EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

"Halifesiz bir günün geçmesi caiz değildir"

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Hzr 04, 2011 11:52 pm    Mesaj konusu: "Halifesiz bir günün geçmesi caiz değildir" Alıntıyla Cevap Gönder

İmam Ebû Muin En Nesefi: "Halifesiz bir günün geçmesi caiz değildir"

Hanefi mezhebine mensup olanların "itikaddaki" mezhebi; "Matüridi mezhebidir." Imam Ebû Muin En Nesefi (rh.a) da Matüridi mezhebi alimidir.

İslâm Fıkhı'nda hilâfet kavramı; hem insanın vazifelerini ve haklarını, hem de siyasetin `belirleyici unsurunu´ ifade için kullanılmıştır. Hilâfet Nizamı; kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetle sabit olan bir siyaset tekniğidir. Kamu alanını düzenleyen ahkâmın (kanunların) tatbik edilebilmesi için halifeye ihtiyaç vardır.

İmam Ebû Muin En Nesefi:

"Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmametin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kâfir olur. Çünkü dini hükümlerden bir kısmının edası, imamın varlığına bağlıdır. Cum’a namazı, bayram namazları ve yetimleri evlendirmek ve bunun gibi. İmamı inkâr eden kimse farzları inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur" diyerek, hilafetin önemini ortaya koymuştur.


* KAYNAK: İmam Ebû Muin En Nesefi, Bahrûl Kelam, Konya, 1977, sayfa 179.

Halifesiz Hac ve Cuma’nın bedeli
Mustafa Yürekli
21 Aralık 2011

Tam bir tufeyli gibi davrandık, mirasa hor baktık ve her şeyi rüzgara bıraktık. Bu yüzden Amerikalılara karşı direnmek için gücümüz kalmadı.



Türkiye 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin verdiği acıyla kıvranırken dünyaya gelmişim. Adana’nın “Karşıyaka” olarak isimlendirilen semtindeki Sinan Paşa mahallesinde, “Türkistan Camii’nin bahçesindeki tek odalı imam evinde bir Cuma günü öğleden sonra doğmuşum. Göbeğimi, babamın caminin bahçesindeki gülün dibine gömdüğünü anlatırdı annem.

Doğu Türkistan, bugün Çin’in kuzey batısında bir özerk bölge. Mao Zedong’un 1949’da Çin’deki komünist devriminden sonra hicret eden Türklerin bulunduğu bir mahalle. Türkistan muhacirlerinin acıları içine düştüm, doğumumda.

Yıllar sonra, gençlik dönemimde Maocularla karşılaştım; Çin’deki anayurdumuz Doğu Türkistan’dan ve İsa Yusuf Alptekin’nden haberleri olmayışları tuhafıma gitmişti. Türkiye’deki Maocu ve Leninci solcular, dış Türkler meselesini hep yok saydılar. Rusya’nın Afganistan’ı işgalinde ne kılları kıpırdadı, ne de en küçük bir tepki ifade edecek ses çıkarabildiler.

“Türkistan Camii’nde dünyaya gelmek, beni çok etkilemiştir. Hz.Ali (r.a) efendimiz de Kabe’de dünyaya geldi. Kabe’nin bir köşesi olan “Türkistan Camii’ ve onun bir köşesi olan ev. Yaşadığım evleri, hep mahalle camiinin bir köşesi görmüşümdür. Mabette doğup büyümek ve yaşamak, ibadet sayılacak bir ömür sürmek anlayışı, hayatımın ekseni olacaktı. Kabe, yeryüzünün kalbiydi. Babam, 1969’da Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun oluncaya kadar imam evlerinde geçti çocukluğum. 3 Mart 1924’ten beri Kabe’de hac ibadetini ve camilerinde Cuma namazlarını halifesiz eda eden Müslümanların durumlarının farkında olmayışlarından hep acı duydum.

Adana İmam Hatip Lisesi’ne kayıt yaptırdığım yıl, 20 Temmuz 1974'te, Türk Silahlı Kuvvetleri, “Kıbrıs Türk Barış Harekâtı”nı başlattığında, babam yedek subay, asteğmen olarak ekserlik görevini yapıyordu. Savaş bitene kadar babam ne zaman cepheye gidecek, “Şehit ya da gazi çocuğu mu olacağım?” diye heyecanla bekledim. Adana Askeri Hastanesi’nin bahçesine inen helikopterden, Kıbrıs şehitleri ve kanlar içindeki gazileri çıkarıldıkça, bahçeyi saran halk, dikenli telleri avuçlayıp acıyla sallayarak inlerdi. O feryat ederek ağlayan kadınların ve çocukların içinde, büyük bir acıyla geçirdim 74 yazını. Kıbrıs davasını da o yaz öğrendim.

1974 -81 yılları arasında öğrenim gördüğüm İmam hatip Lisesi sıralarından Kıbrıs’ı, Kudüs’ü ve Türkistan’ı, dünya Müslümanlarının durumlarını izlerdim. 1982 -1987 yılları arasında, Erzurum İslami İlimler Fakültesi’nin sıralarında, ümmet, şeirat ve hilafet arasındaki zorunlu ilişkileri öğrenerek siyasetle ilahiyat arasındaki bağları kavradım. Laiklik denilen ‘ümmet, şeirat ve hilafet karşıtlığı’nın temelindeki felsefeyi de.. Dünya siyasi tarihini, dinler tarihini, felsefe tarihini, medeniyetler tarihini ve İslam medeniyeti tarihini çalışıyorum hala..

Gençliğimde, 20. asrın ikinci yarısında dünyanın manzarası şöyleydi: Batı Kıbrıs’ta (Balkanlar) ve Kudüs’te (Ortadoğu) kanımızı döküyordu.. Çin Türkistan’da, Rusya Afganistan’da (Kafkasya) oluk oluk kanımızı akıtıyordu..

Sultan Vahdettin’i İstanbul’dan gönderirken, kimsenin aklına Adnan Menderes’in asılacağı ve Turgut Özal’ın da tıpkı Mustafa Kemal Paşa gibi zehirleneceği gelmedi. Necmettin Erbakan’ın Başbakanlıktan indirileceğini de kimse düşünemedi. Saddam ve Kaddafi’nin ölümleri de hala uyandırmıyor kimseyi. Müslüman halkların başına geçenler, dünya güçlerine karşı sorumlu oluyorlar. Rolünü oynamayanlar, fena halde cezalandırılıyorlar..

Ermeni iddialarının reddedilmesini suç sayan yasa teklifinin Fransa Ulusal Meclisi'nde oylanacak olması, kimseyi şaşırtmasın. Tarih şuurundan yoksun bir millet ve yöneticileri, zilletten kurtulamazlar. Ne yapacaklarını bilmezler çünkü.

Meseleyi şöyle ortaya koyayım: Osmanlı Düzeni (Pax Ottomana) Britanya Düzeni (Pax Britannica) ve Amerikan Düzeni (Pax Americana).. İşte insanlığın son 500 yıllık tarihi. Osmanlı’nın nasıl cihan devleti olduğunu, kurduğu Osmanlı Düzeni (Pax Ottomana) nasıl bir medeniyetti ve tarih sahnesinden nasıl çekildiğini bilinmeden, Britanya Düzeni (Pax Britannica) ve Amerikan Düzeni (Pax Americana) anlaşılmaz.

Milletimiz, Osmanlı’dan kalanlarla İngilizlere karşı belli oranda direnebildi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı bile sözkonusu mirastan alınan güçle mümkün olabildi. Fakat tam bir tufeyli gibi davrandık, mirasa hor baktık ve her şeyi rüzgara bıraktık. Bu yüzden Amerikalılara karşı direnmek için gücümüz kalmadı.

27 Mayıs 1960 askeri darbesi, yeni dünya gücü olarak Amerika’nın Türkiye’de yaptığı yapılanmaydı, daha doğrusu Türkiye’nin Amerikan Düzeni’ne (Pax Americana) uyumlu hale getirilmesiydi.

Ben, Türkiye’nin Londra’nın varoşu olduğu yıllarda değil, Washington’nun varoşu olduğu yıllarda dünyaya geldim. Sürekli Fas’tan Filipinlere kadar bütün bir İslam dünyasını kuşattım yüreğimle, aklımla devriye nöbetleri tuttum ve Pax Americana döneminde yaşamak nasıl bir durum, bunu anlama ve anlatmayla geçti yıllarım. Başında halife olmadan Kabe’de Hac, camisinde Cuma ibadeti eda eden ve tevhidi tarih bilincinden mahrum Muhammet ümmetini, daha nice acılar beklediğini nasıl izah edebilirim ki..

Mustafa Yürekli / Haber 7
mustafa.yurekli@gmail.com

Sinan Tavukçu
Şerif Hüseyin Elindeki Mekke-i Mükerreme’de Hacc Câiz midir?
2 Haziran 2011



Şerif Hüseyin Elindeki Mekke-i Mükerreme’de Hacc Câiz midir? Bir Fetva.

Osmanlı Devleti’nden ayrılarak, kendi hükümranlığı altında bir Arap Krallığı kurma hedefi güden Mekke Emîri Şerif Hüseyin, bu amacına ulaşmak için İngilizlerden destek sağlamaya çalışıyordu. Bu maksatla, Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah Kahire’de İngiltere Başkonsolosu olan Lord Kitchener’le 1912 yılından itibaren temas kurmuştu.

İngiltere, bir yandan sömürgesi Hindistan’a giden deniz yolunun güvenliğini sağlamak, diğer yandan Arabistan’da keşfedilen petrol denizi üzerinde hâkimiyet kurmak için, Osmanlı devletinden kopartılmış, kendi himayesinde bir Hicaz Arap devleti kurulması projesine sıcak bakıyordu.

1914 yılında Osmanlı Devleti’nin Almanya ile müttefik olarak harbe girmesi, İngilizlere müstakil bir Arap Krallığı kurulması projesini pratiğe dönüştürme fırsatı verdi. 1915 yılı başlarından itibaren, gayr-i müslîm Almanlarla birlikte savaşa giren Osmanlı Devleti’ne karşı Arapların Mekke Emîri Şerif Hüseyin etrafında toplanması ve Hilâfetin Araplara geri döndürülmesi gerektiği propagandası işlenmeye başlandı. Harbin başlangıcında Hâlife’nin yaptığı cihat çağrısına karşılık olarak Şerif Hüseyin, Arapların bu savaşta yer almayacağını, sadece dua edeceğini bildirdi.

Şerif Hüseyin Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmak üzere, İngilizlerle 1 Şubat 1916’da bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre, oğullarından Ali Medine’ye gidip, bu bölgedeki Araplarla Osmanlı Devleti’nin erzak ve cephane nakliyatını engellemek için demiryolunu kesecek, diğer oğlu Faysal bir yandan Suriye’de Osmanlı Devleti’nin göndereceği kuvvetlere karşı koyacak, diğer taraftan Osmanlı ordusundaki Arap unsurları Türklere karşı ayaklandırılacaktı. İngilizlerin bu anlaşmadan amacı, savaş halinde bulunduğu Osmanlı ordusunun Suriye ve Kanal’daki gücünü bölmek, Kanal üzerindeki hâkimiyetini kırmaktı.

Şerif Hüseyin 6 Haziran 1916’da Osmanlı Devleti’ne isyan ettiğini ilan etti. İlk gün Mekke-î Mükerreme’deki Türk karakollarını ele geçirdiler. İngiliz donanmasının Cidde’deki Osmanlı kışlasını top ateşine tutması neticesinde ayaklanmanın üçüncü günü Cidde’yi, dokuzuncu günü Cirval kalesini ele geçirerek bin iki yüz Türk asker ve subayını esir ettiler. Nihayet, 22 Eylül 1916 tarihinde Hicaz Genel Vali ve Komutanı Ferik Gâlip Paşa kuşatılan Taîf şehrini bir anlaşma ile Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah’a teslim etti. Teslim olan Türk askerleri, Mısır esir kamplarına gönderilmek üzere İngilizlere verildi.

Mekke-î Mükerreme’nin İngilizlerle işbirliği yapan Şerif ailesinin eline geçmesi, Müslümanlar arasında üzüntüye sebep olmuş ve Hacc’ın câiz olup olmadığı tartışmasını başlatmıştı. Bu hususta, Tatar ulema tarafından kaleme alınan bir fetva aşağıdaki gibidir. (Fetva, Umum Âlem İslâm İhtilâl Cemiyetleri İttihadı’nın Berlin’de neşrettiği Livâ el-İslâm Dergisi’nin 5 Şevval 1340/1 Haziran 1338-1922, tarihli 9-10 sayısında yayımlanmış

Bismillâhirrahmânirrâhîm

el-İstiftâ’

Rabbu'l-âlemîn olan Allah'a hamd ü senâ, seyyidü'l-mürselîn ile bilcümle âl ü ashâbına salavât u selâm

Mekke Emîri’nin İslâm düşmanı olan İngilizlerle ittifak ve hilâfet-i kübrânın esasını yıkmak yolunda bu zalim devlete yardım ettiği, bütün dünyada memâlik-i İslâmiye istiklalini mahva tasaddî (mahva başladığı) ve Ceziretü'l-Arab'ı İngiliz nüfuz ve saltanatına idhâl eylediği, küffâr-ı müşrikîn ile cihad eden guzât u mücâhidîn için emâkin-i mukaddesede melce’ (sığınacak bir yer) bırakmadığı bir zamanda, Beytüllahi'l-Harâm’a farz olan hac hakkında ulema-i din ne derler?

Bu hâlette mü’minîn üzerine hac edası vacib midir, yoksa düşmanın Harem-i Şerif üzerine tasallut ve nüfuzunun kalkması ve Beled-i Emîn'de (Mekke-i Mükerreme) muhlis İslâm devleti şevketinin yeniden ihyâ olması zamanına kadar sâkıt olur mu? Cenab-ı Hak sizleri rahmet-i rabbaniyesine müstağrak eylesin. Kitab ve sünnetten nusûs-ı şer‘iyye (nasslar) ile izah ediniz, Kerîm Allah'tan me’cûr (mükafat) olur ve her halde fazl sizlerindir.

Fetva

Hamd edici, salât u selam verici, ey mü’minler biliniz! Cenab-ı Hak kitabında Beyt-i Harâm’ı zikrettiği vakit emn ü emân ile tavsif etti. Çünkü emn Cenab-ı Hakk'ın bir sıfat-ı lâzime ve gayr- müfarikasıdır. Hazret-i Zülcelal Beytü'l-Harâm Mekke-i Mükerreme'sini insanlar için tahsis etti, yani âlem-i İslâm için bir merkez-i ictima ve mazlumlara bir melce’-i emin ve feyezân-ı dine bir menba ve bilcümle mü’minînin ihtilaf-ı elsinesiyle memleketlerinin uzaklığıyla beraber, kelimelerinin tevhîdi için bir nokta-i rabıta olarak tahsis etti. Sure-i Bakara'da vârid olduğu gibi: Ve iz ce‘alna'l-Beyte mesâbeten li'n-nâsi ve emnâ; “Beyt’i insanlar için her daim kendisine avdet olunur bir melce’ ve bir mahall-i emniyet yaptık.”

Sâbe'l-mâ’ denilir, yani “Su kesildikten sonra bir daha avdet etti”. Ve yine Sâbe ilâ-fülânin ‘akluhû, yani “Filan adamın aklı kendisine rücu etti”. Ve teferreka'n-nâsu sümme sâbû, “İnsanlar birbirlerinden ayrıldıktan sonra tekrar dönerek ictima ettiler”. Bu misallerden sevâb kelimesi çıkar. Malından ve saireden her ne çıkardıysa kendisine rücu etti. Kuyu hakkında mesâb kelimesi “dibinde sular birikmiş” demektir. Ve'n-Nâsu yesûbûne ile'l-Ka‘be, “İnsanlar her sene Kâbe’ye avdet ederek orada ictima ederler”. Ve bir mücâhid demiştir ki: Oradan ayrılıp da avdet etmeyi temenni etmeyen bir kimse yoktur.

Mesâbenin tefsiri, İbrahim aleyhisselamın duasında bulunur: Fec‘al ef’ideten mine'n-nâsi tehvî ileyhim (Suretü İbrahim), “Bir kısım insanların onları ziyaret etmelerini kıl”. Ve bu ise Sûre-i Hac’daki ayetin medlûlüdür (delilidir). Ve ezzin fi'n-nâsi bi'l-haccı ye’tûke ricâlen ve alâ-külli dâmirin ye’tîne min-külli feccin ‘amîk, “İnsanların arasında hac için ezan oku, her uzak yerden dâmir üzerinde sana erkekler gelir.” Beytullah insanların ziyaret ve ictima mahalli olunca kendisinde emniyet-i tâmme bulunması elzem oldu; yoksa ona kimse gelmez. Ve Beyt'i emn ile tavsiften maksat, kendisinde dünyanın âhar yerinde misli görülmeyen emniyete malik bulunması elzemiyetindendir. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim’de bu sıfatla mükerreren zikr olunmuştur. Sûre-i Bakara’da Rabbic‘al hâzâ beleden âminâ, “Allah'ım! Bunu emin bir şehir kıl!”; ve Sûre-i İbrâhim'de Rabbic‘al hâze'l-belede âminâ, “Allah'ım! Bu beled'i emin kıl!”; Sûre-i Tîn'de Ve hâze'l-Beledi'l-Emîn, “İşbu Beled-i Emîn!”; Âl-i İmran’da Ve men dehalehû kâne âminâ, “Ona giren emin olur”. Bu ayete müradif olarak haccın farz olduğunu beyan eden ayet şeref-sâdır olmuştur. Ve lillâhi ale'n-nâsi hıccu'l-Beyti meni'stetâ‘a ileyhi sebîlâ, “Kudret ve istitaâtı olan her fert Beyt'i haccetmeyi (etmesi olmalı) Cenab-ı Allah'ın hakkıdır”. Emn ü emân ayetinin haccın farz olduğunu izah eden ayete tekaddümü Beyt-i Harâm'da emnin bulunması veya bulundurulması haccın vücûbu için armağan ve vasıta-i rükûb gibi şart-ı a‘zamdır.

Mekke'de Cenab-ı Rasul-i Ekrem'in zamanında emniyet ve asayişin mefkûd bulunduğu, fitne ve fesadın çoğaldığı vakit, insan kendi dininde fitne ederdi, onu öldürür veya bağlarlardı. Hatta Hazret-i Nebiyy-i Mükerrem (SAV)'i ashab-ı kiramıyla beraber katle tasaddî ettiler. Fakat müşarun-ileyh ashabına Mekke-i Mükerreme’yi terk ve Medine’ye hicret etmelerini emir buyurdular. Emniyetin zâil olduğuna bu ayet-i kerime delildir: Ve ente hıllün bi-hâze'l-beled, “Sen ey Muhammed, bura ahalisinin indinde mal ve ırzın ve kanın helal oldu”.

Mekke'yi fetihten evvel hicret meselesi pek şedîd idi ki, hicrete muktedir olup da hicret etmeyenler hakkında bir ayet nazil oldu: Vellezîne âmenû ve-lem-yuhâcirû mâ-leküm min-velâyetihim min-şey’in hattâ yuhâcirû (el-Enfâl) “İman edip de hicret etmeyenler hicret edinceye kadar onlara velâyet etmeyi size ait değildir”. Mekke'nin fethinden evvel hicret hakkında büyük bir şiddet görülür. Bu da müslümanları müşrikînin âr ve zimmetinden sıyanet ve müşrikîn adedinin mü’minlere karşı tezyidini men içindir. Buhari İbn Abbas'tan naklen rivayet ediyor ki: Peygamber Efendimiz'in (SAV) düşmanı olan ordunun adedini çoğaltan bir kısım müslümanlar bulunuyordu. Atılan oklar isabet edilemeyeni öldürür veya vurulur yine ölürdü. Bu sebepten âtîdeki ayet-i celile nazil oldu: İnnellezîne teveffâhümü'l-melâ’iketü zâlimiyy enfüsühüm. Kâlû fîme küntüm? Kâlû künnâ müstad‘afîne fi'lard. Kâlû: Elem tekün arzullâhi vâsi‘aten fetühâcerû fîhâ? (en-Nisâ’) “Melaikeden, vefat edenler kendi nefislerine zulmetmişler, onlara ‘Nasıl idiniz?’ denildi. ‘Arz üzerinde müstaz‘afîn idik!’ dediler. ‘Emr-i hicrette en gizli gömülmüş ser...” Meşhur bir eserde geldiği gibi: “Her münker gören (fitne, fesat, zulüm) kendi eliyle değiştirmeli, muktedir olmazsa lisanıyla, buna da istitaâtı yoksa kalbiyle, bu da imanın ez‘afıdır”. Cenab-ı Peygamber (SAV) dahi Mekke-i Mükerreme'de zaman-ı bi‘setinden beri böyle yaptı, ıslah-ı fesat için evvela mümkün mertebe eliyle çalıştı, ondan sonra onüç sene insanları açık ve gizli surette doğru yola çağırdı. Onu öldürmeye kalkılınca Mekke'den Medine'ye hicret etti. Ez‘af-ı imanın manası dahi, mü’minlerin külliyetli düşmanlara karşı adedce zayıf olmasıdır.

Peygamber (SAV) hicret ettiği vakit Mekke’de fikdân-ı emn ü asayişten dolayı fariza-i hac kendisinden sâkıt oldu. Mekke’nin fethinden sonra onuncu sene-i hicriyeye kadar haccın tehiri galiben İslâmiyet'te adab-ı haccın ikame ve edaya başlamadan evvel İbrahim aleyhisselamın duasına icabet olarak evvel-emirde münkerlerin ve hacda şirkin izalesi içindir: Vecnübnî ve beniyye en-na‘bude'l-asnâm, “Beni ve evladımı asnâma ibadet etmekten sıyanet et!” Bunun içindir ki haccetü'l-vedadan evvel Peygamber (SAV) Ebâ Bekri's-Sıddîk'ı (r.a) maruf hutbe ile yevm-i nahrda rahtda(?) gönderdi. Lâ yahiccü ba‘de'l-‘âm müşrikün ve lâ yatûfu bi'l-Beyti uryân (revâhu'l-Buhari), “Bu seneden sonra müşrikînden hiçbir kimse hacc etmez ve hiçbir kimse çıplak olarak Beyt'te tavaf edemez!” Fakat Mekke'yi feth ve Beledü'l-Harâm'ı islâmlar için emniyetli kıldıktan sonra Mekke'den hicreti ibtal etti: Lâ hecere ba‘de'l-feth, “Fetihten sonra hicret yoktur”; velâkin cihadun ve niyetün, “Fakat cihad ve niyettir” (revâhu'l-Buhari).

Hazret-i Rasul-i Ekrem'in tenebbüâtının cümlesinden âtîde menkul sözlerdir: Bede’e'l-İslâmu garîben ve-seye‘ûdü garîben kemâ-bede’e; fe-tûbâ li'l-ğurabâ’i'llezîne yuslihûne mâ-efsede'n-nâs, “İslâm garip başladı, başladığı gibi garip olarak avdet eder; insanların ifsat ettiklerini ıslaha çalışan gariplere ne mutlu!”. Yani İslâm Mekke-i Mükerreme’de zuhur etti, lakin Mekke ahalisi onu inkar ettiler, onun için mahall-i zuhurunda zayıf, zelil, makhur, meftun kaldı. Tâ ki Mekke’yi terk ve gurbette, Medine’de bir ev ittihaz etti. Orada kuvvet ve azameti, izzet ve şevketi avn-ı ilahîyle ve taraftarânının nusretiyle kuvvetleşmeye başladı. Bir zaman gelir ki, İslâm bir daha zayıf, zelil, makhûr, mağlup olur ve Mekke ahalisi dahi ikinci defa ifnâsına sa‘y eder. Fakat Allâhu Zülcelal Hazretleri himmet ve azim sahibi, gurbette çalışan ahali-i İslâm sayesinde, küfr ü nifakın eşeddinde ve Allah'ın Rasul-i Ekrem'ine inzal ettiği evâmiri bilmeyen Hicaz ahalisine rağmen kavi ve aziz olacaktır. İ‘lâ-i kelimetullah yolunda çalışan garip islâmlara ne mutlu! Onlara bağy isabet edince nusret bulurlar.

Bütün dünyadaki müslüman biraderlerimizin malumudur ki, Mekke’nin şerif ve emiri Hüseyin bin Ali 1334 senesinde şehr-i Şaban'da İngilizlerin ribka-i esaretinde bulunan bilcümle kabâil ve akvâm-ı İslâmiye'nin tahlisine çalışan, cihanda müstakil olan yegane hükümet-i İslâmiye ve hilafet üzerine bağy u tuğyan eyledi. Bu bâğî, İngiliz hükümetiyle ittifak ederek İslâm düşmanlarının adedidi teksir ve hilafet-i uzmâya karşı onlara büyük yardımlar yaptı ve Hazret-i Zülcelal'in kavl-i ilahisini unuttu: Ve-yenhâ ‘ani'l-fahşâ’i ve'l-münkeri ve'l-bağy (en-Nahl), “Cenab-ı Hak fahşâ ve münker ve bağyden nehy eder”. Utanmaksızın bu hatîâtı irtikap etti. Bu şikak ve nifaktan hilafet hükümeti düçar-ı inhizam oldu ve dolayısıyla memleketleri İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlara bir ganimet olarak düştü. Dünyada tamamen müstakil bir devlet-i İslâmiye kalmadı. Ceziretü'l-Arap ve Kudüs vilayeti İngiliz'in tasarrufu, Şam Fransa'nın tasallutu altında kaldı; İzmir vilayeti dahi Yunan'a verildi. İslâm'a en büyük beliyye bu tarihten itibaren nazil oldu.

Mekke, alelhusus Hicaz bugün hicret-i peygamberîden sonra ve fetihten evvelki halinden daha fena bir haldedir. Çünkü Mekke şerifi cihan harbi esasında Harem-i Hudâ'ya iltica eden alim-i fazıl Mevlana Mahmud el-Hüseyin el-Mu‘annidî ile Türk Galib Paşa'yı İngilizlere teslim etti. Onun için bu günlerde muhlis mü’minler için bu Belde-i Emin'de emn ü emân mefkûd oldu. Küffârın tasallutundan mütehassıl zillet ve meskeneti ve bütün bilâd-ı İslâmiye üzerine çöken bu rezâyâyı ref etmek zamanına kadar Peygamber Efendimiz'in hayatında yaptığı gibi hürriyet, müsavat ve uhuvvet düşmanlarını Ceziretü'l-Arab'dan tard edinceye kadar, Beytü'l-Haram'da mü’minîn için emniyetin bulunmaması yüzünden şimdilik bu farîza sâkıt oldu. Ve bu re’y dahi Peygamber Efendimiz'in sözünü teyit eder: Lâ hicrete ba‘de'l-feth, “Fetihten sonra hicret yoktur”. Mekke'nin İngiliz eline düştükten sonra mü’minîn-i muhlisîn için dünyada muhaceret ve iltica yeri kalmamıştır; ve lâkinne cihâdun ve niyetün, “Fakat cihad ve niyettir”. Yani bundan sonra bu müstebit ve gâsıp İngilizlerin kâffe-i bilâd-ı İslâmiye'den ve alelhusus bilâd-ı mukaddeseden tardı için Allah yolunda cihaddan başka bir şey kalmadı ki, fesat ve fitneye mahal ve sebep kalmamış olsun. Ve yekûne'd-dîne küllühû lillâh, “Din Allah için ihlas olarak” nev‘-i benî-beşerin menfaatı için saadet-i dünyeviye ve uhreviyeye fevz-i azim suretinde nail olmak için niyet-ı hâlisaları olabilsin.

Mekke Şerifi(nin) ise amelinin betâetini hasep ve nesebi süratlendiremez. Cenab-ı Hak buyurdu ki: Kâle innî câ‘ilüke li'n-nâsi imâmâ, “Seni insanlar için imam, yani rehber yaptım”; Kâle ve men zürriyyetî, “Zürriyyetimden de mi?” dedi; Kâle lâ yenâlü ahdi'z-zâlimîn, “Zalimler ahdime nail olamazlar” dedi (el-Bakara). Bilâ şekk ü şüphe o zalimdir. İmâmet ahdine nail olamaz. Çünkü Harem-i Şerif'e iltica eden müslümanları kafir düşmanların yedine vermekle Mescid-i Haram'da Ellezî ce‘alnâ li'n-nâsi sevâ’eni'l-‘âkifü fîhi ve'l-bâd, “Küfr ve ilhad etti”. İyilik bir iyiliktir, fakat beyt-i nübüvvetten daha iyi ve şeriftir. Seyyie dahi bir seyyiedir; fakat âlîlerin evinden daha şeyndir.

imza

Muhammed Bereketullâh el-Hindî el-Büyûfânî

Musa Carullah Bigiat (Bigiyef) el-Petrogrâdî

Abdurreşid İbrâhim el- Sâbiryâvî

(Fetva metni Ömer Hakan Özalp tarafından latinize edilmiştir.)
Kaynak: haber10

Hazreti Hadice’nin türbesini işte böyle yıkıp dümdüz ettiler
Murat Bardakçı
8/15/2011
habertürk
HAZRETİ Muhammed’i bizzat görmüş ve onun yanında bulunmuş olanlara “sahabe” denir. Dualarda ve dini sohbetlerde sahabenin çok sık bahsi geçer. Bu kişilerin ölümlerinden sonra nereye ve nasıl defnedildiklerini, türbelerinin bugün bilinip bilinmediğini acaba hiç merak ettiniz mi?

DEFALARCA YIKTILAR

Mekke’deki sahabiler, Kâbe’nin birkaç kilometre ötesindeki bir mezarlığa defnedilirlerdi. “Cennetu’l-Muallâ” denilen bu yer İslâmiyet öncesi dönemlerden beri Mekkeliler tarafından mezarlık olarak kullanılırdı. Hazreti Muhammed’in dedesi, amcası ve ilk eşi Hazreti Hadice buraya defnedilmişti ve Mekke’nin fethinden sonra ölen sahabilerin türbeleri de buradaydı. 17. asırda yaşayan Evliya Çelebi Cennetu’l-Muallâ’dan bahsederken burada yetmiş beş adet kubbeli türbenin bulunduğunu, ama Hazreti Muhammed’in dedesiyle amcasının türbelerinin üzerinde kubbe olmadığını ancak yerlerinin bilindiğini yazıyordu. Hazreti Hadice’nin kabrinin tam yeri, 14. yüzyıla kadar bilinmiyordu. Kabrin yeri, bir Mekkeli’nin 1329’da gördüğü bir rüyayla belirlendi ve 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından üzerine kubbeli bir türbe yapıldı, ayrıca aylıklı bir de türbedar gönderildi. Cennetu’lMuallâ’daki son restorasyonu 1879’da zamanın hükümdarı Abdülhamid yaptırdı. Başta Hazreti Hadice’ninki olmak üzere türbeler baştan aşağı elden geçirildi.



HALK MEZARLIĞI OLDU

Ve konunun en acı tarafı: Mekke’nin Türk hâkimiyetinden çıkması, Cennetu’l-Muallâ’nın da sonu oldu. Arap yarımadasını ele geçiren ve bugünkü Saudi hanedanının kurucusu olan Abdülaziz bin Saud, 1925’te Cennetu’l-Muallâ’daki bütün türbelerin yıktırılmasını ve mezar taşlarının kaldırılmasını emretti. Abdülaziz’in bağlı olduğu Vehhabi mezhebine göre mezarların yerlerinin belli olmaması gerekiyordu. Cennetu’l-Muallâ’da kimin nerede gömülü olduğunun unutulması ve artık bilinmemesi için elden gelen herşey yapıldı. Hazreti Muhammed’in akrabalarıyla sahabilerinin türbeleri kazmalarla dümdüz edildi, arazinin altı üstüne getirildi ve Cennetu’l-Muallâ herkesin defnedilebildiği sıradan bir halk mezarlığına çevrildi.



MEDİNE DE YIKILDI

Aynı rezalet ve ayıp Medine’de de yaşandı ve Saudi hanedanının kurucusu olan Abdülâziz bin Saud, Medine’yi ele geçirmesinden hemen sonra, 1926’da, çok sayıda sahabinin defnedildiği Cennetu’lBâkî mezarlığını da yerle bir etti. Cennetu’l-Bâkî’de tek bir türbe ve mezar taşı bırakmadı, hepsini yıktırdı ve araziyi sıradan bir mezarlık haline getirdi. Şimdi Mekke dönüşü Medine’ye geçen hemen bütün hacıların mutlaka ziyaret ettiği Cennetu’l-Bâkî, bugün bir köşesinde süs niyetine birkaç kırık taşın olduğu ama her yeri apartmanlarla ve geniş caddelerle çevrili bir alandan ibaret...

Kaynak: http://edirnesarayi.blogcu.com/


Hilafetin kaldırılmasını İngilizler mi istemişti?
Mustafa Armağan
04 Mart 2012

İşi gücü bıraktık, 'Ulubatlı Hasan diye biri var mı yok mu?' diye tartışıyoruz. Oysa rivayetin kaynağı olan Makarios'un kitabında her şey vardır da, surlara bayrak diktiği yoktur.

Aksine bayrağın, Ulubatlı Hasan şehit düştükten sonra "başka kulelerde savaşan askerler" tarafından dikildiği yazılıdır. Anlayacağınız, bir "akl-ı evvel" bayrakları Ulubatlı'ya diktirmiş ve bu yama, sorgulanmadan tekrarlanagelmiştir.

Hilafetin kaldırılmasının hikâyesi de benzer bir çarpıtma gayretinin izlerini taşır. Yok Halife Abdülmecid tahsisatının artırılmasını istemiş de, yok şatafatlı bir törenle cuma namazına gitmiş de, yok iktidarda gözü varmış da...

Artık İngiltere ve müttefiklerinin baskı ve zorlamaları yüzünden Hilafetin kaldırıldığını açıkça söyleyebilmeli, bunun çok isteniyorsa o günler için zorunlu olduğu, başka türlü bu devleti yaşatmayacakları itiraf edilmelidir ki, toplum da gerçekleri bilsin.

Central Florida Üniversitesi öğretim üyesi Hakan Özoğlu'nun ABD arşivlerinde bulduğu rapor, bir ABD diplomatının halifeliğin kaldıracağını Washington'a bizden önce öğrenip bildirdiğini ortaya koyuyor. Rapor Washington'a 25 Şubat 1924'te ulaşmıştı. Başka bir deyişle, Türkiye'deki insanların haberi olmadan bir hafta önce, Fransa ve ABD yetkilileri halifeliğin kalkacağını öğrenmişlerdi ("Aksiyon", 13 Aralık 2010).

Bunun anlamı şudur: Batı dünyası Hilafetin kaldırılmasını Lozan'dan beri bekliyor ve istiyordu. Hilafetin kaldırıldığı haberini, dönemin 1. Ordu Müfettişi, yani Halife'nin yaşadığı İstanbul'dan sorumlu olan Karabekir Paşa'nın bile gazetelerden öğrendiğini söyleyeyim de, gerisini siz anlayın.


Halifeliğin kaldırılmasından sonra yapılan bu karikatürün alt yazısında "Darısı diğerlerinin başına" yazıyor.

İlk topta atılan Halife Abdülmecid. Diğer topların ucunda ise Patrikler ve haham var. Ancak Halifeye yeten güç, diğerlerine yetmedi.

Hakan Özoğlu'nun "Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası" (Kitap Yay., 2011) adlı kitabında ilginç bir analiz yer alıyor: Ankara, 1922'de Saltanatı kaldırmış ama Hilafete ve Osmanlı hanedanına dokunmaya cesaret edememişti. Çünkü Karabekir gibi muhalif paşalar, İstanbul basını, Osmanlı döneminden kalma siyasetçiler ile Osmanlı hanedanı, Hilafeti kendilerine siper yapmışlar, onun arkasından muhalefetlerini örgütlemeye çalışıyorlardı. Muhalefet cephesinin sindirilip bertaraf edilebilmesi için Hilafetin devreden çıkarılması gerekiyordu. Daha sonra tasfiye sırası nasıl olsa diğerlerine gelecekti.

Yazar, Ankara hükümeti 1922'de muhtemelen bütün Osmanlı hanedanını yurtdışına sürme hamlesini yapacak kadar kendine güvenmiyordu, diyor. Oysa Kâzım Karabekir, daha 1922'de Hilafetin Osmanlı hanedanından alınma planını kendisinin önlediğini yazmaktadır. Gerçi o, Mustafa Kemal'in Hilafeti kendi üzerine geçirmek niyetinde olduğunu da yazar ama konumuz bu değil. Önemli olan, 1922'de Ankara'nın Hilafeti, Osmanoğullarından koparmak için siyasî bir hamle yaptığı gerçeğidir.

Hakan Özoğlu'nun nihai hükmü, Ankara'nın Hilafeti, hanedan tehdidini bertaraf etmek için kaldırdığı şeklinde. Başka bir deyişle "Hilafetin lağvedilmesindeki asıl hedef, Halifenin kendisi değil, Osmanlı hanedanıdır."

Ancak dış dinamiğin ihmal edilmemesi ve bu nedenle konunun daha geniş bir temele oturtulması gerektiğini düşünüyorum. Bence Hilafetin kaldırılması ve laikliğe gidiş, daha Lozan'da dayatılmış, Türkiye'nin kurulmasına bu şartla izin verilmişti. Bunun, Antlaşmaya ayrı bir madde halinde konulmamakla birlikte Osmanlı Devleti'nin eski Müslümanlar üzerindeki Hilafetten gelen ayrıcalık ve haklarının geri dönülmezcesine işgalcilere bırakıldığının açıklanması, Hilafetin bu yeni dönemde gündemde olmayacağının ipucuydu.


Üzerinde Kral V. George'un 10 Ocak 1924 günü Avam Kamarası'na yaptığı belirtilen konuşmanın Türkiye'yi ilgilendiren paragrafında "Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı" söyleniyor.

Şimdi birileri köpürecek, biliyorum. Ancak sakin olmalarında yarar var. Zira önemli bir kişisel tanıklık ile ilk defa burada yayınlanacak bir resmi belgeye göz atmadan karar vermeseler iyi olur derim.
Önce tanıklığa bir göz atalım:
Kâzım Karabekir, 16 Ağustos 1923 günü İsmet Paşa'ya, son zamanlarda hükümet çevrelerinden duymakta olduğu din aleyhindeki fikirlerin Lozan'dan geldiği kanaatinde olduğunu söyler. Ona göre Peygamber Efendimiz (sav) ve Kur'an hakkındaki "bu tehlikeli hava" Lozan'dan esmektedir. İsmet Paşa ona 1. Dünya Savaşı'nda Macarlar ve Bulgarlar da bizim gibi yenildikleri halde bağımsızlıklarına Hıristiyan oldukları için dokunulmadığını, bizimse sırf Müslüman olduğumuz için bağımsızlığımızın ortadan kaldırıldığı cevabını verir: "Biz kendi kuvvetimizle bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını, bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı."
Yeterince açık değil mi? Böylece İsmet İnönü, Müslüman kimliğimizden uzaklaşma telkininin Lozan'da yapıldığını itiraf etmiş olur.
İngiliz Milli Arşivleri'nden (National Archives) bulduğum ve ilk kez burada yayınlanacak olan bir "gizli" belge, Lozan'ın Hilafetle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyacak nitelikte. 10 Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası'na yaptığı açış konuşmasında, Lozan'ı ilgilendiren bir kanun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder:
"Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR." (As soon as this Bill has been passed, the Treaty will be ratified, and a new era will open.) (CAB/23/46, s. 424)
Kral V. George, Lozan'ın kabul edilmesiyle İngiltere için "yeni bir çağ veya dönem" açılacağını söylerken ne demek istiyordu? Bu, Halifeden kurtuluşun bir tür müjdesi olarak yorumlanabilir mi? Net olarak bilmiyoruz. Ancak İngilizlerin, Lozan'ı onaylamak için Hilafetin kaldırılmasını bekledikleri ve Hilafetsiz bir dünyanın kendileri için "yeni bir çağ"ın açılması anlamına geleceğini düşündükleri açıktır.
Nitekim beklenen Lozan kanun tasarısı Avam Kamarası'nda Nisan 1924'te gündeme alınıp kabul edilmiş, Ağustos'ta diğer taraf devletler tarafından da onaylanarak 1924 Eylül'ünde Cemiyet-i Akvam tarafından tescillenmiştir. Bu demektir ki, Cumhuriyet'in ilk yılının dolmasına çok az bir süre kalmasına rağmen TC henüz tanınmış bir devlet değildi. Hilafet düğümü çözülünce tanınmalar da gelmeye başladı. Artık tasfiye operasyonları başlayabilirdi.

m.armagan@zaman.com.tr
http://twitter.com/mustafarmagan
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com