EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Ertuğrul Özkök ve Hürriyet

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cmt Ksm 24, 2007 11:15 am    Mesaj konusu: Ertuğrul Özkök ve Hürriyet Alıntıyla Cevap Gönder

Emin Çölaşan’dan Ertuğrul Özkök’e: Marifetlerini en iyi ben bilirim, yüze gülüp arkadan geçirir!
13 Ağustos 2017



Sözcü yazarı Emin Çölaşan, kendisine yönelik olarak "Eee tabii Emin’in her izne ayrılışında yazdığı gibi. Köşe yazarlığı ciddi iştir. Öyle ‘iki şık şık bir tık tık’la olmaz. Memleketin böyle buzağı altında doğmamış T-Rex arayan dinozorlara ihtiyacı var" diyen Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök'e tepki gösterdi. "Bu Ertuğrul'un geçmişini, marifetlerini, yüze gülüp arkadan geçirmelerini en iyi bilenlerden biriyim. Bu açıdan bakıldığında geçmişte de böyleydi" diyen Çölaşan, "Ancak o yıllarda henüz 'Gençlik heveslerine' kapılmamış, yakışıklı erkek havalarına girmemiş, kırışıkları gitsin diye yurtdışında botoks yaptırmaya başlamamıştı. Giysi modelliği ve diskoteklerde disk jokeylik de yapmıyordu. Bu açılardan geçmişte normaldi, sonra sapıttı ve dağıttı" ifadesini kullandı.

Başbakanlığı döneminde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın danışmanlığı görevini de yürüten Akif Beki'nin Hürriyet'te yayımlanan yazılarına son verilmişti. Söz konusu ayrılığın Beki'nin "AKP için kaleme aldığı eleştirel yazılar" nedeniyle gerçekleştiği öne sürülmüştü. Beki'nin Hürriyet'te yayımlanan son yazısında kullandığı "İyi, kötü anılarımız var, bir çift söz de komşum Özkök’e: Gidiyorum ama çok da rahatlama, hemen koyverme, gözüm üstünde" ifadesi, kimi köşe yazarları için tartışma konusu olmuştu. Çölaşan'ın "Bazı gazeteci arkadaşlar 'Göreceksin, Ertuğrul Akif'i kovduracak' derdi de ben inanmazdım. Bu tahminin doğru olduğunu dün anladım" ifadesine Özkök, "Dans etmeyi bilmezdin mizahı hiç bilmezmişsin" yanıtını vermişti.

Emin Çölaşan'ın “Ertuğrul yine kıvırıyor” başlığıyla yayımlanan (13 Ağustos 2017) yazısı şöyle:

Sevgili okurlarım, yıllarca Hürriyet Gazetesi'ni yöneten ve sahibinin sesi adıyla bilinen Ertuğrul Özkök ilginç biridir.

Esen rüzgara göre eğilip bükülmeyi bizim gazetecilik piyasasında en iyi bilen arkadaştır. Kimin rüzgarı güçlüyse onun emrine girer.

Akif Beki bu iktidar tarafından Başbakanlık Basın Müşaviri yapılmıştı. Doğan Grubu'nun beş Başbakanlık muhabirinin Başbakanlık binasına girmesi yasakladı. Gazetenin başında olan Ertuğrul tepki gösteremedi, ağzını bile açamadı…

Çünkü o talimat Akif'e Recep Tayyip Bey tarafından verilmişti ve Ertuğrul'un böyle bir olaya karşı çıkması söz konusu olamazdı!

Patronu Aydın Doğan'la birlikte sessiz kaldılar, beş muhabirin Başbakanlıktan kovulmasını içlerine sindirdiler!

Dünkü yazımda da anlatmıştım, esas ilginç gelişme bir süre sonra oldu. Yine Recep Tayyip'ten gelen emir doğrultusunda bunlar Akif Beki'yi Hürriyet Gazetesi'nde köşe yazarı yaptılar.

İnanılır gibi değil… Dünyada böyle bir örnek herhalde yoktur…

Ve Akif Hürriyet'te yazmaya başladı.

Sonunda o da şutlandı! Ertuğrul ona köşesinden sık sık saldırır, kapışma bahaneleri üretirdi. Bizler gibi, Akif'in de kovulacağı artık belli olmuştu.

Gazeteden kim kovulacaksa, ilk sinyalleri (aynen benim kovulma olayımda olduğu gibi) Ertuğrul yazılarında vermeye başlardı.

Bir huyu daha vardır!

Yüzünüze güler ama arkadan geçirir!

Akif de suyunun iyice kaynadığını ve sona yaklaştığını biliyordu…Son veda yazısında Ertuğrul'a hitaben aynen şöyle dedi:

“Bir çift söz de Özkök'e. Gidiyorum ama çok da rahatlama. Gözüm üstünde.”

Önceki gün bunları yazmıştım. Ertuğrul okuyunca telaşlanmış, dünkü yazısında bana yanıt veriyordu!

Meğer Akif o sözleriyle bir şaka yapmış! Meğer Ertuğrul, kovulduğunu Akif'in açtığı telefonla öğrenmiş. Araları çok iyiymiş, onu kovduran kendisi değilmiş falan filan…

Ne demiş atalarımız, ufak at da civcivler de yesin!

Bu Ertuğrul'un geçmişini, marifetlerini, yüze gülüp arkadan geçirmelerini en iyi bilenlerden biriyim.

Bu açıdan bakıldığında geçmişte de böyleydi.

Ancak o yıllarda henüz “Gençlik heveslerine” kapılmamış, yakışıklı erkek havalarına girmemiş, kırışıkları gitsin diye yurtdışında botoks yaptırmaya başlamamıştı. Giysi modelliği ve diskoteklerde disk jokeylik de yapmıyordu.

Bu açılardan geçmişte normaldi, sonra sapıttı ve dağıttı.

Neyse, onun özel yaşamına fazla girmenin gereği yok.

Ve 10 yıl önce

Bu konu beni bundan tam 10 yıl öncesine götürdü. Hürriyet'te köşe yazarıyım.

Tam 22 yıl boyunca açık alınla, onurla yazmışım.

Ancak AKP iktidarı, patron Aydın Doğan'a bastırıyor “Susturun şu herifi!..” diye.

Bu talimatları Aydın Doğan, bizim Ertuğrul'a iletiyor…

Ertuğrul beni hem sözlü olarak uyarıyor, hem de yazılarında bana çakmaya başlıyor… Kovulacağımı anlıyorum.

Alttan almıyorum. Bildiğim gibi yazmayı sürdürüyorum…

İkisi de çıldırıyor.

Günlerden 14 Ağustos 2007. Bundan tam 10 yıl öncesi…

Ertuğrul beni İzmir Kordon'da Deniz Restoran'a, öğle yemeğine davet etti.

Rengi sararmıştı, ne diyeceğini bilemiyordu.

İçkiyle aram olmadığını bildiği halde, önce masaya 15 şişe ithal ve yerli şarap yığdırdı. Birini seçti. Zaman kazanıyordu.

Sonra kovulma tebligatını sözlü olarak yaptı. Ama sık sık bir şey söylüyordu:

“Ben senin kovulmana karşı çıktım ama patron böyle istedi. Sen patrona git, bir görün ona!”

Beni patrona gönderip aklınca küçük düşürecekti. Elbette gitmedim.

Kovulduktan sonra iki yıl herhangi bir gazetede yazmadım. Zaten Sözcü dışında “Gel bizde yaz” diyen de yoktu! Korku dağları bürümüştü.

Bu arada SÖZCÜ her gün benim Hürriyet'te çıkan eski yazılarımı yayınlıyordu. Böyle bir olay herhalde dünya basın tarihinde yoktur.

İki yılda üç kitap yazdım ve Hürriyet olayını, yaşadıklarımı, başımdan geçenleri ayrıntılarıyla anlattım.

“Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi.”

“Her Kuşun Eti Yenmez.”

“Sakıncalı Gazeteci.”

Bu kitapların toplam satışı 120 bin'e yaklaştı.

Aydın Doğan, kendisine hangi sivri zekalı akıl verdiyse, Kovulduk'u mahkemeye verdi ve 50 bin lira tazminat istedi.

Patronunun açtığı davada aleyhime tanıklık yapanlardan biri de Ertuğrul'du!

Mahkeme davayı reddetti, karar Yargıtay tarafından onanıp kesinleşti.

* * *

2007 yılının ekim ayında SÖZCÜ'de yazmaya başladım. Benden sonra Necati Doğru, Bekir Coşkun, Uğur Dündar, Saygı Öztürk, Soner Yalçın, Yılmaz Özdil geldiler.

Bizden önce Rahmi Turan ve Yekta Güngör Özden abilerimiz vardı.

Genel Yayın Yönetmeni Metin Yılmaz…

SÖZCÜ'yü elbirliği ile Türkiye'nin en güçlü, hilesi hurdası ve beleş dağıtımı olmayan en çok satan gazetesi yaptık.

Bu gazete her zaman AKP iktidarının bir numaralı boy hedefi oldu.

Şu anda iki arkadaşımız Gökmen Ulu ve Mediha Olgun, olmayan suçlar nedeniyle tutuklu.

Patronumuz, gazetecilik dışında başka hiçbir işi olmayan Burak Akbay hakkında yakalama kararı var. Yurtdışından geldiği takdirde neler olacağı belli değil!

İktidar çevreleri yakında SÖZCÜ'ye el konulacağı, gazetenin kayyuma devredileceği iddiasını ısrarla gündemde tutuyorlar.

Başımızda Demokles'in kılıcı sallandırılıyor!

Bu iktidar baskıları Aydın Doğan ve sahibinin sesi Ertuğrul Özkök'e de çok yapıldı ama onlar baş eğdiler, diz çöktüler…

Çünkü Aydın Doğan'ın bir sürü gazetecilik dışı işleri var. Teslim bayrağını çekmek zorundaydı.

Bundan tam 10 yıl önce…

Hürriyet'ten kovulduğum zaman bunu hak etmediğimi düşünüp mücadele vermiştim.

Şimdiki mutlu SÖZCÜ günlerinde ise “İyi ki kovmuşlar” diyorum.

Bu gazetede aramızda bir gün olsun fikir ayrılığı, sürtüşme, hırgür, kavga olmadı, kimse kimse hakkında konuşmadı, baskı ve sansür yaşanmadı.
T24

Hürriyet'i Şeyh Torunu Yönetecek
29 Aralık 2009

Ertuğrul Özkök'ün yerine Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği'ne getirilen Enis Berberoğlu'nu kendi ifadeleriyle tanıyalım:
Ertuğrul Özkök'ün yerine Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği koltuğuna oturacak olan Enis Berberoğlu'nun dedesinin bir Rufai ve Kadiri şeyhi olduğunu biliyor muydunuz?

Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği'nden ayrılıp yerine Enis Berberoğlu'nun getirilmesi, medya dünyasında olduğu kadar, siyaset ve bürokrasi dünyalarında da günün en çok konuşulan konusu oldu.

Hatta gazeteciler arasında "şu anda başbakan istifa etse ancak bundan daha önemli olur" diye düşünenler bile var. Elbette ki çarşı bu kadar karışınca her kafadan bir ses çıkıyor.

Bazı çevreler hemen "bu görev değişiminin altında ne komplo var acaba" diye düşünmeye başladı.

Ertuğurul Özkök'ün hükümetin dilini bir türlü öğrenemediği ve Doğan grubunu büyük bir iletişimsizliğin içine sürüklediği pek çok kesim tarafından kabul edilen bir gerçek. Ancak Özkök yerine Berberoğlu'nun tercih edilmesinde tek önemli etken bu mu bilinmiyor.

Bütün bu tartışmaların arasında Enis Berberoğlu'nun yıllar önce yazdığı bir yazıda ailesinin geçmişinden bahsettiği geldi aklımıza. Hürriyet'in yeni genel yayın yönetmeninin dedesinin bir Rufai ve Kadiri Şeyhi olduğunu biliyor muydunuz? Berberoğlu bunu 2005'te bizzat kendi açıklamıştı.

İşte 24 Nisan 2005 tarihinde Hürriyet gazetesindeki köşesinde Berberoğlu'nun yazdıkları.

Bakın o yazısında Berberoğlu, farklılıklar ve azınlıklardan endişe eden toplumu anlatırken ailesinin geçmişini nasıl anlatıyor:

"Berberoğlu (cumhuriyetten önce Berberzade) soyadının geçmişi, vakıf kayıtlarında 200 yıl geriye kadar takip edilebiliyor.

Dedem İzmir'de Rufai ve Kadiri tekkesinin şeyhiydi, babam imanlı bir sosyalist. Ablam siyasete hiç bulaşmadı, bendeniz tescilli sosyal demokratım.

Şimdi gelin bu ailenin siyasi ve dini çizgisini, soyağacı veya kan bağıyla izaha yeltenin, mümkün mü? Ama Sebatayizmin kalıtımsal hastalık gibi miras kaldığına, ailenin her ferdine bulaştığına kolayca inanıyoruz, ayıp değil mi?

Fakat daha da önemlisi, yüzde 99'u homojen bir toplumun kendine güvenine uygun davranmıyoruz, çoğunluğun yarattığı gücün ikizi olması gereken olgunluğu göstermiyoruz. Azınlıktan, daha da doğrusu farklılıktan korkuyoruz, yazık!"
Kaynak: Liberalses

Reklamı bile çekildi! Hürriyet gazetesinin yeni döneminde kadro gençleştirilecek, Oktay Ekşi gibi asırlık yazarlarla yollar ayrılacak

29 Aralık 2009 Ertuğrul Özkök'ün gidişiyle Hürriyet gazetesinde yeni yıl ile birlikte yepyeni bir sayfa açılacak ve bu sayfada pek çok isim olmayacak... Gazeteciler.com'un haberine göre; yeni Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu'nun "köşebaşı dinazorları" olarak tabir edilen yaşlı yazarlarla yollarını ayıracağı söyleniyor... Gitmesi muhtemel isimler ise şunlar: "Oktay Ekşi, Tufan Türenç Rahmi Turan, Özdemir İnce..." Hürriyet'teki yaşlıları tahliye operasyonunun önünde şimdilik sadece 'yüklü' tazminatlar sorunu bulunuyor. Bu nedenle operasyonun tazminat işi halledilene kadar biraz aksaması sözkonusu... Bu operasyon yapıldıktan sonra ise yeni ve genç yazarlar köşelerin sahibi olacak.

ANKARA'YA SÜRPRİZ İSİM OLABİLİR

Ankara büro için şu anda Metehan Demir'in ismi öne çıkıyor... Ancak kısa vadedeki çözüm olarak bu sunuluyor...
Milliyet'in satılması durumunda ise yeni bir değişikliğe gidilecek; Fikret Bila bu koltuğa oturacak...

REKLAM FİLMİ ÇEKİLDİ

Bu arada, medyatava'nın haberine göre; Hürriyet'in yeni reklam filminin çekimleri tamamlandı. Dün ilk kez Hürriyet binasında gösterilen filmde Zuhal Olcay ve Nil Karaibrahimgil rol alıyor. İki sanatçı reklamda çeşitli toplumsal olayların içinde yer alıyor. Reklam filmi Enis Berberoğlu'nun genel yayın yönetmenliğine başlayacağı 2 Ocak'tan itibaren televizyonlarda yayınlanmaya başlayacak. netgazete

Cemaat-Hürriyet Savaşı
31 Aralık 2009

Hedefte 'tetikçi!' Özdil, '28 Şubat'çı' Ekşi Var... Berberoğlu'nun Ömrü de Uzun Değil Gibi!...

Müyesser YILDIZ'ın Haberi

Önce Ertuğrul Özkök, sonra Aydın Doğan’ın gidişi, aslında buzdağının sadece görünen yüzü. Hürriyet’teki depremin tek sebebi, Erdoğan-Doğan kavgası değil. En az bunun kadar, hatta bundan daha önemli olan Fethullah Gülen’in Hürriyet’le tarihi hesabı. O meşhur kaset patladığında, “Devlette Fethullah Şoku” başlığını atan Hürriyet, Gülen’in savunmaları için, “Benim kanaatim, verilen cevapların inandırıcı olmadığı yolunda” diyen Özkök, hem nalına, hem mıhına vuran da Berberoğlu’ydu.

Ve Gülen’in dostu Hüseyin Gülerce ay başında son işaret fişeğini çaktı. Yılmaz Özdil’i yerden yere vuran, Gülerce, “Peki böyle birini allayıp, pullayan, üçüncü sayfa güzeli diye takdim eden kim? O da Ertuğrul Özkök... Nereden buluyor bu ‘tetikçileri’?... Demokratikleşme dalgaları bütün payandaları sarsarken, onların da ayakta kalamayacağı görülecektir” dedi. Gülerce, operasyondan sonra da, Özkök’ün sadece bir sembol olduğunu, “rejimin basını”nın sahneden indiğini yazarak, Hürriyet savaşının ne kadar derin ve geniş boyutlu olduğunu ortaya koydu. Gülerce’nin, “Aydın Doğan ve ailesi, eğer ne demek istediğimizi anlıyorsa, Hürriyet, Enis Berberoğlu yönetiminde demokratikleşme adına büyük bir hizmet verebilir. Değilse, bu değişiklik, durumu kurtarma adına yapılmışsa herkes görecektir ki, boşa bir hamledir” sözleri de, Hürriyet’in “çarmıha gerilmeye” devam edeceğini gösterdi.

Ne zamana kadar? Galiba, Fethullah Gülen’in, “hükümete karşı hesaplarda öne fırladığı” için takdirle andığı, “Taraf, Bugün ve Vakit gibi gazetelere” benzeyene kadar.

Hürriyet ve Aydın Doğan’ı sarsan tek faktörün hep Başbakan Erdoğan olduğu zannedildi. Doğru, Erdoğan, “Doğan grubu gazetelerinizi evinize sokmayın, boykot edin” çağrısı yaptı. CHP’yle ittifak yaptığını iddia etti, sık sık “meyveyi olgunlaştığında koparacakları” mesajı verdi.

Doğan ve medya grubu, Erdoğan’ın “gönlünü kazanmak” için neler yapmadı ki… Kandil’deki teröristleri, “gitar çalan gençler” haline getirdi. Tüm “açılımlara” can-ı gönülden destek verdi. İstenmeyen isimleri teker teker gönderdi. Gülen’in prenslerinden Eyüp Can’ı yönetimin tepesine oturttu. Manşetlerin viteslerini tamamen düşürdü. Araya kimler sokulması gerekiyorsa, onları soktu. Halis Toprak’ın değerli mülkleri, yok pahasına satılırken bile, 17’lik evliliğini dile dolayıp, “kart zampara” imajıyla diğer yapılanları gözden kaçırdı. Ama olmadı. Son çare Köşk’e sırtını dayamaya yeltendi. Hadi Doğan bilmez diyelim, Özkök de mi, hedef ele geçirilene kadar Gül-Erdoğan’ın işbirliği yaptığını, iş tamamlandıktan sonra kendi hesaplaşmalarına girdiklerini anlamamıştı? Erdoğan’ın bitmez-tükenmez öfkesinin sebebi malûm; Siyasi yasak geldiğinde, “Artık Muhtar Bile Olamaz” manşeti!... Erdoğan, “her şey olduğunu, olabileceğini” ispatladı, ispatlıyor.

Hoca’nın Da Hesabı Var

Ancak Hürriyet’le asıl hesabı olan galiba Fethullah Gülen ve yakın çevresi… Bunu anlamak için biraz geriye, Gülen’in o meşhur kasedinin patladığı tarihe gitmemiz gerekiyor. Hürriyet o kaset üzerine, “Devlette Fethullah Şoku” manşetini attı.

Ertuğrul Özkök kaseti patlak verdiğinde hemen, “Benim kanaatim, verilen cevapların inandırıcı olmadığı yolunda. Çünkü kasette yer alan ifadeler o kadar net ki, bunlara ikna edici açıklama yapmak da o kadar zor ki... Kasette kullanılan ifadeler, gerçekten tüylerimizi diken diken edecek bir üslup ve içeriğe sahiptir. Bu olay, dinin siyasetin dışına çıkarılamamasının Türkiye’ye maliyetinin ne kadar ağır olduğunu bir kere daha gösterdi. Allah’ın ne siyasete, ne de siyasi partiye ihtiyacı vardır. O nedenle Gülen olayı, yargı tarafından ciddi bir şekilde ele alınmalı. Devlet içinde böyle bir örgütlenme varsa mutlaka çökertilmeli” diye yazdı.

O süreçte Enis Berberoğlu’nun duruşu da dikkat çekiciydi. Sık sık Hoca’yı anlattı, kâh nalına, kâh mıhına vurdu. Mesela 31 Mart 1998’de şöyle dedi:

“Fethullah Gülen, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Körfez Savaşı’nın ardından tek kutuplu hale gelen dünyada ABD tarafından kurulan ‘‘Yeni Düzen’’in siyasi ürünüdür. Türkiye açısından günahı ve sevabı bu çerçevede ele alınmalıdır. Sizce ‘‘Yeni Düzen’’ Türkiye’ye yaradı mı? Karar sizin...”

Berberoğlu, 2 Nisan 1998’de de şunları yazdı:

“Fethullah Gülen’i yaratan dış dinamik belli; ABD’nin Orta Asya ve Balkanlar’daki Müslüman nüfusa, ‘‘laik ve demokrat İslami model’’ yaratma hayali... Gülen’i Türkiye’de muhatap sayan, teşvikle destekleyen merkez sağ siyasilerin niyetleri de ortada: Din bezirgânlığı ile oy toplama... Gülen'i tartışırken, doğumuna ebelik edenleri unutmayın.”

Berberoğlu’nun, kasetin patlaması üzerine yazdıkları ise unutulacak gibi değil. Şöyle dedi:

“Daha düne kadar pek muhterem Hoca’fendinin elini öpüp, Orta Asya’da iş kapmaya çalışan, beş yıldızlı otellerdeki iftarlarda takke takanlar, Fethullah Gülen’in asıl niyetini yeni mi anladılar?... Fethullah Gülen dün neyse, kasetten sonra da o... Gülen’i takıyye ile suçlamak mümkün. Ama bu ülkede takıyyenin çok yüzü var.”

Son bir örnek… Berberoğlu 23 Haziran 1999’da ise, şu ilginç görüşleri savundu:

“Anlaşılıyor ki, Fethullah Gülen de, adli ve mülki örgütlere sızma hedefi, şaibeli mali kaynakları yüzünden ‘devleti ele geçirmek isteyen düşman’ sıfatıyla MGK’da sanık sandalyesine oturtuldu... Yarın Fethullah Gülen’in aynı kurula, başbakan veya ilgili bakan olarak katılmayacağının garantisi de yok...”

Gülerce’nin Belirlediği Vade

Başbakan Erdoğan’ın söylediği “meyvenin olgunlaşması” galiba Gülen’in “yakın dostu” Hüseyin Gülerce’nin bu ayın 4’ünde yazdıklarıyla tamamlandı diyebiliriz. “Köşe yazarları az yazsın” çıkışı üzerine eleştiri yağmuruna tutulan Erdoğan’ı savunan Gülerce, burada “hakaret eden, aşağılayan, kaba, terbiye yoksunu kalemlerin” kast edildiğini belirtti. Hemen peşinden Yılmaz Özdil’i örnek gösterip, “Pekiyi böyle birinin yazısını Hürriyet gazetesine koyan, onu allayıp pullayan, üçüncü sayfa güzeli diye takdim eden kim? O da Ertuğrul Özkök... Nereden buluyor bu ‘tetikçileri’?” diyerek, Özkök’e yüklendi. Ardından da, Türkiye’de basının askeri vesayet rejiminin en önemli payandası olduğunu öne sürüp, “Demokratikleşme dalgaları bütün payandaları sarsarken, onların da ayakta kalamayacağı görülecektir” kehanetinde bulundu.

Seferberlik Kurulu’na operasyon düzenlenirken, eş zamanlı Hürriyet operasyonun gerçekleşmesi Gülerce’nin bu kehanetini tamamlamıyor mu?

Gülerce, bugün Hürriyet operasyonundan duyduğu memnuniyeti gizleme gereği duymadığı gibi, Aydın Doğan ve Berberoğlu’na bazı yeni uyarılarda da bulundu. Özkök’ün gidişini, “Türkiye’nin basın tarihinde bir kilometre taşı” diye nitelendiren Gülerce, Hürriyet’in “derin devlet”in, “derin gazetesi” olduğunu öne sürüp, “Veda eden Özkök değil. Rejimin basını sahneden iniyor” tespitini yaptı. Bu arada yine Özdil’i beraberinde “28 Şubat’çı” Oktay Ekşi’yi hedef gösterip, şu uyarıları yaptı:

“Aydın Doğan ve ailesi, eğer ne demek istediğimizi anlıyorsa, Hürriyet, Enis Berberoğlu yönetiminde demokratikleşme adına büyük bir hizmet verebilir. Değilse, bu değişiklik, durumu kurtarma adına yapılmışsa herkes görecektir ki, boşa bir hamledir.”

Peki Gülerce’nin, “Gidişata ayak uyduramadılar… Hürriyet, demokratikleşme adına büyük hizmetler verebilir” sözleri ne anlama geliyor?

Fethullah Gülen, bu yılın başında Ahmet Taşgetiren ve Mahmut Övür’le yaptığı sohbette “Ergenekon”u değerlendirirken, şöyle demişti:

“Bu işin içinde bir ‘GATA’kulli var.’ Hükümete karşı da bazı hesaplar seziliyor. Bunlar iyi şeyler değil…Bu mücadelede henüz istenen noktaya gelinmedi. Bunların üzerinden zırhları yırtılamadı. Fakat bazı gelişmeler de var. Taraf, Bugün ve Vakit gibi bazı gazetelerde yüklenmeler oluyor…”

İstenen Hürriyet’in, “Zaman, Taraf, Bugün ve Vakit”leşmesi midir? Bekleyip, göreceğiz. Ancak bugüne kadar uygulanan yöntemler göstermiştir ki, “sistemin adamları”ndan, “tehlike geçene” kadar yararlanılıyor, ondan sonra emanet gerçek “ehline” teslim ediliyor. Buradan hareketle de Berberoğlu’nun, Hürriyet’i istenen kalıplara oturtsa bile “geçici” olduğunu, eninde sonunda Fehmi Koru senaryosunun gerçekleşeceğini söyleyebiliriz.
avaztürk

Ertuğrul Bey'ciğim ne hale gelmiş!
Salih Tuna

Daha dün denilebilecek kadar kısa süre önce “Başbakan'ın elinden tutmalıyız…” yollu şefaat gösterilerinde bulunan o “azametli” adam gitmiş, ellerini nereye koyacağını bilemeyen bir “aciz” gelmişti.

Ertuğrul Bey'ciğimi dün Kanal 24'te, “Günün Manşeti” programında görünce edindiğim ilk intiba bu oldu.

Gerçekten de ellerini nereye koyacağını bilmiyordu; kah koynunda, kah masada, kah birbirine kenetlenmiş vaziyetteydi.

“Burası neresi, nerdeyim ben?..” şaşkınlığından “Buraya gelmekle iyi mi ettim kötü mü; prestij mi kazandım karizmam mı çizildi?..” kuşkuculuğuna kadar enva-i çeşit “gelgitler” yaşıyordu.

Bana öyle gelmiş de olabilir.

Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey var ki: huzursuzdu!

Eliyle havada manşet işareti çiziyor, kaşlarını çatıyor, gülüyor (daha doğrusu dişlerini gösteriyor) ikide bir ağzının kıvrımını siliyor, burnunu kaşıyor; konuşmadığı anlarda da düşünüyormuş gibi yapıyordu.

Hulasa, o kadar rahat görünmeye gayret ediyordu ki; rahatlıkla “rahatsız” diyebilirdiniz ona.

Eski havasından eser kalmamıştı.

Konyalı hasta bir çocuğun testisleri üzerinden “Tesettür faciası” kotaran mütehakkim üslubu kaybolmuş, estek köstek cinsinden bir “gevşekliğe” gark olmuştu.

Kapatılma davasına karşı öne sürdüğü argümanlar arasında AK Parti'nin aldığı oy oranını da sayan Olli Rehn'e, “Yüzde 47 putperesti…” diyerek fırça atan Ertuğrul Bey'ciğim nasıl bu hale gelmişti?

Bu adam mıydı “411 el kaosa kalktı” manşetini atan?

Çok değişmişti, çok…

Gerçi, Danıştay cinayetini konu alan “Cumhuriyet'in 11 Eylül'ü” başlıklı yazısı hatırlatıldığında bir an için kendine geliyormuş gibi oldu.

“Yine aynı görüşteyim…” mealinde bir şeyler geveledi. Lakin çok geçmeden “aynı görüşte” olmadığını da ortaya koydu.

Günahını almak istemem, ama, bana sorarsanız “belirli” bir görüşü de yok.

Mesela…

Bütün darbelere karşı çıktığını söyledikten hemen sonra, 12 Eylül darbesinin canını kurtardığını tatlı tatlı anlattı.

Bu nedenle 12 Eylül'ü desteklediğini ifade etti.

Sonra da, 12 Eylül'ü kıyasıya eleştiren “Arayış” dergisini Ecevit'le birlikte çıkardığını gönenerek dile getirdi.

Ertuğrul Bey'ciğimin “yılanın belini kıran” tarzını bilmeseydim, desteklediği darbeye aynı zamanda nasıl karşı çıktığını anlayamazdım.

Hoş, hâlâ anlayabilmiş değilim.

Benim anlayabildiğim: her duruma müsait tavır alabilme yeteneği.

Gelgelelim bu yeteneğini aynı gün, dahası, aynı konuşmada sergilemesi bana biraz tuhaf geldi.

Zira hiç böyle yapmazdı.

Bu tarz “kıvraklıklarını” zamana yayar, vaziyeti idare ederdi. Böyle kabak gibi “kıvraklaşmazdı.”

Demem o ki; Ertuğrul Bey'ciğimin “belirli” bir görüşü yok. Hatta fakire sorarsanız, “belirsiz” bir görüşü de yok!

Şu sıralar “demokrat” takılıyor ya, “haliyet-i ruhiye” bakımından “darbeseviciliğe” en yakın olduğu anları yaşıyor olabilir. Bilemeyiz.

Bir de, oldukça yaşlanmış!

Haydi yaşlanmış demeyeyim de, örselenmiş diyeyim.

En son yaklaşık bir sene önce NTV'de seyretmiştim onu.

Tamam, yine saçmalıyordu, ama, ne bu kadar “yıpranmış” ne de bu kadar ezik büzüktü.

Üzüldüm tabii.

Hatta kendime kızdım:

Polemik malzemesi yaptığım, takıldığım, eğlendiğim adam bu muydu?

YENİŞAFAK

Hürriyet gazetesi satılıyor

30 Ekim 2009 Haberturk'ün iddiasına göre, Doğan Grubu medya kuruluşlarını iki paket halinde satışa çıkarıyor. İşte ilginç haberin ayrıntıları... İştiraklerinin tamamını satmak ya da ortaklar almak için çalışma başlattığını 24 Ekim'de borsaya gönderdiği açıklama ile duyuran Doğan Medya Grubu'nun satış için görüşmelere başladığı öğrenildi.
Edinilen bilgiye göre, Doğan Grubu medya varlıklarını iki ayrı paket halinde satacak.
İlk pakette; Milliyet Gazetesi, Vatan Gazetesi, Radikal Gazetesi ve Star Televizyonu var.
İkinci pakette ise Hürriyet Gazetesi ile Kanal D yer alıyor.

netgazete

Hocaefendi'nin Prensleri Aydın Doğan'ı Kurtaramadı
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
13.09.2009

Doğan Yayın Holding’e kesilen muazzam vergi cezası, bugünlerde medyadaki züğürtlerin çenesini acayip yoruyor. Çenesini yormayanların başında –züğürt olmadığı için olsa gerek- her zamanki gibi Hürriyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök geldi.. Cezanın açıklandığı gün, umreye gittiği için içkiyi bırakıp bırakmayacağına dair bir yazı yazan Özkök, ertesi gün olaydan hiç bahsetmemenin biraz tuhaf kaçacağını düşünmüş olmalı ki açıkça “Batabiliriz” mesajı veren başka bir yazı kaleme aldı.

Peki, Aydın Doğan’a “Efendim, Tayyip Bey aldı başını gidiyor. Ne CHP, ne MHP, ne de TSK artık onu durduramaz. Kasımpaşalı’yı frenleyebilecek iki odak var. Biri Utah’taki, diğeri Çankaya’daki…Gelin biz Tayyip’in şerrinden Hocaefendi’ye sığınalım” aklını veren kim?

Tabii ki Ertuğrul Özkök…

Nasıl sığınılacaktı Hocaeefendi’nin himayesine?

“Aracılar” vasıtasıyla…

Kimdi o aracılar?

Kim olacak, jöleli Eyüp ile Akif…

Jöleli için, “Aydın Bey, bu çocukta istikbâl var. Hem Hocaefendi ile arası çok iyi, biliyorsunuz yeni trend cemaatçilik. Gelin biz bu yetenekli arkadaşı yazarlarımız arasına katalım” diyen kim?

Şarapsever Ertuğrul…

Aydın Bey’in “Yahu kimdir bu çocuk, tanımam etmem” şeklindeki yaklaşımı üzerine Eyüp Can’ın Zaman’dan Hürriyet’e devşirilmesi tehlikeye girmesin diye Doğan’ın kızlarına Jöleli için kulis yapan kimdir?

Yine Şarapsever Ertuğrul…

Şarapsever’in gazına gelen kızlar, Aydın Bey’e gidip “Baba, biz bu Eyüpcan’ı çok sevdik, n’ooolur alalım onu” diye şirinlik yaparak babalarının kalbini yumuşatmışlar mıdır?

Yumuşatmışlardır.

Peki, işler karışmaya ve grup üzerindeki baskılar artmaya başlayınca, gemiyi Utah limanına yanaştırma politikasının mimarı Şarapsever Ertuğrul ne yapmıştır?

Eyüp Can’ı gazetede üst düzey yetkili konumuna getirmiş, “Bir de takviye yapmak lazım” diyerek o günlerde Başbakan tarafından azarlanmaktan ve getir götür işlerine koşturulmaktan depresyona girmiş olan Akif’i Radikal gazetesine yamamıştır…

Başbakan’dan şamar yedikçe Başbakanlık muhabiri döven Akif’in tek marifeti, “Ne güzel azarlandın Akif” dedirtecek hareketler değildir.

Kendileri, ABD’de Kanal-7 temsilcisiyken, “Ülkenin gezilip görülecek yerleri” kapsamında Türkiye’den gelenleri Hocaefendi ile buluşturma görevini de üstlenmişlerdir.

Örneğin, bugün Ergenekon davasının sanıklarından olan eski AKP ve Genç Parti milletvekili Emin Şirin, vaktinde ABD’de Hocaefendi ile Akif’in aracılığı sayesinde bir araya gelebilmiştir. Bu ziyaretler sırasında Akif, gözleri yere dikili ve bacakları dizden bitişik şekilde oturmakta, Hocaefendi izin vermedikçe söze karışamamaktadır. Gelenlere gül suyu dökme işini yaptığı da söylenmiştir ama ben bunun tezvirat olduğunu düşünenlerdenim…

Şarapsever'in strateji dehâsına göre bu ikisi, Edi ile Büdü gibi, Aydın Bey’in başı sıkıştıkça Hocaefendi’ye koşup lojistik ve manevi destek alacaklar, böylece Tayyip Bey’in kontrolsüz öfkesine set vurulacaktı.

Bu dahiyâne planın bir diğer “yandan çarklısı” da hürriyet.com.tr'nin başına getirilen Fatih Çekirge olup, kendisi Doğan Medya’nın Çankaya şubesi olarak vazife yapmaktadır.

Hürriyet’in internet sitesinde Abdullah Gül ile ilgili haberlerin altına eleştirel yorum bile alınmamaktadır. Bu arkadaşın, Star gazetesindeki meşhur “Hikmetyar’la dizdize” manşetinin mimarı olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır? Tayyip Bey’in tüylerini diken diken eden bu şahsın, Abdullah Bey tarafından baş tacı edilmesi belki de sadece tesadüften ibarettir; kim bilir?

Gelinen noktada Aydın Bey, TÜSİAD’ı ve Koç Grubu’nu bile lâl eden büyük bir vergi cezasıyla karşı karşıya kalmıştır, Şarapsever'in planı çökmüş, “Hocaefendi’nin prensleri” ünvanıyla makam, mevki, para sahibi yapılanlar çürük çıkmıştır.

Bu ikisi ya Hocaefendi nezdinde itibarları olmayıp Aydın Bey’e kakalanmışlar, ya da Şarapsever'in planının tam tersine (Belki Şarapçı’yı da aralarıan alarak) karşı casusluk faaliyetinde bulunmuşlardır.

Kısacası, Aydın Doğan kandırılmış, Jöleli’nin karısının zorlama kitaplarına ödenen trilyonluk telifler başta olmak üzere bir sürü avanta da sokağa atılmıştır.

Şimdi ne yapıyorlar?

Hiç. Şarapsever, “Valla batacak gibi görünüyoruz” şeklinde ortadan felaket tellallığı yapan yazılar döşeniyor.

Jöleli, kendini “gazeteciliğe” verdi. Doğan Medya Grubu hakkında 3.755 milyar TL ceza öngören rapor ile Citibank’a verilen cezanın raporunu aynı kişinin yazdığını ortaya çıkıp müthiş bir gazetecilik yaptı!

Kardeşim, seni “gazetecilik” yapasın diye mi oraya getirdiler?

“Akif ne yapıyor “ diye soracak olursanız, kendisi “Medya grubunun Aydın Doğan sonrası yeniden yapılandırılması konusunda kafa yoruyor.

Geçenlerde “Medya Efendilerinin Raconu” diye bir yazı yazarak,

“Bedelini Aydın Doğan’ın ödeyeceği bir kavgayı başlatma, büyütme, sürdürme hakkı kimindir?” sorusunu gündeme getirdi.

“Efeyi efe yapan, kızanlarıdır. Kolpacı çakalların düşmanlığı değil, dostluğu bozar efeyi.
Etrafında toplandıkları gün, efenin kirlenmeye başladığı gündür.Efelerin değişmez yasasıdır.

Töreye, racona karşı gelinmez.O töre der ki; tuzak kurmayacaksın, pusu atmayacaksın... Arkadan hançerlemeyecek, kiralık katil tutmayacaksın.Talihsiz efelerin akıbeti, çakal-meşrep kızanların eline düşmektir.O tarz kızanların talihsizliği de, bir gün efelerinin tepesinin atacak olmasıdır.Benden söylemesi” dedi…

Söyledikleri de doğru hani..

“Kolpacı çakal” lafından bir tek Ahmet Hakan alındı nedense..

Allah geçinden versin ama bu olaylar Aydın Bey’in yaşlı kalbini yorabilir. “Godfather”ın lokması döküldükten sonra “Utah’a yanaşalım” siyasetinin sorumlularından ve arabayı duvara toslatanlardan kim hesap soracak dersiniz?

Cevheri GÜVEN
Ertuğrul Özkök bugün Başbakan Erdoğan’a yönelik kritik bir yazı kaleme aldı.

Yazının merkezinde ikinci bir hedef daha var...

Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz günlerde Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın eline yurt dışı kaynaklı ve AKP’ye kapatma davası açabilecek bir belge ulaştığını, Fatih Altaylı yazmıştı.

Bu haberin ardından Yalçınkaya’nın Deniz Feneri dosyasını mahkemeden istediği ve içinde AKP’ye para aktarımıyla ilgili belge aradığı yazıldı. NTV haberi “Yalçınkaya AKP’ye kapatma davası açabilecek” anonsuyla gün boyu döndürdü…

Bu altyapının üstüne bugün Ertuğrul Özkök şifrelerle dolu bir yazı kaleme aldı.

Özkök, İngiltere’de patlayan milletvekillerinin şahsi harcamalarını Meclis’e ödetmeleri skandalı üzerinden vurgular yapıyor:

“Geçtiğimiz günlerde, eski bir askeri istihbarat elemanı benimle özel konuşmak istediğini bildirdi. ‘Elimde çok önemli bazı bilgiler var’ dedi. Elinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde iktidar milletvekillerinin yaptıkları özel harcamalarla ilgili belgeler vardı. Bazı milletvekilleri yaptıkları özel harcamaları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ödetmişler. Bütün belgeler sağlam. Eski istihbaratçı bu bilgileri size satmak istiyor. Şimdi kendinizi benim yerime koyun. Hürriyet’in genel yayın yönetmenisiniz. Bu bilgiler önünüze gelmiş. Parayı verip alır mısınız? Yoksa, ‘Şimdi başıma iş açmayayım’ diye mi düşünürsünüz? Para verip bilgi almak ilkelerimize uygun değil. Ama önümdeki olay da gazetecilik açısından çok büyük. Bir yanda ilkeler, bir yanda büyük bir gazetecilik olayı ve kamu menfaati. Galiba, şöyle yapardım. Önce bu bilgileri parasız almaya çalışırdım. Olmazsa, pazarlığa girişirdim. Peki, bunu yayınlayabilir miydim? Yani iktidar partisini ve onun çok sayıda milletvekilini karşıma alabilir miydim? Hiç şüphesiz yapardım.”

Özkök yazısının başında bahsettiği bu olayın “hayali” olduğunu belirtiyor. Yanına böyle bir askeri istihbarat elemanı gelmemiş, Özkök de para ödememiş.

Ancak yazı öyle bir dizilişte ki; elinde AKP hakkında belge bulunanlara “getirin pazarlık edelim parasını veririz” çağrısı yapıyor adeta.

Bu Özkök’ün yazısının birinci boyutuydu. Bir de ikinci boyutu var:

Özkök yazısındaki yukarıdaki satırların bir şifre içerdiğini de aslında “Şimdi şifreleri bir yana bırakıp, gerçekleri konuşalım.” cümlesiyle itiraf ediyor. Ardından da “AKP’li milletvekilleri rahat etsin. Önüme böyle bir dosya gelmedi.” diyor.

Ancak İngiltere’de Daily Telegraph gazetesinin genel yayın yönetmeninin önüne böyle bir dosya gelmiş ve yayınlamaya başlamıştı. Sonrasında da 14 milletvekili ve 4 bakanı istifa ettiren süreç başlamıştı.

Özkök yazısını bu noktada kendilerine kesilen 1 Milyar TL’lik vergi cezasına getiriyor. Zihinlere bu cezayla ilgili çengeli attıktan sonra asıl vurgusuna geliyor:

“Demek ki Allah beni koruyor ve önüme milletvekilleri ve bakanlarla ilgili böyle belgeler gelmiyor. Gelse, elimden bir kaza çıkacak ve yayınlayacağım. Sonra, fatura Aydın Bey’e ve şirketlerimize kesilecek. Bir Deniz Feneri yazdık, hayatımız karartıldı. Maazallah Deniz Feneri bazı iktidar milletvekillerine, siyasetçilere uzanıp, biz de yazmak zorunda kalırsak. Allah yazdıysa bozsun...”

Allah yazdı mı, yazdıysa bozar mı bilinmez… Ancak Özkök’ün yazısındaki bam teli bu paragraftaki “Maazallah Deniz Feneri bazı iktidar milletvekillerine, siyasetçilere uzanıp, biz de yazmak zorunda kalırsak.” cümlesinde…

Aslında “yazmak zorunda bırakmayın” diyen Özkök, burada ya AKP’ye 2. Kapatma Davası açtıracak bu belgenin ellerinde olduğunu ima ediyor ya da elinde bu belge olan varsa “göndersin” mesajını iletiyor. Zaten para ödeme konusundaki “açık kapısını” yazısının başında belirtmişti.

Girişteki istihbarat subayı vurgusu da ayrı konu tabi...

Son dönemin adrese teslim en çarpıcı yazısıydı bu, nefes almadan okuttu kendini...

04 Haziran 2009 Perşembe
aktifhaber

20 yıldır Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapan Ertuğrul Özkök gönderiliyor, yerine, Zaman Gazetesi eski röportaj yazarı Eyüp Can geliyor

24 Mayıs 2009 - Gazete Habertürk, bugün çok ilginç bir haber yaptı. Gazete, 20 yıldır Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği yapan Ertuğrul Özkök'ün gönderilebileceğini yazdı; kaynak olarak da Hürriyet'in koridorlarını gösterdi. Özkök'ün 1990 yılından beri genel yayın yönetmenliği yaptığını hatırlatan gazete, Hürriyet'i yönetecek yeni isim için Referans gazetesinin genç genel yayın yönetmeni Eyüp Can'ın ismini verdi. "Günün adamı" bölümünde Özkök'ün hayatını, hayallerini ve gazetecilik yıllarının yer aldığı Habertürk, Eyüp Can'ın da genç yaştaki hızlı yükselişine dikkat çekti. Eyüp Can, 21 yaşında iken yazılara başladığı Zaman Gazetesi'nde Yayın Danışmanı oldu. Can'ın, Fethullah Gülen ile Ufuk Turu adlı bir de kitabı var. Zaman Gazetesi röportaj yazarı da olan Can'ın, farklı konularda ünlü kişilerle röportajları yayınlandı. netgazete


Ertuğrul Özkök extension
Atılgan Bayar

20 yıldır Hürriyet'i yöneten Ertuğrul Özkök'ün başarısının kendisine mi ait olduğunu, yoksa Hürriyet markasının gücünün mü Ertuğrul Özkök'ü 20 yıldır o koltukta tuttuğunu bilemiyoruz.

Çünkü Ertuğrul Özkök, Hürriyet'ten başka bir gazetede denenmedi.
Başarılı olur muydu? Bilmiyoruz. Hürriyet, Ertuğrul Özkök'süz daha iyi, tiraj kaybetmeyen bir gazete olur muydu? Onu da bilmiyoruz.
Ama medya dünyasının çok iyi bildiği bir şey var.
Özkök, Hürriyet'in marka konumunu, kendi kişisel iktidarını kuvvetlendirebilecek şekilde çok iyi kullanabiliyor.
Bugün hemen her gazete ve televizyonda Ertuğrul Özkök uzantıları var.
Bir gün, Hürriyet'te köşe veya makam sahibi olma ihtimalini hayal etmelerine izin verilerek iğfal edilmiş gazeteciler bunlar. Kendi çalıştıkları şirketlerde, birer Ertuğrul Özkök gibi davranıyorlar ve Ertuğrul Özkök'ün öncelikleri onların da önceliği haline geliyor.
Aralarında sabahları kendi yayın yönetmeniyle değil, Ertuğrul Özkök ile telefonda konuştuğunu övünerek yazanlardan, şarap merakına kadar bire bir onu taklit edenlere kadar farklı çeşitleri mevcut.
Bir düşünün, Pepsi Cola'nın bazı üst ve orta düzey yönetici ve temsil yüzleri sabahlara Coca Cola CEO'suyla konuşarak, onun gündemini dinleyerek başlıyor...

Türk medya düzeni uzun yıllardır böyle çalıştı.
Ertuğrul Özkök, sadece kendi gazetesini değil, başka patronajların gazete ve televizyonlarını da yönetti.
Şimdi medyada gelişini taciz atışlarıyla duyuran şiddetli savaş sürecinin sonunda Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'in başından ayrılmak zorunda kalacağı telaffuz ediliyor.
Ben bu iddiaya tamamen katılmıyorum. Bir gündem içinde üç beş ayrı ajandayı birden yürütebilen Ertuğrul Özkök düzeyindeki bir zekanın büyük kayıplar veya tavizler de verse oyundan çok kolay çekileceğine ihtimal vermiyorum.
Ama, en azından, Türkiye'yi yönetmek iddiasından kendi gazetesini yönetmeye ricat edeceği kesindir.
Olan, medyaya yayılmış 'Ertuğrul Özkök uzantıları'na olacak.
Kendi konumlarını kaybettikleri zaman, Hürriyet'te bir yer bulamamış olmalarını şaşkınlıkla karşılayacak ve aslında Özkök'ün onlara hiçbir vaatte bulunmadığını, sadece 'nazik davrandığını' idrak edecekler.
Oysa, medyanın yakın geçmişine biraz baksalardı...
Akşam

Özkök'ün yalanı
12 09 2008
Hürriyet'ten Ertuğrul Özkök, hiçbir iktidarla pazarlık yapmadıklarını açıklarken önceki bakanlardan Güneş Taner'le yaptığı telefon kayıtları onu böyle yalanladı.
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök bugün NTV'de canlı yayına katılarak Başbakan Erdoğan ile Aydın Doğan grubu arasındaki iddialara cevap verdi. Özök, açıklamalarında Doğan Grubu olarak iktidara işlerini halletmek için baskı yaptıkları iddialarına tepki göstererek "Bunu biz yapmıyoruz ama başkalarının yaptığını çok iyi biliyorum dedi.

Oysa Ertuğrul Özkök'ün Mesut Yılmaz'ın Başbakan olduğu 1998 yılında dönemin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner ile yaptığı bir telefon gönüşmesi uzun süre medyanın gündemine oturmuştu. Bu görüşmede Özkök, Doğan Grubu'nun kuracağı karton fabrikası için dönemin başbakanından teşvik teşvik istediği ve teşvik almak için de neler yaptıklarını ortaya koyuyordu.

Ekonomiden sorumlu devlet bakanı Güneş Taner’le “işadamı” Ertuğrul Özkök’ün 22 Ekim 1998’de gerçekleştirdikleri telefon görüşmesinin tam metni:

Özkök: Sen şeyde mi, şeyden mi dinliyorsun beni açıktan mı?
Taner: Hı, tabii alayım. Ha şimdi söyle.
Özkök: Ya şimdi Güneş biz biliyorsun bir tane karton fabrikası
kuruyoruz Kocaeli’nde, ondan sonra ee.. size bir teşvik başvurumuz var.
Taner: Tamam.
Özkök: 50 milyon dolara kadar teşvik veriyorsunuz, şey pardon 50 milyon dolar en az olacak. Bizimki 130 milyon dolarlık falan bir teşvik...
Taner: Eee, veririz.
Özkök: Senin masanda duruyormuş bu.
Taner: Yoo, daha bana gelmedi.
Özkök: Gelmiş sana, öyle dediler bana.
Taner: Dur bakayım bana gelmedi ama şimdi sordururuz söyle bakim isim ver.
Özkök: Meyta.
Taner: Meyta mı?
Özkök: Meyta galiba, evet Meyta mı Meyfa mı öyle bir şey karton fabrikası.
Taner: Bana teşvik uygulama genel müdürünü bağlar mısın? Ha sen söyle bana ben öbür. telefonla istettim.
Özkök: Bir sor bakalım bir öğren yahu?
Taner: Ben şimdi öğreneyim de ne olduğunu durumun.
Taner: Dur bir dakka... Alo ya bir şey sorucam sana, bu şeyle ilgili bir teşvik bizde bekliyor mu? Meyta diye karton fabrikası... Korkmaz Yiğit mi, hayır Milliyet grubunun değil ya, bu şeyin Meyta da bu şeyin Aydın Doğan’ın tamam...
Taner: Bu nedir tık tık sesleri benim söylediklerimi teybe mi
kaydediyorsun?
Özkök: Bu benim şey ya şey telefonla konuşuyorum ben hayatımda hiç kimseyi banda almadım kimseye yapmadım, sana mı yapacağım. Afitap bak bakan şüpheleniyor banda alıyorum diye. Herkes kasete aldığı için bunu başka telefona aktarabilir misin...
....
Taner: Dışarıda eğer sıkıntımız olmasa ben içeride şeyi temizleyeceğim. Yani benim sıkıntım dışarıdan kaynaklanıyor. Dışarıdan alamadığım için şey yapıyorum. Bir tarafta onlar, bir tarafta seçim, bir tarafta şey Türk Ticaret Bankası, nedir ulan bu başımıza gelenler.
Özkök: Hakikaten ya bu Türk Ticaret Bankası olayı... Bu gazete.. yine biz şey yapıyor bir tarafa.
Taner: Hı...
Özkök: Yazıyoruz abicim.
Taner: Yazmanız lazım çünkü yarın siz de çok zor durumda kalırsınız ya.
Özkök: Evet.
Taner: Mehmet Emin’le görüşmüş seninki.
Özkök: Evet görüştü, görüştü.
Taner: Ondan sonra tekrar görüşecekler herhalde.
Özkök: Onun havası ne?
Taner: Ben şey yaptım ona dedim ki yahu yap bu işi...
....
Özkök: Doğru, doğru. Peki yahu Güneş, verin artık bunu satış falan verin bunu ya.
Taner: Ya vericez de şimdi devletin yani şimdi.
Özkök: Abi, devlet ilk defa mı kağıt verecek Allah aşkına yapmayın bu yahu.
Taner: Ya mesele o değil, bütün mesele şimdi sorumluluk meselesi var. Kimin ne sorumluluğu, şimdi bunun içersinde bunun ne kadarı bana ait, ne kadarı başbakanın sorumluluğunda belli değil ki. Yani şimdi ben kalkıp da emniyetin çok gizli diye Merkez Bankası’na yazdığı ve Merkez Bankası Başkanı’nın bana göstermediği dokümanı ben nasıl vereyim ki.
Özkök: Ne olacak abicim, sen kendini koruyacaksın ya...
Taner: Hayır, ne olacak değil, yani yahu tamam ben kendimi
koruyacağım ama bir de devletin şeyi var yahu çalışma yöntemi var, boku var, püsürü var ya.
Taner: Şimdi biz biliyoruz ki, herkes biliyor ki böyle bir yazı yazılmış ve bu yazıdan bizim haberimiz yok. Benim bu yazıdan dün haberim oldu.
Özkök: Ben seni orada yazıyım mı peki bunu.
Taner: Yazma. Yani bir numara çekme, çünkü olduğu takdirde bir sürü şeyin içersine şey olur yani habercilik açısından senin işine yarar da benim işime yaramaz. Taner: Yani bunu alacağın yer Başbakan. Senin başbakanı yakalayıp, alman lazım. Gelsene Ankara’ya.
Özkök: Bugün mü? Abi dün oradaydım ben.
Taner: Niye haber vermedin, ben akşam Zafer’i başbakana götürdüm. Geldiğin zaman beni niye aramıyorsun. Ben sana dedim ya sen beni boş veriyorsun diye. Oğlum bak biz bu işlere katılmadık ha korkma benden.
Özkök: Yahu ne korkucam senden bırak Allah aşkına yahu. Benim
başka işim vardı dün akşam.
Taner: Bilmiyorum tabii, ne işin vardı ama?
Özkök: Hı hı.. tahmin ettiğin işim vardı.
....
Taner: Söyleyemem oğlum söyleyemem yapamam. Yani biliyorsun ne onunkini sana ne de seninkini ona söyleyemem onun için gel buraya, kendin başbakana gel.
Özkök: Telefonlara bile çıkmıyor artık adam.
Taner: Kim?
Özkök: Mesut.
Taner: İşte böyle zamanda arayı şey yap.
Özkök: Arayı ne yapalım ben kardeşim çıkmıyor bile telefonuma yahu...
Taner: Sen de telefonla uzaktan idare etmeye çalışıyorsun.
Özkök: Bugün onun ağzından manşet yaptım, daha ne yapayım.
....
Taner: Yani senin buradaki Sedat’ın yapacağı işler değil bunlar.
Özkök: Ben yarın Paris’e gidiyorum.
Taner: Vay adi herif vay...
Özkök: Yok abicim senin başbakanın bana etmediği hakareti
bırakmadı.
Taner: Benim başbakanım oldu şimdi.
Özkök: Ulan yine ben koruyorum, hâlâ da ben koruyorum. Röportaj gibi gideceksin ana avrat iyice bir kavga edeceksin ondan sonra tekrar iyi adam olacaksın.
Taner: Ankara’da her şey önemli bugünler bu saatlerde.
Özkök: Ben bunu kafaya yedikten sonra hiçbir şeyi yok. İftira atıyor, bana kalleş diyor. Atsın ne yapalım. Biz de öğrendik artık kavga ederiz onunla bir güzelcene ondan sonra barışırız biz de iyi adam oluruz ondan sonra bizi de şey yaparlar.
Taner: Sizin aranızdaki ilişkiye karışmam.
Özkök: Öyle işte karışmazsın ya.
Taner: Şarapları sana verirken bana mı verdi, şarapları getirdi.
....
Taner: Valla ipucu falan veremem. Gel diyorum sana sen dinle beni, atla uçağa gel ne işin var?
Özkök: Yarın sabah 8 uçağıyla şeye gidiyorum Paris’e. Rahmi Bey’in davetlisi olarak gidicem.
Taner: Ulan çok mu önemli Rahmi Koç’un davetlisi olmak?
Özkök: Önemli abicim önemli.
HABER7

Ertuğrul Özkök'ün Hafıza Kaybı
11 Eylül 2008

Ertuğrul Özkök, NTV'de bir yasağın kaldırılmasını desteklediğini açıkladı. Ancak Özkök, Erdoğan'ın ateş püskürdüğü o manşetini unuttu. Peki o manşet neydi?

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, NTV’de yayınlanan Yazı İşleri programına çıktı.

Özkök, burada yaptığı açıklamada üniversitelerdeki türban serbestliğini istediğini yalnız liselerde, ortaokullarında ve devlet dairelerinde türbanın serbest olmasına karşı olduğunu açıkladı.

Ancak Ertuğrul Özkök, attığı manşeti unuttu. AKP’nin MHP’nin de desteğini alarak Meclis’ten geçirdiği üniversitelerde başörtüsü serbestliğini getiren düzenlemeye Özkök, ‘411 El Kaosa Kalktı’ manşetiyle sert bir şekilde karşı çıkmıştı. Hürriyet’in bu manşeti Başbakan Erdoğan’ı çok kızdırmıştı. Erdoğan Özkök’ün manşetine sert tepki göstererek şunları söylemişti:

''Siz halkımın oraya seçip gönderdiği bu ellere 'kaos eli' diyemezsiniz. Bu hakareti yapamazsınız. Bu saygısızlığı yapamazsınız. Yaptığınız anda bunun cevabını bizden bulursunuz, bulacaksınız'' demişti..
aktifhaber

Tatlıses’e ‘vur ha vur’ Saatçi’yi görmeduyma!...
Aykut Işıklar
20 Nisan 2008

16 Nisan günü Ahmet Hakan Hürriyet Gazetesi’ ndeki köşesinde ‘TRT Nereye’ diye başlık atıp devam etti; ‘Yok, “şeriatçı” falan olmaları söz konusu değil... Öyle olsa...
İbrahim Tatlıses gibi bir adama haftada 150 bin kayme bayılacak kadar cömert olabilirler miydi? Bence asıl mesele “şeriatçılık” değil... Hesapsızlık... Öngörüsüzlük... Şöyle ki: Bu İbrahim Tatlıses denilen zat, kendi adına yaptığı şov programlarının reyting yapamaması nedeniyle büyük kanallardan sürülmedi mi? Sürüldü...

Küçük kanallarda kendine barınak aramadı mı? Aradı... Oralarda dahi tutunabildi mi? tutunamadı... Bunun üzerine İbo’muz, “jüri üyesi” falan olup var oluşunu sürdürme mücadelesi verdi mi? Verdi... Orada da mesela bir Bülent Ersoy kadar katma değer yaratabildi mi? Yaratamadı... Peki bu durumda “Al sana haftalık 150 bin kayme... Dansözüne de 30 bin kayme” falan denilip, “kuyudan adam çıkarma” gayreti nedendir? Daha “Sen TRT’sin... Fark yaratmalısın... Misyonuna sahip çıkmalısın...”

18 Nisan günü Hıncal Uluç, Sabah Gazetesi’nde sanki devam etti. ‘Pardon son bir açıklama daha isteyebilir miyiz, zatı şahanelerinden?.. İbo’ya, hani artık özel TV’lerde iş bulamaz hale gelen reyting fakirine her hafta bir saat boy göstermesi için 150 bin yeni, 150 milyar eski lira ödediğiniz doğru mu?.. Hani siz tasarruf için gelmiş ve yığınla personeli tasfiye için kolları sıvamıştınız ya, halkın vergilerini sokağa atmamak, tüyü bitmemiş yetimin hakkını ona buna yedirmemek içinÖ’ Ben de şimdi Ahmet Hakan ile Hıncal Uluç’a soruyorum. Madem TRT ve İbrahim Tatlıses konusunda bu kadar ince düşünüyorsunuz, şu fakir milletin vergilerini koruyorsunuz...

O halde Ercan Saatçi’yi niye görmüyorsunuz? Ercan Saatçi hem TMSF’nin yönetimindeki Kral TV’ye program hazırlayıpsunuyor, hem de TRT’deki Türk müziği şarkı yarışmasında jüri üyesi. Yani Devlet TV’lerinden her ay binlerce lira alıyor. Bu bilgi ve yetenekte bir müzisyen mi? DNC’de neler yaptıkları ayrı bir yazı konusu. Daha sonra uzun uzun anlatacağım. Saatçi için, ‘Devlet baba pardon kayınpederi Ertuğrul Özkök sağolsun’ diyebilir misiniz? Hadi köşelerinizden TRT ve TMSF’ye sorsanıza...

‘Bu ülkede veya TRT’de Türk müziğini bilen kimse kalmadı mı? Ercan Saatçi’den başka müzisyen yok mu? Hele jüride yanında oturan Hülya Avşar’a ne demeli? Hülya Avşar Türk müzik otoriteesi olmuşsa...’ diye yazsanıza... Hürriyet ve yazarları hükümet hakkında akla gelen her şeyi yazarken, damat Ercan Saatçi ise TRT ve TMSF’den her ay binlerce lira kazanıyor. TMSF’yi mafya gibi diyerek şikayet eden Hülya Avşar da jüri olarak TRT’den milyonları götürüyor.

Hatta TRT’ye program yapması için teklif almış. Bunlar İbrahim Tatlıses’in TRT’ye geçmesinden çok daha önemli. Çünkü Tatlıses İbo Show için bir halıyı sponsor yapar, TRT’ye sıfır paraya mal olur. Ayrıca reklamlardan da para kazandırır. Reytingi sıfır olsa bile. Ama Ercan ne işe yarar? Yarar yarar hem de çok işe yarar. Az sonra... Sayın Ahmet Hakan ile Hıncal Uluç. Şayet görevini dürüstçe ve cesurca yapıyorsanız, İbrahim Tatlıses gibi Ercan Saatçi ve Hülya Avşar’ı da yazın. Çifte standart uygulamayın. Aklıma geçen yaz geldi. Milliyet gazetesinden Ali Eyüpoğlu bir ajan sayesinde TMSF’nin iyice içine inmişti. İki yazı ile neler olup bittiğini yazdı. Ama tam finali yapacak, her şeyi ortaya çıkaracaktı ki...

Yazının üçüncü bölümü yayınlanmadı. Çünkü Ercan Saatçi araya girip, yazının yayınlanmasını engelledi. Eee TMSF de tabii ki Saatçi’nin anlaşmasını uzattı. Kime güveneceğimizi ben bilmiyorum. Boşlukta öylesine uçuyorum. Neyse ki Yaradan’ın yanına gideceğim günler yaklaştı. Sayın Hakan ile Uluç’tan bekliyorum. Neyi mi? Mertliği...
Bugün

Hürriyet'te Maide Suresi Krizi
24 Kasım 2007

Hürriyet Gazetesi yazı işlerinde "Maide Suresi 51. ayet" konusunda kriz çıkmış. Ve sonunda o haber gazeteye girmemiş. Ama Ertuğrul Özkök'e göre manşet olmalıydı.
Özkök Salı günü bir haber karşısında çaresiz kalmış. Ve sonunda haberi yayınlamamaya karar vermiş. Ama yine de sormadan edemiyor "Siz bu haberi verir miydiniz?" diye.

Ertuğrul Özkök/Hürriyet

Siz bu haberi verir miydiniz

GEÇEN salı günü Hürriyet yazı işlerinde iki saate yakın süren bir tartışma yaşadık.

Bu tartışma sonunda, hayatımın en zor kararlarından birini aldım ve bir haberi sayfanın üzerinden çıkardım.

Ancak dün Malatya'da bir yayınevinde öldürülen üç kişinin duruşmasıyla ilgili haberleri okurken, yaşadığımız bu tartışmayı ve aldığım kararı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Salı günü öğle gündemimize çok ilginç bir haber geldi.

Olay şu:

İstanbul'un en turistik ilçelerinden Eminönü'nde bir cami var.

Söz konusu cami, Gülhane'de 1769'da Sultan III. Ahmed'in kızı Zeynep Sultan tarafından mimar Mehmed Tahir Ağa'ya yaptırılan tarihi Zeynep Sultan Camii.

İşte bu caminin kapısındaki tahtaya önceki hafta el yazısıyla bir ayet yazıldı.

Buraya kadar normal.

Diyanet İşleri Başkanlığı, cami kapılarına güzel ayetlerin asılmasını teşvik ediyor.

* * *

Ancak söz konusu caminin imamı, bakın kapıya hangi ayeti asmayı uygun bulmuş:

Maide Suresi'nin 51'inci ayeti aynen şöyle diyor:

"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onların bazısı, bazısının dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse şüphe yok ki, o da onlardandır. Muhakkak ki Allah o zalimleri hidayete, doğru yola iletmez."

Bir arkadaşımız caminin önüne gidip, kapıdaki tahtanın önünde fotoğraf çektirmiş.

Sonra Zeynep Sultan Camii'nin bağlı olduğu Eminönü Müftüsü Muharrem Bilgiç'i arayıp ondan görüş almış.

Eminönü Müftüsü şunları söylemiş:

"Günlük sıkıntı veya ihtiyaca göre ayet ya da hadis-i şerifleri hoca efendilere söylüyoruz, yazıyorlar. Maide Suresi'nin 51. ayetini biz belirlemedik. Ben hocaefendiyi hemen arayacağım. Bir ihtar yazısı yazıp hemen kaldırttıracağım. Kuran ayetlerini tartışmayız. Ama her ayet her yere yazılmaz."

Buna karşılık İstanbul Müftü Vekili Ömer Kardaş ise, camilerin kapılarına yazılacak ayet veya hadisleri ilçe müftülüklerinin belirlediğini, ancak böyle bir ayetin seçilip yazılmasını doğal karşıladığını belirtip şunları söylemiş:

"Bu ayette Müslümanlara Yahudileri ve Hıristiyanları inançlarından dolayı kendilerine yakın görüp dost edinmeleri yasaklanmakta, onların kendi inanç ve değerlerine sıkı sıkıya bağlı olmaları istenmektedir. Turistik bir cami diye Kuran-ı Kerim ayetlerini asmayacak mıyız?"

Durum böyle tartışmalı hale gelince bu defa Diyanet İşleri Başkanlığı'na başvurduk.

Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İzzet Er sorumuz üzerine konuyu inceletip, şu cevabı verdi:

"Başkanlık olarak Kuran ayetlerinin halkın anlayacağı tarzda, camide bir panoda yazılmasını teşvik ediyoruz. Bu hususta genelgemiz de var. Müftülükler cami görevlilerini, Kuran'dan uygun gördüğünüz ayetlerini yazın, tarzında talimatlandırıyor. Her camide aynı değil. İmamların seçimi farklı olabiliyor. Güncel olan, dini aydınlanma ve bilgi bakımından ışık tutan ve cemaatin bilmesinde fayda mülahaza ettiklerimize öncelik vermelerini vurguluyoruz. Takdir edersiniz, her görevli aynı maharet ve başarıyı gösterme durumunda olamıyor. Biz İstanbul Müftülüğü'ne talimat verdik. Müftü Bey'in o imam hakkında gereken ikazı yapacağına inanıyorum ben. Kesinlikle Hıristiyan ve Yahudi vatandaşlarımıza karşı öyle bir tavrımız yok. Zeynep Sultan Camii'ndeki yazıyı doğru bulmadık. Daha başka, güncel şeyler yazılabilirdi."

* * *

Aramızda tartışma başladı.

Bazı arkadaşlarımız, "Böyle şey olmaz. Bunu manşete taşımamız ve karşı çıkmamız gerekir" dediler.

Bazı arkadaşlarımız, manşet yapmayalım ama içerden mutlaka verelim görüşündeydi.

Üçüncü bir grup arkadaşımız ise, haberin hiç verilmemesini savunuyordu.

Onların gerekçesi de şöyleydi:

"Neticede bu bir ayettir. Biz burada ayeti tartışamayız."

Benim görüşümü merak ediyorsanız, onu da söyleyeyim.

Bana göre de bu önemli bir haberdi ve manşetten vermeliydik.

Böyle anlarda genel yayın yönetmenlerinin işi kolay değildir.

Yöneticilik hayatımda şöyle bir anlayış gelişti.

Bir haber konusunda böylesine derin bir bölünme varsa, mutlaka iki üç defa düşünmek lazım.

Bunun aksini yaptığım durumlar da vardır.

Bazen riskini yüklenip "Haberi verelim" dediğim de olur.

Ama burada farklı davrandım ve haberi gazeteden çıkarma kararı aldım.

* * *

Yine de bu konudaki görüşümü belirteyim.

Elbette Kuran'da yazılı bir ayeti tartışmayız. Ama o ayetin cami kapısına iyi niyetle asıldığına inanmıyorum.

Hele hele Malatya'da olduğu gibi, bu ayeti, o günün konteksinden çıkarıp, yanlış yorumlayacak eli kanlı caniler sokaklarda dolaşırken...

Ayrıca haberi de bir meslek içtihadı olabilecek şekilde tartışmamızın yararlı olacağını düşünüyorum.

Bu haberi mükemmel şekilde hazırlayan arkadaşlarımızdan da emeklerinin üzerine oturduğum için özür diliyorum.
Hürriyet

Türkiye'nin en iyi şarapları
Ertuğrul Özkök
11 Mayıs 2008
Hürriyet

ARTIK şu gerçeği çok iyi biliyorum.İnsan denen varlığın bir kendisi vardır.

Bir de imajı...

Aslında ikisi de kendine ait değildir.

Mehmet Şenocak karikatürümü yapıp "www.animaturk.com" adlı siteye koymuş.

Bir hindistancevizi ağacı altında yatıyorum.

Üstümde "Abercrombie" tişört. Altımda bermuda.

Karşımda çıplak bir kadın çello çalıyor.

Şezlongun yanında bir iPod.

Yanımda bir Hürriyet Gazetesi ve kitaplar.

Yerde parmak arası terlikler.

Ve tabii ki, elimde bir kadeh şarap ve bir şişe Petrus şarabı.

Ufak bir hata..

Petrus’un şişesi, Burgogne şarabı şişesine benzetilmiş.

* * *

Belli ki, yazılarımda sık sık değindiğim nesnelerden bir potpuri yapmışlar.

Evet benim imajım böyle.

Böyle olduğu için de hiç mutsuz değilim.

Bu imaj bazen beni kahkahalarla güldüren abartmalara kadar gider.

Mesela, bir defasında benim için "Gecede 10 milyar liralık şarap içer" diye yazmışlardı.

Şöyle basit bir hesap yaptım:

Ayda 300 bin, yılda 3.5 milyon YTL ediyor.

Bu hesapla ben şaraba yılda 2.5 milyon dolar civarında para harcıyorum.

Hadi, bu parayı bulduk diyelim, peki bu kadar şarabı nasıl içeceğiz?

Her akşam yatmadan önce Petrus banyosu yaparak.

Hemen altına "şaka" diye yazayım, bakarsınız inanan çıkar.

Tabii snobe eden de...

* * *

İlgiyle izlediğim "Gusto" Dergisi, okuyucuları arasında bir içki anketi yaptı.

Bir önceki sayıda oylama için anket formlarını dergiye koymuşlardı.

Ben de görüşlerimi bildirecektim ama araya işler girince unutup gönderemedim.

Dergi, yılın en iyi yerli şarabı olarak "Karma"yı seçmiş.

Doğrusu ben bu sonuca pek katılamayacağım.

Karma iyi bir şarap, ama şu an için Türkiye’nin en iyisi değil.

Estetikten uzak etiketini başarılı biçimde değiştirdi.

Ama yeni etiketle piyasaya sundukları şarap, "bana göre" eskisi kadar başarılı değil.

Peki "bana göre" Türkiye’nin en iyi şarapları hangisi?

* * *

Geçen yıl hiç tartışmasız, Reşit Soley’in "Corpus"u ve "Blend"i idi.

Bu yıl, yine hiç tartışmasız Sevilen’in "Centum"u.

İki numaraya yine Corpus ve Blend’i koyacağım.

Üç numara ise Kayra’nın sonunda başardığı ürünü "Şiraz".

Bunların arkasına her geçen yıl başarısını artıran Pamukkale Şiraz’larını koyacağım.

Ve Büyülübağ’ları ekleyeceğim.

Yalnız Büyülübağ için bir eleştirim var.

Her şişede aynı kaliteyi bulmak mümkün olmuyor. Bir de şişe ve etiketi başarılı değil.

Bu arada çok geç fark ettiğim bir şarabın hakkını vermek istiyorum.

Kavaklıdere’nin "Selection"ı.

Tabii yıllardır keyifle içtiğim Sarafin’leri ve Gülor’u da unutmamam lazım.

* * *

Şimdi gelelim asıl noktaya.

Herhalde fark ettiniz, bütün bunları yazarken hep parantez içinde "bana göre" demeyi ihmal etmedim.

Şarap gurusu Robert Parker’ın dünyaya öğrettiği en önemli gerçek şudur:

En iyi şarap uzmanı kendinizsinizdir.

Yani siz başka bir şaraptan çok daha fazla keyif alabilirsiniz.

Bir de şu var:

Ben genellikle dolgun gövdeli şarapları severim.

Şiraz, hataları kolay örten, tabiri caizse biraz kaba bir şaraptır.

Demek istiyorum ki, beni fazla ciddiye almayın, kendiniz deneyin.

Son nokta da şu:

Adını verdiğim şaraplar bana göre pahalı ve o fiyatları hak etmiyor.

Ne yazık ki bu günah da onların değil, şaraba hálá murdar gözüyle bakanlarındır.

Ali Atıf Bir/Bugün

'Tempo24' nasıl 'Taraf' oldu?

İlk defa Doğan Grubu'nda bir mecra (tempo24.com) Mustafa Balbay'ın günlükleri ile Ergenekon Dava'sında kamuoyunun aklını "Ergenekon gerçekmiş" duygusu yaratacak şekilde etkiledi...

Yani ciddi şekilde "Taraf" oldu...

Aynı gruptaki diğer mecralar da haberi Tempo24'ten alarak başka türlü Taraf oldu..

Herkes bu Taraf olma olayına şaştı kaldı...

"Nasıl ya? Bu resmen Ergenekon'un onaylanması demek... Nasıl olur da Mustafa Balbay'ın günlükleri Doğan Grubu'na ait bir mecrada yayınlanır?" diye soranlar çoğunlukta...

Aynı sorular benim de kafamı kurcalamadı değil...

Bu nedenle Balbay'a ait olduğu söylenen günlükleri dikkatlice okudum... Sanırım aradığımı aşağıdaki konuşmalarda buldum:

ŞE: ....Bir şeyler yapmamız lazım arkadaşlar. Bu medya çok önemli...

-- : Paşam bu konuda sizi anlıyoruz ama inanın bu iş yazarlardan çok gazete politikalarının işi... Mesela genel yayın yönetmenleri ile de görüşün, patronlarla konuşun...

ŞE: Doğru da bu Ertuğrul Özkök'le ne konuşulur, konuşulur mu?

-- : Haklısınız

ŞE: (Gülerek, Özkök soyadını kastederek) Soyadlarda sakatlık var.

Burada ŞE Dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur, soyadında sakatlık bulunan kişi ise günlüğün diğer kısımlarında askeri darbeye karşı olduğu söylenen dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök...

Dolayısıyla Balbay'ın günlükleri son dönemde "yandaş medyada" adı "Ergenekoncu Genel Yayın Yönetmenine" çıkan Ertuğrul Özkök'ü aklıyor. Bu nedenle de....Sanırım ne demek istediğimi anlattım... Başka sorum yok..

Yiğit Bulut'tan İntikam Aldı

09 Haziran 2009 09:29Yiğit Bulut önce Evrim Teorisi'ne karşı çıkmış sonra Ertuğrul Özkök'e yüklenmişti. Ertuğrul Özkök'ün intikamı acı oldu... İşte Bulut'un o sözleri ve Özkök'ün yaptığı.

Yiğit Bulut geçen hafta evrim teorisiyle ilgili yazdığı yazıda Hürriyet yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün kızının ve damadının TRT'den ballı işler aldığını, Özkök'ün kızının dizisinde oynadığını söylemiş ve "artist" imasında bulunmuştu.

İşte, Bulut'un o yazısından o bölüm...

Dostlarım, ben şunu gördüm ki; ciddi konulara "dalmak" ve "beraber sorgulayalım" demek büyük bir suç. ÖZÜR DİLİYORUM... Ben de artık "balinaları, uzaylıları, bağları, bahçeleri, üzümü, kayısıyı, sirkeyi, şarabı" yazacağım! Ben de artık "kimseyi eleştirmeden" kızıma-çocuğuma büyük paralar ile TRT'de dizi çektireceğim! Hatta "artist" olup ben de oynayacağım! Başbakan'a "oskar" verip, kızınca "oskarı" geri alacağım! "Ne oluyor" diyenlere de "kara gömlekli, kara vicdanlı" diyeceğim!

SÖZ VERİYORUM; ben de artık "cesur" denemeler yerine "günü masallarla" geçireceğim!

Yiğit Bulut'un bu yazısından sonra Özkök'ün nasıl bir tepki vereceği merakla bekleniyordu ki, Yeni Şafak'taki yazısında Taha Kıvanç ilginç bir imada bulundu. Kıvanç'a göre Özkök, Yiğit Bulut'un Referans'taki yazılarına ambargo koymuş olabilirdi. Çünkü Referans'ta bir süredir Yiğit Bulut'un yazıları yayınlanmıyor.

İşte Taha Kıvanç'ın o yazısının ilgili bölümü...

Gücü CNN-Türk'e ve Vatan'a yetmiyor olmalı, Yiğit Bulut oralarda yorumlamaya ve yazmaya devam ediyor, ayrıca başka gazetelere de görüş açıklıyor; ancak Referans'taki yazılarını 27 Mayıs tarihinden beri ara da bulasın! Belli ki, aynı çatı altındaki

Referans'ın yönetimine “Yazılarını basma” talimatı verilmiş...
Aktifhaber

HÜRRİYET'İN BEDAVA İSRAİL TANITIMI !
13 Ağustos 2009


Aydın Doğan'a bağlı olarak yayın yapan Hürriyet Gazetesi internet sitesinde bugün günün ülkesi olarak İsrail seçilmiş.İsrail seçilmesine seçilmiş ama hiç bir savaş ve katliam görüntülerine yer verilmeyen fotoğraflarda İsrail isimli terör devleti ile ilgili tanıtım fotoğrafları adeta siyonist İsrail'in turizmine katkı sağlamak adına yapılmış slaytı andırıyor.

Bu görüntüler diğer sayılı ! basın ve yayın kuruluşlarında sergilense idi belkide bukadar çok dikkatimizi çekmeyecekti.Ama Yahudi şirketi axel-springer ile olan ortaklığı yüzünden geçtiğimiz aylarda 100'de 25'lik hissesinin dolaylı olarak bugün tanıtımını yaptığı İsrail'e ait olduğu basın ve yayında da yer alan Doğan Medya'nın Filistin ismi ile bir devletin tanıtımını yapıp yapmayacağını merakla bekliyoruz.

Hürriyet İSRAİL'İ günün Ülkesi seçmiş peki yıllardır ülkeleri işgal altında tutulan Filistin'i günün Ülkesi seçebilecek cesaretleri varmıdır ? Hürriyet ve diğer medya kuruluşlarının...

Hürriyet Gazetesi İsrail'i fotoğraflarla öyle bir yansıtmış ki görenler hayret eder.Plajlar,güneşlenen çıplak israilliler,doğa resimleri,deniz yani turizm için ne gerekli ise veya İsrail'in Turizm mekanları nereler ise oralar bu fotoğraflarda mevcut tabii yanında da barış ve huzur içerisinde yaşayan israil'li insanlar..Bunların yanında aralara serpiştirilmiş ve Filistin ile bütün İslam dünyasının özellikle intizam ve özen gösterdiği ve bugüne kadar müslümanlarını kanını dökerek şehid edildiği Mescid-i Aksa fotoğrafları ve cami resimleride Hürriyetin İsrail'i tanıtım sergisinde yer almış.

Özellik'le mescid'i aksa'yı kendi topraklarında göstermeye çalışan terör devleti İsrail bu şekilde bir propogandayı Türkiye'de istese de yapamaz.Yada istemesede birileri gönüllü olarak zaten yapmışlar: ....

Hürriyet 100'lerce fotoğraf yayınlamış ülke olarak gördüğü İsrail'i tanıtan 100'lerce resim..... dedik ya aralarında cami resimleri var.Bütün bunlar bile İsrail isimli yapılanmanın işgal ettiği mekanlar üzerine kurulduğunun kanıtı.Hürriyet bilmiyor olmalı ama biz hatırlatalım İşgal edilen topraklar üzerine İngiliz destekli olarak kurulan bu şer yapılanma hiç bir zaman ülke olma sıfatına erişmemiştir.*Filistin toprakları işgal'den kurtuluncaya dek'te bütün müslümanlar İsrail isimli yapılanma ile kavgalıdırlar ve Filistinli mücahitlerin yanındadırlar.Hamas'ın,Şehitlerin,ve elinde sapanı ile taş atan intifada'nın küçük çocuklarının yanındadırlar.

Tam 137 resim var galeride belkide hiç bir ülkeye bukadar yer ayrılmamış olabileceği aklımıza geldi.Aralarında ise sadece bir tane İşgal ve işkenceyi andıran yukarıda da gördüğünüz resim var..İşgalcinin kanlı yüzü yansıtılmamış ve sadece bu resimle Filistinli hatırlanmış.Oysa ki gazze'de binlerce insan katledildi daha dün!Filistin toprakları üzerine kan ile kurulmuş İsrail bu reimlerle hatırlanıyorken dünyada bu şekilde güzel İsrail! profili neden çizildi ki?
Belki Hürrriyet gazetesi genetiği ile oynanmış tohumları üreten İSRAİL''in o zehir saçan GDO'larından yiyerek bu hale gelmiş olabilir ama biz İsrail'in dün


En son admin tarafından Cum Eyl 12, 2008 2:05 am tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pzr Hzr 01, 2008 12:12 am    Mesaj konusu: Tarassut Köpegi Alıntıyla Cevap Gönder

07 Ocak 2010
Özkök Resmen Kovulmuş
'Genel Yayın Yönetmenliğinden kendi isteğimle ayrıldım' diyen Ertuğrul Özkök resmen kovulmuş. Bakalım yazılarına devam edecek mi?

Ertuğrul Özkök Hürriyet'ten kendi isteğiyle mi ayrıldı yoksa kovuldu mu? Yazılarına devam edecek mi?

2010'a girmemize sayılı günler kala medya dünyasında flaş bir gelişme yaşanmıştı...

20 yıldır Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmenliği koltuğunda oturan Ertuğrul Özkök'ün genel yayın yönetmenliği görevinden ayrıldığı ve boşalan tahta Enis Berberoğlu'nun getirildiği haberleri gündeme bomba gibi düşmüştü.
Ertuğrul Özkök'ün genel yayın yönetmenliğini bıraktığı ancak gazetede köşe yazarlığına devam edeceği ve Doğan Yayın Holding'in Medya Grup Başkanı olacağı konuşuluyordu.

Bu haberler sonra Özkök bir yazı yazarak Hürriyet'ten ayrıldığını duyurmuş ardından "Özkök Fanı Köşe Yazarları" da Özkök'ün Hürrriyet'teki köşe yazarlığından kendi isteği ile ayrıldığını yazmışlardı...

Kimileri Özkök'ün ısrarla ayrılıdığının altını çize çize yazarken, olaya çok yakın olan isimlerin başında gelen Sedat Ergin NTV'deki "Yazı İşleri" programına katılmış ve Özkök'ün gönderildiğini ağzından şöyle kaçırmıştı...
"Bu kararda benim bir rolüm yok. Ancak bir köşe yazarı olarak şunları söyleyebilirim: Olay geçen hafta oldu ama bugün en az 5-6 yazı vardı bu konuyla ilgili. Bugüne kadar hiçbir genel yayın yönetmeninin görevden alınması bu kadar yankı yaratmadı."

Ancak olay yeni yeni aydınlanmaya başladı..

Kulislerden konuşulanlara göre Ertuğrul Özkök genel yayın yönetmenliğinden kendi isteğiyle ayrılmamış alenen genel yayın yönetmenliğinden ve İcra Kurulu Üyeliğinden kovulmuş.

Hatta Özkök'ü genel yayın yönetmenliğinden kovan yönetim -adeta ağlamasın diye bebeğe verilen emzik gibi- seni Medya Grup Başkanı yapacağız sözü vermiş.

Ancak olayın üstünden 10 güne yakın bir süre geçmesine rağmen Özkök'ü Medya Grup Başkanı yapmamışlar ve yapmayacaklarmış. Bakalım bu gelişmeler üzerine Özkök haftada 6 gün yazacağı köşe yazarlığına devam edecek mi?
Kaynak: Postmedya

Hüseyin Gülerce
Zaman Gazetesi
Özkök'ün gidişinin anlattığı nedir?
31 Aralık 2009

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün görevinden alınması, önemli bir olaydır. Bu bir görev değişikliği değildir, Türkiye'nin basın tarihinde bir kilometre taşıdır.

Burada, Ertuğrul Özkök ismiyle, meseleyi şahsîleştirmek yanlış olur. Ertuğrul Özkök, bir sembol, basında bir karakter, zihniyet, duruş figürüdür.

Geniş açıdan bakalım. Asker ve medya, yöneticileri itibarıyla, bize bu milletin çilesini anlatıyor. 150 yıldır ters esen bir rüzgâr, yönetici koltuklarındaki evlatlarımızı bizim karşımıza dikti. Onlar, bizi biz yapan değerleri önce küçümsediler, sonra horladılar ve aşağıladılar. Öylesine savruldular ki, din ve dinle ilgili her değere karşı çıktılar. Bunu yaparken, Batı'yı kutsadılar. Batılı değerleri, tartışmasız kabul ve taklit ettiler. Bu, ideolojik saplantıdan da öte bir şeydi. Bir zihniyet inşa ettiler. Tabular diktiler. Ve milletin karşısına dikildiler.

Kurdukları sistemle millet iradesi, ipotek altına alınacaktı. Gücü elinde bulunduran askerdi. "Demokrasi" denilecek, ama bir askerî vesayet rejimi kurulacaktı. Basın, sonra radyo ve televizyonların yaygınlaşmasıyla medya, en büyük silahtı. Hakikati, ancak medya perdeleyebilirdi. Kamuoyunu o yanıltabilir, yönlendirebilir, etkileyebilirdi. Onun için bütün askerî darbelerde, derin devlet operasyonlarında basın kullanıldı. Bu oyunda en büyük rol Hürriyet Gazetesi'nindi. Yani bu ülkede "derin devlet" varsa, onun "derin gazete"si de Hürriyet'tir. Arşivlerden binlerce örnek bulabilirim. Yüzlerce değil bakınız binlerce... Meclis'te AK Parti ve MHP'nin başörtüsüyle ilgili kararı için, bu Hürriyet, "411 el kaosa kalktı" diye manşet attı. Ahmet Kaya bir salonda linç edilirken, bu Hürriyet'in ertesi günkü manşeti "Vay Şerefsiz" olmuştu... Bu gazetenin yazarları sırf AK Parti'ye oy verdikleri için milyonlarca seçmene "bidon kafalı", " göbeğini kaşıyan adam" diye hakaret edebildiler. Bu gazetenin başyazarı, 28 Şubat sürecinde, kırk yıllık arkadaşlarını, yalanlarla hazırlanmış bir andıcı gerekçe göstererek, "içimizdeki hainleri tanıyalım" diye hedef göstermişti. Ama en önemlisi bunların hepsine göz yuman, genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'tü...

Özkök'ün ayrılışının, basın tarihinde, bir dönemin sonunu anlatması bakımından anlamı var. Veda eden Özkök değildir. Rejimin basını sahneden iniyor. Çünkü inmek zorundaydı.
(..)

Ertuğrul Özkök, Nasıl Yandı?
30 Aralık 2009

Ertuğrul Özkök, bir anda Hürriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmenleri arasındaki yerini aldı. 20 yıl Doğan gurubunun Armadası Hürriyet'in en tepesindeki isimdi Ertuğrul Özkök.

Ertuğrul Özkök ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “güç oyunu” eskilere dayıyor. Ancak, AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesi ile birlikte denge Erdoğan lehine değişti.

Aslında Ertuğrul Özkök kokuyu almıştı. Güç oyununda AKP ve dolayısıyla Erdoğan’ın ön almasını önceden sezdi. Bu nedenle seçimlere kısa bir süre kala, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan randevu koparmak, ilişkileri sıcaklaştıramasa da normalleştirmek için bildiği her yolu denedi. Araya aracılar koydu, tanıdık, bildiklerden selam gönderdi. Fakat Erdoğan, Özkök’e hiçbir zaman sıcak bakmadı. İlişkilerinin normalleşmesine izin vermedi.

Tayyip Erdoğan, açık ve net mesaj verdi. Doğan gurubundan Ferhat Boratav ve Ertuğrul Özkök kara listeye alınmıştı.

Yıldızı parlayan ise CNN Türk’ün tepesindeki isim Taha Akyol’du. AKP’nin ve Erdoğan’ın kapıları Taha Akyol’a arkasına kadar açılmıştı.

Doğan gurubu Erdoğan’ın tepkisinin gelip geçici olmadığını kısa zamanda anladı ve ilişkilerini Taha Akyol üzerinden kurdu.

Ertuğrul Özkök, AKP’nin yumuşak yüzü Abdullah Gül ile diyaloga geçmeyi başardı.

AKP, iktidarı ile birlikte yandaş medya oluşturmalarına da hız verildi.

Abdullah Gül, Doğan gurubundan Uğur Dündar’a yaklaştı. Gül’ün projesi Uğur Dündar’ı TRT Genel Müdürü yapmaktı. Ancak Erdoğan bu ismi de veto etti.

Abdullah Gül’ün başbakanlığı döneminde Ertuğrul Özkök’ün Tayyip Erdoğan’ın kapısı hep kapalı kaldı. Gül ile ise kısmi bir diyalog kurabilmişti.

Bu arada Fatih Altaylı da devreye girmek istedi. Özkök’ün gözden düştüğünü anladıktan sonra kulis çalışmalarını iyice yoğunlaştırdı. Ancak bir sonuç çıkmadı.

Gül’ün özellikle Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru’nun Hürriyet’e yazmasına dönük planları vardı, ancak Erdoğan burada da tavrını koydu. Ve Koru, Hürriyet ile bir türlü kavuşamadı.

Özkök’ten boşalan koltuğa oturan Enis Berberoğlu’nun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan çok Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yakın olduğu biliniyor. Berberoğlu’nun Gül’e yakınlaştıran isim ise Devlet Bakanı Ali Babacan.
avaztürk

Yiğit BULUT
Habertürk
Sansüre asla taviz veremem!!
23 Haziran 2009

Fikir tartışmasına “EVET”...Sansüre “hayır”!

Bunu neden yazdım?

Hemen arz edeyim..25 Mayıs tarihinde bu köşede sizlerle bir yazımı paylaştım ve Ertuğrul Özkök’ün “Fethiye’de balina görmesinden” yola çıkarak “medyamızda yanlış gördüğüm” bazı noktaları eleştirdim...

Satırlarımda kurumlardan asla bahsetmedim...Sadece kişiler üzerinden ve “yapılan şahsi hataların” içinde bulunulan medya gurubuna mal edilmesine vurgu yaptım...

Fikirlerin öne çıktığı, içinde “tartışılması gereken” birçok “yeni ana tez” barındıran bir yazıydı...

Karşılığında da “fikir yazısı” bekledim...Gelmedi!

Ne geldi ? Baskı, sansür ! Evet, yanlış okumadınız; baskı, sansür!

Bana “kara gömlekli, kara vicdanlı, faşist” diye köşesinden saldıran ÖZKÖK, Vuslat Doğan Sabancı’ya “ağlayarak”, Eyüp Can kardeşimize de baskı yaparak 27 Mayıs tarihinden itibaren benim Referans gazetesindeki yazılarımı “sansürletmeye” başladı...

Yazılarımı gönderdim, gazete basmadı...Ertesi gün yine gönderdim, gazete basmadı...Yine gönderdim, sonuç değişmedi !!

İşte o an gerçek üstüme çöktü...Başbakan Erdoğan’a, Hükümetlere, TSK’ya saldırmanın “bedava” olduğunu ama Özkök’e dokunulmayacağını, asla eleştirilemeyen bir “tabu” olduğunu işte o zaman öğrendim ! Başbakan’a “vur” hatta “iftira et, çoluk çocuğuna söv” ama Özkök’e asla dokunma ! Nasıl bir medya özgürlüğü içinde, yalanlarla dolu “sanal dünyamızda” nasıl debelendiğimi o gün anladım...

Sevgili dostlar, burada üzüldüğüm bir nokta daha oldu... Bu “sansür”içinde bir “patron adayı”, bir de “yeni gazeteci” eriyip gittiler...

Vuslat Doğan, geçtiğimiz hafta “basın özgürlüğü” ödülü alan Vuslat Doğan Sabancı, sansüre “destek” verdi ! Medyamızda “ileride iyi yerlere” gelebilecek bir kardeşimiz olan Eyüp Can Sağlık ise “varlık bile” gösteremedi! Neden gösteremediğini de bu sabah anladık; “sansüre destek karşılığı” Hürriyet “haber koordinatörü” olmuş !! Sonuçta Türkiye adına, Türk basını adına, iki kişi daha bana göre yok olup gitti ! Kimlerin “sözde demokrat, kimlerin sahte demokrat” olduğu maalesef ortaya çıktı...Başbakanı yerle bir et ama “sahte demokratlara” dokunma !!

Sevgili dostlar, tekrar ediyorum; her türlü fikir tartışmasına sonuna kadar varım ama gerçekten özgür ve herkesin eşit olduğu bir ortamda ! “Erdoğan’a saldır, Ertuğrul’u kutsa” benim ilkelerime, ahlakıma, aile terbiyeme ve en önemlisi vicdanıma uygun bir davranış değil!

Son olarak bana Vatan gazetesindeki yolculuğumda sonsuz destek veren sizlere ve başta Aydın Doğan-Sema Doğan olmak üzere Doğan Gurubu çalışanlarına ve bütün Vatan ailesine sonsuz teşekkür ederim...

Burada bir not daha düşmem gerekli; Habertürk’e “transfer olmadım”! Bu sansür süreci, beni “kendimi ifade edebileceğim” yeni mecralar aramaya itti! Bu zaman zarfında bana kapılarını açan Habertürk oldu! Yeni projeler ile orada çok iyi şeyler yapabileceğimize inancım sonsuz! Sansürlenmem döneminde bana yazılarıyla destek veren diğer köşe yazarlarına da sonsuz teşekkürler...

Bu kubbede hoş bir seda bırakabildiysek, ne mutlu bize... HOŞÇAKALIN...

Son söz : Bu yazının basılıp basılmayacağı, Vatan’ın da “bir gazete mi yoksa basılı kağıt parçası mı” olduğunu bize gösterecek...Basılmazsa nasıl olsa, diğer basın organlarında yayınlanacak...Umarım yıllardır çalıştığım gazetem “bunu basar” ve hayallerim bir daha yıkılmaz... SANSÜRCÜLERE ve SAHTE DEMOKRATLARA selam olsun...Tekrar hoşçakalın...

Yiğit Bulut - Habertürk


13 Ekim 2008
Taha Kıvanç/Yenişafak
Kim, kiminle, nerede görüştü?

Duydunuz mu a dostlar: Askerler Abdullah Öcalan'la görüşmüş... Sakın “Bir yaşıma daha girdim” demeyiniz. İddia Hürriyet gazetesinde çıktı; hem de 'pop sosyolog' diye de bilinen genel yayn yönetmeninin kaleminden... Pop sosyologumuz, Abdullah Öcalan'ın avukatlarına şu sözleri sarf ettiğini öğrenmiş:

“Hem Atilla Uğur hem Emre Taner bana şöyle dediler: 'Biz bu sorunu KDP, YNK ve Amerika ile değil sizinle çözelim.' Bana konuşmaları olumlu geldi. Ama onların durumu şimdi ortada. Benim sorguma katılan paşa cezaevinde yatıyor ve neden tutuklandığını bilmiyor.”

Yazı, “Evet, Öcalan'ın sözleri böyle” diye bitiyor.

Bu cümlede “Benim sorguma katılan paşa cezaevinde yatıyor ve neden tutuklandığını bilmiyor” diye anılan kişinin Org. Hurşit Tolon olduğunu yazdı Hürriyet yönetmeni. Ergenekon tutuklusu Org. Tolon'un avukatı ise, müvekkilinden öğrendiğini, “Asla böyle bir görüşme olmadı, külliyen yalan” sözleriyle yansıttı. Tolon Paşa İmralı'da yatan Öcalan'ın beş kilometre yanına bile yaklaşmamış...

Bu bilgi doğru. Konuyla ilgili benim tanıklığım önemli; çünkü askerle Öcalan'ın görüşmesi konusuna değindiğim bir yazıda, görüşen kişinin Org. Hurşit Tolon olduğunu önemsediğim bir kaynağa atfen yazmıştım. Yazım üzerine o dönem önemli sorumluluklar taşıyan ve konuyu bilebilecek durumdaki bir kaynak, “Yanlış biliyorsun, Tolon Paşa görüşmedi, görüşen bir başkasıydı” dedi bana.

'Bir başkası' dediği, o sıradaki görev alanı İmralı'yı da kapsayan 28 Şubat'ın ünlü simalarından Org. Çevik Bir'di.

Abdullah Öcalan, yanlış anlamalara sebep olan cümlesinin o bölümüyle Hurşit Tolon'u değil, İmralı'da kendisiyle görüştüğü kayıtlara geçmiş olan Atilla Uğur'u kast ediyor olmalı. Albay rütbesinden emekli Atilla Uğur'u general sanıyor herhalde Öcalan...

Amiral gemisinin kaptanı yazısını şöyle bitirmiş: “Bu konuda ilk yazı 4 Ekim'de çıktı. Üzerine iki yazı daha çıktı. /Bugün ayın 10'u.../ Bizi, golf oynarken kendisine haber verilmeyen paşa yerine koymayın.”

Ah canım! Ne kadar iç yakıcı.

Konu 1999 yılından beri Kulis'in yakın takibinde.

Şimdilerde, Abdullah Öcalan kendisiyle görüşenler arasında Çevik Bir'in olmadığını söylüyor. İddiasına güç kazandırmak için de, “Onu televizyonlardan tanırım, beyaz tenlidir; oysa benimle konuşan general esmerdi” gibi sözler sarf ediyor. Ancak, Çevik Bir'le İmralı'ya yerleştirilmesinden çok önce başlayan bir diyalogu bulunduğunu ilk söyleyen yine kendisiydi.

Bir zamanlar Arap medyasını daha yakından izlerdim. O dönemlerde, Türkiye'deki kitapçılara da gelen 'el-Vasat' adlı dergide (25 Ocak 1999 tarihli nüshada) bir röportajı çıkmıştı Öcalan'ın... Şam'dan ayrılmış, bir süre serseri mayın gibi dolaştıktan sonra Roma'da karar kılmıştı terör örgütü lideri. O zamanlar Türk medyasından birileri de gidiyor ve kendisiyle “Sayın Başkan” saygı ifadesiyle başlayan röportajlar yapıyordu.

Herhalde hatırlamışsınızdır.

Vasat dergisinde çıkan röportajında, Öcalan, son iki yıldır Türk Genelkurmayı'nın da kendisiyle temasta olduğunu anlatıyordu. 28 Şubat döneminde adı gazete manşetlerinde dolaşan bir generalin adını andığını (adını andığı general Çevik Bir'di) ve “Altı maddelik bir siyasi çözüm planı üzerinde mutabık kaldık” dediğini o günlerde yazmıştım.

Ne zaman ve nerede? 3 Mart 1999 tarihli Kulis'te...

Abdullah Öcalan 16 Şubat 1999 tarihinde Türkiye'ye getirilip İmralı'ya yerleştirilmişti; ben bu konuyu 15 gün sonra yazmışım. Bir yazıyla bırakmadığımı da tahmin edersiniz. O gün bugündür ne zaman fırsat düşürsem, “Mutabakatın maddelerini öğrenebilir miyiz?” diye sorup dururum.

Bir fikriniz olsun diye 22 Ekim 2003 tarihli Kulis'in son satırlarını buraya aktarayım: “Neden kimse İmralı'daki mahkuma, 'Sana hangi siyasetçi 'Kaç' diye haber göndermişti?' diye soru yöneltmiyor? Neden, 'Altı madde üzerinde anlaştığını söylediğin general kimdi?' diye sormuyor? / Bu ülkede tek meraklı ben miyim?”

Artık yalnız olmadığımı, yayın yönetmeni düzeyinde Hürriyet'in de aynı merakı duymaya başladığını görmekle mutluyum.

Bazıları geç uyanıyor, farklı sebeplerden uyanıyor, ama uyanıyor işte. Geç olsun da güç olmasın, başka ne diyebilirim?

Bu tür iddiaların Yeni Şafak'ta ve Kulis sütununda çıkması başka bir olay, Hürriyet'te ve gazetenin yayın yönetmeninin sütununda kendisine yer bulması başka... Nuriye Akman'a konuşan Aydın Doğan'ın, “Hürriyet devlet gazetesi” dediğini unutmayalım. Nitekim, pop sosyolog, bu kadar basit bir iddiayı sütununa aktarırken üç farklı kişiyi tanık gösterme ihtiyacı duymuş...

Öcalan'a “Kaç” diye haber gönderen siyasetçiyi mi merak ediyorsunuz? Bekleyin.

VatanTaş Özkök'ü Fena Yakaladı
12 Ağustos 2008

Aktifhaber'e ' VatanTaş' rumuzu ile yorum yazan dikkatli yorumcumuz Ertuğrul Özkök'ün bu günkü köşesinde yaptığı fahiş hatayı deşifre etti.

Yorumcumuzun iletişimden gönderdiği notu:

"ben VatanTaş rumuzu ile zaman zaman sitenize yorumlarda da bulunurum. Ertuğrul Özkök bugün yazısında 4 tane C-17 ABD Uçağı ile 2000 Gürcü askerinin gürcistana tiflis havaalanına indiğini söylüyor. uçak başı 500 techizatlı asker düşüyor ki bu mümkün değil. bu uçakların taşıdığı personel sayısı yaklaşık 150 civarındadır. biraz okurları ciddiye alıp internetten de araştırma yapsaydı, bu yalanı yazmazdı birde dördüncü uçağın ne olduğunu sanki stratejik bir cevap verecekmiş gibi yazmış, ama sonuç sıfır bomboş yalan, yanlış bir yazı"

Ertuğrul Özkök'ün bu gunkü yazısının ilgili bölümü;

"Önceki gün Irak’tan 4 uçak havalandı.

Bunlar "C-17" nakliyle uçaklarıydı.

Amerikan Hava Kuvvetleri’ne ait bu 4 uçağın rotası Tiflis Havaalanı’ydı.

İçinde 2000 Gürcü askeri vardı.

Bu askerler Amerikan ordusu tarafından eğitilmişti.

Üniformaları, son 3 gündür Osetya cephesinden gelen Gürcü askerlerinkinden çok farklıydı.

Modern bir ordunun bütün teçhizatı ve dış görüntüsüne sahipti.

Uçaklardan üçü, hiçbir sorunla karşılaşmadan Tiflis Havaalanı’na indi.

Ancak 4’üncü uçağın durumu farklıydı.

Irak’tan biraz geç havalanan uçak, Gürcistan semalarına girdiğinde hiç beklemediği bir şey oldu.

Tiflis Havaalanı’nın radar sistemi Rus uçakları tarafından vuruldu.

O nedenle dördüncü uçağın akıbetini öğrenemedim.

Daha sonra Tiflis’e mi indi, yoksa Irak’a geri mi döndü?

Veya Türkiye’de bir havaalanına mı indi bilgi alamadım."

aktifhaber

Vakit
Hasan Karakaya
28 Mayıs 2008
Tarassut Köpeği işbaşında... Mı acaba?!?

Ne diyordu, Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök?.. Geçtiğimiz Cumartesi günkü, “Tarassut Köpeği İşbaşında” başlıklı yazısına; “Kendi payıma bugünden itibaren tam anlamıyla tarassut köpeği oluyorum” diye başlıyor ve devam ediyordu: “Köpekleşmiyorum, sadece “watchdog” oluyorum...

Kelimesi kelimesine çevirirseniz, “gözlem köpeği” oluyorum... Bir nevi “tarassut” elemanı. Kim ne yapıyor, kanunu nerede ihlal ediyor?.. Bakacağım ve teşhir edeceğim.”
İtiraf edelim, Ertuğrul Özkök; “sigara yasağı”nı ihlâl edenlerle de, “içki özgürlüğü”nü ihlâl edenlerle de, kıyasıya savaşıyor...
Evet, “tarassut köpeği” olmaya karar verdiğinden bu yana, özellikle “içki özgürlüğünü kısıtlayanlar”a bu yaptıklarını burunlarından fitil fitil getiriyor...
VAYYY SEN MİSİN İÇKİ VERMEYEN!
Belki görmemiş/duymamış olabilirsiniz... “Tarassut köpeği”miz Ertuğrul, ne yapmış etmiş, sonunda Sultanahmet’teki Golden Horn Oteli’ni kapattırmayı başarmış... Çünkü efendim, bu otel, “Dubai Modeli”(!) uyguluyormuş!.. Yani “gavurlara içki veriyor”muş da, “Müslümanlara içki yasağı uyguluyor”muş!..
Vayy, sen misin bunu yapan?!?..
Hürriyet gibi bir gazete, tam 3 gün boyunca bu basit konuya ayırdı “manşet”lerini!..
Tabiî, “bir taşla üç kuş vurmaya” çalıştılar...
Bir; “Dubai Modeli” diyerek, “Türkiye’de de böyle bir uygulama başladığı” imajı verdiler!..
İki; “içki özgürlüğü”nü ihlâl edenlerin başlarına neler gelebileceğini gösterdiler...
Üç; işin içine Başbakan’ı da katıp, onun da “içki özgürlüğünü savunduğu” gibi bir izlenim vermeye çalıştılar!..
Başbakan Tayyip Erdoğan; “Gâvura içki veren, Müslüman’a vermeyen” otelin tavrı için, “densizlik” demiş... Hürriyet de bunu “manşet”ten vermiş!..
Evet, burada bir “densizlik” var ama Başbakan, bu sözüyle “otelin ayrımcılık uygulaması”nı değil, “ruhsata aykırı faaliyet”te bulunmasını hedef alıyor...
Ki, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, aynı densizliğe şu sözleriyle tepki göstermişti!
“Maalesef bazı yeme-içme, konaklama mekanları, Türkiye’nin turizmde önemini kavramamış gözüküyor. Bu bakanlıktan belgeli bir otel değil, belediye ruhsatıyla çalışıyor. İçki ruhsatı olmamasına karşın yabancılara el altından içki veriyor, diğerlerine vermiyor. Yaptığı iş tamamen yasa dışıdır.
Her türlü yaptırımı uygulayacağız.
Turistik yerlerde içki konusuyla ilgili hiçbir tartışma yok. Türkiye’de içki ruhsatı olan her yer içmek isteyene içkiyi rahatlıkla veriyor. Bu konuda siyasi, dini etki yok. Tamamen oradaki işletme, hakkı olmadığı, içki ruhsatı olmadığı halde böyle bir standart uygulamış, kendisine göre ayrımcılık yapmış.
Yaptığını da sanki siyasi bir gerekçe varmış gibi izah etmeye çalışmış. Yaptığının bedelini ödeyecek.”
“BİR KADEH YASAK” MANŞETİ
Evet, olay bu... Adam, “içki ruhsatı olmadığı” halde “içki servisi” yapıyor ve bunda da “kendi kafasına göre” ayrımcılık uyguluyor!..
Aslında var ya;
Golden Horn adlı otelin bu yaptığı, aynı zamanda Hürriyet’in 13 Mayıs tarihli “Bir kadeh artık yasak” şeklindeki manşetini de “yalanlayan” bir uygulama!..
Ne diyordu yasa;
“Yetkili olmadıkları halde, açık olarak içki satışı veya sunumu yapanlar ile satışa sunulan tütün mamulleri, etil alkol, metanol ve alkollü içkileri arz ambalajlarını bozmak veya bunları bölmek suretiyle satanlara bin Yeni Türk Lirası’ndan 10 bin Yeni Türk Lirası’na kadar idari para cezası verilir.”
İşte, Golden Horn, tam da bunu yapıyordu...
Yani, “yasayı ihlâl ediyor”du!.. Evet, “içki ruhsatı yok”tu ama, el altından “içki servisi” yapıyordu!..
“Tarassut köpeği”miz Ertuğrul, öyle sanıyorum ki; o “manşet gafı”nı bu haberle örtbas etmeye ve bir anlamda, “Yaa gördünüz mü?.. Ben haklı çıktım!.. Görüyorsunuz, bazı yerler içki vermiyor” mesajı vermeye çalıştı!..
Ama, mızrak çuvala sığmadı!..
Bırakın adamların içki vermemesini, içki satmaları bile yasak!..
Çünkü “Ruhsat”ları yok!..
“Yetki”leri yok!..
Hürriyet, adamların “ruhsatları olmadığı halde” içki satmalarına saldıracak yerde, kalkmış; “gavura verdiler, bize içki vermediler”in derdine düşmüş!..
Her neyse... Sonunda, Golden Horn oteli “ruhsata aykırı faaliyet”ten dolayı 3 gün süreyle kapatıldı da, Hürriyet muradına erdi...
POLONEZKÖY’DEKİ OTELLERİ DE GÖR!
Yalnız, benim anlayamadığım şu:
Hürriyet gibi “iri” bir gazete, böylesine “küçük” bir olaya; niye 3 gün boyunca “manşet”ini ayırdı?...
Uğraştıkları şeye bak!..
Alt tarafı bir otel!..
“Otel” dedim de aklıma geldi...
“Tarassut köpeği”miz Ertuğrul, meselâ Polonezköy’deki “otel, motel ve pansiyon”ları niye “gözlemez” ve niye onları da “teşhir” etmez acaba?..
Dün, Aykut Işıklar yazdı:
“Hatırlarsınız Uğur Dündar bundan 20 yıl önce sıkı haberci iken İskenderun Soğukoluk fuhuş yuvalarını yerle bir etmişti.
Ama, Polonezköy’e gücü yetmemişti.
Çünkü o zamanki patroniçesi Belma Simavi’nin muhteşem bir evi var Polonezköy’de...
Ne yaman çelişkidir ki devletin jandarması, Allah’ın ormanlarında araba içinde sevişen gariban gençleri terörist gibi karakola götürür ama Polonezköy’de resmen kadın pazarlanan, et satılan pansiyonlara kimse dokunamaz.
Ki köyün tam ortasında karakol olmasına rağmen. Hani halk sağlığını korumak devletin görevi idi, bu yüzden fuhuş yasaktı...
Yol kenarında bekleyen kadınları veya telefona servis yapılan kadınları alıyorsun, Polonezköy’deki herhangi bir pansiyona götürüyorsun. İki-üç saat, artık beline kuvvet...
Sonra hesabı ödeyip gidiyorsun.
Onlar da çarşafı tersyüz edip yeni müşteriye odayı hazırlıyorlar.
Hafta arası aileler istenmez.
(...)
Bu pansiyonlarda fuhuş olduğunu bilmeyen yoktur. Ama nedense kimse sesini çıkaramaz. Şayet polis bölgesi olsa belki durum farklı olabilirdi. Ama fazla değişiklik de olmazdı. Polis bölgelerinde de durum farklı mı? Gecekondu semtinde kadın ile erkeği komşuları şikâyet eder, polis evi basar.
Ulus, Etiler’de kadınların çoğunun kocası ve sevgilisi belli bile değildir... Kapıcılar kim daha çok bahşiş bırakırsa, ona birinci enişte muamelesi yapar.
Yıllardır Polonezköy’de kaç Beykoz Kaymakamı’nı gördüm. Belediye Başkanları da her şeyi bilir. Aaa, pek çok ünlü iş adamının da köşkü vardır orada.
Ama köy ile hiç ilgilenmezler... Çünkü yol kenarında arabaların üzerine ‘boş oda var’ diye atlayanlardan hoşlanmazlar. Fuhuş bu kadar açıktır anlayacağınız. İşte böyle adı kötüye çıkmış bir köyde bisiklet yarışması garibime gitti.”
Evet, Aykut Işıklar bunları yazdı...
Ne diyordu Ertuğrul Özkök;
“Toplumdaki bütün tarassut köpekleri, rezervuar köpeklerinden bile daha gaddar şekilde görevini yapmalı, yapmalıyız. Meclis’te olsun, başka yerde olsun, bu kanunu ihlâl edenleri hepimiz ihbar etmeliyiz.
Medyanın tarassut köpekleri de, ihlalcileri, köşelerinde, sayfalarında, ekranlarında teşhir etmelidir.”
Alın işte, Aykut Işıklar, Polonezköy’de yapılan “fuhuş”u ve Ulus/Etiler’de hüküm süren “çağdaş yaşam biçimi”ni yazmış!..
Evet köşesinde “teşhir” etmiş!..
Şimdi “Tarassut Köpeği” Ertuğrul Özkök’e sormak gerekmez mi;
Sultanahmet’teki “yerliye içki servisi yapılmayan” oteli görüyorsun da, Polonezköy’de “kadın servisi yapılan” otelleri/motelleri niye görmüyorsun?..
“Dubai modeli”(!)ni biliyorsun da, “Nataşa modeli”ni yazmaya niye elin varmıyor?..
İşine mi gelmiyor?.
Yoksa, Engin Ardıç’ın yazdığı gibi; bu kavga “çıkar kavgası” mıdır, “ayrıcalık kavgası” mıdır, “sınıf ve zümre kavgası” mıdır?..
Yani, laiklik-maiklik “işin kılıfı” mıdır?..
Ha, ne dersin Ertuğrul?..
--------------
Ayağının tozuyla... Giderayak!
Dünkü yazımda, “durmuş saat”in bile, “günde iki defa doğruyu gösterdiğini” yazmış ve İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun; “rektörlerin seçimle değil, atamayla gelmeleri gerektiği” şeklindeki sözlerinin de; “giderayak” söylenmiş “doğru” sözler olduğunu ifade etmiştim...
Rektör Hilmioğlu, “durmuş saat” benzetmesine fena halde bozulmuş... Hem “telefon”la aramış, hem de “mail” göndermiş ve demiş ki;
“Rektörlerin atamayla gelmesine ilişkin görüşüm, giderayak dile getirilmiş bir görüş değildir... Rektörlük devir-tesliminin yapıldığı 7 Ağustos 2000 tarihinde de aynı görüşümü dile getirmiştim!”
Sayın Hilmioğlu, doğru söylüyor!..
Gerçekten de; göreve başlarken, yani “ayağının tozuyla” dile getirmiş o görüşünü!..
Bir de görevi bırakırken; yani “giderayak!”
Hele söyleyin; tam da “durmuş saat” örneğine uygun bir tavır değil mi?.. Evet; “iki defa doğru”yu göstermiş Rektör Bey!..
Bir “ayağının tozuyla”, bir de “giderayak!”

Hürriyet'te Bekir Coşkun depremi yaşanıyor! Yeni iddia: "Aydın Doğan'a tasfiye listesi verildi, sıra diğer muhalif yazarlarda"

09 Eylül 2009 Doğan Grubu'na verilen ağır vergi cezanın ardından Bekir Coşkun'un Hürriyet ayrılması medyanın gündemine bomba gibi düştü. İstifanın perde arkası konuşulurken, olayla ilgili ilginç iddialar ortaya atılıyor. İşte onlardan biri de Güneş gazetesi yazarı Talat Atilla'dan geldi.
"Ertuğrul Özkök ve Aydın Doğan yaklaşık 1 senedir Bekir Coşkun’u sıkıştırıyordu. Coşkun bazen bu sıkıştırmaları dikkate alsa bile, bu 1 yıllık zaman içerisinde genellikle bildiğini, inandığını yazdı. Israrlı ikazlara rağmen bildiğini yazmaya devam eden Coşkun, 1 ay önce Aydın Doğan’ın yazlığına davet edildi. Aydın Doğan’ın bazen fırça, bazen de, “Durumu görüyorsun ben bu işi uzatmam” sözleriyle en üst düzeyde ikaz edildi ve izine çıkarıldı. Kulağıma gelen bilgilere göre Doğan Grubu’nun patronu Aydın Doğan yakın çevresine, “Bana tasfiye listesi verdiler. Bekir’i, Melih’i, Mustafa’yı, Yılmaz’ı ve Yalçın’ı çıkarmamı istiyorlar. Nasıl direneceğim ben…” şeklinde konuşuyor.
Aydın Doğan’ın, “Benden tasfiye etmemi istiyorlar” dediği yazarlar şunlar: "Bekir Coşkun, Melih Aşık, Mustafa Mutlu, Yılmaz Özdil ve Yalçın Bayer…"
netgazete

Hürriyet'in Kelebek ekinde yazan Yonca Tokbaş, MİT'çi bir babanın kızı


08 Aralık 2009 CNN Türk'te program yapan Ayşenur Arslan'ın hem annesi, hem de babasının MİT mensubu olduğu biliniyordu. Medyada bir yazar daha deşifre oldu. Babası eski MİT mensubu olan isim, Hürriyet'in Kelebek ekinde yazan Yonca Tokbaş. Bu bilgiyi de Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök açıkladı. Bugünkü yazısında Kelebek ekinin yazarlarını tanıtan Özkök, Yonca Tokbaş için şunları yazdı: "Yonca Tokbaş, benim ikinci kızım sayılır. Kızım Gülümsün'ün kardeşi gibidir. Babası MİT mensubuydu ve genç yaşta hayata veda etti. Yonca bizim evimizde, Gülümsün onların evinde büyüdü. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'nı bitirdi. Çok içten, çok delice yazan bir kadın oldu. Kendi köşesinde her gün yeni kavramlar, yeni konseptler yaratıyor."
netgazete

Serdar Ortaç'ın pişmanlığı Star yazarı Ergun Babahan'a geçmişi hatırlattı: "Hürriyet de Ahmet Kaya'dan özür dileyecek mi?"

08 Aralık 2009 Ahmet Kaya'ya "Kürtçe türkü okuyacağım" dediğinde tepki gösteren Serdar Ortaç, pişmanlığını "Ahmet Kaya'nın suçu yoktu. Bugün o tepkiyi vermem" sözleriyle dile getirmişti. O günlerde Hürriyet de, Ahmet Kaya'yı suçlayan çok ağır manşetler atmıştı. Star yazarı Ergun Babahan, bugünkü yazısında o başlıkları hatırlattı ve Hürriyet'in özür dilemesini istedi. İşte Babahan'ın yazısı:

Hürriyet de özür dileyecek mi?

Tarih 12 Şubat 1999. Yer: Magazin Gazetecileri Derneği'nin ödül töreni.

Sahneye çıkan Ahmet Kaya, Kürtçe bir şarkısına klip çekmek istediğini söyleyince ortalık karışıyor.

Başını Serdar Ortaç'ın çektiği bir grup sahneye çatal-bıçak atmaya, Kaya'yı kameralar önünde linç etmeye kalkıyor.

Sahne işgal ediliyor, hep bir ağızdan 10'uncu Yıl Marşı söyleniyor.

(Bu marşı söyleyenlerin bir bölümünün askerlikten yırtmak için çevirmedikleri dolap kalmaması ayrı hikaye.)

Hürriyet'in o geceye ilişkin manşeti: ''Ayıp ettin Gözüm.''

Kaya dayanamayıp yurtdışına kaçınca Hürriyet, eşinin fotomontaj olduğunu belirttiği bir fotoğrafını basıyor.

Manşet bu kez ''Vay şerefsiz.''

Ahmet Kaya'nın ülkeden kaçıp sürgünde ölmesine ciddi bir sorumluluğu var Hürriyet'in.

Serdar Ortaç, Kaya'ya yönelik linç girişimindeki rolü için geçtiğimiz günlerde özür diledi.

Şimdi sıra Hürriyet Gazetesi'nde.

25 Aralık 2009
HÜRRİYET PH MERKEZİ SUNAR
Hürriyet Pisikolojik Harp Merkezi'nin "hamiline haberi" dudak uçuklattı.

Kemal Kılıçdaroğlu, “hamiline karar” diyerek Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararında isim kısmı boş bırakılarak karar alındığını, polisin bu boş yere istediği isimleri yazarak arama yaptığını iddia eden bir belge açıkladı. Kılıçdaroğlu’nun elinde salladığı belgede gerçekten de isim ve adres kısmı boştu.

Ancak belge çakma çıktı. Erzurum Başsavcısı Belgenin orjinalini açıkladı ve orjinalinde isim ve adres kısımlarının dolu olduğu ortaya çıktı. Arama kararı, Erzincan Garnizon Komutanlığı’na fakslanırken, deliller karartılmasın diye yasa gereği isim ve adres kısımları kapatılmıştı. Erzurum Başsavcısı, “kurumlar arası gerilim çıkmasın diye” geldiklerini önceden haber vermek için belgeyi isimleri kapatarak faksladığını hemen ardından da belgenin orijinal haliyle aramaya gittiklerini açıkladı.

Kılıçdaroğlu’nun yalan açıklamasını Hürriyet dün manşet yaptı. İşin gerçeği ortaya çıktı ama yalanı manşet yapan Hürriyet, gerçeği gazetenin taaaa 20. sayfasında gördü.

İşin komiği gazetenin 19. sayfasında Yazan Mehmet Yakup Yılmaz, Kılıçdaroğlu’nun teorisi üzerinden “burası polis devleti mi” diye esip gürlemesiydi. Yılmaz’ın yazdığı sayfanın hemen arka sayfasında işin gerçeği yazıyordu.

“Yılmaz kendi gazetesinde ertesi gün çıkacak haberi bilmiyor” diyemezsiniz. Hürriyet’in yazı işlerinin gücü malum. Yazarın haberle çelişkisini tespit edip anında uyarırlar.

Bu ancak bilinçli bir tercih olabilir. Manşetten verdikleri yalanın, ertesi gün gerçeğini kerhen 20. sayfadan verirken, yine de akılları karıştırmak için bir önceki sayfadan Yılmaz’ın köşesini kullanmışlar.

Hürriyet Psikolojik Harp Merkezi’nden derslik bir çalışma daha…
aktifhaber

06 Nisan 2010
Hürriyet'le Maliye Arasında Uzlaşma!
Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş, 2005 hesap dönemine ait vergi ve cezasına ilişkin uzlaşmaya varıldı.

2005 hesap dönemine ait vergi ve cezasına ilişkin uzlaşmaya varıldı.

Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş, 2005 hesap dönemine ait, 22 milyon 569 bin 5 lira, tutarında vergi aslı ve 22 milyon 569 bin 5 lira tutarında vergi ziyaı cezası içeren ek Vergi İnceleme Raporları ile ilgili olarak tarhiyat öncesi uzlaşma sağlandığını bildirdi.

Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş'nin, Kamuyu Aydınlatma Platformu'nda (KAP) yayımlanan tarhiyat öncesi uzlaşma sağlanmasına ilişkin açıklamasında, şunlar kaydedildi:

''Maliye Bakanlığı Gelirler Kontrolörleri tarafından şirketimize tebliğ edilen 2005 hesap dönemine ait, 22 milyon 569 bin 5, tutarında vergi aslı ve 22 milyon 569 bin 5 lira tutarında vergi ziyaı cezası içeren ek Vergi İnceleme Raporları ile ilgili olarak tarhiyat öncesi uzlaşma sağlanmıştır.

Buna göre vergi aslı ve cezası 8 milyon lira olarak belirlenmiştir. Söz konusu tutar, bu tutar üzerinden hesaplanacak gecikme faizi ile birlikte bir ay içerisinde ödenecektir.

Ödenecek tutarın, gecikme faizi ile birlikte 17 milyon 200 bin lira olacağı tahmin edilmekte olup, 01.01.2009-31.12.2009 hesap dönemine ait finansal tablolarımızda bu tutarda karşılık ayrılacaktır.'
aktifhaber

Taraf Hürriyet'e Manşetten Çaktı

19 Temmuz 2010
Fatih Altaylı, Türkiye ve Yunanistan'ı savaşın eşiğine getiren Ege'deki Kardak kayalıklarına bayrak dikme yarışında, o dönem Hürriyet'in Yayın Yönetmeni olan Ertuğrul Özkök'ün gerginliği nasıl tırmandırdığını yazdı.
Hürriyet bazen savaş çıkarmaktır

Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ün, Poyrazköy davasında yargılanan subaylardan yola çıkarak, “Kardak Krizi” günlerini anlatan yazısının ardından Habertürk gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı da kendi köşesinde Hürriyet yazıişleri toplantısında Kardak Krizi’nin nasıl tırmandırıldığını yazdı.

Kardak krizinin medya cephesi
“Figen Akat” isimli Türk gemisinin 25 Aralık 1995 tarihinde Ege Denizi’ndeki Kardak kayalıklarında karaya oturmasının ardından Türk ve Yunan kurtarma ekipleri arasında anlaşmazlık çıkınca patlayan krizde, iki ülke savaşın eşiğine gelmişti. Bu olaydan sonra Yunanistan, deniz kazasının kendi karasularında olduğunu ileri sürmüş, Türkiye ise, sözkonusu adaların kendisine ait olduğunu belirtmişti. Poyrazköy Davası’nın geçen hafta yapılan duruşmasında Albay Ali Türkşen’in, “mazotunu kredi katıyla aldık” dediği hücumbotla Kardak’a çıkarma yapılmıştı. Ancak olayın bir de medya cephesi vardı.

Memlekete toprak katan gazeteciler
Altaylı köşesinde, bir sabah yazıişleri toplantısında bir Yunan gazetecinin Türkiye’ye ait olduğu iddia edilen Kardak kayalıklarına Yunanistan bayrağı dikmesi olayını konuşurlarken Haber Müdürü Uğur Cebeci’ye takıldıklarını, kendisine “Bak Yunan gazetecilere. Adamlar ülkelerine toprak katıyor. Sen boş otur. Bir yere bayrak diktiğin mi var” şeklinde espriler yaptıklarını yazdı. Altaylı yazısında, Uğur Cebeci’nin ertesi gün toplantı masasına bir tomar fotoğraf fırlattığını ve “Alın size gazetecilik” diye bağırdığını ifade etti. Altaylı’nın ifadelerine göre Uğur Cebeci, İzmir Bürosu’ndan bir gazeteciyi helikopterle kayalıklara göndermiş ve Yunan bayrağını indirip yerine Türk bayrağını dikmesini söylemişti.

Özkök: Bu, Hürriyet’in misyonu
Altaylı, toplantıda bayrak dikme olayına gülüp geçtiklerini ancak öğleden sonra gazeteye gittiğinde Uğur Cebeci’nin diktirdiği bayrağın gazetenin manşetinden verildiğini görünce şok olduğunu ve hemen ardından Özkök’ü aradığını yazdı.

Altaylı, Özkök’e “Abi, ne yapıyoruz. Bu manşet savaş çıkarır. Bari bu kadar büyük vermesek” dediğini, ancak Özkök’ün de “Hürriyet’in geçmişte de buna benzer haberler yaptığını Hürriyet’in misyonunda böyle haberler olduğunu, Kıbrıs davasına da böyle sahip çıktığını” ifade ederek kendisini ikna ettiğini aktardı.

Altaylı bota atladı
Haberin çıktığı gün İzmir’de bulunan Altaylı’yı arayan Özkök, Altaylı’yı Bodrum’a göndererek olayı yazmasını istedi. Eşini, foto muhabiri ve kameramanını da alarak Bodrum’a giden Altaylı, bir motor kiralayarak kayalıklara doğru yola çıktı. SAT komandolarına ait bota binmesine izin verilmeyen Altaylı, eşinin isteği üzerine seyir halindeyken askerî bota atlayarak şimdi Poyrazköy Davası’nda yargılanan subaylarla da konuşma imkânı buldu
.(TARAF)

Hürriyet gazetesi Ramazan'ı bir gün öne çekti
09.08.2010
Daha Ramazan gelmeden bu gece sahura kalkacağımızı ilan eden Hürriyet yazarı kim?
Hürriyet gazetesinin Kelebek ekinde "Bir Yemek Masalı" isimli köşenin sahibi olan Sahrap Soysal bu kez daha Ramazan gelmeden köşesinde bir skandala imza attı.

Onbir ayın sultanı Ramazan’a yarın yani Salı gecesi kalkacağımız ilk sahur ve Çarşamba günü ilk tutacağımız oruçla merhaba diyeceğiz.

Ancak Hürriyet Kelebek yazarı Sahrap Soysal kendisini öylesine Ramazan ayına hazırlamış olacak ki köşesinde ’Bu gece sabaha karşı kalkıp Ramazan’ın ilk sahur yemeğini yiyeceğiz ve yarın da oruçlu olacağız’ diye yazdı.

Ancak ne editörler ne yazıişleri bu hataya dikkat edip düzeltmedi.

RAMAZAN’DA ŞARAPLI YEMEK TARİFİ

Sahrap Soysal’ın geçen yılki Ramazan’da şaraplı yemek tarifi skandalı henüz akıllardan çıkmamışken bu yeni Ramazan yazısı skandalı okuyucuları şaşkına çevirdi.

habername.com

"Adın Hürriyet, attığın bu başlık ne?"
27 Ağustos 2010

"Adın Hürriyet, attığın bu başlık ne?" dedi. İşte Erdoğan'ın tepkisinin dinmediği o manşet;
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Türkiye'nin en çok satan gazetesi tuttu bir başlık attı. '411 El Kaosa Kalktı' dedi. Başlık bu. Şimdi tabii adama sorarlar. Hani sen özgürlükçüydün. Hani sen hak ve hürriyetlerden yanaydın. Adın Hürriyet, attığın bu başlık ne?" dedi. aktifhaber

AKP'yi Bitirmenin Formülü Özkök'te!

06 Ekim 2010
Son tabloya ve anket sonuçlarına göre 2011 seçimlerinin favorisinin yine AKP olduğu gözüküyor. Peki AKP'yi iktidardan indirmenin formülü Ertuğrul Özkök'te olduğunu söyleyesek..? Nasıl mı?

Girdiği her seçimden galip çıkan AKP'yi iktidardan indirmenin formülü Hürriyet Yazarı Ertuğrul Özkök'te.

Nasıl mı?

Referandum sonrası ilk yazısında Ertuğrul Özkök yüzde 58'lik evet'i analiz ederken ilginç bir itirafta bulunmuş, "Tuttuğum ve oy verdiğim partiler hep kaybediyor" demişti.

O günkü yazısında bunu şöyle dile getirmişti.

"İlk oyumu 1960'lı yıların sonunda Türkiye İşçi Partisi'ne vermişim.
Tabii ki seçimi kaybetmiş.

1970'li yıllarda yurtdışındaydım. Oy kullanamadım.

1977 yılında CHP'ye oy verdim.

İyi oy aldı ama iktidar olamadı. Yani yine kaybetmiş sayılabilirim.

12 Eylül'den sonraki ilk seçimde Halkçı Parti'ye oy verdim.
Özal kazandı, ben kaybettim.

Sonra Özal'cı oldum.
Yerel seçimlerde ANAP'a oy verdim.
Geç kalmışım; O da kaybetti.

1991 seçimlerinde ANAP'a oy verdim.
Demirel k

Ondan sonraki seçimlerin hepsinde oy verdiğim parti kaybetti.
Dün, “Hayır” oyu verdim.
Evet kazandı.
Hem de açık ara kazandı.

NİYE BENİM TUTTUĞUM PARTİLER KAYBEDİYOR?

Patronum Aydın Doğan'dan çok önemli bir şey öğrendim.
Düş kırıklığına uğradığım, kendimi kaybetmiş, hata yapmış hissettiğim anlarda, “bahane aramak” yerine, “Ben ne hata yaptım” diye bakmayı.
Önceki akşam da kendi kendime şunu sordum: “Niye benim tuttuğum parti hep kaybediyor?”

Daha sonra 'Beyaz Türkler'i yazdığı bir yazısında da bu sözlerine atıfta bulundu.

Kurulduğundan beri girdiği her seçim ve referandumdan galip çıkan AKP'yi iktidardan indirmenin formülü acaba Ertuğrul Özkök'te mi?,

Oy verdiğim tüm partiler kaybediyor diyen Ertuğrul Özkök, 2011 seçimlerinde AKP'ye oy vereceğini açıklarsa AKP bu seçimleri kaybeder mi?

AKP'nin iktidar gitmesi için her yolu deneyen ulusalcı kesim şimdiden Ertuğrul Özkök'e "AKP'ye oy ver" diye baskı yapmaya başlamışlar mıdır acaba?azandı.
www.stratejikboyut.com

HÜRRİYET’TEN NEDEN AYRILDIM?
Barış Pehlivan

28.12.2010

Hürriyet gazetesi köşe yazarı Nuray Mert, gazeteyle yollarını ayırdı.
Odatv, Nuray Mert’i aradı ve bu ayrılığın nedeni sordu.
Hürriyet’in yazı konseptiyle kendisinin yazılarının uyuşmadığını, belirten Nuray Mert Odatv’ye özetle şunları söyledi:

“Birtakım rahatsızlıklarım vardı ve bunlar giderilmediği için ayrıldım. Bu rahatsızlıklar sayfa yerinin sürekli olarak değiştirilmesiyle ilgiliydi. Son olarak, cumartesi günkü yazımı, Ankara baskısında özellikle saklama gayreti içine girdiklerini gördüm. Bu konuda merkezin mi Ankara’nın mı tavrı olduğunu bilmiyorum, kimsenin günahını almak istemem. Kürt meselesi konusunda bazı kaygıları olduğunu düşünüyorum. Kimse bana “ne yazmam gerektiğini” söylemedi, söyleyemez, öyle bir yazar değilim. Ama nezaketen söylemediklerini düşünüyorum. Ben pazarlıkçı biri değilim, zarf atmam. Karar verdim ve ayrıldım. Şu an başka gazetede yazma gibi bir transfer durumum yok. Öncelikle, gazeteci arkadaşlarımla sohbet edeceğim.”

Nuray Mert, Hürriyet’e Radikal’den transfer olmuştu.

Odatv.com

Hürriyet’ten Erdoğan’a ’’Anket’’ Çalımı
21 Ocak 2011

Başbakan Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için girdiği yarışta 1994 yerel seçimleri öncesinde anketten birinci çıktı, ancak Hürriyet Gazetesi Erdoğan'ı üçüncü sırada gösterdi...
Usta Gazeteci Rahmetullah Karakaya 1994 yılında Hürriyet Gazetesi'nde çalışırken yaşadıklarını yazdı...

Hürriyet’in 35 yıl başyazarlığını yapan Oktay Ekşi, ll Ocak’ta düzenlenen törenle CHP’ye katıldı.

Her vatandaş, istediği partiye girmekte özgürdür.

Ama gazetecilik adına, bir kamuoyu araştırma sonucunu, kendi kişesil görüşüne göre çarpıtarak yayınlamak, hiçbir ahlak kuralına uymaz.

27 Mart 1994 yerel seçimlerinde, RP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dı.

Erdoğan’in karşısında ANAP adayı olarak, Devlet Planlama Teşkilatı eski müsteşarı İlhan Kesici, SHP adayı olarak Zülfü Livaneli, DYP adayı olarak da Bedrettin Dalan vardı.

Ben o dönem Hürriyet Haber Merkezi’nde çalışıyordum.

Hürriyet, Türkiye genelinde yerel seçim tahminleri için, Selim Oktar yönetimindeki Strateji- Mori ile anlaşmıştı.

Mart başında, il il kamuoyu araştırma sonuçları yayınlanmaya başladı.

Seçim kampanyası boyunca İlhan Kesici, Zülfü Livaneli ve Bedrettin Dalan, gazeteye ziyaretlerde bulundular.

RP adayı Recep Tayyip Erdoğan ile 1968’lere dayanan bir hukukumuz vardı.

Gazeteci yeğenim Üftade Oğuz da, Erdoğan’ın basın danışmanlığını yapıyordu.

Martın ortalarında bir gün bana telefon etti. Erdoğan ile Hürriyet’i ziyaret etmeyi düşündüklerini, benim de o gün gazete bulunmamın iyi olacağını söyledi.

Muhtemelen 18 Mart Cuma günü geleceklerini söyledi.

O gün çalışıyordum. Tarihin uygun olduğunu söyledim.

Cuma sabahı uyandığımda, evimin bulunduğu Yenilevent, kar altındaydı. Güçlükle anayola kadar yürüdüm. Çevre yolundan Bakırköy’e gitmek için otobüse bindim.

Ancak Okmeydanı’nda, kar ve tipiden trafik kilitlendi. Saat 10.00 olmasına rağmen, yerimizden 10 santim kıpırdayamadık. Mecburi otobüsten indim.

Okmeydanı’nda, şehirlerarası otobüs bürolarının olduğu Molla Gürani Viyadüğü girişine gittim. Bir firmadan telefonla Hürriyet’i aradım. Yalçın Bayer’e, tipi nedeniyle işe gelemeyeceğimi, bu nedenle gazeteyi ziyaret edecek RP adayı Recep Tayyip Erdoğan’la ilgilenirse sevineceğimi bildirdim

Yalçın Bayer, merak etmememi belirterek, “Keyfine bak” dedi.

Sağolsun, gereken ilgiyi gösterdiği için de, yeğenim sonra onun adına bana teşşekkür etti.

Erdoğan seçildikten sonra, onunla ilgili ilk haber Mustafa Kınalı, ilk röportaj da Yalçın Bayer imzasıyla yayınlandı.

ÇARPITILAN KAMUOYU ARAŞTIRMASI

Hürriyet’te 21 Mart’ta yayınlanan kamuoyu araştırmasına göre, Türkiye geneli tahmini oy dağılımı şöyle gösterildi:

ANAP 21,15, RP 19.79, DYP 17.37, SHP 10.10...

İstanbul’da ise ANAP’lı İlhan Kesici ile SHP’li Zülfü Livaneli yarışıyor gibi haber yayınlandı. Kesici’nin oyu yüzde 37.78, Livaneli’nin oy yüzdesi de yüzde 37.16 olarak verildi.

Strateji – Mori’nin 21- 22 Mart’ta İstanbul’da yaptığı son kamuoyu araştırması ise 25 Mart Cuma günü yayınlandı.

Yani seçimden iki gün önce...

24 Mart Perşembe günü, Haber Merkezi’nin Haber Havuzu’na gelen araştırmada, RP adayı Recep Tayyip Erdoğan, açık farkla birinci sırada yer alıyordu.

Onu ikinci sırada İlhan Kesici, üçüncü sırada Zülfü Livaneli, dördüncü sırada ile Bedrettin Dalan takip ediyordu...

BAĞNAZLIK, GAZETECİLİĞİ SOLLADI

Ancak...

25 Mart Cuma sabahı Hürriyet’i elime aldığımda, nutkum tutuldu.

Ertuğrul Özkök yönetimindeki ekip, Strateji- Mori’nin gerçek sonuçlarını değil, kendi gönüllerinden geçeni okurların bilgisine sunmuştu.

Sonuçlar şöyle tersyüz edilmişti:

1. SHP- Zülfü Livaneli : 26.20
2. ANAP – İlhan Kesici : 21.68
3. RP – Recep Tayyip Erdoğan : 23.01
4. DYP- Bedrettin Dalan : 14.20

Tabii garibime giden, Strateji- Mori’nin bu çarpıtmaya hangi şartlarla razı olduğuydu.

Bu yazıyı kaleme alırken de, defalarca Strateji – Mori’nin (0212 275 43 93) numaralı telefonunu aradım.

Hürriyet için yapılan araştırmanın gerçek sonuçlarını öğrenebilmek için. Fakat bir muhatap bulamadım.

İnternette de gerekli bilgilere ulaşamadım.

26 Mart’ta da, dört araştırma firmasının İstanbul tahminleri yayınlandı:

Dördünde de RP ilk sırada görünmüyor.

Sonuçlar şöyle sıralanıyor:

Strateji- Mori : SHP- RP- ANAP- DYP.
KAMAR : DYP- SHP- ANAP- RP.
SONAR : ANAP- SHP- RP- DYP.
VERSO : ANAP- RP- SHP- DYP.

Strateji- Mori’nin gerçek araştırmasını baz alırsak, Verso’da da RP ikinci sırada gösterildiğine göre, muhtemelen birincidir. Ama Ertuğrul Özkök ekibinin gazabına uğramıştır sonucunu çıkarabiliriz.

SEÇMENİN TOKADI

Tabii Ertuğrul Özkök ve ekibine, en güzel cevabı, İstanbullu seçmenler 27 Mart Pazar günü sandıkta verdiler.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı, Strateje- Mori’nin gerçek araştırmasında belirlediği gibi, RP adayı Recep Tayyip Erdoğan kazandı.

Ankara’da da, yine RP adayı Melih Gökçek, ipi göğüsledi.

Onu, ikinci sırada SHP adayı Korel Göymen izledi.

RP’nin, İstanbul ile başkent Ankara belediyeyelerini kazanması, bir hafta Hürriyet’in telefonlarının kilitlenmesine neden oldu.

Başta Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök olmak üzere, tüm yazıişleri, günlerce okurların telefonlarını cevaplamak zorunda kaldık.

Kaynak: İlkelhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Ksm 05, 2008 11:19 pm    Mesaj konusu: Ertugrul Özkök'ün e$i ilk defa konu$tu Alıntıyla Cevap Gönder

Yiğit Bulut/Habertürk
Askerin tavrını doğru anlamak!

BİR soru ile başlayalım: Genelkurmay Askeri Savcılığı ne yaptı?
Haberler kadar karışık ve detaylı ki, tek cümleyle ifade etmek
gerekebilir... Askeri Savcılık net olarak şu kararı verdi: Belgenin kimler
tarafından hazırlandığı, TSK'yı hedef alıp almadığı, hazırlayanların gerçek amaçlarının ne olduğu, yayını yapan gazeteye nasıl ulaştığının anlaşılması gibi konularda "son kararı" vermek ve "yargılamak", sivil bir kurum olan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının görevidir.

Şimdi bir konuyu tespitlerimizi unutmadan burada keselim ve biraz geriye dönerek, 28 Şubat döneminde emniyet ile askeri makamlar arasında neler olduğunu hatırlayalım...
O günü anlatan gazete haberlerinden aynen aktarıyorum: "...28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu'na ait gizli belgeleri çalmakla suçlanan Emniyet İstihbarat Daire Başkanvekili Bülent Orakoğlu ve Onbaşı Kadir Sarmusak, askeri mahkemede hâkim karşısına çıkmış, askeri hâkimler önce tutuklama, daha sonra ise beraat kararı vermişti. Bunun üzerine davaya bakan hâkimler, çeşitli baskılara maruz kalmış, daha sonra da bir kısmı emekli edilirken, bazıları ise sürgün yemişti. Bu davaya bakan Askeri Mahkeme Başkanı Tuğamiral Mehmet Celayir, süresi dolmadığı halde denizcilikte sürgün yeri olarak nitelendirilen Hatay'ın İskenderun İlçesi'ne gönderildi. Kıdemli üye Binbaşı Hâkim Mesut Kurşun ise Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne normal üye olarak tayin edilmişti. Aynı davaya bakan üye Deniz Yüzbaşı Hâkim Ahmet Karamanlı ise eşi başörtülü olduğu gerekçesiyle 1999 yılındaki Yüksek Askeri Şûra kararıyla zorla emekli edilmişti..."

Sevgili dostlar, eldeki verileri bir kez daha düşünerek olaya tekrar bakalım. Askeri Savcılık isteseydi, hukuken de bu mümkün, olayı "TSK'ya komplo" kavramından başlamak üzere büyütür ve sivillerin de dahil olduğu "çok sert bir süreci" Genelkurmay destekli olarak başlatabilirdi! Yapmadı!
Peki İlker Başbuğ'un belgenin ilk ortaya çıkmasından sonraki sözlerini hatırlıyor musunuz? Aynen şöyle dedi: "Ne yapacağımızı hep birlikte göreceğiz. Bütün Türkiye görecek..."
Geldiğimiz nokta : Askeri Savcılık, dolayısıyla TSK, en tepedeki ismin "Neler olacak görürsünüz" açıklamasına rağmen, "yıllar önce" ortaya koyduğu sert tavrı, elinde hukuki imkânlar olmasına rağmen tekrarlamadı!
Ne yaptı ? "Ergenekon soruşturması bir komplodur, bunu yürütenler de bu komployu uygulayanlardır" suçlamasına maruz kalan sivil savcılara, yani Ergenekon savcılarına "inisiyatifi" bıraktı! Bu tavrı doğru anlamak ve TSK'nın "sessiz kalarak" veya "geçmişte gösterdiği tavrı bugün sergilemeyerek" ne yapmaya çalıştığını doğru analiz etmek zorundayız!

Daha mı açık yazayım? Yazayım...
Sadece bir köşesinden çok küçük bir örnek veriyorum. Bugün, TSK envanterinde bulunan gemilerimizin "Alman" veya "Amerikan" malı olması konusunda inanılmaz bir savaş var...
Muavenet olayı sonrası "hibe" ve "Almanya'daki siparişler" gibi konularda, akla gelmeyecek detaylar sorgulanabilir... Bugün var olan hükümet aleyhine bütün dosyaların tamamı aynı ülke kökenli ve en önemlisi "içerideki sivil sürece" karşı yapılan yayınların da tamamı sermaye ve felsefi anlamda aynı köklere doğru gidiyor, aynı kişilere dayanıyor! İlişkilerin "özkökleri" ortak!
Sevgili dostlar, ilk gün için bu kadarı bile fazla! Son cümleyle bitiriyorum. Lütfen yazdıklarımı "sürece destek" veya "köstek" şeklinde "artı-eksi" çizgisinde algılayıp sorgulamayın...

Eğer TSK, elindeki imkânlara rağmen "kendi sırasını" pas geçiyor ve "hareket etme kabiliyetini", "komplonun yaratıcıları-yürütücüleri" denen sivil makamlara bırakıyorsa ve en önemlisi, bunu yapan TSK'nın elinde sizden, benden fazla bilgi-belge varsa; bu noktada durup düşünmek ve TSK'nın tavrını doğru analiz etmek gerekir.
Olaya tamamen "ortada duran" bir açıdan, objektif kriterlerle bakıyorum ve diyorum ki; olay bildiğinizden, bildiğimizden çok daha büyük ve daha kapsamlı bir hesaplaşma...
Sakin, sabırlı olalım ve sonuçları heyecanlarımızı bastırarak bekleyelim...

Son tahlilde "ortada durması" gereken, ama "sübjektif" olan medyamızın bir bölümü için de bir not düşerek bitirelim: Yabancı gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin "verdiği akılla" yönettikleri kurumları bu hesaplaşmada "pozisyon tutmaya" zorlayan medya yöneticilerini, gerçekler açığa çıktıkça, çok ama çok zor günler bekliyor... Türkiye "ağırlıklarından" kurtulacak! Derin ilişkilerin "özkökleri" kopacak!
Sabır... Sabır... Sabır... Türkiye bu "hesaplaşmadan" daha temiz ve arınmış olarak çıkacak...
Dediğim gibi, ilk gün için bu kadar "yeter"! Fazlası önümüzdeki günlerde burada olacak!

aktifhaber

Salih Tuna
Böyle dangalak soru olur mu?

Hah şöyle adamım; akşam deme sabah deme aklına hangi soru gelirse uluorta sor. Sakın ola "Böyle dangalak soru olur mu?.." diye düşünme.

Bırak onu biz düşünelim.

Soruların geldi mi, anında dök ortaya, rahatla. İçine atma.

"Hay Allah bu nasıl soru?.." diyeceklermiş.

Desinler.

Tak klavyene aldırma.

Aklına ne gelirse sor. Çekinme.

Sen sorularını soracaksın ki, biz eğelenelim. (Verdiğin nimetlere şükürler olsun Allah'ım.)

Zaten ne çekineceksin ki?

Vaktiyle "PKK bunca terör olayı yaparken bir tek Türk vatandaşı, bu ülkenin bir Kürt vatandaşının evinin kapısına işaret koymadı…" dedin de ne oldu?

Bu zıpçıktı "tespitle" kime keyif bağışlıyorsun diye soran mı oldu?

Kürtlerin kapısına işaret koyma ihtimalini hesaba katacak kadar bu ülkenin doksusuna, ruh iklimine nasıl yabancılaştın diyen mi oldu?

Hulasa, şeytandan ve Hitler'den başka kimsenin aklına gelmeyecek mahut garabet "tespitin" altına imza koyan sosyolojik yanını "seven" mi oldu?

Dünkü yazında, "Bir Kürt'ü seçer miydiniz?.." derken hafif gerildiğini hissettim, üzüldüm.

Sorum taammüden değil, emprovize duhul etti dercesine, "Ne yalan söyleyeyim, sabahın 5'inde bir an kendimi, bu soruyu sorup, cevabını ararken buldum…" şeklinde bir açıklama yapmana hiç gerek yoktu bence.

Rahat ol. Kendini kasma.

Nasıl ki Bush döneminin bütün bir dünyada estirdiği antidemokratik atmosferin etkisiyle, "Önümüzdeki 10 yıl içinde, dünya demokrasiyi ciddi biçimde tartışacak…" öngörüsünde bulunmuştun, Obama döneminde de böyle soracaksın elbette.

Bir trend adamı olarak sana da bu yakışır.

"Her şey hukuktan ibaret değil…" sözünün yerine, "Hukukun üstünlüğünün olmadığı yerde demokrasi yeşermez…" diyeceğin günlerin de eli kulağındadır.

Ben asıl "411 el kaosa kalktı" manşetini "ortama" nasıl uyarlayacağını merak ediyorum.

Serdar Ortaç'ın "Binlerce dansöz var"ından mülhem, "Ben de dansözüm…" yollu çıkışına ve "Beni izleyen yılanın beli kırılır…" ifadesiyle özetlemeye çalıştığın özelliğine güveniyorum.

Dem bu demdir yürü!..

Muhtaç olduğun kudret omurganın kıvraklığında mevcuttur.

"Bir Türk, açık açık 'Ben Kürdüm' diyen birini cumhurbaşkanı seçmek için oy verir mi?.." sorusuna reva gördüğün Türkler, Kürt kardeşleriyle Malazgirt'ten Çanakkale'ye kadar omuz omuza savaşırken, Obama'yı seçtiği için göklere çıkardığın Amerikalılar, sırf derilerinin renginden dolayı zencilerin insan olup olmadıklarını tartışıyor, diri diri yakıyorlardı.

Bunları sakın aklına getirme. Sen sor sadece.

Cemil Meriç üstadımın ifadesiyle, "Boş bulduğu her kulübeye bir köpek gibi sığınan" Türk aydınının, Batı'da imal edilen (nasyonalizm dahil) her akımın nakliyeciliğine soyunmasının Kürde dışkı yediren zihniyetteki payını sakın sorgulama…

Tarihi, kültürü ve hatta "kaderi" aynı olan insanları Kürt ve Türk diye kategorik ayrıma tabi tutmanın vahameti üzerinde de hiç kafanı yorma.

Sen kime "Bir Kürt'ü seçer miydiniz?.." diye soruyorsun adamım?

Biz, yani Türk ve Kürtler, "Amerikan ihtilali" diye manşetten alkışladığın demokratik tahammüllün künhüne vakıfken, zencilerle beyazların evlenmesi bile yasaktı.

Kızını Kürde verene, oyunu verir misin diye sormak adamlık mı?

Hele bir de, Obama'yı seçen Amerikalılara methiye düzerken, "Değişim talebinin üzerine ne çarşaf geçiriyor, ne türban takıyor, ne de siyah bir ambalaja sarıyor…" şeklindeki 'alegori' denemelerin yok mu?

Meclis'te başörtülülerin öğrenim hakkı için kalkan 411 el kimi veya neyi "kaosa" sürüklüyorsa, işte odur değişime direnen.

Kürtler hiçbir zaman Türklerin zencileri olmadı bu topraklarda, olmayacak.

Kürtler ve Türkler, hepimiz, o "kaosa" giren düzeninizin zencileriyiz sadece.

Bizi, bize düşüren o "kaos" düzeninin.

Başörtülü bir milletvekili olabilir mi sorusunun bile tek başına "kaosa" sürükleyebileceği düzenin...

Bu kaos düzeni öyle yada böyle değişecek adamım. Hedef saptıran sorularla hiç boşuna kıpraşma.

Yeni Şafak

Ayhan KISKAÇ
Bir Kürt’ü seçerdim sen başörtülüye ne derdin?
07 Kasım 2008 02:04
Haber 7
Obama seçildi ya Hürriyet’teki köşesinden Türkiye’ye ne giydirecek, memleketimiz için hangi gömleği uygun görecek diye düşünürken o hamlesini yaptı.
Sabahın 5’inde yatağından kalktı.

Amerika’nın yeni başkanının ardından memleketi için iyi düşüncelerini yazdı.

Müthiş(!) bir akıl, olmazların zoru içine sıkışıp olurları arıyordu sabahın köründe…

“Bir Kürt’ü seçer miydiniz” diyerek de “Ergenekon” çıkışına benzer bir atak yapmaktan geri kalmıyordu.

Sorunun manasından çok yönlendirilmek istenen kitle ve birilerinin ekmeğine sürülen katık noktasına dikkat çekmek gerek.

Kürt kimliğini inkardan yola çıkan bir zihniyetin eleştirisini yapan sözüm ona “uzman yazar” sadece kafa karışıklığından öteye geçmeyen bir yazı ile yine toplumun “yumuşak karnına” dokunarak içindeki zehiri boşaltmaya çalışıyor.

Masasının ötesinden, Paris’te içtiği şarapla övünmekten öteye geçmeyen bu insan bu ülkenin “ötekilerini” oluşturmak için her türlü çabayı sarf etmiyor mu?

Kendisi için hep öteki olmuş bir toplumu yeniden keşfetmenin saflığı içerisinde olduğunu sananlar kendilerini aldatmaya Ertuğrul’la devam ediyor olacak.

Şimdi soruyorum Ertuğrul Özkök’e sen bugün seçim olsa “Bir Kürt’ü seçer miydin?”

Seçmezdin inan bana için rahat olarak seçmezdin.

Ben seçerdim, ben elim titremeden onlara oy verirdim. Çünkü onlar benim kardeşim.

Gecenin 5,30’da aklını karıştıran bu sorunun cevabını çok aramışa benziyor olacak ki cevabını verirken de ilintilendireceği noktayı da saçmalık mantığında buluyor.

“Türban"...

“Amerikan ihtilali” üzerine methiyeler hazırlayan bu kafa “Anadolu’nun İhtilalini” 2004’te görmezden geldiği günleri çok çabuk unutmadı mı?

Bu ülkede dönüşümü Anadolu İhtilali başlattı.

Ve senin gibiler statükolarının çöktüğü bu noktada da kafaları karıştırmak, hatta ülkede rahatı bozmak için ne kadar yol varsa bunları uygulamaktan geri kalmadı.

Obama’dan başörtüsüne geçiş yapan Ertuğrul’un “örümcek ağına takılan kafası” demokrasiyi ne zaman "başkaları içinde hak rejimi" olarak kabullenecek acaba?

Şimdi Ertuğrul Özkök’e bende sorayım bakalım, o ne kadar samimi yaklaşıp içtenliğini gösterecek?

Sen bu ülkede Kürt ile birlikte başörtülüye hiç tereddüt etmeden oy kullanabilir miydin?

Ve oyunu kullanırken tüm içtenliğinle kullanırım medeni cesaretini gösterip bu ülkenin hayal ötesi rüyalar görmesini ister miydin?

Bu konuda senin samimiyetin imtihan edilmiyor bunu bilesin.

Amerikan rüyasını bize anlatırken bu ülkede Ertuğrul Özkök ve onun gibiler genç kızların gelecek uğruna kurduğu rüyalarını ellerinden çaldığınızı ne çabuk unuttunuz?

Genç kızların rüyalarına demokrasi adına bir kez sahip çıktın mı da bugün kalkıp “Bir Kürt’ü seçer miydiniz” diyen bölücü satırların arkasına sığınıyorsun?

Üniversitelere giremeyen başörtüsü mağdurlarının haklarını, hukuklarını dile getiren adalet mekanizması sende hiç çalıştı mı?

İçindeki kini ülkenin ötekilerini oluşturmak için sinsice kusmak yerine zihniyetin Allah aşkına bir kez bu ülke için samimiyetten yana oldu mu?

Ya gecenin o saatinde demokrasi adına uykundan olup, kaygılarını dile getirdiğin satırlar için ne demeli?

Uyurken üstün açık kalmış...

Ayhan Kıskaç

ayhan.kiskac@hotmail.com


*Ertuğrul Özkök'ün 40 yıllık eşi ilk defa konuştu, "Tanıştığımızda 15 yaşındaydım. Hamileyken kürtaj için doktor doktor gezdim. 12 Eylül darbesi olmasa Ertuğrul siyasete atılacaktı..."


02 Kasım 2008 - Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün 38 yıllık hayat arkadaşı Tansu Özkök, ilk röportajını Vatan gazetesinden Sanem Altan'a verdi. 15 yaşında tanıştıklarını anlatan bayan Özkök, özel hayatına dair bilinmeyenleri anlattı. İşte o röportaj...

38 yıldır evlisiniz Ertuğrul Özkök'le... Hikayenin en başını merak ediyorum, nasıl tanıştınız?
15 yaşındaydım tanıştığımızda, ortaokulu bitirdiğim seneydi. O da 21 yaşındaydı. Babam Hüdai Oral, milletvekili olunca Ankara'ya yerleştik. Koyu sosyal demokrat bir aileydik biz. Aslında Denizlili'yiz. Yan apartmana taşınmıştı... Basın Yayın'da okuyordu o sırada. Çok yakışıklıydı. Üç arkadaştılar, bekâr eviydi. Bakışıyorduk mahallede geçip giderken. Bana bayağı bayağı bakıyordu. Hatta sonra bana "Sen hiç 15 yaşında gibi gözükmüyordun, çok daha büyük gözüküyordun" dedi. Bir gün bakkalın önündeydi o arkadaşlarıyla, ben de oradan geçerken el salladım. Ben başlattım yani. O da bana el salladı, çok şaşırdı ama. Tanıştıktan sonra çok girip çıkardım o eve. Hatta mahallede taksi şoförleri vardı, beni anneme şikayet etmişlerdi "Bekâr oğlanların evine giriyor" diye.
Babanız ilk Enerji Bakanı'ydı yanılmıyorsam. "İsmet İnönü'nün çok değer verdiği bir gençti" diye yazılar okuduğumu hatırlıyorum vefatında...
Üç sene önce kaybettik babamı. İsmet İnönü'nün başbakanlığında ilk Enerji Bakanı'ydı. Aslında avukat. İsmet İnönü ile özel bir yakınlığı vardı. İsmet Paşa'nın elinde ve evinde büyüdük sayılır. Ertuğrul'la nişan yüzüklerimizi o takmıştı. Sanmıyorum İnönü'nün başka kimseyle böyle yakınlığı olduğunu, nişanında nikâhında şahitlik yaptığını. Denizli'de toprakları vardı babamın ailesinin. Pamuk ekilirdi. Dedem çok katı bir insandı. İstiklal Mahkemeleri'nde hakimdi. Batılı bir aileydiler. Babam akordeon çalardı, halam piyano, amcam keman... Sorbonne mezunu zaten. Babaannem çok şıktı, ilk kadın öğretmenlerden. Anneannemse yumuşacık bir insandı, tam anneanneydi. Daha Anadolu insanıdır anne tarafım.
Annenizle ilişkileriniz nasıldır?
Çok iyi. Denizli'de yaşıyor hâlâ. Erkek kardeşim Teoman da orada. Her gün konuşuruz. Babamın o ağır katı siyaset hayatına rağmen dimdik durabilmiş bir kadındır. Katı siyaset yapılan bir dönemdi o dönem, annem çok şeye katlandı, çok güçlüdür. Ben öyle değilim. Ben katıydım sanırım zayıf olduğum için. Ona çok benzemek isterdim. Bir çocuğunu da kaybetti üstelik. Ağabeyim de vardı benim 15 yaşında, boğuldu. Ben 13'tüm o sırada. İnsan bu yaşa gelince anca çözüyor bunları. Belki ben de evdeki o baskıdan kaçmak istedim. Ben 17, Ertuğrul 23'tü evlendiğimizde.

HER AKŞAM KENDİ STİLİMDE DUA EDERİM
Bu acı tüm hayatınızı değiştirdi sanırım...
Tabii ki değiştirdi. Ama aile hayatımızı soruyorsanız değiştirmedi, çünkü bize hiç hissettirmediler acılarını annemler. Annem bana, erkek kardeşime yasaklamıştı ileride oğlumuz olursa ağabeyimin adını koymayı. Hatırlıyorum, ağabeyimin albümüne bakıyordum bir gün, yarıda kesilmiş bir albüm tabii. Anneme sordum neden böyle diye. "O kadar yaşadığı için, buraya kadardı hayatı" dedi. Bu cevap çok canımı acımıştı bu soruyu sorduğum için. Nedense, böyle şeyler yapıyordum. Ölüme tepkiydi sanırım. Allah'a inancım sonsuz. Her akşam kendi stilimde dua ederim. Sosyalist terbiye, inançla olan ilişkimi çok etkiledi. Ama şimdi din çok siyasi oldu. Artık dinlere inanmıyorum açıkçası. İstismar ediyorlar, insanları sömürüyorlar. Dünyanın her yerinde bu böyle. O zaman diyorsunuz ki "Allah'la aramda hiçbir şey olmazsa daha iyi." Dini amaçla ne camiye gittim ne oruç tuttum ama birçok inançlı insandan daha inançlıyım, biliyorum. Ya şimdi evleniriz ya da hiç' deyince liseyi bırakıp evlendim
Anneniz babanız bu kadar erken evlenmenize ne dedi? İtiraz etmediler mi?
Annemler yaşadıkları acı yüzünden beni çok fazla üzmek istemedi. Ağabeyimi kaybettikleri için. Ama önce çok itiraz ettiler tabii. "Sözlen bari sadece" dediler. Kabul etmedim. Çok inatçıyım. Baş kaldırdım. Tehditler ettim. Nişanlandık önce. İki sene flört ettik. Sonra sınava girdi Ertuğrul, kazandı. Doktora için Fransa'ya gidecekti "Ya şimdi evleniriz, ya da hiç evlenemeyiz" dedi.
Niye?
Bilmiyorum, öyle dedi. Evlendiğime hiç pişman olmadım bu zamana kadar ama şimdi okulu bitirseydim de evlenirdik, ona inanıyorum. Ama o yaşta, o dönemde Ertuğrul'a inandım. Sanki bir daha evlenemeyiz gibi geldi.
Üniversiteye geçmiş miydiniz?
Lisede okurken okulu bırakıp Ertuğrul'la evlenip Fransa'ya gittim. Lise ikideydim, bıraktım. Yani şu an ortaokul mezunuyum ben. Anneme de söz vermiştim, "Fransa'da üniversiteye gideceğim" diye, olmadı. Büyük bir kumar oynadım Ertuğrul'la ilgili ama tuttu. Tutmayabilirdi de. Çok yanlış bir karar olabilirdi. Evlenip Fransa'ya gittik ve 1970-76 yılları arasında hayatımın en güzel dönemini yaşadım. Gülümsün doğdu 1972'de.
Babanız ne dedi bu evliliğe? Babanız CHP'li. ?Koyu bir sosyal demokrattı' diyorsunuz. Ertuğrul Bey ise CHP'nin daha solunda bir gençti. Bu farklılık sorun oldu mu?
Tanıyana kadar oldu. Ama tanıdıktan sonra fikri değişti. Kayınpederim harika bir insandı. Matbaası vardı. Babam onları tanıyınca çok sevdi. Ama flört ederken bu ilişkiye karşıydı.

BABAM 'KOMÜNİSTE KIZ VERMEM" DEDİ
Ne derdi?
Ertuğrul bana kitaplar verirdi. İmtihan yapardı sonra. Okumazdım tümünü... "Bitirdim" derdim kitabı. Sorular sorardı, bilemezdim sonra da... 15 yaşındaydım ama. İlk odasına girdiğimde duvarında kocaman Karl Marks posteri, yanında da Che Guevera vardı. Bilmiyordum kim olduğunu Marks'ın. "Bu kim, biliyor musun?" dedi. "Biliyorum" dedim. "Kim?" dedi. Kıpkırmızı olduğumu hatırlıyorum. Ve eğitimim böyle başladı. Ondan İşçi Partisi'ni öğreniyordum, sosyalizmi öğreniyordum. Blucinler giymeye başladım, makyajı o zaman da sevmezdim. Posterleri de aldım, kendi odamın duvarına astım. Babam odama girdi bir gün. "Bu ne?" dedi. "Ben komüniste kız vermem" dedi ve cart diye yırttı posterleri... Türkiye'ye ilk döndüğümde İşçi Partisi'ne oy vermiştim ama sonra hep CHP'ye oy verdim.
Evlenip Paris'e gittiniz. Hayâl ettiğiniz gibi mi oldu her şey?
Tek odalı bir evde yaşadık. Öğrenci birliğindeydik. Hiç ağır gelmedi bunlar. Çok keyifliydi. Çok saf, çok sahici, çok güzeldi. Yalan yoktu. Yardımlaşma vardı. Çok gerçekti. Üniversite yemekhanelerinde yemek yiyorduk. Şartlar zordu ama çok mutluydum. Hemen hamile kaldım zaten. Doğum için Türkiye'ye geldim. 19 yaşındaydım. Doğurdum, geri gittim. Gülümsün 7-8 aylıkken tekrar Türkiye'ye geldim, zorlandım çünkü. Anneme bırakıp ben Ertuğrul'un yanına döndüm. Çocuğum tabii, Ertuğrul'suz olamıyordum. Anaokulu yaşında tekrar Fransa'ya aldık Gülümsün'ü. Sonra da döndük zaten.
Ankara'ya mı döndünüz?
Ankara'ya döndük. İzmir de olabilirdi. Bana sordu Ertuğrul, ben de "Sen bilirsin, çünkü bu senin yolun olacak, ben bu sorumluluğu alamam" dedim. Ankara'yı seçti. Hacettepe'de öğretim üyesi oldu. O yıllar da çok güzeldi. Ankara'da edebiyat dünyasıyla tanışmalar başladı. Zaten hâlâ Ankara grubumuzla görüşürüz. Küçük bir grubumuz var burada da. Aydın, Canan Uğur, Figen ve oğlu Sarp, Özdemir ve Ülker İnce... Ülker benim rol modelimdir. Her şeyiyle mükemmel biridir. Olağanüstü bir insan. Filiz ve Şahin Yenişehirlioğlu...
Yazı dergisinin çıktığı yıllar değil mi? O dergi efsanedir
Evet, o yıllar çok güzeldi. Para yok, pul yoktu. Figen'le (Batur) benim takılarımız, çocuklarımızın altınları satılarak çıkarıldı o dergi. Annem konken oynardı, hâlâ da oynar. Onun arkadaşlarını dergiye abone etmiştik. Para kazanmak için. Enis ve Figen'le Paris'ten arkadaştık. Ben THY'de işe girmiştim. Enis de orada çalışıyordu o yıllar. Sonra bıraktım işi yapamadım. Ertuğrul'a, "Her şeyden fedakârlık yapabilirim. (Çünkü para kazanmak için çalışıyordum) ama evde olmak istiyorum" dedim.

12 EYLÜL DARBESİ OLMASAYDI...
Ankara'ya geldiniz Hacettepe'de öğretim görevlisi oldu, Yazı dergisi çıkarıldı. Sonra ne oldu?
Ecevit'in danışmanlığını yapmaya başladı. Arayış'ta yazıyordu. Siyasetle ilgileniyordu aslında. Esas plan buydu. Ertuğrul siyaset yapmak istiyordu. Fakat 12 Eylül'le beraber planlar, hayâller suya düştü. Orhan Birgit devreye girdi, Erol Simavi'ye değerlendirmeler yazmaya başladı. İki yıl her hafta tüm gazeteleri okuyup rapor hazırladı. Hatta ben kesip yapıştırıyordum, o yazıyordu. Sonra gazetecilik başladı. Annemlerden para yardımı kabul etmiyordu Ertuğrul. Annelerimiz birleşip bize 90 metrekare ev aldılar Ankara'da.
İstanbul'a ne zaman geldiniz?
İstanbul'a hiç gelmek istemedim. Gülümsün'ün okulu diye direttim önce. O geldi ve otelde kaldı. İstanbul bana Ankara'dan sonra çok kötü geldi. Her şeyiyle. Ankara'da çok entelektüel bir ortamdaydık. İstanbul'da ben neye uğradığımı şaşırdım. Sonra Ankara temsilcisi oldu tekrar döndük, çok mutlu olduk sonra da genel yayın yönetmeni oldu. Tekrar İstanbul'a gelindi ama ancak Gülümsün üniversiteye başlayınca 89'da falan tam olarak geldim ben. Hâlâ çok sevmem İstanbul'u. İzmir'e, Aydın'a, Denizli'ye gideyim, evimin bahçesinde hissederim kendimi, Ege'yi de çok severim.
Çok kavga eder misiniz?
40 yıllık beraberliğimizde çok kavgalarımız oldu, çok fırtınalar esti, çok fırtınalar koptu ama bana bir kez ağır bir şey söylediğini hatırlamıyorum. Bir kere "Tansu, terbiyesizlik yapma" demişti, o kadar. Çok şaşırmıştım. Başka bir şey hatırlamıyorum.
Peki ya siz?
Ben kendimi kaybederim. Felaket... Ben neler yaptım, Yarabbim. Hatta bir kere çok şiddetli bir kavgada yerde kömür ütüsü vardı, onu alıp fırlattım. Kafasına gelse ölürdü. Yer parçalandı, ütü düşünce. Beton delindi. Böyle kontrolsüz bir şiddet olabilir mi? Çok utanç verici tabii.
Birbirinizden çok farklısınız değil mi?
Ertuğrul modern sever her konuda. Ben klasikçiyim, hem de her konuda. Bizim neslimizin ötesine geçemedim hiçbir konuda. Kıyafetlerine hiç karışmam, kendi giyinir. Pop giyinir. Mutfakta İtalyan, füzyon sever. Hiç anlamam o nedir. Türk mutfağı, Ege mutfağı severim. Tipik Türk erkeği durumu vardır Ertuğrul'da. Gözünün önündeki şeyi falan da "Nerede?" diye sorar. Ben aileyi, kalabalığı çok severim. Bu bayramda çok zorladım Ertuğrul'u, koca bir aile İtalya'da köyde ev tuttuk. Müthiş güzeldi. Bir hafta. Siena'ya yakın bir yerde. Torunlar, görümcelerim. İçki içemem, vücudum tolere edemiyor. Ercan ve Ertuğrul iyi içer. Çok eğlendik. 13 kişiydik. Bunu çok seviyorum. Keşke burada da yapabilsek bunu.

SAKAL BIRAKINCA KESTİRDİM
Kıskanç mısınız?
Çok kıskancım. Çookkkk... Gençken çok kıskançtım. Hep çok beğendim, hep çok yakışıklıydı Ertuğrul. Sakalı çok beğenirim. Hep sakallıydı sonra kesti, şimdi yine sakallı. "Nasıl oldu?" dedi, "Bence fazla güzel, Jean Reno'ya benzedin, kes" dedim.
Hâlâ kıskanıyor musunuz?
Şimdi daha rahat bakabiliyorum. Çok güzel şeyler öğrendim Ertuğrul'dan, hayatın çok farklı bir tarafını öğrendim. Eskiden çok katıydım. Grilerim yoktu. Toleranslı olmayı, esnek olabilmeyi öğrendim. Kendime güven duymayı öğrendim. Bizim ailede çocuklar hep bir adım gerideydik.
O sizi nasıl anlatır? Hiç konuşur mu bunları?
"Çok şanslıyım seninle birlikte olduğum için" diyor. Bir keresinde "Ben senin için ne ifade ediyorum?" dedim. "Vazgeçilmezsin. Hayatımdan çıkarsan ölürüm" dedi. Kavgalardan sonra "Boşanacağım, gidiyorum" falan dediğimde "Gidemezsin ki bırakmam, kolaysa boşan" karşılığını verirdi.
Siz olmasaydınız buralara gelebilir miydi Ertuğrul Bey?
Her başarılı erkeğin arkasında mutlaka bir kadın vardır fikrine inanmam, başarısız olsa benim yüzümden mi ki? O adamın kendi başarısıdır. Ama tabii hiç karışmadım, destekledim, gölge olmadım hiç. Ertuğrul çok hırslıdır. Kendi hırsı bu yani. Benim başarım değil.
Birbirinize zaman ayırır mısınız?
İlk ve tek başbaşa tatilimizi Ertuğrul 60 yaşına girdiği sene yaptık, yani iki sene önce. Üç gün Como Gölü'ne gittik. İtalya'ya ilk gidişimdi. Bayıldım. "Sakın bana sürpriz parti falan yapma" dedi. O bahaneyle Como çıktı. O görmüştü daha önce. "Seni mutlaka götürmek istiyorum" dedi. Gittik. Hediye ne alacağımı bilemedim. "Ertuğrul bir şey bulamadım, bir gün rastlarsam alacağım" dedim. İtalya'da bir galeride rastladım. Bir heykel, erkek önde kadın tam arkasında, sırtına bedenini yaslamış, iki dimdik, yarım vücut... Bizi anlattığını düşündüm. Çok hoşuma gitti. Çok beğendi o da.

BENİ BEĞENSİN DİYE ŞUURSUZCA DİYET YAPTIM
Pişmanlıklarınız var mı?
Ertuğrul'un hoşuna gideceğim diye, Twiggy modası vardı ya, 48 kiloda kalacağım diye, yaptığım diyetlerle sağlığımı mahvetmişim. Şuursuz ve dengesizce yaptığım diyetler. Ertuğrul beni çok beğensin diye. İki pişmanlığım var, bu diyetler ve bugüne kadar içtiğim sigara. Bıraktım şimdi. Pişmanlığım yok diyenlere hiç inanmam. Olmaz olur mu? Benim itiraf edebileceğim pişmanlıklarım bunlar.
Kendimizi çok yalnız, kimselerin sevmediği, hayat oyununda kaybetmiş biri gibi hissederiz bazen. Böyle hissettiğiniz anlar olur mu sizin de?
Olmaz olur mu...
Nasıl üstesinden gelirsiniz?
Spor yapıyorum. Ama bazen bu yeterli olmuyor tabii. Çok ciddi bir sağlık problemi geçirdim. Beş altı sene önce. Ondan sonra bambaşka düşünmeye başladım zaten. Ucundan dönünce hayata farklı bakıyorsunuz. Kolit. Yanlış tedavi kurbanı oldum. Normalde 20 günlük bir tedavilik bir şey, dört sene sürdü. O zaman işte bayağı dibe vurdum. Çok acı çekiyordum. O zaman Ertuğrul'la odalarımızı ayırdım, değil yatağı, odayı ayırdım. Beni öyle görmesini istemiyordum. Bir gece "Allahım bu gece yatayım, yarın sabah kalkmayayım" diye dua ettim. Ölmeyi istedim. Sonradan tekrar hayata dönünce psikolog bir arkadaşım yardım etmek istedi. İstemedim, "Ben kendim hallederim" havalarına girdim. Sonra beceremedim tabii, ilaç almaya kadar gitti bu durum. Geçen sene ilaç tedavisine başladım. Çok hassasım, bana hayat bazen çok ağır geliyor. O kadar ilaca rağmen hâlâ tansiyonum falan yükseliyor. Psikoloğum "Bu ne böyle ya, bu kadar ilaca bu ne hassasiyet, sen çık köprüye, atla, kurtul bence" diye dalga geçiyor benimle.

ERTUĞRUL'UN YAZILARI İÇİN KAVGA EDERİZ
AKP hakkında ne düşünüyorsunuz? Hürriyet'in manşetleri sizin de düşüncelerinizi yansıtıyor mu?
Manşetler beni hiç ilgilendirmiyor. O yazı işlerinin düşünceleri. Hepsine de asla katılmıyorum. Ama karışmam. Ertuğrul'un yazıları için kavga ederiz. Birbirimize girdiğimiz çok olur. Ona sinirimden eve kocaman bayrak astım. Gelince şoke oldu. Gençliğimizde de o "Seçimlerle gelelim" derdi. Ben ise "Hayır, yıkalım geçelim, yeniden kuralım" derdim. Hâlâ da kurtuluşun sosyalist rejim olduğunu düşünüyorum. O bildiğimiz hakiki sosyalist yapının özlemini çok çekiyorum. Geçen gün Ertuğrul'la "Hani ne oldu serbest piyasa ekonomisi?" diye dalga geçtim. Böyle bir vahşet, böyle bir sömürü nereye kadar gider? O zamanlar İşçi Partisi'nin son derece masum istekleri yerine gelseydi, bugün ülke bu durumda olmayacaktı.
Bir gün zengin olma hayali kurar mıydınız? Bugünleri istemiş miydiniz?
İnanın parasızlık bana hiç acı vermedi. Ertuğrul hep daha fazla sıkıldı bundan. Ona hep söylüyorum zaten "Ben küçülebilirim." 125 metrekare falan bir ev istiyorum, kendi başıma başa çıkabileceğim bir ev. Burası 600 metrekare. Küçülemeyen o. Problem onda. Ben çok daha küçük bir hayat istedim hep. Başından beri böyleydim. Ertuğrul'un şu sağladığı hayat, bu ev, şu gördükleriniz bana hiçbir şey ifade etmiyor. Ben bunlarla mutlu olan biri değilim. Daha küçük bir hayatı istedim hep. Ertuğrul'u sevmesem dayanamazdım, çoktan giderdim. Bu benim gerçeğim değil. Bu onun gerçeği. Bazen "Çok yoruldum bu işlerden" der. "Yalan söyleme Ertuğrul, bu senin tercihin. Yorgun olan benim çünkü bu benim tercihim değildi" derim. Ben böyle bir adamla evlenmedim.
Sizin tercihiniz neydi?
Yaşadığım insanla bu hayatı paylaşmak isterdim. Ertuğrul'la yaşamak isterdim birçok şeyi. Doğayla içiçe bir hayat olurdu benimki. Yorgunum.
Bu röportajı niye kabul ettiniz?
Arkadaşlarım o kadar şaşırdılar ki "Olamaz, niye?" diye. Hazır değildim daha önce. 15 sene önce gençtim ve hiçbir şeyim yerine oturmamış, bocalıyordum. Yapılan röportajlara bakınca, insanların zekâ gösterisi yapmak için küstahlaştığını gördüm. En kolayı bir insanı aşağılamak. O yüzden konuşmak istemedim bunca yıl. Bazı şeyler bazı yaşları bekliyor işte. Şimdi hazırım.
Gazetecilikle beraber hayatınız değişmeye başladı ve muhtemelen Ertuğrul Bey de değişti. Ama bu değişim sizi pek değiştirmemiş gibi. Memnun kaldınız mı hayatınızdaki tüm bu olup bitenden?
O gazetecilik mesleğinden çok memnun. Ama değişim benim canımı çok acıttı tabii ki. Ertuğrul "Ailemin gözünde hâlâ aynı Ertuğrul'sam sorun yok, size sorumluyum bir tek, gerisi önemli değil" diyor. Ben bazen ona "Ertuğrul ben yoruldum bu hayattan, emekli olmak istiyorum, sen nasıl hâlâ duruyorsun?" diyorum.
İstediği kadar işini taşımasın eve, hep beraber yaşıyorsunuz sıkıntıları sonuçta. Belki iyi analizler yapıyor olabilir ama o kadar...
Ertuğrul genel yayın yönetmeni ve köşe yazarı sonuçta. Burada esas güç Aydın Doğan ve ailesi. Çünkü Aydın Doğan "Tamam Ertuğrul, gel sen yönetim kuruluna" dediği zaman o güç zaten bitiyor. Güç Hürriyet. Daha önce de Simavi ailesiydi. Siz o gücün altında bir şeyler yaratmaya çalışıyorsunuz.
Ertuğrul Özkök bana tuhaf gelen bir imaj. Ertuğrul'dan öteye geçmedi o imaj çünkü benim için. Çok şaşırıyorum "Ertuğrul'un gücü" falan dediklerinde. Böyle bir şey yok. Hiç inanmıyorum bu güce ben. Öğretim üyesi olsaydı, gene aynı yerde olurdu, bir şey kaybetmezdi diye düşünüyorum. Kitap yazmasını, yurtdışında bir üniversite kürsüsünde hoca olmasını çok daha fazla isterdim. Kalıcılık budur. İnsanı mutlu eden şeyler kalıcıdır. Gazetecilik suya yazı yazmak. Analizler falan. Ortaya konan bir şey yok. Hâlâ söylüyorum "Ne olur roman yaz." Yazdığı şeyleri seviyorum ben. Bunu yaparsa çok mutlu olacak. "İleride" diyor. Bunun ilerisi ne, merak ediyorum. Yok ki ilerisi. 62 yaşında.
Aydın Doğan'la iyi midir ilişkileriniz?
Aydın Doğan ve ailesiyle çok iyi bir ilişkimiz var. Bize çok yardımları ve katkıları oldu. Sema Hanım olağanüstü bir insandır, bana göre Doğan ailesini birbirine bağlayan kişi odur. Biz de beraber oluruz sık sık. Yıllardan beri beraberiz. Patronumuz oldukları için değil, Aydın Bey, Sema Hanım, diğer fertler gerçekten çok hoş insanlar. Patron gibi değiller. Çok iyiler. Belma Simavi'yle de çok yakınız. Ertuğrul'u hâlâ arar, sorar.

KÜRTAJ İÇİN DOKTOR DOKTOR GEZDİM
Gülümsün'den başka çocuğunuz yok...
Çok istedim ben, Ertuğrul istemedi. Ben birinciyi aldırmak istemiştim. Türkiye'ye aldırmak için gelmiştim. "Çok büyümüş bu bebek" dediler, almadılar. Dört-beş doktor gezdim. Halbuki 2 aylık falandı. Meğerse babam doktorları tek tek arar "Böyle söyleyeceksiniz, sakın almayacaksınız" dermiş. Gülümsün öyle doğdu. 30 kilo aldım. Hamile olmayı çok sevdim. Babadan dolayı tabii. Babaya aşıksınız. Çok aşık oldum Ertuğrul'a. Hâlâ da aşığım. Tabii ki artık çok farklı bir aşk ama aşk. Kürtajlarım oldu. Şimdi çok pişmanım. Gülümsün'ün kardeşi olsun isterdim. O yüzden Gülümsün ikinciyi yaptı. Bıraksak üç-dört gidecek. Büyük aile seviyor.
Gülümsün'e "gülüm" mü diyorsunuz?
Gülüm derim. Kızdığımda Gülümsün derim. Çok da kızmam gerçi ama. Kızmak deyince aklıma hep ona kızdığım anlar geliyor "Nasıl yaptım Yarabbim" diye içim sızlıyor şimdi. Çünkü ben, ne bana yapılanı unuturum ne de kendi yaptığım hatayı. Gülümsün'e karşı katıydım ben. Düşündükçe içim acıyor. Ama Ertuğrul yumuşacıktır Gülüm'e karşı her zaman. Hiç yüksek sesle konuşmadı. Bazen ?Yazı işleri toplantısında falan küfür ediyor' diyorlar inanamıyorum. Mümkün değil çünkü. Hiç sesini yükseltmez. Bir kavgamızdan sonra annemi aramıştım şikayet etmek için "Sen yapmışsındır, cadısındır" demişti. Çok sever Ertuğrul'u. Baştan beri böyle.
Gülümsün'ün evlenme hikâyesini de merak ediyorum. Nasıl oldu?
"Sayenizde" albümü çıktığında bir arkadaşım tanıştırdı bizi Ercan'la. Bir gün Gülümsün bizdeyken uğradı. Kapıyı Gülümsün açmıştı. Sonra yemeğe çıktılar. Yemekten döndü "Aşık oldum" dedi. Yerlerde sürünüyordu. "Ne zaman aşık oldun ya!" dedim hatta. 2 yıl flört edip 97'de evlendiler. Ercan sahneyi bıraktı Gülümsün için. Onu üzmemek için. Hep bizim bir katkımız oldu gibi söylenir Ercan'a, oysa ki zararımız oldu, büyük para kazanıyordu. Alkışı bırakmak zordur üstelik. Hakkını yedik resmen. Çok seviyorum Ercan'ı. Allah korusun ayrılsalar da hep oğlum olarak kalacak.
Size nasıl hitap ediyor?
"Annem" der. Ertuğrul'a da "Babam."


En son Ekim tarafından Cum Hzr 26, 2009 8:09 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Ksm 09, 2008 7:24 pm    Mesaj konusu: Ertugrul'dan dakka bir yafta bir Alıntıyla Cevap Gönder

Ertuğrul Özkök'ü Belgeyle Vurdu
01 Mart 2009 15:14Habertürk yazarı, Başbakan Erdoğan'ı 'yalan' söylemekle itham eden Ertuğrul Özkök'ü belgeyle vurdu...

Güntay Şimşek/Habertürk

Kim yalan söylüyor? Başbakan mı, Özkök mü?

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ı ‘yalan’ söylemek itham ederken, acaba kendisi ne kadar doğruları ifade ediyor?

Özkök’ün kamuoyunu yanılttığına, gerçek yalanları kendisinin söylediğine dair elimde çok önemli belgeler var. Acaba Özkök, bu tip belgelerden gerçekten bilgi sahibi değil mi, yoksa yalan mı söylüyor?

‘Başbakan doğru söylemiyor’ şeklinde ifadeleri, bugün ki yazısında kullanan Ertuğrul Özkök, Aydın Doğan’a, Mehmet Ali Yalçındağ’a, gurubun avukat Barbaros Çağa’ya bir sorsun bakalım;

Hangi gazeteye, televizyona, medya gurubuna el konulması, mecra değiştirilmesi, köşeye sıkıştırılması için girişimde bulunmuşlar? Ne tip gizli anlaşmalar yapmışlar?

Eğer Özkök, yeterli bilgi ve belgeye ulaşamaz ise ben bir örnek belgeyi aşağıda kendisine sunacağım. Daha fazlası içinde destek vermeye, belge sunmaya hazırım. Yeter ki, doğru yazsın, manipülasyon yapmasın.



Bilgin’den Doğan’a ‘Taahhüt’

Mesela Özkök, ‘Başbakan doğru söylemiyor’ vurgusunu yaparak, Başbakan’ın Van’da yaptığı konuşmasındaki ‘Rakip medya kuruluşlarını yok etmek için yapmadığınızı bırakmadınız.’ Gibi en hassa konuya dikkat çekerek, şu cevabı veriyor;


‘Evet. Biz zaman zaman rakip medya kuruluşlarıyla tartışmalara, çatışmalara girdik.

Hepsi karşılıklıydı. Bugün de bizimle kavgaya girenler var.

Ama insaflı olun.’


Başbakanı insafa davet eden Özkök’ün, kendisi insafa davetlik konumda. Birebir yaşadığım, adım gibi emin olduğum bir konu, ancak bu kadar başka mecralara çekilip çarpıtılabilir.

Ancak, ben, Başbakan’ın yukarıdaki sözlerinin altına elimdeki belgelerle, gönül rahatlığıyla imzamı atarım.

Çünkü Sabah-ATV’ye el konulmasını bizzat Doğan Gurubu organize etti. Dinç Bilgin’i mahkemeden dönen elindeki sahte belgelerle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) Başkanı Ahmet Ertürk’e gönderen de Doğan Gurubu değil miydi?

Özkök soruyor;

‘Dinç Bilgin’in bankasına biz mi el koyduk?’

Ben kendisine başka bir soru sorayım;

Elinizde alenen el koyma imkânı olsaydı, ne yapardınız?

Evet, siz el koymadınız, ama el koyma sonrası süreci çok iyi yönettiniz. Aşağıda, Dinç Bilgin’in Aydın Doğan’a taahhüdünü içeren belge bu konuda yeterli ipuçları verecektir.

Doğan Gurubu’nun medyaya çeki düzen verme, kimisini yok etme, bazısını tarihe gömme çalışmalarına yönelik yaptıkları protokoller, ‘Yeddi emin sözleşmeleri’ tarihi birer vesika olarak duruyor.

Ertuğrul Özkök, Aydın Doğan’a şunu sorsun;

Sabah-ATV’ye el konulması için Dinç Bilgin ile Aydın Doğan arasında yapılan ‘Yeddi Eminlik Sözleşmesi’ sonrası Bilgin’e aylık 125 bin dolar ödendi mi?


Ahmet Ertürk Açıklasın

TMSF Başkanı bu süreci çok iyi biliyor. Sahte belgelerle Ahmet Ertürk’e giden kimdi? Ertürk’e Sabah-ATV el koyması için baskı yapan kimlerdi?

Bu süreçte yani Sabah – ATV el konulması ile ilgili olarak Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın kesinlikle bir katkısı, ilgisi, bilgisi yoktu. Ben bunu böyle biliyorum.

Bu durumda Ertürk’e Sabah-ATV’ye el koyması için baskı yapan, Dinç Bilgin’e maddi ve manevi destek veren birisinin olması gerekmez mi? Peki bunun Doğan Gurubu olmadığını kim, nasıl izah edecek?


Sabah – ATV el konulması sonrası Ciner Gurubu Bölge İdare Mahkemesi’nde yürütmeyi durdurma karı almasına rağmen neden uygulanmadı?

TMSF’ye kim baskı yaptı?


TMSF Başkanı Ahmet Ertürk açıklasın, öğrenelim.

Doğan Gurubu adına savunma yapan Özkök’ün taktiği Başbakan’ı ithama yönelik. Ancak bu konulara açıklık getirecek önemli bir isim var.


Sabah-ATV el konulması, Bölge İdare Mahkemesi kararlarının uygulanmaması gibi medyanın şekillenmesinde etkin olan sürece dair en doğru bilgilere Ahmet Ertürk sahip. Zira her şey onun gözleri önünde cereyan etti.

Haydi, Sayın Ahmet Ertürk, bir flaş açıklama daha yap da gerçekleri öğrenelim…

DİNÇ BİLGİN'İN AYDIN DOĞAN'A TAAHHÜDÜNÜ İÇEREN BELGE



aktifhaber

Biraderler’in gözden kaçırma yöntemi
Ünal TANIK

Türkiye, Gazze’de akan kanın durdurulması için ciddi bir çaba sarfediyor. İsrail zulmünün durdurulması için bir taraftan dünyayı harekete geçirmeye çalışıyor, öte yandan bölgede mekik diplomasisi yürütüyor.

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bölgeye yaptığı gezi bunun sonucu oldu. Bölge ülkelerinin Türkiye’ye güveni tam. Ayrıca hem İsrail, hem Hamas ile sağlıklı diyalog kurabilen tek ülke Türkiye.

Eğer soruna diplomatik bir çözüm bulunacaksa, bu ya doğrudan Türkiye’nin çabaları ile gerçekleşmiş olacak ya da Türkiye’nin temasları sırasında ektiği tohumların sonuç vermesi ile sonuçlanmış olacak.

Aydın Doğan medyası, koro halinde bir kampanyadır tuttu gidiyor. Biraderlerin ortak bir amacı var. Dikkatleri İsrail’in yaptığı insanlık dışı zulümlerden uzaklaştırmak.

Evet amaç bu. Onun için İsrail’i protesto etmek ya da bu ülkeye yönelik atılabilecek adımların önünü kesmek için yapılan her şey eleştiriliyor.

Dünyanın bilmem neresinde bir canlının yaşadığı drama ağıtlar yakan Aydın Doğan medyasının birader kafalıları, bombalar altında inleyen Gazzeliler’in feryatlarını duymazdan ve duyurmazdan gelme çabası içerisinde.

Ertuğrul Özkök, “Başbakan, Osmanlı’nın 517 yıl önce İspanya’dan kaçan Yahudiler’e kucak açmasını hatırlatması hata idi” diyor. “Başbakan biz kurtardık, bakın siz ne yapıyorsunuz” demye getirmemeli idi diyor. Erdoğan’ın Gazze için yaptığı “toplama kampı” benzetmesini de ağır bulmuş.

Özkök’ün bu benzetmeyi ağır bulması gayet normal. Çünkü biraderler belli kavramları ancak Yahudiler için kullanırlar. “Toplama kampı” gibi kavramlar ancak Yahudiler’in gördüğü zulmü anlatırken sarfedebilirler.

Ne de olsa bu kavramlar, Yahudiler’in patentli kelimeleri. Başkası için kullanılırsa Yahudiler’e Hitler’in uyguladığı zulüm hafiflemiş olur. Buna da biraderlerin gönlü razı olmaz.

Onlara düşen, İsrail’in insanlık dışı zulmünü dikkatlerden kaçırmak için proje geliştirmek.

Haber 7
tanik@haber7.com

Faşizm hülyası böyle bir şey olmalı
15 Aralık 2008
Taha Kıvanç
Yeni Şafak

Bayramda hatırımı sormayı unutmuş bir dost, bu durumu telâfi için aradığını sanmışken, telefonu açar açmaz, “Seninki seni özlemiş” deyiverdi. Kim benimki? Ne özlemesi? Neden özlemiş?

Size yalan söyleyecek değilim: Bayramın ilk gününden başlayarak dünyayla iletişimimi 'kişiden kişiye' durumuna getirdim; aradan aracıları kaldırarak: Yeni Şafak dışında gazete yok... Televizyonda haber izlemek de yok; hem de hiç istisnasız... Buna karşılık, havadan sudan konuşmak serbest...

Dört günlük haber ve yorum perhizi zihnimdeki kireçlenmeyi temizleyiverdi. Son yılların en rahat bayramını geçirdiğimi söylersem, inanın lutfen.

Bu yüzden gazetelerde çıkan haberlerden ve yazarların yorumlarından mahrum kaldım. Tabii buna 'mahrumiyet' denilirse...

Dostum, “Perhizini boz, amiral gemisi kaptanını oku” talimatını verdi. Bizim perhiz de o dakika bitti.

Keşke perhizimi bozmayaymışım.

Okuduğum, son zamanlarda vakit ayırdığım en garip ve tutarsız yazı olduğu gibi, her okuyanın sinirini bozacak cinstendi. Bir sabah uyandığında kendisini 'böcek' olarak değişmiş bulan Gregor Samsa'nın Kafka tarafından anlatılan öyküsü, bir sabah uyandığında bütün gazetelerden köşelerin yok olduğunu gören pop sosyologun hülyasından daha tutarlı bence...

“Şöyle bir bilimkurgu filmi hayal ediyorum. Türkiye'de bir sabah hepimiz uyanıp gazetelerimizi elimize aldığımızda şaşırıp kalıyoruz” diye başlamış yazısına. Arkası şöyle geliyor: “Okuduğumuz gazetede bir tek köşe yazarı kalmamış. / Öteki gazetelere bakıyoruz... / Orada da tek köşe yazısı yok. / Sokaklar sanki bomboş, ıssız... / Ahkâm kesen, fikrini söyleyen, ona buna sataşan, hakaret eden tek kişi kalmamış. / İlahi bir kudret, bir gecede bütün köşe yazarı neslini ortadan kaldırmış. / Ben böyle bir sabahı hayal ettim. / Önce, 'oh be hayat varmış' dedim. / Düşünün daha sabahın 09.00'unda medya raporu önünüze konmuş. Her gün size küfreden, hakaret eden, aşağılayan, alay eden bir tek Allah'ın kulu kalmamış.”

Herhalde Hitler ile Mussolini de zaman zaman böyle hülyalar görüyordu.

Dostumun, “Yanlış yerleri okuyorsun, bayram diye yazılarına ara verdiğin için seni özlediğini itiraf ettiği son bölüme göz at” uyarısı da pek bir şey değiştirmedi. Değiştirmedi, çünkü kafasında kurduğu 'faşizan' düzeneği kendi eliyle yok etmesi fazla bir önem taşımıyor. Farklı ve aykırı fikirlerden arındırılmış, kimsenin kendisinden değişik görüş açıklamadığı bir medya düzeni arzu ettiğinin itirafından sonra ne demiş olursa olsun, söylediği/yazdığı fazla bir anlam taşımaz...

Kurduğu 'yazarsız medya düzeni' ilkelliğinden kurtulması için bayağı zaman geçmesi gerekmiş pop sosyologun: “Aradan iki üç dakika geçince, fark ettim ki, öyle çok mutlu da değilim. / Gazeteler gözüme kuru, tatsız tuzsuz görünmeye başladı. / Meğer köşe yazıları hayatımıza renk katıyormuş. / İnanmayacaksınız ama o üç dakika içinde bana hakaret edenleri bile özlemişim. / Anladım ki, artık hayatımıza iyice girmişler. / Birlikte yaşayacağız. / Biz sizle, siz bizle. / Biz onlarla, onlar bizlerle...”

Yazıda kendilerinden 'biz' ve 'siz' ya da 'bizler' ve 'onlar' diye söz ettiği kişiler, gazetelerde köşe yazanlar... 'Biz' ve 'bizler' dedikleri, dikkat ederseniz, tek bir cepheyi teşkil ediyor; 'siz' ve 'onlar' dedikleri de, tasnifine göre, ayrı bir cepheyi...

Arada hiçbir ayrım görmüyor beyimiz; ya 'biz' olacak ve onun gazetelerinde yazacaksınız, ya da başka gazetelerde yazıyorsanız 'siz' ve 'onlar' denilmeyi hak edeceksiniz...

Ne garip bir tecelli! Bu arkadaşın, 'gazetecilik' hayatına ilk girdiği dönemde, birlikte katıldığımız bir panelde, sırf tanımlama kolaylığı yüzünden ağzımdan çıkan 'inanan kesim' sıfatına şiddetle itiraz ettiğini hatırlıyorum da, aradan geçen 20 yılda düştüğü derinlik nefesimi kesiyor. Nereden nereye düşmüş...

Sadece kendi oralara gitse yine iyi, kendisiyle her konuşana, medya sektörüne ne kadar asil niyetlerle girdiğini anlatmaktan yorulmayan patronunu da yanında götürdüğü hemen belli oluyor.

Uygar dünyayla bütün ilişkileri kesik, siyasetle ve siyasilerle küs, gazeteleri ve televizyonlarıyla hitap ettiği kitlelerle arası açık bir yayın yönetmeninden fazlasını beklemek zor olurdu zaten...

Yazının bütününü okuduktan sonra, “Bunun neresinden beni özlediğini çıkardın?” diye sormak için döndüğüm dostum, tepkimi alıp hislerimi anladıktan sonra, “Sana da yaranılmıyor ki, be birader!” deyip telefonu yüzüme kapattı.

Ben mi haklıyım, yoksa dostum mu? Pop sosyologun yazısından bana özlem hissi duyduğunu sizler de alıyor musunuz?
haber7

Salih Tuna

Etiketin yarı fiyatına seri sonu liboşlar

“Hortumcu”, “Deli”, “Dinci”, “Yalancı”, “Cahil”, “Liboş”, “Darbeci” gibi bir yığın örnek verildikten sonra “Yaftalamadan düşünün!” deniyor refikimiz Zaman'ın reklam filminde.

Hoş, dikkat çekici ve biraz da netameli bir çalışma. Hayırlı olsun…

Biraz da netameli, dedim, çünkü önyargıların körlüğüne mahkum olmamaya vurgu yaparken, ister istemez “yargısız” olmayı da ihsas ediyor.

Biliyorum, nihayetinde bir reklam filmi bu; mufassal olacak hali yok.

Lakin “yaftalamadan düşünün” spotu, şişedeki gibi durmuyor; yaftalı insan, yaftalı televizyon hatta yaftalı kitap görseli eşliğinde arz-ı endam ediyor.

Şayet mahut spot, sadece düşünmeden yaftalayanları kapsıyorsa ne ala.

Değilse…

Yani, “yaftalamayı” hepten kerih görüyorsa, sorun var demektir.

Tamam, “yaftalamak” kötü olmasına kötü de, yalancıya da “yalancı” demeyelim mi?

Bir insanı yalancılıkla “yaftalamak”, gak dedi yalan, guk dedi palavra demek değil ki.

Yalancıdan doğru söz sudur etti diye, “Hayır, olamaz, doğru olanı nasıl söylersin sen?..” yollu zırvalamak mümkün mü?

Bir insana “deli” demek de, her lakırdısının deli saçması olmasını gerektirmez! Ne akıllı deliler var dünyada.

Veya “cahil” bir insanın her sözünün cehalet ürünü olması şart değil.

Hem “cahil” de ne ola?

İlmiyle amel etmeyenden daha cahil kimdir?

İmdi, gel de Niyazi Mısri üstadımızın, “Noktayı fehmetmektir ilim irfandan maksat…” sözünü hatırlama.

İlim bir noktaydı cahiller onu çoğalttı diyen bir “gelenek” de, sözü kimin söylediğini hiçbir zaman savsaklamaz.

Hatta kimi zaman söylenenden ziyade, söyleyene dikkat çeker.

Çünkü söylenen, söyleyenin insani faaliyetleri arasında nihayetinde bir cüzden ibarettir.

Demem o ki, bütün sözleri dinleyip en doğrusuna uymak prensibi, (mesela) cahile, cahil demeye engel teşkil etmez.

Herhangi bir konuda doğru ve isabetli görüşleri olan bir cahile kulak vermek başka şey, “cahil” dememek başka şeydir.

Ergenekoncuya liboş, darbeciye demokrat, hortumcuya hayırsever diyecek değiliz ya!

Zırcahile de elbette cahil diyeceğiz; bunun yaftayla paftayla alakası yok.

Künyesi Ebû'l Hakem olanın lakabı Ebu Cehil değil mi? “Cehil” lakabını ona Müslümanlar takmadı mı?

Münafığa “münafık” denilecek; kafire “kafir”, müstekbire “müstekbir”, mümine “mümin”, hortumcuya “hortumcu”…

Başka ne denilebilir ki?

Yafta, lakap, etiket kelimeleri mana bakımından akrabalık bağı içinde olsalar da hin-i hacette farklı kelimeler.

Ne ki, Sevgili Ertuğrul Özkök “yafta” yerine “etiket” sözcüğünü tercih ediyor.

Mezkur reklam filmi vesilesiyle, “Gazetecilik mesleğim boyunca, sırtımda etiket yapıştırılmadık bir santimetrekare yer kalmadı. / “Özköşk” dendi, “Dönek” dendi, “Yalaka” dendi, “Liboş” dendi, “Askerci” dendi...” diyor.

Algıda seçiciliğin azizliği mi, işadamı- gazeteci bilinçaltının dışavurumu mu bilemem ama “yafta” yerine, Fransızca kökenli etiket (Éthiquette) sözcüğünü kullanması bir hayli enteresan!

Halbuki etiket kelimesi, “Etiketin yarı fiyatına seri sonu liboşlar…” gibi bir yığın münasebetsiz deyimi çağrıştırıyor. “Yafta” kelimesi daha çok işini görürdü.

Çünkü genellikle kendisinde olmayan özelliği bir kişiye atfetmektir yaftalamak.

Gelgelelim hazretin her santimetrekaresini “etiketlendirenler” gerçekten de ayıp etmişler.

Hele şu “Askerci” etiketi de nerden çıktı?

Sıkı bir Özkök hayranı olduğum halde inanın ilk kez duyuyorum.

Yoksa “darbesevici” etiketi gözükmesin diye üzerine kendisi mi yapıştırdı bu etiketi?

Bana sorarsanız Sevgili Özkök etiketlendirilemez.

Her şeyden evvel hal ve gidişe göre vaziyet alma yeteneği buna engeldir.

Şartlar müsait olsun, en kralından daha “dinci” olmazsa ben bir şey bilmiyorum.

yeni şafak

Ünal TANIK
Ertuğrul'dan dakka bir yafta bir
09 Kasım 2008 18:00
Haber 7
Türk medya tarihi, böylesine iki yüzlü, böylesine kişiliksiz, böylesine utanmaz bir sima görmedi. Tabii bütün bu defolarına rağmen bir o kadar da güçlü…

İşin kötü tarafı da burada zaten. Hem kirli hem güçlü; hem defolu hem etkili, hem kritik bir yerde hem kemiksiz…

Karşınızdaki güçlü biri olur, sağlam duruşlu bir tavrı olur ama sevmeyebilirsiniz. Hatta nefret bile edersiniz. Ama bir taraftan da takdir edersiniz. “Öyle ama gerçekten bu adam yalancı dolancı değil, eğri oturup doğru söylüyor” dersiniz.

Bu adamın iyilik hanesinde hiçbir şey yok. Bomboş. Tıpkı Firavun’un yardımcısı Hâmân gibi. Efendisinin her dönem taleplerini emir telakki etmiş, hayatını onun emirlerini yerine getirmeye adamış biri.

Patronunun ve emir aldığı çevrelerin menfaati için, gerektiğinde devletin en hassas noktalarına acımasızca saldırmaktan çekinmeyen, gerektiğinde ise 180 derecelik dönüş yapabilen bir kıvraklıkta bir esnekliğe sahip. Malum zevatın yararları, bu değerleri savunma üzerinden yürütülebiliyorsa bu kez mangalda kül bırakmayan bir uşak.

Patronunun teşvikin talebini yerine getirmede ayak sürüyen bu ülkenin başbakanına, “gidip ana avrat kavga edeceksin” diyen, daha sonra televizyona çıkıp, “Biz hiçbir zaman kendi işimiz için iktidara baskı yapmadık” ifadelerini kullanabilen bir utanmaz bir kişi.

Bana, “Bilmece gibi yazma” diyenlere yeterince açık yazdığımı sanıyorum. Evet. Tahmin ettiğiniz gibi Ertuğrul Özkök’ü anlatıyorum. “Ana avrat dümdüz gitme sözlerini hangi başbakan için kullandı?” demeyin sakın.

22 Ekim 1998’de dönemin Devlet Bakanı Güneş Taner ile olan malum telefon konuşmasını hepiniz hatırlıyorsunuz. Ertuğrul Özkök, Aydın Doğan’ın İzmit’te kuracağı karton tesisleri için 130 milyon dolarlık teşviki koparmak için Bakan Taner’e neler söylememişti ki…

Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın Aydın Doğan ve Hâmân’ının isteklerinden bıkıp usandığı ve artık telefonlarına çıkmamaya çalıştığı günlerde Ertuğrul Özkök, Güneş Taner’i aramış ve açık açık bu teşvik işini bitirmesini istemişti.
Aydın Doğan’ın Hâmân’ı malum telefon konuşmasında aslında bugün bile uyguladığı politikasını net bir şekilde ortaya koymuştu. Yazıyı uzatmamak için yalnızca konuşmanın o bölümünü alıyorum:

Özkök: Ulan yine ben koruyorum, hâlâ da ben koruyorum. Röportaj gibi gideceksin ana avrat iyice bir kavga edeceksin ondan sonra tekrar iyi adam olacaksın.
Taner: Ankara’da her şey önemli bugünler bu saatlerde.
Özkök: Ben bunu kafaya yedikten sonra hiçbir şeyi yok. İftira atıyor, bana kalleş diyor. Atsın ne yapalım. Biz de öğrendik artık kavga ederiz onunla bir güzelcene ondan sonra barışırız biz de iyi adam oluruz ondan sonra bizi de şey yaparlar.

Özkök’ün burada kullandığı yayıncılık üslûbu bugün bile geçerli. Bir sonuç elde etmek istiyorsa, önce onunla kavga yolunu seçiyor. İstediklerini elde ettikten sonra da gözü hiçbir şey görmüyor.

Menfaatinden başka hiçbir şeyi gözü görmeyen bu kafanın bir özelliği daha var. Bunlar, telefon kayıtlarındaki bilgiler başkaları için olduğunda “kanıt” sayan, ama söz konusu kendileri için olduğunda, hemen işin “etik” boyutunu hatırlayan bir tıynetteki yapıya sahip.

Ertuğrul Özkök, bu telefon konuşmasında geçen sözleri bir gün olsun yalanlamadı. Yalnızca “telefon dinlemenin etik olmadığı”nı söyleyip içeriğini gözlerden kaçırmaya çalıştı. Özkök’ün bu konuda söylediği yanlış değil, doğru. Peki bir gazete genel yayın yönetmeninin bakana telefon açıp da su kadar galiz ifadeler kullanmasına ne demeli? Onu hangi ölçüye sığdırmalı.

***

Aydın Doğan’ın Hâmân’ı, önceki gün köşesinde, Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ile yaptığı sohbeti aktardı. Dumanlı ile Zaman'ın “yaftalama”ya karşı televizyonlarda yayınlanan reklam filmini konuştuklarını yazdı. Yaftalamayı sevmediğini, hatta kendisinin de yaftalama mağduru olduğunu ifade etti.

Aynı Ertuğrul Özkök, bugün gazetesinde hakkında hiçbir mahkeme kararı bulunmayan RTÜK Başkanı Zahit Akman hakkında en aşağılık ifadeler kullanmaktan çekinmedi.

Özkök, Zahit Akman’a doğrudan küfretme yerine bir maşa kullandı. Kullandığı maşanın kim olduğu ayrı bir konu elbet. Önemli olan onun küfretmeyi, hakaret etmeyi, tehdit emeyi kafaya koymuş olması. Yoksa maşanın hangi kişi olduğunun kıymeti harbiyesi yok.

RTÜK’te yaptığı onca uygulamadan dolayı bugüne kadar tek bir cümle saldıracak bir nokta bulamayan Hâmân ve hempaları, Zahit Akman’a yaptığı ticari faaliyetlerden dolayı saldırmaya kalkışıyor. Söz konusu edilen Almanya’daki kooperatif iddiaları ile ilgili ortada hiçbir mahkeme kararı yok.

Bugünkü Aydın Doğan medyası, Akman’a dayandırarak “kooperatifte yöneticilik yapmadım” iddialarına yer vermiş. Akman’ın dün Haber 7’de de yayınladığımız açıklamasında “ben söz konusu kooperatifte yönetim kurulu üyeliği yapmadım” şeklinde hiçbir ifadesi yoktu. Akman, “benim yöneticilik yaptığım döneme ilişkin bütün faaliyetler ibra edildi” diyor.

Zahit Akman bu kooperatiften ayrılalı yıllar olmuş. Dahası, bu kooperatif halen faaliyette. Hepsinden önemli de kooperatif Başkanı Abdullah Özer halen işinin başında. İddia edildiği gibi bir suç işlenmiş ise Alman adaleti şimdiye kadar Abdullah Özer’in yakasına çoktan yapışmış olurdu.

Yukarıda da dedim ya… Aydın Doğan medyası, saldırmak istiyor. Amacı açık ve net. Malum hikayede olduğu gibi. Hani kurt suyun üst tarafında, kuzu ise alt tarafta su içmeye çalışıyormuş. Kurt kuzuya, “Suyumu bulandırma” diye seslenmiş. Kuzunun, “İyi de ben suyun alt tarafındayım” demesi üzerine kurdun “Amacım seni yemek. Bir bahane gerek” demesi gibi…

Hâmân ve yandaşları, “yaftalamayı” adet edinmiş durumda. Elinde her tür yafta var. Menfaati neyi gerektiriyorsa, önüne gelene onu yapıştırıyor.

Ünal TANIK / Haber 7
tanik@haber7.com

İlk Kez "Ertuğrul Özkök" Dedi
12 Ocak 2009 11:03Ergenekon'un şifrelerini bir bir aydınlatan Tuncay Güney, ilk kez "Ertuğrul Özkök"ten bahsetti. İşte Tuncay Güney'in o sözleri....

Show TV'de Haber Özel programına Kanada'dan bağlanan Tuncay Güney yine çarpıcı sözler sarfetti. Tuncay Güney bir ilk yaptı ve Ertuğrul Özkök'ten bahsetti.

İŞTE TUNCAY GÜNEY'İN AÇIKLAMALARI

-ERGENEKON SUSURLUK'UN BABASIDIR.

-TÜRKİYE'NİN ÜSTÜ CUMHURİYET ALTI DERİN CUMHURİYET.

-2001 YILINDA BEN GÖZALTINA ALINDIĞIM DÖNEMDE İŞLERİN ÜZERİNE GİDİLSEYDİ HERŞEY DAHA KOLAY ORTAYA ÇIKARDI.

- İŞKENCE GÖRDÜM BUNUN HESABINI SORACAĞIM BANA YAPILAN YANLIŞTI...ADİL SERDAR SAÇAN'DAN VE BANA İŞKENCE YAPANLARDAN İNTİKAM ALACAĞIM..İŞKENCE RUHUMU KARARTTI.

-DİKKAT EDERSENİZ İŞKENCEDEN SONRA AMERİKA'YA KAÇTIM YEDİ YIL KONUŞMADIM. DEVLETLE HİÇBİR ŞEY PAYLAŞMADIM, İŞKENCENİN İNTİMAKAMINI ALACAĞIM...BU YOLDA DEVAM EDECEĞİM.

-BİR ÇOK TELEVİZYONCU VE SİYASİL ERGENEKON'U EN BAŞINDAN BERİ BİLİYOR AMA YAYINLAMADILAR BEN CESUR BİR DURUŞ SERGİLEDİM.

-TÜRKİYE'DE GİZLİ DİKTATÖRLÜĞÜN DEVAMINI İSTEYEN GRUPLAR VAR

-ERGENEKON, HERKESİN YÜZÜNDEKİ MASKELERİ VE RİYAKARLIKLARI DÜŞÜRDÜ.

-MONARŞİ VE DİKTÖTÜRLÜK İSTEYENLER PANİKLEDİ...ONLAR PSİKOLOJİK SAVAŞI KAYBEDİYOR.

-ÖLÜLER ARTIK KENDİLERİNİ SAVUNAMAZLAR...BULUNAN YA DA BULUNACAK CESETLERİN ÜZERİNDE ONLARIN KİMİN ÖLDÜRDÜĞÜ, YADA KATİLİN İSMİ YAZMAZ.

-BİZİM HALKIMIZ BİLİYORSUNUZ ALTINLARI ÇEYİZ SANDIĞINA KOYAR... HERŞEYLERİNİ YASTIK ALTINA KOYAR,CİNAYET İŞLEDİĞİNDE KENDİ TARLASINA GÖMER SİLAHINI...BU ŞEKİLDE KENDİNİ DAHA GÜVENDE HİSSEDER.

-ERTUĞRUL ÖZKÖK VELİ KÜÇÜĞÜ İLK ARAYAN KİŞİDİR.ÇATLININ MEHMET ÖZBAY OLDUĞUNU VELİ KÜÇÜK'E İLK BİLDİREN ERTUĞRUL ÖZKÖK'TÜR. SUSURLUK'LA İLGİLİ ERTUĞRUL ÖZKÖK'TEN DE BİLGİ ALINMASI LAZIM.

-BİR GAZETE TARAFINDAN TÜRK HUKUKU RENCİDE EDİLDİ... BENİM İFADEMİN ALINMASI İÇİN "TEBLİGAT YANLIŞ ADRESE GİTMİŞTİR" BAŞLIĞI YANLIŞ..HUKUKTA VE DİPLOMASİDE DOSYA ADALET BAKANLIĞI TARAFINDA KANADA ADALET BAKANLIĞINA GELİR. BENİM ADRESİME BÖYLE BİR DOSYA GELMEMİŞTİR TÜRK ADALET BAKANLIĞI BENİM MEKTUP ARKADAŞIM DEĞİLDİR.

-TÜRKİYE'YE DÖNMEYECEĞİMİ SÖYLEDİM

-BEN BİLGİ VERMİYORUM SADECE KENDİMİ SAVUNUYORUM.

-BU OPERASYONA CESUR HIRSIZLAR PARTİSİNDEKİLERİ. AYIKLAMAKLA BAŞLAMAK LAZIMDI

-EVET JAMES BOND'UM.. O DA BEN DE BİR DUL KADIN ÇOCUĞUYUM

-TÜRK GAZECERİ BANA KARAKUTU DİYOR. BEN DOSYA YAPAN BİR GAZETECİYİM... PERDE ARKASINI ARAŞTIRIYORUM. BEN HABERLERİ TERSİNDEN OKUYORUM, BELGELERE ULAŞIYORUM. HAYATIM BOYUNCA BUNU YAPTIM..BİR TAKIM KİMSELERLE BELGELERİ ALABİLMEK İÇİN BİRİLERİYLE

aktifhaber

Hiç mi namaz kılan görmedin Hürriyet!

Mardin'deki katliamı sayfalarına taşıyan Hürriyet, orta sayfasında yayınladığı bir grafikle büyük tepki çekti.

06 Mayıs 2009 23:56

Hürriyet gazetesi bugün Mardin'in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyünde 44 kişinin ölümüne neden olan saldırıyla ilgili tüm ayrıntıları sayfalarına taşıdı.

Fakat Hürriyet katliamın daha iyi anlaşılması için hazırladığı grafikte büyük tepki çekti.

Hürriyet'in orta sayfasında yayınlanan grafikte saldırganların namaz kılan erkekleri arkadan taramaları anlatılıyor.

Grafiğe dikkatli baktığımızda cemaat secdeye gitmişken, imamın cemaate doğru dönerek ellerini açıp dua ettiği görülüyor! Yani cemaat namaz kılıyor, imam cemaate doğru dönmüş dua ediyor ve katliam tam o anda gerçekleşiyor!

İşte o grafik



Postmedya

İsmet Berkan/Radikal

Ertuğrul Özkök'e itirazlarım var

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal bir konuşma yaptı, ortalık hareketlendi. Baykal, Anayasa’nın geçici 15. maddesini kaldırmaktan söz etmeseydi, ansızın darbelerden, özellikle de 12 Eylül’den hesap sorma ihtimali siyaset gündemine girmeyecekti.
Nitekim dün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu konuda kapıyı aralayan Baykal’a olumlu yanıt verdi, uzunca bir aradan sonra ilk kez CHP’li ve Ak Partili kurmaylar tek maddelik de olsa Anayasa değişikliği konusunda masaya oturdular. İnşallah Anayasamızdaki diğer anti de-mokratik hükümler için de aynı anlayış bir işbirliği ortamı devam eder.
Anayasamızın geçici 15. maddesinin ansızın gündeme gelmesi, dün Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün köşesinin konusuydu. Özkök yazısında 12 Eylül’le hesaplaşmak isteyenlerin 11 Eylül ve öncesini de düşünmesi gerektiğini, hatta daha da ileri giderek 12 Eylül öncesinin kanlı ortamının ‘hesabını vermesi’ gerektiğini söylüyor. Özkök, CHP’nin başını çektiği geçici 15. maddeyi kaldırma girişimine tümden karşı.
Özkök, bu yazıda anlattığı fikirlerini daha önce de birkaç kez yazdı. Yani bu anlamda yazılanlar yeni değil, ilk kez okumuyoruz.
Ancak bu kez, belki de ilk kez, geçici 15’in kaldırılması ihtimali belirdi. O yüzden Özkök’ün fikirlerine olan itirazlarımı yazmak ve girişimi desteklemek istiyorum.
***
Bir şey doğru. 11 Eylül günü akan kan 12 Eylül sayesinde kesildi.
Yaşım yetmediği için arkadaşlarım öldürülmedi, onların cenazelerine katılmak zorunda kalmadım ama o korkuyu İstanbul’da çok yakından yaşadım.
Teröre kurban giden arkadaş cenazesine katılmadım ama 12 Eylül’e iki tanıdığımı kurban verdim. İşkence ve ona bağlı sebeplerle acılar içinde kıvranarak öldüler. Onları hiç unutmadım.
Özkök’ün işkenceleri savunduğunu düşünmüyorum elbette, eminim onun da çok sayıda yakını işkence tezgâhlarından geçti, kendisi bizzat 12 Eylül rejiminin basın üzerinde uyguladığı dehşetengiz sansürü yaşadı, çalıştığı dergi kapatıldı.
Özkök, elbette işkenceyi ve işkenceciyi savunmuyor ama 12 Eylül yönetiminin hâlâ sahip olduğu ayrıcalıkları savunuyor. Eğer 12 Eylül, Özkök’ün de dediği gibi iyi bir şey yapmışsa, bir Anayasa maddesiyle korunmasına, dönemin yöneticilerinin Anayasa maddesiyle sağlanan bir yargı dokunulmazlığından yararlanmasına da gerek olmamalı. Eğer haklılarsa, yaptıkları her şeyi, verdikleri her emri, imzaladıkları her kağıdı savunabiliyorlarsa, bunu bağımsız Türk yargısı önünde de yapabilirler esas olarak.
Bilmeyenler veya hatırlamayanlar için Anayasamızın geçici 15. maddesini aktarmak istiyorum izninizle:
“12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.
Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır.”
Madde, gördüğünüz gibi sadece 12 Eylül’ün beş kişilik MGK’sına değil, o dönemde görev yapmış hükümetlerden Danışma Meclisi üyelerine ve asker-sivil bütün kamu görevlilerine sonsuz bir dokunulmazlık tanıyor.
Çok basit bir örnek vereyim:
O dönemde henüz 18 yaşını doldurmamış genç bir insanı astık alel acele.
Bu idamı onaylayanlar, infaz edenler suç işlemedi mi sizce?
Böyle binlerce örnek sıralanabilir. 12 Eylül’ün yarattığı insani dramlar, haksızlıklar, yasa dışılıklar, yolsuzluklar, kayırmalar...
Kaldı ki, eminim Ertuğrul Özkök de biliyor, 11 Eylül günü akan kanın 12 Eylül günü nasıl olup da bıçakla kesilmiş gibi durduğunu da başta darbenin devirip hapse attığı Süleyman Demirel olmak üzere pek çok insan merak ediyor.

İnce Ve Hürriyet'e Suç Duyurusu!
Adalet Platformu, başörtüsü ve başörtülülere ağır hakaretlerde bulunan Özdemir İnce ve gazetesi Hürriyet hakkında suç duyurusunda bulunuyor.
20 Ekim 2010
Adalet Platformu, başörtüsü ve başörtülülere ağır hakaretlerde bulunan Özdemir İnce ve gazetesi Hürriyet hakkında suç duyurusunda bulunuyor.

Özdemir İnce, geçtiğimiz hafta Hürriyet'te yer alan "Türban Fesadı" başlıklı yazısında "Kur'an'da başörtüsüne yer verilmediğini, başörtüsünün İslam'la ilişkisinin olmadığını, İslam öncesi dönemde Arapların ve Yahudilerin güneşten sakınmak için başlarını örttükleri bir giysi parçası" olduğunu iddia etti.

İnce, başörtüsü konusundaki asıl düşüncesini de şöyle açıkladı: “ Daha iyi anlaşılması için yazıyorum: Türban, kahverengi faşist gömleği gibi, gamalı haç gibi bir simgedir. Daha önce de arz etmiş idim!”

Adalet Platformu üyeleri yarın saat 10.30'da Beyoğlu Adliyesi'nde İnce ve Hürriyet gazetesi hakkında, kutsal değerlere hakaret, halkı kin-nefret ve düşmanlığa sevk etmek, milleti inancından dolayı alenen aşağılamak suçlarının işlendiği gerekçesiyle suç duyurusunda bulunacak. aktifhaber


En son Ekim tarafından Cum Hzr 26, 2009 8:04 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Oca 13, 2009 6:57 pm    Mesaj konusu: BiR ADAM BU KADAR MI DEGi$iR Alıntıyla Cevap Gönder

BİR ADAM BİR KAÇ SAATTE BU KADAR MI DEĞİŞİR
13 Ocak 2009 15:44Ertuğrul Özkök ve Enis Berberoğlu dün Anadolu'ya giden gazetelerdeki yazılarını, büyükşehirlere giden gazetelerde değiştirdi. Hem de ne değiştirme. İşte iki hali...

Hürriyet Gazetesi'nin iki kilit ismi, Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ve Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu dün “taşra” ve “şehir” baskılarında yazılarını değiştirdiler.

İkili ilk yazılarında Ergenekon Davası'na çok sert biçimde yüklenen yazılar kaleme aldılar. Yazılar taşra baskısında yayınlandı. Ancak şehir baskısında hem Özkök'ün hem Berberoğlu'nun fikirleri bir anda değişti ve ikisi de yazılarını "Ergenekon Davası'na" karşı halden "Ergenekon Örgütü'ne" karşı hale getirdiler.

Berberoğlu, taşra baskısındaki yazısına “intikam hukuku” başlığını atmıştı. Şehir de ise; “Açık darbe mi sivil darbe mi?” şekline getirdi.

Özkök ise, taşra baskısında “gammazlama mevsimi açıldı” başlığını kullanmıştı. Şehirde ise “Fasa fiso mu dediniz” başlığını attı.
İkilinin yazılarının başlığının değişimi kadar yazılarının içeriği de neredeyse 180 derece değişti.

Bu farklılığın yaşandığı saatlerde yani taşra baskısının bağlanıp matbaaya gönderilip, şehir baskısına geçildiği saatlerde, çok önemli bir gelişme oldu: Ankara'da yeni bir Ergenekon çukuru açıldı. Çukurda çok sayıda silah çıktı. Silahların çıktığı çukurun krokisi bir subaydan elde edilmişti.

Çukurun bulunduğu saatlerde taşra baskısı çoktan dönmüştü. Saatler ilerledi ve içinden Türkiye'yi sarsan silahlar çıktı. İşte bu noktada ya Özök ve Berberoğlu'nun Ergenekon'a yönelik fikirleri değişti, çukurdan çıkan bombaları Ergenekon'la ilgili çok net bir delil olarak gördüler ya da Aydın Doğan müdahale etti.

Aydın Doğan'ın Ergenekon davasına karşı tarafsız durmak istediği ve taşra baskılarında iki yazarın yazılarını gördükten sonra müdahale etmiş olabileceği belirtiliyor.

Üstelik dün Vakit Gazetesi'nde yayınlanan, “Tüğgeneral Nurettin Işık, 24 Ekim'de Bedrettin Dalan'ın alınacağını Aydın Doğan'a söyledi, Aydın Doğan'da gidip Bedrettin Dalan'a 'kaç' dedi” haberinin Aydın Doğan'ı çok rahatsız ettiği de belirtiliyor.

ÖZKÖK VE BERBEROĞLU'NUN YAZILARINDAKİ MÜTHİŞ DEĞİŞİME KARAR VERMENİZ İÇİN YAZILARIN ORJİNALLERİNİ SUNUYORUZ

İşte Taşra Baskılarındaki yazılarının taranmış hali:






ÖZKÖK'ÜN ŞEHİR BASKISINDA DEĞİŞTİRDİĞİ YAZISI

Ertuğrul Özkök: Faso fiso diyen kim?

Bombaları küçüksüyor iddialarına kızan yazar Ertuğrul Özkök, "Susurluk o dönemde faso fiso değildi. Bugün bulunan silahlar, çeteleşme girişimleri de faso fiso değildir" dedi.13 Ocak 2009 06:59


Faso fiso mu dediniz

GEÇEN cumartesi günü yazımın başlığı şöyleydi:"Faso fiso bombaları..."

Özeti de şuydu:

"Biz, Susurluk çetesinin üzerine giderken, bunlara faso fiso diyenler, bizlere "Gulu gulu dansı yapıyor" diye yüklenenler, şimdi kalkmış bu bombaları soruyorlar."

Herkesin anlayacağı kadar net ve açık bir ifade ile yazmıştım.

Pazar günü ve dün hayretler içinde gördüm ki, bazı kimseler, bu sözleri "Gölbaşı’nda bulunan bombaları küçümsüyorum" biçiminde yorumlamış.

Hayret ediyorum.

Ben, yani iki hafta arayla iki defa bombalı saldırıdan kurtulan ben, bir takım karanlık insanların sakladıkları bombaları küçümseyeceğim.

Öyle mi...

* * *

1992 yılında Kanlıca’da, Sedat Simavi’nin mezarı başında anma töreni yapacaktık.

Doğan Hızlan’la birlikte erken gittik ve Kanlıca’da bir kahve içmeye karar verdik.

Mezarlığa gitmek üzere kalktığımızda kar yağışı başladı ve arabamın tekerlekleri patinaj yaptı.

Yukarı doğru tırmanırken üç dört dakika geciktik.

Tören saat 10’da başlayacaktı ve biz mezarlığın kapısına ancak saat 10.02’de ulaşabildik.

Tam kapıdan girerken biraz aşağıda Sedat Simavi’nin mezarında büyük bir patlama oldu.

Bir ağaç kökünden sökülüp devrildi.

Bir yıl önce tören yaptığımız yerin tam altına saat ayarlı bomba konmuştu.

Gecikmeseydik, başyazarımız Oktay Ekşi de dahil, bugün hiçbirimiz hayatta olmayacaktık.

Bundan iki hafta sonra bu defa Hürriyet’in Ankara bürosunun önünde bomba patladı.

* * *

Hayatım boyunca teröre karşı mücadele ettim.

O yüzden de hep terör örgütlerinin hedefi oldum.

Hürriyet’in benden önceki genel yayın yönetmeni terör kurbanı oldu.

O nedenle, eline bomba alan, silahla bir şeyleri devirmeye kalkan herkesin karşısında yer aldım.

Gençliğimde de hiçbir kanun dışı eylem içinde yer almadım.

Hiçbir silahlı mücadele grubunu desteklemedim, sempatizanı olmadım.

Bu dünyada bombayı benden daha fazla kimse ciddiye alamaz.

Çünkü bombalı terörün ne olduğunu yaşayarak öğrendim.

* * *

Dün akşam Sincan’da yapılan kazıda ele geçirilen mühimmatı hep birlikte gördük.

Bu görüntünün hiçbir analize ihtiyacı yok.

Eğer böyle bir mühimmat birileri tarafından toprağın altına gömülmüşse bunun mutlaka bir izahı olmalıdır.

Bu amacın, hiçbir tereddüte yer bırakmayacak şekilde ortaya konması ve devletin bilgisi dışında karanlık bir amaca hizmet için saklanmışsa, sorumluları bulunup mutlaka cezası verilmelidir.

Devletin, polisin, yargının bunun üzerine gitmesine kimsenin de itirazı olamaz.

Zaten olmaz da...

Bir takım adamlar böyle bir cephaneyi toprağın altına gömmüşse bunun karanlık bir nedeni var demektir.

Ergenekon davasının önemi işte bu noktada ortaya çıkıyor.

Başından beri hep aynı şeyi söyledik.

Bu davanın, bir takım şahsi hesaplaşmaların, intikam duygularının, muhalefeti sindirme çabalarının esiri olmamasına herkesin azami dikkati göstermesi gerekir.

* * *

"Faso fiso" derken bunu anlatmaya çalıştım. Susurluk o dönemde faso fiso değildi.

Bugün bulunan silahlar, çeteleşme girişimleri de faso fiso değildir.

İşte bunu anlatmaya çalıştık.

Araştırma ve dava bu iz üzerinde sürdüğü sürece bütün kamuoyunun tam desteğini alacaktır.

Soruşturmaya bu zihniyet hakim olursa, Susurluk’ta yarım kalan süreç de tamamlanabilir.

Ertuğrul Özkök - Hürriyet


Enis BERBEROĞLU
eberber@hurriyet.com.tr




Açık darbe mi sivil darbe mi?


ANKARA
BELLİ ki Ergenekon örgütü iyice sahipsiz kaldı. Çünkü diyelim ki örgüt 10 kişi öldürecek...Hemen kağıt kaleme sarılıp isimler alt alta sıralanıyor. Bakkal efendiye sipariş listesi gibi özensizce ortada bırakılıyor. Veya Ankara’yı uçuracak cephanelik unutulmasın, polis de kolay bulsun diye krokisi çiziliyor!


BERBEROĞLU'NUN ŞEHİR BASKISINDA DEĞİŞTİRDİĞİ YAZISINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10764732.asp?yazarid=6&gid=61

Kaynak: Postmedya

Tuncay Güney adlı şarlatan
17 Ocak 2009

Başyazarından genel yayın yönetmenine, editöründen büdütörüne, şöföründen kapıcısına, büyük gazetemizin tüm değerleri, ‘şarlatan’ sıfatını uygun gördükleri Tuncay Güney üzerinden, yeni bir ‘işlevsizleştirme’ kampanyasına giriştiler.

İzliyoruz...

Bir taraftan da gülüyoruz.

Sanki, ‘Ergenekon davası’, Tuncay Güney’in ‘anlattıkları’ yahut ima yoluyla geçiştirdiklerinden ibaretmiş gibi...

Başyazar da sinirlenmiş...

Öyle ki, ‘soytarı’ sıfatını bile çok görüyor... ‘Soytarı sıfatı ancak ona iltifat için kullanılabilir’miş...

Başyazar, işbu ‘soytarı’, ‘şarlatan’ ve ‘yavşak’ Tuncay Güney’in iddialarını çürütüyor.

Diyor ki, ‘Cem Ersever’i Veli Küçük öldürttü ise, konu şimdi mi ele alınır? (...) Bu yaratık, bir ülkeyi karıştıracak kadar önemli şeyler biliyor idiyse ve bunları taa 2001 yılında üstelik polis tarafından alınan ifadesinde söylediyse, işleme koymak için sekiz sene niçin beklendi?’

Doğru...

Sekiz sene niçin beklendi?

Başyazar, suçu mevcut iktidara atıyor, bekleme limitinin topu topu dört yılını kullanmış Erdoğan’a yağdırıyor ama, asıl yağdırması gerekenleri atlıyor.

Diyelim ki Erdoğan dört yıl bekledi ve MİT’den gelen dosyayı sonunda yargıya intikal ettirdi.

Peki, diğer ‘bekleyenlere’ bir çift sözü yok mu başyazarın?

Bülent Ecevit neyi beklemiş?

Koalisyon ortakları (Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli) neyi beklemiş?

İşbu şarlatanın ifadesini alan Emniyet yetkilileri neyi beklemiş?

Cumhuriyet savcıları neyi beklemiş?

Medyamız neyi beklemiş?

Karargáh çıktılarına itibar ederek ‘Alçakları tanıyalım’ şeklinde yazılar yazan, meslektaşlarını suç örgütlerinin önüne atmaktan sabık başyazarlar neyi beklemiş?

Başyazar bu soruların cevabını merak etmiyor.

Zaten Ergenekon davası, ona göre, ‘Atatürk’ten nefret eden liberal faşistlerle, gerçek Atatürkçülerin kavgası...’

Bu Atatürk düşmanı faşist liberaller, ‘ülkede ne kadar çağdaş kafalı aydın varsa, tasfiye etme veya sindirme çabası içinde’ imişler...

Koskoca başyazarın düştüğü durumu görüyorsunuz değil mi?

İndirgemeci mantığın, insanı nasıl zavallı ve gülünç durumlara düşürdüğünü görüyorsunuz...

Hadi Tuncay Güney şarlatandır, yavşaktır, soytarıdır, şudur budur, birtakım yurtseverlere iftiralar atmaktadır, bunun için de devletin televizyon kanalını kullanmaktadır...

Peki, Tuncay Güney’siz verilerle önünüze açılan koskoca ‘Ergenekon dosyası’ndan dikkatinizi çeken herhangi bir husus yok mu?

O bombalar korkutmuyor mu sizi?

O cinayetler tüylerinizi ürpertmiyor mu?

O darbe girişimleri uykunuzu kaçırmıyor mu?

Ergenekon, Atatürk’ten nefret eden liberal faşistlerle gerçek Atatürkçülerin kavgasıysa; iddia makamını ‘faşist’, sanık mevkiinde bulunan Doğu Perinçek, İbrahim Şahin, Kemal Kerinçsiz, Tuncay Özkan, Ergun Poyraz, Zekeriya Öztürk, Muzaffer Tekin ve Alparslan Aslan’ı ‘gerçek Atatürkçü’ mü sayacağız?

Bu mudur?

Kaldı ki, müfteri de olsalar (ki, Tuncay Güney bence de itibar edilir bir adam değil), insanlara ‘şarlatan’, ‘yavşak’, ‘yaratık’, ‘soytarı’ diye yağdırma hakkını nereden alıyorsunuz?

İtirazınız varsa, hakkınızı mahkemede ararsınız.

Küfrederek, ona buna dirsek atarak, tahkir ve tezyif yazıları yazarak neyi çözebileceğinizi zannediyorsunuz?

Hani, canınızı da yaksalar, ‘en ahlaklı’, ‘en etik’, ‘en saygıdeğer’ olacağınıza söz vermiştiniz?

AHMET KEKEÇ - STAR

akekec@stargazete.com


25 Ocak 2009
Ertuğrul Özkök - Hürriyet
Hırsızlığım kanıtlandı

Geçen pazar günü, fakülteden arkadaşım Canan Tangün aradı."İstanbul'daki evin kütüphanesini düzeltiyordum. Sana ait iki kitaba rastladım. Maalesef içinden Arzu Okay'ın fotoğrafı çıkmadı" dedi ve devam etti:

"Kitapları sana göndereceğim. Ama sen de başkasına göndermek zorunda kalabilirsin."

"Niye, kitaplar benim değil mi" dedim.

"Üzerine adını yazmışsın, ama galiba sen de kitapları bir kütüphaneden çalmışsın."

* * *

Öğleden sonra kitapları getirdi.

Biri, Şerif Mardin'in "Jön Türklerin Siyasi Fikirleri" kitabıydı.

İş Bankası Yayınları'ndan 1964 yılında çıkmış.

Öteki ise Cevat Fehmi Başkut'un "Gazetecilik Dersleri" kitabıydı.

İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü tarafından 1967 yılında yayınlanmış.

Kitapların ilk sayfalarında, bir kütüphaneye ait olduğunu gösteren damgalar var.

Suç delilini karartmak için, üzerlerini karalamış ve bir de utanmadan üzerine adını yazmışım.

O zamanlar aramızda, "Kitap çalmak sevaptır" gibi bir hırsızlık bahanesi yaratmıştık.

Kitapların iç sayfalarından birinde kütüphanenin damgasını buldum.

"TRT Televizyon Program Dairesi Başkanlığı Kütüphanesi" yazıyordu.

1969 yılında TRT Haber Dairesi'nde muhabir olarak çalışıyordum.

Demek ki kitapları o sırada alıp üzerine yatmışım.

Söz veriyorum, iki kitabı en kısa zamanda yerine iade edeceğim.

* * *

Cevat Fehmi Başkut'un "Gazetecilik Dersleri" kitabını ilgiyle okudum.

Cevat Fehmi, "Buzlar Çözülmeden" ve "Paydos" adlı iki muhteşem piyesin yazarıdır.

Cumhuriyet Gazetesi'nin Genel Yayın Müdürlüğü'nü yaptı.

Gazeteciliğe bakışı bana, şaşırtıcı derecede yeni ve modern geldi.

Kitabın bir bölümü, şu sorunun cevabına ayrılmış:

"Halkı alakadar eden şey nedir?"

Altına iki maddelik bir cevap koymuş: "Mücadele, kavga, çarpışma."

Bir de "Aşk ve sevgi"...

Bu çerçevede ilgi çekecek haberleri 9 sınıfa ayırmış:

"1. Mücadele, 2. Hissi vak'alar, 3. Esrar, 4. Macera, 5. Olağanüstülük, 6. Beşerilik, 7. Çocuk, 8. Hayvanlar, 9. Eğlenceli ve meraklı şeyler."

İlginç değil mi, Cumhuriyet Gazetesi'nin en üst düzey yöneticisinin haber tasnifinde "Siyaset"in S'si geçmiyor.

Acaba, halk siyaseti sadece "mücadele ve kavgadan" mı ibaret görüyor?

Cevat Fehmi Başkut acaba bu gazetecilik zihniyetiyle bugün Cumhuriyet'in başında oturabilir miydi?

Onu bilmem, ama ben kitaptaki yaklaşımı kendime çok yakın buldum.

* * *

Kitabın bir başka ilginç bölümü de "Türk gazetecilerinin piri kimdir" sorusuyla başlıyor.

İki isim vermiş.

Biri "Şinasi", öteki "Agáh Efendi".

Onlardan başlayarak Türk gazeteciliğini kuran ve bugüne getirenleri tek tek özellikleriyle anlatıyor.

Şimdi sıkı durun, saydığı gazeteciler arasında çok ilginç bir isim var.

Ali Kemal...

Hani şu "Vatan haini" diye öğretilen gazeteci.

Bakın Cevat Fehmi onun için neler yazmış:

"Milli Mücadele"ye muhalefeti yüzünden zamanında ona (Vatan haini) denirken, bugün fikirlerin sükûnete kavuşması ile düşündüklerinde yanılmış talihsiz bir muharrir gözüyle bakanlar hayli çoğalmıştır."

Dikkatinizi çekerim. Vatan haini nitelemesini parantez içinde yazmış.

Yani kendisi o ifadeyi kullanmıyor.

Demek ki fikirler "sükûnete kavuşunca" gazetecilere bakışlar da daha hoşgörülü olabiliyormuş.

* * *

Bu kitabın yazıldığı tarih 1967...

Cumhuriyet Gazetesi'nde Genel Yayın Müdürlüğü yapmış bir gazetecinin 42 yıl önce yazdıkları bunlar.

O, Ali Kemal'le ilgili görüşünü bu kadar hoşgörülü ve zarif yazabiliyor; 42 yıl sonra, 21'inci yüzyılda başka bazı gazeteciler, fikirlerini sevmedikleri gazetecilerin kapılarını işaretleyip linç çığlıkları atıyor.

Türk gazeteciliği için ne onur verici bir inkişaf değil mi...
hürriyet

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök: "Güvenilmez bir adamım"


21 Mart 2009 - Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Balbay'ın Ergenekon soruşturmasında ikinci defa gözaltına alınarak tutuklanması sonrası birçok meslektaşı gazetede düzenlenen dayanışma gününe katıldı. Ertuğrul Özkök, Hürriyet'teki bugünkü yazısında dayanışma gününe neden katılmadığını yazdı.

GÜVENİLMEZ BİR ADAMIN İTİRAFLARI
Bazı arkadaşlarım sordular: "Cumhuriyet Gazetesi'nde Mustafa Balbay için düzenlenen dayanışma gününe niye katılmadın?" Böyle bir günde beni orada görmek istemişler. Balbay ilk gözaltına alınıp çıktıktan sonra cep telefonundan aramıştım. Telefon kapalı olduğu için not bırakmıştım. Aradan iki üç gün geçtikten sonra, gazetenin sabit hattından kendisiyle konuşmuş ve duygularımı aktarmıştım. Meğer polis, cep telefonuna el koyduğu için mesajım kendisine ulaşmamış. Cumhuriyet'e gitmedim. Çünkü toplu eylemler ve hareketler konusunda utangaç ve çekingen bir karakterim var. Bir yazar, bir gazeteci olarak "kişisel" tavır almak, bana hep daha iyi geldi.

"POLİS DÜŞMANI GAZETECİ" OLDUM
Bu mesleğe başladığımdan beri, askerle ve polisle çok içli dışlı olmayı yanlış buldum. Hürriyet'in Ankara Temsilciliği'ni yaptığım sırada, bizim polisteki muhabirimiz olmaktan çok, polisin bizim içimizdeki muhbiri haline gelmiş bir arkadaşımızın işine son verdim. Bunun karşılığında rahmetli Çetin Emeç'i de İstanbul bürosunda aynı durumdaki bir arkadaşımızı uzaklaştırmaya ikna ettim. Bu yüzden başıma çok iş geldi. Ankara'da zemin katındaki evimizin önünde şüpheli bir kişi görüldüğünde, incelemek üzere gelen Emniyet Müdür Yardımcısı, sanki bilmiyormuş gibi, "Burada kim oturuyor" diye sormuş. Eşim "Hürriyet'in Ankara Temsilcisi" deyince aldığı cevap şu olmuş: "Ha, o polis düşmanı gazeteci mi?.." Oysa hayatım boyunca, işini iyi yapan polise ve askere destek verdim. Grubumuzda çalışan bir yönetici arkadaşımızın geçmişte polisle, istihbaratla ilişkilerinin, gazetecilik sınırı dışına çıktığını öğrendiğimde, kendisine dostça bunun yanlış olduğunu anlattım. Bana düşman oldu. Sonraki yıllarda bu sözlerin intikamını benden ağır bir şekilde aldı.

PAŞAYLA SOYADIM AYNI OLUNCA..
Askerle ilişkime gelince... Bazılarının sandığının aksine, onlarla ilişkilerim de hiçbir zaman sıkı fıkı olmadı. Kuvvet komutanlarının çoğunun isimlerini bile öğrenemedim. Rütbe sıralamasını öğrenmem çok zor oldu. Bazı genelkurmay başkanlarıyla sohbetler ettim. Birkaç da telefon konuşması yaptım. Buna karşılık, Türk ordusunun imajını ve şerefli komutanlarını hep savundum. Peki böyle yaptım da onların gözündeki yerim çok mu iyi oldu? Mustafa Balbay'ın tuttuğu notları okurken adımın geçtiği yerlere baktım. Anladım ki, Hilmi Özkök'ten ne kadar hazzetmiyorlarsa, benden de o kadar hazzetmiyorlarmış. Soyadlarımızın aynı olmasından dolayı yaptıkları espri de çok ilginçti. Eski başbakanlardan biri benim için "Güvenilmez adamdır" demişti. Çok doğru bir teşhis. Ben güvenilmez bir adamım. Karakter zaafı da diyebilirsiniz, mesleki zaruret de. Bir insan, benim oturduğum koltukta "Güvenilir adam" olamaz. Çünkü o koltuğa oturduğunuz her gün kendi kendinize sorarsınız: "Güvenilir adam olmak ne demektir? Size kim güvenecek?" Siyasetçi güvenmiyor. Ülkenin Başbakan'ı her gün seçim meydanında sizi yerden yere vuruyor, elindeki bütün devlet gücünü üzerinize gönderiyor. Polis ve istihbarat güvenmiyor. Saçma dediği gülünç belgelerde sicilinize "Darbe çetesi üyesi" yazdırıp tedavüle sokuyor. Yandaş gazeteci size güvenmiyor, o saçma belgelere bakıp adınızı "Darbe şakşakçısı"na çıkarıyor. Asker güvenmiyor, güvendiği gazetecilerle yaptığı sohbetlerde, "Zaten soyadı da bizim Hilmi'yle aynı" türünden geyik muhabbetleri yapıyor. Yani ona göre de "AKP şakşakçısı"sınız.

HEM ASKER ŞAKŞAKÇISI HEM DE AKP ŞAKŞAKÇISI OLDUM
Şu son günlere kadar hiç sevmediğim, hatta nefret ettiğim bir laf vardı: "Bitaraf olan bertaraf olur." Gerçekten öyleymiş. Meğer yaşamanın, ayakta kalabilmenin, hayatını idame ettirebilmenin en emin yolu, bir cemaate, bir tarafa kapağı atmakmış. 1980'li yıllarda, "aydınlar dilekçesine imza atmayarak" bu fırsatı kaçırmıştım. 2000'li yıllarda komutan muhabbetlerine girmeyerek bir büyük fırsatı daha kaçırdım. En büyük fırsatı ise son 2 yılda, yazdıklarımın arkasında durarak ve "Ergenekon" davasıyla ilgili kafamı kurcalayan soruları sorarak heba ettim. Peki tarafsız mı kaldım? Hayır hem darbeci oldum hem Ergenekoncu. Hem asker şakşakçısı oldum hem AKP şakşakçısı... Bir gazetecilik kariyerinde bundan büyük hezimet olabilir mi?..

hürriyet

Ertuğrul Özkök'ün BALLI Damadı
07 Nisan 2009 12:42

Hürriyet TRT'deki bir memuru "ballı damat" diye yerden yere vurdu ama asıl "süper süper ballı damat" Ertuğrul Özkök'ünki çıktı. TRT'den ayda 1 trilyon alıyor...

Hürriyet gazetesi iki gündür "ballı damat" haberleri yapıyor ama kendi "ballı damadını" 'es' geçiyor! İşte ayrıntılar...

Hürriyet Gazetesi iki gündür AKP Uşak milletvekili Mustafa Çetin'in damadını haber yapıyor.

Gazete ilk gün TRT'de memur olarak çalışan 24 yaşındaki “damadı” manşetine taşımıştı.

Bir milletvekilinin damadının çeşitli hüllelerle memuriyete alınması ne kadar etik tartışılır; ancak konunun hukuki olduğunda kimsenin şüphesi yok…

Bahsetmek istediğimiz konu ise Uşak Milletvekilinin damadının ne kadar “ballı” olduğu değil. Çünkü sözkonusu “damat” düz memur kadrosuyla çalışıyor ve eline aylık 1400 TL geçiyor…

GELELİM ASIL TRT'DEN AYDA 1 TRİLYON ALAN BALLI DAMADA

1400 TL'lik damadı “ballı” olarak niteleyen Hürriyet'in “bal küpü” damadı görmemesi ilginç.

Türkiye'nin süper ballı damadı Ertuğrul Özkök'ün damadı Ercan Saatçi değil mi?

Nasıl mı?

Ercan Saatçi en son cd'sini 17 yıl önce yaptı…

Kayınbabasının hatrına DMC 'de genel müdürlük yaptı ve elini öpemediği sanatçılara emir verdi.

Fenerbahçe taraftarlığını kayınbabasının gazetesinde Fenebahçe yazarlığına dönüştürdü…

Bitti mi? Hayır.

Unutuldum diye bütün popcular orda burada gezerken o; Kanal D'de jüri üyelikleri yaptı Türkiye gündemine girdi. Bu jüri üyeliklerini yaparken de karısı aynı programın yapımcıydı…

Ve süper damatlık bitecek gibi değil…

Askerliğini ise öyle bir rahat yaptı ki; 18 ay tatil çabuk bitiverdi…

Popçu, spor yazarı “Süper Ballı Damat Ercan” asıl bombayı film yapımcısı olarak patlattı.

Hayatında film yönetmemiş Ercan Saatçi TRT'de halen yayınlanan MAT dizisinin yönetmeni ve yapımcısı olarak karşımıza çıktı.…

Hayatında tek film çekmeden yönetmen oldu; yapımcı oldu ve Türkiye'nin en büyük kanalında prime time da kendine yer buldu…

Eeee süper damatlık kolay değil…

Damat film çekerde kayınpeder boş durur mu?

Bütün Doğan medyası MAT dizisini haber yapma yarışına girdi…

Ama ortada bir gazetecilik sorunu var.

Hürriyet ve Ertuğrul Özkök, milletvekilinin düz memurluk yapan damadını manşete çekerken; TRT'den bölüm başına 250 milyar alan; reytingi yerlerde sürünmesine rağmen aylık ortalama 1 tirilyon lira alan kendi damadını görmedi…

Kaynak: Postmedya

Yapımcılığını Ertuğrul Özkök'ün damadı Ercan Saatçi'nin yaptığı "MAT" dizisi istenilen reytingi alamayınca yayından kaldırıldı

09 Nisan 2009 - Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün de rol aldığı, olay yeri inceleme dizisi M.A.T. dün akşam ekranlara veda etti. Bir türlü reyting alamayan dizi, 6 bölümde 1 kere ilk yüze, 99. sıradan girdi. Son bölümde ise, dün akşam tam bir hayal kırıklığı yaşattı. Haber7'nin haberine göre; TRT'de yayınlanan ve Genel Yayın Yönetmenliğini Ertuğrul Özkök’ün kızı Gülsüm Saatçi’nin; yapımcılığını ise damadı Ercan Saatçi’nin üstlendiği dizi, reyting savaşına boyun eğdi. 19 şubat’ta yayınlanan ilk bölümünde 1 reytingle toplam izleyicide ilk 100’e 99. sıradan giren M.A.T. daha sonraki 5 bölümde ise maksimum 0,9 oranında reyting aldı. Ertuğrul Özkök’ün yer aldığı 4. bölümde ise M.A.T.’ın aldığı reyting oranı ise 0,5 olmuştu.

netgazete

Ahmet KEKEÇ
Star
Bu da süper ballı damat!
09 Nisan 2009

Fransızcayı genizden ve hızlı konuşuyordu. Oyunculuğu kıvraktı. Her alanda öyledir aslında; kıvraktır. İntibak ve intikal kabiliyeti yüksektir. Bakışlarına sinmiş Mahsun Kırmızıgül tutukluğu ve yabaniliği olmasa, daha da iyi olacaktı ama, ‘Ben Türk’üm’ diye bağıran birinden de ancak bu kadar Fransız çıkabiliyor.

Kimden söz ediyorum?

Elbette Ertuğrul Özkök’ten.

Hatırlarsanız, bir televizyon dizisinde, ‘misafir aktör’ olarak rol almıştı bu... Eşsiz Fransızcasıyla da göz doldurmuştu.

Hayır, Figen Batur’u beğenmemiştim.

İlle de Özkök’tü...

Hürriyet’in yalaka olmayan yazarı Ahmet Coşkun, ustasını Sean Penn’e benzetmişti.

Evet, evet... Sean Penn.

Denilebilir ki, ‘Bu iş, sağa sola çemkirmeye benzemez birader. Hayatında kaç Sean Penn filmi izledin? Sinemadan ne kadar anlarsın? Dramaturji ve cast işlerini ne kadar bilirsin?’

Demeyelim yine de.

Olur böyle...

Ben, benzetmek gibi olmasın da, ‘la femme qui est dans’ diyen adama benzetmiştim. Kırık, hüzünlü, yandan çarklı olmasına özen gösterilmiş bir gülüşü vardır hani...

Bakışı Fransızdır...

İtalya’dan bakınca Fransız, Fransa’dan bakınca İtalyanmış gibi görünen adam... Şarkıları hüzünlüdür, konvansiyonel dönemden izler taşırlar, çoktan kovmuş olmamız gereken duyarlıklara ilişkindir ama, hiç yoktan iyidir... Bunu da Yozgatlı Ahmet bilmez...

Fakat bu Reggiani görünümlü çakma Sean Penn, biraz tuhaf bir adam. Daha doğrusu, ‘tuhaf bir karışım.’

Ben atlamışım... Sağ olsun, Alihan Tanrıöven adlı okurum hatırlattı:

Hürriyet gazetesi, iki gündür, AKP Uşak milletvekili Mustafa Çetin’in damadına çakıp duruyormuş. Bu damat, TRT’de işe yerleştirilmiş. Düz memur kadrosuyla çalışıyormuş ve 1400 TL maaş alıyormuş.

Bir de isim takmışlar çocuğa: ‘ballı damat...’

İsterseniz ben araya girmeyeyim, sizleri Tanrıöven’in satırlarıyla baş başa bırakayım:

1400 TL’lik damadı ‘ballı’ olarak niteleyen Hürriyet’in ‘bal küpü’ damadı görmemesi çok ilginç.

Bu ‘bal küpü’ damat, Ertuğrul Özkök’ün damadı Ercan Saatçi’den başkası değil.

Saatçi son albümünü 17 yıl önce çıkardı...

Kayınpederinin de ortak göründüğü DMC’de genel müdürlük yaptı.

Fenerbahçe taraftarlığını, kayınpederinin yönettiği gazetede ‘Fenerbahçe yazarlığı’na dönüştürdü...

Bitti mi?

Bütün popçular sinek avlarken, o bir televizyon yarışma programında jüri üyesi olarak iş buldu. Karısı da (yanlış hatırlamıyorsam) bu programın yapımcısıydı...

Popçu, spor yazarı, müzik yapımcısı ‘Süper Ballı Damat Ercan’, derken, asıl bombasını patlattı. TRT’de yayınlanan MAT adlı dizinin yapımcısı olarak karşımıza çıktı. Hayatında tek film çekmeden sinemacı oldu ve Türkiye’nin en büyük kanalında prime time’da kendine yer buldu...

Damat film çeker de, kayınpeder boş durur mu?

Bütün Doğan medyası MAT dizisini haber yapma yarışına girdi. Kayınpeder de, herhalde ‘Fransız oyuncu’ kıtlığı çekildiği için, oyuncu olarak dizide rol aldı.

Diyor ki okurum, ‘Milletvekilinin düz memurluk yapan damadını manşete çeken Hürriyet gazetesi, dizisinin reytingi yerlerde sürünmesine rağmen TRT’ye ayda 1 trilyon liraya patlayan damat Ercan’ı neden görmüyor?’

Neden görmüyor, bilmiyorum.

İki önerim var.

BİR- Başbakan’ın damadını kalemine dolamaktan helak olan Ahmet Coşkun, bir yazı da Özkök’ün damadı için yazsın; görelim ne kadar özgürmüş...

İKİ- MAT adlı dizinin ismi, DAMAT olarak değiştirilsin.

Ahmet Kekeç - Star
akekec@stargazete.com

Şamil Tayyar/Star
Utanmazca yönlendirme değilse neydi?

Dün baktım Hürriyet, arazisinde cephanelik çıkan İSTEK Vakfı’nın patronu Bedrettin Dalan’a güzellemeler yapmış. Efendim, Sabah, star, Yeni Şafak ve Taraf bu haberleri Dalan’la neden ilişkilendiriyormuş.

Saygın başyazarımız Oktay Ekşi, bu başlıklar için ‘Kirli gazetecilik’ diyor. Dalan’a kefil oluyor, bu silahların o arazide bulunmasının Dalan veya vakıfla bağlantılı görülemeyeceğini iddia ediyor.

Bir de soruyor: ‘Bu, kamuoyunu utanmazca yönlendirme değilse nedir?’

Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök de aynı konuya değinmiş. ‘Kesin bilgi mi kesin inanç mı?’ sorusuna cevap arıyor.

Diyor ki: ‘Sabah toplantısında arkadaşlara sordum. Bu mühimmatın oraya Dalan’ın gömdürdüğü konusunda kesin bir bilgi var mı? Arkadaşların elinde, o mühimmatın oraya Dalan veya İstek Vakfı’nın bir üyesi tarafından gömüldüğüne dair herhangi somut bir bilgi yoktu. Öyleyse kaynak ne? Polisten sızdırılan bilgiler. Söyleyen kim? Belli değil.’

Şu cümlesine özellikle takıldım: ‘Ben elbette Dalan’a kefil falan değilim, ama elimizdeki bilgiler net değil. Polisten sızdırılan haberlerle ne gazetecilik faciaları yaşandığını Ergenekon davası sürecinde epey gördük.’

Güzel...

Beyler, Hürriyet’in yakın tarihini yazan iki isim olarak siciliniz bir hayli bozuk, ne cüretle gazetecilik dersi veriyorsunuz?

Önce yıkanın, arının. Sonra bu kirli gazetecilik meselesini hep birlikte masaya yatıralım.

Hele Ekşi sen sus. Gazetecileri savcılara ihbar eden, iftira atan bir adamsın. ‘Kirli’ sözcüğünü hiç ağzına alma.

Ertuğrul Bey, Danıştay cinayetinden sonra yazdıklarını hatırlıyor musun? Hatırlayıp utanıyor musun?

Maziye bakalım

Tarih, 18 Mayıs 2006. Başlık şöyle: ‘Cumhuriyet’in 11 Eylül’ü.’

Okuyalım: ‘Bu yazıyı yazdığım sırada bu menfur cinayetin tüm gerçekleri aydınlanmış değildi. Önümüzdeki bilgiler bir fanatiğin türban kararını protesto için bu cinayeti işlediğini gösteriyordu. Ama hükümete yakın kaynaklar, bu işin altından ‘ulusalcı’ bir komplonun çıkabileceği yorumunu yapıyordu. Hatta katilin Sedat Peker ve Veli Küçük’le ilişkisinin bulunduğu istihbaratı veriliyordu. Ama bu fısıltılar asıl mesajını etkilemiyor.’

Yukarıda Dalan’la ilgili arkadaşlarınıza sormuşsunuz, o zaman da sordunuz mu: ‘Kesin bilgi var mı?’

Sormaya gerek yok, zaten ‘...tüm gerçekleri aydınlanmış değildi’ diyerek itiraf ediyorsunuz, karşı iddialar için yazıyı değiştirmeye değmeyecek ‘fısıltı’ tanımı yapıyorsunuz.

Zembereğiniz öyle boşalmıştı ki, din adına işlenmiş cinayetlere gönderme yapıp daha iddianame yazılmadan, daha dava bitmeden hüküm verdiniz: ‘Ve bu fanatizm çetelesinin son maddesi de dün yazıldı.’

Tepkiler oldu.

25 Mayıs 2006’da yine döşendiniz: ‘Bir ülkede, anayasal düzenin en kritik kurumlarından biri basılır ve dini konuda karar vermiş bir dairenin üyeleri toptan öldürülmeye kalkışılırsa, bu tarihi önemde bir olaydır. O nedenle ben buna ‘Cumhuriyet’in 11 Eylül’ü olarak bakmaya devam edeceğim.’

Peki siz, birinci gün, birinci hafta böyle bir hükmü verirken, hangi gerçekçi bilgilere dayandınız?

Manşetinizi hatırlayın: ‘Kaşıya kaşıya’

Radikal’in manşetini hatırlıyor musun: ‘Yargıya Türk-İslam Sentezci Saldırı.’

Hele diğer yazarlarınızdan alıntılara başlarsam, tümden çuvallarsınız.

Danıştay utancı

Üstelik o tarihe kadar ‘din’ bağlantısı kurulabilecek fikri yapıda tek şüpheli yoktu. Fail Alpaslan Arslan ulusalcılarla haşır neşir bir isimdi. Osman Yıldırım çek senet tahsilatçısı, eski katildi. Tekin İrşi, Bostancı’da barmen olarak çalışan, tanıklara göre bali bağımlısı ve kendini solcu olarak tarif eden biriydi. Erhan Timuroğlu, alkol bağımlısıydı. Sinan Berberoğlu, sahtecilik suçundan aranıyordu.

Sözüm ona bu ekibe ‘dini’ motif kazandıran Salih Kunter ve avukat Süleyman Esen’in isimlerini, Alpaslan Arslan 40 gün sonra açıkladı. O yazıyı kaleme aldığınızda bu isimler henüz ortada yoktu.

Ama Milliyet’ten Melih Aşık ve Ergenekon sanığı Emin Gürses biliyor gibiydi! Gürses, cinayetten sonraki ilk hafta çıktığı bir TV kanalında, bu ekibin arkasından bir şeyhin olduğunu söyledi, Aşık da bu iddiaya balıklama atlayıp köşesine taşıdı.

Melih kardeşin, ‘bu bilginin kaynağı nedir?’ diye sormadı.

Sonra ne oldu?

Danıştay davasını karara bağlayan Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, ‘ekibin başı şeyh’ diye lanse edilen Salih Kunter’in beraatine karar verdi. Yani, daha dosya Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne gitmeden mahkeme Kunter’i suçsuz buldu. Süleyman Esen ise sadece Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombaları temin ettiği iddiasıyla 10 yıla mahkum edildi.

Danıştay cinayetinden sorumlu tutulmadı.

Nihai olarak Yargıtay, davayı bozdu ve Ergenekon’la irtibatına bakılmasını istedi. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi ise bu bozma kararına uydu.

Ertuğrul Bey, şimdi size sorma zamanı değil mi: ‘Elinizde hangi kesin bilgi vardı da Danıştay cinayetinde birinci gün bu hükmü verdiniz?’

Oktay Bey’e de yukarıdaki cümlesini hatırlatıp sormak gerekmez mi: ‘Bu yaptıklarınız utanmazca yönlendirme değilse neydi?’

"Ertuğrul Özkök De Irkçı"
13 Mayıs 2009 13:58

Ruşen Çakır önce Hürriyet'ten bir yazarı ırkçılıkla suçlamıştı. Savunma geldi. Çakır, şimdi de çalıştığı grubun tepe yöneticisi Ertuğrul Özkök'ü ırkçılıkla suçladı.

“Mardin’deki katliam oldu çünkü onlar Kürt’tü” tartışması sürüyor..

Irkçılık tartışması büyüyerek devam ediyor.. Bir kaç gündür süren tartışma bugün Ertuğrul Özkök’ün köşe yazısı ve Ruşen Çakır’ın ona verdiği yanıtla sürüyor.

HÜRRİYET YAZARI IRKÇILIK MI YAPTI ?

Hürriyet yazarı Hadi Uluengin bir yazısında “Mardin’deki katliam oldu çünkü onlar Kürt’tü” şeklinde özetlenebilecek ifadeler kullanmıştı.

RUŞEN ÇAKIR TEPKİ GÖSTERMİŞTİ !

Vatan gazetesinden Ruşen Çakır, Uluengin’in bu yazısını “ırkçı” olarak tanımlamıştı. Uluengin de kendisine yönelik bu eleştirilere yine çeşitli yazılarla yanıt vermeye çalışmıştı.

BUGÜN ÖZKÖK ARAYA GİRDİ; “ESAS ONLAR IRKÇI”

Bugün de Ertuğrul Özkök “Bizim mahalleye sığın Hadi’ciğim” başlıklı bir yazı ile Hadi Uluengin’e sahip çıktı. Özkök, başta Ruşen Çakır olmak üzere Uluengin’e karşı çıkan bir kaç yazarı ırkçı olmakla suçladı:

“Töre cinayetleri ‘B-i-r K-ü-r-t m-e-s-e-l-e-s-i-d-i-r.’ Ben bunu daha iki yıl önce yazdım ve Kürt kesiminde epey çarmıha gerildim. Ama ne oldu, sonradan bazı Kürt kuruluşlarında bile, ‘Evet bunda doğruluk payı var’ diye özeleştiriler yapıldı. Töre cinayeti yüzde yüz bir Kürt meselesidir.. Nasıl ki, ‘vendetta’ bir zamanlar Sicilya’nın sorunu idiyse, töre cinayetleri de, Türkiye’nin güneydoğusundan ülke sathına yayılan bir sorundur..”

RUŞEN ÇAKIR: ERTUĞRUL ÖZKÖK DE IRKÇI

Bu sabah NTV’deki canlı yayında konuşan Ruşen Çakır, Uluengin’e sahip çıkan Özkök için de “ırkçı” dedi.

(Çakır’ın bu sözleri sarfettiği kişiye dikkat çekelim; bulunduğu medya grubun en tepe isimlerinden biri)

Çakır, Özkök için şunları söyledi:

“Aslında bu konuda pek bir şey söylemek istemiyorum, yazmayı tercih ediyorum. Son anda vazgeçmezsem yarın bunu yazmayı düşünüyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki, böylelikle Ertuğrul Özkök’ün de ırkçı olduğunu görmüş olduk. Yani ırkçılığın yanlış bir şey olduğunu görüyor, kabul ediyor. O zaman bende kendisine ırkçı diyorum, o bana diyorsa bende ona diyorum.

Batı basınında Hadi Uluengin’in yazdığı gibi yazılar yazılamaz. Eğer yazılırsa o gazetelerin yönetimleri kendilerini çok ciddi bir şekilde uyarır. Burada bu yazı yazılıyor ve bu gazetenin yöneticisi de buna sahip çıkıyor. Burada çok ciddi şekilde batı standartlarından ve evrensel insan hakları standartlarından uzak bir şey görüyoruz.

Hatta şöyle söyleyeyim; bir sosyal bilimciye bu yazıları tercüme ettirip verelim.. Mesela bugünlerde Galatasaray Üniversitesi’ne çok önemli bir Fransız sosyolog gelecek. Hadi Uluengin’in iki yazısını çevirtip, verelim. Ve ondan tarafsız bir bilirkişi olarak soralım.

En ters olanı da şu; bu yazılarda bütün Kürtler linç ediyor. Bunu uyarıyorsun, bunun yanlış olduğunu söylüyorsun.. O zaman ben ve benim gibiler Ertuğrul Özkök’ün deyimiyle ‘Uluengin’i linç ediyor’ oluyoruz. Tahmin ediyorum ki bu, Ertuğrul Özkök’ün unutmak ve unutturmak isteyeceği bir yazı olacak..”

aktifhaber

Ertuğrul Özkök'ün Veliahtı

29 Mayıs 2009 15:33
Ertuğrul Özkök'ün kendisinden sonra yerine bırakmak istediği ismi ve o ismin öncüsünü duyduğunuzda çok şaşıracaksınız?

VELİAHTI SONER YALÇIN SAĞ KOLU ORAY EĞİN

Medya kulislerinde uzun süredir Oray Eğin'in bazı analitik yazılarını aslında Soner Yalçın'ın kaleme aldığı dedikodusu var..

Bu dedikodu sadece Eğin için geçerli değil. İki yazar hakkında da aynı şeyler geçerli. Aslında Soner Yalçın'ın etkili bir gazeteci/mürit ekibi mevcut. Lojistik tüm desteğiyle de kendisi arkalarında.

Ancak Oray Eğin farklı. Çünkü ekipteki en saldırgan olabilen imaja sahip kişi. Bu nedenle de Soner Yalçın, Oray Eğin'i genelde "Koçbaşı" gibi kullanıyor.

İsmail Küçükkaya'yı bitirme butonuna basmış bulunan “ekip” darbeleri Oray Eğin'le indirmeye başladı. Bu vuruşarak çekilme stratejisi.

Küçükkaya, patronunun pamuk ipliğine bağlı durumunu “yurtta sulh, cihanda sulh” çerçevesinde çözmeyi planlıyor. Ancak Oray Eğin bunun önünde ciddi bir engel.

Eğin'i devirmek için de iyi bir stratejiyle nal gibi Fehmi Koru röportajı yaptırdı. Strateji tuttu… Eğin son derece kızgın durumda. Ancak tası tarağı toplayıp gidecek değil. Giderken, geride perişan olmuş bir İsmail Küçükkaya bırakmak istiyor.

Soner Yalçın'ın lojistiğiyle beraber bunu büyük ölçüde başarabilir ama asıl büyük strateji başka.

Oray Eğin'in gözünde Hürriyet olduğunu bilmeyen yok. Ertuğrul Özkök de Emin Çölaşan döneminin kapandığını ancak bu boşluğu yeni şartlar ve zeminde Oray Eğin'le kapatabileceğini düşünüyor.

Soner Yalçın'ı bir prens gibi Hürriyet'in birinci sayfasına her fırsatta taşıyan, önüne sayfaları cömertçe açan Ertuğrul Özkök, ikinci adım olarak da Oray Eğin'i monte etmek istiyor Hürriyet'ine...

Bu Ertuğrul Özkök'ün giderken rahat etmesi için en önemli stratejisi. Koltuğunu ne Berberoğlu'na ne Çekirge'ye bırakası var. Onun gözünde Soner'i ve Oray'ı bu işe layık…

Özkök en kötü ihtimalle; Oray Eğin'i bir şekilde Doğan Grubu'na sokmayı, sonra da Hürriyet'e yükseltmeyi planlıyor. Hürriyet koridorlarına göre bu çok yakın bir gelecekte olacak. Oray Eğin de hazırlıklarına başlamış durumda. Hürriyet'in tiraj kaybını durduracak çok önemli projeleri olduğunu her fırsatta tekrarlayan Eğin, yol haritasını bile hazırlamış.

Ancak Eğin'in Hürriyet'e gelmesi demek, Aydın Doğan'ın yeni ağır faturalar ödeyeceği bir yazara daha sahip olması demek. Birden fazla cephede savaşmak durumunda kalan Aydın Doğan, Eğin'li günlerde yeni pek çok savaş cephelerine de bölünebilir.

Küçükkaya ile Akşam'ın küçülerek yokolacağını düşünen Oray Eğin, bunun kaçınılmaz olacağını kendisin ise Hürriyet'le büyüyeceğini yakın çevresine tekrarlıyor. Eğin bu çerçevede Doğan'ın kızlarını etkili biçimde kullanmayı da planlıyor.

Hürriyet'e geçiş başarılı olsa da olmasa da yıpranmadan en büyük payı İsmail Küçükkaya alacak…

Kaynak: Postmedya
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Hzr 26, 2009 11:28 pm    Mesaj konusu: Bizi bir tek sen anladın Ertuğrul Alıntıyla Cevap Gönder

Yıldırım Türker/Radikal
Bunamadan barışalım

Bellek, beladır. Hatırlayarak, istemeden de olsa kayıt düşerek yaşamak zorunda olan canlılarız. Hatırlamak, insanın en ağır yükü.
Doludizgin, her an sıfırdan başlama duygusuyla yaşama hakkını kullanabilmek mümkün değil. Hiçbir şey yeni , hiçbir şey tam olarak bilinmedik değil. Güneşin altında yeni bir şey yok. Geçmiş, ‘adetlerin farklı olduğu’ o yabancı ülke, ikide bir seslenir. Rahat bırakmaz. Uyarır. Döne döne aynı acılardan, benzer zulümlerden geçerken yolumuzu aydınlatan yine de hatırladıklarımızın solgun ışığıdır.
Bir de bu memlekette hemen herkes tarafından toplumsal bir çözümleme yolunda sarf edilen ilk cümle ‘belleksiz toplum’ saptaması olunca zindan hayatımızın tek anahtarı kaçınılmaz olarak belleğimiz oluyor.
Unutmamalı. Hatırlamalı. Elimizden yeni bir başlangıç duygusunu, torlak bir umudu söküp alacağını bile bile hatırlamak, asla unutmamak zorundayız.
Değişim fikrine direnmek, değişeni dönüşeni anlamayı reddetmek değil, unutmamak.
Değişeni tanırız biz. Nedamet getiren katili sesinden, gözünden biliriz. Gençliğimizi gasp edenlerin daha kaç kuşağın hayatına kastettiğini anlayabilecek durumdayız.
‘Unut Beni’, ‘Unutamıyorum’, ‘Unutulsam da Ben’, ‘Hatırla Ey Peri’, ‘Duydum ki Unutmuşsun’,
‘Unutmadım Seni Ben’; istediğiniz şarkıyı mırıldanın, hatırlamak-unutmak ikilemiyle malûl bir toplumuz maalesef. En büyük silahımız yerine göre hatırlamak ya da unutmak. Bize malumat değil talimat vermekle gücünü tartan devletimiz ve sözcüleri unutulacaklar listesi çıkarıyor yeniden.
Ertuğrul Özkök, devlet ideolojisinin kör pusulası olarak mutlaka izlenmesi gereken bir yazardır. Dolayısıyla sık sık kâh bu köşede kâh başka köşelerde anılır, alıntılanır.
Bu kez de Van’ın Özalp ilçesinin Belediye Başkanı’na yazdığı açık mektupla içimizi kararttı.
Üstelik yazısını İçişleri Bakanı’nın ‘Geçmişi unutmazsak geleceği kurtaramayız’ vecizesiyle bağlamış. Muhteşem final şöyle: “Eğer herkes kendi acısını, kendi kinini, kendi ıstırabını canlı tutmaya kalkarsa, biz bu barışı neyin üzerine kuracağız?
Sen unutmazsan, unutturmamaya çalışırsan, başkaları da unutmaz, unutturmamaya çalışır.
Söyler misin bu neye ve kime hizmet eder?”
Önce yıllardır yazmamıza rağmen yeni gündeme gelen konuyu hatırlayalım. Ahmed Arif’in ‘33 Kurşun’ şiirinde anlattığı katliamla başlayabiliriz. Şiirin en bilinen bölümü, 40 yıl önce Fikret Kızılok tarafından şarkılaştırılmıştı. “Vurulmuşum/ Dağların kuytuluk bir boğazında/ Vakitlerden bir sabah namazında/ Yatarım/ Kanlı, upuzun.../ Vurulmuşum/ Düşüm, gecelerden kara/ Bir hayra yoranım çıkmaz/ Canım alırlar ecelsiz/ Sığdıramam kitaplara/ Şifre buyurmuş bir paşa/ Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız//Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz/ Rivayet sanılır belki/ Gül memeler değil/ Domdom kurşunu/ Paramparça ağzımdaki...”
Ahmed Arif’in şiirinde ‘şifre buyuran paşa’, orgeneral Mustafa Muğlalı’dır.
1943 yılının 30 Temmuz gecesi 33 Kürt’ün infaz emrini vermişliğiyle geçmiştir karanlıklar tarihimize.
Devletimizin daha o tarihte ‘çete’ kurma konusunda nasıl hevesli olduğunun hikâyesi, bu katliamla sonuçlanan.
‘İranlı çapulculara’ karşı zamanın bakanının ve askeri erkânın emriyle bir çete kurulur. Sınırı geçip İranlı Kürt bir aşiret reisinin koyunları çalınır. Reis koyunlarını geri ister.
Aldığı cevap ağır hakaret olunca sınırı geçer ve bir baskınla koyunlarını geri alır. Durum, ‘Rus askerleri sınırı geçti’ diye duyurulur önce. Operasyon başlatılır. Reis ve 40 köylü tutuklanır. Ancak Özalp Sulh Mahkemesi sanıkları suçlu bulmaz ve serbest bırakır.
Tatlıya bağlama geleneğine sahip olmayan devletimiz 3. Ordu Müfettişi Mustafa Muğlalı’yı sorunun çözümü için görevlendirmiştir. Muğlalı, 24 Temmuz günü Van’a ulaşır ve daha orada generallerle yaptıkları
toplantıda bu köylülerin yeniden gözaltına alınıp öldürülmeleri kararı alınır. 25 Temmuz’da biri kadın,
biri 11 yaşında çocuk, biri kıtasından izinli gelmiş muvazzaf çavuş ve biri de hava değişimli er olmak
üzere 33 kişi yakalanıp Özalp polis karakoluna konulur.
Bu arada, İçişleri Bakanlığı müfettişi Avni Doğan, bu kadar açık bir cinayet kararından biraz rahatsız olur ve Muğlalı ile görüşmek ister. Ancak general, bu talepleri reddeder. Daha doğrusu yine komisyon raporuna göre, Muğlalı, ‘’Memleketin çıkarı için babamı bile asarım, Avni Doğan bu işe karışmasın, onu kırbaçlarım’ cevabıyla herkese haddini bildirir.
Muğlalı, öldürme emrini vermiştir bir kere.
Gerçekten de 33 Kürt köylüsü karakoldan alınıp Çilli Gediği denilen bölgeye getirildiklerinde karar uygulanır ve biri dışında tümü kurşuna dizilir. Kaçarken vuruldukları yolunda tutanak düzenlenir.
Bu hikâye, üstünden 56 yıl geçmiş olduğu halde, maalesef hiç küf kokmuyor. Çünkü JİTEM’in ilk provalarından biri olarak devletimizin Doğu-Güneydoğu konusundaki geleneksel yaklaşımını apaçık sergiliyor.
Muğlalı, ancak yıllar sonra Demokrat Parti’nin dayatmasıyla yargı karşısına çıkarılır. 1950 yılında önce ölüm, sonra yaşından dolayı 20 yıl hapisle cezalandırılır.
51 yılında da hapiste, sevenlerinin sıkça işaret ettiği gibi, kahrından delirerek ölür.
İşte bu ‘yüce Türk Adaleti’ tarafından suçlu bulunup ölüm cezasına yakıştırılan komutanın adı 2003 yılında Özalp’teki jandarma garnizonuna verildi.
O zamandan beri kimsenin pek ilgisini çekmeyen bu durum, Türk ordusunun tarih karşısında imanı kavi bir taraf olduğunu gösteriyor. Muğlalı’nın marifetlerinin sahiplenildiğini de.
Yani ordumuz, Muğlalı’nın mahpus damlarında kahrından ölmesini asla hazmetmemiş, şimdi de kendini yegane muhatap kabul ettiği Kürt sorununun çözümünde örnek alınası bir askerin gadre uğraması olarak değerlendirmektedir.
2004 yılında katliamın gerçekleştirildiği yerdeki garnizona katliamcının adını koyarak, sorunu çözme yordamı hakkında bir manifesto sunmuştur.
Askerin çeşitli dar durumlarda kendini yeterli sertlikte bulmayan zevata dönüp, ‘Gün olur devran döner, yarın ikinci bir Mustafa Muğlalı olmak istemeyiz’ dediğini bir yerlere kaydetmişliğiniz vardır mutlaka.
Mustafa Muğlalı, besbelli askerin bağrında sızlayan bir yara olarak kalmıştır. ‘Yiğit askerdi. Kıymeti bilinmedi’ inancının Korkut Eken’den Temizöz’e çeşitli asri savaşçılar için aynı çevrelerce kullanıldığını biliriz.
Şimdi bu utanç verici durum karşısında Özalp’in DTP’li Belediye Başkanı, kışlanın karşısına,
öldürülen köylüleri simgeleyen bir
‘33 Kurşun Anıtı’ yaptıracağını açıkladı ya, Ertuğrul Özkök elbette hemen devreye giriverdi: “İlçedeki jandarma garnizonuna, 1943 yılında
33 Kürt’ün öldürülmesinde sorumluluğu bulunan Mustafa Muğlalı adlı bir komutanın adı verilmişti.
O bölgede bir garnizona bu isim verilmeseydi daha iyi olurdu.
Ancak şimdi Özalp’ın yeni seçilen DTP’li belediye başkanı, bu garnizonun çıkışında bir yere öldürülen kişilerin anısına bir anıt dikmek istiyor.
Askerler de buna karşı çıkıyor ve ilçede bir gerginlik yaşanıyor” deyip Belediye Başkanı Murat Durmaz’a bu ‘tehlikeli ve gereksiz şov’ dan vazgeçmesini salık veriyor.
Hayır efendim! Barışın yolu unutmaktan geçmez. Resmi bunaklığın üzerine kurulan barış, asla kalıcı olmaz. Askere, ‘o ad verilmeseydi iyi olurdu’ kadar bir sitemi yeterli bulan Özkök’e gereken cevabı Durmaz vermiş: “ Tehlikeli bir iş yaptığımı belirtmişsiniz. Tehlikenin ne olduğunu köşenizde açıklayın... Şov yapıyorsun demişsin. Bu şov lafını 2004’te kışlanın ismi değiştirilip, Mustafa Muğlalı ismi verilirken neden şov yapılıyor demedin.
O tarihte biz kardeş değil miydik? ...Bu ilçenin bir bireyi olduğunu, hatta 33 masum insanın torunu olduğunu ve her gün o kışlada Mustafa Muğlalı ismini gördüğünü düşün; Sen unutur musun?”
Hayır! Unutulmayacak! Unutturmayacağız! Kahraman diye tepemize yerleştirilen katilleri asla unutmayacağız!
Bize bunaklık, size fişler dosyalar.
Sen cürmü 70 yaşında katilleri unutmayıp onların adları altında karşıma dikileceksin. Bense senin
aracı kullanarak ya da dolaysız uyguladığın zulmü unutacağım.
Bunu de birlik beraberlik-uzlaşma barışma adına yapacağız. Sen barış adına bir adım geri çekilmeden, hâlâ bana sopa göstereceksin. Ben kardeşlerimi öldürenleri, yakınlarımı işkenceyle sakat
edenleri bir çırpıda unutacağım.
Unutan hep ben olacağım. Zamanı gelince belleksizliğimden yakınansa sen. Yok öyle yağma!


Serdar Akinan
Ayşe Arman ve katarsis

Ayşe Arman sana hastayım. Nasıl hasta olmayayım... Bu memlekette gündem yaratmanın piri oldun...

Gündemde neler yok ki?

Dünya yıkılıyor... Memlekette kan gövdeyi götürüyor... Ortalık kan revan... Milyonlarca işsiz, aşsız... Küresel ısınma... Türban, Kürt meselesi, Hrant'ın katilleri, Ergenekon, daha sayayım mı?

Yarısına gelmeden içiniz bulandı değil mi?

Biz ne konuşuyoruz?

''Ayşe Arman anadan üryan soyunmuş...''

Tüm Türkiye gündemi bir anda allak bullak...

Dikkat ettim ne zaman çok ciddi bir mesele olsa...

Ayşe gene gündemde...Ya memesi, ya orgazmı, ya bacağı, ya poposu...

Yahu Doğu Türkistan'da katliam oluyor...

Kardeşim insanları boğazlıyorlar... Müslümanlar katlediliyor...

Manşette ne var?

Ayşe Arman Fatih'te bacaklarını açtı...

Ulan helal olsun sana...Vallahi de billahi de...

Ertuğrul Ağbime ayrıca helal olsun... Bunca orkestrasyon onun zekası ve eyvallahı olmadan olmaz.

Biz de kendi çapımızda gazetecilik oynuyoruz... İki satır kalem oynatmayı, eleştiri yapmayı akıldan ve vicdandan sayıyoruz.

Oysa öyle mi?

Aslolan gündemdir...

Gündem yaratmaktır.

Ve fakat ben 'Ayşe Arman'' olgusunun, belli bir tasarımla yapıldığı inancındayım.

Catharsis (Katarsis) hali...

Aristoteles'in Poetika'sında geçer bu kelime...

Modern psikanalizde bilinçdışına itilmiş duyguların yaşanıp boşalım olanağına kavuşturularak hastanın patojen duygulardan ve nevrotik belirtilerden kurtarılmasıdır.

Yani?

Arınma hali... Ama nasıl?

Hastanın durumu o kadar vahimdir ki duygularından bir anda arınarak boşalır...

Yanisi şu...

Türkiye bir katarsis halinde.

Türkiye'de millet kafayı yedi... Bu vaziyete dalga geçerek ayna tutmak katarsis yaratıyor. Yani sen insanlara; yığınlara vaziyetin ne kadar boktan olduğunu, her şeyin daha da kötüye gideceğini anlattıkça artık etki etmiyor. Başrolünde kendilerini oynadıkları trajediyi duyumsamıyorlar.

Ayşe Arman imajı ve kendisiyle varolan gündemi aslında bizim katarsis halimizi ifşa ediyor. Arındırıyor...

Arındırırken aslında bu trajediye paydaş oluyor.

Bizimle, kendisiyle ve boktan geleceğimizle dalgasını geçiyor.

Hüzünlü bir kahkaha gibi...

Akşam

Salih Tuna
Bizi bir tek sen anladın Ertuğrul

Keşke arkadaşlarımın hepisinin ömrü vefa etseydi de, "Hayatımı ona ve arkadaşlarına borçluyum" sözünü onlar da işitselerdi.

Kadirşinas ifaden mutlaka onları da duygulandırır, "Bizi bir tek sen anladın Ertuğrul!..." derlerdi.

Ben çok müteessir oldum netekim..

"Hepimiz Kenan Evreniz!" deseydin ancak bu kadar bahtiyar olabilir idim.

Bir gün fani vücudum elbet toprak olacaktır, ama, ölmeden önce bu sloganı duyar gibi olmak beni ziyadesiyle memnun etti.

Bilhassa nevi şahsına münhasır adalet duygun dikkatimi celp etti.

Diğer aydınlar gibi askeri müdahaleler arasında ayrım gözeterek tenakuza düşmedin; 28 Şubat darbesi gibi, 12 Eylül'ü de muhabbetle kucakladığını bir kez daha ispat ettin.

Naçiz şahsım ve merhum arkadaşlarım adına, biz de seni sımsıkı kucaklarız.

Daha dün 27 Nisan muhtırasına zil takıp oynayanlar, yahut, 28 Şubat'ı sivil toplum kuruluşuna benzetenler bizden hesap soracaklarmış!

Ben burada bekliyorum; yargılanamayacağımıza dair geçici 15. madde de anayasada bekliyor.

Ben 92 yaşındayım; malum madde 27 yaşında…

Hadi bakalım!

Bunca zamandır değiştirmedikleri anayasanın hesabını mı soracaklar?

Yahut…

Kurduğumuz kurumların, mesela, YÖK'ün hesabını mı?

Sarıya boyadığımız taksilerin rengini bile değiştirmekten acizler, bi de hesap soracaklar!

12 Eylül Hareketi'nden katiyen pişmanlık duymuyorum.

O şartlar tekrar oluşsun, ben de Genelkurmay Başkanı olayım, yine aynı şeyi yaparım.

Bize lakap taktılar.

"Our boys" dediler. Hatta "Our boys have done it" dediler.

İt herifler!

Kimin çocuğu olduğumuzu bile elin Amerikalısının ağzına bakarak söylediler.

Bunu şunun içun anlattım:

Dün bize dil uzatanlar, bugün de sana dil uzatabilirler; aldırış etme.

Şimdiye değin ne dediysek söz oldu!

"Şef garsonlar bile bizden fazla maaş alıyor!.." dedim diye, garsonların bahşişinde gözümüz olduğu dedikodusu çıkarıldı.

Emeklilik dönemimde ressamlığa vurdum; karşıma Picasso'yu çıkardılar. "Bunu ben de yaparım…" dedim, kıyameti kopardılar!

Bir Türk paşasına bir ecnebi ressamı tercih etmelerini dehşetle müşahede ettim!

Mamafih hep sustum; içime attım; cevap vermedim…

"Asmayalım da besleyelim mi?.." sözümüzü dillerine pelesenk yaptılar.

Fakat bir kez olsun uyguladığımız adaleti dile getirip de, "Eşit davrandılar; bir soldan, bir sağdan adam astılar…" demediler.

Atatürk'ün vatanın her sathında yaptığı hizmetleri anlatabilmek maksadıyla, "Hangi taşı kaldırsan altından Atatürk çıkar!" dedim.

Atatürkçülere yaranamadım…

"Kadınların saçlarının görünmesi günah olsaydı, Allah onları saçsız yaratırdı…" demiş bulundum.

Bu sefer de dincilere yaranamadım.

Halbuki…

Yılmaz Özdil'in çağdaş din adamlarına benzer şekilde, 90'dan takmış idim.

Müzakerelerde geri veririz düşüncesiyle Kıbrıs'ta fazla toprak aldık, dedim; vatan hainliğimi bırakmadılar.

Eyalet sisteminden bahsettim; nerdeyse bölücü ilan edilecektim.

Bekir Coşkun'un köşesinin adı gibi, hakikaten de, doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar.

Marmaris'teyim netekim.

Darbecilik kadar nankör meslek görmedim ömrü hayatımda.

Ne duruyorsunuz darbe yapın diye kapımızı aşındıranlar, şimdi demokrat kesilmiş hesap soruyorlar!

Darbe yapmak ciddi iştir.

Öyle "Sarıkız" falan demekle darbe yapılmaz.

Hele bu işlerin belgesi hiç olmaz.

Eşlerimiz bile ne yapacağımızı bilmiyordu netekim. Bunların ne yapacağını evvela gazeteciler biliyor!

İmdi, başarısız darbe teşebbüslerini destekleyenler, hatta avukatlığına soyunanlar, Türk milletinin en başarılı darbelerinden biri olan 12 Eylül'ü kıskandıkları için sorgulamak istiyorlar.

Fazla söze hacet yok.

Benim söylemek isteyip de söyleyemediğim her şeyi ziyadesiyle söylediğin için gözlerinden öpüyorum Ertuğrul.

Yüce Türk milletine, 11 Eylül'de oluk oluk akan kanın, 12 Eylül'de şappadak kesilmesinin nedenini de anlatırsan çok sevinirim netekim.

Yenişafak

Erol METİN
Yiğit Bulut'un İma Etmeye Çalıştığı

Son dönemlerde Türkiye ile ilgili meselelerde her taşın altından Almanya çıkıyor. Deniz Feneri e.V. olayı burada patlak verdi. Almanya’da olan bu olay, hükümetle ilişkilendirilmeye, hatta Ergenekon davasına misilleme olarak kullanılmaya kadar vardı. Bu dava, Doğan medyası aracılığıyla Türkiye gündemine sokuldu.

Doğan grubundan ayrılarak Habertürk’e geçen Yiğit Bulut, son zamanlarda Almanya’nın Türkiye üzerindeki operasyonları üzerinde duruyor ve Almanya kaynaklı hükümet aleyhindeki dosyalara dikkat çekiyor. Yiğit Bulut, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün ‘Almanya bağlantısını’ ise ısrarla ima etmeye devam ediyor.

Vatan gazetesinde köşe yazan ve CNN Türk’te program sunan Yiğit Bulut, Ertuğrul Özkök’e dokundurduğu “balina” yazısından sonra Doğan grubuyla ipleri kopardı. Habertürk yazarı Bulut, Doğan grubundan ayrılmasına sebep olarak Ertuğrul Özkök’ü gösteriyor ve amiral gemisi kaptanının, Doğan medyası üzerindeki etkisine işaret ediyor.

Yiğit Bulut, birkaç kez gündeme getirdiği Almanya’nın Türkiye’ye yönelik operasyonlarını Habertürk’teki ilk yazısında biraz daha açıyor: “Bugün var olan hükümet aleyhine bütün dosyaların tamamı aynı ülke kökenli ve en önemlisi "içerideki sivil sürece" karşı yapılan yayınların da tamamı sermaye ve felsefi anlamda aynı köklere doğru gidiyor, aynı kişilere dayanıyor! İlişkilerin "özkökleri" ortak!”

Gelelim Doğan grubunun Almanya ile olan ilişkisine; Doğan grubunun Almanya’yla arası “oldukça” iyi. Malum Aydın Doğan, Almanya’nın en büyük medya kuruluşlarından Axel Springer’la ortak. Doğan medyanın yüzde 25’i Axel Springer grubuna ait. Kasım 2006’da imzalanan bu ortaklık sonrası, Doğan medya grubunun yönetiminde sürekli bir Alman yönetici var.



Axel Springer grubunun Almanya’da en çok satan gazetesi Bild’in Genel Yayın Yönetmeni Kai Dikman, Ertuğrul Özkök’ün yakın dostu. Dikman - Özkök ikilisi, karşılıklı olarak birbirlerinin yönetim kurullarında yer alıyorlar. Birbirleriyle haber ve röportajlar paylaşıyorlar. Ertuğrul Özkök’ü mü kastettiği bilinmez ama Yiğit Bulut’un Habertürk’te kaleme aldığı ve Almanya bağlantısına dikkat çektiği yazısının bir bölümü de aynen şöyle: “Yabancı gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin "verdiği akılla" yönettikleri kurumları bu hesaplaşmada "pozisyon tutmaya" zorlayan medya yöneticilerini, gerçekler açığa çıktıkça, çok ama çok zor günler bekliyor... Türkiye "ağırlıklarından" kurtulacak! Derin ilişkilerin "özkökleri" kopacak!”

Alman ortağı Axel Springer’e hisse satışında hile yaparak vergi kaçırdığı iddiasıyla 1 milyar TL’ye yakın ceza yiyen Aydın Doğan’ın, Almanya istihbaratıyla ilişkisi olduğu iddia ediliyor. Bu iddia, Ergenekon’un ikinci iddianamesinde yer alıyor. Ergenekon İddianamesinin ek delil klasöründe yer alan ve Ergenekon’un derin kulağı Tuğgeneral Levent Ersöz ile SESAR Başkanı İsmail Yıldız arasındaki konuşmada, İsmail Yıldız, ‘Aydın Doğan'ın Alman gizli servisleri ile bağlantısı olduğunu, Alman gizli servislerinin Aydın Doğan'ı ciddi anlamda şantaja tabi tuttuğunu ve Doğan'ın her an bu ilişkisinin deşifre edileceğinden korktuğunu’ söylüyor.

Yine geçtiğimiz günlerde Vakit gazetesinde yayınlanan ve Alman istihbaratının, Alman İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği belgede, Doğan grubuyla yapılan işbirliğinden bahsediliyor. Belgede Doğan grubundan övgüyle bahsedilirken, ‘dinci' olarak nitelendirilen Kanal 7 ve Samanyolu TV eleştiriliyor.

Alman istihbaratından sorumlu Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Heinz Fromm imzasıyla Alman İçişleri Bakanlığı'na gönderilen 3 Nisan 2009 tarihli “Türk Medyası” başlıklı yazıda, bakın neler söyleniyor:

“Aydın Doğan’ın medyası Türk halkı arasında çok sayıda okur ve seyircisi olan önemli bir ortaktır. Adı geçen Yayınevi (Doğan Grubu),
Deniz Feneri e.V. davasında bizim lehimize haberler yayınlamış ve bununla birlikte kendilerine her zaman işbirliği yapma konusunda güvenebileceğimizi göstermiştir. Oysa dinci televizyon kanalları Kanal 7 ve STV Samanyolu TV, Deniz Feneri e.V. davasında Anayasamıza aykırı haberler yayınlamışlardır. Bu vesile ile Aydın Doğan Grubu ile Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı arasında yapılan işbirliği sayesinde Almanya’da yaşayan yerli Türk halkının dini ve sosyo-politik entegrasyonunu iyileştirme amaç edilmiştir.”

Bakalım Yiğit Bulut, tam olarak neyi ima ettiğini ileriki günlerde açıklayabilecek mi? Hep beraber göreceğiz. Ama şu bir gerçek ki; her taşın altından Almanya’nın çıkması, medya üzerinden operasyon yapılması tesadüf olmasa gerek.

Son bir not; Ergenekon sanıklarının avukatlarına dağıtılan bir ek CD’de, Ergenekon’un Almanya bağlantısıyla ilgili ilginç bilgiler yer alıyor. CD’de bir dönem Alman istihbaratında görev yapmış olan Araştırmacı-Yazar Talip Doğan Karlıbel’in, çeşitli medya kuruluşlarında yer alan Ergenekon-Almanya bağlantılarına ait açıklamalarına yer veriliyor.

Karlıbel, Ergenekon’un tutuklu sanıkları Veli Küçük ve Kerinçsiz’in sık sık Almanya’ya geldiklerini ve Alman faşistleriyle toplantılar yaptıklarını ifade ediyor. Yine Ergenekon örgütünün Alman faşist grupların oluşturduğu derin devlet yapısıyla benzer özellikler gösterdiğine dikkat çekiyor.

29 Haziran 2009 Pazartesi
aktifhaber

Mehmet ALTAN
Star
Hürriyet haberi nasıl vermişti?
19 Temmuz 2009

Takvimler 9 Ocak 1996’yı gösterirken, Sakıp Sabancı’nın kardeşi Özdemir Sabancı ve iki holding çalışanı Türkiye’nin en iyi korunan binalarından birinde, Sabancı Center’da silahlı saldırı sonucu öldürüldü.

Olayı terör örgütü DHKP-C üstlendi. Suikastte tetiği çeken Mustafa Duyar, bir yıl sonra sürpriz bir şekilde teslim oldu ve Afyon Cezaevi’ne konuldu.

Ne hikmetse, Nuri ve Vedat Ergin kardeşler (Karagümrük Çetesi) de bir süre sonra adamlarıyla birlikte aynı cezaevine nakledildi.

Ve gene ne hikmetse, bir isyan çıktı, 15 Şubat’ta Sabancı’nın katili Duyar öldürüldü.

Bu dönemde Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’du...

* * *

16 Şubat 1999 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin bu haberi şu dikkat çekici saptamalarla verdiğini gördüm:

‘Sabancı suikastinin tetikçisi olan devlet güvencesindeki Mustafa Duyar, kendilerini Afyon Cezaevi’ne naklettiren Karagümrük çetesi tarafından kafasına 3 kurşun sıkılarak öldürüldü.

...Mustafa Duyar’ı öldürmek için DHKP-C’den ‘infaz ihalesi’ almış olabileceği ihtimali üzerinde duruluyor.’

Haberde cinayeti işleyen Karagümrük Çetesi’nin ‘kim’ tarafından Afyon’a nakledildiği yoktu, bunun yerine ‘kendilerini naklettiren’ vurgusu vardı.

Cinayet nedeni olarak ise ‘DHKP-C’den ‘infaz ihalesi’ alınmış olabileceği ihtimali’ gösterilmekteydi...

* * *

Hálbuki...

Ekim 2000’de Uşak Cezaevi’ndeki isyan sırasında çekilen video kaydında Nuri Ergin, devletin emriyle Sabancı suikasti sanığı Mustafa Duyar’ı öldürdüğünü açıklıyor...

Ve Nuri’nin ardından sahneye çıkan kardeşi Vedat Ergin ise kendilerini ‘Veli ağabey’ diye bahsettiği Veli Küçük’e sormalarını söylüyordu...

Ergenekon İddianamesi’nde yer alan bu görüntüler FOX Haber tarafından yayınlandı.

İddiaya göre, Sabancı Center’daki cinayetleri Ergenekon Terör Örgütü organize etti ve bunu terör örgütü DHKP-C’ye yaptırdı. Daha sonra ise Karagümrük Çetesi aracılığıyla tetikçi Mustafa Duyar ortadan kaldırıldı.

Mustafa Duyar’ın, Afyon Cezaevi’nde kaldığı hücrede suçu üstlendiği ifadesini değiştirmek istediğinden; ‘bildiğim bütün sırları açıklamaya hazırım’ dediği günün akşamı çıkartılan bir isyan sonucu çete sanıklarına öldürtüldüğünden söz edildiğine de rastladım...

Uşak E Tipi Cezaevi’nde 2000 yılında hükümlü Nizamettin Dal’ın işkence edilerek öldürülmesiyle ilgili açılan davanın ikinci duruşmasında ifade veren Nuri Ergin, ‘Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz, Sabancı suikastıyla ilgili bir şeyler ortaya çıkarmak istiyorsa Ali Suat Ertosun’un neden Mustafa Duyar’a yakınlık gösterdiğini sorgulasın’ demişti.

* * *

15 Şubat 1999’daki Mustafa Duyar cinayeti ertesinde...

19 Aralık 2000 tarihinde Türkiye ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ yaşadı.

30’u tutuklu 32 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı.

Bu dönemde Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’du...

2004 yılında, Ertosun, dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in önerisi üzerine, bu operasyondaki büyük katkısı nedeni ile Bakanlar Kurulu Kararı ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in onayı ile Devlet Üstün Hizmet Madalyası’yla ödüllendirildi.

Katledilenlerin yakınları tarafından, Eyüp 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılan davanın 23 Haziran 2008 tarihindeki 23. oturumunda, sanıkların ifadesi dahi henüz alınmamış iken, her benzeri davada olduğu gibi davanın zamanaşımı nedeniyle düşürülmesine karar verildi.

* * *

Ergenekon ve faili meçhul cinayetleri araştıran savcı ve hákimlerin görevlerinden alınması için uğraştığı iddia olunan zihniyetin ardına, şöyle bir on yıl geriye doğru giderek bakınca, ürkütücü bir umacıyla karşılaşıyorsunuz...

Ve Türkiye’yi sarsan resmi ‘cinayet ve katliamlara’ bulaşanların sırtlarının hiçbir şekilde yere gelmediğini, sürekli korunup kollandıklarını görüyorsunuz.

‘Ergenekon Terör Örgütü’ olduğu iddia olunan anlayış sanki ‘devlet’...

(..)

Mehmet Altan - Star
mehmetaltan@stargazete.com

Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan umreye gidiyor! İkili, kutsal topraklara gitmek için özel bir organizasyon şirketine başvurdu

26 Temmuz 2009 Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ile Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, önümüzdeki ay umreye gidecek. Yeni Şafak gazetesinin haberine göre Özkök ile Hakan, kutsal topraklara gitmek için hac ve umre organizasyonları yapan bir özel şirkete başvurdu.

RAMAZAN'DAN 10 GÜN ÖNCE

Umreye gideceklerini doğrulayan Ahmet Hakan, “Salı günü kolumdan ameliyat olacağım. Erken düzelirse Ramazan'dan 10 gün önce gitmeyi planlıyoruz” dedi. Özkök ile Hakan 2-3 yıldır umreye gitmeyi planlıyordu ancak son dakikada çıkan bazı engeller nedeniyle bu planlarını gerçekleştirememişti.

İPTAL ETTİLER

Hatta geçen sene gazetelerde Özkök ile Hakan'ın umreye gideceği önce ünlü Zemzem Otel'de rezervasyon yaptırdıkları sonra da vazgeçip Mekke Hilton'da yer ayırttıkları haberleri yer almıştı. Özkök'ün bıraktığı sakal da umre hazırlığı olarak yorumlanmıştı.

KIRIK KOL DÜŞÜNDÜRÜYOR

Hakan, bazı engeller nedeniyle umreyi ertelediklerini belirterek, “Ramazan'dan önce umreye gitmeyi planlıyoruz. Bunun için özel bir şirketle anlaştık. Ancak şimdi de kolumla ilgili problem çıktı. Salı günü ameliyat olacağım. Eğer erken iyileşirsem gideceğiz” diye konuştu.

ÇARŞAMBA NOTLARI

Hakan ve Özkök'ün umre izlenimlerini yazacak olması, Hürriyet'in röportajcısı Ayşe Arman'ın tesettüre girip İstanbul'ün ünlü eğlence mekanlarında dolaşmasını akla getirdi. Arman, İsmail Ağa cemaatinin yoğun olarak yaşadığı Çarşamba'yı da mini etek ve dekolteli elbiseleriyle gezmişti.

Özkök ile Hakan, Kâbe'den, Mekke'den ve Medine'den izlenimlerini Hürriyet okurlarıyla da paylaşacaklar. Bunun için ikili umre ziyareti sırasında fotoğraf çektirecek. Hac ve umre tecrübesi bulunan imam hatip lisesi mezunu Ahmet Hakan'ın umrede Özkök'e rehberlik etmesi de bekleniyor.

İki ünlü gazetecinin ilk başta Suudi Arabistan Konsolosluğu'ndan özel vize alarak gitmeyi planladığı ancak daha sonra karar değiştirip, hac ve umre organizas-yonu yapan İstanbul'daki bir şirketi tercih ettikleri öğrenildi. Özkök ve Hakan'ın vize işlemleriyle de şirket ilgileniyor.

netgazete

Ertuğrul Özkök Neyin Pazarlığını Yaptı?Fatma Sibel Yüksek -
Açık İstihbarat
27.07.2009


En çok şunu merak ediyorum:

Acaba Sayın Yaşar Büyükanıt, kendisine emeklilikten sonra tahsis edilen Audi’nin ülkeye getirilişi sırasında başında bir korgenerali şekerleme yaparken gösteren fotoğrafı internet sitelerinde görünce ne düşündü?

Bir de şunu merak ediyorum:

Acaba Sayın Hilmi Özkök, Ergenekon savcılarına köfte- ekmek yerken verdiği ifadenin ayrıntılarını (özellikle savcılara yönelik övgü dolu sözleri) Star gazetesinin manşetinde görünce ne düşündü, ne hissetti?

Minik torunu, oğulları, gelinler vs. ile birlikte Erol Atar’a “cumhurbaşkanı ailesi pozu” verdikten sonra, Erdoğan’ın “Adayım, kardeşim Abdullah Gül” demesiyle gelen hayal kırıklığına benzer bir duygu yaşamış olabilir mi?

Her iki Sayın Paşa da “Biz bu kadar açık, samimi, uyumlu, “demokrasinin” emrine amâde davranıyoruz, karşılığında sızdırma haberlerle kamuoyu önünde zor duruma düşürülüyoruz; bu reva mıdır” şeklinde bir hislenme, bir burkulma yaşamışlar mıdır?

Yoksa, “resmin bir parçası olarak” kendilerine düşeni yerine getirmiş olmaktan dolayı müsterih midirler?

İki eski genelkurmay başkanı, kendileri ne düşünmüş olurlarsa olsunlar, sözkonusu haberlerle kamuoyu önünde küçük düşürülmüşledir.

Büyükanıt, “Kâbusla uyanacaksınız” şeklinde sert mesajlar verdiği, uğrunda muhtıralar yayınladığı bir hükümetten giderayak “ hediye kabul etmiş” mevkine düşmüştür.

“Bu Audi acaba neyin karşığı?” sorusu kafaları kurcalamıştır…

Özkök ise, silah arkadaşlarına ağır suçlamalar yöneltilen ve üzerinde hukuki bakımdan çok büyük tartışmaların devam ettiği bir soruşturmada, arkadaşları aleyhine bilgi vermek için can atan bir “Sayın muhbir vatandaş” hüviyetine bürünmüştür.

Star gazetesinin ifadeyi manşete taşırken, Paşa’nın savcılara yönelik komplimanlarını ön plana çıkarması, sadece “haberi renkli hale getirelim” kaygısından olmasa gerektir. Kamuoyunun kafasına koca koca paşaların “nasıl da biat ettikleri “ kazınmak istenmiştir. Biat etmeyenlerin hali ortadadır. Onlar ya tutukludurlar, yada ucuz İtalyan filmlerini aratmayan rüşvet-seks-şantaj kumpaslarına teslim olup, Yüksek Askeri Şura öncesi peş peşe istifa ederek köşelerine çekilmektedirler…

“Herkesin bir fiyatı, bir fiyatı yoksa bir açığı mutlaka vardır” diye düşünmemiz için daha kaç örnek göreceğiz dersiniz?

Anlaşılan daha çok örnek göreceğiz….

Nasıl olsa orta yerde “Ergenekon” diye üzerinden herkesin bir ayağının ateşte tutulduğu, herkesin uykularını bir sebeple kaçıran, herkesin kendini pazarlayıp saf değiştirebileceği bir dava var.

(“Kendini pazarlayıp saf değiştirebileceği” derken, Hürriyet gazetesinin malak yalamış gibi parlak saçlı, Türk filmlerinin kötü kalpli jönü Önder Somer’i andıran, “gürbüz”, “yiğit” ve “ulusalcı” yazarı geldi aklıma. Arkadaş, “Akdeniz’de balina mı olur” diye üfürükten tayyare bir konuda maraza çıkarıp, sonra da “Ben yanılmışım, Ergenekon varmış, kahrolsun çeteler!” şeklinde slogan attıktan sonra soluğu nasıl da rakip grupta almıştı…)

“Kuyruğu kulağına denk” trampet çalan, hercai bir köşe yazarı olunca iş kolay..”Varmış Ergenekon, ben bilememişim” diye özür dileyip, üste bir de Tayyip Bey’in sarı bıyıkları ve ray ban gözlükleriyle “ne kadar karizmatik durduğuna” dair bir yazı yazarsınız, sizi istediğiniz tahtırevana bindirirler…

Ama “tayyareden” bir yazar değil de, koskoca “Amiral gemisinin” kaptanıysanız daha profesyonel, daha karizmatik “satış hikayelerine” ihtiyacınız var demektir..Ayrıca, biraz daha işe yaramalısınız ki bir anlamınız olsun…

Bu uzun girizgâhtan sonra soralım:

Ertuğrul Özkök, İmralı teröristinin devlet tarafından doğrudan muhatap alınması konusunda neden öncülük yapmaya başladı?

İşi neden, “Bebek katili adını ben koydum” dedikten sonra teröristten özür dileme noktasına getirdi?

Oysa daha haftalar önce, Ergenekon operasyonlarının tümünü önceden haber vermiş olanlar, “Sırada medya var. 28 Şubat’a destek vermiş büyük bir gazetenin sahibi ve genel yayın yönetmeni tutuklanacak” diye yazılar yazmaktaydılar…

Ne oldu da bu yazılar birden bire bıçakla kesilir gibi kesildi?

Ve ne oldu da Ertuğrul Özkök aniden “Umudumuz Apo” diye yazılar yazmaya başladı?

“Ergenekon terör örgütü üyesi” zannıyla bir sabah tutuklanmamanın “karşılığı” mı var?

Nedir o “güvencenin” bedeli?

Özkök'ün zamanlaması dikkat çeken bu yazılarını gördükçe; "Ergenekon"'dan tutuklanmamanın diyetini mi ödüyor sorusu akla geliyor.

MİRGÜN CABAS'TAN ERTUĞRUL ÖZKÖK'E AĞIR SÖZLER

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün bu pazar günü Hürriyet'e yazdığı makale medyada tartışılıyor.
Ancak yazı henüz İnternet medyası ve gazetelere düşmeden önce sosyal paylaşım sitesi twitter'da da konuşuluyor.
Ertuğrul Özkök'ün yazısına yorum yapanlar arasında NTV sunucusu Mirgün Cabas da var.
Bakın Cabas, iPhone'undan twitter'a Ertuğrul Özkök'ün yazısıyla ilgili neler yazmış:
"Ertuğrul Özkök'ü okuyunca anladım ki ülkede uyuşturucu kullanımı serbest bırakılmış. Bari o kafayla yazı yazmayı yasaklasalar...
Ölmeden giyse artık o kostümü de rahatlasa. Bi de kulağını deldireceği günü bekliyorum tabii."


İşte Ertuğrul Özkök'ün ilgili yazısı:


”BUNDAN 4 yıl önce bir dolunay gecesi, Akbük'teki köyde, iskelenin ucunda oturmuş, düşünüyordum.
Her şeyi düşünüyordum.
Geldiğim yeri, gideceğim yeri, bulunduğum yeri.
Haruki Murakami'nin "İmkánsızın Şarkısı" romanındaki gibiydim.
İlk sevgilisine dönen bir erkek gibi, geride kalan her şeyime dönmeye çalışıyordum.
Hiçbiri artık döndüğüm yer değildi, hiçbir şey ölmüş bir aşk kadar ölü değildi ve o iskelenin ucunda yapabileceğim tek şey, şükretmekti.
Ve o gece orada kendi kendime söz vermiştim.
Bir gün son nefesimi verirken, eğer hálá gücüm kalmışsa, hayatımın bilançosunu çıkaracak ve aldığım ilk nefes gibi, verdiğim son nefeste kendi kendime şunu haykıracaktım:
"That was a good life..."

Güzel bir hayattı...
O gece dolunayın içimden serbest bıraktığı tuhaf ruhla bir şeye daha karar vermiştim.
Bir kitap yazacaktım ve adı şu olacaktı:
"İskelenin ucundaki mabet..."

* * *
Akbük'teki o iskele yıkıldı.
Önümde bomboş bir deniz uzanıyor.
Artık bu limanda ruhumu bağlayabileceğim bir karış su kalmadı.
O yüzden nomad bir hayata başlıyorum.
Bitmeyen, hiç bitmeyecek bir yolculuğa çıkıyorum.
Bir gün bir yerde şunu okumuştum ve kimbilir kaç defa oraya buraya yazmıştım.
Bazen yolculuk, gidilecek yerden daha güzeldir.
Daha heyecan vericidir.
Hatta bazen değil hep...
O günden beri yolculuklara hazırlanıyorum.
İç dünyam her an heyecan verici bir yolculuk telaşında ve kalbim pırpır.
Ruhumun saatini işte böyle keyif verici bir taşikardide ayarlıyor.
Ölmeden önce yapmak istediğim şeylerin çetelesini tutuyorum.
Son durağı olmayan, terminussuz yolculuklara çıkmak istiyorum.
Son durağı hep erteleyecek, geriye itecek ara istasyonlar hayal ediyorum.

* * *
18 Eylül akşamı Londra'da olacağım.
Coldplay konserini dinleyeceğim.
O akşam, içimdeki küçücük tarikatta bir doğum gününü kutlayacağım.
Şeyhi de müridi de aynı ruhtan mürekkep tarikatımda, Mesih o gece inecek.
Geçenlerde bir akşam Paris'te tek başıma otururken fark etmiştim.
Coldplay'in "Viva la vida"sını beş kere üst üste dinleyince, içimdeki nomad pılısını pırtısını topluyor ve başka bir yere, kimsenin cüret edemeyeceği maceralara göç ediyor.
Londra'da o ayin gecesinden sonra, kimse mani olamayacak, istediklerimi yapacağım.
Mesela, Mehmet Ergüven'e diyeceğim ki, "Gel birlikte İtalya'ya gidelim, Caravaggio'ları, Da Vinci'leri, Michelangelo'ları seyredelim. Sonra bir sayfaya sen yaz, ötekine ben. Hepsini bir şişeye koyup denize atalım. Balık bilmezse Halik bilir."
Yemen'e gideceğim.
Çölün ortasında Positano gibi yükselen şehirlerde güneşin batmasını, sonra da doğmasını bekleyeceğim.
Paris'te Furstenberg meydanına bakan bir evde bir süre yaşayacağım.
Bir akşam bir arkadaşımın çok ağır üzüntüsünde açtığım Romanee Conti'den bir şişe daha alıp, bu defa ağır bir gecede kendi hüznüme kadeh kaldıracağım.
Beyrut'ta bir bütün gün ve gece Wagner dinleyeceğim.
Key West'e bir kere daha gidip, Hemingway'in barlarından birinde maraza çıkartacak ve eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceğim.
Küpe takacağım.
Hayatımın en güzel sabah kahvelerini içtiğim şehirleri tavaf edeceğim.
Her birinin bir köşesine kimsenin fark edemeyeceği izler bırakacağım.

* * *
Ve bir gün, yıllardır çalıştığım bu odaya tavşan kardeş kıyafetinde gelip, herkese, her şeye veda edeceğim.
İnsanlar eşit doğmazlarsa, eşit ölmemeleri gerektiğini ispat etmek lazım.
Yani ölümün de şaşırtıcı bir yanı olmalı.
Eğer Tolstoy gibi, Goethe gibi ölemeyeceksem;
Eğer geriye bir efsane bırakacak ne zamanım, ne de mecalim kalmışsa, bari tavşan kardeş kıyafetine bürünüp öyle öleyim.
Kefen yerine bir tavşan kardeş kıyafeti.
Ne diyordu o atasözü:
"Ne de olsa farklı olmak adaba aykırıdır."
Eğer o adap, benim adabımsa, onun ahlakı tek kişilik tarikatımın kutsal kitabında yazılıysa;
Tavşan kardeş kıyafeti üstümde çok iyi durur.”

Odatv

GATAKULLİ DOĞAN GRUBU'NDA
M. Ertuğrul Yücel/AKTİFHABER
13 Ağustos 2009 14:44
Ertuğrul Özkök, Ekip Arkadaşları'nı koruyabilmek için Hürriyet'i cayır cayır yakıyor...

Hürriyet Gazetesi bugün, gizli tanık Osman Yıldırım’a ait bir sağlık raporu yayınladı. Rapor GATA kaynaklı olduğu için Hürriyet’e de KIŞLA POSTA SERVİSİ yoluyla verildiği açık.

Ancak Hürriyet hem yeni bir GATAKULLİ’yi deşifre etti hem de son dönemde sürdürdüğü “dolaylı Ergenekon desteği” politikasını devam ettirdi.

Önceki gün, Mehmet Haberal’ın PH olduğu açık hamlesini, sürmanşetine çeken Hürriyet, dolaylı olarak Anti-Ergenekon kamuoyu oluşturma tavrını sürdürdü.

Gazete bugün de Danıştay Davası’nın kilit isimlerinden Osman Yıldırım’ı sürmanşetine çekti. Derin yapılanmaların kullanacakları isimlere önceden “deli” raporuna yakın raporlar aldırdığı bir yöntem olarak bilinmesine ve sayısız örneği bulunmasına rağmen Hürriyet Yazı İşleri haberi sürmanşete çekti.

Üstelik Osman Yıldırım’a konan “antisosyal” teşhisinin hukuki olarak bir sonucu da yok. Hürriyet sürmanşete taşıdığı haberiyle ilgili teorisini hukukçulara doğrulatamadığı için, bir de önalma yapmış.

Sürmanşetlerine taşıdıkları haber sonrası “antisosyal kişilerin tanık olmasında sakınca yok” diye diğer gazetelerin Hürriyet’e çakacağını hesaplayan Ertuğrul Özkök, “ama bakın biz de bunu yazdık” demek için Hukukçu Prof. Ersan Şen’den görüş almış. Ersan Şen doğal olarak “antisosyal olması Osman Yıldırım’ın tanık olmasında herhangi bir sorun yaratmaz” görüşünü bildirmiş. Ama Hürriyet, Osman Yıldırım hakkında “deli” imajı oturtmak için sürmanşetini ve 18. sayfasının neredeyse tamamını ayırırken, Ersan Şen’in bu görüşünü sayfanın altında kibrit kutusu kadar kullandı.

Sonra da Hürriyet’in fikri uzantıları NTV ve CNNTürk haberi gün boyu çevirmeye başladılar.

“DANIŞTAY DAVASI’NIN ERGENEKON’LA BİRLEŞTİRİLMEMESİ LOBİSİ” sanıldığından da güçlü. Bu birleştirilmenin ne sonuçlar vereceğini iyi biliyorlar.

Güreşte “kendi oyunuyla alta düşmek” diye bir tabir vardır. Hamleyi yanlış yaparsanız bir anda alta düşer ve tuş ulursunuz. Aslında Danıştay Saldırısı sonrası Ertuğrul Özkök kalemine sarılmış ve iyi düşünülmüş, kampanyanın sloganı olabilecek, tüm süreci sürükleyebilecek “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” konseptini bulmuştu.

Fakat, Alparslan Arslan’ın izinden, cinayetin adresi çok kısa sürede bulununca Özkök hemen viraj aldı ve sessizliğe gömüldü. Sonrası doğal olarak Deniz Baykal’a kaldı. Dava, alel acele kapatılsa da mızrak çuvala sığmadı.

Geldiğimiz süreçte “EKİP” kendi oyunuyla alta düştü ve Danıştay Saldırısı, Ergenekon Sanıkları’nın kabusu oldu. Davaların birleştirilmesinden duyulan öfkeyle karışık panik, Veli Küçük ve Doğu Perinçek’in ilk gün Alparslan Arslan’a bakışlarından okunuyordu. Arslan yakalanarak değil bir çuval, bir depo inciri berbat etti çünkü.

Şimdi, Osman Yıldırım’a “deli” damgası vurularak, zararın bir yerinden dönülmeye çalışılıyor. Osman Yıldırım, deli desinler diye başına huni geçirip eline def alsa, hatta Alparslan Arslan gibi sınır tanımayıp koğuşunun orta yerine büyük tuvaletini yapsa bile bu işten geri dönüş yok. Çünkü “DELİLLERİ DELİRTEMEZSİNİZ” O baskını EKİBİN yaptırdığı 50 türlü delille ispatlanabilecek kolaylıkta.

Aydın Doğan, Ergenekon’dan uzak durmaya çalışsa, bu işte objektif olunmasını istese de Ertuğrul Özkök’ün kanında var. YOL ARKADAŞLARI’nı korumak durumunda. Yolun sonunda ERTUĞRUL ÖZKÖK’ÜN 11 EYLÜLÜ’nün olduğunun farkında.

Soner Ve Çetesini Yıkacak Haber
14 Ağustos 2009 15:09

Hürriyet ile diğer Doğan Grubu gazetelerine çöreklenen dezenformasyon makinesi Aydınlık'tan yetişme Soner Yalçın ve çetesine kötü bir haber var...

Hürriyet ve diğer Doğan Grubu gazetelerine çöreklenen Soner Yaçın ve çetesi"ne çok kötü bir haberimiz var. Aydın Doğan ve Fehmi Koru, önümüzdeki hafta Göcek Koyu'nda başbaşa iki gün geçirecek...

Soner Yalçın'ın uykularını kaçıracak bir haberimiz var. Gazeteci Fehmi Koru, Türkiye'nin cennet köşelerinden biri olan ve Beyaz Türk'lerin gözde mekanlarından Göcek'te bir yat kiraladı. Medyadan pek çok ismi de yatına davet etti.

Duyduğumuza göre davetlilerin arasında Aydın Doğan da var. Üstelik Doğan bu daveti kabul etti ve önümüzdeki hafta Fehmi Koru'yla iki gün birilikte kalacaklar. Doğan daha önce de Koru'nun fasıl gecelerine katılmış ve memnun ayrılmıştı.

Bu haberin Ertuğrul Özkök'ü çok bozduğunu ve Fehmi Koru'ya olan nefretini iyice artırdığını sanıyoruz herkes tahmin edebilir.

Kulağımıza gelen bir başka bilgi ise bir süredir Doğan Holding ve Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.'nin yönetim kurulu üyesi Vuslat Doğan Sabancı'nın da babasına "Ertuğrul Özkök'ü gönder artık" diye baskı yaptığı. Bakalım, Özkök'ün kendini soktuğu cendereden kurtulmaya çalışan baba, kızını dinleyecek mi?

Kaynak: Liberalses

İftar Yemeğinde Skandal Tarif
24 Ağustos 2009 07:33

Doğan Grubu'nun gazetelerinden Hürriyet'in Kelebek ekinde imza atılan bir skandal “pes” dedirtti. İftar sofrası için bakın nasıl bir tarif verildi...


Her yıl olduğu gibi bu yıl da Ramazan ayı nedeniyle okurlarına kupon karşılığında Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Meali'ni veren Hürriyet, diğer yandan da okurlarına şaraplı pilav tavsiyesinde bulundu. “Bir Yemek Masalı” başlıklı köşede verilen yemek tarifinde tam anlamıyla bir skandala imza atıldı. Hürriyet gazetesi, mübarek Ramazan ayında “Kaş yapayım derken göz çıkarttı” ve verdiği yemek tarifinin içine şarabı da kattı. Hürriyet gazetesinin Kelebek ekinde geçtiğimiz Cuma günü Sahrap Soysal'ın köşesinde verdiği yemek tarifi görenleri adeta şaşkına çevirdi.

Yazısında, “Ramazan ayı bizim için kutsal bir aydır” diyen Soysal, kutsala saygıyı aynı yazısında verdiği yemek tarifinde gösteremedi. Yazısında öncelikle Osmanlı dönemindeki iftar sofralarından bahseden Soysal, köşesinin sağ kısmında ise ‘etli pilav' tarifi verdi. Yemeğin içine katılması gereken malzemeleri bir liste halinde veren Soysal, yemeğe 2 bardak şarap atılması gerektiğini ve markasının da önemli olmadığını ifade etti.
aktifhaber

Umre Öncesi İçki Alemi

01 Eylül 2009 16:04
Yiğit Bulut'un üstü kapalı yazdığı 'cinayetin' yer ve zamanı belli oldu. Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan umre öncesi su gibi içki akıtmış. İşte ayrıntılar...

Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan, Umre öncesi "içki jubilesini" nerede yaptı? Gecede neler yaşandı? İşte ayrıntılar...

Yiğit Bulut dün Habertürk'teki köşesinde "Umre ziyaretinden, 'umre cinayeti'ne" başlıklı çok çarpıcı bir yazı kaleme aldı ve isim vermeden Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan'ın birlikte yaptıkları umreyle ilgili çarpıcı bilgiler verdi.

Yiğit Bulut, "Soru çok açık ve basit; umre ziyaretinden bir gece önce "şaraplı parti" düzenlenir mi? Ertesi gün "ihrama girilir mi"?" diye sordu.

İşte Yiğit Bulut'un bu satırlarından sonra kulisler alev alev kaynadı.

Tüm medya yöneticileri telefona sarılıp magazin servislerinden gecenin dökümünü çıkarttırdılar.

Özkök ve Hakan, Umre'ye gitmeden bir gece önce nerede şarap partisi vermişler, nerede eğlenmişlerdi?

Habertürk'ün elinde olan ama Yiğit Bulut'un kodlayarak yazdığı bilgiler kısa sürede tüm gazetelere ulaştı.

Ahmet Hakan ve Ertuğrul Özkök, Umre'den önce yani ayın 28'inde akşam 21:30 civarında Kuruçeşme Ulus Parkı'ndaki Sunset Bar'da uzun süre eğlendiler.

Usta şarapsever Ertuğrul Özkök en kalite şarapları seçerken, geceye katılanlar Ahmet Hakan dahil mekanı sallana sallana terkettiler.

Şarabın su gibi aktığı gecede, "Ramazan günü Umre Öncesi Jübile" esprileri yapıldı.

Ertuğrul Özkök'ün Umre'den sakallı döneceği ve bir daha ağzına şarap koymayacağı üzerine uzun süre geyik yapıldı.

Yiğit Bulut daha önce de Ertuğrul Özkök'ün inançsız olduğunu ima etmişti.

Bulut, Özkök'ün "ya cennet yoksa" şeklindeki düşüncelerini Umre öncesi ortaya çıkarmıştı.

Kaynak: Postmedya

Ali Atıf Bir/Bugün
Hürriyet Pazar poşete girmeli

Şaka yaptığımı sanıyorsunuz değil mi? Kesinlikle şaka yapmıyorum. Pazar günü Hürriyet Pazar'da yer alan Ayşe Arman-Hıncal Uluç röportajı kesinlikle iğrençti...

Konusu Hıncal Uluç'un cinsel deneyimleri olan röportajı sonuna kadar ben bile okuyamadım resmen midem bulandı. Röportajı okumayı kestiğim yer "Kız sevişmeyi istiyorsa seviştik, ...... istiyorsa ......" bölümü. Ondan sonra "Yuh artık bu kadar da fazla" deyip elimden gazeteyi bıraktım. (Sürekli bir bırakış mı ona tam karar vermiş değilim... Hâlâ umutlarımı yitirmiş değilim!)

Ayşe Arman hâlâ 20 yıl önceki Aktüel dergisi taktikleri ile okur kapmaya, ilgi uyandırmaya, konuşturmaya çalışıyor "Biz de hâlâ zokayı yutup salak gibi köşemizi ona ayırıyoruz!" İyi de Hürriyet sınırlı sayıda insanın aldığı haftalık bir dergi değil ki, bazen çocukların okumayı söktükleri günlük bir aile gazetesi. En azından iddiası bu!

Hecelerken Hıncal Amcası'nın sıpa muhabbetini bir çocuk nasıl algılar acaba?

"Babacım Hıncal Amca sizin annemle yaptığınızı az daha bir sıpayla yapacakmış? Sıpa ne babacım?"

Yayınlar niye poşete girer? Küçükleri muzır neşriyattan korumak için? Eğer Ayşe'nin röportajı da muzır değilse ne muzır olabilir ki?

Hangi gazeteci, hangi köşe yazarı tasfiye olur hangisi olmaz o biraz karışık ama bu tür iğrenç gazetecilik kendini imha etmeli! Nokta.

Habertürk'ün yeni yazarı Umur Talu, Hürriyet gazetesinin yayın politikasını eleştirdi: "Bir gün Anıtkabir'i, diğer gün peygamberi kullanıyorlar"

07 Eylül 2009 Sabah'tan Gazete Habertürk'e transfer olan Umur Talu, İstanbul’un köklü ailelerinden birine mensup. Büyük Dedesi Recaizade Ekrem 19. yüzyıl Osmanlı edebiyatının önemli temsilcilerindendi. Dedesi Ercüment Ekrem Talu da edebiyatçı ve gazeteciydi. Babası Muvakkar Ekrem Talu da ailedeki yazarlık geleneğini sürdürdü ama spikerlik ve bir dönem futbolculuk hep önde gelmişti. Umur Talu da dedeleri gibi İstanbullu. İlk ve orta öğrenimini Galatasaray Lisesi’nde tamamladı. 1980’de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden mezun oldu. 12 Eylül 1980 darbesinden kısa süre sonra gazeteciliğe başlayan Talu, önümüzdeki pazar, yine bir eylül günü, Gazete Habertürk’te okurlarıyla buluşacak. Bugün Habertürk'e röportaj veren Umur Talu, Türk medyasını değrelendirdi; ortaya yeni polemik konuları çıktı.

Sert siyasi makaleler kaleme almanıza rağmen, kendinizi polemiklerden nasıl uzak tutmayı başarıyorsunuz?
Ben kimsenin özel hayatına, zaafiyetlerine dokunmam. Bunları yazmayı benimsemem. Çok yanlış bulsam bile kimsenin eşine, çocuğuna, özel hayatına dair yazı yazan biri değilim.

Engin Ardıç’la bir tartışmanız olmuştu yanılmıyorsam...
Ergenekon meselesinde, Amerika’daki neoconların bir kanadının bağlantısının gözardı edilemeyeceğine dair bir şeyler yazmıştım. Engin Ardıç da isim vermeden alay eden bir şey yazdı ve ben ona sert bir cevap verdim. Tek polemiğim de oydu Sabah içinde. Kimse bana açıkçası bulaşmadı. Belki saygıdandır. İkincisi de haksız bulaşana çok sert de cevap veririm. Sadece kalp değil, belini kıracak ölçüde ama kimseye durup duruken bunu yapmam. Bu nedenle son dönem
medyadaki birbirini aşağılayan üslubu da çok irkilerek karşılıyorum. Ve bunu özellikle daha genç insanlar yapıyor. “Dayanışma mayanışma” derken bu acayip bir şey. Tartışabilirsiniz. Gazetecilik o değildir, şudur. İşte o haber böyle okunmaz, böyle okunur. İdeolojik farklılıklar olmazsa zaten olmaz. O şudur, onun özel hayatı budur. Bunun üzerinden inanılmaz bir şey yükseliyor. Bunu insanlar okur, belki izlerler de ama tiksinirler. Emin olun tiksinirler.

Röportaj teklifimi Bebek Parkı’nda değil de, evinizde yapmayı kabul etseydiniz bizi terlikle mi karşılardınız ve fotoğraf verirdiniz?
(Gülümsüyor) Bunu yapana da saygı duyarım. Ben de evin içinde bazen öyle ayakkabıyla dolaşmıyorum her dakika ama gelen misafirime de, “Ayakkabını çıkar” demiyorum. Çıkarmak isteyen çıkartır. Kimsenin evinin içine de ayakkabıyla girmem. Bir de ben kendi evimin içini de açmam. Benim orada eşim, çocuklarım var. Onların da hayatı var. Benim hayatım onların hayatı demek değil tamamiyle.

“Haberin Klu Klux Klanları” deyimini de siz kazandırdınız medyaya. Neydi buradaki hedefiniz?
Ben onu özellikle Ertuğrul Özkök’ün, “Haber öldü” anlamına gelebilecek bir yazısı üstüne söylemiştim. Haber nasıl ölebilir? Bu o kadar ikiyüzlü bir şey ki. Kendileri haber olmaya çalışan insanlar haberin öldüğünü söylüyorlar. Baktığınızda “Haber öldü” diyenin haberi önemsememesi lazım ama onlar kendilerini bir haber olarak önemsiyorlar. Diğer yandan da toplumun birçok kesiminin sesini duyuracak, bir hakikati gösterebilecek haberlerleriyse reddediyorlar.

Umreye gidecek misiniz bu arada?
Ben 1982’de Suudi Arabistan’a gittim. Epey de kaldım orada. Çok genç bir gazeteciydim henüz. Umreye de gittik Mekke’ye. Çok da mutlu oldum gitmekten, görmekten. Ama o gün bile aklıma gelmedi kendi fotoğraflarımı yayımlamak... Ama şimdi kendini anlatma modası var. Yani milyonlarca insanın yüzlerce seneden beri yaptığı dini bir vecibeyi, siz yapınca o birden bire müthiş bir olay haline geliyor. Olayı bırakın, her şey, birden bire fonksiyona dönüşüyor. Bir gün Anıtkabir sizin için bir fonksiyon, bir gün umre, bir gün bir peygamber, bir gün Atatürk, bir gün başka bir değer... Her şey, sizin kendinizi ön plana çıkarmanız için bir araca ve aracıya dönüşüyor. Bu hem o değerlere karşı bir saygısızlık; çünkü insanlar o değerlere inanıyor ve saygı duyuyorlar. İkincisi de, ayıp denen bir şey var.

Nasıl bir ayıptır bu?
Şöyle bir şey var: Siz kendinizi haber yapmaya çalıştığınız ölçüde var oluyorsunuz. Şöhretinizi sürekli gündemde tutmak için beslemeniz gerekiyor. O şöhret de doymak bilmeyen bir şey. Sürekli yem atmak zorundasınız ona. Bir yandan da nesneleşiyorsunuz. Önce her şeyi kendi özneniz için nesne haline getiriyorsunuz. Biraz önce saydığım değerler de dahil. Arkadan bir bakmışsınız; siz de artık fotoğrafta bir nesnesiniz. Bir pozda bir nesneniz. Gazetecinin özne olmaya da nesne olmaya da hakkı yok demeyeyim. Herkesin her şeye hakkı var ama bu meslek o meslek değil. O meslek, başka bir meslek.

Sizin için “Beyaz Türklüğü de, zenci Türklüğü de vardır” deniyor. Peki siz hangisisiniz?
- (Gülüyor.) “Beyaz Türk” kısmı herhalde soyum sopumla ilgili olmalı. Sonuçta doğduğumda mülkiyet ya da ilişkiler anlamında o beyaz epey bir gri olmutu zaten. Çünkü yaşamının son döneminde, otel odasında kalırken ölen bir dedenin (Ercüment Ekrem Talu) torunuydum ben. Kiralık bir evde doğmuştum Bağlarbaşı’nda. Annem memurdu. Babam da öldüğünde SSK’da maaşı zor bağlanan 30 yıllık parlak bir gazeteciydi. Aslında Galatasaray Lisesi’ne gidince beyaz oluyorsunuz ama bunların içinde de hep bir zenci tarafınız var. Sokak çocuğusunuz, mahallede büyüyorsunuz. Yalnız büyüyorsunuz, babasız büyüyorsunuz. Yatılı büyüyorsunuz, Beyoğlu’nda büyüyorsunuz... Ve tüm bu beyazlığın içinde koyu siyahlar da var. Sonrasında da Boğaziçi Üniversitesi’ne kaydoldum ama oradan daha çok Yenikapı’daki Demiryolu Sendikası’na gidiyordum.

12 Eylül 2009
Hürriyet Erdoğan'ı Niye Öptü
Doğan'a kesilen rekor vergi cezası sıcaklığını korurken Hürriyet Erdoğan'ın sözlerini manşetine taşıdı. Sebebi ise çok ama çok ilginç...

İlişkili HaberlerTüm HaberlerŞengör'ün Yanlışı TSK'yı YıprattıBaşbuğ Ekibini Tasfiye Eder Mi?Askeri İhalede Deprem Rantı2 Teğmen de TutuklandıKomandonun Kahreden Ölümü

AKP'li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, dünkü basın toplantısında sel sularının katliam yaptığı TIR parkıyla ilgili çarpıcı bir açıklama yaptı. Topbaş, tır parkının 1.5 km yukarısındaki askeri bölgede yer alan 80 bin tonluk göletin patlamasının seli felakete çevirdiği yönünde İSKİ'nin değerlendirmesi olduğunu açıkladı. Topbaş konuyla ilgili fotoğraflar da gösterdi.

Topbaş'ın bu sözlerine rağmen Başbakan Tayyip Erdoğan, TIR parkında yaşanan facianın Topkule Kışlası'ndaki suni göletin patlamasıyla oluşan selden kaynaklandığı iddialarını yalanladı.

Erdoğan'ın bu açıklamalarını bugün Hürriyet gazetesi manşetine “Göletle ilgisi yok” başlığıyla taşıdı.

Doğan grubuna rekor vergi cezasının kesildiği ve hükümetle grup arasında yaşanan savaşın en şiddetli günlerinde Hürriyet'in Başbakan'ın sözlerini manşete taşıması pek çok kişi tarafından “uzlaşma” sinyali olarak yorumlandı.

Fakat PM'nin güvenilir haber kaynaklarından aldığı bilgiye göre, manşetin “uzlaşma” arayışla ilgisi yok!

Genelkurmay'ın onlarca kişinin öldüğü böyle bir felaketin, kışladaki göletin dayanıksız toprak set yüzünden patlaması nedeniyle askeriyenin sorumlu tutulmasından çok rahatsız olduğu ve Hürriyet'in manşetinin de karargahın bu duruşunun etkili olduğu belirtiliyor.

Hürriyet Bunu Hep Yapıyor!

Hürriyet gazetesi, kritik zamanlarda attığı manşetler ve yaptığı haberlerle devreye girerek bu tür benzeri haberleri her zaman yapıyor.

Geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilgili Taraf yazarı Yıldıray Oğur, “Derin devletin sorgulandığı, sistemin pisliklerinin teşhir edildiği bir haberle karşılaştığınızda bir gözünüz Hürriyet gazetesinde olsun. Devlet az sonra oradan bildirecek çünkü. Zor durumda kalan, köşeye sıkışan paşa, emniyetçi, Ergenekoncu, JİTEM'ci az sonra ilk kez Saygı Öztürk'e konuşacak. Yakın tarihimiz bunun örnekleriyle dolu.” şeklinde bir yazı yazmıştı. Yine Taraf yazarlarından medya eleştirmeni Alper Görmüş, Hürriyet'in dezenformasyon yoluyla okuyucuları “en çok aldatılan” gazete olduğunu, Hürriyet'in attığı manşetlerle kamuoyu kanaatinin etkilemeye çalışıldığını belirtilmişti.

İşte O Manşet


Kaynak: Postmedya

15 Eylül 2009 16:56'
Şarapçı Takkeli Liboş Ertuğrul'
Yakın arkadaşı Bekir Coşkun'un Hürriyet'ten ayrılmasını değerlendiren Emin Çölaşan, Ertuğrul Özkök'ün umre ziyaretini yerden yere vurdu...

Bekir Coşkun'un 16 yıldır yazdığı Hürriyet gazetesinden ayrılması medya gündemine bomba gibi düştü. En çok merak edilen de Coşkun'un yakın arkadaşı, iki yıl önce Hürriyet'le yolları ayrılan Emin Çölaşan'ın yorumu oldu. Çölaşan, Bekir Coşkun'a AKP'li bir bakanla ilgili yazı yazmaması konusunda uyarı yapıldığını ileri sürerken çarpıcı açıklamalar yaptı. Kalemi keskin yazar, eski yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün umre gezisini de değerlendirdi.

Bekir'e 'Manisalı' hakkında yazma demisler
Çölaşan'dan Bekir Coşkun yorumu: Başına aynı şeylerin geleceğini söylemiştim. Bekir'e Bülent Arınç hakkında yazma dediler.

Bu kadar korkuyu Allah kimseye vermesin. O kadar ah aldılar ki, bin defa umreye gitse faydasız

Yakın arkadaşınız Bekir Coşkun da Hürriyet'ten ayrıldı...

Bekir, Hürriyet'te herkesin olduğu gibi mutsuzdu. Hürriyet'in pek çok yazarı da, Hürriyet'in muhabirlerinin tamamı da Hürriyet'ten mutsuz.

Şunun için mutsuz, gönderilen haberler yer bulmuyor gazetede, çöpe atılıyor. Aman iktidarı kızdırmayalım diye. Köşe yazarları özgür değil, her köşe yazarı yazısını ölçülü olarak yazmak zorunda kalıyor. Çünkü patronun ve Hacı Ertuğrul'un (Özkök) tavrını biliyorlar. AKP iktidarından nasıl korktuklarını biliyorlar. Dolayısıyla herkes mutsuz. Bekir'in kopacağını uzun zamandır bekliyordum. Nitekim oldu, kopuş gerçekleşti. Bekir'in üzerinde de baskı vardı. Bekir'in yazılarını Hacı Ertuğrul makaslamaya başlamıştı. Gitmesi Hürriyet için çok büyük kayıptır.

İKİ SENE İYİ DAYANDI

Ben Hürriyet'ten kovulduktan sonra Bekir aynı şeylerin kendisinin de başına geleceğini biliyordu. Ben ona söyledim, Ertuğrul tarafından yazıları sansür edilirken dedim ki, 'Benim içinde yer aldığım filmi ister istemez sen de izliyorsun. Belki daha kötüsü olacak.' Bekir'in kafasında sonuçta hep Hürriyet'ten şu veya bu biçimde kopmak olduğunu tahmin ediyordum. O da gerçekleşti. Bana göre iki sene iyi dayandı. Bütün baskılara rağmen.

Benim yaşadığım olayları o da yaşıyordu. Bekir, yazılarının sansür edilmesine tavır koyunca Ertuğrul, onu arayıp torunlarının üzerine yemin billah ediyormuş. Bunları Hürriyet'teki arkadaşlar bana açıkça anlatıyordu. Aynı şeyleri ben binlerce kez yaşamıştım. Size somut bir örnek vereyim. Duyduğuma göre mesela Bülent Arınç hakkında yazı yazma deniliyormuş Bekir'e. Çünkü RTÜK falan Bülent Arınç'a bağlı ya. Adı da Manisalı olarak geçiyormuş. 'Manisalı hakkında yazı yazma' deniliyormuş. Bunların hiçbirini Bekir'den duymadım çünkü o böyle konuları anlatmaktan hoşlanmaz.

HACI ERTUĞRUL'A 'HÜKÜMET SİZDEN KORKSUN' DERDİM

Coşkun'un 'Aydın Doğan'a 10 kişilik tasfiye listesi gitti' sözleri...

10 kişilik liste varmış. Bu listenin var olduğunu Aydın Doğan da doğrulamak zorunda kalıyor. Ama listeyi Aydın Doğan'a kimin verdiğini bilmiyorum. Tayyip Erdoğan doğrudan doğruya vermez. O uğraşmaz doğrudan bu işle, ama hükümet tarafından verilmiştir. İşin özü şurada: Doğan Grubu'nun yedi tane gazetesi, üç tane de televizyonu var. Bu patronun hükümetle yüzlerce işi var. Ben bire bir yaşadığım için biliyorum bu olayları. Bunlar Erdoğan'dan resmen korkuyorlar. Hacı Ertuğrul'a hep derdim ki, 'Ya arkadaş, elinizde böylesine güç var, siz bunlardan korkacağınıza bunlar sizlerden korksunlar. Her gün Tayyip Erdoğan sizi arayıp 'Benden bir emriniz var mı' diye sorsun. Benim elimde yedi gazete, üç TV kanalı olacak ve bunlardan korkacağım. Siz Türkiye'yi yıkarsınız. Yolsuzlukların üzerine, kepazeliklerin üzerine gidin dedim. Ama hep korktular.

Ben kovulduktan sonra bunlara defalarca sordum: Ya arkadaş beni niye kovdunuz siz ya... Şunu bir açıklayın. Olur ya ben bir ahlaksızlık, yolsuzluk, terbiyesizlik, yanlış bir iş yapmışımdır. Deyin ki 'Emin Çölaşan şunu yapmıştır, bu nedenle kendisini kovmak zorunda kaldık.' Ben bugün itibarıyla, kovulalı iki yıldan fazla zaman geçti. Hala nedenini bilmiyorum.

HÜRRİYET AMİRAL GEMİSİ DEĞİL TORPİDO BOTU

Eski gazeteniz son dönemde epeyce karıştı...
Hürriyet gerçekten geçmişte yazılı basının amiral gemisiydi. Şu anda basının torpido botu bile değil. En arka sıralarda yer alan bir şey. Ama insanlarda bir Hürriyet alışkanlığı var. Ölüm ilanlarının çıktığı bir gazetedir. Küçük ilanların çıktığı bir gazetedir. Mal alıp satacaklar, kimlerin öldüğünü merak edenler ve birtakım yazarları okuyanlar alışkanlıkla Hürriyet almayı doğal olarak sürdürebilirler. Bu ayrı bir konu. Hürriyet'in de elbette yaşaması gerekir. Ama sonuçta böylesine bir korkaklıkla, iktidarın karşısında eziklikle Hürriyet gazetesi artık bütün saygınlığını yitirmiştir. Sadece Hürriyet değil Doğan Grubu bütün saygınlığını yitirmiştir. Bu kadar korkuyu Allah hiç kimseye vermesin. Korkunun bu kadarı olmaz.

Namaza duracak son adam bizim takkeli liboştur

Özkök ve Ahmet Hakan'ın umre ziyaretine yorumunuz ne?

Umre ziyaretini soytarılık olarak değerlendiriyorum. Bunlar bir hesap kitap yaptılar. Dediler ki Ertuğrul'u Ahmet Hakan'la birlikte umreye gönderirsek, bunun başına takke geçirirsek, deveye bindirirsek, bir de ihram giydirirsek muhteşem bir olay olur, tiraj patlaması yaşarız. Bunlar gidip Suudi Arabistan yetkilileri ile anlaşıp vize aldılar. Suudi Arabistan asla böyle fotoğrafçıyla birlikte falan vize vermez. Bunlar Suudi Arabistan'la aleyhte hiçbir haber yapmayacağız, sizi küçük düşürmeyeceğiz diye anlaştılar.

Ertuğrul, Allah selamet versin, orada takke giydi. Namaza durdu bizim şarapçı Ertuğrul. Deveye bindi, öteki de devenin iplerini tuttu. Ahmet Hakan denilen arkadaş. Ertuğrul ihrama da bürünmüş ama o fotoğrafları yayımlamadılar.

Tiraj patlaması yapmak amacıyla tezgahlanan bir soytarılığa tanık oldu tüm kamuoyu. Tiraj patlaması hesabı yaptılar, tam tersine tirajları düştü. Ne patlama oldu ne bir şey. Hürriyet'in Atatürkçü, laik, Cumhuriyetçi okurları tahmin ediyorum bu olaya tepki gösterdi. Ne oldu takkeli liboş Ertuğrul yarı hacı oldu. Olay bitti. Türkiye'de hacca, umreye gidecek, namaza duracak en son adam bizim şarapçı Ertuğrul'dur. Allah günahlarını affetsin. Şunu da söyleyeyim. Bunların üzerinde çok büyük ahlar var. Bir sürü insanın ahı var. Haksızlık yaptığı, gereksiz yere işten kovduğu binlerce insanın ahları bunların üzerinde. Bu günahlarla bile binlerce defa hacca, umreye gitseler bunları affettiremezler.

Kaynak: Dilek Gedik/Akşam


Etiketler: atatürk mustafa kemal kemalist atataürkçü laik içki alkol ndarbe mason kent otel asker emekli chp yargıtay gata Alemdaroğlu Hürriyet Atatürkçü, laik, Cumhuriyetçi şarapçı Ertuğrul özkök hac umre Tiraj Ahmet Hakan Şarapçı Takkeli Liboş Bekir Coşkun Emin Çölaşan
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Eyl 15, 2009 11:11 pm    Mesaj konusu: TÜRBAN TAKTIRIYORLAR ABLA, YETİŞ Alıntıyla Cevap Gönder

TÜRBAN TAKTIRIYORLAR ABLA, YETİŞ

17 Kasım 2009 10:39
2007 Bilgi Destek Planı'nda medyaya servis edilmesi istenen her haber, planın hazırlanmasından kısa bir süre sonra neredeyse plandaki başlıkla manşetlere çıkmış. Sonucu belli anketler de belli aralıklarla sayfalarda boy göstermiş.
Demokrasiye Müdahale Eylem Planı'nı ile ortaya çıkan 'TSK içindeki cunta' yapılanmasının 'kara propaganda' faliyetleri kapsamında hazırladığı iddia edilen Eylül 2007 tarihli Bilgi Destek Planı'nda servis edilmesi istenen haberlerin tamamının yandaş medyada manşet olduğu ortaya çıktı. "Kamuoyu yaratmak" isimli 'power point' sunumunda, medyanın manşetleri, haberleri, okur köşelerinden yayınlatılacak, sonucu önceden belli anket sonuçlarına kadar her alanda kullanılarak toplumun yönlendirilmesi isteniyordu.

BAŞLIKLAR BİLE BİRE BİR ÖRTÜŞÜYOR

"Kamuoyu Yaratmak" isimli power point sunumda hangi tür haberlerin hazırlanacağı ve yandaş medyaya servis edileceği de başlık başlık anlatılıyordu. 'Servis edilecek' denilen haberlerin Eylül 2007'den sonra gazete ve televizyonlarda neredeyse belgedeki haber başlıklarıyla bire bir örtüşen başlıklarla yer bulması dikkat çekti. Ancak manşetlere çıkan bir çok irtica haberinin kısa sürede yalan olduğu ortaya çıkmıştı. Belgedeki 'servis haberlerin' halen bazı gazete ve televizyonlarda zaman zaman yer almayı sürdürdükleri de görüldü.

İŞTE CUNTANIN SERVİS EDİLECEK HABERLERİ

İşlem Makamı Harekat Bşkanlığı, İstihbarat Başkanlığı ve Genel Sekreterlik olarak gösterilen 24 Ekim 2007 tarihli "Faa.çiz. 23.10.Selvi" dosya adlı belgede, servis edilecek haberlerle birlikte Hürriyet'in gençlerin 'cinsel içerikli' sorularına cevap veren Güzin Abla takma adıyla hazırlanan köşeye türban konusunda mektup gönderilmesi planlanıyor. İşte belgede servis edilecek haberlerin başlıklarından bazıları şöyle: İrticai sermayenin vatandaşları dolandırması, dolandırılan vatandaşların hazin hikayeleri Tarikatçı babanın okula gitmemesi için kız çocuğuna hapis hayatı yaşatması.

- İrticai ailenin çok küçük yaştaki kızını yaşlı biriyle para karşılığında evlendirmeye çalışması.

- Tarikat şeyhinin çok lüks bir hayat yaşaması ve anormal ölçekteki mal varlığı.

- Türban takmaya zorlanan bir genç kızın Hürriyet yazarı "Güzin Abla"ya durumunu yazması ve yardım istemesi.

- Türban takmak istemeyen bir genç kadının başına gelenler ve yaşadığı çevrede nasıl bir baskı altında tutulduğuna ilişkin yazdığı mektuplar.

SONUCU ÖNCEDEN BELİRLENMİŞ ANKETLER

'Kamuoyu Yaratma' cetvelinde, önceden sonucu belirlenmiş anletlerin medyaya servis edilmesi isteniyor. İşte anketlerden çıkması istenen sonuçlardan bazıları: - Türk toplumunun en çok güvendiği kurum %93'le yine TSK çıktı... - Hükümete olan güven %45...- Türkiye'de türban takan kadın sayısı son beş yılda %10 arttı... - Türkiye'ye yaşayan yabancılara göre, Türkiye hızla dinci bir toplum haline geliyor, Arap ülkelerine daha fazla benzemeye başladı... - Türban takan kadın/kızların %65'i çevre, aile ve eş baskısı nedeniyle takıyor... - Öğretmenler arasında yapılan bir ankete göre eğitim hızla dinselleşiyor...

Şeyhin lüks hayatı

- (Hürriyet-24 Nisan 2008): İsmailağa Cemaati'nin lideri Mahmut Hoca da, Beykoz'a bağlı Çavuşbaşı Beldesi'nde iki villa aldı. İkiz villaları 'hocaları' için beğenen müritler, önce mahallenin 'çağdaş imamı'nı tayin ettirip camiyi 'ele geçirdi'. Camiye tarikattan biri atandı, villalar alındı ve mahalle cüppeli, kara çarşaflı müritlere kaldı.

Medyaya servis edilecek haberler arasında "İrticai unsurların cemaatten topladığı paraların tarikat şeyhinin cebine gitmesi, tarikat şeyhinin çok lüks bir hayat yaşaması" haberleri de vardı.

Türban taktırıyorlar yetiş Güzin Abla!

Rumuz Cunta!

Servis edilecek haberler arasında en ilginci Hürriyet'in cinsel içerikli soruları yanıtlayan Güzin Abla köşesine türbanlı kızların dramıyla ilgili sorular göndermek. Sorular gitmiş ve Güzin Abla da soruları yanıtlamış.

Planda "Güzin Abla'ya türbanlı kızların dramı sorulsun" denmiş. Kısa süre sonra Güzin?Abla 3 türbanlı kız sorusu cevaplamış

Güzin Abla niye türbanı yazmıyorsun?

- HÜRRİYET (25 Şubat 2008): Sevgili Güzin Abla, uzun süre başörtüsü ya da türban konusunda bir şeyler yazarsınız diye bekledim, ama hayal kırıklığına uğradım. Ben 32 yaşında, kapalı bir bayanım. Ama artık başörtüsünü taşımak istemiyorum. Taşıması zor bu örtüyü kullanmama kararı aldım. Eşim de bu kararıma saygı gösterdi. Fakat çevrenin baskısı ve olmadık laflarından, hatta iftiralarından korktuğumuz için bir türlü tamamen çıkaramadım. Rumuz: Çözüm arıyoruz.

16 yaşındayım, aile zoruyla kapandım

Merhaba Güzin Abla... Ben 16 yaşında bir genç kızım. Ailemin zoruyla kapandım, ancak gönlüm başka şeylerde. Sevdiğim genç de ben kapanınca fikirlerimizin uymadığını ve benim görünüşümde biriyle gezemeyeceğini söyleyip beni bıraktı. Ben istediğim kıyafetleri seçmek, mayo giyip yüzmek, makyaj yapmak istiyorum. Ama yapamıyorum. Bu nedenle evden kaçmayı bile düşünüyorum. Ne yapmalıyım?

Baştaki örtü ile cahil gibi görünüyorsun!

"Üniversiteye girmek isteyen türbanlı genç hanımlara şaşıyorum. Orası bir bilim ve irfan yuvası... Meslek edinmek için eğitim alınan yer. Orada başörtüsünün ne işi var? Ne kadar bilgili, görgülü, seviyeli de olsanız, başınızda örtü varsa cahil bir görünüm sergiliyorsunuz. Örneğin ben artık başörtüsü takmak istemiyorum. Ben kayınvalidem ve kayınpederimin baskısıyla örtündüm. Ailem ise çevremizden çekiniyor. İşte bu çevre dedikodusundan nasıl kurtulurum, ne yapmalıyım bilemiyorum. Ne olur bir çare söyle, cevap yaz.

TSK yüzde 87 ile en güvenilir kurum

- ULUSAL KANAL (17 Kasım 2008): TNS Piar'ın her ay yaptığı "Bugün seçim olsa oylar hangi partiye gider" konulu anketin Ekim ayı sonuçları açıklandı. Ankete göre Türk Halkı'nın en güvendiği kurum yüzde 87 ile TSK.

AVROBAROMETRE (5 Temmuz 2008): AB'nin kamuoyu araştırmalarından sorumlu kurumu Eurobarometre öncülüğünde hazırlanan "Bahar 2008" Türkiye raporunda halkın yüzde 82'si 'en güvenilir kurum' olarak TSK'yı gösteriyor.

Türbanlılar çoğalıyor!..

"Türkiye'de türban takan kadın sayısı son beş yılda %10 arttı..." sonuçlu anket istenmiş. Peşinden "türbanlı sayısı 4'e katlandı' manşeti gelmiş

Servis edilmesi istenen haberlerden birisi de "Türkiye'de türban takan kadın sayısı son beş yılda %10 arttı..." şeklindeydi. Milliyet Gazetesi 4 Aralık 2007'de manşetine bir araştırmayı taşıdı. Konda Araştırma Şirketi tarafından Milliyet Gazetesi için yapılan ve 2007'de Milliyet'te yayınlanan "Dindarlık ve Türban" araştırmasına göre Türkiye'deki türbanlı sayısı 4'e katlandı. AK Parti yönetiminde geçen son dört yılda başını örtenlerin oranı yüzde 64.2'den 69.4'e, bunun içinde başını türbanla örtenler yüzde 3.5'ten 16.3'e çıktı.

Eğitim dinselleşiyor!

Spariş haberler için planlanan bir başlık da "öğretmenelere göre eğitim sistemi dinselleştiriliyor"du. Haberler peş peşe gelmiş.

- Milliyet (24 Kasım 2007): Amasya Anodulu Kız Meslek Lisesi'nden kayıtlarını aldıran öğrenciler "Notumuz düşmesin diye baskılarla sustuk. Oruç tutuyormuş gibi yaptık" diye konuştular. Ş.D'nin babası Cafer D, "Biz Aleviyiz. Orcumuz farklıdır. Yurt sorumlusu Hakime Hanım'a 'Kızım hasta. Ameliyat oldu oruç tutamaz' dedim. Bana 'Olsun bir şey olmaz, tutar tutar' dedi..." Bu haber kısa süre sonra yalanlandı. Kısa sürede kızların oruç yalanı ortaya çıkmıştı.

- Star TV Ana Haber (24 Ekim 2009): Uğur Dündar yönetimindeki Star TV Ana Haber Bülteni'nde "Okuldan Cumaya" başlıklı haber yayınlandı. Öğrencilerin ailelerinin yazılı izniyle cumaya gitmeleri suç gibi gösterildi.

- Radikal (21.01.2008): Erkan Avcı Anadolu Teknik Lisesi'nin zemin katındaki oda, mescit olarak kullanılıyor. Öğretmenler ve öğrenciler birlikte namaz kılıyor.

- Hürriyet (24.04.2008): Kartal Atatürk İlköğretim Okulu'ndaki 23 Nisan gösterilerinde, okul müdürü dans eden kız öğrencilerin gösteride giydikleri kıyafetleri açık diye gösterilere son verdi.

Türkiye Araplaşıyor

Servis haberlerden birisinin de "Türkiye hızla dinci bir toplum haline geliyor, Arap ülkelerine daha fazla benzemeye başladı..." olması isteniyordu. İşte medyadaki o döneme ait bir haber:

- Cumhuriyet (23 Aralık 2007): Doç. Filiz, Vahabi anlayışının dini temele dayanan siyasete de yansıdığını söyledi. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şahin Filiz, Arap mikromilliyetçiliğinin ideolojisi olan Vahabiliğin ulus devleti parçalamayı amaçladığını belirterek Türkiye'yi bekleyen asıl tehlikenin dindarlaşma değil, "Araplaşma" olduğunu vurguladı.

İrticacı dolandırıcı!

Servis edilmesi istenen haber başlıklarından biri de "İrticai sermayenin vatandaşları dolandırması, dolandırılan vatandaşların hazin hikayeleri" idi... İşte bazıları:

- Cumhuriyet (4.01.2004): İslami Holding ortada bıraktı. Çocuğu lösemili olan Ahmet Kadayıfçı İslami holdinglerden Kombassan'dan 60 milyar lirasını alamadı. Kadayıfçı, "Çocuğumun yaşaması için gereken ilik bulundu. Ancak bu kez de holding paramızı vermediği için ameliyat ettiremiyoruz" dedi.

- Hürriyet (23.05.2004): Beddua Pankartı. Almanya'da çalışıp biriktirdiği 550 bin markın Kombassan Holding'e kaptıran Hanifi Doğan, parasını isteyince dayak yedi. Soluğu Ankara'da alan işçi, beddua pankartıyla Adalet Bakanlığı'nın önünde eylem yaptı.

STAR


15 Eylül 2009 13:49
Özkök'ün Rehberleri Anlatıyor
Ertuğrul Özkök ile Ahmet Hakan'a umre ziyaretinde eşlik eden rehberler izlenimlerini anlattı. Bakın Özkök en çok neyden etkilemiş...

Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ile aynı gazetenin yazarı Ahmet Hakan'a umre ziyaretinde eşlik eden rehberler, izlenimlerini Cihan'a anlattı.

İki Hürriyet yazarına Medine'de eşlik eden Mustafa Nalbant ile Mekke'de rehberlik yapan Osman Korkmaz, medyada günlerce yer tutan ziyaret hakkında ilginç detaylar aktarıyor. Rehberlerin ifadelerine göre Özkök, hem Medine'de hem Mekke'de namaz kılmış. İki ismin Medine'de en çok Peygamber Efendimiz'in (s.a.s) kabrini ziyaretlerinde etkilendiklerini aktaran Nalbant, kendisine içkinin yasaklanması ve Peygamber Efendimiz'in mübarek naaşı ile ilgili daha fazla soru yönelttiklerini söylüyor. İki yazarı Mekke'de gezdiren Osman Korkmaz da hem Özkök'ün hem de Hakan'ın "çok heyecanlı ve istekli" olduklarını aktarıyor. Korkmaz, Ertuğrul Özkök'ün Kâbe'den çok etkilendiğini anlatarak, "Biz farklı bekliyorduk buradaki insanları. Kâbe beni bu kadar etkilemeyecek zannettim." dediğini belirtiyor.

KUBA MESCİDİ'NDE NİYE NAMAZ KILDILAR?

Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan'a Medine'de rehberlik yapan Mustafa Nalbant, kendilerinin Medine'ye öğleye doğru saat 11:00 sularında geldiklerini belirtiyor. İki ismi otelde karşıladıklarını söyleyen Mustafa Nalbant, Hakan ve Özkök'ü ilk gördüğünde dikkatini çeken en bariz özelliklerini "Çok beyefendi insanlardı." diye anlatıyor.

Ziyaret programlarında Kuba Mescidi, Cuma Mescidi, Yedi Mescitler, Uhud, Kıbleteyn Mescidi ve Medine'deki değişik yer bulunduğunu belirten Türk rehber, ilk olarak Kuba Mescidi'ne gittiklerini söylüyor. Kuba Mescidi hakkında kendilerine bilgi verdiğini, burasının İslamiyet'teki ilk mescit olduğunu, Peygamber Efendimiz'in sık sık bu mescidi ziyaret ettiğini, burada iki rekât namaz kılmanın bir Umre sevabı kazandıracağını söylediğini anlatan Mustafa Nalbant, bunu duyunca Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan'ın içeri girip birlikte namaz kıldıklarını ifade ediyor.

İÇKİNİN YASAKLANDIĞI YERİ ÖZELLİKLE GÖRMEK İSTEDİLER

Daha sonra gayri ihtiyari olarak, içki ayetinin indiği yerin buraya çok yakın olduğunu söylediğini belirten Nalbant, ardından yaşananları şöyle anlatıyor: "Onlar da 'Hocam ne olur bizi oraya götür' dediler. Oraların çok merak edilen, gezilen yerlerin olmadığını söylememe rağmen ısrarla oraya gitmek isteyince Yakup Beyle birlikte oraya götürdük. Orada Ertuğrul beyle ayakta biraz sohbet ettik, bana Kuran'da içkinin nasıl yasaklandığını ve hamrın (içki) ne olduğunu sordu. Ben de hamrın o gün için hurmadan yapılan bir içki çeşidi olduğunu söyledim. 'Peki, öteki içkiler ne oluyor?' dedi. Ben de, Kur'an'da hamr ile alakalı hükümler çıkarılırken hamrda bir özellik vardır, bu da sekir (sarhoşluk) verme özelliğidir. Buna da illet denir dedim. Çok memnun oldular ve orada sohbetimiz öyle bitirdik."

Ardından da Peygamber Efendimiz'in mübarek naşının gasledilmesinde kullanılan suyun çıkartıldığı kuyuya gittiklerini belirten Mustafa Nalbant, kendisine burada da birtakım sorular soran ikiliye Efendimiz'in vefatı, yıkama işleminin nasıl ve kim tarafından yapıldığı hususunda bilgi vermiş. Ardından Cuma Mescidi'ne gidildiğini aktaran Nalbant, Peygamber Efendimiz tarafından ilk Cuma namazının burada kıldırıldığını ve mabedin Osmanlı mimarisiyle yapıldığı bilgisini aktarmış.

ÖZKÖK EN ÇOK EFENDİMİZ'İ SELAMLADIĞINDA ETKİLENDİ

Daha sonra programda Peygamber Efendimiz'in kabrini ziyaret olduğunu ifade eden Mustafa Nalbant, Ahmet Hakan'ın kolundaki rahatsızlıktan dolayı bu ziyaret için tenha bir vakit denk getirmeye çalıştıklarını belirtiyor. Mustafa Nalbant, Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan'ın, Medine ziyaretlerinde en çok burada etkilendiklerini düşünüyor. Nalbant, Efendimiz'in kabrini ziyaretlerini şöyle anlatıyor: "Efendimiz'i edeple selamladılar. Selam kapısından geçerek insanlarla birlikte yürüdük. Efendimiz'in önünde durup selamladım. Ertuğrul bey de, Ahmet bey de durup selamladılar."

Mustafa Nalbant, Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan'ın en çok Peygamber Efendimiz'i (s.a.s) selamladıklarında etkilendiklerini söylüyor. Nalbant, "Efendimizin (s.a.s) karşısında durmaktan çok etkilendiler diye düşünüyorum. Çünkü yüz ifadeleri çok değişmişti oraya geldiklerinde. Ayrıca Kuba'dan ve içki ayetinin indirildiği yerden, Efendimiz'in naaş-ı mübareklerinin yıkandığı kuyunun bulunduğu yer etkilendikleri diğer yerlerdi." diye konuşuyor.

AHMET HAKAN: YOK HOCAM, ÖYLE ŞEY OLUR MU?

Nalbant, Medine'deki ilginç anekdotlarına devam ediyor: "Daha sonra mescidin (Mescid-i Nebevi) içine girdik orada Mescid-i Nebevi'de Türkiye'den 5 bin işçi ve 2 mühendisin çalıştığını, ayrıca Kuba Mescidi'nde de Türklerin çalıştığını kendilerine anlattım. Mescitteki kubbelerin açılıp kapandığını, avludaki şemsiyelerin kimler tarafından yapıldığını hatta yerdeki mermerlerin özelliklerine varıncaya kadar her şeyi anlattık. Mermerlerin denizden çıkarıldığını ve güneşte ısınmadıklarını söyleyince Ahmet Bey 'Yok ya hocam, öyle şey olur mu' dedi. Ben de o zaman terliklerinizi çıkarın deneyin dedim. Avluda yalın ayak dolaşınca "Ya hocam gerçekten doğru söylüyorsunuz' dedi."

Ardından programda olmasına rağmen zaman kısıtlı olduğu için Yedi Mescitler'i, (Hendek Savaşı'nın olduğu mekan), Kıbleteyn Mescidi'ni gezemediklerini belirten Nalbant, iki Hürriyet yazarı için "Bu mekanlar normalde Umreye gelen insanların üç-beş günde dolaşabileceği yerler. Onlar büyük bir gayret göstererek birkaç saat içinde yapmaya çalıştılar." yorumunda bulunuyor.

DÜNYANIN EN BÜYÜK İFTAR SOFRASINI BERABER TOPLADIK!

Nalbant, iki ismin kendisine yönelttiği en ilginç soruların ise içki ve Peygamber Efendimiz'in naşı konusunda olduğunu söylüyor. Nalbant, Peygamberimizin naşı ile alakalı olarak kendisine "Naşı mı demek lazım, cesedi mi demek lazım?" diye sorduklarını, kendisinin de "Mübarek naaşları, aziz naaşları desek daha iyi olur" diye cevap verdiğini söylüyor.

Son olarak iki yazarın kendisinden Mescid-i Nebevi'de iftar yapmak istediklerini söyleyen Nalbant, iftarı ise şu sözlerle anlatıyor: "İftar zamanı geldiler, biz onlara yer ayırmıştık. Orada bulunan Türk arkadaşlar onları görecekleri için çok heyecanlanmışlardı. Geldiler, 'Selamün aleyküm' diyerek selam verdiler. Onlara yoğurt, tukka (baharat) yedirdik, hurma ikram ettik. Bizimle birlikte iftar yaptılar. Hatta beraber sofrayı topladık, kendileri de bize yardımcı oldular. Ahmet bey ve Ertuğrul bey sofrayı beraber tuttular. Ahmet beyin ifadesiyle 'dünyanın en büyük iftar sofrasını' beş dakikada topladık."

ÖZKÖK, UMRE İÇİN ÇOK İYİ HAZIRLANMIŞ

Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan'a Mekke'de rehberlik yapan Osman Korkmaz, Özkök'ün Kâbe'den çok etkilendiğini vurguluyor. Nüans Turizm'in rehberi olarak dört senedir kutsal topraklarda görev yaptığını belirten Korkmaz, oraya gelen herkeste bir heyecan gördüklerini söylüyor. "Çünkü Harem (Kâbe) insanları etkiliyor, ben etkilenmedim diyeni şimdiye kadar hiç görmedim." diyen Korkmaz, Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan'ın da heyecanlı olduklarını anlatıyor. Gece 03:00 gibi Mekke'ye geldiklerini anlatan Korkmaz, ama ikisinin de ne yüzlerinde ne bedenlerinde herhangi bir yorgunluk ifadesi olmadığını, aksine ziyaretin heyecanı olduğunu ifade ediyor.

Korkmaz, Ertuğrul Özkök'ün kendisine ilk olarak Kâbe'nin çok önemli bir yer olduğunu söyleyerek, oraya nasıl gidebileceklerini ve ziyaret adabını sorduğunu aktarıyor. Ertuğrul Özkök ile ilgili ilk intibalarının ise şöyle özetliyor: "Ertuğrul Bey gördüğüm kadarıyla buralarla alakalı ve çok kültürlüydü. Açıkçası bu kadarını beklemiyordum. Gelmeden önce burayla ilgili önemli kitaplar okuduğunu söyledi. Ertuğrul Bey dersine çok güzel bir şekilde çalışmış, hazırlığını yapmıştı." Osman Korkmaz, kendisine ayrıca Kâbe'yle ilgili olarak "Kâbe ne zaman yapılmış, ne zaman ziyaretler başlamış, ne zaman cazibe merkezi haline gelmiş?" gibi sorular sorduklarını ekliyor.

ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN DİLİ DUAYA ÇOK YATKIN

Ardından Kabe'ye ziyaret hazırlıklarının yapıldığını belirten Korkmaz, ilk Kabe ziyaretini şu kelimelerle anlatıyor: "İlk önce hazırlıklar yapıldı, niyetler yapıldı. Telbiyeler söylendi. Özkök'ün dili dualara çok yatkın, söylediklerimizi çok rahat bir şekilde söylüyor. Ben çok samimi olduklarını gördüm." Korkmaz ayrıca Özkök'ün ziyaretten sonra kendisine Müslüman olduğunu söylediğini belirterek, burada da ilk defa namaz kıldığını itiraf ettiğini aktarıyor. Korkmaz, Özkök'ün tavaftan sonra iki rekat namaz kıldığını söylüyor.

Özkök veya Hakan'da "ihramı ilk giydiklerinde düşecek" diye bir endişe olup olmadığı konusunda ise "İlk defa ihram giyen herkeste aynı duygular oluyor. 'Acaba bir tarafım açılır mı, acaba düşer mi, uygun durdu mu üzerimde' gibi." şeklinde konuşuyor.

HER ŞEYE RAĞMEN HİÇ YORGUNLUK BELİRTİSİ GÖRMEDİM

Korkmaz, Ertuğrul Özkök'le ilgili olarak şöyle devam ediyor: "Ben şunu gördüm. Özellikle Ertuğrul Bey çok samimiydi ve şöyle itiraf ediyordu: 'Kâbe beni bu kadar etkilemeyecek zannettim.' Kâbe'ye bakıyor, orada dualarını yapıyordu. Çok heyecanlı ve istekli olduğunu gördüm. Yaklaşık bir tavaf, bir say 5 kilometredir. Ama buna rağmen hiçbir yorgunluk belirtisi görmedim. O heyecanla, o istekle ibadetlerini tamamladı. Ertuğrul Özkök, bir taraftan Kâbe'yi seyrediyor, bir taraftan 'Bu kadar beklemiyordum Kâbe'nin beni bu kadar etkileyeceğini' diyordu. İnsanlara bakıyordu. İnsan selinin içine girmesi, dualar etmesi, Say'daki koşuşturması, Kâbe'yi ikinci kattan seyretmesi farklıydı. 'Burada ben gerçekten bizim fark edemediğimiz o İslam'ın güzelliklerini, o Müslümanları gördük' demesi çok güzeldi."

"İslam'a farklı açılardan bakanlar ilk önce gelsinler Harem'e (Kâbe'ye) bir girsinler... Buradaki İslam'ı buradaki Müslümanları bir görsünler." şeklinde konuşan Osman Korkmaz, Ertuğrul Özkök'ün de sürekli olarak "Biz farklı bekliyorduk buradaki insanları." dediğini aktarıyor.

Rehberlik yaptığı ünlüler arasında sanatçılar ve önemli işadamları olduğunu söyleyen Korkmaz, "Gezdirdiğim, rehberlik yaptığım şahıslardan en samimi gördüğüm insanlardan biri Fatih Kısaparmak beydi. O çok etkilenmişti." diyor.

aktifhaber

Taha Kıvanç
Yeni Şafak Gazetesi
Kim doğru söylüyor, kim gerçeği yamultuyor

16 Eylül 2009 Çarşamba 09:23Yaşını başını almış biri neden ağzını bozar, doğru söylemediği kısa sürede ortaya çıkacağı halde neden gerçekleri yamultur? Bu soruyu psikiyatrist Prof. Aysel Ekşi'ye de sorabilirdim, ama şimdilik gazetemizin 'Pazar' ekinde hoş tahliller yapan psikolog Ceyda Şenel'e emanet ediyorum.

Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi'nin kan damlayan kaleminde ben 'dedikoducu', 'borazancıbaşı' ve 'gizli faşist' oluyorum; kendisiyle yapılan bir röportajda benden 'maraz' veya 'mariz' diye söz etmesine bakılırsa dili daha da keskin.

Gerçekten üzerinde durulması gereken bir nokta bu 'ağzı bozukluk' konusu...

Oktay Ekşi 27 Mayıs (1960) sonrasında darbeciler tarafından kurulan 'Öncü' adlı gazetenin en önemli isimlerindendi. Oradan 'Kurucu Meclis' üyeliğine getirildi, sonra 'mahalli kâtip' kontenjanından Türkiye'nin Londra Büyükelçiliği'nde göreve getirildi. Beş yıl kadar bir süre Londra'da yaşadıktan sonra benzeri bir süreçle Almanya'ya giden 'Öncü' kadrosundan Altan Öymen'le aynı gün Türkiye'ye döndü.

Altan Bey de 'Öncü' yayın yönetmenliği sonrası Kurucu Meclis üyesi olmuş, basın ataşesi atanarak Frankfurt'a gönderilmişti.

Bu noktada nâçizane bir teşekkürü Altan Öymen'e sunmak istiyorum. Mehmet Gündem'in pazartesi günü yayımlanan söyleşisinde 'Öncü' gazetesiyle ilgili sorulara cevap verirken -tezimi küçümsese bile- gerçekleri yamultmadığı için bu teşekkürüm...

Onun ne dediğine girmeden önce Oktay Ekşi'nin "Türkiye'de bugün geçerli olan medya düzeni 27 Mayıs darbecileri tarafından kurulmuştur" tezimle ilgili söylediklerine biraz yakından bakmakta yarar var. Akşam'dan Nagehan Alçı'nın kendisine yönelttiği bir soruya cevap verirken sözü bana ve tezime getirip arkamdan resmen şu 'dedikodu'yu yapıyor Oktay Bey:

"Aklına bir şeyi koymuş. '1960'lardan beri basın içindeki cunta köşeleri tutmuş, borusunu öttürüyor' diyor. Dönüyor, dolaşıyor 'Öncü gazetesinde Oktay Ekşi, Altan Öymen vardı' diye anlatıyor. Şimdi fotoğrafları çıkarayım, Öncü gazetesinde kimler varmış, görürsünüz..."

Nagehan Alçı bu cevabın yanına parantez içinde şu notu düşmüş: "Bir tomar siyah-beyaz fotoğraf çıkarıyor. İçinde bugüne kalan Ekşi ve Öymen dışında kimse yok."

Hımm...

Simaları tanımayabilecek genç bir gazeteciye gösterdiği fotoğrafla ne yapmaya çalıştığını sizlerin idrakine bırakayım ve aynı konuda Altan Öymen'in dediklerine bakayım.

Mehmet Gündem konuğuna isim isim soruyor: "Sizin yayın yönetmeni, Oktay Ekşi'nin istihbarat şefi olduğu Öncü'de Orhan Duru, Nilüfer Yalçın, Oktay Kurtböke, Mustafa Özkan, Mete Akyol, Mehmet Ali Kışlalı, Mustafa Ekmekçi, Yaşar Aysev, Erdoğan Tokatlı, Hıncal ve Öcal Uluç kardeşler yok muydu?"

Ne demesini beklersiniz? Oktay Bey gibi "Yoktu" diyebilirdi, ama öyle yapmıyor Altan Bey, "Vardı" diyor...

Mehmet Gündem kibar, biraz önce Öncü'nün Alparslan Türkeş'le ilişkisinin bulunmadığını söylemesine aldırmaksızın şu soruyu da yöneltiyor konuğuna: "Nilüfer Yalçın, Öncü için 'Alparslan Türkeş'in çıkarttırdığı bir gazetede biz çalışmışız ama haberimiz yoktu. Oktay Ekşi istihbarat şefimizdi, ben yazı işleri müdürüydüm, Altan Öymen yayın yönetmeniydi' diyor."

Cevabı birlikte okuyalım: "Öncü'nün sahibi Ziya Tansu'ydu. Uzun süredir İktisadi Haberler Ajansı'nın da sahibiydi. (..) Türkeş gazete çıkarmak istemiş, bazı temaslarda bulunmuş. Ziya Bey'i de tanıyormuş, onunla da temas etmiş, Milli Birlik Komitesi içinde itirazlar olunca vazgeçmiş. Biz de başlangıçta bundan şüphe etmiştik. Ziya Bey'le konuşurken konu açıldı, yoksa o gazete bu mu dedik, alakası yok dedi. 'Size kimse karışmayacak' dedi, bunu belirten bir mukavele yaptık ve yayın yönetmenliğini kabul ettim. Ekip kurduk, birkaç ay çalıştık.

"Ama bir süre sonra şu görüldü: Gazetenin idari yöneticileri, Ziya Bey'in yakınları… Onlar gazeteye bazı yazılar getiriyorlar. Yayınlanmasını istiyorlar. Bizim ilgili arkadaşlarımız bunu kabul etmiyorlar. Konuyu bana getiriyorlar. Yani, bir çekişme başladı gazetede… (..) Anlaşıldı ki, Türkeş ve arkadaşları Ziya Bey'le teması kesmemişler."

Demek ki neymiş?

Bir son not: 'Öncü' gazetesinin sahibi görünen Ziya Tansu'nun ağabeyi İsmail Tansu -sonradan anılarını 'Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu' adıyla yayımladığı için biliyoruz- Türkiye'nin ilk özel harp subaylarındandı ve Kıbrıs'taki TMT'yi o organize etmişti.

Altan Öymen'in "Ziya Bey'in yakını" dediği ve kendilerine "Şunu yayınlayın" diye haber ve yazı getiren Öncü'deki idari görevli İsmail Tansu'ydu.

Oktay Ekşi bir de bu gözle bakarsa belki Nagehan Alçı'ya gösterdiği grup fotoğrafında İsmail Tansu'yu fark edebilir.
aktifhaber

Hürriyet'in 10 Kasım foto mesajı !
11 Kasım 2009

Hürriyet 10 Kasım'ı bakın nasıl değerlendirdi. Gazete Anasayfadan kullandığı fotoğrafla ince bir mesaj verdi.Bakın Cumhuriyet Kızı Nasıl oluyormuş!


O FOTOĞRAFLA NE DEMEK İSTEDİ
Dün ajanslardan geçen yüzlerce fotoğraf arasından Hürriyet gazetesi manşete kullanmak için mini etekli bir kızın ön planda olduğu bu fotoğrafı kullandı. Hürriyet gibi büyük bir gazete bu fotoğrafı tesadüfen kullanmış olmazdı. Peki seçilen bu fotoğrafla verilmek istenen mesaj neydi.

FOTO MESAJ ALINDI MI
10 Kasım gibi manidar bir günde Ata'nın huzurunda bir Cumhuriyet kızının ön planda olduğu bir fotoğrafın kullanılması haberde direk yapılmamış olsa da fotoğrafla yapılan laik Türkiye vurgusundan başka bir şey değildi. Laik, anti laik tartışmalarının gündemde olduğu, "Türkiye ılımlı İslam Cumhuriyeti'ne mi gidiyor" sorularının sıkça sorulduğu bu günlerde o fotoğraf sıradan bir anma fotoğrafından fazla anlam taşıyordu. Bazen sadece bir fotoğraf söylemek istediğiniz her şeyi tek başına anlatır. İşte parçaları birleştirin "10 Kasım'da Anıtkabir'de Ata'nın huzuruna çıkmış bir Cumhuriyet kızı.." foto mesaj alındı mı?
en son haber

Hasan Karakaya
Vakit Gazetesi
Hürriyet, 5 yıl önce... “Sus, bunları telefonda konuşma!”
19 Kasım 2009

Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, önceki gün Sarıyer’deki Hakimevi’nde “gazete temsilcileri”yle yaptığı toplantıda, konu bir ara gündeme gelmiş; geçmişte “Yargıtay Başkanı’nın da dinlendiği”nden söz edilmişti ama, üzerinde pek durulmadı... Bir ara, “Çakıcı” ve “Hürriyet” isimleri telâffuz edildi ama, ne yalan söyleyeyim; benim jeton düşmedi... Toplantı bitip de, gazeteye döndüğümde, aynı zamanda “hukukçu” olan Ali İhsan Karahasanoğlu kardeşimle bir “durum değerlendirmesi” yaptık...
“Geçmişte Yargıtay Başkanı’nın da dinlendiğini, konuşmaların Hürriyet’te manşet yapıldığını” hatırlattığımda, Ali İhsan kardeşim; “Ne tevafuk” dedi;
“Şimdi ben de o konuyu yazıyordum!”
Akşam gazete önüme gelip, “yazı”yı okumaya başlayınca, jeton düşmeye başladı...
Ali İhsan kardeşim, özetle diyordu ki;
“Yüksek yargı isyanda... Telefonları dinleniyormuş... Onun için büyük kızgınlık içindeler..
Baro başkanları da, parası kamu kurumundan olmak üzere, gazete ilanları verip yargının dinlenmesine itiraz ediyorlar.
Sokaklara dökülmek için hazırlık yapıyorlar!
İyi de, bu dinleme hikâyesi, yeni bir şey mi?
Daha önceki dinlemelerde, niye bu kadar cevval değildiniz?
Örneğin; Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın, mafya babası Alaattin Çakıcı’nın dosyası için yaptığı görüşmeler deşifre olduğunda..
Ne çabuk unuttuk değil mi?
O telefon konuşmalarında; Çakıcı’nın adamı olan müteahhit, Yargıtay Başkanı’ndan bir şeyler istiyordu, değil mi?
Ne oldu, o tarihte barolar ve yüksek hakimler topluca ayağa mı kalktılar?”
DİNLEMELERDEN ERTUĞRUL DA ŞİKÂYETÇİ!
Doğru ya; bugün, hem de “yargı kararıyla” yapılan “telefon dinlemeleri”ne karşı çıkıp, bunu bir “kampanya” haline dönüştürenler, üstelik de, bu dinlemelerin “Hükümet’in talimatıyla yapıldığını” iddia edenler, geçmişte o dinlemeleri “manşet”lerine çekmişler, konuşmaları “çarşaf çarşaf” yayınlamışlardı!..
Hem de, “özel hayatın gizliliği” ilkesini hiçe sayarak, hem de “dinleme”lerin “yasal” mı, “yasadışı” mı olduğuna aldırış etmeyerek!..
Bunu ifade ettikten sonra, gelelim “madalyonun öteki yüzü”ne...
Olacak ya;
Ali İhsan kardeşimin yukarıdaki yazısını okuduktan sonra, Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’teki yazısını okudum...
Ertuğrul, 14 Kasım tarihli Milliyet’te yer alan “Ergenekon’la başladı, bayanlarla bitti” başlıklı “küçük bir haber”den yola çıkarak, özetle diyordu ki;
“Şimdi elinizi vicdanınıza koyun.
Bazı askeri şahısların bilgisayarlarında, evlerinde birtakım insanlarla ilgili “fişlemelerin” bulunduğunu okuyoruz.
Bunlar bir darbe hazırlığı olarak değerlendiriliyor.
Fişlemeler gerçekten irkiltici.
Peki telefonları dinlenen insanlar hakkında, isnat edilen suçlar dışında bilgi toplamak, özel hayatına girmek ne anlama geliyor?
Yani böyle bir şeyi askerler yapınca “darbe hazırlığı” oluyor, ama sivil müfettişler yapınca “demokrasiye hizmet” oluyor, öyle mi?
Siz de bunu yazınca, “Ergenekon’u karartmaya çalışmakla” suçlanıyorsunuz.
(...)
Gerçekten de telefonları dinlenen hâkim ve savcıların özel hayatları hakkında toplanan bu bilgiler, rapor haline getirilip dosyalarda saklanıyor mu?”
“Birçok insanın legal veya illegal yollardan dinlenmiş telefonları dava dosyalarına kondu.
İşine gelen gazete illegal yoldan dinlenmiş telefonlar üzerine manşetler attı, gazeteci bunun üzerine suçlayıcı yazılar yazdı.
Nedense hiçbir savcı veya polis bunları dinleyenlerin, yayanların üzerine gitmedi.
Biz böyle bir çifte standartla demokrasiye ulaşabilir miyiz?”
2009 Kasım’ında bu soruyu soran Ertuğrul’a, ben de sormak istiyorum.
Bugün “Telekulak depremi” veya “Yargı ayakta” başlıkları atan ve “yargının dinlenmesi”ne, dolayısıyla da “telefon konuşmalarının gazetelerde yayınlanmasına” karşı “kampanya” başlatan sizler, geçmişte aynısını yapmamış mıydınız?..


Bugün diyorsun ki;
“İşine gelen gazete, illegal yoldan dinlenmiş telefonlar üzerine manşetler attı, suçlayıcı yazılar yazdı!”
Tamam da, dün “aynısını” sen yapmadın mı?.. Aynı “çifte standart”a sen de imza atmadın mı?.. Ne yani, o konuşmalar “legal” yollardan mı elde edilmişti?



HÜRRİYET’İN 5 YIL ÖNCEKİ MANŞETİ
En başta dedim ya;
Ali İhsan Karahasanoğlu kardeşim yazmasaydı, “Yargıtay-Çakıcı-Hürriyet” meselesinde benim jeton düşmeyecek, dolayısıyla, “Ertuğrul’un yazdıkları”na “eyvallah” diyecektim.
Ama, jeton düşünce;
“Sen bari yapma Ertuğrul” dedim, “Sen bari çifte standarttan, legaliteden söz etme!.. Ortada bir çifte standart varsa, bunun feriştahını yapan sensin!”
Gerçi; “Hafıza-i beşer, nisyan ile malûldür”, yani insanlar, benim de unuttuğum gibi “unuturlar” ama, bir “hatırlatan” çıkınca da; “manşet”ler, detaylarına varıncaya kadar, gözler önüne geliverir.
Şimdi, gayet net hatırlıyorum ki;
20 Ağustos 2004 tarihli Hürriyet’in manşetinde şöyle bir başlık vardı:
“Sus, telefonda bunları konuşma!”
Ve, “hüküm” cümlesi:
“Yargıtay’dan mafya lideri Alaattin Çakıcı hakkında olumlu karar çıkması için bazı kişilere para verildiği ortaya çıktı.”
Lütfen dikkat;
“İddia edildi” veya “ileri sürüldü”, ya da “öğrenildi” denilmiyor, doğrudan çakılıyor: “Ortaya çıktı!”
Yani, “ispatlı, belgeli” bir haber!..
Peki, bu “ortaya çıkma” nasıl olmuş?..
Elbette “telefon dinlemeleri”nden!..
Hem de, “özel görüşmelerin dinlenmesi”nden!..
Nasıl mı?.. Buyrun 20 Ağustos 2004 tarihli Hürriyet’in manşetindeki ayrıntıları birlikte okuyalım:
“Bodrumlu müteahhit Hakkı Süha Şen’in kadın arkadaşı Serra Yaşar’la yaptığı telefon konuşmaları, Yargıtay’daki dosyasının lehine sonuçlanmasını isteyen Alaattin Çakıcı’nın araya ‘para’ soktuğunu ortaya koydu. Ancak paranın kime, nasıl verildiği konuşmalardan anlaşılmıyor.
Organize suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı’nın yurtdışına kaçışı olayıyla ilgili olarak yürütülen ve Yargıtay ile MİT’e de uzanan soruşturmada işin içine ilk kez akçalı konular da girdi.
Çakıcı ile birlikte hareket eden organizasyondaki kilit kişi Bodrumlu müteahhit Hakkı Süha Şen’in, birlikte yaşadığı kadın arkadaşı Serra Yaşar ile yaptığı bir telefon görüşmesinin bant kayıtları, Yargıtay’daki dosyasının kendi lehine sonuçlanabilmesi için Çakıcı’nın ‘para’ faktörünü de devreye soktuğuna işaret ediyor.


SERRA YAŞAR’A “SUS” UYARISI
Buna göre, sık sık Ankara’ya giderek Çakıcı dosyası için Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya ve Yargıtay Genel Sekreter Yardımcısı Ercan Yalçınkaya ile görüşen Şen, sıkça Serra Yaşar’la da telefonda konuşarak, ne yaptığı hakkında bilgi veriyor.
Şen, bu konuşmalardan birinde Serra Yaşar’a, Yargıtay Birinci Ceza Dairesi’nde Çakıcı ile ilgili çıkan kararın olumsuz bir şekilde sonuçlandığını anlatıyor.
Kilit ifade Serra Yaşar’ın bu haberi duyduğunda verdiği tepkide ortaya çıkıyor.
Çünkü, Serra Yaşar şaşkınlığını gizlemeyerek, ‘Nasıl olur, üstelik para da verilmişti’ diyor.
Şen, telefonda bu ifadenin kullanılması üzerine Serra Yaşar’ı uyarmak gereğini duyuyor ve ‘Sus, telefonda böyle şeyler konuşma’ dedikten sonra telefonu kapatıyor.
Dinleme kayıtlarındaki bu kilit cümle, işin içine para faktörünün de girdiğini göstermekle birlikte, paranın kime ve nasıl verildiği konusunda bir açıklık taşımıyor.
KARAR ÇANTAMDA, ALIP GETİREYİM!
Aynı kayıtlar Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın Alaattin Çakıcı ile ilgili Yargıtay Birinci Ceza Dairesi’nin kararının bir kopyasını alarak çantasına koyduğunu ve yanında taşıdığını da ortaya koyuyor.
Buna göre, müteahhit Hakkı Süha Şen kendisini arayıp Çakıcı’nın durumu hakkında bilgi istediğinde, o an evde olduğu tahmin edilen Özkaya, ‘Bir dakika kararı çantamdan alıp geleyim’ diyor.
Özkaya, kısa bir sessizliğin ardından telefona dönüyor ve Şen’e karar hakkında bilgi veriyor, ne anlama geldiği hakkında yorum yapıyor. Özkaya, kararın Çakıcı’nın aleyhine olduğunu belirttikten sonra bu aşamadan sonra yapılabilecek bir şey olmadığını da aktarıyor.”
Hürriyet’in ve Milliyet’in, o günlerde “kampanya” haline dönüştürdüğü bu haberlerin devamında; “daha başka pislikler” de sıralanıyor...
Meselâ, “Çakıcı’nın Hakkı Süha Şen’e talimatları” ve Şen’in Yargıtay’a kadar gidip, “Çakıcı için kulis” yapması, Eraslan Özkaya’nın; “Çakıcı için defalarca gelip ricada bulundu ama onu tersledim” demesi filân!
Peki, Hürriyet, bunca bilgiye nasıl ulaştı?..
Elbette, “telefon konuşmaları”ndan!..
Biraz önce dediğim gibi;
O günlerde manşetten yayınlanan bu telefon konuşmaları “yasal” mıydı, “yasadışı” mıydı, bilmiyorum!..
Bildiğim ve dediğim şu ki;
Bugün “Telekulak depremi” başlığı atıp, “yargı camiasının, gelişmeleri kaygıyla izlediğini” iddia eden Hürriyet, dün yani 20 Ağustos 2004’te, hem de “Yargıtay Başkanı” ile ilgili “telefon görüşmeleri”ni manşetten yayınlamakta hiçbir sakınca görmüyordu!..
Üstelik, “ortaya çıktı” diyerek!..
Yani, ortada “mahkeme kararı bile yok”ken!..
Üstelik, Eraslan Özkaya, henüz “şüpheli” veya “sanık” bile değilken!..
DÜN DE, BUGÜN DE HEDEF HÜKÜMET!
Diyorlardı ki; “Para aldıkları ortaya çıktı!”
Söyle be Ertuğrul;
O gün yaptığın, bir “yargısız infaz” ve bir “linç” değil miydi?..
Bugün kalkmış;
“İllegalite”den ve “çifte standart”tan yakınıyor, “demokratlık” rolüne soyunuyorsun!..
Peki, 2004’te “antidemokrat” mıydın?!?..
Sözüm, sadece sana değil...
Sözüm, “dün, dündür” diyen herkese!.. Dün “dut yemiş bülbül” olup, bugün “aslan” kesilen herkese!..
“İktidar, ülkeyi faşizme sürüklüyor!.. Yüksek yargıyı bile dinliyorlar!.. Adım adım despotizme gidiyoruz” diyen herkese!..
Yani, “yargı”ya da, “baro”lara da, “gazete”lere de!
Evet, herkese söylüyorum!..
Çünkü, “dinlemelere isyan korosu”nun amacı, dün nasıl “Hükümeti sindirmek” idiyse, bugün de “amaç”ları aynıdır!..
Çünkü, bu “kampanya” sonrasında Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın kılına bile dokunulmamış, Özkaya; 1 Aralık 2004’te “yaş haddinden dolayı emekli” olmuştur!..
Demek ki, hedef o değildi...
Dün, telefon dinlemelerine “dilsiz, sağır ve kör” kalanlar ile bugün “Bremen Mızıkacıları” rolüne soyunup sokağa dökülenler, aynı kişiler, aynı kurumlardır!..
Hedefleri, dün de “demokrasi” değildi, bugün de!..
Hedefleri, dün de “Hükümet”ti, bugün de!..
Anlamıyoruz sanmasınlar!..
Bu “numara”ları yutacak kadar aptal değiliz!..


Sabah yazarı Engin Ardınç, bugünkü köşesini Doğan Grubu'na ayırdı: "Aydın Doğan Beyefendi Hazretleri'nin bazı gazetelerine bir haller oldu, hemen ağız değiştirdiler"

28 Kasım 2009 - Sabah yazarı Engin Ardıç, bugünkü köşesini Doğan Grubu'na ayırdı

Ağız değiştirdiler!

Aydın Doğan Beyefendi Hazretleri'nin bazı gazetelerine bir haller oldu ki değme gitsin...

Yok canım, artık "bana bulaşmıyorlar" bir süredir, onu kastetmiyorum. Belki utandılar, belki sıkıldılar, bilemem.

"Hükümete ve gündeme bakışlarında" belirgin bir değişiklik var.
Dün sabah birini açtım baktım, aaa, san ki Taraf gazetesi mübarek!
"Kafes" operasyonunda önce verilmeyen, sonra da verilen "tutuklama kararlarına" övgüler düzmüşler... "Geç kaldıkları" için de "lisan-ı münasip" ile özür dilemişler...

İşin ciddiyet kazanmasını beklemişlermiş, onun için topa girmemişlermiş...
Gayrımüslim vatandaşlara saldırılar düzenlemeyi, azınlık gazetelerini okuyanları fişlemeyi, müzelere bomba koyup çocukları öldürmeyi planladığı ve bunu da "ülkede kargaşa yaratmak, hükümeti sarsmak ve Avrupa'yı Türkiye'den soğutmak" amacıyla düzenleyeceği ileri sürülen bir darbe örgütü söz konusu... Özellikle deniz kuvvetlerinde odaklanmış, içinde amiraller falan olan bir cunta... Ortada henüz karar yok tabii, soruşturma ve bazı albaylarla yarbaylar için tutuklama var.

Aydın Bey'in bir başka gazetesi, Mustafa Balbay'ın "ben Silivri'deyim, paşalar nerede" lafını pek beğenmiş, birkaç gündür yazıp duruyor.

Biz söylesek hakaret ederlerdi, Balbay "onlardan" ya, kıymete binmiş...
"Madem bizim arkadaşları yaktınız, onları da yakın" demeye getiriyorlar...
Hayrola beyler, gözünüze ne göründü?

Şimdi cuntacılar hakkında tutuklama kararı çıktı diye sevinen, konuyu "vakitlice yazamadığı" için özürler dileyen sizler, şu ünlü "cumhuriyet mitinglerine" elinde tuzlukla koşanlar değil misiniz?

Son üç-dört yıldır hükümete en ağır şekilde saldıran, bizlere de en ağır hakaretleri edenler kimlerdi?

Aydın Bey ve Zafer Bey istedikleri inşaat izinlerini koparabilsinler diye hükümeti devirmeye çalışan, Türkiye'yi durduk yerde babalayan, okuyucunun sinirlerini yay gibi gerdikçe geren, huzur kaçıran, "memleket ha battı ha batıyor" havasını yaratan kimdi? İstediği gibi at oynatabilmek için "zayıf koalisyon" fikrini sürekli işleyen kimdi?

Şimdi de "vallahi billahi biz çok demokratız" havaları...
Ne o yavrular, "yandaş" mı kesildiniz? Utanmıyor musunuz "liboşlara" destek olup "zinde kuvvetleri" yıpratmaya?

"Atatürk sağ olsaydı" bu yaptığınıza ne derdi bakalım?

Acaba bunda, birdenbire keşfettiğiniz "demokrasi aşkınızın falan" mı etkisi var, yoksa Aydın Bey'in vergi cezasını ödememek için çevirdiği bütün manevralar fos çıkınca sizde şafak attı mı?

"Belki kendimizi bu şekilde affettiririz" düşüncesi mi ağır basıyor, yoksa Aydın Bey'in gazeteleri ister istemez satacağı şimdi kafanıza dank etti de, "yeni gelecek patrona" hazırlık mı yapıyorsunuz?

İyi ama böyle küt diye de dönülmez ki yahu... "Basında Ertuğrul ilkelerini" mi uyguluyorsunuz? "Ben öyle bir dönerim ki dönme hızıma kimse yetişemez" demişti...

Bu kadar mı acil yahu durumunuz? Vah vah.

Aslında bu olup bitenlerde şaşılacak bir şey de yok. Bazı ciğerleri herkes tanır.
Yakın zamana kadar başınızda "bundan böyle vallahi billahi yalan haber yazmayacağız" diye manşet atmış bir adam yok muydu?

Ona bir şey olmaz. O gene kurtulur, siz yanarsınız... Söylemedi demeyin.

Engin Ardınç - SABAH

15 Aralık 2009
Ergenekon'dan Hürriyet'e Servis
Ergenekon soruşturması kapsamında hazırlanan iddianameler ve gizli tanık ifadeleri, basının nasıl yönlendirildiğini bir bir ortaya çıkarıyor

Ergenekon üyelerinin, Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinin yanı sıra Hürriyet gazetesini de kullandığı ortaya çıktı. Ergenekon tutuklusu emekli tuğgeneral Levent Ersöz, AK Parti milletvekillerinin, bir mescidde Mustafa Sungur Hoca ile gizli çekilmiş fotoğraflarını Hürriyet gazetesine servis etmiş. Ergenekon iddianamesinin ek klasörlerinde yer alan gizli tanık Ahmet Faruk'un ifadelerine göre, Hürriyet gazetesinde yer alan istihbarî haberin kaynağı Ergenekon!.. Fotoğrafı bizzat Levent Ersöz'ün yakınında çalışan gizli tanık Ahmet Faruk çekmiş…

Ergenekon Terör Örgütü üyelerinin Cumhuriyet gazetesi ve Milliyet gazetesinin yanı sıra Hürriyet gazetesini de kullandığı ortaya çıktı.

Ergenekon soruşturması çerçevesinde yargılanan emekli Tuğgeneral Levent Ersöz, AK Parti milletvekilleri Ali Yüksel Kavuştu ve Kenan Altun'un, bir mescidde Mustafa Sungur Hoca ile gizli çekilmiş fotoğraflarını Hürriyet gazetesine servis etmiş. Hürriyet gazetesi de, Levent Ersöz'ün yakınları tarafından getirilen söz konusu fotoğrafları haberleştirerek yayınlamış.

GİZLİ TANIK, HÜRRİYET'İN HABER KAYNAĞINI AÇIKLADI!

Ergenekon Terör Örgütü'ne yönelik hazırlanan ikinci iddianamesinin ek klasörlerinde yer alan gizli tanık Ahmet Faruk'un ifadeleri, Hürriyet gazetesinde yer alan istihbarî bir haberin kaynağını ortaya çıkardı.

23 Nisan 2006 tarihli Gülden Aydın imzalı haberde, AK Partili iki milletvekilinin 4 Ekim 2003 tarihinde Beştepe Hacıbayram Mescidi'nde Bediüzzaman Said Nursi'nin talebesi Mustafa Sungur ile fotoğrafı yayınlanmıştı. Bir istihbarat raporuna girdiği söylenen fotoğrafla ilgili, "Nurcu Mustafa Sungur'un sohbet toplantısında elde edilen görüntü" ifadeleri yer aldığı ileri sürüldü. Gizli tanık Ahmet Faruk, savcıya verdiği ifadede bu fotoğrafın kendisi tarafından çekildiğini ve birkaç yıl sonra Hürriyet'e sızdırıldığını itiraf ediyor.

Ahmet Faruk, bu tür gayri resmi ve gizli istihbarat çalışmalarını Ergenekon sanığı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'le birlikte yaptıklarını anlatırken, şu ifadeleri kullanıyor: "Ben Mustafa Sungur hakkında medyaya itiraf şeklinde mektuplar yazacaktım. Mustafa Sungur'un erkek çocuklar ile cinsel ilişkiye girdiğini belirterek onu küçük düşürecektik. Bunların karşılığında Levent Paşa beni Hürriyet veya Doğan Grubu'nda başka bir yerde işe aldıracaktı. Hürriyet'te kendilerine çalışan bir ekibin olduğunu söylüyordu."

Ersöz'ün Ankara'da Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daire Başkanlığı'na atanmasıyla birlikte Ankara'da faaliyetlere başlayan gizli tanık Ahmet Faruk, "Buradaki çalışmalar tamamen siyasilere yöneliktir. Cemaat ilgisi olan milletvekilleri ile görüşülüp çekimleri yapılıyordu. (…) İstihbaratta çalışan Başçavuş Bayram Güleç'i cemaate ben sızdırdım. (…) Ankara'daki faaliyetlerimiz 1 seneye yakın sürdü. Bu çalışmalar neticesinde darbeye doğru gittiklerini anladım. Çünkü her defasında Ersöz Paşa, Başbakan'a küfür ederek, 'indireceğiz bunları' diye söylüyordu" şeklinde ifade vermiş.

Hürriyet gazetesi, 23 Nisan 2006 tarihinde yayınlanan haberini, istihbarat raporuna dayandırmış. Hürriyet gazetesinin, 4 Ekim 2003 tarihinde çekilen fotoğrafı yaklaşık üç sene sonra yayınlamasının sebebi, gizli tanık ifadesiyle ortaya çıkıyor.

DELİL KLASÖRLERİNDE ETÖ BÜLTENİ OLDUKLARI BELGELENDİ

Gazetemiz, Ergenekon Terör Örgütü'nün, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerine manşet attırdığını belgelemişti. Ergenekon iddianamesinin delil klasörlerinde, Ergenekon Terör Örgütü'nün gizli çektiği fotoğrafların, Aydın Doğan'ın sahibi olduğu Milliyet gazetesi ile Aydın Doğan'ın ortak olduğu Cumhuriyet gazetesinde aynen yayınlandığı yer alıyor.

İFTAR YEMEĞİNİ GİZLİ KAMERAYLA ÇEKMİŞLER

Ergenekon Terör Örgütü üyeleri; Ankara'da, Feyzeddin Erol tarafından 18 Kasım 2003 tarihinde verilen ve dönemin AK Partili Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu, Afyon Milletvekili Ahmet Koca, Diyarbakır Milletvekili İhsan Aslan, Kocaeli Milletvekili Muzaffer Baştopçu, Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Kaplan, Siirt Milletvekili Ömer Gülyeşil ve Van Milletvekili Maliki Ejder Arvas'ın katıldığı iftar yemeğini gizli kamerayla çekmiş.

GİZLİ ÇEKİM GÖRÜNTÜLER ERUYGUR VE TOLON'A

İftar yemeğinde çekilen görüntüler, Ergenekon Terör Örgütü yöneticisi olduğu gerekçesiyle yargılanan emekli Orgeneral Şener Eruygur ve emekli Orgeneral Hurşit Tolon'a getirilmiş. Şener Eruygur ve Hurşit Tolon'da bulunan gizli çekim görüntüleri, Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerine servis edilmiş.

ERGENEKON'UN GÖRÜNTÜLERİ CUMHURİYET VE MİLLİYET'TE MANŞET!

Cumhuriyet Çalışma Grubu tarafından 18 Kasım 2003'te gizli kamerayla çekilen iftar yemeği görüntüleri, Milliyet gazetesinde 3 Ocak 2004 tarihinde (47 gün sonra) "Şeyhinin dergâhında", Cumhuriyet gazetesinde de "Kutlu AKP'yi zorluyor" ve "Kutlu tarikat yemeğinde" başlıklarıyla manşetten yer almış.

Kaynak: Vakit

Ergun Babahan
Star Gazetesi
Yalancı çoban Özkök ve organize işler
09 Ocak 2010

İlk işareti Mustafa Karaalioğlu almıştı. Malezya modeli, mahalle baskısı, irtica korkusu tutmadı, şimdi yeni bir öcü gelecek gündeme diye yazdı, 24 Kasım 2009’da Star’daki köşesinde.

Hasan Cemal de önceki gün Milliyet’deki köşesinde gelişmeleri özetledi:

“2003-2004 darbe tertiplerini...

Yeni 28 Şubat çabalarını...

Sonra 2006 ve 2007’yi...

Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken özellikle 2007’de yaşanan ‘Çankaya savaşları’nı bir an gözünüzün önüne getirin.

Cumhuriyet mitingleri...

Anayasa Mahkemesi’nin 367’si...

Zamanın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Paşa’nın bizzat kaleme aldığını itiraf ettiği 27 Nisan Muhtırası...

Bunlar unutuldu mu?..

Ya da 2008’in kapatma davası...

Ergenekon’lu ve muhtıralı askeri tertiplerle, oyun içinde oyunlarla AKP’nin yolu kesilemeyince, bu kez 2008 yılı baharında devreye sokulan kapatma davası da, yani yargısal darbe girişimi de, sanıyorum unutulmamıştır.

Yüzde 47 oyla seçim sandığından yeni çıkmış bir iktidar partisini kapatma girişimi, hiç kuşkum yok, bu ülkenin demokrasi tarihine kapkara bir hukuk lekesi olarak geçecek.

Bütün bunlar daha dün yaşandı.

Ve hep birlikte yaşadığımız bu süreçte, Tayyip Erdoğan’la partisinin yolu demokrasi ve hukuku hiçe sayan yöntemlerle kesilmek istenirken, kulaklarımızdan hiç eksik olmayan sloganları anımsıyor musunuz:

Gizli gündem!

Laiklik elden gidiyor!

Tehlikenin farkında mısınız?..

İrticanın ayak sesleri!

O günlerde bu köşede çıkan bir yazı dizimin başlığı ise şöyleydi:

‘Tehlikenin farkında mısınız?.

İrtica değil faşizm!’

Şimdilerde bilmem dikkatinizi çekiyor mu? Aradan geçen bir kaç yılın sonunda gizli gündem, irtica sözleri artık çok fazla duyulmuyor.

Güncelleşen başka sloganlar var:

Demokrasi elden gidiyor!
Sivil faşizm!

Tek parti rejimi!”

Evet, Hürriyet’in eski yayın yönetmeni, Malezya Modeli, Mahalle Baskısı, 411 El Kaosa kalktı, Türkiye’nin 11 Eylül’ü modelleri fos çıkınca, yeni bir kavram oluşturdu.

Sivil faşizm.

Elinde epey alet var, bol bol kullanıyor.

Sosyoloğu Vatan’a 3 gün boyunca röportaj verdirtiyor, ardından o parlayan gazeteciler listesi yapıyor.

Yazının mürekkebi kurumadan parlak gazetecilerden biri, başka bir parlak gazetecinin NTV’de konuğu oluyor, diğer bir parlak çocuk CNN’e çıkıyor.

Organize işler bunlar.

Aklınca ya AK Parti’ye açılacak yeni bir davaya zemin hazırlıyor ya da yeni bir siyasi harekete yolaçıyor.

Sevil Atasoy danışmanlık yapıyor mu bilmem ama bu kadar Organize bir iş, arkada bir başka plan olduğunu gösteriyor.

Yazarına ‘’Petrol Ofisi’ne ceza yüzünden başımız dertte, Maliye Bakanı aleyhine yazma’’ diye talimat veren, gazetecilikle benzinciliği birbirine karıştıran adam, şimdi medyaya baskı var diye feryat ediyor.

Baba, baskı vardıysa, patronunun çıkarı için sen yapmışsın.

Patronun çıkarı aleyhine yazıyor diye bir yazarı atmış, diğerini kaçırmışsın.

Tayyip Erdoğan’a, Kemal Unakıtan’a şirin görünmek için sansürü sen uygulamışsın.

Yani gazetecilikle şirket çıkarlarını içiçe geçirip siyaseti getirip medyanın göbeğine oturtmuşsun.

Günahlarının bedeli ağır.

Ve unutma ki, sen ve arkadaşların yalancı çoban konumundasınız.

Kurt gelip yese bile kimse size inanmayacak.

Habire “Kurt geliyor” diye bağırıp durdunuz artık inandırıcılığınız yok.

Çünkü kral çıplak.

Etiketler: atatürk mustafa kemal kemalist atataürkçü laik içki alkol ndarbe mason kent otel asker emekli chp yargıtay gata Alemdaroğlu Hürriyet Atatürkçü, laik, Cumhuriyetçi şarapçı Ertuğrul özkök hac umre Tiraj Ahmet Hakan Şarapçı Takkeli Liboş Bekir Coşkun Emin Çölaşan Genel Yayın Yönetmeni namaz Altan Öymen Oktay Ekşi İsmail Tansu Ziya emin çölaşan Orhan Duru, Nilüfer Yalçın, Oktay Kurtböke, Mustafa Özkan, Mete Akyol, Mehmet Ali Kışlalı, Mustafa Ekmekçi, Yaşar Aysev, Erdoğan Tokatlı, Hıncal Öcal Uluç

YILMAZ ÖZDİL YIKILDI TESELLİ DÜNDAR'DAN

9 Mayıs 2010 09:40
Deniz Baykal'a hayranlığı ile bilinen Yılmaz Özdil, o görüntüler sonrası sonrası adeta yıkıldı, kendisini odasına kapattı!
Teselli ise kankası Uğur Dündar'a düştü!Yılmaz Özdil’in CHP Lideri Deniz Baykal’ın ahlak anlayışı ve dürüstlüğüne hayran olduğunu bilmeyen yoktur. Bu nedenle Yılmaz Özdil’in haberciliğinde ve köşe yazılarında Deniz Baykal’la ilgili pozitif davrandığı bilinir.

Hatta 2007 seçimlerinden önce Yılmaz Özdil’in Baykal’ın bu yönü üzerine yazdığı yazı, CHP’nin seçimde dağıttığı el ilanlarına konmuştu.

Özdil, Baykal’ın aile hayatına, eşi Olcay hanımı korumasına da defalarca değindi ve övgü dolu satırlar aktardı.

Baykal’ın siyasi geleceğine de umutla bakan Özdil, geçen ay Hürriyet’te yayınlanan Ayşe Arman’la yaptığı röportajda bu duygularını açıkça dile getirdi..

Yılmaz Özdil, Baykal’a olan hayranlığını dile getirdi ve şöyle bir diyalog ortaya çıktı:

Arman: Deniz Baykal için bir cümle söylemenizi rica etsem...

Özdil: Başbakan olacak.

Arman: Şaka yapıyorsunuz!

Özdil: Hayır. Hem de ilk seçimde?

İşte Yılmaz Özdil’in özellikle ahlak ve dürüstlüğü nedeniyle eleştirilme ve “Baykal Yandaşı” yaftası yeme pahasına savunduğu CHP Lideri Deniz Baykal kaseti sonrası yıkıldığı öğrenildi.

Özdil’in Baykal’ın eşi Olcay hanımı, kendi milletvekili, eski özel kalem müdürü ve en önemlisi evli bir kadınla aldatması karşısında şoka girdiği ve önceki gün adeta kendini odasına kapattığı öğrenildi.

Özdil’i Uğur Dündar’ın teselli etmeye çalıştığı belirtiliyor.

postmedya


En son Ekim tarafından Cmt Oca 09, 2010 9:59 pm tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Eyl 17, 2009 3:25 am    Mesaj konusu: Don lastiği gibi olunca Alıntıyla Cevap Gönder

Salih Tuna
Fikir fahişeliği sorunu değil

Değerli insan Oktay Ekşi dünkü yazısının başlığını “Dinin yarısı insaf” koymuş.

E'ee geri kalan yarısı da evlilikti zaten.

Bu durumda, insaf ile evliliği yan yana getirdin mi, dini bütün bir mümin oldun demektir.

Ayrıca “Güzele bakmak sevaptır” hükmü var ki, o da işin bonus kısmına giriyor galiba.

Oktay Bey'in din algısını teşrih masasına yatırırsak hepten rezillik elverecek, iyisi mi burada keselim.

Ama…

“Hürriyet gazetesinin başyazarına ne oldu da, aklınca dini referanslar dercetmeye başladı?..” diye de soralım.

Umre'ye gitmeyi kafaya koymuş da zihni hazırlık mı yapıyor yoksa?

Elbette değil.

Sayın Başbakan, Wall Street'e verdiği demeçte, astronomik vergi cezasına “çarptırılan” Aydın Doğan'ı, vergi kaçırdığı bahanesiyle enselenen Amerikalı ünlü gangster Al Capone'a benzetmiş ya, oraya takılmış işte.

Yani, Ruhat Mengi dahil mebzul miktarda Doğan Grubu yazarından farklı bir şey yapmamış.

Tek farkı, mevzua azıcık “din” karıştırmış.

Malum benzetmeyi yapmakla Başbakanın “insafsızlık” yaptığını belirtiyor. Bunu, “Dinin yarısı insaftır” başlığı altında dillendirmekle de, dininin yarısı gittiğini ihsas ediyor.

Son derece enteresan bir Oktay Ekşi insanıyla karşı karşıyayız.

Halbuki normal bir Oktay Ekşi insanı olsaydı…

Başbakan bizzat “dini” değil, “kumar haramdır” gibi herhangi bir “dinî” hükmü dillendirse bile, “Laik cumhuriyetin başbakanı dini hükümleri referans gösteremez…” diyerek velveleyi koparırdı.

Bu da, ondaki Allah vergisi laiklik hassasiyetinin tezahürü olurdu.

O ki…

Cumhurbaşkanının Bach yahut Beethoven yerine, Itri yahut Hacı Arif Bey dinleme ihtimalini, “Laiklik tehlikede…” şeklinde değerlendirebilecek kadar laikliğe duyarlı bir insandı, ondan bu beklenirdi.

Ne ki, bekleneni yapmadı; gitti, “dine - insafa” sığındı!

Demek ki, vergi cezası Doğan Grubu'nda müthiş bir travma oluşturmuş.

Eskisi gibi tehdit edecek mecalleri de yok.

Yaklaşık bir yıl önce, yolsuzluk yaptığını iddia ettikleri bir derneğin hizasına adını yazdıkları için isyan eden Başbakan'a, demediklerini bırakmamışlardı.

Mesela, Oktay Ekşi, eski kulağı kesiklerden olduğunu ifade edercesine, “Kendisinin Kasımpaşa sokaklarında çember çevirdiği tarihlerde biz bu kavgaların içindeydik…” diyerek Başbakan'a efelenmişti.

Şimdi insaf “dileniyor!”

Oysa hiç böyle bir adeti yoktu. Başbakana kızdığında Adnan Menderes'in akıbetini, darağacını falan hatırlatırdı.

N'oldu?!

Yine o vakitler “Meydanlara çıkıp bize sallayan ilk Başbakan da Recep Tayyip Erdoğan değil. Göreceksiniz, sonuncusu da olmayacak...” diye mahalle kabadayısı gibi tehditler savuran Mehmet Yakup Yılmaz'a ne oldu peki?

Ne olacak; “ironi”ye sığınmaya çalışarak kuyruğu dik tutmaya çalışıyor!

Gelgelelim “ironi” de kabul etmeyip kapısından sittir edince onu, ciğerinin lekesini koydu ortaya.

Hayır, “yasadışı vergi cezası” gibi garabet ötesi ifadesini kastetmiyorum.

Nihayetinde müktesebatıyla ilişkilendirilebilecek bir vahamet bu!

Cibilliyetini sergileyen lakırdıları kastediyorum.

Başbakanın konuşmalarında vehmettiği farklılıklardan hareketle, “Çifte kişilik sorunu değil…” şeklindeki ironi denemesini mesela.

Mahut cümle aynı anda iki gazeteye birden genel yayın yönetmenliği yaptığı dönemi akla getiriyor.

Bu gazetelerden birinde “demokrat”, diğerinde “militarist” bir çizgi tutturmaya çalışmıştı hani.

Bu, “Fikir fahişeliği sorunu değildi…” tabii.

Sadece çok özel bir yetenekti, hepsi bu!

YENİŞAFAK GAZETESİ

Şamil Tayyar
Don lastiği gibi olunca
Star
16 Eylül 2009

Yakın zamana kadar iktidarı destekleyen bir medya patronuna sormuşlar: “Turgut Özal'ı, Yıldırım Akbulut'u, Mesut Yılmaz'ı, Süleyman Demirel'i, Tansu Çiller'i, Necmettin Erbakan'ı, Bülent Ecevit'i, son olarak Tayyip Erdoğan'ı destekledin. Nasıl bir yayın politikan var? Her iktidarda değişiyorsun?”

Gülmüş patron: “Ben değişmiyorum ki, iktidardaki değişiyor. Ben her zaman iktidardan yanayım.”

Kimine göre, doğruluk payı olan bu fıkra gibi anekdot, son vergi tartışmasını özetleyen veciz bir hadisedir.

İktidarla ilişkiyi, nimet-külfet dengesinde nalıncı keseri gibi sürekli kendine yontarak biçimlendiren, denge aleyhte bozulduğu zaman “Atatürk”, “laiklik”, “basın özgürlüğü” gibi kutsal kavramlar üzerinden silahşörlüğe dönüştürenlerin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Yalnızlıklarının temel nedeni de budur.

OKTAY EKŞİ TAM GAZ

Fikri Akyüz ne güzel derlemiş eski yazıları.

Hürriyet'in Başyazarı 17 Haziran 2003 tarihli köşesinde bakın ne yazıyor: “Bu adama (Uzan'a) dikkat edin. Adam şirketleriyle vatanı karıştırıyor. Uzan ailesi para ödemeyi sevmez. Ama asıl mesele elbet bu değil. Amaç çok açık: Ben kanun kural tanımam. Böyle bir zihniyete (kör topal da olsa) 'bir hukuk devletinde' yaşadığı ve 'herkesin yasalar karşısında eşit olduğu' öğretilmezse, bu ihmalin bedelini hepimiz üstelik çok ağır şekilde öderiz.”

Ekşi, öyle hınç dolu ki, hükümete, “bildirin kanun tanımaz adama haddini” diyor.

Ama aynı adam, Aydın Doğan'a ceza kesilince, 21 Şubat 2009 günü ne yazmış, okuyalım: “Doğan Grubu'na 'Sizi de bazıları gibi mahvedeceğim' diyor. Ceza haksız, merak edenler geriye doğru yaşanmışları okuyup öğrensinler. Oradan ders alsınlar. O zaman anlarlar niçin 'Bu filmi ikinci defa görüyoruz' dediğimizi.”

Hangi ikinci film? Uzan'ın kellesi uçarken, “film” demiyordunuz...

YANDAŞ TUFAN TÜRENÇ

Hadi, Tufan Türenç'e bir bakalım şimdi. Tarih 16 Haziran 2003. Şöyle diyor: “Uzanlar hakkında her siyasi parti böyle cesaretli bir karar alamaz. Bu operasyona Uzan Grubu dışında ciddi bir itiraz da yok. Keyfi fiyat uyguluyorlar. Uzan cephesinden bakarsak, onlar bu operasyonu ne yazık ki hukuka aykırı bir eşkıyalık olarak tanımlıyor. Daha durun neler neler olacak, neler...”

AK Parti'ye bir övgü, bir övgü... Ben yazsam, söylemedikleri kalmazdı.

Mevzu Aydın Doğan olunca, Tufan Bey'in kalemi hemen kıvrıldı, 20 Şubat 2009 günü şöyle yazdı: “Hükümetin görevlendirdiği vergi denetçisi bir şeyler bulmak talimatıyla geliyor. Türkiye'deki laik demokratik rejim hızla hukukun dışına kayıyor. AKP iktidarında Uzanlar'ın ve daha birçoklarının başına gelenlerden sonra şimdi de Aydın Doğan'ı yok etmeye çalışmak hangi hukuka sığar?”

O da Oktay ağabeyi gibi Uzan'ı hatırladı. Uzan'ın üzerine gidince “cesur parti” diyordun, şimdi neden çark ettin?

YALÇIN DOĞAN FARKLI MI?

İşte, bir Yalçın Doğan klasiği. 17 Şubat 2003 günkü yazısına bakalım: “Uzanlar'a ait ÇEAŞ ile Kepez Elektrik'e el konmasına dair cesareti bundan önceki hükümetler gösteremiyor. Konumu ve gücü ne olursa olsun, bundan böyle hiç kimse yasalar karşısında kabadayılık yapma hakkına sahip değil. Kimseye imtiyaz yok. Kimseden korkmadan, yasaları uygulamak gerek. Hukuk devleti, yerine ancak böyle oturabilir.”

Yandaşlığın bundan ötesi olur mu? Bir iltifat, bir iltifat hükümete...

Oklar Aydın Doğan'a dönünce o da döndü. 10 Eylül 2009 günü şöyle yazdı: “Tayyip Erdoğan Doğan Grubu'na hınç ve öfkeyle saldırıyor. Emsali görülmemiş hukuka aykırılıklar ve sadece tek bir gruba yönelik aykırılıklar birbirini izliyor. Şimdi ses çıkarmayanlar günün birinde sıra kendilerine geldiğinde artık çok geç olduğunu anlayacak ama iş işten geçmiş olacak. Ceza demokrasiye kesiliyor, hepimize kesiliyor. Karanlığın farkında mısınız?”

DEVŞİRME DE KARŞIYMIŞ

Eskiler öyle de devşirmeleri farklı mı?

25 Mayıs 2007 tarihli Ahmet Hakan'ın yazısı: “Bir adam düşünün. Bankasının içini boşaltmakla suçlanıyor. 10 milyar dolarlık bir hortumlamadan yargılanıyor. Üstelik Cem Uzan'ın her tarafı açık...”

Açıkça, Uzan için “Hortumcu” diyor.

Şimdi Nişantaşı'nda limon direnişinde... Aman dikkat, sıkmasınlar seni...

Aklınıza gelebilir, hepsi mi böyle? Elbette, hayır. Mesela Yılmaz Özdil. Her zaman istikrardan yanadır. Dün Cem Uzan'a yalakalık yapıyordu, bugün Aydın Doğan'a...

İşin garibi, yaptığı işi, “fazilet” sanıyor.

Sizi tatlı su özgürlükçüleri sizi, Halep ordaysa arşiv burada...

Ertuğrul Özkök Umre'den Sonra Fetullah Gülen'i mi Ziyaret Edecek?
Yusuf İnan
Yerel Gündem

Ertuğrul Özkök'ü yakından takip ediyorum. Yazılarını, öne çıktığı ilginç haberleri ve en kritik anlarda topu taca atmasına bayılıyorum.

Ertuğrul Özkök'te bir kaç yıldır İslam'a karşı belirgin yumuşama görüyorum. Hürriyet Gazetesi'nin haberlerinde de değişiklik var. Sivri haberlerin yerini daha oval haberler aldı. Eski Hürriyet keskin sirke gibiydi, şimdi light şarap gibi.

Ertuğrul Özkök'ün gezi merakını bilmeyen yoktur. Aynı zaman da arşivci bir gazetecidir. Yıllar sonra Orgeneral İlker Başbuğ'u zora sokan iki kare fotoğrafta onun özel arşivinden çıkmıştı.

Genel Kurmay Başkanı olan İlker Başbuğ sivil kıyafetiyle ağlama duvarının önündeydi ve o anı ölümsüzleştiren de Ertuğrul Özkök'tü...

O fotoğrafın ortaya çıkışı da bir hayli ilginç. Kimden çıktı da bir anda gündeme geldi bilinememişti. Bir kaç gün sonra Ertuğrul Özkök ortada dolaşan fotoğraflardan daha fazlasını yayınlamış ve bunda ne var. Bu bir gezi ve gezi hatırası demişti.

Ben de dahil bir çok köşe yazarı, Genel Kurmay Başkanı için bu fotoğrafların kabul edilemez olduğunu yazmıştık.

Türkiye' de gündem çok hızlı değiştiği için, o günler de geldi ve geçti. Ertuğrul Özkök o günlerden sonra da hep oval yazılar yazdı. Yazılarında kimseyi incitmeme ön plandaydı.

Yeni yayın politikasında, ne insanların karşısına çıkıyor ne de yanında oluyordu...

Bu yaklaşım tarzı eski günlerini bildiğim Ertuğrul Özkök için şüpheli geldi. Bu arada Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı medya camiasına bomba gibi düşen makaleler yazmaya başladı.

Makalelerde; tasfiye olacak gazetecilerle ,tasfiye olunacak gazete yöneticilerinin profilllerini tanımlıyordu.

Zaman Gazetesi'nin ilk defa Ekrem Dumanlı ile gündem oluşturduğunu fark ettim. Ekrem Dumanlı ne yazarsa gündeme oturuyordu.

Bu ağırlığın Zaman Gazetesi'nin bir milyon tiraja ulaşmasından kaynaklandığı bir gerçek. Kısaca hızla muhafazakarlaşan dünyada güç dengeleri yer değiştiriyor.

Dünün gündem belirleyen Hürriyet'i, bu gün gündemin arkasından geliyor.

Hürriyet'teki arayışı Ayşe Arman ile de takip etmek mümkün... Ayşe Arman'da bu süreçte bir kaç kılık değiştirdikten, sonra çarşafa girdi !

Ayşe Arman'ın çarşafı Hürriyet için özel gündem olmuştu. Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan'ın umre seyahati de aynı çizgide değerlendirilebilir.

Ertuğrul Özkök'te bir insan, o da yaşlandığını hissedebilecek kadar zeki biri. Yaşlılığın etrafını sımsıkı sardığını fark ediyordur.

Yaşlılık, acizlik "Laik İzmir Çocuğu'nu da " etkisi altına almıştır. Ölüm düşüncesi az yada çok, onun da aklına gelmiştir.

İçindeki acabalar veya yıllardır gizlediği duygularını yeni yeni dışa vuruyor olabilir. İçinde olduğu mahallenin baskısından korktuğu için de bunca yıl beklemiş olabilir.

Ertuğrul Özkök'ün bundan sonraki durağı Amerika'da Fethullah Gülen'in yanı. Ertuğrul Özkök Umre'den sonra bir de Fethullah Gülen'den randevu alır da, orada on gün kalırsa tam gündem olur.

Çıplak ayakla o mağrur ifadenin altında acizliğini hissetmiş bir Ertuğrul Özkök portresi hayli düşündürücü.

İşte insan nereye kadar çıkarsa çıksın, sonu hüsran. Sonu yok olmak, unutulmak, hiç hatırlanmamak veya hep hafızalarda kalmak.

Ertuğrul Özkök gazetecilik hayatı içersinde fazla ön plana çıkmamış olsa da, unutulma korkusunu içinden atamamış.

Mesleğinin zirvesinden ayrılış vaktinin yaklaştığını hisseden Özkök, kendisi için halkın sinesinde barınabileceği bir yer arıyor. O yeri henüz bulmuş değil.

Bakalım arayışlar nereye kadar gidecek ?

17 Eylül 2009
Emin Çölaşan önemli itiraflarda bulundu

Programa Bekir Coşkun bağlandı. Çölaşan sinek avlayan Obama'ya özendi. Tayyar ETÖ'ye değindi.

Ömer Şahin’in hazırlayıp sunduğu ve Kanal A'da yayınlanan “Görüş Farkı” programına katılan Emin Çölaşan ve Şamil Tayyar’dan bomba gibi açıklamalar geldi. Üç saat süren programda Çölaşan, yaşadığı bazı olayları ilk kez anlatırken, önemli itiraflarda bulundu. Hürriyet’ten ayrılıp Haberturk’e geçen Bekir Coşkun’da programa telefonla bağlandı ve ilginç açıklamalarda bulundu.

İŞTE ÇÖLAŞAN'IN AÇIKLAMALARI

HÜRRİYET’TE İKEN PATRONUNU NİYE ELEŞTİRMEDİ:

“Sözlü olarak söylerdim ama tabiî ki yazamazdım. Hangi köşe yazarı yazabilir, patronu hakkında yazı. Bir babayiğit köşe yazarı çıksın da patronunu eleştirsin, mümkün değil böyle bir şey. Eşyanın taabiatına aykırı.”

SANSÜRLENİP DE YAZAN ONURSUZ DEMİŞTİM,BAŞIMA GELDİ

O sözü rahmetli Yavuz Gökmen için söylemiştim. O zaman yazılarım sansür edilmiyor. Ben de yazısının sansürünü kabul eden onursuzdur diye. Aşırı boyuta kaçmış yazı yazdım. Yavuza hitaben yazmıştım, ondan sonra bizim başımıza geldi. Tartışma programında bana soruldu. Ya insansınız orda milyonlarca insan sizi izlerken “evet yazılarım sansürleniyor” diyebilir miyim? Ama sansürleniyordu yazılarım. Hiçbir babayiğit gazeteci o ortamda benim yazılarım sansürleniyor diyemez. Ama hürriyettekilerin hepsi bilirdi. Hürriyet’te yazılanların yüzde 90’ı çöpe gider. Hacı Ertuğrul alır makası eline, keser,biçer. Şükrü Küçükşahin yazı gönderir. Bir bakarsınız iki saat sonra başka bir yazı daha geçmiş. Niye deyince, “Abi Ertuğrul Bey, telefon etti. Maliye Bakanı’nın aleyhine yazma,yazını değiştir dedi” der. O da yeni yazı yazar”.Bana Hacı Ertuğrul defalarca torununun üzerine yemin etmesine rağmen sözünü tutmadı.


PİJAMAYLA KARŞILANAN BAŞBAKAN MI İSTİYOR?

Siz niye korkuyorsunuz Başbakan sizden korksun,her gün sizi arayıp “emriniz var mı “diye sorsun sözlerim mecaziydi. Abartılı bir cümledir. Denge kurun demek istiyorum. Benim elimde o kadar para,medya olacak ve yanlış gördüğüm şeyi yazmayacağım. Olacak şey değil,bunlar korkuyorlar

RÖPORTAJ YAPANLAR, NİYE İŞ TEKLİF ETMİYOR?

Açıkça yanıt vereyim. Akşam Grubu’ndan teklif almadım. AKP’nin ilk yıllarında 2002-2003’te o zamanki Ankara temsilcileri Nuray Başaran, patronları adına transfer teklif etti. “Hayır” dedim. Fatih Çekirge’de Cem Uzan adına tam 3 kez transfer teklifinde bulundu ona da “hayır” dedim. Hürriyet’i seviyordum.

HÜRRİYET’TTE 24 MİLYAR MAAŞ ALIYORDUM

Turgay Ciner’le aylık 25 milyara el sıkıştık. Hürriyet’te iken 24 milyar maaş alıyordum. Bunlar çok yüksek ama isme verilen paralar. Dahasını söyleyeyim. Bu piyasada 120 milyar aylık artı 20 bin dolar kredi kartı harcama yetkili gazeteciler var.

AYDIN DOĞAN, MUHALİFLERİ ATAMAZ. SİGORTALARI BENİM

“Niye başkaların kovmuyor? Ben hepsinin sigortasıyım.herhangi birtanınmış ismi,muhalifi kovarsa kıyamet kopar;.kovamaz. benden sonra ikinci yazarını kovamazdı. Hürriyette,doğan grubunda yazı yazan bütün muhalif yazarların sigortasıyım”

YAZAR GİTTİ DİYE HİÇBİR GAZETE BATMAZ

“Hiçbir yazarın ayrılmasıyla, hiçbir gazete batmaz.bu hayat tecrübesidir.

HÜRRİYET’TE YAŞADIĞIM HER OLAYI GÜN GÜN NOT ETTİM
Her yaşadığım olayı günlük not alırdım

GÜNLÜK TUTMAM TABİKİ ETİKTİR!

Etik tabii, onların özel yaşamını açıklamıyorum ki, dedikodu,rivayet yok. Birebir yaşadıklarımız

EVET İNSANLARI YAFTALADIM

Evet Yaptım,yaftaladım. Ne yazdıysam doğrudur.

ERDOĞAN-BÜYÜKANIT GÖRÜŞMESİ GİZLİCE KAYDA ALINDI!

Yüzde yüz eminim o görüşme birileri tarafından banda alındı. Birilerinin gizli kasasında,cebinde var.

Suçlamıyorum kimseyi,tahminlerimi söylüyorum. Bunu herkes söylüyo. O gizli görüşmede birseyler oldu.

ÇÖLAŞAN: BÜYÜKANIT’I OKUYUNCA 27 NİSAN’A SAYGIM AZALDI

27 Nisan’a destek verdim. Büyükanıt daha sonra tek başına bunu kaleme aldığını,geceyarısı internet sitesine koyduğunu söyledi. Biz bunu bilmiyorduk,askerlerin ortak görüşü olarak değerlendiriyorduk. Benim o zaman bu şeye saygım azaldı. Ben zannediyordum ki, silahlı kuvvetlerin kurumsal tavrıymış,değilmiş…

BİR ASKERİ DARBEDEN ALLAH KORUSUN!!

27 Nisan’ı destekledim. Sandıkla gelen sandıkla gitsin görüşüne de katılıyorum. Allah korusun ya birdarbe olsa,neler yaşanacağını,nasıl kargaşa yaşanacağını,21 nci yüzyıl dünyasında bunun nasıl fiyaskoyla sonuçlanacağını en iyi düşünecek insanlardan biriyim.

KENT OTEL TOPLANTILARININ TAMANINDA VARIM

Toplantılara ben hepsinde varım. Ayda 1 ortalama toplanırdı,yaz ayları hariç. Amacı neydi? İlhan abi İstanbul’dan Ankara’ya geliyor, o gelince Ankara’da yaşayan çoğunlukla bir takım insanlar Kent Otel’de yemeğe çağrılıyor. Fikir alışverişi için. Kocaman restoran,bütün masalar birleştirilir. Büyük dikdörtgen haline getirilir. Katılanlar 70-80 kişi olurdu. Seyyar bir mikrofon elden ele dolaşır. 7-8 tane de garson servis yapardı. Yemeğin parasını herkes kendi cebinden öderdi. O da 35-40 milyon du galiba.Ne olacak bu memleketin halini insanlar tartışıyor.Kim bu insanlar? Hepsi de AKP’ye karşı olanlar. Ergenekon sanıklarının bir kısmı da geliyordu. İlhan Abi matrak birisidir. Mikrofonu alır, her olayda ABD’yi suçlar. Kafasındaki suçlu mutlaka ABD’dir. Bir başkası söz ister, o konuşur. İş en sonunda AKP’ye karşı bir şeyler yapmalı olayına gelir. Biz bu işi CHP ile mi yapalım? Yoksa başka oluşum mu gerekir? Bu konuşulur. Orda bulunan CHP’li belediye başkanları Baykal’ı savunur. Bir kısmı Baykal ile olmaz der. Orda tek bir gün ne darbe konuşuldu, ne ima edildi.

MİNİK KUŞ EMEKLİ OLDU

Minik kuş emekli oldu.

BEKİR COŞKUN'UN AÇIKLAMALARI

BEKİR COŞKUN: 5 YILLIK GELECEĞİMİ SATARAK GİTTİM

Tabiî ki bedavaya gitmedi, aldığım para var. Gelecek beş yılımı satarak aldığım para. 3-5 milyon aldığımı konuşmak ayıptır. Aldığım paranın kuruşuna kadar vergisini verdim.Bunlara cevabımı ilk yazılarımda vereceğim.

TÜRKİYE FAŞİZMLE YÖNETİLİYOR, LAİK CUMHURİYET BİTTİ

Türkiye’de rejim değişiyor, faşist yönetim başladı. Bunu Ayşe Arman’da söylüyor. Hepimizin kefil olacağı Haberal,Balbay gibi insanlar şu anda hapisteler. Laik Cumhuriyet bitti. Türkiye değişiyor. Bu orman yangını gibi,lütfen uyanalım.

HÜRRİYET CUMHURİYET KURUMUDUR

Ben o kuruma nasıl kıyarım. Önemli Cumhuriyet kurumlarını saydığımız zaman, hürriyeti de saymak lazım. Hürriyet yıkılırsa rejim bitmişti.

ŞAMİL TAYYAR’IN AÇIKLAMALARI

ERGENEKON TOPARLANIRSA 1 NUMARA DEĞİŞİR

1 Numara değişmedi ama etkisi, gücü azaldı. Ergenekon’da büyük bir dalga beklemiyorum. Devletin zirvesinde yeni bir mutabakat olursa o zaman iş değişir. Ergenekon yeniden toparlanırsa 1 Numara değişir.

ERGENEKONCULAR TSK’DA GÜÇLENİYOR

Ergenekoncular son dönemde silahlı kuvvetlerin içinde güçleniyor. Dursun Çiçek karargah değil de Mersin’de bir subay olsaydı bu kadar destek bulamazdı.

aktifhaber


Ahmet Kekeç
Star Gazetesi
Bu adam akıllanmayacak!
25 Eylül 2009

Hep söylüyorum ama, kendim uygulamıyorum... İki şey yapacaksın... Ya da yapmayacaksın...

BİR: “Lafın tamamı aptala söylenir” sözünün ciddiyetine inanacaksın. Mecazları, eğretilemeleri, metaforları bir kenara bırakıp, diyeceklerini dosdoğru diyeceksin.

Böyle yapmazsan, üzerler.

Feodaliteyi savunduğunu, “ağalık düzeninin sürmesinde çıkarın olduğunu” öne sürerler.

PKK niçin modernist bir harekettir?

Feodal üretim ilişkileri ve üretim tarzı niçin bir tür güvenlik supabıdır?

Bu konu üzerinde düşünülmesi gerektiğini söylüyorum.

İsteyen düşünür, isteyen düşünmez.

Kemal Tahir ve İdris Küçükömer düşünmüşler.

İlerici aydınlarımız da düşünsünler...

İlkel, kaba ve “geri” bulunan feodalitenin çözülmesiyle, ortaya ne cinsten bir “yapı” (ve durum) çıkacağını, ortaya çıkacak durumun murat edilen sonucu doğurup doğurmayacağını “irdelesinler...”

Ben diyorum ki, ortaya çıkan şey, bir tür modernlik anlayışı ya da zaruretidir.

Bu da, kendi içinde araz olan bir başka modernlik zaruretine elvermiştir.

Ulusçuluğu, dolayısıyla PKK’yı çıkarmıştır.

İyi olmuştur, kötü olmuştur, ayrı...

Fotoğraf budur.

Bunu bilebilmek ya da görebilmek için Emre Kongar olmaya, her cümlenin içinde “feodalite” sözcüğünü geçirmeye gerek yok.

İKİ: İroni yapmayacaksın.

Hele, ironi yaptığını insanların gözüne gözüne sokmayacaksın.

Kendisini “liberal” olarak pazarlayan ama liberal

camiada hiçbir saygınlığı ve ağırlığı bulunmayan bir terbiyesiz çıkar, “beyinsel evrimini tamamlayamamış olmak”la suçlar.
Hazır konu açılmışken, üçüncüsünü de ekleyeyim:

ÜÇ- Aydın Doğan’ı savunmayacaksın. Hele, başındaki “ağır vergi cezası” gailesine gönderme yaparak, “Bugüne kadar birçok insanı üzdünüz. En zor zamanınızda kimseyi yanınızda bulamıyorsunuz. Rakipleriniz ellerini ovuşturuyor, düşmanlarınız son tekmeyi vurmak için düşmenizi bekliyor. Bari bundan sonra adaleti, ölçüyü, vicdanı elden bırakmayın, insanları üzmemeye bakın” demeyeceksin.

Ben böyle şeyler dedim.

Bunu demeye getiren çok yazı yazdım.

Böyle şeyler dediğim için de, “beyinsel evrimini tamamlamış”, ancak ironi özürlü olan bir Hürriyet yazarının hakaretlerine maruz kaldım.

Ne halleri varsa görsünler.

Benim savunmama ihtiyaçları yok.

Nasılsa işin “asparagas” yollarını biliyorlar.

İsterlerse, ısrarla karşı oldukları AB’den bile destek demeçleri alabilirler.

Nitekim böyle bir şey yaptılar. Bir AB yetkilisinin eski vergi cezasıyla ilgili sözlerini, güncel bir demeçmiş gibi manşete çaktılar.

Şimdi de, “Dünyanın en saygın ekonomi ajanslarından Bloomberg” diye pazarladıkları sıradan bir haber ajansının konuyla ilgili haberini gezdiriyorlar internet sitelerinde.

Bu ajansın Celestine Bohlen adlı muhabiri diyesiymiş ki, “Bu dev ceza basın özgürlüğüne bir saldırıdır. Doğan Yayın Holding’e kesilen 2.5 milyar dolarlık vergi cezasına karşı tüm Avrupa başkentleri seslerini yükseltmeli...”

İyi, yükseltsinler de...

Siz ne yapıyordunuz?

Rakip gazeteler kapatılırken, gazeteciler yazarlar tutuklanırken, düşüncesini söyleyen insanlar baskı altına alınırken Doğan Yayın Grubu ne yapıyordu?

Müsaade edin, biraz da işin bu kısmını hatırlayalım.

27 Eylül 2009
DOĞAN'DAN TAKTİK HAMLELER
Doğan vergi cezasından sonra stratejik adımlar atıyor. Doğan yarın Başbuğ'a gidiyor.

Doğan Grubu şok vergi cezalarının ardından staretjik adımlar atmaya çalışıyor. TV5'in yayın hakkını 24 milyon liraya satın alan Doğan, POAŞ'ın satışı için OMV ile sıkı bir pazarlığa tutuştu. Borsadan 1 milyar lira toplamaya çalışan grubun TSK ile de görüşme çabası var

Doğan Grubu, usulsüz hesap işleri nedeniyle ağır bir ceza yükü altına girdi. İlk olarak kağıt kaçaklığı iddiasıyla patlak veren Doğan Grubu'ndaki gelişmeler Aydın Doğan'ı zorlu bur sürecin içine itti.

5 MİLYAR LİRAYI BULDU

2006 yılından bu yana Maliye tarafından ortaya çıkarılan usulsüzlükler sonrasında Doğan Grubu'na toplamda 5 milyar liranın üzerinde para cezası kesildi. Doğan Grubu bu cezaların bir kısmıyla ilgili uzlaşma yolunu seçerken, 861 milyon lira ve 3,8 milyar liralık cezalarla ilgili olarak hukuki yola başvurma kararı aldı. 7 Eylül 2009 tarihli 3,8 milyar liralık cezayla ilgili teminat gösterilmesini talep edilirken, gecikme faiziyle beraber Doğan Grubu'ndan toplamda 4,8 milyar liralık teminatın 15 gün içinde gösterilmesi isteniyor. Tüm bunlar olurken, Doğan Grubu ticari faaliyetlerini de hız kesmeden sürdürüyor.

TV5'İN YAYIN HAKKINI ALDI

Son olarak Doğan Grubu TV5 kanalının karasal yayın hakkını satın aldı. Doğan Holding'in 24 milyon lira ödediği bu karasal yayın hakkı sayesinde CnnTürk'ün yeniden anten yayınına taşınması planlanıyor. Bu yayın hakkı 76 il ve 480 ilçede karasal yayını olanaklı kılıyor.

PETROL OFİSİ HÂLÂ MASADA

17 Şubat 2009 tarihinde verilen 861 mil-yon liralık vergi kaçakçılığı cezasıyla ilgili Petrol Ofisi hisselerini satışa çıkaran Doğan Grubu, aynı zamanda ortağı olan OMV'ye satma kararı almıştı. Hatta bu konuyla ilgili yorum yapan yabancı analistler hazırladıkları raporlarda “OMV CEO'su şimdi ellerini oğuşturarak Petrol Ofisi rüyasının gerçeğe dönüşmesini bekliyor” ifadeleri kullanmıştı.

Yarın Org. Başbuğ ile 'özel' görüşecek

Doğan Yayın Holding A.Ş'nin kayıtlı sermaye tavanı 1 milyar liradan 2 milyar liraya yükseltiliyor. Şirket bu parayı borsadaki hissedarlardan talep edecek.

Diğer yandan Aydın Doğan'ın sürpriz bir randevuyla yarın Genelkurmay Başkanlığı Karargahı'na giderek Org. İlker Başbuğ ile görüşeceği öğrenildi. Burada Doğan Yayın Holding'in yönetim Kurulu Üyesi Soner Gedik tarafından Org. İlker Başbuğ'a gruba kesilen cezalarla ilgili bilgiler verileceği belirtilirken, Aydın Doğan'ın Genelkurmay Başkanı ile özel olarak görüşmek istediğine dikkat çekiliyor.

DOĞAN'A 'TEMİNATLARIN SATILIR' MESAJI VERİLDİ

Doğan Yayın Holding'e (DYH) bağlı ortaklıklarına kesilen ve gecikme faiziyle birlikte 4.8 milyar liraya ulaşan vergi cezasının ardından, teminat için geri sayım başladı. DYH, yeterli ve geçerli teminatı veremezse Maliye, nakdi ve gayri nakdi varlıklar üzerine ihtiyati haciz uygulayacak. Ayrıca ileride oluşacak mali haklar da teminat açığının kapatılması için tedbir kapsamına alınacak. Uzlaşma veya yargı yoluna gitme hakkı bulunan Doğan Grubu, bu haklardan birini kullanırsa nihai sonuç çıkıncaya kadar teminatları nakde dönüştürme riskinden kurtulacak. Ancak, açılacak dava grup aleyhine sonuçlanırsa Maliye, gösterilen teminatın yanı sıra, dava süresince işleyen gecikme faizini de talep edecek.

İKİ AYRI VERGİ DAİRESİ

Gecikme faiziyle birlikte 4 milyar 823 milyon lirayı bulan vergi cezası ve teminat talebi gruba bağlı şirketlere ilgili vergi daireleri tarafından ayrı ayrı tebliğ edildi. Halkalı Vergi Dairesi, Doğan TV Holding AŞ, Alp Görsel İletişim Hizmetleri AŞ'ye, Kocasinan Vergi Dairesi Müdürlüğü de Doğan Prodüksiyon Hizmetleri AŞ ve Doğan TV Holding AŞ'ye 24 Eylül 2009'da tebligat gönderdi.

ŞİMDİLİK TAHSİLAT YOK

Vergi dairelerinin teminat talebinin ardından gözler Doğan Grubu'nun nasıl bir yol haritası izleyeceğine çevrildi. DYH'nin vergi cezası raporunu kabul ederek vergi aslı ve cezada indirim talep ederek Gelir İdaresi Başkanlığı'ndaki Merkezi Uzlaşma Komisyonu'na başvuru imkanı bulunuyor. Grup, ceza raporlarının tebliğ edildiği 24 Eylül 2009 tarihinden itibaren 30 gün içinde vergi mahkemesine dava açma hakkını kullanabiliyor. Vergi mahkemelerinde dava yaklaşık iki yıl sürüyor. Temyiz süreciyle dava 4 yıla kadar uzayabiliyor. Bu süreçte 4.8 milyar liralık vergi cezası tahsilatı duruyor ancak gecikme faizi işlemeye devam ediyor.

HALKALI VERGİ DAİRESİ: TEMİNAT PARAYA ÇEVRİLİR

HALKALI Vergi Dairesi'nde yapılan tebligatların sonunda, Doğan Grubu'na bir de mesaj verildi. Tebligatta, "Gösterilecek teminatın, amme alacağının tahakkuk ve tahsil tarihine göre hesaplanacak gecikme zammı içinde paraya çevrilebileceği tabiidir" denildi. Bu ifade, hukuki sürecin sonunda Doğan Grubu, haklılığını ispatlayamazsa, teminat olarak sunulacak menkul ve gayri menkullerin satılacağı anlamına geliyor.

PARA CEZASININ BÜYÜĞÜ DOĞAN TV HOLDİNG'E

VERGİ cezasında en ağır fatura 2 milyar 121 milyon lira ile Doğan TV Holding'e kesildi. Bu şirketi, 1 milyar 197 milyon lira ile Doğan Prodüksiyon, 1 milyar 459 milyon lira ile D Yapım Reklâmcılık izledi. Alp Görsel İletişim'e 2 milyon 693 bin lira tebligat ulaştırıldı.

Markalar teminat olarak kabul edilmiyor

DOĞAN Grubu, Maliye'nin istediği 4.8 milyar liralık teminata karşılık, devlet iç borçlanma senetlerini, gayri menkullerini veya banka teminat mektuplarını sunabilecek. Doğan, muteber bir kefili de vergi dairesinin karşısına çıkarabilecek. Ancak bu kefili kabul edip etmemek vergi dairesinin inisiyatifinde. Maliye yetkilileri, Kanal D, CNN, Star, Hürriyet gibi TV ve gazetelerin marka değerlerini daha önceki vergi cezasına karşı teminat olarak sunan Doğan Grubu'nun bu teklifini "yasaya aykırı" olduğu gerekçesi ile kabul etmemişti.

Kaynak: Yeni Şafak-Sabah

Alper Görmüş/Taraf
‘Hürriyet’in çok şey anlatan Atasoy macerası

Eski Adlî Tıp Enstitüsü Başkanı Sevil Atasoy’un, İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri hakkında 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon’a (şimdi Ergenekon sanığı) ihbar niteliğinde bir rapor hazırladığını ortaya koyan haber (Taraf, 23 eylül) epeyce artçı sarsıntıya yol açtı.

Star gazetesi yazarı Ergun Babahan’ın (24 eylül) bu haberi hatırlattıktan sonra yazısının sonunda düştüğü şu not meseleye biraz daha ivme kazandırdı:

“Atasoy, Hürriyet’te yazı yazmaya başladığında da, dönemin 1. Ordu Komutanı’nın ricalarının etkili olduğu iddia edilmişti. Dönemin 1. Ordu Komutanı kimdi hatırlıyor musunuz? Ergenekon sanığı Hurşit Tolon...”

Şimdi bir parantez açıyorum... Buradan itibaren başlayan ve birkaç paragraf sürecek olan bölüm bu yazının asıl muradının dışında kalıyor. Parantezin sonuna geldiğimde bunu size hatırlatacağım, sonra da asıl konumuza geçeceğiz...

Mesele şu: Ergun Babahan’ın “iddia edilmişti” diyerek, okuyanda gevşek bir gerçeklik duygusu yaratan bilgi (Tolon-Atasoy-Hürriyet bağlantısı) Ergenekon davasının delil klasörlerinde yer alan, gerçekte çok sağlam bir bilgiydi. Üstelik bu bilgi, o klasörlerden aktarılarak zamanında defalarca haberleştirilmişti. (Asıl mevzumuza geçtiğimizde, bunu size anlatacağım.) Anladığım kadarıyla Babahan zihninde kalanla yetinmiş ve ortaya bu zayıf ibare çıkmış.

Daha ilginci şu: Taraf, Babahan’dan bir gün sonra (25 eylül), kendi haberini güçlendiren bu gerçekten önemli bağlantıyı Ergenekon’un delil klasörlerine değil de, Babahan’a referansla duyurdu okurlarına.

Taraf’tan bir gün sonra da (26 eylül) Yeni Şafak’tan Taha Kıvanç, Sevil Atasoy’un Tolon’un ricasıyla Hürriyet’e alınmış olma ihtimalini, “Star’da Ergun Babahan Zaman’ın başlatıp Taraf’ın devam ettirdiği Sevil Atasoy haberlerine başka bir boyut kazandırdı” diyerek yine ve sadece Ergun Babahan’ın “iddia edilmişti”sine referansla hatırlattı.

Oysa haberi izleyen gazeteler ve gazeteciler “iddia edilmişti”nin peşine düşselerdi, Sevil Atasoy-Hurşit Tolon-Hürriyet bağlantısını birazdan aktaracağım çok daha sağlam ve inandırıcı argümanlarla haberleştirebileceklerdi.

Parantezi burada kapatıyorum... Geldik asıl meseleye...

Hürriyet’ten Atasoy’a görülmemiş teveccüh

Yazının girişinde sözünü ettiğim artçı sarsıntılardan sonuncusu, önceki gün (27 eylül) Taraf’ın sürmanşetindeydi: Burhan Ekinci’nin Sevil Atasoy’la yaptığı söyleşi... Atasoy bu söyleşide, şimdi Ergenekon tutuklusu olan Ümit Sayın’la birlikte “kaygılarını iletmek üzere” Tolon’u ziyaret ettiklerini; Tolon’un, kendisine anlatılan bilgileri yazılı olarak iletmelerini istediğini; fakat sözü edilen raporu kendisinin değil, Ümit Sayın’ın yazdığını ve kendi imzasını da katarak raporun değerini arttırmaya çalıştığını, böylece bir anlamda Sayın tarafından oyuna getirildiğini anlatıyordu.

Söyleşide Atasoy, Hürriyet’te yazmasıyla ilgili olarak da, “benden habersiz Tolon Paşa’nın bu tavsiyede bulunduğunu zannetmiyorum” diyordu.

Şimdi bütün hikâyeyi aktaracağım size... Sevil Atasoy’un sözlerinin inandırıcılığı konusunda bakalım siz nasıl bir karar vereceksiniz...

11 Eylül 2005 tarihli Hürriyet gazetesinin sürmanşeti, artık Hürriyet’te yazacağı söylenen, Adlî Tıp Enstitüsü’nden kısa bir süre önce emekli olmuş Sevil Atasoy’a ayrılmıştı. Belki ancak çok popüler gazetecilere gösterilebilecek bu teveccühü olağanüstü kılan bir unsur daha vardı: Haber, gazetenin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün Atasoy’la yaptığı bir tam sayfalık söyleşiyle duyurulmuştu okurlara... Tabii, yadırgatıcı bir tercihti bu. Nitekim Ertuğrul Özkök de bunun farkında olmalıydı ki, söyleşinin sunuşunda okurlar adına bir soru sorup cevabını vererek kafalarda belirecek “ne bu?” istifhâmını aşmaya çalışmıştı: “Bu söyleşiyi niye ben yaptım? Tamamen kendi merakım yüzünden.”

Fakat bu söyleşiden iki ay kadar önce (21 Temmuz 2005’te), bugün Ergenekon tutuklusu olan eski adlî tıpçı Ümit Sayın’ın bir “msn” yazışmasında dile getirdiklerini okuyunca, meselenin bu kadar basit olmayabileceği çıkıyor ortaya. Ergenekon delil klasörlerinde yer aldığında gazetelerde haber de olan yazışmaların konumuzla ilgili bölümleri şöyleydi (Sayın, belirsiz birine yazıyor):

“Atasoy aradı... Bugün Ertuğrul Özkök ile görüşmüş... Sıkı dur... E. ÖZKÖK Atasoy’un şatoya gittiğini biliyormuş (“Şato”nun Ergenekon jargonunda Birinci Ordu karargâhı olduğu düşünülüyor. –A.G.)... Atasoy’a özel bir sayfa yapmayı teklif etmiş, yani ayrı investigatif bir iş... Bir sürü ekip kuracak, ekibin içinde ben de varım tabii... G2 var ve tabii ki A2 de var... Sonuçta Hürriyet’te her istediğimiz haberi çıkartma serbestisi veriliyor bize... E. ÖZKÖK bir şeylerin kokusunu almış hocam. O yaş tahtaya basmaz... Şato’ya gittikten 1 ay sonra bu teklifi veriyor.”

Ve Atasoy buharlaştırılıyor...

İlginç, değil mi? 2005 Temmuzu, Doğan Grubu’nun ve Hürriyet’in henüz hükümetle “papaz” olmadığı günlere, darbeci paşaların grupla ilgili olarak “satılmış olduklarını değerlendiriyoruz” dedikleri günlere denk geliyor. O günlerde Hurşit Tolon Hürriyet’ten böyle bir ricada bulunduysa, kanaatime göre bu rica, “Şato”dan puan kazanılması sonucunu doğuracak ve “satılmış” suçlamalarını bir parça olsun nötralize edecek bir fırsat olarak Özkök tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmış ve gereği yerine getirilmiştir. Yeni yazarın, okurlara yayın yönetmeninin söyleşisiyle takdim edilmiş olmasını da “Şato”ya yönelik abartılı bir jest sayabiliriz.

Tahmin edebileceğiniz gibi, yukarıda aktardığım “msn” konuşmalarının yayımlanması (Temmuz 2008) Hürriyet’i ve genel yayın yönetmenini epeyce zora soktu. Fakat o zamanlar Sevil Atasoy’la ilgili herhangi bir tasarrufa gidilmedi. Ta ki 17 Mayıs 2009’a kadar... O gün yazısı yoktu Atasoy’un. İşin ilginci, o hafta neden yazmadığına dair bir ibare de konulmamıştı sayfaya... Ve daha da ilginci, Atasoy’un 10 Mayıs 2009’daki son yazısını, o gün anlatmaya başladığı “suç hikâyesi”nin devamını bir sonraki hafta anlatacağı vaadiyle bitirmiş olmasıydı:

“Bir genç kızın ölümünü aydınlatmaktan çok, farklı siyasi görüşlerin çatıştığı bir arenaya dönüşen, Hıristiyan-Demokrat Parti’nin yaşlı kuşağını tasfiyede kullanılan Wilma Montesi meselesine, gelecek hafta devam edeceğim.”

Bu cümle, Atasoy’un 3,5 yıllık Hürriyet yazarlığı macerasının son cümlesi oldu; yazının devamı gelmedi.

Peki ne olmuştu da, gazete, okurlara bu ölçüde büyük bir saygısızlığı göze alarak gözde yazarını buharlaştırmıştı? Yazara bir yazı daha yazdırmayı imkânsız kılan “akut” gelişme neydi? Hürriyet’çiler, ancak şimdi ortaya çıkan “47 sayfalık rapor”u o zaman mı istihbar etmişlerdi?

Nedenini bilmiyoruz, fakat bütün bu hikâyede bir Ergenekon bağlantısı varsa, bunu yazarın geliş biçiminden çok gidiş biçiminden çıkartabiliriz gibi geliyor bana. Bu çerçevede, Hürriyet’in sessizliğinden çok, basbayağı “istiskal”e uğrayan yazarın sessizliği daha anlamlı görünüyor. Bana öyle geliyor ki, yazar ve gazete, yazılara karşılıklı bir rızayla ve bilinçli bir tercihle “sessizce” son vermişlerdir.

Bu karşılıklılık, benim şüphelerimi daha da arttırıyor.

“Türkiye Türklerindir”cilerin yarası
Baskın Oran

“Türk” teriminin bir etnik grubun değil, bütün TC vatandaşlarının (“ulus’un”) adı olduğunu iddia edenlerin çok haklı oldukları bir husus var aslında: Türkiye’de etnik olarak Türk olmayan bazı gruplar “Türk’üm” diyor.

Tek kelimeyle, mükemmel. Fakat “Türk’üm” demeyen milyonları ne yapacağız? “Türk” terimini ulus’un adı sayanlar için gocunulacak yara işte tam burası. Bu insanları askerdeki “Tüfek çatılacaaaaak! Çat!” der gibi Türk yapmanın mümkün olmadığı her geçen saniye daha da kesinleşiyor. Kesinleşince de, bu yaradan kan sızıyor. Son haftalarda iki “durum” oldu, yine fena halde sızdı. Birinciden başlayalım.

Yarayı deşen rapor
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri T. Hammarberg’in 1 Ekim’de yayınlanan “Azınlıkların İnsan Hakları” adlı raporu farklılık gösteren gruplara bu ülkede nasıl muamele ettiğimizi bir MR filmi kesinliğiyle gösterdi. ( www.commissioner.coe.int) 197 paragraflık (uluslararası belgelerde paragraflar numaralıdır) bu upuzun Türkiye raporu bir büyük gazetenin çok ilgisini çekti. Ama, tek paragrafıyla. Cımbızladığı paragraf şöyle: “29) Komiser, Lozan Antlaşması’nda geçen azınlık okulları da dahil olmak üzere, bütün kamusal ve özel ilkokullarda öğrencilere zorunlu olarak her gün “Ben Türk’üm” diye başlayan ve “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” diye biten bir yemin okutulmasından kaygı duymuştur. Alınan raporlar, 2007’de kimi öğretmenlerin bu uygulamanın kaldırılması yönünde yaptığı girişimin, “halkı kanuna karşı gelmeye teşvik”ten yargıya intikal ettirildiğini bildirmektedir. Komiser, bu yargı sürecinin sonucu hakkında bilgi edinmeyi arzulamaktadır.”

Adının yanında “Türkiye Türklerindir” şiarı bulunan gazetenin koca belgede tek bir paragraf için, üstelik “etnik ayrımcılıktır” falan demeyen bir paragraf için “Ne Mutlu Türk’üm Diyene etnik ayrımcılık” tepkisiyle manşet atması bu yaranın tipik göstergesi. Böylece kimileri yine burnundan soluyacak, bütün gözler buraya dönecek. Geri kalan 196 paragrafta Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin, Alevilerin, Romanların (Rapor’un altıncı bölümü tamamen Romanlara/Sulukule’ye ayrılmış) gördüğü muameleye Rapor’un getirdiği fevkalade ayrıntılı eleştiriler dikkatlerden kaçırılacak.

Ülkemizde yasalarda, mahkeme kararlarında ve idari uygulamalarda görülen etnik ve dinsel ayrımcılığı bu sütunlarda daha önce ibadullah yazdım; “Türkiye’de Azınlıklar” kitabım da bunlarla dolu. Tekrar etmeyeyim ve ırkçılık konusundan tek örnek verip geçeyim: 1934 tarihli İskan Kanunu’nda altı kez “Türk Irkı” terimi geçiyordu. 2006 tarihli yeni İskan Kanunu’nun 4. maddesi şöyle diyor: “Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olmayan[lar] göçmen olarak kabul edilmezler.” “Irk” ile “soy” terimlerinin “ne” değil “ne” olduğunu yazamam, aile terbiyem müsaade etmez.

“Ne Mutlu Yunan’ım Diyene!”

Bendeniz 28 yıldır azınlık konularıyla uğraştığım için talimliyim, ama bir tek şunun cevabını veremiyorum: Batı Trakya Türk azınlığının yine Lozan’ca kurulmuş okullarında “Yunan’ım, doğruyum, çalışkanım. Varlığım Yunan varlığına armağan olsun. Ne Mutlu Yunan’ım Diyene”biçiminde bir “dua” her sabah mecburi okutulsa, acaba birtakım insanlarımız ne yapardı? Bulgaristan’da okutulsa: “(...) Ne Mutlu Bulgar’ım Diyene.” Şimdi kurulmakta olan Kürdistan’da Türkmen çocuklarına okutulsa: “(...) Ne Mutlu Kürt’üm Diyene!”

Şimdi bir de Batı Trakya’da bunun şöyle okutulduğunu düşünün: “Yunanistanlıyım, doğruyum, çalışkanım. Varlığım Yunanistan’a armağan olsun. Ne Mutlu Yunanistanlıyım Diyene.” Ne kadar farklı değil mi? Bilmem “Türkiyeli”nin hikmetini anlatabildim mi? Hiç sanmam. Ulusalcılık, ulusal ezber dışında bir şeye izin vermeyen laik bir dindir. Nasıl din’in verileri tartışılamazsa, onlara ancak inanılırsa, ulusalcılık da aynen öyle.

Google profesörlüğü

Kanayan yaranın ikinci belirtisine gelelim şimdi. Bir haftadır, “Türkiye Türklerindir” gazetesinin bir yazarı, Radikal’de 06-11 Eylül arası çıkan dizimin “yalan” olduğunu, okurları “aldattığımı” pek sinirli bir üslupla yazıyor. Günlerce. O kadar ki, arkadaşlar telefon etmeye başladı: “Yahu, bu adama bir şey mi yaptın?” Kesinlikle yapmadım. 1980’lerde Ankara’da kız arkadaşımın kapı komşusu olarak tanıdığımdan beri tartışmamız bile olmadı. Hatta, Allah razı olsun, bana Herkül’ü (Millas) tanıştırdıydı. Her sofrada; 1977 Lenin Uluslararası Barış Ödülü sahibi, bir kitabı cunta tarafından törenle yakılmış ünlü Komünist şair Ritsos’tan “Babam” diye bahsetmesini, onun da kendisine “Manevi oğlum” dediğini aktarmasını hatırlıyorum. Sonradan böyle oldu herhalde. Hayat.

Fransızca öğretmeni şairin genel kültür ve google yordamıyla Fransa ve azınlıklar konusunu bir uluslararası ilişkiler profesörüne öğretmesine karışmak doğru değil; herkesin bir joy yapma(“kafa bulma”) biçimi var. Üstelik ben kendi denklerimle bile polemiğe girmem. Dahası, bilimsel tedbirimi almışım: Yazımın sonunda, meraklısı internetten baksın diye kaynak göstermişim. Hatta, temel Fransız resmî kaynağı internette de var: http://www.dglflf.culture.gouv.fr/lgfrance/legislationLDF.pdf
Böyle ama, gelen telefonların yanı sıra bu sabah bir de sevgili okurum Serdar “Hocam bugünkü yazısında sanırım Özdemir İnce haklı, bir bakın isterseniz” diye yazınca artık direnemedim. Baktım, çok ilginç! Metropol Fransa’yı anlatmaya girişirken “Fransız denizaşırı topraklarında bakın ne özerklikler var!” anlamında yazdığım (Radikal, 09.09.09) şu cümleyi cımbızlıyor: “Fransa sınırları içinde olan Yeni Kaledonya bölgesinde Fransızca dili birinci değil, yerel dillerin yanında ikinci dildir; bu kadarını söylesem kâfi.”

Meğer bir okuyucusu google’dan bakmış, kendisine ihbar etmiş “Y. Kaledonya’da resmî dil Fransızca!” diye. O da, niye burayı atladım diye hayıflanıyor: “[Aslında,] benim Yeni Kaledonya’da resmi dilin Fransızca olduğunu anımsamam gerekirdi” diyor. (Hürriyet, 06.10.09)

Türkiye’de bir insan tipi zuhur etti, farkında mısınız bilmem: Yazma bilen, okuma bilmeyen. Bu, bunun fantastik bir yeni versiyonu: Yazılmamışı okuyan. Benim yazımda bulunmayan “resmî” kelimesini “okuyor” cümlede. Bu arkadaşın daha önce Fransız Anayasası vs. konusunda yazdıklarımı da nasıl “okuduğunu” net göresiniz diye, o resmî kaynaktan ilgili ayrıntıyı buraya aktarayım da, bu hazin olaydan artık kurtulayım; uğraşamayacağım:

“Fransızca savunulmalı”

*19 Mart 1999 tarih ve 99-209 sayılı, Yeni Kaledonya’ya İlişkin Kanun, Md. 215 fıkra 2: “Kanak dilleri eğitim ve kültür dilleri olarak kabul edilmiştir.”

* 26 Nisan 2002 tarih ve 70-2002/APN sayılı, Okullarda Dil ve Kültürlere İlişkin Karar, Md. 15: “Kuzey Eyaleti Meclisi, ikinci dil olan Fransızcanın öğretilmesini her seviyede savunmaya özen gösterecektir.” Orijinali: “... s’appliquera à défendre, à tout niveau, l’enseignement du français,langue seconde”. K. Eyaleti, yüzde 91’i okur-yazar olan Y. Kaledonya’nın yarısından çoğunu kaplayan eyalet. Kanaklar yüzde 77,9, Beyazlar yüzde 16,9. Fransızcanın “ikincil dil” olarak resmen “savunulmaya” muhtaç oluşu bundan.
Daha anlatayım mı? “Fransa dilleri” hakkındaki resmî kaynağın adını da vereyim: “Délégation Générale à la langue française et aux langues de France, Le Corpus juridique deslangues de France, Etude réalisée par Violaine Eysséric, Paris, Avril 2005”.

Peki, şair neden bu kadar hırçın? Diğer “Türkiye Türklerindir”ciler gibi onun da aşırı sinirliliği, tamamen, bu işin artık tarihe geçmeden tarih olmaya başladığını fark etmesinden geliyor. Geçmiş olsun.
Not 1: Baktım, “Babam” dediği Ritsos 19 yıl olmuş vefat edeli. Bu açıdan çok talihli insanmış Ritsos.

Not 2: Feyhan yazıyı görünce, ki hiç yapmaz, dudak büktü: “Cevap mı verdin?” Aydın Engin yazıyor “... cevap verme tenezzülünde bulunmayacaksın değil mi?” İkisini de ayrı ayrı teskin ettim: “Bir seferlik kusura bakma, ne olur”.

Kaynak: Baskın Oran/Radikal

Atamıyorsan, ver kurtul
Taha Kıvanç

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün verdiği 'Cumhuriyet Bayramı daveti' için Çankaya Köşkü'nde sıramızı beklerken, bir ara, Musevi Hahambaşısı İsak Haleva ile yanyana düştük. Hemen arkamızda bulunan İsrail'in Ankara Büyükelçisi Gabi Levi ile eşinin meraklı bakışları altında kahkahalı bir sohbeti sürdürdük.

Hoş sohbet biri Hahambaşı Haleva; her sıkıcı konudan tebessüm ettirecek bir yön çıkartabiliyor, çıkmıyorsa açığı kapatacak bir hikâye bulabiliyor...

O akşamı hatırlatan, biraz önce elimden bıraktığım Hürriyet gazetesinin orta sayfasında karşıma çıkan fotoğrafı oldu. Her zamanki güleç yüzüyle ve tören giysisiyle duruyordu karşımda... Ancak, o ne, fotoğrafın içine şu yazıyı gömmüştü Hürriyet'i çıkaranlar: 'Başpiskopos Aram Ateşyan'... Musevi Hahambaşı İsak Haleva, Hürriyet tarafından, Türkiye Ermenileri Ruhani Meclis Başkanı Aram Ateşyan yapılmıştı.



Bir gazetede işlerin iyi gitmediği bu tür ayrıntılardan anlaşılır. Yeni Şafak gibi bir gazetenin bütün kadrosundan daha zengin bir yazı işleri kadrosu var Hürriyet'in; buna rağmen resmi giysili Musevi ve Ermeni dinadamlarını birbirine karıştırabiliyorlarsa, bunu sıradan bir hata görmem ben...

Doğan Grubu'nda moraller bozuk; bu sebeple hatalar sıradan bir iş olarak görülebilir. Grup sonunda Maliye ile uzlaşma yoluna gitti ve elindeki fazlalık sayılabilecek değerleri iyi bir karşılık alarak satmaya hazırlanıyor. Gelen haberler böyle. Kimi, "Almanlar Milliyet, Vatan, Radikal gibi gazeteleri satın alacak" iddiasında, kimi de işin içine Amerikalıları sokuyor.

Alman, Amerikalı olarak alıcı değişiyor da satılacak gazeteler değişmiyor...

Grupta karar verenlerin yerinde ben olsam bir an önce Hürriyet'ten kurtulmaya bakardım. Bugünkü yönetimiyle grubun imajını en olumsuz etkileyen gazete o çünkü. Hatta alıcısı çıkmazsa, beş kuruş bile istemeden, onu babasının malı gibi sahiplenmiş olan yayın yönetmenine devreder, arkama bakmadan uzaklaşırdım...

Şaka yapmıyorum.

Yayın yönetmeni geçenlerde yazdığı bir yazıda, yanında beş eski genel yayın yönetmeni çalıştığını duyurmuştu: Fikret Ercan, Seçkin Türesay, Mehmet Yılmaz, Sedat Ergin ve Yalçın Doğan... Bir alt paragrafta bir isim daha vardı: Eyüp Can... Buna kendisinin anmayı unuttuğu en az iki isim daha eklenebilir: Fatih Çekirge ve Rahmi Turan...

Böylesine zengin bir kadrosu var Hürriyet'in....

Göz kamaştıran zenginlikte kadro, grubun başına dert açma noktasına gelinmeden önce, devletle iş gören birimleri "Artık bize güvenmeyin" diye uyarmış mıdır?

Hayli zaman önce işlerin farklı yürüdüğünü işportaya düşen kasetlerden öğrenmiştik. Ergenekon kanıtlarıyla tanışmadan çok önce hem de... Gazetenin yayın yönetmeni, dönemin güçlü bakanlarından biriyle patronunun girmeyi düşündüğü yeni bir alanla ilgili teşvikler konusunu görüşüyor, kendilerine eskisi kadar hulus çakmayan dönemin başbakanını küfürle karışık sözlerle eleştiriyordu.

Bir yerde, siyasilerle 'uzlaşma' yöntemlerini şöyle açıklıyordu yayın yönetmeni: "Röportaj gibi gideceksin, ana avrat iyice bir kavga edeceksin, ondan sonra tekrar iyi adam olacaksın..." Yani başbakandan 'röportaj' diye randevu alınacak, yanına gidildiğinde patronun mukavva fabrikası konusu açılacak, kavga edilecek... Ve yeniden işler yoluna girecek...

Bir ara Başbakan Tayyip Erdoğan da, "Yanıma gazeteci gibi geliyor, dosyalar getiriyorlar" demişti ya, o yöntem...

Ak Parti hükümetiyle birlikte bu ve benzeri yöntemler işe yaramamaya, yakın zamanlarda ise ters tepmeye başladı. Telefonlar onlara kesik, görüşme kanalları kapalı, 'röportaj gibi' gitmek isteseler de devletlulara ulaşamıyorlar...

Çoktandır ilk kez yaşanıyor bu durum; Ak Parti hükümetiyle birlikte 'medya-siyaset' ilişkisi 'menfaat' yönünden kesatlaşıverdi.

"Hürriyet grup üzerinde bir yük" dememin sebebi bu tarihi arka-plan işte. Madem gazetenin 'malum imajı' yerli yerinde tutuluyor, o 'imajı' sağlayan kadroya gazeteyi devredersin, sonrası sen sağ ben selâmet... Hürriyet'in 'kâr' ettiği söylenir ya, o kârı bile düşündürmeyecek kadar yük gazete grup üzerinde...

Ben olsam...

Hayır, 'ben' olmaya gerek yok, kim olsa bunu görür ve çoktan tedbirini alırdı. Ama öyle alırdı, ama böyle... Ya, "İşlerin artık eskisi gibi yürümesi mümkün değil, Maliye ile başbaşa sizler kalacaksınız" uyarısı yapmadığı için gazeteyi çıkaran kadroyu çoktan işbaşından uzaklaştırırdı grup, ya da kendilerinmiş gibi sahip çıktıkları gazeteyi yılların birikimi 'olumsuz imaj' sorunu yüzünden onlara bırakıp kaçardı...

İkisi de yapılmadı ve gazete Musevi Hahambaşı ile Ermeni Başpiskoposu ayırdedemez hale geldi. Helâl olsun.

Yeni Şafak

Etiketler: Medya gazete televizyon tv gazeteci hürriyet milliyet cumhuriyet yeni şafak Doğan Medya Hasan Pulur ab Avrupa intihal Fuat Uğur Atv Ergenekon haberl nkavga Hıncal Uluç atatürk laiklik içki zina darbe cumhuriyet kemal alemdaroğlu Sezen Aksu 12 Eylül gecesi Genelkurmay Karargahı Demirel zorunlu ikamet 49 idam Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Hava Kuvvetleri Deniz Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanı TBMM Lale Mansur protesto etti darbe muhsin yazıcıoğlu cia pentagon abd Cumhurbaşkanı Demirel GKB Mağdur yargısız infaz atatürk laiklik ı gkb genel kurmay ilker başbuğ abd ab nato ordu ihale pentagon askeri uçak diyarbakır adana kürt akp asker rte ölü er abd gkb tsk Asker Jandarma Komutan düşman selanik dönme Etiketler: Fuat Uğur Atv Ergenekon haberl nkavga Hıncal Uluç atatürk laiklik içki zina darbe cumhuriyet kemal alemdaroğlu Sezen Aksu Ahmet atatürk mustafa kemal kemalist atataürkçü laik içki alkol ndarbe mason kent otel asker emekli chp yargıtay gata Alemdaroğlu Hürriyet Atatürkçü, laik, Cumhuriyetçi şarapçı Ertuğrul özkök hac umre Tiraj Ahmet Hakan Şarapçı Takkeli Liboş Bekir Coşkun Emin Çölaşan Genel Yayın Yönetmeni namaz Altan Öymen Oktay Ekşi İsmail Tansu Ziya emin çölaşan Orhan Duru, Nilüfer Yalçın, Oktay Kurtböke, Mustafa Özkan, Mete Akyol, Mehmet Ali Kışlalı, Mustafa Ekmekçi, Yaşar Aysev, Erdoğan Tokatlı, Hıncal Öcal Uluç Ahmet Hakan Aydın Doğan Yalçın Doğan Mesela Yılmaz Cem Uzan

Ergun Babahan
Çekmedi hiçbir şeyden bir kağıt parçasından olduğu kadar...

Basının asker yazarları en az Genelkurmay Başkanı kadar zorda.

Emir-komuta zinciri içinde habere sallayıp durdular.

Şimdi Hürriyet’in bile manşetine taşıdığı habere göre “İrtica ile Eylem Planı” denilen belge gerçek çıkmış.

Albay Çiçek’in imzasını taşıyan belgenin ıslak imzalı orijinali karargahta bir subay tarafından saklanmış ve Ergenekon savcılarına gönderilmiş.

Haberin içinde haber var.

Taraf’ın manşeti yayınlanınca Psikolojik Hareket Dairesi’ndeki tüm belgeler imha edilmiş, bilgisayar kayıtları silinmiş.

Yani deliller karartılmış.

Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuka bağlı olduğunu her fırsatta açıklayan karargahı, adaleti engelleyici eylem içinde olmuş.

Onunla da kalmamış, belgeyi hazırlayan Albay Dursun Çiçek’e kol-kanat germiş, başka bir birim oluşturup kendisini oraya atamış.

Bu sıradan bir atama olmadığı için, belge ve delil imhasının da personelin kendi kararıyla yaptığı bir eylem olduğuna inanmak zor.

Tıpkı, AK Parti ve Fethullah Gülen’i hedef alan belgenin emir-komuta zinciri dışında hazırlandığına inanmanın zor olması gibi.

Haberi Ergenekon’a en çok karşı çıkan Hürriyet’in manşete çekmesi dikkat çekici.

Haberin bu kez Doğan medyasına sızdırılmış olması da öyle.

Ellerinde belge olmadan çakmışlar manşeti.

Sanki bir samimiyet testinden geçirilmiş Amiral gemisi.

Ne savcılarla alay eden var, ne de askerin ağzından iddialara küfür eden.

Doğan Grubu’nun medyada küçülme kararıyla birlikte okuduğunuzda gelecek aylara ilişkin çok önemli ipuçları veren bir manşet bu.

Bir tek birinci sayfada beyaz bayrak eksik.

Bundan böyle en ateşli Ergenekon haberlerini başta Hürriyet olmak üzere tüm Doğan gazetelerinde okumaya başlarsanız sakın şaşırmayın.

Paranın gözü kör olsun, insana laikliği bile unutturur!
Star

UltrAslan'ın Hürriyet'i boykot çağrısı
31 Ekim 2009 Başbakan'ın seçim meydanlarında belli bir medya grubunu alan sözlerinin bir benzeri de bugünlerde Galatasaray'ın taraftarlarınca organize edilen UltrAslan grubunda yaşanıyor. UltrAslanlar Hürriyet'i tefe koydu. işte nedeni
Hakan Göksel'in haberi

Son günlerde Hürriyet'in spor kadrosuyla ilgili bir dedikodu Galatasaray taraftarı Ultraaslanların canını bir hayli sıkmışa benziyor. Ertuğrul Özkök'ün damadı olan Hürriyet Gazetesi yazarı Ercan Saatçi'nin Hürriyet'in 'spor müdürlüğü'ne getireleceği dedikodusu camiada ipleri hayli gerdi. Galatasaray taraftarları, taraflı ve kışkırtıcı olduklarını düşündükleri Saatçi'nin göreve gelmesi durumunda Hürriyet Gazetesi'ni almayarak protesto edeceklerini belirtiyorlar...

UltrAslan Grubu sitelerinde yayınladıkları manifestoda Ercan Saatçi'nin bir de videosunu kullanıyorlar. Saatçi'nin, Galatasaray'a olan kinini kustuğu ifade edilen görüntülerin yanı sıra sitede ayrıca Hürriyet Gazetesi'nin böyle bir girişimde bulunmasını protesto etmek için iletişim bilgileri de yer alıyor. UltraAslanların, taraftarı Hürriyet Gazetesini protestoya çağırdığı manifestoda şunlar yazıyor:


"BÜYÜK GALATASARAY TARAFTARI!"

Son günlerde gerek medyada yer alan haberler, gerekse kulağımıza gelen duyumlara göre fanatik Fenerbahçeli Ercan Saatçi nin, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni kayınbabası Ertuğrul Özkök tarafından, aynı gazetenin spor müdürlüğüne getirileceğini öğrendik. Galatasaray düşmanlığı tohumları ekmeye çalışan damat Ercan Saatçi, taraflı ve saçma yazılarının her satırını da tahrik kelimeleriyle süslemeyi iyi becermektedir.

Sitemizin girişine eklediğimiz video ise, bu kişinin Galatasaray düşmanlığını,Galatasaray kıskançlığını ve içlerinde bulundukları eziklik halini daha iyi ortaya çıkarmaktadır.

Bu video, kendi taraftarına, kendi camiasına şirin gözükmek amacıyla uğraşan, ezikliğin son safhasına gelmiş olan bu ve benzeri şahsiyetlerin, aslında ne kadar da aciz duruma düştüklerinin bir göstergesidir.

Gözü dönmüş, fanatizm ve holiganizmi körükleyen, insanlara nifak tohumları ekmeye çalışan bu şahsiyetin, Hürriyet Gazetesi Spor Servisi Müdürlüğü'ne getirilecek olmasını şaşkınlıkla takip etmekteyiz.

Böyle bir kişinin günden güne dibe vuran spor medyasında söz sahibi olması kabul edilemez bir durumdur.

ultrAslanlar olarak buna tepkisiz kalmamız söz konusu olamaz!

Aşağıdaki iletişim bilgilerinden Türkiye Cumhuriyeti Kanunları'na uygun, Büyük Galatasaray Taraftarı'na yakışacak şekilde tepkimizi telefon, mail, fax ve linklerdeki formlardan dile getirelim.

Yaşasın GALATASARAY
Yaşasın Bağımsız ultrAslan

Haber 7

04 Kasım 2009 17:41
Ertuğrul Özkök Bırakıyor Mu?
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, canlı yayın konuğu olduğu 24'te Günün Manşeti programında çarpıcı açıklamalar yaptı..

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök uzun bir aradan sonra 24'te Günün Manşeti programına canlı yayın konuğu oldu. İşte Özkök'ün ilginç açıklamaları.

Seda Selek'in sunduğu programda Ertuğrul Özkök, 24 Genel Yayın Yönetmeni Akif Beki ile birlikte gündemdeki konuları değerlendirdi.

Ercan Saatçi haberlerinden, Cunta haberlerine, Hürriyet Gazetesi'nin yönetiminden, Hürriyet'in attığı manşetlere, Yazarlara müdahaleden, Fehmi Koru'nun hakkında yazdığı yazılara kadar birçok konuda soruları yanıtlayan Özkök, Genel Yayın Yönetmenliği görevini bırakmak istediğini söyledi.

"Fehmi Koru'nun bu konuda yazdıklarının altını imzalamayı bile düşünürüm, ancak ters tepki yapar daha uzun kalırım diye korkuyorum. Çok zor bir görev" dedi.

ÖZKÖK'ÜN PİŞMANLIĞI

Ertuğrul Özkök ve Akif Beki 24'te Günün Manşeti'ne konuk oldu. İkinci ihbar mektubunun konuşulduğu bölümde Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, 28 Şubat döneminde sahte bir belgeyle PKK yandaşı oldukları iddia edilen Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar'a yönelik 'andıç' belgesini yayınlamaktan duyduğu pişmanlığı dile getirdi.

Özkök, 28 Şubat döneminde yanıltıldıklarını itiraf ederek, 'TSK'yı mükemmeliyet merkezi olarak görüyordum ama o belgeden sonra sarsıldım. Hayal kırıklığına uğradım' dedi.

İkinci ihbar mektubunun içeriğinin rahatsız edici olduğunu söyleyen Özkök, 'ıslak imzalı' belgeye dair mektubun inandırıcı olduğunu ancak ikinci mektubun güvenilir olmadığını belirtti. inandırıcılı

BELGE ORDU İÇİNDE YAZILMIŞ OLABİLİR

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni, "Belgenin ordu içinde yazılmış olabileceği kanaati içindeyim. Ama benim söylemem bir şey ifade etmiyor. Andıcı yapanlar bunu da yaparlar." ifadelerini kullandı.

HÜRRİYET'TE NEFRET EDİLEN ADAM

Bu tür belgelerin yayınlanmadan önce ciddiyetle araştırılması gerektiğini vurgulayan Özkök, Hürriyet Yazı İşleri'nde en çok nefret edilen ismi de açıkladı. Özkök, Necdet Doğan'dan nefret ediyoruz günde 4 manşet öldürüyor. Yazı işlerinde denetim mekanizması çok iyi ama yine de hata yapabiliyoruz." Özkök, 'nefret' sözünün şakayla söylendiğini de belirtti.

Özkök, iki mektubun da aynı elden çıkmamış olabileceğini ve ikincinin birincinin ciddiyetini düşürdüğüne dikkat çekti. Özkök, yargıyı rahat bırakmak gerektiğinin de altını çizdi.

ASKER BENDEN HAZZETMİYOR

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni, askerlerin kendisinden pek hazzetmediğini vurgulayarak kendisi hakkında yapılan fişlemelerde 'paragöz, Tayyipçi' gibi ifadelerin yer aldığını da hatırlattı.

Özkök, ailesinin politik geçmişini anlatarak DP kökenli bir aileden geldiğini darbelere karşı olduğunu ancak 12 Eylül'ün hayatını kurtardığı için arkasında durduğunu belitti. Özkök, hiçbir askeri darbenin haklı gerekçesi olmayacağını da söyledi.

Danıştay saldırısına ilişkin bir yazısının hatırlatılması üzerine de 'Türkiye'nin 11 Eylül'ü olarak nitelendirdiği Danıştay saldırısına ilişkin düşüncelerinin arkasında olduğunu söyledi.

Ergenekon'da zihniyet yargılaması yapılmaması gerektiğini söyleyen Ertuğrul Özkök, somut suçların yargılanması gerektiğini belirtti.

ERCAN SAATÇİ GÖREVDEN ALINMADI

Bugün Habertürk gazetesinde yer alan Ercan Saatçi'nin Galatasaray yöneticisini tehdit ettiği yönündeki iddiaya yönelik, Saatçi'nin böyle bir konuşma yapmadığını ve konuyu mahkemeye taşıyacağını belirtti.

Bugün bazı internet sitelerinde Ercan Saatçi'nin Hürriyet'teki görevinden alındığı yönündeki haberleri de yalanlayan Özkök, 'Ben böyle bir karar almadım' dedi.

DESTEKLENENLER VE DESTEKLENMEYENLER

Hürriyet'in Türkiye'deki değişime ayak uydurduğunu söyleyen Özkök, AB'ye uyum, idamın kaldırılması, Kıbrıs politikaları konusunda hükümetin desteklendiğini belirtti.

Özkök, başörtüsünün üniversiteye girmesinde sorun olmadığını ancak lise ve devlet dairelerine girmemesi gerektiğini belirterek, imamhatiplerin de genişletilmiş okullar olması gerektiğiğini savundu.

Ertuğrul Özkök, Hürriyet'i yönetmenin Türkiye'yi yönetmekten zor olduğunu da sohbet sırasında söyledi. Özkök, 4 yıl önce genel yayın yönetmenliğinden ayrılmak istediğin Aydın Doğan'a söylediğini belirtti.

KORU'YLA SORUN YOK

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni, Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru'yla herhangi bir sorunu olmadığını da belirtti. Özkök, "Fehmi Koru'nun bu konuda yazdıklarının altını imzalamayı bile düşünürüm, ancak ters tepki yapar daha uzun kalırım diye korkuyorum. Çok zor bir görev" dedi.
aktifhaber

29.12.2009
Enis Berberoğlu Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni oldu. Ertuğrul Özkök ise Hürriyet'in köşe yazarı oldu

Berberoğlu yeni görevine 2 Ocak 2010 tarihinde başlayacak.

Enis Berberoğlu'nun yerine Ankara Temsilciliği görevini ise Metehan Demir üstlenecek.

Odatv.com

Taha Kıvanç
Yeni Şafak Gazetesi
Bırakırsa, derisi yüzülecek
20 Ocak 2010

Yapmayın arkadaşlar, ülkemizin en büyük medya grubunun amiral gemisini yakın zaman öncesine kadar yöneten Ertuğrul Özkök'ü kanser mi edeceksiniz? Her sabah eşine “Koltuğumu bırakmak istemiyordum, haksız mıymışım?” demek zorunda bırakıyorsunuz adamı.

Ülkemizde herhangi bir koltuğu eline geçirenler oradan kalkmamak için ellerinden geleni arkalarına bırakmıyorlar. Siyasette bu böyle. Medyada da farklı değil.

Siyasette koltuktan kalkmanın sakıncasını biliyoruz: Başbakanlık bile yapmış olsanız hakkınızda sizi Yüce Divan önüne götüren bir süreç derhal başlıyor. Tansu Çiller o süreçten geçti, Mesut Yılmaz da... İkili koltuklarını koruyabilselerdi, Yüce Divan'a gitmeyeceklerdi.

Medyada koltuğunu kaybedeni Yüce Divan'a götürmüyorlar; eski yayın yönetmenleri genellikle yazar olarak kalıyor. Hürriyet'in yayın yönetmenlerinden Muammer Kaylan patronu kendisine tabanca hediye ettiği gün postu deldireceği korkusuyla ceketini alıp çıkmış, soluğu ikinci adresi ABD'de almıştı. Hürriyet'i yönetirken görevden alınıp yazarlığa geçtikten sonra hayatını kaybeden de oldu: Çetin Emeç...

Ertuğrul Özkök bulunduğu yere Japon yapıştırıcıyla tutkallanmış gibiydi, kazık çakacağa da benziyordu; yayın yönetmenliğini bıraktıktan ve yazarlıkla yetinmek zorunda kaldıktan kısa süre sonra boşta kalan kazığa onu çakmaya çalışanlar var.

Tanıdıklarım, “Hayrola, ne oldu, 'Kozmik Oda'dan liste mi geldi?” diye sormaya başladılar bile...

Mehmet Altan, dün, Hrant Dink'in uğradığı suikast sonrasında Ertuğrul Özkök'ün sütunundaki dokundurmalardan hareketle yazmış star'daki yazısını... Başlığında “Ertuğrul Niye Gitti?” diye soran yazının sonunu şöyle bağlamış star gazetesi yazarı: “Belki de diyorum, Ertuğrul Özkök, bir türlü 'derin devleti algılayamadığı', 'empati' yaptığı cânileri 'mahallede, internet kafelerde, okey masalarındaki' kişiler sandığı, teşhisleri isabetli olmadığı için gitti. / Böyle bir teşhis isabetsizliği, çözülme dönemlerinde çok siyah beyaz yapıyor, eskiden olsa, belki bu kadar göze batmayabilirdi... / 'Hrant operasyonunu' inatla 'üç beş çocuğa' bağlama gayreti artık fazla dikkat çekiyor... / Dikkatler bu kadar keskinleşip, teşhisler de bu kadar isabetsizleşince de insan koltuğunda kalamıyor.”

Dün bizim gazeteye internet sitesinden ulaşanlar “Ertuğrul Özkök yargılanmalı” başlığıyla karşılaştılar. Ali Bayramoğlu televizyon programı konuğu Taner Akçam'ın bu talepte bulunduğunu vurgulamış dünkü yazısında. Yazının başlığı “Orada mısın Ertuğrul, kendini görüyor musun?” Hrant Dink'in öldürülmesine kadar giden süreçte Hürriyet manşetlerinin oynadığı rolü hatırlatıyor o da...

Sonunu şöyle getirmiş: “Türkiye'nin karanlık yüzü budur. / Ve o yüzü temsil edenler, o yüzden beslenenler ülkenin yaşadığı değişim ve Ergenekon temizliği karşısında titreyenlerdir. /Ama diğer tarafta bir kavga sürüyor. Aramızda olsaydı Hrant'ın da çoşkuyla karşılayacağı bu temizlik, onun da önemli bir pay taşıdığı bu değişim Türkiye'nin yarınıdır, yarınki aydınlık yüzüdür. / Ergenekon zihniyetini
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Oca 23, 2010 12:58 am    Mesaj konusu: Hrant'ı değil ama Ahmet Kaya'yı sen öldürdün! Alıntıyla Cevap Gönder

Sevilay Yükselir
Sabah Gazetesi
Hrant'ı değil ama Ahmet Kaya'yı sen öldürdün!
22 Ocak 2010

Hürriyet'in ex Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, 3 yıl önce katledilen Agos Gazetesi Yazarı Hrant Dink'in ölümünden kendisini sorumlu tutanlara ateş püskürmüş...
"Duyduk duymadık demeyin katil benim!" diyerek başladığı yazısında,"Hürriyet, Sabiha Gökçen'in Ermeni asıllı olduğunu yazdı. Bu da Hrant Dink'i hedef yaptı" iddialarına cevap vermiş...
Şimdi...
Bir atasözümüz vardır hani... "Öldür ama hakkını yeme!" diye..
Şuna emin olabilirsiniz ki, Hrant'ın hedef gösterildiği söylenen o haberin Hürriyet tarafından kullanılmasında en ufacık bir art niyet yok.
Durum tıpkı Özkök'ün yazdığı gibidir...
Gerçekten o habere imzasını atan Ersin Kalkan, Hrant'a en yakın gazeteciler arasındaydı. Bu bir yana, Ersin, ne Hrant'ı ne de başka birini hedef gösterecek haberlere imza atacak onursuz bir kalem değildir...
Ama tabii bu söylediğim, Özkök'ün Hrant cinayeti ile ilgili topyekûn doğru bir yol çizdiği anlamına gelmemeli... Mesela, cinayetten birkaç gün sonra kaleme aldığı yazı zannımca korkunç bir yazıydı...
Sık sık sosyolog olduğuna vurgu yapan Özkök, 23 Ocak'ta yaptığı analizde, sıradan bir sokak çocuğu olarak nitelediği katil Ogün Samast'ı anlamamız için empati kurmamız gerektiğini söylüyordu bize. Ve diyordu ki,"Mahalledeki o çocuğu da anlamaya çalışmalıyız. İkinci Cumhuriyetçi fikirlere sahip birisi, kendisi için 'Vatan haini' ifadesinin kullanılmasından rahatsız oluyorsa, başkalarının da başka ifadelerden rahatsız olabileceğini düşünmelidir!"
Evet... Ertuğrul Özkök, Hrant'ın katlinden belki doğrudan sorumlu değil ama sonrasında kaleme aldığı bu yazıdan ve benzerlerinden dolayı kamuoyuna vicdanen vermesi gereken bir hesap var!
Ve ne yazık ki onun vereceği hesap sadece Hrant Dink ile sınırlı değildir...
Mesela Ahmet Kaya'yı ölüme götüren o manşetleri nasıl ve neden yazdığını da bizlere anlatmalı Ertuğrul Özkök...
Neden, "Bir gün ben de Kürtçe bir şarkıma klip çekeceğim.." dediği için linç edilmek istenen Ahmet Kaya için, "Ayıp Ettin Gözüm" manşetini attığını ve sonradan eşi Gülten Kaya tarafından mahkemeye sunularak fotomontaj olduğu ispatlanan Kürdistan haritasının altına, "Ona Türk-Kürt diye bakmadık.. Türküleriyle ağladık, güldük.. Sakalı, atkısı ve göbeği ile bizden biriydi çünkü.. Meğer öyle değilmiş Ahmet.. Bebeğe, kadına, dedeye, askere kurşun sıkanlardanmış.. PKK'lı Ahmet.. Yazıklar olsun!" yorumlarını yazdığını ben şahsen merak ediyorum...
Ve kesinlikle bilmek istiyorum... Adice ve gaddarca saldırıların ardından ülkesini terk etmek zorunda kalan o büyük bestekârın Avrupa'daki bir konserinde, "Birkaç şerefsizin yüzünden bana yaşatılanları, ülkemden bu kadar uzakta kalmayı ve içine düşürüldüğüm bu durumu içime sindiremiyorum.
Kürt realitesinin kabul edilmesini istiyorum. Türkiyeli Kürt Ahmet olarak yaşamak istiyorum" sözlerinin üzerine, "Vay Şerefsiz!" manşetini çektiğini...
Bakın... Biliyoruz ki Ahmet Kaya'yı yoran, kıran, üzen ve yaşamdan kopmasına vesile olan, onu ölüme sürükleyen olaylar Özkök'ün bu manşetleri ile başlamıştı...
Benim anlamadığım...
Daha doğrusu anlayamadığım...
Zat-ı muhteremin yaptığı bunca kötülüğün hâlâ hafızalarımızda ve arşivlerde yer almasına rağmen bir de kalkıp,"Hayatım boyunca kimse için 'Vatan haini' ifadesini kullanmadım. Ali Kemal'e bile vatan haini demedim..." diyebilme cesaretini göstermiş olması...
Evet... Belki onun katledilişi öncesi attığı manşetler ile ilgili ortaya koyduğu argümanlar onu Hrant'ın katili olmaktan kurtarıyor ama...
Ahmet Kaya'nın katili olmaktan kurtaramıyor...
Kurtaramayacak da...
Emin olmalı ki, belki bu dünyada değil ama öbür dünyaya ayak basar basmaz iki el yakasına yapışacak... Ve haykıracak; "Eyy Ertuğrul Özkök... Hiç mi vicdanın sızlamadı hakkımda onca yazıyı yazarken? Bana şerefsiz, alçak ve vatan haini derken... Hadi... Söyle... Değer miydi üç kuruşluk tiraj uğruna benim gibi ülkesini seven bir sanatçı için attığın o insafsız manşetler? Söyle..Değer miydi?" diye..


Reha Muhtar
Vatan Gazetesi
Erol Simavi, Bilge Emeç'i neden aramadı?..
16 Şubat 2010

Abdi Bey (İpekçi) öldükten kısa bir süre sonra Milliyet’te çalışmaya başladım...

Onun için Abdi Bey’e yetişemedim...

Muhabir olarak çalıştığım gazete ve ajanslarda “Hangi genel yayın müdürünü ilk sıraya koyarsın?..” deseler, hiç düşünmeden Çetin Emeç derim...

Hürriyet’ten gelmişti Milliyet’e...

Milliyet’ten gitti Hürriyet’e ve ölüme...

Pazarki VATAN’da Sanem Altan’ın Çetin Emeç’in eşi Bilge Emeç’le yaptığı inanılmaz bir röportaj vardı...

**
Bilge Emeç, Hürriyet’in o günlerdeki sahibi Erol Simavi’nin Çetin Emeç’in öldürüldüğü gün de dahil, 20 yıl içinde bir kez bile kendisini ve aileyi aramadığını söylüyor...

Düşünün sahibi olduğunuz gazetenin iki kez genel yayın yönetmenliğini yapan, birkaç ay sonra yeniden genel yayın yönetmeni yapmayı düşündüğünüz yazarınız, kanlı bir suikast sonucu öldürülüyor, ama siz kederli ailesini bir kez olsun aramıyorsunuz...

Alışılmış bir durum değil bu...

Sanem Altan’ın röportajına baktığımda, bu alışılmadık durumla ilgili çok ilginç sorular kemiriyor beynimi...

Çetin Emeç benim genel yayın yönetmenliğimi yapmış bir gazeteciydi...

***

Her şey bize açıklandığı gibi mi, yoksa Bilge Emeç’in de sorduğu gibi, “bazı şeylere inandırıldık mı biz?..”

Bu basın ustasının en azından anısına saygı uğruna beynimi kemiren soruları sormalıyım şimdi:

1) Erol Simavi, niçin aradan geçen 20 yıl içinde bir kez olsun aileyi arayıp, başsağlığı bile dilemedi?..

Bu normal bir davranış mı?..

2) Erol Simavi, Emeç suikastından bir süre sonra neden Hürriyet’i apar topar satıp, tamamen İsviçre’ye yerleşti?..

3) Simavi’nin Hürriyet’i satışıyla, Çetin Emeç suikastı arasında bir bağlantı var mı?..

Simavi kendisine yönelik bir saldırı olacağından mı korktu?..

4) Röportajda Cengiz Çandar’ın Semra Özal’a atfen söylediği olaylar neler?..

Turgut Özal’a yapılan suikast, Çetin Emeç suikastı ve Erol Simavi’nin apar topar Hürriyet’i satıp İsviçre’ye gidişi arasında bir bağlantı var mı?..

MİT’in Özal dönemi müsteşarı Hiram Abas’ın Çetin Emeç’i suikasttan kısa bir süre önce, “Güzergâhını değiştir” diye uyarmasının anlamı ne?..

5) Birileri biliyor muydu Çetin Emeç’e suikast düzenleneceğini?..

Biliyorlarsa nereden biliyorlardı?..

6) Kar maskeli adamlar tanınmayacaklarına göre, takip edip Çetin Emeç’in şoförünü de niye öldürdüler?..

Kendi şoförü o gün neden yoktu?..

***

Bilge Emeç bu soruların yanıtını arıyor...

16 Mart 2010
"Vay Şerefsiz" Hayatımızı Bitirdi
Ahmet Kaya'nın eşi Gülten Kaya, Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'te Ahmet Kaya için attığı "Vay şerefsiz" manşetinden sonra hayatlarının bittiğini söyledi..

Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'te Ahmet Kaya için attığı "Vay şerefsiz" manşetinden sonra nasıl bir duruma düştüklerini anlatan Gülten Kaya, Özkök'e ağır suçlamada bulunarak 'dolaylı cinayet' yorumuna katıldı. Dink örneği verdi, çektiklerini anlattı...

Gülten Kaya, Hürriyet gazetesinin eşi Ahmet Kaya için 20 Temmuz 1999’da attığı "Vay şerefsiz” manşetinden sonra hayatlarının bittiğini söyledi.

Habertürk televizyonunda Balçiçek Pamir’in “Söz Sende” programının konuğu olan Gülten Kaya, Hürriyet Gazetesi’nin eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’e sert tepki gösterdi.

Özkök’ün Hürriyet’e attığı “Ayıp ettin gözüm” ve “Vay şerefsiz” manşetlerini hatırlatan Gülten Kaya, “Vay şerefsiz’den sonra bizim hayatımız bitti” dedi.

"SALİMEN AVRUPA’YA GİDİŞİ NUCİZEVİ"

Pamir’e “Yarın Habertürk gazetesinde birisi için böyle bir manşet atarak deneyin bakın o insanın hayatını nasıl yok etmiş olursunuz. Sizin marifetinizle her an öldürülebilir. Ahmet Kaya’nın buradan salimen Avrupa’ya gidişi son derece mucizevî.” diyen Kaya, “vay şerefiz manşetinden sonra” neler yaşadıklarını şöyle anlattı:

“O başlıktan sonra inanılmaz şeyler oldu bizim hayatımızda. Sokağa çıkamaz olduk. Açıkçası çok konuşmadık böyle şeyleri. Yüzüne yerleşen ifadeyi unutmuyorum ben. Hayatım boyunca da unutmayacağım. Çok kısa mesafeler arasında olan evimizle ofisimiz arasında gidip gelememeye başladı Ahmet. Sokaktaki insanlar gazeteler bir şey yazınca onu tartışmasız doğru kabul ediyorlar.”

“DİNK GİBİ ÖLDÜRÜLECEKTİ”

Hrant Dink için yapılan yayınlara da göndermede bulunan Gülten Kaya, Ahmet Kaya’nın da ö dönem Dink gibi saldırıya uğramasının an meselesi olduğunu söyledi. Gülten Kaya Kaya, Ahmet Kaya için o dönem yapılan yayınlara “dolaylı cinayet” dedi.

“DOLAYLI CİNAYET”

Kaya şunları kaydetti: “ Hrant Dink olayında olduğu gibi siz bir süreci köpürtüp bir noktaya getiriyorsunuz. Sonra “buyurun” diye atıyorsunuz önlerine. Kuşkusuz oradan çıkıp, sevgili Rakel’in (Rakel Dink – Hrant Dink’in eşi) deyimiyle bebekten yaratılmış bir katilin Ahmet’e fiilen zarar vermesi an meselesiydi. Onun için bazı gazeteciler Ahmet Kaya’nın aramızdan ayrılışına “dolaylı cinayet” diyorlar. Çok kabul ediyorum bu tanımı. Bu bir dolaylı bir cinayettir. Bunda çok ciddi payı vardır o insanların. Onun için böyle ekranda falan ben konuşurken bile kirlendiğimi hissediyorum. Yani bu insanların bahsi geçtiğinde kirlendiğimi hissediyorum. Kirleniyorum adeta. Bu insanlar hala gazete yönetiyorlar hala ekranlarda olabiliyorlar ve hala konuşabiliyorlar.”

"AYIP ETTİN GÖZÜM"

14 şubat 1999 tarihli Hürriyet, Ahmet Kaya'nın sonradan fotomontaj olduğu ortaya çıkan PKK bayrağı önündeki resmine istinaden manşetinde "Ayıp ettin gözüm" ifadesini kullanmış ve şu ifadelere yer vermişti: "Ona Türk-Kürt diye bakmadık... Türküleriyle ağladık, güldük... TV'lerden evlerimize konuk ettik... Meyhanelerimizde rakı içtik... Sakalı, atkısı ve göbeği ile bizden biriydi çünkü... Meğer öyle değilmiş Ahmet... Bebeğe, kadına, dedeye, askere kurşun sıkanlardanmış... PKK'lı Ahmet... Yazıklar olsun..." http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1999/02/14/hurriyet.asp

“VAY ŞEREFSİZ”

Hürriyet bu sefer 20 Temmuz 2009 tarihli nüshasında, "Vay şerefsiz" şeklinde Türk basınında eşi görülmemiş ağırlıkta bir manşetle çıkarak Ahmet Kaya için ağır şu ifadeleri kullanmıştı: “Şarkıcı Ahmet Kaya, milyarlar kazanıp ekmeğini yediği Türkiye'ye yine kin kustu, ‘‘Arabamı, şerefsizlerin memleketinde bıraktım’’ diyerek 64 milyona hakaret etti.” http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1999/07/20/hurriyet.asp

"DAHA YUMUŞAK ATABİLİRDİM"

Ertuğrul Özkök geçtiğimiz günlerde 32. Gün Programında Mehmet Ali Birand’ın soruları cevaplamış ve Ahmet Kaya için attığı “Ayıp ettin gözüm” ve “vay şerefsiz” manşetlerinin ağır olduğunu söylemişti.

Özkök şunları söylemişti: “En büyük hata değil de, hata diyelim. Mesela Ahmet Kaya, çok sevdiğim bir müzisyendi; magazinciler gecesinde ben de oradaydım; ama o konuşmayı yapmadan kalkmıştım. Bugün olsa, onun hakkındaki o iki manşeti, daha yumuşak atardım. Gerçi, aynı şey Ahmet Kaya için de geçerli, keşke öyle bir gecede düşüncelerini biraz daha yumuşak tonda dile getirseydi.”

Haber 7


Kaynak: Odatv

Aile
Ahmet ALTAN
ahmetaltan111@gmail.com

Vahşi Batı'da "at hırsızlarını" asarlardı.

Ceza kesindi.

Ve herkes bu cezanın verilmesinde hemfikirdi.

Çünkü geniş ve ıssız ovalarda, dağlarda, vadilerde, kasabalardan millerce uzakta "atsız" kalmak "ölmek" anlamına gelirdi. Kızılderililer tarafından vurulabilir, haydutlar tarafından soyulabilir, vahşi hayvanlara yem olabilirdiniz.

"At hırsızlığını" önlemek herkesin ortak çıkarıydı ve daima bu "yasaya" uydular, at hırsızlarını asarak hırsızlığı önlediler.

Her zaman, her yerde, herkesin çıkarına olan böyle kurallar vardır.

Savaşın çeşitli biçimlerde sürdüğü bir dünyada savaşa girenlerin de "ortak çıkarları" bulunur.

"Aileyi korumak" bu ortak çıkarlardan biri, belki de en önemlisidir.

Mafyada bile kuraldır, aileye dokunmazlar.

Gangsterler birbirlerini vururlar, birbirlerine pusular kurarlar, birbirlerinin işyerlerini patlatırlar ama hepsi de birbirinin ailesine saygı gösterir.

"Düşmanının ailesini" korumak, kendi aileni korumanın en güvenli yoludur çünkü.

Herkes kendi ailesini, eşini, çocuklarını, sevdiklerini koruyabilmek için "düşmanının" da ailesini korur.

Aileye "dokunan" ortaklaşa cezalandırılır.

Ailenin kutsallığından, "dokunulmazlığından", asaletin ölçülerinden, ülkesinin "savaş ilan" ettiğini "düşman" ülkenin liderine bildirdikten sonra ayrılırken "eşinize saygılarımı ve üzüntülerimi iletin lütfen" diyen büyükelçilerden hiç söz etmiyorum bile.

Sadece, bir kavganın içinde bulunan herkese "bir ailesi" olduğunu hatırlatıyorum.

Son zamanlarda epeyce tuhaflaşan, "ölçü, kural, düzey" tanımayan yazılara yer vermeye başlayan Hürriyet gazetesi dün gazetecilik açısından da, insanlık açısından da utandırıcı bir haberi yerleştirmişti sürmanşetine.

Türkiye'nin en parlak hukukçularından biri olan, çağdaş bir anayasayı ve hukuk sistemini savunan Osman Çan'ın eşiyle ilgili ipe sapa gelmez bir haberdi yazdıkları.

Genç hukukçunun eşi öğrenciyken öğretmenine "mailler" atmış.

Eeeee?

Bunun nesi haber?

Eşinin öğrenciyken öğretmenine mail göndermesinin Osman Çan'la ne alakası var?

Hürriyet bir de haberini "yargıdaki savaş belaltına indi" başlığıyla vermişti.

Sen al bir adamın ailesiyle ilgili bir haber yap, bir de buna "ayıplıyormuş" gibi başlık at.

Ayıp buluyorsanız neden sürmanşetinize koyuyorsunuz?

Osman Can, bugün ciddi bir hukuk mücadelesi veriyor, hukuk reformlarının gerçekleşmesi için uğraşıyor, topluma hukukla ilgili gerçekleri anlatıyor ve Hürriyet gazetesinin tepesinde "eşiyle" ilgili bir habere rastlıyor.

Eşinin bu olaylarla ne ilgisi var?

Şimdi o gazetenin sahibine sormak istiyorum.

Sizin eşiniz, çocuğunuz, yakınınız yok mu?

Kızdığınız, beğenmediğiniz, fikirlerine karşı olduğunuz birinin eşiyle ilgili utanmazca bir haberi gazetenizin tepesinde görmeye aldırmazsanız, bir başka insanın "ailesine" dil uzatırsanız, mafyanın bile yapmadığını yapıp "aileye" saldırırsanız, sadece "düşmanlarınızın" değil kendi ailenizin de "dokunulmazlığını" tehlikeye atarsınız.

Osman Çan'ın ailesini korumak biraz izanınız varsa anlarsınız ki aslında "kendi ailenizi" korumaktır.

Aynı soruyu, bu haberi kendisine gerçekten yakıştıramadığım, böyle bir haberi gazetesinin tepesine koyarak sadece beni değil herhalde kendisini tanıyıp seven herkesi şaşırtan Hürriyet gazetesinin genel yayın müdürüne de sormak istiyorum.

Senin ailen, eşin, sevdiğin yok mu?

O haberi oraya koyarak kendi ailene de kötülük ettiğinin farkında değil misin?

Aileleri bu savaşın dışında tutmak gerekmiyor mu?

İnsanların özel hayatlarıyla ilgili böyle "belden aşağıya" vuruşlar ayıp değil mi?

Hürriyet gazetesi çok insanın canını yaktı, hayatını kararttı.

O zamanlar basın tek sesliydi, kimse "bir başkasını" korumak için kavgaya girmezdi.

Şimdi öyle değil.

Hürriyet gazetesi öyle canının istediği gibi özel hayatlara saldırıp belden aşağıya vurarak, "aynı fikirde" olmadığı insanları sindiremez.

"Başkaları" için kavgaya girecek yeni bir basın var artık Türkiye'de.

"Ayıp" duygusunu hâlâ kaybetmediklerine inanmak istediğim gazete patronuyla, genel yayın müdürünü dostça uyarmak istiyorum, ailelere saldırmayın, bu yolu bir açarsanız, ahlaksızlığı "ölçü" haline getirirseniz, kendi ailenizi de koruyamazsınız.

Kimle mücadele ediyorsanız onunla mücadele edin, "eşiyle, çocuğuyla" değil.

Mafyanın bile yapmadığını yapmayın.

"Bir kişinin ailesine saldıran" kendi ailesi de dâhil herkesin ailesine saldırmış sayılır.

Ve bunu yapan, aynen "at hırsızları" gibi herkesin ortak düşmanıdır.

17 Nisan 2010 - Taraf

9 Nisan 2010
Gürkan Hacır/Akşam
Aydın Doğan'ın sahibi olduğu Hürriyet gazetesi hangi Yahudi ailenin aktardığı parayla kuruldu?

Kurucu Sedat Simavi borcunu ilanla mı ödedi? Koç Grubu'nun Yahudilerle bağlantısı ne? Arçelik'te Yahudi ortak var mı? Burla Biraderler'i tanımak ister misiniz?

Koç ile Hürriyet'in kaderini belirleyen ailenin kızı: Monik

Burla adı, her ne kadar yabancı olduğumuz bir isimmiş gibi görünse de, aslında yaşamımızın tam da ortasındalar. Dinlediğimiz radyodan buzdolabına, otomobilden okuduğumuz gazeteye kadar herşeyin altında onların imzası var.

İşte bir ailenin bilinmeyen öyküsü
Monik Benerdate geçtiğimiz hafta hayata veda etti. Sosyete magazinini yakın takip edenlerin iyi bildiği bir isimdi. İstanbul'un hemen her önemli davetinde boy gösteren Monik Hanım, Burla Ailesi'nin kızıydı. Benerdate soyadı evlendikten sonra aldığı eşinin soyadıydı. (İlginç olan, Monik Hanım iki evlilik yapmıştı. İlk eşi Benerdate Ailesi'ndendi. İkinci eşi ise Ceri Benerdate'ydi. İkinci eşi ilk eşinin kuzeniydi.) Ama Monik hanımın asıl zenginliği kendi ailesi Burla'lardan geliyordu.
Peki Burla'lar kimdi?
Türkiye'nin sanayisinden medyasına kadar geniş bir yelpazede adlarından söz ettiren Burla Ailesi'nin tarihine bir uzanalım.

ÖNCE LİVORNO, SONRA SELANİK
Burla'lar İspanya'dan göç eden Musevi bir aileydi. Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan binlerce seferad aile gibi onların da ilk durakları İtalya'nın Livorno kenti olmuş, ardından Selanik'e göç etmişlerdi. Selanik'te yerleştikleri yer ise bize tanıdık bir mahalleydi. Atatürk'ün de evinin bulunduğu Koca Kasım Paşa Mahallesi.
Eli ve Daniel Burla kardeşler Selanik'te ticaretle uğraştılar. İstanbul'a göç ettiklerinde de yanlarında hem yüklü miktarda para hem de önemli bir ticari gelenek getirmişlerdi. İlk şirketlerini Galata'da açtılar. Yıl 1911.
İthalat işleriyle uğraşıyorlardı. İthalat konusunda hemen hemen tekel gibiydiler. Ottaş'ı 1928 yılında kurdular.

Ottaş Otomotiv ve Taşınmaz Mallar Sanayii. Bu aynı zamanda ülkemizin de ilk otomotiv şirketi oldu.

Mustafa Kemal Atatürk'ün bindiği otomobillerin neredeyse tamamını (18 tane) Burla Biraderler ithal etmişti. Zaten Atatürk'le Selanik günlerinden tanışıyorlardı.

Burla Biraderler deyip duruyoruz ama bu biraderler kimdi?
Şirkette aktif olan iki kardeşti. Eli ve Daniel Burla! Şirket işlerine pek girmeyen bir başka kardeşleri daha vardı. Maya!
(Maya Hanım Türkiye'deki şirkete pek karışmamıştı ama öyle bir aileye gelin gitti ki..! Burla Biraderlerin servetini birkaç kez katlayacak bu aile Grunberglerdi. Yani dünyaca ünlü Grundig markasına sahip olan aile)

Daniel Burla'nın iki erkek çocuğu oldu. Fred Burla ve Lori Burla...!
Fred Burla'nın tek kızı oldu. Monika! O da Türkiyeli bir Musevi olan Benerdate'lere gelin gitti. Türkiye'de kaldı, cemiyet hayatının sevilen bir ismi oldu.
Lori Burla'nın çocukları ise yurtdışında kalmayı tercih ettiler.
Eli Burla'nın ise iki kızı oldu. Sara (Bernsten) ve Nadya (Sonman)

VEHBİ KOÇ'LA KESİŞEN YOL
Burla Biraderler makine üretiminden tekstile ev eşyası ithalinden çelik saç ve döküm atölyesine kadar onlarca alanda faaliyet gösterdiler. Ama asıl büyük sansasyonel ithalatları radyo oldu. PYE marka etiketli radyoları hatırlayanlar olacaktır.

Radyo ithalatı bir anda cirolarını fırlattı.
En az radyo kadar ilgi gören bir başka ithal ürünleri ise buzdolabı oldu. Frigidaire marka buzdolaplarını Türkiye'ye getirdiler. Tel dolaplarda yiyecek içecek saklayan Türk insanı için vazgeçilmez bir ev eşyası olmuştu.

Peki Koçlarla daha doğrusu Vehbi Koç'la yolları nerede kesişti.
Vehbi Bey'in anılarına bakalım.

'...Ampul fabrikasından sonra, ikinci endüstri şirketimiz Arçelik'tir. Bu şirketimizin kurulma hazırlığı 1953'te başlamakla birlikte, böyle bir üretime girme düşüncesi bende 1935 yıllarında gelişmişti. O yıllarda Ankara gittikçe büyüyor, benim işlerim de gelişiyordu. Bir yandan da İstanbul'dan sac dosya dolaplarını 1929'dan beri Erel firması olarak Lütfü Doruk ve ortakları yapıyordu.

Lütfü Bey mali bakımdan sıkışık durumdaydı, işlerini geliştiremiyordu. Kendisine ortaklık teklif ettim. 'Sen beni yutarsın' diye kabul etmedi, bu isteğimden vazgeçtim.
Lütfü Bey bir süre sonra, işi ortağına bırakıp Muğla'nın Köyceğiz'inde dalyan işletmeye başladı. Bu iş de birkaç yıl sürdükten sonra devam etmeme kararını aldı, İstanbul'a döndü. Erel şirketi Lütfü Bey'in Edip Bey adında bir arkadaşı tarafından yönetiliyordu.

Lütfü Bey'le dostluğumu devam ettirdim, zaman zaman o Ankara'ya gelir, ben İstanbul'a giderdim.1953 yılında, bir gün aklıma gene bu mobilya işini yapmak için bir teklifte bulunmak geldi. Lütfü Bey de sıkışmış ve bunalmıştı, teklifimi kabul etti.
İstanbul'da Burlalar da demir mobilya alıp satıyorlardı. Onların da imalata geçmek istediklerini duymuştum. Lütfü Bey'le bir fabrika kurmaya karar verdikten sonra, fabrikanın üretimini artırmak, maliyetleri düşürmek ve bir an önce kara geçmek için Burlalarla ortak olmaya karar verdik. Bu ortaklık 1954 yılında kuruldu. Gene aynı düşünceyle Devlet Malzeme Ofisi'yle 1956'da ortak olduk.

Bir yandan bu demir mobilya işini sürdürürken buzdolabı yapmayı düşünmeye başladık. Memlekette yaşama seviyesi yükseliyor, piyasada buzdolabı ihtiyacı hızla artıyordu.

Buzdolabı tamamıyla sac imalatıydı. Makinelerimiz de vardı. Ortaklar, aramızda konuştuk, başlamaya karar verdik. Avrupa ve Amerika'nın büyük firmalarına başvurduk. Türkiye'de tüketim çok küçük olduğu için hiç biri yanaşmadı. En sonunda İsrail'de 'Amcor' firması ile bir anlaşma yaparak buzdolabı yapımına ve onlardan kompresör almaya başladık.

Başlangıçta hem buzdolabı hem demir mobilya yaptık. Buzdolabı işi geliştikçe Arçelik, ilk gayesi olan demir mobilya işini bıraktı, yavaş yavaş elektrikli ev aletleri endüstrisine geçti.
Hayat Hikayem / Vehbi Koç 1973 3. Baskı

VEHBİ BEY'İN TİCARİ ZEKASI
Vehbi Bey'in yukarıdaki birkaç satırla geçiştirdiği olaylar aslında büyük bir şirket operasyonuydu. Açmak gerekirse...
Önce zor durumdaki saç dolap üreticisi Lütfü Doruk'la ortak oluyor. Lütfü Bey başına geleceği seziyor ve 'Beni yutarsın' diyor ama çıkar yol bulamadığı için kabul ediyor. Vehbi Bey sac dolap piyasasına hakim oluyor ardından kurduğu şirkete Devlet Malzeme Ofisi'ni de ortak ediyor. Bütün devlet dairelerinin sac dolap ihtiyacı olduğunu düşündüğünüzde kazancı siz hesaplayın.

Ama Vehbi Bey'in ticari zekası bununla da sınırlı kalmıyor. Burla Biraderleri de bir şekilde ikna edip buzdolabı imalatı amacıyla Arçelik'i kuruyor. Ve yıllar önce Lütfü Bey'in söylediği gibi Vehbi Bey zaman içinde Burlaları da yutuyor. Arçelik'te Burlaların ve vefat eden Monik Hanım'ın çok küçük hisseleri kaldı.

Yani günün birinde KOÇ Grubu size ortaklık teklif ederse hemen sevinmeyin..!
Şaka bir yana Burla Ailesi Koç ailesiyle hep birbirlerini sevdiler, saygı duydular. Hatta o kadar ki Lori Burla, bir röportajda örnek alacağınız şirket hangisidir sorusuna hiç düşünmeden 'Koç'lar' cevabını vermişti. Lori Burla başta olmak üzere bütün aile Vehbi Bey'e ve Koç Ailesi'ne hep hayranlık beslediler.

Ama şunu kabul etmek gerekir ki Vehbi Bey, hep Burlaların izinden gitti. Onların hakim olduğu alanlara sızdı. Önce ortak oldu ardından tek söz sahibi... (Vehbi Bey'in Yahudilerle olan işbirliği ayrı bir inceleme konusudur. Ama şunu da eklememe izin verin lütfen. Şevket Kazan bana Tayyip Erdoğan'ın Vehbi Bey'in hayatını anlatan İmparator kitabını okuduktan ve Yahudi bağlantısını gördükten sonra çok değiştiğini ve önünün açıldığını söylemişti.

Meraklısı için Erol Toy - İmparator)
Otomotiv sektörü de Burlaların hakim olduğu bir alandı. Vehbi Bey ise Koç Otomotiv A.Ş. ile Ankara'da faaliyet gösteren nispeten küçük bir şirketti. Önce Burlaların Ankara temsilcisi Jan Nahum'u yanına transfer etti. Ardından yine ortaklık, Ford'un ithalatı ve Tofaş'ın kuruluşu...

Hürriyet nasıl kuruldu?
Burla Biraderler yaygın reklam mecralarının olmadığı zamanlarda çok sayıda gazete ilanı veriyorlardı. Yeni bir gazete kurmak için para arayan Sedat Simavi'ye de böyle destek oldular. Ayrıca gazetenin ham maddesi olan kağıdın ithalatını da yine Burla Biraderler yapıyordu. Sedat Simavi'ye yüklü miktarda borç verdiler. Hürriyet Gazetesi Burlaların verdiği parayla kuruldu. Sedat Simavi borcunu ilanla ödeyecekti. (Sabah'ın TMSF'den Çalık'a reklam karşılığı sayılabilecek koşullarla satılması garibinize gitmesin. Eskiden bunun örnekleri var.) Öyle de oldu. Ama Simavi'nin Bab-ı Ali de ki rakipleri Sedat Bey'in yeni bir gazete çıkartmasını istemedikleri için bilindik çamura başvurdular. Hürriyet Yahudi gazetesiydi,

Yahudi sermayesiyle kurulmuştu. Hem İsrail'in kuruluşu ile Hürriyet'in ilk yayına başlaması neredeyse aynı günlerdeydi. (Simavi'nin Hürriyet serüveni için, İrem Barutçu'nun Bab-ı Ali Tanrıları - Simavi Ailesi kitabına bakabilirsiniz.)

Evet, Burlaların hikayesi böyle...Hayata veda eden İstanbul cemiyet hayatının renkli ismi Monik Hanım'ın eğlence dünyasında yaşadıklarını magazinci arkadaşlara bırakmadan önce bir not ve bir de soru ekleyelim...

Arçelik A.Ş. geçtiğimiz günlerde Grundig Türkiye'yi aktifi ve pasifiyle devraldı. Böylelikle Grundig de Koç Grubu'na dahil oldu. 1942 yılında azınlıklara yönelik çıkartılan Varlık Vergisi'nde Vehbi Koç, hangi azınlık mensubu aile için -sonradan evinde kiracı olan- Başbakan Şükrü Saracoğlu'na ricacı olmuştu
Akşam

Nasuhi Güngör
Ertuğrul Özkök ve Barzani’nin Yahudiliği
07 Haziran 2010

(..)

Gün geçmiyor ki Ertuğrul Özkök bizi şaşırtmasın. İlk günkü heyecanı bitti, şimdi günah çıkarmaya başladı.

Bakın 5 Haziran tarihli yazısında Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının doğruluğuna -bu arada İsrail konusunda gereksiz yere İslamcılık yaptığına- dikkat çekerken ne yazmış:

‘Yoksa Barzani’nin “Yahudi” olduğu yolundaki o şahane komplo teorisine, devletimizin yöneticileri de ciddi şekilde inanıyor mu?’

İyilik bende kalsın. Barzani ailesinin Yahudi oluşuna (!) dair bu şahane komplo teorisinin en büyük kaynağını ben kendisine hatırlatayım!

Hürriyet Gazetesi’nin 18 Ocak 2003 tarihli ve Sefa Kaplan imzalı ‘Barzani ailesi Yahudi çıktı’ haberi! O tarihte gazeteyi yöneten ben değildim yanlış hatırlamıyorsam.

Geçen yıl bu haberi Erbil’deki bir uluslar arası toplantıda aktarırken, orada yaşayan insanların tepkisini görmenizi isterdim. Nasıl bir öfke, tepki, hatta gözyaşı, anlatamam.

Altını çizerek söylüyorum. Türkiye-Kuzey Irak ilişkilerine bu haber kadar zarar veren çok az şey olmuştur.Sallarken biraz insaflı olalım. Hele dün ne söylediğimizi hiç unutmayalım.

Star

Yargılama ki...
Haşmet Babaoğlu
01 Temmuz 2010

Artık iyice anladım...
İnsanlığın anlam birikimini; düşünce ve inançlarını; geleneklerini keyfine göre bozuk para gibi harcamakta Ertuğrul Özkök'ün üstüne yok!
Eren Talu'nun anlattıkları medyada tartışma konusu olunca...
"Bir gün yargılanmak istemiyorsanız, siz de yargılamayın" diye buyurdu Hürriyet'in eski genel yayın yönetmeni!
Neden peki?
"Sizin de başınız gelebilir!" diyor.
Bu kadar basit mi?
"Eren Talu ve Defne Samyeli çiftini rahat bırakmalıymışız!"
Eh, orası doğru!
Ama böyle ucuz ve bencil bir hesapçılıkla mı?
"Aman neme lazım!" deyip bu konuda kalem oynatmaktan kaçınmalı mı?

* * *

Bir adam çıkıp yaşadıklarını intikam duygusuyla; nesi doğru, nesi yanlış olduğu tartılamayacak biçimde anlatacak...
Bütün anlattıkları çarşaf çarşaf gazeteye aktarılacak...
Sonra da...
"Hoop ne oluyoruz, yahu" diyenlere, bilgelik kisvesine bürünülerek "sakın yargılama, bir gün senin de başına gelir" denilecek...
Tuhaf değil mi?
Hayata dair ne varsa, hepsini eğlencelik dedikodu malzemesi olarak gören bir gazeteciliğin yaratıcısı olacaksın ve sonra da diyeceksin ki..
"Dedikodu yapmayın, onları rahat bırakın!"
Samimiyet bunun neresinde?

* * *

Beni asıl Ertuğrul Özkök'ün keyfine göre eğip büktüğü söz ilgilendiriyor.
Matta İncili'ndeki şu ifade yani...
"Hükmetmeyin ki, hükmolunmayasınız."
Ya da başka bir söyleyişle; "Başkalarını yargılamayın ki, siz de yargılanmayasınız."
Peki ne anlatıyor bu söz? Onu anlamak için ardından gelenleri okumak gerekir...
"Başkasını nasıl yargılarsanız, siz de aynı yoldan yargılanırsınız. Hangi ölçüyle ölçerseniz, o ölçüyle ölçüleceksiniz. Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de, kendi gözündeki merteği fark etmezsin!"

* * *

Binlerce yıllık inanç geleneklerinin ve vahiy dinlerinin hepsinde benzer öğütler var.
Ve söylenen şey...
Açıktır.
"Yargılayacaksan, önce kendini yargıla" tavsiyesi verilir. İkiyüzlülük yerilir ve doğru yargıda ölçü hatırlatılır.
Yargıç gibi davranmaktansa "kardeş" gibi davranmak önerilir.
Yoksa...
"Başkasının gözündeki çöpe bakarsan senin gözündeki merteğin bir gün hesabını sorarlar" denmez.
Bilmem, anlatabildim mi?

Sabah

EY ERTUĞRUL ÖZKÖK! BU MEHMET YILMAZ NELER YAZIYOR BÖYLE
24.10.2010

Önce bir tespit:

Odatv yazılı medyadan çok az alıntı yapar.

Son dönemde en çok alıntı yaptığı gazetecilerin başında Hürriyet'ten Mehmet Yılmaz gelir.

Peki niye?

Mehmet Yılmaz'ı tanırız ve ona "kıyak" olsun diye mi yapıyoruz bu alıntıları?

Hayır; Odatv ailesinden kimse Mehmet Yılmaz'ı tanımaz. Hele o "kıyak" sözcüğünü hiç bilmez.

Mehmet Yılmaz'ın yazdıklarını alıntılamamızın nedeni, son dönemde gazetecilik ilkelerine bağlı, "iktidar ne der" korkusuyla hareket etmeyen ender gazetecilerinden biri olmasıdır.

Bu tespitten sonra gelelim yazımıza:

Mehmet Yılmaz geçen hafta gittiği bir barı yazdı:

“GEÇEN akşam, bir arkadaşım “plak çalacak” diye, “45’lik” isimli bir bara gittim. Galatasaray’da, bu sene 16. yılını dolduran eski bir kulüp burası.
İsmi, müşterilerinin yaşından değil, eski 45’lik plaklardan geliyor. (...)
Timur Selçuk’tan “Caddeden sokaklara”yı aradan geçen onlarca yıldan sonra dinlerken, Antalya’da yarım aralanmış bir perdeden, yandaki boş arsada top oynayan sıska oğlan çocuklarını seyreden kâkülü siyah gözlerinin üzerine düşen güzel kız geldi hatırıma.
Plastik bir topla en çok çalımı atarak kızın dikkatini üzerine çekeceğini zanneden o sıska oğlanın heyecanını hissettim yanaklarımda.
Türk pop müziğinin “sosyal içerikli şarkılar yapma” döneminden bir şarkı çalınca da doğrusunu isterseniz gülmekten kendimi alamadım.

Tanju Okan söylüyordu: “Başlık ister kız babası / Bu toplumun yüz karası / Olmaz olsun şu fakirlik / Bulamadım başlık parası oy / Bulamadım başlık parası.”
Yine o dönemlerden bir “pastoral” şarkı da var ki Ajda Pekkan’ın biz yatılı erkek mektebi öğrencilerinin rüyalarının başkahramanı olduğu yıllara denk geliyor:
“Ben bir köylü kızıyım / gönlümden yaralıyım / derdimi anlatırsam / yürekler acısıyım / vuruldum ben bir gence / kömür gözlü pek ince / kalbimi çaldı gitti / beni böyle mahvetti!”
“Hadi o şarkı da çalsın, bunu da dinleyelim, şunu hatırlıyor musun” derken, sabahın 5’ini bulduğumuzu da söyleyeyim.
Tabii “kendi listemi” çaldırmadan, şuradan şuraya kıpırdamadığımı da belirteyim.
O şarkıların sözlerini ezberler, sanatçılarının resimlerini defterlerimize yapıştırırken ne kadar naif bir dünyada yaşadığımızı hatırladım.”

Mehmet Yılmaz devam ediyor ve 45’liklerden yaptığı bir listeyi yazıyor:

Bu şarkıların her biriyle ilgili anılarım var, geri gelmeyecek yılların burnumun direğinde bıraktığı sızı var. Benim listemle karşılaştırın ve kendi listenizi de yapın isterseniz.
Aslında liste daha kabarık olurdu ama her sanatçıdan bir tek şarkı seçmeye zorladım kendimi, bu liste çıktı ortaya:
1- Barış Manço: Anlıyorsun değil mi?
2- Erkin Koray: Şaşkın.
3- Cem Karaca ve Apaşlar: Resimdeki gözyaşları. (Bir gün belki hayattan!)
4- Nükhet Duru: Melankoli.
5- Sezen Aksu: Haydi gel benimle ol!
6- Mazhar: Bodrum, Bodrum.
7- Modern Folk Üçlüsü: Leblebi.
8- Bülent Ortaçgil: Şık Latife.
9- Timur Selçuk: Caddeden sokaklara.
10- Erol Evgin: İşte öyle bir şey!

SOSYOLOG ÖZKÖK NE DİYECEK

Ertuğrul Özkök, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle ilgili hep aynı noktaya işaret etti.

Darbeyi çok insanın "kurtuluş" olarak gördüğünü yazdı.

Bu insanlardan biri de kendisiydi.

Peki...

Gazeteci Ertuğrul Özkök'e değil sosyolog Ertuğrul Özkök'e bir çift sorumuz var:

Mehmet Yılmaz gibi nice insan 1960-1970'li yılların şarkılarını dinlerken niye hiç akıllarına kan, terör, ölüm gelmiyor?

Niye hep naiflik akıllara geliyor?

Bunu Özkök'ün yanıtlaması gerekiyor.

Evet, niye o şarkıları dinlerken, o kötü günler aklımıza gelmiyor?

Niye hepimiz o yılların şarkılarını dinlediğimizde mutlu oluyoruz.

Niye aklımıza hep güzel sıcak günler geliyor.

Evet, halbuki 1970'li yıllarda ölenler vardı, kan vardı.

Ama hiçbirimiz bu şarkıları dinlerken bunları düşünmüyoruz; niye, niye?

Kuşkusuz bunun yanıtı bizde var ama Özkök'ün yanıtlamasını istiyoruz.

1970'li yılları sadece kan ve gözyaşı olarak anmak ne kadar doğru?

Sadece kan mı vardı?

Keza öyle bile olsa devrimci ya da ülkücü gençlerin idealizmi bile o dönemin naifliğini göstermiyor mu?

Hangi tarih kitabı yazar, cephede ölen askerin suçlu olduğunu?

Tarih sadece puşt zulalarında sıkılan kurşunların hainliğini yazmaz mı?

Ya bugün Özkök?

Aynı naiflik niye yok?

Aynı ahlaki idealizm niye yok?

O kendini feda eden vicdan nerede bugün?

Biz bu nedenle mi, o günlerin şarkılarını dinliyoruz Özkök?

Biz yazmak istemiyoruz:

Özkök yazmalı. 11 Eylül ile 12 Eylül arasındaki farkı her fırsatta kaleme alan Özkök, bu şarkıların bize anımsattıklarını analiz etmek zorunda. Gazeteci olarak değil sosyolog olarak yazmalı.

Çok sıkışırsa, analitik kafaya sahip Reha Muhtar'dan yardım alabilir!

Odatv.com


Barlas'tan Ertuğrul Özkök'e çok sert eleştiriler

24 Ekim 2010 Sabah gazetesi yazarı Mehmet Barlas, Zaman gazetesinden Nuriya Akman'a verdiği röportajda Ertuğrul Özkök'ü hedef aldı. Barlas, Özkök için, "Aydın Doğan'ı çok idealleştirdi. Bütün yanlışları Aydın Doğan'ın sermayesine monte etti. Şimdi bütün gazeteler satılık. Böyle bir şey olur mu? Yani onun gazeteciliğe verebileceği bir tavsiyenin kalmaması lazım" dedi.

Beyaz Türkler kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Kimi Nişantaşı'nda, kimi de suluboya kutusunda, sulandırılmış beyazda kendisine statü arıyor. Yani beyaz olunca o yüzde 42'yi simgelediğini sanıyor. O yüzde 42'nin içinde MHP'liler de var. Acaba ona daha yakın olmasın beyazlık. Laikçi, demokrasi karşıtı, halkın her dediği mutlaka yanlıştıra inanan, kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır özdeyişine kendini adamış bir tipleme bu. Saçma sapan bir şey yani. Beyaz Türk kavramını Güldemir fantezi olsun diye üretmişti. Şimdi bunlar ciddiye aldılar.

-Özkök, beyaz Türkler kongresini toplamak istediğini yazdı...

-O kongreye siyah Amerikalıları temsilen Obama'yı da çağırsa ilgi çekici olurdu.

-Peki, sit-com gazeteciliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Sit-com gazeteciliğinin örneğini aslında Ertuğrul Özkök'ün kendisin de vermek gerekir. Yani içinde bulunduğu ortam neyse onu heyecanlandırıyor. Orada kendine göre bir senaryo yazıyor. Bu mesela bir şarap sofrası olabilir, bu mesela bir aşkın tartışıldığı sofra olabilir. Orada kendince hayali bir senaryo yazıyor. Bu gerçek ötesi bir şey. Ben sit-com gazeteciliğin Türkiye'de iyi bir örnek olduğu kanaatinde değilim.

-Ertuğrul Özkök'ün yazılarından bir şey öğrendiğiniz olmuyor mu?

-Ertuğrul Özkök'ün bazı yazıları beni şaşkınlığa düşürüyor. Çünkü Ertuğrul Özkök'ün farklı kişilikleri var. Çok uzun yıllar Hürriyette gazete yöneticiliği yaptı. Ve özellikle 28 Şubat'tan sonra gazetesine izlettiği yol ve kendi yazılarında ne söylediyse yanlış çıktı. Yani bir gazeteyi yanlış yola sürüklemek konusunda hangi manşeti attıysa, hangi tezi ortaya attıysa hepsi yanlış çıktı. Mesela 28 Şubat döneminde Ecevit'in yardımcısı vardı, Hüsamettin Özkan. Onunla gidip konuştuktan sonra yazdığı bir yazı vardı. Yani Hüsamettin Özkan olmadan Türkiye'de ne devlet yönetilir, ne toplumun sağlığı, ne de istikrarı korunabilir içerikli bir yazı yazmıştı. Nerede Hüsamettin Özkan şimdi? İşte Abdullah Gül'ün seçimindeki manşetler. 411 el kaosa kalktı manşeti. Hürriyet'in son referandumda hayır'ın amiral gemiliğini yapması. Yani Kemal Kılıçdaroğlu'ndan daha fazla hayır dedirtti. Şimdi Ertuğrul Özkök'ün bu bakımdan o dönemdeki izlediği çizgi ile gazeteyi getirdiği nokta ortada. Yani patronunu bütün gazetelerini sattırma noktasına getiren bir yönetici sit-com gazeteciliğini örnek olarak verse ne olur, vermese ne olur.

-Tek sorumlu Özkök müdür yani?

-Ana sorumlu odur. Ve Aydın Doğan'ı çok idealleştirdi. Bütün yanlışları Aydın Doğan'ın sermayesine monte etti. Şimdi bütün gazeteler satılık. Böyle bir şey olur mu? Yani onun gazeteciliğe verebileceği bir tavsiyenin kalmaması lazım.

-Genel yayın yönetmenliğini bıraktıktan sonraki yazılarını nasıl buluyorsunuz?

-Sanki geçmişinin özrünü yazmaya çalışır gibi. Bence Ertuğrul Özkök'ü gazetecilerin değil, Aydın Doğan'ın sorgulaması gerekiyor. Yani sen benim yöneticim olduğun zaman ben ciddi medya patronuydum, büyüyordum. Şimdi Milliyet'i de, Hürriyet'i de, Kanal D'yi de, hepsini satmak durumundayım. Bu senin kötü yönetimin sonucunda meydana geldi. Bunun hesabını ver demesi lazım.

- Aydın Bey'in hiç mi rolü yoktur bu noktaya gelişte?

-Aydın Bey'in rolü Ertuğrul Özkök'e güvenmesi. Yani bir insan bir kere bakar yanlış. İki kere bakar yanlış. Sürekli yanlış yapan adam.

- Geçen Pazar günkü yazısında ruhunun bir parselini sattığı Aydın Bey'le ilişkisinde kendisinin karlı çıktığını, ona hakkını helal ettiğini söylüyor.

-Alan memnun satan memnun olduğuna göre bize birşey söylemek düşer mi?

-Hürriyet satılabilir mi?

-Fiyata bağlı. Her şeyin bir fiyatı vardır. İki yabancı grup Hürriyet'e de talip diye haberler var.

-Aydın Bey medyadan tamamen çıkarsa bu ne anlama gelir?

-Çok yazık olur. Aydın Bey'in Babıali'deki ilk çalıştığı insanlardan biri benim. Aydın Bey neticede yazarına saygılı, yazarına karışmayan, korumaya çalışan, asıl amacı sermaye olarak büyümek olan bir işadamıydı. Şimdi lüzumsuz yere bir siyasal simge oldu. Yani Türkiye'deki insanlarda bir anket yapsanız Aydın Doğan'a karşı duygularının ne olduğunu görürsünüz.

-Meslek yaşamınız boyunca bir çok kez polemiğe girdiniz. Bunların en uzunu hangisiydi?

-En uzunu Emin Çölaşan diye hatırlıyorum. İki üç sene sürdü. 28 Şubat döneminde noktalandı. Çünkü Emin Çölaşan bana dava açtı. Davada dedi ki, Mehmet Barlas'ın yazıları yüzünden sokağa çıkamaz hale geldim. Sonra sekiz milyar lira tazminat ödedim kendisine.

-Bu parayı ödeyince kendisiyle polemiğe girdiğinize pişman oldunuz mu?

-Ben kimseye dava açmadığım için biraz şaşırdım bu davaya ve sonucuna. Çölaşan'dan evvel Uğur Mumcu ile bir polemik yaşadık. O çok uzun sürmedi. Uğur Mumcu arkadaşımdı zaten. O beni Özal'ı tuttuğum için eleştiriyordu. Uğur Mumcu ile zaten ölümümden çok kısa süre öncede konuştum.

-Ne konuştunuz?

-Polemiklerin eski arkadaşlıkları olumsuz etkilemesinin zararlarını konuştuk. Bu benim hoşuma giden bir polemik değildi, ama mecburdum. O bana ilk atışları yaptığı için ben de cevaben yapıyordum. Yani bu böyle bir şeydir. Bizim medyada duramazsınız.

-Bu tarz polemikler daha çok erkek yazarlar arasında şiddetli bir biçimde oluyor. Bu bir çeşit sokak kavgası gibi, hani her erkek çocuğunun ihtiyacı olan...

-Yok, mesela şimdi Hıncal Uluç ile Ayşe Arman arasında polemik var. Sokak çocuğu olmaya gerek yok. Eğer size birisi bulaşırsa sizde ona cevap vermeye çalışırsınız. Ama bu sadece bizim kuşak için değil ki, aynı şey Falih Rıfkı için, Peyami Sefa için, Ahmet Emin Yalman için, birbirlerine neler söylediler şaşarsınız. Falih Rıfkı, Ahmet Emin Yalman'a "Selanik'te okurken mubassırın kapının arkasında sana ne yaptı yazsana" demiş. O da demiş ki, "Sen Cemal Paşa'nın yanında yedek teğmen olarak çalışırken Cemal Paşa sana çatırda ne yaptı? Sen de onu yaz".

-Ahmet Hakan'la polemiğinizde karşılıklı hakarete varan sözler sarfedildi. Neden fikir düzeyinde kalınamıyor?

-Herkesin bir üslubu var. Sizin bir hakaret olarak nitelediğiniz tanımlamaları ben verdiğim zaman, onların ne anlama geldiğini de anlatıyorum. Mesela 1402'de Yıldırım Beyazıt'ın Osmanlı ordusu Timur ile savaşırken Osmanlının bir bölüm askeri Timur'un yanına geçtiği zaman buna bir isim veriliyor.

-Mürted.

-Şimdi bu bilgi değil mi? Siz benim o yazımı okumadan mürtedin ne olduğunu biliyor muydunuz?

- Bilmiyordum. Ama bilgi vermek, hakaret etmeyi mazur gösterir mi?

-Bilgi bilgidir. Doğru bilgiden hakaret çıkmaz. Buna benzer bir takım bilgiler verdiğiniz zaman hem okuyucuyu bilgilendiriyorsunuz, hem bu arada polemikteki atışınızı yapıyorsunuz.

-Şu anda yüzünüzdeki ifade bu polemikten çok eğlendiğinizi gösteriyor.

-Bizim mesleğin eğlencesi de bu.

-Aile bireylerinizin de bu tartışmaya dışarıdan katılıyor olması da eleştirildi. Haberx sitesinde çıkan yazılar...

-Haberx sitesinde onlarla ilgili bir şey çıkmadı. Twitter'da bütün bu olanlar. Bu sanal âlemde herkes her şeyi yazıyor. Her gün köşe yazısı yazarken bir de twitter'da yazıyor bazı arkadaşlarımız. Şu anda tuvalete gidiyorum diye naklen yayın yapıyorlar. Yalnızlık psikolojisi var bunun altında. O yalnızlığını siberaleme sergiliyor.

- Haberx'te çıkan bir yazıda Ahmet Hakan tehdit edilmedi mi?

- Böyle bir yazıyı görmedim. Araştırdım, bulamadım da. Oğluma sordum. Oğlum "Kırk tane kişi yazıyor Haberx'te. Öyle bir yazı çıkmış olabilir ama hiçbir yazıyı sansürlemiyoruz. Ama Haberx'te not vardır. Çıkan yazı yazanın sorumluluğunu içerir. Ben de o yazıyı görmedim, kırk yazardan kim bilir hangisi yazmıştır" dedi.

"Türkiye'ye kötülük etmekten ruhu bozulmuş"
Ahmet Kaya'nın eşi Gülten Kaya'dan Ertuğrul Özkök için Söz Sende'de ağır sözler
26 Ekim 2010


Ahmet Kaya’nın hayatı “Uçurtmam tellere takıldı” adıyla belgesel oldu. Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya Balçiçek ilter’le Söz Sende de hem belgeseli anlattı hem de o dönemle ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı…

Gülten Kaya Hürriyet Gazetesi eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün Söz Sende’de yaptığı açıklamalara cevap verdi. Özkök, Hürriyet’in attığı “şerefsiz” manşeti için “O Ahmet Kaya’nın çok sevdiği bir kelimeydi. Bugün olsa o manşeti atmazdım” demişti.

Gülten Kaya, Özkök’ü izledikten sonra “Acaba Ertuğrul Özkök bunları söyledikten sonra kendisini izledi mi? Merak ediyorum dedi.

GÜLTEN KAYA: ÖZKÖK TUTARSIZ…
Gülten Kaya Ertuğrul Özkök’ün tutarsız olduğunu söyledi ve şöyle devam etti:

“Bir tutarlılık aramaya çalışıyorum, argümana bakar mısınız? İki şeyi birbirine karıştırıyor. O dönemde hürriyet iki ayrı manşet atmıştı, biri “ayıp ettin gözüm” diğeri de “vay şerefsiz”… Şerefsiz onun çok sevdiği kelimeydi diyor. Şimdi Ahmet Kaya’nın çok yakınında bulunmuş olmak gerekiyor ki Ahmet Kaya’nın ne dediğini bilebilsin bir kere bu yok.

Onun kastettiği “Ayıp ettin gözüm” manşeti. Çünkü gözüm çok tipik kelimesiydi Ahmet’in, muhtemelen onu kastediyor. Onu bilemez çünkü..Ayrıca bilse bile,, bir en büyük gazetenin genel yayın yönetmeninin sorumlu tavrı bunu böyle açıklamak mıdır?

AHMET HİÇBİRZAMAN TÜRK HALKINA HAKARET ETMEDİ…
Gülten Kaya bu manşeti gördüğünde Ahmet kaya’nın nasıl tepki verdiğini de anlattı. Kaya’nın hiçbir zaman Türk halkına hakaret etmediğini söyleyen Gülten Kaya “Ahmet bu belgeselde şerefsiz kelimesini Türk halkını kastederek söylemediğini anlatıyor” dedi.

Gülten Kaya şöyle konuştu: “Ahmet’in söylediği,, her ülkenin şerefsizleri vardır. Türkiye de bundan muaf değildir. Asla Türkiye halkına şerefsiz demem,, bunu herkes bilir…” şeklindeydi dedi..

TÜRKİYE’YE KÖTÜLÜK ETMEKTEN RUHU BOZULMUŞ…
Gülten Kaya Ertuğrul Özkök’ün attığı “şerefsiz” manşeti için “şimdi bütün bunlar ortadayken atılan bu vahim başlığı,, pespaye başlığa tanım bulamıyorum.Hala şöyle savunuyor olmak hakikaten feci.İşte bunun adı nefret suçu uygar dünyada” diye konuştu.

Gülten Kaya aynı programdaki Ertuğrul Özkök’ün “Ahmet Kaya o manşetten 8 yıl sonra öldü” sözlerini de değerlendirdi.

Kaya, “Bence Türkiye’ye kötülük etmekten ruhu bozulmuş ya da hesap bilmiyor. Hürriyet o manşeti 1999’da attı. 2000 yılında da Ahmet i kaybettik. 2000 den 1999 çıkınca 8 yıl kalıyorsa geriye, bu matematiği Ali Nesin’e sormak lazım. Ama bu bir dil sürçmesi değil bilinçaltı. O manşet hayatımızı karartan manşettir” dedi. habertürk

Hürriyet Başyazarı Oktay Ekşi İstifa Etti
30 Ekim 2010
Dünkü köşe yazısında AKP ve hükümet aleyhinde 'Analarını bile satarlar' diye söz eden Hürriyet gazetesi başyazarı Oktay Ekşi gazeteden istifa etti.
Habertürk televizyonunun son dakika bilgisine göre Oktay Ekşi gazetedeki görevinden istifa etti.

Siyasette üslüp tartışmalarının yapıldığı bugünlerde Hürriyet Gazetesi Başyazarı vebasın konseyibaşkanı Oktay Ekşi'nin iki gün önce kaleme aldığı yazısı büyük tepki topladı.

Ekşi yazısında başbakan ve bazı bakanlar için hakaretten de öte çok ağır ifadeler kullandı.Oktay Ekşi kısa adı HES olarak bilinen hidroelektrik santrallerini eleştirdiği yazısında, bu santrallerin kurulmasına karşı oluşunu Başbakan ve iki bakana hakaret ederek anlattı.

Ekşi; kendi okurlarının bile tepkisini çekecek kadar ağır sözler sarfetti. Oktay Ekşi yazısına konuya şu cümlelerle girdi Bu satırların ardından Hürriyet Gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi yenilip yutulmayacak sözler sarfetti.Oktay Ekşi'nin bu cümleleri gazetenin ilk baskısında yer aldı ve yayınlanarak Türkiye'ye dağıldı. Ancak gazetenin son baskısından bu sözler alelacele çıkarıldı.

İşte yazının düzeltilen son şekli.Hürriyet'in son baskısında "analarını bile satan" ifadesi "herşeyi satan" şeklinde değiştirilse de iş işten geçti. Başbakan'ın bu sözlere ilk yorumu Çankaya Köşkündeki resepsiyonda geldi.

Erdoğan Ekşi'ye çok sert cevap verdi. Başbakan'ın bu sert ve kararlı tepkisi üzerine Hürriyet Gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi bugünkü köşesinden özür dilemek zorunda kaldı.

Ekşi'nin; kendi okuyucularından da çok sayıda tepki geldiğini ifade etmesi ve özür dilerken "çoğul ifadeler" kullanması dikkat çekti.
kafkas
30 Ekim 2010 Cumartesi 20:51
ekşi ekşi gitti
Oktay ekşi, ekşi bir şekilde hürriyetten ayrıldı, umarım gazetecilik mesleğinden de ayrılır. İçindekileri seviyesizce dışa çıkaran birisinden iyi hiçbir şey öğrenemeyiz. Zaten yazılarına inanmıyordum, şimdi kitap yazıp bedava verse okumam. İyiki kendi diline düştü ve kendi hatası başına dolandı. Giderayak başkalarına bela olmadı. Günahı ve sevabı kendine kalsın. Benim kendisinden alacak hiçbir icazetim yok, yalnız geleceğe bahsedecek konularım çok.

rüstem
30 Ekim 2010 Cumartesi 20:44
israil bu duruma çok üzülecek
oktayın yoklugunda özdemir ince nin sırtına daha fazla yük binecek
aktifhaber

Hürriyet'i Binlerce Kişi Protesto Etti!
30 Ekim 2010
Hürriyet Gazetesi yazarlarının ağza alınmayacak hakaretler sıralaması vatandaşların sabrını taşırdı. Hürriyet Gazetesi önünde binlerce kişi Ekşi ve gazeteyi protesto etti.
Hürriyet Gazetesi yazarlarının ağza alınmayacak hakaretler sıralaması vatandaşların sabrını taşırdı. Hürriyet Gazetesi son günlerde yayınladığı köşe yazarlarında Müslümanlar ve hükümete ağza alınmayacak küfürler sıraladı. Ancak Hürriyet Gazetesi'nin başı bu kez fena derde girdi.

Fatih Çekirge önceki gün yazdığı köşe yazısında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül'ü "Eğreti gelin" olarak tanımladı. Evlenmeden önce gençleri evliliğe hazırlayan kadınlar için kullanılan bu tabiri "O anlamda kullanmamıştım" diyerek geçiştirmeye çalışan Çekirge, kamuoyundan büyük tepki alınca özür diledi.

Çekirge'nin yazısının mürekkebi kurumadan bu kez gazetenin başyazarı Oktay Ekşi dünkü köşe yazısında hükümet üyeleri için "Analarını bile satan zihniyet" dedi. Başbakan Erdoğan'ı büyük tepkisini çeken yazı üzerine gazete yönetimi baskısını durdurarak, yazıyı değiştirmek istedi. Ancak Anadolu baskısında söz konusu ifadeler yer aldı.

Hürriyet Gazetesi'nin son günlerde küfür etmeyi alışkanlık haline getiren tavrı vatandaşların da sabrını taşırdı. AK Parti İstanbul İl Başkanlığı ve Ak Parti teşkilatı büyük bir protesto düzenlemek için Hürriyet Gazetesi'nin İkitelli'deki binasına doğru harekete geçti. Binlerce kişi saat 15:00'da gazete binasına gelerek Oktay Ekşi, Fatih Çekirge ve Hürriyet Gazetesi'ni protesto etti.

Konuyla ilgili olarak Ak Parti İstanbul Teşkilatlardan Sorumlu İl Başkan Yardımcısı Bülent Turan Hürriyet binası önünde şu açıklamayı yaptı:

''Bilindiği gibi gazeteci olduğunu söylemeye utandığımız O.E. adlı yazar Başbakanımızı, bakanımızı ve AK Parti düşüncesine inanmış tüm insanları hedef alan bir yazı yazmış ve burada anmaktan haya duyacağımız hakaret ve iftiralarda bulunmuştur.

Üstelik bunu da hem inancımız hem geleneklerimiz açısından en kutsal saydığımız varlıklar üzerinden yapmıştır.

Açıkça ifade ediyoruz;
Bu gazetecilik değildir.
Bu yazarlık değildir.
Bu muhaliflik değildir.
Bu insanlık değildir.

Bu hakaret sadece bu ülkenin başbakanına, bakanlarına değil 73 milyon milletimize yöneltilmiş bir ahlaksızlık, bir çirkeflik, bir hezeyandır.
O.E.'yi ve onun yazısını yayınlayan Hürriyeti telin ediyoruz, kınıyoruz.

Bu salyalı sözler, senelerce bu milletin sırtına çöreklenmiş, kendisini milletten üstün ve bu milleti eğitmekle ödevli sayan seçkinci zihniyetin, hem içine yuvarlandığı panik ve telaşın boyutlarını, hem de içyüzünü, kalitesini ve ahlaken içinde bulunduğu sefaletin boyutlarını gösterir.

Adı anılan medya kuruluşunda daha önce de milletimize küfreden birçok yazı ve yazar görmüştük.

Ancak herhalde hiç biri de bu kadar alçalmayı, bu kadar irtifa kaybını, bu kadar iğrençleşmeyi göze alamamıştı.

Bu tavrı bir kere lanetliyoruz.

73 milyonun en kutsal varlıklarına bu kadar alçakça küfredebildikten sonra söz konusu kişinin hala gazetecilik yapıp yapmayacağı veya ona gazetecilik yaptırılıp yaptırılmayacağı ise o gazetecinin veya onu istihdam edenlerin kendi ahlak ve haysiyet düzeyleriyle ilgili bir konudur.
Kamuoyuna saygıyla duyururuz.''

Kaynak: Toplumsalhafıza




Berberoğlu Özkök’ün Yerinde Yazılarına Başlıyor
Enis Berberoğlu Hürriyet’te ağırlığını koymaya başladı, Özkök’e yol göründü. Güneş Gazetesi yazarı Talat Atilla yakında Hürriyet’te kopacak depremi yazdı
Berberoğlu Özkök’ün Yerinde Yazılarına Başlıyor
04 Ocak 2011
Talat Atilla/Güneş

Hürriyet’te yine ilginç gelişmeler yaşanıyor. Hürriyet yönetimi Aydın Doğan’la hükümet arasındaki nazik duruma uygun yayın politikasını oturtmaya çalışıyor. Şimdilik tek yol kazası Nuray Mert’te yaşandı. Mert, Doğan Grubu’nda pek yaşanmayan bir ifşaatla, Hürriyet’ten ayrılmasını gazetenin Ankara temsilcisi Metehan Demir’in hükümetle yakın ilişkilerine bağladı ama ortaya somut bir kanıt da sunamadı. Nuray Mert’in Metehan Demir’e attığı henüz ispatlanamayan bir ‘mesleki çamura’ rağmen aynı grubun diğer gazetesi Milliyet’te yazacağı söyleniyor. Burada üç ihtimal var;
Ya Nuray Mert’in iddiaları doğru, ya Doğan Grubu Mert’in daha fazla konuşmasından endişeli ya da Milliyet yönetimi Enis Berberoğlu’nun güç havuzundan bağımsız bir kulvarda…
Neyse.
Doğan Grubu’nda yaşanan diğer gelişmeler Nuray Mert olayından çok daha önemli.
Enis Berberoğlu tabiri caizse, yayın yönetmenliğindeki ‘çaylaklık’ günlerini hızla geride bırakıyor. Berberoğlu’nun Hürriyet’te deprem meydana getirecek planları var.
Enis Berberoğlu, Şubat ayı içerisinde köşe yazılarına başlamayı hedefliyor. Üstelik yazı yazmak istediği yer şu anda Ertuğrul Özkök’ün köşe yazdığı sütun…
Özkök’ün kösesinde yazmanın, yayın yönetmenliğini tescilleyeceğini düşünüyor Berberoğlu…
Hürriyet’in kaptanı yeni yılla birlikte bazı yazarlarla yollarını ayırmak, bazılarına da köşe açmak istiyor. Örneğin; Ankara temsilci Metehan Demir göreve gelmesinin üzerinden 1 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen henüz yazı yazacak 1 santimlik bir yere kavuşamadı. Bu fotoğraf Hürriyet tarihinde bir ilk.
Hürriyet koridorlarında neler olup bittiğini yakından takip eden Özkök bu gelişmeleri yalnızca seyrediyor. Çünkü artık eski gücünde değil. Aydın Doğan’ın mesafe koyduğu, Doğan’ın kızlarının neredeyse hiç görüşmediği Özkök için eski gücü yalnızca nostaljik bir hatıra. Berberoğlu henüz habercilik gücünü gösteremese bile yayın yönetmeni gücünü yavaş yavaş göstermeye başladı. Özkök’le Berberoğlu arasında kalan Fikret Ercan’ın bile Hürriyet’teki geleceğinin sıkıntılı olduğu söyleniyor.
Berberoğlu’nun Özkök gölgesinden önemli ölçüde sıyrılmasında en büyük paylardan birisi, Hürriyet’in İcra Kurulu Başkanı Hasan Yılmaz’a ait.
Berberoğlu ile Hasan Yılmaz’ın arasından su sızmıyor. Moda deyimiyle “Kanka”lar…
Berberoğlu’nun en sessiz icraatı deneyimli gazeteci Metin Işık’ı kendisine danışman olarak gazeteye alması oldu.
Tüm bu gelişmeler olurken kendi istikbali için her kılığa girebilen Özkök de boş durmuyor tabii. Geçen hafta sessizce yeniden Altaylı ile görüşen devrik yayın yönetmeni, Aydın Doğan’a, “Gidiyorum!” mesajı yollamaya çalışıyor ama şu dakikaya kadar Doğan’ın ilgisini çekmeyi beceremedi.
Son söz;
Özkök’ün sabun gibi erimesinin tek suçlusu yine kendisi. Bir türlü yerine geçen Berberoğlu’nu sindirememesi; makam arabası/odasını terk etmemesi, Berberoğlu’nun kulağına gidecek ortamlarda, Berberoğlu’nu rahatsız edecek konuşmalar yapması Hürriyet patronajının alerjisine neden oldu.
Berberoğlu/Özkök savaşını Berberoğlu kazanıyor gibi!
Tabii Özkök şapkadan yine bir tavşan çıkarmazsa!
Ama şu anki görüntüye göre çıkaracağı tek tavşan Habertürk gibi gözüküyor.

Özkök'e Kimse Böyle Sert Çıkmamıştı

18 Şubat 2011
Haber Türk gazetesi köşe yazarı Umur Talu, Ertuğrul Özkök hakkında öyle bir yazı kaleme aldı ki; Özkök'ün ne omurgasını bıraktı ne de temiz bir yerini bıraktı.
Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet gazetesindeki "Soner Hürriyet'e nasıl geldi" yazısında 10 yıl öncesine giderek "Hepsi beyaz atlara binip gittiler" diye laf attığı Haber Türk gazetesi köşe yazarı Umur Talu'dan Özkök'e çok sert bir şekilde cevap geldi.

Umur Talu da Özkök'e 10 yıl öncesini hatırlattı. Talu'nun 10 yıl öncesini hatırlatması Özkök'ü çok rahatsız edeceğe benziyor. Zira Talu, Özkök için öyle cümleler kurdu ki; Özkök'ün ne omurgası kaldı ne de temiz bir yerini bıraktı. İşte Talu'un bugün ki o köşe yazısının bir bölümü;

Yalan mı Vijdan

“Cesur ve bağımsız” köşe yazarı, “basın rezaletlerinin unutulmaz yönetmeni”; nehir gibi akmış, kenarından üfürmüş.

“10 yıl önceki basın özgürlüğü şampiyonlarını, mangalda kül bırakmayan öfkeli arkadaşları; efelenmeleri, galiz küfürleri, iftiraları, hakaretleri; özgürlük savunur gibi kin kusmaları” hatırlamış.

Çünkü şimdi RTÜK geçerken hepsi suspusmuş. “Nehir kenarı” sandalyesinde doğrulup “haksızlıkların sularda nasıl yıkandığını görerek, bugünkü vicdansızlıklara dayanma gücü” şeytmiş!

Üstüme alındım o basın özgürlüğü beyannamesini! Zaten şahsın bilinçaltı da böyle kıvranıyor.

***

“Arkadaş”; bir kere sen artık yıkanamazsın! Onca şerden sonra çok geç!
Hiçbir nehrin debisi seni temizlemeye yetmez; hiçbir nehir buna tenezzül de etmez!
Öyle kenarında oturur, kendini avutursun. Sandalyede doğrulursun belki; omurganı asla doğrultamazsın!
Bir açıdan haklısın; bugünkü RTÜK o günkü gibi yangın yeri olmadı. Bizim de hatamız, eksiğimiz elbet.
O kadar yalama yaptınız ki medyayı, artık çivi tutmuyor. Her iktidar yanaktan bir makas alıyor.

Lakin, madem çok cesursun, hadi medya grubunu sürükle; çok sıkı muhalefet yapın. Ama manipülasyon değil, muhalefet!

Bırak ihaleyi nehaleyi, “Gazetelerinizi, TV’lerinizi satın” diyen Başbakan’a uysal uysal “Peki” deyip iktidara yakın veya yabancıdan müşteri aramak yerine, gazetecilik isyanı başlatın.

Halk sana inanmayacak da kime inanacak!
Maliyeci olan Soner’e söyle; patrona yaranıp yüksek prim kapmak için kaçındığınız vergileri cebinizden koyun, basın tarihinin kadim gazetelerini baskı görmekten kurtarın.

Halk senin yanında olmayacak da kimin olacak!

***

10 yıl önce “yazanlar”a sallamışsın da, aklına o günler “hiç yazamayanlar, yazdırılmayanlar” hiç gelmedi mi?
İsimlerini saysam belki utanırlar; onca ünlü yazarın boyun eğdiği “tek kelime yazmayın” sansürü, biçtiğiniz yazılar; o nemli vicdanına, nehri bırak, irin gibi aktı mı? Mendilde bir sümük kadar iz bıraktı mı?
Benden hakaret pek gelmez; size de olmadı; olsa, eminim onca dava yığardınız.
“Hakaret” edenler, sülalenize “galiz küfür” sahipleri ise bugün grubunuzda; gazetende yazıyor, sana kankalık ediyorlar. Ve bu rezalete değil, adlarının anılmasına bozuluyorlar!

***

Yahu ben ne diyeyim sana!

10 yıl önce, tam bu ay, zaten o yüzden kovdunuz bizi.

Onca emeğimizi, gençliğimizi, yüreğimizi koyduğumuz gazetemizden, seni “hürriyet”inle, nehrinle, kenarınla, sandalyenle, varsa vicdanınla birlikte kelepir satın almış Milliyet’ten, bizi onca kişi kovdunuz.

Rahmetliler; Turhan Selçuk ile Duygu Asena ne desin sana! O gazeteye hayatını gömmüş Akal Atilla, hastaydı kapıya koyduğunuzda; o kırgınlıkla bir yıl daha yaşayabildi. Bu ay, kovulalı 10, öleli tam 9 yıl oldu.

İhaleniz, mülkiyetiniz sizin olsun; gazeteciye hapis de getiren o yasanıza karşı çıkan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yönetimindeki üç kişiyi birden gazetelerinden kovmuştunuz. (Bir “Gazeteci” cemiyeti, seçilmiş yönetim kurulu üyelerini kovanları asla unutmazdı!)

Onların ikisi, Zeynep Atikkan ile Seçkin Türesay, yönettiğin “iktidar yandaşı” gazetedeydi. Zeynep, “iktidara yandaş” olmayacak kadar gazeteci, sana yoldaş çıkmayacak kadar onurluydu.
Üçüncü bendim; o sıra o nehrinizin içine şeydiyordum!

***

Kanunu veto eden; Anayasa Mahkemesi Başkanı iken kapısına dayandığınız, sonra sürpriz cumhurbaşkanlığında düşman bellediğiniz Sezer’e de onca şantaj haberle vurdunuz. Az mı kapısını aşındırmıştın; “şımarık, kibirli” bir randevu koparmak için. Az mı reddetti tıynetinizi. Başbakanlık odalarında az mı beklediniz Çankaya’yı da işgal için.
Aynı şantajı, iki onurlu iktidar milletvekiline, Uluç Gürkan ile M. Ali İrtemçelik’e de yaptınız.
Vetolu kanun aynen geçsin diye; yiğidim aslanım üç partili koalisyonu; sağdan sola, ulusalcıdan milliyetçiye rehin aldınız!
Yalan mı Vijdan!
Hadi rahat bırakayım, sen döne döne yıkan!
aktifhaber

Hürriyet'te 5 yazara tırpan!
Enis Berberoğlu 5 yazarı tırpanladı
04 Mart 2011

Hürriyet Gazetesi uzun yıllardır bünyesinde köşe yazarlığı yapan 5 isimle ilgili radikal bir karar aldı. Gazetede aynı zamanda yazıişleri müdürlüğü görevini yürüten Tufan Türenç'in köşe yazılarına son verilirken, Özdemir İnce, Cüneyt Ülsever, Hadi Uluengin ve Rahmi Turan'ın ise haftalık yazı sayıları bire indirildi.

Beş gazetecinin tırpanlanması kararı Enis Berberoğlu yönetimindeki Hürriyet Gazetesi'nin yayın politikasında anlamlı bir değişiklik olarak yorumlandı. Berberoğlu'nun bu isimleri başından beri istemediği biliniyordu. habertürk

Ezik Ertuğrul Özkök Canlı Yayında Bunu da Önerdi!

04.03.2011

Ertuğrul dün gece(03/03/2011) Faruk Mercan ve Mümtaz'er Türköne'nin konuğu olarak S Haber kanalındaydı.

Altına verilen "amiral gemisi" Türkiye'nin üzerinden hergün geçip, ondan sonra sanki attığı onlarca manşetten sorumlu değilmiş gibi pişkin pişkin gerekçelendirdi bütün şaibeli basın hayatını. Karşısında da nazik ev sahipleri vardı sonuçta. 28 Şubat sürecini hatırlattılar ama Emin Çölaşan'ın ipliğini pazara çıkaran kitabına hiç değinmediler.

Mümtaz'er Türköne, o kısa boyunu örttüğünü zanneden hobit duruşu ile , herzamanki iktidar benim sırıtışı ile dinledi konuğunu.

Bir ara ağzından,

"Tarihi biz yazacağız, aslanlar yazacak"

gibi bir laf kaçırdı. 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren bile bu kadar kesin konuşmamıştı.

Bu arkadaşın bir bildiği var ki; sürekli-darbe "Ergenekon"'dan sonra Türk ordusunun lağvedilmesinden tutup, onlarca konuda bu şekilde ahkam kesmekten geri durmuyor. Bu özgüven boydan ve soydan kaynaklanamayacağına göre, altına o koltuğu verenlere bakmak lazım.

Faruk Mercan ise ekranda yeniden peydahlandı. Şıh Şamil gibilerinin "Ergenekon" vakanüvistliği yıpranmış olacak ki, ekranda yeni yüzlere ihtiyaçlara var.

Bakalım yeni "Ergenkon" vakanüvistlerinden Faruk Mercan sahiplerinin beklentilerini karşılayıp, her tutuklamayı "ileri demokrasi"nin bir adımı olarak pazarlamayı başarabilecek mi? Programa damgasını vuran sözler ise konuk Ertuğrul Özkök'e aitti.

Tabu kıran ama bir türlü sıkışıp kaldığı yarı-entellektüel , yarı-cahil tavanı kıramayan Ertuğrul Özkök, ezik bir kolonyal "entellektüel" olduğunu bir kez daha kanıtladı.

Özkök , programda Kürtçe konuşmanın serbest bırakılması ile ilgili tartışma sırasında aynen şunları söyledi :

"Türkiye'de anadil olarak İngilizce konuşulmalı. O zaman çocuklarımıza büyük iyilik etmiş oluruz. Ben Ertuğrul'dan çok çektim. Bakın Hindistan'a. Hintli işadamları uluslararası şirketlerde çok başarılı"

....

Ezik Ertuğrul'un ettiği şu laflara bakar mısınız...

"Ertuğrul" isminden çok çekmiş de, yurtdışında insanlar ismini telafuz edememiş...

Siz Batıda, yabancılar adını telafuz edemiyor diye ismini değiştirecek bir tane ezik , hele hele bir yazar/entellektüel tanıyor musunuz?

Siz halkı sefaletten kırılan, bir kaç cep alan dışında, altyapısı ve insanları dökülen Hindistan'ın İngilizce'yi ana dili gibi konuştuğu için kalkındığını savunan bir tane ezik gördünüz mü bugüne kadar?

Aksine ; Hindistan, İngilizce konuşmanın bir ülkenin kalkınmasının garantisi olmayacağının yegane kanıtıdır be ezik!

Hindistan'ın yurtdışında başarılı işadamları olduğu doğrudur ama bunun temel sebebi Hindistan'ın yurtdışında okuyan ciddi bir diasporası olması ve dolayısı ile Hintlilerin uluslararası firmalarda daha fazla iş bulmasıdır.

Biraz istatistik, biraz Hindistan, biraz sosyoloji öğren be ezik!

Binlerce yıllık tarihi olan bir toplumun ana dilini değiştirmeyi talep etmenin salaklığını, cahilliğini, mantıksızlığını ve ihanetini saymıyoruz bile.

Mümtaz'er Türköne ve Faruk Mercan gibi iki tipin, Ertuğrul Özkök gibi bir eziği konuk olarak ağırladığı ülkeden bir sahne ilettik sizlere.

Açık İstihbarat

Hürriyet Gazetesi bu defa da Cüneyt Ülsever'i de kovdu!
Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun'un ardından Cüneyt Ülsever de Hürriyet gazetesinden kovuldu.
25 Mart 2011
Hürriyet gazetesinde yazıları önce haftada bir güne indirilen ve 3 haftadır da yazıları yayınlanmayan Cüneyt Ülsever'in gazeteyle ilişiğinin kesildiği öğrenildi.

Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç ile girdiği son polemiklerin ardından uslubunu iyice sertleştiren Cüneyt Ülsever'in bu tarzından rahatsız olan gazetenin Genel yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu'nun, önce Ülsever'in yazılarını haftada bir güne indirdiği ve ardından da yazıları yayınlamama kararı aldı.

Berberoğlu, son olarak da Ülsever'in gazetedeki işine son verme kararı aldığı öğrenildi.

İşten çıkarıldığına ilişkin tebligatın henüz Cüneyt Ülsever'e yapılmadığı ve tebligatın hafta başında Ülsever'e yapılacağı öğrenildi.

Hürriyet gazetesi, daha önce de Bekir Coşkun ile Emin Çölaşan'ı kovmuştu.

AHMET KEKEÇ'LE SERT POLEMİK

Cüneyt Ülsever, son günlerde Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç ile sert bir polemiğe girmişti. Ülsever köşesinden Kekeç'e oldukça sert yazılar yazmış ve bir yazısının sonunu, 'Şerefin varsa bu açıklamamı köşenden yayınlarsın' demiş ve polemiği şeref tartışmasına dökmüştü. Ahmet Kekeç de köşesinden 'Şerefsiz kim' başlığıyla Ülsever'i konu alan bir yazı yazmıştı.

Bu tartışmaların ardından Hürriyet gazetesi Genel yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu'nun, Cüneyt Ülsever'in işine son verdiği öğrenildi.

ROTA HABER

Röportaj öncesi kafayı mı çektiler?.
Balçiçek İlter
29-05-2011



Mini etekle namaz, başörtüsüyle içki

Doymuyorlar... Poz vermekten... Kendilerinden bahsetmekten... Bıkmıyorlar, bıktırdılar ama yılmıyorlar...
“Ne kılığında çıkacaklar acaba?” mavraları dönüyor ark
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr May 29, 2011 11:09 pm    Mesaj konusu: Röportaj öncesi kafayı mı çektiler?. Alıntıyla Cevap Gönder

Röportaj öncesi kafayı mı çektiler?.
Balçiçek İlter
29-05-2011

Mini etekle namaz, başörtüsüyle içki

Doymuyorlar... Poz vermekten... Kendilerinden bahsetmekten... Bıkmıyorlar, bıktırdılar ama yılmıyorlar...

“Ne kılığında çıkacaklar acaba?” mavraları dönüyor arkalarından, tınmıyorlar...

Niye tınsınlar ki... Yıllarca bu ülkeyi böyle uyuşturdular, sahte gündemlerle, sahte başrol oyuncuları yarattılar... Çarşaf çarşaf poz verdirdiler, poz verdiler...

Kendi küçük dünyalarının etrafında bütün memleketi şekillendirdiler... Gücü, parayı, mevkiyi, bir numara olmanın ağır zalimliğini kullandılar... Edepsizce, terbiyesizce, hayâsızca yaptılar... Kural mural tanımadılar...

Bütün medyayı organize etmeye kalktılar. Zaman zaman tuttu oyun... Ama sonunda patladı. Öylesine patladı ki çaresizce eski kuralları geçerli kılmaya çalışıyorlar. Müthiş bir çırpınma... Ama öylesine bir örgüt ki, öylesine bir çete ki, öylesine bir megalomani ki, hâlâ borularını öttürüyorlar...

Ne yapsalar olay olmalı, ne deseler gündem değişmeli... Onlar konuşulmalı, onlar tartışılmalı... Birilerine ayıp edilmiş, birileriyle dalga geçilmiş... Hayatlar karartılmış? Kime ne?
“Şov devam etmeli”

*

Dün Hürriyet’in ekini açtığımda bütün kapağı kaplayan Ertuğrul Özkök fotoğrafını gördüğümde önce iyi niyetle “pes!” dedim.
Yine niye söyleşi yapmış ki Ayşe Arman, Özkök ile? Yine neyi söylemesi lazım acaba? Yine niye gündeme gelmesi gerek?
Yarı melek yarı şeytan göndermesi falan, yine uğraşılmış prodüksiyon... Röportajı okuyunca utandım... Utandım, çünkü bu zihniyet bir dönemi, bu medyayı şekillendirdi...
Minik Özkökçükler türedi medyada.

Aslından değil çakmasından korkun misali, örgüt halini aldılar zamanla... Bu zihniyetti Hrant Dink’i ölüme götüren... Yine aynı bakış açısıydı Ahmet Kaya’yı linç eden...
Çünkü özgür fikir demek, saçmalamayı da beraberinde getirebilirdi... Haklar kişiye göre değişir, orasından burasından çekiştirilebilirdi...

Ertuğrul Özkök’ün kendini anlattığı bölümlere takılmadım. Ne istiyorsa o olsun, hatta lütfen bir gazete verin kendisine kıyıda köşede, bir televizyon programı falan... İçindeki enerjiyi atıversin, o bitmek tükenmek bilmeyen gündemde kalma arzusunu tatmin etsin, hırslarını bastırsın da biz de bir nefes alalım artık...
Gelelim beni öfkelendiren ve belki de bu yazı için ilham olan şu özlü sözlere... Pardon “hayaller” demeliydim aslında... Sonu yok ki, hayal işte!

Diyor ki Özkök: “Mini etekle beş vakit namaz kılınacağını, başörtüsüyle içki içilebileceğini düşünen ve buna cüret edebilen kadınların ülkesini düşlüyorum!”

Nedir bu? Zekâmızla dalga geçmek mi, gündeme gelmek ki, yoksa Özkök sarhoş muydu? Ayşe’yle çektirdiği pozda elinde dolu bir şarap kadehi var, ona istinaden soruyorum. Hani röportaj öncesi kafayı mı çektiler?

Özkök umutla mini eteklilerin namaz kılmasını, başörtülülerin içki içmesini bekleyedursun, zekâsından kesinlikle şüphe etmediğim bu adam, birilerine fena halde saygısızlık yaptığının farkında mı acaba? Bir mini etekli namaz kılabilir elbette ama o eteğiyle mi? Ya da başörtüsü takmış biri niye içsin ki arkadaş?
İşin mantığına, doğalığına hatta oluş biçimine aykırı olmanın daha uç derecesi var mıdır?

Özkök bu şahane hayalini açıkladıktan sonra soruyor: “Söyle var mı bunda adaba aykırı, inanca ters düşen bir şey?”
Ayşe Arman da susuyor. Oysa var tabii. Buyursun gelsin canlı yayında tartışalım bu muhteşem hayallerini... Ben anlatayım ona inancı, saygıyı, adabı, insanların hayatlarına karşı duruşu...

Neler diyorum ki ben, kime ne anlatıyorum... Bakın yine gündem yarattılar... Bu köşeye bile malzeme oldular. Tek bir tesellim vardır, o da Özkök’ün artık genel yayın müdürlüğü koltuğunda oturmaması...

Neme lazım, Türkiye’yi anlamaya yönelik yeni bir yazı dizisinde Ayşe’yi mini etekle namaz kılarken görebilirdik.
habertürk

Dirisine Eziyet Ettin Bari Mezarında Rahat Bırak
Sevilay Yükselir
Sabah
22 Haziran 2011

Muhterem bundan birkaç hafta önce verdiği bir röportajda, "Hayallerinizin sınırı hangi noktada?" sorusuna, "Sınırı yok! Mini etekle beş vakit namaz kılınacağını, başörtüsüyle içki içilebileceğini düşlüyorum" dediğinde bazılarınız çok hiddetlenmişti.
Ve benden bu densizlik karşısında bir iki kelam laf etmem istenmişti...
Neye yalan söyleyeyim. O tarihlerde fazla aldırış etmemiştim bu yönde gelen taleplere.
Artık onun ve tayfasının "Sitcom" adını verdikleri o sahte şovlarını bir de ben bu köşeye taşıyıp daha fazla mutlu etmek istememiştim.
Çünkü şu anlaşılmıştır ki artık bu adamın yazı yazmaktaki tek gayesi -olumlu ya da olumsuz- bir şekilde konuşulmak!
Mümkün olduğu kadar tartışılmak!

O bilmiyor mu sanki yüzde 90'ından fazlası Müslüman olan bir ülkede, "Mini etekle namaz kılınmasını hayal ediyorum" dediğinde nasıl bir reaksiyonla karşılaşacağını.
Bilmiyor mu o yazıya rastgelen insanların yüzde 80'inden fazlasının kendisine diz boyu hakaret ve küfür edeceğini?
Bal gibi de biliyor.

Peki muhterem bunu bile bile neden hâlâ ısrarla absürt ve aykırı olmaya çalışıyor?
Biliyorum garip bir durum ama emin olun bu adam yaptığı bütün şovların arkasından gelecek o küfürlerden, hakaretlerden ve eleştirilerden enteresan bir şekilde haz alıyor.

Onunla uzun yıllar çalışan bir arkadaşım, daha önceleri Ahmet Kaya ile ilgili birkaç kez bu muhteremi yazdığımda dayanamayıp uyarmıştı; "Şimdi sen sanıyorsun ki bütün bu yazdıkların bu adamı kızdırır. Utandırır ya da bunalıma sokar değil mi? Yanılıyorsun. Boşuna kalem oynatıyorsun. Ve farkında olmadan onun adını bu köşeye taşıyarak, onu tartışarak adamın şovlarına kan taşıyorsun. Besliyorsun yani onu. Lütfen yapma!" demişti.
İşte içinizden birileri ısrarla, "Yaz ne olur yaz!" falan dese de onun için takmıyordum.
Takmayacaktım da, kendi kendime verdiğim söz üzerine...

Ancak pazar günü onu Ahmet Kaya'nın mezarı başında görünce dayanamadım yine.
"Yuhhh!!!" dedim artık...
"Şov olur da, böylesi olmaz arkadaş!"
TRT Türk Edith Piaf'ı anlatan bir program çekecekmiş. Onu da sunucusu yapmaya karar kılmış. Almış Paris'e götürmüşler. Tesadüfe bakınız ki program çekiminin bir bölümü Pere Lachaise mezarlığındaymış. Edith Piaf'ın mezarı başında (Tesadüf falan değil tabii! Tamamen program yapımcısının PİAR uyanıklığı)...
Neyse...
Beyefendinin aklına birden, 11 yıl önce montaj fotoğraflarla hayatını kararttığı, hakkında "Vay şerefsiz!" diye manşet çaktığı Ahmet Kaya gelmiş. "Buraya gelmişken bari onu da ziyaret edeyim" demiş.
Gitmiş mezarının başına.
Pazar ekine şov yapacağını koymuş ya kafaya!
Bastırmış deklanşöre.
Boy boy...
Yandan, önden falan.
İşte o fotoğrafların üzerine döşendi sonra...
"Mezarlığa giderken, onun için ceket giydim, kravat taktım. Eminim, yaşasaydı, 'Bu façaya ne gerek var' derdi. Onun 'Saza niye gelmedin' şarkısını çok severim" diye...
Mezarı çok mütevazıymış rahmetlinin. Ayakucunda "Elveda sevgili ülkem" yazıyormuş. Çok hüzünlenmiş o cümleyi okuyunca. O hüzün sonrası aklına birkaç gün önce Berlin'de birlikte olduğu arkadaşı gelmiş. Hani şu Ergenekoncularla irtibatlı olduğundan yusuf yusuf olup Amerika'ya uzayan arkadaşı.
Onun da gözlerinde aynı hüzün varmış.
Kızsa da, haksızlığa uğrasa da o da vatanını çok seviyormuşşşşş!
Çünkü sürgün çok kötü bir duyguymuşmuşşş...

Allah aşkınıza şu şova bakın!
Aymazlığa, utanmazlığa!
Güya günah çıkarıyor muhterem rahmetlinin mezarı başında.
Ama meseleyi getirip nereye bağlıyor.
Neye ve kimlere hizmet ettiği belli olmayan, korkusundan okyanus ötesine uzayan Ergenekoncu kankasının durumuna...
İşte o sahnede ne yazık ki bende de film kopuyor.
Ve izninizle... Muhteremi bir kez daha zevklendirmek, kahkahalar attırmak için haykırmak istiyorum huzurlarınızda:

"Yuh sana Ertuğrul Özkök! Hakikaten yuh! Kankanın adını temize çıkarmak adına rahmetlinin mezarını bile kendine kalkan yapıyorsun! Yazıklar olsun e mi! Allah seni ıslah etsin! Sende vicdan yok kardeşim! Sen adam olmazsın! Sen, eşi benzeri olmayan bir yaratıksın! Yeter artık yeter! Rahmetliye diriyken eziyet ettin, bari mezarını rahat bırak be kardeşim! Yalvarıyoruz sana. Anma bir daha onun adını. Kullanma daha fazla!"

Ergenekon’dan orta Hürriyet’ten gol!
Ergun Babahan
Star
14 Temmuz 2011

Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, Başbakanlık Müsteşarı olduğu dönemde hakkında ortaya atılan ‘’tezinde hırsızlık yaptı’’ iddiasının Ergenekon fabrikasyonu olduğunu açıklamış.

Aldığı profesörlük ünvanının ‘’anasının ak sütü’’ gibi helal olduğunu vurgulamış.

Bu haber Hürriyet’in sürmanşetinde.

Hani, Osman Can’ı eşi üzerinden belaltından vurmaya çalışan, 12 Eylül döneminde hukukun bugünden çok daha olduğunu iddia eden komutanın açıklamalarının yer aldığı yerde.

Hürriyet’te demokratikleşmeye doğru bir yol olması normal.

Ama normal olmayan bir şey var.

Ömer Dinçer hakkındaki Ergenekon fabrikasyonu haberinin de Hürriyet de yayınlanması.

HÜRRİYET'İN HABERİ ERGENEKON EKİBİNİN TALİMATIYLA HAZIRLANDI

Milli Eğitim Bakanı, bu haberi yaptıranın bir general olduğunu ve şimdi Ergenekon davasından tutuklu bulunduğunu da açıklamış.

Yani, Ergenekon ekibinin talimatıyla hazırlanan bir haberle Ömer Dinçer müsteşarlık görevinden uzaklaştırılmak, itibarsızlaştırılmak istemiş.

Benim ‘’Karakter suikasti’’ dediğim olayın tipik bir örneği.

NEDEN HEP HÜRRİYET?

Peki neden hep Hürriyet?

Ergenekon zanlısı, eski 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon’un talebiyle kritik Adli Tıp Kurumu’nun kilit ismini yazar yapan onlar.

Ermeni soykırımının varlığını savunan Hrant Dink’i hedef haline getirip öldürülmesini bir çeteye değil de, okeyci bir kaç çocuğa yıkmak isteyen onlar.

Kürt haklarının savunucusu Ahmet Kaya hakkında fabrikasyon haber yapıp yurtdışında ölmesine neden olan onlar.

“1 milyon Ermeni ile 50 bin Kürt öldürüldü’’ diyen Orhan Pamuk’u hedef haline getirip ölüm listelerine sokturan da onlar.

ERGENEKON DÜŞMANLARI HÜRRİYET'İN ÖLÜM LİSTELERİNDE

Özetle, Ergenekon’un düşman olduğu herkesin Hürriyet’in manşetlerinden ve köşelerinden hedef haline getirildiğini, itibarsızlaştırıldığını, ölüm listelerine sokulduğunu görüyoruz.

“Koca koca rektörlerin, gazetecilerin darbe örgütünde işi ne?’’ diye soranlar bu gerçeği görmüyor mu?

Ergenekon davasını sulandırmaya çalışanların şimdi de ‘’Futbolun Ergenekon’’unu örtbas etmeye çalıştığı ortada değil mi?

Ünlü bir çeteciyle yakınlığı bilinen Olgun Peker’le koskoca Fenerbahçe Kulübü Başkanı niye görüşür diye soran yok.

MEDYA- ERGENEKON İŞBİRLİĞİ

Ortada yıllardır alıştığımız tablo var.

Medyanın kullanılmasıyla bir atmosfer yaratmak.

Bu yolla Türkiye’de başbakanlar düşürüldü, yüzde 47 oy almış AK Parti kapattırılmaya çalışıldı, siyasetçilerin bakan olması önlendi, müsteşarlar görevden uzaklaştırılmak istendi.

Ergenekon denilen örgütlenmeyle medya arasındaki garip ilişkinin Hürriyet’in manşetinden daha iyi örneği olabilir mi?

İngiltere Murdoch medyasının yaptıklarıyla çalkalanıyor.

Guardian gazetesinin üzerine gitmesiyle patlak veren skandal şimdi Başbakan Cameron’un başını fena ağrıtıyor.

Murdoch’un davetine gidip telefon dinletenlerle telefonların dinlenmesinin korkunçluğu hakkında yazı yazanlar şimdi sus pus.

Bizde geçmişin hesabını soracak kimse yok ne yazık ki.

Şemdinli'de Hürriyet İzleri Deşifre Oluyor!
23 Temmuz 2011

Star yazarı Ergun Babahan, Şemdinli davasının yeniden açılması üzerine Ertuğrul Özkök'ün o dönem yazdıklarını hatırltarak Hürriyet'i eleştirdi...

Star yazarı Ergun Babahan, Şemdinli davasında medyanın o dönem görevden alınan savcı Ferhat Sarıkya'yı linç ettiğini ve Hürriyet'in başrolü oynadığını yazarak Ertuğrul Özkök'ü eleştirdi.

'Derin devlet'in suç üstü yakalandığı Şemdinli davasının yeniden açılması ve Yaşar Büyükanıt'ın yargı karşısına çıkartılma kararı alınmasını değerlendiren Ergun Babahan dosyanın kapatıldığı süreçte Hürriyet gazetesinin oynadığı rolü hatırlattı.

Babahan, "Baykal, Hürriyet ve Şemdinli" başlıklı yazısında Özkök'ün Ferhat Sarıkaya için yazdıklarını aktarıyor:

Şemdinli olayı patlak verdiğinde Deniz Baykal CHP Genel Başkanı idi. Ergenekon Davası’nda avukatlığa soyunan Baykal, Şemdinli İddianamesi’ne de kafadan tavır almış “Bu savcıyı aşan bir iş” değerlendirmesi yapmıştı.

Baykal, iddianamenin Genelkurmay Başkanı olması beklenen dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın önünü kesmek amacıyla kasıtlı hazırlandığı iddiasındaydı.

Ergenekon Davası’nda olduğu gibi medya desteği de hazırdı adı da Hürriyet gazetesiydi.

Hürriyet’in Genel yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök iddianame için ‘’İddianameye bakınca, bu tür ideolojik değerlendirmelerin hukuka ne kadar zarar verdiğini görüyorum. Türkiye, bir savcının yol açtığı bu tartışmanın bedelini ağır ödeyecektir’’ diye yazıyordu.

Yazının yayınlandığı gün Hürriyet Gazetesi’nde ‘’Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın asıl bombaları iddianame içine soktuğu ortaya çıktı’’ diyen bir haber yayınlanıyor, haberde Baykal’ın ‘’Orduya karşı darbe girişim var’’ sözlerine yer veriliyordu.

Hürriyet haberlerine bu minvalde devam ediyor ve art arda şu haberleri yapıyordu: HSYK savcıya soruşturma açılmasını istiyor, HSYK’ya olaya el koysun daveti, Yargıtay ve Danıştay başkanları: Bu iddianameyi tasvip etmek mümkün değil...

Sonuçta Baykal ve Hürriyet’in dediği oldu, Sarıkaya hakkında soruşturma açıldı ve avukatlık yapma hakkı bile elinden alınarak meslekten ihraç edildi.

Aynı Hürriyet ve Baykal, Sarıkaya’ya mesleğe dönüş yolu açacak 12 Eylül referandumuna da karşı çıktılar ve yine kaybettiler.

Gazetelerde Büyükanıt’ın Şemdinli davasında şüpheli sıfatıyla ifade verebileceğini okuyunca bu dönemi hatırladım.

Hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü diye bağıranların kimin üstünlüğünü istediği, neye özgürlük talep ettiğini bir daha görün istedim.

Derin devlet yapılanmasını ortaya çıkaran her olayda medya-siyaset ittifakını görmek ve doğru okumak lazım.
haber5

Ertuğrul Özkök'e O Sözünü Yedirdi!
29 Temmuz 2011
Sabah Yazarı Barlas, gazetecilerin yazılarında ölçüyü kaçırmamaları gerektiğini söylediği yazısında Ertuğrul Özkök'teki 180 derece dönüşüm için bakın ne dedi?
Ertuğrul Özkök, dünkü yazısında yıllar önce "muhtar bile olamaz" başlığı attığı Erdoğan için "Usta öyle diyorsa öyledir" diye bir yazı kaleme almıştı.

Sabah Yazarı Mehmet Barlas, Özkök'e bugünkü yazısında inceden dokundurdu.

Barlas, yazısının "ölçüyü kaçırmak" bölümünde Ertuğrul Özkök'e "bir dönemde "Muhtar bile olamaz" dediğiniz siyasetçiye "Usta öyle diyorsa öyledir" diye yaklaşarak da ölçüyü kaçırmamalısınız" uyarısında bulundu...
aktifhaber

Hürriyet'in Masonik Manşetinin SIRRI?
03 Ağustos 2011
Hürriyet'in Başbakan Erdoğan’ın YAŞ toplantısında masanın başında tek başına oturmasıyla ilgili habere attığı başlık garip ama çok şey anlatıyor...

Türkiye’deki statükocu sermayenin basın bülteni olan Hürriyet Gazetesi, dün Başbakan Tayyip Erdoğan’ın YAŞ toplantısında masanın başında tek başına oturmasıyla ilgili haberine ve fotoğrafa ilginç bir başlık attı.

Hürriyet, manşetten yayınladığı haberinde başlık olarak ‘Yeni Masa Düzeni’ ifadelerini kullanmayı tercih etti.

Neredeyse tüm gazeteler YAŞ toplantılarında ilk kez gerçekleşen bu uygulamayı manşetten ya da sürmanşetten yayınladılar ama hiç birinin başlığı Hürriyet’inki kadar dikkat çekici değildi.

Başlık farklıydı, çünkü ince bir çağrışım vardı.

Hürriyet, Başbakan Erdoğan’ın TSK üzerinde tam otorite sağladığının ifadesi olarak algılanan bu fotoğraf için “Yeni Masa Düzeni” başlığını kullandı.

Yeni Masa Düzeni…

Garip bir başlık ama çağrışım ne?

Hürriyet, Yeni Masa Düzeni başlığını atarken Masonların dünya ile ilgili hayallerini ifade etmek için kullandıkları, “Yeni Dünya Düzeni” ifadesinden esinlendi.

Yeni Dünya Düzeni’nin Latince orijinali ‘Novus Ordo Seclorum’, İngilizcesi ise ‘New World Order’ olarak ifade edilir.

1 Amerikan Dolarının arkasındaki Mısır piramidinin altında da ‘Novus Ordo Seclorum’ ifadesi yer alır.

Komplo teorilerinin peşine takılıp sizi yoracak değiliz.

Ama şunu da merak etmeden geçemiyoruz.

Hürriyet, YAŞ’taki toplantı masasında yeni uygulama için neden Masonik çağrışımlı bir manşet atmayı tercih etti?

Acaba bu manşetle, Mason biraderlere, ‘Türkiye elinizden çıktı’ mesajı mı vermek istediler?

Yoksa Moda Deniz Kulübünün önünde Masonik nizam duruşu yapan eski Genelkurmay Başkanlarımız emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve emekli Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun yaptığı gibi küresel biraderlere yönelik bir imdat çığlığı mıydı?

Yoksa derin anlamı olmayan, basit ama orijinal bir çağrışım mı?

İster Masonlara verilmiş bir mesaj, ister bir yardım çığlığı ya da basit bir çağrışım olsun…

Şu su götürmez bir gerçek ki!

Hürriyet’in manşeti, Masonların ‘Yeni Dünya Düzeni’ ifadesinden esinlenerek atıldı.
Postmedya

Ertuğrul Özkök olmanın dayanılmaz hafifliği...
Mehmet Barlas
Sabah
01 Eylül 2011

Hürriyet'in eski Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök dün köşesinde kendi sorduğu sorulara kendisi cevap vermiş.

Kendisine yönelttiği sorulardan bazıları şöyle:

-"Mehmet Barlas, sizi pornocu ilan etti. Cevap bile vermediniz."

- "Sperm, meni, vajina sıvısı" gibi kavramları kullanmak zorunda mıydınız? Özkök'ün kendisine sorduğu sorulara verdiği cevaplarından bazı cümleler de şöyle:

"- Yazdığım o yazıyı porno olarak okuyan varsa, kendi bileceği iş."

"-Bir insan, bu kelimelere bakıp uyarılıyorsa benim meselem değil."

Cevaplarım
Gelelim benim bu sorulara vereceğim cevaplara...

-Birincisi ben Özkök'e "Pornocu" demedim. Sadece "Oral Seks" içerikli Strauss Kahn davasındaki gelişmeleri sürekli bizim Ergenekon ve Balyoz benzeri davalara aktarmasını yanlış bulduğumu yazdım.

Bunun ötesinde Özkök'ün "Spermin tadı nedir" içerikli merakları sadece kendisini ilgilendirir.

Ancak Ertuğrul Özkök benim yazdıklarım konusunda daha da ileri gidip kendi kendine şu soruyu da sormuş:
- "Bu yazıyı askeri darbelere bağlamasına ne diyorsunuz?"

Aydın Bey'e sorsa ya...

Cevabını da şöyle vermiş: "- Diyorum ki, herhalde mesleki geçmişinde 12 Eylül askeri darbesiyle ilgili çok tatsız bir hatıra var. Onları unutturmak için 'cambaza bak' yapıyor. Bence fena bir taktik değil."

Ben de diyorum ki...

-12 Eylül döneminde Milliyet'in başyazarıydım. Bugün Hürriyet'in sahibi olan Aydın Doğan da Milliyet'in sahibiydi. Eğer Ertuğrul Özkök'ün "12 Eylül basını"nın tatsız hatıraları hakkında merak ettikleri varsa, bunu Aydın Doğan'a sorup öğrenebilir.

28 Şubat'ın sözcüsü Örneğin

"Aydın Bey, Mehmet Barlas Milliyet'in başyazarıyken siz 12 Eylül'de dağa mı çıkmıştınız, ya da tankların üzerinde darbeye mi direniyordunuz" diye sorabilir.

Ya da "Aydın Bey, 12 Eylül'ün tatsız hatıraları hâlâ hatırlardayken, neden benim Hürriyet'i 28 Şubat post-modern darbesinin organı haline getirmeme izin verdiniz" diye de sorabilir.

Muhafazakâr bir aile geleneğine sahip olan Aydın Doğan'ı bu tür soruların sorulması, herhalde Hürrriyet'te ramazan ayında spermin tadı üzerinde yapılan çeşitlemelerden daha fazla mutlu edecektir.

Başta da söylediğim gibi asla "Pornocu" demedim onun için.

Eğer bir benzetme yapsaydım mesela "Çakma Zelig" diyebilirdim.

Duygulandıran durumlar

Hatırlarsanız Woody Allen'in gerçekötesi dokümanter ( mocumanter) filmindeki "Zelig" tiplemesi yanında olduğu kişiye ve döneme göre kişilik değiştiriyordu.

Veya Tom Hanks'ın "Forrest Gump"ının serüvenlerini hatırlatırdım Ertuğrul Özkök'e dönük bir benzer arayışı yapsaydım.

Bu arada onun bazı yazılarının beni duygulandırdığını da söylemeliyim.

Örneğin geçenlerde yazdığı "Türk ordusunun yüreğimdeki yeri hep başka oldu. İlk büyük travmayı Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand'la ilgili andıç olayında yaşadım. Aldatılmış olmanın öfkesini hâlâ atamadım" içerikli yazısını okurken çok duygulandım.

Post-modern darbede attığı andıçlanmış manşetlerle ve atamadığı öfkesine rağmen e-muhtıraları ve vesayetçi demokrasinin benzer eylemlerini günümüzde kimbilir nasıl isteksiz desteklemiştir...

Bu durum da beni, duygulandırıyor.

Mehmet Ali Birand'dan Hürriyet İTİRAFI?
13 Eylül 2011 1
Askerlere göre M. Ali Birand'ın iki büyük suçu...
Birand'a göre Türkiye'nin en büyük iki yüz karası...
Hürriyet kimin gazetesi ve daima ne için çalışır?

İşte bomba röportaj:

Haber 7 yazarı Erkam Tufan Aytav'ın bugün yayınlanacak programında Mehmet Ali Birand, Yeşil'in komisyoncu kılığında evinde keşif yaptığını, 28 Şubat döneminde öldürülmek istendiğini, Eymür ve Ağar'ın kendisine gizli bir oluşumdan bahsettiklerini, Hürriyet"in derin devletin güdümünde bir gazete olduğunu söyledi...

İşte oldukça ses getirecek röportajın Hürriyet'le ilgili çarpıcı bölümleri:

* Asker sizden ne istiyor? Aslında geçmişte çok da onları yıpratıp, zorda bırakacak işler yapmadınız...

Şu nedenlerden dolayı. Birincisi, Fethullan Gülen'i destekledin. İkincisi, Kürt konusunda benim politikamı izlemedin. Mehmet Ali Birand'ın suçu buydu. Benim askerle yolum Emret Komutanım kitabı ile ayrılmaya başladı. Onun ardından Fethullah Gülen okulları yazıları geldi. Onun arkasından Kürt sorunu geldi. Milliyetle yazdığım, medyada ilk yazıdır, "Bu meselenin adını koyalım, be sorun Kürt sorunudur. Bu sorun silahla çözülmez" yazısını yazdım ben. Ona çıldırdılar işte. Yani çok gereksizdi. Ben hala bugün TSK'nın son derece önemli bir kurum olduğuna inanıyorum. Modernize edilmesi gerektiğine, eğitiminin değişmesi gerektiğine inanıyorum.

* Ama askeri delirten yazılar yazan, hani kanırta kanırta yazan yazarlar vardı. Onlar andıçlanmadı, sen andıçlandın.

Ben Brüksel'de çok kaldığımdan dolayı, dışarıdaki yazarlar beni fazla alıntılardı. Beni çok ciddiye alıyorlardı. Ben bir şey dedim mi, "Birand şunu dedi, bunu dedi" diye çok fazla ses getiriyordu. Asker en çok buna bozuluyordu. Diğerleri o kadar ciddiye alınmıyordu. "Yahu sen eğer bize karşı çıkarsan, diğerleri çok daha fazla karşı çıkarlar" diye çok bozuluyorlardı.

28 ŞUBAT TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK İKİ YÜZ KARASINDAN BİRİ

* O dönem Posta'ya geçtiniz. Hala da Posta'dasınız.

Valla ben Posta'dan memnunum.

* Ama hâlâ 28 Şubat'ın izi gibi görülüyor...

Posta mı? Valla bilmiyorum. Şu an 28 Şubat Belgeseli hazırlıyorum ve çok daha iyi anlıyorum içeriğini. 28 Şubat hakikaten yüz karası. Türkiye'nin iki büyük yüz karasından biri. Yaşananlara bakıldığı zaman birincisi 27 Mayıs darbesi dönemi, Menderes'e yapılan falan... İkincisi 28 Şubat dönemi... Ben Posta'ya öyle bakmıyorum.

* Ama sonuçta Birinci Lig gazetesi değil...

Kimse bana şunu yazamazsın, bunu yazarsın demiyor. Rıfat Ababay falan bu konuda hiç bir şey söylemiyor. Askeri yazma diyen yok. Askeri övmek zordundasın diyen yok...

* Ama işte Hürriyet'in internet sitesinde varsınız ama ana gazetesinde yoksunuz...

Yok, Hürriyet ayrı... Hürriyet Devlet'in gazetesi.

* Devlet'in gazetesi mi?

Devlet'in gazetesi! Daima devletin gazetesidir Hürriyet.

* Yani belki tashih edersiniz diye sordum Devlet'in gazetesi mi diye?

Devletin gazetesi derken Devlet'in satın aldığı gazete anlamında söylemiyorum. Ama Devlettir. Devlet için herşeyi yapar... Devlet adına çalışan gazetedir Hürriyet. Ne olursa olsun her zaman devlet adına çalışır.

* Devlet mi yönetir?

Her şeyden önce Devlet'e destek olur Hürriyet. Önce Devlet der.

* Devlet dönüşürse...

E, dönüştü zaten!

* Yine mi Devlet der?

Hürriyet ne olursa olsun yine Devlet der...Ve şimdi de zaten Hürriyet yine Devlet diyor...

* O zaman Hürriyet de dönüşür...

Hürriyet dönüştü zaten...

* Dönüştü derken eski emir komuta zinciri, Askerle olan ilişki devam etmiyor anlamında mı...

Hayır etmiyor. Şu anda etmiyor.. İleride eder mi? Vallahi burası Türkiye hiç belli olmaz!

* Pek de güveniyorum diyorsunuz...

Şu anda asker sivil ilişkilerinde son derece önemli bir noktaya geldik. Yani kimsenin bu gelinen noktayı küçümsememesi gerekiyor. son derece önemli yani. Fakat bunun bir süre daha devam etmesi gerekir ki yerine otursun. Çok çabuk değişir biliyor musun? Burası Türkiye, bir olay, bir bir şey! Birden bire bi bakarsın hooop geri dönmüşüz!

* Oturması lazım diyorsunuz yani?

Oturması lazım.. Ama otuyor, bundan sondra kimse kalkıp da "acaba darbe mi olacak?" diyemez. Bak mesela gelecek yıldan ihtibaren YAŞ toplantıları birinci sayfadan verilmeyecek... Bu sene verildi çünkü gerçekten önemli şeyler oldu. Başbakan Erdoğan'ın çektirdiği fotoğraf mesela görülmeyecek gibi değildi...
Haber 7

Ben Seni Hürriyet'te Çok Sevdim Sedat
Ergun Babahan
Star
01 Ekim 2011

Sedat Ergin son günlerde yazılarını Odatv iddianamesi üzerinde yoğunlaştırdı.

İddianamede Mahkeme kararıyla yapılan telefon dinlemelerini "özel hayatın gizliliği ihlal ediliyor" diye eleştiren Sedat Ergin, 2007 yılında Milliyet'in yayın yönetmeni iken Sedat Peker ile Güler Kömürcü'nün yine mahkeme kararıyla dinlenilen telefon görüşmelerinin dökümünü yayınlamıştı.

Bunu neden yayınladın diyenlere de Sedat Ergin şu yanıtı vermişti:

“Buradaki ölçütlerden biri dinlemenin yasal olup olmadığıdır. Bu olayda, yasa dışı değil, mahkeme izniyle yapılmış bir dinleme sözkonusudur...”

Şimdi aynı Sedat Ergin, Odatv iddianamesinde mahkeme kararıyla yapılan dinlemeleri köşesinden eleştiriyor.

Peki neden? Ergun Babahan'a göre amaç, Odatv'de müstear adla yazan "Hürriyet Yazarı"nı korumak için...

İşte Sedat Ergin'in çok fena yakalandığı yazısı;

Sedat Peker: Merhaba.

Güler Kömürcü: Milli Piyango gibi oldun ha.

Sedat Peker: Niye?

Güler Kömürcü: Şanslı kişiye çıkıyorsun.

Sedat Peker: Allah razı olsun. Ne yapıyorsun.

Güler Kömürcü: Sedat, sana 3 şey söyleyebilir miyim?

Sedat Peker: Buyur söyle.

Güler Kömürcü: Birincisi, salonda seni özledim.

Sedat Peker: Allah razı olsun.

Güler Kömürcü: İkincisi, seni çok seviyorum, iyi ki varsın.

Sedat Peker: Allah razı olsun.

Güler Kömürcü: Üçüncüsü hep var ol inşallah.”

Bu bir film senaryosu değil. Savcıların Ergenekon soruşturması sırasında yasal izinle yaptıkları teknik takibe takılan ve suç konusu faaliyetle hiçbir ilgisi olmayan bir diyalog.

Olduğu gibi, yani bir ayıklanma yapılmadan iddianameye aktarılmış.

Bu diyalog 2007 yılında Genel Yayın Yönetmenliği’ni Sedat Ergin’in yaptığı gazetede yayınlandı.

Dinleme yasaldı, bilgi de dava dosyasındaydı ama konuşma tamamen özel hayata ilişkindi.

Milliyet aldırmadı haber yaptı.

“Aleniyet kazanmış bir davada, polisin yapmadığı ‘ayıklamayı’ mahkemeden önce yapmak gazetecinin görevi midir? Benzer olaylarda, siyasetçiyi yazan medya, gazetecileri ‘dokunulmazlık’ kapsamına mı alacak?..”

Soruyu soran Milliyet’in Ombudsmanı Derya Sazak, cevap veren Sedat Ergin:

“Buradaki ölçütlerden biri dinlemenin yasal olup olmadığıdır. Bu olayda, yasa dışı değil, mahkeme izniyle yapılmış bir dinleme sözkonusudur...”

Sedat Ergin şimdi Hürriyet Gazetesi yazarı ve son dönemde Balyoz, Odatv, Andıç gibi iddianameleri bir hukukçu titizliğiyle inceliyor ve zayıf noktaları tartışmaya açıyor.

Perşembe günü kaleme aldığı şu satırlara katılmamak mümkün mü:

“Çelişkinin birinci ayağında Odatv davası sanıklarının mahkeme izniyle dinlenen telefon konuşmalarına ilişkin kayıtların hiçbir ayıklama yapılmadan iddianamenin ek klasörlerine konulması gerçeği yatıyor. Bu uygulama sonucu konuşmaların tümü kamuoyuna açık bilgi haline geldi.

Bu durum Anayasa’nın haberleşmenin gizliliği ve özel hayatın mahremiyetine ilişkin hükümlerine açıkça aykırı.”

Ama 2007’de de öyleydi.

O yüzden özel hayatı koruma çabasına “Dün dündür, bugün bugündür” demeden saygı duymak gerekir.

Ama Hürriyet yazarlarına (Sedat Ergin bunun dışında) baktığımızda sadece Odatv’de müstear adla yazdığı ortaya çıkan “4 yüzden” bir gazeteciyi kollamak için hareket edildiğini görüyoruz.

Hepsinden öncesi önce bir özeleştiri yapın, sonra tartışırız.

Nedim Şener buradaysa, Güler Kömürcü de başka bir yerde değil, o da buralarda.

Şimdi de “kişisel sorumluluk” alıp bu konuşmaları yayınlayan biri çıkabilir.

(Çünkü Ergin o zamanki tavrını kişisel sorumluluk almakla açıklamış.)

Birinin konuştuğu çete reisi olabilir, şimdiki de aynı çetenin bir başka yöneticisi olmakla suçlanıyor.

İkisi de yargılama aşamasında.

Sanığın adı Sedat Peker, gazetecinin adı Güler Kömürcü olunca doğru ve haklı görünen tutum, sanığın adı Soner Yalçın, gazetecinin adı Nedim Şener olunca yanlış bulunuyorsa, yorumda da sorun var demektir.

Özel hayatı mı koruyorsunuz medya çetenizi mi!
Ergun Babahan
Star
02 Ekim 2011

Cem Uzan, kardeşinin ayrıldığı eşi Yeşim Salkım’la telefonda küfürlü konuşmuş gazetelerinizin manşetinde...

İçkiliyken, sözcükler ağzından kayarken babasıyla tartışmış o da manşete girmiş.

O zaman hiç sormamışsınız ‘’Telefonda hala nasıl konuşuyoruz’’ diye...

‘’Bu telefonlar mahkeme kararıyla dinlenmiş’’ diyerek sıyrılmışsınız işin içinden.

Karşınızda duracak güç olmadığından kimse sesini çıkaramamış.

‘’Yarın suratına çarpmak’’ için beklememize gerek yok, Doğan Grubu gazetelerinin arşivinde kısa bir çalışma yapsak, Hürriyet’inden Milliyet’ine kadar neler buluruz.

Çarpacak surat bulsak zaten onları çarparız...

Şimdiki tatlı telaşınızı anlıyorum.

Nedim Şener’in onurunu koruma numarası altında Soner Yalçın’a mesajlar gönderiyorsunuz.

‘’Sakın bizi satma, biz burada senin için aslanlar gibi mücadele ediyoruz’’ mesajı bu.

Çünkü onun suç ortağısınız.

Bakınca Nedim Şener’in özel telefon görüşmelerinde bir yanlış, yamuk yok zaten.

Bu gazetecinin sizin korumanıza ihtiyacı yok açıkçası.

Çünkü korumak istediğiniz başkası.

‘’Medya çete’’nizin eşbaşkanını kolluyorsunuz.

Gıcık olduğunuz gazeteciyle röportaj yapan gazetelerin genel yayın müdürünün annesiyle seks yapma isteğinizi dışa vuran konuşmalar var burada.

‘’Medya mahallesi’’nde raconu sadece sizin kestiğiniz dönemde, nasıl terör estirdiğiniz, patronlara bile tehditler savurduğunuz bir bir ortaya çıkıyor.

Tatlı telaşınızı nehir kenarında oturmuş izliyoruz tüm Türkiye ile beraber.

Kendi çıkarı için önüne gelenin onurunu çiğneyenlerin, kızdıkları gazetecileri işsiz bırakmak için çırpınanların foyaları ortaya çıkıyor.

İlke için mücadele veriyor görüntünüz kimseyi ikna edemiyor çünkü sabıka dosyanız kalın.

Gazete sütunlarınız yetmedi, internet siteleri kurdunuz, karanlık odalarda, karanlık planlar yaptınız.

Parfüm kullanana ibne dediniz, çubuk taktırdı iftirası attınız.

Kimse size laf söyleyemesin istediniz.

Sizin Sedat Peker’den farkınız ne kardeşim, onun tabancayla yaptığını siz gazete sayfalarında, silinmez bilgisayar ekranlarında yaptınız.

İnsanları öldürmediniz ama yüreklerinde derin yaralar açtınız, uzun yıllar kapanmayacak yaralar.

Siz vicdanların katilisiniz, hala da utanmadan konuşuyorsunuz.

Köpek olduğumu ispatlayabilirim
Ertuğrul Özkök
30 Mayıs 2012



Dün bir arkadaşım aradı.

Direkt söze girdi:
“Başbakan gazetecilere resmen köpek dedi. Maşallah hiçbiriniz üzerinize alınmadınız. Hepiniz havalara bakıyorsunuz.
Bir süre sustu ve ısrar etti:
“Yahu hiç mi alınmadınız?”
Bu defa gerçekten havalara bakarak, “Yooo... Alınmadım” dedim.
Hayret ifadesiyle baktı:
“Size inanamıyorum. Nasıl olur; deriniz bu kadar mı kalın? Veya bu kadar mı korkaksınız” diye devam etti.
Baktım ki ille de kendine uygun bir cevap bekliyor...
Verdim:
“Alınmadım. Çünkü gazeteciler köpektir” dedim.
Yüzündeki hayret ifadesi kızgınlığa dönüştü:
“İnanamıyorum, böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirsin” deyince, şu cevabı verdim:
“Söyleyen sadece ben değilim ki...”
Sonra masamdaki kitabı aldım, birinci sayfasını açtım ve önüne koydum:
“Allah Allah... Allah Allah” diye hayretle okumaya daldı.

* * *

Kitap şu cümleyle başlıyordu:
“Önsöz niyetine: Köpeğin genleri ve 'Kripto'”
Şöyle devam ediyordu:
“GEN: Gazeteciler için 'Gerçeğin bekçi köpekleri' derler. Bu havalı cümle, ne zaman birileri gerçeklerin üzerini örtmeye kalksa, gazetecilerin toplumu alarma geçirdikleri savına dayanır.”
Kafasını kaldırıp, “Yok canım. Böyle bir ifade mi olur” deyince, “Acele etme, bir alttaki cümleyi de oku” dedim.
Alttaki cümle şöyleydi:
“Aynı metafordan yola çıkıp, medyanın köpek olduğunu ispatlayabilirim.. Sadece bu ülkede değil, dünyanın her yerinde, tasmasını elinde tutanın önünde kuyruk sallarken sahibinin 'tut' dediğine fena halde saldıran bir köpek...”
Yazar, medyanın hem gerçeğin bekçiliği için hem de sahibinin sesini duyurmak için bağırabileceğini anlatıyordu.

Acaba Başbakan köpek lafını buradan mı aldı

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan'ın gazeteciler için “Tasmalarını biz çözdük” cümlesini işitince, kendi kendime “Ben bu 'tasma' kelimesini bir yerde okudum” dedim.
Birden aklıma geldi... Masamın üzerinde duran bir kitabın hemen girişinde okumuştum.
Radikal gazetesinin eski yazarlarından Ertuğrul Mavioğlu'nun kitabının önsözünde vardı.
Acaba Başbakan Arena konuşmasını yapmadan bunu okumuş mudur diye düşündüm
Kitap bana pazartesi günü geldi.
Ancak önsözün sonundaki tarihe baktım:
Nisan 2012 yazıyordu.

* * *

Polis geçen yıl, Radikal gazetesini basarak, Ertuğrul Mavioğlu'nun bilgisayarına el koymuştu.
Acaba yine ona benzer bir şey mi oldu diye bir komplo teorisi kuracaktım ki, aklıma Ertuğrul Mavioğlu'nu aramak geldi.
Arkadaşlarıyla bir kafede sohbet ediyorlarmış.
“Şu an ben de arkadaşlarıma, Başbakan bu lafı benden almış diye şaka yapıyordum” dedi.
Ondan öğrendim. Kitap 17 Mayıs'ta piyasaya çıkmış.
O konuşmayı yaparken bir şeyi daha hatırladım.
Gazetecilere “köpek” diyen başka biri daha vardı.
Bizzat ben.
Üstelik bu kelimeyi kendim için kullanmış ve “Ben bir tarassut köpeğiyim” demiştim.
İnsan kendi kendine köpek der mi?
Ben derim arkadaş.
Çünkü benim için “köpek” kelimesi bir hakaret değildir.
Böyle düşünmemin bir başka nedeni daha var.

* * *

Gelişmiş demokrasilerde gazetecilik mesleği ve bazı sivil toplum örgütleri için “watchdog” yani tehlikeyi haber veren “bekçi köpeği” ifadesi kullanılır.
Evet, gazeteciler, gelecek tehlikeyi haber verme duyusuna ve görevine sahiptir.
Tehlikeyi görünce de bağırmaya başlarlar.
Boyunlarında tasma olması da fark etmez. Tasma bir zincirle bağlıysa, ileri atılıp onu koparmaya çalışırlar.
Koparamazlarsa bile en azından bağırmaya devam ederler.

* * *

Bana gelince;
Evet ben bir tarassut köpeğiyim.
Gelen ağır tehlikeyi de görüyorum.
“Öyleyse niye bağırıp haber vermiyorsun kardeşim” diyeceksiniz.
Allah kahretsin... Faranjit... Faranjit...
Bağırıyorum ama bir türlü sesim çıkmıyor...

http://www.ensonhaber.com/

HÜRRİYET'İN BEDAVA İSRAİL TANITIMI !
13 Ağustos 2009


Aydın Doğan'a bağlı olarak yayın yapan Hürriyet Gazetesi internet sitesinde bugün günün ülkesi olarak İsrail seçilmiş.İsrail seçilmesine seçilmiş ama hiç bir savaş ve katliam görüntülerine yer verilmeyen fotoğraflarda İsrail isimli terör devleti ile ilgili tanıtım fotoğrafları adeta siyonist İsrail'in turizmine katkı sağlamak adına yapılmış slaytı andırıyor.

Bu görüntüler diğer sayılı ! basın ve yayın kuruluşlarında sergilense idi belkide bukadar çok dikkatimizi çekmeyecekti.Ama Yahudi şirketi axel-springer ile olan ortaklığı yüzünden geçtiğimiz aylarda 100'de 25'lik hissesinin dolaylı olarak bugün tanıtımını yaptığı İsrail'e ait olduğu basın ve yayında da yer alan Doğan Medya'nın Filistin ismi ile bir devletin tanıtımını yapıp yapmayacağını merakla bekliyoruz.

Hürriyet İSRAİL'İ günün Ülkesi seçmiş peki yıllardır ülkeleri işgal altında tutulan Filistin'i günün Ülkesi seçebilecek cesaretleri varmıdır ? Hürriyet ve diğer medya kuruluşlarının...

Hürriyet Gazetesi İsrail'i fotoğraflarla öyle bir yansıtmış ki görenler hayret eder.Plajlar,güneşlenen çıplak israilliler,doğa resimleri,deniz yani turizm için ne gerekli ise veya İsrail'in Turizm mekanları nereler ise oralar bu fotoğraflarda mevcut tabii yanında da barış ve huzur içerisinde yaşayan israil'li insanlar..Bunların yanında aralara serpiştirilmiş ve Filistin ile bütün İslam dünyasının özellikle intizam ve özen gösterdiği ve bugüne kadar müslümanlarını kanını dökerek şehid edildiği Mescid-i Aksa fotoğrafları ve cami resimleride Hürriyetin İsrail'i tanıtım sergisinde yer almış.

Özellik'le mescid'i aksa'yı kendi topraklarında göstermeye çalışan terör devleti İsrail bu şekilde bir propogandayı Türkiye'de istese de yapamaz.Yada istemesede birileri gönüllü olarak zaten yapmışlar: ....

Hürriyet 100'lerce fotoğraf yayınlamış ülke olarak gördüğü İsrail'i tanıtan 100'lerce resim..... dedik ya aralarında cami resimleri var.Bütün bunlar bile İsrail isimli yapılanmanın işgal ettiği mekanlar üzerine kurulduğunun kanıtı.Hürriyet bilmiyor olmalı ama biz hatırlatalım İşgal edilen topraklar üzerine İngiliz destekli olarak kurulan bu şer yapılanma hiç bir zaman ülke olma sıfatına erişmemiştir.*Filistin toprakları işgal'den kurtuluncaya dek'te bütün müslümanlar İsrail isimli yapılanma ile kavgalıdırlar ve Filistinli mücahitlerin yanındadırlar.Hamas'ın,Şehitlerin,ve elinde sapanı ile taş atan intifada'nın küçük çocuklarının yanındadırlar.

Tam 137 resim var galeride belkide hiç bir ülkeye bukadar yer ayrılmamış olabileceği aklımıza geldi.Aralarında ise sadece bir tane İşgal ve işkenceyi andıran yukarıda da gördüğünüz resim var..İşgalcinin kanlı yüzü yansıtılmamış ve sadece bu resimle Filistinli hatırlanmış.Oysa ki gazze'de binlerce insan katledildi daha dün!Filistin toprakları üzerine kan ile kurulmuş İsrail bu reimlerle hatırlanıyorken dünyada bu şekilde güzel İsrail! profili neden çizildi ki?
Belki Hürrriyet gazetesi genetiği ile oynanmış tohumları üreten İSRAİL''in o zehir saçan GDO'larından yiyerek bu hale gelmiş olabilir ama biz İsrail'in dünya'ya yaydığı ve bugün'de Hürriyet tarafından çok güzel bir biçimde reklam edilen o güzel imajını yerle yeksan eden Abdülhamid Han'ın torunlarıyız.

ve O büyük Padişah Abdülhamid Han gibi konuşarak İsrail ile İsrail'cilere cevap vermeyi kendimize onur sayıyoruz.

"Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burasını terk edin.

Defolun!”
anahaber

Cebini kaşıyan adam
11 Eylül 2009
Şamil Tayyar
Star Gazetesi

Biz kızsak, tepki göstersek, halkı aşağıladığını düşünsek de Bekir Coşkun, Hürriyet okurları içinde en itibarlı olanı, en çok okunanıdır. Hakkını teslim etmek gerekir.

Şimdi Habertürk yolcusu, Hürriyet teknesini terk ediyor. Kendi ifadesiyle, bu karar, Doğan Grubu’na kesilen 3.7 milyar liralık vergi cezasından 15 gün önce verilmiş.

Yaygın iddia, Coşkun’un Habertürk’ün patronu Turgay Ciner’den en az 500 bin lira transfer ücreti aldığı yolundadır.

Rakam az mıdır, fazla mıdır, bilemeyiz. Kesin olan, Hürriyet’te 17 yıldır yazarlık yapan Coşkun’un tüm tazminat alacağını yakarak yer değişikliği yapmayacağıdır. Hürriyet’in iktidar baskısı altında olduğunu söyleyen Coşkun’un daha özgür ortamda gazetecilik yapacağı kaygısıyla Habertürk’e geçtiğini söylemek ise saflıktan öte anlam taşımaz.

Eğer, iktidar, otokratik yöntemle medyayı kuşatmışsa, herkes bilir, Turgay Ciner, Aydın Doğan’a göre daha kolay lokmadır.

Özetle, Coşkun’un yer değişikliği, kazan kazan modeline dayalı, bal gibi bir transfer faaliyetidir. Ahlaki midir? Boyutuna bağlı...

Bu transfer, Mehmet Emin Karamehmet’in Doğan Grubu’dan aldığı Tuncay Özkan’a (resmi açıklamalara göre) ödediği 3 milyon dolar transfer ücreti ve aylık 64 bin dolar maaş gibiyse, ahlaki değildir.

Türkiye ölçeğinde bu büyüklükte bir para, sadece gazetecilik faaliyeti için ödenmez. Bu tezin babası ise Habertürk’ün Sabah’tan transfer ettiği Umur Talu’dur.

Gazetecilik getirisiyle örtüşen bir transfer ve maaş sözkonusu ise son kuruşuna kadar hakkıdır, helal olsun.

İtirazım; milleti salak yerine koymasınadır, un ve patates çuvalı yüzünden AK Parti’ye oy verdiklerini iddia ettiği kesime “göbeğini kaşıyan adam” sıfatını takarken kabarık banka hesabı üzerinden siyaset yapmasınadır.

Bekir Bey’in 16 Ağustos 2007 tarihli yazısını hatırlayın. Can yoldaşı Emin Çölaşan Hürriyet’ten uzaklaştırılırken şöyle yazıyordu: “Biz bir kayıktaydık. Kürek arkadaşımı dalgalar aldı. Bizim ulaşmak istediğimiz bir yer vardı. Söylene söylene, sızlana sızlana, adeta kendimizi kürek mahkumu sayarak kürek çekiyorduk o yere doğru...”

Devamı var: “Emin Çölaşan artık yok... Bırakmalı mıyım kürekleri?.. Asılsam mı küreklere?...”

Aradan 2 yıl geçti. Tekneden inmedi, küreklere asıldı. Ta ki, Aydın Doğan’a yüklü vergi cezası yoldayken Turgay Bey’in davetine kadar... Bu durumda sormak hakkımız değil mi: Tekneyi önce kimler terk eder? Yoksa küreklere dolar mı sıkıştı?

Tasfiyesi istenen gazeteciler

Sevgili Talat Atilla yazmış. Aydın Doğan yakın çevresine demiş ki; “Hükümet Bekir’in (Coşkun), Melih’in (Aşık), Mustafa’nın (Mutlu), Yılmaz’ın (Özdil), Yalçın’ın (Bayer) gönderilmesini istiyor.” Bekir Çoşkun da 10 kişilik listeden söz ediyor.

Emin Çölaşan giderken de aynı iddialar gündeme gelmiş, sonradan bu ayrılığın iç çatışma olduğu ortaya çıkmıştı.

Aydın Bey, bu iddiayı şu ana kadar yalanlamadı. Söylemiş olabilir mi, mümkündür. Demişse eğer, Aydın Bey, yeniden yapılanmayı hükümete fatura etmek istemiş demektir.

Aksi halde, hem hükümet hem Aydın Doğan açısından, yukarıdaki iddianın hiçbir reel tarafı yoktur. Eğer böyle bir tasfiye listesi verilseydi, eminim, 10 gün içinde yerine gelirdi. Böyle bir liste peşinde koşacaksa hükümet, önce elinin al tındaki TRT Türk’e bakardı...

Ayrıca, çarpık siyaset-medya ilişkisi, günümüzün keşfi değildir. Türkiye’nin kronikleşen temel problemlerinden biridir. Devlet ihale dağıtmaya devam ederse, medya patronları ihaleyle beslenirse, bu çarpık ilişkiden sadece nesebi gayrisahih çocuk doğar.

İstediğim ihaleyi alırım, vergi me
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com