyette işçi sınıfına ve marjinalleşmiş kesimlere karşı savaş açmış durumda. Şu anda ezilenler bu saldırıya karşı bir alternatif üretememiş durumda: ama bir alternatif bulmak zorundayız.

Odatv.com

NEOLIBERALIZMI SEVEN, AYSEL TUĞLUK'UN AYRILIKÇILIĞINA KATLANIR...
SALIH SELÇUK
04 MAYIS 2011

Sittinsenedir söylemekten dilimde tüy bitmesine rağmen, tekrarlayayım:

1. Neoliberalizmin sonuçlarından biri de, gelir dağılımındaki uçurumdur...
(Bunun nasıl ortaya çıktığını anlatmak şimdi uzun iş.)

2. Neoliberalizm, ekonomi değil de ekonomi ötesi bir dile sahiptir. Sorunları, etnik/dini kimliklerin kendi aralarındaki ilişkilere indirgeyip, kimlikçilik üzerinden konuşur...

Türkiye'de neoliberal dönemde (1985-2008) sosyo-ekonomik söylem tamamen gömülmüştür...

Sistemin sürdürdüğü statükoya karşı tepki de etnik/dini kimlikçilik diliyle gelmiştir (Kürtçülük ve İslamcılık).

3. Neoliberalizmdeki gelir dağılımı uçurumu Türkiye'de, bölgesel farklılık şeklinde algılanmıştır ("Güneydoğu'nun geri bırakılması" -Sanki Kuzey Doğu ileri bırakılmış gibi!..) Türkiye'nin çoklu etnik/dini kimliklere sahip bir yer olması ve neoliberal dilin sahiplenilmesi, bu sonucu doğurmuştur.

4. Kendine etnik kimlikçi bir dil bulan fakir Güneydoğu Anadolu, kapitalizmin ideolojisi milliyetçilik özelliklerine uygun olarak, kendi içinde bir kültürel homojenleşmeye gitmekte ve bunun bir sonucu olarak ayrılık/özerklik talep etmektedir...
Bunun sosyo-ekonomik anlamı/nedeni, ülkenin Batısı ile Doğusu'nun birbirinden farklı iki ayrı ekonomik yoğunlaşma/ritm tutturmuş olması ve bu ikisinin de kendi içinde stabilize olma zorunluluğudur...

5. Türkiye, AKP tipi süzme neoliberal ekonomi ile ve etnik/dini kimlikçi dil (ve yandaş kayırma) ile aynen bu yolda devam ederse bölünecektir...

6. Bölünme, ayrışan iki bölgenin de kendi içinde kapitalist sosyo-kültürel homojenleşmesini zorunlu kılacağı için, iki bölgede de etnik göç (veya etnik temizlik) olacaktır...
Yani batı'daki Kürtler doğuya, doğudaki Türkler batıya göçmek (veya asimile olmayı kabul etmek) zorunda kalacaktır...

7. İyi niyet, hoş sözler, "biz kardeşiz" lafları sökmez...

Neoliberalizmde ve AKP'de ısrar eden bölünmeye katlanır...
Nokta...
(Ha bu işten sonra kim memnun olur?!..
Hiçkimse...
Kürtçülük ve Türkçülük tarihe karıştıktan sonra Türklerle Kürtler birbirine sarılıp, "Biz ne yaptık" diye saf saf sorup ağlarlar -tabii bu arada çok insanın fena halde canı yanmış, birçoğu yurdundan kovulmuş olur...)

Bakın bunu buraya not düşmek zorundayım:

"Kendi düşen ağlamaz"
(Yani her ağlayana meme yok öyle!..)

http://konstantiniye.blogspot.com/

Büyük Britanya'deki ayaklanmalar hakkında dünya basınından yorumlar
Selçuk Salih Caydi
10 AĞUSTOS 2011



Londra'yı yakmanın eşiğine gelen ve anlaşıldığı kadarıyla Büyük Britanya Hükümet'inin kontrolü kaybettiği yağmalama/ isyan olayları, ülkenin diğer şehirlerine de sıçradı. Herşeyden önce bu olayı, benzeri diğer olaylardan ayrı değerlendirmemek gerekiyor -özellikle Yunanistan, İspanya ve İtalya'daki olaylardan- ve elbette Arap Baharı'ndan. Umarız değerlendirmeler fazla gecikmez, ama bir çağ sona eriyor.

Sona eren, (neoliberal) kapitalizm çağıdır.

Bu gerçek ne kadar iyi anlaşılırsa, gelecek için o kadar iyi hazırlık yapılabilecektir. Şimdi ayak sürüyen Hükümetler bunu er geç kabul etmek zorunda, çünkü çöküş sadece ekonomik değil, ruhsal bir boyuta da sahip. Konu bu şekilde bir bütün halinde ve çok boyutlu olarak ele alınmazsa, ve en önemlisi de kapitalist klişeler ötesi düşünülmez ve önlemler alınamazsa, tam bir cinnet yaşanabilir. İnsanları tamamen çaresiz para bağımlısı zavallılar haline getirip onurlarının kırılması -ki sistem bunu çeşitli biçimlerde yapıyor- ve her türlü şiddete baş vuracak kadar düşmeye itilmesi, en başta neoliberalizmin ve onun savunucularının suçudur.

Neoliberalizm, müthiş bir gelir dağılımı eşitsizliğine neden oldu ve bu durum iki farklı şekilde isyana neden oluyor. Biri, özgürlük ve demokrasi talep eden halk isyanları şeklinde, (aynı istekleri mikromilliyetçi söyleme tercüme edenler de bu kesime dahil edilebilir) kimlikçi isyanlar şeklinde. Şimdi üçüncü bir isyan türü gündemde: "Tatmin edilememiş tüketi hayallerinin isyanı." Bu deyimi kullanan, Belçika gazetesi De Morgen. Ortada, sistemin sadece ekonomik bakımdan değil, ruhsal bakımdan da mağdur ettiği insanlar var. Olay, ekonomik sistemin geliştirdiği ve krizin tetiklediği bir insan bozulması örneği.

Son örneğini Londra'da gördüğümüz ayaklanmaların nedenini tartışan Avrupa basını, ayaklanan kesimlerin ekonomik bakımdan 'en alttakiler' olduğunu söylüyor ve ayaklanma nedenleri hakkında ilginç şeyler yazıyor.

Slovakya'nın Sol gazetesi Pravda, yalnız bırakılmış ve ihanete uğramış olmanın verdiği duygularla ayaklanan bir kesimden bahsediyor. Muhafazakar Thatcher döneminde neoliberalizmin ilk aşamasında büyük bir yeni işsizler ordusu oluştu. Bu insanların çocukları da işsiz. Gazetenin yorumuna göre Liberalleri seçerek, bu yolla kapitalizme ve tüketim toplumuna karşı tavır alanlar da hayal kırıklığına uğradılar.
Ülkenin elitleri, şimdi bu kesimden korkmakta haklılar.
(..)
Belçika'nın sol gazetesi De Morgen, Büyük Britanyalıların gerçekleşmemiş tüketici hayallerine değiniyor ve mesela yaşlıların ev hayali kurduklarını, 40'lı yaşlarda olanların otomobil, 30'lu yaşlarda olanların da ucuz seyahatlerde gözünün kaldığını yazıyor. Bireysel tüketici hayallerine de yağmalanan plazma televizyonlarla, yeni çok fonksiyonlu cep telefonlarıyla, pahalı elbiselerle açıklıyor. Tüketici hayalleri yayan sistemin bi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Hzr 17, 2011 9:28 pm    Mesaj konusu: ULUSAL ÇIKARLAR , MİLLİYETÇİLİK VE ENTERNASYONALİZM Alıntıyla Cevap Gönder

ULUSAL ÇIKARLAR , MİLLİYETÇİLİK VE ENTERNASYONALİZM
Şule Daldal
(M.Ü İktisadi İdari Bilimler
Fakültesi Çalışma Ekonomisi
Bölümü Öğretim Üyesi)




Bu köşede defalarca özgürlük ve demokrasinin neo-liberal politikalar ile bağdaşmadığını, iktisat politikasına dair alternatif getirilmediği müddetçe bu söylemlerin içi boş söylemler olacağını vurguladım. Ancak Türkiye’deki gündem bunun sürekli hatırda tutulmasını gerektiriyor.

Sol bir ittifak için kırmızı çizginin neo-liberal iktisat politikasına karşı çıkmak olduğunu daha ilk yazımda belirtmiştim. Neo-liberalizmin iktisadi işleyiş dinamiklerinin bütünüyle ortadan kaldırılmasını savunmadan, demokratik, ekolojik ve sosyal makyajlar ile bu işleyişin ıslahını öngörenler, benim asgari müşterek standardımın ne yazık ki dışında kalmaktadırlar. Neo-liberal politikalara alternatif bir iktisat politikası getirmeyip, kenarından köşesinden bu politikaları eleştirip, solculuk yapan hatta kendisine sosyalist diyen bir çok aydın var. Bunlar, aslında neo-liberal politikaların bir ülkedeki en sinsi ve en etkili savunucularıdır. Bunu neo-liberalizmin iktisadi elitleri de çok iyi bilmekte ve bu “aydınları” birtakım fonların kontrolünde tam yetkili kılmaktadırlar. Bu ülkede neo-liberalizmin en iyi savunusu, sol gösterip sağ vurarak yapılmaktadır. Asgari müşterekleri belirlerken çizilecek bu kırmızı çizgi çok hassas bir çizgidir. Bu çizginin üstünde kalındığında neo-liberalizme karşı çıkmak bir yana, onun en sistemli ve etkili yeniden üreticisi konumuna düşülmektedir. Bu anlamda Türkiye’de kimin solcu olduğu kimin aydın olduğunu anlamak, tam anlamıyla bulanık suda balık avlamaya benzemektedir

Bugün kendine sosyalist diyen liberallerin en çok üstünde durdukları konuların başında milliyetçilik gelmektedir. Bu konuya karşı çok hassas davranmaktadırlar ve bu konu bir çoklarının temel gündemlerini oluşturmaktadır. İlk bakışta insan bu tutumda yadırganacak bir yön bulamayabilir. Bir sosyalistin olmazsa olmazıdır enternasyonalizm . Sosyalistler tabiî ki tüm dünya uluslarının birliği ve dayanışmasını hedeflerler.

Ancak bu kendine sosyalist diyen liberaller, milliyetçilik üzerine bunca yazıp çizerken, özgürlük ve demokrasi üzerine bunca yazıp çizerken, ulusal kimlikten arınıp dünya ile bütünleşelim derken, o bütünleşeceğimiz dünyanın temel dinamiklerini analiz etmiyorlar ise, burada bir problem vardır. Eğer dünyadaki temel dinamiklerin ürettiği bir egemenlik ilişkisi var ise ve bu sonuna kadar deşifre edilmeden, dünya ile bütünleşmeden bahsediliyor ise burada bir problem vardır. En hafif ifade ile bu aydınlar şuna hizmet ederler. Uluslararası egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimi ve bu egemenlerin çıkarlarının korunması. Ulusal çıkar diye bir şey kalmamıştır, dünya artık birbirine kenetlenmiş ve küreselleşmiştir diyenler, dünya egemenlerinin ulusal çıkarlara zarar vermesine izin vermektedirler.

Birileri bu ülkenin dışa açılmasından bahsediyor ve bunun sonuna kadar desteklenmesini istiyor. Peki bu dışarısı nasıl bir dünya? Hangi ilişkiler hakim? Bunlara entegre olurken ulusal kimlikten soyunmak kimlerin işine geliyor? Tüm bu sorulara ışık tutan binlerce kitap var. En çok etkilendiklerimden biri ise ATTAC.

ATTAC (Association pour une Taxation Financieres pour I’aide aux Citoyens )”Yurttaşları Desteklemek İçin Finansal işlemlerin Vergilendirilmesi Örgütü” adlı bir sivil toplum örgütü. 1998 de kuruldu ve hızla büyüdü.

Örgütün hedefini Sosyolog Pierre Bourdieu’ ün 12 Aralık 1995 de Lyon garında grev yapan devlet memurlarına şu seslenişi en iyi biçimde özetliyor: “Uluslararası teknokrasi ile, ancak kendi öz alanında, yani ekonomi biliminde meydan okuyarak ve yararlandığı bölük pörçük bilginin karşısına, insanlara ve gerçeklere onların gösterdiği saygıdan daha büyük bir saygı gösteren bir bilgi çıkartarak etkili biçimde mücadele edebiliriz.“... ATTAC yüz binlerce insanı görünüşte sadece uzmanların ulaşabildiği dünya finansı, ticaret anlaşmaları, değişken kur spekülasyonları hakkında aydınlattı ve “Küreselleşme kaçınılmaz bir kaderdir” diyen genel kanıya karşı bağışıklık kazandırdı.[1]

Bugün yaşadığımız neo-liberal küreselleşmenin, ne demek olduğunu kavramadan, ne demokrasiden, ne milletlerin dostluğu ve dayanışmasından ne özgürlükten ne de eşitlikten bahsetmek mümkün değildir.

1974’de uluslararası paranın düzenleyici mekanizmaları ortadan kaldırılınca, ABD, Almanya, Japonya ve İngiltere merkez bankaları yetkililerinden oluşan gizli topluluk dünyanın hem iktisadını hem politikasını hem de ideolojisini kendi çıkarları doğrultusunda kontrol etmeye başladılar. IMF ve Dünya Bankası bu kontrolün baş aktörleri oldular. Dünyada spekülatif para hareketinin önü açılınca, borç krizine giren ülkelere finansal destek verilmesi belirli şartlara bağlandı. Bu şartların başında ülkenin ticaretini, parasını, tarım alanlarını, dışa açmak geliyordu. Orman kanunlarının geçerli olduğu bir ortama herkes kapısını açmak durumundaydı. Ekonominizin gücü, finansal gücünüz, sanayiinizin , tarımınızın yapısı hiç önemli değildi.

Bunu yapmıyorsanız ilk önce emperyalizmin yerli yandaşları, (bunların sıkı entelektüellerden oluşmasına özen gösterilmektedir), sizi hemen “küreselleşme karşıtı dinozorlar veya “geri kafalı milliyetçiler” olarak nitelendireceklerdi. .

Gerçekte ise durum tam tersi idi: Hiçbir şey ekonominin küreselleşmesini, Amerikalılar ve Avrupalıların yirmi yıldan bu yana savunduğu ve sermaye trafiğinin serbest bırakılmasını amaçlayan basiretsiz siyasetler kadar engellemedi. Gerçekte başarılı bir küreselleşmeyi sabote edenler, küreselleşmenin getireceği büyük olanakları ağzından düşürmeyen IMF ve Dünya Bankası yetkilileri, ABD başkanları ve maliye bakanları, Avrupa hükümetlerindeki sosyal demokratlarıdır. Çünkü siyasetleri ülkeleri ard arda istikrarsız hale getiriyor. [2]

Brown Üniversitesinden ABD’ li ekonomist Profesör Robert Wade neo-liberal Küreselleşmeyi “Son elli yılda barış zamanında gerçekleşen en geniş çaplı yerli mülkiyetin yabancı mülkiyete geçmesi olayı “ olarak nitelendirmekte.[3]

ABD hükümeti IMF yönetiminde 1944’den beri yüzde 17.8 hissesinin tüzüklerde ona sağladığı olanakla veto hakkına sahip. IMF’de yapısal değişiklikler için oyların %85’i gerekiyor. G-7 ülkelerinin toplamı da yüzde 44 hisseye sahip. IMF’nin borçlu ülkeler aleyhine kötüye kullanılmasının belirleyici yasal temeli işte böyle oluşuyor. [4]

Böyle bir eşitsizlik üzerinden dünyadaki birçok ülkeyi esarete alan bir küreselleşmeyi onaylayan her üçüncü dünya ülkesi aydını başta kendi ülkesine sonrada tüm borçlu ülke halklarına ihanet etmektedir. Bu küreselleşmeyi milletlerin birbirine yakınlaşması kültürlerin kaynaşması olarak yazan çizen her aydın, bu eşitsizliğe hizmet etmektedir. Ulusal çıkar diyenleri milliyetçilik ve ırkçılıkla itham edenler, IMF nin içerisindeki güç dağılımını bir kere bile ağızlarına almamaktadır. Özgürleşme demokratikleşme, dışa açılmadan bahsedenler IMF içerisindeki demokrasiden hiç bahsetmemektedir. Gücün egemenliğine boyun eğmenin adalet ile bağlantısına hiç değinmemektedir.

Serbest piyasa ekonomisi vaazı verenler, piyasada döviz kurlarının belirlenmesinde, pazarın değil daha çok gücün belirleyici olduğunu biliyorlar. Küçük ülkelerden farklı olarak üç büyüğün merkez bankaları başarılı bir şekilde istenmeyen kurlarla mücadele edebiliyorlar. Şunu biliyoruz; hiç kimse ABD merkez Bankası’nın kur hedefine karşı spekülasyon yapamaz; özellikle de üç merkez bankası beraber iş yapıyorsa.[5]

Eylül 2000’de Prag’da yapılan toplantıda IMF “herkes için küreselleşme” motifinin esas alınacağı sözünü verdi. Ancak değişen hiçbir şey olmadı. IMF her seferinde resmi bütçenin çok sıkı bir şekilde kısılması, asgari ücretlerin ve emekli maaşlarının düşürülmesi talimatını verdi. ABD’li ekonomist Paul Krugman IMF’ yi; ”Hastanın kan vermesinde ısrar eden ve kan kaybı hastayı kötüleştirdiğinde uygulamayı tekrarlayan Ortaçağ doktorlarına benzetti. [6]

Başka bir küreselleşmeyi savunanlar şunu somut olarak ortaya koymaktalar: Küresel bütünleşme, ortak kuralların belirlendiği, küresel siyasi kurumlar olmadan gerçekleşemez. Ama kesin olan bu kurumlardaki hisse oy ağırlığı dağılımının gelişmekte olan ülkeler lehine yapılması zorunluluğudur, hem de tarafların hiç birine finans piyasalarındaki şartları tek başına belirleme olanağı tanımadan.…ATTAC ve başka birçok uzman tarafından talep edilen IMF yönetimindeki bu güç dağılımı değişikliğinin yapılmasıdır. Böylece IMF finans krizlerini önlemek ve engellemek olan eski görevine (1974 öncesi) tekrar geri dönebilecektir.[7]

Bunun için gerekli olan iktisadi düzenlemeleri Fransa ATTAC‘ın başkan yardımcısı Susan George şöyle anlatmaktadır: Neo-liberal iktisat politikalarına alternatif olarak bir toplumlararası anlaşma, çevresel yenilenmenin, yoksullukla mücadelenin ve demokratikleşmenin finanse edilmesi için bir tür Marshall planı veya küresel Keynescilik gerekmektedir. Bunun için gerekli paranın bir dizi yeni küresel vergilerden gelmesi; bunun yanında Güney devletlerinin borçlarının silinmesi ve finans vahalarının kapatılmasına ihtiyaç vardır. Susan George şöyle devam etemektedir: ” 1940’lı yıllarda Bretton Woods kurumlarının ve Marshall planının tasarlanmasına benzer bir durum ile karşı karşıyayız. ..Zengin ülkeler yoksul ülkelere sırf kendi çıkarları için bile olsa, bu anlaşmayı önermeli…Önemli olan bütün katılımcıların hem söz sahibi hem de sorumlu olduğu devletleri bağlayan anlaşmaların yapılması. Kuzey devletlerine küresel vergilendirme ve dağılım zorunluluğu, Güney devletlerine ise sadece elit tabakanın ticaretten ve yardım paralarından istifade etmediği, gerçek bir demokrasi zorunluluğu getirilmeli. [8]

İşte yukarıdaki düzenlemeler yapıldığında dünyada milliyetçi, ırkçı akımlar ile gerçekten mücadele başlatılabilir. Savaşa karşı barış galip gelebilir. Neo-liberal politikalar ise her gün bir yenisinin oluştuğu savaşları ve kısır çekişmeleri körükler.

Ancak bu alternatif politikaları etkili ve yetkili bir yerlerdeyken savunmaya kalktığınızda başınıza türlü işler gelebilir. Buna en iyi örnek Oskar Lafonten’dir. 1998’de Alman Sosyal Demokrat Hükümet’in ilk maliye bakanı olan Oskar Lafontaine, döviz kurlarının istikrarlılaştırılması için bir hedef bölge sistemi talep ettiğinde, bütün finans dünyası üstüne çullanarak Lafontaine’i Avrupa’nın en tehlikeli adamı ilan ettiler. Projeyi “ütopik ve ekonomi düşmanı” bularak kestirip attılar. [9]

Evet, Avrupa’nın en tehlikeli adamı bugün neo-liberal politikaları savunmaya devam eden SPD Alman Sosyal Demokrat Parti’den ayrılmıştır. 2004 yılında SPD’den ayrılan muhalifler ve sendikacılar WASG Emek ve Sosyal Adalet-Seçim Alternatifi Partisini kurmuşlardır. Bu parti 2007 yılında Demokratik Sosyalizm Partisi PDS ile birleşerek Alman Sol Parti’yi oluşturmuştur. Neo-liberal politikalara karşı çıkan sosyal demokratlar ile sosyalistlerin bu ittifakı bugün Türkiye’ye ve dünyaya örnek olacak bir ilkeler bütünüdür.

Yazılarımda sürekli vurguladığım kırmızı çizgi, yani liberallerin her türlüsünün ittifak dışı kaldığı gerçek anlamda sol talepleri olan sosyal demokratların ve sosyalistlerin bir araya geldiği bir proje Almanya’da hayata geçmiştir ve sürekli gelişme kaydetmektedir..

Bugün Avrupa Sol partinin dönem başkanlığını Alman Sol Partisi yürütmektedir. ÖDP’de Avrupa Sol Parti’de Türkiye’yi temsil eden tek partidir. Ancak Türkiye’de henüz Alman Sol Parti ekseninde bir ittifak gündeme gelememiştir.

Ben şuna inanıyorum ki, Türkiye’de tüm finansal destekleri arkalarına alsalar da, sol liberaller ülkenin entelektüel hayatında ideolojik ve politik hegemonyalarını kurmayı başaramamışlardır. İstikrarsızlıkları her yaşam pratiğinde gün ışığına çıkmaktadır.

Şunu biliyorum ki, bu ülkeyi neo-liberal küreselleşmenin sömürüsünden çıkarmak isteyen bu sömürüyü deşifre eden aydınlar var. Bu aydınların gözü, liberalizmin sahte özgürlük ışığı ile kararmamış. Solcu olmanın omurgasını sinsice kaybettirmeye çalışanlara karşı gerçek enternasyonalizmi, demokrasiyi ve özgürlüğü anlatabilecek birileri var. Ve bu bilgiler ile biz, ırkçılığın, milliyetçiliğin, faşizmin gelişemediği, sosyal adaletin, ülkeler arasında da egemen olduğu başka bir Avrupa’yı ve başka bir dünyayı kuracağız.


[1] Grefe,C.,Grefrfrath, M.,Schumann,H.,ATTAC,Çev. Ülkü Hastürk, İstanbul, Çitlembik Yayınları, 2003, s.15.
[2] A.g.e., s.56.
[3] A.g.e., s.54.
[4] A.g.e., s.57.
[5] A.g.e.,s.61.
[6] A.g.e., s.57.
[7] A.g.e., s.57.
[8] A.g.e., s.175.
[9] A.g.e., s.63.

Kaynak: http://sodevyazilari.blogspot.com/2009/12/ulusal-cikarlar-milliyetcilik-ve.html

Büyük Britanya'deki ayaklanmalar hakkında dünya basınından yorumlar
Selçuk Salih Caydi
10 AĞUSTOS 2011



Londra'yı yakmanın eşiğine gelen ve anlaşıldığı kadarıyla Büyük Britanya Hükümet'inin kontrolü kaybettiği yağmalama/ isyan olayları, ülkenin diğer şehirlerine de sıçradı. Herşeyden önce bu olayı, benzeri diğer olaylardan ayrı değerlendirmemek gerekiyor -özellikle Yunanistan, İspanya ve İtalya'daki olaylardan- ve elbette Arap Baharı'ndan. Umarız değerlendirmeler fazla gecikmez, ama bir çağ sona eriyor.

Sona eren, (neoliberal) kapitalizm çağıdır.

Bu gerçek ne kadar iyi anlaşılırsa, gelecek için o kadar iyi hazırlık yapılabilecektir. Şimdi ayak sürüyen Hükümetler bunu er geç kabul etmek zorunda, çünkü çöküş sadece ekonomik değil, ruhsal bir boyuta da sahip. Konu bu şekilde bir bütün halinde ve çok boyutlu olarak ele alınmazsa, ve en önemlisi de kapitalist klişeler ötesi düşünülmez ve önlemler alınamazsa, tam bir cinnet yaşanabilir. İnsanları tamamen çaresiz para bağımlısı zavallılar haline getirip onurlarının kırılması -ki sistem bunu çeşitli biçimlerde yapıyor- ve her türlü şiddete baş vuracak kadar düşmeye itilmesi, en başta neoliberalizmin ve onun savunucularının suçudur.

Neoliberalizm, müthiş bir gelir dağılımı eşitsizliğine neden oldu ve bu durum iki farklı şekilde isyana neden oluyor. Biri, özgürlük ve demokrasi talep eden halk isyanları şeklinde, (aynı istekleri mikromilliyetçi söyleme tercüme edenler de bu kesime dahil edilebilir) kimlikçi isyanlar şeklinde. Şimdi üçüncü bir isyan türü gündemde: "Tatmin edilememiş tüketi hayallerinin isyanı." Bu deyimi kullanan, Belçika gazetesi De Morgen. Ortada, sistemin sadece ekonomik bakımdan değil, ruhsal bakımdan da mağdur ettiği insanlar var. Olay, ekonomik sistemin geliştirdiği ve krizin tetiklediği bir insan bozulması örneği.

Son örneğini Londra'da gördüğümüz ayaklanmaların nedenini tartışan Avrupa basını, ayaklanan kesimlerin ekonomik bakımdan 'en alttakiler' olduğunu söylüyor ve ayaklanma nedenleri hakkında ilginç şeyler yazıyor.

Slovakya'nın Sol gazetesi Pravda, yalnız bırakılmış ve ihanete uğramış olmanın verdiği duygularla ayaklanan bir kesimden bahsediyor. Muhafazakar Thatcher döneminde neoliberalizmin ilk aşamasında büyük bir yeni işsizler ordusu oluştu. Bu insanların çocukları da işsiz. Gazetenin yorumuna göre Liberalleri seçerek, bu yolla kapitalizme ve tüketim toplumuna karşı tavır alanlar da hayal kırıklığına uğradılar.
Ülkenin elitleri, şimdi bu kesimden korkmakta haklılar.
(..)
Belçika'nın sol gazetesi De Morgen, Büyük Britanyalıların gerçekleşmemiş tüketici hayallerine değiniyor ve mesela yaşlıların ev hayali kurduklarını, 40'lı yaşlarda olanların otomobil, 30'lu yaşlarda olanların da ucuz seyahatlerde gözünün kaldığını yazıyor. Bireysel tüketici hayallerine de yağmalanan plazma televizyonlarla, yeni çok fonksiyonlu cep telefonlarıyla, pahalı elbiselerle açıklıyor. Tüketici hayalleri yayan sistemin bir kâbusa dönüştüğünün altını çiziyor.

Büyük Britanyalı The Independent gazetesi, ayaklanmacılara karşı daha dikkatli bir dil kullanıyor ve "zengin mahallesinde yaşayıp ona dahil olamayan gençliğin ayaklanması" diye tanımlıyor. Eğitim, şehirleşme, sosyal yardım ve sağlık sistemiyle ilgili bakanlıkların başarısız olduklarını anlattıktan sonra, bu patlamanın fünyesinin onyıllarca önce çekildiğine işaret ediyor.

Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/


Neo-liberalizm nasıl doğdu ve gelişti?
Ozan Örmeci
22 AĞUSTOS 2010

Bugün sol çevrelerde sık sık kullanılan ve eleştirilen kavramlar olan küreselleşme onun ideolojisi neo-liberalizm “nasıl doğdu ve gelişti”… Bu yazıda bu sorulara yanıtlar arayacağım. Bunun için Susan George’un “A Short History of Neoliberalism” ve Thomas Ford Brown’ın “Ideological Hegemony and Global Governance” adlı çalışmalarından faydalanacağım.

Neo-liberalizm ideolojisi aslında köklerini klasik liberalizm teorisinden ve 1944 tarihli Bretton Woods anlaşmasından almaktadır. New Hampshire’daki küçük bir bölge olan Bretton Woods’da 1944 yılında yapılan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı ardından imzalanan Bretton Woods Anlaşması ve bu anlaşma ile ortaya çıkan Bretton Woods sistemi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ticaretin yeniden başlaması ve Dünya Savaşları döneminin paramparça ettiği uluslararası para sisteminin hızlı bir şekilde yeniden oluşturulması düşüncesini amaçlıyordu. Bu konferans sonucunda oluşan sistemde neo-liberalizmin çok önemli iki ideolojik ve siyasi-ekonomik alanlarda işlevsel aygıtı olan Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund-IMF) ve Dünya Bankası (World Bank-WB) gibi kuruluşlar oluşturuluyordu. Ancak neo-liberalizmin ortaya çıktığı bu ilk yıllarda pek çok nedenden ötürü neo-liberal politikalar devletler ve halkların gözünde meşruiyet kazanamıyordu. Öncelikle Sovyetler Birliği’nin savaştan galip çıkması ve Doğu Avrupa ülkelerinin komünist rejimlere dönüşmesi Soğuk Savaş’ın ortaya çıktığı bu dönemde sosyalist-sol ideolojinin prestijli, güçlü bir konumda olmasını sağlıyor ve neo-liberalizmin değerini düşürüyordu. Yalnızca Rusya ve Doğu bloğu ülkelerinde değil Avrupa’da da oldukça etkili olan Marksist teori ve düşünürler Avrupa kamuoyunun kapitalizm ve neo-liberalizme olan inancını zayıf kılıyordu. Dahası İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri nedeniyle sermaye birikimi büyük ölçüde zedelenen Avrupa ülkelerinde -ABD’nin Marshall yardımına rağmen- devletin ekonomide aktif sorumluluk alması gerektiği düşüncesi somut ihtiyaçlara daha iyi cevap verir nitelikteydi. Dekolonizayon dönemi ve yeni oluşan milli devletlerin ithal ikameci, korumacı, devletçi ekonomi programlarını benimsemeleri de dünya genelinde neo-liberalizme uygun bir ortam yaratmıyordu. IMF ve Dünya Bankası’nın hükümetler üzerinde ciddi bir baskı gücü bulunmaması da bir diğer önemli etkendi.

Neo-liberalizmin yükselişini hazırlayan faktörler ise 1970’lerde gelişmeye başladı. O güne kadar çok başarılı işleyen Keynesçi ekonomi düzeninin dünya petrol fiyatlarının OPEC petrol krizi (1973-1974) sonrası aniden yükselmesi nedeniyle sıkıntıya girmesi neo-liberal saldırıların başlamasındaki en önemli sebepti. Büyük sermayedarlar nihayet sosyal devlet ve işçi hakları uygulamaları nedeniyle yeterince kâr edemedikleri ve mutlu olamadıkları paylaşımcı düzeni, insan emeği sömürüsüne dayalı ancak kendilerine daha çok kâr getirecek bir sistemle değiştirme şansı yakalamışlardı. Bu nedenle küresel sermayenin büyük maddi desteğiyle Chicago Üniversitesi’nde hocalık yapan Friedrich Von Hayek ve Milton Friedman gibi düşünürlerin (Chicago boys) önderliğinde neo-liberalizmi kılavuz edinmiş yeni enstitüler, araştırma merkezleri, akademik dergiler oluşturuluyordu. Sermayenin milyon dolarlık desteğiyle neo-liberal fikirler kısa sürede akademik dünyada hakim güç haline gelmeye başlıyor, akademik onurunu koruyarak bu duruma itiraz eden profesörler geri kafalı olmakla suçlanıyordu. Bir anlamda Gramsci’nin ifade ettiği gibi neo-liberaller kendi hegemonik söylemlerini oluşturuyor ve halkları manipüle ediyorlardı. Yani kısa sürede Von Hayek ve Friedman gibi sahte peygamberler sayesinde para ve neo-liberalizm dünyanın yeni ve en yaygın din inancı haline geliyordu. 1970’lerin sonlarından başlayarak neo-liberal programlar “başka alternatif yok (there is no alternative)” söylemleriyle uygulamaya konuluyor, 1980’lerde dünya genelinde sol hükümetlerin yerini liberal-sağcı iktidarlar alıyordu. İngiltere’de muhafazakar-liberal “Demir Leydi” Margaret Thatcher’ın, Amerika Birleşik Devletleri’nde milliyetçi-liberal “kovboy” Ronald Reagan’ın ve de ülkemizde 12 Eylül’ün cunta idaresi ve Turgut Özal’ın başa gelmeleriyle dünyada neo-liberalizm mutlak iktidarını ilan etmeye hazırlanıyordu. Neo-liberaller çevre sorunlarını ve sosyal felaketleri hiçe sayarak piyasa dengelerine güvenilmesi gerektiğini ifade ediyorlardı. Neo-liberalizmin bu dönemde ortaya çıkan akademik çalışmalarda da söylendiği üzere üç temel amacı vardı; mal ve hizmetlerin (1) ve sermayenin (2) tüm dünya çapında serbestçe dolaşması ve pazarın genişletilmesi için küresel kapitalizme entegre olmayan yapı ve blokların dağıtılarak yatırım özgürlüğünün (3) tüm dünyada sağlanması.

İlk olarak 1980’lerin sonunda John Williamson’ın (1989) katkısıyla Washington Mutabakatı (Washington Consensus) adıyla anılmaya başlayan neo-liberalizmin Doğu Bloğunun çözülmesiyle beraber vahşice yayılması süreci, Francis Fukuyama’nın (1992) öngördüğü gibi “tarihin sonu”nu getirmeyecek, yalnızca küresel sermayenin tarihsel dönüşüm ve büyüme hareketinin bir durağını teşkil edecekti. Terimin (Washington Mutabakatı) çağrıştırdığı uzlaşı da, sanılabileceği gibi emek, sermaye ve hükümet temsilcilerinin bir araya gelip iktisadi konularda küresel bir anlaşmaya varması şeklinde cereyan etmemiştir. Aksine, sağlanan uzlaşı, Washington’daki merkez binaları birbirine bakan iki uluslararası finansal kurumun, İMF ve Dünya Bankası’nın arasında, gelişmekte olan ülkeler için tasarlanan bir dizi siyasal iktisadi tedbir ve uygulama üzerinedir. Söz konusu tasarı finansal ve ticari serbestleşmeyi öngören bir acil eylem planı şeklinde bu ülkelere telkin edilmiş, Türkiye’nin Ağustos 1989 tarihli IMF anlaşması da bu ilkeler çerçevesinde hayata geçirilmiştir. Neo-liberalizm birbiri ardına yeni zaferler kazanmaktadır ama ne pahasına…

Neo-liberalizm ideolojik hegemonyasını kurdukça tüm dünyada sosyal devletler zayıflıyor ve özelleştirme trendi baş gösteriyordu. Artan işsizlik, çevre felaketleri ve sosyal sorunlara rağmen neo-liberalizm kör inadından vazgeçmiyor ve dünyayı yeni felaketlere doğru sürüklüyordu. Bunda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber sol hareketlerin ve ideolojilerin zayıflamaları başlıca etkenlerdendi. Artık neo-liberaller kendilerini tüm ideolojilerin üstünde “tarihin sonu”nu getiren en üstün ve doğru ideolojinin temsilcileri olarak tanımlıyor ve farklı ideolojiler içerisine sızıyorlardı. Sosyal demokrasi bu noktada mutedil yapısına karşın sosyal adaletçi yönüyle vahşi neo-liberalizm için en büyük tehlikeydi ve Avrupa’dan başlayarak neo-liberalizm tüm sol-sosyal demokrat hareketler içerisine sinsice giriyordu. Doğu-Asya toplumlarında güçlü olan siyasal İslam anlayışını bile neo-liberaller kendileriyle barışık bir çizgiye çekiyor ve Batı karşıtı Türkiye’nin İslamcı hareketi içerisinden Adalet ve Kalkınma Partisi gibi neo-liberal bir parti çıkarabiliyorlardı. Fakirlik ve artan sosyal sorunlar; aslında halkın çok büyük bir bölümünü hiç ilgilendirmeyen borsa başarıları hikayeleri ve gelişen finans-kapital sisteminin halka sağladığı ucuz kredilerle gizlenmek istiyordu. Ancak sorunlar elbet bir gün açığa çıkacaktı…

Büyük sermayedarlar ve onların ideolojik aparatı olarak çalışan sözde entelektüeller tarafından dünyada hegemonyasını kuran neo-liberalizm kendi iç çelişkileri ve başarısızlıkları nedeniyle 1990’ların ortalarından itibaren pek çok ekonomik kriz ve sıkıntıya neden olarak meşruiyetini yavaş yavaş kaybetme trendine girmiştir. Neo-liberalizm Susan George’un da ifade ettiği doğal bir insanlık durumu değildir, insanlara, toplumlara, devletlere zorla ve sinsi bir plan doğrultusunda kabul ettirilmiştir. Thomas Ford Brown’ın belirttiği gibi bu yeni neo-liberal düzen demokrasi karşıtı ve teknokratik oligarşiye dayalı bir yapıdadır. Ülkelerin üst düzey politikacıları, bürokratları, önemli firmaların yönetici ve patronları, bu ideolojik yapıya destek veren sivil toplum kuruluşları liderleri ve akademisyenlerden oluşan bu oligarşik yapı (neo-liberalizmi aslında savunan ancak bu noktada açıklarını ortaya koyan Brown bu yapıya Foucault’dan alıntıladığı “epistemic community” adını vermektedir) elbette dünyamızda demokrasi ve barışın önündeki en büyük engeldir. Neo-liberal sistem sahte özgürlükçü söylemiyle ulus devletleri zayıflatıp bölerek yeni daha küçük ve kontrol edilebilir pazar ülkeler yaratmaya ve küresel kapitalizm ağı dışarısında kalan ülkeleri (ABD’nin haydut devletler-rough states adını verdiği Kuzey Kore, İran, Suriye gibi küresel kapitalist sisteme direnen otoriter rejimler) yıkmaya gayret etmektedir. Neo-liberalizmin demokrasi maskesini düşüren en güzel örnekler; ABD ve Batı ülkelerinin eleştirdikleri kapalı ekonomi uygulayan otoriter devletlerden daha ağır ve baskıcı rejimleri olan Suudi Arabistan ve benzeri ülkeleri küresel kapitalizm ağına dahil oldukları için eleştirmeye yanaşmamalarıdır. Batı’ya göre Suudi Arabistan halkı değil; Irak halkı, İran halkı, küresel planlara direnen Türk halkı özgürleştirilmelidir (!)…

Küresel kapitalizmin bu planları son yaşanan ekonomik krizle beraber ciddi anlamda sekteye uğrarken krize karşı tüm devletlerin ulusal kurtarma ve tedbir planları hazırlama gayretleri dünyada ulus devletlerin hala çok önemli olduklarını ve küresel kapitalizmin vahşi yayılma planlarına direnebileceklerini göstermektedir. Ancak bunun için neo-liberalizmin sinsice içerisine sızdığı sosyal demokrat ve sosyalist hareket ve partilerin kendi özlerine dönmeleri ve neo-liberal eğilimleri yok etmeleri gerekmektedir. Dünya sol-sosyal demokrat hareketinin daima merkezi olmuş Almanya’da SPD’den (Alman Sosyal Demokrat Partisi) kopan Oscar LaFontaine ve arkadaşlarının 2005 yılında Emek ve Toplumsal Adalet Partisi’ni (WASG) kurmaları bu noktada ümit verici bir gelişmedir. Bir diğer olumlu gelişme Güney Amerika ülkelerinde (Venezüella, Şili, Bolivya) milli bağımsızlığı ve anti-kapitalist kalkınma modellerini savunan liderlerin peşi sıra iktidara gelmeleridir. Ülkemiz açısından Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kemal Derviş çizgisinden sıyrılarak, Cumhuriyet Halk Evleri (CHE) projeleriyle tabanda bir hareketlilik sağlaması, Sosyal Güvenlik Reformu’na şiddetli muhalefet etmesi ve Kemal Kılıçdaroğlu-Gürsel Tekin ikilisiyle yeni bir heyecan yakalaması olumlu gelişmeler olarak zikredilebilir.

KAYNAKLAR
- George, Susan, “A Short History of Neoliberalism”, Conference on Economic Sovereignty in a Globalizing World, March 24-26, 1999
- Brown, Thomas Ford, “Ideological Hegemony and Global Governance”, Journal of World-Systems Research


Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için Idefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

Kaynak: http://ydemokrat.blogspot.com/2010/08/neo-liberalizm-nasl-dogdu-ve-gelisti.html

Haçlı Uşağı Çapulcu Demokratlar Libya’ya Şeriat Getirmişler (!)... -1-
Oğuz Gürses
25.10.2011



Libya Lideri Muammer Kaddafi Haçlı Ordusu NATO’nun Bombalarıyla yaralanmış halde, haçlı uşağı çapulcu demokratlara esir düştükten sonra Linç edilerek katledildi ve katledilirken de üstündeki eşyası daha son nefesini vermesi bile beklenmeden açgözlülükle gaspedildi...

Bu durum hem haçlıları hem de haçlı uşağı Libyalı çapulcu demokratları pek rahatlattı...

Pek sevindirdi...

O günü “Libya'nın Kurtuluş Bayramı” ilan ettiler...

Haçlılar ne kadar sevinseler azdır...

Artık Libya’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını rahat rahat yağma edebilecekler...

Yeraltını kaynağı olan Petrolü anladık da; yer üstünde ne kaynağı var ki Libya’nın diye düşünenler olacaktır...

“Libya’nın en önemli yerüstü kaynağı şüphesiz Şehit Ömer Muhtar ve Şehit Muammer Kaddafi gibi haçlılara boyun eğmeyi hayatı pahasına reddededen yiğit liderler yetiştiren İnsan kaynağıdır” desek...

Neo-liberalizmin zehirlediği anlayışlar için bu kaynağın pek de önemi yok...

Çünkü fiyatı yok...

Kendini serbest piyasa şartlarında pazara/piyasaya arzetmiyor...

Neoliberal çakallık düzeninde piyasaya arzedilip, satışa sunulmayan hiç bir şeyin kıymeti yoktur..

Sunanlarınsa ahvalini görüyorsunuz...

Kabiliyetlerinin, verimlerinin ve emeklerinin çok çok üstünde ücretlendiriliyorlar...

Haydi bu defa misâli serbest piyasaya kendini arzetmiş politika esnaflarından değil de, doğrudan piyasa içindeki büyük şirket CEO (Chief Executive Officer/İcra kurulu başkanı veya yönetim kurulu başkanı ) larından verelim...

Biliyorsunuz Mağrip (kuzey Afrika’da Alevlenen isyan ateşinin kıvılcımları çok kısa bir süre içinde Neo-liberal çakallık düzeninin kutsal Şehri New York’un en kutsal caddesi Wall Stret’e kadar sıçradı ya...

Oradaki eylemcilerden birinin taşıdığı bir pankart dikkatimi çekti...



Eylemci, bazı ülkelerdeki CEO maaşlarıyla diğer çalışanların maaşlarını karşılaştırıyor.

http://img.guney.org/images/2011/10/IMG_6820.jpg

Ve ülkelere göre Bir Ceo’nun aldığı maaşın, 1 çalışanın maaşınınn kaç katı olduğunu gösteriyor:

[Japonya: 11.kat
Almanya: 12 kat.
Fransa: 15 kat.
İtalya: 20 kat.
Kanada: 20 kat.
Güney Afrika: 21 kat.
Meksika: 47 kat.
Venezulla: 50 kat.
ABD: 475 kat.]


Dikkat edilirse en vahşî, en adaletsiz oran, Neo-liberal çakallık düzeninin kutsal devleti ABD’de...

Bu da çok normal...

Çünkü uluslarası soygundan en büyük paya o el koyuyor...

Bir de...

ABD yıkıldı mı gerisi zaten yok...

Yani elleri mahkûm ABD önlerine ne atarsa ona razı olacaklar...

[Yerden göğe küp dizseler,
Birbirine bendetseler,
Altından birin çekseler,
Seyreyle sen gümbürtüyü.]


Der ya, Yunus Emre hazretleri, ABD’nin hali en alttaki küp misali...

“Çektiler mi”...

"Seyreyle sen gümbürtüyü"...

Bu çakallık düzeninde insanın kıymeti harbiyesi bu kadar...

Merhum üstad Necip Fazıl’ın mısralarıyla:

[Allah'ın on pulunu bekleyedursun on kul,
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul!...
Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa,
"Yaşasın kefenimin kefili, karaborsa!.."]


Haa...

Libya’nın bu uluslarası soygun ve çakallık düzeni (neo-liberalizm)nin ağzını sulandıran asıl yerüstü kaynaklarını ise Erdal Şafak’tan okuyalım:

[Nice zamandır masamda duran bir dosyanın kapağını açtım.

İlk sayfasında tek sözcük yazılı:

"Desertec".

Hiç duydunuz mu?

Bir projenin adı bu. Kuzey Afrika'nın ve Ortadoğu'nun çöllerine kurulacak santrallerle güneş enerjisini elektriğe dönüştürmeyi ve o elektriği Avrupa'ya taşımayı amaçlıyor. En az 400 milyar euro'luk bir proje.

Önümdeki dosyanın bir sayfasını daha çevirdim, karşıma bir harita çıktı. Haritadaki işaretleri saydım:

Afrika ve Ortadoğu'ya kurulması öngörülen toplam 21 güneş enerjisi sitesinden 12'si Libya topraklarında yer alıyor.

Ama sorun şu:

Libya lideri Kaddafi, "Emperyalistlerin yeni sömürü planı" diyerek "Desertec" projesine karşı çıkıyor. Hem de şiddetle.

Oysa daha iki gün önce "Deutsche Welle", Sahra çölüne kurulacak güneş enerjisi santrallerinin başta Almanya, İtalya ve Fransa olmak üzere Avrupa'nın enerji oburlarının ihtiyacının yarısını karşılayabileceğini duyuran bir haber yayınladı.

Ne zaman karşılayacak ihtiyacın yarısını?

Cevap: 20 yıl sonra.

Yani, Almanya'nın nükleer santrallerine kilit vuracağı yıllarda.

O tarihte o hedefe ulaşabilmek için şimdiden Afrika çöllerinde altyapıyı hazırlamaya başlamak gerek. Ne var ki, Kaddafi engeli duruyor.

O zaman ne yapılacak? Engel ortadan kaldırılacak. Devrilinceye kadar bombardımana devam! Devam!

Devam!

NATO'nun Libya operasyonunu neden sadece Avrupalılar'ın yürüttüğünü anladınız mı?
] (1)

Şimdi böyle bir uluslarası soygun ve çakallık düzeninin Libya’daki piyonları/tetikçileri, bu düzene boyun eğmeyen Libya Lideri Muammer Kaddafi’yi dünya durdukça hatırlanacak iğrençlikte bir vahşetle linç ettikten sonra...

Libya’ya “Şeriat” getirmişler...

Ajanslar öyle diyor?

Dipnotlar:

1- Erdal Şafak, “Nükleer ve Kaddafi”, 08.06.2011 Sabah gazetesi

(Devam edecek)


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/10/capulcu-demokratlar-libyaya-seriat.html
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com